|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
Önsöz .................................................................................................................. ix III. Selim’in Saltanatının İlk Evresi (1789-1798)....................... ... 2 GİRİŞ ............................................................................................................................ 3 1787-1792 OSMANLI-RUS VE 1788-1791 OSMANLI-AVUSTURYA SAVAŞLARI ................................................................................................................ 4 III. Selim’in Şehzadelik Dönemi ve Tahta Çıkışı ..................................................... 4 III. Selim’in Tahta Çıkmasından Sonra Savaş Cephelerindeki Gelişmeler .......... 5 Osmanlı-İsveç İttifakı ................................................................................................. 6 Osmanlı-Prusya İttifakı .............................................................................................. 6 Ziştovi Antlaşması (4 Ağustos 1791) ........................................................................ 7 Rusya ile Savaşın Devamı ve Yaş Antlaşması (10 Ocak 1792) ............................... 8 NİZÂM-I CEDÎD REFORMLARI ............................................................................ 10 Nizâm-ı Cedîd Ocağı’nın Kurulması ........................................................................ 10 Askerî Alandaki Diğer Reformlar ............................................................................. 11 Merkez ve Taşra Teşkilatında Yapılan Reformlar .................................................... 12 Diplomasi Alanında Yapılan Reformlar ................................................................... 12 İktisadi ve Sosyal Alanda Yapılan Reformlar ........................................................... 13 III. SELİM DÖNEMİNDE ÂYANLARLA MÜCADELE ....................................... 13 Rumeli ve Balkanlarda Dağlı Eşkıyasıyla Mücadele ............................................... 14 İşkodra Mutasarrıfı Kara Mahmud Paşa İsyanı ...................................................... 15 Pazvandoğlu Osman İsyanı ........................................................................................ 16 Kırım Hanzâdesi Cengiz Mehmed Giray İsyanı ..................................................... 16 Gürcü Osman Paşa İsyanı .......................................................................................... 16 Rusçuk Âyanı Tirsiniklioğlu İsmail .......................................................................... 17 Acemoğlu Ahmed İsyanı ............................................................................................ 17 Caniklizâde Tayyar Mahmud Paşa İsyanı ................................................................ 17 1789 FRANSIZ İHTİLALİ VE OSMANLI DEVLETİ ........................................... 18 1789 İhtilalinden Mısır’ın İşgaline Kadar Osmanlı-Fransa İlişkileri .................... 21 Campo Formio Antlaşması ........................................................................................ 22 Özet ............................................................................................................................... 24 Kendimizi Sınayalım ................................................................................................... 26 Yaşamın İçinden ......................................................................................................... 27 Okuma Parçası ............................................................................................................. 27 Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı ........................................................................ 28 Sıra Sizde Yanıt Anahtarı ............................................................................................ 29 Yararlanılan ve Başvurulabilecek Kaynaklar ............................................................ 30 Osmanlı Devleti ve Avrupa Devletler İttifakı (1798-1807). ....... 32 GİRİŞ ............................................................................................................................ 33 NAPOLEON’UN MISIR’I İŞGALİ VE TAHLİYESİ (1798-1802) ........................ 33 Napoleon’un Mısır Seferine Başlaması ve Buna Karşı Büyük Güçlerin İlk Tepkileri ....................................................................................................................... 34 Napoleon’un İskenderiye ve Kahire’yi İşgali ve Yayımladığı Beyannamesi ......... 36 Osmanlı Devleti’nin Fransa’ya Savaş İlanı ve İttifak Antlaşmaları ....................... 38 1. ÜNİTE 2. ÜNİTE İçindekiler iv Osmanlı Devleti’nin Akka Zaferi ve Fransa’nın Suriye ve Mısır’ı Tahliyesi ........ 41 Fransa’nın Mısır Seferinin Sonuçları, Amiens ve Paris Antlaşmaları .................. 44 ESKİ MÜTTEFİKLER YENİ DÜŞMANLAR; İNGİLTERE VE RUSYA İLE SAVAŞ (1802-1807) .............................................................................. 46 Osmanlı-Rus ve Osmanlı-İngiliz Savaşlarının Başlaması (1806-1807) .............. 46 Vahhabi İsyanı, İngiltere’nin İskenderiye’yi İşgali ve Tahliyesi .............................. 49 KABAKÇI MUSTAFA İSYANI VE III. SELİM’İN TAHTTAN İNDİRİLMESİ (1807) ................................................................................................ 51 İkinci Edirne Vakası, Sırp İsyanı ve Belgrad’ın İşgali ............................................. 51 Kabakçı Mustafa İsyanı ............................................................................................... 53 III. Selim’in Tahttan İndirilmesi ................................................................................ 55 Özet ............................................................................................................................... 58 Kendimizi Sınayalım ................................................................................................... 59 Yaşamın İçinden .......................................................................................................... 60 Okuma Parçası ............................................................................................................. 60 Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı ........................................................................ 61 Sıra Sizde Yanıt Anahtarı ............................................................................................ 61 Yararlanılan ve Başvurulabilecek Kaynaklar ............................................................ 62 IV. Mustafa’nın Tahta Çıkışından Rum İsyanı’na Kadar (1807-1821) ................................................................................... 64 GİRİŞ ........................................................................................................................... 65 ISLAHATIN KESİNTİYE UĞRAMASI ................................................................... 65 IV. Mustafa’nın Saltanatı ............................................................................................. 66 Bir Paylaşma Projesi: Tilsit Anlaşması ..................................................................... 67 Osmanlı-Rus Savaşı’na Kısa Bir Ara: Slobozia Ateşkesi ......................................... 68 ALEMDAR MUSTAFA PAŞA VE II. MAHMUD’UN TAHTA YÜKSELMESİ ............................................................................................................. 71 Alemdar Mustafa Paşa’nın İstanbul’a Yürümesi ...................................................... 71 III. Selim’in Katledilmesi ve II. Mahmud’un Osmanlı Tahtına Geçmesi ............. 73 Osmanlı Siyasetinde Alışılmamış Bir Tecrübe: Sened-i İttifak ............................. 73 Sekbân-ı Cedîd Ocağı’nın Kurulması ....................................................................... 75 II. MAHMUD’UN SALTANATI’NIN İLK YILLARI: BARIŞ, SAVAŞ, İSYAN VE AVRUPA’DA YENİ DÜZEN .................................................................. 76 Osmanlı-İngiliz Savaşı Sona Eriyor: Kala-i Sultaniye Antlaşması ........................ 76 Osmanlı-Rus Savaşı’nın Devamı ve Barış (1809-1812) .......................................... 79 Sırp İsyanı ..................................................................................................................... 83 Viyana Kongresi ve Napoleon Sonrası Avrupa ........................................................ 85 MERKEZÎ İDARENİN GÜÇLENMESİ VE ASAYİŞİN SAĞLANMASI ............ 86 Vahhâbi İsyanı’nın Bastırılması ................................................................................. 86 Âyanlarla Mücadele ve Merkezî Otoritenin Kurulması ......................................... 87 Özet ............................................................................................................................... 88 Kendimizi Sınayalım ................................................................................................... 89 Yaşamın İçinden .......................................................................................................... 90 Okuma Parçası ............................................................................................................. 90 3. ÜNİTE İçindekiler v Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı ........................................................................ 91 Sıra Sizde Yanıt Anahtarı ............................................................................................ 91 Yararlanılan ve Başvurulabilecek Kaynaklar ............................................................ 92 İsyan ve Savaşların Gölgesinde Osmanlı Devleti (1821-1830)... 94 GİRİŞ ............................................................................................................................ 95 MORA (RUM) İSYANI .............................................................................................. 95 İsyanın Başlaması ........................................................................................................ 96 Tepedelenli Ali Paşa İsyanı ......................................................................................... 97 Mora İsyanı’nın Devamı ............................................................................................ 98 Sen-Petersburg Protokolü (4 Nisan 1826) .............................................................. 99 Londra Antlaşması (6 Temmuz 1827) ...................................................................... 99 Navarin Baskını ........................................................................................................... 100 Osmanlı-Rus İlişkileri ve Akkerman Sözleşmesi (7 Ekim 1826) .......................... 100 1828-1829 OSMANLI-RUS SAVAŞI ........................................................................ 101 Edirne Antlaşması (14 Eylül 1829) ........................................................................... 102 Yunanistan Devleti’nin Kurulması (24 Nisan 1830) .............................................. 102 1820-1823 Osmanlı-İran Savaşı ............................................................................... 103 Cezayir’in Fransa Tarafından İşgali (1830) .............................................................. 104 1821-1830 YILLARI ARASINDA YAPILAN BAŞLICA ISLAHATLAR ............. 105 Tercüme Odası’nın Kurulması (1821) ...................................................................... 105 İlköğretimin Zorunlu Hâle Getirilmesi ................................................................... 105 Yeniçeri Ocağı’nın Kaldırılması (1826) .................................................................... 106 Kılık Kıyafet Düzenlemesi ve Fes Zorunluluğu ...................................................... 108 Mekteb-i Tıbbiye’nin Açılması (1827) ...................................................................... 109 Özet ............................................................................................................................... 110 Kendimizi Sınayalım ................................................................................................... 112 Yaşamın İçinden .......................................................................................................... 113 Okuma Parçası ............................................................................................................. 113 Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı ........................................................................ 114 Sıra Sizde Yanıt Anahtarı ............................................................................................ 114 Yararlanılan ve Başvurulabilecek Kaynaklar ............................................................ 115 Köklü Değişiklikler ve Tanzimat’a Hazırlık (1830-1839) ............ 116 GİRİŞ ............................................................................................................................ 117 AVRUPA’DA 1830 İHTİLÂLİ .................................................................................... 117 MISIR MESELESİ ....................................................................................................... 118 Mehmed Ali Paşa (Kavalalı) ...................................................................................... 119 Mehmed Ali Paşa İsyanı’nın Başlaması (1831) ........................................................ 120 İsyana Avrupa Devletlerinin Müdahale Etmesi ...................................................... 121 Kütahya Barışı .............................................................................................................. 123 Hünkâr İskelesi Antlaşması (8 Temmuz 1833) ....................................................... 123 Kütahya Barışı’ndan Sonra Osmanlı-Mehmed Ali Paşa İlişkileri ......................... 124 1838 Baltalimanı Antlaşması ..................................................................................... 125 Nizip Savaşı .................................................................................................................. 126 4. ÜNİTE 5. ÜNİTE vi İçindekiler II. MAHMUD DÖNEMİ’NDE GERÇEKLEŞTİRİLEN KÖKLÜ DEĞİŞİKLİKLER ........................................................................................................ 127 Askerî Alanda Yapılan Yenilikler ............................................................................... 128 İdarî Alanda Yapılan Yenilikler .................................................................................. 128 Malî Alanda Yapılan Yenilikler .................................................................................. 129 Mülkî Alanda Yapılan Yenilikler ............................................................................... 130 Eğitim Alanında Yapılan Yenilikler ........................................................................... 131 Sosyal Alanda Yapılan Yenilikler ............................................................................... 132 Özet ............................................................................................................................... 133 Kendimizi Sınayalım ................................................................................................... 135 Yaşamın İçinden .......................................................................................................... 136 Okuma Parçası ............................................................................................................. 136 Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı ........................................................................ 137 Sıra Sizde Yanıt Anahtarı ............................................................................................ 137 Yararlanılan ve Başvurulabilecek Kaynaklar ............................................................ 138 Osmanlı Reorganizasyonu: Tanzimat Devri 1839-1856 ............ 140 GİRİŞ ........................................................................................................................... 141 TANZİMAT FERMANI’NIN HAZIRLANMASI, İLANI VE GETİRDİKLERİ ......................................................................................................... 141 Avrupa’da Feodalite’nin Yıkılışı, Yükselen Değerler ve Burjuvazi .......................... 142 Tanzimat Dönemi’ni Doğuran Nedenler ................................................................. 143 Tanzimat Fermanı’nın İçeriği ve İlkesel Dayanakları ............................................. 146 Tanzimat’ın Uygulanması ve Tepkiler ...................................................................... 147 1841 Niş İsyanı ............................................................................................................. 149 MISIR MESELESİ’NİN II. AŞAMASI VE 1841 BOĞAZLAR SÖZLEŞMESİ .... 150 Mısır Meselesinin Sonuçları ..................................................................................... 153 1841 Boğazlar Sözleşmesi ........................................................................................... 153 Lübnan Krizi ................................................................................................................ 154 1848 İHTİLALLERİ VE OSMANLI DEVLETİ’NE ETKİLERİ ............................ 156 Mülteciler Meselesi ..................................................................................................... 157 Eâk-Boğdan İsyanı ve Balta Limanı Antlaşması ................................................... 159 Karadağ İsyanı ............................................................................................................. 160 KIRIM SAVAŞI VE SONUÇLARI ............................................................................ 160 Rusya’nın Değişen Osmanlı Politikası ...................................................................... 160 Kutsal Yerler Meselesi ................................................................................................. 161 Savaşın Başlaması ........................................................................................................ 163 Paris Barış Konferansı ................................................................................................. 164 Islahât Fermanı (18 Şubat 1856) ................................................................................ 166 Özet ............................................................................................................................... 167 Kendimizi Sınayalım ................................................................................................... 169 Yaşamın İçinden .......................................................................................................... 170 Okuma Parçası ............................................................................................................. 170 Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı ........................................................................ 171 Sıra Sizde Yanıt Anahtarı ............................................................................................ 171 Yararlanılan ve Başvurulabilecek Kaynaklar ............................................................ 173 6. ÜNİTE vii İçindekiler Buhranlar, Islahatlar ve Dış Müdahaleler Dönemi (1856-1871) ................................................................................... 174 GİRİŞ ........................................................................................................................... 175 ISLAHAT FERMANI ÖNCESİ BUHRANLAR, DIŞ MÜDAHALELER VE ISLAHATLARA TOPLU BİR BAKIŞ ................................................................ 175 ISLAHAT FERMANI VE İÇERİĞİ .......................................................................... 180 Islahat Fermanı, Gayrimüslimler, Yargılama ve Eğitim Meselesi .......................... 181 ISLAHAT FERMANI SONRASINDAKİ GELİŞMELER ...................................... 182 Eak-Boğdan Sorunu ................................................................................................. 184 Karadağ, Hersek ve Sırbistan Meseleleri .................................................................. 184 Cidde, Suriye ve Lübnan Olayları ............................................................................. 185 Cebel-i Lübnan Nizamnamesi (1861) ....................................................................... 186 Sultan Abdülmecid Devri Kapanırken ..................................................................... 186 Bulgarların Yoğun Olduğu Vilayetlerde Asayişsizlik .............................................. 187 Tuna Vilayeti Nizamnamesi (1864) .......................................................................... 187 Vilayet Nizamnamesi ve Nizamiye Mahkemeleri ................................................... 189 Vilayet Nizamnamesi ve Midhat Paşa ...................................................................... 190 Yeni Osmanlılar (1865) ............................................................................................... 190 Abdülaziz’in Avrupa Seyahati (1867) ....................................................................... 191 Girit Meselesi ............................................................................................................... 191 Girit Vilayet Nizamnamesi (1868) ........................................................................... 192 Meclis-i Vâlâ’dan Şûrâ-yı Devlet ve Divan-ı Ahkâm-ı Adliye’ye (1868) .............. 192 Maarif-i Umumiye Nizamnamesi (1869) ................................................................ 193 Mecelle ve Cevdet Paşa ............................................................................................... 193 Süveyş Kanalı’nın Açılması (1869) ............................................................................ 194 İdare-i Umumiye-i Vilayet Nizamnamesi (1871) .................................................... 194 Kuveyt, Necid ve Ahsa’nın Osmanlı Hâkimiyetine Alınması (1871) ................... 195 Mali İasa Doğru ......................................................................................................... 196 İtalyan ve Alman Birliklerinin Kurulması (1870-71) ............................................. 197 Bâb-ı Âli Devri Biterken Sultan Abdülaziz (1871) .................................................. 197 Özet ............................................................................................................................... 199 Kendimizi Sınayalım ................................................................................................... 201 Yaşamın İçinden ......................................................................................................... 202 Okuma Parçası ............................................................................................................. 202 Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı ........................................................................ 203 Sıra Sizde Yanıt Anahtarı ............................................................................................ 203 Yararlanılan ve Başvurulabilecek Kaynaklar ............................................................ 205 Âlî Paşa’nın Ölümünden Sultan Abdülaziz’in Tahttan İndirilmesine Osmanlı Devleti (1871-1876) ................................ 206 GİRİŞ ............................................................................................................................ 207 ÂLÎ PAŞA’NIN ÖLÜMÜ VE OSMANLI SADÂRETİNDE DEĞİŞİKLİKLER ........................................................................................................ 207 1871-1876 TARİHLERİ ARASINDAKİ GELİŞMELER ........................................ 210 Karadeniz’in Statüsünün Değişmesi ve Osmanlı-Rus Yakınlaşması .................... 210 8. ÜNİTE 7. ÜNİTE viii İçindekiler Osmanlı Devleti ile Türkistan Hanlıkları Arasındaki İlişkiler ............................. 212 Yemen İsyanı (1871-1873) ................................................................................... 213 Balkan Bunalımı ................................................................................................... 214 Hersek İsyanı (1875-1876) ................................................................................... 214 Bulgar İsyanı ve Berlin Memorandumu (13 Mayıs 1876) ................................ 217 Tenzil-i Faiz Kararı (6 Ekim 1875) ............................................................................ 218 Selanik Vak’ası (6 Mayıs 1876) ................................................................................... 219 SULTAN ABDÜLAZİZ’İN TAHTTAN İNDİRİLMESİ ........................................ 219 Talebe-i Ulûm Nümayişi (Soalar Ayaklanması) (10 Mayıs 1876) ...................... 220 Sultan Abdülaziz’in Tahttan İndirilmesi (30 Mayıs 1876) ..................................... 221 Sultan Abdülaziz’in Ölümü ve Kişiliği ..................................................................... 223 Özet ............................................................................................................................... 227 Kendimizi Sınayalım ................................................................................................... 229 Yaşamın İçinden .......................................................................................................... 230 Okuma Parçası ............................................................................................................. 230 Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı ........................................................................ 231 Sıra Sizde Yanıt Anahtarı ............................................................................................ 231 Yararlanılan ve Başvurulabilecek Kaynaklar ............................................................ 233 ix Önsöz Önsöz Sevgili öğrenciler, Dünya siyasi haritasının ve güçler dengesinin oluşmasını hazırlayan hadiseler, temelleri daha eskilere dayanmakla beraber, genellikle 18. yüzyılın son çeyreğinden itibaren başlamış ve sonraki yüzyıllarda katlanarak devam etmiştir. Rusya, Avusturya ve İran’la yaşanan yıpratıcı harp süreçlerine rağmen Osmanlı Devleti, 18. yüzyılda Avrupa devletler dengesinde hala ağırlığı olan bir yapıydı. Sınırları: Asya’da, Yemen-Arabistan Yarımadası, Hint Okyanusu, Basra Körfezi, Kaasya’da Anapa’ya kadar; Avrupa’da, Dinyester nehrinin batı kıyılarından Romanya, Bulgaristan, Yunanistan, Sırbistan ve Arnavutluk’u içine alacak şekilde devam ederek Avusturya’ya dayanıyordu. Afrika’da ise Kuzey Afrika, Doğu Akdeniz ve Ege Denizi adalarının tamamını içine alıyordu. Dört milyon kilometre kareyi kapsayan bu sınırlar üzerinde yaklaşık 25 milyon insan yaşamaktaydı. Nüfus çeşitli ırk, dil ve dine sahip insanlardan oluşuyor ve bu yapı içinde Türkler, devletin sahibi ve asıl unsuru olarak görünüyorlardı. Avrupa’da yaşanan değişimi ister istemez iç siyasetine yansıtmaya başlayan Osmanlı Devleti yönetim olarak merkeziyetçiliğini koruyor ancak özel idareye sahip eyaletler, muhtar ve bağlı beylikleri de bünyesinde barındırıyordu. III. Selim (1789-1808) zamanında içte ve dışta yaşanan sorunların eski yöntemlerle çözülemeyeceği ve Avrupa kaynaklı yöntemlerin denenmesi gerektiği fikri ağırlık kazanmaya başlamıştı. Osmanlı tarihindeki sosyo-ekonomik değişimin başlangıcı olarak kabul edilen 18. yüzyılın sonlarından itibaren Osmanlı İmparatorluğu’nun dış siyasetinin seyrinde de Avrupa devletlerinin etkisi çoğalmış, “Doğu Sorunu” çerçevesinde meydana gelen bu ilişkilerde Fransa, İngiltere, Avusturya ve Rusya ön plana çıkmışlardı. Köklü değişimleri içinde barındıran 19. asır, gelişme düzeyleri farklı olmakla beraber Osmanlı Devleti de dahil olmak üzere bütün dünyayı etkilemiştir. Kısaca ifade etmek gerekirse bu dönemde yayılmacı politikaların veya savaşların kurbanı olan milletler, kaybolup gitmemek için farklı arayış ve mücadeleler içine girmişlerdi. Osmanlı Devleti için de kendi tarzını ve değişme hızını arttırmak kaçınılmazdı. Bu durum 18. asırda askeri sahada kabullenilmiş, 19. asırda ise diğer sahalarda değişim ihtiyacı hissedilir hale gelmişti. Avrupa’da etkinliklerini artıran ve yayılmacı bir siyaset izleyen İngiltere ve Fransa arasındaki rekabetin ağır sonuçlarıyla karşı karşıya kalan Osmanlı Devleti’nde, Mısır’ın Fransa işgaline uğramasıyla birlikte diplomatik ilişkilerin şekli ve muhatapları değişmiş fakat küçülmenin önüne geçilememiştir. III. Selim’in tahta çıkışından Sultan Abdülaziz döneminin sonuna kadar olan süreci (1789-1876) kapsayan bu kitapta, dönemin reform hareketlerinden ziyade siyasi tarih periyodu esas alınmıştır. Zira ıslahat ve reformların teferruatıyla işlendiği Yenileşme Hareketleri kitabı mevcut olduğu için tekrara düşmemek gayesiyle kronoloji esasına göre siyasi tarih konuları işlenmiştir. Kitabın hazırlanmasında emekleri olan değerli hocalarımız ve Anadolu Üniversitesi çalışanlarına teşekkür ediyor, sevgili öğrencilerimize başarılar diliyorum. Editör Doç.Dr. Mehmet TOPAL 1 Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; III. Selim’in reformcu kişiliğini ifade edebilecek, 1787-1792 Osmanlı-Rus ve 1788-1791 Osmanlı-Avusturya savaşlarının neden ve sonuçlarını yorumlayabilecek, Nizâm-ı Cedîd reformlarını değerlendirebilecek, III. Selim döneminde âyanlarla mücadeleyi açıklayabilecek, Fransız İhtilali’ne karşı Osmanlı Devleti’nin tutumunu saptayabilecek bilgi ve becerilere sahip olacaksınız. Anahtar Kavramlar • III. Selim • Rusya Savaşı • Fransız İhtilali • Dağlı Eşkıyası • Nizâm-ı Cedîd • Avusturya Savaşı • Âyan • Denge Politikası İçindekiler Osmanlı Tarihi (1789-1876) III. Selim’in Saltanatının İlk Evresi (1789-1798) • GİRİŞ • 1787-1792 OSMANLI-RUSYA VE 1788-1791 OSMANLI-AVUSTURYA SAVAŞLARI • NİZÂM-I CEDÎD REFORMLARI • III. SELİM DÖNEMİNDE ÂYANLARLA MÜCADELE • 1789 FRANSIZ İHTİLALİ VE OSMANLI DEVLETİ OSMANLI TARİHİ (1789-1876) GİRİŞ Osmanlı Devleti, II. Viyana Kuşatması sonrasında Kutsal İttifak’a karşı 1699’a kadar devam edecek, çok cepheli bir savaşa girmiştir. Osmanlı tarihinin en buhranlı yıllarından biri kabul edilen bu dönem, 1699’da Avusturya, Lehistan, Venedik ile Karlofça Antlaşması’nın ve 1700’de Ruslarla İstanbul Antlaşması’nın imzalanmasıyla sona ermişti. Bu nedenle, 18. yüzyılın başlarından itibaren ıslahat girişimleriyle devletin eski gücüne kavuşması amaçlanmıştı. Islahatların temel ekonomik ve sosyal meseleleri kökünden ele almadığı, kısa vadeli çözümler üretse de başarılı olmadıkları 1768 yılında Rusya ile başlayan savaşta anlaşılmıştı. 1768-1774 Osmanlı-Rus Savaşı, doğrudan Osmanlı’ya yönelik bir tehdit dolayısıyla değil, Osmanlı Devleti’nin stratejik olarak varlığını devam ettirmesini istediği Lehistan’ın içişlerine Rus müdahalesini engellemek istemesinden dolayı patlak vermişti. Fakat bu savaş, Osmanlı Devleti açısından yeni bir felaketler döneminin başlangıcı olmuştu. Balkanlarda Rusların ilerlemesi durdurulamamış, 1770’de Çeşme’de Osmanlı donanması neredeyse tamamen yok edilmişti. Osmanlı-Rus savaşını bitiren 21 Temmuz 1774 tarihli Küçük Kaynarca Antlaşması, toprak kayıpları açısından çok büyük olmamakla birlikte hukuk, ticaret ve diplomasi açısından ağır bir belgeydi. Asıl darbe ise, Kırım’ın bağımsızlığının kabul edilmesiydi. Bu nedenle, kimi tarihçiler Doğu Sorununun (Şark Meselesinin) başlangıcının Küçük Kaynarca Antlaşması olduğunu ifade etmektedirler. Ruslar için Kırım’ın bağımsızlığı ilk adımdı. Asıl hedef ise Kırım’ın Rus Çarlığı’na ilhakıydı. Bu hedef doğrultusunda, 1778 yılında Rus ordusu Kırım’a girdi. 10 Mart 1779’da Osmanlı Devleti ile Rusya arasında Aynalıkavak Tenkihnâmesi imzalandı. Buna göre; Rus ordusu Kırım’dan çıkması karşılığında Osmanlı Devleti Rus yanlısı Şahin Giray’ın hanlığını kabul edecekti. 1781 yılında Şahin Giray’a karşı bir isyan girişimini bahane eden Ruslar, yeniden Kırım’a girdiler ve 1783’de Kırım’ın bir Rus vilayeti olduğunu ilan ettiler. Osmanlı Devleti, 9 Ocak 1784’de verdiği bir senetle bu ilhakı resmen tanımak zorunda kaldı. Müslüman ahali ile meskûn ve Osmanlı topraklarında müstesna yeri olan Kırım Hanlığı’nın kaybedilmesi Osmanlı toplumunda büyük üzüntüye neden oldu. Kırım’ın geri alınacağı telkinleriyle toplum teskin edilemeye çalışıldı. Kırım’ın ilhak edilmesiyle emellerine ulaşan Ruslar, Osmanlıların hiç olmadığı kadar zayıf olduğunu düşünmekteydi. Çariçe II. Katerina’nın gözdelerinden Prens Potemkin, Osmanlı Devleti’ni yıkma amacı güden bir plan hazırladı. “Grek Projesi” adı verilen plana göre; İstanbul merkezli bir Rum İmparatorluğu kurulacaktı. Grek Projesi’ni tek başına III. Selim’in Saltanatının İlk Evresi (1789-1798) Kutsal İttifak: Çeşitli tarihlerde Müslüman devletlere karşı Katolik Papasının yaptığı çağrıyla Hristiyan devletlerin kurduğu ittifaktır. II. Viyana kuşatmasında XI. Innocentus, Osmanlı’ya karşı yaptığı çağrıyla Avusturya, Lehistan, Venedik ve daha sonra Rusya bir araya gelerek Kutsal İttifak kurdular. Doğu Sorunu ya da Şark Meselesi: Parçalanmakta olduğu düşünülen Osmanlı topraklarının akıbeti konusunda Avrupa devletlerinin birbirleriyle rekabetini ifade eden uluslararası sorun. Siyasi literatürde ilk defa 1815 Viyana Kongresinde kullanılmıştır. 4 Osmanlı Tarihi (1789-1876) hayata geçiremeyeceğini düşünen Rusya, Avrupa’dan kendisine uygun bir müttefik arayışına başladı. Osmanlı ile dostane ilişkilerden yana olan Maria Teresa’nın 1780’de vefat etmesi üzerine Avusturya İmparatoru olan II. Jozef ’in de Osmanlı’nın Balkan topraklarını paylaşmak gibi bir amacı vardı. Bu sayede, Avusturya ile Rusya arasında 1782’de gizli bir ittifak antlaşması imzalandı. Buna göre; Eak ve Boğdan’da Ruslara tâbi bir Ortodoks devleti kurulacaktı. İstanbul, Trakya, Makedonya’yı içine olan bir imparatorluk kurulacak ve başına da Çariçe II. Katerina’nın torunu Konstantin getirilecekti. Batı Balkanlar, BosnaHersek, Sırbistan ve Dalmaçya kıyıları Avusturya’ya verilecekti. Mora, Girit ve Kıbrıs’ı ise Venedik alacaktı. Fransa’yı da yanlarına çekmek için Mısır ve Suriye’yi vereceklerdi. Fakat İngiltere’den çekinen Fransa, bu anlaşmaya dâhil olmayı kabul etmedi. Grek Projesi gereğince, Karadeniz’deki Rus filoları güçlendirildi. Rus ajanları Balkanlarda kışkırtmalara başladılar. İskenderiye’deki Rus konsolosunun Mısır kölemenlerini kışkırtması iki ülke arasındaki gerilimi giderek tırmandırdı. Rusların yayılmacı politikalarından rahatsız olan İngiltere ve Alman milletlerinin liderliği için Avusturya ile rekabet hâlindeki Prusya da Osmanlı Devleti’ni savaşa teşvik etmekteydi. Rusya’nın tacizlerinden bıkan Osmanlı Devleti, Temmuz 1787’de, Rusya’ya bir nota verdi. Notanın reddedilmesi üzerine de 17 Ağustos 1787’de Rusya’ya yeni bir savaş açıldı. Osmanlı Devleti’nin savaştaki öncelikli amacı Kırım’ı geri almaktı. Ruslar ile ittifak yapmış olan Avusturya, Belçika’daki iç karışıklıklar nedeniyle başlangıçta savaşa katılamamıştı. Bu nedenle yaklaşık altı ay sonra, 9 Şubat 1788’de, Osmanlı Devleti’ne savaş ilan edebildi. Avusturya’nın kendisine karşı savaşa girebileceğini beklemeyen Osmanlı Devleti, iki büyük devlete karşı mücadele etmek zorunda kalacaktı. 1787-1792 OSMANLI-RUS VE 1788-1791 OSMANLI-AVUSTURYA SAVAŞLARI Cephelerdeki asıl savaş 1788 ilkbaharında başladı. Savaşın başlangıcında Avusturya’ya karşı bazı başarılar elde edilmişti. 30 Ağustos 1780’de Muhadiye’de ve 20 Eylül’de Şebeş’de Avusturya kuvvetleri Osmanlı ordusuna mağlup olmuştu. Fakat takip edilmediğinden toparlanmaya fırsat bulan Avusturya ordusu, kaybettiği yerleri kısa sürede geri almıştı. Rusya cephesinde işler daha kötü durumdaydı. General Potemkin komutasındaki Rus ordusu, Yaş ve Hotin’i aldıktan sonra Özi Kalesi’ni kuşatmıştı. Gazi Hasan Paşa komutasındaki Osmanlı donanmasının, Özi önlerindeki Rus ince donanmasına karşı giriştiği harekât başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Altı ay boyunca muhasaraya dayanan Özi Kalesi, Aralık 1788’de Ruslara teslim oldu. Kalenin Müslüman sakinlerine karşı büyük bir katliam yapıldı. Özi Kalesi’nin düşmesine ve Müslüman halkın katline çok üzülen I. Abdülhamid ağır bir felç geçirdi ve bundan birkaç gün sonra, 7 Nisan 1789’da vefat etti. I. Abdülhamid’in yerine yirmi sekiz yaşındaki III. Selim, Osmanlı’nın yirmi sekizinci sultanı olarak tahta çıktı. III. Selim’in Şehzadelik Dönemi ve Tahta Çıkışı 24 Aralık 1761 tarihinde dünyaya gelen III. Selim’in babası o sırada Osmanlı tahtında bulunan III. Mustafa, annesi Mihrişah Sultan’dı. Kırk yıldır Osmanlı hanedanında erkek şehzade dünyaya gelmediği için doğumu, büyük şenliklerle kutlandı. Astroloji ilmine çok meraklı olan babası oğlunun eşref saatinde dünyaya geldiğine inanmaktaydı. Bu nedenle, ileride büyük bir sultan olacağına inandığı oğlunun eğitimine büyük önem verdi. Daha küçük yaşlardan itibaren devlet işlerinde tecrübe kazanmasını sağladı. Şehzade Selim, Tophane ve Tersane gibi kurumların denetimi sırasında babasına eşlik etti. Yabancı elçi ve teknisyenlerle tanışarak dış dünya hakkındaki bilgisini geliştirdi. Çocukluktan itibaren edindiği bu tecrübeler, III. Selim’in reformcu kişiliğinin oluşmasına hiç şüphesiz büyük katkıda bulunmuştu. 1. Ünite - III. Selim’in Saltanatının İlk Evresi (1789-1798) 5 III. Mustafa, 21 Ocak 1774’te vefat etti. Babasının vefat etmeden önce, Büyük İskender gibi büyük bir fatih olacağına inandığı oğlunun kardeşi Abdülhamid yerine tahta geçmesini istediği rivayet edilir. Yine de olağan olarak, Osmanlı tahtına I. Abdülhamid geçti. Amcasının saltanatında babası döneminde olduğu kadar serbest değilse de çok sıkı bir kafes hayatına maruz kalmadı. Fakat Osmanlı tarihinin en kötü antlaşmalarından biri olan Küçük Kaynarca Antlaşmasının imzalanması ve Kırım’ın kaybedilmesi I. Abdülhamid’in kamuoyunda itibar kaybetmesine yol açmıştı. Sadrazam Halil Hamid Paşa’nın, 1785 yılında I. Abdülhamid’i indirip Şehzade Selim’i tahta geçirmek istediği gerekçesiyle önce sürgüne gönderilmesi ve sonra idam edilmesi bir süre için genç şehzadenin ağır gözetim altında tutulmasına neden oldu. Genç şehzadenin bu komplo ile bir ilgisi olup olmadığı bilinmemektedir. Buna rağmen, özellikle İtalyan doktoru Lorenzo vasıtasıyla dış dünya ile irtibatını devam ettirmeyi başardı. Şehzade Selim’in irtibatta olduğu bir başka Avrupalı, Fransa’nın İstanbul elçisi Choiseul Gouier idi. Onun aracılığıyla Fransa Kralı XVI. Louis’e mektuplar yazdı ve bu mektupları adamlarından İshak Efendi vasıtasıyla Paris’e gönderdi. Mektuplarında reformcu bir sultan olacağının sinyalini veriyor, Fransa ile Osmanlı arasındaki dostluğa vurgu yaparak ileride tahta çıktığında Rusya’ya ilan edeceği savaşta Fransa’nın yardımını istiyordu. Fakat XVI. Louis’den aldığı cevap, genç şehzadenin beklentilerini karşılamadı. Ama dönemin en güçlü devletlerinden birinin hükümdarı ile henüz şehzade iken kurduğu temas, onun sahip olduğu vizyonun farklılığına güzel bir örnektir. III. Selim’in sanatçı yönü de oldukça kuvvetliydi. Henüz şehzade iken ney ve tambur çalmayı öğrenmişti. Musiki ile uğraşan III. Selim, çok iyi bir bestekârdı. Sultan olarak tarihte yer almasaydı dahi bu yönüyle adının anılacağı muhakkaktır. İlhâmî mahlasıyla şiirler yazdı. Şiirlerinin bazılarını besteledi. Layık olursa cihanda bana taht-ı şevket Eylemek mahz-ı safadır bana nâsa hizmet III. Selim’e ait olan yukarıdaki mısralar onun ne kadar iyi bir şair olduğuna örnek teşkil ettiği gibi, bir an önce sultan olma arzusunu da göstermekteydi. Nihayet 07 Nisan 1789’da amcası I. Abdülhamid’in vefatı üzerine yirmi sekizinci Osmanlı sultanı olarak tahta geçti. Devleti içinde bulunduğu gaileden kurtaracağına inanılan genç sultanın tahta çıkışı, halk arasında coşkuyla karşılandı. III. Selim’in Tahta Çıkmasından Sonra Savaş Cephelerindeki Gelişmeler III. Selim, tahta geçtiğinde Rusya ve Avusturya ile savaş devam etmekteydi. Yeni Sultan halkın beklentisi doğrultusunda, Kırım geri alınmadan savaşı sonlandırmak niyetinde değildi. İlk önemli icraatları da bu yönde oldu. Cephede bulunan Sadrazam ve Serdar-ı Ekrem Koca Yusuf Paşa’ya görevini sürdüreceğini bildirdi ve ondan sefer hazırlıklarına devam etmesini istedi. Ordusuna sürekli hatt-ı hümâyunlar göndererek, askerin moralini yükseltmeğe çalıştı. Aslında yetenekli bir komutan olan Gazi Hasan Paşa, kaptan-ı deryalık görevinden azledildi ve yerine Küçük Hüseyin Paşa tayin edildi. Azledilen Gazi Hasan Paşa’ya seraskerlik payesi vererek Özi Kalesi’ni geri almasını emretti. Nisan 1789’da cepheden gelen para, asker ve malzeme isteklerine karşı, sarayda genel bir meşveret meclisi toplandı. En büyük sorundan biri savaşı sürdürmek için hazinede para olmamasıydı. Çare olarak Osmanlı tarihinde ilk defa, yabancı bir devletten para alınması gündeme geldi. Bu teşebbüsten netice alınamayınca sarayda bulunan altın ve gümüş eşyaların hemen hepsi para basılması için darphaneye gönderildi. Devlet adamları ve halkın da aynı fedakârlıkta bulunması için bu tür eşyaların kullanımını yasaklandı. Taşraya emirler gönderilerek ordu ve donanma için daha fazla asker yazılması istendi. Hatt-ı Hümâyun: Hat Arapça yazı demektir. Padişahın kendi el yazısı ile yazılmış emirlere ise Hatt-ı hümâyun denir. Padişahın ihtiyaç halinde verdiği yazılı emirler için kullanılan bir tabirdir. 6 Osmanlı Tarihi (1789-1876) III. Selim’in emri doğrultusunda hazırlıklarını tamamlayan Koca Yusuf Paşa, ilkbaharın gelmesi ile birlikte kışladığı Rusçuk’tan ayrılarak cepheye yöneldi. O sırada Rus ordusunun bir bölümü Bender’i kuşatmıştı. Boğdan’da bulunan asıl Rus ordusu ise bir kısım Avusturya kuvvetleriyle Tuna’yı geçmiş ve Kalas’a yönelmişti. Kalas önlerinde İbrahim Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu büyük bir direnç göstermesine rağmen mağlup oldu. Kalas’a giren Rus kuvvetleri şehri yaktıktan sonra geri çekildiler. Kalas yenilgisinden mesul tutulan Koca Yusuf Paşa, 7 Haziran 1789’da azledildi ve yerine Cenaze Hasan Paşa tayin edildi. Osmanlı-İsveç İttifakı Rusya, sıcak denizlere inmek istediği gibi Baltık Denizini de egemenliği altına almak istediği için yıllardır İsveç’e karşı da düşmanca politikalar izliyordu. Bunun bir sonucu olarak, Rusların Osmanlı ile yeni bir savaşa girmesinden kısa bir süre sonra İsveç Kralı III. Gustav da Ruslara savaş ilan etmişti. Ancak İsveç iç sorunları ve ekonomik durumun kötü olmasından dolayı belirgin bir başarı sağlayamamıştı. Bunun üzerine, Rusya’nın yayılmacı siyasetinden huzursuz olan Üçlü İttifak (Triple Alliance) ülkeleri aracılığıyla I. Abdülhamid zamanında Osmanlı-İsveç ittifakı gündeme geldi. Fakat bu dönemde başlayan müzakerelerden bir sonuç alınamamıştı. III. Selim’in tahta çıkmasıyla İsveç ile ittifak Babıali’de yeniden tartışılmaya başlandı. İstanbul’daki İsveç elçisi ve Reisülküttab Raşid Efendi arasındaki müzakereler başarıyla sonuçlandı ve 11 Temmuz 1789’da Osmanlı-İsveç İttifak Sözleşmesi imzalandı. Dört maddeden ibaret sözleşmeye göre: Osmanlı Devleti, İsveç’in savaşa devam etmesi için senede ikişer bin olmak üzere, toplam 20 bin kese mâlî yardımda bulunacak, iki taraf Rusya ile ayrı barış yapmayacak, Rusya’nın eline geçmiş olan Osmanlı ve İsveç topraklarının geri alınması için iki ülke birbirlerine yardımcı olacaktı. Ne var ki, ilk defa bir Hıristiyan devletle yapılan, ama karşılıklılık esasına dayanmayan, ittifak anlaşmasının pek yararı olmadı. Altı ay sonra İsveç, İspanya aracılığıyla Rusya ile tek taraı olarak Verala Antlaşması’nı (1790) imzalayarak savaştan çekildi. Osmanlı Devleti’nin uluslararası destek aradığı sırada cepheden kötü haberler gelmeğe devam etmekteydi. Yergöğü Seraskeri Kemankeş Mustafa Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu, Avusturya-Rusya ortak kuvvetleri karşısında Fokşani’de ağır bir yenilgi aldı. (Ağustos 1789) Fokşani Mağlubiyeti’nin intikamını almak için Sadrazam Cenaze Hasan Paşa komutasında yeni bir ordu meydana getirildi. Fakat Remnic Suyu kıyısında düşmanla karşılaşan Osmanlı ordusu bozguna uğradı. Panik halinde geri çekilirken Osmanlı askerlerinin büyük bölümü, Boze (Buseu) suyunu geçerken boğularak hayatını kaybetti. (22 Eylül 1789) Tarihe Boze Bozgunu olarak geçen bu olayın ertesi günü Serasker Cezayirli Gazi Hasan Paşa, İsmail’e saldıran Rus kuvvetlerini mağlup etti. Fakat bu zafer Bender, Akkerman ve Kili’nin Ruslar, Belgrad’ın ise Avusturya tarafından alınmasını engelleyemedi. Cephedeki başarısızlık nedeniyle sadrazam değişikliğine gidildi. Serasker Cenaze Hasan Paşa görevinden azledildi ve yerine İsmail kahramanı Cezayirli Hasan Paşa sadarete getirildi (3 Aralık 1789). Osmanlı-İsveç ittifakını değerlendiriniz. Osmanlı-Prusya İttifakı Osmanlı-Prusya arasında ittifak kurma fikri ilk defa Yedi Yıl Savaşları (1756-1763) sırasında gündeme gelmişti. Dönemin Prusya Kralı Büyük Friedrich, Osmanlıların, ülkesinin yanında savaşa girmesini istemişti. Ancak III. Mustafa’nın bu yöndeki arzusuna rağmen Avrupa’nın iç meselelerine müdahil olunmasını istemeyen Sadrazam Koca Ragıb Paşa, Prusya’nın girişimlerini sonuçsuz bıraktı. Koca Ragıb Paşa’nın vefatının ardından Üçlü İttifak: 13 Haziran 1788 tarihinde İngiltere, Hollanda ve Prusya’nın; Rusya, Fransa ve Avusturya’ya karşı oluşturdukları ittifaktır. 1 1. Ünite - III. Selim’in Saltanatının İlk Evresi (1789-1798) 7 III. Mustafa, Prusya ile bir ittifak kurulmasına dair zemin yoklamak üzere Ahmed Resmî Efendi’yi Berlin’e gönderdi. Fakat Yedi Yıl Savaşları sona erdiği için Prusya’nın Osmanlı Devleti ile bir ittifaka ihtiyacı kalmamıştı. Yedi Yıl Savaşlarından yenilmeden çıkmayı başaran Prusya, artık Avrupa’nın büyük devletleri arasında girmiş sayılıyordu. Fakat sınır komşusu Rusya ile başta Lehistan meselesi olmak üzere çeşitli sorunları vardı. Bu nedenle 1787’de Osmanlı ile Rusya arasında yeni bir savaşın çıkmasında kışkırtıcı rol oynamıştı. Alman dünyasının liderliği için rekabet halinde olduğu Avusturya’nın da Osmanlı’ya karşı savaşa katılması, Prusya’nın endişelerini daha da arttırmıştı. Prusya hem Osmanlı Devleti’nin hem de İsveç’in Ruslar karşısında başarısız olması üzerine harekete geçti. İstanbul’daki Prusya elçisi Friedrich von Dietz, 1788 Aralığında Babıali’ye başvurarak iki ülke arasında bir ittifak anlaşması yapılması için müzakerelerin başlamasını teklif etti. O sırada ordu kadısı görevinde bulunan Şânizâde Mehmed Ataullah Efendi’nin başını çektiği bir grup ulemanın bir Hristiyan devletle karşılıklılık esasına dayanan bir anlaşma yapanın dinen uygun olmadığına dair görüşleri, Şeyhülislam Hâmîzâde’nin fetvasıyla geçersiz kılındı. Neticede, Prusya elçisi Friedrich von Dietz ve Reisülküttap Raşid Efendi arasında müzakereler sonucunda, 31 Ocak 1790 tarihli beş maddelik bir ittifak senedi imzalandı. Osmanlı tarihinde karşılıklılık esasına dayanan bu ilk ittifak antlaşmasına göre: Avusturya ve Rusya Tuna Nehrini geçerse Prusya iki ülkeye de savaş ilan edecek ve Osmanlı Devleti düşmanlarıyla barış yapana kadar savaşa devam edecekti. Osmanlı Devleti de Avusturya’nın elindeki Galiçya’nın Prusya’ya verilmesi için çaba gösterecekti. Ayrıca Prusya’ya bazı ticari imtiyazlar verilecekti. İttifak antlaşmasının Prusya’nın hem Ruslara hem de Avusturyalılara savaş açacağını öngörmesi Osmanlılar açısından büyük bir diplomatik başarıydı. Fakat Prusya kralı II. Friedrich William’ın anlaşmayı tasdik etmesine rağmen Berlin hükümetinin savaş açmak gibi bir niyeti bulunmamaktaydı. Yalnızca Avusturya’yı barışa zorlamak için seferberlik ilan edilerek, sınıra asker yığıldı. Bunun yanı sıra, cephede ve Avrupa siyasetinde ortaya çıkacak yeni gelişmeler Avusturya’yı barışa razı edecekti. Ziştovi Antlaşması (4 Ağustos 1791) Prusya, savaş ilan etmese de Avusturya sınırına asker yığması Avusturya’yı zor durumda bırakmıştı. Üstelik Macarlar ve Sırplar arasında huzursuzluklar baş göstermişti. Fransa’da patlak veren 1789 İhtilali de Avusturya’yı endişelendiriyordu. Bu sebeplerle II. Josef ’in ölümüyle Avusturya İmparatoru olan II. Leopold, Osmanlı Devleti ile bir an önce barış yapmak istiyordu. Avantajlı bir şekilde barış masasına oturmak isteyen Avusturya İmparatoru, Bükreş’te bulunan Mareşal Coburg’a Rusçuk üzerine yürümesini emretti. Fakat Rusçuk karşısında bulunan Yergöğü Kalesi’ni kuşatan Avusturya ordusu büyük bir direnişle karşılaştı. Rusçuk’taki Osmanlı askerinin yardıma gelmesiyle iki ateş arasında kalan Avusturya ordusu ağır kayıp vererek geri çekilmek zorunda kaldı. Yergöğü Zaferi (8 Haziran 1790) Osmanlıların barış masasına elini güçlendirmiş şekilde oturmasını sağlayacaktı. Yergöğü’nde yaşanan mağlubiyetten sonra II. Leopold, Prusya kralına müracaat ederek barış görüşmelerine hazır olduğunu bildirdi. İngiltere ve Felemenk delegelerinin katılımıyla Prusya ve Avusturya arasında Reichenbach’da bir konvansiyon imzalandı. (27 Temmuz 1790) Avusturya, işgal ettiği Osmanlı topraklarından çekilmeyi ve Osmanlı Devleti ile barış görüşmelerine başlamayı kabul ediyordu. Reichenbach Konvasiyonu, diplomatik açıdan o dönem için büyük bir başarıydı. Zira Avrupa devletlerinin Doğu Sorunu nedeniyle bir çatışmaya girmesini önlerken, devrimci Fransa’ya karşı birleşmeğe zemin hazırlıyordu. Şânizâde Mehmed Ataullah Efendi (1771-1826): Osmanlı’da yetişmiş önemli alimlerden olan Şânizâde’nin tıp, tarih, matematik ve coğrafya gibi çeşitli alanlarda telif ve tercüme eserleri vardır. Osmanlı tıbbının modernleşmesinin öncülerinden kabul edilir. 1819’da vakanüvisliğe yani devletin resmi tarih yazıcılığına tayin edilmiştir. Şânizâde Tarihi adlı eseri oldukça önemlidir. 1826 yılında Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından sonra Beşiktaş İlmiye Cemiyeti ve Bektaşi olduğu gerekçesiyle Tire’ye sürgüne gönderilmiştir. 5 Ağustos 1826’da burada vefat etmiştir. 8 Osmanlı Tarihi (1789-1876) Osmanlı hükümetinin Reichenbach Konvansiyonu temelinde barış müzakerelerine başlamayı kabul etmesi üzerine Avusturya ile 17 Eylül 1790’da Kalas’ta bir ateşkes antlaşması yapıldı. Böylece tarihteki son Osmanlı-Avusturya savaşı sona erdi. Oldukça uzun süren müzakerelerde Osmanlı Devleti’ni Reisülküttap Abdullah Birrî Efendi başkanlığında bir heyet temsil etti. Neticede, Ziştovi’de on dört maddelik barış antlaşması imzalandı. (4 Ağustos 1791) Bu antlaşmaya göre; 1. Osmanlı Devleti, İrşova-i Atik (Orşova) dışında Avusturya’nın işgal ettiği toprakları geri alacaktı 2. İki ülke arasında kesin sınır çizgilerinin belirlenmesi amacıyla bazı düzenlemeler yapılacaktı 3. Hotin Kalesi, Ruslar ile savaş bitene kadar Avusturya’nın elinde kalacaktı 4. Avusturya limanlarından hareket eden ticaret gemilerine Garp Ocaklarından zarar gelmemesi ve zarar gelirse Osmanlı Devleti tarafından tazmin edilecekti. 5. Ziştovi Antlaşması’nda Osmanlı ve Avusturya hükümdarlarının iyi niyet göstergesi olarak karşılıklı elçi gönderilecekti. Bu son maddeye istinaden Ebu Bekir Râtıb Efendi, Viyana’ya gönderildi. Râtıb Efendi’nin elçiliğindeki gözlemlere dayanarak Avusturya’nın devlet yapısı, askerî teşkilatı ve sosyal hayatını anlattığı “Büyük Lâyiha”sı III. Selim’in Nizâm-ı Cedîd reformlarına örnek teşkil edecekti. Avusturya’nın Osmanlı Devleti’yle barış yapmasını sağlayan etkenler nelerdir? Rusya ile Savaşın Devamı ve Yaş Antlaşması (10 Ocak 1792) Avusturya ile barış müzakereleri başladığı sırada, Osmanlılar ile Ruslar arasındaki savaş devam etmekteydi. Kış mevsiminin yaklaşmasına rağmen, 1790 Ekim ayının sonunda iki Rus tümeni Kili Kalesi’ne saldırdı. Burada bulunan Osmanlı askeri bir süre direnmişse de yardım gelmediği için teslim oldu. Cezayirli Hasan Paşa’nın vefatı ile sadrazam ve serdar-ı ekrem tayin edilen Şerif Hasan Paşa, sefer mevsimi geçtiğini düşünerek Osmanlı kuvvetlerini kışlaklara dağıttığı için Rusların harekâtı kolaylaşmıştı. Kili Kalesi’nden sonra Ruslar kolaylıkla Tulçe ve İsakçı Kaleleri’ni ele geçirerek İsmail Kalesi’ni kuşattılar. Stratejik açıdan oldukça önemli olan İsmail Kalesi’nde bulunan Osmanlı kuvvetleri büyük bir direniş gösterdi. Ancak sürekli takviye edilen Rus kuvvetleri karşısında tutunamadılar. İsmail Kalesi’ni ele geçiren Ruslar, verdikleri ağır kayıpların bedeli olarak büyük bir Müslüman katliamı yaptılar. İsmail Kalesi’nin düşüşünden sorumlu tutulan Şerif Hasan Paşa idam edildi ve yerine Koca Yusuf Paşa yeniden sadrazam tayin edildi. Ruslarla savaşta, Kaas cephesinde de gelişmeler Osmanlı aleyhineydi. Bu cephenin komutanlığına Canik Muhassılı Hacı Ali Paşa’nın oğlu Battal Hüseyin Paşa getirilmişti. Fakat Battal Hüseyin Paşa Kaasya’ya gitmekte isteksiz davrandı ve yanına çok az kuvvet aldı. Kabartay’daki kavimlerle ters düştü. Neticede Battal Hüseyin Paşa 27 Ekim 1790’da Ruslara teslim oldu. Kuban Nehri’ni geçen Ruslara karşı Şeyh Mansur liderliğindeki Çeçenler, büyük bir direniş göstermişlerse de yetersiz kaldı. Battal Hüseyin Paşa’nın yerine komutan tayin edilen Trabzon Valisi Sarı Abdullah Paşa da cepheye gitmekte ağır davranınca, 1791 yazında önce Anapa Kalesi ve ardından Soğucak Kalesi düşman eline geçti. Anapa kalesinde esir düşenler arasında Şeyh Mansur da bulunmaktaydı. Rusların efsaneleşmiş lider Şeyh Mansur’u esir alması Çeçen direnişini büyük oranda kırdı. Bu büyük lider 1794’de Rus zindanlarında hayatını kaybetti. Osmanlı Devleti, Ruslar karşısında yaşadığı başarısızlıklara rağmen 1791’de sefer mevsimi geldiğinde savaşa devam kararı almıştı. Bunun önemli bir nedeni Prusya ile yaptığı ittifak antlaşmasına güvenmesiydi. Ancak daha önce belirtildiği gibi, Prusya sadece 2 1. Ünite - III. Selim’in Saltanatının İlk Evresi (1789-1798) 9 Avusturya’ya karşı askeri tedbirler almakla yetinmişti. III. Selim, Prusya’yı harekete geçirmek için Ahmed Azmî Efendi’yi fevkalade elçi olarak Berlin’e gönderdi. Fakat bu teşebbüs de Prusya’yı Rusya’ya karşı bir askerî harekâta ikna edemedi. Prusya tarafından yalnız bırakılan Osmanlı Devleti, Ruslar ile barışa biraz daha yaklaşmıştı. İyi bir antlaşma yapmak için ikinci defa sadrazamlığa getirilen Koca Yusuf Paşa’nın bazı başarılar elde edeceği umuluyordu. Ama 9 Nisan 1791 ve 11 Temmuz 1791’de meydana gelen Maçin Muharebelerinin kaybedilmesiyle, Ruslar karşısında zafer kazanma umudu kalmadı. III. Selim Prusya ve İngiltere’nin arabuluculuğuyla Rusya ile barış yapmaya razı oldu. Fransız İhtilali’ne karşı Ruslar ile birlikte hareket etmek isteyen Avrupa devletlerinin baskıları karşısında Çariçe II. Katerina da barış önerisini kabul etti. Ağustos ayında Kalas’ta bir ateşkes antlaşması yapıldı. Kasım 1791’de, Boğdan’ın merkezi Yaş kasabasında Osmanlılar ile Ruslar arasında barış antlaşması için görüşmeler başladı. Bu müzakerelerde de Osmanlı heyetinin başında Reisülküttap Abdullah Birrî Efendi bulunmaktaydı. Yaklaşık iki buçuk ay süren müzakereler sonucunda 10 Ocak 1792’de, on üç maddeden oluşan Yaş Antlaşması imzalandı. Buna göre: 1. Her iki ülke, savaşa karışmış olan tebaası için af çıkaracak 2. 1774 Küçük Kaynarca, 1779 ve 1783 anlaşmaları geçerliliğini korurken 1784’de Rusların Kırım’ı ilhakı ile bu bölgede Kuban Nehri’nin iki ülke arasında sınır olması kabul edilecek 3. Dinyester (Turla) Nehri iki devlet arasında sınır olacak, Özi Kalesi dâhil nehrin sol tarafındaki yerler Ruslarda kalacak; nehrin sağ tarafında bulunan Rus işgalindeki Bender, Akkerman, Kili ve İsmail Kaleleri ve diğer yerler Osmanlı Devleti’ne geri verilecek 4. 1774 Küçük Kaynarca ve diğer anlaşmalarla Eak ve Boğdan’a verilen haklar muhafaza edilecek 5. Garp Ocakları korsanlarının Rus ticaret gemilerine saldırması engellenecek, saldırıya uğrayan gemilerin zararları Osmanlı Devletince tazmin edilecek 6. İki ülke arasında iyi niyet göstergesi olarak karşılıklı elçi gönderilecek Bu maddeye istinaden Mustafa Rasih Efendi, 1793 yılında St. Petersburg’a fevkalade elçi olarak gönderildi. Bu yolculuğunda gördüğü yerler ve vazifesiyle ilgili bir sefaretnamesi mevcuttur. Yaş Antlaşmasıyla 1787 yılında Ruslar ile başlayan savaş resmen sona erdi. Osmanlı ordusu 1792 Nisanında İstanbul’a döndü. Osmanlı Devleti, savaşa başlarken en öncelikli hedefi Kırım’ı geri almaktı. Fakat Kırım’ı geri alamadığı gibi, az da olsa toprak kaybına uğradı. Ruslar daha güneye inerek Balkanlarda daha rahat hareket etme imkânı yakaladı. Üstelik Ruslar yanında savaşa katılan gayrimüslimler için af çıkartılması, bu halkların gözünde Rusların koruyuculuk imajını pekiştirdi. Bu şekilde, bölgedeki nüfuzu güçlendiren Rusya, ileride yeni problemlere sebep olacaktı. Yine de hem Ruslar ve hem de Avusturyalılar için savaş beklentilerini tam olarak karşılamamıştır. Uygulamaya koymak istedikleri “Grek Projesi” gerçekleştirilemedi. Osmanlı Devleti, her iki ülke ile ayrı barış antlaşmaları yaparak, aralarındaki ittifakı bozmayı başardı. Üstelik Ziştovi Antlaşması, Osmanlı Devleti ile Avusturya arasında yüzyıllardır devam eden uzun mücadeleye son verdi. Bundan sonra Balkanlarda güçlenen Rusya etkisine karşı, iki ülke birbirine daha yakın duracaktı. Savaş sırasında ilk defa Hristiyan devletlerle ittifak arayışına gidilmesi, Osmanlı’nın diplomasi anlayışının değişmeğe başladığı göstermekteydi. Babıali, Avrupa’daki kuvvetler dengesindeki değişim sayesinde ağır kayıplar vermekten kurtulduğunun farkındaydı. Bunun sonucu olarak karşılıklılık esasının benimsendiği, denge siyasetinin gözetildiği ve yalnızlık politikasının terk edildiği yeni bir diplomasi anlayışı ortaya çıkacaktı. 10 Osmanlı Tarihi (1789-1876) NİZÂM-I CEDÎD REFORMLARI III. Selim, henüz şehzadeliği döneminde devletin geleceğinden endişelenen eden ıslahatçı bir kişi olduğunun ipuçlarını vermişti. Osmanlı tahtına çıkmasından bir ay kadar sonra, Revan köşkünde toplanan Meşveret Meclisi üyelerinden devletin kötü gidişatından kurtarmak için ne yapılması ve nasıl bir yol izlenmesi gerektiğini tartışmalarını istedi. Toplantının sonunda, katılımcıların gözlemledikleri sorunlar ve çözüm yollarına dair ayrıntılı birer lâyiha hazırlamalarına karar verildi. Buna benzer toplantılara devam edilse de Rusya ve Avusturya ile sürmekte olan savaş kapsamlı bir reform programının ortaya konulmasını engelledi. Savaşın sonuna kadar ve bazısı da sonrasında Sultan’a pek çok lâyiha takdim edildi. Bu lâyihaların sayısı yirmi üç olarak belirtilmekteyse de daha fazla olduğunu söyleyen kaynaklar da mevcuttur. Lâyiha sunanlar arasında Sadrazam Koca Yusuf Paşa, Kazasker Tatarcık Abdullah Efendi, Çavuşbaşı Mehmed Raşid Efendi, Deerdar Mehmed Şerif Efendi, Reisülküttab Abdullah Birri Efendi gibi önemli simalar vardı. Ayrıca gayrimüslim olan iki isim; Osmanlı ordusunda hizmet veren Bertranaud adlı bir Fransız subay ve İsveç elçiliğinin Ermeni tercümanı Mouradge d’Ohsson da Sultan’a lâyiha takdim edenler arasındaydı. Tatarcık Abdullah Efendi’nin sunduğu gibi kapsamlı olanları varsa da genelde lâyihalar askerî ıslahat konusuna eğilmişlerdi. Lâyihalar içerikleri bakımından üç ana kategoride değerlendirilir: 1. Kanunî dönemindeki usul ve nizamlara dönülerek tımarlı ve kapıkulu ordularını ıslah etmek 2. “Eski kanun ve nizamdır” diyerek orduya Avrupa usul ve talimlerinin benimsetilmesi 3. Eski ocaklar asla ıslah olmayacağı için kendi hâllerine bırakılması ve yeni bir ordunun kurulması Osmanlı Devleti’nin Avusturya ve Rusya ile barış yapmasıyla birlikte III. Selim bir komisyon kurularak hemen bir reform programının hazırlanmasını istedi. İbrahim İsmet Bey başkanlığındaki komisyon 72 maddelik bir reform programı hazırlandı. Bu reform programı “Nizâm-ı Cedîd” yani Yeni Düzen olarak adlandırıldı. Aslında bu kavram ilk defa Köprülü Mustafa Fazıl Paşa tarafından kullanılmıştı. I. Abdülhamid döneminde Cezayirli Gazi Hasan Paşa, kurduğu yeni donanmaya Nizâm-ı Cedîd adını vermişti. III. Selim döneminde, bunlardan farklı olarak Nizâm-ı Cedîd dar ve geniş iki anlamda kullanılmıştır. Dar anlamda yeni kurulan ordunun adıydı. Geniş anlamda ise III. Selim döneminde yapılan tüm reformları ifade etmekteydi. Nizâm-ı Cedîd reformları kendisinden önceki ıslahat girişimlerinden farklı olarak daha geniş kapsamlı ve programlıydı. Kendinden önceki ıslahat hareketlerine göre, Avrupa etkisi daha belirgindi. Fakat reformları gerçekleştiren ekibin Batı hakkında doğru ve geniş bir bilgi birikimine sahip olduğu söylenilemez. Reform sürecinin Kabakçı Mustafa İsyanı ile sona ermesi ve büyük oranda köklü değişiklikler sağlayamaması kendinden önceki ıslahat girişimlerinden farklı olmadığı izlenimi vermektedir. Nizâm-ı Cedîd’i önemli kılan, getirdiği yenilik ruhunun devam etmesi ve II. Mahmud döneminde yapılacak reformlara referans olmasıdır. III. Selim’e sunulan lâyihaları değerlendiriniz. Nizâm-ı Cedîd Ocağı’nın Kurulması Nizâm-ı Cedîd kapsamlı bir reform programı olsa da asıl öne çıkan yeni ordunun tesis edilmesiydi. Sunulan lâyihalardaki görüşler değerlendirilerek Yeniçeri Ocağı’nın ıslah edilmesi zor görüldüğü için yeni bir ordu kurulmasına verilmişti. Bu kapsamda Rusya ile savaşın bitiminde seferden dönen Sadrazam Koca Yusuf Paşa’ya, ordudaki askerlerin bir kısmını Levend 3 1. Ünite - III. Selim’in Saltanatının İlk Evresi (1789-1798) 11 Çiliği’nde bırakması emredildi. Bu askerler yeni ordunun nüvesini teşkil edecekti. Yeniçeri Ocağı’nın yeni kurulacak orduya tepki göstermesinden korkulduğu için bu birliğin Bostancı Ocağı’na bağlı olmasına karar verildi. Yeni ordu için “Levend Çiliği Nizâmnamesi” adı ile ayrıntılı bir yönetmelik hazırlandı. Bu birlik 1600 kişiden oluşacak, İstanbul ve Anadolu’da kurulacak yeni ortalarla sayısı 12.000’e çıkarılacaktı. Yeni ordunun eğitimi için başta Fransa olmak üzere çeşitli Avrupa ülkelerinden uzmanlar getirtildi. Ayrıca Nizâm-ı Cedîd reformlarının ama daha çok yeni ordunun masraarının karşılanması için İrâd-ı Cedîd adıyla yeni bir hazine kuruldu (1 Mart 1793). Tütün, kahve ve şarap gibi keyif verici şeylerden alınan vergiler, ferman ve berat yenilenmesinden alınan ücretler, mahlûl (sahipsiz) mukataaların gelirleri gibi çeşitli kalemler İrâd-ı Cedîd hazinesine tahsis edildi. 1799’da Fransızlara karşı Akka Kalesi’nde kullanılan Nizâm-ı Cedîd askerlerinin başarılı olması üzerine önce Anadolu’da ve sonra Rumeli’de yeni Nizâm-ı Cedîd birliklerinin kurulmasına kararlaştırıldı. Anadolu’daki sancaklarda Nizâm-ı Cedîd birlikleri teşkil etme görevi Karaman Valisi Kadı Abdurrahman Paşa’ya verildi. Onun gayretleriyle kısa zamanda Konya, Kayseri ve Ankara gibi büyük merkezlerde Nizâm-ı Cedîd ortaları tesis edildi. 1806 yılında Rumeli’de Nizâm-ı Cedîd ortaları kurulmasına karar verildi ve bu görevi de Kadı Abdurrahman Paşa üstlendi. Fakat âyanların tepkisinden korkulduğu için Kadı Abdurrahman Paşa, sözde Sırp isyanını bastırmak üzere Rumeli’ye geçecekti. Gerçek amacı ise Edirne ve havalisinde Nizâm-ı Cedîd ortalarının kurulmasının yanında bölge âyanlarının gücünü kırmak, eşkıya ile mücadele etmek, Rusçuk âyanı Tirsiniklioğlu İsmail Ağa üzerine yürümek, Sırpların isyanını bastırmaya çalışan İşkodra valisi Mustafa Paşa’ya yardımcı olmak ve o sırada ilişkilerin gergin olduğu Rusya’ya gözdağı vermekti. 15-20 bin kişilik bir kuvvetle Rumeli’ye geçen Kadı Abdurrahman Paşa, Çorlu ve Malkara civarını eşkıyadan temizledikten sonra Edirne’ye yöneldi. Fakat Edirne âyânı Dağdevirenoğlu Mehmed Bey’in talimatıyla orduya erzak verilmedi ve halk arasında kargaşa çıkartıldı. Bu komplonun içerisinde Tirsiniklioğlu İsmail Ağa ve Sadrazam Hafız İsmail Paşa olmak üzere İstanbul’daki Nizâm-ı Cedîd muhalieri vardı. Edirne’deki direnme ve başkentte muhalif seslerin yükselmesi üzerine III. Selim, Kadı Abdurrahman Paşa’ya Silivri’ye çekilmesini emretti. Tarihe “İkinci Edirne Vakası” olarak geçen bu olay sadece Rumeli’de Nizâm-ı Cedîd ortalarının kurulamaması açısından önemli değildi. Yaşanan başarısızlık Nizâm-ı Cedîd muhalierini daha da cesaretlendirdi. Her ne kadar olaylarda parmağı olan Hafız İsmail Paşa azledilip yerine İbrahim Hilmi Paşa sadrazam olduysa da III. Selim’in tahttan indirilmesiyle sonuçlanacak süreç başlamıştı. Askerî Alandaki Diğer Reformlar Askerî alanda yapılması düşünülen reformlar sadece yeni kurulan ordu ile sınırlı kalmayacaktı. Eski ocaklar tamamen ihmal edilmeyerek buralarda da bazı düzenlemeler yapıldı. Yeniçerilerin talimi için Topkapı Sarayında Ağa Yeri isimli yer talimgâh olarak düzenlendi. Topçu, Lağımcı ve Humbaracı Ocakları için ayrı talimatlar hazırlandı. Tophane için Avrupa’dan uzmanlar getirildi. Kaliteli barut imalatı için baruthaneler ıslah edilirken Küçükçekmece’de modern yeni bir tesis açıldı. 1794’de Baruthane Nazırlığı kuruldu. Kaptan-ı Deryalığa 1792’de Küçük Hüseyin Paşa’nın getirilmesinden sonra denizcilik alanında da önemli gelişmeler yaşandı. Yabancı uzmanların yardımıyla tersaneler ıslah edildi. 1795’de “Tersane Nizâmı” adlı bir kanun çıkarıldı. 1804 yılında çok kapsamlı bir kanunname daha hazırlandı. Bu kanunname Bahriye’de gerçekleştirilecek reformlar için gerekli paranın temini ve harcanmasını belli esaslara bağladı. Tersane Eminliği kaldırılarak, Bahriye Nezareti kuruldu ve başına eski Paris sefiri Moralı Esseyyid Ali Efendi getirildi. Fakat bu nezaret Kabakçı Mustafa isyanı sonrasında ortadan kaldırıldı. 1807’de tersane ve donanma için tabip ve cerrah yetiştirilmesi amacıyla Tersane Tıphanesi kuruldu. 12 Osmanlı Tarihi (1789-1876) I. Abdülhamid zamanında açılan Mühendishane-i Bahr-i Hümayun yeni düzenlemelerle ıslah edildi. Ama asıl önemli gelişme 1795’de Hasköy’de bir kara mühendis okulunun yani “Mühendishane-i Berr-i Hümayun’un” açılmasıdır. Burada okutulacak telif ve tercüme eserlerin basımı için Mühendishane-i Berr-i Hümayun’da kurulan matbaa, Osmanlı matbuat tarihinde önemli bir yere sahiptir. Merkez ve Taşra Teşkilatında Yapılan Reformlar Nizâm-ı Cedîd reformları kapsamında merkez ve taşra teşkilatlanmasında da düzenlemeler yapıldı. III. Selim karar alma mekanizmasında diğer devlet adamlarının görüşlerine önem verdiği için sık sık Meşveret Meclisleri topladı. 1793 yılında “Der-beyân-ı Hâl ve Vüzerâ-yı Nizâm ve Mirmirân-ı Kirâm” adıyla çıkarılan kanunla eyaletlere tayin edilecek paşaların tecrübeli ve ehliyetli kişilerden seçilmesi, merkezî otoritenin güçlendirilmesi, halkın refahının arttırılması öngörülüyordu. Rüşvet, hediye ve câize adı altında devlet adamlarına verilen paraların önüne geçmek için “Ref ’i î’diyye ve Ref ’i Hediyye ve Rüşvet” kanunu çıkartıldı. Kadıların liyakat üzere seçilmesi ve mazeretsiz görev yerlerine gitmeyenlerin cezalandırılması esasları benimsendi. İlmiye sınıfı için “Derbeyân-ı tarik-i ulemâ ve müderrisîn ve kudât” adlı bir kanunname hazırlandı. Taşrada huzurun yeniden temini için adaletnameler gönderildi. Anadolu ve Rumeli 28 eyalete ayrılarak vezir sayısı buna göre yeniden belirlendi. Vezirlerin üç yıl süre ile görevde kalmaları kararlaştırıldı. Âyanların da halk tarafından seçilmesine dikkat edilmesi istendi. Diplomasi Alanında Yapılan Reformlar III. Selim, daha Avusturya ve Rusya ile savaşı devam ederken Osmanlı Devleti’nin devletlerarası ilişkilerine yeni bir boyut getirmişti. Devletin askeri gücünün düşmanları karşısında yetersizliğinin farkına varan genç sultan, Osmanlı tarihinde ilk defa önce İsveç ve ardından Prusya ile ittifak anlaşmaları imzalamıştı. Bundan sonra uluslararası ilişkilerde denge siyasetinin gözetilmesi ve ittifaklar arayışı Osmanlı dış politikasının temelini oluşturacaktı. Bu durumun bir yansıması olarak III. Selim döneminde hem dış politikayı yürüten reisülküttaplık makamında bazı reformlar yapıldı hem de modern diplomatik kurumlar meydana getirildi. Artık Avrupa ile ilişkilerinde mütekabiliyet (karşılıklılık) esaslarının temel alınacağı gösterildi. Nitekim 1793 yılında, savaş hâlindeki ülke elçilerinin hapsedilmesi uygulamasına son verildi. İstanbul’a gönderilen yabancı elçiler Osmanlı topraklarına girmelerinden itibaren misafir sayılıyor ve bazı masraarı devlet tarafından karşılanıyordu. “Tayinat Usulü” denilen bu uygulama da diğer devletlerde bulunmadığı için yine mütekabiliyet esasları göz önünde bulundurularak kaldırıldı. Ama hiç şüphesiz, Avrupa’da ikamet elçiliklerinin açılması III. Selim döneminde diplomasi alanında yapılan en önemli reformdu. Mütekabiliyete dayalı diplomasiye geçişle birlikte, Osmanlı Devleti’nin de Avrupa ülkelerinde birer ikamet elçisi tayin etmesinin uygun olacağına karar verilmişti. 1793 yılında ilk ikamet elçiliğinin İngiltere’nin başkenti Londra’da açılması uygun bulundu ve Kalyonlar kâtibi Yusuf Agâh Efendi ilk elçi olarak tayin edildi. İkamet elçilikleri uygulaması Rönesans döneminde İtalyan şehir devletlerinde başlamış ve kısa sürede Avrupa devletleri tarafından benimsenmişti. Osmanlı Devleti, bu uygulamayı benimsemekte gecikmiş gözükmektedir. Fakat Osmanlı Devleti ikamet elçilikleri uygulamasına geçen ilk Hristiyan olmayan ülkeydi. Bu da diplomasi tarihi açısından büyük bir gelişme olarak kabul edilir. Yusuf Agâh’ın Londra’ya tayininden dört yıl sonra Paris’e Moralı Esseyid Ali Efendi, Viyana’ya İbrahim Afif Efendi ve Berlin’e Giritli Ali Aziz Efendi elçi olarak tayin edildiler. Böylece Osmanlı Devleti, dört büyük başkentte elçi bulundurmaya başladı. Bu elçilerin görev süresi üç yıl olacak ve yerlerine yenileri tayin edilecekti. Elçiler beraberlerinde, Rum tercümanların yanı sıra sır kâtibi ve maiyet memuru adıyla Müslüman kişileri de götüreMeşveret Meclisi: Türk Dil Kurumu sözlüğünde; bir konu hakkında birinin düşüncesini sorma, iki veya daha fazla kişinin birbiriyle fikir alış verişinde bulunması şeklinde açıklanan meşveretin İslam devlet geleneğinde önemli bir yeri vardır. Osmanlı Devleti’nde önemli ve olağanüstü konuların görüşüldüğü danışma meclislerine, Meşveret Meclisi denilmekteydi. 1. Ünite - III. Selim’in Saltanatının İlk Evresi (1789-1798) 13 bilecekti. Fakat elçiliklerin beklentileri karşılanmaması üzerine önce statüleri maslahatgüzarlık düzeyine indirilecek ve ardından maslahatgüzarlık görevi Müslümanlar yerine Rumlara verilmeye başlanacaktı. Fakat 1821 Rum isyanının patlak vermesiyle birlikte ikamet elçiliklerine bir süre için son verilecekti. Avrupa’daki Osmanlı ikamet elçilik ancak Kavalalı Mehmed Ali Paşa sorununun gündeme gelmesiyle yeniden açılacaktı. İkamet elçiliklerine paralel olarak şehbenderliklerin de (konsolosluk) faaliyete geçtiğini görmekteyiz. Daha önce bir istisna olarak, Lale Devrinde Viyana’ya Kazancızâde Ömer Ağa şehbender tayin edilmişti. Fakat bu uygulamanın devamı gelmedi. III. Selim dönemde Avrupa ile artan ticaret sonucunda Osmanlı tüccarlarının haklarının korunması gerektiğine dikkat çekilerek, önde gelen ticaret merkezlerine birer şehbender tayini uygun bulundu. İlk şehbender Napoli’ye tayin edildi ve şehbenderliklerin sayısı giderek arttı. Reisülküttaplık kurumunda da önemli değişiklikler yapıldı. Diğer kurumlarda olduğu gibi burada da istihdam fazlası personel bulunmaktaydı. Öncelikli olarak bunların sayısının azaltılmasına çalışıldı. Liyakatli personel istihdamına önem verildi. 1797 yılında çıkarılan bir nizâmname ile Reisülküttaba bağlı Amedî, Beylikçi, Tahvil ve Ruus gibi kalemlerine ek olarak özellikle gizlilik arz eden yazıların tanzimi için Mühimme Odası adında yeni bir büro kuruldu. III. Selim döneminde diplomasi alanında hangi reformlar yapılmıştır? İktisadi ve Sosyal Alanda Yapılan Reformlar III. Selim, ticaretin geliştirilmesi için özel gayret göstermiştir. Bu kapsamda, Osmanlı ticaret filosunu genişletmeye çalıştı. Devlet adamlarına ve zengin tüccarları gemi satın almaları konusunda teşvikte bulundu. Kapitülasyonlardan yararlanmak isteyen gayrimüslim tüccarların Avrupalı devletler himayesine girmesi meselesi yıllardır Osmanlı Devleti’ni uğraştıran bir sorundu. Bunun önüne geçmek için Avrupa ile ticaret yapan gayrimüslim tüccarlara bazı imtiyazlar tanındı ve bu imtiyazlardan yararlanan sınıfa “Avrupa tüccarı” adı verildi. İstanbul’da bir Zahire Nazırlığı kurdurdu. Başkentin zahire ihtiyacının karşılanması işi tüccarlardan alınarak bu nazırlığa devredildi. Halkın ve devlet adamlarının tasarrufa dikkat etmeleri konusunda sürekli uyarılarda bulundu. III. Selim’in lüks tüketime tepkisi ve yerli malı teşviki sadrazama gönderdiği hattı hümayunda meşhur olan şu sözleriyle dile getirildi; “Ben daima İstanbulkari, Ankarakari kumaş giyerim, devlet ricalim ise Hindkari, İrankari kumaş giyerler. Memleket kumaşları giyseler, memleket malı revaç bulur.” III. SELİM DÖNEMİNDE ÂYANLARLA MÜCADELE Osmanlı klasik döneminde taşra yöneticileri merkezden tayin edilirdi. Bu yöneticilerin yanı sıra her vilayet ve kasabadan seçilmiş bir âyan bulunurdu. Çeşitli sorumlulukları bulunan âyanlar bir anlamda devlete karşı halkı, halka karşı da devleti temsil ederlerdi. 16. yüzyılın ikinci yarısında itibaren âyanlar mültezimlik yaparak mukataaları işleterek sosyal ve iktisadî açıdan güçlerini arttırdılar. 1683 II. Viyana kuşatmasından sonra yaşanan bozgun yılları ve Celali isyanları merkezin gücünü zayıattığı için yerel otorite olan âyanlar daha da güçlendi. 1726 İran savaşları ile kapı halkı ile beraber cephede de görev almaya başlayan âyanlardan bazıları sancak beyi ve beylerbeyi olarak tayin edildi. Taşradaki bazı bölgelerde âyanlık ırsiyet kazanarak adeta hanedanı andıran büyük aileler ortaya çıktı. Devlet çeşitli dönemlerde, âyanların nüfuzunu kırmak için teşebbüslerde bulunduysa da başarılı olamadı. Özellikle 1768 yılından itibaren Batı’da yeniden savaş dönemine girilmesi âyanların gücünü arttırdı. 1787 yılında âyanlık kaldırılarak yerine şehir kethüdalığı getirildi. Ama uygulamada başarı elde edilemedi ve 1790 yılında, taşrada asker toplanmasında yaşanan aksaklıklar nedeniyle âyanlığa geri dönüldü. 4 14 Osmanlı Tarihi (1789-1876) 18. yüzyılın sonunda, savaşlar nedeniyle merkezî otoritenin iyice zayıaması sonucunda Osmanlı taşrası neredeyse tamamıyla âyanların kontrolündeydi. Güçlenen âyanların bazen birbirleriyle ve bazen de merkezi temsil eden valilerle çatışması toplum huzurunu alt üst etmekteydi. III. Selim döneminde uygulamaya konulan Nizâm-ı Cedîd reformları özellikle yeni orduya asker yazımı ve finansmanı âyan ile merkez arasındaki çatışmayı şiddetlendirdi. Âyanlar taşrada hâkim oldukları bölgelerden devletin asker toplamasını, kendi potansiyel silahlı güçlerini zayıatacağını düşünüyorlardı. Bölgelerin kurulacak Nizâm-ı Cedîd ortaları kendilerine karşı kullanılabilirdi. İrâd-ı Cedîd hazinesine gelir sağlamak amacıyla eski tımar sisteminin canlandırılmaya çalışılması, âyanların ekonomik gücünü zayıatabilirdi. Bu sebeple iktisadi açıdan daha güçsüz olan Anadolu’daki âyanlar genel itibariyle Nizâm Cedîd ortalarının kurulmasında devlet ile iş birliği yaptılar. Bununla birlikte Rumeli’de şiddetli bir direnç gösterdiler. Âyan ile devlet arasında şiddetlenen bu çatışma, ileride görüleceği üzere, âyanlarla mücadelede zayıf davranan III. Selim’in tahttan indirmesine yol açan gelişmelerden biri olacaktı. Rumeli ve Balkanlarda Dağlı Eşkıyasıyla Mücadele II. Viyana bozgununun itibaren Avrupa devletleri ve Rusya ile yaşanan savaşlarda en büyük zararı Rumeli ve Balkanlar görmüştü. Bu bölgelerde merkezî otoritenin de zayıamasıyla bazı eşkıya çeteleri ortaya çıkmıştı. 1768’da Ruslar ile başlayan savaş, eşkıyalık olaylarını daha da arttırmıştı. Eşkıyalar büyük oranda kaçak askerlerden ve serkeş ayak takımından meydana geliyordu. Dağlık bölgelerde saklandıkları için Dağlı Eşkıyası olarak anılan eşkıya çeteleri faaliyet gösterdikleri yere göre Kırcaali Eşkıyası, Deliorman Eşkıyası, Arnavut Eşkıyası gibi isimlerle de anılmaktaydı. Özellikle Selanik, Şumnu, Filibe, Deliorman, Edirne ve Serez’de etkili olan eşkıyalar halkı soyarak, köy ve kasabalara baskınlar düzenleyerek büyük zarar veriyorlardı. 1791 yılında devam etmekte olan savaş devleti her türlü açıdan güçsüz düşürdüğü için eşkıya çetelerinin sayısı ve zararları daha da fazlalaştı. Devletle ve rakipleriyle mücadelede gücünü arttırmak isteyen bazı âyan ve mütegallibe eşkıya çeteleri ile iş birliği yapıyordu. Bu nedenle III. Selim saltanatı süresince hem Rumeli eşkıyasının bertaraf etmeye çalışılacak hem de âyanlarla mücadele edilecekti. Nitekim Ruslarla Yaş’ta barış müzakerelerinin başladığı sırada, Dağlı eşkıyasına karşı harekete geçildi. Edirne’den Gümülcine’ye kadar buradaki âyanlardan eşkıya ile mücadele etmesi istendi. Silistre valisi Ahmed Paşa Deliorman’da, Mehmed ve Osman Paşalar ise Şumnu’da eşkıyalara karşı bazı başarılar elde ettiler. 1793’de Edirne bostanbaşısı aracılığı ile eşkıya reisleriyle iskân edilmeleri konusunda anlaşma sağlandı. Devletin verdiği tavize rağmen Rumeli’deki eşkıyalık faaliyetleri sonlandırılamadı. Sonraki yıllarda Rumeli’de birçok vali eşkıya ile mücadele için görevlendirildi. 1794’de Dağlı eşkıyası üzerine sevk edilen Çirmen Mutasarrıfı Ali Paşa, Cuma Pazarında birçok eşkıyayı bertaraf etti. Ali Paşa’nın yerine görevlendirilen Mehmed Hakkı Paşa, 1795- 1797 yılları arasında Dağlı isyancılara karşı önemli başarılar sağladı. Hakkı Paşa’ya göre eşkıya çeteleriyle yıllardır baş edilememesinin nedeni, bunlara karşı kullanılan Rumeli askerinin eşkıya ile işbirliği yapmasıydı. Dolayısıyla eşkıya ile mücadele Anadolu’dan getirilecek askerle yapılmalıydı. Hakkı Paşa, Dağlı eşkıyası ile iş birliği yapan âyanları tespit etmeğe çalışmıştı. Bölgedeki âyanlara eşkıya ile mücadele için emirler gönderildi. Bir kısmı gerçekten devletin emirlerini yerine getirdi. Fakat bazı âyanlar eşkıya ile mücadele eder gözükmesine rağmen iş birliği yaptıkları ortaya çıktı. Mehmed Hakkı Paşa, 1796’da eşkıya ile iş birliğine gittiğini tespit ettiği Gümülcine âyanı Mestan, Dimetoka âyanı Veysi oğlu Halil, Yeni Zağra âyanı Halil, Edirne âyanı Eyüp, Samoka âyanı Emin ile diğer başka âyanlardan ve eşraan beş yüz kişinin kesik başını İstanbul’a gönderdi. 1. Ünite - III. Selim’in Saltanatının İlk Evresi (1789-1798) 15 Ayrıca âyanların mal varlıklarına devlet tarafından el konuldu. Eşkıya reislerinden Sinan Ağa’nın da bertaraf edilmesiyle Filibe ve Sofya arası eşkıyadan temizlendi. Fakat Mehmed Hakkı Paşa’dan oldukça çekinen yerel âyanlar ona karşı birleşti. Aldığı sert tedbirler halkın tepkisini çekiyordu. Sadrazam Yusuf Ziya Paşa da Mehmed Hakkı Paşa’nın yerine geçebileceğinden korktuğu için aleyhindeydi. Bu nedenle Pazvandoğlu himayesindeki Servili Hacı Ali ve Gavur İmam gibi eşkıyaların saldırılarını engelleyemediği gerekçesiyle görevinden alındı (Mayıs 1797). Yerine gelen valiler de etkin bir mücadele yürütemediler. Bu nedenle, Dağlı eşkıyaları II. Mahmud dönemine kadar devleti uğraştıran bir gaile olarak devam etti. Dağlı eşkıyasına son verilememesinin nedenlerini şu şekilde sıralayabiliriz: Her şeyden önce eşkıyanın faaliyet gösterdiği alan coğrafi olarak çok genişti ve eşkıyanın kaçıp saklanmasına oldukça elverişliydi. Eşkıyaların büyük bir bölümünün asker kaçağı olması da mücadeleyi zorlaştırmaktaydı. Devlet, kesin bir kararlılıkla eşkıya ile mücadele etmemekteydi. Kimi zaman tavizkar davranarak eşkıyaları aetmesi ve hatta makamlar vermesi eşkıyayı cesaretlendirmekteydi. Merkezden gönderilen valiler, biraz da dönemin koşulları elvermediği için İstanbul’dan yeterince destek görmemekteydi. Bölgede görevli devlet adamlarının gevşek davranmaları veya birbiriyle rekabeti eşkıya ile mücadeleyi olumsuz etkiliyordu. Hatta ordu içinden bile eşkıyalarla iş tutanlar oluyordu. Valiler eşkıya ile mücadele için büyük oranda âyanlardan yardım istemek zorunda kalıyordu. Fakat Dağlı eşkıyasına bir türlü son verilememesinin en önemli nedeni, yukarıda belirtildiği gibi bazı âyan ve yerel eşrafın çıkarları gereği eşkıya ile beraber hareket etmesiydi. Bu durum, devlet ile âyanlar arasında daha büyük sorunların çıkmasına yol açacaktı. III. Selim döneminde Dağlı eşkıyasıyla mücadelede başarısız olunmasının nedenlerini açıklayınız. İşkodra Mutasarrıfı Kara Mahmud Paşa İsyanı Kara Mahmud Paşa, Kuzey Arnavutluk’taki köklü Buşatlı ailesine mensuptu. 1779 yılında babası Gazi Mehmed Paşa’nın vefatı üzerine onun yerine İşkodra mutasarrıfı olmuştu. 1785 yılında isyan etmesine rağmen aedildi. Bir yıl sonra yeniden isyan etti. Üzerine gönderilen Aydoslu Mehmed Paşa’nın kuvvetlerini bir gece baskınıyla bozguna uğrattı. Fakat Avusturya ile savaş başlaması üzerine yeniden aedildi ve III. Selim döneminde kendisine vezaret rütbesi verildi. Savaşın bitmesiyle İşkodra’ya geri dönen Kara Mahmud Paşa, bağımsızmış gibi hareket etmeğe devam etti. Fransız İhtilali’nde Osmanlı Devleti’nin tarafsızlık politikasına karşın, Alplere kaçan kral yanlılarına yardımda bulundu. Çevre vilayetlere saldırılarla Osmanlı otoritesine meydan okumaya devam etti. Bu nedenlerle 1793’te hakkında idam fermanı çıkartılarak Rumeli beylerbeyi Ebubekir Paşa komutasında bir ordu üzerine gönderildi. Fakat Osmanlı kuvvetlerini mağlup etmeği başardı ve İspanya kralı aracılığıyla yeniden aedildi. Kara Mahmud Paşa’nın amaçlarından biri de Karadağ aleyhine topraklarını genişletmekti. 1796 yılında Karadağ Vladikası’nın Osmanlı Devleti ile yaşadığı sorunları fırsat bilerek, Babıali’ye danışmadan ordusuyla Karadağ’a girdi. Ancak sefer sırasında ordusunda ayrı konakladığı yer Karadağlılar tarafından basıldı ve bu baskında Kara Mahmud Paşa öldürüldü. Osmanlı Devleti, kendi ordularıyla baş edemediği bir isyancıdan ancak bu şekilde kurtulabildi. İşkodra Mutasarrıığı, ağabeyine karşı Babıali ile ittifak hâlinde olan kardeşi İbrahim Paşa’ya tevcih edildi. 5 Vladika: Osmanlı hakimiyetinde özerk bir yapıya sahip olan Karadağ’da yönetim, seçimle işbaşına gelen ve vladika denilen Ortodoks din adamlarına bırakılırdı. 1697 yılında vladika seçilen Danilo Petroviç döneminde vladikalık hanedanlığa dönüştü. Petroviç hanedanından gelen Karadağ yöneticilerine vladika denilmeye devam edildi. 16 Osmanlı Tarihi (1789-1876) Pazvandoğlu Osman İsyanı Pazvandoğlu Osman aslen Bosna kökenliydi. 1739’daki Avusturya savaşında yararlılık gösteren dedesine Vidin civarında iki köy tımar olarak verilince ailesi bu bölgeye göç etmişti. Topraklarını genişleterek küçük bir âyan olan babası Ömer Ağa, asi eğilimleri yüzünden idam edilmişti. Pazvandoğlu Osman ise Arnavutluk’a kaçmak zorunda kalmıştı. Pazvandoğlu Osman, 1787-1792 savaşına gönüllü olarak katıldı ve savaş sonrasında Vidin’e dönerek etrafına topladığı adamlarla eşkıyalık faaliyetlerine başladı. Kısa sürede Vidin’i ele geçirerek bir kale inşa ettirdi. 1795 yılında açık bir şekilde bağımsızlığını ilan ederek isyan etti. Tuna kıyılarından Sofya’ya kadar Batı Bulgaristan’ı büyük ölçüde kontrolü altına aldı. Balkanlarda ve özellikle Sırbistan’da Dağlı eşkıyasına destek verdi. Dağlı eşkıyasına karşı başarılı işler yapan Mehmed Hakkı Paşa’nın 1797’de görevden alınması ile daha rahat hareket etme imkânı buldu. Niğbolu, Ziştovi, Niş, Rusçuk ve Sofya şehirlerini ele geçirdi. Bu bölgeler aynı zamanda İstanbul’un iaşesini sağlayan yerlerdi. Çaresiz kalan Babıali, Pazvandoğlu Osman’a vezirlik vererek uzlaşmak istediyse de bir sonuç alınamadı. Bunun üzerine, Kaptan-ı Derya Küçük Hüseyin Paşa komutasında bir ordu üzerine sevk edildi. Aylar süren Vidin kuşatmasına rağmen başarılı olunamadı. Fransa’nın Mısır’ı işgali üzerine aedildi ve kendisine önce kapıcıbaşılık sonra da vezirlik rütbesi tevcih edildi. Pazvandoğlu’nun Osmanlı ordusu karşısında elde ettiği muvaakiyet şöhretini daha da arttırdı. 1800 yılında eşkıyayı himayeye devam ettiği gerekçesiyle vezirliği kaldırıldı. Fakat Pazvandoğlu ile baş edemeyen devlet, iki yıl sonra onu yeniden aetti. Bundan sonra, 1807 yılındaki ölümüne kadar Babıali ile iyi ilişkiler kurmaya gayret etti. Eşkıya ile mücadelede ve özellikle Sırp isyanında faydalı hizmetleri oldu. Kırım Hanzâdesi Cengiz Mehmed Giray İsyanı Kırım hanedanına mensup Cengiz Mehmed Giray, yurtlarının Ruslar tarafından ilhakından sonra Osmanlı topraklarına göç etmiş ve Rumeli topraklarında iskân edilmişti. Kısa bir süre sonra Osmanlı hükümetiyle ters düştüğü için Bozcaada’ya sürgün edilmesine karar verilmişti. Sürgün kararına uymayan Cengiz Mehmed Giray isyan etti. Deliorman ve çevresinden eşkıya topladı. Fakat Şumnu muhafızı Yeğen Mehmed Paşa, üzerine gönderilince kaçmak zorunda kaldı. Kayınpederi Tırnova Âyanı Osman Efendi, damadına yardım ettiği gerekçesiyle idam edildi. Daha sonra aedildi ise de 1799 yılında yeniden isyan etti. Pazvandoğlu Osman’dan gördüğü yardımlarla Lofça, Tırnova ve Şumnu kazalarında halka büyük zarar verdi, bir süreliğine Cuma kazasını ele geçirdi. Fakat üzerine gönderilen kuvvetlere yenilince kaçmak zorunda kaldı. 1800 Mayıs ayında yeniden faaliyete başladı. Tırnova kazasına girmeği başarmışsa da Palaslı Mehmed Paşa tarafından mağlup edilince, Balkan dağlarından İnecek tarafına firar etti. Böylece Cengiz Mehmed Giray tehdidi bertaraf edildi. Gürcü Osman Paşa İsyanı Âyan olmamasına rağmen, bu dönemde devleti uğraştıran isimlerden biri de Gürcü Osman Paşa idi. 1787’de Rusya ile başlayan savaşta gösterdiği yararlılıklardan dolayı vezirliğe yükselmişti. Çeşitli vazifelerde bulunduktan sonra 1801’de Silistre valisi tayin edilmiş, Dağlı eşkıyası ile mücadeleyle görevlendirilmişti. Fakat eşkıya ile mücadele yerine halka zulmetmiş, defalarca Babıali tarafından uyarılmasına rağmen faaliyetlerine son vermemişti. Rumeli valiliğine Hakkı Paşa’nın tayin edilmesi Gürcü Osman Paşa’yı tedirgin etti. Etrafına Arnavud sekbanları topladı ve Dağlı eşkıyasını kışkırttı. 1802 Mayıs’ında üzerine Nizâm-ı Cedîd askerinin gönderileceğini anlayınca, aını istedi ve yeniden Silistre valiliğine getirildi. Fakat Yılıkoğlu Süleyman kontrolündeki şehre giremeyince önce Anadolu ve daha sonra Erzurum valiliğine tayin edildi. Aslında bu Osman Paşa’nın ortadan kaldırılması için düzenlenen bir plandı. Nitekim Babıali’nin emriyle Tayyar Mahmud Paşa tarafından öldürüldü. 1. Ünite - III. Selim’in Saltanatının İlk Evresi (1789-1798) 17 Rusçuk Âyanı Tirsiniklioğlu İsmail Tirsiniklioğlu İsmail, 1791 yılında Rusçuk âyanı olan ağabeyi Ömer Ağa’nın idam edilmesinden sonra bir süre eşkıyalık yapmıştı. 1796’da aedilerek Rusçuk âyanı tayin edildi. Kısa sürede Orta Bulgaristan’ın en güçlü âyanı hâline geldi. İlk dönemlerinde Babıali ile arasında iyi ilişkiler mevcuttu. Pazvandoğlu Osman’ın isyanı sırasında önemli hizmetlerde bulunmuştu. Fakat Deliorman Âyanı Yılıkoğlu Süleyman’ın, adamlarından Battal Ağa yerine Silistre müteselli tayin edilmesi, babıali ile arasını açtı. Yılıkoğlu Süleyman ile arasındaki sorun büyüyerek sonunda çatışmaya dönüşmüştü. Devlet ise o sırada hem Pazvandoğlu Osman hem de Dağlı Eşkıyası ile uğraşmak zorunda kaldığı için iki âyanı uzlaştırmaya çalıştı. 1805 yılında Yılıkoğlu Süleyman’ın idaresindeki Deliorman ve Dobriçe’yi ele geçirdi. Giderek nüfuz alanını genişleten Tirsiniklioğlu İsmail Yenipazar, Cuma, Osmanpazarı, Şumnu, Varna’dan Karadeniz sahiline kadar olan bölgeyi kendisinin tayin ettiği âyanlarla kontrolünde tutuyordu. Bunlardan biri de Hezargrad kazasında âyanlık yapan Alemdar Mustafa Ağa (Alemdar Mustafa Paşa) idi. Daha önce değinildiği gibi, Kadı Abdurrahman Paşa’nın 1806’da Rumeli’ye geçmesinin bir nedeni de bu sorunla ilgilenmekti. Durumdan şüphe duyan Tirsiniklioğlu İsmail Dağlı eşkıyası, Edirne civarında kendisine bağlı âyanlar ve Sadrazam Hafız İsmail Paşa işbirliği yaparak Edirne Vakası denilen hadiseye yol açtı. Fakat 16 Ağustos 1806’da çiliğinde öldürüldü. Bir rivayete göre Tirsiniklioğlu İsmail’in öldürülmesinin arkasında Kadı Abdurrahman Paşa vardı. Sonuç olarak Osmanlı Devleti, büyük bir gaileden kurtulmuş oldu. Acemoğlu Ahmed İsyanı III. Selim dönemine girildiğinde Rumeli ve Balkanlar kadar olmasa da Anadolu’da da âyanların güçlü nüfuzu vardı. Fakat genelde devlete sadık kaldılar ve Nizâm-ı Cedîd’in Anadolu’da tesis edilmesine katkıda bulundular. Yozgat ve çevresinde Çapanoğulları, Manisa yöresinde Karamanoğulları, Karaman’da Kadı Abdurrahman Paşa, Bolu’da âyan olan İbrahim Ağa asayişin sağlanmasında ve yeni ordunun kurulmasında rol oynayan isimlerdendi. Bununla birlikte Nizâm-ı Cedîd’e karşı oldukları veya başka nedenlerle isyan edenler olacaktı. Anadolu’da asayişi bozan isimlerden biri de Acemoğlu Ahmed idi. Uşak’ta voyvodalık yapan Acemoğlu Ahmed, Avusturya ve Rusya ile devam eden savaş sırasında merkezden gönderilen emirlere rağmen asker toplamakta gevşeklik göstermiş ve cepheye gitmemişti. Hatta durumdan yararlanarak halk üzerinde baskı kurmuştu. Bunun üzerine eşkıya ilan edilen Acemoğlu’nun yakalanması için Anadolu Valisi Ali Paşa’nın kardeşi Osman Bey görevlendirildi. Fakat Acemoğlu, üzerine gönderilen kuvvetleri mağlup etmeği başardı. Bu defa Acemoğlu’nu yakalanma işi Karamanoğullarından Hacı Ömer Ağa ile Hacı Mehmed Ağa’ya verildi. Kula taraarına kaçmasına rağmen sıkı takibe alınan Acemoğlu Ahmed, Simav voyvodası Nasuhoğlu Nasuh Ağa tarafından yakalandı ve başı kesilerek İstanbul’a gönderildi (1795). Caniklizâde Tayyar Mahmud Paşa İsyanı Tayyar Mahmud Paşa, 18. yüzyılın ikinci yarısında Kuzey Anadolu’da hüküm süren önemli âyan ailelerinden Caniklilere mensuptu. Dedesi Hacı Ali Paşa zamanında güçlü bir âyan ailesine dönüşmüşlerdi. Babası Hüseyin Battal Paşa, 1787’de başlayan Rus Savaşı’nda Kafkas cephesi komutanlığına atanmıştı. Fakat muvaakiyetsizlik göstererek Ruslara teslim olmuştu. Aedilerek yurda dönen babası, 1801 yılında vefat edince ailenin başına Tayyar Mahmud Paşa geçti. Mahmud Paşa, daha önce Dağlı eşkıyasıyla mücadelede görevlendirilmiş ve önemli başarılar elde etmişti. 18 Osmanlı Tarihi (1789-1876) Canikli ailesi uzun yıllardır Orta Anadolu’daki âyan ailelerinden Çaparzâdeler ile uzun yıllardır mücadele hâlindeydi. 1805 yılında Amasya valiliğinin Çaparzâdelere verilmesi iki âyan ailesi arasındaki düşmanlığı daha da alevlendirdi. Tayyar Mahmud Paşa, etrafına asker toplamaya başladı ve Nizâm-ı Cedîd ordusuna açıkça muhalif tavır takındı. Şehzade Mustafa’nın adamları tarafından da kışkırtılmaktaydı. Çevre sancak ve eyaletlerden aldığı destekle Çaparzâde Süleyman Bey’in kontrolündeki Amasya’yı ele geçirdi. İstanbul’un uzlaştırma çabalarına karşılık vermeyince vezirlik rütbesi ve toprakları elinden alınarak, asi ilan edildi. Çaparzâde Süleyman’ın kuvvetleri tarafından ordusu mağlup edince, Mahmud Paşa aını istedi. Fakat af talebi reddedildi ve Erzurum valisi Yusuf Ziya Paşa üzerine gönderildi. Osmanlı ordusu karşısında tutunamayacağını anlayan Tayyar Mahmud Paşa, Kırım’a firar etti. Ancak III. Selim’in tahttan indirilmesinden sonra IV. Mustafa tarafından aedildi. Onun döneminde bir süreliğine sadaret kaymakamlığı görevini üstlendi. Fakat II. Mahmud’un tahta çıkmasından sonra idam edildi. (Ağustos 1808) 1789 FRANSIZ İHTİLALİ VE OSMANLI DEVLETİ İhtilal öncesinde Fransa, mutlak monarşiye sahip, deniz aşırı sömürgeleri olan Avrupa’nın önde gelen devletlerinden biriydi. Bununla birlikte Ortaçağdan kalma eşitsiz toplumsal yapı varlığını koruyordu. Toplumsal piramidin tepesinde olan Aristokratlar, toprakların ¼’üne sahiptiler ve ayrıcalıklı konumları devam ediyordu. Devlet içinde devlet olan Kilise, geniş topraklara sahipti. Ruhban sınıfı ayrıcalıklarına rağmen kendi içerisinde katı bir hiyerarşi vardı. Burada da önemli makamlar aristokrat kökenlilerin elindeydi. Zenginleşen burjuvayı, siyasal haklardan yoksun olması rahatsız ediyordu. Köylüler ekonomik açıdan ülkenin yükünü çekmelerine ve nüfusun çoğunluğunu oluşturmalarına rağmen çok az toprağa sahiptiler. Temelleri sarsılan bu toplumsal yapı içerisinde kral, tek birleştirici unsur olabilirdi. Fakat XIV. Louis’den sonra tahta çıkan XV. Louis’nin (1715-1774) ve XVI. Louis’nin (1774-1792) zayıf kişilikleri buna uygun değildi. Mayıs 1750’de çıkan isyan sonrasında hanedan ailesi ve aristokratlar, halktan daha da koparak Paris dışında inşa edilen Versailles Sarayı’nda ihtişam içinde yaşamaya başlamışlardı. Ancak benzer toplumsal yapılara başka Avrupa ülkelerinde de rastlamak mümkündü. İhtilalin Fransa’da çıkmasının başka nedenleri de vardı. Bunlardan biri de 18. yüzyıl Aydınlanma çağında Fransa’da ortaya çıkan düşünürlerin etkisiydi. İhtilali etkileyen eden Fransız düşünürlerden Montesquieu (1689-1755) “Kanunların Ruhu” adlı eserinde yasama, yürütme ve yargının birbirinden ayrılmasına (kuvvetler ayrılığı) vurgu yapmış ve anayasal monarşiyi savunmuştu. Voltaire (1694-1778) din ve ifade özgürlüğünü savunan, mutlakıyet rejimini eleştiren yazılar kaleme almıştı. Jean Jacques Rousseau (1712-1778) “Toplumsal Sözleşme” adlı eserinde kişiler arası eşitliği esas almış ve devletin iktidara değil halka ait olduğunu savunmuştu. Diderot (1713-1784) 1751’de yazı hayatına başlayan 35 cilde ulaşan Ansiklopedi’nin (Encyclopedia) editörüydü. Ansiklopedi’de kendisiyle beraber d’Alembert, Dietrich von Hollach, Voltaire ve Jean-Jacques Rousseau gibi ünlü düşünürlerin de yazıları vardı. Bu eser siyasi, sosyal, felsefi, bilimsel, kültürel konularda Fransız halkının aydınlatmasında büyük rol oynamıştı. Bu düşünürlerin etkisiyle Fransa’da ihtilalin düşünsel yapısına yön verecek bir kitle ortaya çıkmıştı. Fransız İhtilali’nin meydana gelmesinde dış politikada yaşanan gelişmelerin etkisi de yadsınamaz. Fransa’nın 18. yüzyılda XIV. Louis döneminde girilen savaşların ekonomik yüküyle baş etmeğe çalışırken yeni savaşlara girmiş, ülkenin iktisadi problemlerini daha da ağırlaşmıştı. Avusturya Veraset Savaşları (1740-1748) siyasal açıdan olmasa da ekonomik açısından sadece yıkım getirmişti. Yedi Yıl Savaşlarının (1756-1763) faturası çok daha ağırdı. Deniz aşırı sömürgelerinin çoğunu İngiltere’ye kaptırmış, komşusu Prusya da savaştan güçlenerek çıkmıştı. Kendisini küçük düşürülmüş hisseden Fransa, Amerika’da- 1. Ünite - III. Selim’in Saltanatının İlk Evresi (1789-1798) 19 ki kolonilerin İngiltere’ye karşı bağımsızlık mücadelesini (1774-1783) destekledi. Bunun Fransa için iki önemli sonucu oldu. Birincisi zaten bozuk olan ekonominin daha da kötüleşmesiydi. İkincisi Amerikalıların 1776’da yayımladıkları “Bağımsızlık Bildirgesi”nde yer alan demokratik haklar ve liberal ekonomi fikirleri ihtilalcilere ilham vermesiydi. Fransa’da ekonominin çöküşüne çare bulamayınca XVI. Louis 1614’den beri toplanmayan Etat Generaux’u toplantıya çağırmak zorunda kaldı. Bu meclis soylular, din adamları ve halk temsilcilerinden oluşuyordu. Sadece krala halkın şikayet ve dileklerini iletmekle görevliydi. Fakat 16 Mayıs 1789’da toplanan Etat Generaux’da oy verme meselesi krize dönüştü. Alınacak kararlarda soylular ve din adamları eskiden olduğu gibi her sınıfın tek oy hakkına sahip olduklarını savunmalarına karşılık çoğunluğu elinde bulunduran halk temsilcileri her ferdin ayrı oy hakkı olduğunu iddia ettiler. Etat Generaux’un herhangi bir karar alamadan dağılmasına karşılık, 17 Haziran 1789’da bir araya gelen halk temsilcileri kendilerini “Ulusal Meclis” olarak ilan ettiler. Kralın Ulusal Meclisi engelleme çabaları başarısız oldu. Bir anayasa hazırlama kararı alan Ulusal Meclis, kendisini 9 Temmuz 1789’da “Kurucu Meclis” ilan etti. Kurucu Meclisi soyluların dağıtmak istemesi üzerine 14 Temmuz 1789’da Paris halkı sokaklara döküldü ve mutlakıyetin sembolü Bastille Hapishanesini basarak yaktı. İhtilalin başlangıcı sayılan bu olayın ardından bir ulusal ordu ve “Commune” adında yeni bir şehir yönetimi kuruldu. Kurucu Meclis 4 Ağustos 1789’da feodaliteyi, aristokrat ve ruhban sınıfının ayrıcalıklarını kaldırdı. 28 Ağustos 1789’da her vatandaşın eşit doğduğu ve eşit haklara sahip olduğunu beyan eden “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi” kabul edildi. Bunun sonucunda ayrıcalıklı sınıf mensuplarının pek çoğu yurt dışına kaçtı. 20 Haziran 1791’de kral ve ailesi de yurt dışına kaçmak isterken Varrene’de yakalandı. 14 Eylül 1791’de Kurucu Meclis’in hazırladığı anayasayı XVI. Louis onaylamak zorunda kaldı. Bu anayasada egemenlik hakkının halka ait olduğu vurgulanıyor ve kuvvetler ayrılığı prensibi kabul ediliyordu. Yürütme gücünün başında kral vardı ama yetkileri sınırlandırılmıştı. Böylece Fransa’da meşruti monarşi dönemi başlamıştı. Anayasanın yürürlüğe girmesiyle Kurucu Meclis kendisini feshetti. Yapılan seçimler sonucunda 1 Ekim 1791’de “Yasama Meclisi” toplandı. Bu dönem partiler arası mücadele ve iç isyanlarla geçti. Kralın yurt dışına kaçan asillerin mallarına el konulmasını öngören bir yasayı veto etmesi üzerine Cumhuriyet yanlıları Tuileries Sarayını basarak XVI. Louis ve eşi Marie Antoinette’yi hapsettiler. Yasama Meclisi 20 Eylül 1792’de yerini “Konvansiyon Meclisi’ne” bıraktı. Bu meclis ilk olarak krallığı kaldırarak cumhuriyeti ilan etti. Böylece Fransa’da “I. Cumhuriyet Dönemi”ne girildi. Avrupa devletleri ihtilal ve sonrasında yaşananları, Fransa’nın bir iç meselesi olarak görüyordu. Fakat mutlak monarşinin kaldırılması, kral ve kraliçenin hapsedilmesi ve ardından cumhuriyetin ilanı Avrupa’daki mevcut düzen için bir tehdit olarak algılandı. Böylece 1792 yılından itibaren İhtilal Fransa’sına karşı 1815 yılına kadar devam edecek bir mücadele başladı. Bu mücadele “İhtilal Savaşları” veya “Koalisyon Savaşları” olarak isimlendirildi. Fransa’ya karşı ilk harekete geçen devletler Avusturya ve Prusya oldu. Avusturya Fransa’nın sınır komşusu olmasının yanında çok uluslu yapısından dolayı rejimin ihraç edeceği fikirlerinin kendi ülkesi için daha büyük bir tehdit oluşturacağının farkına varmıştı. Üstelik Fransa kraliçesi Marie Antoinette, Avusturya kralının kız kardeşiydi. Prusya ise, çoğunluğu Fransız olan Alsace bölgesinde çıkan bir isyan dolayısıyla ihtilal rejimine karşı hemen harekete geçilmesi gerektiği düşüncesiydi. 1791 Ağustosunda bir araya gelen iki devlet, Pillnitz Bildirisi’ni ilan etti. Fransa’nın bu bildiriye tepkisi sert oldu ve 20 Nisan 1792’de Avusturya’ya savaş ilan etmesiyle, Birinci Koalisyon Savaşları resmen başladı. Savaşın ilk evresinde gerileyen Fransa orduları, müttefik kuvvetlerini durdurmayı başar- 20 Osmanlı Tarihi (1789-1876) dıktan sonra Nice ve Savoy topraklarının yanı sıra Avusturya Hollanda’sını da işgal etti. Ama XVI. Louis’in 21 Ocak 1793’te giyotinle idamı İngiltere, Portekiz, İspanya, Hollanda, Venedik, Napoli, Papalık ve Toskana’nın Fransa’ya karşı savaşa girmesine neden oldu. Çok uluslu bir ittifaka karşı savaşmak zorunda kalan Fransa’nın savaş cephelerinde aldığı peş peşe mağlubiyetler, ihtilal rejimine karşı yeni isyanlara neden olurken siyasetteki gerilimi çatışmaya dönüştürdü. Şiddetin yoğun olmasından dolayı 1793-1794 yılları Fransa’da “Terör Dönemi” olarak adlandırıldı. Hizipler arası kavgadan galip çıkan Maximillien Robespierre liderliğindeki Jakobenler kurdukları İhtilal Mahkemeleri vasıtasıyla muhalefeti sindirmeye çalıştılar. Aralarında Kraliçe Marie Antoinette’inde bulunduğu on binlerce insan, giyotine gönderildi. Fakat Ulusal Ordu ve ılımlı cumhuriyetçiler Robespierre’in mutlak diktatörlüğüne karşı harekete geçti. Robespierre ve taraarları 27 Temmuz 1794’te tutuklandılar ve iki gün sonra giyotinle idam edildiler. Cumhuriyetçilerin iktidarı Fransa’daki kaos ortamının teskin edilmesine katkı sağladı. Yeni bir anayasanın hazırlandı. “3. Yıl Anayasası” denilen bu anayasa 22 Ağustos 1795’te kabul edildi. Yürütme ve yasamada yapılan yeni düzenlemelerden dolayı 26 Ekim 1795’te Konvansiyon Meclisi dağıldı. Fransa’nın yeni anayasası, yürütme gücünün tek bir kişide toplanmasını sakıncalı görüyordu. Bu nedenle beş kişilik “Direktuvar” adı verilen bir kurul oluşturuldu. Yasama yetkisi 500 kişiden oluştuğu için “Beşyüzler” ve senato niteliğindeki “İhtiyarlar” adı verilen iki meclisin elindeydi. Terör döneminde cephede de olumsuz gelişmeler yaşanmıştı. Fransa’ya karşı kurulan büyük koalisyonun orduları Fransa’yı işgale başlamış, Fransız kuvvetleri Ren Nehri’ne kadar geri çekilmişti. Fakat Direktuvar döneminde Fransız ordusu toparlanmayı başardı. Fransa karşıtı koalisyon, aralarındaki fikir ayrılıkları nedeniyle parçalandı. İlk olarak Prusya, koalisyondan ayrılarak Fransa ile 27 Nisan 1795 tarihinde Basel Antlaşması’nı imzaladı. Bu antlaşma, aynı zamanda, ihtilal rejiminin ilk defa bir Avrupa ülkesi tarafından tanınması anlamına geliyordu. Bir ay sonra Hollanda ile Fransa arasında imzalanan antlaşma rejim için çok daha büyük bir başarıydı. Bu antlaşma sonrasında, ihtilalin getirdiği fikirleri kabul eden Hollanda’da Batavya Cumhuriyeti kuruldu. Temmuz ayında İspanya’nın da Fransa ile barış yapması koalisyonun gücünü iyice zayıattı. Direktuvar dönemi, aynı zamanda Napolyon Bonapart’ın yıldızının parlamaya başladığı yıllardı. 1793 yılında İngiltere’nin Toulon kuşatmasında yaralanan Napolyon, henüz yirmi dört yaşındayken general olmuştu. Bir ara takibata uğrasa da 1795 Ekiminde hükümete karşı kral yanlılarının Paris’te çıkardığı isyanı bastırdığı için tümgeneralliğe terfi etti ve İç Güvenlik komutanı oldu. İleride değinileceği gibi, İtalya seferinde büyük bir zafer kazanacaktı. 1798 yılında çıktığı Mısır seferinden bir yıl sonra başarısız olarak dönse de Direktuvar yönetimine son verecek ve kendisini imparatorluğa götüren süreç başlayacaktı. Fransız İhtilalinin sonuçları şu şekilde özetlenebilir: • Fransa’da mutlak monarşi yıkılarak, cumhuriyetin ilanıyla egemenliğin halka ait olduğu kabul edilmiştir. • Fransa ile yeni rejimi kendilerine tehdit olarak gören Avrupa devletleri arasındaki mücadele neredeyse tüm kıtanın ekonomik ve sosyal düzenini alt üst etmiş, Avrupa siyasi haritasını yeniden şekillenmiştir. • Eşitlik, özgürlük, laiklik, demokrasi ve adalet gibi kavramlar evrensel nitelik kazanmışlardır. • İnsan Hakları Bildirgesi dünya geneline yayılarak bireyin özgürlük alanının genişlemesine katkı sağlamıştır. • Milliyetçilik fikri çok uluslu devletlerin yıkılışına zemin hazırlamıştır. • İhtilal, evrensel etkisi nedeniyle Yeniçağın bitişi Yakınçağın başlangıcı kabul edilmiştir. 1. Ünite - III. Selim’in Saltanatının İlk Evresi (1789-1798) 21 1789 İhtilalinden Mısır’ın İşgaline Kadar Osmanlı-Fransa İlişkileri Osmanlı Devleti’nin 1789-1792 yılları arasında İhtilal Fransa’sında olan bitene ilgisiz kaldığı ve gelişmeleri Fransa’nın iç meselesi olarak değerlendirdiği görülmektedir. Her şeyden önce, o sırada Osmanlı Devleti hem Rusya hem de Avusturya ile savaş hâlindeydi. Kaldı ki daimi elçiliklerinin henüz kurulmadığı bir dönemde Fransa’daki gelişmeler ve ihtilalin mahiyeti konularında sağlıklı bilgi alınamıyordu. Babıali, Fransa İhtilali konusunda bilgi sahibi olmaya başladığında da bunu kendi toprakları için bir tehdit olarak algılamadı. Ne de olsa Fransa, Osmanlı Devleti ile sınır komşusu değildi ve uzak bir ülkeydi. 1791 anayasasıyla kralın yetkilerinin sınırlandırılması, daha sonra azli ve idamı dahi endişeye sebep olmadı. Zira Fransa’daki sınıf sistemine benzer bir toplum yapısının söz konusu değildi. Bir İslam devleti olarak İhtilalin sloganları hürriyet, eşitlik ve adalet gibi kavramlara farklı yaklaşımı vardı. Aslında bu durum, Osmanlı yöneticilerinin ihtilalin getirdiklerini tam olarak anlayamadıklarını göstermektedir. İhtilalle birlikte doğan milliyetçilik fikrinin çok uluslu bir imparatorluk için ne derece tehlikeli olduğu öngörülememişti. Fransız İhtilali’nin Osmanlı Devleti’ne etkisi genel anlamda olumsuz olmakla birlikte kısa vadede avantaj sağladığı da düşünülebilir. Savaş hâlinde olduğu Avusturya ve Rusya, tıpkı diğer Avrupa devletleri gibi Fransa’daki gelişmelerden endişe duymaya başlamışlardı. Bu ülkede eski rejimi (ancien régime) getirmek için bir an önce harekete geçmek istediklerinden Osmanlı Devleti ile devam eden savaşı sonlandırmaları gerekiyordu. Bu da Osmanlı Devleti’nin Avusturya ile Ziştovi ve Rusya’yla Yaş Antlaşmalarını daha iyi koşullarla imzalamasını sağladı. 1792 yılı baharında rejimini ve topraklarını korumak isteyen Fransa Avusturya ve Prusya’ya savaş açtığında, Osmanlı Devleti de tarafsızlığını ilan etti. Fransa’da kurulan yeni rejimi henüz tanımamış olmasına rağmen hem monarşi yanlılarına hem de ihtilalcilere eşit mesafede durdu. Bu dönemde ihtilal taraarları Avrupa’nın hiçbir ülkesinde hoşgörüyle karşılanmazken İstanbul’da yaşayan ihtilalci Fransızlar gösteriler yapabiliyor veya renkli kokartlarıyla sokaklarda dolaşabiliyorlardı. Fransa’nın Avusturya karşısında zafer kazandığı haberi İstanbul’a ulaştığında sevinçle karşılandı ama tarafsızlık politikasından taviz verilmedi. İhtilalin ilk yıllarında Fransa da Osmanlı Devleti’yle yakından ilgilenememişti. 1792’de XVI. Louis’in tahttan indirilmesinden sonra kral yanlısı olan Fransa’nın İstanbul’daki elçisi Choiseul Gouier görevinden istifa etti. Babıali’nin yerine vekil olarak bir maslahatgüzar ataması önerisini de reddetti. O sırada Fransa’da iktidarda bulunan Konvansiyon hükümeti İstanbul’a yeni elçi olarak Marquis de Semonville’i tayin etti. Hâlbuki Babıali, yeni elçi hakkında olumsuz düşüncelere sahipti. Bu nedenle Semonville yerine, başka birisinin tayin edilmesini istiyordu. Fransız hükümeti kararından geri adım atmadı ama Semonville yola çıktığı sırada İtalya’da Avusturya hükümetince gözaltına alındı. Konvansiyon hükümeti bu defa, İstanbul’a Henry Descorches’i tayin etti. Fransa’da cumhuriyetin ilanından sonra ilk elçisi olan Descorches, 1793 Haziranında gizlice İstanbul’a geldi. Descorches’in öncelikli olarak iki önemli görevi vardı. Bunlardan birincisi Fransa’daki yeni rejimin Babıali tarafından tanınmasıydı. İkincisi ve daha önemlisi ise Osmanlı Devleti ile bir ittifak kurmak amacıyla anlaşma yapılmasıydı. Zira 1793 yılının ilk aylarında aralarında İngiltere ve Rusya’nın da bulunduğu bir dizi devlet daha Fransa’ya savaş açmıştı ve Fransız orduları gerilemekteydi. Osmanlı Devleti’nin kendi yanlarında savaşa girmesi Fransa’nın durumunu güçlendirecekti. Babıali ise Fransa’dan farklı düşünmekteydi. Kendisini Avrupa hukuk sisteminin dışında gördüğü için öncelikli olarak yeni rejimin bir Avrupa ülkesi tarafından tanınması gerekliydi. Ayrıca Osmanlı Devleti’nin Fransa ile bir ittifak anlaşması yapması başta Rusya olmak üzere diğer Avrupa devletleri ile savaş anlamına gelmekteydi. Fransa elçisi özellikle 22 Osmanlı Tarihi (1789-1876) Lehistan meselesini gündeme getirerek Babıali’yi ikna etmeye çalıştı. Osmanlı Devleti, Lehistan meselesi yüzünden 1768’de Rusya ile savaşa girmiş ve ağır bir bedel ödemişti. Zaten savaştan yeni çıkan Babıali’nin yeni bir maceraya atılma gibi bir niyeti yoktu. Yine de 1794’ten itibaren Fransız ordularının toparlanması Babıali’yi tereddüde sevk etti. Bir bocalama içinde kalan Babıali, Fransız elçisine kesin bir tutum gösteremedi. Yeni elçi Descorches’i resmen ne tanıdığı ne de reddettiği için görüşmeler gayriresmi yollardan yapıldı. Yaklaşık bir yıl sonra Descorches kendisine verilen vazifeleri yerine getiremeden İstanbul’dan ayrıldı ve yerine Raymond Verninac atandı. 1794 Kasımında Fransa ile savaş hâlinde olan Prusya’nın barış müzakerelerine başlaması yeni rejimin ilk defa bir Avrupa ülkesi tarafından tanınması anlamına geliyordu. 27 Nisan 1795’de Basel’de Fransa ile Prusya arasında antlaşma imzalandı. Bu Fransa’daki cumhuriyet rejiminin ilk defa bir Avrupa ülkesi tarafından tanınması anlamına geliyordu. 16 Mayıs’ta ise Hollanda ile Lahey’de bir anlaşma yapılacaktı. Bu gelişmelerden memnun olan Babıali, Verninac’ı elçi olarak kabul etti ve böylece 11 Haziran 1795 tarihinde yeni rejim resmen tanındı. Raymond Verninac, bu başarısından sonra Osmanlı Devleti ile bir saldırganlık paktı yapılması için zemin aradı. Avusturya ve Rusya’ya karşı tedirginliği devam eden III. Selim, böyle bir antlaşmaya taraardı. Fakat Osmanlı Devleti’nin iki önemli çekincesi vardı. Bunlardan biri, ittifak antlaşmasının saldırganlık değil savunma temelli olmasını istiyordu. İkincisi ise Osmanlı Devleti, hâlihazırda Fransa’nın devam ettiği savaşlarda tarafsızlığını ilan ettiği için antlaşmanın savaşlar sona erdikten sonra geçerli olmasını istiyordu. Fransa elçisi, başlangıçta Osmanlı’nın isteklerine karşı çıksa da sonunda ikna oldu. 19 Mayıs 1796 tarihinde, dönemin reisülküttabı Ebubekir Ratıb Efendi ile Verninac arasında 15 maddelik bir savunma ittifak antlaşması imzalandı. Buna göre; Fransa’nın barış yapmasının ardından iki ülke birbirinin toprak bütünlüğünü tanıyacak, Osmanlı Devleti bir saldırıya uğrarsa Fransa 30 bin kişilik bir ordu veya donanması ile yardıma gelecek, Osmanlı Devleti Fransa’ya birinci derecede imtiyazlı devlet muamelesi yapacak, isteyen devletler bu antlaşmaya dâhil olabilecekti. Ancak Fransa hükümeti, tasdik için elçisinin gönderdiği antlaşma metninden memnun kalmadı. Antlaşmanın saldırganlık değil savunma temelli olması ve Fransa’dan daha çok Osmanlı menfaatlerini koruması memnuniyetsizliğin nedenleriydi. Bu sebeple, görevinde başarısız olduğuna karar verilen Verninac elçilik vazifesinden alındı ve yerine General Dubayet tayin edildi. Dubayet’in yeni bir metin üzerinde anlaşma çabaları, 17 Aralık 1797’deki ölümü nedeniyle sonuçsuz kaldı. Zaten Fransa’nın da Osmanlı’ya karşı politikaları değişmeye başlamıştı. Campo Formio Antlaşması Fransa, kendisine karşı kurulan Birinci Koalisyonu 1795 yılında yaptığı barış antlaşmalarıyla parçalamıştı. Fakat Avusturya, İngiltere ve Sardunya Fransa’ya karşı savaşa devam kararı almışlardı. Bunun üzerine Fransa’da iktidarı elinde tutan Direktuvar yönetimi, 1796’da Napolyon Bonapart emrinde küçük bir orduyu İtalya’ya gönderdi. Fransa ordusu önce Avusturya ve ardından Sardunya’yı mağlup ederek Kuzey ve Orta İtalya’yı kısa zamanda ele geçirdi. Napolyon’un Viyana’ya yönelmesi üzerine Avusturya barışa razı oldu. İki ülke arasında 18 Ekim 1797 tarihli Campo Formio Antlaşması imzalandı. Avusturya, Belçika’nın topraklarını Fransa’ya veriyordu. Venedik Devleti ortadan kaldırılıyor ve toprakları iki ülke arasında paylaşılıyordu. Venedik’e ait Adige nehrinin üst kısmındaki Dalmaçya kıyıları Avusturya’ya diğer kalan bölgelerse Napolyon’un Kuzey İtalya’da kurduğu Cisalpin Devleti’ne bırakılıyordu. Fransa, Adriyatik Denizi’nde Yedi Ada’yı işgal ediyordu. 1. Ünite - III. Selim’in Saltanatının İlk Evresi (1789-1798) 23 Campo Formio Antlaşması’nın Osmanlı Devleti açısından da önemli sonuçları oldu. Tarihte ilk defa Fransa ile Osmanlı arasında doğal sınır tesis edilmiş yani sınır komşusu olmuşlardı. Fransa’nın Dalmaçya kıyılarına ve Yedi Adalara yerleşmesi Osmanlı Devleti’ni oldukça tedirgin etti. Çünkü Fransızlar, bölgedeki Hristiyan toplulukları özellikle Mora’daki Rumları ihtilal düşünceleriyle Osmanlı Devleti’ne karşı kışkırtmaya başlamışlardı. Bundan cesaretle Mora’da Rumlar arasında kıpırdanmalar ortaya çıktı. Napolyon’un Bosna ve Arnavutluk üzerine bir sefer düzenleyeceğine dair söylentiler, diplomatik çevrelerde dile getiriliyordu. Babıali iyi ilişkiler içerisinde olduğu hatta bir ittifak antlaşması için görüşmelerde bulunduğu Fransa ile dostluğuna mesafe koyarken Rusya ile yakınlaşmaya başladı. Ruslar da Campo Formio antlaşmasından tedirginlik duyuyordu. 1796’da II. Katerina’nın ölmesi ve yerine I. Pavel’in geçmesi de iki ülke yakınlaşmasında etkili oldu. Sonuç olarak Osmanlı Devleti, Fransa konusundaki tedirginliğinde haklıydı. Fakat Fransa tehdidi beklenildiği gibi Balkanlarda değil Mısır’da ortaya çıkacaktı. Campo Formio Antlaşması’nın Osmanlı Devleti’ne etkisini açıklayınız. 6 24 Osmanlı Tarihi (1789-1876) Özet III. Selim’in reformcu kişiliğini ifade etmek III. Selim’in 1761 yılındaki doğumu, uzun yıllardır bir Osmanlı şehzadesi dünyaya gelmediği için büyük sevinçle karşılanmıştı. O sırada Osmanlı tahtında oturan babası III. Mustafa, muteşem bir sultan olacağına inandığı oğlunun eğitimine büyük önem verdi. Şehzade Selim, Osmanlı kurumlarına düzenlediği denetlemelerde babasına eşlik etti. Henüz küçük yaşlarda devletin nasıl işlediğine dair gözlemlerde bulunma fırsatı yakaladı. Yabancı elçi ve teknisyenlerle tanışarak bilgi ve görgüsünü arttırdı. 1768 yılında Rusya ile başlayan savaşta yaşanan büyük hezimet, Osmanlı Devleti’nin kapsamlı bir reform programına ihtiyacı olduğunu daha iyi anlamasını sağladı. Bu savaşın son yılında babası III. Mustafa’nın vefatıyla tahta çıkan amcası I. Abdülhamid döneminde sıkı bir kafes hayatına maruz kalmaması hem akıl sağlığını korumasında hem de kendisini geliştirmeğe devam etmesinde olumlu katkıda bulundu. Halil Hamid Paşa’nın darbe teşebbüsünde bulunacağına dair rivayetler genç şehzadenin daha sıkı denetim altında tutulmasına neden olduysa da İtalyalı özel doktoru Lorenzo yardımıyla dış dünya ile temasını koparmadı. Yine doktoru vasıtasıyla tanıştığı dönemin İstanbul’daki Fransız elçisi Gouier, Batı’yı yakından tanımasına yardımcı oldu. Daha önemlisi Fransız elçinin de yardımıyla, Fransa kralı XVI. Louis’e mektuplar yazdı. Yakın adamlarından İshak Efendi eliyle Paris’e gönderdiği mektuplar, Şehzade Selim’in Osmanlı tahtına geçtiğinde yapmak istediklerine dair ipuçları veriyordu. 7 Nisan 1789’da amcası I. Abdülhamid’in vefatı üzerine yirmi sekizinci Osmanlı sultanı olarak tahta çıktığında, Osmanlı Devleti hem Avusturya ve hem de Rusya ile savaş halindeydi. Bu savaşın sonuçları, genç sultana bir kez daha Osmanlı Devleti’nin kapsamlı reformlara ihtiyacı olduğunu gösterdi. Ziştovi Antlaşması’nın gereği olarak Avusturya’ya fevkalade elçi gönderdiği Ebubekir Ratıb Efendi’nin kaleme aldığı Büyük Lâyiha, III. Selim’in reformlarına rehberlik etti. Devlet adamlarından talep ettiği lâyihalar, reformların şekillenmesinde önemli rol oynadı. Böylece ayrıntılı bir reform programı hazırlandı. Bu program Nizâm-ı Cedîd adı altında uygulamaya konuldu. 1787-1792 Osmanlı-Rus ve 1788-1791 Osmanlı-Avusturya savaşlarının neden ve sonuçlarını yorumlamak Lehistan meselesi nedeniyle 1768 yılında Rusya ile başlayan savaş, Osmanlı Devleti için yeni bir felaket dönemini ifade ediyordu. Bu savaş Osmanlılar açısından tam bir hezimetle sonuçlanmış, tarihinin en ağır antlaşmalarından Küçük Kaynarca’yı kabul etmek zorunda kalmıştı. Antlaşmanın en kötü sonucu Kırım kaybedilmesiydi. İzleyen yıllarda Kırım’ın Ruslar tarafından işgali Osmanlılar açısından tam bir tramvaydı. Rus Çariçesi II. Katerina, Kırım ile yetinmeyerek Osmanlı topraklarında yeni bir Rum imparatorluğu kurmak istiyordu. Bu nedenle “Grek Projesi” adıyla bir plan hazırlandı ve Avusturya ile gizli bir ittifak anlaşması yapıldı. Osmanlı Devleti, Rusya’nın tahrikleri sonucu 17 Ağustos 1787’de savaş ilan etti. Savaştaki öncelikli hedefi Kırım’ı geri almaktı. Fakat Ruslarla gizli antlaşması bulunan Avusturya’nın da savaşa girmesiyle iki büyük devlete karşı mücadele etmek zorunda kaldı. Cephelerden gelen kötü neticeler, Osmanlı Devleti’ni tarihinde ilk defa Avrupalı Hıristiyan devletlerle ittifak yapmaya zorladı. Bu durum Osmanlı diplomasi anlayışının değişmekte olduğuna dair önemli bir göstergeydi. 1789 Fransız İhtilali ardından Avrupa’da yaşanan gelişmeler barışa zemin hazırladı. Nihayetinde 4 Ağustos 1791’de Osmanlı Devleti ile Avusturya arasında Ziştovi, 10 Ocak 1792’de Osmanlı Devleti ile Rusya arasında Yaş Antlaşmaları imzalandı. Her iki antlaşmada da Osmanlı Devleti’nin toprak kaybı çok fazla değildi. Fakat Osmanlılar açısından Kırım’ı geri alma planları sona erdi. Rusların güneye biraz daha inmesiyle Balkanlarda nüfuzunun artması ileride yeni problemler ortaya çıkaracaktı. Bununla birlikte, Rusya ve Avusturya arasındaki ittifak başarısız oldu. Rusya Osmanlı toprakları üzerinden güneye inme planlarından vazgeçmezken, Avusturya Osmanlı Devleti’ne daha yakın duracaktı. Osmanlı Devleti, barış ortamından yararlanarak iç sorunlarına yöneldi ve Nizâm-ı Cedîd reform programını hayata geçirdi. 1 2 1. Ünite - III. Selim’in Saltanatının İlk Evresi (1789-1798) 25 Nizâm-ı Cedîd reformlarını değerlendirmek Yeni Düzen anlamına gelen Nizâm-ı Cedîd kavramı, Osmanlı tarihinde daha önce de kullanılmış olsa da III. Selim dönemiyle özdeşleşmiştir. Bu kavram, geniş anlamda bu dönemde yapılan tüm reformları ifade için kullanılmıştır. Yeni kurulan orduya da Nizâm-ı Cedîd adı verilmiştir. Nizâm-ı Cedîd reformlarını önemli kılan unsurlardan biri sadece askeri alanda değil daha önce Osmanlı tarihinde hiç olmadığı kadar kapsamlı olmasıydı. Ayrıca daha planlı ve Batı’dan daha etkilenmiş bir reform programı mevcuttu. Bununla birlikte, tıpkı kendisinden önceki ıslahat hareketleri gibi etkileri köklü olamadı, sınırlı ve dar kaldı. III. Selim’in tahtan indirilmesi ve ardından ölümü gerçekleştirilen reformların büyük kısmının akamete uğrasına yol açtı. Sonuçları açısından Nizâm-ı Cedîd reformları başarısız olsa da, Osmanlı devlet ricalinde yenileşme arzusuna sahip bir sınıf ortaya çıkardı. II. Mahmud dönemi reformlarına esin kaynağı oldu. Bu sebeplerle, tarihçilerin büyük bir kısmı Nizâm-ı Cedîd dönemini yenileşme tarihinde geleneksellikten batılılaşmaya geçişte bir köprü ve modernleşme sürecinin başlangıcı olarak değerlendirmektedir. III. Selim döneminde âyanlarla mücadeleyi açıklamak Klasik dönemde yerel bir görevli olan âyanların, hem devlete hem de halka karşı bazı sorumlulukları vardı. Zaman içerisinde merkezi otoritenin zayıamasından yararlanarak güçlerini arttıran âyanlar, taşradaki bazı bölgelerde hanedanı andıran büyük aileler kurdular. 1768 yılından itibaren Osmanlı Devleti’nin girdiği savaşlar, âyanların daha da güçlenmesini sağladı. Nitekim III. Selim dönemine gelindiğinde, Arap vilayetlerinde, Anadolu’da ve Balkanlarda merkezden ziyade âyanların sözü geçer hale gelmişti. Nizâm-ı Cedîd reformları, özellikle Rumeli âyanlarıyla devleti karşı karşıya getirdi. Yeni ordu için asker yazılmasına ve İrâd-ı Cedîd hazinesine gelir sağlamak için eski tımar sisteminin canlandırmak istemesine karşı çıkan bazı Rumeli âyanları, Dağlı eşkıyası ile işbirliğine giderek devlete doğrudan meydan okudular. Avusturya ve Rusya ile savaşın sona ermesinden sonra Rumeli’de düzeni yeniden tesis etmek isteyen III. Selim, bir yandan Dağlı eşkıyası ile mücadele ederken diğer yandan âyanların isyanlarıyla da uğraşmak zorunda kaldı. Bazıları ortadan kaldırılsa da kesin bir sonuç alınamadı. Hatta İkinci Edirne Vakası yani Rumeli’de Nizâm-ı Cedîd ortaları kurulması için yapılan teşebbüsün âyanlar tarafından durdurulması, III. Selim’i tahttan indirilmesi ve öldürülmesiyle bitecek olan sürecin başlamasına yol açacaktı. Fransız İhtilali’ne karşı Osmanlı Devleti’nin tutumunu saptamak Osmanlı Devleti, 1789 İhtilalini başlangıçta Fransa’nın bir iç meselesi olarak değerlendirdi. Aslında ihtilalin gelişimi ve getirdiği yeni fikirler hakkında sağlıklı bilgiye sahip değildi. Fransa ile sınır komşuluğu bulunmadığı ve uzak bir ülke olduğu için de tedirginlik duymadı. Hatta 1792 yılından itibaren Fransa karşıtı büyük bir koalisyon ortaya çıktığında da bu durumu bir Avrupa krizi olarak değerlendirdi ve tarafsızlığını ilan etti. Fransa’daki yeni rejimi tanımamakla birlikte İstanbul’da yaşayan kral yanlısı Fransızlara da cumhuriyetçilere de eşit mesafede durdu. Büyük koalisyon karşısında zor durumda kalan Fransa’nın ittifak kurma çabaları dahi, temkinli davranan Osmanlı Devleti’nin tarafsızlığını bozamadı. Ancak 1795 yılında, Prusya ve Hollanda’nın Cumhuriyet Fransa’sını tanımasından sonra Babıali, Fransa’yla resmi temaslara başladı. Hatta bir ittifak antlaşması konusunda neredeyse fikir birliğine varılmıştı. Fakat Napolyon’un 1796’da çıktığı İtalya seferinin sonuçları Osmanlı Devleti’nin, Fransa’ya karşı şüphelerini arttırdı. 1797 Campo Formio Antlaşması ile Osmanlı Devleti’yle sınırdaş olan Fransa’nın Balkanlarda propaganda faaliyetleri rahatsızlığa sebep oldu. Ama iki ülke ilişkilerinin savaşa dönüşmesi 1798 yılında Fransa’nın Mısır’ı işgaliyle olacaktı. 3 4 5 26 Osmanlı Tarihi (1789-1876) Kendimizi Sınayalım 1. III. Selim henüz şehzade iken mektuplaştığı Fransa Kralı aşağıdakilerden hangisidir? a. XIII. Louis b. XIV. Louis c. XV. Louis d. XVI. Louis e. XVII. Louis 2. Osmanlı Devleti’nin tarihinde ilk defa, karşılıklılık esasına göre ittifak antlaşması yaptığı Avrupa devleti aşağıdakilerden hangisidir? a. İngiltere b. Prusya c. Fransa d. İsveç e. Avusturya 3. 1787 yılında başlayan Osmanlı-Rus savaşını bitiren 10 Ocak 1792 tarihli antlaşma aşağıdakilerden hangisidir? a. Küçük Kaynarca Antlaşması b. Ziştovi Antlaşması c. Bükreş Antlaşması d. Karlofça Antlaşması e. Yaş Antlaşması 4. III. Selim döneminde Berlin’e gönderilen ilk ikamet elçisi aşağıdakilerden hangisidir? a. Yusuf Agah Efendi b. Moralı Esseyyid Ali Efendi c. Giritli Ali Aziz Efendi d. İbrahim Afif Efendi e. Mustafa Rasih Efendi 5. Aşağıdakilerden hangisi III. Selim dönemi reformlarından biri değildir? a. İrad-ı Cedid hazinesinin kurulması b. Tersane Eminliği’nin kaldırılması c. Zahire Nazırlığı’nın kurulması d. Avrupa Tüccarı adıyla yeni bir tüccar sınıfının oluşturulması e. Mühendishane-i Bahr-i Hümayun’un açılması 6. 1787 yılında ayânlık kaldırılarak yerine aşağıdakilerden hangisi getirilmiştir? a. Şehir Kethüdalığı b. Voyvodalık c. Muhassıllık d. Mültezimlik e. Naiblik 7. Aşağıdakilerden hangisi III. Selim döneminde Rumeli’de Âyanların çıkardığı isyanlardan biri değildir? a. Kara Mahmud Paşa İsyanı b. Pazvandoğlu Osman İsyanı c. Acemoğlu Ahmed İsyanı d. Yılıkoğlu Süleyman İsyanı e. Tirsiniklioğlu İsmail İsyanı 8. Anadolu’da Nizam-ı Cedid ortalarını kurma görevi aşağıdaki devlet adamlarından hangisine verilmiştir? a. Koca Yusuf Paşa b. Alemdar Mustafa Paşa c. Hakkı Mehmed Paşa d. Kadı Abdurrahman Paşa e. Cezayirli Gazi Hasan Paşa 9. 1789 İhtilali sonrasında Fransa’da Birinci Cumhuriyet hangi meclis döneminde ilan edilmiştir? a. Etat Generaux b. Kurucu Meclis c. Konvansiyon Meclisi d. Yasama Meclisi e. Beşyüzler Meclisi 10. 18 Ekim 1797 tarihli Campo Formio Antlaşması Fransa ile hangi ülke arasında imzalanmıştır? a. Osmanlı Devleti b. İngiltere c. Prusya d. İspanya e. Avusturya 1. Ünite - III. Selim’in Saltanatının İlk Evresi (1789-1798) 27 Yaşamın İçinden Yusuf Agâh efendi Londra’ya vardıktan sonra kendisi için bir ziyafet hazırlanmış olan saraya gider ve orada kalır. Kıralın huzuruna kabulden bir gün önce hediyelerin bir kısmının kıral sarayına gönderilmesi gerektiği kendisine bildirilir. Bunun üzerine elçi renk renk kıymetli kumaşları ihtiva eden bohçaları, mücevher, sorguç ve kahve ve bundan başka gayet süslü esbap takımlarını tercüman vasıtasiyle kırala yollar. Ertesi gün sabahleyin erkenden sefaret alayı ile kıral sarayına hareket eder. Bu alayda hediyelerin en mutenasını teşkil eden atlar alayın önündedir. Elçi, serkâtip ve tercüman ayrı ayrı arabalara binmişlerdir. Sarayın dışında ve içinde dizilmiş bulunan askerler muzika ile elçilik alayını karşılarlar. Sarayın önünde elçi, Feld Mareşal ve hükümetin büyükleri tarafından karşılanır. Beraber yemek yenir. Bundan sonra süslü arabalarla (hintolar) heyet kralın sarayına yollanır. Yollar elçilik heyetini görmek için gelen insanlarla doludur. Heyet güçlükle saraya varır. Elçi bir müddet istirahat ettikten sonra kıralın huzuruna kabul edilir. Kıral müzeyyen bir taht üzerine oturmuştur. Önünde ve arkasında devlet erkânı ve elçiler yer almıştır. Yusuf Agâh efendi name-i hümâyunu başının üstünde tutarak ilerler ve kırala doğru uzatır. Kıral ayağa kalkar ve hürmet ifade eden bir tavırla mektubu alır. Bunun üzerine Türk elçisi, Osmanlı hükümetinin İngiltere hakkındaki teveccüh ve dostluğunu ifade eden kısa bir nutuk söyler. Kıral bu nutuktan memnun olur… Bundan sonra kıralın huzurundan çekilir. Bir müddet kıraliçe ve kızlarına da uğranır. Bu suretle elçinin takdim edilmesi merasimi son bulmuş olur. Kaynak: Karal, Enver Ziya. (1988). Selim III’ün Hattı Hümayunları, Nizam-ı Cedit 1789-1807, Ankara: Türk Tarih Kurumu, s. 176-177. Selim, pek uzun sürmeyen, on üç yaşını doldurmadan sona eren mutlu bir çocukluk geçirdi. Beş yaşındayken yapılan parlak bir merasimle başladığı Kur’an hıfzını (24 Ekim 1766) dört sene içinde itmam etti. Hânedanın uzun seneler sonra dünyaya gelen tek erkek çocuğu olması hasebiyle, tantanalı da geçmesinin beklentisi içinde özellikle kaynaklarda yer verilmesini beklediğimiz sünnetiyle ilgili bir kayda ise rastlanılmamaktadır. Babası III. Mustafa’nın çeşitli kurumlara yaptığı denetim gezilerine iştirak ederek müstakbel bir hükümdar namzedi olarak âdeta tatbikî bir eğitim imkanı buldu ve bunları ileride saygıyla anacağı bir baba hâtırası olarak hâfızasına nakşetti. Babasının vefatı ile (21 Ocak 1774) âniden değişen hayatı, kendisine tahsis edilen dairede amcası I. Abdülhamid’in mülâyemetiyle pek de kötü şartlar altında geçmedi. Hatta I. Abdülhamid’in, annesi Mihrişah Sultan’ı mevcut uygulamaya aykırı olarak hemen eski saraya göndermediğine ve Selim’in yanında kalmasına müsaade ettiğine, bu ruhsatın da halk arasında yeni padişah lehinde olumlu akisler yarattığına dair kaynak değeri itibariyle sağlam addedilmesi icap eden, ancak dikkatlerden kaçmış olan bir kayıt göz önüne alındığında, baba acısının taze olduğu bir eyyamda anne şeatinin sıcaklığı ile teselli bulduğunu söyleyebiliriz. Bununla beraber Selim’in annesiyle olan bu beraberliğin ne zaman sona erdiğine dair herhangi bir bilgiye rastlanmamaktadır. Genç şehzadenin saray dışına çıkma imkânını bulabildiğine dair kayıtlar mevcut olmamakla beraber, dairesi dışına çıktığı, eğitimi sebebiyle hocalarıyla beraber olduğu, Çuhadar Hüseyin Ağa, Ebûbekir Râtib Efendi, Sultanzâde İshak Bey, hekim Lorenzo gibi kişilerle görüştüğü, bunların vasıtasıyla dünyada olup bitenlerden haberdar olduğu, birçok vesile ile çeşitli hediyeler aldığı ve verdiği bilinmektedir. Selim’in on beş sene kaldığı bu mekânı yazdığı şiirlerinde daha ziyade bilinen tanımlamasını öne çıkartarak “kafes olarak nitelemesi; şimşirlik olarak da adlandırılan, kendi deyişiyle, “gam ve keder evi” (külbe-i ahzân) olup, “bülbül kafesi gibi gönül kuşunun yuvası” haline gelen (Oldu bülbül gibi mürg-i dilime lâne kafes) bu şehzade mahpesini nasıl algıladığının da bir nişanesidir. Bununla beraber, divan şiirinin mazmunları içinde ifadesini bulan bu serzenişi daha ziyade 1785’te Sadrazam Halil Hamîd Paşa’nın azli ve idamıyla gelişen ve kendisinin tahta çıkartılması söylentisiyle dramatik boyut kazanan gelişmenin izlerini taşır, bu sebepten ötürü daha sıkı altında kaldığının ve dairesinden dışarı çıkmasının yasaklanması gibi olumsuzlukların etkisini aksettirir. Gerçekten de bu dönemde, dairesinden dışarı çıkması yasaklanmış, beraber büyüdüğü Çuhadar Hüseyin ile ancak daire penceresinden sohbet etme imkânı bulabilmiş, burası Okuma Parçası 28 Osmanlı Tarihi (1789-1876) Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı da bir müddet sonra, Halil Hamîd Paşa olayında önemli bir rol oynamış olan amcasının adamlarından Tersane Emini Selim Ağa tarafından, böyle bir sohbeti engellemek amacıyla duvarla kapatılmıştır. Bu dönemde kendisinin zehirlenerek ortadan kaldırılmak istendiği, bununla vazifelendirilen câriyenin gönlünü kaptırmış olması sebebiyle şehzadeye kıyamadığı gibi söylentiler, isminin halk arasında masalımsı hikâyelerle muhabbet bulduğunun işaretidir. Ancak bu sıkıntılı dönemin fazla uzun sürmediği, ertesi yıl tekrar hareket serbestisine kavuşmuş olmasından anlaşılmaktadır. Nitekim 1787 senesi içinde Fransa Kralı XVI. Louis ile yazışmaya girişmesi bunun işaretidir. Bu konuda kendisine bizzat Fransa elçisi Choiseul Gouier yardımcı olmuş, mektupları müsvette halinde Ebûbekir Râtib tarafından yazılmış, gözden geçirildikten sonra bizzat Selim tarafından temize çekilmiş ve İshak Bey vasıtasıyla Fransa’ya gönderilmiştir. Selim bu mektuplarını “saltanat vârisi” ve “saltanat veliahdı” sıfatlarını kullanmış olarak imzalamıştır. Bu, böyle bir unvanın kendisine mahsus bir imtiyaz olmak üzere ilk defa ve resmen kullanma halidir. Kralın da kendisine aynı sıfatlarla hitap ettiği görülmektedir: “Azametlü haşmetlü şehâmetlü vâris-i serîr-i saltanat-ı Osmânî veliahdı hilâfet-i kâmrânî pâdişah-zâde-i bâ-kemâl-i sütûde-hisâl ulu dostumuz Sultan Selim. Müstakbel bir hükümdar olarak kralın yazdıklarından, özellikle devletin içinde bulunduğu pek parlak olmayan durumuna değinen satırları sebebiyle memnun kalmadığı ve cinas ve ima dolu cevabî bir mektup kaleme almış olarak mukabele ettiği bilinmektedir. Bu muammanın Fransız okur için ne derecelerde anlaşılır olduğu merak konusudur. Bu yazışmaların kendisini Avrupa’daki siyasî havanın, devlete ne gözle bakıldığının acılı da olsa çıplak gerçekleriyle yüzleştirdiği ve bir an önce tahta çıkmak arzusunu daha da güçlendirdiği açıktır. Kaynak : Beydilli, Kemal. (2010). “III. Selim: Aydınlanmış Hükümdar”, Seyfi Kenan (ed.), Nizâm-ı Kadîm’den Nizâm-ı Cedîd’e III. Selim ve Dönemi, İstanbul: İsam Yayınları, s. 28-30. 1. d Yanıtınız yanlış ise “III. Selim’in Şehzadelik Dönemi ve Tahta Çıkışı” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 2. b Yanıtınız yanlış ise “Osmanlı-Prusya İttifakı” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 3. e Yanıtınız yanlış ise “Rusya ile Savaşın Devamı ve Yaş Antlaşması (10 Ocak 1792)” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 4. c Yanıtınız yanlış ise “Diplomasi Alanında Yapılan Reformlar” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 5. e Yanıtınız yanlış ise “Nizâm-ı Cedîd Reformları” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 6. a Yanıtınız yanlış ise “III. Selim Döneminde Âyanlarla Mücadele” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 7. c Yanıtınız yanlış ise “Acemoğlu Ahmed İsyanı” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 8. d Yanıtınız yanlış ise “Nizâm-ı Cedîd Ocağının Kurulması” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 9. c Yanıtınız yanlış ise “1789 Fransız İhtilali ve Osmanlı Devleti” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 10. e Yanıtınız yanlış ise “Campo Formio Antlaşması” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 1. Ünite - III. Selim’in Saltanatının İlk Evresi (1789-1798) 29 Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Sıra Sizde 1 Osmanlı Devleti yüzyıllar boyunca Hristiyan devletlerle bir ittifakın kurulmasına sıcak bakmamış ve ordunun gücünden dolayı bu türden antlaşmalara ihtiyaç duymamıştır. Fakat Avusturya ve Rusya ile savaşın devam ettiği sırada cephelerde yaşanan başarısızlıklar sonucunda, Avrupa devletlerinden biriyle ittifak kurma fikri gündeme gelmiştir. Bu konuda ilk girişim İsveç’le gerçekleşmiştir. Çünkü Ruslarla İsveç arasında Rusların Baltık Denizi’ni kontrol altında politikası yüzünden uzun yıllara dayanan bir düşmanlık vardı. İsveç de tıpkı Osmanlılar gibi Ruslarla savaş halindeydi. İngiltere ve Prusya arabuluculuğu ile başlayan müzakereler, 11 Temmuz 1789’da Osmanlı-İsveç İttifak Sözleşmesi’nin imzalanmasıyla sonuçlandı. Sözleşme, Osmanlı Devleti’nin parasal yardımı karşılığında İsveç’in Ruslarla savaşa devam etmesini ve her iki devletin tek başına Rusya ile barış yapmamasını öngörüyordu. Bu sözleşme, Osmanlılar açısından bir Avrupalı Hıristiyan devletle, karşılıklılık esasına dayanmamakla birlikte, yapılan ilk ittifak antlaşmasıydı. Fakat İsveç, tek taraı olarak, Ruslarla Verala Antlaşması’nı imzaladı ve savaştan çekildi. Osmanlı-İsveç ittifakı beklenen sonucu vermedi. Ama bundan böyle Osmanlı Devleti, dış politikada yaşadığı çatışmalarda bu türden ittifakları, diplomatik bir yöntem olarak benimseyecekti. Nitekim savaş devam ederken Prusya’yla, Mısır’ın Fransızlar tarafından işgalinde Rusya ve İngiltere’yle yapılacak olan ittifak antlaşmaları diplomasi anlayışındaki değişime işaret etmekteydi. Sıra Sizde 2 Rusya ile Grek Projesi ekseninde ittifak kuran Avusturya, 1788 yılında Osmanlı Devleti’ne savaş ilan etmişti. Cephede Osmanlı ordularına karşı elde edilen başarılara rağmen, ilerleyen süreçte Avusturya, Osmanlı Devleti’yle büyük bir kazanç elde edemeden barış yapmak zorunda kaldı. Avusturya’yı barışa zorlayan etkenlerden birisi 1789 Fransız İhtilaliydi. İhtilalin yaydığı fikirler, çok uluslu bir imparatorluk olan Avusturya’nın bütünlüğü için büyük bir tehditti. Nitekim Macarlar ve Sırplar arasında huzursuzluklar ortaya çıkmıştı. Osmanlı Devleti’nin Prusya ile yaptığı ittifak antlaşması da Avusturya’nın barışa yakınlaşmasında etkili oldu. Prusya, Avusturya’ya doğrudan savaş ilan etmese de iki ülke arasında imzalanan Reichenbach Konvasiyonu, Avusturya’nın Osmanlı Devleti’yle barış müzakerelerine başlamasını öngörüyordu. Avusturya’da taht değişikliği de iki ülke arasında barışın yapılmasında etkili oldu. Son olarak Avusturya’nın Yergöğü Savaşı’nı kaybetmesi, Osmanlı ile barış masasına oturmasını kaçınılmaz hale getirdi. Neticede iki ülke arasında tarihlerindeki son savaşı bitiren, Ziştovi Antlaşması 4 Ağustos 1791’de imzalandı. Sıra Sizde 3 Henüz şehzadeliğinde Osmanlı Devleti’nin değişime ihtiyacı olduğunu anlayan III. Selim, tahta çıkmasından sonra Meşveret Meclislerinde, ülkenin kötü gidişatına son vermek için ne yapılması gerektiğine dair devlet adamlarıyla görüş alışverişinde bulunmuştu. Fakat Avusturya ve Rusya ile devam etmekte olan savaş nedeniyle önemli bir adım atılamadı. Savaşın ardından, III. Selim, devlet adamlarından yapılması gereken ıslahatlara dair raporlar yazmalarını istedi. Yirmiden fazla devlet adamı ve iki gayrimüslim birer lâyiha hazırlayarak Sultan’a sundular. Layihalar büyük oranda askerî alanda yapılması gereken ıslahatlarla sınırlı kalsa da birkaç tanesi daha kapsamlıydı. Lâyihalar genel olarak üç kısımda değerlendirilmektedir: Birincisi eski usul ve nizamlarla ordunun ıslahı, ikincisi eski kanun ve nizam diyerek Avrupa ordularının talimlerinin benimsenmesi ve üçüncüsü ıslah edilemeyeceği düşünülen yeniçeri ordusunun bir kenara bırakılarak yeni bir ordunun kurulmasıydı. Sonuçta üçüncü şık benimsenerek, Nizâm-ı Cedîd adıyla yeni bir ordunun kurulmasına karar verildi. Sıra Sizde 4 III. Selim döneminin önemli özelliklerinden biri de uluslararası ilişkilerde diplomasiye daha fazla ağırlık verilmeğe başlanmasıydı. Bunun bir yansıması olarak Avrupa’nın diplomatik usullerinin benimsenmesi için bazı reformlar gerçekleştirildi. İlk olarak savaş halindeki ülke elçilerinin hapsedilmesi uygulamasından vazgeçildi. Avrupa ülkelerinde mevcut olmayan tayinat usulü kaldırıldı. Önemli ticaret şehirlerinde şehbenderlikler (konsolosluk) açıldı. Bir nevi bugünkü dışişleri bakanlığı görevini üstlenen reisülküttaplık kurumunda düzenlemeler yapıldı. Bu kurumda “Mühimme Odası” adında yeni bir büro açıldı. Ama hiç şüphesiz III. Selim döneminin diplomasi alanındaki en önemli reformu Avrupa başkentlerinde ikamet elçiliklerinin açılmasıydı. İlk ikamet elçiliğinin Londra’da açılmasına karar verildi ve ilk elçi olarak Yusuf Agah Efendi tayin edildi. Bu tayinden birkaç yıl sonra Paris, Viyana ve Berlin’e de ikamet elçileri gönderildi. Sıra Sizde 5 Merkezi otoritenin zayıamasıyla birlikte, Osmanlı Devleti Rumeli ve Balkanlardaki eşkıya çeteleriyle de mücadele etmek zorunda kalmıştı. I. Abdülhamid döneminde önce Rusya ve ardından Avusturya ile savaşa girilmesi, eşkıya çetelerinin sayısını ve verdikleri zararları daha da arttırdı. III. Selim’in tahta çıkması ve her iki ülke ile savaşın bitmesinden sonra Dağlı Eşkıyası ile etkin bir mücadele başlatıldı ise de kesin bir sonuç alınamadı. Devletin tavizkar davranması, eş- 30 Osmanlı Tarihi (1789-1876) kıya ile mücadele eden valilere Babıali’nin yeterince destek vermemesi, eşkıyadan bir bölümünün asker kaçağı yani talimli olması, bu çetelerle mücadeleyi zorlaştıran etkenlerdendi. Eşkıya çetelerinin faaliyet alanının genişliği ve coğrafyanın saklanmak için elverişli olması bir başka zorluktu. Fakat eşkıya çetelerine son verilememesinin en önemli nedeni Rumeli ve Balkanlardaki bazı âyanların eşkıya ile iş birliği yapmasıydı. Nitekim II. Mahmud döneminde, âyanların bertaraf edilerek merkezi otoritenin yeniden tesis edilmesinden sonra Dağlı eşkıya çeteleri de ortadan kalkacaktı. Sıra Sizde 6 Campo Formio Antlaşması, 18 Ekim 1797 tarihinde Fransa ile Avusturya arasında imzalanmıştı. Bu antlaşma ile Fransa Yedi Adalara ve Dalmaçya kıyılarına yerleşmişti. Böylece Osmanlı Devleti ile Fransa sınır komşusu olmuştu. Fransa’nın bölgedeki Osmanlı vatandaşı Hristiyanlarına milliyetçilik fikirleriyle etkilemeye çalışmıştı. Osmanlı Devleti, iyi ilişkiler içerisinde olduğu hatta bir ittifak antlaşması konusunda müzakerelerde bulunduğu Fransa’nın, bu girişimlerinden rahatsızlık duymuştu. Napolyon’un Bosna ve Arnavutluk üzerine bir sefer yapacağına dair söylentiler de iki ülke ilişkilerini olumsuz etkilemişti. Osmanlı Devleti ile Fransa arasındaki bu gerginlik, Fransa’nın Mısır’a düzenleyeceği seferle savaşa dönüşecekti. Yararlanılan ve Başvurulabilecek Kaynaklar Beydilli, Kemal. (2007). “Pazvandoğlu Osman”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), C. XXXIV, İstanbul. Beydilli, Kemal. (2007). “Prusya”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), C. XXXIV, İstanbul. Beydilli, Kemal. (2009). “Selim III”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), C. XXXVI, İstanbul. Beydilli, Kemal. (2010). “III. Selim: Aydınlanmış Hükümdar”, Nizâm-ı Kadîm’den Nizâm-ı Cedîd’e III. Selim ve Dönemi, İstanbul. Çelik, Yüksel. (2010). “Nizâm-ı Cedîd’in Niteliği ve III. Selim ile II. Mahmud Devri Askeri Reformlarına Dair Tespitler”, Nizâm-ı Kadîm’den Nizâm-ı Cedîd’e III. Selim ve Dönemi, İstanbul: İsam. Erdoğan, Meryem Kaçan, Meral Bayrak Ferlibaş, Kamil Çolak. (2009). Tirsiniklizâde İsmail Ağa ve Dönemi (1796- 1806), İstanbul: Yeditepe Yayınları. Hayta, Necdet, Uğur Ünal. (2003). Osmanlı Devleti’nde Yenileşme Hareketleri (XVII. Yüzyıl Başlarından Yıkılışa Kadar), Ankara: Gazi Kitabevi. Jorga, Nicolae. (2005). Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, C. V, Nilüfer Epçeli (çev.), İstanbul: Yeditepe Yayınları. Karal, Enver Ziya. (1988). Osmanlı Tarihi V, Ankara: Türk Tarih Kurumu. Karal, Enver Ziya. (1988). Selim III’ün Hattı Hümayunları, Nizam-ı Cedit 1789-1807, Ankara: Türk Tarih Kurumu. Mert, Özcan. (1991). “Âyan”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), C. IV, İstanbul. Özkaya, Yücel. (1983). Osmanlı İmparatorluğunda Dağlı İsyanları (1791-1808), Ankara: Türk Tarih Kurumu Serbestoğlu, İbrahim. (2006). “Trabzon Valisi Canikli Tayyar Mahmud Paşa İsyanı ve Caniklizâdelerin Sonu 1805-1808”, Uluslararası Karadeniz İncelemeleri Dergisi, S. 1, Trabzon. Sertoğlu, Midhat. (2011). Mufassal Osmanlı Tarihi V, Ankara: Türk Tarih Kurumu. Shaw, Stranford J. (2008). Eski ve Yeni Arasında Sultan III. Selim, Hür Güldü (çev.), İstanbul: Kapı Yayınları Soysal, İsmail. (1987). Fransız İhtilali ve Türk-Fransız Diplomasi Münasebetleri (1789-1802), Ankara: Türk Tarih Kurumu. Şen, Adil. (2003). Osmanlıda Dönüm Noktası (III. Selim Hayatı ve Islahatları), Ankara: FCR Yayınları. Uçarol, Rifat. (1995). Siyasi Tarih (1789-1994), İstanbul: Filiz Kitabevi. Ürkündağ, Ayhan. (2015). “Uşaklı Bir Eşkıya: Acemoğlu Ahmet”, Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, C. XVII, S. 2. Yalçınkaya, Alaaddin. (2010). “III. Selim Döneminde Dış Temsilciliklerin Kurulması”, Nizâm-ı Kadîm’den Nizâm-ı Cedîd’e III. Selim ve Dönemi, Seyfi Kenan (ed.), İstanbul: İsam. Yalçınkaya, Alaaddin. (2014). “XVIII. Yüzyıl: Islahat, Değişim ve Diplomasi Dönemi (1703-1789)”, Türkler, C. XII, Ankara. Yalçınkaya, Alaaddin. (2014). “III. Selim ve II. Mahmud Dönemleri Osmanlı Dış Politikası”, Türkler, C. XII, Ankara. 2 Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; Fransa’nın Mısır’ı işgalinin sebepleri, ittifak antlaşmaları, yapılan kara ve deniz savaşlarını açıklayabilecek, Fransa’nın Mısır’ı tahliyesini ve savaşın sonuçlarını özetleyebilecek, Fransa’nın yeniden Mısır’ı işgal planını ve yeni ittifak antlaşmalarını ifade edebilecek, İngiliz donanmasının Marmara Denizi’ne girişini, İskenderiye’yi işgalini ve buraları tahliye sürecini anlatabilecek, III. Selim’in Nizam-ı Cedid düzenine karşı Kabakçı Mustafa İsyanını ve III. Selim’in hâl’inin sebeplerini özetleyebilecek bilgi ve becerilere sahip olacaksınız. Anahtar Kavramlar • Osmanlı Devleti • Fransa • İngiltere • Rusya • Mısır • Napoleon • III. Selim • Kabakçı Mustafa İçindekiler Osmanlı Tarihi (1789-1876) Osmanlı Devleti ve Avrupa Devletler İttfakı (1798-1807) • GİRİŞ • NAPOLEON’UN MISIR’I İŞGALİ VE TAHLİYESİ (1798-1802) • ESKİ MÜTTEFİKLER YENİ DÜŞMANLAR: İNGİLTERE VE RUSYA İLE SAVAŞ (1802- 1807) • KABAKÇI MUSTAFA İSYANI VE III. SELİM’İN TAHTTAN İNDİRİLMESİ (1807) OSMANLI TARİHİ (1789-1876) GİRİŞ 18. yüzyılın son çeyreğinde yapılan Osmanlı Rus ve Osmanlı Avusturya savaşlarında Osmanlı ordusunun gerek teknik gerekse talim bakımından düşman ordularından geri olduğu anlaşıldı. Osmanlı devlet adamları batıda olduğu gibi ordudan başlamak üzere modernleşme yapılmasının gereğini kavradılar. Ancak böyle bir modernleşme barış ortamında ve yabancı bir devletin yardımlarıyla mümkün olabilirdi. Bu nedenle Osmanlı Devleti dış politikasını Fransız dostluğu üzerine bina etti. Öyle ki Osmanlı Devleti’nin varlık ve bekasının yeni bir düzen tesisine bağlı olduğu düşüncesi gündemin ana maddesi olmuştu. Avrupa büyük güçleri ise sömürgecilik faaliyetlerinin bir parçası olarak Osmanlı toprakları dâhil tüm dünyayı bazen anlaşarak bazen de savaşarak aralarında paylaşma yarışına girmişti. Bu dönemde sömürgecilik yarışının en büyük iki aktörü olarak Fransa ve İngiltere, Osmanlı toprağı olan Mısır’a hâkim olmak istedi. Osmanlı Devleti ise bir yandan bu sömürgeci güçlere karşı farklı ittifaklarla egemen olduğu toprakları korumaya çalışırken diğer yandan da önce ordudan başlamak üzere bir dizi reformlar yaptı. III. Selim’in gerçekleştirdiği Nizam-ı Cedid, dâhili isyanlar, harici savaşlar ve nihayet Kabakçı Mustafa isyanı yüzünden sekteye uğradı. Ancak II. Mahmud’un tesis ettiği modern bürokrasi ve devlet, III. Selim’in bina edip önce tahtını sonra da canını feda ettiği yeni düzen tecrübesinin üzerine kuruldu. NAPOLEON’UN MISIR’I İŞGALİ VE TAHLİYESİ (1798-1802) III. Selim, 1789 yılında tahta çıktığında iki yıldır Osmanlı-Avusturya ve Osmanlı-Rusya savaşları devam ediyordu. Bu savaşların Osmanlı açısından amacı Rusya’nın işgal etmiş olduğu Kırım’ı kurtarmak ve Avusturya ile Rusya’nın Osmanlı topraklarını paylaşma projelerine engel olmaktı. Ancak Sultan I. Abdülhamid, Rusların Özi Kalesi’ni işgali haberini alınca üzüntüden vefat etmişti. III. Selim, tahta çıktığında Osmanlı Devleti’nin elinden çıkan ilk İslam toprağı olan Kırım’ın Rusya’nın hâkimiyetinde kalmasına rıza gösteremeyeceğini beyan etti. Öyle ki Anadolu’nun kapısı olan Kırım, Rusların hâkimiyetinde olduğu müddetçe İstanbul da güvende olamazdı. III. Selim, Osmanlı Devleti’nin tek başına iki cephede savaşarak zafer kazanamayacağını kısa sürede anladı. Bunun üzerine Rusya’ya karşı İsveç, Avusturya’ya karşı da Prusya ile ittifak antlaşmaları imzaladı. Bu ittifaklar da çare olmadı ve savaşlar yenilgiyle sonuçlandı. Savaşın sonunda Avusturya ile Ziştovi (1791) Rusya ile de Yaş (1792) antlaşması yapıldı. 1789 yılında gerçekleşen Fransız İhtilali’nden sonra Avrupa monarşileri kendi rejimleri bakımından tehlike olarak gördükOsmanlı Devleti ve Avrupa Devletler İttifakı (1798-1807) 34 Osmanlı Tarihi (1789-1876) leri Fransa kaynaklı düşünceye ve Fransa’ya karşı cephe aldılar. Avrupa’da Fransa ile diğer devletlerarasında bir dizi ihtilal savaşları oldu. Osmanlı Devleti ise Fransa’da tesis edilen yeni rejimle iyi ilişkilerini sürdürdü. Ancak Napoleon Bonaparte’nin (1769-1821) tesiriyle Fransa’nın Osmanlı politikasında önemli bir değişiklik oldu. Avrupa problemler halkasına “Akdeniz meselesi” de eklendi ve ana gündem olmayı sürdürdü. Napoleon’un Mısır Seferine Başlaması ve Buna Karşı Büyük Güçlerin İlk Tepkileri Mısır’ın işgali uzun süreden beri Fransa’nın gündeminde idi. Nitekim Alman Filozofu Wilhelm Leibnitz, Fransız kralı XIV. Louis’e Alman-Fransız çekişmesi yerine Osmanlı Devleti’ne karşı yürütecekleri bir savaşın neticesi olarak Mısır’ın işgali, idaresi ve Fransa’ya kazandıracağı imkânları konu alan bir rapor takdim etmişti (1672). Proje yürürlüğe girmemişti, ancak bu rapor siyasi bir metin ve düşünce olarak siyaset edebiyatında yer almıştı. Öte yandan Yedi Yıl Savaşları (1756-1763), sömürgecilik ve deniz yollarını kontrol savaşı idi. Avrupa kıtası dışında uluslararası sularda devam etmesi nedeniyle ilk dünya savaşı olarak kabul edilmektedir. Bu savaşta İngiltere, Fransa’ya karşı üstünlük sağlamıştı. 1796 yılında Fransa’nın İtalya seferine başkumandan atanan Napoleon, bu seferden zaferle dönmüştü. Napoleon’un 17 Ekim 1797’de Avusturya ile yaptığı Campo Formio Antlaşması’nın beşinci maddesiyle Venedik’e ait olan ve Türk tarihinde Yedi Ada, Cezayir-i Yunaniye veya Cezayir-i Seb’a-i Müctemia denilen Corfu, Zanta ve diğer adalar Fransa hâkimiyetine geçmişti. Napoleon bu adaların hâkimiyetini bir müttefik olarak Osmanlı Devleti’ni takviye etmek veya topraklarını paylaşmak için stratejik bakımdan fevkalade önemsemişti. Napoleon’un Venedik’e ait Yediada’yı ve Dalmaçya’nın civar sahalarını işgali neticesinde ilk defa olarak Osmanlı Devleti ile Fransa komşu olmuştu. Fransızların, Yunanlıları ve Arnavutları istiklal ve isyana teşvik etmeleri ve bu yönde bir beyannamenin ele geçirilmesi Osmanlı Devleti’ni endişeye sevk etmişti. Fransa, bu sırada İngiltere’yi yenebilmek ve Akdeniz hâkimiyeti için Mısır’ın ele geçirilmesini de gündeme almıştı. Wilhelm Leibnitz’den sonra 1760 yılında Duc de Choiseul de Mısır’ın Fransa’ya ilhakına dair bir proje hazırlamıştı. İtalya seferinden 5 Aralık 1797’de Paris’e dönen Napoleon, Hariciye Nazırı Talleyrand ile bu son proje üzerinde çalıştı. Bu ikilinin kafasındaki en önemli proje Mısır’ın işgaliydi. Fransız hükümeti reisi Directoire ile kamuoyunun tek düşüncesi ise İngiltere’nin yenilgiye uğratılmasıydı. Napoleon’a göre denizlere hâkim olmadan İngiltere’ye karşı yapılacak bir çıkarma başarısız olacaktı. Bu yüzden de İngiltere’yi Hindistan’da vurmak ve onun Hint ticaretini sekteye uğratmak Fransa için daha makul bir seçenek olacaktı. Napoleon’un büyük doğu hayali Mısır ve Suriye’nin işgalinden sonra Hindistan’a gidip İngiltere’yi orada vurmak ya da Mısır ve Suriye’nin işgalinden sonra Anadolu’ya yönelip oradan İstanbul’a hâkim olmaktı. Buradan Avrupa’ya geçerken de Avusturya hanedanını ortadan kaldırmaktı. Ancak her ne olursa olsun Mısır’ın işgali mutlaka gerçekleştirilmesi gereken bir hedefti. Mısır, Hindistan’daki sömürgelerden daha kârlı bir projeydi. Mısır’ın işgaline muhalefet edilmesine rağmen Napoleon ile Talleyrand Osmanlı Devleti’nin bu emrivakiyi kabulleneceği, İngiltere’nin Hint ticaret güzergâhının vurulacağı ve Mısır’da Fransızlara zarar veren Kölemen (Memlûk) beylerini cezalandıracakları gibi birtakım iddialar ileri sürdüler. Napoleon 38.000 kişilik bir orduyla 19 Mayıs 1798 tarihinde Tulon Limanı’ndan yola çıktı. Bu askerlerin 24.000’i piyade, 4.000’i süvari, 3.000’i topçu ve diğer sınıflara mensuptu. Ayrıca 50 savaş gemisi ile yaklaşık 500 nakliye gemisi vardı. Napoleon da Orient adlı amiral gemisinde bulunuyordu. Kölemen beyleri: Meklûklar, 1250 ila 1517 yıllarında Mısır ve çevresinde hüküm süren bir Türk devleti idi. Bu devletin Kafkasya kökenli kölelerden tertip ettiği ve özel eğitim verdiği muhafız birliklerine mensup kişiler zamanla farklı bölgelerde güçlenmiş ve nüfuz kazanmıştı. 2. Ünite - Osmanlı Devleti ve Avrupa Devletler İttifakı (1798-1807) 35 Seferin başlama tarihinden yaklaşık 25 gün sonra 12 Haziran 1798’de Malta Adası işgal edildi. Napoleon, Malta Adası’nı üst edinen ve savaşçılık yönü yüksek olan Katolik Saint Jean şövalyeleri tarikatını ilga etti. Napoleon, Malta’da bulunan hapishanelerdeki Müslüman esirleri serbest bıraktı. Napoleon’un niyeti işgal etmeyi planladığı Mısır ve diğer bölgelerdeki Müslüman âleminde kendisi hakkında iyi bir algı oluşturmaktı. İngiltere ise 14 büyük gemiden oluşan bir donanmayı Fransız donanmasını takip için yola çıkarmıştı. Osmanlı Devleti de İngiliz donanmasına uğrayacağı Osmanlı limanlarında yiyecek ve içecek verilmesi talimatı vermişti. İngiliz donanma komutanı Nelson, İskenderiye Limanı’na geldiğinde Fransızların Mısır’a çıkarma yapacaklarını ikaz etmiş, Mısır ileri gelenleri Nelson’un donanmasını limana almayarak “Bu belde Devlet-i Âliyye’nin malındandır. Burada Fransızların filan işi yok. Siz de işinize gidin” demişlerdi. Napoleon ise Malta’ya 3.000 kişilik bir kuvvet bırakarak 1 Temmuz 1798 tarihinde İskenderiye Limanı’na geldi. Napoleon, İskenderiye Limanı’na gelmeden önce tüm gemilerde ilan ettiği beyannameyle halkın kölemenlerle birlikte hareket etmemeleri için inançlarına ve geleneklerine saygı duyulmasını istedi. Malta’da olduğu gibi Mısır’da da halkın nabzına göre şerbet verilecekti. Bu sırada İskenderiye Limanı’nda bulunan Riyale adlı Tük gemisinin kaptanı İdris Bey, Napoleon’a mülazım kaptanı göndererek niçin donanmasını limana demirlediğini sordurdu. Fransız generalin cevabı “Benim kimseye zararım yoktur. Düşmanımız olan İngilizler Hindistan’ı almış bulunduklarından onu kurtarmağa gidiyorum. Bütün dünya ile düşman olsam, Osmanlılar ile dostum” şeklinde oldu. Bu sırada devlet adamlarının bir kısmı Fransa’ya hemen savaş açılmasına taraftar idi. Ancak III. Selim, sefer hazırlıklarında hızlı, savaş ilanında ise yavaş davranılmasını ve vakit kazanılmasını istedi. Çünkü Rusya ve Avusturya’ya karşı altı yıllık savaş devri her bakımdan orduyu ve ülkeyi yıpratmıştı. Bu bakımdan III. Selim serhat bölgelerinde tahkimat yapılması ve savaş ilanı hususunun meşveret meclisinde tartışılıp karara bağlanmasını emretti. Rusya ise Çar I. Petro’nun (Büyük/Deli Petro) temelini attığı siyaseti takip ediyordu. Rusya, Osmanlı topraklarındaki Ortodoksların himayesini almış, ancak İstanbul ve boğazlar ile Mora bölgesindeki hedeflerini gerçekleştirememişti. Şimdi Fransa, Mora yarımadasında Rusya’nın hedeflerini gerçekleştirmekteydi. Bu yüzden de Rusya, kendi çıkar ve hedeflerinin tehlikede olduğunu düşünüyordu. İngiltere de en büyük rakibi Fransız donanmasını Akdeniz’de takip ediyordu. İki ülke de Osmanlı Devleti ile Fransa’ya karşı bir ittifak yapmak istiyordu. Görüldüğü gibi Fransa, İngiltere ile uluslararası sularda bir hâkimiyet ve sömürgecilik savaşına girmişti. Bu mücadelenin bir parçası olarak Fransa İngiltere’nin Akdeniz ve Hindistan sömürgeciliğine ve ticaretine darbe vurmak, bu güzergâhta hâkimiyet tesis etmek ve Mısır’ı sömürge imparatorluğuna katmak istiyordu. Fransa’nın bu hamlesi hem İngiliz hem de Rusya’nın çıkarlarını zedeleyeceği için iki ülke de Osmanlı Devleti ile ittifak yapma ihtiyacı hissetmişlerdi. Osmanlı Devleti ise dost bir ülkenin topraklarını işgaline karşı acil savaş hazırlıklarına ve ittifak arayışına girişmiş ancak savaş ilanında yavaş davranarak bu hazırlıklar için zaman kazanmaya çalışmıştı. Fransa’nın Mısır seferine başlaması ve buna karşı verilen ilk tepkileri izah ediniz? 1 36 Osmanlı Tarihi (1789-1876) Napoleon’un İskenderiye ve Kahire’yi İşgali ve Yayımladığı Beyannamesi Yukarıda ifade edildiği gibi İskenderiye Limanı’na gelmiş olan Napoleon, İskenderiye Limanı civardaki Merabit Koyu denilen yerden karaya çıkarma yaptı. Fransız birlikleri kale civarında bulunan yaklaşık 600-700 kişilik yeniçerileri mağlup ettikten sonra kaleyi muhasara etti. Bu işgal girişimine halkın ve yerel güçlerin karşı koyması üzerine şiddetli çarpışmalar oldu ve her iki taraf da çok sayıda kayıp verdi. Mısır güçlerinin isteği üzerine müzakere kararı alındı ve Napoleon 2 Temmuz 1798’de İskenderiye’yi işgal etti. Napoleon, şehrin ileri gelenlerine “Ben yurdunuzu yağmalamaya ve yahut Osmanlı Devleti’nin elinden almaya gelmedim. Maksadım, memleketi kölemenlerin zulmünden kurtarmak ve Fransızlara ettikleri hakaretlerin intikamını almaktır” şeklindeki beyanıyla gerçek niyetini gizledi. Ayrıca herkesin memuriyetine devam edeceğini, cami ve mescitlerin açık olacağını, ibadetin serbestçe yapılacağını, mal ve can güvenliğinin sağlanacağını vaat etti. Napoleon bu işgalin akabinde siyasi tarih bakımında oldukça ilginç bir beyanname neşretti. Aşağıda detaylarını vereceğimiz bu beyannameden de anlaşılacağı gibi Napoleon’un amacı Mısır’ın yerel güçleri olan kölemenlerin nüfuzunu kırmak, bu sırada halka Osmanlı Devleti’nin müttefikiymiş gibi görünmek ve ardında da Osmanlı hâkimiyetine son verip Mısır’ı Fransız sömürgesi yapmaktı. Osmanlı Devleti ise bir yandan ittifak antlaşmaları, diğer yandan da serhatlerde tahkimat ve savaş hazırlıkları yapmaya devam ediyordu. Bu durumu fırsat bilen Napoleon ise işgal bölgelerinde Osmanlı Devleti’nin dostu bir ülkenin komutanı algısını işleyerek tepkileri kırmayı planlıyordu. Resim 2.1 Napoleon’un Mısır Seferi, 1798. Kaynak: http://www. emersonkent.com/ images/napoleon_ egypt_syria_1798.jpg 2. Ünite - Osmanlı Devleti ve Avrupa Devletler İttifakı (1798-1807) 37 Napoleon bu beyannamesinde; “(…) Ne yazık ki, bunca zamandan beri Abaza ve Çerkez memleketlerinden getirilmiş olan bu kölemenler bütün dünyada misli bulunmayan iklimlerin en güzeli Mısır’ı fesada veregelmişlerdir ve her şeye kadir olan Allah’ın iradesi ise onların mülk ve devletlerinin sona ermesiyle ilgilenmiştir. Ey Mısırlılar benim bu tarafa sadece sizin dininizi ortadan kaldırmak için gelmiş olduğumu telkin ediyorlar. Bu, açık bir yalandır. Bunu doğru olarak kabul etmeyiniz ki benim bu taraflara gelişim ancak sizin hakkınızı zalimlerden alıvermek içindir. Ben bu kölemenlerden daha fazla Allaha ibadet ve peygamberi Muhammed (A.S)’e ve Kur’an-ı Kerim’e hürmet ederim. (…) Eskiden Mısır’da büyük şehirler, geniş limanlar vardı. Ticareti çoktu, bunları hep kölemenler ortadan kaldırmıştır. Ey hadikar, şeyhler, imamlar, çorbacılar ve beldeler ayanı cemaatlerinize ve neferlerinize şunu söyleyin ki, Fransızlar halis Müslümanlardan sayılırlar. Bunun isbatı da şudur. Fransızlar Hristiyanları Müslümanlarla daima savaşa kışkırtan papanın taht kurduğu kızıl elmaya varıp tahrip etmişlerdir. Sonra Malta Adası’nı alarak Müslümanlarla savaşı vazgeçilmez ve herkesin yapması gereken bir din borcu sayan şövalyeleri oradan kovup uzaklaştırmışlardır. Bunlarla beraber İslam padişahı Fransızların halis dostu olup düşmanına düşmandırlar (…)”. Napoleon, yalanlarla dolu bu beyannamesinin devamında emirlerini sıraladı. Buna göre; Fransız askerleri bir yerden geçerken üç saatlik mesafedeki yerleşim yerlerinden üç temsilci gelip itaatlerini bildirecek ve o köylere Fransız bayrağı çekilecek, Fransızlara karşı koyan köyler tamamen yakılacak, Fransızlara itaat eden köyler Fransa’nın dostu olan İslam padişahının sancağını da çekecek, her beldenin ileri gelenleri kölemenlerin tüm mal ve mülklerine el koyarak kaybolmasına izin vermeyecekti. Ayrıca Napoleon, şeyhlerin, kadıların, imamların ve halkın da camilerde yüksek sesle “Osmanlı Devleti’nin ve Fransız askerinin kudretinin devamına dua ve kölemenlere lanet etsinler” şeklinde talimat verdi. Beyannamedeki bu iddialar yalandı, yüzyıllardır süren Osmanlı-Fransız dostluğuna ihanetti ve Osmanlı Devleti’nin egemen olduğu bir toprak parçasını işgaldi. Fransız filozof, tarihçi ve politikacı Volney, 1788 yılında yayımladığı eserinde Mısır’a hâkim olabilmek için İngiltere, Osmanlı Devleti ve Mısır’ın Müslüman halkıyla mücadele edilmesi gerektiğini ileri sürmüştü. Bu eseri okumuş olan Napoleon, bu üç kuvvetten İngiltere ile mücadele ederken diğer iki gücü ise biraz tehdit, biraz tatlı yalanlarla alt etmeyi planlıyordu. Ancak Volney haklı çıktı, Osmanlı Devleti de Mısır halkı da bu işgale ve yalanlara kanmadı. Napoleon bu beyannameden sonra Mısır Valisi Lokmacı Ebubekir Paşa’yı kendisine itaat etmeye davet etti. Mısır’ın vergi işlerini yürütmek üzere mevcut memurları görevden alarak buralara Fransız memurlar atadı. İskenderiye’nin muhafazası için 3.000 kişilik bir askeri birlikle General Kleber ve Menou’yu burada bırakarak 4 Temmuz 1798’de orduya Kahire’nin işgali emrini verip 7 Temmuz’da da kendisi orduya katıldı. Bunun üzerine Mısır Valisi Abubekir Paşa yerel beylerden başta Murat Bey olmak üzere Mısır beyleri, Kahire kadısı ve şehrin ileri gelenlerinin katılımıyla toplantı yaptı. Bu toplantıda Mısır’daki Fransız tüccarların tutuklanması, mallarına el konulması ve Fransızlara karşı mücadele kararı alındı. Napoleon ise İstanbul’da bulunan elçi vasıtasıyla bu savaşın amacının kölemenleri dize getirmek ve İngiltere ticaretini sekteye uğratmak olduğu gerekçesini ileri sürerek Osmanlı Devleti’nin savaşa kalkışmamasını telkin ve teklif ediyordu. Osmanlı Devleti ise Fransa’nın düşmanları olan İngiltere ve Rusya ile ittifak görüşmelerine paralel olarak serhatlerde tahkimat ve savaş hazırlıklarını sürdürüyordu. Napoleon’un yaklaşık 30.000 kişilik muntazam ordusu, Kahire’nin dışında Murat Bey komutasındaki yerel Kölemen süvarileri, piyade yeniçeriler ve Kahire’den toplanan asker- 38 Osmanlı Tarihi (1789-1876) lerden oluşan yaklaşık 20-25.000 kişilik Mısır ordusunu yendi. Ehramlar (Piramitler) denilen bu savaşı da kazanan Napoleon, İskenderiye’den sonra Kahire’yi de 21 Temmuz 1798 tarihinde işgal etti. Bir gün sonra yayımladığı beyannameyle de “(…) Ben Memluk kavmini yıkmaya ve memleketin ticaretini ve yerlileri himaye için geldim. (…) Aileleriniz, evleriniz, mallarınız ve bilhassa sevgi beslediğim Peygamberinizin dini hususlarında hiç endişeye düşmeyiniz (…)” şeklindeki inandırıcı olmayan ifadelerle halkı yanına çekmeye çalışıyordu. 24 Temmuz’da şehre gelen Napoleon, bir yandan bu algıyı işlerken diğer yandan da Mısır beylerinin ailelerini sıkıştırıp savaş sırasında yağmacıların gasp edemedikleri tüm servetlerini ele geçirdi, ardından da yağmacıların gasp ettiği eşya ve paraların peşine düştü. Ayrıca Kahire kalesinde bulunan Darphane’yi çalıştırarak III. Selim adına para bastırdı. Görüldüğü gibi Napoleon, Mısır seferinde ilk olarak Malta Adası’nı işgal edip hapishanelerdeki Müslümanları serbest bırakarak kendini ve Fransa’yı Osmanlı Devleti ve İslam dostu olarak göstermek istemişti. Napoleon, Mısır’da İskenderiye ve Kahire’yi işgalden sonra bir adım daha ileri giderek kendisini ve tüm Fransız halkını Osmanlı Devleti’nin dostu, hatta aynı dinin mensubu gibi takdim etmiştir. Kahire’yi işgalden sonra Kahire Kalesi’nde III. Selim adına para bastırmış, camilerde yapılan mutat ibadetlerde Osmanlı ve Fransız ordusu için dua edilmesini istemiştir. Bu algı operasyonu Napoleon’un Mısır’ı fiili olarak işgal ve sömürgeleştirme projesinin doğal bir parçasıydı. Fransa’nın İskenderiye ve Kahire’yi işgalini izah ediniz? Osmanlı Devleti’nin Fransa’ya Savaş İlanı ve İttifak Antlaşmaları Napoleon, Kahire’yi işgal ettiği sırada Fransız donanmasına ait büyük gemiler İskenderiye Limanı’nın doğusunda yer alan Abukır Kalesi’nin karşısında, küçük savaş ve nakliye gemileri ise İskenderiye Limanı’nda bulunuyordu. Büyük savaş gemileri arasında yarım dünya denilen ve üstünde 180 top bulunan 3 ambarlı Orient adlı amirel gemisi de vardı. İngiliz donanması ise Akdeniz’de Fransız donanmasını aramaya devam ediyordu. Nitekim İngiliz amiral Nelson kumandasındaki İngiliz donanması 1 Ağustos 1798’de ansızın Fransız donanmasına saldırarak Fransızların 10 büyük gemisinden 9’unu ele geçirdi. Ori2 Resim 2.2 Napoleon’un Mısır’da yayınladığı Arapça beyannamesi. Kaynak: http:// im.haberturk. com/2015/06/30/ ver1435642213/1096961 2. Ünite - Osmanlı Devleti ve Avrupa Devletler İttifakı (1798-1807) 39 ent adlı gemi de yandı. Öyle ki bu baskından 2 kalyon, 2 fırkateyn, 2 korvet ve 2 bomba gemisi kaçmak suretiyle kurtuldu. Nelson İskenderiye’yi muhasara için donanmayı buraya bırakıp hasar gören gemilerini tamir için Sicilya’ya gitti. Bu arada İspanya Fransa’nın Portekiz ise İngiltere’nin müttefikiydi. Öyle ki İngilizlere yardım için bir Portekiz donanması da Mısır açıklarına gelmiş ve Abukır Deniz Savaşı bittiği için Nelson ile buluşmak üzere Sicilya’ya hareket etmişti. Napoleon, 15 Ağustos 1798’de Kahire’ye döndü. Fransız donanmasının ana kara ile irtibatı kopmuştu. Napoleon Mısır’a gelirken yanında hemen hemen her alanda uzman bilim insanlarını da getirmişti. Fransız örneğine uygun olarak 20 Ağustos 1798’de Mısır Enstitüsü’nü (Institut d’Egypte) kurdu ve Mısır medeniyeti araştırmalarını başlattı. Bu araştırmaların sonucu olarak 1809-1822 yılları arasında 10 ciltlik “Description de I’Egypte” adlı eser neşredildi. Bir yandan da Akdeniz’e Kızıldeniz’den bir kanal açılması ve diğer iktisadi tedbirleri almaya başladı. Napoleon, Nil Nehri’nin yükselmesi üzerine şenliklere katılıyor, büyük törenler düzenlemek suretiyle mevlitler okutuyordu. Hatta Mısır halkına şirin görünmek için Osmanlı kıyafetleri bile giyerek geziyordu. Napoleon’un bu sahte şirinliklerine rağmen ağır vergiler salması, Murat Bey’in adamı olduğu gerekçesiyle pek çok kişiyi idam ettirip mallarına el koyması, yol yapma gerekçesiyle pek kişinin evi ve mahallenin mescitlerini yıktırması halkın Napoleon’a ve Fransızlara tepkisine sebep oluyordu. Bu sırada Balkanlarda Pazvandoğlu, Hicaz’da Vahhabi isyanları devam ediyordu; hazinede finans darlığı vardı; ordu böyle bir savaşa hazırlıksızdı; Fransa’nın Osmanlı Devleti’nin diğer topraklarına da saldırma ihtimali vardı. Bu yüzden Osmanlı Devleti, savaş ilanı kararında acele etmedi ve hazırlıkların tamamlanması için bekledi. Konuyla ilgili hem Babıali’de hem de şeyhülislamlık konağında meşveretler yapıldı. 30 Ağustos 1798 tarihinde uzun süre Mısır valiliği yapmış ancak sadaretinde gerekli tedbirleri alamamış olan Sadrazam İzzet Mehmed Paşa ile onun yakın müttefiki Şeyhülislam Dürrizade Arif Efendi azledildi. Bu ikilinin yerine vezaret rütbesiyle İzzet Ahmed Paşazade Abdullah Bey sadaret kaymakamı, Âşir Efendi de şeyhülislam atandı. Sadaret mührü ise eşkıya takibinde başarıları olan Erzurum Valisi Yusuf Ziya Paşa’ya verildi. Osmanlı Devleti, 2 Eylül 1798 tarihinde de Fransa’ya savaş ilan edip İstanbul’daki Fransız maslahatgüzarı ve elçilik memurlarını Yedikule’ye hapsetti. Öte yandan Rusya ve Osmanlı Devleti arasında ittifak görüşmeleri henüz sonuçlandırılmamışken Rus donanması Karadeniz önlerine gelmişti. Bu emrivaki karşısında Osmanlı Devleti 5 Eylül 1798 tarihinde Rus donanmasının Karadeniz boğazından geçip Büyükdere önlerine demirlemesine izin verdi. İlmiye ricalinden İbrahim İsmet Bey ile Rus elçisi Vasili Tamara arasında ittifak görüşmeleri hızlandı. Aşağıda Birleşik Yediada Cumhuriyeti bahsinde izah edileceği gibi 19 Eylül 1798 tarihinde de Osmanlı ve Rusya donanması Mora ve Arnavutluk sahillerini savunmak üzere bölgeye gitti. Napoleon bu aşamada yeni bir algı operasyonuna girişti. Bu yeni propagandaya göre, ilkçağlardan buyana bayındır ve müreffeh olan Mısır’ı Türkler bu hâle getirmiş, kendisi ise Mısır halkını çok kötü olan Türk idaresinden kurtarmaya gelmişti. Ancak Napoleon’un bu son hamlesinin halk üzerinde hiçbir tesiri olmadı. Bunu anlayan Napoleon da yeni birtakım emniyet tedbirleri alma yoluna gitti. Şöyle ki mahalle başlarındaki büyük kapılar yıkıldı, yollar genişletildi ve şehrin etrafındaki tahkimat güçlendirildi. Bu durum halkın tepki ve endişesini bir kat daha artırdı. Son olarak 21 Ekim 1798 tarihinde halka salınan yeni bir vergi isyan fitilini ateşledi. Üç gün süren isyanda iki bin Fransız, üç bin kişi de halktan öldü. Napoleon üç günün sonunda isyanı şiddetle bastırdı. İsyanın liderlerini idam ettirdi ve Cami-i Ezher’i yağmalattırdı. Ardından da halkı yatıştırmak için af ilan etti. Yusuf Ziya Paşa: 1798 yılından 1805 yılına kadar 6 sene 7 ay 25 gün sadaret hizmetinde kalan Yusuf Ziya Paşa, aslen Gürcü olup İmrahor Mustafa Paşa’nın kölelerinden biridir. Halil Hamid Paşa’nın maiyetine girip paşanın silahtarı, 1798’de de vezaret rütbesi verilerek Erzurum Valisi oldu. Bu görevi sırasında da sadarete atandı. İbrahim İsmet Bey: I. Abdülhamid devri Eğriboz muhafızı Raif İsmail Paşa’nın oğlu, Tanzimat devri şeyhülislamlarından Arif Hikmet Beyefendi’nin babası olup III. Selim’in reformcu devlet ricalinden idi. Kadıaskerlik ve Nakibüleşraflık hizmeti de yapan İbrahim İsmet Bey mükâleme meclisi üyesi olarak yabancı elçilerle uluslararası meseleleri ve ittifak şartlarını da görüşmekteydi. 40 Osmanlı Tarihi (1789-1876) Osmanlı Devleti tek başına savaşı kazanamayacağını biliyordu. Bu yüzden de ittifak teklif eden Rusya ve İngiltere ile anlaşmak ve onların savaş gücünden de yararlanmak istiyordu. İbrahim İsmet Bey ve Rus elçi Vasili Tamara biri açık diğeri gizli iki antlaşmayı imza ettiler. Açık olan antlaşma 14 maddeden ibaretti ve antlaşmanın özü karşılıklı olarak toprak bütünlüklerini garanti altına almaktı. Nitekim bu düşünce 23 Aralık 1798 tarihli antlaşmada “Bir tarafın dostu taraf-ı ahirin dostu ve kezalik bir cânibin düşmanı cânib-i ahirin düşmanı ola” şeklinde ifade edilmişti. Bu ittifak anlaşmasına kadar Osmanlı Devleti, uluslararası ilişkilerde kendi başına hareket etmeyi genel bir prensip olarak uygulamıştı. Ancak bu antlaşmayla Avrupa devletlerinin benimsediği ittifaklar sistemine dâhil oldu. Bu antlaşma Rusya ile yapılmış ilk dostluk antlaşması idi. Esasen Hristiyan bir devletle ittifak yapılmasına kamuoyunun da hazırlanması gerekiyordu. Üstelik ittifak yapılan devlet Kırım gibi bir İslam toprağını işgal etmiş düşman bir ülkeydi. Bu yüzden üst düzey ilmiye ve devlet ricali konuyla ilgili bir mazbata hazırlayıp imzaladı. Konuyla ilgili fetva alındı. Buna rağmen Rus donanmasının boğazlardan geçişi halk tarafından hoş karşılanmadı. III. Selim ve ittifakı gerçekleştiren devlet ricalinin kamuoyu nezdinde itibarı zedelendi. Osmanlı Devleti bu antlaşmayla Rusya’nın da kendisine saldırma ve iki ateş arasında kalma ihtimalini bertaraf etmişti. Rusya bakımından da bu antlaşma pek çok yenilik içeriyordu. Öyle ki Rus donanması ilk kez boğazlardan geçerek Akdeniz’e ulaştı ve Akdeniz’de ticaret yapma imtiyazı elde etti. Osmanlı İngiliz antlaşmasının şartlarını Osmanlı Devleti adına ilmiye ricalinden İbrahim İsmet Bey ile reisülküttap Atıf Bey, İngiltere adına da İngiliz elçi Spencer Simit yürüttü. İngiltere, Osmanlı Devleti ile Rusya arasında yapılan ittifak antlaşmasının aynı hükümlerini kabul etti. 5 Ocak 1799 tarihli antlaşma 13 madde idi. Antlaşmanın en dikkat çeken maddesi onuncu maddeydi. Bu maddeyle Osmanlı Devleti, Fransa’ya Akdeniz’de bütün limanları kapayacak, Fransızları Mısır’dan kovmak için 13.000 kişilik bir ordu hazırlayacak, İngiltere ise hem donanma hem de askerleriyle Fransızların Mısır’dan atılması için Osmanlı Devleti’ne yardım edecekti. Bu ittifak antlaşmasından birkaç gün sonra 21 Ocak 1799 tarihinde de Osmanlı Devleti ile İki Sicilya Krallığı arasında bir ittifak antlaşması imzalandı. Böylece Fransa’nın Mısır seferine karşılık dört ülkeden oluşan bir ittifak grubu oluştu. Bu grup tarihte “ikinci küme” olarak adlandırıldı. İttifak antlaşmalarının imzalamasından sonra ilk olarak Rus ve Osmanlı donanması Venediklilerden Fransızların eline geçmiş olan Yedi Ada’yı Şubat 1799’da ele geçirdi. Bu harekete karadan da Tepedelenli Ali Paşa destek verdi. Bu Yedi Ada; İtaki, Ayamavro, Kefalonya, Korfo, Zanta, Pakso, ve Çuka idi. Ayrıca Preveze, Pargo, Potrinto (Butrinto) kaleleri de ele geçirildi. 21 Mart 1800 tarihinde 12 maddelik bir sözleşmeyle Osmanlı Devleti’nin himayesinde ve Rusya’nın kefaletinde Birleşik Yediada Cumhuriyet kuruldu. Bu özerk devletin sınırları eski Venedik toprağı olan ve Fransa’dan ele geçirilen yedi adayla Mora yarımadası ve Arnavutluk sahilindeki bütün adaları kapsayacaktı. Bu özerk devletin tam adı ise “Cezair-i Seb’a-i Müctemia Cumhuru” olacaktı. Bu devlet üç yılda bir Osmanlı Devleti’ne 75.000 kuruş cizye verecekti. 9 Temmuz 1807 tarihinde Rusya, Tilsit Antlaşması’nın gizli 2. Maddesi uyarınca Yediada Cumhuriyeti üzerindeki haklarından Fransa lehine feragat etti. Bunun üzerine Fransa 17.000 kişilik bir ordu göndererek adayı yeniden işgal etti. Osmanlı Devleti bu sırada iç karışıklıklar ve Rusya ile devam eden savaş nedeniyle bu işgale karşı çıkamadı. Böylece Osmanlı Devleti’ne bağlı olarak kurulan bu devlet yaklaşık 7 yıl Osmanlı hâkimiyetinde kaldıktan sonra bu kez Fransa’nın işgali ve hâkimiyetine geçmiştir. Görüldüğü gibi Fransa’nın Mısır Seferi, Avrupa güçleri arasında süregelen büyük problemlere “Akdeniz problemi” olarak bir yenisini daha ekledi. Fransa’yı Akdeniz’den atmak amacıyla Osmanlı Devleti, Rusya, İngiltere ve İki Sicilya Krallığı arasında ittifak 2. Ünite - Osmanlı Devleti ve Avrupa Devletler İttifakı (1798-1807) 41 antlaşmaları imzalandı ve ortak düşmana karşı çeşitli savaşlar yapıldı. Avrupa siyaseti üç yıl boyunca ağırlıklı olarak Akdeniz problemi üzerine yoğunlaşmak zorunda kaldı. Osmanlı Devleti, tek başına siyaset yapma geleneğine son vererek Avrupa devletler ittifakına girdi. Osmanlı Devleti’nin himayesinde ve Rusya’nın kefaletinde kurulan Birleşik Yediada Cumhuriyet 7 yıllık bir aradan sonra Fransa’nın işgali ve hâkimiyetine geçmiştir. İngiltere’nin Abukır Deniz Zaferi, Osmanlı Devleti’nin Fransa’ya savaş ilanı ve ittifak antlaşmalarını izah ediniz? Osmanlı Devleti’nin Akka Zaferi ve Fransa’nın Suriye ve Mısır’ı Tahliyesi Osmanlı ve Rus donanmasına Tepedelenli Ali Paşa’nın karadan destek vermesiyle Doğa Akdeniz’den kovulan Fransızları Mısır’dan da atmak için hazırlıklar yapıldı. Bu kapsamda 10 Ocak 1799’da Cezzar Ahmed Paşa, Şam ve Trablus eyaletleri, Kudüs ve Nablus Sancakları ile Hac emirliği üzerinde olmak üzere Mısır Seraskerliğine atandı. Cezzar Ahmed Paşa’nın esas görevi Mısır’ı Fransız işgalinden kurtarmaktı. Ayrıca Tırhala Mutasarrıfı Köse Mustafa Paşa’nın da büyük bir orduyla deniz yoluyla Mısır’a gönderilmesi kararlaştırıldı. Sadrazam Yusuf Ziya Paşa da bizzat ordunun başında büyük bir orduyla sefere çıkma hazırlığına başladı. Bu ordunun hazırlanması için de Anadolu ve Rumeli’de tüm şehir ve kasabalara hükümler gönderilerek kimin ne kadar asker vereceği ve bunların nasıl toplanacağı bildirildi. Osmanlı Devleti bir yandan da yukarıda detaylarını verdiğimiz Napoleon’un beyannamesine adeta bir cevap olmak üzere bir beyanname yayımladı. Osmanlı Devleti bu beyannamede; “Fransalu tâifesi kâfirdir ve âsidir. Tanrı birliğine ve Peygamberimize iman etmezler. Diğer dinleri de artık tanımazlar ve âhireti inkâr ederler. Her şey bu dünyadadır. Bu dünyanın ötesinde hesap kitap yoktur. Bu batıl inana sahip oldukları için de kilise mallarına el koydular; rahip ve keşişleri soydular. İnsanların hepsi müsavidir. Bir insanın diğerine üstün hiçbir hak ve meziyeti yoktur sözlerini yaydılar. 3 Resim 2.3 Napoleon’un Mısır Seferi, 1798. Kaynak: http:// etc.usf.edu/maps/ pages/3600/3678/3678. gif Cezzar Ahmed Paşa: Aslen Bosnalı olan Ahmed Paşa, Hekimoğlu Ali Paşa’nın maiyetindendi. Ali Paşa ile Mısır’a gitmiş, paşanın geri dönmesi üzerine orada kalarak Kahire’de Abdullah Bey’in hizmetine girmiştir. Cidde bölgesinde bedevilere karşı savaştı. Abdullah Bey’in ölümünden sonra onun yerine geçirildi ve 70 kadar bedeviyi öldürdü. Bunun üzerine kendisine deve kasabı anlamında “Cezzar” lakabı verildi. Mısır, Arabistan ve Suriye bölgesinde pek çok olayın ve savaşın baş aktörlerinden biri oldu. 42 Osmanlı Tarihi (1789-1876) Fransız tâifesi, kurdukları dünya mezhebini kabul etmeyenlere aç köpekler gibi saldırdılar ve onların dinlerini ve idarelerini yok ettiler. Fransalunun en çok düşman bildiği İslamiyet olduğu için Bonapart’ı İslam üzerine saldırmak ihanetinden kendilerini alamadılar. Fransalu iyi sözler ve hilelerle sizleri kandırmak istiyorlar, fakat onların asıl maksadı Mekke’yi ve Medine’yi ve Kabe’yi ve bütün mescit ve camileri tahrip ederek çocuk ve kadınlardan başka bütün erkekleri katletmektir. Kendi usûl, kendi dinlerini kabul ettirdikten sonra yerleştikleri yerleri idare edeceklerdir. Ey tanrıya ve Peygambere iman eden Müslüman halk, bu dalâlete sapmış kâfirlerle mücadele etmek hepimize farzdır.” şeklinde Napoleon’un beyannamesindeki iddialar reddedilerek savaşın meşruiyeti ve kamuoyu desteği temine çalışıldı. Napoleon ise donanmasını kaybetmiş ve karada sıkışarak ülkesiyle bağlantısı kesilmişti. Osmanlı ordularından birinin deniz yoluyla İskenderiye’ye diğerinin de karayoluyla Suriye üzerinden Mısır’a geleceği duyulmuştu. Napoleon, Osmanlı ordusunun iki taraftan kendisini sıkıştırması ve İngilizlerin sahillere egemen olmasına mani olmak için 10 Şubat 1799’da Suriye seferine çıkacağını Paris’e bildirdi. Suriye’ye hâkim olması hâlinde Napoleon, Akdeniz’de bulunan limanları kontrol edebilecek, İngilizlerin bu limanlara girişini engelleyecek ve Osmanlı Devleti’ne isteklerini kabul ettirebilecekti. Üstelik Napoleon, Doğu Akdeniz’de mükemmel limanlar ve orman sahalarına da hâkim olacaktı. Esasen Napoleon’un Suriye seferi bir sömürgecilik teşebbüsüydü. Napoleon’un Suriye seferinden önce söylediği “Sömürge sistemi dâhilinde Suriye üzerine yürümeye karar verdim. Suriye ve Mısır aynı hükümete ait olmalıdır.” sözü de bu fikri doğrular mahiyettedir. Napoleon bu hedeflerine ulaşabilmek için elde mevcut 24 bin kişilik ordudan 18.000’ini ayırarak Suriye’yi işgal için 10 Şubat 1799 tarihinde harekete geçti. Napoleon 20 Şubat 1799’da El-Ariş, 24 Şubat 1799’da Gazze, ardında dört günlük bir kuşatmadan sonra Yafa’yı işgal etti. Yafa’da esir alınan 4.000 asker ile Müslüman ve Hristiyan halktan da çok sayıda insan öldürüldü. Gazze’de Mısır Valisi Azemzade Abdullah Paşa, Fransız ordusuna karşı direnmiş ancak daha fazla kayıp vermemek için gerçi çekilmişti. Napoleon 24 Mart 1799 tarihinde Suriye’nin son müdafaa noktası olan Akka Kalesi’nin önüne gelerek kaleyi muhasara etti. Kaleyi Cezzar Ahmed Paşa savunuyordu. Cezzar Ahmed Paşa’ya İstanbul’dan Nizam-ı Cedid birlikleri de yardıma gelmişti. Napoleon ise ağır toplarını getirememişti, ayrıca kale denizden Osmanlı ve İngiliz donanmalarıyla irtibatlı idi. Yardıma gelen kölemen birliklerini Napoleon’un güçleri yenilgiye uğrattıysa da kaleyi ele geçiremedi. Akka savunmasında modern savaş tekniklerini bilen Nizam-ı Cedid ordusunun üstünlüğü hemen dikkati çekmiştir. Fransız ordusunun tüm hamlelerine kolayca karşılık veriyor ve düşmanı mağlup ediyordu. 5 Mayıs 1799 tarihinde Akka Kalesi’ne son saldırısını yapıp başarısız olan Fransız ihtilalinin yenilgisiz komutanı Napoleon, ilk yenilgisini alarak geri çekilme kararı aldı. Öte yandan Napoleon’un Suriye üzerine sefere çıktığı haberi İstanbul’a ulaşınca III. Selim’in huzurunda yapılan bir toplantının ardından Sadrazam Yusuf Paşa’nın ordu-yı hümayunla hemen Suriye üzerine hareketine karar verildi. Köse Mustafa Paşa ise denizyoluyla İskenderiye’ye çıkacak ve düşmanı arkadan çevirecekti. Ancak Napoleon’un Suriye’den geri çekilmesi üzerine karadan yola çıkmış olan Sadrazam Yusuf Paşa’nın ordusu için savaşacak ordu kalmamıştı. Denizden yola çıkmış olan ve Rodos üzerinden Mısır’a hareket etmiş olan Köse Mustafa Paşa’nın emrindeki donanma 14 Temmuz 1799 tarihinde Abukır’a ulaştı. Napoleon 25 Temmuz’da yapılan deniz savaşını kazandı ve Köse Mustafa Paşa esir edildi. Abukır Kalesi de Napoleon’un eline geçti. 2. Ünite - Osmanlı Devleti ve Avrupa Devletler İttifakı (1798-1807) 43 Bu sırada Avusturya ile savaşan Fransız ordularının yenilmekte olduğuna dair haber üzerine Napoleon yerine General Kleber’i bırakıp 22 Ağustos 1799’te yola çıkarak 8 Ekim 1799’da Fransa’ya döndü. Bu sırada Sadrazam Yusuf Ziya Paşa, Kölemen kuvvetlerinin de katılımıyla 60 bin kişilik ordusuyla El-Ariş’e gelmişti. Bu şartlar altında Fransız General Mısır’ı tahliye ve barış teklif etti. Mısır’ın tahliyesi ve bunun şartları 24 Ocak 1800 tarihinde El-Ariş’te Fransız, Osmanlı ve İngiliz murahhasları tarafından belirlendi. El-Ariş Sözleşmesi’ne uygun olarak Fransız ordusu bazı bölgeleri boşaltmış ve Türk ordusu buralara yerleşmişti. Ancak İngiliz hükümeti El-Ariş Sözleşmesi’ni onaylamayarak Fransız ordusunun tamamen esir edilmelerinde ısrar etti. Bu sırada Napoleon, Fransa’da ihtilalle iktidarı ele geçirmişti. General Kleber de bundan cesaret alarak 20 Mart 1800’de sabah ani bir baskın gerçekleştirerek Kalyop’ta (Heliopolis) Osmanlı ordusunu yendi. Ertesi ay ise Kahire’ye girmiş olan Kölemen beylerinin süvarileri ile Nazif Paşa kuvvetlerini mağlup etti. Böylece Fransızlar mütareke sırasında tahliye ettiği bölgeleri de yeniden işgal etti. 14 Haziran 1800 tarihinde Fransız General Kleber, Halepli Halil Süleyman adlı bir Türk fedaisi tarafından öldürüldü. Kleber’in yerine Fransız General Manou atandı. Manou’yu barışa zorlamak üzere Osmanlı ordusunun eksiklikleri gözden geçirildi ve yeniden düzene kondu. III. Selim, Mısır’a yeni kuvvetler sevk etmenin yanı sıra İngiltere’nin de kara kuvvetiyle müdahalesini istedi. Nitekim Sadrazam Ziya Paşa’ya gönderdiği fermanında “Bizim askerimiz ile iş görmek müşküldür. Binaenaleyh İngiltere’nin Mısır için göndereceği kara askeri için sana gizlice yazmasını kaymakam paşaya tembih eyledim.” diyordu. İngiltere’den yollanan 5.000 kişilik bir kolorduya yenilen General Menou 2 Mart 1801 tarihinde İskenderiye kalesine çekildi. Osmanlı ve İngiliz birlikleri 17 Ağustos 1801’de İskenderiye’yi muhasaraya başladı. Ayrıca 7-8.000 kişilik İngiliz Hint ordusu da Haziran başlarında Süveyş bölgesinde sahile çıkmıştı. Her taraftan sıkıştırılan Fransızlar 27 Haziran 1801’de Kahire’de 30 Ağustos’ta da İskenderiye’de teslim oldular. Yapılan görüşmeler sonunda hemen hemen El-Ariş Sözleşmesi şartları 30 Ağustos 1801 tarihinde de kabul edilerek Fransız ordusunun tüm askeri teçhizat ve birlikleriyle Mısır’dan çıkıp Fransa’ya dönmeleri sağlandı. Böylece Mısır yeniden Osmanlı hâkimiyetine girdi. Görüldüğü gibi Fransa, Mısır’dan sonra Suriye üzerine de sefer düzenlemişti. Hem tüm Akdeniz limanlarına hem de Suriye’de bulunan orman sahalarına sahip olmak istemişti. Napoleon, bu yaklaşımıyla biryandan sömürgecilik siyasetini gütmüş, diğer yandan da rakibi İngiltere’nin çıkarlarına ve ticaretine Akdeniz’de darbe vurmayı planlamıştı. Suriye seferinin bir amacı da Osmanlı Devleti’ni barışa zorlamaktı. Ancak Napoleon, Akka Kalesi’nde yenilmiş, yerine geçen Kleber bir Türk fedaisi tarafından öldürülmüş, onun yerine geçen Manou da İngilizlere yenilmiştir. Bu suretle Fransa, amaçlarına ulaşamamış ve 1798 yılında işgal ettiği Mısır’ı 1801 yılında tahliye etmek zorunda kalmıştır. Böylece yaklaşık üç yıllık bir aranın ardından Mısır’da Osmanlı hâkimiyeti tesis edilmiştir. 44 Osmanlı Tarihi (1789-1876) Fransa’nın Mısır Seferinin Sonuçları, Amiens ve Paris Antlaşmaları Fransa, Mısır seferi sonunda Mısır’ı Fransız hâkimiyetine sokamadı, Akdeniz’i bir Fransız gölü hâline getiremedi ve iddia ettiği gibi İngiltere’nin sömürge yollarını veya sömürgelerini elde edemedi. Fransa, bir tek Mısır tarihi ve maddi kültür varlıkları üzerine önemli çalışmalar yapmada başarı sağladı. İngiltere ise Napoleon’un İngiliz sömürge imparatorluğunu tehdit eden pozisyonunu sonuçsuz bıraktı. İngiltere, Akdeniz’de Cebelütarık boğazından sonra Akdeniz’de stratejik bakımdan çok önemli bir ada olan Malta’ya da yerleşti. İngiltere, İskenderiye’de Abukır Deniz Zaferi ile Fransa’nın deniz gücüne önemli bir darbe vurdu. Rusya da Osmanlı Devleti üzerinde siyasi nüfuz ve hâkimiyet tesis edebileceğini düşünmeye başladı. Osmanlı Devleti ile yaptığı ittifak antlaşmasıyla Rus donanmasının savaş boyunca boğazlardan geçişini temin etti. Öyle ki Rus gemileri ilk defa Osmanlı boğazlarını kullanarak Akdeniz’e geçti. Osmanlı Devleti’ne gelince Fransa’nın Mısır seferi sırasında ordunun ne derece zayıf olduğunu anladı. Ancak Akka savunmasında Nizam-ı Cedid askerlerinin başarısı ve askeri reform ihtiyacı bir kez daha görüldü. Sayı bakımından çok fazla olan Osmanlı ordusu Fransız ordusuna birçok kez yenildi. Osmanlı Devleti, topraklarını tek başına koruyamayacağını anladı. Bu yüzden de “muvazene” politikasını benimsedi. Osmanlı Devleti için Fransız tehdidinin bittiği gün İngiliz ve Rus tehdidi gündeme oturdu. Şöyle ki Fransa’nın sömürgelerine katamadığı Mısır’ı, şimdi İngiltere sömürgelerine katmak niyetindeydi. Rusya ise Yunan toplumu üzerinde milliyetçilik hareketini körüklüyordu. Bu durumun farkında olan Osmanlı Devleti, Fransa ile yeniden barış ve dostluk tesis etmenin yollarını aramaya başladı. Bu nedenle Paris elçisi Esseyyid Âli Efendi, barış görüşmelerini yürütmek üzere görevlendirildi. Bu sırada Fransa ise ikinci küme ittifakını bozmak için çalışıyordu. Bu devletlerden İngiltere, Fransa’yı Avrupa-Asya ticaret güzergâhında görmek istemiyordu. Osmanlı Devleti ise Fransa’nın bu güzergâhta bulunan Mısır’ı işgaline izin vermiyordu. Resim 2.4 Cezzar Ahmed Paşa’nın Akka Zaferi, 1799. Kaynak: http://image. cdn.haber7.com/ haber/haber7/photos/ o0ip5_1435647559_223. jpg 2. Ünite - Osmanlı Devleti ve Avrupa Devletler İttifakı (1798-1807) 45 Ülkelerin genel pozisyonları böyle iken Fransa, yeni bir projeyi hayata geçirmek için harekete geçti. Napoleon, Rusya kralı Çar I. Pavel ile bir dizi mektuplaşma ve hediyeleşmeden sonra barış görüşmeleri başladı. Bu arada iki ülke arasında pek çok gizli proje de müzakere ediliyordu. Bu projelerden birine göre Rusya, Afganistan ve İran üzerinden Hindistan’a kadar bir sahayı işgal ederek büyük bir imparatorluk kuracaktı. Böylece Hindistan’da İngiliz çıkarlarına da büyük bir darbe vurulmuş olacaktı. Fransa da Akdeniz’de yeniden Mısır’ı işgal edecek ve buna Rusya karşı çıkmayacaktı. Ancak bu proje için yeni müttefiklere ihtiyaç vardı. Avusturya da bu projeye dâhil edildi. O da Osmanlı’nın hâkimiyetinde bulunan Bulgaristan, Sırbistan, Bosna Hersek ile Eflak ve Boğdan’ın kendisine verilmesi karşılığında bu ittifaka girmeyi kabul etti. Bu minval üzere üç devlet arasında projeye son hâli verileceği sırada Rus Çarı I. Pavel, Nisan 1801 tarihinde Fransız siyasetine taraftar olması yüzünden muhaliflerince öldürüldü. Yerine Aleksander tahta geçti. Rus tüccarlar İngiltere ile ticaret yapıyorlardı ve Fransız dostluğuna karşı çıkıyorlardı. Çar Aleksander Haziran 1801 yılında İngiltere ile bir antlaşma imzaladı. Böylece bu proje hayata geçirilemedi. Bunun üzerine Fransa, İngiltere ile 25 Mart 1802 tarihinde Emiens Antlaşması’nı, Osmanlı Devleti ile de 25 Haziran 1802 tarihinde Paris Antlaşması’nı imzaladı. Osmanlı Paris Elçisi Amedi Galib Efendi ile Fransız meşhur Diplomat Talleyrand’ın tespit ettiği 10 maddelik anlaşma ile kapitülasyonların devamı, iki ülkenin toprak bütünlüklerinin garanti edilmesi ve Karadeniz’in de Fransız ticaret gemilerine açılması hükme bağlandı. Karadeniz’in İngiliz gemilerine de açılmasına izin verildi. Böylece Mısır meselesi yüzünden bozulan Osmanlı Fransız ilişkileri yeniden normale döndü. Paris Antlaşması ile ilk defa vuku bulan Osmanlı-Fransız savaşı akabinde dostluk yeniden tesis edildi. Ancak Nepoleon’un ihtirasları ve Osmanlı Devleti’nin zayıflığı bu dostluğun sürmesine mani olacaktır. Yaklaşık on yıldır devam eden savaşlara son verdiği için Amiens Barış Antlaşması da hem İngiltere hem de Fransa’da memnuniyetle karşılandı. Ancak bu antlaşma bir nevi ateşkes idi ve bu ülkelerin sömürgecilik yarışı kısa süre sonra yeniden savaşı başlatacaktı. Görüldüğü gibi Mısır seferi sonunda Osmanlı ve müttefikleri karşısında yenilgiye uğrayıp işgal ettiği yerlerden mütareke imzalayarak çekilen Fransa, Akdeniz ve Mısır üzerindeki emellerinden vazgeçmemişti. Rusya ve Avusturya ile yaptığı anlaşmayla yeniden Mısır’ı işgal ve sömürmeyi planlamıştı. Ancak Rus çarı I. Pavel’in öldürülmesi üzerine bu proje hayata geçirilememişti. Bunun üzerine yaklaşık dört yıl aradan sonra Fransa bu savaşı hukuki olarak da bitiren antlaşmaları imzalamıştı. Akdeniz’de ve dünyanın diğer bölmelerindeki sömürge yarışı ise artarak devam etmişti. Fransa’nın Suriye seferi ve Mısır’ı tahliyesini izah ediniz? Osmanlı Fransız ilişkileri ve Napoleon’un Mısır’ı işgal ve tahliyesi için şu kitapları okuyunuz. SOYSAL, İsmail, (1964). Fransız İhtilali ve Türk-Fransız Diplomasi Münasebetleri (1789-1802), Ankara. Türk Tarih Kurumu Basımevi; MORİER, John Philip. (2013). Mısır Seferinde Osmanlı Ordusu İle Altı Ay, (Çev. Ömer Öztürk), İstanbul. Ark yayıncılık; KURAT, Akdes Nimet. (1970). Türkiye ve Rusya, Ankara. Ankara Üniversitesi Dil ve TarihCoğrafya Fakültesi Yayınları. 4 46 Osmanlı Tarihi (1789-1876) ESKİ MÜTTEFİKLER YENİ DÜŞMANLAR; İNGİLTERE VE RUSYA İLE SAVAŞ (1802-1807) 1802 yılında imzalanan Emiens Antlaşması, Avrupa’ya ancak 1 yıllık bir barış getirdi. İngiltere’nin Malta Adası’nı boşaltmaması yüzünden İngiltere ile Fransa arasında yeniden savaş başladı. 2 Aralık 1804 yılında Napoleon, konsüllük yerine imparatorluk rejimini kurarak kendini imparator ilan etti. Fransa’daki bu rejim değişikliği Rusya, Avusturya ve Prusya’da endişeye neden oldu. İngiltere bu durumdan faydalanarak Fransa’ya karşı İngiltere, Rusya, Avusturya, İsveç ve Napoli’yi içine alan bir ittifak antlaşması imzaladı. Osmanlı Devleti ise Fransa ile dostluk antlaşması imzaladığı için Fransa’daki bu rejim değişikliğini tanımak istedi. Ancak Mısır meselesinde Osmanlı Devleti ile ittifak yapmış olan İngiltere ve Rusya buna itiraz ederek Fransa’daki rejimi tanımamasını talep ettiler. Hatta Osmanlı Devleti’nin bu rejimi tanıması hâlinde kendileriyle olan ittifakın feshedilmiş sayılacağı tehdidini savurdular. Bir taraftan Fransa, Osmanlı Devleti’nin kendi rejimini tanımasını isterken diğer taraftan da İngiltere ve Rusya bu rejimi tanımaması için bastırıyordu. Öyle ki Osmanlı Devleti bir kez daha iki ateş arasında kalmıştı. Osmanlı Devleti, İngiliz ve Rus elçilerini ikna etmeye çalıştıysa da başarılı olamadı. 1798’de Mısır’ın işgaliyle başlayan ve 3 yıl süren savaştan sonra barış antlaşmalarının imzalanmasının üzerinden bir yıl geçmişti. Sömürgecilik savaşı tüm hızıyla sürüyordu. Osmanlı Devleti için de eski müttefikler yeni düşman, eski düşman ise yeni müttefik idi. Osmanlı Devleti’nin başta ordu olmak üzere reformlarını tamamlamak için barışa ihtiyacı vardı. Hâlbuki uzun süredir kesintisiz bir savaş sarmalında idi. Bu süreçte özellikle Rumeli’de ayanlar ile Hicaz bölgesinde Vahhabi isyanı ciddi birer sıkıntı idi. Savaş ise bir kez daha kaçınılmazdı. Bu savaşta da hedefte Osmanlı toprakları vardı. Osmanlı-Rus ve Osmanlı-İngiliz Savaşlarının Başlaması (1806-1807) Napoleon’un imparatorluk rejimini tesisi ve kendini imparator ilan etmesi Avrupa için büyük bir problem oldu. Fransız elçi Osmanlı Devleti’nin bir an evvel rejimi tanımasını istiyordu. İngiltere ile Rusya ise Osmanlı Devleti’nin bu rejimi tanımamasını telkin ediyorlardı. Osmanlı Devleti, Rusya’nın dost görünse de gizli gündemi olduğunu bildiği için Resim 2.5 Kahire’de dünyanın en büyük tek taş heykeli olan Büyük Gize Sifenksi önünde Napoleon Bonaparte, Kaynak: https:// yandex.com.tr/gorsel/ search?text= 2. Ünite - Osmanlı Devleti ve Avrupa Devletler İttifakı (1798-1807) 47 güvenmiyordu. Fransa ile İngiltere ise Mısır ve Malta meselesinde benzer sömürgeci bir yaklaşım içinde idi. Osmanlı Devleti bu meseleyi suhuletle atlatmak için imparatorluk meselesinin Avrupa’nın dâhili meselesi olduğunu ilan etti. Bunun üzerine Fransız elçisi bu kararı protesto edip ülkesine döndü. Bu iki ülkenin siyasi ilişkilerinin kesilmesi demekti. Rusya ve İngiltere, İstanbul’da siyasi bir başarı kazanmıştı. Ancak Napoleon’a karşı yürüttükleri savaşı kayıp ediyorlardı. Nitekim 2 Aralık 1805 yılında Avusturya ve Rus orduları Napoleon’a karşı Austerliç’te yenilmişlerdi. Bu sırada Osmanlı Devleti ile Rusya arasında ittifak antlaşması yenilenmişti. Osmanlı Devleti, Rusya ile bozuşmak pahasına Napoleon’un imparatorluk rejimini tanıma kararı alarak Muhib Efendi’yi fevkalade elçi olarak Paris’e gönderdi. Fransa da General Sebastiyani’yi İstanbul’a gönderdi. İngiltere ve Rusya bir kez daha iki ülkenin bir ittifak antlaşması yapmaları ihtimalinden rahatsız oldu. III. Selim ve Osmanlı bürokratları Fransa’ya karşı sempati duyuyorlardı. Rusya’nın Osmanlı Devleti için her zaman büyük bir tehlike olduğunun farkındaydılar. Napoleon’un Avusturya ve Rus ordularını yenmesi İstanbul’da memnuniyet yaratmıştı. Napoleon’un Avrupa’da kazandığı zaferler nedeniyle Osmanlı Devleti’nin siyaseti Rusya ve İngiltere yerine Fransa’ya yaklaştı. Fransız elçi Sebastiyani’nin telkinleriyle Osmanlı Devleti, Rusya taraftarı olan Eflak beyi İpsilanti ve Boğdan beyi Aleksander Moruzzi’yi azledip yerlerine Sutzu ve Kalimaki’yi atadı. Osmanlı Devleti daha önce Rusya ile yaptığı ittifak antlaşması gereğince vermiş olduğu Rus gemilerinin boğazlardan geçiş hakkını iptal etti. Rusya bu durumu protesto ederken İngiltere de Napoleon’un yakında yenileceği ikazında bulunarak kararın yedin gözden geçirilmesini tavsiye etti. Ayrıca Karadeniz ve Akdeniz’de bulunan Rus ve İngiliz donanmaları İstanbul’u tehdide başladılar. İngiltere ve Rusya’nın bu ikaz ve tehditlerini dikkate alan Osmanlı Devleti, Eflak ve Boğdan beylerini görevlerini iade etti. Rus ve İngiliz gemilerine yeniden boğazlardan serbest geçiş hakkı tanımak zorunda kaldı. Rusya ve İngiltere de Fransa’ya karşı Osmanlı Devleti üzerinde siyasi bir zafer kazanmış oldu. Ancak Rusya, Osmanlı Devleti’nin almış olduğu karardan geri dönmeyeceğini düşündüğü için savaş ilanına bile gerek duymadan 16 Ekim 1806 tarihinde 60 bin kişilik bir orduyla Eflak ve Boğdan’ı işgale başladı. Rusya, sırasıyla 8 Aralık 1806 tarihinde Bender, ardında da Hotin, Kili ve Akkirmen Kalelerini vire yoluyla teslim aldı. Bu emrivaki karşısında Osmanlı Devleti, 22 Aralık 1806 tarihinde Rusya’ya savaş ilan etti. Rusya savaşının başlamasıyla veziriazam İbrahim Hilmi Paşa serdarıekrem oldu, yerine de sadaret kaymakamı olarak Köse Musa Paşa atandı. Böylece şeyhülislam Ataullah’tan sonra III. Selim, önemli ve kritik bir görev olan sadaret kaymakamlığına da Nizam-ı Cedid muhalifi birini atamış oldu. 17 Ocak 1807 tarihinde Rusya’nın boğazlardan geçiş izni iptal edildi. Osmanlı Devleti’nin düşman devletin elçilerini tutuklayıp Yedikule Zindanı’na atması öteden beri bir teamül iken III. Selim ilk kez bu kuralı icra etmeyerek Rusya elçisi Ditaliski’yi ülkesine iade etti. Rusya’nın Eflak ve Boğdan ile Karadeniz’ın Batısı’nda gerçekleştirdiği bu işgallere mukabil Silistre Valisi Vezir Alemdar Paşa, Bükreş’i işgale gelen Rus fırkasını, İsmail üzerine giden diğer bir düşman kuvvetini de Pehlivan Ağa’nın yenmesi İstanbul’da sevinçle karşılandı. İngiltere ise Osmanlı Devleti’nin Fransa ile siyasi ilişkilerini kesmesini istedi. Ayrıca Çanakkale istihkâmlarının kendisine, Eflak ve Boğdan’ın ise Rusya’ya bırakılmasını istiyordu. İngiltere’nin teklifleri reddedildi. İngiliz Elçisi Arbuthnot 27 Ocak 1807 tarihinde gizlice Bozca Ada önlerinde bekleyen İngiliz donanmasına kaçtı. Böylece Rusya’dan sonra onun müttefiki olan İngiltere ile de fiili olarak savaş başlamış oldu. 29 Ocak 1807 tarihinde 16 gemilik bir İngiliz filosu Marmara Denizine girdi. Bunun üzerine Osmanlı Devleti, boğazın iki tarafında çeşitli önlemler almaya başladı. İngiliz amirali Eflak ve Boğdan’ın müttefikleri Rusya’ya, Çanakkale ve İstanbul boğazlarının da kendilerine terkini talep ediyordu. Osmanlı Devleti, İngiliz Amiral John Duckworth ile Muhib Efendi: Osmanlı Devleti’nin üçüncü Paris büyükelçisi olan Muhib Efendi, Divan Kalemi’nde yetişti. 1790 yılında Mükâleme Meclisi kâtip yardımcılığı, ardından da 1806-1811 yıllarında Paris elçiliği görevinde bulundu. Sadaret Kaymakamı: Sadrazamlar sefere gittiklerinde yerlerine bıraktıkları vezir derecesindeki vekil. Eğer padişah da seferde veya bir vesileyle İstanbul dışında ise bu vekile Asitane kaymakamı ya da İstanbul kaymakamı denirdi. 48 Osmanlı Tarihi (1789-1876) beş gün boyunca konuyu müzakere etmek suretiyle oyaladı. III. Selim, Rus tehlikesine karşı Karadeniz boğazı kalelerini tahkim ettirmişti. Çanakkale Boğazı’nın tahkimatının yapılması için gerekli incelemeler yapılmış ise de yüklü miktarda paraya ihtiyaç duyulması ve işin aciliyeti olmaması yüzünden gerekli çalışmalar yapılamamıştı. Şimdi ise düşman donanması boğazın önüne demirlemiş ve boğaz tahkimatı zayıf olduğu için başkent tehlike altındaydı. Ancak İngiliz donanmasının boğazlardan geçip Marmara denizine gireceğine ihtimal verilmiyordu. 17 Şubat 1807 tarihinde uygun bir rüzgâr esintisini bulan İngiliz donanması boğazlara doğru ilerledi. Osmanlı ordusunun top atışları etkili olamadı ve donanma boğazı geçerek Marmara denizine ulaştı. Napoleon, III. Selim’e gönderdiği mektubunda yakında Rus ordusunu yenip Osmanlı Devleti’ne yardım edeceğini beyan etti. Kısa süre zarfında Yedikule ve Sarayburnu arası tahkim edildi. III. Selim bazen yalnız bazen de Fransız elçisiyle buraları teftiş ederek gerekli hazırlıkları yaptırdı. Bu bağlamda Yedikule’den Sarayburnu’na kadar 102 top ve 69 havan, sağ kıyıya 240 top ve 12 havan, boğazın karşı kıyısına 84 top ve 15 havan, Üsküdar tarafına 94 top ve 15 havan yerleştirildi. Böylece düşman donanmasının buralara yaklaşması önlendi. Bu çalışmalara paralel olarak bir yandan da Çanakkale Boğazı’nda tahkimat çalışmaları sürdü. Bu hazırlıklar İngiliz donanma kurmaylarını ciddi şekilde düşündürmeye başladı. İngiltere, Rusya’nın da dâhil olduğu üçlü ittifakın yeniden canlandırılması ve Fransız elçisinin kovulmasını teklif ediyordu. Osmanlı Devleti, İngiliz donanmasının tehdidi altında hiçbir konuyu müzakere etmeyeceğini ancak donanmanın Çanakkale Boğazı’ndan çıkıp gitmesinden sonra görüşmelerin başlayabileceğini kesin bir şekilde beyan etti. Kınalı Ada’ya su almak için çıkan Amiralin oğlu esir edildi. İngilizler bu şekilde Marmara’da kalmanın kendileri için de tehlike arz ettiğini anladı. Bunun üzerine yaklaşık 15 günlük bir maceradan sonra 1 Mart 1807 tarihinde İngiliz filosu ani bir kararla yelken açarak adalar önünden İstanbul surlarına yaklaşmadan geri döndü. Güneşin batmaya başladığı sırada güneye doğru hareket ederek Marmara Denizi’ni terk etti. Tahkim edilmiş Çanakkale Boğazı’ndan geçen İngiliz donanması şiddetli top ateşine tutuldu. İngiliz gemilerinin bir kısmı hasar gördü. İngiliz donanması 130 ölü ve 412 yaralı vermek suretiyle boğazı terk etti. Bu yenilgi İngilizlerin neşesini kaçırdı. Ancak İngiliz donanması Bozca Ada’yı şiddetle topa tutarak 2.000 asker karaya çıkarıp işgal etti. Görüldüğü gibi 1802 yılında imzalanan Emiens Antlaşması, Avrupa’ya ancak 1 yıllık bir barış getirdi. İngiltere’nin Malta Adası’nı boşaltmaması yüzünden İngiltere ile Fransa arasında yeniden savaş başladı. Napoleon, konsüllük yerine imparatorluk rejimini kurarak kendini imparator ilan etti. İngiltere bu durumdan faydalanarak Fransa’ya karşı İngiltere, Rusya, Avusturya, İsveç ve Napoli’yi içine alan bir ittifak antlaşması imzaladı. Osmanlı Devleti ise Fransa ile dostluk antlaşması imzaladığı için Fransa’daki bu rejim değişikliğini tanımak istedi. Osmanlı Devleti bir kez daha iki ateş arasında kaldı. İngiltere önce boğazlardan geçerek Marmara Denizi’ne girdi akabinde de İskenderiye’yi işgal etti. Rusya ise Eflak ve Boğdan’a girdi. Yeniden savaş başladı, ancak bu kez Osmanlı ile Fransa müttefik oldu. 2. Ünite - Osmanlı Devleti ve Avrupa Devletler İttifakı (1798-1807) 49 Vahhabi İsyanı, İngiltere’nin İskenderiye’yi İşgali ve Tahliyesi Mısır’ı Fransa’nın tahliyesinden sonra 18 Şubat 1803 tarihinde Hicaz bölgesinde Vahhabi isyanı patlak verdi. Bu mezhebin kurucusu Necidli Şeyh Muhammed ibni Abdülvahhab, İslam dinini asli hüviyetine kavuşturma iddiasında idi. Mezhebin temel esaslarının ilki “amel imandandır” idi. Buna göre namazın bir vaktinin terki bile inançsızlık (küfür) anlamına gelir ve bu kişinin canı ve malı güvende olamazdı. İkinci olarak peygamberler ve evliyalardan yardım istemek Allah’a ortak koşmaktı. Üçüncü olarak da türbe inşası, şarap, tütün, afyon, musikinin yanı sıra tespih de yasaktı. Bu ilkeler Hicaz bölgesindeki yağma kültürüyle yoğrulmuş olan bedevi Araplara çok cazip geldi. İbn-i Abdülvahhab, kızını Necid emiri Muhammed ibni Suud ile evlendirerek hem kendine ve hem de mezhebine önemli bir dayanak buldu. Vahhabler Necid, Bahreyn ve Lahsa’yı almış, Basra ve Bağdat’ı tehdit etmeye başlamıştı. Mekke şeriflerinin müracaatı üzeri İstanbul’da konu hakkında müzakereler devam ederken Vahhabiler Mart 1803’te Taif ‘i ele geçirdi. Şehir yağma edilerek halk da katledildi. Muhammed ibni Suud’un torunu ve Abdülaziz ibni Muhammed’in oğlu Suud ibni Abdülaziz, Mekke emiri Şerif Galib ibni Müsaid ile Cidde Valisi Şerif Paşa kuvvetlerinin yetersizliği ve askeri güçlerini Cidde’ye çekmiş olmalarından faydalanarak Mekke’ye girdi. Bir süre sonra da Cidde’yi muhasara etti. Ancak yenilerek geri çekilmek zorunda kaldı. Vali Şerif Paşa ve Mekke emiri Galip Şerif ’in kuvvetleri 25 günlük bir muhasaradan sonra Mekke’yi yeniden Vabbabilerden geri aldı. Ancak Taif Kalesi, Vahhabilerden geri alınamamış ve problemin çözümü uzun yıllar almıştı. Bu sırada Mısır’da Mehmed Ali Paşa önemli bir güç olarak adını duyurmaya başlamıştı. Mehmed Ali Paşa, Kavala Ayanı Hüseyin Ağa’nın yeğeni idi. Kavala’da dayısını serkeşliğiyle bezdiren Mehmed Ali, Mısır seferinin çıkması üzerine dayısının tavsiyesi üzerine 200 askerle bayraktar olarak Mısır’a gönderilmişti. Mısır kölemenleriyle bazen ittifak yaparak bazen de kıyasıya bir mücadeleye girerek büyük bir nüfuz kazandı. Mehmed Ali’nin bu başarısında zekâsı, kurnazlığı ve dirayetinin yanı sıra diğer bir etkende ayanlık görgü ve bilgisine sahip olmasıydı. Mehmed Ali’nin Mısır’da nüfuzunu iyice artırması üzerine vezirlik rütbesiyle Cidde valiliğine tayin edilmek istendi. Bu teklifi kabul etmeyen Mehmed Ali, ulufe bahanesiyle askerleri ayaklandırıp Mısır Valisi Hurşit Paşa’yı da kaleye kapanmak zorunda bıraktı. Mehmed Ali Paşa, bir yandan da halkı ayaklandırıp Mısır valiliğinin kendisine verilmesini istedi. Hicaz bölgesinde Vahhabilik isyanının devam ettiği Resim 2.6 Sarayburnu açıklarında bulunan İngiliz donanmasına karşı sahilde tahkimat çalışmaları, 1807, Melling. Kaynak: http://www. dunyabulteni.net/ haber/303933/fransizelcinin-istanbulusavunma-plani 50 Osmanlı Tarihi (1789-1876) bir ortamda yeni bir gaile istemeyen Osmanlı Devleti, 8 Temmuz 1805 tarihinde Mehmed Ali’yı Mısır valisi olarak atadı. Mehmed Ali Paşa’nın ilk icraatı âsi kölemenlerin cezalandırılması ve ortadan kaldırılması oldu. Yukarıda izah edildiği gibi 1 Mart 1807’de ani bir kararla Marmara Denizi’nden çıkmayı başaran İngiliz filosu Malta’da bulunan amiral Lewis’in filosuyla birleşerek Mısır’a doğru hareket etti. İngiliz generali Fraser, 6-7 bin askerle 20 Mart 1807 tarihinde İskenderiye’yi işgal etti. Ancak Reşid üzerine yaptığı hücumda ağır bir yenilgi alarak geri çekilmek zorunda kaldı. İngilizler, 22 Nisan 1807 tarihinde Mehmed Ali Paşa’nın gönderdiği güçleri karşısında ikinci kez büyük bir yenilgi aldılar. Öte yandan veziriazam ve Serdarıekrem İbrahim Hilmi Paşa, 30 Mart 1807 tarihinde Davutpaşa karargâhından Rusya seferine çıktı. Bu sırada Napoleon’un ordusu Lehistan seferinde olduğu için Tuna boylarında yaklaşık 30 bin Rus askeri bulunmaktaydı. Osmanlı Devleti ise yeniçerilerin muhalefeti yüzünden Nizam-ı Cedid ordusunu ve talimli Anadolu askerini bu savaşta kullanamadı. Diğer talimsiz neferle de her hangi bir başarı elde etme imkânı olmadığı için ordu uzun süre Silistre’de bekledi. 22-25 gemilik bir filoyla Bozca Ada’yı üst edinen ve Boğazları kontrol eden Rus Amirali Siniavin üzerine 18 gemilik filosuyla Kaptan-ı Derya Cezayirli Seyyid Ali Paşa hücum ederek 10 Mayıs 1807 tarihinde kesin bir zafer elde edemese de Rus ablukasını kırdı. Mehmed Ali Paşa, nihayet ordunun başında İskenderiye üzerine hareket etti. Bu sırada Osmanlı Devleti’nde taht değişikliği oldu. Fransa ile Rusya’nın Tilsit’de görüşerek ittifak antlaşması imzaladıkları anlaşıldı. Bu gelişme üzerine İngilizler de Mehmed Ali Paşa ile görüşerek 14 Eylül 1807 tarihinde İskenderiye’yi tahliye etti. Bunun üzerine Mısır gümrüklerinin geliri de Mehmed Ali Paşa’ya bırakıldı. Mehmed Ali Paşa, II. Mahmud’un emriyle 1811- 1813 yıllarında Mekke, Medine ve Taif’i kurtardı. Bir yıl sonra da Suud ibni Abdülaziz’in ölümü ve çocuklarının tutuklanıp idam edilmesiyle ilk Vahhabi isyanı tamamen bitirildi. Yukarıda görüldüğü gibi bu süreçte bir kez daha kartlar karılmış ve dostlar düşman düşmanlar dost olmuştu. İngilizler önce Çanakkale Boğazın’dan geçerek on beş gün kadar Marmara Denizi’nden kaldıktan sonra çekip gitmek zorundu kaldı. Akabinde de Mısır’ı işgale çalıştı. Yapılan savaşlarda Mısır valisi atanmış olan Mehmed Ali Paşa, Mısır’da İngilizleri yendi ve Vahhabi isyanını bastırdı. Osmanlı-Rus ve Osmanlı-İngiliz Savaşı nasıl başladı ve sonuçlandı izah ediniz? 5 Resim 2.7 Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa. Kaynak: http:// turkish-militaria.com/ GemeinsameBilder/ MahmutIIPhotos/ Photos/photo035.jpg 2. Ünite - Osmanlı Devleti ve Avrupa Devletler İttifakı (1798-1807) 51 Eski müttefiklerin düşman oluşu ve Osmanlı Devleti’nin İngiltere ve Rusya ile Savaşı (1802- 1807) için şu kitapları okuyunuz. KURAT, Akdes Nimet. (1970). Türkiye ve Rusya, Ankara. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Yayınları; Nizam-ı Kadimden Nizam-ı Cedid’e III. Selim ve Dönemi, (2010). (Editör, Seyfi Kenan), İstanbul. İSAM Yayınları; SERTOĞLU, Mithat. (2011). Mufassal Osmanlı Tarihi, Ankara: Cilt V. Türk Tarih Kurumu Basımevi; DANİŞMEND, İsmail Hami. (1972). İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, İstanbul: Cilt 4. Türkiye Yayınevi; KARAL, Enver Ziya. (1988). Osmanlı Tarihi, Ankara: V. Türk Tarih Kurumu Basımevi. KABAKÇI MUSTAFA İSYANI VE III. SELİM’İN TAHTTAN İNDİRİLMESİ (1807) Osmanlı Devleti’nin reformları gerçekleştirebilmesi için barışa, zamana, geleneksel Osmanlı düzen mensuplarının ve kamuoyunun ikna edilmesine, dış dünyadan da teknik ve tecrübe paylaşımına ihtiyacı vardı. İç kamuoyunu ikna etmek yüzyıllara dayanan gelenekleri ve alışkanlıkları da değiştirmek demekti. Bu hiç de kolay bir mesele değildi. Osmanlı Devleti’nin daimi yaya ordusu yeniçeriler öteden beri reformlara muhalefet ediyordu. Anadolu ve Rumeli’de palazlanmış yerel güçler olan ayanlar ise merkezi hükümeti ve idareyi tehdit eder konuma gelmişlerdi. Avrupa’nın büyük güçleri ise sömürgecilik yarışına hız vermişti. Osmanlı Devleti’nin egemen olduğu topraklar da sömürgecilerin iştahını kabartan yerlerdendi. Böyle bir ortamda uzun savaş yılları merkezi otoriteyi zayıflatmış, değişime ve reforma direnç yapılarını güçlendirmişti. III. Selim ve onun reformcu ekibi Avrupa’da olduğu gibi önce ordudan başlamak üzere devlet kurumlarını reform etmeye başladı. Bunda da başarılı oldular. Ancak bu başarı biraz önce ifade ettiğimiz uzun savaş yılları, taşra ayanı, geleneksel yapının muhalefeti neticesinde kesintiye uğradı. Kabakçı Mustafa isyanı da yeni düzene karşı muhalefetin en çirkin yüzü olarak tarihe geçti. III. Selim Osmanlı kurumlarının bir nizama sokma adına saltanatını ve canını verdi. II. Mahmud’un reformları ve Osmanlı modernleşmesi, III. Selim’in nizamları üzerine bina edildi. İkinci Edirne Vakası, Sırp İsyanı ve Belgrad’ın İşgali Osmanlı Devleti’nin Rumeli bölgesinde, ayanlar merkezi hükümeti tehdit etmeye devam ediyordu. Buna mukabil Nizam-ı Cedid adıyla düzenli ve talimli batı tarzı yeni bir ordu kurulmuş ve bu ordu Akka savunmasında önemli başarılar kazanmıştı. Karaman Beylerbeyi Kadı Abdurrahman Paşa, Anadolu’da Nizam-ı Cedid’i önemli bir kuvvet hâline getirmişti. Avrupa ittifaklar sistemine girmiş olan Osmanlı Devleti, Nizam-ı Cedid ordusunun İstanbul ve Anadolu’nun yanı sıra Rumeli bölgesinde de kurulmasını zaruri görüyordu. Bu zaruretin bir gereği olarak Kadı Abdurrahman Paşa, padişahın emriyle zahirde Sırp isyanını bastırmaya ancak gerçekte Rumeli’de Nizam-ı Cedid’i teşkil vazifesiyle İstanbul’a çağrıldı. Kadı Abdurrahman Paşa’nın diğer bir görevi ise Vidin’de Pazvandoğlu, Rusçuk’ta Tirsiniklioğlu İsmail Ağa, Edirne’de Dağdevirenoğlu Mehmed Ağa gibi âsi ayanları cezalandırmaktı. 2 Haziran 1806 tarihinde Anadolu’dan Üsküdar’a gelen Kadı Abdurrahman Paşa ve onun Nizam-ı Cedid askerleri III. Selim’in emriyle bir ay kadar çeşitli talim gösterilerinde bulundu. Bu durum padişahı çok memnun etmişti. Ancak Nizam-ı Cedid ordusuna muhalif bulunan sadrazam Hafız İsmail Paşa, Veliaht Mustafa ile gizlice haberleşip Tirsiniklioğlu’nun Nizam-ı Cedid kuvvetlerine karşı koymasını telkin etmişti. Bu girişime yeniçeriler ve muhafazakâr bazı devlet ricali de iştirak etti. Bunun bir neticesi olarak Tirsiniklioğlu diğer ayanlarla da ittifak yaptı ve kendi kuvvetleriyle Edirne’ye geldi. Kadı 52 Osmanlı Tarihi (1789-1876) Abdurrahman Paşa’nın meseleyi sulh yoluna koyabilmek için gönderdiği adamlarını da Edirne’de idam ettiler. Kadı Abdurrahman Paşa 24.000 Nizam-ı Cedid askeriyle Temmuz ayının ortalarında Silivri ve Çorlu’ya varıp duruma el koydu. Ancak bu sırada Tekirdağ’da isyan patlak verdi. III. Selim “etfâl ve aceze-i nisvan paymal olur” diyerek orduya geri dönmesi emrini verdi. Bu sırada Tirsiniklioğlu öldürülmüş ve yerine Alemdar Mustafa Ağa Ruscuk ayanı olmuştu. Rumeli’deki bu âsi ayanlar cuma hutbelerinde III. Selim’in ismini okutmamaya başlamışlardı. Nizam-ı Cedid ordusunun geri çekilmesi üzerine Rumeli’de işler daha da karmaşık bir hâl aldı. Eski Silistre Valisi Eğribozlu İbrahim Paşa ve Serez Ayanı İsmail Bey bu isyanı yatıştırdı. Ancak yaklaşık 30.000 Nizam-ı Cedid ordusunun bu isyanı bastırmada kullanılmaması bir acziyet olarak görüldü. Edirne Vakası, Nizam-ı Cedid’e karşı ilk isyan vakasıdır. Bu isyanın sebebi, esasında Anadolu’da kurulmuş olan Nizam-ı Cedid ve talimli askerden Rumeli’deki ayanın korkmasıydı. Şayet talimli asker gelirse ayanların bu bölgedeki hukuk dışı uygulamalarını icra etmeleri ve nüfuzlarını sürdürmeleri mümkün olmayacaktı. Öte yandan bir diğer engel de yeniçeriler idi. Öyle ki Tekirdağ’da Nizam-ı Cedid teşkili fermanını okuyan kadı, isyan eden yeniçeriler tarafından öldürüldü. III. Selim bu bölgede ayanlar, yeniçeriler ve onların taraftarlarına karşı girişilecek bir hareketin uluslararası çapta daha büyük gailelere sebep olacağı ve bir iç savaş tehlikesi doğuracağı gerekçesiyle geri adım attı ve orduyu geri çağırdı. 13 Eylül 1806 tarihinde Sadrazam Hafız İsmail Paşa azledilerek yerine Yeniçeri Ağası Keçiboynuzu İbrahim Hilmi Ağa atandı. Yenilikçi Şeyhülislam Salihzade Ahmed Efendi de isyancılar aleyhine fetva vermiş olduğu için bir süreliğine görevden azlini talep etti. Bu azil üzerine yerine eski Rumeli kadıaskeri Nakibuleşraf Şerifzade Ataullah Efendi atandı. Topal Ataullah Efendi yeniliklere şiddetle muhalefet edenlerden biriydi. Dolayısıyla ayanların ve yeniçerilerin yanı sıra şeyhülislam da III. Selim’in yeniliklerine muhalefet eden kişilerdendi. Nizam-ı Cedid ordusunun ayanların ve isyancıların üzerine gitmeyip geri dönmesi işlerin düzelmesini ve yatışmasını temin etmedi. Osmanlı Rus ve Osmanlı Avusturya savaşları yüzünden devletin Rumeli vilayetlerindeki hâkimiyeti zayıflamıştı. Anadolu ve Rumeli’de çok sayıda ayan ve âsi ortaya çıkmıştı. Rumeli’de bulunanların en mühimlerinden biri de Pazvandoğlu idi. Pazvandoğlu, Rus seferi sırasındaki isyanı üzerine idam edilmişti. Bu âsinin oğlu Osman Ağa savaşın bitiminden bir süre sonra hudut muhafızlığına yeniçeri (yamak) yazılmış ve Vidin’de büyük bir nüfuz kazanmıştı. Belgrad’ta bulunan yamaklar bazı usulsüzlükleri yüzünden kaleden kovulmaları üzerine Osman Ağa’ya iltihak ettiler. Böylece Osman Ağa daha da güçlendi. Pazvandoğlu Osman Ağa da diğer ayanlar gibi Nizam-ı Cedid ordusuna karşı idi. İstanbul’da büyük bir meşveret meclisi toplandı ve Pazvandoğlu’nun idamına verilen fetvanın gereğini yapmak üzere de Nizam-ı Cedid taraftarı Kaptan-ı Derya Küçük Hüseyin Paşa seraskerlik hizmetiyle görevlendirildi. Bunun üzerine Vidin ve Ruscuk bölgesinde etkin olan Pazvandoğlu Osman Ağa çeşitli yerlerde taarruza geçti. Pazvandoğlu’nun bu isyanı bastırılmış ancak tamamıyla bitirilmesi mümkün olmamıştı. Osman Ağa, isyanına bir netice verebilmek amacıyla kendisi vezaret rütbesiyle taltif edilmesine rağmen yine isyan edip Belgrad yamaklarıyla işbirliğine girişti. Belgrad yamakları da kendilerinden ziyade Sırplara dayanan Muhafız Hacı Mustafa Paşa’yı öldürüp Sırpları katliama kalkıştı. Önce Avusturya’nın daha sonra da 1804 yılında Slavlık amacıyla Rusya’nın teşvikiyle isyan etmiş olan Kara Yorgi, bu olaylar üzerine yeniden Sırp İsyanı’nı başlattı. Sırp isyanını bastırmak üzere Bosna Valisi Ebubekir Paşa görevlendirildi. Paşa da sahada ciddi bir güç ve tehlike olan âsi yamakların hakkından geldi. Ruslar bu sırada Karadağlıları da isyana teşvik ederek Osmanlı Devleti’nin başına yeni bir gaile açtı. Böylece Belgrad yamakları ve Sırpların yanı sıra Karadağlılar da ayaklandı. Niş Valisi Hafız Paşa’nın kuvvetlerinin ve 2. Ünite - Osmanlı Devleti ve Avrupa Devletler İttifakı (1798-1807) 53 yeni gönderilen kuvvetlerin Sırplar karşısında yenilmesi ve Rusya ile savaş çıkma tehlikesi yüzünden Osmanlı Devleti sulh yoluna gitmek istedi. Ancak Osmanlı Devleti’nin Kara Yorgi ile yaptığı sulh tatbik edilemedi ve Kara Yorgi 24 Aralık 1806 tarihinde Belgrat’ı işgal etti ve burada bulunan Müslümanları katletti. Görüldüğü gibi hem yeniçeriler hem de ayanlar Nizam-ı Cedid’i kendi bekaları açısından tehlikeli buluyordu. İç ve dış gaileler yüzünden yeni teşkil edilen ve geliştirilmeye çalışılan orduyla bu muhalif unsurlara müdahale edilemedi. Problemler yatışmak ve çözülmek yerine büyüdü. İkinci Edirne vakası Nizam-ı Cedid yeniliklerine ve ordusuna karşı yapılan ilk ciddi tehditti. Sırp isyanı da yine Belgrad yamaklarının ve ayanlarının yüzünden patlak vermiş ve önemli bir Balkan şehri elden çıktı. Kabakçı Mustafa İsyanı Osmanlı modernleşme tarihinin en önemli aktörlerinden biri olan III. Selim de batıdaki örneklerine benzer şekilde modernleşmeye ilk önce askeriyeden başladı. Çünkü askeri gücü olmayan bir devletin ayakta kalabilmesi zordu. III. Selim’in talebi üzerine kendisine sunulan layihalar da bu pratiğe uygun olarak askeri reform üzerine yoğunlaşmıştı. Öyle ki III. Selim de devlete yeni bir düzen vermek ve bozulan sistemi yeni bir nizama sokmak üzere Nizam-ı Cedid ordusunu, bu ordunun finansmanı için de İrad-ı Cedid Hazinesi’ni kurdu ve pek çok yeni düzenlemeyi hayata geçirdi. Ancak Genç Osman’dan sonra bu yenilikçi padişah da canını ve tüm enerjisini harcadığı Nizam-ı Cedid düzeni için verdi. III. Selim’i bu meşum sona götüren pek çok sebepten bazıları sırasıyla şöyle sayılabilir. III. Selim’in yeni talimli ve düzenli ordusu, artık işlevini yitiren ve demode olan Yeniçeri ordusu mensuplarını rahatsız etti. Yeni ordu ve düzenin finansmanı gayesiyle tesis edilen İrad-ı Cedid hazinesi için yeni vergilerin konulması birtakım çevrelerin sızlanmasına sebep oldu. Nizam-ı Cedid ordusu talim ve terbiyesinin yanı sıra resmi kıyafetleriyle de farlılık arz ediyordu. Yeni düzene muhalif olanlar muhafazakârlık saikıyla bu kıyafetleri kâfir taklidi sayarak eleştirilerine yeni bir boyut daha kattı. III. Selim’in saltanatında ikbal ve iktidar sahibi olamayacaklarını düşünen bir kesim de yeni düzene muhalif oldu. Nizam-ı Cedid ordusunun sayısının artması hâlinde Yeniçerilere ulufe verilmeyeceği hatta ilga edileceği algısı kemikleşmiş eski düzen mensuplarını rahatsız etti. İktidarda olan yenilikçi devlet adamlarının ihtişamlı yaşamlarına mukabil halkın geçin sıkıntısının arması ve pahalılık III. Selim ve reformcu ekibinin İstanbul’da kamuoyu desteğini zayıflattı. Öte yandan padişahın iyi niyetli oluşu başta yeniçeriler olmak üzere muhalif çevrelerde cezalandırılma korkusu bırakmadı. İkinci Edirne vakasında IV. Mustafa’nın dahli olduğu hâlde III. Selim’in buna sessiz kalması muhalif cepheyi iyice şımarttı. Bir yandan da III. Selim’in Selamlığa Nizam-ı Cedid askeri kıyafetiyle çıkacağı ve Yeniçeriliği ilga edeceği bilgisi kamuoyuna yayıldı. Nizam-ı Cedid karşıtları yukarıda saydığımız tüm hususları büyük bir propaganda malzemesi olarak kullandı. İkinci Edirne vakası akabinde şeyhülislam atanan Topal Ataullah’tan sonra III. Selim ikinci bir hata daha yaparak şehzade Mustafa ile anlaşmış olan Köse Musa Paşa’yı Sadaret Kaymakamı olarak atadı. Bu ikiyüzlü ve yenilik düşmanı sadaret kaymakamı Köse Musa Paşa ile şeyhülislam Topal Ataullah muhalefetin merkezinde yer aldılar. Bunlar sayesinde artık III. Selim’e ve yeni düzene muhalefet daha görünür olmaya başladı. Devrinde kamuoyu oluşturma araçlarının başında gelen camilerde vaizler “Askere pantolon ve ceket giydirip frenk muallimlerine teslim eden padişaha elbette Allah yardım etmez.” şeklinde sözler söylenmekteydi. Yeni düzene şiddetle düşman olan Tayyar Paşa da “Müslümanlara kâfir elbisesi giydirildi. Şimdi ne sipahi ne yeniçeri var. Cümlesi başı kalpaklı Frenk oldu. Bunları emreden padişahtır. Kendisinin dine ve halka hıyaneti meydandadır.” şeklindeki sözleriyle doğrudan padişahı ve yeni düzeni eleştiriyordu. Diğer ta- 54 Osmanlı Tarihi (1789-1876) raftan da Fransız Elçisi Sebastiyani Osmanlı Devleti’nin Rusya ve İngiltere ile anlaşmasını engellemek ve Babıali’yi baskı altında tutabilmek için “Nizam-ı Cedid’ten maksat ocağın kaldırılmasıdır. Vükela bu suretle ulufeleri kendi ceplerine atacaktır.” şeklinde el altından propaganda yapıyordu. Bütün bu ve benzeri propagandalar III. Selim’in şahsına ve yeni düzene karşı bir isyanın çıkmasına zemin teşkil etmiştir. Sadrazamın İstanbul’da bulunmamasını fırsata çeviren Sadaret Kaymakamı Köse Musa ile Şeyhülislam Topal Ataullah, bir taraftan III. Selim’e ve onun yeniliklerine taraftar gibi görünüp padişahın güvenini kazanmaya, diğer taraftan da hem padişahı hem de onun saltanatını sonlandırmak ve yeniliklerini sekteye uğratmaya çalışıyordu. Nitekim daha önce Trabzon taraflarından 2.000 kadar asker getirilmiş ve İstanbul boğazında bulunan kalelerdeki muhafız yamaklara ilave edilmişti. Bunların maaşı da İrad-ı Cedid hazinesinden veriliyordu. Bunların getirilmesindeki amaç İstanbul boğazının iki yakasında bulunan Nizam-ı Cedid askerlerine süreç içinde dâhil etmekti. Padişah, saraylar, köşk ve yalılar ile bostanların bakım ve koruması hizmetinden sorumlu bostancı başı Şakir Bey, Boğazlar nazırı eski reisülküttap Raif Mahmud Efendi’yi zaman zaman ziyaret etmekte idi. Bu ziyaretlerinde bazı yamaklara “Siz de Nizam-ı Cedid’e girin, hem yevmiyeniz artar hem de tayinleriniz mükemmel olur.” şeklindeki sözlerle onları da Nizam-ı Cedid’e girmeleri hususunda teşvik ediyordu. Sadaret Kaymakamı Köse Musa Paşa ise bir taraftan sürekli yeniçerileri kışkırtmış, diğer taraftan da Laz yamaklara adamları vasıtasıyla “Sizler de yeniçeri sayılırsınız. Frenk kılığına girmiş askerle nasıl olur da konuşursunuz? Amma yakında Nizam-ı Cedid elbisesi giymezseniz boğazdan kovulacaksınız.” şeklinde haber göndermekteydi. Laz yamaklar bu tahrikler sonunda toplanıp “Biz kul oğlu kuluz. Babadan ve dededen yeniçeriyiz. Nizam-ı Cedid elbisesi giymeyiz.” şeklinde karar aldılar. Öte yandan III. Selim, İstanbul’da bulunan karakollara üçer dörder Nizam-ı Cedid askeri koymak istedi. Ancak şehrin güvenliğinden sorumlu Yeniçeri Ağası seferde idi. Ona vekâlet eden Sekbanbaşı Arif Ağa da yeniçeri ağası olmadan bunu yapamayacağını söylemesi üzerine bundan vazgeçildi. Ancak bu haberi sefere gitmeyip İstanbul’da bulunan yeniçeriler duydu. Bu yüzden de ara ara yeniçeriler ile Nizam-ı Cedid askerleri arasında kavgalar olmaya başladı. Sadaret Kaymakamı Köse Musa Paşa, boğazlar nazırı Mahmud Raif Efendi’ye yamaklara da Nizam-ı Cedid askeri kıyafeti giydirmesini emretti. Bu sırada Karaman valiliğine atanan Şamlı Ragıp Paşa da Nizam-ı Cedid işareti olan kaputlar yaptırmıştı. Bu kaputları da Trabzonlu asker ve yamaklardan olan kavasların bir kısmına giydirmek istedi. Bu kavaslar Nizam-ı Cedid işaretli kaputları giymeyi reddedip durumu boğazlarda bulunan diğer yamaklara haber verdiler. Boğaz yamakları da “Padişah bütün dünyayı Nizam-ı Cedid etmek için Ragıp Paşa’ya tuğ vermiş.” diyerek isyan ettiler. Anadolu Kavağı ve Beykoz arasında bulunan Macar Tabyası (Ma-i Cari) Zabiti Haseki Halil Ağa bu haberleri yalanladı. Bunun üzerine Laz yamaklar galeyana geldi ve Halil Ağa’yı katletti. Böylece ihtilal ateşi yakılmış ve Büyükdere’ye kaçan Boğazlar Nazırı Raif Mahmud Efendi de yakalanıp katledildi. III. Selim, olay hakkında bilgi isteyince sadaret kaymakamı Köse Musa Paşa, padişaha “Bir kazadır olmuş, yamaklar itaat etmek üzeredir.” diye oyalama taktiği güttü. Ocak ihtiyarlarından bir grup yamakları yatıştırmak üzere gönderildi, bu bağlamda Ragıp Paşa da azledilerek Kütahya’ya sürgün edildi. İnce Mahmud Paşa, yeni boğazlar nazırı atandı. Yeni boğazlar nazırı, Sadaret Kaymakamı Musa Paşa ile bazı devlet ricali yeniçerin ileri gelenleriyle konuyu görüştü. Ancak gerekli tedbirler alınmadı veya alınamadı. Ertesi günü Büyükdere’de toplanan 500 kişilik âsiler kendilerine başbuğ olarak Kastamonulu Kabakçı Mustafa’yı, yardımcı olarak da Arnavud Ali ile Bayburtlu Süleyman’ı seçti. Aralarında bazı ilkeler üzerine yemin ettiler. Buna göre âsiler; Müslüman olsun 2. Ünite - Osmanlı Devleti ve Avrupa Devletler İttifakı (1798-1807) 55 Hristiyan olsun kimsenin malına, canına ve namusuna dokunmayacaklardı. Bu fiilleri işleyen olursa öldürülecekti. Şeyhülislamın tasdik etmediği hiçbir şeyi talep etmeyeceklerdi. İstanbul’da Aksaray’da yeniçeri kışlalarının bulunduğu alanda yer alan Et Meydanı’nda toplanılacak ve istekleri kabul edilmedikçe dağılmayacaklardı. Bu kararları aldıktan sonra İstanbul’a doğru hareket ettiler. Nizam-ı Cedid ordusundan bir tabur asker bile bu âsi grubu yok edebilirdi. Sadaret Kaymakamı Köse Musa, Nizam-ı Cedid askerlerine kışlalarında kalmaları emrini verdi. Nizam-ı Cedid düşmanı Hacı Mustafa Ağa’yı âsileri ikna etmeye gönderdi. Hacı Mustafa Ağa, âsilerle görüştükten sonra, yamakların Halil Haseki Ağa ile Mahmud Efendi’yi öldürdükleri için pişman oldukları, ancak boğazdaki Nizam-ı Cedid askerlerinden korktuklarını, boğazdan Nizam-ı Cedid askerleri çekilmesi hâlinde yerlerine dönecekleri haberini getirdi. Bu haber üzerine III. Selim, Nizam-ı Cedid askerlerinin Levent Çiftliği ve Üsküdar kışlasına çekilmesini emretti. III. Selim’in bu emrinden sonra âsiler geri dönmek yerine ilerlediler. Şehzade Mustafa’nın adamları da bu güruhun içine girdi ve hem bunları hem de halkı kışkırtmaya çalıştı. Kabakçı Mustafa’nın isyan hareketi artarak Tophane’ye geldi. III. Selim’e sadık bulunan Topçubaşı âsileri dağıtmaya hazırlanırken sadaret kethüdası ile sekbanbaşı “karşı gelmesinler, bu iş cümlenin ittifakı iledir.” haberini gönderdiler. Bunun üzerine topçu ocağı da kazan kaldırıp bu âsilere katıldı. III. Selim, İstanbul’da bulunan 13.000 Nizam-ı Cedid askerini bu âsiler üzerine sevk edebilirdi. Ancak böyle bir kardeş kavgasının olmasını istemiyordu. Bu yüzden sadaret kaymakamı Köse Musa Paşa’ya Babıali’de bu meseleyi müzakere etme ve çare aranması emrini verdi. Ertesi gün Unkapanı’na ulaşan ihtilal güruhu Et Meydanı’na geçerek yeniçerilerle birleşti. İstanbul’da ne kadar serseri varsa bunların peşine takılmıştı. Et Meydanı’nda usulen kazanlar kaldırıldı, dükkânlar kapatıldı ve geleneksek yeniçeri isyanı ilan edildi. Böylece isyanın ilk perdesi kapandı. III. Selim’in Tahttan İndirilmesi İsyanın bir ritüel olarak da ilanından sonra ocak ihtiyarları Şeyhülislam Topal Ataullah ve bir kısım ilmiye mensubunu Yeniçeri Ağası’nın idari makamı olan Süleymaniye’deki Ağa Kapısı’na davet ettiler. Şeyhülislam Atullah Efendi, Rumeli Kadıaskeri Ahmed Muhtar Efendi, Anadolu Kadıaskeri Mehmed Hafid Efendi ve İstanbul Kadısı Murad Efendi âsilerle Ağa Kapısı’nda görüştü. Bu efendilerin hepsi âsileri ve taleplerini onayladı. III. Selim, sarayın kapılarını kapattı. Padişahın yakın kurenası seferde olan sadrazamı ve orduyu geri çağırmasını teklif ettiler. III. Selim, “Serhadler boş kalırsa, Ruslar Çatalcaya kadar iner.” diyerek bu teklifi de reddetti. III. Selim, tahtı ve hayatı tehlikede olmasına rağmen hâlâ ülkesinin menfaatlerini düşünüyordu. III. Selim, kardeş kanı dökülmemesi ve bu anarşinin bitmesi için kendisinin son dayanağı olan Nizam-ı Cedid ordusunu ilga etti. Köse Musa Paşa, ihtilalcilerin reisi Kabakçı Mustafa’ya idam talebinde bulunmaları için Nizam-ı Cedid taraftarı 11 kişinin ismini vermişti. Dellallar her yerde Nizam-ı Cedid ordusunun ilga edildiğini ilan ediyordu. Bu sırada âsiler Et Meydanı’dan Sultanahmet’te bulunan At Meydanı’na geldiler. Ellerindeki listeyi Ağa Kapısı’na gönderip “Şer’le görülecek davamız vardır. Şeyhülislam ve kadıaskerler buraya gelsinler.” dediler. Şeyhülislam Ataullah Efendi, bu 11 kişinin idam edilmesi hâlinde âsilerin yatışacağını bildirdi. III. Selim, Sırkatibi Ahmed Efendi ile Mabeynci Ahmed Bey’e başlarının çaresine bakmaların söyledi. Ancak III. Selim de biliyordu ki asker saraydan kelle istediğinde verilmez ise saraya girip alır. Bu yüzden Köse Musa Paşa’dan listede ismi bulunan İbrahim Kethuda, Bahriye Nazırı Hacı İbrahim ile sırkatibi Ahmed Efendilerin idamından vazgeçilmesini, diğerlerinin de mümkünse kurtarılmasını, eğer mümkün olmaz ise gereğinin yapılmasını söyledi. Listede ismi olan diğer yenilikçiler Rıkab kethüdası 56 Osmanlı Tarihi (1789-1876) Memiş, Darphane Emini Ebubekir Efendi ve Bostancı Başı Şakir Bey sarayda boğduruldu. İbrahim Kethuda kaçtı, fakat yakalanıp Mühendisbaşı Ali Ağa ile Et Meydanı’nda öldürüldü. III. Selim, âsilerin İrad-ı Cedid hazinesinin de ilgası talebini yerine getirdi. Ancak her karşılanan talebin arkasından bir yenisi geliyordu. Şimdi ise I. Abdülhamid’in oğulları şehzade Mustafa ile Mahmud’un can güvenliklerini kendilerinin sağlayacaklarını ve padişaha güvenmediklerini ileri sürdüler. III. Selim ise “Benim kendi evladım yoktur. Şehzadeler evladım ve göz nurumdur. Allah göstermesin onlara kıyıp Osmanlı sülalesinin kesilmesine Osmanlı Devleti’nin sona ermesine sebep olmam hiç akıl ve hayale gelir mi? Allah o günleri göstermesin, cenab-ı Hakk onlara uzun ömürler versin.” şeklinde hatt-ı hümayun yazdı. Bu hatt-ı hümayun okunduğu sırada Babıali’de bazı rical ağladı. Ancak âsiler bu gün de dağılmadılar. Ertesi günü cuma idi. Şeyhülislam Topal Ataullah, sekbanbaşı ve diğer ocak ileri gelenleri toplandı. İhtilal cemiyetinin dağılması, bunlara çeşitli rütbeler, ihsanlar ve bahşişler verilmesi kararlaştırıldı. Böylece isyan sona ermek üzere idi. Ancak sahnelenen oyunun son perdesi henüz bitmemişti. İhtilalin asıl oyuncuları olan Veliaht Mustafa ve adamları ile Şeyhülislam Topal Ataullah ve Sadaret Kaymakamı Köse Musa âsilerle görüşüp hâl’i yani saltanat değişikliğinin de talep edilmesini temin ettiler. Öyle ki Şeyhülislam Topal Ataullah, son bir kez daha gidip başka istekleri var mı diye sordurma gereği duydu. Bu toplantıdan dört kişilik bir ekip yeniden gidip âsilere başka taleplerinin olup olmadığını sordu. İstanbul Kadısı Murad Efendi de “Bundan sonra bu padişaha emniyet olur mu?” dedi. Âsiler de bunun üzerine şeyhülislama fetva formunda “Sultan Selim Saltanatında istiklal yok. Hükümeti birtakım zalimlerin eline verdi. Kendisi zevk ve sefayla meşguldü. Devlete getirdikleri de fukaraya ve reayaya her türlü zulmü ediyorlar. Böyle bir padişahın hilafeti caiz midir? ” diye sordular. Bu sorunun cevabı da hazırdı. Şeyhülislam Ataullah Efendi de caiz olmadığını söyledi. Böylece III. Selim’in usulen hâl’ fetvası da alınmış oldu. Meydanda bulunan bazı ilmiye mensupları böyle bir hâl’ fetvasının meşru olmayacağını iddia ettiler. Doğrusu da buydu, ancak isyanın iki numarası Bayburtlu Süleyman bunlara müdahale ederek “Şimdiden sonra ne o bize padişahlık ne de biz ona kulluk edebiliriz.” dedi. Bu arada Veliaht Mustafa’nın cülusu için Fatiha okundu. Böylece Osmanlı yenileşme projesi de bir süreliğine rafa kaldırıldı. III. Selim’in hâl’ine dair hukuki dayanak ve meşruiyet belgesi olan fetvayı alan âsilerden 2.000’i Topal Ataullah’ı bu hâl’i tebliğe memur ederek Babıali’ye gitti. Burada bulunan Köse Musa Paşa, Anadolu Kadıaskeri Muhammed Hafid Efendi ile Sekbanbaşı’yı hâl’i bildirmek üzere saraya göndermişti. Sarayın kapılarının kapalı olması üzerine saltanat değişikliği yani hâl’ gerçekleşmeden âsilerin dağılmayacağına dair tezkireyi Haremden sorumlu Darussaade Ağası aracılığıyla saraya ilettiler. 29 Mayıs 1807 tarihinde Darüssaade Ağası bu tezkireyi padişaha arz etmesi üzerine III. Selim “Allah’ın takdiri böyle imiş.” diyerek veliaht Mustafa’nın saltanatını tebrik etti. Bu sırada sarayın dışında bulunan âsiler “Sultan Selim’i istemeyüz, Sultan Mustafa Efendimizi isterüz.” şeklinde bağrıştıkları söylenir. Şeyhülislam riyasetinde sadaret kaymakamı Köse Musa ve diğer devlet ricali saraya geldi. Şeyhülislam sözde büyük bir üzüntü içindeymiş gibi hâl’i tebliğ etti. Böylece 18 yıl boyunca büyük bir yenileşme hamlesi başlatan III. Selim, modernleşme uğruna saltanatını feda etti. Görüldüğü gibi III. Selim ve Osmanlı aydınları çağdaş Batı dünyasında olduğu gibi modernleşmeye askeriyeden başladılar. Devletin ayakta kalabilmesi için en acil reform maddesi askeriyeydi. Aksi hâlde devletin bekası tehlikeye düşecekti. Böyle bir reform için kamuoyunu ikna etmek yüzyıllara dayanan gelenekleri ve alışkanlıkları da değiştirmek 2. Ünite - Osmanlı Devleti ve Avrupa Devletler İttifakı (1798-1807) 57 demekti. Bu hiç de kolay bir mesele değildi. Anadolu ve Rumeli’de palazlanmış yerel güçler olan ayanlar ise merkezi hükümeti ve idareyi tehdit eder konuma gelmişlerdi. Buna mukabil Nizam-ı Cedid adıyla düzenli ve talimli batı tarzı yeni bir ordu kurulmuş ve bu ordu Akka savunmasında önemli başarılar kazanmıştı. Ancak bu reforma karşı ayanlar, yeniçeriler, sömürgeci güçlerin sürekli tehdit ve saldırıları, ikbal ve iktidarını yeni bir sultanın cülusunda gören devlet erkanı gibi nedenler yüzünden III. Selim’in reform projesi sekteye uğradı. Osmanlı Devleti’nde modern bürokrasinin banisi II. Mahmud’un reformları III. Selim’in önce tahtını sonra da canını feda ettiği Nizam-ı Cedid tecrübesi üzerine bina edildi. Kabakçı Mustafa isyanı nasıl başladı ve neticelendi? Kabakçı Mustafa isyanı ve III. Selim’in tahttan indirilmesi konusunda şu kitapları okuyunuz. Nizam-ı Kadimden Nizam-ı Cedid’e III. Selim ve Dönemi, (2010). (Editör, Seyfi Kenan), İstanbul. İSAM Yayınları; DERİN, F. Çetin. (1972). “Yayla İmamı Risalesi-Tarih-i Vaka-i Selimiye”, TED, Sayı 3, s. 231-243; DANİŞMEND, İsmail Hami. (1972). İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, İstanbul: Cilt 4. Türkiye Yayınevi; SERTOĞLU, Mithat. (2011). Mufassal Osmanlı Tarihi, Ankara: Cilt V. Türk Tarih Kurumu Basımevi. 6 Resim 2.8 III. Selim. Kaynak: http:// mtdata.ru/u24/ photo7B60/20767058849-0/ original.jpg 58 Osmanlı Tarihi (1789-1876) Özet Fransa’nın Mısır’ı işgalinin sebepleri, ittifak antlaşmaları, yapılan kara ve deniz savaşlarını açıklamak Fransa, Avrupa’da diğer rakip devletleri yendikten sonra İngiltere ile uluslararası sularda bir hâkimiyet ve sömürgecilik savaşına girmişti. Bu mücadelenin bir parçası olarak Fransa İngiltere’nin Akdeniz ve Hindistan sömürgeciliğine ve ticaretine darbe vurmak istedi. Fransa öteden beri Mısır’ı da sömürge imparatorluğuna katmayı hedefliyordu. Fransa’nın bu hamlesi hem İngiliz hem de Rusya’nın çıkarlarına zarar verecekti. Napoleon, Mısır seferinde ilk olarak Malta Adası’nı ardından İskenderiye ve Kahire’yi işgal etti. Fransa’nın Mısır Seferi, Avrupa güçleri arasında süregelen büyük problemlere “Akdeniz problemi” olarak bir yenisini daha ekledi. Fransa’yı Akdeniz’den atmak amacıyla Osmanlı Devleti, Rusya, İngiltere ve İki Sicilya Krallığı arasında ittifak antlaşmaları imzalandı ve ortak düşmana karşı çeşitli savaşlar yapıldı. Fransa’nın Mısır’ı tahliyesini ve savaşın sonuçlarını özetlemek Fransa’nın Mısır seferi üzerine Osmanlı Devleti, tek başına siyaset yapma geleneğine son vererek Avrupa devletler ittifakına girdi. Müttefik ülkelerden İngiltere ve Rusya ile Fransa’ya karşı karada ve denizde bir dizi savaş yaptı. Bu savaşlar sırasında zor durumda kalan Fransa, Mısır’dan sonra Suriye üzerine de sefer düzenledi. Ancak Napoleon, Akka Kalesi’nde yenildi, yerine geçen Kleber bir Türk fedaisi tarafından öldürüldü, onun yerine geçen Manou da İngilizlere yenildi. Bu suretle de Fransa, 1798 yılında işgal ettiği Mısır’ı 1801 yılında tahliye etmek zorunda kaldı. Böylece yaklaşık üç yıllık bir aranın ardından Mısır’da Osmanlı hâkimiyeti tesis edildi. Fransa, Mısır seferiyle önemli bir kazanım elde edemedi. Fransa Mısır’da kurduğu enstitü aracılığıyla Mısır’ın maddi kültür varlıkları üzerine ciddi araştırmaların temelini attı. İngiltere ise en büyük düşmanını bir kez daha alt etti. Rusya, boğazlardan geçerek Akdeniz’e indi ve sömürgecilik yarışında ve yeni toprakların paylaşımında kendisinin de olacağını gösterdi. Fransa’nın yeniden Mısır’ı işgal planını ve yeni ittifak antlaşmalarını ifade etmek Mısır seferi sonunda Osmanlı ve müttefikleri karşısında yenilgiye uğrayıp işgal ettiği yerlerden çekilen Fransa, Akdeniz ve Mısır üzerindeki emellerinden vazgeçmedi. Rusya ve Avusturya ile yaptığı gizli anlaşmayla yeniden Mısır’ı işgal ve sömürmeyi planladı. Bu kapsamda yapılan ittifak antlaşmalarına göre Rusya, Türkistan ve Afganistan’ı işgal ederek Hindistan’a uzanacak ve büyük bir Rus imparatorluğu kuracaktı. Buna karşılık Fransa’nın yeniden Mısır’ı işgal ve sömürgeleştirmesine ses çıkarmayacaktı. Aynı şekilde Avusturya’da Sırbistan, Bulgaristan ve Bosna-Hersek ile Eflak ve Boğdan’ı işgal edecekti. Bu plan, Fransa dostluğuna muhalif olan ve İngiltere ile derin ticari ilişkileri bulunan bir grup tarafından Rus çarı I. Pavel’in öldürülmesi üzerine hayata geçirilemedi. Ancak hem sömürgecilik yarışı hem de dünyayı paylaşım proje ve antlaşmaları devam etmesi İngiliz donanmasının Marmara Denizi’ne girişini, İskenderiye’yi işgalini ve buraları tahliye sürecini anlatmak Akdeniz’de ve dünyanın diğer kesimlerinde sömürge yarışı artarak devam etti. Bunun sonucu olarak Fransa ile İngiltere ve Rusya arasında çıkan çatışmada Osmanlı Devleti yeniden iki ateş arasında kaldı. Tercihini bu kez Fransa’dan yana kullandı. Ruslar Eflak ve Boğdan’da işgaller gerçekleştirdi. İngilizler ise Çanakkale boğazından geçerek on beş gün kadar Marmara denizinden kaldıktan sonra çekip gitmek zorundu kaldı. Akabinde de İskenderiye’yi işgal etti. Yapılan savaşlarda Mısır valisi Mehmed Ali Paşa, İngilizleri yendi ve Vahhabi isyanını bastırdı. Böylece Fransızlardan sonra İngilizlerin de Mısır’ı işgal ve sömürgeleştirme çabası sonuçsuz kaldı. III. Selim’in Nizam-ı Cedid düzenine karşı Kabakçı Mustafa İsyanını ve III. Selim’in hâl’inin sebeplerini özetlemek III. Selim ve Osmanlı aydınları çağdaş Batı dünyasında olduğu gibi modernleşmeye askeriyeden başladılar. Ülkelerin arasında yapılan mücadelelerin en acıması savaştı. Bu bakımdan ordu reform en acil olandı. Aksi hâlde devletin bekası tehlikeye düşecekti. Böyle bir reform için kamuoyunu ikna etmek, yüzyıllara dayanan gelenekleri ve alışkanlıkları da değiştirmek demekti. Bu hiç te kolay bir mesele değildi. Anadolu ve Rumeli’de palazlanmış yerel güçler olan ayanlar ise merkezi hükümeti ve idareyi tehdit eder konuma gelmişlerdi. Buna mukabil Nizam-ı Cedid adıyla düzenli ve talimli batı tarzı yeni bir ordu kurulmuş ve bu ordu Akka savunmasında önemli başarılar kazanmıştı. Ancak bu reforma karşı ayanlar, yeniçeriler, sömürgeci güçlerin sürekli tehdit ve saldırıları, ikbal ve iktidarını yeni bir sultanın cülusunda gören devlet erkanı gibi nedenler yüzünden III. Selim’in reform projesi sekteye uğradı. Kabakçı Mustafa isyanı akabinde III. Selim ülkenin modernleşmesi uğrunu hem saltanatını hem de canını feda etti. II. Mahmud’un reformları işte bu tecrübe üzerine bina edildi. 1 2 3 4 5 2. Ünite - Osmanlı Devleti ve Avrupa Devletler İttifakı (1798-1807) 59 Kendimizi Sınayalım 1. Aşağıdakilerden hangisi Napoleon’un Mısır’ı işgal gerekçelerinden biri değildir? a. İngiltere’nin müttefiki İspanya’nın bölgedeki gücünü kırmak b. İngiltere’nin Hint denizyolu bağlantısını kesmek c. Stratejik ve ekonomik potansiyeli olan bir bölgeye hakim olmak d. Kölemenlerin bölgedeki etkinliğini kırmak e. Yedi Yıl Savaşlarındaki kayıplarına mukabil yeni bir saha elde etmek 2. Aşağıdakilerden hangisi Napoleon’un Malta Adası’nı işgali sırasında Müslüman esirleri serbest bıraktırma gerekçelerden biridir? a. Napoleon’un Müslümanları sevmesi b. Müslümanların dostu olduğu algısını yayma çabası c. III. Selim’in dostu olması d. Saint Jean şövalyelerinden nefret etmesi e. Malta’da asayişi sağlamak istemesi 3. Napoleon’un Fransa’ya dönmesinden sonra Mısır’da komutayı devralan kişi aşağıdakilerden hangisidir? a. Leibnitz b. Talleyrand c. Kleber d. Menou e. Sebastiyani 4. Aşağıdakilerden hangisiyle Fransa, Mısır’da yenilgiyi kabul etmiştir? a. Campo Formio Antlaşması b. Paris Antlaşması c. Tilsit Antlaşması d. El-Ariş Sözleşmesi e. İstanbul Sözleşmesi 5. Aşağıdakilerden hangisi Fransa’nın Mısır’ı işgaline karşı doğrudan veya dolaylı olarak Osmanlı Devleti’yle ittifak yapmış ülkelerden biri değildir? a. İngiltere b. Rusya c. İki Sicilya Krallığı d. Portekiz e. İspanya 6. Napoleon Mısır yenilgisinden sonra aşağıda yer alan hangi ülkelerle Osmanlı topraklarını paylaşma projesi üzerinde anlaştığı ülkeler aşağıdakilerden hangisinde birlikte ve doğru olarak verilmiştir? a. Rusya-Avusturya b. Avusturya-Prusya c. İtalya-İngiltere d. İtalya-Portekiz e. İran-Afganistan 7. İngiliz donanmasının boğazlardan geçerek Marmara denizine girme gerekçesi aşağıdakilerden hangisidir? a. Osmanlı Devleti’ne yardım etmek b. Osmanlı Devleti’ni tehdit ve bazı kazanımlar elde etmek c. İstanbul’u işgal etmek d. Fırtınaya tutulmak e. Fransa’yı tehdit etmek 8. Nizam-ı Cedid’e karşı ilk ciddi tepki aşağıdakilerden hangisidir? a. I. Edirne Vakası b. Karaman Beylerbeyi Kadı Abdurrahman Paşa’nın İstanbul’a gelişi c. II. Edirne Vakası d. Mehmed Ali Paşa’nın Mısır valisi atanması e. Vahhabi İsyanı 9. Aşağıdakilerden hangisi III. Selim’in hâl’inde rol almamıştır? a. Şeyhülislam Topal Ataullah Efendi b. Sadaret Kaymakamı Köse Musa Paşa c. Kabakçı Mustafa d. İbrahim İsmet Bey e. Bayburtlu Süleyman 10. Aşağıdakilerden hangisi Fransa ve Rusya’nın Osmanlı/ Türk topraklarını paylaşmasına dair bir antlaşmadır? a. El-Ariş Sözleşmesi b. Compo Formio Antlaşması c. Paris Antlaşması d. Amiens Antlaşması e. Tilsit Antlaşması 60 Osmanlı Tarihi (1789-1876) Yaşamın İçinden Mehmet Esad Yesârî Efendi ile Galip Dede’nin Ölümü III. Selim devrinde devlete yeniden nizam verilip modern devletin temelleri atılırken bir dizi dâhili isyanlar ve harici savaşlar da yapıldı. İlhami mahlasıyla besteler yapan musikişinas padişah III. Selim devrinde iki büyük şahsiyet de dünya âleminden bekaya göçtü. Bunlardan biri hat ustadı Yesârî Efendi diğeri de divan edebiyatının en güzide şahsiyetlerinden Şeyh Galip idi. Mehmet Esad Yesârî Efendi (Ö. 1898): “En büyük ta’lik üstadı Mehmed Es’ad Yesârî Efendi’nin ölümü. Sağ tarafı mefluç ve sol tarafı titrek olduğu hâlde sol eliyle yazdığı için “Yesârî” denilen Es’ad Efendi talikin en büyük hattatıdır. Birçok levhalar ve kitâbeler bırakmıştır. Son resmi görevi saray hocalığıdır”. Galip Dede (Ö. 1899): “Divan edebiyatının en mümtaz ve en zarif şahsiyetlerinden olan bu büyük adam 1171 (1757-1758) tarihlerinde dünyaya geldiğine göre 41-42 yaşlarında vefat etmiş demektir. Mevlevihane kapusunda babasının adı Reşid Efendi’dir. Mevlevilik aşkıyla daha gençliğinde Konya’ya gitmiş ise de ailesinin ricasıyla Çelebi Efendi kendisini İstanbul’a iade etmiş ve bir müddet sonra Yenikapı Mevlevihanesi postnişini Seyyid Efendi’den inabe almıştır. Mevlevi tarikatının son mevkii Galata Mevlevihanesi meşihatıdır. Galip Dede’nin asıl ismi Esad olduğu hâlde bazı müteşairlerle iltibasa mahal vermemek için sonradan “Galib” mahlasını almıştır. Divanından başka “Hüsn ü Aşk”ıyla Mevlevi şairlerine ait bir “Tezkiret-üş-Şuara”sı ve tasavvufa ait bazı eserleri de vardır. III. Selim’in Galata Mevlevihanesi’ni hem kendisine hem de Mevleviliğe hürmeten tamir ettirdiğinden bahsedilir. Şeyh Galib padişahın birçok ihsanlarıyla hediyelerine nail olduğu gibi çok defa huzura davet edilip sohbette de bulunmuştur. Genç yaşta ölmesi Türk edebiyatı için çok büyük bir ziyandır”. Kaynak: DANİŞMEND, İsmail Hami. (1972). Osmanlı Tarihi Kronolojisi, İstanbul: Cilt 4, s. 76-77. “Cezzar Ahmet Paşa’nın Napolyon’u Mağlup Etmesi (…) Cezzar Ahmet Paşa; Akka’yı kaybederse, harpte ölmese bile sonradan kellesinin elden gideceğini pekâlâ biliyor; onun için bu mücadeleyi ölüm ve kalım savaşı sayarak canını dişine takmış, dövüşüyordu. Bonapart ise, Fransa ile haberleşemez hâlde idi. Mısır’da Arabistan’da asıl kuşatılmış ve kapanmış kalan kendisi ve ordusu idi. Bütün hıncı ile Akka kalesine saldırıyor, onun işini bitirdikten sonra kendi durumunu değerlendirmeye sıra geleceğini düşünüyordu. Artık Bonapart, Mısır’da itibarının azaldığını, uyandırdığı korkunun geçtiğini, yaptığı propagandanın tesirsiz kaldığını, foyasının meydana çıktığını iyice anlamaya başladı. Mısır’da yer yer ayaklanmalar oluyor, çölün şurasında burasında yarı yerleşmiş Fransız birliklerine saldıranlara, erzak ve cephanesini yağmalayanlara rastlanıyordu. Napolyon’un talihi iyice tersine dönmüş görünüyor, Osmanlı Devleti yeniden umutlanıyor, İngiltere şarktaki çıkarlarını Fransızlara kaptırmamak için bir kat daha gayrete geliyordu. Başka çare kalmadığını gören Napolyon; son bir gayretle Akka’yı ele geçirmeyi aklına koydu. General Kleber’i Nasıra’da imdada çağırdı. Fransız ordusu, Asya ve Afrika’daki bütün gücü ile Akka kalesine yüklendi. Akşama kadar çok şiddetli çarpışmalar oldu. Akşamüstü Fransızlar surlara tırmanıp, Ali Burcu denilen kısmı çökerttiler. Kaledekiler onlardan yaman, atik ve gözü pek davranıp; kılıç kılıca hatta bıçak bıçağa; yaka yakaya; yumruk yumruğa savaşmaya başladı. İçeri giren Fransızlar, altında lağım olan kısımlara yönelmişler, kaleyi içten fethettiklerini sanmışlardı. Cezzar Ahmet Paşa kale elden gidince hiçbir işe yaramayacak barutlarla dolu lağımları ateşe verince çoğu havaya uçtu. Yerlere yuvarlananları Cezzar’ın askerleri bir hamlede kılıçtan geçirdiler. Zaman Zaman Fransızları topa tutan İngiliz Amirali Simit, kalenin akıbetinden ümidini kesmiş idi. Kalenin kesin kurtulduğunu ve Fransızların perişan olduğunu haber alınca, şaşırmaktan sevinmeye vakit bulamadı. Kaleden yenilmiş ve darmadağın olmuş dışarı fırlayan Fransızlardan birkaç yüz tanesi şehir camiine sığınmışlardı. Ellerindeki son imkânlarla mutlak akıbetleri olan ölümlerini geciktirmeye uğraşıyorlardı. Nihayet teslim oldular fakat Yafa’nın ve başka yerlerin masum ve silahsız halkı gibi asılıp kesilmediler, yok edilmediler. Canları kendilerine bağışlandı. Mısır’a böyle yenilmiş ve ezilmiş dönmeyi kendine yediremeyen Bonapart, ertesi günü yine saldırıya geçti. Bu sefer de İstanbul’dan yetişen Nizam-ı Cedid askerleri savaş tekniğine uygun davranışlarla Fransızlara siperlerine kadar kovalamayı başardılar. Bonapart’ın askerlerinde de, bir yandan veba salOkuma Parçası 2. Ünite - Osmanlı Devleti ve Avrupa Devletler İttifakı (1798-1807) 61 gını, bir yandan savaş, bir yandan da başkaldırmalar yüzünden pek hayır kalmamıştı. Napolyon’un artık Akka’yı alamayacağı kafasına dank etti, işe yarak fakat nakli imkânsız nesi varssa gömüp kaybederek ordusu ile Hayfa yolunu tuttu. Cezzar Ahmet Paşa durur mu? Kale kapılarını açıp arkalarından bütün kuvvetleriyle kovalamaya koyuldu. Bonapart askerlerinin yaralı ve bitkin olanlarını, sedyelerle Müslüman esirlere taşıtarak Yafa’ya ulaştı ama arkadan Cezzar Ahmet Paşa’nın avının kokusunu almış kaplan gibi yetiştiğini fark edince oradan da Gazze’ye kaçtı. Orada da duracağına aklı kesmeyince; araç ve gereçlerinin çoğunu kendi eliyle yakıp yok ede ede; hastalarını, yürüyemeyecek kadar yaralı ve yorgun olanlarını da afyon ruhu içirerek Ariş’de soluğu aldı. (…)” Kaynak: AHMED CEVDET PAŞA. (2008). Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, İstanbul: (editörler: Mustafa Güçlükol, Bilge Bozkurt), I, II. İlgi Kitap Yayıncılık. s. 21-23. Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı 1. a Yanıtınız yanlış ise “Napoleon’un Mısır’ı İşgali ve Tahliyesi (1798-1802)” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 2. b Yanıtınız yanlış ise “Napoleon’un Mısır’ı İşgali ve Tahliyesi (1798-1802)” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 3. c Yanıtınız yanlış ise “Napoleon’un Mısır’ı İşgali ve Tahliyesi (1798-1802)” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 4. d Yanıtınız yanlış ise “Napoleon’un Mısır’ı İşgali ve Tahliyesi (1798-1802)” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 5. e Yanıtınız yanlış ise “Napoleon’un Mısır’ı İşgali ve Tahliyesi (1798-1802)” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 6. a Yanıtınız yanlış ise “Eski Müttefikler Yeni Düşmanlar; İngiltere ve Rusya ile Savaş (1802-1807)” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 7. b Yanıtınız yanlış ise “Eski Müttefikler Yeni Düşmanlar; İngiltere ve Rusya ile Savaş (1802-1807)” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 8. c Yanıtınız yanlış ise “Kabakçı Mustafa İsyanı ve III. Selim’in Tahttan İndirilmesi (1807)” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 9. d Yanıtınız yanlış ise “Kabakçı Mustafa İsyanı ve III. Selim’in Tahttan İndirilmesi (1807)” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 10. e Yanıtınız yanlış ise ““Eski Müttefikler Yeni Düşmanlar; İngiltere ve Rusya ile Savaş (1802-1807)” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Sıra Sizde 1 Fransa, Avrupa’da diğer rakip devletleri yendikten sonra İngiltere ile uluslararası sularda bir hâkimiyet ve sömürgecilik savaşına girmişti. Bu mücadelenin bir parçası olarak Fransa İngiltere’nin Akdeniz ve Hindistan sömürgeciliğine ve ticaretine darbe vurmak istiyordu. Bu amacının yanı sıra öteden beri Mısır’ı Fransa sömürge imparatorluğuna katmayı hedefliyordu. Fransa’nın bu hamlesi hem İngiliz hem de Rusya’nın çıkarlarına zarar verecekti. Osmanlı Devleti ise dost bir ülkenin topraklarını işgaline karşı acil savaş hazırlıklarına ve ittifak arayışına girişmiş, ancak savaş ilanında yavaş davranarak bu hazırlıklar için zaman kazanmaya çalışmıştır. Sıra Sizde 2 Napoleon, Mısır seferinde ilk olarak Malta Adası’nı işgal edip hapishanelerdeki Müslümanları serbest bırakarak kendini ve Fransa’yı Osmanlı Devleti ve İslam dostu olarak göstermek istedi. Napoleon, Mısır’da İskenderiye ve Kahire’yi işgalden sonra bir adım daha ileri giderek kendisini ve tüm Fransız halkını Osmanlı Devleti’nin dostu, hatta aynı dinin mensubu gibi takdim etti. Kahire’yi işgalden sonra Kahire Kalesi’nde III. Selim adına para bastırdı, camilerde yapılan mutat ibadetlerde Osmanlı ve Fransız ordusu için dua edilmesini istedi. Bu algı operasyonu Napoleon’un Mısır’ı işgal ve sömürgeleştirme projesinin doğal bir parçasıydı. Sıra Sizde 3 Fransa’nın Mısır Seferi, Avrupa güçleri arasında süregelen büyük problemlere “Akdeniz problemi” olarak bir yenisini daha ekledi. Fransa’yı Akdeniz’den atmak amacıyla Osmanlı Devleti, Rusya, İngiltere ve İki Sicilya Krallığı arasında ittifak antlaşmaları imzalandı ve ortak düşmana karşı çeşitli savaşlar yapıldı. Avrupa siyaseti üç yıl boyunca ağırlıklı olarak Akdeniz problemi üzerine yoğunlaşmak zorunda kaldı. Osmanlı Devleti, tek başına siyaset yapma geleneğine son vererek Avrupa devletler ittifakına girdi. Sıra Sizde 4 Napoleon, Mısır’dan sonra Suriye üzerine de sefer düzenledi, hem tüm Akdeniz limanlarına hem de Suriye’de bulunan orman sahalarına sahip olmak istedi. Napoleon, bu yaklaşımıyla biryandan sömürgecilik siyasetini gütmüş, diğer yandan da rakibi İngiltere’nin çıkarlarına ve ticaretine Akdeniz’de darbe vurmayı planlamıştı. Suriye seferinin bir amacı da Osmanlı Devleti’ni de barışa zorlamaktı. Ancak Napoleon, Akka Kalesi’nde yenildi, yerine geçen Kleber bir Türk fedaisi tarafından öldürüldü, onun yerine geçen Manou Sıra Sizde Yanıt Anahtarı 62 Osmanlı Tarihi (1789-1876) da İngilizlere yenildi. Bu suretle de Fransa, 1798 yılında işgal ettiği Mısır’ı 1801 yılında tahliye etmek zorunda kaldı. Böylece yaklaşık üç yıllık bir aranın ardından Mısır’da Osmanlı hâkimiyeti tesis edildi. Sıra Sizde 5 Osmanlı ve müttefikleri karşısında yenilgiye uğrayıp Mısır’dan çekilen Fransa, Akdeniz ve Mısır üzerindeki emellerinden vazgeçmedi. Rusya ve Avusturya ile yaptığı gizli anlaşmayla yeniden Mısır’ı işgal etmeyi planladı. Ancak Rus çarı I. Pavel’in öldürülmesi üzerine bu proje hayata geçirilemedi. Bunun üzerine yaklaşık dört yıl aradan sonra Fransa bu savaşı hukuki olarak da bitiren antlaşmaları imzaladı. Akdeniz’de ve dünyanın diğer bölmelerindeki sömürge yarışı ise artarak devam etti. Bunun sonucu olarak Fransa ile İngiltere ve Rusya arasında çıkan çatışmada Osmanlı Devleti yeniden iki ateş arasında kaldı. Tercihini bu kez Fransa’dan yana kullandı. Ruslar Eflak ve Boğdan’da işgaller gerçekleştirdi. İngilizler ise önce Çanakkale boğazından geçerek on beş gün kadar Marmara denizinden kaldıktan sonra çekip gitmek zorundu kaldı. Akabinde de İskenderiye’yi işgal etti. Yapılan savaşlarda Mısır valisi Mehmed Ali Paşa, Mısır’da İngilizleri yendi ve Vahhabi isyanını bastırdı. Böylece İngiltere’nin de Mısır’ı sömürgeleştirme planı suya düştü. Sıra Sizde 6 III. Selim ve Osmanlı aydınları çağdaş Batı dünyasında olduğu gibi modernleşmeye askeriyeden başladılar. Devletin ayakta kalabilmesi için en acil reform maddesi askeriyeydi. Aksi hâlde devletin bekası tehlikeye düşecekti. Böyle bir reform için İç kamuoyunu ikna etmek yüzyıllara dayanan gelenekleri ve alışkanlıkları da değiştirmek demekti. Bu hiç te kolay bir mesele değildi. Anadolu ve Rumeli’de palazlanmış yerel güçler olan ayanlar ise merkezi hükümeti ve idareyi tehdit eder konuma gelmişlerdi. Buna mukabil Nizam-ı Cedid adıyla düzenli ve talimli batı tarzı yeni bir ordu kurulmuş ve bu ordu Akka savunmasında önemli başarılar kazanmıştı. Ancak bu reforma karşı ayanlar, yeniçeriler, sömürgeci güçlerin sürekli tehdit ve saldırıları, ikbal ve iktidarını yeni bir sultanın cülusunda gören devlet erkânı yüzünden III. Selim’in reform projesi sekteye uğradı. Ancak II. Mahmud’un reformları bu tecrübe üzerine bina edildi. Ahmed Cevdet Paşa. (2008). Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, İstanbul: (editörler: Mustafa Güçlükol, Bilge Bozkurt), I, II. İlgi Kitap Yayıncılık. Beydilli, Kemal. (1984). 1790 Osmanlı-Prusya İttifakı, İstanbul. İstanbul Üniversitesi Yayınları. Danişmend, İsmail Hami. (1972). İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, İstanbul: Cilt 4. Türkiye Yayınevi. Derin, F. Çetin. (1972). “Yayla İmamı Risalesi-Tarih-i Vaka-i Selimiye”, TED, Sayı 3, s. 231-243. Derin, F. Çetin. (1974). “Tüfenkçi-başı Ârif Efendi Tarihçesi”, Belleten, XXXVIII/149-152, s. 426-432. Grant J.. (1934). A History of Europe, Part III, London-New York-Toronto. Logmans, Green and Co. Karal, Enver Ziya. (1988). III. Selim’in Hatt-ı Hümayunları –Nizam-ı Cedid- 1789–1807, Ankara. Türk Tarih Kurumu Basımevi. Karal, Enver Ziya. (1988). Osmanlı Tarihi, Ankara: V. Türk Tarih Kurumu Basımevi. Kurat, Akdes Nimet. (1970). Türkiye ve Rusya, Ankara. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Yayınları. Mann, Michael. (2012). İktidarın Tarihi-Sınıfların ve Ulus Devletlerin Yükselişi 1760-1914, Ankara: II. Phonenix Yayınevi. Michelet. (1950). Fransız İhtilali Tarihi, (Çev. Hamdi Varoğlu), İstanbul, Cilt 1-2. Milli Eğitim Basımevi. Morier, John Philip. (2013). Mısır Seferinde Osmanlı Ordusu İle Altı Ay, (Çev. Ömer Öztürk), İstanbul. Ark yayıncılık. Nizam-ı Kadimden Nizam-ı Cedid’e III. Selim ve Dönemi, (2010). (Editör, Seyfi Kenan), İstanbul. İSAM Yayınları. Price, Roger. (2012). Fransa’nın Kısa Tarihi, (Çeviren: Özkan Akpınar), İstanbul. Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi. Sertoğlu, Mithat. (2011). Mufassal Osmanlı Tarihi, Ankara: Cilt V. Türk Tarih Kurumu Basımevi. Soysal, İsmail, (1964). Fransız İhtilali ve Türk-Fransız Diplomasi Münasebetleri (1789-1802), Ankara. Türk Tarih Kurumu Basımevi. Uçarol, Rıfat. (1985). Siyasi Tarih, İstanbul. Filiz Kitabevi. Uzunçarşılı, İsmail Hakkı. (1972), Mekke-i Mükerreme Emirleri, Ankara. Türk Tarih Kurumu Basımevi. Uzunçarşılı, İsmail Hakkı. (2010). Meşhur Rumeli Ayanlarından Tirsinikli İsmail, Yıllık Oğlu Süleyman Ağalar ve Alemdar Mustafa Paşa, Ankara. Türk Tarih Kurumu Basımevi. Yeşil, Fatih. (2016). İhtilaller Çağında Osmanlı Ordusu-Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyoekonomik ve Sosyopolitik Değişim Üzerine Bir İnceleme (1793-1826), İstanbul. Tarih Vakfı Yurt Yayınları. Yararlanılan ve Başvurulabilecek Kaynaklar 3 Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; IV. Mustafa’nın tahta çıkışını ifade edebilecek, Alemdar Mustafa Paşa’nın İstanbul’a gelişi ve II. Mahmud’un tahta yükselişini açıklayabilecek, Osmanlı-Rus Savaşı (1806-1812)’nın yeniden başlamasını ifade edebilecek, Avrupa’da kurulan yeni düzeni ve Osmanlı Devleti’ne etkisini değerlendirebilecek, II. Mahmud’un, iç politikada merkezî yönetimi güçlendirme sürecini yorumlayabilecek bilgi ve becerilere sahip olacaksınız. Anahtar Kavramlar • III. Selim • Kabakçı Mustafa • IV. Mustafa • Alemdar Mustafa Paşa • II. Mahmud • Tilsit Anlaşması • Slobozia Ateşkesi • Kala-i Sultaniye Antlaşması • Osmanlı-Rus Savaşı • Bükreş Antlaşması • Sırp İsyanı • Viyana Kongresi • Vahhâbi İsyanı İçindekiler Osmanlı Tarihi (1789-1876) IV. Mustafa’nın Tahta Çıkışından Rum İsyanı’na Kadar (1807-1821) • GİRİŞ • ISLAHATIN KESİNTİYE UĞRAMASI • ALEMDAR MUSTAFA PAŞA VE II. MAHMUD’UN TAHTA YÜKSELMESİ • II. MAHMUD’UN SALTANATI’NIN İLK YILLARI: BARIŞ, SAVAŞ, İSYAN VE AVRUPA’DA YENİ DÜZEN • MERKEZÎ İDARENİN GÜÇLENMESİ VE ASAYİŞİN SAĞLANMASI OSMANLI TARİHİ (1789-1876) GİRİŞ Osmanlı Devleti’nde, 18. yüzyılın ilk çeyreği ile birlikte gündeme gelen batıyı anlamaya dönük çabalar, aynı yüzyılın sonuna gelindiğinde farklı bir anlam ve içeriğe kavuştu. Özellikle III. Selim’in tahta çıkmasıyla başlayan ve Nizâm-ı Cedîd olarak isimlendirilen ıslahat programı, öncekilerden farklı olarak nispeten daha geniş bir alanda yapılacak yenilikleri kapsıyordu. Her ne kadar yeni dönemin birinci önceliği askerî alandaki zaaarı gidermek olarak göze çarpsa da Nizâm-ı Cedîd ile birlikte ordunun dışında kalan alanlarda da ıslahat yapılmasının kaçınılmaz olduğu fark edilmeye başlandı. Bu anlamda III. Selim’in başlattığı hareket kendisinden sonra gerçekleşecek olan II. Mahmud ve Tanzimat Dönemi’ndeki yenileşme programları kadar köklü olmasa da bu girişimlerin başlatıcısı olarak değerlendirilebilir. Nitekim 18. yüzyılın başlarından itibaren uygulanan reform çabalarından daha köklü bir süreci ifade ettiği için III. Selim’in uygulamaları kısa süre sonra ciddi tepkilerle karşılaştı. İçeriden yükselen sesler, özellikle 1805 ve 1806 yıllarını III. Selim’in saltanatı açısından kritik bir eşik hâline getirdi. Bu yıllar aynı zamanda Napoleon’un, Mısır’ı işgali ile bozulan Osmanlı-Fransız ilişkilerinin yeniden güçlendiği ve Osmanlı Devleti ile İngiltere ve Rusya arasındaki ittifakın gerilediği bir dönem oldu. Bu durumun sonucu olarak Osmanlı Devleti, 1806 yılında hem İngiltere hem de Rusya ile aynı anda savaşmak zorunda kalacağı bir kaosun içine sürüklenmekten kendisini kurtaramadı. İçerideki şikâyetlere eklenen iki cepheli savaş, aslında Nizâm-ı Cedîd hareketi kadar III. Selim’in kaderini de belirleyecek olan süreci hareketi geçirmişti. Nihayet Kabakçı Mustafa İsyanı ile III. Selim tahttan indirilirken Nizâm-ı Cedîd programı da son buluyor ve Osmanlı tahtına IV. Mustafa çıkıyordu. Bu taht değişikliği, Osmanlı ıslahatında kısmî bir duraklamayı ifade etse de aslında III. Selim’in hatırasını içtenlikle sahiplenecek ve daha da ileriye götürecek olan II. Mahmud’un yaklaşan saltanatını haber vermekten başka bir anlam taşımıyordu. ISLAHATIN KESİNTİYE UĞRAMASI III. Selim tahta geçtiği andan itibaren devletin yeniden organizasyonunun hayati önemde olduğunu fark etmişti. Aslında şehzadelik yılları boyunca batı dünyasını anlamaya çalışmış ve batılı ülkelerle Osmanlı Devleti arasındaki mesafenin açıldığını gözlemlemişti. Dolayısıyla III. Selim’in şehzadelik dönemi, bir süre sonra oturacağı Osmanlı tahtına hazırlık süreci olarak değerlendirilmelidir. Tahta oturduktan kısa süre sonra başlatacağı ıslahat programına Nizâm-ı Cedîd adını vermesi de bu bilincin açık ispatı olarak görülebilir. Ancak nispeten iddialı bu yeni reform projesinin yüzyıllar boyunca birikmiş olan Osmanlı mirasını ve sahiplerini rahatsız etmesi kaçınılmazdı. Bu köklü birikimin sahipleri yeni IV. Mustafa’nın Tahta Çıkışından Rum İsyanı’na Kadar (1807-1821) 66 Osmanlı Tarihi (1789-1876) dönemin uygulamalarını kendileri açısından tartışmasız bir tehdit olarak kabul ettiler. Böylece Osmanlı siyaset geleneğinde oldukça güçlü bir dinamik olan asker ile ulema arasındaki ittifak bir defa daha ortaya çıktı. Kabakçı Mustafa’nın başlattığı isyan, Sadaret Kaymakamı Köse Musa Paşa ve Şeyhülislam Topal Ataullah Efendi’nin başını çektiği muhalif grupların desteği ile bir anda büyüdü. 25 Mayıs 1807 tarihinde başlayan başkaldırı, kısa sürede Osmanlı başkentini tehdit eden bir ayaklanmaya dönüştü. Ayaklanmanın başlamasından sadece birkaç gün sonra III. Selim tahttan indirildi ve IV. Mustafa, Osmanlı tahtının yeni sahibi oldu. IV. Mustafa’nın kısa sürecek saltanatı, Nizâm-ı Cedîd’in sona ermesi ve ulema ile Yeniçeriler arasındaki ittifakın galibiyeti anlamına gelmekteydi. IV. Mustafa’nın Saltanatı Kabakçı Mustafa İsyanı ile Osmanlı tahtının yeni sahibi 29 Mayıs 1807’de padişah olan IV. Mustafa oldu. Bu taht değişikliği, yukarıda ifade edildiği gibi Osmanlı siyasetindeki geleneksel ittifakın izlerinin açıkça tespit edildiği bir olaydır. IV. Mustafa; bürokrasi, ulema ve yeniçeriler arasındaki uzlaşmanın sonucu olarak tahta geçmişti. Dolayısıyla en baştan itibaren bu üçlü koalisyonun Osmanlı iktidarının gerçek sahipleri olacağı şüphe götürmez bir gerçekti. Kaldı ki IV. Mustafa’nın tahta oturmasını takip eden ilk günlerde yaşanan olaylar da bu tespiti doğrulamaktadır. İsyanın liderliğini yapan Kabakçı Mustafa, kendisine Turnacıbaşılığı layık görürken yakın arkadaşları da başka önemli makamlara getirilmişti. Köse Musa Paşa ile Şeyhülislam Ataullah Efendi’nin verdiği destek, isyanın başarıya ulaşmasını sağlayan temel faktördü. Böylece isyanı meşru hâle getirmek için ana gerekçe olan din ve devletin muhafazası iddiası sağlam bir zemine kavuşuyordu. Nitekim her iki isim de katkılarının karşılığını fazlasıyla aldılar. Musa Paşa ve Ataullah Efendi, isyan sırasında öldürülen devlet adamlarının hazineye devredilmesi gereken mallarına el koyarak aralarında paylaştılar. Bu gelişmeler bir yana asıl önemli olan isyanın ardından III. Selim’in başlattığı reform çabalarının tamamen ortadan kaldırılmasıydı. İsyancılar, Nizâm-ı Cedîd hareketine son verildiğini ilân ettiler. Özellikle reform çabaları için gerekli olan maddi kaynağın sağlanması amacıyla oluşturulan İrâd-ı Cedîd hazinesi ortadan kaldırıldı. Bu hazine için yürürlüğe konulan yeni vergilerin de geçersiz olduğu belirtilerek halktan alınan fazla verginin iptal edileceği propagandası yapıldı. Böylece kamuoyunun isyana ve isyancılara karşı duyabileceği öenin önüne geçilmesi planlanıyordu. İrâd-ı Cedîd hazinesi dışında III. Selim’in ıslahat programı çerçevesinde oluşturulan diğer kurumlar da kaldırıldı. Ordudan ihraç edilenler yeniden askere alındı. Nizâm-ı Cedîd askerleri görüldükleri yerlerde yakalanarak öldürüldüler. Kısacası III. Selim’in başlattığı ıslahat hareketini destekleyenler açısından tam bir felaket dönemi yaşanıyordu. Devletin başkentinde yaşanan bütün bu olumsuz gelişmelerin hesabının bir gün sorulacağı tartışmasız bir gerçekti. Kaldı ki isyana katılan bütün unsurlar da bunu tahmin ettikleri için tedbirli davranmak gerektiğinin farkındaydılar. İsyanda iş birliği yapmış olan gruplar veya kişiler gelecekte ortaya çıkacak bir hesaplaşmadan kurtulmak için gerekli adımı atmakta gecikmediler. İsyana katılanlar, ileride yaşanacak her türlü tehlike ihtimaline karşı ulemaya bir hüccet hazırlatarak padişaha imzalattılar. Hüccette, bazı devlet adamlarının III. Selim’i yanlış yönlendirerek Nizâm-ı Cedîd ismi verilen bir ıslahat programını devreye soktukları belirtiliyordu. Bu ıslahat girişiminin halkı fakirleştirdiği ve Hristiyan devletlerinin yöntemlerini Osmanlı Devleti’nde uygulama amacı taşıdığı vurgulanıyordu. Bu yapılanlar karşısında ocak ileri gelenleri, ulema ve bazı devlet adamlarının ortaklığıyla şeriat ve kanun içinde kalarak III. Selim’in tahttan indirildiği ve IV. Mustafa’nın tahta çıktığı açıklanıyordu. Hüccetin başında ise bir daha siyasete müdahale etmemeleri şartıyla bu olaya karışan yeniçerilerin suçlanamayacaklarını gösteren bir hatt-ı hümayun yer Turnacıbaşı: Yeniçeri Ocağı’nı oluşturan 196 ortadan 68. ortaya Turnacı, başındaki kişiye ise Turnacıbaşı denilmiştir. Yeniçeri Ocağı için alınan devşirme çocukların toplanması, Turnacıbaşının göreviydi. 3. Ünite - IV. Mustafa’nın Tahta Çıkışından Rum İsyanı’na Kadar (1807-1821) 67 alıyordu. İki nüsha hâlinde hazırlanan hüccetin bir nüshası Bâbıâli’de diğeri ise Yeniçeri Ocağı’nda kalıyordu. Böylece isyancılar, gelecekte yaşanması muhtemel hesaplaşmayı engellemeyi hedeiyorlardı. İsyana karışanların ileride karşılaşmaları muhtemel tehlikeleri tahmin ederek elde ettikleri hüccet, bir bakıma Kabakçı Mustafa’nın başlattığı hareketin istenilen amaca ulaştığını göstermekteydi. Kısa süre sonra yamaklar, başkentten çıkarılmaya başladılar. İsyancıların elde ettiği galibiyet, Tuna’da Ruslara karşı savaş hâlinde olan Osmanlı ordusu tarafından da büyük bir memnuniyetle karşılanacaktı. Özellikle Yeniçeri ağası Pehlivan Ağa’nın, öteden beri Nizâm-ı Cedîd karşıtı olduğu bilinmekteydi. İsyanın başarısına dönük haberlerin ulaşmasıyla birlikte Pehlivan Ağa, ordu içindeki Nizâm-ı Cedîd taraarlarına karşı harekete geçti. Yeniçeri ağası öylesine açık ve cesur bir yöntem takip ediyordu ki sadrazamın otağına saldırmayı bile göze aldı. Gerek İstanbul’da yaşanan olaylar gerekse bu olayların Tuna boylarındaki orduya yansıması, doğal olarak III. Selim’i ve ıslahatı destekleyenlerin siyaset sahnesinde geri plana itilmelerine yol açtı. Öte yandan ordu içindeki bu kargaşa atmosferi sadrazamın görevden alınarak yerine eski bir yeniçeri ağası olan Çelebi Mustafa Paşa’nın atanması ile sonuçlandı. Bütün bu yaşananlar ordu içindeki düzenin alt üst olmasını da beraberinde getirdi. Rusçuk âyanı Alemdar Mustafa Paşa, ordudaki bu sıkıntılı duruma son vermek için harekete geçtiyse de yeni sadrazamla yaşadıkları anlaşmazlık sebebiyle başarılı olamayarak Rusçuk’a dönmek zorunda kaldı. Bu kargaşa ortamına, Seydi Ali Paşa komutasındaki Osmanlı donanmasının Ruslara mağlup olduğu haberleri eşlik etti. Bir başka ifade ile IV. Mustafa’nın saltanatının ilk günlerinde Osmanlı Devleti hem askeri bakımdan hem de asayiş açısından tam bir karmaşayla karşı karşıya kalmıştı. Özellikle Nizâm-ı Cedîd taraarı olmakla suçlanan yetkililer, hem İstanbul’dan hem de Rumeli’deki ordudan kaçarak bu şartlar altında Alemdar Mustafa Paşa’ya sığındılar. Osmanlı tarihinde Alemdar Mustafa Paşa’ya sığınan III. Selim ve Nizâm-ı Cedîd taraftarları Rusçuk Yârânı olarak anılacaktı. Ülke içindeki bu siyasi ayrışmaya ve III. Selim’in Fransızlarla yaptığı ittifaka güvenerek Ruslara karşı giriştiği savaşa, Tilsit’ten gelen havadisler eşlik edecekti. Kabakçı Mustafa İsyanı’na karışanların, padişahtan, imzası bulunan bir belge almak istemelerinin nedeni nedir? Bir Paylaşma Projesi: Tilsit Anlaşması III. Selim’in tahta geçtiği 1789 yılı, Osmanlı Devleti için yeni bir dönemin başlangıcına işaret etmekteydi. Nizâm-ı Cedîd hareketi kendisinden önceki Osmanlı ıslahat çabalarının ötesinde daha kapsayıcı bir içerik üzerine inşa edilecekti. Osmanlı iç siyaseti açısından bir dönüm noktası anlamına gelen 1789’da aynı zamanda bütün Avrupa’yı etkileyecek daha büyük bir gelişmeye de tanıklık edildi. 1789’un yaz ayları boyunca Fransa’yı kökten sarsacak olan bu olgu tarihteki yerini Fransız İhtilali adı ile aldı. İhtilalin ilk üç yılı daha çok Fransa’yı etkileyen siyasi olaylarla geçtiyse de 1792 yılının bahar aylarında başlayan İhtilal Harpleri ile bütün Avrupa 20 yıldan daha uzun süre devam edecek ağır bir savaş dönemine girdi. 9 Kasım 1799’da yaptığı darbeyle yönetimi ele geçiren Napoleon Bonaparte, hem Fransa’nın hem de Avrupa’nın geleceğine yön verecek pek çok gelişmeye imza attı. Napoleon’un iktidara yükselmesiyle Atlantik’ten Rus bozkırlarına varıncaya kadar Avrupa toprakları Fransız orduları ile diğer Avrupa devletlerinin askerleri arasındaki savaşlara sahne oldu. Kıta Avrupası’nın üç büyük devleti olan Avusturya, Prusya ve Rusya sırasıyla Napoleon tarafından mağlup edildi. Avusturya; 1805 yılında Ulm ve Austerlitz Muharebelerinde Napoleon’un ordularına boyun eğmek zorunda kaldı. 1806 yılında Prusya; Jena 1 İhtilal Harpleri: 20 Nisan 1792’de başlayan Birinci Koalisyon Savaşı’nda Fransa; Avusturya, Hollanda, İngiltere, İspanya, Napoli, Portekiz, Sardunya ve Sicilya ile savaşmıştır. Bu savaş, 1797 yılında imzalanan Campo Formio Antlaşması ile son bulmuştur. 1798 yılında başlayan İkinci Koalisyon Savaşı’nda Fransa, Danimarka, Helvetya (İsviçre), İspanya ve Norveç’ten oluşan ittifak; Avusturya, İngiltere, Malta, Osmanlı Devleti, Portekiz, Rusya ve Toskana ittifakına karşı savaşmıştır. 1802 yılında imzalanan Amiens Antlaşması ile sadece İkinci Koalisyon Savaşı değil İhtilal Savaşları olarak bilinen süreç de sona ermiştir. 68 Osmanlı Tarihi (1789-1876) ve Auerstädt Muharebelerinin ardından Napoleon’a teslim oldu. Orta ve Doğu Avrupa’nın iki büyük devletinin sahne dışına itilmesi, kıtanın en kalabalık askerî gücünü barındıran Rusya ile Fransa arasındaki kaçınılmaz sonun habercisiydi. Napoleon, Rus ordusunu önce Eylau Muharebesi’nde yendi. Ancak bu belirleyici bir başarı değildi. Nihayet Haziran 1807’de Fransız ordusu, bu defa Friedland’da Rus ordusunu mağlup ederek kesin bir zafere imza attı. Bu galibiyet, Fransa’ya karşı oluşturulan Üçüncü Koalisyon’un sonu anlamına geldiği gibi Napoleon ile Rus Çarı I. Alexander arasındaki diplomatik uzlaşmanın da zeminini hazırladı. İki imparator 1807 yılı Temmuz ayında Niemen Nehri üzerinde bir salda buluştular. Bu mülakat Tilsit Anlaşması (9 Temmuz 1807)’nın imzalanmasıyla sonuçlandı. Bu anlaşma ile Rus Çarı, Napoleon’u, Batının İmparatoru olarak kabul ederken Fransız İmparatoru da I. Alexander’ı, Doğunun İmparatoru olarak selamlıyordu. Tilsit Anlaşması ile ortaya çıkan Fransız-Rus uzlaşmasının temel hedefi, Napoleon’un deyimi ile Avrupa’daki bütün kötülüklerin kaynağı olan İngiltere’ydi. 1806 Kasım’ında Berlin’de ilan ettiği kararname ile Napoleon, fethettiği bütün topraklarda İngiliz mallarının ithal edilmesini yasaklamıştı. Tilsit Anlaşması ile varılan uzlaşma sonucunda bu yasağın sınırları Rus topraklarını da kapsayacak biçimde genişletiliyordu. Napoleon tarafından uygulamaya konulan ve Kıta Sistemi (Continental System) adıyla anılan bu projenin amacı, İngiltere’yi iktisadi açıdan zayıatmak ve çökertmekti. Her ne kadar Tilsit Anlaşması, Napoleon’un, İngiltere’yi yok etme hedefine dönük olsa da Osmanlı Devleti’ni yakından ilgilendiren hükümler de içermekteydi. Buna göre; Rusya’nın, Avrupa’da kendisine vereceği destek karşılığında Fransa, Osmanlı ile Rusya arasında arabuluculuk yaparak hâlen devam etmekte olan savaşın ateşkesle sonuçlanmasını sağlayacaktı. Ayrıca Napoleon, Osmanlı Devleti’nin, Eâk-Boğdan’ı, Ruslara terk etmesine çalışacak; ikna edemez ise Rusya’nın bu bölgeleri kuvvet kullanarak alması için yardımda bulunacaktı. Napoleon’un bu cömert yardımlarına karşılık Rusya ise Fransa’nın, Yunan Adaları, Dalmaçya ve Cattaro üzerindeki hâkimiyetini kabul ediyordu. Aslında bu anlaşmanın en kârlı tarafı Fransa olmuştu. Çünkü Adriyatik’teki varlığını Rusya’ya kabul ettirmeyi başarmıştı. Bu anlaşma ile Fransa, açık şekilde Osmanlı Devleti’ni, Rusya’ya feda ettiğini göstermekteydi. Nitekim bunu fark eden Osmanlı Devleti, 1806 yılında çıkan ve devam eden savaşın sona erdirilmesi için Rusya ile görüşmelere başlayacaktı. Bir başka ifade ile 1807 senesi Osmanlı iç siyasetinde III. Selim’in tahttan indirildiği dış siyasette ise Fransız-Rus uzlaşması ile çevrelendiği bir yıl oldu. Böylece iç ve dış gelişmelerin eş zamanlı olarak sıkıştırdığı Osmanlı siyasetinde yeni bir kırılmanın yaşanması kaçınılmaz hâle gelmişti. Tilsit Anlaşması’nın Osmanlı Devleti açısından önemi nedir? Osmanlı-Rus Savaşı’na Kısa Bir Ara: Slobozia Ateşkesi Napoleon’un, Mısır’ı işgal etmesiyle yüzyıllara dayanan bir geçmişe sahip olan OsmanlıFransız yakınlığı ciddi bir sarsıntı geçirmişti. Osmanlı Devleti, bu köklü geçmiş ile ticari, iktisadi ve siyasi alanlara yayılmış olan ilişkilerin sağlamlığına içtenlikle inanıyordu. Bu nedenle Fransa, kadim dost olarak görülüyordu. Dolayısıyla Mısır’ın, Fransız ya da Napoleon askerleri tarafından beklenmedik biçimde saldırıya uğraması sıra dışı bir gelişme oldu. Bu işgali sonlandırmak amacıyla Bâbıâli, biraz da zorunlu olarak İngiltere ve Rusya ile ittifak kurmak zorunda kaldı. Bu birlikteliğin verdiği güçle Napoleon’un askerleri Mısır’dan çıkarıldı ve bölge Fransız işgalinden kurtarıldı. Ancak Hindistan’a giden yolda önemli bir yere sahip olan Mısır’a, İngilizler kalıcı olarak yerleşmek istiyorlardı. Benzer şekilde Ruslar da Doğu Akdeniz’de elde ettikleri avantajı sürdürmek niyetindeydi. Böylece her ne kadar Osmanlı Devleti, Mısır’ı Fransız işgalinden kurtarmayı başarsa da bu defa İngiltere ve Rusya’nın bölge hakkındaki planları ile karşılaşmak mecburiyetinde 2 3. Ünite - IV. Mustafa’nın Tahta Çıkışından Rum İsyanı’na Kadar (1807-1821) 69 kaldı. Her iki ülkenin Mısır ve Doğu Akdeniz’e dönük hayalleri, kısa süre sonra Osmanlı siyasetinin İngiltere ve Rusya ile vardığı uzlaşmayı sorgulanır hâle getirdi. Nitekim 1805 yılında Napoleon’un, İngiltere’nin başını çektiği Avrupa ittifakına karşı elde ettiği zafer, İstanbul’daki atmosferin de değişmesine yol açtı. 1806 yılında Fransa’nın yeni elçisi General Sebastiani’nin İstanbul’a gelmesi ve III. Selim tarafından olağanüstü bir ilgiyle karşılanması, kısa süre önce bozulan ilişkilerin eski hâline döneceğini haber vermekteydi. Sebastiani’nin, İstanbul’da gördüğü sıra dışı muamele hem İngiltere hem de Rusya’yı derinden etkilemişti. Elçinin özellikle iki konuda Bâbıâli’yi teşvik etmesi, Rusları hayli rahatsız etti. Sebastiani’nin verdiği cesaretle Osmanlı Devleti, Eâk-Boğdan voyvodalarını, Rusya yanlısı oldukları gerekçesiyle azletti. Ayrıca Mısır seferinin ardından Rusların elde ettiği Akdeniz’e serbest geçiş izni de kaldırıldı. Her iki konuyu da Rusya şiddetli şekilde protesto etti. Her ne kadar İngiliz ve Rus baskısı ile Osmanlı bu iki konudaki adımlarını geri çektiyse de bu haberler Petersburg’a ulaşmadan Rusya, 1806 yılında Eâk ve Boğdan’ı işgal etti. Böylece Fransa’nın teşvikiyle Osmanlı Devleti, kendisini Rusya ile yeni bir savaşın içinde buldu. Savaş devam ederken Napoleon’un, Eylau’da Rus ordusunu mağlup ettiği haberi, Osmanlılar için bir ümit ışığı gibi görülse de Fransa ve Rusya imparatorlarının Tilsit’te vardıkları uzlaşma tam anlamıyla bir hayal kırıklığı oldu. Bu sırada Sebastiani, imparatoru Napoleon’dan gelen talimat doğrultusunda iki ülke arasında bir ateşkes imzalanması amacıyla girişimlere başladı. Kısacası Fransa elçisi başlattığı savaşı bitirmek istiyordu. III. Selim’in saltanatı sırasında başlayan ve IV. Mustafa’ya devredilen savaş sırasında Osmanlı orduları, hem Doğu hem de Batı cephelerinde Rus orduları karşısında yeterince varlık gösteremediler. İstanbul’daki taht değişikliği ve ardından gelişen karışıklıklar, özellikle Doğu cephesindeki ordunun disiplinini neredeyse tamamen yok etti. Bu cephedeki Osmanlı askerleri Rus rakipleri karşısında tam anlamıyla bozguna uğradılar. Batı cephesindeki ordu da Rus askeri karşısında kayda değer bir başarıya imza atamadı. Tilsit görüşmelerinin ardından Napoleon’un, Çar I. Alexander’a, Osmanlılar ile ateşkes imzalaması için yaptığı baskıdan yararlanan sadrazam, Kalaraşi’ye geçmeyi başarsa da bu göstermelik bir başarıydı. Nitekim savaşmayı reddeden Yeniçeriler, isyan ederek Pehlivan Ağa’yı öldürdüler ve Silistre Karargâhı’nı yağmalamaya kalkıştılar. Kısacası 1806 yılında başlayan savaş, her iki cephede de Osmanlı’nın neredeyse tamamen bozgununa sahne olmuştu. Bu şartlar altında Fransa’nın teklif ettiği arabuluculuk âdeta yeni bir nefes alma imkânı sunuyordu. Sebastiani, Bâbıâli’nin, Tilsit Anlaşması’nın ayrıntıları hakkındaki sorularını cevaplamaktan kaçınsa da Osmanlı Devleti açısından mevcut şartlar altında bir an önce ateşkes imzalanmasından başka seçenek yok gibi görünmekteydi. Osmanlı ve Rus temsilcileri, Yergöğü yakınındaki Slobozia’da bir araya geldiler. Görüşmelerde Rusya’yı General Laskarov temsil ederken Bâbıâli adına eski Reisülküttab Galib Efendi hazır bulunacaktı. Galib Efendi, kısa süre önce III. Selim taraarı olduğu gerekçesiyle idama mahkûm edilmiş ancak söz konusu meselede tecrübelerinden yararlanmak amacıyla aedilmişti. Arabuluculuk rolü üstlenen Fransa ise Slobozia’daki görevi, Albay Guilleminot’ya emanet etmişti. Slobozia’daki görüşmeler olumlu sonuçlandı ve 26 Ağustos 1807’de bir ateşkes imzalandı. Anlaşma yedi maddeden oluşuyor ve 1808 yılının Nisan ayına kadar geçerli olduğu kabul ediliyordu. Slobozia’da varılan uzlaşmaya göre; Rusya başta Eâk ve Boğdan olmak üzere savaş sırasında kazandığı toprakları 35 gün içinde boşaltacaktı. Ancak boşaltılan bölgelere barış antlaşması imzalanıncaya kadar hiçbir Osmanlı askeri de giremeyecekti. Osmanlılar yalnızca İsmail, İbrail ve Yergöğü kalelerinde sınırlı sayıda asker bulundurabilecekti. Bununla birlikte Rus askerleri çekildikçe Osmanlı kuvvetleri Tuna’nın karşı yakasına geçebilecekti. Osmanlı Devleti açısından bu ateşkes anlaşmasının sağladığı en önemli avantaj ise Boğazların güvenliği ile ilgiliydi. Anlaşmaya göre Rus donanması Bozcaada’daki işgaline son verecek ve Boğazlara dönük ablukayı da kaldıracaktı. Görüşmeler sırasında Osmanlı 70 Osmanlı Tarihi (1789-1876) ve Rus delegelerini en çok zorlayan konu isyancı Sırplarla ilgiliydi. Ruslar, Bâbıâli’nin Sırp isyancılarla da bir ateşkes imzalamasını istiyorlardı. Ancak Osmanlı sultanının kendi tebaası ile bir ateşkes imzalaması söz konusu olamazdı. Bu aynı zamanda devletler hukuku açısından da imkânsızdı. Fakat bu engel çok uzun süre devam etmedi. Ruslar bu hukukî ve siyasî gerçeği dikkate alarak isyancı Sırplar arasında bir miktar Rusya vatandaşının da bulunduğunu ileri sürdüler. Böylece bu mesele kısa sürede aşıldı ve barış antlaşması imzalanıncaya kadar Sırplarla da bir ateşkese varılmış oldu. Ateşkesin ardından Osmanlı ordusu kışı geçirmek üzere Edirne’ye döndü. Osmanlı Devleti’nin, Slobozia’da Rusya ile ateşkese varması bir bakıma Fransa Elçisi Sebastiani’nin etkisi altında gerçekleşmişti. Bu gelişme, İstanbul’daki Fransız nüfuzuna işaret ettiği gibi Sebastiani’nin özgüveninin artmasına da yol açtı. Fransız elçi, bu gerçekten hareketle Osmanlı Devleti’nin içişlerine müdahale edebileceği fikrine kapıldı. Hatta bazı valilerin görevden alınması ve başka isimlerin tayin edilmesi gibi devletin egemenlik sınırlarını ihlal eden girişimlerde bulunmaya bile cesaret etti. Nihayet katlanılması imkânsız olan bu faaliyetlere Osmanlı yönetimi oldukça sert tepki gösterdi. Fransız elçi ile yakın ilişkiler içinde olan Divân-ı Hümâyûn tercümanı Aleko (Alexander Sutzo) Bey görevi olmayan işlere müdahale ettiği gerekçesiyle idam edildi. Aleko Bey’in idam edilmesi aslında Sebastiani ve onun üzerinden Fransa’ya verilen açık bir cevaptı. Kaldı ki bu durumun tamamen farkında olan Sebastiani, çok sert tepki göstererek Bâbıâli’yi bir hayli rahatsız etti. Ancak Osmanlı yönetimi Sebastiani’nin etkisini kırmak amacıyla başlattığı eylemine ara vermeden devam etti. Aleko Bey’in ardından Kabakçı Mustafa’nın giderek artan nüfuzu hedef tahtasına konuldu. Kabakçı İsyanı’nın önde gelenleri arasında yer alan Kazancı Mustafa’ya isyanın ardından Gümüşhane emaneti verilmişti. Fakat görevi sırasında Bâbıâli’nin otoritesini ciddiye almayan Kazancı Mustafa’nın daha fazla etkinlik kazanmasına izin verilmeyerek hakkında idam cezası verildi ve uygulandı. Yukarıda ifade edildiği gibi eski Reisülküttab Galib Efendi hakkında da idam cezası verilmiş ancak tecrübelerine duyulan ihtiyaç sebebiyle aedilmişti. Bu kararlar, Osmanlı yönetiminin Fransız nüfuzuna duyduğu tepkiyi yansıttığı gibi içeride ve dışarıda ağır bir politik gündemin yükü altında kaldığını da gösteriyordu. Kaldı ki Fransa’nın yardımıyla Slobozia’da imzalanan ateşkes de bu çaresizliğin açık işaretiydi. Bâbıâli, Slobozia’da kararlaştırılan ateşkes anlaşmasını vakit kaybetmeksizin onayladı. Ancak Osmanlı yönetiminin bu aceleci yaklaşımına Rusya aynı şekilde karşılık vermedi. Rus generali Meyendorv, İsmail’deki karargâhından Bükreş’e gelerek 1 Eylül’de ateşkes antlaşmasını onayladı ve Memleketeyn (Eâk-Boğdan)’i boşaltmak için hemen hazırlıklara başladı. Fakat Meyendorv’un ne imzası ne de bölgeyi boşaltmaya dönük çabaları bir anlam taşıyordu. Çünkü Rus Çarı I. Alexander, antlaşmadan tatmin olmamış ve onaylamayı reddetmişti. Hatta Slobozia Ateşkes Antlaşması’nı tek başına onaylayan General Meyendorv’u görevden alıp yerine 80 yaşındaki Prens Prozorovski’yi atayarak kızgınlığını açıkça göstermişti. Bu gelişmelerin ardından Slobozia’da varılan uzlaşmaya göre EâkBoğdan’ı boşaltması gereken Rus askerleri bölgeden çekilmedi. Aslında Çarın bu davranışının altında Napoleon ile Tilsit’te varılan anlaşmanın etkisi bulunuyordu. Napoleon Tilsit’te bu bölgeleri Rusya’ya vadetmesine karşın şimdi tam tersini yaparak Rus askerinin bölgeden çekilmesini istiyordu. Ayrıca Rusların, Eâk-Boğdan’ı boşaltmasını isterken Çarın da benzer şekilde Prusya’daki Fransız işgalinin son bulmasına dönük taleplerini adeta görmezden geliyordu. Böylece Slobozia Antlaşması, Bâbıâli’nin tek taraı onayladığı ancak barış anlaşmasına dönüşmeyen bir ateşkes olarak kaldı. Üstelik Osmanlı yönetimi ateşkesi hızla onaylayarak bölgedeki ordusunu geri çekmek gibi bir hataya da düşmüştü. Bütün bu gelişmelerin ışığında Osmanlı Devleti ile Fransa arasındaki ilişkiler hızla olumsuz bir yöne savruldu. Fransa’ya duyulan güvensizlik sebebiyle Bâbıâli yeni ittifak arayış- 3. Ünite - IV. Mustafa’nın Tahta Çıkışından Rum İsyanı’na Kadar (1807-1821) 71 ları içine girecekti. Dış siyasetteki bu gelişmelere içerideki kargaşa ortamı eşlik edecek ve Kabakçı Mustafa İsyanı’nın sebep olduğu sıkıntının üzerinden fazla zaman geçmeden Osmanlı başkenti yeniden huzursuzluğa düşecekti. ALEMDAR MUSTAFA PAŞA VE II. MAHMUD’UN TAHTA YÜKSELMESİ Kabakçı Mustafa İsyanı ile III. Selim’in yerine Osmanlı tahtına IV. Mustafa geçse de bu değişiklik Osmanlı başkentine istikrar getirmekten hayli uzaktı. Özellikle III. Selim taraarları, bilinen usullere göre gerçekleşmeyen bu saltanat değişikliğinden memnun değildi. Yukarıda belirtildiği gibi IV. Mustafa’nın Osmanlı tahtına oturması, Nizâm-ı Cedîd hareketine son verdiği gibi önceki padişahın bazı taraarlarının da İstanbul’dan kaçmasına yol açmıştı. Rusçuk Âyanı Alemdar Mustafa Paşa’ya sığınan ve III. Selim döneminde İstanbul’da önemli görevlerde bulunan Galib, Refik, Ramiz, Behiç ve Tahsin Efendiler, III. Selim’i yeniden tahta çıkarmak istiyordu. Bu projeyi, Alemdar Mustafa Paşa da Nizâm-ı Cedîd’e dolayısıyla III. Selim’e duyduğu bağlılık sebebiyle destekliyordu. Rusçuk Yârânı olarak bilinen bu kadro, Kabakçı isyanından sonra İstanbul’da asayişin bir türlü sağlanamaması ve yamakların şehirde yol açtıkları kargaşanın farkındaydı. Kaldı ki IV. Mustafa da başkentteki bu huzursuzluk ortamından rahatsızdı. Ayrıca İstanbul halkı da isyandan sonraki karmaşa ortamından doğal olarak şikâyetçiydi. Böylece hem halkın hem de Sarayın düzeni tekrar sağlamak konusundaki istekleri, girişilecek işlere bir haklılık kazandıracaktı. Öte yandan devletin kalbindeki bu kargaşa atmosferine uluslararası gündemdeki sıkışıklık da eşlik ediyordu. Tilsit’te, Napoleon ile Çar I. Alexander’ın âdeta Osmanlı topraklarını paylaşmak üzere anlaşmaya varmaları sarsıcı bir etkiye yol açmıştı. Bunun yanı sıra Slobozia’da Rusya ile varılan uzlaşmayı çarın onaylamaması da söz konusu ateşkesin zayıf bir karaktere sahip olduğu şüphesini uyandırıyordu. İç ve dış olayların baskısından kaynaklanan bu ortam, III. Selim ve Nizâm-ı Cedîd taraarları için uygun zamanın geldiğine işaret ediyordu. Alemdar Mustafa Paşa’nın İstanbul’a Yürümesi Eski Reisülküttâb Galib Efendi, Tuna kıyıları Mübayaacısı Behiç Efendi, eski Sadaret mektupçusu Tahsin ve sadaret kethüdası Refik ile Ramiz efendiler Rusçuk Yârânı olarak adlandırılmıştı. Kabakçı Mustafa İsyanı’nın hemen ardından Rusçuk Âyanı Alemdar Mustafa Paşa’ya sığınan bu grup, III. Selim’i yeniden tahta geçirmek istemekteydi. Bu amacı gerçekleştirmek üzere bir dizi planı uygulamaya koyuldular. Alemdar Mustafa Paşa, Refik Efendi’yi İstanbul’a, Behiç Efendi’yi de orduyla birlikte Edirne’de bulunan Serdâr-ı Ekremin yanına gönderdi. Böylece hem İstanbul’daki hem de ordu içindeki genel hava hakkında bilgi sahibi olmayı düşünüyordu. Ayrıca her ikisi de Alemdar Mustafa Paşa’nın, Şeyhülislam Ataullah Efendi ile Kabakçı Mustafa’yı cezalandırmak dışında bir niyet taşımadığı konusunda ilgilileri ikna etmekle görevliydi. Refik Efendi başkente geldikten sonra kararlaştırılan plan doğrultusunda hazine vekili Nezir Ağa ile Hazine Kethüdası Selim ve başçuhadar Abdülfettah Ağaları ikna etmeyi başardı. Başkentteki asayişsizliğe ve Yeniçerilerin taşkınlığına değinerek padişaha sadık olan Alemdar Mustafa Paşa’nın İstanbul’a gelerek durumu düzeltebileceğini anlatıyordu. Ayrıca Refik Efendi, bu karmaşık ortam devam ettikçe IV. Mustafa’nın rahat hareket edemeyeceğini de belirtmekteydi. Benzer şekilde Behiç Efendi de Sadrazam Çelebi Mustafa Paşa’yı ikna etmeye çalışıyordu. Refik Efendi, Selim ve Abdülfettah Ağaları Behiç Efendi de sadrazamı kendi saarına çekmeyi başardı ancak IV. Mustafa, Yeniçerilerin şimdilik sakin davrandıklarını belirterek Alemdar Mustafa Paşa’nın İstanbul’a gelmesine gerek kalmadığını ifade etti. 72 Osmanlı Tarihi (1789-1876) Refik ve Behiç efendilerin ısrarına rağmen Alemdar Mustafa Paşa, İstanbul’dan uzak tutulmuştu. Öte yandan Alemdar Mustafa Paşa’nın, İstanbul’a gelmesine dönük bu ısrar, IV. Mustafa’nın adamlarını III. Selim’i ortadan kaldırmak için birtakım planlar hazırlamaya yöneltti. Nitekim böyle bir komplonun içinde yer almak istemeyen Sadaret Kethüdası Musa Paşa’nın yerine III. Selim’e düşmanlığı ile bilinen Tayyar Mahmud Paşa getirildi. Ancak kısa süre sonra görevden alınarak sürgüne gönderildi. Rusçuk Yârânı arasında yer alan Refik Efendi ise sadrazam ile sadaret kaymakamı arasındaki ilişkiyi bozmaya çalışıyordu. Bütün bu yaşananlar aslında sivil ve askeri bürokrasi üzerinde III. Selim taraarları ile karşıtları arasında gerçekleşen bir iktidar mücadelesiydi. Her iki grup da bürokrasinin kritik makamlarını ele geçirerek muhtemel bir çatışmada rakibine üstünlük kurmak niyetindeydi. Devletin ya da bürokrasinin içinde yaşanan bu çekişme sırasında Behiç Efendi, Abdülfettah ve Nezir ağaları, Alemdar Mustafa Paşa’nın padişaha olan sadakati konusunda ikna edebildi. Bu iki isim aracılığıyla IV. Mustafa’dan Alemdar Mustafa Paşa’nın İstanbul’a gelmesine izin verildiğini belirten bir hatt-ı hümayunu almayı başardı. Ruslarla yapılan ateşkesin süresi biter bitmez Tuna cephesine dönerek savaşa destek olması şartıyla Alemdar’ın askerleriyle birlikte İstanbul’a gelmesinde bir sakınca olmadığına karar verildi. İstanbul’dan onay alındıktan sonra Alemdar Mustafa Paşa, ordu ile birlikte Edirne’de bulunan Serdar-ı Ekrem’i de alarak başkente doğru hareket etti. Sadrazam Çelebi Mustafa Paşa, Edirne’de bulunduğu sırada Alemdar’ı da davet etmiş ve ikili arasındaki yakınlık bir hayli ilerlemişti. Özellikle ordu içinde Rusçuk yârânı ya da Alemdar’ın taraarı olan komutanlar hem masraarın azaltılması hem de eksikliklerin giderilmesi için İstanbul’a gitmenin daha doğru olacağını belirtiyordu. Sadrazam bu düşüncelerin uygun olduğunu belirtti. Alemdar da padişaha sadakat ve itaatini bildirmek amacıyla sadrazama eşlik etti. Böylece Edirne’den hareket eden ordunun yanı sıra Alemdar da binlerce kişiden oluşan askeriyle İstanbul’a doğru yola çıktı. Bu büyük kalabalık Edirne’den hareket etmeden önce Alemdar Mustafa Paşa, Pınarhisarı Âyanı Hacı Ali Ağa’yı göndererek Boğaz Nazırı Kabakçı Mustafa’yı öldürtmüştü. Böylece Alemdar kendisine yönelik bir direnişin önüne geçmişti. Her ne kadar yamaklar, Ali Ağa’yı ele geçirmek istediyse de başarılı olamadılar. Aslında Kabakçı Mustafa’nın öldürülmesi hem simgesel hem de açık bir anlam ifade ediyordu. Bütün bu olaylar yaşanırken Edirne’den harekete geçen ordunun İstanbul’a girmek üzere olduğu haberleri yayılıyordu. Bu bilgi, hem Saray hem de Bâbıâli açısından oldukça şaşırtıcıydı. Zira bu gelişme sadrazam ile Alemdar Mustafa Paşa’nın birlikte hareket ettiklerini göstermekteydi. Nitekim bu ittifak karşısında direnmenin anlamsız olacağını fark eden IV. Mustafa, ordu ile birlikte Alemdar’ın da İstanbul’a girmesine izin vermek zorunda kaldı. Devletin ileri gelenleri ile birlikte IV. Mustafa, Sancak-ı Şerif ’i, İncirli’de karşıladı. Sadrazam ve Alemdar Mustafa Paşa, padişaha bağlılıklarını bildirdiler. Bu sadakat beyanından sonra Sadrazam Çelebi Mustafa Paşa, Bâbıâli’ye geçerek tebrikleri kabul etti. Sadrazam ile Alemdar arasındaki bu ittifak, aslında geçici bir durumu ifade etmekteydi. Kaldı ki İstanbul’a ulaştıktan hemen sonra Alemdar’ın icraatı da bunun ispatı olacaktı. Alemdar Mustafa Paşa’nın, başkente gelmesiyle ciddi bir cezalandırma süreci başladı. Özellikle yamaklar, Alemdar’ın ve askerlerinin yaydığı korku ile adeta ses çıkaramaz hâle geldiler. Kabakçı Mustafa İsyanı’na karışanlar ve İstanbul’daki asayişi tehdit edenler, idam edildiler veya sürgüne gönderildiler. Alemdar’ın beş altı bin askerle Bâbıâli’ye gelmesi ve pek çok askerinin İstanbul sokaklarında gezinmesi büyük bir korku atmosferine yol açmıştı. Arkasına aldığı silahlı gücün verdiği güvenle Alemdar Mustafa Paşa, kısa süre önce III. Selim’in tahttan indirilmesine yol açan isyana karışanları yukarıdan aşağıya doğru iktidardan uzaklaştırdı. Bütün bu yapılanlar, sadrazamı memnun ediyordu. Zira Alemdar Mustafa Paşa’nın yaptığı temizlik, aynı zamanda sadrazamın muhalierinin etkisiz hale getirilmesi demekti. Dolayısıyla Sadrazam Çelebi Mustafa Paşa, daha özgür ve güçlü bir 3. Ünite - IV. Mustafa’nın Tahta Çıkışından Rum İsyanı’na Kadar (1807-1821) 73 iktidara sahip olacağına inanıyordu. Ancak yukarıda belirtildiği gibi Alemdar Mustafa Paşa’nın yaptıkları aslında sadrazamı mutlu etmekten daha çok tek bir amaca dönüktü. Nitekim Kaptan-ı Derya Seydi Ali Paşa da görevden uzaklaştırılınca sadrazam, Alemdar ile aralarındaki uzlaşmanın bittiğini fark etti. Sadrazam, hem Rusçuk yârânının hem de onları himaye eden Alemdar’ın asıl niyetlerinin III. Selim’i yeniden tahta geçirmek olduğunu söylese de padişahı ikna etmeyi başaramadı. Padişahın yakınları aracılığıyla yaptığı uyarılar da sonuçsuz kaldı. Bütün bu gelişmeler, yakında yaşanacak olan iktidar değişikliği için uygun bir ortamın sağlandığını haber vermekteydi. Rusçuk Yârânı, III. Selim’i yeniden tahta geçirmek için nasıl bir yol izlemiştir? III. Selim’in Katledilmesi ve II. Mahmud’un Osmanlı Tahtına Geçmesi III. Selim’in tahta iade edilmesi ile ilgili düşünce Rusçuk Yârânı’nın en baştan itibaren ana gündemini oluşturmuştu. Hatta IV. Mustafa Sancak-ı Şerif ’i karşılamaya geldiğinde tutuklanması ve Topkapı Sarayı’na gidilerek III. Selim’in derhal tahta geçirilmesini düşünenler de vardı. Ancak Alemdar Mustafa Paşa, bu teklifi geri çevirmişti. Nihayet yârândan Refik Efendi’nin, Ramiz Efendi’ye, olayların tehlikeli bir aşamaya geldiği ve bir an önce harekete geçilmez ise başarısız olunacağı yönündeki uyarıları etkili oldu. Bu ikaz üzerine 28 Temmuz 1808 günü Alemdar Mustafa Paşa, binlerce kişiden oluşan askeriyle Bâbıâli’ye beklenmedik bir baskın düzenledi. Daha sonra vakit kaybetmeden arz odasına giderek Sadrazam Çelebi Mustafa Paşa’dan sadaret mührünü teslim aldı. Bu hareket, Osmanlı tahtında gerçekleşecek olan değişikliği, hiçbir şüpheye yer bırakmayacak biçimde haber vermekteydi. Nitekim Alemdar, kısa süre önce Şeyhülislam Ataullah Efendi’nin yerine göreve getirilen Arapzade Arif Efendi’yi arz odasına çağırdı. Şeyhülislama devletin ileri gelenleri ile Rumeli ve Anadolu’nun önde gelen isimlerinin, III. Selim’in tahta iadesini istediğini ve konunun IV. Mustafa’ya iletilmesi gerektiğini açıkladı. Ancak Şeyhülislam’ın, IV. Mustafa’yı ikna etmeye dönük çabaları başarısız oldu. III. Selim ve II. Mahmud’un öldürülmeleri halinde tahtta tek isim olarak kalacağını belirten adamlarının teşviki ile IV. Mustafa, Babü’s-Saade’nin kapatılmasına ikna oldu. Alemdar ve adamları kapıyı kırmaya çalışırlarken IV. Mustafa’nın taraarları hareme girerek III. Selim’i katlettiler. IV. Mustafa’nın tahtın tek varisi olarak kalması için şehzade Mahmud’un da tasfiye edilmesi gerekiyordu. Nitekim III. Selim öldürüldükten sonra derhal şehzade Mahmud’un bulunduğu odaya yöneldiler ancak hedeerine ulaşamadılar. Zira burada bulunan Cevri Kalfa adındaki cariye odaya girmeye çalışanların gözüne mangaldan aldığı külü serpti. Böylece şehzade çatıya tırmanmak için yeterince vakit kazanmış oldu. Fakat Hazine kethüdası Ebe Selim’in son anda yetişerek fırlattığı hançer şehzadenin kolunu hafifçe yaralamış ve alnını da kapıya çarpmasına sebep olmuştu. Çatıya çıkmayı başaran şehzade Mahmud, Rusçuk Yârânı taraarı olan Enderunlulardan bazılarının yardımıyla aşağıya indirildi. Bu sırada Alemdar Mustafa Paşa, III. Selim’in, Babü’s-Saade’nin önünde duran kanlar içindeki bedeninin yanında intikam yeminleri etmekteydi. Şehzade, Alemdar Mustafa Paşa’nın yanına getirildi. Şehzade Mahmud’a acilen ve geleneklere dikkat edilmeksizin biat töreni düzenlendi. Böylece IV. Mustafa tahttan indirilmiş ve Osmanlı Devleti’nin yeni padişahının II. Mahmud olduğu ilan edilmişti. Osmanlı Siyasetinde Alışılmamış Bir Tecrübe: Sened-i İttifak Osmanlı Devleti’nin otuzuncu padişahı olarak 28 Temmuz 1808’de tahta çıkan II. Mahmud’un iktidara yürüyüşü Osmanlı siyaset tecrübesi açısından pek de bilinen yöntemlerle gerçekleşmemişti. Yukarıda bahsedildiği gibi II. Mahmud’un tahtı devralması bir 3 74 Osmanlı Tarihi (1789-1876) âyan olan Alemdar Mustafa Paşa’nın yardımı sayesinde olmuştu. Dolayısıyla bu gerçek Osmanlı siyaset felsefesinde iktidarın bölünmezliği prensibinin ortadan kalktığı ve padişahın otoritesini bir âyanla veya âyanlarla paylaştığı izlenimine sebep olmaktaydı. II. Mahmud bu zaafın farkındaydı ve adeta tahtı borçlu olduğu Alemdar Mustafa Paşa ile kısa süreliğine de olsa iktidarı paylaşmak zorunda kalacaktı. Nitekim II. Mahmud Osmanlı tahtına çıkarken Alemdar Mustafa Paşa da sadrazamlığa getirildi. Böylece Osmanlı tarihinde ilk defa bir taşra âyanı biraz da kendi dayatmasıyla sadrazam olma hakkını elde etmişti. Alemdar Mustafa Paşa, sahip olduğu iktidar ile III. Selim’in başlattığı ıslahat arasında yakın bir ilişki bulunduğunu gayet iyi biliyordu. Gerek kendisinin gerek arkadaşlarının Bulgaristan’daki hâkimiyetinin devam etmesinin Rusya’nın yayılmacı siyasetinin engellenmesine bağlı olduğunun farkındaydı. Dolayısıyla Rus yayılmasını dengeleyecek bir etken olarak merkezî hükümetle baştan itibaren bir çıkar birliğini benimsemek zorunda kaldı. Böylece III. Selim’e ve Nizâm-ı Cedîd’e bağlılık içinde hareket etti. Kaldı ki İstanbul’a geldikten hemen sonra Nizâm-ı Cedîd’e muhalif olanları ortadan kaldırmaya dönük girişimleri de bunun ispatıdır. Bu süreçte en büyük yardımcısı ise III. Selim’in hiçbir zaman sahip olamadığı askeri güçtür. Ancak bu güç, aynı zamanda II. Mahmud’un saltanatının ilk günlerinde iktidarın bölünmesine sebep olacak ve sadrazam, padişahtan daha etkili bir konuma gelecektir. Alemdar Mustafa Paşa’nın, neredeyse devletin en önemli ismi hâline gelmesi, âyanların varlığı ve Osmanlı siyasetindeki ağırlığının inkâr edilemeyecek bir düzeye yükseldiğini gösterir. Bu gerçeklik II. Mahmud açısından katlanılmaz bir durum olmakla birlikte Alemdar Mustafa Paşa’nın iktidarını sağlamlaştırması için çok önemli bir zemin sağladı. Nitekim Alemdar, bütün Osmanlı toprağında düzenin yeniden kurulabilmesi için her biri bölgesinde bir iktidar odağı hâline gelen âyanlar ile merkezî hükümetin uzlaşması gerektiğini düşündü. Bu tespitten hareketle Alemdar, Anadolu ve Rumeli’deki âyanları, İstanbul’a davet etti. Alemdar’ın davetine katılanlar arasında Anadolu’dan Cabbarzâde Süleyman Bey, Karaosmanoğlu Ömer Bey, Kalyoncu Mustafa ve Rumeli’den Serezli İsmail Bey vardı. Ayrıca Nizâm-ı Cedîd’in önemli komutanlarından Kadı Abdurrahman Paşa da yeni düzene göre eğitilmiş askerleri ile geldi. Davete katılanların hepsi binlerce askerden oluşan kalabalık silahlı güçleri ile birlikte İstanbul’un dışında, Üsküdar ve Davutpaşa gibi yerlerde konakladılar. Arnavutluk ve Kuzey Yunanistan’ı hakimiyeti altında tutan ve Balkanların en önemli âyanları arasında yer alan Tepedelenli Ali Paşa davete katılmadı. Benzer şekilde Mısır’da giderek güçlenmeye başlayan Mehmed Ali de İstanbul’a gelmedi. Alemdar’ın davetine bütün âyanlar katılmasa da İstanbul’a gelenler oldukça önemli bir gücü temsil etmekteydi. Alemdar Mustafa Paşa’nın başkanlığında âyanlar, devlet adamları ve askeri temsilciler Kâğıthane’deki Çağlayan Köşkü’nde 29 Eylül 1808 günü bir araya geldiler. Müzakereler sonucunda devlet adamları ile âyanlar arasında Osmanlı tarihinde Sened-i İttifak (7 Ekim 1808) olarak anılacak bir metin kaleme alındı. Ardından bu metin, II. Mahmud’un onayına sunularak padişahın hatt-ı hümayunu ile resmî ve bağlayıcı bir belgeye dönüştürüldü. Sened-i İttifak, giriş bölümü dışında yedi madde ve bir ekten oluşmuştu. Giriş kısmında, devlet düzeninin bozulduğu ve bu gidişatın devletin varlığını tehdit edecek bir noktaya geldiği belirtildikten sonra bir uzlaşma metni olarak Sened-i İttifak’ın imzalandığı vurgulanmaktaydı. Metin kısmında yer alan maddeler kısaca şu şekilde özetlenebilir: • Padişahın ve vekili olarak sadrazamın emirlerine uyulacaktı. Ancak sadrazam kanun dışı uygulamalara kalkışırsa âyanların buna itiraz etme hakkı saklı kalacaktı. • Âyanlar, yönetimi altında bulunan bölgelerde devletin asker toplamasına yardımcı olacak; karşı çıkanlara müdahale edecekti. 3. Ünite - IV. Mustafa’nın Tahta Çıkışından Rum İsyanı’na Kadar (1807-1821) 75 • Ordunun yeniden örgütlenmesi ve ıslahat çalışmalarına, özellikle yeniçerilerle diğer ocaklar muhalefet ederse âyanlar devleti destekleyecek; ayrıca bir başkaldırı olması durumunda padişahın iznini beklemeksizin İstanbul’a hareket edeceklerdi. • Vergiler adil ve eşit salınacaktı. • Âyanlar bölgelerinde adil bir yönetim sağlayacak ve birbirlerinin toprağına ve özerkliğine saygı gösterecekti. Ayrıca devlete hizmet ve bağlılıklarına karşılık devlet de onların kazanımlarını tanıyacaktı. Sened-i İttifak, Osmanlı Sultanının âyanların varlığını kabul ettiği dolayısıyla iktidarını hiç de alışılmadık biçimde başka güç odaklarıyla paylaşmayı kabul ettiğini gösterir. Böylece padişahın yetkileri ve otoritesinin sınırlandığı gibi bir izlenimin doğmasına yol açar. Bu içeriği ile Sened-i İttifak, zaman zaman Magna Carta’ya benzetilmiştir. Ancak Magna Carta’nın aksine Sened-i İttifak, Osmanlı Devleti’ndeki bütün âyanlar tarafından imzalanmadığı gibi Alemdar’ın daveti ile İstanbul’a gelen âyanların bir bölümü de senedin özerkliklerini sınırlayacağını düşünerek imza atmamışlardır. Kaldı ki II. Mahmud da ilk fırsatta senedi ortadan kaldırmak ve merkezî otoriteyi tüm topraklarda egemen kılmak için âyanları ortadan kaldırmaya yönelecektir. Ayrıca Magna Carta ile Sened-i İttifak arasındaki en büyük fark, iki belgenin yol açtığı sonuçlarda dikkati çeker. Magna Carta İngiltere’de, parlamentonun giderek Kral’dan daha güçlü bir konuma yükselmesinin yolunu açarken Sened-i İttifak, Osmanlı Devleti’nde benzer bir değişime sebep olmamıştır. Dolayısıyla Sened-i İttifak, Magna Carta’nın aksine sınırlı bir etkiye sahip olmuştur. Öte yandan etkisi sınırlı olsa da Sened-i İttifak, 17.yüzyılın sonları ve 18.yüzyılın başlarından itibaren uzun bir dönem boyunca devletin taşra üzerindeki denetimini yitirmesinin bir sonucu olarak doğmuştur. Alemdar Mustafa Paşa’nın, Nizâm-ı Cedîd ve III. Selim’e duyduğu bağlılık nasıl izah edilebilir? Sekbân-ı Cedîd Ocağı’nın Kurulması Sened-i İttifak, sultanın iktidarına âyanların ortak olması anlamına geldiği için Osmanlı devlet geleneğinde kabul edilmesi neredeyse imkânsız bir belgeydi. Ancak âyanların desteği, III. Selim’in kesintiye uğrayan ıslahat programının devam etmesi bakımından önemli bir güvence sağlıyordu. Bu sayede Nizâm-ı Cedîd ile başlayan askerî modernleşme çabaları yeniden canlanmaya başladı. Nizâm-ı Cedîd’in izinden gidilerek yeni bir ordu kuruldu ve Yeniçeri Ocağı içindeki sekbân ortalarının adından esinlenilerek Sekbân-ı Cedîd ismi verildi. Levent ve Üsküdar’daki eski Nizâm-ı Cedîd kışlaları bunların hizmetine sunuldu. Bu yeni ordunun çekirdeğini Kadı Abdurrahman Paşa’nın, kısa süre önce İstanbul’da âyanlarla yapılan toplantıya getirdiği askerler oluşturmaktaydı. Sekbân-ı Cedîd, sekizinci kapıkulu ocağı sayılarak ayrı bir tuğ ve sancak verildi. Ocağın askerleri tek tip kıyafet giymeye ve Avrupa yöntemlerine göre eğitilmeye başladılar. Ayrıca Nizâm-ı Cedîd’in finansmanı için kurulan İrâd-ı Cedîd benzeri ayrı bir gelir kalemi oluşturulmasa da yeni ordu için gerekli olan gelirleri toplamak amacıyla Umûr-ı Cihâdiye Nezareti kuruldu. Ordunun mevcudu yaklaşık 160.000 kişi olarak planlanmışsa da başlangıçta erler ve subaylardan oluşan 10.000 kişilik bir çekirdek meydana getirildi. Bütün bu gelişmeler, Alemdar Mustafa Paşa’nın etkisi altında gerçekleşmekteydi. Böylece Alemdar Mustafa Paşa İstanbul’da, sultanın yanında adeta yeni bir güç merkezi olarak belirmişti. Ancak iktidar veya saltanat bölünmezlik prensibi üzerine inşa edilmişti. Dolayısıyla ilk fırsatta Alemdar’ın tasfiye edilmesi kaçınılmaz bir zorunluluk hâline geldi. Alemdar Mustafa Paşa, yeni ordunun kurulması kadar Yeniçeri Ocağı ve donanmaya da çeki düzen vermeye çalıştı. Memuriyet satışını yasakladı, kıdeme göre yükselme düzenini yeniden canlandırdı ve Yeniçerilerin askerî eğitim görmelerini zorunlu hâle getirdi. Magna Carta: İngiltere’de, Kral ile Feodal Beyler arasında 1215 tarihinde imzalanan belge. Magna Carta ile birlikte İngiltere’de parlamento, giderek Kralın gücünün üstüne çıkarak iktidarın asıl sahibi konumuna yükselecektir. Magna Carta İngiltere’de, yüzyıllar içinde demokrasiye doğru gelişen bir yönetim biçiminin doğmasının başlangıcını oluşturur. 4 76 Osmanlı Tarihi (1789-1876) Lalası ve yakın çalışma arkadaşı Ramiz Paşa, donanmanın başına getirilerek eskimiş gemilerin yerine yenilerinin yapımına başladı. Ayrıca donanmadaki askerlerin gemilerinde ya da tersanelerinde yaşamaları bir kural hâline getirildi. Yapılan bütün bu icraat, Alemdar’ın İstanbul’daki gücüne işaret ettiği kadar yaklaşan tehlikenin de habercisiydi. Zira bu yapılanlar aynı zamanda büyük bir öenin birikmesine sebep olmaktaydı. Sened-i İttifak’tan dolayı padişah, Sekbân-ı Cedîd Ordusu’nun varlığından ötürü Yeniçeriler ve bürokrasi içindeki etkileri azaldığı için ulema, Alemdar’a karşı kızgınlık içindeydi. Nitekim Yeniçeriler, 16 Kasım 1808’de yeniden ayaklandılar. Bâbıâli’yi basarak sadrazamın konağını kuşatma altına aldılar. Sekbanlar dağınık ve komutadan yoksun kaldıkları için yardıma gelemediler. Alemdar Mustafa Paşa, uzun saatler boyunca isyancılara direndi ancak yardım gelmeyeceğini anlayınca konağın mahzeninde bulunan cephaneliği patlattı. Böylece kendisi ve adamları ile birlikte köşkün tavanında bulunan yüzlerce yeniçeri de hayatını kaybetti. İstanbul yeniden asilerin eline düşmüş ve kısa süre önce III. Selim’in karşılaştığı durumla II. Mahmud da yüzleşmek zorunda kalmıştı. İsyancılar, Saraya saldırmak istedilerse de Ramiz Paşa ve Kadı Abdurrahman Paşa’nın gönderdiği takviye askerlerle saray sağlam bir savunmaya kavuşmuştu. II. Mahmud, tahtın tek varisi olarak kalmak amacıyla IV. Mustafa’nın öldürülmesini emretti ve eski padişah 17 Kasım 1808’de idam edildi. Bu isyan aynı zamanda Sekbân-ı Cedîd Ocağı’nın da kapanmasına yol açtı (17 Kasım 1808). II. Mahmud, şimdilik Yeniçeriler karşısında mağlup olsa da aslında bu hatıra, bir süre sonra girişilecek olan köklü ıslahat çabalarına güç vermekten başka bir işe yaramayacaktı. II. MAHMUD’UN SALTANATI’NIN İLK YILLARI: BARIŞ, SAVAŞ, İSYAN VE AVRUPA’DA YENİ DÜZEN IV. Mustafa’nın beklenmeyen saltanatı bir yıldan biraz daha uzun sürmüştü. Rusçuk Yârânı’nın çabaları ve Alemdar Mustafa Paşa’nın başkente yürümesi, III. Selim’in tahta iade edilmesine yol açmasa da IV. Mustafa’nın, II. Mahmud ile yer değiştirmesini beraberinde getirdi. Alemdar Mustafa Paşa’nın, tahtı adeta zor kullanarak II. Mahmud’a sunması, İstanbul’da yarıda kalan ıslahat ruhunun ve projelerinin yeniden hayata geçirilmesinin önünü açıyordu. Ancak Alemdar’ın, padişahtan başlayarak Osmanlı siyasi sistematiğindeki bütün aktörleri rahatsız edecek derecede güçlenmesi, sonunu hazırlayan temel gerekçe oldu. Yeniçeriler bir defa daha ayaklanarak Alemdar’ın hayatına mal olacak bir kargaşa sonunda başkente yeniden hâkim oldular. II. Mahmud, tahta adaylık konusunda en ciddi rakibi olan IV. Mustafa’yı ortadan kaldırarak şimdilik tehlikeyi savuşturabildi. Fakat III. Selim’in önce tahttan indirilmesi ardından katledilmesi ve Alemdar’ın tasfiyesi sırasında Sarayın da isyancılar tarafından tehdit edilmesi, unutulmayacak anılar olacaktı. Böylece II. Mahmud’un saltanatının ilk günlerinde, İstanbul’un veya Osmanlı Devleti’nin kargaşa içinde kaldığı anlara tanıklık edildi. Devletin kalbinde yaşanan bu karmaşaya kısa süre sonra yeniden başlayacak olan Osmanlı-Rus Savaşı eşlik etti. Osmanlı siyaseti içeride ve dışarıda ağır bir gündemin etkisi altına girerken Avrupa’da Napoleon’un sahne dışına itilmesiyle yeni bir düzen kuruluyordu. Nihayet II. Mahmud’un saltanatının ilk yılları bu hareketli siyasi atmosfer altında kayda geçirilecekti. Osmanlı-İngiliz Savaşı Sona Eriyor: Kala-i Sultaniye Antlaşması Napoleon’un elçisi olarak İstanbul’a gelen General Sebastiani’nin varlığı, Osmanlı Devleti’ne hayli pahalıya mal oldu. III. Selim’in, elçinin girişimleriyle yeniden Fransız siyasetine sempati duyar hâle gelmesi, Rusya ile bir savaşa yol açtı. Ancak daha da önemlisi bu yakınlaşma, İngiliz donanmasının, Çanakkale Boğazı’nı geçerek başkent için büyük bir tehdide dönüşmesini beraberinde getirdi. Bu ittifak, aynı anda Osmanlı Devleti’ni iki 3. Ünite - IV. Mustafa’nın Tahta Çıkışından Rum İsyanı’na Kadar (1807-1821) 77 büyük güçle karşı karşıya getirdiği gibi Tilsit’te, Çar I. Alexander ile Napoleon’un, Osmanlı topraklarını paylaşmak üzere anlaşmalarını da engelleyemedi. Kısacası Sebastiani’nin, İstanbul’da oluşturduğu Fransız yanlısı politika, Osmanlı Devleti’ni birkaç cephede devam eden eş zamanlı bir karmaşanın içine sürükledi. Nitekim IV. Mustafa’nın saltanatının ilk günlerinde altından kalkılması hayli güç hâle gelen bu ağırlığı hafietmek amacıyla Rusya ile bir ateşkes imzalandı. Fransız elçi, Slobozi’da varılan ateşkesi, başarı hanesine kaydetmek istese de bu aslında resmen ilan edilmiş bir ateşkes değildi. Çünkü Çar, öne sürdüğü şartların kabul edilmediği gerekçesiyle Slobozia Ateşkes Antlaşması’nı onaylamadı. Böylece 1806 yılında başlayan Osmanlı-Rus Harbi, Ağustos 1807’de Bâbıâli’nin tek taraı olarak onayladığı Slobozia Ateşkesi ile fiilen durdu ancak resmî bir kimlik kazanmadı. Fransa’nın yol açtığı sıkıntılara, Ekim 1808’de Napoleon ile Çarın Erfurt’ta yaptığı görüşmede alınan kararlarla yeni bir başlık daha eklendi. Napoleon, İspanya seferinde umduğu kadar hızlı bir başarı elde edemedi. Bu beklenmedik zaaf, Fransız İmparatorunu, Prusya ve Avusturya’nın ortak hareket ederek doğudan saldırı altına girme korkusu ile baş başa bıraktı. Bu tehlikeyi dengeleyebilmek amacıyla Rusya ile yeniden bir araya gelmesi gerektiğini fark eden Napoleon, 12 Ekim 1808’de Çar ile Erfurt (Prusya)’ta buluştu. Tilsit’teki vaadini tekrarlayan Napoleon, Çarın İstanbul’a dönük talebine olumsuz cevap verse de Eâk ve Boğdan’ın, Rus toprağı hâline getirilmesine yardım edeceğini söyledi. Önce Tilsit ardından da Erfurt’ta ortaya çıkan Rus-Fransız ittifakı, saltanatının ilk aylarındaki II. Mahmud için uyarıcı nitelikteydi. Nitekim İstanbul’da artık Fransız siyaseti ve nüfuzunun sonuna gelinmişti. Fransa’nın yalnızca kayba sebep olan politikalarından kurtulmak amacıyla II. Mahmud, diğer diplomatik seçenekleri gündeme aldı. Kaldı ki bu alternatierin öncüsü konumundaki İngiltere de iki yıla yakın süredir devam eden Osmanlı-İngiliz gerginliğine son vererek İstanbul’un yeniden Napoleon karşıtı cepheye katılmasını istemekteydi. İngiltere’nin, açıkça Osmanlı ile yeniden anlaşma isteği, kamuoyunda Fransa’ya duyulan tepki ile bir araya gelince iki devlet arasında barışın tekrar kurulmasının önü açıldı. İki tarafın da uzlaşma konusunda sergiledikleri istekli tutum sonuç verdi ve Osmanlı temsilcisi Vahid Efendi ile İngiliz elçisi Robert Adair Çanakkale’de, Boğazhisarı Kalesi civarında buluştular. Avusturya elçisi Baron Stürmer’in de katkısı ile taraar kısa süre içinde görüşmeleri sonuçlandırarak 5 Ocak 1809’da Kala-i Sultaniye Antlaşması’nı imzaladılar. Böylece yaklaşık iki yıldan beri İngiltere’nin, Boğazlara dönük tehdidi de son bulmuş oldu. Antlaşma ile Fransa’nın, Osmanlı siyaseti üzerindeki etkisi zayıatılırken II. Mahmud da rahat bir nefes alıyordu. Osmanlı Devleti’nin, Fransa ile kurduğu birlikteliği terk ederek yeni bir ittifaka dâhil olduğunu gösteren Kala-i Sultaniye Antlaşması’nın önemli maddeleri şunlardı: 1. Antlaşmanın imzalandığı tarihten itibaren iki devlet arasındaki düşmanlık son bulacak ve taraar ellerindeki esirleri karşılıklı olarak değiştirecektir. 2. Antlaşmanın imzalanmasından 31 gün sonra İngiltere’nin hâlâ elinde tuttuğu Osmanlı toprağı varsa bu yerler derhal iade edilecektir. 3. Osmanlı Devleti’nin elinde, İngiliz tüccarlarına ait mal ve eşya varsa bunlar hemen iade edilecektir. 4. İngiltere’nin, 1675 yılında Osmanlı Devleti ile imzaladığı anlaşmanın esasları ve Karadeniz ticareti gibi daha önce elde ettiği ayrıcalıklar (mesela Kapitülasyonlar gibi) aynen muhafaza edilecektir. 5. İngiliz tüccarlarının, Osmanlı toprak ve limanlarında ticaret yapmasına izin verildiği gibi Osmanlı vatandaşları ve tüccarlarına da İngiliz topraklarında dostça muamele edilecektir. 78 Osmanlı Tarihi (1789-1876) 6. Eskiden olduğu gibi İngiliz mallarına Osmanlı gümrüklerinde yüzde üç gümrük vergisi uygulanacaktır. 7. İngiliz elçileri, diğer devletlerin elçileri ile aynı ayrıcalık ve itibara sahip olacaklar; buna karşılık Osmanlı Devleti’nin, İngiltere’deki elçisi de aynı şekilde muamele görecektir. 8. Osmanlı tüccarının işlerini halletmek ve sıkıntılarını çözmek üzere Malta ve diğer İngiliz topraklarında şehbenderlikler açılacaktır. Şehbenderler, Osmanlı topraklarındaki İngiliz konsoloslarının sahip olduğu ayrıcalıklara sahip olacaktır. 9. İngiliz elçiliği ve konsolosluklarında görev yapan tercümanlar ile bunlara verilecek beratların veriliş şekilleri belirlenmiştir. 10. Osmanlı tebaasından birine, İngiliz pasaportu ve izinsiz elçi ve konsolos pasaportu verilemeyecektir. 11. Savaş ve barış zamanlarında, yabancı devletlere ait savaş gemilerinin Boğazlardan geçmesi hakkındaki izin, Osmanlı Devleti’ne ait olacak ve İngiltere da bu kurala uyacaktır. Antlaşma, aslında Osmanlı Devleti’nin, 1806’dan beri Fransa ile kurduğu ittifakın da sonunu haber vermekteydi. Dolayısıyla Fransa’nın, böyle bir metne tepki göstermesi kaçınılmazdı. Nitekim Fransa’nın reaksiyonu düşünülerek Osmanlı Devleti ile İngiltere arasında gizli bir ittifak da kaleme alındı. Dört maddeden oluşan bu gizli ittifakın ayrıntıları aşağıdaki gibidir: 1. Fransa’nın, Osmanlı Devleti’ne savaş açması ya da tehdit etmesi hâlinde İngiltere, Osmanlı’ya yardım etmek amacıyla Akdeniz ve diğer kıyılarda alınacak önlemleri kararlaştırmak üzere İstanbul’da Osmanlı yetkilileri ile görüşmeler yapacak, 2. Fransa’nın, düşmanca tavırlarının artması durumunda İngiltere, Bosna ve Dalmaçya kıyılarının güçlendirilmesi için Osmanlı Devleti’nin yapacağı çalışmalara destek olacak ve mühimmat yardımında bulunacak, 3. İngiltere’nin, İskenderiye’yi boşaltması sırasında İngiliz komutanlarıyla Osmanlı yetkilileri arasında yapılan anlaşma, gözden geçirilerek tekrar düzenlenecek, 4. İngiltere, Osmanlı Devleti’nden önce Rusya ile bir barış antlaşması imzalarsa buna karşılık olarak Osmanlı ile Rusya arasında, padişahın şanına yakışır bir antlaşmanın kayda geçirilmesi sözünü vermekteydi. Kala-i Sultaniye Antlaşması, Osmanlı Devleti’ni, iki yıla yakın zamandan beri meşgul eden bir tehlikenin bitmesi anlamına geliyordu. Antlaşma sayesinde Osmanlı Devleti, İngiltere ile girdiği savaşı sonuçlandırdığı gibi Fransa’nın sebep olduğu enkazı da kısmen telafi etmeyi başardı. Ayrıca yeniden İngiltere ile bir uzlaşma sağlayarak İstanbul’daki Fransız nüfuzunu kırma şansını yakaladı. Bununla birlikte, Boğazların yabancı donanmalara kapatılmasına dönük hakkı tekrar elde ederek bu iki önemli suyolu üzerindeki her türlü yetkinin kendisine ait olduğu İngiltere tarafından da onaylanmış oldu. Fakat o güne kadar Osmanlı Devleti bu kuralı, kendi egemenlik hakları doğrultusunda bağımsız olarak uygulamaktaydı. Oysa Kala-i Sultaniye Antlaşması ile Osmanlı Devleti’nin iç hukukuna ait olan bir tasarruf uluslararası bir belgeye geçmiş oldu. Böylece devletin boğazlar hakkındaki mutlak hakkı, bir bakıma ikinci bir devletle imzaladığı bir antlaşmaya bağlandı. Bunların yanı sıra, anlaşma yalnızca iki devlet arasındaydı. Dolayısıyla Osmanlı Devleti, bu kuralı diğer devletlere de kabul ettirmek için iki seçenek arasında sıkıştı. Osmanlı Devleti, bu prensibi genel hale getirmek için diğer devletlerle de ayrı ayrı antlaşmalar imzalamak zorunda kalıyordu. Diğer devletlerin ikna edilememesi ve herhangi bir devletin boğazları zorlaması hâlinde Osmanlı yönetimi, Kala-i Sultaniye’de yüklendiği sorumluluk doğrultusunda güç kullanmak zorunda kalacaktı. Nihayet antlaşma ile boğazların statüsü uluslararası bir konu hâline geldi ve 1841 yılında imzalanacak olan Londra Antlaşması’na 3. Ünite - IV. Mustafa’nın Tahta Çıkışından Rum İsyanı’na Kadar (1807-1821) 79 başlangıç oluşturdu. Bütün bu olumsuz yanlarına ve Fransa’nın açık tehdidine rağmen antlaşma onaylandı. Hatta Fransa’nın, Paris elçisi Muhib Efendi’ye dönük küçük düşürücü davranışları da kararın değiştirilmesine etki etmedi ve antlaşma, Çanakkale’de karşılıklı top atışlarıyla kutlandı. Ardından İngiliz elçisi Robert Adair, görevine başlamak üzere İstanbul’a doğru yola çıktı. Antlaşmada Rusya ile barıştan bahsedilmesi, Osmanlı Devleti’nin bu konudaki isteğinin bir yansıması olsa da İngiltere ile varılan uzlaşma, Rusya ile ilişkilerde de benzer bir yolu açmadı. Bir yılı aşkın süredir devam eden fiili ateşkes kısa süre içinde son bulacaktı. Kala-i Sultaniye Antlaşması, Osmanlı siyaseti açısından ne ifade eder? Osmanlı-Rus Savaşı’nın Devamı ve Barış (1809-1812) İspanya üzerindeki hayallerinin düşündüğü kadar hızlı gerçekleşmemesi, Napoleon’u bir defa daha Çar I. Alexander ile görüşmek zorunda bıraktı. İspanya ile meşgul olurken doğuda Avusturya-Prusya ittifakından duyduğu endişe sebebiyle Fransız İmparatoru Rus meslektaşı ile Tilsit’in ardından Erfurt’ta bir araya geldi. 12 Ekim 1808’de imzaladıkları antlaşma ile Napoleon yaklaşık bir yıl önceki vaatleri tekrar ediyordu. İspanya’nın, Bonaparte hanedanının mülkü haline getirilmesine karşılık olarak Çar da Eâk-Boğdan’ın yanı sıra Finlandiya’yı, Rus egemenliği altına alacaktı. Kıta Avrupası’nın iki büyük piyade gücü aralarında anlaşırken 1807 Ağustos’unda Osmanlı Devleti ile Rusya arasında Slobozia’da varılan ateşkes, bir türlü barış anlaşmasına dönüştürülemedi. Yaş’ta devam etmekte olan barış görüşmeleri, Rus tarafının, Eâk ve Boğdan’ı almaya dönük ısrarları yüzünden sonuçsuz kaldı. Böylece Reisülküttâb Galib Efendi başkanlığındaki Osmanlı heyeti, görüşmeleri terk ederek İstanbul’a dönmek zorunda kaldı. Galib Efendi’nin İstanbul’a dönmesi, bir yılı aşkın zamandır fiili bir ateşkese sahne olan Osmanlı-Rus perdesinin yeniden açılması anlamına geliyordu. Bu tehlikenin farkında olan II. Mahmud, sadarette bir değişiklik yaparak Memiş Paşa’nın yerine Halep Valisi Yusuf Ziya Paşa’yı sadrazamlığa getirdi. Yeni sadrazam, İstanbul’a ulaştıktan hemen sonra savaş hazırlıklarına başladı. 1809 yılı Temmuz’unda 80 yaşına gelmiş olan Yusuf Ziya Paşa, ordunun başında Edirne’ye doğru hareket etti. Yaklaşık beş bin kişiden oluşan Yeniçeri ordusu, modern savaş tekniklerine yabancı ve disiplinden uzak bir görüntüdeydi. Buna karşılık rakip Rus ordusu, yetenekli bir kurmay sınıfına sahip olmanın yanı sıra teknik ve eğitim bakımından da Osmanlı askerinden hayli üstün durumdaydı. Ancak bu açık farka rağmen Rusların, 1809 yılının bahar ayları ile birlikte İsmail, İbrail ve Yerköy taraarına yaptıkları ilk harekât başarıya ulaşmadı. Rus Başkomutanı Prozorovski, asker sayısı açısından şanslı olsa da İsmail, İbrail ve Yerköy’deki direnişi kırmayı beceremedi. Osmanlı güçleri bu bölgelerde tahminlerin ötesinde bir başarıya imza attığı gibi Rus ordusu da ağır kayıplar verdi. Bahar aylarında başlayan ilk saldırılarda Ruslar bekledikleri gibi çabuk bir sonuç elde edemediler. Ancak Rusların yeniden harekete geçmesi, aşağıda görüleceği gibi Sırpların ayaklanmak için bekledikleri fırsatın doğmasına yol açtı. Fakat Hurşid Ahmed Paşa komutasındaki Osmanlı birlikleri, Sırp asilerini dağıtmayı başardı. Diğer taraan Ağustos ayının ilk günlerinde Edirne’ye ulaşan Osmanlı ordusu, ay sonuna doğru Şumnu’ya ulaşarak burada karargâh kurdu. Osmanlı askeri planı savunma ağırlıklıydı. Rus ordusunun, Tuna nehrinin sağ kıyısına geçmesiyle savaşın ilk çarpışmaları da burada gerçekleşti. Bu arada Rus Komutanı Prozorovski’nin ölüm haberi geldi. Yerine Kont P.İ. Bagration getirildi. Yeni komutan genel bir taarruz emriyle Maçin, Köstence ve Hırsova’yı aldı. Bagration, ordusunu ikiye ayırarak savaşa devam etti. Bir kol Dobruca üzerinden Varna’ya doğru harekete geçerken diğer kısım Osmanlı ordusu ile çarpışmayı sürdürdü. Varna’ya yöne5 80 Osmanlı Tarihi (1789-1876) len kol, denizden Osmanlı askerlerini yıpratmaya çalışsa da Şumnu’da kurulan başarılı savunma stratejisi, bu planı geçersiz kıldı. Öte yandan Tuna kolunda yürütülmekte olan savaş, Osmanlı ordusunun yenilgisiyle sonuçlandı. Hüsrev Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu, Rasvat’ta ağır bir mağlubiyet aldı. Bu, savaşın seyri açısından oldukça önemliydi. Zira Ruslar, bu zaferin ardından Silistre’yi kuşatma altına aldılar. Ancak Silistre’de Pehlivan İbrahim Ağa’nın başarılı savunması ve Tatariçe’de yapılan meydan savaşında Rusların yenilmesi, Silistre kuşatmasının kaldırılarak Rus askerinin geri çekilmesi ile sonuçlandı. Bu galibiyette sadrazam komutasındaki Osmanlı askerinin yardımları kadar âyanların destekleri de belirleyici oldu. Özellikle Tepedelenli Ali Paşa’nın oğlu Muhtar Paşa komutasındaki birlikler, savaşın seyrinde önemli rol oynadılar. Bu başarı sayesinde Ruslar, Eak’a çekilmek zorunda kaldılar. Osmanlı ordusu ise kışı geçirmek üzere Kasım ayının sonlarına doğru Şumnu’ya döndü. Her ne kadar Osmanlı ordusu, Rusları, Eak’a çekilmek zorunda bıraksa da uzun süren muhasaraya dayanma gücünü yitiren İsmail ve İbrail Kaleleri, sırasıyla Aralık 1809 ve Ocak 1810’da teslim olmak zorunda kaldılar. Ancak savaşın ilk yılında Osmanlı ordusu, tahmin edilenin üzerinde bir direniş gösterdi. Rus ordusu ise binlerce hasta ve yaralı askerle uğraşmak zorunda kalmıştı. 1809 yılının bahar ayları ile birlikte tekrar başlayan Osmanlı-Rus Savaşı’nın ilk yılı, Osmanlı ordusunun becerikli bir savunma yaptığı hatta zaman zaman ileri harekâtta bulunduğunu gösterdi. Mesela 1809 Eylül’ünde Serdar-ı Ekrem Yusuf Ziya Paşa, büyük bir orduyla Tuna’yı geçerek Bükreş üzerine yürüdüyse de Kont Langeron komutasındaki Rus birliklerini mağlup edemedi. Ancak Rusların önemli bir başarı kaydedemediği bu ilk yılın ardından 1810 baharı ile birlikte savaşın seyri değişmeye başladı. Rus ordusunun yeni başkomutanı Kont Mikhail Kamenski, 1810 Mayıs’ı ile birlikte Balkanların kuzeyinde üç koldan aynı anda büyük bir saldırıya geçti. Bu yıkıcı taarruzun ardından Varna kuşatma altına alınırken Hazergrad da Rusların eline geçti. Ardından savaşın ilk yılında Rusların bir türlü ele geçirmeyi başaramadığı Silistre, Rus kuvvetlerine teslim oldu. Bütün bu felaketin içinde Osmanlı askerine nispeten moral veren tek hadise Lofça’da gerçekleştirilen başarılı savunmaydı. Fakat Lofça savunması bir yana özellikle Silistre’nin, Ruslar tarafından alınması, Bulgaristan yolunun da açılması anlamına geliyordu. Nitekim sadrazam Yusuf Ziya Paşa’nın, Rus ordusu başkomutanı Kamenski’ye yaptığı ateşkes teklifi ciddiye alınmadı. Savaşın tamamen Rus ordusunun hâkimiyetine geçtiğine inanan Kamenski, Şumnu üzerine yürüdü ama burada beklemediği bir yenilgi alarak Rusçuk’a doğru ilerledi. Osmanlı donanmasının Varna önlerine gelmesiyle Rusçuk’u da terk etmek zorunda kalan Rus birlikleri, Silistre’ye çekilmeye mecbur oldu. Yukarıda belirtildiği gibi Osmanlı askeri aynı zamanda Sırp İsyanı ile meşgul olmaktaydı. Bu karmaşık atmosferden yararlanan Rus ordusu, Rusçuk, Yergöğü ve Niğbolu’yu ele geçirdi. Rusçuk’a saldırıya geçen Rus ordusuna karşı koymak üzere yardıma gelen Halil Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu, Batin yakınlarında yapılan meydan savaşında ağır bir yenilgi aldı. Hatta Halil Paşa da hayatını kaybetti. Bu yenilginin altında yatan ana sebep, sadrazamın zamanında yardıma gelmemiş olmasıydı. Sadrazam Yusuf Ziya Paşa, vaktinde yardım ulaştırabilseydi, Osmanlı ordusunun önemli bir zafere imza atması mümkün olabilirdi. Kamenski, savaşın ikinci yılında göz ardı edilemeyecek galibiyetlere imza atsa da bu, bedeli ağır bir başarıydı. Zira Ruslar, on binlerce asker kaybetmek zorunda kalmıştı. Maliyeti yüksek olsa da Ruslar, bu bedeli anlamlı hâle getiren hayati bir eşiği aşmış durumdaydılar. Özellikle Batin galibiyetinden sonra Rus tarafı, moral olarak daha üstün bir duruma gelmişti. Nitekim Yergöğü ve Niğbolu’yu ele geçirdikten sonra 1810 yılı sonbaharında Lofça’ya girmeyi de başardılar. Bir başka ifade ile savaşın ilk yılındaki görüntünün aksine 1810 yılı Ruslar açısından her şeyin yolunda gittiğini gösteriyordu. Ancak Napoleon’un, Rusya aleyhine izlediği saldırgan politika, iki ülke arasındaki çarpışmanın 3. Ünite - IV. Mustafa’nın Tahta Çıkışından Rum İsyanı’na Kadar (1807-1821) 81 kaçınılmaz olduğunu da giderek açık hale getirmekteydi. Bu tehlikenin farkında olan Rusya, Balkanlarda elde ettiği büyük kazancı, bir an evvel garanti altına almayı hedeiyordu. Böylece Ruslar, Osmanlı Devleti ile derhal bir barış antlaşması imzalamak istediklerini belirtmeye başladılar. Ruslar, kazandıkları başarıları bir antlaşma ile kalıcı hâle getirmeyi amaçlarken II. Mahmud, cephedeki büyük yıkımın sorumlusu olarak Sadrazam Yusuf Ziya Paşa’yı görmekteydi. Nitekim 15 Nisan 1811’de Yusuf Ziya Paşa, görevden alınarak Laz Ahmed Paşa, sadrazamlığa getirildi. Laz Ahmed Paşa, 1809 yılının bahar aylarında yeniden başlayan savaşın ilk günlerinde İbrail’i, Ruslara karşı başarılı bir şekilde savunmuştu. Hatta askerleri ile birlikte kaleden çıkarak yaptığı saldırıda Rusları bozguna uğratmış ve ağır kayıplar vermelerine yol açmıştı. II. Mahmud, Serdâr-ı Ekrem olarak Laz Ahmed Paşa’yı tayin ederken zorunlu bir değişiklik de Rus tarafında meydana geldi. Rus başkomutanı Kamenski hastalanınca yerine 1811 baharında Kutuzov getirildi. Kutuzov, Rus ordusunun büyük kurmayları, Rumyantsev ve Suvorov gibi isimlerin emrinde çalışmış; Larga ve Maçin savaşlarında görev yapmış tecrübeli bir komutandı. Ayrıca Osmanlı-Rus savaşlarının tanıdık isimlerinden biriydi. Kutuzov, Rusya ile Fransa arasındaki ilişkilerde tansiyonun giderek arttığını bilerek cepheye geldi. Dolayısıyla yeni komutan Kamenski’nin aksine iddialı bir ileri harekâtından daha çok bir an evvel barış imzalanmasını düşünmekteydi. Ancak Rus-Fransız ilişkilerinin gerginleşmesi, Osmanlı Devleti tarafından bir fırsat olarak görüldü. Ayrıca yeni Serdâr-ı Ekrem Laz Ahmed Paşa’nın, Rusçuk’u ele geçirmesi de ordunun ve İstanbul’un moralini bir hayli yükseltmişti. 1811 yılı Temmuz ayında kazanılan bu başarı, Tuna nehrini geçmek gibi vahim bir hatanın yapılmasındaki temel sebep oldu. Aslında Kutuzov da Rusçuk’ta elde edilen galibiyetten sonra Osmanlı ordusunun Tuna’yı geçmeye kalkışacağının farkındaydı ve hazırlıklarını bu ihtimale göre yaptı. Rus ordusundaki kuvvetlerin büyük bölümü, süvari birliklerinden oluşuyordu. Bu savaş organizasyonu, Rumyantsev’in, Osmanlı ile yapılan sınır savaşları için planladığı bir düzendi. Bu plân doğrultusunda Kutuzov’un taktiği oldukça basitti. Uzun ve yıpratıcı kuşatmalar yerine Kutuzov, sadrazamın Şumnu’daki ordugâhından hareketini bekleyecekti. Osmanlı ordusu, bu belirleyici saldırı için büyük ve kapsamlı bir seferberlik yapmıştı. Ordunun mevcudu 80 bine yaklaşıyordu. Sadrazam orduyu Tuna nehrinin sağ ve sol kıyısı olmak üzere ikiye ayırarak hücum etmeyi planladı. Sadrazamı, bu denli cesur bir karar almaya iten gerekçe Sirozlu İsmail Bey’in, Temmuz ayında Tuna’yı geçip Kalafat’ta Rusları yenmesiydi. Nitekim sadrazam, orduyu ikiye bölerken İsmail Bey’i de Vidin üzerine göndererek ondan gelecek bir zafer haberinden sonra Rusları çevirmeyi düşünmüştü. Fakat Kutuzov, Osmanlı ordusunun ikiye ayrıldığını ve sadrazam komutasındaki yaklaşık 36 bin kişiden oluşan sol kolun Tuna’yı geçtiğini haber almıştı. Bu arada Vidin’den beklenen başarı haberinin bir türlü gelmemesi, Osmanlı ordusundan yüksek oranlarda askerin firar etmesini de beraberinde getirdi. Kısacası, savaş Osmanlıların aleyhine bir seyir içine girmişti. Kutuzov, önemli komutanlarından Markov’u, Tuna’yı geçerek sadrazam komutasındaki Osmanlı ordusunun ana gövdesini kuşatmakla görevlendirdi. 13 Ekim gecesi Markov ve emrindeki binlerce Rus askeri, Tuna’yı geçerek Bulgaristan’daki Osmanlı ordugâhına saldırdı. 14 Ekim sabahı yaklaşık 36 bin asker ve 56 top bulunan sadrazam komutasındaki Osmanlı ordusu, Ruslar tarafından çember içine alınmış durumdaydı. Sadrazam, sağ kıyıya kaçmak zorunda kalmıştı. Açık bir çaresizlik içinde kalan Laz Ahmed Paşa, en iyi askerlerini kurtarmak amacıyla Kutuzov’la ateşkes yapmanın yollarını araştırmak zorundaydı. Öte yandan Ruslar da bir an evvel barış yapılmasını istiyordu. Çar I. Alexander, 20 milyon kuruş savaş tazminatı ve Seret suyuna kadar olan bölgenin Rusya’ya bırakılması karşılığında acilen barış imzalanmasını istiyordu. Ancak Kutuzov, Osmanlı ordusunun içinde bulunduğu zor durumu ve kazandığı zaferi hesap ederek taleplerini ar- 82 Osmanlı Tarihi (1789-1876) tırdı. Kutuzov, Besarabya ile Boğdan’ın tamamını istediği gibi Eak’a özerklik ve Sırbistan’a da bağımsızlık talebinde bulunuyordu. Ayrıca Kutuzov, sadrazamın ısrarlı şekilde barış görüşmelerine başlanması için bir ateşkes imzalanması yönündeki talebini de geri çevirerek Tuna’nın kuzeyindeki bütün bölgeleri aldı. Nihayet sadrazam, Seret suyunu ateşkes için sınır olarak teklif etti. Ruslar bunu kabul etti. Fakat sadrazamın ayrı düştüğü ordu ile bağlantı kurmasına izin verilemeyeceğini belirttiler. Yalnızca açlıktan kırılmakta olan Osmanlı askerlerine ekmek ve tuz vermeyi kabul ettiler. 1811 yılı Kasım ayında Yergöğü’nde görüşmeler başladı. Görüşmelere Osmanlı Devleti adına Müizade Selim Efendi ile sadaret kethüdasi Galib Efendi katılırken Rusya, İtalinski ve Binbaşı Sabaneev tarafından temsil edilecekti. Sadrazam Ahmed Paşa ile Kutuzov’un barış yapma yetkisine sahip oldukları karşılıklı olarak teyid edildi. Ancak II. Mahmud, Seret suyunun ateşkes sınırı olarak kabul edilmesi, kalıcı sınırın ise Prut Nehri olması konusunda ısrar etti. Kasım sonuna gelindiği hâlde görüşmelerden bir sonuç alınamayınca Kutuzov müdahale ederek misafir olarak nitelendirdiği ve barış imzalanınca serbest kalacaklarını belirttiği Osmanlı ordusunun savaş esiri olduğunu ilan etti. Bu arada Rus askerleri tarafından kuşatma altına alınan 36 bin kişilik Osmanlı ordusundan yaklaşık 20 bin asker, topçu ateşi, hastalık ve açlık sebebiyle hayatını kaybetmişti. Kutuzov’un giderek ağırlaşan şartlar ileri sürmesi üzerine mesafe alınan konular da dâhil olmak üzere Osmanlı heyeti görüşmeleri kesmek ve durumu İstanbul’a bildirmek zorunda olduklarını açıkladılar. Yergöğü’ndeki Osmanlı heyetinin gönderdiği raporu değerlendirmek üzere İstanbul’da bir toplantı düzenlendi. Toplantıda, Rusların zaman kazanmaya çalıştıkları ve Osmanlı taleplerini ciddiye almadıkları gerekçesiyle savaşın devam etmesi kararlaştırıldı. Bu kararın alınmasında, İstanbul’daki Fransız elçisinin de katkısı vardı. Ancak 1809 yılında imzalanan Kala-i Sultaniye Antlaşması’ndan sonra İngiltere’nin de İstanbul’da etkin olduğu ve Osmanlı tezlerine yakınlığı gözden uzak tutulmamalıdır. Özellikle İstanbul’daki ilk görev süresinin sonuna yaklaşmış olan Stratford Canning, Fransızların aksine savaşın bir an evvel sonlandırılması ve barışın imzalanması için bütün gayretiyle çalışıyordu. Kaldı ki Çar I. Alexander da Osmanlı Devleti ile anlaşmanın vakit kaybetmeksizin imzalanmasını istiyordu. Zira Napoleon Büyük Ordu (La Grande Armée)’su ile Rusya seferine hazırlanmaktaydı. Hatta Ruslar yalnızca Fransa değil Avusturya’nın da kendilerine saldıracağını düşünmekteydiler. Nihayet bu yüksek tansiyon Rusları, barışın imzalanmasının kaçınılmaz olduğuna ikna etmişti. I. Alexander, görüşmelerin uzamasına sebep olan Kutuzov’u görevden alarak yerine Amiral Pavel Şişagov’u getirdi. Görüşmeler, 1812 Ocak ayından itibaren Yergöğü’nden Bükreş’e nakledilmişti. Aslında Şişagov, daha Bükreş’e ulaşmadan barışın esasları kararlaştırılmıştı. Rus temsilcisi Bükreş’e geldikten sonra konu yeniden görüşülerek sonuca ulaştırıldı. Böylece 28 Mayıs 1812 tarihinde 16 maddeden oluşan Bükreş Antlaşması taraar arasında kabul edildi ve Şişagov, Rus ordusunu alarak Moskova’ya doğru yola çıktı. Bükreş Antlaşması, karşılıklı olarak Temmuz ortasında mübadele edildiğinde Napoleon da çoktan Rusya seferine başlamıştı. Antlaşmanın önemli maddeleri aşağıdaki gibidir; Birinci Madde: Her iki devlet de bu antlaşma ile düşmanlığa son verip barış ve dostluğa dönecekler; bunu devam ettirerek bu antlaşmanın esaslarını kabul edeceklerdir. İkinci Madde: Her iki taraf da savaş sırasında askerî ve diğer işlerde uygunsuz davranan kendi tebaasını aedecektir. Üçüncü Madde: Osmanlı Devleti ile Rusya arasında daha önce imzalanan ve bu anlaşma ya da evvelki anlaşmalarla değiştirilmeyen hükümler eskisi gibi yürürlükte kalacaktır. Dördüncü Madde: Tuna ve Prut bölgelerindeki sınırları ve kuralları ortaya koyan maddedir. 3. Ünite - IV. Mustafa’nın Tahta Çıkışından Rum İsyanı’na Kadar (1807-1821) 83 Beşinci Madde: Prut Nehri’nin doğusunda kalan kısım dışında Boğdan, Eak ve Eak’ın kara kısmı savaştan önceki hâli ile Osmanlı Devleti’ne iade edilecek; bu yerler için önceki anlaşmalarda kararlaştırılan ve değiştirilmeyen hükümler yürürlükte kalacaktı. Ayrıca antlaşmanın imzalanmasını takip eden iki yıl boyunca bu bölgelerdeki ahaliden vergi alınmayacaktı. Altıncı Madde: Anadolu tarafındaki sınır, savaş öncesindeki gibi kalacak ve Ruslar aldıkları toprakları Osmanlı Devleti’ne iade edecekti. Yedinci Madde: Rusya’ya bırakılan bölgelerdeki Müslüman ve Türk ahali, mallarını, bedeli karşılığında satarak Osmanlı topraklarına göç edebilecek; aynı haktan Osmanlı tarafında kalan Hristiyanlar da yararlanabilecekti. Sekizinci Madde: Savaş sırasında yaptıklarından dolayı Sırplar cezalandırılmayacak ve savaştan öncekiler dışında savaş sırasında yapılan askerî istihkâm yıkılacaktı. Ayrıca Sırplara da birtakım ayrıcalıklar tanınacaktı. Dokuzuncu ve Onuncu Madde: Esir değiş-tokuşu ve iki taraf tebaası arasındaki alacakverecek sorunlarının çözümüne ilişkin madde. On Birinci Madde: Antlaşmanın imzalanmasının ardından taraarın karşılıklı olarak asker ve donanmalarını çekmesini düzenleyen madde. On İkinci Madde: Yaş Antlaşması’na kaydedilmiş olan Garb Ocakları korsanlarının Rusya ticaretini düzenleyen maddesinin teyidi. On Üçüncü Madde: Rus-İran anlaşmazlığının çözümünde Osmanlı Devleti’nin arabuluculuğu, Rusya tarafından kabul edilecekti. On Dördüncü Madde: Antlaşmanın imzalanması ve onaylanmasının ardından her iki taraf da cephedeki komutanlarına düşmanlığın bittiğini belirtecekler ve imzadan sonra alınan yerler varsa alınmamış sayılacaktı. On Beş ve On Altıncı Maddeler antlaşmanın imzalanması, onaylanması ve karşılıklı olarak değiştirilmesiyle ilgilidir. Bükreş Antlaşması ile 1806 yılında başlayan; 1807 yılı Ağustos ayında fiilen bir ateşkes dönemine girilse de 1809 baharı ile birlikte yeniden devam eden Osmanlı-Rus Savaşı sona erdi. Ruslar, savaşın sonunda Besarabya dışında, elde ettikleri bütün toprakları geri vermek zorunda kaldılar. Ancak Kili Boğazı, Ruslarda kaldığı için Tuna’nın bu tarafında da Osmanlı Devleti kadar var olacaklardı. Osmanlı Devleti ise Eak-Boğdan’ı tekrar aldığı gibi Prut Nehri de iki devlet arasında sınır olarak kalıyordu. Eâk, bir takım ayrıcalıklar elde ederken savaşın etkisiyle isyan eden Sırplar, bekledikleri bağımsızlığa kavuşamadılar. Ancak elde ettikleri yeni ayrıcalıklar, diğer gayrimüslim topluluklara örnek olacaktı. Her ne kadar Rusya, elde ettiği galibiyetin karşılığını Bükreş Antlaşması’nda alamasa da daha büyük bir tehlikeye hazırlanmak için mantıklı davrandı. Napoleon’un, bütün Avrupa’yı aşarak Rusya’ya doğru ilerlemesi, Çar I. Alexander’ı, bir an evvel Osmanlı ile girdiği savaşı bitirmek zorunda bıraktı. Sırp İsyanı Sırp toprakları, 18.yüzyıldan itibaren Avusturya ve Rusya ile yapılan savaşların meydanı konumunda kaldı. Bu gelişme, Avusturya ve Rusya’nın, bölgede Osmanlı karşıtı ve ayrılıkçı söylemleri dolaşıma sürmesini de beraberinde getirdi. 18.yüzyılın neredeyse tamamı boyunca devam eden bu Rus ve Avusturya propagandasına, yüzyılın sonlarından itibaren başka bir devletin faaliyetleri daha eklendi. 1797’de imzalanan Campo Formio Antlaşması’yla Fransa’nın, Preveze ve Parga sahilleri ile birlikte Yunan adalarını da ele geçirmesi, tarihte ilk defa Osmanlı Devleti ile Fransa’yı sınır komşusu hâline getirdi. Böylece Avusturya ve Rusya’nın, Sırplara dönük ayrılıkçı propagandası, milliyetçiliğin mucidi konumundaki Fransa tarafından daha güçlü bir şekilde sahneye sürülmeye başladı. 84 Osmanlı Tarihi (1789-1876) Bu durum, Osmanlı Devleti’nin, Balkanlardaki toprakları açısından hayati bir aşamanın kat edilmesi anlamına geliyordu. Çünkü Fransa, yalnızca Sırpları değil Balkan yarımadasındaki Karadağlılar ve Rumlar gibi bütün gayrimüslim unsurları milliyetçilik fikri ile tanıştırdı. Milliyetçiliğin etkisinin yanı sıra Avrupalı güçlerin teşviki ve Sırbistan’daki Osmanlı yönetiminin zaaarı, bölgeyi kitlesel bir huzursuzluk için oldukça verimli hâle getirdi. Özellikle Yeniçerilerin ve bölgedeki âyanların keyfî idareleri Sırpların, 19.yüzyılın hemen başlarında Balkanlardaki ilk isyanı çıkarmalarına zemin hazırladı. Aslında Sırp ileri gelenlerinden bir grup, bölgedeki kötü yönetimi ve Yeniçerilerin yaptığı haksızlıkları anlatmak üzere III. Selim’in huzuruna çıkmıştı. Padişah da bölgede düzenin yeniden sağlanması için gerekli çalışmaları başlatmıştı. Ancak yeniçerilerin bu şikâyetlere kızarak bazı Sırp önde gelenlerini öldürmeleri, Sırbistan’daki kargaşayı başlatan adım oldu. Sırplar, Yeniçerilere karşı direnişe geçtiler ve 4 Şubat 1804’de daha önce Avusturya ordusunda görev yapmış olan Kara Yorgi isimli bir tüccarın liderliğinde örgütlenmeye başladılar. Kara Yorgi, isyanın başlarında yerli ahaliyi de saarına çekebilmek için amaçlarının bağımsızlık olmadığını ve tek hedeerinin, Sırbistan’daki yeniçeri zulmünü ortadan kaldırmak olduğunu belirtiyordu. Bu sayede hareketini güçlendirerek Belgrad’a kadar ilerledi. Ancak Bosna valisi Ebubekir Paşa’nın komutasındaki birliklerin, Belgrad Kalesi’ne girmesine ve kötü yönetimleriyle halkı bıktırmış pek çok yeniçeriyi öldürmesine rağmen Kara Yorgi ve adamları dağılmadılar. Aksine kabul edilemeyecek pek çok talepte bulundular. Kara Yorgi, Belgrad’ı kuşatmaktan vazgeçmediği gibi Böğürdelen, Semendire, Öziçe ve Sokol kalelerini de kuşatma altına aldı. Olayların giderek karmaşıklaştığı sıralarda Osmanlı-Rus Savaşı başladı. (1806) Rusya’nın, Sırp isyancılara desteği sayesinde Kara Yorgi ve adamları, daha da cesaretlendiler ve Kara Yorgi, 1808 yılında kendisini Sırpların Kralı ilan etti. Ardından 1812 yılında imzalanan Bükreş Antlaşması ile Sırplara birtakım idari ayrıcalıklar tanındı ve Sırplar, Osmanlı Devleti’nden ayrıcalık elde eden ilk toplum oldular. Ancak Kara Yorgi, bağımsızlık ısrarından vazgeçmedi. Napoleon’un, Büyük Ordusu ile Rusya seferine başlaması, Osmanlı Devleti’nin beklediği fırsatı sunmuştu. Hurşid Paşa, Sırp meselesinin çözümü için görevlendirildi ve Niş, Vidin ve Bosna’dan harekete geçen askerleri Kara Yorgi’nin birliklerini mağlup ettiler (Ekim 1813). Kara Yorgi adamlarını bırakarak Avusturya’ya kaçmak zorunda kaldı ve böylece Sırp İsyanı’nın birinci aşaması da son buldu. Kara Yorgi’nin, sahneyi terk etmesiyle Bâbıâli duruma tamamen hâkim hâle geldi. Bunun üzerine Sırplar, sorunu uluslararası gündem hâline getirmeyi deneyerek Napoleon sonrasındaki Avrupa’nın şekillenmesi için toplanan Viyana Kongresi’ne müracaat ettiler. Napoleon efsanesinin bitmesindeki kilit aktör olan Rusya’nın yardımını ümit etseler de kongreye damgasını vuran Metternich, bağımsız Sırbistan’ı asla istemiyordu. Ancak Rusya’nın ve Çar I. Alexander’ın, yeni dönemdeki prestiji her türlü sorgulamadan uzaktı. Nitekim Miloş Obronoviç’in öncülüğünde Sırplar yeniden isyan edince Bâbıâli, Rusya’nın müdahalesine izin vermemek amacıyla Miloş Obronoviç’i Baş Knez olarak tanıdığını ilan etti ve Sırplara birtakım ayrıcalıklar tanıyarak imtiyazlı prenslik statüsü vermeyi kabul etti (1816). Yeni düzenlemeye göre halk tarafından seçilecek 12 knez, baş knezlerini seçecekler, vergi toplayacaklar, adalet dağıtacaklardı. Ayrıca Sırplar, kilise ve okulları konusunda neredeyse tamamen bağımsız olacaklardı. Sırplar, elde ettikleri hakları veya imtiyazları, Akkerman (1826) ve Edirne Antlaşmalarıyla (1829) da teyid ettiler. Osmanlı Devleti, ilk defa kendi tebaası olan bir topluma bu denli geniş haklar veriyordu. Bundan sonra Sırplar, Berlin Antlaşması (1878) ile nihai biçimde Osmanlı Devleti’nden koparak bağımsız bir devlet oluncaya kadar ayrıcalıklarını genişleteceklerdi. Ancak asıl önemlisi, Sırbistan’ın kazandığı özerkliğin kısa süre sonra diğer toplulukları da etkilemesi hatta bazı unsurların doğrudan bağımsızlık talep etmesine yol açacak olmasıydı. Knez: Karadağ’dan Romanya’ya kadar Slav kökenli milletlerin yaşadığı topraklarda, Osmanlı idaresi ile yerel halk arasındaki ilişkilerde aracılık yapan resmî temsilci. 3. Ünite - IV. Mustafa’nın Tahta Çıkışından Rum İsyanı’na Kadar (1807-1821) 85 Viyana Kongresi ve Napoleon Sonrası Avrupa Fransız İhtilali ile başlayan yeni dönem kimilerine göre istikrarsızlık dışında bir sonuca yol açmamıştı. Özellikle 1792 yılında başlayan İhtilâl Harpleri ile Avrupa, Atlas Okyanusu kıyılarından Rus bozkırlarına kadar derin bir huzursuzluk ve anarşinin içine düşmüştü. Bu büyük yıkıma veya değişime sebep olan, hatta Napoleon efsanesini bile ortaya çıkaran gerekçeler ortadan kaldırılmak zorundaydı. Avrupa’yı felaket dolu bir çeyrek asra mahkûm eden şey, düzenin zorla yani bir ihtilal ile değiştirilmesi gerçeğiydi. Dolayısıyla Napoleon sonrasında kurulacak yeni düzenin ana hedefi, bir daha Fransa’da olduğu gibi Avrupa’yı alt üst edecek bir girişime cesaret edilemeyecek bir kıta inşa etmek oldu. Bu düşünceden hareketle Avusturya, İngiltere, Fransa ve Rusya ya da Napoleon’u yenilgiye uğratan ittifakın üyeleri, 18 Eylül 1814’te Viyana’da bir araya geldiler. Dört ülkenin liderliğinde gerçekleşen bu toplantılar, Avrupa tarihinde Viyana Kongresi olarak anıldı ve 9 Haziran 1815 tarihinde imzalanan kararlarla Avrupa’da yeni bir dönem başladı. Viyana Kongresi, genel olarak Avusturya Başbakanı Clemens von Metternich’in, etkisi altında kaldı. Bu sebeple, kongreden sonra oluşturulan yeni düzen, Avrupa tarihinde Metternich Sistemi olarak adlandırıldı. Kongrede, yeni Avrupa’ya yön verecek pek çok ilke ortaya çıksa da aslında bunların hemen tamamı iki temel kavrama dayanmaktaydı. Metternich’e göre, Fransız İhtilali ve Napoleon Savaşları, Avrupa’daki güçler dengesi (balance of power)’ni yok etmişti. Bu denge yok olunca Avrupa Uyumu (Concert of Europe) da ortadan kalkmıştı. Dolayısıyla yeni düzen, güçler dengesini ve bunun bir sonucu olarak devletlerarası uyumu yeniden inşa etmeliydi. Viyana Kongresi ile bu dengeyi ve uyumu tehdit edecek her türlü olaya ortak müdahale edilmesi fikri oluştu. Böylece Avrupa’da yeni bir dönem başlayarak kısa süre sonra Fransa’nın da dâhil olacağı bir ittifak sistemi doğmuş oldu. Beş büyük devlet, Viyana’da ortaya çıkan uyum ve birlikteliği devam ettirdiler. Sırasıyla Aix-la-Chapelle, Troppau, Laibach ve Verona Kongrelerinde buluşarak Avrupa’nın sorunlarına ortak çare arayışı içine girdiler. Yeni Avrupa’nın inşa edildiği Viyana Kongresi’ne Osmanlı Devleti de 1798-1802 yılları arasında gerçekleşen İkinci Koalisyon Savaşı’na katıldığı gerekçesiyle davet edildi. Prens Metternich’in daveti, Napoleon Savaşları’nı sonlandıran yedinci koalisyona katılmadığı gerekçesiyle Bâbıali tarafından geri çevrildi. Osmanlı hükümeti, toprak bütünlüğünün uluslararası bir toplantıda gündeme gelmesi ve egemenliğinin sorgulanmasından endişe ettiği için böyle bir karar aldı. Ayrıca Rusya’nın, Napoleon tehlikesine son veren ana aktör olarak kongredeki hâkimiyeti tartışmasızdı. Dolayısıyla Osmanlı yönetimi bu gerçeği bilerek Rusya’nın, özellikle Sırbistan ve Eak-Boğdan konularındaki talepleriyle karşılaşmak istemiyordu. Ancak Osmanlı Devleti, kongreye katılmasa da uluslararası bir toplantıda Şark Meselesi tabiri ilk defa kullanıldı. 18.yüzyılda siyaset terminolojisine giren bu terim, artık yeni Avrupa düzenini oluşturan bir belgede de anılıyordu. Öte yandan Viyana Kongresi’nde ilk defa Büyük Devletler kavramının da dolaşıma girdiği düşünüldüğünde Şark Meselesi, dolaylı olarak bu devletlerin ana gündemlerinden biri hâline geliyordu. Bu mesele en basit tanımla; Batılı devletlerin, Osmanlı coğrafyasına dönük siyasi planlarını ifade eder. Aynı şekilde Osmanlı Devleti için de Şark Meselesi, batının yayılma projelerine karşı direnmek veya varolmak anlamına gelir. Her ne kadar Viyana Kongresi’nde Şark Meselesi anılmış olsa da kongreye yön veren Metternich’in, yeni düzenin vazgeçilmez ayrıntıları olarak belirlediği ilkeler, Osmanlı Devleti’ne kısmî bir avantaj da sağlamıştır. Mesela Metternich için en doğru yönetim biçimi monarşidir. Metternich, bu temel prensipten hareketle Osmanlı Devleti’ni de kutsal bir siyasi yapı olarak değerlendirmiştir. Nitekim isyan eden Sırplar, Viyana Kongresi’nden umdukları yardımı bulamadılar. Zira Metternich’e göre Sırplar, meşru hükümdarlarına isyan etmiş asilerden başka bir şey değildi. Dolayısıyla Osmanlı Sultanının, birkaç bin Napoleon Savaşları: Napoleon’a karşı beş koalisyon kurulmuştur. İhtilal Savaşları’na son veren Amiens Antlaşması’nda sonra Napoleon’a karşı Üçüncü Koalisyon (1803-1806) oluşturuldu. 1806 yılında Fransa’nın zaferinden sonra imzalanan Pressburg Antlaşması ile koalisyon dağıldı. 1806-1807 yıllarında ortaya çıkan Dördüncü Koalisyon’da da Napoleon galip taraftı. Schönbrunn Antlaşması (1809) ile kurulan Beşinci Koalisyon da Napoleon’u mağlup edemedi. Nihayet Altıncı Koalisyon (1812- 1814) ile müttefikler, Napoleon’u yenerek Elbe adasına sürgün ettiler. Ancak sürgünden kaçmayı başaran Napoleon ile müttefikler bir defa daha karşılaşmak zorunda kaldılar. 1815 yılında kurulan Yedinci Koalisyon, müttefiklerin kesin zaferi ile sonuçlandı ve Napoleon, Atlas Okyanusu’ndaki St. Helena adasına sürgün edildi. 86 Osmanlı Tarihi (1789-1876) Sırp isyancısını öldürmesi, Avrupa devletlerini ilgilendirmezdi. Metternich, bu tavrını Rum İsyanı sırasında da devam ettirecektir. Özellikle Çar I. Alexander’ın, hem Sırp İsyanı hem de Rum İsyanı sırasında tarafsız kalması, Metternich’in oluşturduğu bu genel ilkeyle yakından ilgilidir. Metternich, Osmanlı padişahının meşruiyeti konusundaki bu tavrını neredeyse bütün kariyeri boyunca devam ettirmiştir. Mesela bağımsız Yunanistan’ın doğuşunu hazırlayan Navarin Baskını (1827), Metternich’e göre “gücün ilkelere, barbarlığın medeniyete galip geldiği bir andır.” Metternich Sistemi’nin, Osmanlı iç siyasetine nasıl bir katkısı olmuştur? MERKEZÎ İDARENİN GÜÇLENMESİ VE ASAYİŞİN SAĞLANMASI Osmanlı-Rus Savaşı (1806-1812)’nın, Bükreş Antlaşması ile sona ermesi, devletin kendi topraklarındaki asayişi sağlaması ve merkezî yönetimin denetimini güçlendirmesi için önemli bir fırsat sundu. Ayrıca 1812 yılı bahar aylarında Napoleon’un Rusya seferine başlaması, Avrupa devletlerini daha çok bu sorunla meşgul olmak zorunda bıraktı. Napoleon’un bu seferden ağır bir mağlubiyetle dönmesi, diğer devletleri Napoleon efsanesine son verme konusunda cesaretlendirdi. Yukarıda belirtildiği gibi Avusturya, İngiltere, Prusya ve Rusya, Napoleon’a karşı birleştiler. 1814 ve 1815 yıllarında iki defa yenilen Napoleon, Avrupa tarihindeki rolünü tamamlayarak sahneyi terk etti. Hem Avrupa devletlerinin Napoleon ile uğraştığı yıllar hem de Napoleon sonrasında kurulan yeni düzenin ilk seneleri, II. Mahmud ve Osmanlı yönetimi için bir nefes alma dönemi oldu. Kendi gündemiyle meşgul olan Avrupa’nın yeni düzeni sağlamlaştırma çabaları, II. Mahmud’un da içerideki sıkıntılarla ilgilenmesinin önünü açtı. II. Mahmud, uzun süredir İstanbul’u rahatsız eden Vahhâbi hareketine son vermeye çalışırken aynı zamanda Osmanlı iktidarının ortağı konumuna yükselen âyanları da etkisiz hâle getirecekti. Vahhâbi İsyanı’nın Bastırılması Vahhâbiliğin kurucusu Muhammed bin Abdülvahhab’ın, Der’iye emiri Muhammed bin Suud ile uzlaşması, hareketin tarihi açısından bir dönüm noktası oluşturdu. Böylece İbn Abdülvahhab fikirlerini yaymak için ihtiyaç duyduğu siyasî desteğe kavuşurken İbn Suud da egemenliğini genişletmek için önemli bir dinî isme kavuştu. Bu birlikteliğin sağladığı enerji ve güç ile Suudiler, kısa sürede hâkimiyetlerini genişlettiler. Suudi-Vahhâbi ittifakı, 19.yüzyılın başlarından itibaren kuzeyde Irak ve Suriye, güneyde Uman ve batıda Hicaz topraklarına doğru yayılmaya çalıştı. 1801 yılındaki Kerbelâ baskınının ardından 1803-1805 yılları arasında Taif, Mekke ve Medine’yi ele geçirdiler. Bu yıllar, Osmanlı merkez yönetiminin pek çok sorunla karşı karşıya kaldığı bir dönem olduğu için Vahhâbi yayılmasına yeterince ilgi gösterilemedi. 1809 yılında bir süredir fiilen durdurulmuş olan Osmanlı-Rus Savaşı yeniden başlayınca ve bununla kısmen eşzamanlı olarak Balkanlarda, Sırplar da isyan edince merkezî yönetim, daha çok bu meselelerle meşgul olmak zorunda kaldı. Ancak Vahhâbilerin yol açtığı tehdidin giderek artması ve Bükreş Antlaşması ile Osmanlı-Rus Savaşı’nın son bulması üzerine II. Mahmud, soruna köklü bir çözüm bulmaya karar verdi. II. Mahmud, Bağdat ve Şam eyaletlerindeki birliklerin, Vahhâbilerin yayılması ve Hicaz’ı ele geçirmesine engel olamadıklarını görünce isyanın bastırılması için Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa’yı görevlendirdi. Mehmed Ali Paşa, Vahhâbi meselesini tamamen bitirmek amacıyla oğlu Ahmed Tosun Paşa’yı, Medine’ye gönderdi. Paşa, başlangıçta başarılı bir ilerleme sağlasa da Hamra’da karşılaştığı İbn Suud tarafından yenilgiye uğratıldı. Ardından Ahmed Tosun Paşa, Mısır’dan gelen yeni kuvvetlerle tekrar harekete geçerek 1812-1813 yıllarında Medine ve Mekke’yi, Vahhâbilerden temizledi. Ancak Abdülaziz’in ölümünden sonra yerine geçen oğlu Abdullah bin Suud Medine ve Mekke’nin geri alın6 3. Ünite - IV. Mustafa’nın Tahta Çıkışından Rum İsyanı’na Kadar (1807-1821) 87 ması için Der’iye’den harekete geçti. Ahmed Tosun Paşa, yeni girişim karşısında yeterince aktif davranmadığı gerekçesiyle Mehmed Ali Paşa tarafından görevden alındı. Mehmed Ali, Vahhâbilerin bu yeni kalkışmasını bastırmak için diğer oğlu İbrahim Paşa’yı görevlendirdi. İbrahim Paşa, Der’iye Kalesi’ni, yaklaşık beş ay süren bir kuşatmadan sonra teslim aldı. 1818 yılında önce Medine’nin ardından da Mekke’nin anahtarlarının İstanbul’a gönderilmesi, II. Mahmud’u çok mutlu etti ve anahtarları büyük alaylar düzenleterek karşıladı. Der’iye Kalesi’ne sığınmış olan Abdullah ve hareketin önde gelen isimleri ise sağ olarak ele geçirildi. İstanbul’a gönderilen Abdullah ve adamları idam edildi. Böylece III. Selim döneminde başlayıp II. Mahmud’un saltanatının ilk yıllarında da devam eden ve Hicaz bölgesindeki Osmanlı otoritesini sarsan Vahhâbi sorunu ortadan kaldırıldı. Âyanlarla Mücadele ve Merkezî Otoritenin Kurulması 18.yüzyıl boyunca, İstanbul’un taşradaki otoritesi zayıadıkça bununla eşzamanlı şekilde yeni güç odakları ortaya çıktı. Osmanlı tarihinde âyan olarak isimlendirilen bu yeni tabaka, devletin otoritesinin karşısında adeta bağımsız iktidar sahipleri hâline geldiler. III. Selim ile birlikte bu aracı iktidar odaklarıyla mücadeleye girişilse de beklenildiği ölçüde başarı sağlanamadı. Ancak Bükreş Antlaşması ve Napoleon’un Rusya seferinin aynı yıla rastlaması, 100 yılı aşkın süredir devletin taşradaki kontrolünü alt üst eden bu meselenin çözümü için uygun zamanın geldiğini göstermekteydi. Nitekim II. Mahmud, Avrupa devletlerinin Napoleon ile uğraşmasını fırsata çevirerek âyanlara dönük faaliyeti başlattı. Bu girişime, önce kolaylıkla üstesinden gelinebilecek âyanlarla başlandı. Bilecik ve civarındaki toprakları kontrol eden Kalyoncu Ali Ağa ortadan kaldırıldı. Benzer şekilde, Divriği bölgesinde hüküm süren Yusuf Paşa ile Rumkale’de hâkimiyet kuran Bekir Bey de sahne dışına itildi. Trabzon valisi Süleyman Paşa, 1812-1813 yıllarında bölgedeki âyanı ortadan kaldırdığı gibi Rize’yi etkisi altına alan Tuzcuoğlu Memiş Ağa’yı da tasfiye etti. 1814 yılında Çapanoğlu Süleyman Bey’in ölümünden yararlanılarak Orta Anadolu’nun bir bölümüne hâkim hâle gelmiş önemli bir ailenin egemenliğine son verildi. Aynı şekilde 1816 yılı başlarında Karaosmanoğlu Hüseyin Ağa’nın ölümü fırsata çevrilerek Saruhan ve Aydın bölgesi, tekrar merkezî otoritenin kontrolü altına alındı. Halep eyaletinde hüküm süren yerel otoriteler de devre dışı bırakıldı ve kontrol sağlandı. Anadolu’da merkezî otoritenin güçlendirilmesine benzer şekilde Rumeli’de de bölgesel iktidar sahipleri tasfiye edildi. Hasköylü Emin Ağa mağlup edilerek ortadan kaldırıldı. Vidin ve Niğbolu bölgelerini nüfuzu altına almış olan İdris Paşa’nın ölümüyle bu bölgelerde merkezin kontrolü yeniden kuruldu. Alemdar Mustafa Paşa’nın ardından Rusçuk âyanı olan Yılıkoğlu Süleyman, Şumnu’dan gönderilen kuvvetlerle yok edildi. Hazergrad’ı hâkimiyeti altında tutan Hasan Ağa, Silistre valisi Rüştü Paşa ve bölgedeki diğer âyanların yardımı ile mağlup edildi ve ortadan kaldırıldı. Dimetoka’da etkinlik kazanan Çelebi Hamid Paşa da idam edildi. Anadolu ve Balkanlarda, âyanlara veya devletin otoritesine ortak olmaya çalışanlara karşı yürütülen hareket, Arapların yoğun olarak yaşadıkları topraklarda da devam etti. Osmanlı merkezî idaresi, uzun süreden beri Bağdat’ta egemen durumda olan Memlukleri tamamen tasfiye edemedi. Davud Paşa, (1813-1828)’nın valiliği sırasında Memlukler, Bağdat’ta yeniden etkin hâle geldiler. 1869-1872 yılları arasında Bağdat valisi olarak görev yapan Midhat Paşa ile birlikte merkezî yönetim üstünlüğü ele geçirebildi. Ancak hem Arabistan’dan saldıran bedevî aşiretleri hem de İran’ın faaliyetlerinden ötürü Irak’taki Osmanlı varlığı sürekli tehdit altında kaldı. II. Mahmud’un, Anadolu, Balkanlar ve Arap topraklarında İstanbul’un otoritesini tekrar tesis etme çabası, çok önemli sonuçlar verdi. 18.yüzyıl boyunca giderek güçlenen yerel iktidar sahipleri büyük oranda temizlendi. Balkanlardaki en etkili âyanlar arasında yer alan Tepedelenli Ali Paşa da bu merkezileşme çabasından payına düşeni alacaktı. 88 Osmanlı Tarihi (1789-1876) Özet IV. Mustafa’nın tahta çıkışını ifade etmek III. Selim’in başlattığı Nizâm-ı Cedîd hareketi, özellikle askerî alanda gerçekleştirilen yeniliklerle yüzyıllardır devletin omurgasını oluşturan Yeniçerileri rahatsız etti. Ayrıca, ulema ve bürokrasideki pek çok isim de Nizâm-ı Cedîd ile birlikte eski ağırlıklarını kaybettiler. Yeniçeriler ile ulema ve devlet adamlarının oluşturduğu birliktelik, 25 Mayıs 1807’de Kabakçı Mustafa İsyanı’nın doğmasına yol açtı. İsyana önderlik eden grup, başlatılan ıslahat projesinin sorumlusu olarak gördükleri III. Selim’in tahttan indirilmesini sağladı. 29 Mayıs 1807 tarihinde IV. Mustafa, Osmanlı tahtının yeni sahibi oldu. Bu değişiklik, III. Selim’in padişah olmasıyla başlayan reform sürecinin de şimdilik sonuna gelindiğine işaret etmekteydi. Alemdar Mustafa Paşa’nın İstanbul’a gelişi ve II. Mahmud’un tahta yükselişini açıklamak Alemdar Mustafa Paşa, bir isyan ile III. Selim’in tahttan indirilmesi ve Nizâm-ı Cedîd’e son verilmesini kabul edemedi. Kabakçı Mustafa İsyanı’ndan sonra kendisine sığınan Nizâm-ı Cedîd taraarları ile birlikte III. Selim’in tahta iade edilmesi için çalışmaya başladı. Bu amacı gerçekleştirmek için Rusçuk Yârânı olarak anılanlardan Behiç Efendi’yi, ordu ile birlikte Edirne’de bulunan Sadrazam Çelebi Mustafa Paşa’ya gönderirken Refik Efendi’yi de İstanbul’a gönderdi. Sadrazam ikna edildikten ve İstanbul’da IV. Mustafa’dan onay alındıktan sonra Alemdar askerleri ile sadrazam da Osmanlı ordusu ile birlikte İstanbul’a geldiler. İstanbul’a geldikten sonra Alemdar Mustafa Paşa, devletin önemli makamlarına Nizâm-ı Cedîd taraarlarını yerleştirerek IV. Mustafa’nın gücünü kırdı. Ardından sadaret mührünü aldı. Bütün bu yaşananların III. Selim’i tahta çıkarmak için yapıldığını geç de olsa fark eden IV. Mustafa ve adamları, III. Selim’i katlettiler. IV. Mustafa, tahtın tek adayı olarak kalmak amacıyla şehzade Mahmud’u da ortadan kaldırmayı denediyse de başaramadı. Alemdar Mustafa Paşa, İstanbul’a gelerek III. Selim’i tahta yeniden çıkarmayı başaramasa da 28 Temmuz 1808’de II. Mahmud’un, Osmanlı tahtının yeni sahibi olmasını sağlayabildi. Osmanlı-Rus Savaşı(1806-1812)’nın yeniden başlamasını ifade etmek 1806 yılında başlayan Osmanlı-Rus Savaşı’na, IV. Mustafa’nın tahta oturmasından kısa süre sonra Slobozia Ateşkesi ile fiilen ara verildi. Ancak Çar I. Alexander’ın, ateşkesi onaylamamasından ötürü barış antlaşması imzalanamadı. Bunun üzerine 1809 yılının bahar ayları ile birlikte savaş yeniden başladı. Savaşın ilk yılında Osmanlı ordusu nispeten başarılı sayılabilecek bir savunma yaptı. Fakat 1810-1811 yıllarında Rus orduları, Osmanlı askerini çok ağır yenilgilere uğrattılar. Özellikle, Yusuf Ziya Paşa’nın yerine 15 Nisan 1811’de sadrazamlığa getirilen Laz Ahmed Paşa’nın yanlış stratejisi sebebiyle Osmanlı ordusu, Rus başkomutanı Kutuzov’un askerleri tarafından kuşatıldı. Sadrazam, zorunlu olarak ateşkes talebinde bulundu. 1811 yılı Kasım ayında Yergöğü’nde başlayan barış görüşmeleri, Ocak 1812’den itibaren Bükreş’e taşındı. Çar I. Alexander, Osmanlı Devleti ile bir an evvel barış imzalamak istiyordu. Zira Napoleon, Büyük Ordu (La Grande Armée)’su ile Rus seferine başlamak üzereydi. Bu tehlike, Rusya’nın pek çok isteğinden vazgeçmesine yol açtı. İki devlet, 28 Mayıs 1812’de imzalanan Bükreş Antlaşması ile uzun süredir devam eden savaşa son verdiler. Avrupa’da kurulan yeni düzeni ve Osmanlı Devleti’ne etkisini değerlendirmek Napoleon Bonaparte’ın yol açtığı karmaşa, Avusturya, İngiltere, Prusya ve Rusya öncülüğünde şekillenen koalisyonla sona erdirildi. Dört büyük devlet, Napoleon sonrasında kurulacak yeni düzeni tartışmak üzere 18 Eylül 1814’de Viyana’da toplandılar. Viyana Kongresi olarak anılan toplantı, 9 Haziran 1815 tarihinde yeni düzenin ilanı ile son buldu. Viyana Kongresi’nde, düzenin yeniden ihtilal ile tehdit edilemeyeceği bir yapı tasarlandı. Bu yeni sisteme yön veren temel ilkeler güçler dengesi ve ittifaklar sistemi olarak tayin edildi. Ayrıca kongreye damgasını vuran ve yeni kurulan düzene adını veren Clemens von Metternich’e göre, en doğru yönetim biçimi monarşi idi. Osmanlı Devleti, Metternich Sistemi olarak adlandırılan yeni düzenin bu ilkesinden, özellikle Sırp ve Rum İsyanları sırasında yeterince faydalandı. II. Mahmud’un, iç politikada merkezî yönetimi güçlendirme sürecini yorumlamak 18.yüzyıl boyunca değişen sosyo-ekonomik ve politik yapı, Osmanlı Tarihi’nde yerel iktidar odaklarının ortaya çıkmasına yol açtı. Âyan olarak isimlendirilen bu bölgesel güçler, Osmanlı siyaset birikiminde pek de alışılmadık biçimde adeta iktidarı padişahla paylaşan aktörlere dönüştüler. III. Selim, âyanları tasfiye ederek merkezî yönetimi güçlendirmeye dönük ilk adımları attı. II. Mahmud ile birlikte bu konu, devletin temel meselelerinden birisine dönüştü. Özellikle Bükreş Antlaşması (1812) ve Viyana Kongresi (1814- 1815)’nin verdiği fırsatı iyi değerlendiren II. Mahmud, Anadolu, Balkanlar ve Arapların yoğun olarak yaşadıkları bölgelerde merkezî idarenin gücünü büyük ölçüde yeniden kurmayı başardı. 1 4 5 2 3 3. Ünite - IV. Mustafa’nın Tahta Çıkışından Rum İsyanı’na Kadar (1807-1821) 89 Kendimizi Sınayalım 1. III. Selim’in tahttan indirilmesiyle ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır? a. III. Selim, Kabakçı Mustafa İsyanı ile tahttan indirilmiştir. b. III. Selim’in tahtı kaybetmesinde, Yeniçeriler ile Ulema arasındaki uzlaşma etkili olmuştur. c. III. Selim’in tahtı kaybetmesi, ıslahat yanlılarının zaferi anlamına gelmiştir. d. III. Selim’in tahttan indirilmesiyle birlikte Nizâm-ı Cedîd hareketi son bulmuştur. e. IV. Mustafa, III. Selim’in ardından Osmanlı tahtına yükselmiştir. 2. III. Selim’i tahttan indiren isyanın sorumlusu Kabakçı Mustafa, isyandan sonra kendisine aşağıdaki hangi makamı layık görmüştür? a. Turnacıbaşılık b. Mirahurluk c. Yeniçeri Ağalığı d. Sadaret Kethüdalığı e. Sadrazamlık 3. Rusçuk Yârânı olarak isimlendirilen ve III. Selim’i yeniden tahta geçirmeyi düşünen devlet adamları aşağıda belirtilen hangi âyana sığınmıştır? a. Tepedelenli Ali Paşa b. İşkodralı Mahmud Paşa c. Pazvandoğlu Osman d. Alemdar Mustafa Paşa e. Tirsiniklioğlu İsmail 4. Napoleon ile Çar I. Alexander’ın, Osmanlı topraklarını da kapsayan paylaşma projesi aşağıdaki hangi anlaşma ile kararlaştırılmıştır? a. Campo Formio Antlaşması b. Tilsit Anlaşması c. Amiens Antlaşması d. Pressburg Antlaşması e. I. Paris Antlaşması 5. Napoleon Bonaparte’ın, Rus ordusuna karşı kazandığı zaferlerden hangisi Tilsit Anlaşması’nın önünü açmıştır? a. Jena Muharebesi b. Borodino Muharebesi c. Eylau Muharebesi d. Auerstadt Muharebesi e. Friedland Muharebesi 6. “……… Ateşkesi ile Osmanlı-Rus Savaşı (1806-1812)’na bir yıldan uzun süre ara verilmiştir.” Aşağıdakilerden hangisi yukarıdaki cümleyi doğru şekilde tamamlar? a. Slobozia b. Yaş c. Ziştovi d. Edirne e. Küçük Kaynarca 7. II. Mahmud’un saltanatının ilk günlerinde Nizâm-ı Cedîd ordusunun yerine aşağıdakilerden hangisi kurulmuştur? a. Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye b. Sekbân-ı Cedîd c. Yeniçeri Ocağı d. Cebeci Ocağı e. Topçu Ocağı 8. Osmanlı-İngiliz Savaşı (1806-1809)’na son veren antlaşma aşağıdakilerden hangisidir? a. Baltalimanı Antlaşması b. Berlin Antlaşması c. Londra Antlaşması d. Kala-i Sultaniye Antlaşması e. Bükreş Antlaşması 9. Osmanlı-Rus Savaşı (1806-1812)’na son veren Bükreş Antlaşması’nı, Rusya adına imzalayan kişi aşağıdakilerden hangisidir? a. Prozorovski b. Kutuzov c. Şişagov d. Bargation e. Kamenski 10. Sırp İsyanı ile ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır? a. İsyan, Kara Yorgi önderliğinde başlamıştır. b. Hurşid Paşa’ya yenildikten sonra Kara Yorgi Avusturya’ya kaçmıştır. c. Osmanlı-Rus Savaşı (1806-1812), isyanın yayılmasında önemli rol oynamıştır. d. Miloş Obronovic Baş Knez olarak tanınmıştır. e. İsyan sonunda Sırp topraklarının yönetiminde herhangi bir değişiklik olmamıştır. 90 Osmanlı Tarihi (1789-1876) Yaşamın İçinden Okuma Parçası Kutuzov, Vezir’in o yılın başında Tuna’nın karşı kıyısına geçmiş olan 36.000 kişilik ordusundan kalan 12.000 silahsızlandırılmış Türkü kabul etti. Üç ay süren kuşatma sırasında [Türk] ordusu, Rus topçu bombardımanı, yaralar, açlık ve soğuk sonucu 20.000 askerini kaybederken, 2.000 kadarı da firar etmiş durumdaydı. Vezir’in ricası üzerine ve [Rus] askerlerini korumak için, Kutuzov ateşli ve başka bulaşıcı hastalıklara yakalanmış 2.000 kadar adamı Ruse’ye [Rusçuk] naklettirdi. Kont Langeron’a, Türklere Rus ordusunun 50 verst [53 kilometre] kadar gerisinde belirlenmiş yerleşimlere kadar eşlik etmesi ve onlara ‘savaş esirleri değil, burada kendi iradeleriyle kalan konuklarımız olduklarını’ göstermesi talimatını verdi. Karargâhtan ayrılan Müslümanlar [Türkler] kesin bir ölümden kurtarılmış oldukları için sevinçliydiler. Askerlerinin sıkıntılarını paylaşan cesur kumandan Capan Oghlu [Çapanoğlu], Kutuzov’a vakur bir tavırla yaklaştı. Kutuzov onu memnuniyetle karşıladı ve ordudaki en iyi atlardan birini sundu. Türk karargâhı tüyler ürpertici bir mezarlığa benziyordu. İçlerinden bazıları kol veya bacaklarını kaybetmiş sayısız yaralı, çürümekte olan cesetler arasında hiçbir yardım görmeden öylece yatıyorlardı. Ölenler arasında Türk ordusunun seçkinleri de vardı. Bunu izleyen yıllarda, Bâbıâli, Ahmed Bey’in kumandasındaki orduya benzer kuvvetleri asla bir araya getiremedi. Bu askerler çok geçmeden Türkiye’yi şiddetle sarsacak yeni hareketlere aşina değillerdi. İmanlarına sımsıkı bağlı kaldılar ve Osmanlı İmparatorluğu’nun şanı için öldüler… Kaynak: Aksan, Virgina H. (2011). Kuşatılmış Bir İmparatorluk: Osmanlı Harpleri, 1700-1870, çev. Gül Çağalı Güven, İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları, s. 289-290. …Cuma günü akşamıydı, Rumelifeneri Kalesi’ne Alemdar Paşa’nın gönderdiği elli atlı daha geldi. Bu takviye kuvveti Alemdar tarafından Uzun Hacı Ali Ağa Karadeniz boğazına doğru hareket ettikten az sonra yola çıkarılmıştı. Kaleye yamakların muhasarası başlamadan yetişip girmeye muvaffak oldular. Gereği kadar cephanesi bulunan bu metin kalede yamakların hücumuna yıllarca dayanabilirlerdi. 13-14 Temmuz Çarşamba-Perşembe gecesi sabaha karşı ılgarla yola çıkan Ketencioğlu bir yem torbası içinde getirdiği Kabakçı Mustafa’nın kesik kafasıyla orduyu hümayuna Çorlu’da ulaştı. Kabakçı’yı idam etmek için Pınarhisar âyanının Karadeniz boğazına gönderildiğini orduda, Alemdar Mustafa Paşa’dan başka kimse bilmiyordu. Alemdar Paşa Serdar ve Sadrazam Çelebi Mustafa Paşa’nın çadırındaydı. Ketencioğlu adında birinin gelip kendisini görmek istediği bildirildiği zaman “Buraya getirin” dedi. Ketencioğlu iki vezirin huzuruna ayağının tozuyla çıktı, usulen etek öptükten sonra kazıldan örülmüş yem torbası içinden Kabakçı Mustafa’nın başını çıkardı ve Alemdar’a: -İşte gör Efendim. Emrin yerine geldi!.. dedi. Sadrazam Çelebi Mustafa Paşa Kabakçı’yı şahsen tanımıyordu, Rusçuk âyanı ve Tuna seraskeri olan Alemdar Paşa’yı kendi adamlarından yahut o taraardaki eşkıyadan birini idam ettirmiş sandı ve kayıtsız: -Paşa kardeş, kimin kellesidir?.. diye sordu. Alemdar Paşa da aynı kayıtsızlıkla: -Kabakçı Mustafa dedikleri kuduz köpeğin başıdır!.. dedi. Sadrazam dehşet içinde kaldı. Bir Ketencioğlu’nun teşhir ettiği kesik başa, bir Alemdar Mustafa Paşa’nın mütehakkim yüzüne baktı ve söyleyecek söz bulamadı, yutkundu; kendisinden gizli işler hem de büyük işler çevrildiği meydandaydı. Bir yıldan beri devlet sözünü ayağı altına almış Kabakçı Mustafa gibi bir zorbayı daha İstanbul’a ayak basmadan bir emir ve işaretiyle idam ettirebilen Alemdar’ın İstanbul’a girdikten sonra neler yapabileceğini düşündü ve titredi. Kaynak: Koçu, Reşad Ekrem. (2001). Kabakçı Mustafa, İstanbul: Doğan Kitap, s. 181-182. 3. Ünite - IV. Mustafa’nın Tahta Çıkışından Rum İsyanı’na Kadar (1807-1821) 91 Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı 1. c Yanıtınız yanlış ise “Islahatın Kesintiye Uğraması” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 2. a Yanıtınız yanlış ise “IV. Mustafa’nın Saltanatı” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 3. d Yanıtınız yanlış ise “IV. Mustafa’nın Saltanatı” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 4. b Yanıtınız yanlış ise “Bir Paylaşma Projesi: Tilsit Anlaşması” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 5. e Yanıtınız yanlış ise “Bir Paylaşma Projesi: Tilsit Anlaşması” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 6. a Yanıtınız yanlış ise “Osmanlı-Rus Savaşı’na Kısa Bir Ara: Slobozia Ateşkesi” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 7. b Yanıtınız yanlış ise “Sekbân-ı Cedîd Ocağı’nın Kurulması” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 8. d Yanıtınız yanlış ise “Osmanlı-İngiliz Savaşı Sona Eriyor: Kala-i Sultaniye Antlaşması” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 9. c Yanıtınız yanlış ise “Osmanlı-Rus Savaşı’nın Devamı ve Barış (1809-1812)” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 10. e Yanıtınız yanlış ise “Sırp İsyanı” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Sıra Sizde 1 Kabakçı Mustafa İsyanı ile III. Selim’in tahttan indirilmesi, Osmanlı tarihinde örneğine ender rastlanan bir durumdu. Padişahın, bir isyan sonucu zorla tahttan indirilmesinin er ya da geç hesabının sorulması kaçınılmazdı. Bunu yakından bilen Kabakçı Mustafa ve destekçileri, ileride yaşanacak bir hesaplaşmaya karşı kendilerini hukuken güvence altına almak istediler. Altında padişahın imzası bulunan bir hüccet elde ederek olayın padişahın bilgisi ve onayı doğrultusunda gerçekleştiğini ispatlamak ve meşru bir gerekçe hazırlamak yolunu tercih ettiler. Sıra Sizde 2 Tilsit Anlaşması ile Napoleon ve Çar I. Alexander, Osmanlı topraklarını da kapsayacak şekilde bütün Avrupa’yı paylaşma projesini kararlaştırdılar. Osmanlı Devleti ile Fransa, özelikle Sebastiani’nin elçiliğinden sonra yeniden yakın müttefik olmalarına karşın Eak ve Boğdan’ın, Napoleon tarafından Rusya’ya vaat edilmesi çok büyük bir tepki doğurdu. Bu anlaşmadan sonra Osmanlı-Fransız ittifakı zayıayarak II. Mahmud’un tahta oturmasıyla birlikte yeniden İngiltere ile yakınlaşma ve barış sağlandı. Tilsit Anlaşması, Osmanlı Devleti’nin parçalanması ve topraklarının bir bölümünün Rusya’ya verilmesi anlamına geliyordu. Sıra Sizde 3 III. Selim’in tahttan indirilmesi ile birlikte Nizâm-ı Cedîd taraftarı olan pek çok devlet adamı, Rusçuk âyanı Alemdar Mustafa Paşa’ya sığındı. Galib, Behiç, Tahsin, Refik ve Ramiz efendilerin başını çektiği bu grup, Rusçuk Yârânı olarak anıldı. Alemdar Mustafa Paşa, Refik Efendi’yi İstanbul’a, Behiç Efendi’yi de ordu ile birlikte Edirne’de bulunan Sadrazam Çelebi Mustafa Paşa’ya gönderdi. Refik Efendi, Selim ve Abdülfettah Ağaları, Behiç Efendi ise sadrazamı kendi saarına çekmeyi başardı. Bir süre sonra Behiç Efendi, Abdülfettah ve Nezir ağaları, Alemdar Mustafa Paşa’nın padişaha olan sadakati konusunda ikna edebildi. Ardından Alemdar ve sadrazamın, askerleri ile birlikte İstanbul’a gelmesi için gerekli olan izin IV. Mustafa’dan alındı. Alemdar Mustafa Paşa, İstanbul’a geldikten sonra Nizâm-ı Cedîd’e karşı olanları görevden uzaklaştırarak yerlerine III. Selim yanlılarını getirdi. Ancak IV. Mustafa ve adamları, Alemdar’ın niyetini anladıktan sonra III. Selim’i katlettiler. Fakat II. Mahmud’un tahta yükselmesine engel olamadılar. Sıra Sizde 4 Alemdar Mustafa Paşa, sahip olduğu iktidar ile III. Selim’in başlattığı ıslahat arasında yakın bir ilişki bulunduğunu gayet iyi biliyordu. Gerek kendisinin gerek arkadaşlarının Bulgaristan’daki hâkimiyetinin Rus yayılmasının engellenmesine bağlı olduğunun farkındaydı. Dolayısıyla Rus siyasetini dengeleyecek bir etken olarak merkezî hükümetle baştan itibaren bir çıkar birliğini benimsemek zorunda kaldı. Böylece III. Selim’e ve Nizâm-ı Cedîd’e bağlılık içinde hareket etti. Sıra Sizde 5 1806 yılında Fransız elçi General Sebastiani’nin İstanbul’a gelmesi, Mısır’ın işgali ile bozulan Osmanlı-Fransız ilişkilerinin yeniden canlanmasını sağladı. Fransız elçinin teşviki ile Osmanlı Devleti 1806 yılında hem İngiltere hem de Rusya ile savaşa başladı. İki cephede birden savaşmanın zorluğu açıktı. Nitekim Osmanlı Devleti, Ağustos 1807’de Rusya ile geçici bir ateşkesin ardından İngiltere ile 5 Ocak 1809’da Kala-i Sultaniye Antlaşması’nı imzalayarak savaşa son verdi. Bu antlaşma ile birlikte İstanbul’da bir süredir devam eden Fransız nüfuzu da kırılmış oluyordu. 92 Osmanlı Tarihi (1789-1876) Yararlanılan ve Başvurulabilecek Kaynaklar Sıra Sizde 6 Viyana Kongresi’nden sonra oluşturulan yeni düzen, kongreye yön veren Avusturya Başbakanı Clemens von Metternich’in adından hareketle Metternich Sistemi olarak anıldı. Metternich’e göre, en doğru yönetim biçimi monarşi idi. Osmanlı Devleti de bu anlamda doğru bir siyasi sisteme sahipti. Buradan hareketle meşru hükümdarlarına isyan eden Sırplar ya da bir süre sonra onları takip edecek olan Rumlar, açıkça düzeni bozan asilerdi. Metternich, Avrupa’da kurulan yeni sistemi tehdit eden bu isyancılara karşı padişahın her türlü tedbiri almaya hakkı olduğunu savunuyordu. Metternich’in bu söylemi, özellikle Çar I. Alexander’ın her iki isyanda da tarafsız kalmasını ve müdahale etmemesini sağlayan temel faktör oldu. Aksan, Virgina H. (2011). Kuşatılmış Bir İmparatorluk: Osmanlı Harpleri, 1700-1870, çev. Gül Çağalı Güven, İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları. Broers, Michael. (1996). Europe Aer Napoleon: Revolution, Reaction and Romanticism, 1814-1848, Manchester: Manchester Uni. Press. Büyükkara, Mehmet Ali. (2012). “Vehhâbîlik”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C. 42, İstanbul. Jorga, Nicolae. (2005). Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, 5. Cilt, çev. Nilüfer Epçeli, İstanbul: Yeditepe Yayınevi. Karal, Enver Ziya. (1994). Osmanlı Tarihi, 5. Cilt, Ankara: TTK Yayınevi. Koçu, Reşad Ekrem. (2001). Kabakçı Mustafa, İstanbul: Doğan Kitap. May, Arthur J. (1966). e Age of Metternich, 1814-1848, New York: Holt-Rinehart-Winston. Palmer, R. R. (1952). A History of the Modern World, New York: Alfred A. Knopf. Sertoğlu, Midhat. (2011). Mufassal Osmanlı Tarihi, 5. Cilt, Ankara: TTK Yayınevi. Shaw, Stanford J. – Ezel Kural Shaw. (2000). Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, 2 cilt, çev. Mehmet Harmancı, İstanbul: e Yayınları. omson, David. (1960). Europe Since Napoleon, London: Longmans. Tukin, Cemal. (1999). Boğazlar Meselesi, yay. haz. Bülent Aksoy, İstanbul: Pan Yayıncılık. Tuncer, Hüner. (1996). Metternich’in Osmanlı Politikası, 1815-1848, Ankara: Ümit Yayıncılık. Uzunçarşılı, İsmail Hakkı. (2010). Meşhur Rumeli Ayanlarından Tirsinikli İsmail, Yılık Oğlu Süleyman Ağalar ve Alemdar Mustafa Paşa, Ankara: TTK Yayınevi. Zinkeisen, Johann Wilhelm. (2011). Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, 7. Cilt, çev. Nilüfer Epçeli, İstanbul: Yeditepe Yayınevi.
.GİRİŞ 1808’de ayânların desteği ile tahta çıkan ve Sened-i İttifak’ı imzalamak zorunda kalan II. Mahmud, daha sonra saltanatını sağlamlaştırmak adına Anadolu ve Rumeli’yi ayânlardan temizlemeye çalışmıştır. Saltanatının önemli bir kısmını bu mücadeleye ayırırken hedefindeki bir başka grup da ıslahatlar önünde en büyük engel olan yeniçerilerdi. Nitekim 1826’da Yeniçeri Ocağı’nın ortadan kaldırılması hem kendi saltanatı hem de devletin geleceği açısından bir dönüm noktası olmuştur. II. Mahmud döneminin önemli olaylarından biri de milliyetçilik hareketleridir. Devletin içinde bulunduğu durumdan istifade ederek büyük devletlerin kışkırtmalarıyla isyan eden milletler bağımsızlıklarını kazanıncaya kadar mücadele etmişlerdir. 1804’te isyan edip 1812 Bükreş Antlaşması’yla özerklik elde eden Sırplardan sonra, 1821’de isyan eden Rumlar Avrupa’nın desteği ile kısa sürede bağımsızlıklarını kazanmışlardır. Rum isyanı sırasında ortaya çıkan Mehmet Ali Paşa ve Mısır Meselesi devletin başına yeni gaileler açarken bedelleri çok ağır olmuştur. Osmanlı Devleti içte ve dışta bu ciddî problemlerle uğraşırken bir yandan köklü değişiklikler yapmaktan da geri durmamıştır. II. Mahmud’un ıslahatçı yönü devleti Tanzimat dönemine götüren yolu açmıştır. MORA (RUM) İSYANI “Millet sistemi” içerisinde Ortodoks Rum milleti olarak yer alan ve ağırlıklı olarak Mora Yarımadası, Epir, Teselya, Ege Adaları, Batı Anadolu ve İstanbul’da yaşayan Rumlar ayrıcalıklı bir statüye sahiptiler. 1453’te İstanbul’un fethinden sonra Osmanlı bünyesinde Müslümanlardan sonra en fazla nüfusa sahip millet olarak yaşamaya devam etmişlerdir. İstanbul’daki Ortodoks Rum Patrikhanesi ile Ortodoks Hristiyanların temsilcisi konumuna gelmişlerdir. İçlerinden yaşadıkları semtten dolayı “Fenerli Rumlar” olarak adlandırılan grup ise bürokraside Divân-ı Hümayun tercümanlığının yanı sıra Eâk-Boğdan voyvodalığına kadar yükselebilmiştir. Öte yandan özellikle deniz ticareti ile zenginleşen Rum burjuvazi de güçlü bir konuma ulaşmış, Doğu Akdeniz ve Karadeniz ticaretinin 3/4’ünü elinde tutan güçlü bir ticaret filosu kurmuşlardır. Avrupa ve Rusya ile yaptıkları ticaret ile bu ülkelerin dillerini öğrenmeleri ve ilişkilerini geliştirmeleri de Avrupa’da gelişen yeni fikirlerin Osmanlı topraklarında yayılmasında etkili olmuştur. 17. yüzyıldan itibaren ticaretle zenginleşen Rumların Mora, Epir, Batı Anadolu hatta Karadeniz kıyılarında okullar açtığı görülmektedir. 18. yüzyıl ortalarından itibaren ulusal bilincin farkına varılmasıyla birlikte eğitim ve kültür alanında gelişim hızlanmıştır. İsyan ve Savaşların Gölgesinde Osmanlı Devleti (1821-1830) 96 Osmanlı Tarihi (1789-1876) M. Anthrakites, Pharolan Regas, Rigas Velestinlis ve Adamantios Koreas gibi düşünürlerin öncülük ettiği bu gelişime zenginler ve din adamları da destek vermiştir. Antik Yunan mirasına Avrupa’da duyulan saygı ve köklerini burada arama çabası da Rumlara büyük cesaret vermiş, askerî ve siyasal destek sağlama düşüncesi onları daha kolay harekete sevketmiştir. Avrupa’nın geçmişe bağlılık anlayışıyla sağladığı bu destek Rumları diğer Balkan bağımsızlık hareketlerinden farklı kılan ve başarıya ulaştıran en önemli etken olmuştur. Pekçok ülkenin büyük şehirlerinde “Helen dostu” dernekler kurulduğu gibi Jules Lefevre, Victor Hugo, Lamartine, Lord Byron, Herder ve Hegel gibi yazar, şair ve düşünürler de bu dostluğu desteklemişlerdir. 1814 yılında Odesa’da üç Rum tüccar tarafından kurulan Filiki Eterya Cemiyeti ile bağımsızlık yolunda ilk somut adım atılmıştır. Avrupa’daki gizli mason cemiyetleri gibi örgütlenen bu cemiyet bir “dostluk cemiyeti” olarak gösterilmesine rağmen gerçek amacı bağımsız bir Yunan devleti kurmaktı. Filiki Eterya gizli bir şekilde üye sayısını arttırmaya çalışırken İstanbul, İzmir, Sakız, Sisam, Yanya, Bükreş, Yaş, Trieste, Peşte ve Moskova gibi birçok şehirde şubeler açmıştır. 1818 yılında sadece İstanbul’da 17.000 üyesi bulunan cemiyet, 1820’li yıllarda 400.000 kişiye ulaşmıştır. Cemiyetin başına Rus Çarı I.Alexander’in savaş yaveri Alexandros Ipsilanti getirilmiştir. Başkanlık önce Çar’a teklif edilmiş o kabul etmeyince Ipsilanti’ye verilmiştir. Dolayısıyla Filiki Eterya’nın kuruluşundan Rus Çarı’nın haberi olduğu gibi Ipsilanti’yi sürekli olarak da desteklemiştir. Bu destek ile cemiyet daha da güçlenirken Osmanlı Devleti’ne karşı harekete geçmek ve bir devlet kurmak için son hazırlıklarını yapmaya başlamıştır. Ipsilanti’nin 24 Şubat 1821’de yayımladığı bildiride etnik köken, din ve toprak parçası gibi ulusa ait olan unsurlara vurgu yapması, Avrupa’daki düşüncelerin etkisini göstermektedir. Bildiride ayrıca “Helen” ifadesi sıklıkla kullanılarak Yunanlıların antik Helen uygarlığı ile bağlantısı üzerinde durulmaktadır. Rumların en büyük destekçilerinden birisi de Fener Rum Patrikhanesi’dir. Ortodoks Hristiyanların yani Şark kilisesinin en yüksek makamı olan Fener Patrikhanesi’nin önemli bir nüfuz alanı vardı. Fatih döneminde verilen geniş imtiyazlarla istiklaline kavuşan ve daha da güçlenen patriklik Bizans’ın tekrar canlandırılması düşüncesinden hiç vazgeçmemiştir. Osmanlı Devleti bünyesinde bir kurum olmalarına rağmen ihanet içerisine girmekten ve isyan hazırlığında olan Rumlara destek vermekten çekinmemişlerdir. Rum milliyetçiliğini aşılamak dışında isyancılara maddî-manevî çok fazla destek olmuşlardır. Balkanlardaki Ortodoks Slavlar üzerinde de etkili olan Patrikhane, amacına ulaşmak için Filiki Eterya ile iş birliği yapmıştır. Patrikhane’de ele geçirilen Moralı asi kaptanlara yazılan mektuplar, isyan hazırlığına dair iç ve dış gizli bilgiler, Ortodokslara hitaben yazılan beyannameler ve yardım makbuzları bu iş birliğinin kanıtlarıdır. Rumların isyan hazırlıkları sürerken Avrupa’da 1815 Viyana Kongresi kararlarıyla “Avrupa Uyumu” getirilmiş, milliyetçilik ve ulus devletlere set çekilmiş olmakla birlikte İngiltere, Fransa, Rusya ve Prusya kamuoylarında bağımsız Yunan devleti için büyük bir destek sözkonusudur. Rusya’nın verdiği açık destek ve kışkırtmalar karşısında İngiltere ve Fransa kayıtsız kalmamış, Avrupa’nın pek çok yerinde yardım komiteleri ile para toplanırken bazı gönüllü gruplar da Mora’ya doğru yola çıkmıştır. Avrupa devletlerinin Rumları fazlasıyla sahiplenerek desteklemesinin sebepleri nelerdir? İsyanın Başlaması Alexandros Ipsilanti 6 Mart 1821’de 3000 kişilik bir grupla Prut nehrini geçerek Eâk ve Boğdan’daYaş şehrinde isyanın fitilini ateşlemiştir. Rusya ile sınır olan bu bölgede Rusya dışında Eâk ve Boğdan beylerinden destek alacağını düşünen Ipsilanti amacına ulaşamamış isyan kısa sürede bastırılmıştır. Yer seçimi konusunda hata yapıldığı anlaşılınca bu kez Filiki Eterya:1814’de Odesa’da üç Rum tüccar tarafından kurulan, asıl amacı bağımsız bir Yunan devleti kurmak olan sözde dostluk cemiyetidir. 1 4. Ünite - İsyan ve Savaşların Gölgesinde Osmanlı Devleti (1821-1830) 97 Rumların yoğun olarak yaşadığı Mora’da bir isyan plânlanmıştır. Mart ayı sonlarında başlayan isyanın liderliğini bu kez Alexandros Ipsilanti’nin kardeşi Demetrios Ipsilanti üstlenmiştir. Filiki Eterya Cemiyeti ve Fener Rum Patrikhanesi’nin işbirliğiyle Mora’da başlatılan bu isyan çevre ada ve denizcilerin verdiği destekle kısa sürede büyümüştür. Müslüman halk kalelere sığınarak hayatta kalmaya çalışmış ancak çok sayıda kişi hayatını kaybetmiştir. 1821 Nisan ayında Mora’da yaşayan 50.000 Müslüman nüfustan kimsenin kalmadığı, kaçamayanların hayatını kaybettiği anlaşılmaktadır. 1822 yaz aylarına kadar isyanın yayıldığı çevre illerde de benzer durumlar yaşanmış, binlerce kişi hayatını kaybetmiştir. Osmanlı Devleti Mora’da başlayan bu isyanla başlangıçta çok ilgilenmemiş, basit bir iç mesele olarak görmüştür. Bölgeye gönderilen Nikola Moruzzi’nin Rumların devlete sadakatini bildiren aldatıcı raporu da bunda etkili olmuştur. Ancak isyanın giderek büyümesi ve güç kazanmasıyla devletin bakışı değişmiş ve “Yunan ihtilâli” tabiri kullanılmaya başlanmıştır. İsyanın güç kazanmasında Mora yarımadasını kontrol eden Yanya valisi Tepedelenli Ali Paşa’nın asi ilân edilerek vezirlikten azledilmesi ve bunların sonucu isyan etmesi de etkili olmuştur. Böylece Tepedelenli’nin kontrolünden kurtulan Rumlar daha rahat hareket etmeye başlamışlar üstelik devletin dikkatini bir süre Tepedelenli üzerine yönelterek rahat etmişlerdir. Tepedelenli’nin idamına giden süreçte devlet onun bölge üzerindeki kontrol gücünü ve Rum isyanının boyutlarını tam olarak anlayamamıştır. Bu meselede Tepedelenli’nin kendi hırslarının yanı sıra Hâlet Efendi’nin padişahı ona karşı kışkırtması da son derece etkili olmuştur. Sonuçta 1820-1822 arası devletin asıl enerjisini Rum isyanına yönelteceği süreçte öne çıkan bir problem olarak devleti meşgul etmiş ve güç kaybettirmiştir. Mora İsyanı sırasında isyanının güç kazanmasında etkili olan iç faktörler nelerdir? Tepedelenli Ali Paşa İsyanı II. Mahmud’un merkezî otoriteyi güçlendirmek için başlattığı mücadelede hedeeki isimlerden birisi de Tepedelenli Ali Paşa ve ailesi olmuştur. 18. yüzyıl ve 19. yüzyıl başlarında Balkanlarda en güçlü isimlerden birisi olan Tepedelenli Ali Paşa, Manastır-Selanik hattının güneyinde bugünkü Yunanistan ve Arnavutluk topraklarının hâkimi konumuna gelmiştir. Babası Veli Paşa’nın Tepedelen mütesellimliği zamanında orada doğduğundan bu isimle anılmıştır. Tepedelenli Ali Paşa, ilk olarak 1768-1774 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında tarih sahnesine çıkmıştır. Bu savaşta yaptığı hizmetlerden ötürü cömertçe ödüllendirilmiş ve 1786’da atandığı derbend başbuğu görevi ile kariyerindeki yükseliş başlamıştır. Bu sınır yöneticiliğinin yanı sıra Tepedelen’deki Arnavut aşiret reisleri ile kurduğu ilişkiler de yükselmesinde rol oynamıştır. Ayrıca Arnavutlar ile Yunanlar arasındaki rekabetten ustaca yararlanmayı bilmiştir. 1787 Osmanlı-Avusturya ve 1791 Osmanlı-Rus savaşlarında görev yaptıktan sonra Fransızların Mısır’ı işgali sırasında Adriyatik kıyılarında elde ettiği başarılar nedeniyle vezirlik rütbesini almıştır. Daha sonra Rumeli valisi atanarak bölgedeki eşkıyayı cezalandırmakla görevlendirilmiştir. Bu süreçte 1797 yılında Balkanlardaki en önemli rakiplerinden biri olan Vidin bölgesine hâkim Osman Pazvandoğlu’nu mağlup etmiştir. Bu şekilde gücünü daha da arttıran Tepedelenli’nin devletten bağımsız hareket etmeye, İngiliz ve Fransızlarla merkeze danışmadan anlaşmalar yapmaya kalkışması zamanla “fermanlı” ilân edilmesine sebep olmuştur. 1810 yılına gelindiğinde Ohri ve Elbasan sancakları da Tepedelenli Ali Paşa’nın denetimine girmiş ve hakimiyetini Kuzey Arnavutluk’u da içine alacak biçimde genişletmiştir. Öte yandan Tepedelenli Ali Paşa’nın Ahmet Muhtar, Veli ve Salih isimli üç oğlu da zamanla devlet hizmetinde yükselerek paşa olmuş, Ahmet Muhtar Paşa, İnebahtı ve Avlonya; 2 Fermanlı: Osmanlı döneminde devlete karşı gelmek suçuyla aranan ve cezalandırılması için hakkında ferman bulunan kimsedir. 98 Osmanlı Tarihi (1789-1876) Veli Paşa Delvine sancağı, Tırhala ve Mora; Salih Paşa ise İnebahtı ve Avlonya sancakları yöneticiliklerine atanmışlardı. Tepedelenli Ali Paşa’nın askerlerinin özellikle 1806-1812 Rusya savaşı boyunca Tuna cephesindeki başarıları dikkat çekiciydi. 1819 yılına gelindiğinde ihtiyaç doğması hâlinde Yunanistan ve Arnavutluk’un büyük bölümünü kontrolü altında tutan Tepedelenli Ali Paşa’nın, 40 bin asker toplayabileceği belirtiliyordu. II. Mahmud’un, bütün Osmanlı toprağındaki âyânı etkisizleştirme kararlılığına rağmen Tepedelenli Ali Paşa’nın uzun süre hâkimiyetine devam etmesi, sahip olduğu güç kadar İstanbul ile kurduğu ilişkiden de kaynaklanmaktaydı. Tepedelenli Ali Paşa ile padişahın en yakınındaki isim olan Halet Efendi arasında yakın bir dostluk vardı. Ancak bu ilişki, 1819 yılına gelindiğinde bozulmuştur. Tepedelenli Ali Paşa, Mora’da Rumların bir isyan planladıkları haberini Halet Efendi’yi aşarak II. Mahmud’a ulaştırmayı başaramamıştır. Ardından Halet Efendi’nin, Tepedelenli hakkındaki olumsuz propagandası başlamıştır. Nihayet Tepedelenli Ali Paşa’nın, Avlonya mutasarrıfı İbrahim Paşa’nın sancağına el koyarak bölgeyi kendi kontrolü altına almaya kalkışması bardağı taşıran son damla olmuştur. II. Mahmud, Balkanlarda merkezin otoritesini sarsan bu son güçlü âyâna karşı harekete geçmiştir. Tepedelenli ve oğullarının giderek güç kazanması ve bağımsız hareket etmeye başlaması üzerine asi ilân edilerek vezirliğinin geri alınması isyan etmesine sebep olmuştur. Bu isyanda II. Mahmud’un mühürdarı Halet Efendi de kışkırtıcı rol oynamıştır. Sofya kumandanı olan ve birkaç yıl önce çıkan Sırp İsyanı’nın bastırılmasında önemli rol oynayan Hurşid Paşa, Tepedelenli’nin tasfiye edilmesiyle görevlendirilmiştir. Osmanlı donanmasına ait gemiler, Arnavutluk kıyılarına gönderilmiştir. Yanya’da kuşatılan Ali Paşa, yaklaşık iki yıl boyunca direnişini sürdürmüştür. Ancak Osmanlı askeriyle girdiği bir çatışmada ağır şekilde yaralanmış ve 24 Ocak 1822’de hayatını kaybetmiştir. Bu arada Tepedelenli Ali Paşa’nın iddia ettiği gibi Rum İsyanı patlak vermiş ve Mora başta olmak üzere Balkan coğrafyasındaki pek çok bölgede ciddi bir asayişsizlik ortaya çıkmıştır. Tepedelenli Ali Paşa’nın otoritesinin bu şekilde ortadan kalkması Yunanistan Devleti’nin kurulması sürecinde etkili olmuştur. Sert bir idareci olan Tepedelenli’nin idareciliğinde, etnik köken ve inanç ayrımı yapmaması, bazen farklı grupları çatıştırmaktan çekinmemesi gibi sebepler onun gücünü arttırmıştır. Dolayısıyla bu gücün ortadan kalkması Rumların ve bölgedeki diğer unsurların daha rahat hareket etmelerine sebep olmuştur. Tepedelenli Ali Paşa devletin en çalkantılı dönemlerinde isyan etmiş bir asker ve vali olarak Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın daha küçük çaplı bir örneği olmuştur. Parlak kariyerini canıyla ödemiş ve devleti zor zamanlarında bir süre meşgul etmiştir. Mora İsyanı’nın Devamı Mora İsyanı karşısında askerî önlemler, elebaşıları idam ettirmek, Rum ileri gelenlerin çocukları veya yakınlarından bir kişinin birer yıllığına rehin alınarak İstanbul’a getirilmesi gibi geleneksel yöntemlerle meseleyi çözmeyi düşünen devlet başarılı olamamıştır. Meselenin ciddiyeti karşısında devletin Patrikhane ve bürokrasideki Rumlara bakışı da değişmiş ve ihanetle suçlanmışlardır. Rum bürokrat ve tercümanlar görevden alınmış, suçu sabit görülenler idam edilmiştir. Patrik V. Georgios’da son anda yayımladığı, Rumların ihtilâle katılmalarını yasaklayan afaroznamesine rağmen Filiki Eterya üyesi olduğu, Alexandros İpsilanti’nin bürosunda bulunan mektupları ve el altından verdiği desteklerden dolayı idam edilmiştir. Resmî elbisesi ile Patrikhane’nin kapısına asılan Patriğin yanı sıra suçlu görülen diğer yerlerdeki metropolitler de cezalandırılmıştır. Afaroznamenin ihaneti örtmek için yayımlandığına ve Patrikhanenin Rumlarla iş birliği yaptığına inanan II. Mahmud böyle radikal bir karar vermekten çekinmemiştir. Ancak bu idamlar Avrupa 4. Ünite - İsyan ve Savaşların Gölgesinde Osmanlı Devleti (1821-1830) 99 kamuoyunda Osmanlı Devleti aleyhine bir havanın oluşumuna ve Yunanlıları daha fazla desteklemelerine sebep olmuştur. II. Mahmud’un bu süreçte verdiği bir başka idam kararı da baş danışmanı Rikâb-ı Hümayun Kethüdası Halet Efendi hakkındadır. Tepedelenli Ali Paşa isyanında da kışkırtıcı rol oynayan Halet Efendi’nin Rumlarla iş birliği yaptığına hükmedilerek bu karar verilmiştir. Önce sürgüne gönderilen Halet Efendi, 1822 Kasım’ında Konya’da idam edilmiştir. 1823 yılında isyanın yoğunluğu azalsa da 1824’te tekrar şiddetlenmiş hatta Avrupa’dan Mora’ya yeni gönüllü grupları ve maddî yardımlar gelmiştir. İsyanın bastırılamaması üzerine Osmanlı Devleti bu kez Mısır valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’dan yardım istemiştir. Düzenli bir ordusu ve güçlü bir donanması olan Mehmed Ali Paşa, Mısır valiliğine ek olarak Mora ve Girit valiliğinin de kendisine verilmesi şartıyla yardımı kabul etmiştir. Oğlu İbrahim Paşa komutasındaki Mısır ordusu ile ilk etapta denizden beslenen asilerin önünü kesmeye çalışmış ve önemli başarılar kazanmıştır. İbrahim Paşa kuvvetlerinin bu başarıları ve Rumların düştüğü zor durum Avrupa devletlerini harekete geçirmiştir. Osmanlı Devleti Mora İsyanı sırasında kimden ve niçin yardım istemiştir? Sen-Petersburg Protokolü (4 Nisan 1826) İbrahim Paşa’nın Mora’da elde ettiği başarılarla, Doğu Akdeniz’de etkin olma düşüncesi Avrupa diplomasisini harekete geçirmiş ve Rum ayaklanması 1825 yılından itibaren “uluslar arası” bir hâl almıştır. Avusturya, Osmanlı Devleti’ne zaman kazandırarak âsilerle başa çıkmasını kolaylaştırmak için meseleyi bir kongreye havale etmeye karar vermiş ve Rus Çarı’nı ikna ederek Petersburg’da bir kongre toplanmasını sağlamıştır. Sen-Petersburg’da başlayan görüşmeler yaklaşık 2 ay sürmüştür. Görüşmelerde farklı yaklaşımlar ortaya çıkmış ve başlangıçta bir görüş birliğine varılmamıştır. Daha sonra İngiltere ve Rusya 4 Nisan 1826’da “Yunanistan Osmanlı Devleti’ne tâbi, her yıl vergi veren özerk bir devlet olacaktır. İç işlerinde tamamen özgür olmakla birlikte, idarecilerin atanmasında sultanın da muvafakati aranacaktır. Türk nüfusu Yunanistan’dan ayrılacak, geride bıraktıkları mal ve mülkleri tazmin edilecektir. Yunanistan’ da barışın tesis edilmesi için bundan sonra yapılacak müzakereler Rusya’nın diplomatik desteğinde, aracı devlet sıfatıyla İngiltere tarafından yürütülecektir” maddelerini içeren Sen-Petersburg Protokolü’nü imzalamışlardır. Böylece bağımsız Yunan devleti yolunda ilk adım atılmıştır. Osmanlı Devleti kendi içişlerine yönelik bir müdahale olduğu gerekçesiyle bu protokolü reddetmiştir. İngiltere ve Rusya daha etkili olabilmek için protokolü Avusturya, Prusya ve Fransız hükümetlerine de bildirerek katılmalarını istemişlerdir. Bu tür milliyetçilik hareketlerinin karşısında yer alan Viyana sisteminin kurucusu Metternich protokolü reddetmiş, Prusya da onu izlemiştir. Fransa ise protokole katılmayı kabul etmiş bunu 1815’te kendisine karşı kurulmuş olan birliği parçalama ve İngiltere ile ilişkilerini geliştirmek için bir fırsat olarak görmüştür. Sen-Petersburg Protokolü’nün önemi nedir? Londra Antlaşması (6 Temmuz 1827) Fransa, imzalanacak resmî bir antlaşma ile protokole katılmak istediğinden 6 Temmuz 1827’de İngiliz, Rus ve Fransız hükümetleri Londra’da bir araya gelerek yeni bir antlaşma imzalamışlardır. Özerk bir Yunanistan’ın üç devlet tarafından tanındığı ve esas itibariyle Petersburg Protokolü’nün aynısı olan Londra Antlaşması’nın farklı ve en önemli yanı ise Osmanlı Devleti’nin şartları kabul etmeyerek barışa yanaşmaması hâlinde ikna için üç devletin tüm olanak ve güçlerini kullanacaklarına dair hükmüydü. Buna dayanarak ortak oluşturulacak bir deniz gücü bölgede toplanarak gerekirse tehditle antlaşmayı kabul ettir3 4 100 Osmanlı Tarihi (1789-1876) meyi plânlamıştı. Osmanlı Devleti bütün bu tehditlere rağmen yine bağımsız bir devletin içişlerine müdahale olarak gördüğü bu antlaşmayı kabul etmemiştir. Navarin Baskını Osmanlı Devleti Londra Antlaşması’nı kesin bir dille reddetmesine rağmen, müttefik devletlerin İstanbul elçileri antlaşma şartlarını kabule zorlamak için bir süre daha baskılarını sürdürmüşlerdir. Olumlu yanıt alamayınca da daha önce kararlaştırmış oldukları gibi Akdeniz’de bulunan donanmalarına Mora’daki Osmanlı-Mısır kuvvetlerine karşı harekâta geçme talimatı vermişlerdir. Müttefik donanma Çanakkale Boğazını kuşatarak OsmanlıMısır donanmasının demirlemiş olduğu ve en önemli ikmal üssü olan Navarin’i abluka altına almıştır. Ayrıca İbrahim Paşa’ya bir ültimatom göndererek savaşa son vermesini ve Osmanlı-Mısır donanması ile askerlerinin Mora’yı terk etmesini istemişlerdir. Ancak İbrahim Paşa, Sultan II. Mahmud’a tâbi olduğunu ve ondan emir almadıkça böyle bir karar alamayacağını belirtmiştir. Bunun üzerine müttefik savaş gemileri, limanda demirli bulunan Osmanlı-Mısır donanmasına ait gemilere 20 Kasım 1827 günü ateş açarak birkaç saat içinde imha etmişlerdir. Limanda hilâl şeklinde ve üç sıra hâlinde demirli bulunan Osmanlı-Mısır donanması çok ağır bir zayiat almış yaklaşık 6000 denizci de hayatını kaybetmiştir. Tarihe “Navarin Baskını” olarak geçen bu olayın sonuçları Osmanlı Devleti açısından çok ağır olmuştur. Her şeyden önce donanmasız kalan devlet, Mora’da kurduğu hakimiyeti yeniden kaybetmiş ve bölgede olaylar tekrar başlamıştır. İngiltere, Fransa ve Rusya’ya nota vererek ortada bir savaş durumu yok iken donamasını batırdıkları için tazminat ve Yunan isyanı ile bağlantılarını kesmeleri istenmiştir. Bu istekler kabul edilmediği gibi elçilerin Osmanlı kuvvetlerini suçlayıcı açıklamaları üzerine kriz büyümüş ve üç devletin elçileri İstanbul’dan ayrılarak siyasi ilişkiler kesilmiştir. Rusya emellerini gerçekleştirmek adına bu gelişmeleri memnuniyetle karşılamaktaydı. İngiltere ve Fransa ise Rusya’nın aşırı isteklerinden ve bölgede etkisini arttırma düşüncesinden rahatsızdı. Üstelik ne İngiltere ne de Fransa Osmanlı Devleti ile savaşmak niyetinde değildi. Bunun için hem Rus tehlikesine set çekebilmek hem de Yunan isyanını bir an önce sonuçlandırmak için 9 Temmuz 1828’de bir protokol yaparak Mehmet Ali Paşa kuvvetlerinin Mora’dan çekilmesini isterler. Büyük kayba uğrayan Mehmet Ali Paşa’nın da kabul etmesiyle 6 Ağustos 1828’de tahliye sözleşmesi yapılır. Eylül başında Fransızlar Mora’ya asker çıkartarak burayı geçici olarak işgal ettikleri gibi İngilizler de İbrahim Paşa komutasındaki askerleri Mora’dan Mısır’a tahliye işini üstlenirler. Rusya ise Osmanlı Devleti’ne savaş açarak bu fırsatı değerlendirmiştir. Navarin Baskını’nın sebepleri ve sonuçları nelerdir? Osmanlı-Rus İlişkileri ve Akkerman Sözleşmesi (7 Ekim 1826) Rusya güneye inme ve boğazlara hakim olma düşüncesiyle Osmanlı Devleti içerisindeki milliyetçilik hareketlerine gizli veya açık destek vermekten kaçınmamıştır. Sırp isyanından sonra Rum isyanının da en büyük destekçilerinden birisi olmuştur. Çar I. Aleksandr’ın 1825’te ölümünden sonra yerine geçen I. Nikola da Yunanlılara sempati duyan, Türklere düşman bir tavır içerisindeydi. Rusya’nın çıkarları doğrultusunda Mehmet Ali Paşa gibi güçlü bir ismin Mora ve Girit’e yerleşerek Doğu Akdeniz’e egemen olmasını da tehlikeli bulmaktaydı. I. Nikola’nın ilk icraatlarından biri Yunan sorununu Rusya’nın yararına çözmeye çalışmak olmuş bu amaçla Prut sınırına asker göndermiştir. Ardından 17 Mart 1826’da Osmanlı Devleti’ne başvurarak 1812 Bükreş Antlaşması’nın uygulamasında gördüğü akÖzerklik: Arapça “muhtariyet” ve Yunanca “otonomi” kelimelerinin Türkçede kullanılan karşılığıdır. Özerklik başkasına muhtaç olmadan faaliyetlerini gerçekleştirmek ve kendi kendini yönetmek anlamlarına gelmektedir. 5 4. Ünite - İsyan ve Savaşların Gölgesinde Osmanlı Devleti (1821-1830) 101 saklıkların giderilmesi için görüşme teklifinde bulunmuştur. Osmanlı Devleti sıkıntı yaşanmaması için görüşme teklifini kabul etmiş ve yapılan görüşmeler sonucunda 7 Ekim 1826’da Akkerman Sözleşmesi imzalanmıştır. Buna göre; “Sırbistan’ın özerkliği onaylanacak ve bir anayasa verilecekti. Eâk-Boğdan’a Rusya’nın da onayıyla yerli beylerden bir voyvoda atanacaktı. Rumeli ve Kaasya sınırlarında Rusya lehine bazı düzeltmeler yapılacaktı. Rus ticaret gemileri Osmanlı karasularında serbest dolaşma hakkına sahip olacaktı. Bükreş Antlaşması aynen uygulanacaktı.” Akkerman Sözleşmesi’nin Yunan sorununa ilişkin bir maddesi olmamasına rağmen Rusya kendi açısından özellikle Balkanlar ve Osmanlı karasularında önemli avantajlar elde etmiştir. Osmanlı Devleti’nin bu şartları kabul etmesi ise içinde bulunduğu zor durumun bir göstergesidir. 1828-1829 OSMANLI-RUS SAVAŞI I. Nikola tahta çıktıktan sonra Yunan meselesini Rusya yararına çözmek için harekete geçmiş ve Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu zor durumdan da yararlanmak istemiştir. 1826’da Yeniçeri Ocağı’nı kaldıran, Asakir-i Mansure-i Muhammediye isimli yeni ordusu henüz tam anlamıyla kurulamamış olan ve üstüne 1827’de Navarin’de donanmasını kaybeden Osmanlı Devleti’ne karşı bir savaşın şartlarının olgunlaştığı düşünülmektedir. Rusya’nın hiçbir zaman vazgeçmediği “boğazlara sahip olma” ve “güneye inme siyaseti” çerçevesinde düşündüğü bir savaş olmasına rağmen İngiltere, Fransa ve Avusturya’ya bir fetih politikası gütmedikleri ve amaçlarının Yunan sorununun çözülmesi olduğu yönünde bir teminat verilmiştir. Rusya böylece onların muhtemel müdahalelerinin önüne geçmek istemiştir. Osmanlı Devleti içinde bulunduğu şartlar nedeniyle Rusya ile bir savaşa girmeye uygun olmasa da özellikle Navarin Olayı’ndan sonra Rusya’ya duyulan tepki ve Rusya’nın ileri sürdüğü Yunan bağımsızlığı gibi isteklerin kabulünün mümkün olmaması gibi sebeplerle 2 Aralık 1827’de toplanan Meşveret Meclisi’nde savaş kararı almıştı. Savaş kararında özellikle II. Mahmud’un güvendiği devlet adamlarından birisi olan Pertev Paşa’nın da önemli bir etkisi olmuştur. 14 Nisan 1828’de Rusya’nın saldırıları ile başlayan savaş, Anadolu ve Rumeli kıyılarında geçmiş, Osmanlı Devleti daha ziyade savunma tertibatı almıştır. 20 Mayıs 1828’de Rusya’ya savaş ilân etmek durumunda kalan Osmanlı Devleti ilk Rus saldırılarında İsakçı, Tulçi, İbrail ve Hırşova kalelerini kaybetmiştir. Anadolu’da da ağır yenilgiler alan Osmanlı Devleti, Ahıska, Kars, Anapa ve Erzurum’u kaybetmiştir. Ekim 1828’de Rus orduları ancak Silistre’de durdurulabilmiştir. Rusya’nın elde ettiği bu başarılar Avrupa devletlerini kendi çıkarları açısından rahatsız etmeye başlamış ve Londra’da elçiler düzeyinde bir konferans toplamışlardır. 22 Mart 1829’da imzalanan Londra Protokolü ile Mora ve çevresi ile Kiklat adalarından meydana gelen bağımsız bir Yunanistan’ın kurulması, başına Avrupa devletlerince seçilecek Hristiyan bir valinin tayini ve Osmanlı Devleti’ne her yıl belli bir vergi vermesi şartları kabul edilmiştir. Böylece Rusya’nın savaşa bahanesi ortadan kaldırılmış olacaktı. Ancak Osmanlı Devleti kendisine sunulan bu protokolü reddettiği gibi Rusya da savaşa devam etmiştir. 1829 yılında devam eden Rus saldırılarında Silistre ve Edirne’nin kaybı durumun vehametini daha da arttırmıştır. Özellikle 20 Ağustos 1829’da Edirne’nin düşmesi Osmanlı Devleti’ni barış istemek zorunda bırakmıştır. Öte yandan Rus gemileri İstanbul Boğazı’na saldırırken Ege’deki bir filo da Çanakkale Boğazı’nı abluka altına almıştır. 1828’de Osmanlı Devleti’ne savaş açan Rusya’nın İngiltere ve Fransa’ya verdiği güvence ve sebebi nedir? Meşveret Meclisi: Osmanlı Devleti’nde önemli ve olağanüstü konuların görüşüldüğü danışma meclisidir. Savaş ve barışa karar vermek, antlaşma yapmak ve önemli devlet işlerini görüşmek üzere padişahın veya o olmadığı zaman sadrazamın başkanlığında toplanırdı. 6 102 Osmanlı Tarihi (1789-1876) Edirne Antlaşması (14 Eylül 1829) Rus çarı I. Nikola, Rusya’daki karışıklıklar ve Avrupa devletlerinin artan baskıları karşısında Osmanlı Devleti’nin barış teklifini kabul etmek zorunda kalmıştır. Başdeerdar Mehmed Sadık ile Anadolu Kazaskeri Abdülkadir Efendiler barış görüşmelerini yürütmek üzere temsilci olarak seçilmiş, yanlarında ara bulucu Prusya’nın bir temsilcisi olduğu halde 28 Ağustos’ta Edirne’ye gitmişlerdir. Ruslar Yunanistan’ın bağımsızlığı, Sırbistan ile Eak- Boğdan’ın imtiyazlarının genişletilmesi, ağır bir tazminat ödenmesi ve Anadolu’da bazı kalelerin kendilerine bırakılmasını içeren teklierini 31 Ağustos’ta kendilerine ulaştırmışlardır. Orta Saray’daki Bostancı dairesinde 3 Eylül’de başlayan asıl görüşmelerde, Rus delegeleri Kont Alexis Orlo ile Friedrich Pahlen teklierinde ısrar ederek, 13 Eylül’e kadar bunlar kabul edilmezse tekrar harekata geçecekleri tehdidinde bulunmuşlardır. Bunun üzerine İstanbul’da toplanan şura meclisinde de barış yapmaktan başka çare olmadığı kararı çıkmıştır. Osmanlı temsilcileri 12 Eylül’deki görüşmelerde ticaret tazminatı konusundaki küçük bir değişiklik dışında Rus teklierini hafietme konusunda herhangi bir sonuç alamamışlardır. Böylece son şeklini alan antlaşma 14 Eylül 1829 Pazartesi günü imzalanmıştır. 16 madde ve 2 senetten oluşan Edirne Antlaşması’na göre; “Rusya, Tuna nehrinin ağzındaki adalar dışında, Rumeli’de işgal ettiği diğer yerlerden çekilecek ve Prut nehri savaştan önce olduğu gibi iki devlet arasında sınır olacaktı. Osmanlı Devleti Rusların Kaasya, Gürcistan ve İran’dan aldığı Nahçivan ve Erivan’daki varlığını kabul edecek, Rusya da buna karşılık Erzurum, Kars ve Bayezıd’ı geri verecekti. Sırbistan ve Eâk- Boğdan’a daha önceden verilen haklar genişletilecek, Eâk-Boğdan voyvodaları kayd-ı hayat şartıyla atanacaktı. Rus ticaret gemileri Boğazlardan serbest olarak geçebilecek ve Ruslar Osmanlı topraklarında ticaret yapabileceklerdi. Ayrıca Osmanlı Devleti Yunanistan’ın kurulması ve bağımsızlığını öngören Londra Protokolü’nü kabul edecekti. Osmanlı Devleti Rusya’ya 10 milyon düka savaş tazminatı ödemeyi de kabul etmişti.” Rusya, tazminatın ilk taksidi olan 100.000 altın ödendikten, Yerköy Kalesi teslim edildikten ve antlaşmanın tasdikli nüshaları değiştirildikten bir ay sonra Edirne, Kırklareli ve Lüleburgaz’dan çekilecekti. Eak-Boğdan ile Silistre, tazminat ödemeleri bitinceye kadar rehin olarak Ruslarda kalacaktı. Rusların Anadolu yakasındaki yerlerden çekilmeleri ise tasdiknamelerin değiştirilmesinden üç ay sonra başlayacak ve beş ayda tamamlanacaktı. Edirne Antlaşması ile Rusya, ele geçirdiği bazı yerleri bırakmakla birlikte Tuna nehrinin ağzındaki adalar, Kaasya’da ele geçirdiği bazı stratejik yerler ile batı ve doğudan biraz daha güneye inmiştir. Balkanlarda da Sırbistan ve Eâk-Boğdan için koruyuculuk vazifesini üstlenerek nüfuzunu arttırmıştır. Osmanlı Devleti, Küçük Kaynarca Antlaşması’ndan sonra imzaladığı en ağır antlaşma sayılabilecek bu antlaşma ile kaybettiği toprakların yanısıra siyasi ve askeri açıdan büyük prestij kaybetmiştir. Savaş tazminatı kötü olan maliyesini daha da zor duruma düşürürken Rusya ve diğer devletlerin baskısı da artarak devam etmiştir. Edirne Antlaşması’nın en önemli maddelerinden biri olan Yunanistan’ın bağımsızlığı, 1821’den itibaren verilen mücadelenin başarısızlığının yanı sıra milliyetçilik hareketlerine somut bir örnek olmuştur. Çözülmenin başlaması adına diğer ulusları harekete geçirecek bu gelişme Avrupa devletlerinin Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karışması noktasında da yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur. Yunanistan Devleti’nin Kurulması (24 Nisan 1830) Edirne Antlaşması’nın onaylanmasından sonra Yunanistan’ın kurulması ve sınırlarının belirlenmesi için Osmanlı Devleti ve Avrupa devletleri arasında Londra’da görüşmelere başlanmış ancak devletlerin her birinin kendi çıkarlarına göre hareket etmesi nedeniyle görüşmeler uzun sürmüş ve çekişmeli geçmiştir. İngiltere’nin baskısı ve istekleri doğrul- 4. Ünite - İsyan ve Savaşların Gölgesinde Osmanlı Devleti (1821-1830) 103 tusunda 3 Şubat 1830’da imzalanan protokol ile sınırları Mora’nın kuzeyinden geçen, Atik yarımadası ve Kiklat adalarını da içine alan bağımsız bir Yunan devleti kurulmuştur. 8 Nisan 1830’da bu kararlar Osmanlı Devleti’ne bildirilmiş, Osmanlı Devleti de 24 Nisan 1830’da onaylamak zorunda kalmıştır. Böylece 1821’de isyan eden Rumlar bağımsız devletlerine Avrupa devletlerinin desteğiyle kısa sürede kavuşmuşlardır. 1820-1823 Osmanlı-İran Savaşı 18. yüzyılın sonunda Osmanlı toprakları gibi İran coğrafyası da Avrupa devletlerinin ilgi alanına girmiştir. Özellikle Rusya’nın, Kaaslara doğru genişleme dalgası ve 1800 yılında Gürcistan’ı fethetmesi, İran’ın kuzeye doğru genişleme ihtimalini ortadan kaldırmıştır. 18. yüzyılın sonuna doğru İran’da yönetime gelen Kaçar Hanedanı’na mensup Şah Feth Ali Han, hem Kaasya hem de Hindistan’a doğru yayılma arzusuna Fransa’dan destek bulmuştur. İran ile Fransa, Mayıs 1807’de Finkenstein Antlaşması’nı imzaladıktan sonra Fransa, İran ordusunu eğitmek üzere askeri uzmanlarını bölgeye göndermiştir. Öte yandan İngiltere de hem Basra Körfezi’ne açılan kapı dolayısıyla Hindistan’a giden yolda en önemli ülkelerden biri olması hem de Fransız etkisini kırmak amacıyla İran’a özel bir ilgi göstermeye başlamıştır. Napoloen’un, Tilsit’te Çar’la anlaştıktan sonra İran’a duyduğu ilgiyi kaybetmesi, bölgede İngiltere ile Rusya’nın neredeyse bütün 19. yüzyıla damga vuracak nüfuz mücadelesinin de başlangıcı olmuştur. Rusların, Gürcistan’dan sonra Kaasya’da kalan diğer toprakları da işgal ederek 1815 yılında İran’ı, Aras nehrinin gerisine püskürtmesi, kuzeye dönük hayallerin de sonunu getirmiştir. Rus ordusunun ilerlemesi karşısında İngilizlerin, İran’a yapacakları yardımın bir anlamı olamazdı. Zira İran ordusu, modern emir-komuta anlayışından uzak biçimde hâlâ aşiret yapısının hâkim olduğu bir karaktere sahip bulunmaktaydı. İngilizler, modern askerî anlayıştan ve disiplinden uzak İran ordusunu eğitmeye çalışırken, Ruslar da hem Kaasya’daki kazançlarını sağlamlaştırmak hem de İran’daki nüfuzlarını artırmak amacıyla harekete geçmişlerdir. Ruslar, bir yandan Mora’da Rumlar arasında başlayan huzursuzluk, diğer yandan Tepedelenli Ali Paşa’nın yol açtığı sıkıntıya işaret ederek, Osmanlı topraklarının İran’ın iştahını tatmin etmek için uygun fırsatlar sunduğuna dikkat çekmişlerdir. İran’ın Bağdad ve Şehrizor bölgelerine düzenlediği saldırıların ardından sonu gelmek bilmeyen sınır saldırıları başlamıştır. Bu saldırganlığa daha fazla sessiz kalamayan II. Mahmud, Ekim 1820’de İran’a savaş ilan etmiştir. II. Mahmud, doğudaki ordunun komutasına Erzurum Valisi Hüsrev Paşa’yı getirirken, güneydeki harekâtı da Bağdad Memluklerine havale etmiştir. Şah Feth Ali ise harbi iki oğlunun komutası ile yürütmeye karar vermiştir. Oğullarından Abbas Mirza’yı Doğu Anadolu’ya gidecek ordunun, Mehmed Ali Mirza’yı ise Irak’a sevk edilecek kuvvetlerin komutasına getirmiştir. Savaşta Osmanlı ordusu, İran askeri karşısında varlık gösteremediği gibi İran kuvvetlerinin bir kolu Erzurum önlerine kadar gelirken bir diğeri ise Bitlis’i ele geçirerek Diyarbakır üzerine yürümüştür. Ekim 1821’e kadar Doğu Bayezıd, Bitlis, Muş, Erciş’i ele geçiren İran kuvvetleri kış döneminde ara verdikleri saldırılarına 1822’de tekrar başlamışlardır.1821 yılının sonlarına doğru II. Mahmud, Erzurum valiliğine ve doğu ordusunun başına eski Sadrazam Mehmed Emin Rauf Paşa’yı getirmiştir. Ancak bu değişiklik de fayda sağlamamış, Hoy bölgesinden harekete geçen Abbas Mirza ve askerleri 1822 yılının bahar aylarında Osmanlı ordusunu bir defa daha mağlup etmiştir. Savaş, İran lehine bir seyir izlerken Osmanlı Devleti’nin yardımına, İran askerlerini büyük bir yıkıma uğratan kolera salgını yetişmiştir. Bu beklenmedik yıkım üzerine İran, barış arayışlarına yönelmek zorunda kalmış, Abbas Mirza ile Mehmed Emin Rauf Paşa arasında barış şartları için görüşmeler başlamıştır. Öte yandan savaştan bir hayli zarar gören ve Osmanlı ile yaptıkları ticareti kaybetme noktası- 104 Osmanlı Tarihi (1789-1876) na gelen İranlı tüccarlar da barışın sağlanması için baskı yapmaya başlamışlardır. Barışın zorunlu hâle gelmesi sonucunda Mehmed Emin Rauf Paşa ile Erzurum’a gelen Mehmed Ali Mirza arasında 1823 Haziranı’nda görüşmeler başlamıştır. Görüşmeler sonunda, 1746 yılında Nadir Şah ile imzalanan barış anlaşması esas alınarak 28 Temmuz 1823 günü Erzurum Antlaşması imzalanmıştır. Böylece Osmanlı Devleti, doğu cephesindeki savaşa son vererek bütün dikkatini Batı’daki sıkıntılara çevirmiştir. Cezayir’in Fransa Tarafından İşgali (1830) Kuzey Afrika ve Akdeniz’in batısında yer alan ve 1533 yılında Barbaros Hayrettin Paşa tarafından Osmanlı topraklarına katılan Cezayir, daha sonra Trablusgarp ve Tunus ile birlikte “Garp Ocakları” ismi altında özel bir yönetime tâbi olmuştur. Özellikle devletin deniz gücü açısından önemli olan bölge, Akdeniz’in giriş kapısı olan Cebelitarık Boğazı’nı da denetim altında tutmaktaydı. Cezayir’e önce Barbaros Hayrettin Paşa beylerbeyi olarak atanmış ancak zamanla yönetim Yeniçeri Ocağı ileri gelenlerinin seçtiği “dayı”lara geçmiştir. 18. yüzyıl başlarından itibaren Osmanlı Devleti ile bağları giderek zayıayan Cezayir’in İstanbul’a bağlılığı ocak tarafından belirlenen dayının padişah tarafından onaylanması şeklini almıştır. Resmî açıdan bağlılıklarına rağmen son derece rahat ve bağımsız hareket etmişlerdir. 18. yüzyıl başlarında Avrupa devletlerinin denizcilikte ilerlemesi Cezayir’in Akdeniz’deki etkinliğinin azalmasına yol açmış ve bölge özellikle İngiltere’nin kontrolü altına girmiştir. 1815 Viyana Kongresi’nde İngiltere’nin önerisi ile dünyada korsanlığa son verme kararı alınmış ve bu kapsamda Avusturya ve Hollanda ile anlaşan İngiltere, 1816’da Cezayir’e bir donanma göndermiştir. Hollanda filosu ile birleşen bu donanma Cezayir’i topa tutmuş ve gemileri batırmıştır. Bu durumda Cezayir dayısı, İngiltere ve Hollanda ile anlaşma yapmak zorunda kalmıştır. Sonuçta Cezayir’deki Hristiyan esirlerin serbest bırakılması ve Hollanda gemilerine saldırılmaması şarta bağlanmıştır. Bu tarihlerde Fransa’nın da bölgeyle yakından ilgilendiği ve coğrafi açıdan karşısında bulunan Cezayir’i ele geçirerek, Batı Akdeniz’de söz sahibi olmak istediği görülmektedir. Bu yakınlık Cezayir dayısı İzmirli Hasan Paşa’nın, Direktuvar döneminde Fransa’ya beş milyon frank borç ve bir miktar hububat göndermesine de sebep olmuştur. Ancak Cezayir ile Fransa arasında zamanla birtakım anlaşmazlıklar çıkmış ve borç bir türlü ödenmemişti. 29 Nisan 1827 günü bu konu tartışılırken Cezayir Dayısı İzmirli Hasan Paşa’nın sinirlenerek Fransız elçisinin yüzüne yelpaze ile vurmasıyla siyasi ilişkiler kopmuştur. Fransa bu olayı da bahane ederek 16 Haziran 1827’de savaş ilânıyla Cezayir’i büyük bir donanma ile kuşatmıştır. Osmanlı Devleti, Cezayir’in kendi kuvvetleriyle Fransa’yı yeneceğini düşündüğünden olaya direkt müdahil olmamıştır. Navarin’de donanmasını kaybetmiş ve hâlen Mora isyanı ile uğraşmakta olan bir devlet olarak buraya kuvvet göndermek gibi bir imkânı da zaten bulunmamaktaydı. Fransa Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu bu zor şartları kullanmak istemiş ama umduğu gibi olmamıştır. Gerek kendi iç siyaseti gerek Avrupa devletlerinin müdahaleleriyle kuşatma uzun sürmüştür. Ancak 14 Haziran 1830’da 37 bin kişilik bir ordu Cezayir’e çıkarılabilmiş, yapılan birkaç savaş sonunda 5 Temmuz 1830’da işgal gerçekleşmiştir. 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan yeni çıkan ve Mehmet Ali Paşa isyanı ile uğraşan Osmanlı Devleti Fransa’nın Cezayir’i işgalini ancak protesto edebilmiştir. Cezayir’in tamamının Fransa’nın eline geçmesi ancak 1847’de Emir Abdülkadir’in etrafında toplanan yerli kuvvetlerin yenilgisiyle gerçekleşecektir. Osmanlı Devleti Avrupa devletler nezdinde bazı girişimlerde bulunmuş ise de sonuç değişmemiş ve 1847’de Cezayir üzerindeki bütün haklarını kaybetmiştir. 4. Ünite - İsyan ve Savaşların Gölgesinde Osmanlı Devleti (1821-1830) 105 Akdeniz’de önemli bir stratejik mevkiinin bu şekilde kaybedilmesi devletin dağılmasında yeni bir örnek teşkil etmiştir. Bir sömürgecilik örneği olan bu girişim, Avrupa devletlerinin Osmanlı toprakları üzerindeki bu tür emellerinin de somut bir göstergesi olmuştur. 1821-1830 YILLARI ARASINDA YAPILAN BAŞLICA ISLAHATLAR Saltanatının 13. yılında 1821’de Mora isyanı gibi oldukça ciddî bir problem ile karşılaşan II. Mahmud, bu süreçte bir yandan da düşündüğü ıslahatları gerçekleştirmeye çalışmıştır. Alemdar Mustafa Paşa ve ayân tehdidinden kurtulduktan sonra merkezî bir yönetim için çalışmaya başlayan II. Mahmud bu amaçla idâri, askerî ve eğitim gibi pek çok alanda yenilikler yapmış ve ilklere imza atmıştır. Bunları yaparken III. Selim’in yaşadığı zaaf ve kararsızlıkları bizzat gören bir kişi olarak daha kararlı ve sağlam adımlar atmaya çalışmıştır. Tercüme Odası’nın Kurulması (1821) Avrupa ile artan siyasi ilişkiler ve problemler yabancı dil bilen eleman eksikliğini ciddî manada gündeme getirmiştir. Daha önce Divan-ı hümayun tercümanları aracılığı ile sağlanan iletişim de sıkıntılar yaşanmaya başlanmıştır. Osmanlı Devleti’nin zayıamasına paralel olarak Avrupa devletlerinin etkisinin artması, tercümanların da bu etki altına girmelerine sebep olmuştur. İstanbul’da bulunan Avrupa elçiliklerinin tercümanlar üzerinde etkili olma çabaları giderek artmıştır. Uzun yıllar Divan-ı Hümayun tercümanlığı ve Eâk-Boğdan voyvodalığı gibi önemli görevler üstlenen Rumların, 1821 Mora İsyanı’ndaki ihanetleri bardağı taşıran son damla olmuştur. İsyancılarla işbirliği yaptığı anlaşılan Divan-ı Hümayun tercümanı Kostaki Morozi idam edilmiş ve Rumlara bu işten el çektirilmiştir. Bir süre Mühendishane Hocası Yahya Naci Efendi ile iş yürütülmeye çalışılmış ise de diplomatik yetersizlik gibi sebepler daha kalıcı bir çözüm bulunmasını gerektirmiştir. 23 Nisan 1821’de Tercüme Odası kurularak devlet kendi dil bilen elemanlarını ve diplomatlarını yetiştirme yoluna gitmiştir. Beylikçi Efendi’nin nezaretinde dil eğitimi verilecek Lisan Odası ile buradan yetişecek mütercimlerin çalıştığı Tercüme Odası olmak üzere iki kısma ayrılan Tercüme Odası’nın başına da Yahya Naci Efendi getirilmiştir. Yahya Naci Efendi’nin 10 Temmuz 1824 tarihinde vefatından sonra yerine yine mühendishane hocalarından İshak Efendi getirilmiştir. İshak Efendi maaş düzenlemeleri gibi kararlarla Tercüme Odası’nı daha profesyonel hâle getirmeye çalışmıştır. II. Mahmud’un “aklam-ı ketebeden lisan tahsil edenlerden hâlâ öğrenmiş kimse yok mu? Niçin gayret ve heves etmiyorlar” sözleri konuya verdiği önemi ve işin aciliyetini göstermesi açısından önemlidir. 1829’da Tercüme Odası’nın başına Halil Esrar Efendi getirilmiş ve yeterince verim alınamayan Lisan Odası kapatılmıştır. Halil Esrar Efendi ile birlikte mühendishane bağlantısı sona ermiş ve profesyonelleşme başlamıştır. 1830’ların başlarında Tercüme Odası büyümüş ve daha da önem kazanmıştır. Zamanla Âli, Fuad, Nedim Safvet ve Ahmet Vefik Efendi gibi bürokratların yetiştiği bir okul hâline gelmiştir. Hariciye nazırlığı ve sadrazamlık gibi önemli görevlere yükselecek olan bu bürokratlar, Fransızca bilgileri ile aracısız iletişimi de sağlamışlardır. Geç kalınmış bir teşebbüs olmakla birlikte Tercüme Odası’nın açılışı özellikle diplomasi tarihi açısından da önemli bir adım olmuştur. İlköğretimin Zorunlu Hâle Getirilmesi II. Mahmud 1824 yılında yayımladığı bir fermanla ilköğretimi zorunlu hâle getirmiştir. Fermanda özetle şöyle denilmektedir: “Bütün Müslümanlar için önce dinini öğrenip sonra dünya işlerine yönelmek gerekir. Oysa bir zamandan beri halkın çoğu, ana babalarının yü- 106 Osmanlı Tarihi (1789-1876) zünden kendilerinin cahil kaldığı gibi, çocuklarının da cahil kalacağını düşünmeyerek, dünyanın rızkını veren Allah’a da güven duymayarak para kazanma derdine düşüp çocuklarını 5-6 yaşında iken okuldan alıp sanatkâr yanına çırak olarak verdiklerinden çocukları cahil kalıyor ve bunlar sonra da okuyup öğrenmeye bir arzu duymuyorlar. Bunun günahı anne babalarının boynunadır onlar kıyamet gününde sorumlu olacaklardır. Din yolunda utanmak doğru olmadığı için yetişkin cahiller dinî bilgilerini arttırmaya çalışmalıdır ve kimse çocuğunu büluğa ermeden ve İslamî dinî bilgileri gereği gibi öğrenmeden okuldan alıp usta yanına vermemelidir. Büluğa erişen ve çırak verilecek çocuklar, oturdukları yere göre İstanbul, Eyüp, Üsküdar, Galata Kadısına, velisi ve hocası tarafından götürülecek ve mühürlü bir izin belgesi alındıktan sonra çırak verilebileceklerdir. Ustalar ve esnaf kethüdaları da elinde böyle belge bulunmayan çocukları çırak almayacaklardır. Eğer ana babalar ve ustalar buna uymazlarsa okulun hocası yahut mahallenin imamı doğrudan kadılara durumu bildireceklerdir. Kadılar durumu araştırıp, fermana uymayanları ceza görmeleri için hükümete getireceklerdir. Yetim ve öksüzler zorunlu olarak çıraklık yapıyorlarsa onlar da günde iki kez okula gidip büluğa erişinceye kadar okuyacaklardır. Hocaların da çocukları “güzelce okutmaları” gerekir. Çocuklara okutulacak dersler şunlardır: Kur’an, sonra her çocuğun yeteneğine göre tecvid, ilmihal, İslamın şartları ve din dersleri. Bu ferman sözü geçen yerlerin kadılarına, İstanbul’daki tüm mahalle imamlarına, öğretmenlere, esnaf kethüdalarına çağrılarak tebliğ edilecek, birer örneği kendilerine verilecektir.” Ferman içeriğinden de anlaşılacağı üzere İstanbul’u kapsamaktadır. İstanbul’da uygulanmasında dahi isyanlar, savaşlar gibi yoğun gündemden dolayı sıkıntılar yaşanmıştır. Ülke genelinde uygulanması ancak Tanzimat döneminde gerçekleşecektir. Yine de eğitim tarihinde zorunluluğu dile getiren ilk belge olması açısından önem taşımaktadır. Yeniçeri Ocağı’nın Kaldırılması (1826) I. Murat zamanında padişahların maiyyetinde daimi ücretli askerlerden kurulan Yeniçeri Ocağı, Osmanlı Devleti’nin büyümesinde ve genişlemesinde önemli rol oynamıştır. Kuruluş nizamnamesinde harp esirlerinden veya Hristiyan tebaadan devşirilen gençlerden alınmaları esası yer almaktaydı. Ocağa kabul edilenlerin önce Anadolu’da ailelerin yanında Türk-İslam kültürünü öğrenmeleri daha sonra da Gelibolu ve İstanbul’daki acemi ocaklarında yetiştirilmeleri esastı. Daimî olarak kışlalarda otururlar, askerî talim ve terbiye ile meşgul olur ve askerlikten başka bir şeyle uğraşmazlardı. Yaklaşık iki buçuk yüzyıl düzenli bir şekilde işleyen ocağın kuralları, 17. yüzyılın ilk yarısında bozulmaya başlamıştır. Acemi Ocağı ‘nda yetişme şartının kaldırılıp dışardan asker alınmaya başlanması, “veledeş” adıyla yeniçeri çocuklarının doğrudan ocağa alınması, düzenli olarak yapılan talimlerin aksaması hatta terkedilmesi, asker olmamasına rağmen elinde yeniçerilerin aldıkları ulufeyi almak için esame belgesi olan kişilerin artması, kayıkçılık, manavlık, nalbantlık gibi farklı işlerle uğraşmaya başlamaları gibi problemler yaygınlaşmıştır. Zamanla askerlikten başka her şeyle uğraşan, her türlü düzen ve askerî terbiyeden mahrum bir kalabalık hâline gelen ocak, girdiği savaşları kaybettiği gibi devletin geleceğini de tehlikeye atmaktaydı. Devlet adamları özellikle 18. yüzyılda bozulmayı görerek çeşitli tedbirler almaya başlamışlardır. Yapılan düzenlemeler ve alınan tedbirlere rağmen bozulmanın önüne geçilememiş ve ocak bir sorun odağı hâline gelmiştir. 19. yüzyıl başlarında tamamen bir isyan yuvası hâline gelen Yeniçeri Ocağı’nı kaldırmanın ne kadar zor bir iş olduğunu bilen III. Selim “Nizam-ı Cedid” çerçevesinde bazı düzenlemelere girişmiş ise de yine onların tepkileri yüzünden vazgeçmek zorunda kalmıştır. III. Selim’in tahttan indirilmesi ve Alemdar Mustafa Paşa’nın öldürülmesi gibi olaylara karışan yeniçerilerden kurtulmanın zorluğunu yakından gören II. Mahmud da başlangıçta ıslah çalışmalarına girişmiş ve ocak içinde kendine yakın kişileri başa getirerek güç 4. Ünite - İsyan ve Savaşların Gölgesinde Osmanlı Devleti (1821-1830) 107 kazanmaya çalışmıştır. Mora isyanı sırasında Mısır kuvvetlerinin başarıları da yeniçerilerin bir an önce kaldırılması ve yeni ordu teşkilini gündeme taşımıştır. Sadrazam Selim Sırrı Paşa’nın “Rum eşkıyası devletin kuvvetine nazaran hes-i hâşak (çerçöp) makûlesinden ibaret iken” bunda başarılı olunamadığı ve işin uzadığı yönündeki tespitinde olduğu gibi padişah ve ricâl başarısızlıkta yeniçerilerin rolünü vurgulayarak kamuoyu oluşturmaya çalışmışlardır. Bu süreçte “Eşkinci” adıyla yeni ve talimli bir askerî ocak oluşturulmuştur. 25 Mayıs 1826’da Şeyhülislam Tahir Efendi’nin konağında yapılan toplantıda, Sadrazam Selim Sırrı Paşa, Eşkinci ocağının kurulmasının sebeplerini anlatmış ve hazır bulunanların kabulü üzerine de bir Hüccet-i Şer’iye (Şer’i gerekçe) kaleme alınarak, orada bulunanların imzalamaları istenmiştir. Ertesi gün Eşkinci yazılmaya başlanmış, 11 Haziran 1826 günü de Atmeydanında talimlere başlanmıştır. Bir yandan da Rumeli sahil muhafızı ve Anadolu yakası kumandanına haber gönderilerek maiyetlerindeki üçer bin kişilik sekbanla her an İstanbul’a gelecek şekilde hazır bulunmaları istenmiştir. Yaşanan bu son gelişmeler ve yeniçerilerin kaldırılarak yeni ocak kurulacağı şayiaları Yeniçeri Ocağı mensuplarını rahatsız etmiş ve ayaklanmalarına sebep olmuştur. 15 Haziran 1826’da bazı çıkar çevrelerinin de desteğiyle Etmeydanı’nda toplanarak ayaklanan yeniçeriler istekleri kabul edilmeyince taşkınlığa ve yağmaya devam etmişlerdir. Bunun üzerine Sancak-ı şerif çıkarılarak halk altında toplanmaya davet edilmiş, II. Mahmud’un kararlı tutumu, devlet ileri gelenleri ve ulemanın desteği karşısında yeniçeriler zor duruma düşmüşlerdir. Geri adım atılmadan verilen bu kararlı mücadele sonunda yeniçeriler darmadağın edilmiş ve kışlaları yakılmıştır. Ertesi gün çıkarılan fermanla Yeniçeri Ocağı’nın tamamen ortadan kaldırıldığı ilân edilmiştir. Fermanda; Yeniçeri Ocağı’nın kuruluşunda devlete faydalı olduğu ancak daha sonra içlerine fesat ve uygunsuz adamlar karıştığı, son 100 yıldır savaşlarda başarılı olamadıkları, yeni kurulan talimli askerî birliklere engel oldukları, bunları âdet hâline getirdikleri ifade edilerek yeniçeriliğin tamamen kaldırıldığı ilân edilmiştir. Bu olay Osmanlı tarihinde önemine izafeten “Vak’a-i Hayriye” olarak adlandırılmıştır. İsyana karışan yeniçeriler en ağır şekilde cezalandırılırken bir kısmı da sürgüne gönderilmiştir. Yeniçerilere dair bütün rütbe, nişan ve ünvanlar kaldırılmış, toplandıkları kahvehane gibi mekânlar ve ilgili oldukları gerekçesiyle İstanbul’daki Bektaşi tekkeleri de kapatılmıştır. Ayrıca ocağın kaldırıldığı Anadolu ve Rumeli’ye duyurularak gerekli tedbirlerin alınması istenmiştir. Yeniçeri Ocağı’nın yerine “Asakir-i Mansure-i Muhammediye” ismiyle yeni bir ordu kurulmuştur. Hazırlanan nizamnâmeye göre, “kim idüğü belirsiz aylak kimseler” ve “muhtedîler(din değiştiren)” in bu teşkilâta alınmaması, ancak şartları elverişli, öncelikle yaşları on beş ile otuz arasında olanların kayıtlarının yapılması kararlaştırılmıştır. Ayrıca kırk yaşına kadar gücü kuvveti yerinde ve dinç kimseler de alınabilecekti. Yaşları on beşin altında olup Asâkir-i Mansûre’ye yazılmak isteyen çocuklar için Şehzadebaşı’ndaki eski Acemi Ocağı Kışlası tâlimhane olarak tahsis edilmişti. Yeni ordu için Üsküdar ve Levent’teki kışlalara yenileri ilâve edilmiştir. İlk mevcudu 12.000 kişi olan ordu, 1500’er kişilik sekiz “tertib”e ayrılmıştır. Tertibin en yüksek rütbeli subayı binbaşıydı. Bu sekiz binbaşının üstünde bir baş binbaşı bulunuyordu. Ancak bir tertibin toplam mevcudu, iki sağ ve sol kolağası, topçubaşı, arabacıbaşı, cebehanecibaşı, mehterbaşı, imamlar, hekim ve cerrahla birlikte 1527 kişiyi buluyordu. Her tertip sağ ve sol diye iki kola ayrılmış, bunların her biri bir kolağasının emrine verilmişti. Her kol da “saf ” adı altında altışar kısma bölünmüştü. Her safın başında bir yüzbaşı vardı. Bu yüzbaşıların emrinde iki mülâzım, bir sancaktar, bir çavuş ve on onbaşı bulunmaktaydı.1827’de bugün olduğu gibi tertip yerine “tabur”, saf yerine “bölük” kelimeleri kullanılmaya başlanmıştır. 108 Osmanlı Tarihi (1789-1876) Yeni orduya kaydolmak için gerek İstanbul içinden gerekse taşradan pek çok istekli çıkmıştır. Sekiz taburdan ikisinin nöbetleşe olarak Seraskerlik binasını beklemesi ve İstanbul’un güvenliğini sağlaması öngörülmüştü. Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye, yeniçerilerin yalnız savaş sırasındaki hizmetlerini değil, şehrin iç güvenliğinin temini ve geçici olarak yangın söndürme gibi barış zamanındaki görevlerini de üstlenmişti. Diğer altı taburun ise, başta Davutpaşa’da yaptırılan Asâkir-i Mansûre Kışlası olmak üzere, yeniden tamir ettirilen Selimiye ve Rami kışlalarında tâlimle meşgul olması kararlaştırılmıştı. Yeni ordu için en büyük sıkıntılardan biri yetişmiş subay ihtiyacıydı. II. Mahmud bu işe daha önce başlamış olan Mehmed Ali Paşa’dan yardım istemiş ancak bu teklifi reddedilmiştir. Bunun üzerine Avrupa’ya müracaat edilerek Prusyalı subaylar davet edilmiştir. Diğer bir sorun yeni ordunun giyim ve donanım sorunudur. Bunun için de Avrupa’dan malzeme ithal edildiği gibi bir yandan da yerli üretime geçilmiştir. II. Mahmud yeni ordunun başındaki kişiyi Serasker olarak atayarak kendisinin ordu üzerindeki hakimiyetini güvence altına almıştır. Öte yandan daha önceki dönemlerde yeniçeriler ile ittifak yapan ulema sınıfının da gücü bir oranda kırılmış olduğundan bu durumdan faydalanılarak başında şeyhülislamın olduğu hiyerarşik bir örgütlenme biçimi oluşturulduğu gibi dini vakıar da Evkaf Müdürlüğü’ne bağlanmıştır. 1826’da Yeniçeri Ocağı ile birlikte Mehterhane’de kapatılmış yerine batı tarzı bir askerî bando kurulması kararlaştırılmıştır. “Muzıka-yı Hümayun” ismiyle Enderun’daki gençlerden bir boru-trampet takımı kurulmuş başına önce İstanbul’da yaşayan Fransız çalgı ustası Manguel getirilmiştir. Ancak 2 yıl sonra yeterli verim alınamadığından bu kez ünlü İtalyan müzik adamı Giuseppe Donizetti İstanbul’a davet edilerek bu işle görevlendirilmiştir. Fransız ve İtalyan ordularında uzun yıllar bando şeiği yapmış olan Donizetti, batı notasını öğretmekle işe başlamış, İtalya’dan getirdiği yeni sazlar ve öğreticiler ile 6 ayda bandoyu konser verecek duruma getirmiştir. Muzıka-yı Hümayun, padişaha gittiği yerlerde refakat eden, askerî eğitim ve törenlere katılan, yabancı devlet adamlarının ağırlanmasına eşlik eden bir statüye kavuşmuştur. 1826 sonrasında yeni ordu teşkil edilirken bir yandan devam eden isyan ve savaşlar ortamında devlet zor günler geçirmiştir. Yunan isyanı ve 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı’nda ordusuzluğun ağır sonuçları fazlasıyla görülmüştür. Kılık Kıyafet Düzenlemesi ve Fes Zorunluluğu II. Mahmud döneminin önemli gelişmelerinden biri de kılık-kıyafet konusunda yaşanan değişimdir. Yeniçeri Ocağı kaldırıldıktan sonra yerine kurulan Asakir-i Mansure ordusu ile birlikte ordunun kıyafetinde başlayan değişim padişahın şahsında devlet memurları ve daha sonra halka da yayılmıştır. 7 Temmuz 1826 tarihli Asakir-i Mansure Kanunnamesi’nde neferlerin ve zabitlerin kıyafetleri belirlenmiştir. Buna göre binbaşılar gibi bazı rütbe mensuplarının yedi sekiz dilimli çuha kalpaktan yapılmış “şubara” denilen bir başlık giymeleri öngörülmüş ancak daha sonra güneş ve yağmura karşı dayanıklı olmadığı gerekçesiyle onlara da “fes” zorunluluğu getirilmiştir. Kararın alınmasından sonra Tunus’a 50.000 fes ısmarlanmıştır. Fesin kabulünde Kaptan-ı Derya Koca Hüsrev Paşa’nın Fransız çavuşu vasıtasıyla maiyetindeki askerlere, Mısır’daki Cihadiye Askeri gibi Fransız askeri talimi yaptırdığı sırada başlarına Tunus’tan getirttiği fesi giydirtmesi ve bir Cuma selamlığında neferlerini selamlığa çıkartması etkili olmuştur. Sultan Mahmud fesli askerleri görünce hoşuna gittiğinden askere fes giydirilmesi hakkında sadrazama şifahî talimat vermiştir. Yeni kurulan askeri birliğin başlık meselesini görüşmek üzere Bab-ı Fetva’da yapılan toplantıda fes’in şer’an, örfen ve aklen boyutları tartışılmış ve sonuçta uygunluğuna karar verilmiştir. 4. Ünite - İsyan ve Savaşların Gölgesinde Osmanlı Devleti (1821-1830) 109 Fes, harvani ve setre-pantolon (İstanbulin) den oluşan yeni kıyafetlerle Meclis-i Vükelâ toplantılarına katılan II. Mahmud, bizzat kendisi de bu konuda örnek olmuştur. Padişahların abanî kavuklarını bir yana bırakarak Mısırlı kıyafeti olarak bilinen tarzı, giyim kuşam şekli olarak kabullenmişti. Başlangıçta askerlerin giydiği fes de böylece yaygınlaşmış, kavuk kaldırılırken sarık ve cübbe sadece din adamlarına münhasır kalmıştır. Fes kullanımının yaygınlaşması üzerine İstanbul’da Kadırga semtinde Hazine-i Hassa’ya ait bir konak feshane hâline getirilerek üretime başlanmış, üretilen feslerin Tunus fesleri ayarına çıkartılabilmesi için hayli çalışmalar yapılmış, Tunus’tan fes yapımının inceliklerini bilen ustalar getirilmiştir. Ancak bir taraan fes ithaline de devam edilmiştir. Öyle ki 1828’de fes ithali için yapılan harcamaların büyük bir yük getirerek hazineyi sarsması üzerine İstanbul’daki üretim faaliyetlerinden sonra Edirne, Bursa ve Selanik’te de fes imaline girişilmiştir. Mekteb-i Tıbbiye’nin Açılması (1827) Mekteb-i Tıbbiye, 1827 yılında modern tıp eğitimi vermek üzere İstanbul’da askerî bir okul olarak açılmıştır. Hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi’nin, Asakir-i Mansure-i Muhammediyye’ye hizmet edecek tabip ve cerrahların yetiştirilmesi için önerdiği okul, 14 Mart 1827’de Şehzadebaşı’ndaki Tulumbacıbaşı Konağı’nda öğretime başlamıştır. Tıbbiye-i Askeriye-i Şahane veya Tıbhâne-i Âmire adı ile de anılan okulun müdürü Mustafa Behçet Efendi, hocaları ise Abdülhak Molla, Osman Saip Ahmed Hilmi, Vasıf, Hüseyin Stefan ve Bogos Efendilerdi. Okul 4 sınıf olarak plânlanmıştı. Okula öğrencileri özendirmek için giriş ve yıl içi imtihanları konmamış ayrıca öğrencilere okulda öğle yemeği ve ayda yirmi kuruş burs sağlanmıştı. Mekteb-i Tıbbiye’nin açılış konuşmasını bizzat kendisi yapan II. Mahmud özetle “..Burada tıp bilimini Fransızca olarak okuyacaksınız. Şimdilik birçok eksiklikleriniz ve zorluklarınız varsa da onların da en kısa zamanda giderileceğini dilemekteyim. Bizler bir taraan bilgili hekimler yetiştirip orduda ve ülke içinde gerekli görevlerde kullanırken bir taraan da tıp dilini Türkçeleştirmeye ve gerekli kitapları kendi dilimizde yazmaya gayret etmeliyiz.” diyerek Fransızca öğretime başlama mecburiyetini dile getirmiştir. II. Mahmud daha sonra da zaman zaman Tıbbiye’yi ziyaret etmiş, bitirme imtihanlarına nezaret etmiştir. Harvanî: II. Mahmud döneminde kıyafet düzenlemesiyle devlet ricalinin kürk giymesi usulü terk edildikten sonra giyilmeye başlanan yakası sırma işlemeli çuhadan üst elbisesidir. 110 Osmanlı Tarihi (1789-1876) Özet Osmanlı Devleti’nin 1821-1830 yılları arasında yaşadığı zorlu süreci değerlendirmek 1821 yılı II. Mahmud’un 13. saltanat yılıdır. Bu süre zarfında ayânları bertaraf edip tahtını sağlamlaştırmış, Rusya ile savaşa son veren 1812 Bükreş Antlaşması’ndan sonra daha rahat bir ortama kavuşmuştur. Düşündüğü ıslahatlara geçeceği sırada 1821’de patlak veren Mora (Rum) isyanı devleti çok zor bir duruma düşürmüştür. Yüzyıllardır rahat bir ortamda yaşayan, Divan-ı hümayun tercümanlığı, Eâk-Boğdan voyvodalığı gibi önemli görevlere yükselebilen ve ticaretle zenginleşen Rumların isyanı başlangıçta bir iç mesele olarak görülmesine rağmen kısa zamanda büyümüştür. Avrupa devletlerinin desteğini alan Rumlar kısa sürede amaçlarına ulaşırken devlet bu olay sırasında tercümanlar, Tepedelenli Ali Paşa ve Halet Efendi gibi kişilerin ihanetiyle de karşılaşmıştır. İsyanın büyümesi üzerine Mısır valisi Mehmet Ali Paşa’dan yardım istenmiş, İbrahim Paşa komutasındaki Mısır kuvvetleri Mora’ya asker çıkarmış ve başarılar elde etmişlerdir. Bunun üzerine İngiltere ve Rusya 4 Nisan 1826’da Yunanistan’ın özerkliğini içeren SenPetersburg Protokolü’nü hazırlamışlar, Fransa’nın da katılmak istemesi üzerine aynı şartları 6 Temmuz 1827’de Londra Antlaşması’na dönüştürmüşlerdir. Osmanlı Devleti’nin bağımsız bir devletin iç işlerine müdahale olarak görüp kabul etmemesi üzerine de Navarin’de demirli bulunan Osmanlı-Mısır donanmasını batırmışlardır. Osmanlı Devleti iyice güç duruma düşerken Rusya, 17 Mart 1826’da Osmanlı Devleti’ne başvurarak 1812 Bükreş Antlaşması’nın uygulamasında gördüğü aksaklıkların giderilmesi için görüşme teklifinde bulunmuş ve yapılan görüşmeler sonucunda 7 Ekim 1826’da Akkerman Sözleşmesi imzalanmıştır. Rusya, Sırbistan’ın özerkliği ve Rus ticaret gemilerinin Osmanlı karasularında serbest dolaşma hakkına sahip olması gibi şartlarla Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu durumdan kendi lehine fırsatlar çıkarmıştır. Rusya’nın bitmeyen istekleri ve Yunan bağımsızlığı konusundaki ısrarı, 1828-1829 OsmanlıRus Savaşı’na yol açarken 1826’da Yeniçeri Ocağı’nı kaldıran, 1827’de Navarin’de donanmasını kaybeden Osmanlı Devleti bu savaşa neredeyse ordusuz ve donanmasız bir durumda girmek zorunda kalmıştır. Bu zor şartlarda Osmanlı Devleti, Rumeli’de ve doğuda her iki cephede de ağır kayıplar verirken Edirne’nin düşmesi üzerine barış istemek zorunda kalmıştır. 14 Eylül 1829’da imzalanan Edirne Antlaşması ile bağımsız Rum devletinin önü açılmış, Londra’da yapılan görüşmeler sonunda 24 Nisan 1830’da sınırları belirlenen Yunanistan devleti kurulmuştur. Osmanlı Devleti’nin parçalanması adına diğer unsurlara örnek teşkil edecek bu olayın yanı sıra 1830’da Cezayir’in Fransızlar tarafından işgali de sömürgecilik adına bir başka örnek olacaktır. Mora İsyanı’nı besleyen şartlar ve başarılı olmasının nedenlerini açıklamak Osmanlı Devleti içerisinde Müslümanlardan sonra en fazla nüfusa sahip olan, ticaretle zenginleşen, Divan-ı hümayun tercümanlığı ve Eâk-Boğdan voyvodalığı gibi üst düzey görevlere kadar yükselebilen Rumlar oldukça avantajlı bir duruma yükselmişlerdi. Rum aydınların çalışmaları, Avrupa’nın antik Yunan mirasına duyduğu saygı ve sahiplenme duygusu, Rusya’nın kışkırtmaları ve Fener Rum Patrikhanesi’nin desteği gibi şartlar isyanın kısa sürede güç kazanmasına neden olmuştur. Bilinçlenen Rumların Avrupa devletlerinin maddî-manevi açık desteğini almaları onları başarıya götürmüştür. Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu zor şartlar da onlara kolaylık sağlamıştır. İsyan sırasında devam eden destekleriyle olayı uluslar arası bir mesele haline getiren Avrupa devletleri Rumları kısa sürede amaçlarına ulaştırmışlardır. Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasına giden süreci ve sonuçlarını ifade etmek I. Murad zamanında kurulan ve uzun yıllar devletin temel askeri gücünü oluşturan Yeniçeri Ocağı’nın nizamı 17. yüzyılın ilk yarısında bozulmaya başlamıştır. Acemi Ocağı’nda yetişme şartının kaldırılıp, dışardan asker alınmaya başlanması, düzenli olarak yapılan talimlerin aksaması hatta terkedilmesi, asker olmamasına rağmen elinde yeniçerilerin aldıkları ulufeyi almak için esame belgesi olan kişilerin artması gibi problemler yaygınlaşmıştır. Devlet adamları özellikle 18. yüzyılda bozulmayı görerek çeşitli tedbirler almaya başlamışlardır. Yapılan düzenlemeler ve alınan tedbirlere rağmen bozulmanın önüne geçilememiş ve ocak bir sorun odağı haline gelmiştir. Düzeltme teşebbüslerine tepki gösteren yeniçeriler bir yandan da ıslahatlar karşısındaki en büyük engel durumuna gelmişlerdir. Ulema, esnaf gibi gruplarla yaptıkları işbirliği de verdikleri tepkilerin büyümesine yol açmış1 2 3 4. Ünite - İsyan ve Savaşların Gölgesinde Osmanlı Devleti (1821-1830) 111 tır. Verim alınamayan ve sürekli engel çıkaran ocağın düzelmesinin mümkün olmadığı anlaşılınca yerine yeni bir ocak kurmak için III. Selim döneminde bir teşebbüste bulunulmuş ise de sonuç alamamıştır. II. Mahmud bu durumda daha radikal bir kararla Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasını kararlaştırmıştır. 15 Haziran 1826’da Vak’a-yi Hayriye adı verilen olay yeniçeriliğin sonu olduğu gibi yeni bir döneminde başlangıcı olmuştur. Yeniçerilere dair bütün rütbe, nişan ve ünvanlar kaldırılmış, toplandıkları kahvehane gibi mekânlar ve ilgili oldukları gerekçesiyle İstanbul’daki Bektaşi tekkeleri de kapatılmıştır. “Asakir-i Mansure-i Muhammediye” ismiyle batı tarzında bir ordu kurulmuş, ulema ve esnaf gibi grupların muhalefeti de kontrol altına alınmıştır. 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı’nın çıkış koşullarını ve sonuçlarını çözümlemek Yunan meselesini kendi lehine çözmek ve güneye inme siyaseti çerçevesinde harekete geçmek isteyen Rusya, Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu zor şartları kullanmıştır. 1826’da Yeniçeri Ocağı’nı kaldıran ve 1827’de Navarin’de donanmasını kaybeden Osmanlı Devleti’ne karşı savaşı kollayan Rusya, 14 Nisan 1828’de saldırıya geçmiştir. İlk saldırılarda İsakçı, Tulçi gibi önemli kalelerini kaybeden Osmanlı Devleti hem Rumeli’de hem de doğuda güç durumda kalmıştır. Ekim 1828’de batıda Silistre’ye kadar uzanan Rus saldırılarında, doğuda ise Ahıska, Kars, Anapa ve Erzurum kaybedilmiştir. Avrupa devletleri Londra’da elçiler düzeyinde bir konferans toplamışlar, 22 Mart 1829’da imzalanan Londra Protokolü ile Mora ve çevresi ile Kiklat adalarından meydana gelen bağımsız bir Yunanistan’ın kurulması, başına Avrupa devletlerince seçilecek Hristiyan bir valinin tayini ve Osmanlı Devleti’ne her yıl belli bir vergi vermesi şartları kabul edilmiştir. Osmanlı Devleti kendisine sunulan bu protokolü reddettiğinden savaş devam etmiştir. 20 Ağustos 1829’da Edirne’nin düşmesi Osmanlı Devleti’ni barış istemek zorunda bırakmıştır. Yapılan Edirne Antlaşması ile Yunanistan’ın bağımsızlığı kabul edilirken Rusya kendi adına da önemli kazançlar elde etmiştir. Rusya, Tuna nehrinin ağzındaki adaların yanısıra Kaasya’da ele geçirdiği bazı stratejik yerler ile batı ve doğudan biraz daha güneye inmiştir. Balkanlarda da Sırbistan ve Eâk-Boğdan için koruyuculuk vazifesini üstlenerek nüfuzunu arttırırken, yüklü miktarda bir tazminatı da kabul ettirmiştir. Osmanlı Devleti için Küçük Kaynarca Antlaşması’ndan sonra imzaladığı en ağır anlaşma sayılabilecek bu antlaşma ile kaybettiği toprakların yanısıra siyasi ve askeri açıdan büyük prestij kaybetmiştir. Savaş tazminatı kötü olan maliyesini daha da zor duruma düşürürken Rusya ve diğer devletlerin baskısı da artarak devam etmiştir. 1821-1830 arasında yapılan önemli ıslahatları değerlendirmek II. Mahmud’un saltanatı genellikle 1808-1826 ve 1826- 1839 arası olmak üzere iki dönemde incelenir. Bunun sebebi ayanlardan sonra 1826’da yeniçerileri bertaraf edip tahtını sağlamlaştırması ve 1826 sonrası düşündüğü ıslahatlara yoğunlaşmasıdır. Tahta geçtiği andan itibaren yenilikçi bir padişah portresi çizen ve yeniliklerin sadece askerî alanla sınırlı kalmayacağını gösteren II. Mahmud idare, eğitim, sosyal hayat gibi pek çok alanda topyekun bir değişim başlatmıştır. 1826 Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması yeniliklerin önünü açarken eski ile yeninin yan yana yaşama zorunluluğunun olmadığını da göstermiştir. Dolayısıyla yeni dönemin eskilerden farklı olacağı, daha radikal ve köklü değişikliklerin yapılacağı mesajı verilmiştir. Devleti kurtarabilmek için modernleşmenin zorunluluğuna inanan II. Mahmud bir yandan da merkezîyetçi politikaya ağırlık vermiştir. 1824 fermanı ile ilköğretim zorunluluğu getirirken eğitim konusundaki kararlılığını göstermiştir. 1827’de açılan Mekteb-i Tıbbiye’de modern tıp eğitimi verilmeye, ordu başta olmak üzere ülkenin ihtiyacı olan hekimler yetiştirilmeye başlanmıştır. Öte yandan gerek yeni ordunun kıyafeti gerekse bizzat kendisinin örnek teşkil ettiği giyim tarzıyla Osmanlı ülkesinde önemli bir değişime imza atmıştır. Toplumsal hayata da yansıyacak bu değişiklikler Tanzimat döneminin de altyapısını oluşturacaktır. 4 5 112 Osmanlı Tarihi (1789-1876) Kendimizi Sınayalım 1. Aleksandros İpsilanti’nin Rum isyanının fitilini ateşlediği ilk yer aşağıdakilerden hangisidir? a. Odesa b. Mora c. Yaş d. Navarin e. Epir 2. Rum isyanının en büyük destekçilerinden olan Filiki Eterya Cemiyetinin hangi yıl ve nerede kurulduğu aşağıdakilerden hangisinde doğru olarak verilmiştir? a. 1812-Mora b. 1814-Odesa c. 1815-Yaş d. 1817-Epir e. 1821-Mora 3. Sen-Petersburg Protokolü’ne başlangıçta katılmayıp daha sonra katılmak istediğini bildiren ve bu nedenle yeni bir anlaşma yapılmasına neden olan devlet aşağıdakilerden hangisidir? a. İngiltere b. Rusya c. Avusturya d. Prusya e. Fransa 4. Sen-Petersburg kararlarını teyid eden anlaşma aşağıdakilerden hangisidir? a. Bükreş b. Akkerman c. Londra d. Yaş e. Edirne 5. Navarin baskınından sonra Mora’daki Mısır kuvvetlerinin tahliye işini üstlenen devlet aşağıdakilerden hangisidir? a. Rusya b. İngiltere c. Fransa d. Avusturya e. Prusya 6. Bağımsız Yunanistan’ın kuruluşunu ilân eden anlaşma aşağıdakilerden hangisidir? a. Sen-Petersburg b. Londra c. Atina d. Edirne e. Bükreş 7. 1826’da Osmanlı Devleti’ne başvuruda bulunup 1812 Bükreş Anlaşması’nda gördüğü aksaklıkların çözülmesini isteyerek yeni bir sözleşme yapılmasına neden olan devlet aşağıdakilerden hangisidir? a. Rusya b. İngiltere c. Fransa d. Avusturya e. Prusya 8. Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu zor şartlardan istifade ederek 1820-1823 yılları arası savaş açan devlet aşağıdakilerden hangisidir? a. Rusya b. İran c. İngiltere d. Fransa e. Yunanistan 9. Aşağıdaki şehirlerden hangisinin kaybı 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı’nın sonuçlandırılmasını çabuklaştırmıştır? a. Mora b. Kars c. Edirne d. Erzurum e. Yaş 10. Osmanlı tarihinde önemine izafeten “Vak-a-yi Hayriye” olarak geçen olay aşağıdaki yıllardan hangisinde gerçekleşmiştir? a. 1814 b. 1821 c. 1826 d. 1830 e. 1832 4. Ünite - İsyan ve Savaşların Gölgesinde Osmanlı Devleti (1821-1830) 113 Yaşamın İçinden “Sultan Mahmud, devletin varlığını sürdürebilmesi için geleneksel Osmanlı yaşayış tarzının da değişmesi kanaatine vardı. Bunun sonucunda da giyim, dil, düşünce hatta yaşayış tarzlarında da değişmeler başladı. O, daha 1815’te Topkapı Sarayı’ndan çıkarak Dolmabahçe’deki modern saraya taşınmıştı. Burada eskinin divan ve minderleri yerine Batı’nın sandalye, masa ve kanepeleri vardı. Sultan Mahmud evini Avrupalı gibi döşemekle kalmamış, Avrupalılar gibi giyinmeye de başlamıştı. Sakalını kısaltmış, Batı tarzı serpuşlar, uzun ceketler, pantolonlar da giymişti. Avrupaî bir faytonla şehri dolaşmaya, halka karışmaya başlamıştı. İlk defa av, sefer ve gezinti amacı olmadan taşraya, vilayetlere gitmişti. Sultan Mahmud yurt içi gezilerinde Silivri, Çanakkale, Gelibolu, Varna, Silistre ve Rusçuk gibi yerlerde halkın dertlerini dinlemiş, istihkâmları dolaşmış, asker ve malzeme naklini denetlemiş, redif taburlarının talimlerinde hazır bulunmuştur. Şumnu’da yaptığı konuşmada “Siz Rumlar, siz Ermeniler, siz Yahudiler, hepiniz Müslümanlar gibi Allah’ın kulu ve benim tebaamsınız. Dinleriniz başka başkadır, fakat hepiniz kanunun ve irade-i şahanemin himayesindesiniz. Size tarh edilen vergileri ödeyin; bunların kullanılacakları maksatlar sizin emniyetiniz ve sizin refahınızdır” demiş ve şikayetleri olup olmadığını, kiliselerinin tamire ihtiyacı bulunup bulunmadığını sormuştur. Gerçekten padişah, gittiği yerlerde camiler gibi tamire muhtaç kiliseler için de paralar tahsis etmiştir. Dikkati çeken bir başka husus II. Mahmud’un bu seyahatlerinin masraarını bizzat cebinden ödemiş olmasıdır. Gittiği yerlerde her gördüğü fakir ve sakata altınlar dağıtan padişah, Şumnu fukarası için ayırdığı 10.000 altının mutlaka onların ellerine geçmesi için kesin emirler vermiş ve bu hususta imamları kendisine bilgi vermekle görevlendirmiştir. Bu arada halkın özellikle kadınların sunduğu arzuhalleri toplamış ve onların dertlerini dinlemiştir.” Kaynak: Özcan, Abdülkadir. (1995). “II. Mahmud ve Reformları Hakkında Bazı Gözlemler”, Tarih İncelemeleri Dergisi, c.X, İzmir, s. 17. “Son savaşlarda ve Mora isyanı sırasında yeniçerilerden hayır gelmeyeceği anlaşılmış olduğu gibi, Mısır’dan Mora’ya İbrahim Paşa kumandasında gelmiş olan “Cihadiye” adlı muntazam askerin kazandığı muvaakiyet de dikkati çekmişti. Dış düşmanları ve iç isyanlar dolayısıyla devletin içinde bulunduğu tehlikeli durumdan kurtarılması ise mutlaka böyle bir teşkilatın kurulmasına bağlı idi. Şimdiye kadar kurulanları yeniçeriler yaşatmamış olmakla beraber, II. Mahmud kelleyi koltuğa alarak bu işi bir daha tecrübe etmeğe karar verdi. En ziyade güvendiği ve lehinde gördüğü cihet ise halk eârının tamamen yeniçeriler aleyhine dönmüş olmasıydı. II. Mahmud mümkün olduğu kadar taraar kazanmak için ulemaya çok yüz veriyor, iltifatta bulunuyor, ocak için her zaman büyük kuvvet olmuş bu zümreyi kazanarak yeniçerileri bir dayanaklarından mahrum etmek istiyordu. Esasen ocaklının günden güne artmış olan şımarıklığı ve tecavüzleri nasıl halkı onlardan soğutmuş bulunuyorsa, ulema da yavaş yavaş kendilerinden yüz çevirmişti. Sultan Mahmud, bundan başka başta topçular olmak üzere lağımcılar ve humbaracılar gibi aşağı yukarı 100 yıldan beri ıslahatı kabul etmiş bulunan ordunun teknik sınıarını da ele almış kendi tarafına kazanmıştı. Sonra ocağı zayıatmak için Ağa Hüseyin Paşa’nın yeniçeri ağalığı zamanında en azgın ve namlı yeniçeri zorbalarını tepelemişti. Aynı zamanda Anadolu ve Rumeli’nin çeşitli yerlerinde dağınık halde bulunan sipahileri de lağımcı ve humbaracı ocaklarına katarak nizam altına aldı. Tophane’de yaptırdığı Nusratiye Camii’nin tamamlanmasından sonra ilk Cuma namazından çıktığı zaman sağda topçular, solda yeniçeriler selam durmuşlardı. II. Mahmud topçuların selamına karşılık verdiği halde yeniçerilere hiç aldırış etmedi. Bu hâl herkesin dikkatini çekmişti. Bundan sonra padişah evvela ulema ile gizlice görüşerek Müslüman memleketlerini düşman istilasından korumak gayesi ile muntazam talim görmüş askerin gerekli olduğunu ve kendisinin böyle asker yetiştirecek yeni bir ocak kurmağa karar verdiğini ve vaziyeti kurtarmak için başka bir çare kalmadığını onlara da kabul ettirdi. Ulema bu hususta kendisini destekleyeceklerini vaad ettiler. Fakat her şeyden önce karşı koyacak Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması gibi en başta gelen meselenin halli lazımdı. Bunun nasıl tatbik olunacağı hakkında düşüncesi sorulan boğaz muhafızı Ağa Hüseyin Paşa ise, ocağın en tehlikeli sınıfını mütevelli, aşçı usta, haseki oturağı gibi kimselerden mürekkep orta kısmın teşkil ettiğiOkuma Parçası 114 Osmanlı Tarihi (1789-1876) ni, ocak ileri gelenleriyle küçükleri bu işe razı etmenin kolay olduğunu, ancak bu orta sınıfın aşağı sınıfı ayaklanmağa kışkırtmasının mümkün bulunduğunu söyledi ve bunların sayısı sınırlı olduğu için hepsinin birden idamını tavsiye etti. Lakin II. Mahmud daha başlangıçta kanlı bir usule gitmek istemiyordu. Yeniçeri ağası Celaleddin Ağa vasıtasıyla kul kethüdası Hasan ve ocakta söz sahibi olanlardan Canbaz Yusuf ’la aynı derecede ileri gelenlerden bir kısmı çağrılıp rütbeler, ihsanlar vaadiyle mesele kendilerine açılarak bu işe itiraz etmeyeceklerine ve itiraz eden olursa susturacaklarına dair söz alındı” Kaynak: Sertoğlu, Midhat. (2011). Mufassal Osmanlı Tarihi, C.V, Ankara, s. 2889-2890. Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı 1. c Yanıtınız yanlış ise “İsyanın Başlaması” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 2. b Yanıtınız yanlış ise “Mora (Rum) İsyanı” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 3. e Yanıtınız yanlış ise “Londra Antlaşması” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 4. c Yanıtınız yanlış ise “Sen-Petersburg Protokolü” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 5. b Yanıtınız yanlış ise “Navarin Baskını” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 6. d Yanıtınız yanlış ise “Edirne Antlaşması” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 7. a Yanıtınız yanlış ise “Osmanlı-Rus İlişkileri ve Akkerman Sözleşmesi” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 8. b Yanıtınız yanlış ise “1820-1823 Osmanlı-İran Savaşı” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 9. c Yanıtınız yanlış ise “1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 10. c Yanıtınız yanlış ise “Yeniçeri Ocağı’nın Kaldırılması” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Sıra Sizde 1 Osmanlı Devleti’nde “Millet sistemi” içerisinde Ortodoks Rum milleti olarak yer alan ve ağırlıklı olarak Mora Yarımadası, Epir, Teselya, Ege Adaları, Batı Anadolu ve İstanbul’da yaşayan Rumlar ayrıcalıklı bir statüye sahiptiler. Bu ayrıcalıklı statü ile uzun yıllar bürokraside yükseldikleri gibi ticarette de zenginleşmişlerdi. Rumların bir başka ayrıcalığı ise Avrupa devletlerinin kendilerine verdiği değerdi. Avrupa medeniyetinin temeli olarak gördükleri Antik Yunan’a duyulan saygı, bağlılık ve köklerini burada arama çabası Rumları Avrupa devletlerinin gözünde ayrıcalıklı bir konuma getirmişti. Antik Yunan’ın mirasçısı olarak gördükleri Rumların desteklenmesini görev edinerek maddî-manevî her türlü desteği sağlamışlardı. Avrupa’nın geçmişe bağlılık anlayışıyla sağladığı bu destek onları diğer Balkan bağımsızlık hareketlerinden farklı kılan ve başarıya ulaştıran en önemli etken olmuştur. Pek çok ülkenin büyük şehirlerinde “Helen dostu” dernekler kurulduğu gibi Jules Lefevre, Victor Hugo, Lamartine, Lord Byron, Herder ve Hegel gibi yazar, şair ve düşünürler de bu dostluğu desteklemişlerdir. Sıra Sizde 2 Mora isyanı başladığında devlet bunu başlangıçta bir iç mesele olarak algılamış, bölgeye gönderilen Nikola Moruzzi’nin Rumların devlete sadakatini bildiren aldatıcı raporu da bunda etkili olmuştur. Ancak isyanın giderek büyümesi ve güç kazanmasıyla devletin bakışı değişmiş ve “Yunan ihtilâli” tabiri kullanılmaya başlanmıştır. Kendisi de bir Rum olan Moruzzi’nin Rum tebaanın sadakatinden bahseden ve isyan hazırlığını yalanlayan raporu Osmanlı Devleti’nin kendi dil bilmeyen eleman eksikliğini açıkça ortaya koyduğu gibi haber alma ve diplomasi de yaşanan sıkıntıları da göstermiştir. Bu olay sırasında yaşanan bir başka sıkıntı II. Mahmud’un mühürdarı Halet Efendi ile Tepedelenli Ali Paşa arasındaki kişisel husumetten kaynaklanmıştır. Yanya bölgesinde kurduğu sert yönetimle Rumları da denetim altında tutan Tepedelenli Ali Paşa’nın kendi hırslarının yanı sıra kendisine düşmanlık besleyen Halet Efendi’nin kışkırtmalarıyla asi ilan edilip vezirliğinin elinden alınması onu isyana sürüklemiştir. Mora isyanı sırasında Tepedelenli’nin bu şekilde isyanı devleti güç durumda bırakmış, devlet bir süre ona yönelik mesai harcamak zorunda kalmıştır. Tepedelenli’nin ölümüyle isyan sonuçlanmış, Halet Efendi de Rumlarla yakınlığı ve bu olay sırasındaki yanlış yönlendirmesi anlaşılınca idam edilmiştir. Devletin bütün dikkatini ve gücünü Mora isyanına yönelteceği sırada içten kaynaklanan bu sebepler durumu daha da zorlaştırmıştır. Sıra Sizde 3 Osmanlı Devleti Mora isyanının giderek büyümesi ve güç kazanması üzerine Mısır valisi Mehmed Ali Paşa’dan yardım istemiştir. Kendisine bağlı bir vali olarak Mehmed Ali Paşa’nın Mısır’da yaptığı icraatlardan ve bu arada kurduğu batı tarzı ordudan haberdar olan II. Mahmud, Mısır’dan gelecek düzenli ordu ve donanma ile isyanın bastırılabileceğini düşünmüştür. Mehmed Ali Paşa, Mısır valiliğine ek olarak Mora ve Girit valiliğinin de kendisine verilmesi şartıyla yardımı kabul etmiştir. 4. Ünite - İsyan ve Savaşların Gölgesinde Osmanlı Devleti (1821-1830) 115 Yararlanılan ve Başvurulabilecek Kaynaklar Sıra Sizde 4 Mehmed Ali Paşa kuvvetlerinin Mora’da elde ettiği başarılarla Rumları düşürdüğü zor durum ve ileride Doğu Akdeniz’de etkin olma düşüncesi Avrupa devletlerini harekete geçirmiştir. 4 Nisan 1826’da İngiltere ve Fransa’nın öncülüğünde imzalanan Sen-Petersburg Protokolü ile bağımsız Yunan devleti yolunda ilk adım atılmıştır. Osmanlı Devleti kendi içişlerine yönelik bir müdahale olduğu gerekçesiyle bu protokolü reddetmiştir. İngiltere ve Rusya daha etkili olabilmek için protokolü Avusturya, Prusya ve Fransız hükümetlerine de bildirerek katılmalarını istemişlerdir. Bu tür milliyetçilik hareketlerinin karşısında yer alan Viyana sisteminin kurucusu Metternich protokolü reddetmiş, Prusya da onu izlemiştir. Fransa ise protokole katılmayı kabul etmiş bunu 1815’de kendisine karşı kurulmuş olan birliği parçalama ve İngiltere ile ilişkilerini geliştirmek için bir fırsat olarak görmüştür. Sıra Sizde 5 Osmanlı Devleti’nin Yunanistan’ın bağımsızlığını öngören Londra Antlaşması’nı kesin bir dille reddetmesi üzerine İstanbul’daki elçileri aracılığıyla bir süre daha uğraş veren müttefik devletler, olumlu yanıt alamayınca daha önce kararlaştırmış oldukları gibi Akdeniz’de bulunan donanmalarına Mora’daki Osmanlı-Mısır kuvvetlerine karşı harekâta geçme talimatı vermişlerdir. Müttefik donanma Çanakkale Boğazını kuşatarak, Osmanlı- Mısır donanmasının demirlemiş olduğu en önemli ikmal üssü olan Navarin’i abluka altına almıştır. Ayrıca İbrahim Paşa’ya bir ültimatom göndererek savaşa son vermesini ve Osmanlı- Mısır donanması ile askerlerinin Mora’yı terk etmesini istemişlerdir. Ancak İbrahim Paşa, Sultan II. Mahmud’a tâbi olduğunu ve ondan emir almadıkça böyle bir karar alamayacağını belirtmiştir. Bunun üzerine müttefik savaş gemileri limanda demirli bulunan OsmanlıMısır donanmasına ait gemilere 20 Kasım 1827 günü de ateş açarak birkaç saat içinde imha etmişlerdir. Sıra Sizde 6 Rusya 1828-1829 savaşını “güneye inme siyaseti” çerçevesinde kendi çıkarları açısından düşünmesine rağmen İngiltere ve Fransa’ya bir fetih politikası gütmedikleri ve amaçlarının Yunan sorununun çözülmesi olduğu yönünde bir teminat vermiştir. Böylece İngiltere ve Fransa’nın muhtemel müdahalelerinin önüne geçmek ve amacı anlaşılıncaya kadar rahat hareket etmek istemiştir. Akyüz, Yahya. (1994). Türk Eğitim Tarihi, İstanbul. Baykara, Tuncer. (1989).”Yeniçeri Ocağı’nın Kaldırılmasının Sosyal Sonuçları”, Sultan II. Mahmut ve Reformları Semineri Bildiriler, İstanbul. Beydilli, Kemal. (2003). “Mahmud II”, DİA, c. 27. Ankara. Karal, Enver Ziya. (1997). “Mahmud II”, İA, c.7.Eskişehir. Karal, Enver Ziya. (1994). Osmanlı Tarihi, c. V, Ankara: TTK Yayınları. Ortaylı, İlber. (1995). İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, İstanbul: Hil Yayınları Özcan, Abdulkadir. (1995). “II. Mahmut ve Reformları Hakkında Bazı Gözlemler”,Tarih İncelemeleri Dergisi, c.X, İzmir. Özcan, Abdülkadir. (1991). “Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye”, DİA, c.3,İstanbul. Özcan, Nuri (2006).” Muzıka-yı Hümayun”, DİA, c.31, İstanbul. Sertoğlu, Midhat. (2011). Mufassal Osmanlı Tarihi, c.V, Ankara. Shaw Stanford J.-Ezel Kural. (2000). Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, c.2, İstanbul: e Yayınları. Uçarol, Rıfat. (1995). Siyasi Tarih (1789-1994), İstanbul: Filiz Kitabevi. Uzunçarşılı, İ. Hakkı. (1954). “Asakir-i Mansure’ye Fes Giydirilmesi Hakkında Sadr-ı Azam’ın Takrir-i ve II. Mahmut’un Hatt-ı Humayunu”, Belleten, c.XVIII/ 70. Ankara. Zürcher, Eric Jan. (1999). Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, çev. Yasemin Saner Gönen, İstanbul: İletişim Yayınları. 5 Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; Avrupa’da yaşanan 1830 İhtilâli’nin etkilerini değerlendirebilecek, Mısır Meselesi’nin ortaya çıkışı ve devleti düşürdüğü zor durumu açıklayabilecek, Hünkâr İskelesi Antlaşması’nın önemini ve neden olduğu tepkileri değerlendirebilecek, 1838 Baltalimanı Antlaşması’nın imzalandığı koşulları ve sonuçlarını açıklayabilecek, II.Mahmud’un gerçekleştirdiği köklü değişiklikleri ve Tanzimat’a hazırlık sürecini ifade edebilecek bilgi ve becerilere sahip olacaksınız. Anahtar Kavramlar • 1830 İhtilâli • Mısır Meselesi • Mehmed Ali Paşa • Kütahya Barışı • Hünkâr İskelesi Antlaşması • 1838 Baltalimanı Antlaşması • Nizip Savaşı • Nezaretlerin (Bakanlık) Kurulması • 1831 Nüfus Sayımı • Takvim-i Vekâyi İçindekiler Osmanlı Tarihi (1789-1876) Köklü Değişiklikler ve Tanzimat’a Hazırlık (1830-1839) • GİRİŞ • AVRUPA’DA 1830 İHTİLÂLİ • MISIR MESELESİ • II. MAHMUD DÖNEMİ’NDE GERÇEKLEŞTİRİLEN KÖKLÜ DEĞİŞİKLİKLER OSMANLI TARİHİ (1789-1876) GİRİŞ 1830 yılı II. Mahmud’un 22. saltanat yılı olup Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından sonra ağırlık verdiği ıslahat düşüncesinin de yoğunluk kazandığı bir dönem olmuştur.1839’da vefatına kadar sürecek olan bu dönemde, Mehmed Ali Paşa isyanı, devleti uğraştıran en önemli mesele olmuştur. Âsi bir valinin ayaklanması olarak başlayan olay, kısa sürede bir Avrupa meselesi hâline gelmiştir. Avrupa devletlerinin birbirleriyle çatışan menfaatleri, ilgi ve dikkatlerini bu meseleye yoğunlaştırmalarına sebep olmuştur. Osmanlı Devleti bu süreçte yaptığı ittifaklarla meseleyi çözüme kavuşturmaya çalışırken, her bir ittifakta daha fazla ödün vermek zorunda kalmıştır. 1830-1839 arası süreçte bir yandan da II. Mahmud’un düşündüğü köklü değişiklikler hayata geçirilmiştir. Devlet ve toplum hayatında önemli değişimler yaşanmıştır. II. Mahmud pek çok alanda “ilk”lere imza atarken kendisinden önceki padişahlardan farklı bir profil çizmiştir. Yapılan yenilikler Tanzimat Fermanı’yla başlayacak yeni dönemin altyapısını hazırlamıştır. AVRUPA’DA 1830 İHTİLÂLİ 1815 Viyana Kongresi’nden sonra monarşilerin benimsediği “Viyana Sistemi” ne karşı 1820’lerden itibaren liberal tepkiler güçlenmeye başlamıştır. Liberal fikirler sadece siyasal alanda değil toplumun birçok alanında kendisini göstermiş, “Liberalizm” çok cepheli olarak gelişmiştir. Aydınların düşüncelerini tekrar Fransız İhtilâli üzerine yönelterek yeni bir değerlendirme sürecine girmeleri onları “Cumhuriyetçilik” fikrine götürmüştür. Öte yandan 1821’de ölümünden sonra Napolyon’un tekrar incelenmeye başlanması ile “dinin savunucusu, Fransız ihtilâl fikirlerinin şampiyonu, Fransa’nın sembolü” gibi tanımlamalarla “Bonapartizm” kavramı ortaya çıkmış ve Cumhuriyetçilik ile birlikte ele alınmaya başlanmıştır. Bu düşünceler yayıldıkça iş ve ticaret hayatında bir hoşnutsuzluk kendini göstermiştir. İş dünyasında ekonomik mekanizmaların serbest bir şekilde işlemesi için siyasal mutlakiyetçiliğe karşı bir tutum ortaya çıkmıştır. Ekonomik hayatın gelişiminin siyasal anlamda liberalizm ile mümkün olacağı tartışılmaya başlanmıştır. Liberal fikirler din alanında da kendini göstermiştir. Fransa, İrlanda ve Belçika gibi ülkelerde Katolik kilisesinin mutlakiyetçi hükümdarlara karşı mücadele etmesi istenirken, kilisenin dinsel ilkelerinden ayrılmadan basın ve öğretim hürriyeti için çalışılabileceği tartışılmaya başlanmıştır. 1815-1830 arası güzel sanatlarda da “Romantizm” akımı ile hürriyet fikri gelişmiştir. Romantizm, 18. yüzyılın rasyonalizmi (akılcılık) ile içerikten ziyade şekle önem veren Köklü Değişiklikler ve Tanzimat’a Hazırlık (1830-1839) 118 Osmanlı Tarihi (1789-1876) klasizme tepki olarak ortaya çıkmıştır. Romantizm tabiata dönüş, tabiattaki mevcut şekil ve renkleri hür ve serbest bir şekilde ele almayı savunmuştur. Victor Hugo “Romantizm demek edebiyatta liberalizm demektir” şeklinde bir saptamada bulunmuştur. Görüldüğü üzere toplumların yapısında pek çok alanda hürriyete doğru bir akış meydana gelmiş, Avrupa’nın mutlakiyetçi hükümdarları liberalizm ve hürriyetçiliği baskı altında tutmaya çalışmışlardır. Ancak bu fikirlerin bir gün patlamaya dönüşmesi kaçınılmaz hâle gelmiştir. 1830’da Fransa’da patlak veren ayaklanma işte bu sürecin sonucudur. 25 Temmuz 1830’da basın hürriyetinin kaldırıldığı, seçmen sayısının 100.000’den 25.000’e indirildiği ve liberal muhalefeti dağıtmak üzere meclisin dağıtıldığı ilân edilince tepkiler başlamıştır. Tepkiler 27 Temmuz 1830’da “Fransa’da Temmuz İhtilâli” ismiyle anılan ayaklanmaya dönüşmüştür. Liberallerin aşırı kolu olan Cumhuriyetçiler tarafından başlatılan ayaklanma kısa sürede öğrenci, işçi ve halkın katılımıyla büyümüştür. Paris sokaklarında 3 gün süren kanlı çatışmalar yaşanmıştır. 30 Temmuz’da liberal milletvekillerinin kurduğu Yürütme Konseyi, X. Charles’in krallıktan düşürüldüğünü ve liberal fikirleriyle tanınan I. Louıs Philippe’nin kral olduğunu ilân etmiştir. Anayasa da demokratik ilkelere göre değiştirilmiş ancak cumhuriyet ilân etmeye cesaret edilememiştir. Paris’te kanlı çarpışmalara neden olan bu ayaklanma, diğer ülkelere de sıçramıştır. Belçikalılar, Hollandalıların egemenliğinden kurtularak dönemin en ileri hürriyetçi anayasasını kabul etmişlerdir. 1830 ihtilâli Almanya’yı da etkisi altına almıştır. Germen Konfederasyonu’nun dağınık durumda olması nedeniyle bütün Almanya’yı kapsayan bir ihtilâl olmamış ise de birçok Alman devletinde hürriyetçi anayasalar kabul edilmiştir. İngiltere ve Fransa’nın itirazlarına rağmen Avusturya, Almanya üzerindeki kontrolünü devam ettirmiştir. İtalyan devletlerindeki hürriyetçi hareketler de Avusturya tarafından sert bir şekilde bastırılmasına rağmen 1830 İhtilalinde liberalizm önemli bir ivme kazanmıştır. Mutlakiyet yönetimlerinin eskisi gibi kolaylıkla yürütülemeyeceği anlaşılmıştır. Hükümdarların kutsal hakları yerine “ulusların egemenliği” tartışılmaya başlanmıştır. Özellikle Batı Avrupa’da demokrasi fikri gelişmeye devam etmiştir. 1830 ihtilâli, 1815’te kurulan Beşli İttifak’ı parçalamış ve bu parçalanmadan İngiltere ve Fransa’nın meydana getirdiği Batı Bloku ile Rusya, Avusturya ve Prusya’nın oluşturduğu Doğu Bloku ortaya çıkmıştır. Liberalizme karşı mutlakiyetçiliği savunan Doğu Bloku 1833’te kendi aralarında imzaladıkları München-Graetz Anlaşması ile ikinci bir Kutsal İttifak içinde birleşmişlerdir. İngiltere ve Fransa ise 1834’te İspanya ve Portekiz’i de yanlarına alarak Dörtlü İttifak’ı oluşturmuşlardır. Ancak İngiltere ve Fransa’nın birlikteliği uzun sürmemiş özellikle Mehmed Ali Paşa isyanı sırasındaki farklı tavırları ilişkilerinin bozulmasına sebep olmuştur. 1830 İhtilâli’nin Avrupa’da yaydığı düşünceler nelerdir? MISIR MESELESİ II. Mahmud, 1821 Mora isyanı sırasında Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa’dan yardım istemiş, Mehmed Ali Paşa da oğlu İbrahim Paşa komutasında Mısır birliklerini yardıma göndermiştir. İbrahim Paşa’nın Mora’da kazandığı başarılar üzerine Avrupa devletleri müdahale etmiş ve Sen-Petersburg Protokolünü hazırlayıp kabulünü istemişlerdir. Osmanlı Devleti’nin Yunanistan’ın bağımsızlığını içeren Sen-Petersburg Protokolü ve onu teyit eden Londra Antlaşma’sını kabul etmemesi üzerine de 1827’de Navarin’de bulunan Osmanlı-Mısır kuvvetlerini düzenledikleri ani bir baskınla batırmışlardır. Navarin baskınından sonra Mısır kuvvetlerinin padişahtan izin istemeden çekilmesi, 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında istenen yardımın gönderilmemesi, Edirne Antlaşması’ndan sonra gerginliğin giderek artmasına sebep olmuştur. Bunun en önemli sebebi Mehmed 1 Liberalizm; bireyin özgürlüğünü, özerkliğini, temel haklarını garanti altına almayı amaçlayan ve bu nedenle siyasal iktidarın sınırlandırılmasıüzerinde duran bir düşüncedir. Mutlakiyet; bir devlet yönetiminde, devletin temel güç ve yetkilerinin tek kişide veya grupta toplandığı yönetim biçimidir. Bu yönetim anlayışında gücü elinde toplayan kişiyi veya kişileri sınırlandıran herhangi bir yasa yoktur. Bu açıdan yönetenin veya yönetenlerin sınırsız iktidarı bulunmaktadır. Mutlakiyet, mutlak monarşi olarak da adlandırılabilir. 5. Ünite - Köklü Değişiklikler ve Tanzimat’a Hazırlık (1830-1839) 119 Ali Paşa’nın yardım karşılığı vaat edilen Girit, Suriye ve Trablusşam valiliğini istemesidir. Olaylar Osmanlı Devleti’nin aleyhine geliştiğinden sadece Girit valiliği verilmiş ancak Hüsrev Paşa’nın da etkisiyle bir taraan da Mehmed Ali Paşa’dan kurtulmanın plânları yapılmıştır. Eski sadrazam Selim Paşa’nın Şam valisi atanması ve bir bahane ile Mısır’a girmesi tasarlanırken bundan haberdar olan Mehmed Ali Paşa’nın hırsı daha da artmıştır. Mehmed Ali Paşa (Kavalalı) 1769’da Kavala’da doğan ve çocukluğu burada geçen Mehmed Ali’nin, babası İbrahim Ağa’nın yanında tütün ticaretiyle uğraştığı bilinmektedir. 18 yaşında askerliğe intisab ettiği ve Napolyon’un Mısır’ı işgali üzerine Kavala’dan yola çıkan 300 askerin içinde yer aldığı bilinmektedir. 8 Mart 1801 ‘de Mısır’a ulaştıktan sonra aynı yıl Fransız kuvvetleri karşısında elde ettiği başarılardan dolayı Mısır Valisi Mehmed Hüsrev Paşa tarafından binbaşılığa yükseltilmiştir. Fransız işgalinden sonra anarşi ve kargaşa içine düşen Mısır’da, Osmanlılar ve Kölemen beyleri kontrolü ele geçirmek için birbirleriyle mücadele etmekteydiler. Mehmed Ali Paşa bu durumdan istifade ederek Kölemen beylerini Osmanlılar’a, muhalif grupları birbirlerine, yeni vali Hurşid Paşa’yı Kölemenlere ve Kahire halkını da Hurşid Paşa’ya karşı kışkırtmıştır. Sonuçta çeşitli siyasi manevralarla Mısır’ın son valileri bulunan Hüsrev, Tahir, Ali ve Hurşid Paşaları bertaraf edip ulema, eşraf ve Mısır halkının desteğini kazanmayı başarmıştır. Durumu bu şekilde kontrol altına aldığında Osmanlı Devleti tarafından 3 Temmuz 1805 tarihinde Mısır valiliğine getirilmiştir. Mısır’da valilik yapmanın kolay olmadığı bilinmekteydi. Özellikle Kölemen beyleri ve İngilizler Mısır’da güçlü bir idareye muhalefet ediyorlardı. Mehmed Ali Paşa Mısır’da güçlü bir yönetim kurmak için Kölemen tehdidini ortadan kaldırmak gerektiğinin bilincindeydi. 1811’de verdiği bir ziyafette beylerin çoğunu öldürterek Kölemenleri bertaraf etmeyi başarmıştır. Bu gelişmelerle giderek güç kazanan Mehmed Ali Paşa’nın, Mısır’dan uzaklaştırılarak Selanik ve Kavala’ya vali olarak tayini düşünülmüş ancak gerçekleştirilememiştir. Mehmed Ali Paşa’nın 1812’de Hicaz’da çıkan Vehhabi isyanını bastırması ise gücünü büsbütün arttırmıştır. Mehmed Ali Paşa siyasî faaliyetleri dışında kurduğu yeni düzenle Mısır’ı ekonomik açıdan da oldukça güçlendirmiştir. Nil’den İskenderiye’ye açılan kanal ile sulama işi çözülerek pamuk yetiştiriciliğine öncelik verilmiş ayrıca afyon, pirinç ve hububat tarımı geliştirilmiştir. İplik, bez, şeker fabrikaları ile ekonomi canlandırılırken ziraatte ürün vergisi, endüstri ve ticarette tekel sistemi ile Mısır’ı zenginleştirmiştir. Vali olduğunda 13 bin kese olan geliri, dördüncü yılında 35 bin keseye sonra da 400 bin keseye kadar çıkarmıştır. 12 bin kesesini İstanbul’a vergi olarak gönderirken kazandığı paranın bir kısmıyla Fransa’dan getirilen subay ve teknisyenlerle Avrupa tarzı bir ordu ve donanma inşa etmiştir. Ayrıca Avrupa’ya eğitim için öğrenci gönderilmiştir. Mısır’da 1816’da hendese mektebi, 1827’de tıbbiye, 1834’te mühendishane açıldığı gibi buralarda Avrupa programları uygulanmıştır. 1820 yılında ilk matbaa açılarak yeni okullar için gerekli kitapların ve daha sonra Arapça, Türkçe ve Farsça klasik eserlerin basımı gerçekleştirilmiştir. 1828’de “Vakayi-i Mısrıye” isimli resmî bir gazete Arapça ve Türkçe olarak yayımlanmaya başlanmıştır. Mehmed Ali Paşa böylece hemen her alanda yaptığı yatırımlarla Mısır’a yeni bir çehre kazandırmıştır. II. Mahmud döneminde gerçekleştirilen bazı reformların ilk örnekleri Mısır’da önce kendisi tarafından gerçekleştirilmiştir. Mısır’da kurduğu bu güçlü düzen sayesinde Mora isyanı sırasında II. Mahmud’un yardım istediği ilk merci olmuştur. Mehmed Ali Paşa’nın Mısır’da güçlü bir duruma gelmesinin sebepleri nelerdir? 2 120 Osmanlı Tarihi (1789-1876) Mehmed Ali Paşa İsyanı’nın Başlaması (1831) Mehmet Ali Paşa’nın 1831’de isyanına giden süreçte Suriye valiliğini ele geçirmenin yanı sıra Mısır’ı, komşuları olan Sudan ve tüm Arabistan’da en üstün güç hâline getirmek, İstanbul’dan bağımsız hareket edebilmek, Mısır valiliğini bir hanedanlık biçiminde babadan oğula geçirmek gibi hedeeri de bulunmaktaydı. 1831 yılı Osmanlı Devleti’nin yıkıcı bir savaştan yeni çıktığı, ordu ve donanma eksikliklerini henüz gideremediği, maliyesinin kötü olduğu, Mora ve Cezayir gibi iki değerli toprağını kaybettiği zorlu bir dönemdi. Avrupa’da ise 1830 İhtilâli ve etkilerinin devam ettiği karışık bir süreç yaşanmaktaydı. Bu süreçte Suriye ve Şam valiliklerini ele geçirmeye çalışan Mehmed Ali Paşa, 1831 yılında beklediği fırsatı yakalamıştır. Mehmed Ali Paşa, Mısır’da kurduğu düzeni güvenceye almak için baştan beri Suriye’yi ele geçirmesi gerektiğini düşünüyordu. Suriye’nin merkezî hükümetin zayıığı dolayısıyla birtakım yarı müstakil ve birbirlerinin aleyhinde çalışan gruplara bölünmesinden faydalanarak bu grupları çeşitli yöntemlerle birbirine kırdırma ve kendini destekleyebilecekleri bir koruma politikası izlemiştir. Ayrıca Hristiyan ahaliyi de bazı vaatler ile kendi tarafına çekmeyi başarmıştır. Bu şekilde uygun şartları hazırladıktan sonra Aralık 1831’de Akka valisi Abdullah Paşa üzerine kuvvet göndererek harekete geçmiştir. Abdullah Paşa’ya karşı harekete geçmesinin sebeplerini de şu şekilde açıklamıştır; Birincisi Mısır’da ağır vergiler ve askerlik şartından kaçarak Suriye’ye iltica eden 6000 kişinin iadesini istemesine rağmen Abdullah Paşa’nın bu isteği yerine getirmeyerek sert bir ifade ile: ”Mısırlılar da Suriyeliler gibi, Osmanlı İmparatorluğunun tebaasıdırlar. Osmanlı İmparatorluğunun istedikleri bir yerinde ikamete hakları vardır” cevabını vermesidir. İkinci sebep Babıâli ile Abdullah Paşa arasındaki ihtilaf sırasında verdiği 11.000 kese borcu Abdullah Paşa’nın ödememesidir. Üçüncü sebep ipekböcekçiliği üretimi için Suriye’den getirilen tohumları 1831’de Abdullah Paşa’nın yasaklamasıdır. Mehmed Ali Paşa’nın Abdullah Paşa’ya bir diğer suçlaması ise Şark’a olan mısır ihracatının Sina yarımadası üzerinden yapılmasını teşvik ederek Mısır limanlarının zarar görmesine neden olmasıdır. Bütün bu sebeplerle Suriye’ye karşı harekete geçen Mehmed Ali Paşa, oğlu İbrahim Paşa komutasında 24 bin kişilik bir ordu göndermiş ve kısa sürede Yafa, Gazze ve Hayfa’yı ele geçirmiştir. Abdullah Paşa esir edildiği gibi Şam Valisi Selim Paşa’da çıkarılan karışıklıkta öldürülmüştür. Böylece mevcut valilerden kurtulurken, bölge halkı Mehmed Ali Paşa’yı tanımak zorunda kalmıştır. Bu gelişmeler Osmanlı Devleti’ni son derece rahatsız etmiş ve Mehmed Ali Paşa “asî” ilân edilmiştir. Edirne valisi Ağa Hüseyin Paşa, Serdar-ı ekrem ve Mısır valisi ilan edilerek Mehmed Ali Paşa’nın üzerine gönderilmiştir. Ancak Ağa Hüseyin Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu, 29 Temmuz 1832’de İbrahim Paşa tarafından Antakya-İskenderun arasında durdurularak hezimete uğratılmıştır. Mehmed Ali Paşa bu gelişme üzerine tekrar İstanbul’a başvurarak Suriye’nin verilmesi durumunda savaşı durdurmayı teklif etmiş ise de yine red cevabı almıştır. II. Mahmud bu kez sadrazam Reşid Mehmed Paşa’yı İbrahim Paşa üzerine gönderirken, İbrahim Paşa Torosları aşıp Konya önlerine kadar gelmiştir. Reşit Mehmed Paşa’nın amacı kışın gelmesinden de faydalanarak İbrahim Paşa’yı Konya’da kuşatma altına alıp dışarıyla bağlantısını kesmektir. Ancak II. Mahmud yenilginin öcünü bir an önce almak istediğinden hemen saldırıya geçilmesini istemiştir. Emre uymak mecburiyetinde olan Reşit Mehmed Paşa, düzenli ve Avrupa usulünde yetiştirilmiş Mısır kuvvetleri karşısında ağır bir yenilgi almıştır. Reşid Mehmed Paşa esir düştüğü gibi yaklaşık 30 bin kişi de hayatını kaybetmiştir. 21 Aralık’ta Konya’da alınan bu ağır mağlubiyet, Mehmed Ali Paşa isyanının ciddiyetini açıkça gözler önüne sermiştir. Osmanlı Devleti’nin kendi valisine karşı üst üste aldığı yenilgiler, Mısır kuvvetlerinin Konya önlerine kadar gelmesi ve buradan İstanbul üzerine yürüme ihtimalleri olayın vehametini açıkça gözler önüne sermektedir. 5. Ünite - Köklü Değişiklikler ve Tanzimat’a Hazırlık (1830-1839) 121 Öte yandan Mısır kuvvetlerinin geçtikleri yerlerde propaganda yaparak halkı kendi taraarına çekmeye çalıştıkları görülmektedir. İbrahim Paşa Anadolu’da özellikle ocakları kapatılan ve takibata uğrayan yeniçerileri kendi tarafına çekmeye çalışmıştır. Kayseri, Konya ve Niğde civarındaki bazı kasaba ve köylerin İbrahim Paşa tarafına geçtiklerine dair haberler çıkmaya başlamıştır. İbrahim Paşa’nın daha fazla etkili olabilmek adına Anadolu’da bulunan kadı, müü ve din adamlarıyla bağlantıya geçtiği de bilinmektedir. İbrahim Paşa bir yandan da mağlup Osmanlı paşalarına mektuplar gönderip, Akka’da esir düşen Abdullah Paşa’nın sürmekte olduğu zengin hayatı örnek göstererek kendi tarafına çekmeye çalışmıştır. İbrahim Paşa bu çabalar sonunda maddî ve manevî olarak kuvvetini arttırmayı başarmış, ordusunun mevcudunu Anadolu’ya geçtikten sonra 20.000 kişiye çıkarmış, bazı bölgelerde kendisine yakın mütesellimlerin tayin edilmesini sağlamıştır. Hatta esir alınan sadrazam Reşid Paşa ile birlikte İstanbul’a gidip, Sultan II. Mahmud’u tahttan indirip yerine Abdülmecid’in tahta geçirilmesi plânları yapacak kadar ileri gittiği bilinmektedir. Mehmed Ali Paşa hangi gerekçelerle isyan etmiştir? İsyana Avrupa Devletlerinin Müdahale Etmesi İbrahim Paşa’ya İstanbul yolunun açılması ve devletin içine düştüğü bu zor durumdan kurtulması için II. Mahmud’un Avrupa devletlerinden yardım istemekten başka çaresi kalmamıştı. Avrupa devletleri 1830’lu yıllarda kendi iç meseleleriyle uğraştıkları için Osmanlı Devleti’nde ve Ortadoğu’da mevcut durumun devamını istiyorlardı. Ancak bir taraan da Mehmed Ali Paşa’nın giderek güçlenmesinden kendi çıkarları doğrultusunda rahatsızlık duymaktaydılar. Mehmed Ali Paşa’ya karşı Osmanlı Devleti’ni desteklemeye can atan devletlerin başında Rusya gelmekteydi. Rusya, Mehmet Ali Paşa isyanı ile en yakından ilgilenen devlet olmuştur. Çar I. Petro’dan beri Karadeniz’i bir Rus gölü yapmak, İstanbul ve Boğazları ele geçirmek, Akdeniz’e inmek isteyen Rusya için zayıf bir Osmanlı Devleti yerine güçlü bir Mehmet Ali Paşa yönetimi tehdit oluşturmaktaydı. Bu nedenle Osmanlı yönetimini Mehmet Ali Paşa’ya karşı destekleyerek, hem kendisini hem de gelecekteki emellerini garanti altına almak istemiştir. İngiltere, Doğu Akdeniz’de ve Osmanlı topraklarında çıkarları bulunan bir devlet olarak Mehmet Ali Paşa’nın güçlenmesinden ve Fransa ile kurdukları ekonomik ve askeri ilişkilerden oldukça rahatsızdı. Bu ilişkilerin Akdeniz’deki İngiliz deniz üstünlüğünü ve çıkarlarını zedeleyeceği ve Hindistan’daki sömürgelerine giden yolu tehdit edeceğini düşünmekteydi. Bu nedenle İngiltere de Mehmed Ali Paşa isyanını iyi karşılamamıştı. Fransa, 18. yüzyıl sonlarından itibaren Mısır ile yakından ilgilenen bir devletti. Akdeniz’deki İngiliz emellerine karşı burada etkin olmaya çalışmaktaydı. Mehmed Ali Paşa’nın askerlik başta olmak üzere modernleştirme çalışmalarında Fransa’yı örnek alması da bu ilişkiyi kuvvetlendirmekte ve Fransa’nın işini kolaylaştırmaktaydı. Fransa özellikle 1830’da Cezayir’i ele geçirdikten sonra bütün Kuzey Afrika’da egemen olmak istiyor ve bu konuda Mehmed Ali Paşa’dan yararlanmayı düşünüyordu. Napolyon’dan itibaren Mısır, Fransa için tabiî bir ilgi alanı olduğundan, Mehmed Ali Paşa da Fransız kamuoyunda oldukça popüler olmuştu. 1831’de Mehmed Ali Paşa isyan ettiğinde Fransa onun yanında bir tavır alarak çıkarlarına uygun bir politika izlemiştir. Avusturya, çok uluslu bir devlet olarak 1815 Viyana Kongresi’nde savunduğu ilkeler çerçevesinde milliyetçiliğe ve iç isyanlara kesin olarak karşı idi. 1830 Avrupa İhtilâli sırasında da bu tür hareketlerden çekinmiştir. Bu yüzden Avusturya, Mehmet Ali Paşa isyanında Osmanlı Devleti’ni desteklemiştir. 3 122 Osmanlı Tarihi (1789-1876) Osmanlı Devleti, İbrahim Paşa kuvvetleri Anadolu içlerinde ilerlediği sırada önce İngiltere’den yardım istemiştir. Kasım 1832’de Namık Paşa özel elçi olarak Londra’ya gönderilmiştir. Namık Paşa’nın görevi Sultan II. Mahmud’un mektubunu İngiltere Kralı’na iletmek, İngiltere’den 15 parça savaş gemisi, bu mümkün olmaz ise aylıklı subay, topçu ve deniz eri temin edilmesini sağlamaktı. Namık Paşa, Londra’ya giderken Viyana ve Paris’e uğrayarak onların da desteğini sağlamak istemiştir. Metternich, Mehmed Ali’ye asî gözü ile baktıklarını ancak donanması olmadığı için Osmanlı Devleti’ne yardım edemeyeceğini belirtmiştir. Paris’te yaptığı görüşmeler ise Namık Paşa’da Fransa’ya bel bağlamanın Osmanlı Devleti’nin zararına olacağı düşüncesini uyandırmıştır. Asıl hedefi olan Londra da kral tarafından 3 gün misafir edilen Namık Paşa buradan da eli boş dönmek zorunda kalmıştır. İngiltere, Belçika ve Portekiz sorunları ile uğraşmakta, genel seçim hazırlıklarının devam ettiği bir ortamda Mehmed Ali Paşa isyanına bulaşmanın doğru olmadığını düşünmekteydi. Bu nedenle Osmanlı Devleti’nin yardım isteği geri çevrilmiştir. İngiltere’den beklenen yardım gelmeyince tek çare olarak Rusya’ya müracaat edilmiş ve bu işe gönüllü olan Rusya yardım isteğini memnuniyetle karşılamıştır. İstanbul’da Rusya’dan yardım istenmesi konusunda farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Bu yardıma karşı çıkarak doğrudan Mehmed Ali Paşa ile anlaşma yapılmasını savunanların yanı sıra Ahmed Fevzi Paşa gibi bazı devlet adamları Rus yardımının kabul edilmesi konusunda ısrarcı olmuşlardır. 3 Ocak 1833 günü Harbiye Nezareti’nde padişahın başkanlığında yapılan toplantıda Rusya’nın yardım teklifini kabul etmekten başka çare olmadığı kararı alınmıştır. Osmanlı Devleti böyle “tehlikeli” bir karar almasına rağmen bir yandan da Mehmed Ali Paşa ile anlaşarak sorunu çözmeyi düşünmekteydi. Fransızların da desteklediği bu girişim için Tophane müşiri Halil Rıfat Paşa Mısır’a gönderilmiştir. Halil Rıfat Paşa’ya verilen talimatta; “Mısır, Girit ve Cidde eyaletlerinin Mehmed Ali Paşa’da bırakıldığı, Sayda ve Trablusşam eyaletleri ile Kudüs ve Nablus sancaklarının kendisine verileceği, Şam için ısrar edilirse konunun İstanbul ile görüşülmesi gerektiği, esir alınan Reşid Paşa’nın İstanbul’a gönderilmesi, Osmanlı ordusundan alınan esirlerin ve ganimetlerin iadesi, Mısır kuvvetlerinin geri çekilmesi, biriken vergilerin ödenmesi, Mısır’da Darphane-i Amire’yi zarara sokacak para basımından vazgeçilmesi” hususları yer almaktaydı. Mehmed Ali Paşa bu şartları kabul etmemiş, Sayda ve Trablusşam’a ilaveten Şam ve Halep eyaletleri ile İçel ve Alaiye sancaklarının da kendisine verilmesini istemiştir. Ayrıca Konya meydan muharebesine ve sadrazamın esir olmasına dikkat çekerek İstanbul’a kadar gidebilecekleri tehdidinde bulunmuştur. Mehmed Ali Paşa görüşmelerde ağır bir lisan kullanmış, Rus yardımı ve Avrupa müdahalesini takmadığını, böyle bir yardım olsa bile askerinin İstanbul’a yakın olduğu için hiçbir fayda vermeyeceğini, gerekirse Rumeli ahalisini, Arnavut ve Boşnakları ayaklandırabileceğini söylemiştir. Fransa Osmanlı Devleti’ne baskı yaparak Mehmed Ali Paşa ile Halil Rıfat Paşa’nın halen anlaşabileceğini ve Rus yardımına gerek kalmayacağını savunmaktadır. İngiltere de aynı şekilde Rus yardımından tedirgindir. Osmanlı Devleti de “tehlikeli” görülen Rus yardımının tehir edilmesinin çarelerini aramaktadır Ancak İbrahim Paşa’nın İstanbul’a doğru harekete geçmesi tedirginliği arttırmış ve 2 Şubat’ta tekrar Ruslar ile bağlantı kurulmuştur. Bu çerçevede 20 Şubat 1833 günü 9 parçalık Rus donanması Boğaz’dan içeri girip Büyükdere önlerine gelmiştir. Rus donanmasının bu şekilde birdenbire İstanbul’a gelmesi aslında herkesi tedirgin etmiştir. İbrahim Paşa, yaptığı yeniliklerle ismi “gavur padişah”a çıkmış olan II. Mahmud’un şimdi de “Moskoarla anlaştığı” propagandasını yapmaya başlamıştır. Rusya 7 Nisan 1833’te 5 bin kişilik bir orduyu Beykoz’da karaya çıkardığı gibi 30 bin kişilik bir kuvveti de Tuna cephesinde İstanbul’u korumak için hazır bekletmekteydi. Rusya’nın meseleyi bu şekilde sahiplenmesi içte ve dışta tedirginlik meydana getirmiştir. 5. Ünite - Köklü Değişiklikler ve Tanzimat’a Hazırlık (1830-1839) 123 İngiltere, Fransa ve Avusturya, Rus donanmasını İstanbul’dan uzaklaştırmanın tek yolunun Padişah ile Mehmed Ali Paşa’yı uzlaştırmak olduğunu düşünmekteydiler. Bu düşünceyle İngiliz ve Fransız ortak donanması İskenderiye önlerine gönderildiği gibi, Rusya’nın Boğazlarda herhangi bir hareketine karşı İngiltere bazı savaş gemilerini Çanakkale Boğazı önlerine göndermiştir. Avrupa devletlerinin Mısır Meselesi’ne müdahale etme sebepleri nelerdir? Kütahya Barışı Rusların ordu ve donanmaları ile İstanbul önlerine gelmeleri, İngiltere ve Fransa’yı son derece rahatsız ettiğinden Mehmed Ali Paşa’ya Anadolu’yu boşaltması ve Osmanlı Devleti ile anlaşması için elçileri aracılığıyla baskı yapmaya başlamışlardır. II. Mahmud ile de görüşen elçiler aracılık yaparak bu meseleyi bir an önce çözmek istemişlerdir.. Bu çabalar sonucu Amedci Reşit Bey, Fransız Maslahatgüzarı Varenne ile birlikte İbrahim Paşa’nın ordugâhına barış teklierini görüşmek üzere gönderilmiştir. Fransa’nın aracılığıyla İbrahim Paşa ile yapılan görüşmeler sonucu 14 Mayıs 1833’te Kütahya Barışı yapılmıştır. Buna göre Mehmed Ali Paşa’ya Mısır ve Girit valiliklerinden başka Şam valiliği, oğlu İbrahim Paşa’ya da Cidde valiliğine ek olarak Adana valiliği verilmiştir. İbrahim Paşa’nın Anadolu harekâtı sırasında kendisine destek verenler aedilecek ve İbrahim Paşa, Sultandağı’nın gerisine çekilecektir. Mehmed Ali Paşa veraset ve tazminat şartlarından vazgeçecekti. Kütahya Barışı, bir muahede (anlaşma) değildi. Padişahın valisine haklar tanıdığı bir ferman şeklinde düzenlenmişti. Padişah verdiği hakları başka bir fermanla geri alabilirdi. Diğer taraan Mehmed Ali Paşa da ilerisi için hiçbir taahhüde bulunmamıştı. Rus temsilci Orlof ‘un “Bu anlaşma hakiki bir sulh temin etmiş değildir. Bu anlaşma ile bir mütareke elde edilmiştir ki ancak 5- 6 sene devam edebilir” şeklindeki sözleri de sözkonusu durumu açıklar niteliktedir. Hünkâr İskelesi Antlaşması (8 Temmuz 1833) Kütahya Barışı yapılmasına rağmen Osmanlı Devleti, kendisine yardım göndermiş olan Rusya ile bir savunma antlaşması yapmaya karar vermiştir. II. Mahmud’un kendisini güvende hissetmemesi bu ittifaka neden olmuştur. Adını Rus kuvvetlerinin karargâh kurduğu Beykoz Hünkar İskelesi’nden alan ve sekiz yıl için geçerli bu savunma antlaşması biri gizli olmak üzere yedi maddeden oluşmaktaydı. Antlaşmanın 1. maddesinde iki devlet arasında “ebedî sulh ve ittifak” olduğu, yapılan ittifakın sadece taraarın her türlü tecavüzden korunması amacını güttüğü, dolayısıyla iki tarafın asayiş ve emniyetine dair her türlü hususun noksansız olarak tanzim edileceği ve bunu temin için karşılıklı maddî yardımlaşma ve etkili dayanışma içinde olunacağı vurgulanmaktaydı. 2. maddede, 14 Eylül 1829 tarihli Edirne Antlaşması ve bu antlaşmaya dahil edilen iki devlet arasında daha önce yapılmış bütün antlaşmalar tasdik ediliyordu. 3. maddede taraarın birbirlerini muhafaza ve müdafaasının yapılan ittifakın esası, Osmanlı Devleti’nin tam istiklal ve istikrarının Rusya’nın samimi arzusu olduğu belirtilmekteydi. Ayrıca Rusya Babıali’nin kara ve deniz kuvvetlerine tekrar ihtiyaç duyabileceği, yeni durumlarla karşılaşılması hâlinde ihtiyaç gösterilecek miktarda kuvvetin karadan ve denizden sevkini taahhüt etmekteydi. Böyle bir durumda yardım için talep edeceği kara ve deniz kuvvetlerinin sevk ve idaresi Babıali’nin uhdesinde olacaktı. 4. maddeye göre taraarın hangisi diğerinden yardım görürse gönderilecek kara ve deniz kuvvetlerinin iaşe masraarını da üstlenecekti. 5. maddede yapılan antlaşmanın uzun süre geçerli olması taraarın samimi arzusu olmakla beraber zamanla antlaşmada bazı değişikliklerin 4 124 Osmanlı Tarihi (1789-1876) yapılmasını gerekli kılacak durumların oluşabileceği düşüncesiyle antlaşmanın geçerlilik süresi sekiz yıl olarak belirlenmiştir. Bu sürenin sonunda mevcut duruma göre antlaşmanın yenilenmesi hususu tekrar müzakere edilecektir. 6. maddede bu antlaşmanın iki ay içinde onaylanacağı ve onaylanmış nüshaların İstanbul’da karşılıklı olarak değiştirileceği belirtilmiştir. 7. ve gizli maddede önce açık metnin karşılıklı askerî yardımlaşmayı öngören 1 ve 3. maddelerine atıa bulunulmakta ve böyle bir maddî yardımın ağır külfetinden Osmanlı Devleti’ni korumak isteyen Rusya, bunun yerine Çanakkale Boğazı’ nın kendi lehine kapatılmasını ve hiçbir yabancı geminin geçmesine müsaade edilmemesi hususunu Babıali’ye kabul ettirmektedir. Antlaşmanın bu gizli maddesi, Rus savaş gemilerinin Boğazlardan geçerek Akdeniz’e çıkabilme ihtimali nedeniyle Avrupa genelinde büyük bir endişeye yol açmıştır. İngiltere ve Fransa, Osmanlı Devleti ve Rusya nezdinde protestoda bulunarak donanmalarını Çanakkale Boğazı önlerine göndermişlerdir. Artan gerginlik Avusturya Başbakanı Metternich’in ara buluculuğu ile yatıştırılmaya çalışılmıştır. Metternich, antlaşmanın Rusya’ya sağladığı avantajı kontrol edebileceği ve hatta duruma ortak olabileceği bir çözüm yolu bulmaya çalışmıştır. Avusturya ve Rus hükümdarlarının (I. Franz ve I. Nikola) Münchengraetz’de (Bohemya) buluşmalarını ve Rusya’yı şarkta yalnız bırakmayacak yeni bir anlaşmanın yapılmasını sağlamıştır. İkisi gizli olmak üzere beş maddeden oluşan anlaşmada taraar Osmanlı Devleti’nin Osmanlı hanedanı elinde kalmasını bütün güçlerini kullanarak temin etmeye, muhtemel bir hanedan değişikliği ve Babıali’nin hükümranlık haklarının tehdit edildiği bir durumda bu gibi gelişmeleri engellemek üzere ortak tavır alıp etkili tedbirlerle karşı çıkmaya karar vermişlerdir. Gizli maddelerde ise yine aynı kaygılardan hareketle neler yapılacağı açıklanmıştır. Mehmed Ali Paşa’nın Osmanlı hanedanı yerine geçmesi halinde devletin Avrupa’daki toprakları üzerinde de hükümranlığını gerçekleştirmesine imkân verilmemesi, Osmanlı Devleti’nin yıkılma ihtimali söz konusu olduğunda da Balkanlar’daki Osmanlı topraklarında küçük millî devletler kurulmasının ve Avrupa devletler dengesini bozacak gelişmelerin önlenmesi kararlaştırılmıştır. Hünkâr İskelesi Antlaşması’nın diğer devletleri de harekete geçiren maddesi hangisidir? Kütahya Barışı’ndan Sonra Osmanlı-Mehmed Ali Paşa İlişkileri Osmanlı Devleti, Mehmed Ali Paşa ile Kütahya Barışı’nı yapmış ancak meselenin Avrupa devletlerinin müdahalesiyle büyümesini engelleyememişti. Öte yandan her iki taraa sözkonusu anlaşmadan çok memnun değildi. Sultan II. Mahmud boşuna zaman kaybettiğini, Mehmed Ali Paşa ise aza razı olduğunu düşünmekteydi. II. Mahmud ne pahasına olursa olsun âsî vali Mehmed Ali Paşa’dan kurtulmak istiyordu. Mehmed Ali Paşa da plânlarını Sultan Mahmud’un tahttan indirilme ihtimali üzerine yapmaya başlamıştı. Ayrıca bir yandan ordu ve donanmasını daha da güçlendirerek bağımsız bir hükümdar gibi davranmaktaydı. Bu konuda diğer devletler nezdinde diplomatik temaslara da girişmiştir. Hatta oğlu İbrahim Paşa, Yavuz Sultan Selim’in Mısır’dan aldığı halifeliğin tekrar İstanbul’dan Kahire’ye getirilmesi gerektiğini dile getirmeye başlamıştır. Bu şartlarda taraar arasındaki ilk anlaşmazlık Mısır’ın ödeyeceği vergi konusunda çıkmıştır. Mehmed Ali Paşa 32 bin kese göndermek istemiş, Osmanlı Devleti sahip olduğu vilayetlere göre bu parayı az bulmuştur. Ancak miktar değişmeden kabul edilmek zorunda kalınmıştır. 22 Mayıs 1834’te Lübnan’da Mehmed Ali Paşa’ya karşı çıkan isyanı, II. Mahmud desteklediği gibi sınırda Osmanlı kuvvetlerini toplamaya başlamıştır. Bunun üzerine İbrahim Paşa da Urfa bölgesine Mısır kuvvetlerini yerleştirmiştir. Bu gelişmeler yaşanırken Suriye’de de İbrahim Paşa’ya karşı bir rahatsızlık başlamıştı. Özellikle Müslümanlar Hris5 5. Ünite - Köklü Değişiklikler ve Tanzimat’a Hazırlık (1830-1839) 125 tiyanlarla eşit tutulmaktan ve konulan ağır vergilerden rahatsızlık duymaktaydılar. İbrahim Paşa’nın gelir sağlamak için her şeye el koyması ve Suriye halkını zorla askere alması bölgede kendisine karşı bir tepkiye neden olmuştu. 1838 Baltalimanı Antlaşması Osmanlı Devleti ile Mehmed Ali Paşa arasında ilişkiler giderek gerginleşirken İngiltere çıkarları doğrultusunda Osmanlı Devleti’ne yakınlaşmıştır. İngiltere, hammadde ve pazar ihtiyacından dolayı Hindistan’a gitmek için daha kısa ve ucuz bir yol olan Akdeniz’i kullanmaya başladığından, 1833’ten sonra İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Palmerston aracılığıyla Osmanlı Devleti ile yakın ilişkiler kurmaya çalışmıştır. Osmanlı Devleti de Mehmed Ali Paşa ile her an başlayabilecek bir savaşta İngiltere’nin yardımına ihtiyaç duyacağından bu yakınlaşmayı olumlu karşılamıştır. Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından sonra kurulan Asakir-i Mansure-i Muhammediyye isimli yeni ordunun ihtiyaçlarını karşılamak ve 1820’den beri artan fiyatlar karşısında düşük kalan gümrük resim (vergi) lerinin sebep olduğu hazine kaybını önlemek üzere yabancı tüccardan fazladan alınmaya başlanan resimler, başta İngilizler olmak üzere yabancı tüccarları rahatsız etmiştir. Öte yandan mukataat hazinesine gelir temin etmek, aynı zamanda üreticinin aldatılmasını önlemek için bazı önemli ihtiyaç maddeleri üzerine, 1828’den beri yed-i vahid denilen devlet tekeli konmuştu. Bu maddelerden ipek, zeytinyağı, ve hububat üzerine konulanlar kısa zaman sonra kaldırılmakla beraber afyon üzerindekinin devamı ve Mehmed Ali Paşa ‘nın Mısır, Suriye ve Girit’te tatbik ettiği yed-i vahidler bu maddelerden büyük kârlar sağlayan tüccarları tedirgin etmektedir. Kendi çıkarları doğrultusunda bu meseleyi çözmek isteyen İngilizler, yed-i vahidin kaldırılması durumunda, bir Osmanlı vilayeti olması dolayısıyla bunun Mısır’da da tatbik edileceği, böylece ordu ve donanmasının ihtiyacını sağladığı gelir yok olunca Mehmed Ali Paşa’nın artık Osmanlı Devleti’ne baş kaldıramayacağı görüşünü ortaya atmıştır. Osmanlı Devleti adına Hariciye Nazırı Mustafa Reşid Paşa, Başvekalet Muavini Kani Bey ve Hariciye Müsteşarı Nuri Efendi ile İngiltere adına Sir Henry Lytton Bulwer ve Başkansalos Cartwright tarafından Reşid Paşa’ nın Baltalimanı’ndaki yalısında gizli olarak yapılan görüşmeler sonunda 16 Ağustos1838’de “Baltalimanı Antlaşması” imzalanmıştır. 8 Ekim’de Kraliçe Victoria, Kasım başlarında da Sultan ll. Mahmud tarafından tasdik edilen antlaşma iki bölümden oluşmaktaydı. Yedi maddeden oluşan birinci kısmın ilk maddesinde; daha önce verilen ahidnamelerin bu antlaşmayla değiştirilmeyen maddelerinin aynen yürürlükte bulunduğu ve devletlere verilmiş veya verilecek hakların İngilizler için de geçerli olacağı ifade edilmiştir. İkinci madde ile Osmanlı topraklarında öteden beri uygulanan ihraç yasakları tamamen kaldırılmış ve yabancı tüccar her istediği malı satın alma hakkını kazanmıştır. Gerek zirai mahsuller gerekse diğer eşya üzerine konan yed-i vahid usulü ile şimdiye kadar satın alınan malların bir yerden başka bir yere nakli için alınması gereken tezkireler de tamamen kaldırılıyor, bu hususların aksine hareket eden Osmanlı memurlarının şiddetle cezalandırılacakları ve bundan dolayı zarara uğrayacak İngiliz tüccarının zararının da karşılanacağı garanti ediliyordu. Üçüncü madde de İngiliz tüccarı, Osmanlı mahsullerini yerli tüccar gibi alıp satma ve yerli tüccar içinde de en imtiyazlı olanla aynı statüde resim ödeme hakkına sahip oluyordu. İngiliz tüccarının ihraç ettiği Osmanlı mahsullerinden alınacak resimler dördüncü madde ile tespit edilmişti. Aslında harici gümrük resimleri (ihracat-ithalat) oranlarında bir değişiklik yapılmamıştı. Bu resimler eskisi gibi % 3 olarak alınmakta devam edecekti. Fakat 1826’dan beri çeşitli isimlerle alınmakta olan bütün resimler kaldırılıyor ve hepsinin yerine geçmek üzere % 9 oranında tek bir resim konuyordu. Bu resim, malı yerli veya yabancı tüccardan hangisi memleket dahilinden iskele şehrine getirirse Resim: Osmanlı devrinde vergiye verilen isim. Resim karşılıksız olarak tahsil olunabildiği gibi; hizmetten yararlanmanın veya bir hakkın elde edilmesi bedeli olarak da tahsil edilebilmektedir. Yed-i Vahid: Osmanlı maliyesinde tekel uygulamasını ifade eden terim. Zarûri ihtiyaç maddesi sayılan ürünlerin üretim yerinden satıldığı yere kadar devlet denetiminde olması uygulamasına da denir. 126 Osmanlı Tarihi (1789-1876) ondan alınacaktı. Yani İngiliz tüccarı malı iskelede satın aldığı takdirde sadece % 3 resim ödeyecekti. Beşinci madde; boğazlardan geçecek gemilere verilecek “izn-i sefine”lerin süratle verileceğine, altıncı madde ise bu muahedenin Asya ve Afrika’daki bütün Osmanlı ülkeleri ve Mısır’da tatbik edileceğine dairdi. Yedinci maddede yapılacak tarifenin yedi yıl süreyle yürürlükte kalacağı, sürenin bitiminde taraardan birinin müracaatı üzerine yenileneceği, aksi halde süresinin yedi yıl daha uzayacağı, muahede tasdiknamelerinin dört ay içinde karşılıklı olarak değiştirilip 1 Mart 1839’dan itibaren yürürlüğe gireceği belirtiliyordu. Muahedenin üç maddeden meydana gelen ikinci kısmının ilk maddesi, ithal edilecek malların gümrükleriyle ilgili olup, memleket dahiline götürüldüğü takdirde % 3’ten başka ilave olarak % 2 daha resim verileceği; ikinci maddede % 5’i ödenmiş malların memleket içinde başka hiçbir resim ödenmeksizin naklinin yapılabileceğine, hatta yeniden ihraç dahi edilebileceğine işaret ediliyordu. Üçüncü maddede transit malların tabi olacakları esaslara temas ile bunlar için sadece % 3 ödeneceği belirtiliyordu. 25 Kasım 1838’de Fransızlar ile de aynı şartları ihtiva eden bir ticaret antlaşması imzalanmıştır. Bunu 1839’da Sardunya (2 Eylül) ; 1840’ta İsveç, Norveç (31 Ocak), İspanya (2 Mart). Hollanda (14 Mart), Belçika (30 Nisan); 1841’de Danimarka (l Mart ) ve 1843’te Portekiz (20 Mart) takip etmiştir. Böylece daha fazla taahhüd altına giren Osmanlı Devleti bu antlaşmaların şartlarını ancak 30 Nisan 1846’da yapılan Rus antlaşmasında kısmen hafietebilmiştir. Bu antlaşma ile Rus tüccarının Osmanlı topraklarında esnaık yapması yasaklandığı gibi içki, tütün, tuz ve barut gibi maddelerin ticaretine de yasak ve kısıtlamalar getirilmiştir. Bu antlaşmalar ile başta İngiliz malları olmak üzere yabancı mallar Osmanlı pazarlarına egemen olmuştur. Osmanlı ülkesinde yabancılara uygulanan iç gümrük vergisinin kaldırılması, yerli tüccarların yabancı tüccarlarla rekabet etmesini zorlaştırmıştır. Dışa karşı herhangi bir koruma önlemi alınmadan iç ticaretteki tüm kayıtların ortadan kaldırılması, Osmanlı Devleti’ni “Avrupa’nın açık pazarı” hâline getirmiştir. Yabancı rekabete hazır olmayan yerli üretim tümüyle yok olmaya yüz tutmuştur. Baltalimanı ve onu izleyen antlaşmaların yol açtığı ekonomik çöküş bir yandan da devleti dağılmaya götürecek süreci başlatmıştır 1838 Baltalimanı Antlaşması’nın Osmanlı Devleti’ne etkileri nelerdir? Nizip Savaşı Osmanlı Devleti, İngiltere’nin diplomatik yardımını kazanma uğruna imzaladığı Baltalimanı Antlaşması ile önemli tavizler vermiştir. Mehmed Ali Paşa bu süreçte Osmanlı Devleti’nin yaptığı hamleleri izlemekle birlikte idaresindeki yerlerin babadan evlada geçmek üzere valiliğini istemekten çekinmemiştir. Mısır, Akka ve Trablusşam için onay verilmekle birlikte bununla yetinmeyen Mehmed Ali Paşa, Suriye ve Adana’nın da iadesini talep etmiştir. Ayrıca her yıl göndermekte olduğu vergiyi keserek bağımsızlığını ilan etmiştir. Bunun üzerine Sultan II. Mahmud, Rusya’nın da görüşünü aldıktan sonra Mehmed Ali Paşa’ya 21 Nisan 1839’da savaş ilan etmiştir. Savaşın bahanesi bu sıralarda Fırat civarında bulunan Kürtlerin Türklere karşı isyan etmeleri ve Lübnan’daki Müslüman halkın, Mısır kuvvetlerine karşı son birkaç yıldır mevcut olan rahatsızlığın artmasıdır. Her iki taraa ciddî bir şekilde savaşa hazırlanmıştır. İbrahim Paşa, Toros geçitlerini kontrol altına aldığı gibi Haleb’e 80 bin civarında asker yığmıştır. Ayrıca Mısır’da 50 bin kişilik bir ordu ve donanma hazırlığına girişilmiştir. II.Mahmud da Hafız Mehmed Paşa komutasında 30 bin yaya, 5 bin süvari ve 3 bin topçudan oluşan bir orduyu İbrahim Paşa üzerine göndermiştir. Hafız Mehmed Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu Fırat’ı geçerek 3 Mayıs’ta Nizip’e ulaşmıştır. Osmanlı ordusunda Moltke, Mühlbach ve Laue gibi Prusya ordusundan yetişmiş olan genç kurmay subaylar da yer almıştır. 6 5. Ünite - Köklü Değişiklikler ve Tanzimat’a Hazırlık (1830-1839) 127 Nizip’te karşı karşıya gelen iki ordu asker ve teçhizat bakımından hemen hemen aynı durumdadır. Her iki orduda 40 bin civarında asker ve 160 topa sahiptir. Hâfız Mehmed Paşa, cesur olmakla birlikte İbrahim Paşa’ya göre daha tecrübesizdi. Prusyalı kurmay subaylar, Osmanlı ordusunun Mısırlıları yenecek bir konumda bulunduğundan, hemen savaşa girişilmesini teklif etmişlerdir. Ancak orduda bulunan ulemâ, Cuma günü harp yapılmasının şer’an caiz olmadığını ileri sürerek buna karşı çıkmışlardır. Ertesi gün gece baskını yapma teklieri de “Pâdişah askerlerinin şânına haydut gibi gece baskını yapmanın yakışmayacağı” düşüncesiyle reddedilmiştir. Bu sırada Mısır ordusunun mevki ve durumunu değiştirerek Osmanlı ordusunu kanatlardan kuşatmaya başlaması üzerine Moltke, Hâfız Mehmed Paşa’ya Birecik’e doğru geri çekilmeyi ve bu şekilde kuşatmadan kurtulmayı teklif etmiştir. Ancak Paşa, her ne sebep olursa olsun geri çekilmenin bir şerefsizlik olduğunu söyleyerek bu teklifi de reddetmiştir. 24 Haziran 1839’da İbrahim Paşa’nın ordusu hücuma geçtiğinde, Osmanlı ordusu birkaç saat içinde büyük bir hezimete uğramıştır. Mısır ordusuna göre daha az eğitimli ve tecrübesiz askerlerden oluşan Osmanlı ordusunun liyakatli kişilerin görüşlerine önem vermemesi de yenilginin ağırlığını arttırmıştır. Osmanlı ordusu 4 bin kayıp ve 12 bin esir vermiştir. Nizip savaşı sonrası İbrahim Paşa kuvvetlerine Anadolu’nun kapıları ve İstanbul yolu bir kez daha açılmıştır. Bu arada ömrünün son günlerini hasta yatağında bu meselenin halli için kafa yorarak geçiren II.Mahmud, Nizip yenilgisinin haberini almadan 29 Haziran’da vefat emiştir. II. MAHMUD DÖNEMİ’NDE GERÇEKLEŞTİRİLEN KÖKLÜ DEĞİŞİKLİKLER Tahta geçtiği andan itibaren devletin içinde bulunduğu zor durumdan kurtarılması için değişmesi gerektiğini düşünen II. Mahmud, Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından sonra bu konuya daha da ağırlık vermiştir. Onun düşündüğü topyekûn bir değişimdi. Sadece askerî alanda yapılan ıslahatların yeterli olmadığı daha önce defalarca tecrübe edilmişti. Kendisi kimsenin dokunmaya cesaret edemediği yeniçerileri kaldırarak bu konuda ne kadar kararlı olduğunu göstermiştir. Döneminde askeriyeden mülkiyeye, eğitimden sosyal hayata kadar pek çok alanda yapılan ıslahatlarla Osmanlı Devleti’nin geleneksel düzeninde önemli değişimler yaşanmıştır. II. Mahmud, yaşam tarzıyla da Avrupaî bir hükümdar portresi çizmiştir. Sakalını kısaltıp Batıdan uyarlanan uzun ceket ve pantolonlar giyen, bu şekilde halk içinde görünmeye başlayan bir padişah olmuştur. Osmanlı padişahları arasında ilk kez memleket gezilerine çıkan kişi olan II. Mahmud, halkın yaşayışını bizzat yerinde görerek halkla doğrudan temasta bulunmuştur. 1830-1839 arası farklı zamanlarda 5 kez memleket gezisine çıkmış, gezi notları dönemin vakanüvisi Esad Efendi tarafından günü gününe kaydedildiği gibi Takvim-i Vekayi’de de yayınlanmıştır. Padişah bu gezilerinde kışla, mektep, tophane gibi yerleri ziyaret ederek incelemelerde bulunmuş, yenilik hareketlerinin taşradaki etkilerini görmek istemiştir. Halka hitabında ve Cuma selamlıklarında giydiği yeni tarz kıyafetlerle halkına örnek olmaya çalışmıştır. Bu gezilerde mehterin yerine kurulan askerî bandoyu, verdirdiği konserlerle halka sevdirmeye çalışmıştır. Halkın dertleri, şikayetleri dinlendiği gibi verilen hediye ve ihsanlarla gönülleri alınmaya çalışılmıştır. Görülen aksaklıkların giderilmesi için gerekli yerlere emirler verilmiştir. II. Mahmud yaptığı icraatlarla “Tanzimatın gerçek bânisi (kurucusu)” olarak kabul edilen bir padişahtır. Farklı alanlarda başlayan yenilikler Tanzimat’ın altyapısını oluşturmuştur. 128 Osmanlı Tarihi (1789-1876) Askerî Alanda Yapılan Yenilikler Yeniçeri Ocağı kaldırıldıktan sonra Asakir-i Mansûre-i Muhammediye adıyla yeni ordu kurulurken Avrupa örnek alınmış ve bu konudaki eksiklikler tamamlanmak istenmiştir. Ordunun modernleştirilmesine karar verildikten sonra Avrupa’ya askerlik ve yeni silahların öğrenilmesi için adamlar gönderildiği gibi oradan da yetişmiş elemanlar getirilmiştir. II. Mahmud bu süreçte bizzat yer almış kışlaları, eğitim alanlarını, okulları ziyaret etmiştir. 1829’da Silivri’de cepheye gidecek asker ve malzemeleri denetlemiş, 1831’de Gelibolu ve Çanakkale’de cephe tahkimatlarını incelemiştir. Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye’nin en üst rütbedeki kumandanı olarak “Seraskerlik” makamı ihdas edilmiş ve sadrazamların “serdâr-ı ekrem” unvanıyla askere kumanda etmeyi usulü terk edilmiştir. Barış ve savaş zamanlarında bütün askerî işler Bâb-ı Seraskeri dairesi tarafından yürütülmüş, serasker Osmanlı kara kuvvetlerinin en büyük kumandanı olmuştur. 1835 yılından sonra rütbece şeyhülislâmlıkla, hatta zaman zaman sadrazamlıkla aynı seviyede tutulan seraskerliğin bazen sadrazamlıkla birlikte aynı kişide toplandığı da olmuştur.1834’ten sonra kurulan redif teşkilâtı da seraskerliğe bağlanmıştır. Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye ordusunun masraarını karşılamak üzere kurulan “Mukātaat Hazinesi” 1834’te “Mansûre Hazinesi”ne dönüştürülmüş ve buna bağlı “Redif Hazinesi” kurulmuştur. Mansûre Hazinesi’nin kurulmasından sonra Hazîne-i Âmire ve Darphâne eski önemini kaybetmiştir. 1837’de Hazîne-i Âmire, Darphâne ile birleştirilmiştir. Ancak 1838’de Maliye Nezâreti kurulurken Hazine ile Darphâne tekrar ayrılarak Hazîne-i Âmire, Mansûre Hazinesi’yle birleştirilmiştir. Bu süreçte çeşitli askerî hizmetler de yeniden düzenlenip modernleştirilmiştir. 3500’er subay ve erden oluşan piyade alayları yeni ordunun yönetim birimleri olmuştur. Ayrıca 11.000 kişilik “hassa muhafızları” oluşturulmuş, süvari birlikleri güçlendirilmeye çalışılmıştır. Bu çerçevede tımarlardan çoğuna el konulurken, kalanlar taşra süvarisini destekleyecek şekilde düzenlenmiştir. Tımar askerinin her zaman vilayet merkezinde eğitim ve disiplin altında olması kararlaştırılmış, itiraz edenlerin zeametlerine el konulmuştur. Yerel komutanların idaresinde eyalet alayları geliştirilmek istenmiştir. Topçu askerlerinde bağımsız birlikler kaldırılmış, birleştirilmiş birlikler Fransız modelinde altı alay şeklinde düzenlenmiştir. İdarî Alanda Yapılan Yenilikler Sultan II. Mahmud’un en önemli ıslahatlarından biri sadrâzam ve şeyhülislâmda toplanmış olan yetkileri, batılı modern devletlerde olduğu gibi çeşitli bakanlıklar (nezaretler) arasında paylaştırmasıdır. 30 Mart 1838’den itibaren sadrazamlık unvanı “başvekillik”e dönüştürülmüştür. Sadrazam padişahın mutlak vekili olmaktan çıkarılmış, eskiden elinde bulunan yetkiler bakanlara (nazırlara) devredilmiştir. Yeni oluşturulan “kabine sistemi”nde başvekil sıfatıyla bakanlıklar arasındaki ilişki ve koordinasyonu sağlamakla görevlendirilmiştir. Başvekile türlü işlerde yardım etmek için bir de başvekâlet yardımcılığı kurulmuştur. Başvekâlete ilk olarak Rauf Paşa getirilmiştir. Bu süreçte Sadâret kethüdalığı önce “Umûr-ı Mülkiyye” daha sonra “Dâhiliye Nezâreti”ne, Reisülküttaplık “Hâriciye Nezâreti”ne, Hazine-i Âmire ve Mansure hazinesi “Maliye Nezâreti”ne çevrilmiştir. Daha önce bağımsız olan ve mütevellilerin elinde bulunan vakıarın idaresi merkezîleştirilerek “Evkâf-ı Hümayun Nezareti” oluşturulmuştur. Ayrıca tarım, ticaret ve sanayinin geliştirilmesi amacıyla “Ticaret Nezareti” kurulmuştur. Yeni nezâretlerin kurulmasıyla Bâbıâlî’nin klasik yapısı da değişmeye başlamıştır. Klasik dönem bürokrasisinde yer alan amedî, beylikçi, tahvil, ruûs gibi kalemler eski önemlerini yitirmişler ve görevlerini daha ziyade yeni kurulan müesseselere devretmişlerdir. II. Mahmud döneminde idâri alanda yapılan bir başka yenilik daimî meclislerin kurulmasıdır. Divân-ı Hümayun ve meşveret meclisleri geleneği, II. Mahmud dönemin- 5. Ünite - Köklü Değişiklikler ve Tanzimat’a Hazırlık (1830-1839) 129 de kurulan uzmanlaşmanın hakim olduğu daimi meclislerle devam etmiştir. Öncelikle nâzırlardan ve yüksek rütbeli memurlardan oluşan “Meclis-i Hass-ı Vükelâ” teşkil edilmiştir. Hükümeti temsil eden bu meclis bugünkü bakanlar kurulunun yerini tutmaktadır. Başvekil yani sadrazamın başkanlığında haada 2 gün toplanan meclis, devletin en yüksek yasama ve yürütme organı konumundaydı. Kararlar oy çokluğu ile alınmaktaydı. Her bir nâzır kendi nezaretinin görev alanına giren işlerden sorumluydu. Meclis alt kademelerdeki meclislerin hazırladığı yasa tasarıları ile kendi gerekli gördüğü meseleleri görüşüp karara bağladıktan sonra başvekilin tezkiresiyle padişahın onayına sunuyordu. Bu dönemde kurulan bir başka meclis “Meclis-i Umûmi” idi. Başlangıçta başvekilden ikinci rütbeye kadar memurlara açık olan mecliste zamanla sayı sınırlandırılmıştır. Savaş ve kriz gibi olağanüstü durumlarda yine yüksek katılımla toplanmıştır. Meclis-i Vâlâ’da alınan kararların, kanun ve layihaların görüşüldüğü ve alınan kararların Meclis-i Vükelâ’ya gönderildiği bir statüde çalışmalarını sürdürmüştür. II. Mahmud’un yapmayı düşündüğü reformların altyapılarını hazırlamak ve gerekli çalışmaları yapmak üzere 24 Mart 1838 tarihinde kurduğu bir başka meclis, “Meclis-i Vâlayı Ahkâm-ı Adliyye”dir. Meclisin çıkardığı kanun ve tüzüklerin uygulanıp uygulanmadığını denetleme hakkı da bulunmaktaydı. Aynı tarihte kurulan “Dâr-ı Şûrâ-yı Babıâli”de dahilî, haricî, malî konularda yapılacak düzenlemeler üzerinde çalışarak bunları Meclis-i Vâlâ’ya sunmakla görevlendirilmiştir. Bu meclisler dışında II. Mahmud döneminde nezaret meclisleri şeklinde nezaretlerin bünyesinde reformların ayrıntıları ve altyapılarını hazırlamak üzere de çeşitli meclisler oluşturulmuştur. Haziran 1838’de ülkenin imarı, tarım, ticaret ve sanayinin geliştirilmesi amacıyla kurulan “Meclis-i Umûr-ı Nafia” bunlardan birisidir. Hariciye nezaretinin bünyesinde kurulan meclis, yurtdışında benzer kurumlarla bilgi alışverişinde bulunabileceğinden yabancıları da üye olarak kabul etmiştir. II. Mahmud döneminde özellikle 1838 eğitim reformuyla ilgili başarılı çalışmalar yapmıştır. Nezaretler ve meclisler ile modern bürokrasi kurma çabaları devam ederken mevcut kurumlarda da Batı bürokrasisi esaslarına göre düzenlemelere girişilmiştir. Memurlara maaş tahsisi uygulamasına geçildiği gibi hariciye ve dahiliye olarak iki sınıfa ayrılmışlardır. Ayrıca memuriyete girişte sınav usulü getirilmiş ve rüşvet engellenmeye çalışılmıştır. II. Mahmud vali, mutasarrıf ve idarecilere yönelik 1815 yılında yayımladığı “Adalet Fermanı” nda, amacının halkın refah ve huzurunu sağlamak olduğunu belirttikten sonra özellikle kadı ve naiblerin yolsuzlukları üzerinde durmuştur. Kadıların halktan hediye, bahşiş gibi isimler altında kural dışı para aldıkları ayrıca rüşvete de bulaştıkları ifade edilmiştir. Kadıların yaptıkları bir diğer yolsuzluk da yardımcı olarak atadıkları naipleri sık sık değiştirerek, her değişiklikte yeni atama gibi para almalarıdır. İdarecilerin yolsuzluklarını engellemek için Mayıs 1838’de “Tarîk-i İlmiyeye Dair Ceza Kanunnamesi” yayımlanarak bütün vilayet ve sancaklara gönderilmiştir. Büyük ve küçük her memurun görevini yerine getirme sorumluluğu üzerinde durulduktan sonra rüşvetin kesinlikle yasaklandığı, alan ve verenin her ikisinin de cezalandırılacağı ifade edilmiştir. II. Mahmud Tanzimat’ın ilânından kısa bir süre yapılan bu tür kanunî düzenlemelerle yanlışlıkları bertaraf etmeye, adalet ve huzuru sağlamaya çalışmıştır. Malî Alanda Yapılan Yenilikler II. Mahmud, Hazine-i Amire ve Mansure hazinesini Maliye Nezareti bünyesinde toplayarak çoklu hazine sistemine son vermiştir. Haremeyn, Evkâf-ı Hümayun ve Darphanenin bütün gelirleri de bu nezarete devredilmiştir. Sadece “Ceyb-i Hümayun” denilen padişahın özel hazinesi sistem dışında bırakılmıştır. Vergi sistemi yeniden düzenlenerek malî yılbaşı olarak mart ayı kabul edilmiştir. 130 Osmanlı Tarihi (1789-1876) Maliyede yapılan önemli bir düzenleme de rüşveti önlemek ve işlerin düzgün yürütülmesini sağlamak üzere memurlara “maaş” bağlanmasıdır. Daha önce tımar, zeamet gelirleri, harç, bahşiş, kağıt, ilâm vs. ücretleri ile geçinen memurlar düzenli maaş uygulamasına geçirilmiştir. Gelirleri arttırmak ve tasarrufa dikkat etmek gibi malî tedbirlerin yanı sıra yeni memur alımı ve maaş bağlanması da sıkı kurallara tâbi tutulmuştur. II. Mahmud döneminde müsadere uygulaması ile ilgili de düzenlemeler yapılmıştır. Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından sonra aynı yıl çıkarılan bir fermanla, padişah müsadere yönteminin hukuka aykırı olduğunu, yeniçerilerin aşırı harcamalarını devlet hazinesinden karşılayabilmek için müsadere yapıldığını belirterek bundan sonra her kim olursa olsun vefat edenlerin terekelerinin artık müsadere edilmeyeceğini, mirasçılar arasında bölüştürüleceğini, devletin mirastan kuruşta bir para “resm-i kısmet” alacağını vurgulanmıştır. Müsadere konusunda ikinci önemli adım 1838’de memurlar için çıkarılan Ceza Kanunnamesi ile atılmıştır. Kanunnamede “memurinin keyfi surette katl ve müsadere gibi şekillerle cezalandırılması tamamen kaldırılarak her suça şeriat ve kanun çerçevesinde ceza verileceği” belirtilmiştir. Böylece siyaseten katl ve müsadere gibi cezaların keyfî olarak, yani hâkim kararı olmadan sadece padişah istediği için verilemeyeceği karara bağlanmıştır. Ancak usulüne uygun olarak yapılacak bir yargılamanın sonucunda ve yasalara uygun olarak müsadere mümkün olabilecektir. Mülkî Alanda Yapılan Yenilikler II. Mahmud döneminde mülkî alanda yapılan en önemli düzenlemelerden birisi “muhtarlık” teşkilatının kurulmasıdır. Yeniçerilerin kullukçu veya yasakçı adıyla İstanbul’un güvenliğine dair üstlendikleri görevin ocağın kapatılmasıyla ortadan kalkmasından sonra böyle bir kuruma ihtiyaç artmıştır. İstanbul’un kontrolünün elden çıkması ve giderek kalabalıklaşması üzerine II. Mahmud mahallelerde oturanların yanı sıra medrese ve hanlarda kalanların da kayıt altına alınmasını istemiştir. Sayımın ardından muhtarlar sancaklarda oluşturulan deer nazırlıklarına ve nazırlıklarda İstanbul’da kurulan Ceride Nezareti’ne bağlanmıştır. İdarî açıdan denetimleri sancak mütesellimlerine aittir. Buna göre muhtardan şikayetçi olan mahalle halkı, ileri gelenler veya imam aracılığıyla kendisini mütesellime şikayet edebilmekteydi. Başlangıçta atama yoluyla göreve gelen muhtarlar daha sonra seçimle işbaşına gelmeye başlamıştır. Muhtarlık teşkilâtı ilk önce İstanbul’da Bilâd-ı Selase olarak adlandırılan Üsküdar, Eyüp ve Galata’da uygulanmıştır. İstanbul’a göçü kontrol altında tutmak, mahallelere giriş-çıkışları denetim altına alarak güvenliği sağlamak gibi bir ihtiyaçtan ortaya çıkan muhtarlık teşkilâtı, taşrada ilk olarak 1833’te Kastamonu’da uygulanmıştır. II. Mahmud, bu teşkilâtın taşra genelinde uygulanması için de emirler göndermiş zamanla Rumeli’ye de yayılmıştır. Muhtarlar mahalle veya köyde güvenliği sağlamak, giriş çıkışları denetim altında tutmak, verginin toplanmasına yardımcı olmak gibi vazifeler üstlenmişlerdir. Mahalleye gelenlerin dahilî pasaportları sayılabilecek “mürûr tezkire”lerini kontrol etmek de görevleri arasındadır. Tezkiresiz olanları veya tezkiresi kurallara uygun olmayanları geri göndermekte, kurallara uygun durumda bulunanlara ise yer göstererek mahalle deerine kayıtlarını yapmaktaydılar. Halkla hükümet arasında aracılık rolü üstlenen muhtarların iletişimi iyi olan, çevresinde sevilip sayılan, dürüst kişiler arasından seçilmesine özen gösterilmiştir. II. Mahmud döneminde gerçekleştirilen önemli işlerden biri de 1831 tarihli ilk nüfus sayımıdır. 1826’da Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması üzerine yeni orduya alınacak asker potansiyelini belirlemek, vergilerin dağılımı ve tahsisinde yaşanan sıkıntıları gidermek gibi amaçlar doğrultusunda başlatılan sayım, 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında kesintiye uğradığından ancak 1831’de tamamlanabilmiştir. Askerlik ve vergi tespiti söz konusu Müsadere: Özel mülkiyetin herhangi bir bedel ödenmeden, devlet adına alınmasıdır. Osmanlı Devleti’nde 17. yy’dan itibaren ölen veya idam edilen yüksek dereceli devlet memurlarının malına el konulması şeklinde kullanılmıştır. 5. Ünite - Köklü Değişiklikler ve Tanzimat’a Hazırlık (1830-1839) 131 olduğundan Müslüman ve gayrimüslim erkek nüfus sayılmıştır. Nüfus sayımı yapılırken mülk yazımı da yapılmıştır. Sayımdan sonra hazırlanan deerler İstanbul’a gönderilmeye başlandığında bu deerlerin işlemleri ve muhafazaları için Ceride Nezareti teşkil edilmiştir. Ceride Nezareti’ne bağlı olarak taşrada örgütlenen deer nazırlıkları ile nüfus işlemleri yürütülmüştür. Eğitim Alanında Yapılan Yenilikler II. Mahmud, ilköğretimde 1824 yılındaki düzenlemeden sonra 1838 yılında yeni bir teşebbüse adım atmıştır. Meclis-i Umûr-u Nâfia, ilköğretimin ıslahı ile ilgili bir rapor hazırlayarak padişahın onayına sunmuştur. Bu raporda genel maarif (eğitim) sistemi ile özellikle sıbyan okullarının önemi ve ıslahı üzerinde durulmuştur. Eğitimin amacı, “İnsanı ahirete olduğu kadar, hayata da hazırlamaktır. Dini bilgiler insanı ahirette kurtuluşa hazırladığı halde, fen ve ilim insanın dünyada mutlu ve müreeh olmasını sağlar. Halkı cahil olan memleketlerde ne sanayi ilerler, ne de devlet zengin olabilir. Maarif sistemi bir bütündür, bu bakımdan ilk, orta, yüksek dereceli okullar arasında bir uyum sağlanmalıdır.” şeklinde ifade edilmiştir. Raporda ayrıca şu tavsiyelerde bulunmuştur: “Hocaların teişi ve yetenekli olmaları, çocukların okula devamının mecbur tutulması ve gerekli bilgileri öğrenmeden bırakılmaması, çocukların bilgi seviyesine göre sınıara ayrılması, fakir ve kimsesiz çocuklar için yatılı okulların açılması, mahallelerdeki küçük okulların yalnız hece ve Kur’an öğretimine tahsis edilmesi.” Meclis-i Nafia’nın hazırladığı rapor doğrultusunda sıbyan mekteplerinin devamı ve ikinci kademesi olarak ismini bizzat II.Mahmud’un belirlediği Mekatib-i Rüştiye mektepleri açılmıştır. Açılan ilk rüşdiyeye Padişah II. Mahmud’un “adlî” mahlasına izafeten “Mekteb-i Maarif-i Adliye” adı verilmiştir. Daha sonra halka ve memur olacaklara yanlışsız yazı yazabilme, bir konuyu kaleme alabilme gibi becerileri kazandırabilmek amacıyla “Mekteb-i Ulum-i Edebiyye” ismiyle yeni bir rüştiye mektebi açılmıştır. 1827’de açılan Mekteb-i Tıbbiye faaliyetlerine devam ederken, Mekteb-i Tıbbiyye Nazırı Abdülhak Molla’nın cerrahlık sınıfının ayrılmasına dair raporu üzerine 1832’de “Asakir-i Hassa-i Şahane Cerrahhanesi” adıyla bir cerrahhane kurulmuştur. 1836’ da Tıphane yer darlığı çeken Cerrahhane ile birlikte Topkapı Sarayı’ndaki Otlukçu Kışlası’na nakledilerek yatılı hâle getirilmiştir. 1838’de Galatasaray’daki Enderun Ağaları Mektebi’ne taşınan okulun başına Sultan II. Mahmud’un iradesiyle Viyana’dan Karl Ambros Bemard getirilmiştir. Bernard, yazdığı kitaplar ve Osmanlı ülkesinde yaptığı ilk otopsi çalışmasıyla okulun gelişimine büyük katkı sağlamıştır. II. Mahmud’un 14 Mayıs 1839’da ziyareti üzerine okula padişahın “Adli” mahlasına izafeten “Mekteb-i Tıbbiyye-i Adliyye-i Şahane” ismi verilmiştir. Yeni ordunun subay ihtiyacını karşılamak için 1834’te Batılı tarzda eğitim vermek üzere Mekteb-i Harbiye açılmıştır. 1837’de harbiye öğrencilerine “nefer” yerine “talebe” denilmeye başlanmıştır. En yüksek başarıyı gösteren talebeler, her yıl Avrupa’daki askerî akademilere staj ve kursa gönderilmiştir. Harbiye’nin öğrenim süresi önceleri 4 yıl iken, sonra 3 yıla indirilmiştir. Selimiye Kışlası’nda başlayan eğitim daha sonra Maçka Kışlası’nda devam etmiştir. II. Mahmud döneminde eğitim konusunda gerçekleştirilen “ilk”lerden birisi de Avrupa’ya öğrenci gönderilmesidir. 1827’de gönderilen 4 öğrenciden sonra 1830 yılında Paris’e burslu olarak öğrenci yollamaya başlamıştır. Avrupa’ya giden öğrenciler Batının yaşam tarzına da aşina olarak geri dönmüş, devlet hizmetine girdiklerinde önemli görevlere yükselmişlerdir. 132 Osmanlı Tarihi (1789-1876) Sosyal Alanda Yapılan Yenilikler 1 Kasım 1831 tarihinde Osmanlı Devleti’nin ilk resmî gazetesi “Takvim-i Vekâyi” nin çıkarılması halkın bilgilendirilmesi adına önemli bir gelişmedir. Başta Fransızca olmak üzere diğer dillerde de nüshaları neşredilen gazete, Avrupa’daki örneklerine uygun bir biçimde iç ve dış kamuoyunu daha düzenli ve hızlı bir şekilde bilgilendirmek amacıyla çıkarılmıştır. II. Mahmud’un gazeteye izin vermesinde merkeziyetçilik ve reformculuk gibi iki önemli siyaseti benimsemiş olmasının etkili olduğu bilinmektedir. Yapılan yeniliklerin halka duyurulması, padişahın yurtiçi gezilerinin günü gününe aktarılması gibi bilgilendirmeler ile gazete kamuoyu oluşumu açısından önemli bir işlev üstlenmiştir. Basın hayatının gelişimi açısından kendisinden sonra çıkacak gazetelere de örnek teşkil etmiştir. II. Mahmud döneminde Avrupa’da uygulanan modern “posta teşkilâtı”, Osmanlı ülkesinde de uygulanmaya başlamıştır. Böylece devlet vatandaşlarının haberleşme hizmetini üzerine almıştır. 1834 yılında İstanbul ile İzmit arasında bir posta yolu yapıldığı gibi postahaneler inşa edilmiştir. Yolun Üsküdar-Kartal arası tamamlandığında padişahın bizzat bulunduğu bir törenle işletmeye açılmıştır. İkinci yol Üsküdar ile Edirne arasını birbirine bağlamıştır. II. Mahmud döneminde yapılan yeniliklerden birisi de “karantina”nın uygulanmaya başlanmasıdır. Meşveret meclisinde karantinanın caiz olduğuna dair izin ve Şeyhülislam Mekkizâde Mustafa Asım Efendi’den fetva aldıktan sonra “Meclis-i Tahauz” ismiyle bir karantina meclisi kurulmuştur. Hariciye nezaretinin bünyesinde kurulan karantina meclisine sefaret temsilcileri de üye olarak atanmıştır. Özellikle Avusturyalı uzmanlardan faydalanan meclis, karantina konusunda pek çok nizamname hazırlamıştır. Osmanlı Devleti’nde ilk karantina uygulaması 1831 yılındaki büyük kolera salgını sırasında olmuştur. Rusya’daki hastalık üzerine İngiltere, Fransa, Avusturya elçilik tercümanları, Rusya’dan Osmanlı limanlarına gelecek gemilere karantina tatbik edilmesini istemişlerdir Bunun üzerine II. Mahmud devlet ricalinden karantina uygulamasına başlanmasını istemiş ve Mustafa Nazif Efendi’yi müstakil olarak karantina işiyle görevlendirmiştir. Karadeniz’den İstanbul’a gelecek gemilerin Büyük Liman’da, diğer devlet gemilerinin İstinye Körfezi’nde beş gün karantina altında tutulması kararlaştırılmıştır. Ayrıca koleradan korunmak için karantina usulüne dair Hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi’nin kaleme aldığı risale ücretsiz olarak dağıtılmıştır. Bulaşıcı hastalıklardan korunma çarelerine başvurulurken, halka karantinanın önemi anlatılmış, aklen ve şer’an caiz olduğuna dair fetvalar alınmıştır. Ayrıca Takvim-i Vekayi’de konuyla ilgili yayınlar yapılmıştır. Karantina uygulaması daha esaslı olarak l835 yılında Çanakkale’de tatbik edilmiştir. Akdeniz çevresini etkileyen kolera dolayısıyla Çanakkale’de karantina çadırları kurulmuş, Marmara ve İstanbul’a gidecek gemiler bir süre bekletilmiştir. II. Mahmud döneminde ulaşım alanında da önemli bir adım atılmıştır. Avrupa’da gelişen gemi yapım teknolojinin takip edildiğinin bir göstergesi olarak, 1827 yılında bir buharlı gemi satın alınmıştır. İngiltere’den satın alınan ve “Sürat” adı verilen gemiyi halk “Buğu gemisi” olarak adlandırmıştır. Sultan II. Mahmud’un Marmara Denizi’nde gezintiler yaptığı gemiye halk büyük ilgi göstermiştir.1829 yılında ikinci bir gemi daha satın alınmıştır. 1832 yılında Amerika ile yapılan anlaşma gereği Osmanlı ülkesine gelen Foster Rhodes öncülüğünde Osmanlı tersanelerinde ilk buharlı geminin inşasına girişilmiştir. İlk etapta makineleri İngiltere’den getirilen dokuz gemi inşa edilmiştir. Başlangıçta askerî amaçlı kullanılan gemiler daha sonra yük, posta ve yolcu taşımacılığında kullanılmaya başlanmıştır. 5. Ünite - Köklü Değişiklikler ve Tanzimat’a Hazırlık (1830-1839) 133 Özet Avrupa’da yaşanan 1830 İhtilâli’nin etkilerini değerlendirmek 1830 yılında Fransa’da başlayarak diğer Avrupa ülkelerini de etkisi altına alan 1830 İhtilâli, 1820’lerden sonra güçlenen liberal fikirler sonucunda ortaya çıkmıştır. Liberal fikirler sadece siyasal alanda değil toplumun birçok alanında da kendisini göstermiştir. Liberalizm bireyin özgürlüğünden hareketle siyasal iktidarların sınırlandırılmasını gündeme getirdiğinde Cumhuriyetçilik fikri güçlenmeye başlamıştır. Fransa’da ihtilâl fikirlerinin ve Napolyon’un tekrar ele alınmasıyla Bonapartizm kavramı ortaya çıkmıştır. Din alanında da kendisini gösteren liberal fikirler Fransa, İrlanda ve Belçika gibi ülkelerde Katolik kilisesinin mutlakiyetçi hükümdarlara karşı mücadelesini gündeme taşımıştır. Güzel sanatlarda Romantizm akımı ile hürriyet fikri gelişmiştir. Bu gidişat mutlakiyetçi hükümdarları, liberalizm ve hürriyetçiliği baskı altında tutmaya yönlendirmiştir. Bu fikirlerin beklendiği üzere bir patlamaya dönüşmesi 27 Temmuz 1830’da Paris’te gerçekleşmiştir. 3 gün süren olaylardan sonra X. Charles indirilerek I. Louıs Philippe kral ilân edildiği gibi anayasa da demokratik ilkelere göre değiştirilmiştir. Daha sonra Belçika’da hürriyetçi bir anayasa kabul edildiği gibi Almanya ve İtalyan devletlerinde de hürriyetçi eylemler görülmüştür. Mutlakiyet yönetimlerinin eskisi gibi kolaylıkla yürütülemeyeceğinin anlaşıldığı bu ayaklanmalar sonunda liberalizm önemli bir ivme kazanmıştır. Hükümdarların kutsal hakları yerine “ulusların egemenliği” fikri tartışılmaya başlanmıştır. Mısır Meselesi’nin ortaya çıkışı ve devleti düşürdüğü zor durumu açıklamak 1821 Mora isyanı sırasında yardım istenen Mısır valisi Mehmed Ali Paşa, Navarin baskınından sonra kuvvetlerini devletten izinsiz olarak çekmiş, 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında kendisinden istenen yardım teklifini geri çevirmiş ve kendisine vadedilen Girit, Suriye ve Trablusşam valilikleri konusunda ısrarcı olmuştur. Osmanlı Devleti içinde bulunduğu zor şartlarda sadece Girit valiliğini vermiş ve kendisinden kurtulmanın yollarını aramaya başlamıştır. Selim Paşa’nın Şam valisi atanması ve bir bahane ile Mısır’a girme plânları yapması üzerine hırsı daha da artan Mehmed Ali Paşa, Aralık 1831’de Akka valisi Abdullah Paşa üzerine kuvvet göndererek harekete geçmiştir. Abdullah Paşa’nın Suriye’ye iltica eden 6000 kişiyi iade etmemesi ve kendisine olan 11000 kese borcu ödememesini sebep olarak gösteren Mehmed Ali Paşa’nın gerçek hedefi Suriye’yi ele geçirmektir. Suriye üzerine 24 bin kişilik bir ordu gönderirken kısa sürede Yafa, Gazze ve Hayfa’yı da ele geçirmiştir. Bu gelişmeler üzerine Osmanlı Devleti Mehmed Ali Paşa’yı asî ilân etmiş ve 1831 tarihi itibarıyla Mehmed Ali Paşa isyanı başlamıştır. Mısır kuvvetleri Abdullah Paşa’yı esir alıp Suriye’de kontrolü ele geçirdikten sonra Anadolu’ya doğru ilerleyişe geçmişlerdir. 1832’de İbrahim Paşa, Antakya-İskenderun arasında Osmanlı ordusunu yenilgiye uğratmış ve Torosları aşarak Konya önlerine kadar gelmiştir. Bir taraan da geçtiği yerlerde halkı kendi yanlarına çekmeye çalışmıştır. Sadrazam Reşid Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu ile Konya önlerinde yapılan savaşı da kazanan İbrahim Paşa’ya İstanbul yolu açılmıştır. Osmanlı Devleti bu durumda kendi valisi ile başa çıkamayan bir devlet konumunda Avrupa devletlerinden yardım istemek zorunda kalmıştır. İlk düşünülen devlet İngiltere olmasına rağmen olumlu cevap alınmayınca Rusya’ya müracaat edilmiştir. Ebedî düşman Rusya’dan “denize düşen yılana sarılır” misali istenen yardım diğer Avrupa devletlerinin de olaya müdahil olma sürecini başlatmıştır. Rusya’nın 20 Şubat 1833 günü 9 parçalık donamasını Boğaziçi’ne göndermesi içte ve dışta tedirginliğe sebep olmuştur. Durumdan tedirgin olan İngiltere ve Fransa’nın araya girmesiyle Osmanlı Devleti ile Mehmed Ali Paşa arasında Kütahya Barışı yapılmasına rağmen mesele tamamen kapanmamıştır. Kendini güvende hissetmeyen Osmanlı Devleti, Rusya ile yaptığı yardıma karşılık Hünkâr İskelesi Antlaşması’nı imzalamıştır. Antlaşmaya Rusya’nın gizli madde olarak boğazların kendi lehine kapalılığı ilkesini koydurması diğer devletleri harekete geçirmiştir. Bir taraan Mehmed Ali Paşa ile gerginlik devam ederken İngiltere’nin Osmanlı Devleti’ne yakınlaşma gayretleri sonucu yeni bir anlaşma gündeme gelmiştir. 1838 Baltalimanı Antlaşması ile “yed-i vahid” olarak bilinen devlet tekeli yabancı tüccarlar lehine kaldırılırken, İngiltere önemli ekonomik ayrıcalıklar elde etmiştir. Osmanlı yerli üretimi ve ticaretini zora sokan bu antlaşma, Mehmed Ali Paşa tehlikesine karşı Osmanlı Devleti’nin İngiltere’nin yardımını temin maksadıyla verdiği bir başka taviz olmuştur. 1 2 134 Osmanlı Tarihi (1789-1876) Hünkâr İskelesi Antlaşması’nın önemini ve neden olduğu tepkileri değerlendirmek 8 Temmuz 1833’te Rusya ile imzalanan Hünkâr İskelesi Antlaşması, II. Mahmud’un Mehmed Ali Paşa’ya karşı Rusya’dan yardım istemesi sonucu gündeme gelen bir savunma ve ittifak antlaşmasıdır. İki taraf birbirinin güvenliğini sağlama noktasında güvence verirken antlaşmaya ilave edilen gizli madde ile “tehlikeli” bir adım atılmıştır. Buna göre Rusya lehine Çanakkale Boğazı kapatılacak ve hiçbir yabancı geminin geçmesine müsaade edilmeyecektir. Gizli maddenin Avrupa kamuoyunda duyulması ile harekete geçen İngiltere ve Fransa, donanmalarını Çanakkale Boğazı önlerine göndermişlerdir. Rusya’nın Boğazlara hakim olarak Akdeniz’ e inme ihtimali İngiltere ve Fransa’yı son derece tedirgin etmiştir. 1838 Baltalimanı Antlaşması’nın imzalandığı koşulları ve sonuçlarını açıklamak 1838’de Osmanlı Devleti ile İngiltere arasında imzalanan Baltalimanı Antlaşması, Mısır meselesinin yol açtığı gerginlik ortamında gündeme gelmiştir. Mehmed Ali Paşa’ya karşı kendisini güvende hissetmeyen II. Mahmud, muhtemel bir savaşta İngiltere’nin yardımını temin etmek maksadıyla böyle bir antlaşmanın imzalanmasında sakınca görmemiştir. İçerik olarak ekonomik hayatı ilgilendiren antlaşma ile yabancı tüccarlara önemli ayrıcalıklar tanınmıştır. “Yed-i vahid” denilen tekelin ve ihraç yasaklarının kaldırılması, ödenecek resimlerin yabancı tüccarlar lehine yeniden düzenlenmesi gibi ayrıcalıklarla İngiliz malları Osmanlı pazarlarına egemen olmuştur. Dışa karşı herhangi bir koruma önlemi alınmadan iç ticaretteki sınırlamaların kaldırılması Osmanlı Devleti’ni “Avrupa’nın açık pazarı” haline getirmiştir. Yabancı mallarla yarışamayan yerli üretim neredeyse durma noktasına gelmiştir. II. Mahmud’un gerçekleştirdiği köklü değişiklikleri ve Tanzimat’a hazırlık sürecini ifade etmek II. Mahmud gerçekleştirdiği köklü değişiklikler ile Tanzimat’a hazırlık sürecini tamamlamıştır. Askerî, idarî, mülkî, malî, sosyal ve eğitim alanında yapılan yenilikler ile daha önce örneği olmayan bir değişim süreci yaşanmıştır. Pek çok alanda “ilk”lere imza atılırken Tanzimat Fermanı ile tamamlanacak sürecin altyapısı hazırlanmıştır. Merkeziyetçi ve reformcu bir padişah portresi çizen II. Mahmud bu özelliğiyle “Tanzimat’ın gerçek bânisi (kurucusu)”sıfatını almıştır. Avrupa usulü kabine sistemine geçilmesi, nezaretlerin (bakanlık) teşkili, yeni meclislerin kurulması, memuriyette yapılan düzenlemeler, yeni açılan okullar, posta ve karantina teşkilatları, nüfus ve mülk yazımı, Takvim-i Vekayi’nin yayımlanması gibi adımlar atılarak farklı bir süreç başlatılmıştır. Kendisi de kılık kıyafeti, yaşam tarzıyla bizzat örnek olarak ve yapılanları takip ederek sürecin içinde yer almıştır. Kışlada kalması, yeni açılan mektepleri ziyaretleri, yurt içi seyahatleriyle halkın içinde ve yeniliklerin takipçisi olmuştur. 3 4 5 5. Ünite - Köklü Değişiklikler ve Tanzimat’a Hazırlık (1830-1839) 135 Kendimizi Sınayalım 1. 1830 İhtilâli’nde Alman ve İtalyan devletleri üzerinde baskı kurarak hürriyetçi hareketleri bastırmaya çalışan devlet aşağıdakilerden hangisidir? a. Fransa b. İngiltere c. Belçika d. Avusturya e. Hollanda 2. Mısır Meselesi’nde Mehmed Ali Paşa’nın yanında yer alan devlet aşağıdakilerden hangisidir? a. İngiltere b. Rusya c. Fransa d. Almanya e. Avusturya 3. Rusya’nın Osmanlı Devleti’ne yardımı gündeme geldiğinde İngiltere ve Fransa’nın aracılığıyla Mehmed Ali Paşa ile yapılan anlaşma aşağıdakilerden hangisidir? a. Edirne b. Hünkâr İskelesi c. Kütahya d. Baltalimanı e. Sen-Petersburg 4. Takvim-i Vekâyi aşağıdaki hangi yıl yayın hayatına başlamıştır? a. 1826 b. 1828 c. 1830 d. 1831 e. 1838 5. Aşağıdaki olaylardan hangisi diğerlerinden daha geç tarihte gerçekleşmiştir? a. Hünkâr İskelesi Antlaşması b. Nizip Savaşı c. Mekteb-i Harbiye’nin açılması d. Kütahya Barışı e. Baltalimanı Antlaşması 6. Aşağıdakilerden hangisi II. Mahmud döneminde yapılan yeniliklerden biri değildir? a. İlk resmî gazetenin çıkarılması b. Nüfus ve mülk sayımının yapılması c. Muhtarlık teşkilatının kurulması d. Posta teşkilatının kurulması e. Avrupa başkentlerine daimi elçilerin gönderilmesi 7. II. Mahmud’un 1832 yılında Mehmed Ali Paşa’ya karşı İngiltere’nin yardımını temin etmek üzere görevlendirdiği devlet adamı aşağıdakilerden hangisidir? a. Namık Paşa b. Hüsrev Paşa c. Abdullah Paşa d. Halil Rıfat Paşa e. Selim Paşa 8. Aşağıdaki eşleştirmelerden hangisi yanlıştır? a. 1838-Baltalimanı Antlaşması b. 1833-Hünkâr İskelesi Antlaşması c. 1832-Kütahya Barışı d. 1839-Nizip Savaşı e. 1833-München-Graetz Anlaşması 9. Karantina teşkilatı kurulurken en çok istifade edilen ülke aşağıdakilerden hangisidir? a. Fransa b. İngiltere c. Rusya d. Avusturya e. Belçika 10. Yabancı tüccarlara büyük avantajlar sağlayarak Osmanlı ülkesini “Avrupa’nın açık pazarı” haline getiren antlaşma aşağıdakilerden hangisidir? a. Hünkâr İskelesi b. Kütahya c. Edirne d. Baltalimanı e. Bükreş 136 Osmanlı Tarihi (1789-1876) Yaşamın İçinden Okuma Parçası “Bir müddetten beri sıhhati bozulmuş olan II. Mahmud’un rahatsızlığı büsbütün artmış bulunuyordu. Saray tabipleri akciğer iltihabına yakalandığı teşhisini koymuşlardı. Hakikaten geçirdiği üzücü hayat, mücadele ettiği güçlükler, katlanmak zorunda kaldığı gaileler onu manen olduğu kadar maddeten de yıpratarak tüberküloza sürüklemiş bulunuyordu. Nihayet hava değişimi için Çamlıca’ya gitti. Viyana’dan getirilen meşhur bir hekim kendisini muayene ettikten sonra günleri sayılı ömrü kaldığını söylemiş bulunuyordu. Bir aralık Esma Sultanın tabibi tarafından verilen ilaç üzerine 3 saat kadar uyuyup uyanınca bir çubuk içmiş ve biraz yemek yemişti. Bu hale aldanan saray halkı onu iyileşmiş sandılar. Hemen kurbanlar kesildi. Veba yüzünden karantinada bekletilen hacılar serbest bırakıldı. Borç yüzünden hapiste bulunanlar tahliye edildi. O gece havaî fişeklerle şenlik yapıldı. Lakin hükümdar ertesi günü büsbütün ağırlaştı. Bu hâl halktan gizlendiği için şenlikler devam ederken vefat etti…II. Mahmud, cesur ve irade sahibiydi. Başladığı ve emrettiği işleri hiç durmadan takip eder, başta sadrazamlar olduğu halde mes’ul mevkilerde bulunanları sıkıştırırdı. Birçok işlerinde bu takip fikri sayesinde muvaak olmuştur. Bütün işlerinde Batı teknik ve kültürüne doğru bir yönelme vardı. Osmanlı Devleti’ne temelinden itibaren yeni bir düzen Avrupaî hüviyet verilmek gayesiyle onun ölümünden 1 yıl sonra ilân edilen “Tanzimat-ı Hayriye” aslında tamamen II.Mahmud’un eseridir.” Kaynak: Sertoğlu, Midhat. (2011). Mufassal Osmanlı Tarihi, C.V, Ankara, s. 2947-2948. “II. Mahmud’un son yıllarında, Avrupa’nın büyük güçlerinin Osmanlı İmparatorluğu’na yönelik ilgilerinde belirgin bir artış olmuştur. Yunan ve Mısır bunalımları İmparatorluğun zayıığını ortaya çıkarmış ve Rusya’nın nüfuz alanına girmekte olan Osmanlı İmparatorluğu’nun oluşturduğu stratejik tehlike –ki bu durumda Ruslar, İngilizlerin Akdeniz ve Asya’daki konumunu tehdit edebileceklerdi- İngiltere’yi alarma geçirmişti. Avusturya’da Rusya’nın Balkanlardaki hakimiyetinden giderek daha fazla korkuyordu. İngiltere ile Fransa arasındaki yayılımcı rekabet, Napolyon’un Mısır seferinden bir kuşak sonra kendisini yine hissettiriyordu. Balkanlarda çekişen milliyetçilik hareketlerinin ve büyük güçlerin emperyalist emellerinin Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasına yol açmadan tatmin edilmesi ya da eğer bu yıkım kaçınılmaz ise (ki Avrupa devlet adamlarının ekseriyeti bu kanıdaydı), Osmanlı İmparatorluğu’nu Avrupa’daki güç dengesini altüst etmeden ve genel bir savaşa sebep vermeden parçalama sorunu, 19. Yüzyıl boyunca “Doğu Sorunu” olarak tanımlanmaktaydı. Bu sorun her Avrupa başkentinin siyasal ve diplomatik gündeminde üst seviyede yer alıyordu.” Kaynak: Zürcher, Erik Jan (1999). Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İstanbul, s.62. 5. Ünite - Köklü Değişiklikler ve Tanzimat’a Hazırlık (1830-1839) 137 Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı Sıra Sizde Yanıt Anahtarı 1. d Yanıtınız yanlış ise “Avrupa’da 1830 İhtilâli” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 2. c Yanıtınız yanlış ise “İsyana Avrupa Devletlerinin Müdahale Etmesi” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 3. c Yanıtınız yanlış ise “ Kütahya Barışı” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 4. d Yanıtınız yanlış ise “Sosyal Alanda Yapılan Yenilikler” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 5. b Yanıtınız yanlış ise “ Nizip Savaşı” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 6. e Yanıtınız yanlış ise “II. Mahmud Dönemi’nde Gerçekleştirilen Köklü Değişiklikler” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 7. a Yanıtınız yanlış ise “İsyana Avrupa Devletlerinin Müdahale Etmesi” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 8. c Yanıtınız yanlış ise “Kütahya Barışı” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 9. d Yanıtınız yanlış ise “Sosyal Alanda Yapılan Yenilikler” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 10. d Yanıtınız yanlış ise “1838 Baltalimanı Antlaşması” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Sıra Sizde 1 Fransa’da başlayan ve sonra diğer Avrupa ülkelerine de yayılan 1830 ihtilâli, Liberalizm başta olmak üzere Bonapartizm, Cumhuriyetçilik, Romantizm gibi kavramları gündeme getirmiştir. Hürriyet ve özgürlük temelinde mutlakiyetçilik sorgulanmaya ve ulusların egemenliği üzerinde durulmaya başlanmıştır. Sıra Sizde 2 Mehmed Ali Paşa, Mısır valisi olduktan sonra burada güçlü bir yönetim kurmuştur. Kölemen tehdidini ortadan kaldırdıktan sonra Vehhabi isyanlarını da bastırarak bölgede siyasi kimliğini güçlendirmiştir. Diğer taraan Mısır’ı ekonomik açıdan da oldukça zenginleştirmiştir. Nil’den İskenderiye’ye açılan kanal ile sulama sıkıntıları çözülmüş, pamuk, pirinç, afyon ve hububat tarımı geliştirilmiştir. İpek, bez, şeker fabrikaları açılmıştır. Ziraatte ürün vergisi, ticarette tekel sistemi ile gelirleri arttırmıştır. Vali olduğunda 13 bin kese olan Mısır’ın yıllık gelirini 4. yılda 35 bin keseye daha sonra da 400 bin keseye çıkarmayı başarmıştır. Elde edilen gelirleri doğru alanlara yönelterek Mısır’a yeni bir çehre kazandırmıştır. Fransa’dan getirilen subay ve teknisyenlerle Avrupa tarzı bir ordu ve donanma kurulduğu gibi, Avrupa’ya öğrenci göndermek, yeni okullar açmak, gazete çıkarmak gibi önemli adımlar atarak Mısır’ın modernleşmesini ve güçlenmesini sağlamıştır. Sıra Sizde 3 Mora isyanı sırasında yardım gönderen, Navarin’de kayıp verdikten sonra kuvvetlerini izin almaksızın çeken Mehmed Ali Paşa, yardım karşılığında kendisine vaat edilen Girit, Suriye ve Trablusşam valiliklerinin verilmesi konusunda ısrarcı olmuştur. Osmanlı Devleti 1828-1829 Rus Savaşı başladığında Mehmed Ali Paşa’dan tekrar yardım istediğinde reddeden ve başına buyruk hareket eden Mehmed Ali Paş’ya sadece Girit valiliğinin verilmesini uygun bulmuştur. Diğer taraan Mehmed Ali Paşa’yı bölgeden uzaklaştırmanın hesapları yapılmaya başlanmıştır. Bu gelişmelerden haberdar olan Mehmed Ali Paşa 1831’de Suriye’yi ele geçirme plânlarını hayata geçirerek isyanı başlatmıştır. Mehmet Ali Paşa’nın 1831’de isyanına giden süreçte Suriye valiliğini ele geçirmenin yanı sıra Mısır’ı, komşuları olan Sudan ve tüm Arabistan’da en üstün güç haline getirmek, İstanbul’dan bağımsız hareket edebilmek, Mısır valiliğini bir hanedanlık biçiminde babadan oğula geçirmek gibi hedeeri de bulunmaktadır. 138 Osmanlı Tarihi (1789-1876) Yararlanılan ve Başvurulabilecek Kaynaklar Sıra Sizde 4 Mısır Meselesi’nin Osmanlı Devleti’ni tehdit eder hâle gelmesi ve Osmanlı ordularının üst üste aldığı yenilgilerle Mısır kuvvetlerine İstanbul yolunun açılması Avrupa devletlerinin ilgisini çekmiştir. Kendi çıkarları doğrultusunda bölgede zayıf Osmanlı yönetimini tercih eden devletler, hırslı Mehmed Ali Paşa’ya karşı tavır almışlardır. Konya muharebesinden sonra tedirginliği artan II. Mahmud yardım istemek için ilk olarak İngiltere’ye müracaat etmiştir. İngiltere’nin kabul etmemesi üzerine Rusya’ya müracaat edilmiş, Rusya teklifi büyük bir memnuniyetle karşılamıştır. Avrupa devletleri Rusya’nın yardım teklifini kabul etmesinden sonra meseleye daha fazla ilgi göstermişler, bu yakınlıktan rahatsız olan İngiltere ve Fransa elçileri aracılığıyla Osmanlı Devleti ile Mehmed Ali Paşa arasındaki meseleyi çözmeye çalışmışlardır. Rusya’nın nüfuzunu arttırma ve Boğazlar üzerinde söz sahibi olma endişesi diğer devletlerin de müdahil olmasını sağlamıştır. Sıra Sizde 5 1833 Hünkâr İskelesi Antlaşması, Osmanlı Devleti ile Rusya arasında savunma ve ittifak amacıyla yapılan bir antlaşma gibi görünmesine rağmen ilave edilen gizli madde ile Rusya’ya büyük avantajlar sağlamıştır. Buna göre Rusya, Çanakkale Boğazı’nın kendi lehine kapatılmasını ve hiçbir yabancı geminin geçmesine müsaade edilmemesini Osmanlı Devleti’ne kabul ettirmiştir. Rus savaş gemilerinin boğazlardan geçerek Akdeniz’e çıkma ihtimali ve nüfuzunu arttırma endişesi İngiltere ve Fransa’yı harekete geçirmiştir. Sıra Sizde 6 1838’de İngiltere ile imzalanan Baltalimanı Antlaşması ile tekelin kaldırılması, gümrüklerin ve resimlerin indirilmesi gibi yabancı tüccarlara büyük avantajlar sağlayan kararlar alınmıştır. İngiliz malları başta olmak üzere yabancı malların Osmanlı piyasasına girmesiyle Osmanlı yerli üretimi durma noktasına gelmiştir. Osmanlı ülkesini “Avrupa’nın açık pazarı” haline getiren anlaşma ekonomik açıdan Osmanlı Devleti’ne ağır yükler getirmiştir. Akyıldız, Ali.(2012). Osmanlı Bürokrasisi ve Modernleşme, İstanbul:İletişim Yayınları. Altundağ, Şinasi. (1998). Kavalalı Mehmet Ali Paşa İsyanı, 1.Kısım, Ankara: TTK Yayınları. Armaoğlu, Fahir. (1997). 19.Yüzyıl Siyasî Tarihi (1789- 1914), Ankara:TTK Yayınları. Beydilli, Kemal. (2003). “Mahmud II”, DİA, c. 27. Ankara. Çadırcı, Musa. (1982). «Tanzimat’ın İlanı Sıralarında Osmanlı İmparatorluğu’nda Kadılık Kurumu ve 1838 Tarihli «Tarik-i İlmiyye’ye Dair Ceza Kanunname’si», DTCF Tarih Araştırmaları Dergisi, Ciit: XIV / 25, Ankara.s.139-161. Karal, Enver Ziya. (1997). “Mahmud II”, İA, c.7.Eskişehir. Karal, Enver Ziya. (1994). Osmanlı Tarihi, c. V, Ankara : TTK Yayınları. Kutluoğlu, Muhammet Hanefi. (2002). “Kavalalı Mehmed Ali Paşa”, DİA, c.25, Ankara. Kütükoğulu, Mübahat. (1992). “Baltalimanı Muahedesi”, DİA, c.5, İstanbul. Ortaylı, İlber. (1995). İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, İstanbul: Hil Yayınları Özcan. Abdülkadir. (1997). “Harbiye”, DİA, c.16, İstanbul. Özcan, Abdulkadir. (1995). “II. Mahmut ve Reformları Hakkında Bazı Gözlemler”,Tarih İncelemeleri Dergisi, c.X, İzmir. Sarı, Nil. (2004). “Mekteb-i Tıbbiye”, DİA, c.29, Ankara. Sertoğlu, Midhat. (2011). Mufassal Osmanlı Tarihi, c.V, Ankara. Shaw Stanford J.-Ezel Kural. (2000). Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, c.2, İstanbul: e Yayınları. Ünal, Mehmed Ali. (2011). Osmanlı Tarih Sözlüğü, İstanbul: Paradigma Yayınları. Zürcher, Eric Jan. (1999). Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, çev. Yasemin Saner Gönen, İstanbul: İletişim Yayınları
.GİRİŞ “Tanzimat” kelimesi bir terim olarak düzenleme, nizam verme, ya da reorganizasyon anlamına gelirse de 19. yüzyıl Osmanlı Tarihi bakımından daha geniş bir anlam çerçevesine sahiptir. Tanzimat, getirdiği değerler ve anlayış bakımından gerek Osmanlı devlet yapısı gerekse toplum yapısında yaptığı etki ile yeni bir düzenin kurulduğu özel bir dönemi ifade eder. “Tanzimat Dönemi” adını alan bu özel devre, Osmanlı siyasi, idari, iktisadi ve sosyal yapısında bütüncül bir değişimi ve etkisi bakımından günümüze kadar uzanan bir yeniden yapılanma sürecini ifade etmektedir. TANZİMAT FERMANI’NIN HAZIRLANMASI, İLANI VE GETİRDİKLERİ 3 Kasım 1839’da Tanzimat Fermanı’nın okunmasıyla başlayan Tanzimat Dönemi, Osmanlı reform tarihi içerisinde, dönüm noktalarından birini oluşturması nedeniyle, günümüze kadar süren farklı yaklaşımlara ve tartışmalara yol açmıştır. Tanzimat Dönemi’nin, 3 Kasım 1839’da Topkapı Sarayı’nın Gülhane Bahçesi’nde Sultan Abdülmecid’in Hatt-ı Hümâyunu’nun okunması ile başladığı konusunda, konuyla ilgilenenler açısından, genellikle bir tereddüt yoksa da, ne zaman son bulduğu hakkında farklı görüşler vardır. Bazı yazarlar, Sadrazam Mehmed Emin Âlî Paşa’nın ölüm tarihi olan 1871 yılını esas alırlar. Onlara göre Tanzimat, Mustafa Reşid, Âlî ve Fuad Paşaların eseridir. Dolayısıyla Âlî Paşa’nın ölümüyle bu devre kapanmıştır. Öte yandan Tanzimat Dönemi’nin 1876 yılında sona erdiğini iddia edenler olduğu gibi, II. Meşrutiyet’in ilanını (1908) dönemin sonu olarak kabul eden tarihçiler de vardır. Ayrıca Tanzimat Dönemi’nin sonunu I. Dünya Savaşı’nın başlangıcına kadar getirenlerin yanı sıra daha sonraki tarihlere kadar uzatanlar da bulunmaktadır. Fakat genellikle 1839-1876 yılları “Tanzimat Dönemi” olarak ifade edilmiştir. Bu bakımdan biz de bu dönemlendirmeyi esas aldık. Ancak 1839-1876 yıllarını ifade eden Tanzimat Dönemi çoğunlukla iki alt dönemde incelenmektedir. 1856’da ilan edilen Islahât Fermanı’na kadar olan devre, Tanzimat Dönemi’nin birinci aşamasını; 1856- 1876 dönemi ise ikinci aşamasını oluşturur. Bu ünitede Tanzimat Dönemi’nin ilk evresi olan 1839-1856 yılları anlatılacak ve bu yılları anlamak için örnek alınan Batı Avrupa’da neler olduğuna bakılacaktır. Böylece Tanzimat Dönemi ve olayları bu noktadan hareketle değerlendirilmeye çalışılacaktır. Osmanlı Reorganizasyonu: Tanzimat Devri 1839-1856 142 Osmanlı Tarihi (1789-1876) Avrupa’da Feodalite’nin Yıkılışı, Yükselen Değerler ve Burjuvazi Avrupa Ortaçağ toplumunu, günümüz Avrupa toplumundan ayıran en önemli özellik, bireysel özgürlüğün bulunmayışıdır. Ortaçağ Avrupasında herkesin toplumsal düzendeki rolü sıkı bir biçimde belirlenmişti. Avrupa insanının toplumsal olarak bir sınıan diğerine geçme şansı pek yoktu. Bir kentten ya da bir ülkeden diğerine gitmesi zordu. İnsanlar, âdeta doğduğu yerde kalmak zorundaydı. Zanaâtkarların ve köylülerin, satacağı malların fiyatları, satacağı yer, kasabanın pazar meydanı belirlenmişti. Lonca üyesi, hiç kimseye teknik sırlarını açıklayamazdı. Herhangi bir kazançlı alışverişi, kendi loncasından olanlarla paylaşırdı. Kişisel, ekonomik ve toplumsal yaşam, sıkı kurallar altındaydı. Kişi, böyle bir yapı içinde bir birey değildi. Sadece kuralları önceden belirlenen ve ihlal edilemeyen bir grubun (cemaatin) üyesi bir köylü, zanaatkâr veya bir şövalyeydi. Batı Avrupa’daki bu sosyo-ekonomik yapı, XII. yüzyıldan itibaren dönüşüme uğramaya başladı. Ticari ve sınai etkinliklerle tarımsal faaliyetlerde yerini almış kimseler giderek kentlere yerleşmişlerdi. Bu süreçte şehir, sermaye ve serbestlik birbirinden ayrılmaz üç kavram hâline gelmiştir. Tüccarlar, feodal otoritelerin getirdiği düzenlemelerden ve kısıtlamalardan kurtulmak isterken, insanların dilediği yerde yaşama hakkına ve kişisel özgürlüğe sahip olmaları gerektiğini ileri sürüyorlardı. XII. yüzyıldan itibaren burjuvazinin ihtiyaç ve istekleri, feodal yapıyla ciddi şekilde çatışmaya başladı. Bu ihtiyaçların en önemlisi bireysel özgürlüktü. Özgürlük olmaksızın gidip gelmek, iş yapmak, mal satmak vb. ticari faaliyetler olanaksızdı. Gerçekte pek çoğu fiilen buna sahiptiler. Ancak fiili durumun bir hakka dönüştürülmesini talep ettiler. Feodal ekonomik düzen, iş birliği ilkesine ve rekabeti önleyici yasalara dayanmaktaydı. Kapitalizmin yükselişiyle bu ortaçağ ilkeleri, yerlerini her geçen gün bireysel girişimcilik ilkesine bıraktılar. Loncanın üyeleri, artık birbirlerinin rakipleri durumuna geçtiler. XVIII. yüzyıla gelindiğinde, “özgürlük” ve “eşitlik” talepleri yükseldi. Sonuç olarak bireyin, her türlü ilişkide tam bir serbestliğe sahip olması yönünde bir inanç gelişti. Grup, cemaat ve lonca mensubiyetinin yerini, bireyin ve bireyciliğin gelişmesi düşüncesi aldı. Böylece değişen kimlik anlayışları, hukuka alanına da yansıdı. İnsan hakları ve yurttaşlık hukukunun temellerini şekillendirdi. Öte yandan Avrupa’da 15. yüzyılın sonlarında şekillenmeye başlayan mutlak monarşi, modern devletin ilk biçimini oluşturdu. Mutlakiyetçi devlet yapısı, modern devletin büyük ve düzenli bir orduya, bürokrasiye ve kodifiye (kanunlaştırma) edilmiş hukuk düzenine sahip olması gibi birçok özelliği taşımaktaydı. Böylece Ortaçağ toplum ve devlet yapısından bir kopuş gerçekleşti. Bu dönemde nüfus ve üretim artarken daha önce birbirlerinden yalıtılmış bulunan küçük yerleşim birimleri arasındaki ticari ilişkiler de yoğunlaştı. Ulusal ekonomiler gelişip dış pazarlara doğru açılırken daha çok sayıda insan, birbirleriyle ilişki ve etkileşim içine girdiler. Giderek vatan ve millet kavramı oluşurken daha önce belli bir yöreye, kente veya feodal birime yönelik sadakat bağı, ulusa ve ulus-devlete yönelmeye başladı. Modern devlet, ortak bir kaderi paylaşmaya başlayan, ancak kişisel, bölgesel, sosyal, ekonomik ve kültürel bakımdan farklılıklara sahip olan, egemenliği altındaki tüm bireylere uygulanacak bir hukuk sistemine ihtiyaç duymuştur. Modern devlet, bütün ülkeye ve herkese eşit uygulanan yazılı, genel, soyut, sürekli ve objektif nitelikte açık ve anlaşılır bir hukuk düzeni kurmaya yöneldi. Böylece, aynı ülke üzerinde yaşayan herkesin aynı devletin koyduğu kurallara bağlanması, insanları feodal yönetimin tebaası olmaktan çıkararak modern devletin yurttaşları olan bireylere dönüştürdü. 17 ve 18. yüzyıllar boyunca giderek insanların doğuştan bazı hak ve özgürlüklere sahip olduğu düşüncesi yerleşti. Bugün, güvenlik içinde yaşama hakkı, konut dokunulmazlığı hakkı, haberleşme, inanç ve vicdan özgürlüğü vb. olarak tanımladığımız temel 6. Ünite - Osmanlı Reorganizasyonu: Tanzimat Devri 1839-1856 143 hak ve özgürlükler, burjuvazi tarafından feodal aristokrasiye karşı, “eşitlik” ve “özgürlük” kavramlarıyla dile getirildi. Bireysel hak ve özgürlüklerin korunmasını esas alan modern hukuk; cinsiyet, ırk, sosyo-ekonomik statü, din vb. farklılıkları dikkate almaksızın, yasalar karşısında herkesi “eşit vatandaş” statüsüyle, siyasi olarak devlete bağlı hâle getirdi. Bu tarihi süreç sonucu ortaya çıkan birey hakları, eşitlik, hukukun üstünlüğü ya da hukuk devleti gibi değerler 1776’da Amerikan Kongresi tarafından kabul edilen “Amerikan Bağımsızlık Bildirisi” ve 1789 tarihli Fransız “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi” adını alan belgelerde de kayıt altına alındı. Tanzimat Dönemi’ni Doğuran Nedenler Tanzimat Dönemi, Osmanlı toplumunun tüm kurum ve kuruluşlarını ayakta tutan, askeri, mali, hukuki, idari, iktisadi, siyasi vb. alanlarda köklü değişim ve dönüşümleri ifade etmektedir. Tanzimat Dönemi’nin başlamasına yol açan nedenler iç ve dış olarak iki grupta toplanabilir. İç nedenler, Tanzimat’ın bir sonuç olarak ortaya çıktığı Osmanlı batılılaşma hareketlerini anlatırken dış nedenler ise uluslararası alanda ortaya çıkan veya uluslararası hale giren siyasi olayları kapsamaktadır. İç nedenleri açıklayabilmemiz için Osmanlı Devleti’nin yaklaşık iki yüzyıllık modernleşme öyküsü içerisindeki reform (ıslahât) çabalarını ve bu süreçte Tanzimat Dönemi’nin değerini ve yerini saptamak bir zorunluluktur. 3 Kasım 1839’da Mustafa Reşid Paşa’nın, Gülhane Parkı’nda okuduğu fermanla başlayan ve “Tanzimat” adını alan dönem, önceki reform çabalarından daha farklı bir içeriği ifade eder. Tanzimat’ın gerçek değerini saptamak için kendisinden önceki reform girişimleriyle, onu karşılaştırmak gerekir. Osmanlı Devleti, Kanuni Devri’nden itibaren durağan bir döneme girmişti. Kanuni sonrasında gelen hükümdarlar ve sadrazamlardan bir kısmı, devleti durağanlıktan kurtarmaya yönelik birtakım girişimlerde bulunmuşlardı. 17. yüzyıldan itibaren başlayan bu çabaların temel amacı bozulan Osmanlı düzenini, yeniden kuvvete dayanarak kurmaktı. Batı’da ise, 14. yüzyıldan itibaren başlayıp gelişen Rönesans, Batı dünyasını ve Batı medeniyetini doğurmuştu. Öte yandan İslâm Medeniyetinin bir parçası olan Osmanlı’da, İslâm dünyasının dışındaki kültürleri yeterince önemsememek gibi bir eğilim hakimdi. Bu anlayış nedeniyle Osmanlı Devleti batı Avrupa’da olup-bitenlere ilgi göstermedi. Ancak 18. yüzyıl boyunca bir kısım Osmanlı idarecisi ve aydını açısından bu anlayış ciddi bir dönüşüm geçirdi. Askerî alandaki başarısızlıklar, Karlofça (1699), Pasarofça (1718), Küçük Kaynarca (1774) ve Yaş (1792) gibi ağır şartlar içeren anlaşmaların imzalanmasına yol açtı. Batı kültürü ve onun yarattığı ürünlere karşı -özellikle askerî açıdan- artık Osmanlı idarecileri, daha farklı bir yaklaşım göstermek zorunda kaldılar. Lale Devri (1718- 1730)’nde başlayan bir süreç olmakla beraber 18. yüzyıl boyunca batılılarla ilişki kurma eğilimi, I. Mahmud devrinde (1730-1745) aslen bir Fransız olan Kont Bonneval (Humbaracı Ahmet Paşa) ve III. Mustafa Devrinde (1757-1773) Baron de Tott gibi şahsiyetlerin, Osmanlı ordusuna hizmet etmelerini sağladı. Bu isimlerin varlığı, Osmanlı Devleti’nin askeri alanda batıyı önemsediği ve batının yöntemlerini askeri kurumlarda uygulamaya çalıştığını göstermektedir. Bu çabalar, 19. yüzyılın başlarına kadar daha çok batının teknik alandaki üstünlüğünü anlamak ve ithal etmek biçiminde gelişmiştir. III. Selim’in tahta oturması ile birlikte Osmanlı Devleti’nin batıya dönük ilgisi de yavaşça değişmeye başladı. III. Selim, askerî yönü ağır basmakla birlikte reform programını başka alanlara da uygulamaya çalıştı. Sultan II. Mahmud ile birlikte Osmanlı reformları, daha da geniş bir sahaya yayıldı. II. Mahmud, 1826’da Yeniçeri Ocağı’nı ortadan kaldırdıktan sonra giriştiği reformlarda, çağdaşı devletlerde olduğu gibi devlet işlerinde uzmanlaşmayı sağlamak için bakanlıkları (nezaretleri) kurdu. Meclis-i Vâlâ’yı Ahkâm-ı Adliyye’yi kurarak bir danışma meclisi oluşturdu ve devlet görevlilerine vazifeleri karşılığında, merkezî 144 Osmanlı Tarihi (1789-1876) hükümetçe maaş verilmesi vb. köklü değişikliklere yöneldi. Ancak hemen belirtelim ki II. Mahmud’u kendisinden önceki reformculardan ayıran temel özellik, Tanzimat hareketinin onun devrinde hazırlanmış olmasıdır. Tanzimat Dönemi, yenileşme tarihimizde kendisinden yaklaşık bir asır önce başlayan sürecin devamı olmakla birlikte öncekilerden pek çok farklılık göstermektedir. II. Mahmud öncesi reformlarda, Batı’nın temel yapısını oluşturan medenî değerler ile modern devletin temel özellikleri arasında yer alan hukuk devleti olma ve bireyin haklarının korunması gibi ilkeler göz önüne alınmamıştı. Oysa 19. yüzyılın ilk çeyreği boyunca Osmanlı Devleti, özellikle Fransız İhtilali’nin doğurduğu “Milliyetçilik” akımının etkisiyle Osmanlı sınırları içindeki çeşitli ulusların bağımsızlık talepleriyle karşılaştı. Milliyetçilik etkisini öncelikle imparatorluğun gayrimüslim unsurları üzerinde göstermişti. Ayrılıkçı eğilimler taşıyan gayrimüslim unsurların çoğunlukla imparatorluğun Avrupa topraklarında yaşaması, milliyetçilik akımının etkisini kolaylaştırdığı gibi Avrupa devletlerinin müdahalelerine de gerekçe oluşturmaktaydı. Bu anlamda ilk büyük hareket Sırp İsyanları’ydı. 1812’de Bükreş Anlaşması ile Sırbistan özerklik kazandı. Benzer şekilde, Osmanlı-Rus Savaşı sonrası 14 Eylül 1829’da imzalanan Edirne Antlaşması’yla Yunanistan bağımsızlığını elde etmişti. Ayrıca Mısır’da Mehmed Ali Paşa’nın iki defa merkezi otoriteye isyan ederek Osmanlı Sultanı’nın varlığını tehdit etmesi de bir başka büyük sorundu. Giderek ağırlaşan bu sorunların üstesinden gelmenin yolu devletin yeniden organize edilmesinden geçiyordu. Böylece Osmanlı Devleti’ni modern bir devlet ve toplum yapısına dönüştürürken Müslüman ve gayrimüslim bütün unsurları da eşit haklar ve eşit yurttaşlık temelinde bir arada tutmayı amaçlayan Tanzimat Fermanı ilan edilmişti. Fermanda insanların dinî veya etnik yapısı dikkate alınmaksızın bütün unsurlarıyla Osmanlı vatandaşlığı temelinde yeni bir toplum modeli öngörülüyordu. Tanzimat öncesi reform çalışmaları devlet ve bireylerin karşılıklı hakları bakımından hiçbir yenilik hedeememişken Tanzimat Fermanı ile bu konuda yeni bir döneme giriliyordu. Tanzimat Dönemi’ni doğuran dış nedenler açısından Osmanlı Devleti’nin güvenliği ve varlığını koruyabilmek için izlediği denge politikasının önemi göze çarpar. Osmanlı Devleti Karlofça Antlaşması ile ilk defa Avusturya’ya toprak vermek zorunda kalacağı gibi 18. yüzyıl boyunca giderek ağırlaşacak olan Rusya tehdidi de ortaya çıkacaktır. Bunun neticesi olarak 18. yüzyıl boyunca birkaç kez bu devletlerle savaşmak zorunda kalan Osmanlı bu savaşlarda başka bir devletle ittifak kurma ihtiyacı duymadı. Çoğunlukla yenilmesine rağmen bu savaşları kendi gücü ile yürütebilmişti. 19. yüzyıla gelindiğinde ise Avrupa’daki güç dengesi büyük değişim geçirirken Osmanlı Devleti askeri açıdan zayıamıştı. Bu yüzden Osmanlı Devleti dışarıdan kendisine yönelen tehdit ve tehlikelere karşı yanına bir büyük devleti alarak bir denge meydana getirermeye ve varlığını korumaya çalışmıştır. Osmanlı Devleti’nin izlediği bu denge politikasının ilk evresi Tanzimat Dönemi’ni de içerecek şekilde 1798-1878 yılları arasındadır. Özellikle Rusya başta olmak üzere kendisine yönelik bir tehdit ortaya çıktığı zaman Osmanlı Devleti, İngiltere ile ittifak kurma yoluna gitti. İngiltere de, anılan dönem boyunca, Osmanlı Devleti’ni destekleyen bir politika izledi. İngiltere doğal olarak kendi çıkarlarını düşünmekteydi. Çünkü Hindistan sömürgesi İngiltere’nin ekonomik hayatında önemli bir yere sahipti. İngiltere’nin bu sömürgesi ile bağlantısı ise Mısır, Akdeniz ve Cebelitarık Boğazı’ndan geçmekte ve buna İmparatorluk Yolu denmekteydi. 1787-1792 yılları arasında yapılan savaşlarda Rusya’nın Osmanlı Devleti’ni yıkma ve özellikle Boğazları ele geçirme arzularını gören İngiltere, 1791 yılından itibaren Rusya’nın Akdeniz’e inmesini engellemek için Osmanlı Devleti’nin bağımsızlık ve toprak bütünlüğünü koruma politikasını benimsedi. Osmanlı Devleti’nin, İngiltere’nin bu yeni politikasını fark ederek bir denge politikası arayışına girmesi ancak 1798’de Napoleon’un Mısır’ı işgaliyle gerçekleşmişti. Bu işgal İngiltere’yi korkuttu. Çünkü Fransa, İngiltere’nin, 6. Ünite - Osmanlı Reorganizasyonu: Tanzimat Devri 1839-1856 145 İmparatorluk Yolunu tehdit ederek ve Hindistan’la olan bağlantısını kesebilirdi. Rusya, da Napoleon’un Mısır’dan sonra Suriye’yi işgal etmesi ve kuzeye doğru çıkarak Osmanlı Devleti’ni yıkmasından korktu. Rusya, zayıf bir Osmanlı Devleti’nden boğazları alabilirdi. Fakat güçlü bir Fransa’nın elinden alması kolay değildi. Bu yüzden hem İngiltere hem de Rusya, Osmanlı Devleti’yle ittifak yaparak Napoleon’u Mısır’dan çıkardılar. Bu olayla birlikte Osmanlı Devleti, büyük devletlerin kendi toprakları üzerindeki çıkar çatışmalarını görerek kendisine yönelen tehlikelerin üstesinden gelmek için bu devletleri birbirine karşı kullanma yoluna gitti. İngiltere, Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü koruma politikasını 1878’e kadar devam ettirdi. Bu süreç boyunca Osmanlı Devleti, kendisine olan desteğin devamı için başta İngiltere olmak üzere batının iktisadi, siyasi, dinî vb. taleplerine -müdahalelerine- göz yummuştur. Çıkarları gereği, İngiltere’nin başını çektiği Batı Avrupalı devletler, Osmanlı Devleti’nin dağılması veya yıkılmasını önlemek için Osmanlı reform çabalarını desteklemiştir. Dış etkinin bir diğer boyutu da batının yarattığı kapitalist sistemin, dünya imparatorluklarını sistemlerine eklemleme çabası ile ilgilidir. Nitekim bu Avrupa merkezli kapitalist dünya, Osmanlı Devleti’nin, Rumeli, Anadolu, Suriye topraklarını, 19. yüzyıl boyunca ekonomik sistemine eklemlemeyi başarmıştır. Bu bakımdan Tanzimat’ı hazırlayan ekonomik gelişmeler arasında Mısır Meselesi özel bir yer tutmaktadır. Tanzimat Fermanı’nın ilanından kısa bir süre önce Mısır Meselesi’nin baskısı altındaki Osmanlı Devleti, 16 Ağustos 1838’de İngiltere ile Balta Limanı Ticaret Antlaşması’nı imzalamıştı. İngilizlere iç ticarette geniş imtiyazlar verildi. İngilizler Osmanlılar üzerinde daha fazla iktisadi nüfuz kurdular. 1838 Osmanlı-İngiliz ticaret antlaşmasının benzerleri aynı yıl içinde Fransa ile daha sonra 1840’ta İsveç, Norveç, İspanya, Hollanda, Belçika, 1841’de Danimarka, 1843’te Portekiz ile imzalanmıştır. Böylece Osmanlı toprakları üzerinde serbest ticaretin koşulları için gereken diğer idari, mali, hukuki vb. reformları yapmak kaçınılmaz hâle geldi. Batı Avrupa devletleri ise iktisadi çıkarlarını sağlama almak karşılığında Osmanlı toprak bütünlüğünü destekleyeceklerdi. Osmanlı Devleti, bir yandan bu kapitalist dünyanın bir parçası hâline gelirken bir yandan da kendi iç dinamiklerini harekete geçirerek çözüm yolları arayacaktır. II. Mahmud’un vefatı sonrası oğlu Abdülmecid, 18 yaşında tahta geçti. Yeni padişah, iki ciddi mesele ile karşılaştı. Bu meselerden ilki Mısır Valisi Mehmed Ali ile süre gelen kriz, diğeri ise “Tanzimat’ın ilanı” konusudur. Sultan Abdülmecid, padişahlığının ilk günlerinde Mısır kuvvetlerinin Osmanlı ordusunu Nizip’te yendiklerini öğrendi. Birkaç gün sonra da, Kaptan-ı Derya Firari Ahmet Paşa’nın Osmanlı donanmasını Mehmed Ali Paşa’ya teslim ettiği haberini aldı. Osmanlı Devleti, artık ordusuz ve donanmasız kalmıştı. Yeni padişah, devletin tecrübeli ve iş bilir sayılan adamlarından Hüsrev Paşa’yı sadrazam, Damat Halil Paşa’yı serasker, Rauf Paşa’yı Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliyye reisliğine getirmişti. Fakat Sultan Abdülmecid sorunların çözümü noktasında, Dışişleri Bakanı Mustafa Reşid Paşa’ya güvenmiştir. Başlangıcından itibaren Mısır Meselesi’nin bütün aşamaları içinde bulunmuş olan Mustafa Reşid Paşa, Paris ile Londra elçiliklerinde de bulunmuştu. Bu yüzden ilgili devletlerin konuya bakış açılarını biliyordu. Öte yandan Paris ve Londra elçilikleri sırasında Fransa ile İngiltere’nin idare tarzlarını incelemiş, dönemin Avrupalı diplomat ve siyasi aktörleri ile görüşmeler yapmış ve onların Osmanlı idaresi hakkındaki görüşlerini de öğrenmişti. Mustafa Reşid Paşa, Tanzimat-ı Hayriyye’nin ilanıyla, Osmanlı Devleti’nin yeniden güçlenmesini sağlayacak yeni bir düzenin kuruluşunu ve denge politikasının bir gereği olarak Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğüne taraar olan İngiltere ile Fransa’yı memnun etmeyi amaçlamıştı. Daha II. Mahmud zamanında Mustafa Reşid Paşa tarafından kaleme alınmaya başlanan ve yapılacak reformların ilkelerini ortaya koyan metin Gülhane Hatt-ı Hümâyunu ya da diğer adıyla Tanzimat Fermanı’ydı. Ferman Mustafa Reşid Paşa tarafından Gülhane Parkı’nda okunarak 3 Kasım 1839’da ilan edilmiş- 146 Osmanlı Tarihi (1789-1876) tir. Hemen belirtelim ki, Tanzimat Fermanı’nın doğuşuna etki eden dış nedenleri, daha sonra anlatılacak olan Islahât Fermanı’nda olduğu gibi Avrupalı devletlerin doğrudan baskısı şeklinde değerlendirmemekte yarar vardır. Tanzimat Fermanı’nın doğuşundaki dış nedenleri, dönemin gereklilikleri çerçevesinde ve batılılarla girişilen etkileşimin bir sonucu olarak ele almak ve düşünmek daha doğru olacaktır. Tanzimat hareketinin Batı Avrupalı devletlerce desteklenmesindeki ekonomik gerekçe nedir? Tanzimat Fermanı’nın İçeriği ve İlkesel Dayanakları Ferman metnini, beş bölüm şeklinde özetleyebiliriz. Birinci ve ikinci bölümde, Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan itibaren Kur’an hükümlerine ve şeriat kanunlarına saygı gösterildiğinden, devletin kuvvetli ve halkın refaha sahip olduğu ifade edildikten sonra yüz elli yıldan beri türlü sebeplerle ne şeriata, ne de kanunlara saygı gösterilmediği, bu yüzden de devletin eski güç ve refahını kaybettiği vurgulanmaktaydı. Üçüncü bölümde, devlet idaresini iyileştirmek için bazı yeni kanunlar koymak gerekliliğine işaret edilmekte; dördüncü bölümde de yeni kanunların hangi konuları esas alacağı gösterilmekteydi. Buna göre; 1-Müslüman ve gayrimislim bütün tebaanın ırz, namus, can ve mal güvenliğinin sağlanması, 2-Verginin düzenli bir usule göre ayarlanması ve toplanması, 3- Askerlik ödevinin düzenli bir usule bağlanmasını esas alan düzenlemeler yapılacaktı. Beşinci bölümde ise yeni kanunların dayandırılacağı genel prensipler belirtilmekteydi. Padişah da, hatt-ı hümâyuna ve yapılacak kanunlara saygı göstereceğine dair ant içti. Fermanın en önemli özelliği, çıkarılacak kanunların bütün tebaanın ırz, namus, can ve mal güvenliğinin sağlanması hususuydu. Özellikle 1776 tarihli Amerikan “Bağımsızlık Bildirisi” ve 1789 tarihli Fransız “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi”nde yer alan ve birey haklarını vurgulayan maddelerden esinlenildiği açıktır. Öte yandan fermanın bir diğer özelliği, bu yeni kanunların iki temel ilkeye göre düzenleneceğini, yine bir yenilik olarak, ortaya koymasıydı. Bu bağlamda ilk ilke, Kanunlaştırma hareketleri adı verilen, gerçekte “Hukukun üstünlüğü veya Hukuk Devleti” anlayışının yerleştirilmesine yöneliktir. Nitekim Tanzimat Fermanı’nın içeriğine bakıldığında giriş bölümünde, hukuk devleti olma ve hukukun üstünlüğü özelliğinin yitirilmesiyle devletin ve toplumun sıkıntı içinde olduğu vurgulandıktan sonra idarede ve memlekette kanun üstünlüğünün hakim olmasının gerekliliği belirtilmekteydi. Tanzimat Dönemi öncesi Osmanlı toplum ve devlet yaşamı, dinsel kurallara, çoğu zaman keyfiliği içerisinde barındıran “örf ”e dayalı bir hukuk nizamına, farklı dinî cemaatler (Millet Sistemi) şeklinde örgütlenen bir toplum yapısına sahipti. Öte yandan bu hukuk düzeni büyük oranda (tedvin) derlenmiş, yazılı metinlere dayalı değildi. Bu yüzden özellikle örfi yetkililerce keyfi hukuki çıkarımlar yapılabilmiş, bu da topluma bir keyfilik ve adaletsizlik görüntüsü vermişti. Toplumun hukuki alanda kurduğu ilişki biçimleri, bireyin, diğer bireyler veya devletle olan ilişkileri, özellikle dini kaynaklardan yapılan çıkarımlara veya devlet otoritelerinin takdirine bağlı bir görüntüye sahipti. Bu bakımdan hukuk alanında yazılı “kesin kurallar” koyma gerekliliği daha çok Tanzimat devri ile başladı. Adına kanunlaştırma (Codification) denilen bu yöneliş, pozitif hukuk alanında büyük bir aşamayı temsil etmektedir. Kanunlaştırma adını verdiğimiz bu çabaların ilk adımlarını, II. Mahmud devrinde görmekteyiz. II. Mahmud’un son dönemlerine doğru Tarik-i İlmiyeye Dair Ceza Kanûnnâmesi yanında yine 1838’de Memûrine Mahsûs Ceza Kanûnu yayımlanmıştı. Böylece sınırlı da olsa modern hukukun “kanunsuz ceza olmaz” ilkesi gereği, belirli suçlara önceden belirlenmiş cezaların verileceği ifade edilerek idarede keyfiliğe varan uygulamalara son verme çabasının ilk adımları atılmıştır. Belirsiz zulüm kavramıyla ifade edilebilen 1 Kanunlaştırma (Codification): Herhangi bir konuyla ilgili olarak izlenecek hareket tarzını kanun hâline koymak. Kanun şeklinde kurallar ortaya koymaktır. 6. Ünite - Osmanlı Reorganizasyonu: Tanzimat Devri 1839-1856 147 suçlar ve cezalar, kanunlaştırılmıştır. Tanzimat Fermanı’nın ilanından kısa bir süre sonra da 3 Mayıs 1840’ta bu kez tüm Osmanlı toplumunu içeren genel bir ceza kanunu yayımlandı. Bu genel ceza kanunu, suçların kanuniliği ilkesini getirmesi ve keyfi ceza vermeyi engelleyici hükümleri içermesi bakımından ilk kanun olma özelliğini taşır. Toplumun bütün kesimlerini içeren bu kanunu, 1850 yılında Kara Ticareti Kanunu, 1858’de Arazi Kanunnamesi, 1863’te Deniz Ticaret Kanunu, 1876’da tamamlanan Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye isimli medeni kanunun yayını takip etmiştir. 1876’da ilk anayasa (Kanûn-ı Esâsî), 1879’da Ceza ve Hukuk Yargılama Usul Kanunları da yayımlandı. Tanzimat dönemi boyunca pek çok kanunlaştırma yapıldı. Öte yandan bu yeni kanunlara uygun bir yargı örgütü oluşturma çabasına da 1840’tan itibaren girişildi. Bir yandan da Kadı Mahkemeleri reforme edilirken, Nizamiye Mahkemeleri de oluşturuluyordu. Modern bir yargı örgütünün kuruluşu 1879’da tamamlandı. Bunlar dışında dönem boyunca herkese uygulanacak, eşit ve yazılı olan bir hukuk mevzuatı ortaya konacaktı. Yeni kanunların düzenlenmesinde esas alınan ikinci ilke ise yeni kurulacak hukuk düzeninin ve yönetim anlayışının her dinî, etnik yapı için ortak (eşit) hâle getirilmesiydi. Oluşturulacak bir hukuk mevzuatı herkes için uygulanabilir, eşit ve aynı olmalıydı Tanzimat Fermanı’nda adalet ve refah vadedilen millet bütün imparatorluğun tebaasını ifade etmekteydi. Fermanda kanun önünde eşitlik ilkesi kararlı bir şekilde vurgulanırken kendinden önceki fermanlardan özellikle bu niteliğiyle ayrılmaktaydı. Tanzimat hareketi ve devlet adamlarınca pratik amaçlara yönelik olarak ilân edilen eşitlik ilkesi devletin içinde bulunduğu krizlere karşı bir çözüm olarak düşünülmüştür. Bu krizler özellikle, 19. yüzyılın başlarından itibaren ortaya çıkan ulusal ve bölgesel isyanlardır. Devleti bir bütün olarak tutabilmenin yolu, tebaanın eşitliğini sağlamaktan yani yeni bir siyasi program olarak Osmanlılık siyasetinin uygulanmasından geçmekteydi. Gerçekte Tanzimat Fermanı’ndan önce de tebaanın eşitliği anlayışı, Osmanlı idarecilerince devleti bir arada tutabilmenin tek yolu olarak kabul görmüştü. Osmanlı Devleti giderek geleneksel yapısından kopmaya başlamıştı. Bir yabancı gözlemciye göre, Sultan II. Mahmud’a Avrupa’nın takdirini kazandıran icraatlarından biri de gayrimüslimleri hâl-i mezelletten kurtarma ve medeniyeti Osmanlı ülkesine getirme çabasıydı. Sultan II. Mahmud, saltanatının sonlarına doğru söylediği şu sözlerle, tebaasının eşitliğine verdiği önemi anlatmaktaydı: “Ben tebaamın Müslümanını câmide, hristiyanını kilisede, mûsevisini de havrada fark ederim, aralarında başka gûnâ bir fark yoktur. Cümlesi hakkındaki mahabbet ve adaletim kavîdir ve hepsi hakîkî evlâdımdır”. Tanzimat Fermanı’nda üstü kapalı da olsa var olan eşitlik vurgusu, geleneksel Osmanlı Hukuku’ndan bir kopuşu ifade etmektedir. Bu nedenle kanun önünde eşitlik ilkesinin Osmanlı Devleti’ne girişi büyük bir zihniyet değişikliğinin ifadesidir. Bu özellikleriyle Tanzimat Fermanı ile başlayan dönem, Osmanlı reform tarihinin bir dönüm noktası durumundadır. Dönemin gerek iç gerekse dış siyası olayları Tanzimat ışığı altında şekillenmiştir. Tanzimat’ın Uygulanması ve Tepkiler Gülhane Hattı Hümâyunu, yayımlandıktan bir haa sonra, her eyalet valisine ve sancak mütesellimine bir ferman hâlinde gönderildi. Vergi ve asker maddesi hakkında ileride gönderilecek emirlerin beklenmesi dışında, fermanın gereklerinin derhal yerine getirilmesi istenmekteydi. Fermanın meydanlarda, halk önünde, okunması ve açıklanması istendi. Hükümet, yanlış yorumlamalar ve buna bağlı olarak kargaşalıklar çıkmasından endişe etmekteydi. Öngörülen ekonomik, sosyal, adlî yenilikler, doğabilecek tepkiler göz önüne alınarak her yerde aynı anda uygulamaya sokulmadı. Öncelikle hükümetin kesin denetiminin olduğu, Edirne, Bursa, Ankara, vb. yerlerde uygulama başlatıldı. İdarî taksimatta yer yer değişiklikler yapıldı, Örneğin Ankara ve Çankırı sancaklarından oluşan Ankara Eyaleti’ne Bozok, Kayseri, Kastamonu sancakları bağlandı. 148 Osmanlı Tarihi (1789-1876) Tanzimatın öngördüğü amaçlardan biri de vergi adaletiydi. Buna yönelik ilk önlem Muhassıllık Meclisleri’nin kuruluşudur. Tanzimat sonrası Muhassıl gönderilen yerlerde, kurulan meclislere Muhassıllık Meclisleri denmiştir. Gayrimüslim topluluklarının da temsil edildiği bu meclis, valinin denetimine verilmişti. Bu meclisler hatt-ı hümâyunda vaadedilenlerin gerçekleşmesi için tasarlanmıştı. 25 Ocak 1840 tarihinde gönderilen bir talimatta Muhassılların maiyyetlerinde bir katib-i emlak ve nüfus ile bir tane mal kâtibi bulunacak ve gittikleri yerlerde öncelikle bir meclis kuracaklardı. Bu meclise beldenin hâkimi, müüsü, bir asker zabiti ve vücûh-ı memleket denilen memleketin ileri gelenlerinden dört kişi, yine metropolit ve kocabaşılardan da birer kişi alınacaktı. Meclis haada iki ya da üç gün gerek vergi gerekse o beldenin diğer sorunlarını görüşecekti. Muhassılların bulunmadığı yerlerde üç veya dört kazanın birleşmesiyle ve Muhassıl tarafından “vücûh”dan ileri gelenlerden birisi vekil tayin edilip müü, nâib ve yine vücûhdan iki kişinin de olduğu bir meclis kuruluyordu. Muhassıllık talimatına göre, gayrimüslimlerin bulunduğu yerlerde Kocabaşı ve Metropolidin (Ermeni ve Rum temsilcileri) bu meclislere atanması öngörülüyorsa da başka cemaatlerin varlığı nedeniyle Yahudi ve Katoliklerin de bu meclislerde birer temsilcisi bulundurması Meclis-i Vâlâca kararlaştırılmış ve meclislere bunların da birer temsilcileri alınmıştı. Muhassıllık Meclisleri’ne seçimle üye olan vücûha “kadir ve haysiyyetlerine göre” aylık verileceği ifade edilmişti. Öte yandan Nâib ve vekillerine de maaş bağlanacak ve maaşlarını Emvâl-i Muhassıllıktan alacaklardı. Ancak bu durum fazla sürmedi. 18 Eylül 1841 tarihli karar gereğince nâib ve nâib vekillerinin maaşları kesildi. 31 Mart 1841’de Mustafa Reşid Paşa’nın sadaretten azli ve Rıza Paşa’nın sadarete tayiniyle Muhassıllık Meclisleri kaldırıldı. Adı Memleket Meclisleri olarak değiştirilen bu meclisler, 1849’da bu kez Eyâlet Meclisleri adını aldılar. Bunlar için Büyük Meclisler (Meclis-i Kebîr) ismi de kullanılıyordu. Çünkü sancak merkezlerinde de Küçük Meclisler kurulmuştu. Gülhane Hattı’nda ilan olunan vergi prensiplerinin hemen uygulanması mümkün degildi. Bu arada devlet gelirlerinin eksilmemesi için geçici olarak her bölgeden durumuna göre bir miktar peşin para toplanmasına karar verilmişti. Şahıslar arasında verginin taksimi ve tahsili işini her yerde sancak meclisleri düzenleyecek ve ileride alınmış fazla miktarlar geri verilecekti. İltizam kalktığından bundan böyle taşradaki voyvoda ve mültezimlerin işleri son bulmuştu. Tahsil işlerini muhassıl ve meclis yapacaktı. Memur ve görevlilerin türlü adlar altında halktan kendileri için aldıkları her türlü resim (vergi) kaldırılmıştı. Öte yandan Cizye yalnızca gayrimüslimlerden toplanan bir vergi olduğu için bu verginin alınmasını gayrimüslimler vergide eşitlik prensibine aykırı bulmaktaydı. Ancak Babıâli açısından şimdilik bu gelirden vazgeçilemezdi. Meclis-i Vâlâ’nın mali sahada yaptığı en radikal reform, iltizamın kaldırılmasıydı. Mültezim, voyvoda, sarraar ve onlara bağlı birçok kişiyi içeren geniş bir zümrenin, istismar ve kazanç kapıları bir anda kapanmıştı. Bunların arasında taşrada iltizamları alan, bu yolla zenginleşen birçok ayan ve ağa bulunmaktaydı. Bu kişiler, servete göre vergi ödeme prensibi nedeniyle, ödeyecekleri verginin artması ve eskisi gibi angarya yoluyla çeşitli suistimallerle halktan elde ettikleri haksız kazanca son verildiğini görmüşlerdi. Gelir kaynaklarının sınırlandırılması gayrimislim din adamlarını da ıslahât aleyhine çevirmiştir. Bütün bu idari ve mali reformların uygulanmasında Mustafa Reşid Paşa güçlüklerle karşılaşmıştı. Mustafa Reşid Paşa’nın iktidardan düşmesinde özellikle mali sahadaki başarısızlığı etkili olmuştur. Bir çok yerde meclislere “vücûh-ı memleket” adı altında eski ayanlar hakim olmuşlardır. Menfaat kaybına uğrayan kesimler reformların başarısız olması için çalışmaya bu arada özellikle halkı kışkırtmaya başladılar. Özellikle vergi temelli isyanlar Anadolu ve Rumeli’nin çeşitli bölgelerinde ortaya çıktı. Anadolu’da Burdur, Ayaş, Yalvaç, Denizli, Yozgat, Akdağ, Alaşehir, Çarşamba, Tokat ve diğer bazı yerlerde önemli direnişler ortaya çıktı. Bunların tamamı kısa süre içinde bastırıldı. Anadolu’da merkezî otorite daha güçlü olduğu Vücûh-ı memleket: Bir bölgenin, bir memleketin ileri gelenleri. Eşraf. 6. Ünite - Osmanlı Reorganizasyonu: Tanzimat Devri 1839-1856 149 için isyanlar büyümemiştir. Rumeli’deki isyanlar ise vergi gerekçesiyle başlamış olmasına rağmen kısa sürede ve kolaylıkla milliyetçi direnişlere dönüşmüştür. Babıâli bu bölgedeki isyanların, Hristiyanlık ekseninde uluslararası boyut kazanmasını engellemeye çalışmıştır. Bununla birlikte başta Rusya olmak üzere birçok Avrupa ülkesinin doğrudan müdahalelerini önleyememiştir. Çıkarları zedelenen bu zümreler, Mustafa Reşid Paşa ve ıslahât1arı aleyhine mücadeleye girişeceklerdir. Özellikle aşarın toplanmasında meydana çıkan kargaşalıklar ve eski mültezimlerle mahalli ayanın baltalama hareketleri yüzünden 1840-41 yıllarında hazine gelirlerinde çok büyük azalma görülmüş; kâr ve zarar hesabı bir yana kaç kuruş gelir elde edildiği bile ortaya çıkarılamamıştır. Mehmet Ali’ye karşı yürütülen savaş neticesinde hazine zaten büyük bir sıkıntı içindeydi. Mustafa Reşit Paşa iktidara gelince devlet masraarının ve maaşlarının bir kısmını esham kavaimi denilen bonolarla ödemek mecburiyetinde kalmıştı. Mustafa Reşid Paşa’nın rakipleri onu düşürmek için bilhassa bu durumdan yararlanmışlardır. Rıza ve Mehmet Ali Paşalar, Padişahı Mustafa Reşid Paşa aleyhine tahrik etmişler ve 31 Mart 1841’de Mustafa Reşid Paşa azledilmiştir. Mustafa Reşid Paşa’nın vergi reformu, ülke içerisinde ciddi sarsıntılara neden olmuştur. Osmanlı topraklarında mali uygulamalardan kaynaklanan isyanlardan biri de 1841 Niş İsyanı’dır. Tanzimat’a yönelik tepkilerin genel niteliğini belirtiniz! 1841 Niş İsyanı Tanzimat’ın herkesin geliri üzerinden belirli bir oranda vergi ödemesi esası ile angaryaların ve iltizam usulünün ilgası, Sırbistan’a sınır komşusu olan Niş bölgesinde özel bir fermanla, reaya çorbacılarının hazır bulunduğu bir toplantıda, ilan edildi. Gayrimüslim reaya bu ıslahâtı memnuniyetle karşıladı. Diğer taraan vergi reformunu uygulamak için tayin olunan muhassıl tarafından herkesin mal ve mülkü kaydedilmeye (tahrir) başlandı. Bu iş dokuz aydan fazla bir zaman aldı. Reformun uygulanmasına girişildiği zaman güçlükler meydana çıktı. Evvela reaya tahrirde servetlerinin iki misli gösterildiğinden yakınmağa başladılar. Diğer yandan o zamana kadar vergi vermeyen eski imtiyazlı sınıar reforma karşı koydular. Bunların başında Niş Kalesi’ndeki Müslümanlar geliyordu. Buradaki Müslüman ahali, daha önceleri vergi ödemekten muaf tutulmuştu. Şimdi vergiye tabi tutulmayı bir haksızlık sayıyordu. Ayrıca zengin Hristiyanlar ve çorbacılar da vergi oranlarının artması üzerine harekete geçtiler. Vergi reformu aleyhine propagandaya giriştiler ve türlü iddialarla reayayı tahrik ederek ayaklanmalar çıkardılar. Müslümanlar, Avrupa tüccarları, Yahudi ve Kıptiler de vergiye tabi tutulduklanndan gerçekte köylünün ödeyecegi miktar eskisine göre yarıya inmekteydi. Reaya’nın çoğunluğu memnundu. Fakat bağ sahibi olan çorbacılar ve zengin Hristiyan köylüler şarap ve rakıdan alınan vergiye itiraza devam ettiler. Bağlarını bozacaklarını, reayaya artık iş vermeyeceklerini söyleyerek köylüyü tahrik ettiler. Tahrik olunan reaya gelip Niş kalesi altında toplandılar. Elebaşılar tahrikçi olarak tutuklanıp Sofya’ya yollandı. Tutuklamalar olayı büsbütün alevlendirdi. 1500 kadar reaya, tekrar Niş varoşunda toplandılar. % 3’den fazla vergi ödeyemeyeceklerini çünkü daha fazlasını memurların ve kocabaşıların haksız yere kendilerinden almak istediklerini iddia ettiler. Vergi deerleri, kocabaşılar ile reaya tarafından incelenmek üzere kiliseye gönderildi. İncelemeden sonra vergi borçlarını ödemeleri için reayaya bir ay daha süre verildi. Ancak köylüler iddialarında ısrar ederek bu sefer Niş-İstanbul yolunu kestiler. Rastladıkları müslümanları katletmeye başladılar. Kosova’dan bir Arnavut askerî kuvveti asi köylerin üzerine gönderildi. Asilerin merkezi olan Kamania ve Mutafca köylerindeki kuleler Nisan 1841’de zaptedildi. Asilerin reisi Kocabaşı Miliyo, çarpışmalarda öldürüldü. Reaya, köylerine dağılmaya başladı. İsyanı 2 150 Osmanlı Tarihi (1789-1876) bastırmak için gönderilen Arnavut kuvveti yağmalar yaptı. Niş havalisinde 200 civarında köy yakıldı. Kadınlar ve çocuklar esir edilerek hayvanları ellerinden alındı. 28 köy ahalisi de Sırp sınırını aşarak kaçmışlardı. Balkanlarda Hristiyan ahalinin hamisi olduğunu göstermek için her fırsattan istifadeye kalkışan Rusya, müdahalede gecikmedi. Babıâli’ye durumu protesto eden bir nota verdi. Çar hükümetinin, gereken tedbirleri alması için bir memur göndermeye karar verdiği bildiriliyordu. Babıâli telaşa düştü. Meselenin kapanmış olduğunu ileri sürerek bunu önlemeye çalıştı. Nihayet bu memurun, reaya arasında soruşturmada bulunmaksızın Niş bölgesine gelmesini kabul etti. Diğer büyük devletler de Rusya’dan geri kalmak istemediler. Fransa da harekete geçti. Bir nota verdi ve o da bölgede soruşturma yapmak istediğini bildirdi. Prens Metternich de hadiseyi protesto eden bir nota göndermekten geri kalmadı. Babıâli, uluslararası bir müdahaleyi önlemek için bütün gayretini harcıyordu. Olayın bölgeye muhtariyet (özerklik) verilmesi veya bölgenin Sırbistan’a eklenmesi şeklinde sonuçlanma riski vardı. Vergi meselesiyle başlayan ayaklanma, siyasi bir içerik kazanmıştı. Özerk Sırbistan’ın bu bölgeye sınırdaş olması da olayların gelişimini etkilemişti. İsyancılar, Sırbistan’a sığınıyor ve korunuyorlardı. İsyan sırasında kaçıp giden 28 köy halkını, Sırbistan kabul etmişti. Asiler, Sırp Prensi Mihal Obrenovic’den destek alıyorlardı. Babıâli bir ihtar göndererek oraya sığınmış olan Bulgar köylülerinin geri gönderilmesini talep etti. Osmanlı makamları, Rumeli’de genel bir ayaklanma çıkmasından korkmaktaydı. Bu yüzden Babıâli, genel müfettiş Arif Hikmet Bey’i derhal Niş’e göndererek bir soruşturma yaptırdı. Soruşturma raporları Meclis-i Vâlâ’ da incelenerek isyanın, vergiler konusunda memurların tutumlarından kaynaklandığı anlaşıldığından reayayı yatıştırmak için bazı önlemler yürürlüğe sokuldu. Yakup Paşa kumandasında Niş’e askeri kuvvet gönderildi. Arnavut başıbozuk askerinin elindeki esir reaya, fidye ile kurtarıldı. Yağmaladıkları mallar geri alındı. Padişah, reayaya 150 bin kuruş dağıtılmasını emretti. Sırbistan’a kaçan köylüler, yavaş yavaş gelip köylerine yerleşmeye başladılar. Haziran 1841 itibariyle 400 aile geri gelmiş ve köylerine yerleştirilmiş bulunuyordu. Tanzimat’ın getirdikleri gayrimüslim reayayı umutlandırmış ve kendilerine tanınan haklar için direnmeye girişmişlerdi. Niş İsyanı ile vergi işlerinde eski idari suistimallere göz yummayacakları ve haklarını arayacakları ortaya çıkmıştı. Gerçekte Tanzimat’ın yeni vergi politikaları, kargaşa doğurmuş ve eskiden vergi imtiyazlarına sahip olan zümrelerin ayaklanmaların başını çektiği görülmüştür. Bu isyan hareketleri yabancı müdahalelerini davet edebileceği için Babıâli’yi kaygıya düşürmüştür. Nitekim benzeri bir isyan da 1850’de Vidin’ de ortaya çıktı. Mevcut toprak rejiminin bir sonucu olarak ortaya çıkan bu isyanda da Niş İsyanı’nda olduğu gibi milliyetçilik akımları ve dış tahrikler etkili oldu. Köylünün tarımsal yapı içindeki durumunun iyileştirilememesi huzursuzluğun en önemli kaynağıydı. Müslüman toprak sahipleri ve şehir yöneticileri 18. yüzyılda devlet topraklarını mülk edinmişlerdi. Reaya, mali yükümlülüklerinin çoğunu bu Müslüman toprak ağalarına ödemekteydi. Tanzimat, angaryayı kaldırınca Vidin’ de köylüler artık bu işi reddediyordu. Bu yüzden iki kesim arasında gerginlik doğdu. Sonuçta Mayıs 1850’de on bin civarında Bulgar köylüsü ayaklandı. Bir süre sonra ayaklanma bastırıldıysa da bölge her an büyük sorunlar doğurabilecek hâlde kaldı. MISIR MESELESİ’NİN II. AŞAMASI VE 1841 BOĞAZLAR SÖZLEŞMESİ Mısır Meselesi’nin birinci aşamasını bitiren ve Rusya ile imzalanan Hünkar İskelesi Antlaşması sekiz yıl için geçerliydi. Anlaşmanın önemli maddelerine bakarsak her iki devlet de bir saldırı hâlinde birbirlerine yardım edecekler, Osmanlı Devleti, bir saldırıya uğraması ve talebi hâlinde Rusya, kara ve deniz kuvvetleriyle yardımda bulunacaktı. Osmanlı Devleti de aynı şekilde Rusya’ya yardıma gidecekti. Oysa Osmanlı Devleti’nin 6. Ünite - Osmanlı Reorganizasyonu: Tanzimat Devri 1839-1856 151 Rusya’ya yardım edemeyeceği açıktı. Nitekim gizli maddede Osmanlı Devleti’nin askerî yardım yerine Çanakkale Boğazı’nı yabancı savaş gemilerinin geçişine kapatacağı kayıt altına alınmıştı. Böylece Rusya, Akdeniz’den gelebilecek bir saldırıya karşı kendisini korumuş olacaktı. Rusya, Mısır kuvvetlerinin Kütahya’ya kadar gelerek İstanbul’u ele geçirme ihtimalinden çok korkmuştu. Rusya, kendi emelleri nedeniyle boğazlara yerleşecek herhangi bir güce izin veremezdi. Bu durumu önlemek için Hünkar İskelesi Antlaşması ile derhal müdahale etme imkânını kazanmıştı. Ancak Hünkar İskelesi Antlaşması özellikle İngiltere’yi korkuttu. Fransa da telaşa kapılmıştı. Bir İngiliz-Fransız işbirliği ortaya çıktı. İngiltere, Fransa’ya ortak bir donanma ile Sivastapol’deki Rus donanmasını yakmayı teklif etti. Fransa bir savaşı göze alamadı. Bununla beraber İngiltere ve Fransa, 26 Ağustos 1833’te Osmanlı Devleti’ne verdikleri notalarda, Osmanlı-Rus ittifakını geçersiz saydıklarını bildirmişlerdi. İngiltere ilk fırsatta bu antlaşmayı ortadan kaldırmaya karar vermiş ve diplomatik girişimlerini artırmıştı. Avusturya da bu antlaşmadan hoşlanmamıştı. Fakat 1830 İhtilalleri’nden beri Avusturya, Rusya’ya dayanıyordu. Bu sebeple Hünkar İskelesi Antlaşması’na itiraz edemedi. İngiltere, boğazların statüsünü uluslararası garanti altına almak için 1834’te Avusturya ile görüşmelere başladı. Öte yandan Kütahya Antlaşması, ne II. Mahmud ne de Mehmed Ali Paşa’yı memnun etmişti. II. Mahmud, Kütahya Antlaşması’nı büyük devletlerin baskısı ile kabul etmişti. Mehmed Ali Paşa da II. Mahmud’un ilk fırsatta kendisine karşı harekete geçeceğini biliyordu. Bu yüzden Mısır’ın bağımsızlığını sağlamak için diplomatik faaliyetlerde bulunmaktaydı. Her iki taraf da harekete geçmek için fırsat kollamaktaydı. Ancak hemen harekete geçemediler. Nihayet II. Mahmud, Mehmed Ali sorununu kökünden çözmek için 21 Nisan 1839 günü Osmanlı ordusunu harekete geçirdi. Osmanlı ordusu Fırat’ı aşarak Nizip’te karargah kurdu. Mısır Ordusunun karargâhı Halep’te bulunuyordu. İki ordu 24 Haziranda Nizip’te karşılaştılar. Osmanlı kuvvetleri bir kez daha yenilirken İstanbul yolu Mehmed Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa’ya tekrar açılmıştı. II. Mahmud, Nizip yenilgisinin haberini alamadan 29 Haziran 1839’da öldü. Yerine oğlu Abdülmecid padişah oldu. Sultan Abdülmecid, Mehmed Ali Paşa ile bir uzlaşma aramaya başladı. Mehmed Ali Paşa’yı aettiğini belirten bir hatt-ı hümâyun yayımladı. Padişahın bu iradesi, Akif Efendi ile Kahire’ye yollandı. Akif Efendi Kahire’ye ulaşmadan önce, Kaptanı Derya (Firari) Ahmed Paşa’nın, II. Mahmud’un Hüsrev Paşa tarafından öldürüldüğü ve Hüsrev Paşanın sadrazamlığı zorla aldığı vb. iddialarıyla, Osmanlı donanmasını Mehmed Ali Paşaya teslim etmek için İskenderiye’ye yola çıktığı öğrenildi. Bu durum İstanbul’da daha büyük telaş uyandırdı. Çünkü Osmanlı Devleti, ordusuz ve donanmasız kalmıştı. Kahire’ye gönderilen yeni bir hatt-ı hümâyunda, Mısır’ın babadan evlâda geçmek şartıyla Mehmed Ali Paşa’ya bırakılacağı vaadedilmekteydi. Bu teklif de Mehmed Ali Paşa tarafından reddedildi. Çünkü Mehmed Ali Paşa, bu sırada Nizip zaferini öğrenmişti. Suriye Valiliği vb. diğer taleplerinin de Osmanlı Devleti tarafından kabul edileceğini düşünmekteydi. Mısır’daki yabancı devletlerin konsolosları, Mehmed Ali’ye Osmanlı donanmasını geri vermesini tavsiye ettiler. Ancak Mehmed Ali Paşa bu talepleri dikkate almayarak İstanbul’a ultimatom şeklinde mektuplar yazdı. Bu mektuplar üzerine İstanbul’da olağanüstü bir divan toplandı. Divan, Mehmed Ali Paşa’ya Mısır’dan başka Suriye’nin de bırakılmasını kararlaştırdı. Fakat tam bu sırada Avrupa devletleri olaya müdahale ettiler. İngiltere ve Fransa, Rusya’nın Hünkar İskelesi Antlaşması’ndan faydalanmak isteyeceğini düşünerek kuşkulanıyorlardı. Bu sebeple, Osmanlı-Mısır anlaşmazlığını uluslararası bir zemine çektiler. İngiltere derhal harekete geçti. Mısır meselesinin ilk aşamasında yaptığı hatayı bir defa daha tekrarlamaya niyeti olmayan İngiltere, Osmanlı Devleti’ni bu kez yalnız bırakmamaya kararlıydı. Fransa ise meselenin büyümesine taraar değildi. Mehmed Ali’yi desteklediği için Mehmed Ali avantajlı durumdayken iki tarafın anlaşmasını istiyordu. Rusya da yeni bir kriz çıkmasından 152 Osmanlı Tarihi (1789-1876) kaygılandı. Çünkü elde ettiği avantajları kaybetme riski doğacaktı. 1830 İhtilalleri’nin etkisini yitirmesiyle Avusturya da 1833’te olduğu gibi dış politikasında Rusya’ya bağımlı değildi. Batılı devletlerle iş birliği yapabilir duruma gelmişti. Nitekim İngiltere sorunun çözümü için uluslararası bir konferans toplanması düşüncesini ortaya attı. Rusya, bu girişime katılmak zorunda kaldı. Beş devletin İstanbul elçileri, 27 Temmuz 1839’da Bâbıâli’ye verdikleri ortak bir notada Mısır meselesi konusunda mutabık kaldıklarını bildirerek Osmanlı Devleti’nin kendilerinin desteği olmaksızın kesin bir karar almamasını istediler. Osmanlı hükûmeti, bu müdahaleyi memnuniyetle karşıladı. Sadrazam, Mehmed Ali Paşa ile doğrudan hiçbir görüşme yapılmayacağını ilgililere bildirdi. Verilen notanın Bâbıâlî tarafından kabul edilmiş olması, Hünkar İskelesi Antlaşması’nın fiilen sonunu getirmekteydi. Avrupa devletleri, sorununun çözümü noktasında farklı görüşlere sahipti. Görüş ayrılığı özellikle İngiltere ile Fransa arasındaydı. İngiltere’ye göre, Mehmed Ali Suriye’den çıkarılmalıydı. Fransa ise Mehmed Ali’nin Suriye’yi elinde tutmasına taraardı. Rusya politika değişikliğine giderek özel elçisini 15 Eylül 1839’da Londra’ya gönderdi. Rusya, Çanakkale ve İstanbul Boğazları’nın kapalılığının, uluslararası bir antlaşma ile kabul edilmesini teklif etti. İngiltere bu teklifi memnuniyetle karşıladı. Rusya, Hünkar İskelesi Antlaşması ile elde ettiği üstünlükten vazgeçtiği gibi Çanakkale dışında İstanbul Boğazı’nın da kapalılığını kabul ediyordu. Gelişen bu durum karşısında İngiltere, uzlaşmaya yanaşmayan Fransa’yı bu işin dışında bırakma şansını elde etti. İngiliz Dışişleri Bakanı Palmerston, Mehmed Ali Paşa’ya bir ultimatom gönderilmesini ve kabul etmediği takdirde kuvvet kullanılmasını teklif etti. Fransa dışında diğer devletler teklifi kabul ettiler. Fransız kamuoyu ve hükümeti Mehmed Ali Paşa’ya sempati besliyordu. Fransa’nın bu tavrı karşısında İngiltere, Mısır meselesini Fransa olmadan çözmeye karar verdi. 15 Temmuz 1840’ta İngiltere, Rusya, Avusturya ve Prusya devletleri arasında Londra’da dörtlü bir antlaşma yapıldı. Buna göre, Mısır’ın yönetimi babadan oğula geçmek üzere Mehmed Ali’ye verilecek ve Akkâ Valiliği ile sınırları belirtilen Güney Suriye de kayd-ı hayat şartıyla yine Mehmed Ali’ye bırakılacaktı. Mehmed Ali bu şartları on gün içinde kabul etmezse Akkâ’yı kaybedecek ve sadece Mısır’la yetinmek zorunda kalacaktı. Takip eden on gün içinde babadan oğula geçmek üzere Mısır’ın idaresini kabul etmezse o zaman Osmanlı Devleti babadan oğula geçme şartını geri alacaktı. Yine bu senede göre, Mehmed Ali bunların hepsini ilk on gün içinde kabul ettiği takdirde Osmanlı Devleti’nin imzaladığı bütün antlaşmalar Mısır’da da geçerli olacak ve vergiler Osmanlı padişahı adına toplanacaktı. Bunların gerçekleşmesi amacıyla imzacı devletler, Mehmed Ali’ye yapılan teklifi kabul ettirmek için iş birliği yapacaklardı. Ayrıca, Mehmed Ali bu teklieri kabul etmeyecek olursa Suriye ile Mısır’ın bağlantısını kara ve denizden kesmek için Osmanlı Devleti’ne yardım edecekleri gibi Mehmed Ali’nin kuvvetlerini, karadan ve denizden İstanbul’a yönlendirmesi halinde de Osmanlı Devleti’ne her türlü askeri yardımı yapacaklardı. Mehmed Ali Paşa, bu şartlardan hiçbirini kabul etmeyince Osmanlı Devleti bütün haklarını kaybettiğini ilân etti. İngiliz-Avusturya ortak donanması Suriye kıyılarını abluka altına aldığı gibi İngilizler ayrıca Lübnan’a asker de çıkardılar. Rusya da sultanın yardım istemesi hâlinde diğer Avrupa devletlerinin donanmalarının Boğazlardan içeri girmesine itiraz etmeyeceğini bildirdi. Dört devletin kararları oyun dışında bırakılan Fransa’yı kızdırdıysa da savaşa girmeyi göze alamadı. Fransa’nın desteğini kaybeden Mehmed Ali, yalnız kaldığını anladı ve Osmanlı donanmasını geri vermeye ve Suriye’den çekilip sadece Mısır’la yetinmeye razı oldu. Krizin bu şekilde çözülmesinden sonra Sultan Abdülmecid, 13 Şubat 1841 tarihli fermanını yayımladı. Buna göre, Mısır Valiliği veraset yoluyla Mehmed Ali’nin büyük oğlundan büyük oğluna geçecek, Mısır Ordusu 18.000 kişiden fazla olmayacak ve Albay rütbesine kadar olan subayları Mısır valisi tayin edebilecekti. Ayrıca Mısır’da vergiler padişah adına toplanacak; bu vergilerin dörtte biri İstanbul’a gönderilecek ve Mısır’da para 6. Ünite - Osmanlı Reorganizasyonu: Tanzimat Devri 1839-1856 153 padişah adına bastırılacaktı. Gülhane Hatt-ı Hümâyunu ve Osmanlı Devleti’nin imzaladığı bütün anlaşmalar Mısır’da da geçerli olacaktı. İlgili devletler Londra’da toplanarak 10 Temmuz 1841’de imzaladıkları bir protokol ile Mehmed Ali sorununun bittiğini belirttiler. Bunun yanı sıra, 15 Temmuz 1840 antlaşmasında öngörüldüğü gibi, Boğazlarla ilgili kapalılık esaslarına katılmak üzere Fransa’nın da davet edilmesine karar verdiler. Mısır Meselesinin Sonuçları 1830’da başlayan ve 1840’ta sonuçlanan Mısır meselesi, bir iç isyan olarak ortaya çıktıysa da beş büyük Avrupa devletinin müdahalesiyle ciddi bir Avrupa sorununa dönüştü. Mehmed Ali Paşa, bu isyan ile elde etmek istediği Adana ve Suriye hakimiyetinden vazgeçmek zorunda kaldı. Ancak Mısır’ı babadan oğula geçirecek olan bir ferman elde etmeyi başardı. Rusya, isyanın ilk aşamasında Hünkar İskelesi Antlaşması ile Osmanlı üzerinde bir himaye kurmayı başardıysa da ikinci aşamada başta İngiltere olmak üzere Avrupalı büyük devletlerin baskısıyla bu avantaj kısa sürede etkisiz hâle geldi. İngiltere, Doğu Akdeniz ve Hindistan’ın güvenliğini tehdit edebilecek, Fransa’nın etkisi altındaki Mehmed Ali Paşa’nın büyük bir devlet kurmasını önlediği gibi Rusya’nın boğazlara yönelik girişimlerini de boşa çıkardı. Fransa, Mısır Meselesi’nde Mehmed Ali’yi destekleyerek Mısır’daki Fransız nüfuzunu sürdürmek istedi. Bir yandan da Osmanlı Devleti ile çatışmamaya ve Osmanlı toprak bütünlüğünü Rusya’ya karşı korumaya da özen gösterdi. Osmanlı Devleti’nin ise Mısır krizinde, bir paşasının isyanını bile bastırmayı başaramaması zayıığını iyice ortaya çıkardı. Osmanlı Devleti varlığını devam ettirmek için sürekli başka bir ülkenin yardımına başvurmak zorunda kalacaktı. Bu olayla Avrupa devletlerinin Osmanlı üzerindeki çıkarları daha da açık hale geldi. Beş büyük devletin, Osmanlı Sultanı ile Mehmed Ali Paşa arasındaki anlaşmazlığa müdahil olmalarının gerçek sebebi, İstanbul ile Boğazlar’a yönelen tehlike idi. Mısır Meselesi’nin çözülmüş olması gerçekte Boğazlar sorununun çözülmesi anlamına gelmiyordu. Nitekim Osmanlı Devleti’nin artık Boğazları kendisinin savunamayacağı ortaya çıkmıştı. Bu yüzden Avrupa devletleri arasında Boğazlar üzerinde bir antlaşmaya varılması gerekli idi. 1841 Boğazlar Sözleşmesi Uluslararası bir sözleşmenin ortaya çıkışı, büyük devletlerin Osmanlı Devleti üzerindeki çıkarları ile ilişkilidir. Büyük Petro’ dan beri Rusya, İstanbul ve Boğazlara egemen olmak istemekteydi. Rusya, geniş ve zengin toprakları ile ekonomik açıdan denizlere açılmaya muhtaçtı. Rusya’nın kuzey ve batı denizleri, buzullarla kaplı iken Doğu sahilleri ticari bakımından yetersizdi. Bu yüzden Karadeniz ve Akdeniz, Rus ticareti için hayati önemdeydi. Ruslar, Karlofça Antlaşması sonrası Karadeniz’i Rus gölü yapmak yolunda önemli bir adım attılar. 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması’yla da Rus Ticaret gemileri için Boğazlardan serbestçe geçiş hakkını kazandılar. 1784’te Kırım’ı topraklarına kattıktan sonra Rusya, İstanbul ve Boğazları ele geçirmenin zorluğu karşısında bu kez İstanbul ve Boğazlar üzerinde Rus nüfuzunu kurmaya yöneldi. 1798’de Napoleon’un Mısır’a saldırması ile Ruslar, Osmanlı hükümetine Fransa’ya karşı ittifak teklif ettiler. 1799’da imzalanan Osmanlı-Rus antlaşması sonucu Rusya, dost devlet sıfatıyla Boğazlardan her iki istikamette gemi geçirmek hakkını sekiz yıl için kazanmıştı. Rusların yeni politikası Osmanlı Devleti üzerinde nüfuz kurmaktı. Ruslar açısından bu politika, Hünkar İskelesi Antlaşması’yla başarıya ulaşmış ve Boğazların başka devletlerin savaş gemilerine kapatılmasını sağlamışlardı. Ancak bu durum Batı Avrupa devletlerinin çıkarlarına aykırıydı. Fransa, kapitülasyonlarla Osmanlı topraklarında ekonomik ve ticari bakımdan önemli çıkarlar sağlarken Akdenize inecek bir Rusya, Fransız çıkarlarını tehdit edebilirdi. Bu çerçevede Rusya ile İngiltere’nin çıkarları da çatışmaktaydı. 154 Osmanlı Tarihi (1789-1876) 18. yüzyılın sonlarına doğru Hindistan ile Avrupa arasındaki en kısa yol Akdeniz’den geçtiğinden bu deniz, İngiltere için hayati önemdeydi. İngiltere, bu yolun ekonomik olduğu kadar jeo-politik değerini de kavramıştı. İstanbul ve Boğazlar dolayısıyla Akdeniz egemenliğini kimseye kaptırmamak İngiltere’nin temel politikasıydı. Diğer yandan Hindistan yollarından bir diğeri de Dicle-Fırat vadisinden Basra Körfezi’ne uzanan yoldu. Bu yol da Osmanlı egemenliğinde bulunuyordu. İngiltere, bu yolların Rusya veya bir başka gücün eline geçmesini önlemek için Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü desteklemişti. İlgili devletlerin bu yaklaşımları ışığında İngiltere, 15 Temmuz 1840 Londra Antlaşması ile Boğazların kapalılığını Rusya, Avusturya ve Prusya’ya kabul ettirmişti. 10 Temmuz 1841 Protokolü ile de Fransa’nın bu konudaki anlaşmaya davet edilmesi kararlaştırılmıştı. Nihayet, 1841 yılına gelindiğinde Hünkar İskelesi Antlaşması’nın sekiz yıllık geçerlilik süresi bitiyordu. Fransa, Mısır sorunu çözülmedikçe Boğazlarla ilgili herhangi bir anlaşmayı imzalamayacağını açıklamıştı. Mısır sorununda bir çözüme ulaşılmıştı ve Fransa da Boğazlar konusundaki bir uluslararası anlaşmaya katılabilirdi. Neticede Osmanlı Devleti ve Fransa’nın da katılımı ile 13 Temmuz 1841’de Londra’da, Boğazlar Sözleşmesi veya 1841 Londra Boğazlar Sözleşmesi adını alan bir antlaşma imzalandı. 1841 Boğazlar Sözleşmesi, dört maddeden ibaret olup en önemli olanı ilk maddesidir. Bu maddeye göre Osmanlı Devleti, yabancı savaş gemilerinin Karadeniz ve Çanakkale boğazlarından geçemeyeceğine dair eskiden beri uygulamakta olduğu yasağı (kaide-i kadime), bundan sonra da uygulayacağına dair kararlılığını ilân ederek bu hususta garanti veriyordu. İngiltere, Rusya, Avusturya, Fransa ve Prusya ise Osmanlı Devleti’nin bu geçiş yasağı hakkındaki kural ve kararına saygı göstermeyi taahhüt ediyorlardı. Yani, Osmanlı Devleti barış zamanında hiçbir yabancı savaş gemisini Boğazlardan geçirmeyecek ve bu devletler de zorla geçme teşebbüsünde bulunmayacaklardı. Nihayet, 3. madde ile Osmanlı Devleti, diğer bütün devletleri, bu sözleşmeye katılmaya davet edecekti. Bu sözleşme ile ilgili olarak bazı noktalar üzerinde durmak gerekir. 1. Maddede, Boğazların kapalılığına dair Osmanlı Devletinin taahhüdü, sadece barış zamanına aittir. Buna göre, Osmanlı Devleti, herhangi bir devletle savaş hâlinde olursa Boğazları istediği devletin savaş gemilerine açabilecekti. Nitekim Kırım Savaşı’nda böyle olmuştur. Yine 1841 Sözleşmesi ile Boğazlar uluslararası bir statü kazandı. Çünkü 1841’e gelinceye kadar Boğazları bütün devletlerin savaş gemilerine kapalı tutmak Osmanlı Devleti’nin daima uygulamakta olduğu bir kuraldı. Fakat istediği zaman bu kuraldan vazgeçebilirdi. 1841 Boğazlar Sözleşmesi ise bu durumu değiştiriyordu. Boğazlar rejimini tayin eden artık sadece Osmanlı Devleti değildi. Avrupa devletlerinin karşılıklı ve ortak taahhütleri de söz konusuydu. Yani Osmanlı Devleti, diğer devletlerin onayları olmaksızın Boğazlar rejiminde bir değişiklik yapamayacaktı. Diğer yandan Avrupa devletlerinin, Boğazların kapalılığına saygı hususundaki taahhütleri, sadece Osmanlı Devletiyle karşılıklı ilişkilerini de ilgilendiriyordu. Dolayısıyla içlerinden biri taahhüdünden vazgeçip Osmanlı Devleti ile Boğazlar hakkında ayrı bir anlaşma imzalayamazdı. Kısacası yeni bir Hünkar İskelesi Antlaşması söz konusu olamayacaktı. Osmanlı Devleti, 1841 Boğazlar Sözleşmesi ile Rusya’dan gelebilecek bir tehlikeyi önlerken İngiltere, Boğazların kapalılığını kesinleştirerek Akdeniz’e dönük bir Rus tehlikesini dizginlemekteydi. Osmanlı Devleti açısından 1841 Boğazlar Sözleşmesi’nin sonucu ne olmuştur? Lübnan Krizi Tanzimatın ilanından sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun çeşitli eyaletlerinde isyanlar çıkmıştı. Arnavutluk, Girit, Bulgaristan, Suriye ve Lübnan’da patlak veren isyanlar, Tanzimat’a duyulan tepki, kötü yönetim, milliyetçiliğin yayılması ve yabancı devletlerin tahrikleri 3 6. Ünite - Osmanlı Reorganizasyonu: Tanzimat Devri 1839-1856 155 gibi nedenlere dayanmakta idi. Arnavutluk, Bulgaristan ve Girit isyanları, başka devletlerin müdahalesine izin verilmeyerek bastırıldıysa da Lübnan ve Suriye’deki olaylara Fransa ile İngiltere’nin dâhil olması, bu bölgelerdeki isyanları siyasi krize dönüştürdü. Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı fethinden sonra 1516’da Lübnan’ın idaresine Maan ailesi getirilmişti. Bölgenin idaresi 17. yüzyıl sonlarına kadar Maan ailesinde kalmış, fakat 1697’de yönetimi Şihab ailesine bırakmışlardı. Lübnan’da Şihab ailesi dışında pek çok aile bulunuyordu. Toplumun en tepesindeki bu aileler tarafından seçilen Emir, Sultan tarafından onaylanmaktaydı. Marunîler, Dürziler ve sünni Müslümanlar, Lübnan’daki sosyolojik yapının ana unsurlarıydı. Özellikle Dürzîler ve Marunîler bölgenin iki etkili topluluğuydu. Bunlar Bâbıâlî’nin hakimiyetini tanımakta fakat yerli Şihab ailesi tarafından idare edilmekteydi. Mora İsyanı sırasında Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa yardım karşılığında Sultan II. Mahmud’dan, Suriye Valiliği’nin kendisine verilmesini istemişti. Ancak bu isteği gerçekleşmeyince Sayda valisinin kendisine tazminat ödemediği gerekçesiyle 1 Ekim 1831’de bölgeyi ele geçirmek için harekete geçti. Mehmed Ali Paşa’nın Lübnan’ı işgali, bölgeyi köklü bir şekilde etkiledi. Mehmed Ali Paşa’nın işgalinden önce bölgede uluslararası ticaret oldukça sınırlıydı. Ticaretin yönü Avrupa değil Asya merkezliydi. Beyrut, yaklaşık 10.000 nüfuslu küçük bir liman kentiydi. Şam ve Halep ise kervan ticaretinin en gözde kentleriydi. 1835’te Avrupa’ya dönük ticaret hacmini artıran gemilerin yapımına İngilizler öncülük etti. Fransa ve Avusturya’nın da sektöre girmesiyle ortaya büyük bir rekabet çıktı. Beyrut, batılı misyonerlerin en gözde Hristiyanlaştırma mekânlarından biri haline geldi. Mısır kuvvetlerince Lübnan’ın işgali, bölgedeki Hristiyanların hâli hazırdaki yaşam koşullarını iyileştirdi. Düzenin kendi lehlerine giderek sağlamlaştırılmasına yöneldiler. Dürziler ve Marunîler arasındaki ayrışma derinleşti. Aralarındaki denge bozuldu. Mısırlıların Dürzi aleyhtarı tutumları sonucu Hristiyanlar hem Mısırlılarla, hem de Batılı tüccarlarla ortaklıklar kurarken Dürzi topraklarına doğru bir yayılma gösterdiler. Dürzi topraklarına el koyma girişimi ise gerilimi en üst noktaya taşıdı. Zengin Dürzi ağaları eski güçlerine kavuşmak için mevcut Emir Beşir’in görevinden alınması için çabalarını artırdılar. 15 Temmuz 1840’ta İngiltere, Rusya, Avusturya ve Prusya arasında Londra Protokolü imzalanmıştı. Mehmed Ali kendisine yapılan teklierden hiçbirini kabul etmeyince ortak bir İngiliz-Avusturya donanması Suriye kıyılarını abluka altına alırken İngilizler Lübnan’a asker de çıkardılar. Mısırlıların dokuz yıllık Suriye işgaline son verildi. Emir Beşir, Ekim 1840’ta Lübnan’ı terkederek Malta’ya sürgüne gönderildi. Aynı yılın son aylarında da İbrahim Paşa Lübnan’ı tamamen boşaltmak zorunda kaldı. Bunun üzerine Babıâli, Emir Kasım’ı, Lübnan’ın yeni emiri tayin etti. Emir Kasım, Dürziler’in ciddi muhalefetiyle karşılaştı. Lübnan’ın iç dengeleri bozulmuş ve Hristiyanlarla Dürziler arasındaki rekabet şiddetlenmişti. 1841 Ekim’inde vergi dağıtımı sırasında çıkan bir tartışma sonrasında Dayr’ül-kamer’de Ebu Naked şeyhine bağlı Dürziler, Marunîlere saldırdı. Karışıklık kısa sürede Lübnan’a yayılarak Bia, Zahle ve Suf ’a sıçradı. Ortaya çıkan bu kargaşada pek çok insan öldü. Olaylar üzerine Fransa ve İngiltere başta olmak üzere Avrupa devletleri Bâbıâli’nin durumu kontrol altına alamaması halinde Lübnan’a ortak müdahale edebileceklerine dair bir nota verdiler. Bâbıâli, Lübnan’da kontrolü sağlayamayacağı anlaşılan Emir Kasım’ı, Ocak 1842’de görevden aldı. Böylece Lübnan’daki Şihab ailesinin yönetimi sona erdi. Babıâli olayları denetim altına almak için Mirliva Ömer Paşa’yı bu makama getirdi. Bu kararın Batı kamuoyundaki yankıları oldukça sert oldu. Son gelişmeleri bölgedeki çıkarları için uygun bulmayan Fransa ve İngiltere, Ömer Paşa’nın görevden alınması için baskı yapmaya başladılar. Bâbıâli ve Batılı devletler arasında yoğun bir diplomasi trafiği sonrası 1842’de İstanbul’da buluşan Fransız, İngiliz, Rus, Avusturya ve Prusya Dışişleri bakanları, Dürzi ve Marunî çatışmalarını sona erdirmek için Lübnan’ı iki kaymakamlığa ayıracak bir plana onay verdiler. Osmanlı Marunî(ler): Kurucusu Aziz Mârûn’a nisbet edilen ve V. yüzyıldan itibaren ağırlıklı olarak Lübnan’da yaşayan bir Katolik Hristiyan cemaati. Dürzi(ler): Mısır’da hüküm sürmüş Fatımi’lerden Hakim bi-emrillah’ın Allahlık iddiası ve ona inanan bir topluluk oluşmuş, ona ilk inananlardan olan Muhammed Dürzi’ye izafeten bu isim verilmiştir. Bu toplluk ehl-i sünnet Müslümanların baskısıyla Mısır’ı terk ederek Şam civarına yerleşmişlerdir. Dürzî adını alan bu topluluğun inanışlarında, Müslümanlıktan, Hristiyanlıktan, Mazdeizmden ve hatta putperestlikten alınma birçok esas bulunmaktadır. 156 Osmanlı Tarihi (1789-1876) hükûmeti de Ömer Paşayı azlederek Lübnan için yeni idare şeklini kabul etti. Sayda valisine bağlı olmak üzere Dahr’el-baydar boğazı ortak nokta olarak tespit edilmiş ve bunun kuzeyinde kalan bölge Marunî, güneyinde kalan bölge ise Dürzi kaymakamlık sınırı olarak tespit edilmiştir. Ocak 1843’te yapılan tayinlerle Haydar Ebü’l-Lam, Marunî bölgesinin, Ahmed Arslan da Dürzi bölgesinin kaymakamlığına getirilmiştir. 1841’deki Dürzi isyanı nedeniyle Marunîlerin giderek artan tazminat talepleri söz konusu olurken Dürzilere yönelik güç gösterileri 1845’te yeni bir karşıklığın çıkmasına yol açmıştır. Yeni kurulan sistem, Hristiyan, Dürzi ve Müslümanların birlikte yaşadığı yerlerde sıkıntılara yol açtı. Harekat adı verilen kanlı bir kargaşa dönemi başladı. Sisteme her çevreden itirazlar geliyordu. Gerginlikler, Mayıs 1845’te silahlı çatışmaya dönüştü. Güneydeki karma köylerde kimin egemen olacağı bir mesele olarak ortaya çıkınca Hristiyanlar, Dürzi köylerine saldırdı. Dürzilerde bunlara karşılık verdi. 1841 olaylarının bir benzeri tekrar yaşanıyordu. Lübnan’daki karışıklığın önlenmesi için İngiltere, Fransa, Rusya, Prusya ve Avusturya konsolosları derhal Bâbıâli’ye başvurdular. Kargaşa, Osmanlı güçlerince kısa sürede kontrol altına alınmıştı. Avrupa devletlerinin isteği üzerine Lübnan’daki konsoloslarla Osmanlı Hariciyesi meselenin çözümü için bir kez daha görüşmelere başladı. Müzakereler kısa sürede genel meclislerin açılması ve genel katılım prensibinden hareketle sorunun çözülmesine yönelik kararların alınmasını sağladı. Fakat bu idare şekli de beklenen yatışmayı sağlayamadı. Dürzî kaymakamının idare bölgesinde pek çok Marunînin bulunması, şikâyetlerin başlıca sebebi idi. Bu bölgedeki Marunîler, Dürzîlerin baskısına maruz kalıyorlardı. Beş büyük devletin elçilerinin müdahalesi üzerine Bâbıâlî, Lübnan’a olağanüstü yetki ile Şekip Efendi’yi gönderdi. Uzun incelemelerden sonra Şekip Efendi, halkın elindeki silahların toplanması, 1844’te patlak veren isyana karışanların aedilmesi, verginin genel bir değer üzerinden alınması, isyanda malları yağma edilenlere tazminat ödenmesi kararlarını aldı. Marunî ve Dürzî liderlerin örgütlemesi sonucu silahların toplanmasında ciddi direnişle karşılaşıldı. Bunların birçoğu yakalandı. Bu olaylar karşısında Fransa, Suriye sahillerini abluka ederek karaya asker çıkaracağını bildirdi. Lübnan olayları, asılsız bir şekilde Avrupa’ya da yayıldı. Fransız konsolosunun tutuklandığı söylentileri çıkarıldı. Avrupa kamuoyu derhal Türkler aleyhine döndü. Bâbıâlî durumdan ürkerek Şekip Efendi’yi görevden aldı. Lübnan’da silâh toplama işi bırakıldı. Mahpus kaymakamlar ve başkanlar tahliye edildi. Yeni bir idare şekli 1846’da kuruldu. Buna göre kaymakamlardan her birinin başkanlığında idare, adalet ve mal yetkileri olan ve 10 üyeden kurulan birer meclis oluşturuldu. Bu meclislerde Hristiyanlar çoğunlukta olacaktı (Dört Müslümana karşı Altı Hristiyan). Yenilik talepleri ve çi kaymakamlık sisteminin yeniden gözden geçirilmesi amacıyla 1850 yılında Bâbıâli, Hariciye Nazırı Şekip Efendi’yi bir kez daha bölgeye gönderdi. Şekip Efendi, çi kaymakamlık sistemini yeniden düzenledi. Merkezî otoriteyi güçlendirmek, her din ve mezhepten yöre insanının idareye katılımını sağlamak için her kaymakamlık biriminde bir meclis oluşturdu. Şekip Efendi’den sonra söz konusu kaza meclisleri karma meclisler şeklinde organize edildi. Lübnan’dan alınacak vergi 3500 kese olarak sabitlenmiş ve verginin de Gülhane Hattı’nın kuralları çerçevesinde gelire göre alınması esasa bağlanmıştı. Bu sistem, 1860’a kadar Lübnan’da kısmî bir barış ortamı sağladı. 1848 İHTİLALLERİ VE OSMANLI DEVLETİ’NE ETKİLERİ 1789 Fransız İhtilali ve 1830’da Avrupa’da ortaya çıkan ihtilaller sonucu burjuvazi güçlenirken diğer sınıar açısından pek önemli gelişmeler sağlanamamıştı. Seçme ve seçilme konusunda sınırlamalar devam etmekteydi. Özellikle Sanayi İnkılâbı sonrası ortaya çıkan işçi sınıfının haklarını savunmak için Avrupa’da sosyalist partiler kurulmaya başladı. 1830’lardan sonra gelişen sosyalist düşüncelerin etkisi altında burjuvazi de liberal reform- 6. Ünite - Osmanlı Reorganizasyonu: Tanzimat Devri 1839-1856 157 lar istemeye başladı. Öte yandan 1848 yılında Fransa’da ihtilalin patlak vermesinde liberallerin ve sosyalistlerin yanı sıra Kral Louis Philippe’in izlediği politikalar da etkili olmuştur. Kral iktidarını burjuvaziye dayandırmıştı. Düşük ücretler, fazla çalışma saatleri, sağlıksız ortamlarda çalışma, kadın ve çocukların çalıştırılması gibi sorunlar, işçi sınıfının yeni bir ihtilal yapılması gerektiği konusundaki düşüncelerinin, cumhuriyetçiler tarafından da desteklenmesini sağladı. Ilımlılar ve liberaller de durumdan şikâyetçiydiler. Kral kendisine yönelik muhalefet arttıkça tutumunu sertleştirdi. Kişi ve basın özgürlüklerini kısıtladı. İşçilerin sorunlarını dikkate almak yerine giderek şahsi iktidarını kuvvetlendirme yolunu seçti. Bu durum Fransa’da 22 Şubat 1848 ihtilalinin doğuşuna neden oldu. 24 Şubat 1848’de Kral tahttan ayrılmak zorunda kaldı. Yeni kurulan meclis, II. Cumhuriyeti ilan etti. Aralık 1848’de yapılan seçimlerde Louis Napoleon Bonaparte, Cumhurbaşkanı seçildi. Fransa’da gerçekleşen son ihtilalin etkisi kısa sürede İspanya, İtalya, İrlanda, Belçika, Hollanda, Avusturya ve Macaristan ile Alman coğrafyasında da etkisini gösterdi. Özellikle Almanya ve İtalya’da ihtilale yön veren ana fikir milliyetçilikti. 1848 İhtilalleri Osmanlı Devleti’ni iki şekilde etkiledi. Osmanlı Devleti Macar Mültecileri (Sığınmacıları) Sorunu ve kısmen ona bağlı olarak gelişen Eâk-Boğdan (Memleketeyn) İsyanı ile karşılaşmak zorunda kaldı. 1848 İhtilalleri’nin Osmanlı Devleti üzerindeki etkisini açıklayınız. Mülteciler Meselesi Avrupa’da birçok ülkede olduğu gibi Macar milliyetçileri, Habsburg İmparatorluğu’ndan ayrılmak ve bağımsız olmak için, Mart 1848’de harekete geçtiler. Macarlar, 1848 yılında kendilerine ait bir meclis kurulmasını Louis Kossuth’un vasıtasıyla, İmparator Ferdinand’dan istediler. İmparator Ferdinand bu teklifi kabul edince, Kont Batthyany başkanlığında, L. Kossuth’un maliye bakanı olduğu ilk Macar kabinesi 17 Mart 1848 tarihinde kuruldu. Ancak İmparator Ferdinand, bu kararından vazgeçerek Hırvat milliyetçiliği ile tanınan Jozef Jellacsics’i 23 Mart 1848 tarihinde Macaristan’a başkomutan olarak atadı. Macarlar bunu bir hakaret sayıp İmparatora karşı koymak için Louis Kossuth’un etrafında toplanarak isyan ettiler. Avusturyalılar Peşte’den kovuldu. Jozef Jellacsics sert tedbirlere başvurmak suretiyle otoriteyi tesis etti. Hırvatistan’ı Macaristan’dan ayırdı ve Viyana’ya bağladı. Bir süre sonra Rumenler de Macarlardan ayrıldı ve Viyana’ya bağlılıklarını bildirdiler. Macar kabinesi 14 Temmuz 1848 tarihinde, Kossuth komutasında 200.000 kişilik bir savunma ordusu kurmayı kararlaştırdı. Jozef Jellacsics Viyana’dan kuvvet takviyesi aldı. Macarlar karşısında başarılı olmaya başladı. Jozef Jellacsics ordusu ile 15 Ocak 1849 tarihinde Macaristan’ın başkentine girdi ve koşulsuz olarak Macar kabinesinin teslimini istedi. Ancak Györgi’nin komuta ettiği Macarlar, Korgeneral Schlick’in ordusunu yenmeyi başardı. Peşte, Macarların eline geçti. Macarlar birçok cephede aldıkları galibiyetlerle Macaristan’ı kontrolleri altına aldılar. İmparator Ferdinand’ın tahttan çekilmesi üzerine yerine geçen François-Joseph’i Macarlar tanımadı. Bunun üzerine yeni imparator bir beyanname ile 4 Mart 1849’da Macaristan’ı Avusturya’ya ilhak etti. Macar Diyet Meclisi, ilhakı tanımadığı gibi Nisan 1849’da Macar Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını ilan etti. Louis Kossuth Cumhurbaşkanı seçildi. Macaristan’da ihtilal hareketinin bağımsızlık ilan etmesi, Viyana’yı Ruslardan yardım istemek zorunda bıraktı. Bu talebi bir fırsat olarak gören Rus Çarı, 200.000 kişilik bir orduyu Avusturya’nın yardımına gönderdi. Bu birleşmiş ordu, ihtilal hareketini bastırmak üzere harekete geçti. Avusturya-Rusya birleşik orduları fazla bir direnişle karşılaşmaksızın Macaristan’a girdi. Macar Mültecileri ve onlara yardım eden Leh Mültecileri, ihtilal hareketi başarısız olduktan sonra Osmanlı Devleti’ne gruplar hâlinde sığınmaya başladılar. 27 Temmuz 1849 tarihinde ilk büyük mülteci kafilesi Eâk’da Kinin bölgesine gelen 1120 kişiydi. Bu kafile 4 158 Osmanlı Tarihi (1789-1876) General Bem, 36 subay ve erlerden oluşuyordu. Özel memuriyetle Bükreş’e gönderilen Âmedi-i Divân-ı Hümâyun Fuad Efendi, Osmanlı Devleti’ne sığınan bu kişilerin iadelerinin, onların canlarına mâl olacağını belirterek sınırdan uzak iç bölgelere yerlestirilmelerini Babıâli’ye tavsiye etti. Fuad Efendi’nin tavsiyesiyle bütün mülteciler Rimnik şehrine nakledildiler. Osmanlı devlet adamları, mültecilerin sınırdan ancak silahsız olarak geçebilecekleri kararını almıştı. Bu konuda Babıâli tarafından gerekli özen gösterildi. Yine de Mülteciler Meselesi üç ülke arasında bir sorun oluşturdu. Avusturya Büyükelçisi Stürmer 14 Ağustos 1849 tarihinde Osmanlı Devleti’ne nota vererek mültecilerin iadesini talep etti. Stürmer bu iade talebine gerekçe olarak Belgrad Antlaşması’nın 18. maddesini gösterdi. 16 Ağustos 1849 tarihinde Meclis-i Mahsûs’ta yapılan toplantıda silahlarını bırakmaları şartıyla hiçbir mültecinin teslim edilmemesi kararı alınmış ve Avusturyalıların iade talebine olumsuz cevap verilmiştir. Avusturya’nın bu notasından iki gün sonra 16 Ağustos 1849 tarihinde bir nota da Rus Büyükelçisi Titof tarafından verildi. Titof, notanın gerekçesini Küçük Kaynarca Antlaşması’na dayandırıyor ve Babıâli’nin geçmiş anlaşmalara dayanan yükümlülüklerini yerine getirmesini istiyordu. Titof, sınırlara yığılan büyük miktardaki ihtilalcinin Eâk-Boğdan’da kurulan düzeni de bozacağını ima etmekteydi. Osmanlı Devleti tarafından bu talep, egemen bir devletin şan ve şerefine uygun olmayacağı gerekçesiyle reddedildi. Bu arada Osmanlı topraklarına ilticâ eden mültecilerin sayıları gün geçtikçe artmaktaydı. 16 Ağustos 1849 tarihinde Osmanlı Devleti’ne sığınan kafilede Moris Perczel, Dembinski, Meszaros, Miklos Perczel gibi ünlü Macar komutanlar ve maiyetindekiler bulunmaktaydı. Bunlar da Meclis-i Mahsûs kararıyla hemen Vidin’e gönderildi. Üç gün sonra 19 Ağustos 1849 tarihinde ihtilal hareketinin lideri Macar Cumhurbaşkanı Louis Kossuth ve beraberindekiler Eâk tarafından Osmanlı Devleti’ne sığındılar. Gün geçtikçe Osmanlı Devleti’ne sığınan mültecilere yenileri ekleniyordu. Eylül ayı itibariyle Osmanlı Devleti’ne sığınan mülteci sayısı 5000’i buldu. Bunlar sadece ihtilâlci askerler değildi. Aralarında kadınlar, çocuklar ve sanatkârlar da bulunmaktaydı. Başlangıçta Vidin’e yerleştirilen Kossuth ve yanındaki mültecilerin, Vidin’in Rus saldırısına açık olması nedeniyle 1849 sonbaharında Şumnu’ya gönderilerek oradaki kışlada iskân ettirilmeleri kararı alındı. Diğer taraan Avusturya ve Rusya’nın baskıları devam ediyordu. Osmanlı devlet adamları bu devletlerin her an bir baskın yapmasından kaygılanmaktaydılar. Bu süreçten sonra Osmanlı devlet adamları için zorlu bir o kadar da önemli bir diplomasi süreci 9 Eylül 1849 tarihinde Titof ve Stürmer’in verdikleri birer nota ile başladı. Her iki nota da hemen hemen aynı içerikteydi. Titof notasında, mültecilerin iadesi talebini yineleyerek ihtilâl hareketleri ile birlikte asayişi bozulan bölgelerde aynı türden hadiselerin yaşanmaması için Küçük Kaynarca’nın ilgili maddesinin uygulanmasının önemini vurguluyordu. Ayrıca Çar’ın söz konusu anlaşmanın uygulanmasına verdiği öneme değinerek bunun son ihtar olduğunu belirtiyordu. Kaçamak cevapların artık kabul edilmeyeceğini ve cevabın “evet” veya “hayır” gibi kesin bir ifadeyle olması gerektiğini dile getiriyordu. İade gerçekleşmezse ilişkilerin kesileceğini bildiriyordu. Devletin ileri gelenleri mülteciler meselesini tartışarak hem bu devletlerin tepkisinin azaltılması hem de mültecilerin iade edilmemesi gibi bir yol aramaktaydılar. Çünkü mültecilerin iade edilmesi, Osmanlı Devleti’nin uluslararası saygınlığına darbe vuracak nitelikteydi. Ancak Osmanlı Devleti’nin böylesine güçlü iki devleti karşısına alması, bir savaş ihtimalini doğurmaktaydı. Titof ve Stürmer, 15 Eylül 1849’da Âlî Paşa ve Mustafa Reşid Paşa ile bir araya gelmişler ancak durumun değişmediğini görünce 17 Eylül’de Âli Paşa’ya ilişkilerin kesildiğini bildirmişlerdi. Mülteciler meselesi’ndeki diplomatik süreç bu şekilde devam ederken ihtilâlin önemli isimlerinden General Bem başta olmak üzere 256 kişi Müslüman olduklarını ilan ettiler. İngiliz ve Fransız büyükelçilerinin yazılı görüşleri de alınarak 22 Eylül 1849’da Olağanüstü Büyükelçi olarak Fuad Efendi, Çara hitaben bir mektupla Petersburg’a gönderildi. Fuad Efendi’nin 6. Ünite - Osmanlı Reorganizasyonu: Tanzimat Devri 1839-1856 159 Petersburg’a gönderilmesindeki temel amaç, mülteciler meselesinde Çarın tutumunu ve görüşünü öğrenmekti. Nitekim 27 Eylül 1849 tarihinde Fransa, 1 Ekim 1849 tarihinde İngiltere, Osmanlı Devleti’nin mülteciler konusundaki politikasına destek olduklarını bildirdiler. İngiltere, ilk olarak 20.000 kisilik bir donanmayı Çanakkale’ye yollama kararı aldıklarını ve Fransa’nın da aynı yönde hareket etmesini beklediklerini bildirdi. İngiltere, Rusya ve Avusturya’ya da birer nota göndererek Türkiye’nin yanında olduğunu bildirdi. Bu destekten sonra Osmanlı devlet adamları, Avusturya ve Rusya’nın baskıları karşısında daha cesur davranmaya başladı. 16 Ekim1849’da Çar I. Nicholas ile görüşen Fuad Efendi Çar’ın tavrını yumuşattı. Bu yumuşamada Sultan Abdülmecid ve Mustafa Reşid Paşa’nın kararlı tutumlarının yanı sıra İngiltere ve Fransa’nın açık destekleri etkili olmuştu. Osmanlı Devleti’nin kararlı tutumunda Avrupa kamuoyunda oluşan desteğin de önemli bir yeri vardır. Yapılan görüşmelerden sonra varılan anlaşmada; 1- Rus elçisi tarafından verilecek deerdeki Rusya vatandaşı olan Polonyalıların bir daha geri dönmemek üzere Osmanlı Devleti tarafından sınır dışı edilmeleri 2- Rus vatandaşıyken başka bir devletin vatandaşlığına giren Polonyalılardan, Osmanlı Devleti’ne gelebilecek ve Rusya aleyhine entrikalar kurabilecek kişilerin sınır dışı edilmesi için ilgili ülke nezdinde girişimde bulunulması 3- Müslümanlığı kabul eden mültecilerin, Osmanlı ülkesinin iç bölgelerine yerleştirilmesi şartlarıyla, Çar mültecilerin iadesi talebinden vazgeçti. Mustafa Reşid Paşa, Âlî Paşa ve Titof arasında bir protokol imzalandı. Rusya ile bütün pürüzler çözüldükten sonra diplomatik ilişkiler, 25 Aralık 1849 tarihinde tekrar başladı. Stürmer, Hariciye Nazırı Âlî Paşa’ya 5 Kasım 1849 tarihinde bir nota göndererek Osmanlı-Avusturya ilişkilerinin dostça devamını sağlamak için mültecilerin teslimi talebinden vazgeçtiğini bildirdi. Bu mültecilerden Müslümanlığı kabul edenler Türkiye’de yerleştiler. Eâk-Boğdan İsyanı ve Balta Limanı Antlaşması 1848 İhtilalleri’nin etkileri Eâk ve Boğdan’da da görüldü. 1829 Edirne Antlaşması’na uygun olarak her prenslik için bir yönetmelik hazırlanmıştı. Osmanlı egemenliği ismen de olsa kurulmuştu. Gerçek denetim Rus etkisi altındaki Boyarlara bırakılmıştı. Her prenslik çoğunluğu Boyar olmak üzere tüccar ve bujuvazinin de temsil edildiği özel bir meclise sahipti ve bu meclis yaşam boyu olmak üzere bir prens seçiyordu. Boyarlar toprağın sahibiydi, çiçi ürünün ancak bir kısmını alabilir, karşılığında ise yıl boyu angarya şeklinde çalışırdı. Pek çok güçlük içindeki köylüler de 1848 ihtilallerinden etkilendiler. Bu şartlar altında Eâk-Boğdan İsyanı doğdu. Rus danışmanlar kovuldu. Tüm sınıarı temsil eden, bunların arasından birini Prens seçecek, bir meclisi öngören bir anayasa 21 Haziran 1848’de ilan edildi. Feodal ayrıcalıklar kaldırılarak Romanya’nın birliği ve bağımsızlığı ilan edildi. Boğdan Prensi Mihail Sturza bu hareketi önleyemediğinden, çekilmek zorunda kaldı. Ayaklananlar geçici bir hükümet kurmaya muvaak oldular. İstanbul’da ayaklananlarla anlaşmaya varılması için bir eğilim vardı. Fakat Rusya’nın yaptığı baskı üzerine Bâbıâlî, Eâk olaylarını tanımadığını ilân etti. Rusya, sınırlarının yanıbaşında bir ihtilal gerçekleşmesine taraar olmadığı için bölgenin statüsünü belirleyen 1829 Edirne Antlaşması’nın 5. Maddesine aykırı olarak 28 Haziran 1848’de Eâk-Boğdan’ın kuzeyini işgal etti. Osmanlı Devleti bu durumu protesto ederken Ömer Lütfi Paşa’nın komutasındaki Osmanlı orduları da Eâk-Boğdan’ın güneyine girdi. Böylece Temmuz 1848’den itibaren Memleketeyn Osmanlı-Rus kontrolü altına girdi. Mayıs 1849’da Rusya’nın, Macar İhtilali’ne müdahale etmek üzere gönderdiği ordu Eâk İsyanı’nı kısa sürede bastırdı. Osmanlı ise Rusların fırsattan istifade bölgeyi işgal edeceğinden kaygılanmaktaydı. Rusya, Osmanlı hükümeti’ne işgalin geçici olacağı hususunda teminat vermişti. Rusya bu sırada Babıâli’ye, Memleketeyn işlerini yeniden düzenlemek için bir anlaşma önerdi ve 1 Mayıs 1849’da Balta Limanı Boyar: Eâk ve Boğdan asilzadelerine verilen isim. 160 Osmanlı Tarihi (1789-1876) Sözleşmesi imzalandı. Bu antlaşmaya göre; 1- Rusya 7 yıl için Memleketeyn’de Osmanlı Devleti ile hemen hemen eşit haklara sahip olacaktı. 2- Sultan yedi yıl için iki yeni bey seçecek, Boyar meclisleri dağıtılacak ve bunların yerine bir divan kurulacaktı. 3- Anayasayı gözden geçirmek için Yaş’ta ve Bükreş’te olmak üzere iki komisyon kurulacaktı. 4-Dirlik ve düzen sağlanıncaya kadar her iki devlet yeterli miktarda kuvveti Memleketeyn’de bulunduracaktı. 5- Bu antlaşma sürdükçe her iki devlet, beylere danışman göreviyle delegeler gönderecekti. Bu antlaşma ile iki devletin arası yeniden düzelirken savaş çık masını önleyecek yeni bir statü kuruluyordu. Ancak Rusya’nın Eâk ve Boğdan’a müdahalesi, bölgedeki nüfuzunun artmasına ve Osmanlı nüfuzunun azalmasına neden oldu. Karadağ İsyanı Osmanlı egemenliğine 14. yüzyılın sonlarında girmiş olan Karadağ, başlangıçtan itibaren içyapısında özerk bir yönetime sahip olmuş ve 19. yüzyıla kadar da böyle yönetilmişti. 18. yüzyılın ortalarından itibaren Avusturya ve Rusya’nın teşvikleriyle isyanlar çıkmışsa da bunlar bastırılmıştı. Yunan ve Sırp isyanları sırasında Rusya ve diğer devletlerin Osmanlı aleyhine faaliyetleri, Osmanlı Devleti’nin bölgedeki etkisini azaltmıştı. Bu durum, Ortodoks Rusya’ya güvenen Karadağlıları yeni bir isyana yöneltti. Karadağ prensleri (Vladika) giderek Osmanlı Devleti’ne muhalif tavır aldılar. 1830’lardan itibaren civar bölgeleri ele geçirmeye başladılar. 1851’de Vladika II. Petro’nun ölümü sonrası Veliaht Danilo, Rusya ve Avusturya’nın onayıyla Karadağ Prensliği’ni kurdu. Osmanlı Devleti, bu gelişmelere itiraz etti. Ayrıca bu işin bağımsızlığa doğru gittiğini düşünen Osmanlı Devleti, Karadağ’ın civar topraklara saldırılarına göz yummadı. 1852 yılında Karadağlılar, Osmanlı Devleti’nin bir kalesi olan Bablyak’ı ele geçirmişlerdi. Babıâli, buraları geri almak için 60.000 kişilik bir kuvveti Karadağ’a gönderdi. Osmanlı kuvvetleri 1852-1853 kışında Karadağlıları baskı altına aldı. Ancak Rusya’nın Ortodoksları koruması gibi benzer bir tutum almak isteyen Avusturya, Karadağlıların yanında yer aldı. Bir takım bahanelerle Avusturya Ocak 1853’de İstanbul’a bir ultimatom gönderdi. Osmanlı birliklerinin Karadağ’dan çekilmesi, Bosna’da Avusturya ile ticareti güçleştiren önlemlerin kaldırılması ve Ksek ile Sutorina limanlarının Avusturya’ya bırakılması, Draç’ın serbest liman olması vb. isteklerde bulundu. Cevaplanması için beş günlük bir süre verdi. Babıâli, Kutsal Yerler sorunu ve Rusya ile uğraştığı için yeni bir sorun çıkmasını istemedi. 3 Mart 1853’te, Karadağ ile savaştan önceki durum esas olmak üzere bir anlaşma yapılarak sorun aşıldı. KIRIM SAVAŞI VE SONUÇLARI Mısır Meselesi’nin çözüme ulaşmasından sonra Eâk-Boğdan, Lübnan ayaklanmaları ve Mülteciler Meselesi gibi sorunlara ciddi sıkıntılara yol açmadan çare bulunabilmişti. Bu kısmi rahatlamanın etkisiyle Osmanlı Devleti, ülke içinde giriştiği reformlara vakit ayırabilme şansı elde etti. Ancak 19. yüzyılın Avrupa ve Dünya tarihinde yeni bir oluşum dönemi olduğu hatırlanırsa bu fırsatın uzun süre devam edemeyeceği açıktı. Kaldı ki Osmanlı gibi Avrupa coğrafyasının parçası olan bir devletin bu değişim çağının getirdiği yeni politikalardan etkilenmemesi de düşünülemezdi. Nitekim bu ferahlama evresi Rusya’nın, Osmanlı Devleti’ne dönük siyasetini değiştirmesi ile kesintiye uğradı. Ancak Rus siyasetindeki değişiklik, bu defa yalnızca Osmanlı’yı ilgilendiren bir tehlike olmanın ötesine geçerek bütün Avrupa’yı içine alan bir krizin doğmasına yol açacaktı. Rusya’nın Değişen Osmanlı Politikası Rusya, zaman zaman Avusturya’yı da yanına alarak Osmanlı Devleti’ni yıkma ve özellikle Boğazları ele geçirme arzularını, Edirne Antlaşması ve Hünkar İskelesi Antlaşması sonrasında ertelemişti. Rusya’nın yeni politikası, Osmanlı Devleti’ni himayesi altında tutmaktı. 6. Ünite - Osmanlı Reorganizasyonu: Tanzimat Devri 1839-1856 161 Ancak bu politikası uzun ömürlü olmadı. 1839 yılında Mustafa Reşid Paşa Hariciye Nazırı olmuş ve Osmanlı dışpolitikasında İngiltere’yi esas almıştı. Nihayetinde 1841 Boğazlar Sözleşmesi imzalanmıştı. Bu gelişmelerle, Osmanlı Devleti ve Boğazlar hakkındaki Rus planları bozulmuştu. Bu yüzden Rusya,1841’den itibaren Osmanlı’yı parçalamaya dönük geleneksel siyasetine döndü. Nitekim 1844 yılında Rus Çarı I. Nicholas ve Rus Başbakanı Nesselrode İngiltere’ye “ölmek üzere olan adam”ı paylaşma teklifinde bulunmaktaydı. Ocak 1853’te Çar I. Nicholas, Petersburg’daki İngiliz elçisine “ hasta adam” tabiriyle yine aynı teklifi tekrarlamıştı. Rusya, teklierinin reddedilmesiyle kendi planlarını uygulamak için fırsat aramaya koyuldu. Kutsal Yerler Meselesi Rusya’ya aradığı fırsatı, Fransa verdi. Osmanlıların kadim dost dedikleri Fransızlara, 1536’da kapitülasyonların verilmesinden itibaren kapitülasyon hakları sürekli gelişme gösterdi. Nihayet 1740 yılında kapitülasyonlar daha da genişletilerek sürekli hâle getirilmişti. Ancak Fransızların 1798’de Mısır’ı işgal etmesi, Yunan ve Mehmed Ali Paşa isyanlarındaki tutumu, 1830’da Cezayir’i işgal etmeleri gibi olaylar iki devlet arasındaki ilişkileri iyice sarsmıştı. Nihayet Fransa’da III. Napoleon iktidara geçtikten sonra dış politikada bir zafer arayışı içine girdi. Bu yüzden Ortodokslara karşı Katolikliğin koruyuculuğuna soyundu. Napoleon Fransa’nın Ortadoğu’da kaybettiği nüfuzunu yeniden güçlendirmek istiyordu. Aynı zamanda Osmanlı ülkesindeki çıkarlarını korumak için Osmanlı Devleti’nin varlığının devamından yanaydı. Hristiyanlarca Kudüs ve çevresindeki kilise, kabristan gibi bazı bölgeler, Kutsal Yerler (Makâmât-ı Mübareke) sayılmaktaydı. Buralara hizmet etmek ise Hristiyanlar için şerei. Hristiyan mezhepleri bu hizmetleri ele geçirebilmek için büyük bir rekabet hâlindeydiler. Osmanlı Devleti, bölgeyi fethi sonrası, Kutsal Yerler’de mezhepler arasında varolan düzeni korumuştu. Ancak sonraki yıllarda ilgili devletlerin baskıları ile Katoliklere ve Ortodokslara birçok ayrıcalık vermiş ve 1740 kapitülasyonuyla özellikle Fransızlara yani Katoliklere yeni ayrıcalıklar tanımıştı. Ancak zaman içerisinde Ortodoksların, Kutsal Yerlerde daha üstün bir konum kazanmasıyla Katolikler yeniden eski düzeni istemeye başladılar. Bu da Kutsal Yerler Sorununun doğmasına neden oldu. 1847 yılında Hz. İsa’nın doğduğu yer olarak kabul edilen “Beytüllâhim”deki gümüş yıldızın kaybolması üzerine Ortodokslarla Katolikler birbirlerini suçlamaya başladılar. Osmanlı Devleti, yeni bir yıldız yaptırıp yerine koyarak sorunu çözmeğe çalıştıysa da olayın büyümesini önleyemedi. Böylece III. Napoleon’un aradığı fırsat da ortaya çıkıyordu. Katoliklerin koruyucusu olarak Fransa, Ortodoksların koruyucusu olarak Rusya işe karışarak konuyu siyasi çıkar ve rekabetleri için kullanmaya başladılar. III. Napoleon, 1850 yılında Osmanlı Devleti’nden, 1740 Kapitülasyonları ile verilmiş olan ayrıcalıkların tam olarak uygulanmasını istedi. Bu ise Kutsal Yerler’de Katoliklere, Ortodokslar aleyhine yeni hakların verilmesi demekti. Bu durum karşısında Rusya da Babıâli’den 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması’nın koşullarına saygı göstermesini istedi. Osmanlı Devleti, Fransa ve Rusya ile bir anlaşmazlığa düşmek istemi yordu. Kutsal Yerler için o güne kadar vermiş olduğu fermanları incelemek için bir komisyon kurmaya karar verdiğini ilgili devletlere bildirdi. Bu şekilde bir formül aramaya başladı. Bu sırada Avusturya da işe karıştı. Karlofça (1699), Pasarofça (1718) ve Belgrad (1739) Antlaşmalarını ileri sürerek kendisinin de Katolikleri koruma hakkı olduğunu ve kurulacak komisyonun karma olmasını istedi. Böylece sorunun boyutları daha da genişledi. Kurulan komisyon, Katoliklere bazı haklar vermekle beraber Ortodokslar lehine karar aldı. Rusya ayrıca Osmanlı Devleti’nden bu konuda bir ferman ilân etmesini istedi. Bu isteği de 8 Şubat 1852’de kabul edildi. Fransa hoşnutsuzluğunu Babıâli’ye baskı yaparak göstermeye başladı. Bunun üzerine kararda 162 Osmanlı Tarihi (1789-1876) bazı değişikliklere gidildiyse de sonuçtan her iki devlet de memnun değildi. Böylece Fransa ile Rusya arasındaki rekabet daha da şiddetlendi. Konuyla ilgili hiçbir çıkarı olmamasına rağmen sıkıntıya düşen Osmanlı Devleti’ydi. Gerçekte ise Rusya bu sorunu Osmanlıyı parçalamak için bir bahane olarak kullanıyordu. Nitekim Çar I. Nicholas, Rusya yararına çözülmüş bulunan Kutsal Yerler sorunu yatışmaya yüz tuttuğu sırada Prens Menchikov’u olağanüstü elçi olarak İstanbul’a gönderdi ve bazı isteklerde bulundu. Menchikov, 2 Mart 1853’te protokol kurallarını hiçe sayarak günlük elbisesiyle Sadrazamı ziyaret etti. Hariciye Nazırı Fuad Efendi (Paşa)’yi ziyaret etmesi gerekirken bunu yapmadı. Bunun üzerine Hariciye Nazırı Fuad Efendi istifa eti. Menchikov bu davranışlarıyla Babıâliyi baskı altına almak istemekteydi. Menchikov, 19 Mart 1853’te Osmanlı Devleti’ne Rusya’nın isteklerini bildirdi. Buna göre, Kutsal Yerler sorununun Ortodoks Kilisesi lehine çözülmesi ve bunu belirtecek bir fermanın ilan edilmesi ile Ortodoks Kilisesi’nin ayrıcalıklarının bir senetle belirlenmesi istenmekteydi. Bu istekler dışında asıl önemlisi, Rusya’nın gizli talebiydi. Menchikov’un önerisine göre Ruslar ile Osmanlılar bir ittifak yapacaklardı. Osmanlı Devleti, Batı devletleri ile bir savaşa girecek olursa Rusya, kara ve deniz kuvvetleriyle İstanbul Hükümeti’ne yardım edecekti. Buna karşılık Osmanlı Devleti’nin sınırları içerisindeki Ortodoks toplumların koruyuculuk hakkı Rusya’ya tanınacaktı. Aslında Rusya, Osmanlı Devleti’nin bütününü himaye altına almak istiyordu. Böylece Rusya, 1833 Hünkar İskelesi Antlaşması’ndan daha da ileri bir adım atma niyetini gösteriyordu. Osmanlı Hükümeti, Rus önerilerini, İngiliz ve Fransız elçilerinin de görüşlerini aldıktan sonra 21 Nisan 1853 günü reddetti. İngiliz Hükümeti, Rus önerisinin kabulüne karşıydı. Nitekim bunu önlemek için bir İngiliz filosunu Çanakkale önlerine gönderdi. Bu ortamda 1853 yılı Nisan ayı içinde İngiliz, Fransız elçileri ile Menchikov, Kutsal Yerler konusunu görüştüler ve konu her üç tarafı da memnun edecek şekilde sonuçlandırıldı. Ancak, Rusya’nın arzusu anlaşmak değildi. Nitekim 5 Mayıs 1853 günü Menchikov, Babıâli’ye bir ultimatom vererek Osmanlı Devleti içindeki Ortodoksların koruyuculuğu hakkının kendilerine tanındığını belirten bir senedin verilmesini istedi. Kabul edilmesi için de beş günlük süre verdi. Osmanlı Hükümeti bu öneriyi reddetti. Menchikov, bütün Rus elçilik mensuplarını da yanına alarak 21 Mayıs 1853 günü İstanbul’dan ayrıldı. Böylece Osmanlı Devleti ile Rusya arasındaki siyasi ilişkiler kesilmiş oldu. Bu arada Rusya’nın tutumu İngiltere ve Fransa’yı da endişeye düşürdü. Her iki taraf da savaş hazırlıklarına başladı. Çar I. Nicholas, bazı önlemler almak üzere Rus ordusunun Eâk-Boğdan’a gireceğini ilan etti ve 22 Haziran 1853’te Rus askerleri savaş ilan etmeksizin Prut nehrini aşarak Osmanlı topraklarına girdiler. Bu sırada bir İngiliz ve Fransız donanması Çanakkale Boğazı’na gelmiş bulunuyordu. Böylece Rusya’nın Osmanlı Devleti üzerindeki emellerini gerçekleştir mek amacıyla 1848’den itibaren çıkardığı sorunlar, iki devlet arasında yeni bir savaşı kaçınılmaz hâle getirmiş oldu. Rusların, Boğdan topraklarına girmeleri barışı bozan bir eylem olduğu halde diğer devlet temsilcileri Babıâli’nin şimdilik savaş açmayıp bir protesto ile yetinmesini sağladılar. Bu arada İngiltere, Fransa ve Prusya delegeleri Viyana’da buluşarak bir nota hazırladılar. Buna göre Babıâli, Rusya’ya güvence verecek ve Rusya da Osmanlı Devleti ile anlaşacaktı. Viyana Notası denilen bu notayı Rus hükümeti kabul etti; fakat Babıâli notayı tümüyle kabul etmeyi reddetti ve bazı değişiklikler yaparak Petersburg’a gönderdi. Plânın değiştirilmiş şeklini, Rusya kabul etmediğini bildirdi ve Babıâli 4 Ekim 1853’te savaş ilân etti. Rusya’nın Kutsal Yerler Meselesi’nde, gerçekte takip ettiği siyaseti açıklayınız. 5 6. Ünite - Osmanlı Reorganizasyonu: Tanzimat Devri 1839-1856 163 Savaşın Başlaması Ömer Paşa’nın komutasında Osmanlı birlikleri Tuna’yı geçerek, ele geçirdikleri noktaları başarıyla savunup, 4 Kasım 1853’te Olteniça’da Rusları yendiler. Ancak çok geçmeden, Ömer Paşa yeniden Tuna’nın gerisine çekilmek zorunda kaldı. Kaas cephesinde de savaş başladı. Bu sırada Babıâli’nin talebiyle bir İngiliz-Fransız filosu 8 Kasım 1853’te İstanbul önünde demirlemişti. Sinop’ta bulunan bir Osmanlı filosu ani bir Rus baskınına uğradı. 30 Kasım 1853’te 12 gemilik Osmanlı filosu, Rus gemilerince yok edildi. Sinop’un birçok mahallesi yakılırken 4000 kişi öldü. Oysa bu olaya kadar Rusya, Eâk-Boğdan’ı ortodoksların hakları için işgal ettiğini ve Rusya’nın kendisini savunacağını ileri sürmekteydi. Sinop olayı ise bir saldırıydı. İngiltere ve Fransa’da, Rusya’ya karşı bir tepki doğdu. Viyana’da toplanan İngiltere, Avusturya, Prusya ve Fransa delegeleri, savaşın sonunda sınırlarda bir değişiklik olmaması kararına vardılar. Bu kararı Babıâli kabul ederken Rusya kabul etmedi. Bunun üzerine 3 Ocak 1854’te, İngiliz-Fransız filosu Karadeniz’e çıktı. Bu filonun görevinin Türk gemilerini ve Anadolu kıyılarını, Rus saldırılarına karşı korumak olduğu Rusya’ya bildirildi. Rusya, 1854 Şubat başında Paris ve Londra ile ilişkilerini kesti. Fransa ve İngiltere, Rusya’ya birer ultimatom vererek Nisan sonuna kadar Memleketeyn’i boşaltmasını aksi takdirde savaş ilân edilmiş sayılacağını bildirdiler. Rusya’nın belirtilen süre içinde bu talebi yerine getirmemesi üzerine İngiltere ve Fransa da Osmanlı Devleti yanında savaşa girmiş oldu. Viyana’da toplanan büyük devletler konferansında Avusturya ve Prusya da 9 Nisan 1854’te imzaladıkları bir protokol ile Fransa ve İngiltere’nin vermiş olduğu ultimatomları onayladı. Dört devlet, Osmanlı Devleti’nin sınırlarının dokunulmazlığını kabul etti. Bu dört devlet, Osmanlı Devleti’ni Avrupa Uyumu’na dâhil etmeye ve bunun için Sultanın egemenlik hakkı zedelenmeksizin gayrimüslim tebaanın durumunun düzeltilmesine karar verdi. Fransa ve Ingiltere Osmanlı Devleti ile bir ittifak antlaşması imzaladı. Avusturya ile Prusya da 20 Nisan 1854’te bir antlaşma imzaladılar. Buna göre Avusturya, 3 Haziran 1854’te Rusya’dan, Memleketeyn’i boşaltmasını istedi. Ayrıca bölgenin Rusya’ya ilhakı ve Rusların Balkanları geçmesinin savaş sebebi sayılacağı bildirildi. Böylece Rusya, birleşik Türk, İngiliz ve Fransız kuvvetlerine karşı yalnız kalmış oluyordu. Avusturya ve Prusya siyasi ve askeri bakımdan Rusya’yı yalnız bırakmıştı. Savaş artık bütün cephelerde şiddetlenmişti. Osmanlı orduları Rumeli’de başarılar elde ediyorlardı. Silistre’de Ömer Paşa,13 Haziran’da Rusları büyük bir yenilgiye uğratmıştı. Ruslar, 21 Haziran’da Tuna’nın kuzeyine çekilmişlerdi. Kaas cephesinde ise durum pekiyi değildi. Temmuz 1854’te Doğubeyazıt, Rusların eline geçmişti. Avusturya ultimatomu karşısında Rusya, Avusturya ile savaşı göze alamadığı için Eâk-Boğdan’ı boşalttı. 14 Haziran 1854’te, Avusturya ve Osmanlı Devleti bir anlaşma imzaladılar. Buna göre, Tuna’da seyrüseferi korumak gerekçesiyle Avusturya, Eâk-Boğdan’ı işgal etti. Eâk-Boğdan’ı işgal eden Avusturya, savaşan taraardan hiçbirine geçiş izni vermeyeceğini bildirdi. Böylece savaşan taraar arasında savaş imkânı kalmamıştı. Ancak Rusya’yı barışa zorlamak için İngiltere ve Fransa, Kırım’da bir cephe açmaya karar verdiler. 80 savaş gemisi, 267 nakliye gemisi, 30.000 Fransız 21.000 İngiliz ve 60.000 Türk askerinden oluşan müttefik kuvvetleri, 20 Eylül 1854’te Kırım’a çıkarma yaptılar. Müttefiklerin amacı Sivastopol’ü almaktı. 20 Eylül 1854’te müttefikler, Sivastopol yolunu kapatan Rus kuvvetlerini Alma’da yenerek bir avantaj sağladı. Ancak Ruslar donanmalarını batırarak şehrin deniz tarafını kapattılar. Sivastopol karadan düşürülmek zorundaydı. Kuşatma sırasında insan kaybı fazla olunca ileride İtalyan birliğini kurmak niyetindeki Piyemonte Krallığı da Fransa ve İngiltere’nin sempatisini kazanmak amacıyla müttefiklerin ya nında savaşa katıldı. Piyemonte Mart 1855’de 15.000 askerini Kırım’a gönderdi. Müttefikler de 140.000 kişilik bir kuvveti Kırım’a gönderdiler. Bütün kış Sivastopol’ün kuşatılması sürdü. 164 Osmanlı Tarihi (1789-1876) Çar I. Nicholas, 2 Mart 1855’te öldü. Yerine Çar II. Alexander geçti. Müttefikler 10 Eylül 1855’te Sivastopol’e girdiler. Şehirdeki tersane, liman vb. tahrip ettiler. Serdar-ı Ekrem Ömer Paşa, Rusları Eupatori’de yenilgiye uğrattı. Bu arada Ruslar 28 Kasım 1855’te Kars’ı işgal etmişlerdi. Ancak Rusların artık savaşa devam edecek güçleri kalmamıştı. Barış girişimlerinde bulundular. Kırım savaşı sona eriyordu. İngiltere, Rusya’yı daha da yıpratmak ve savaşa devam etmek isterken Fransa, savaşın bitmesinden yanaydı. Çar II. Alexander ateşkes talebinde bulundu. Avusturya, 16 Aralık 1855’te Rusya’ya bir ultimatom göndererek ateşkes şartlarını sundu. Buna göre; 1- Memleketeyn üzerinden Rus koruyuculuğunun kalkması 2. Tuna’nın ve ağzının serbestliği 3. Karadeniz’in tarafsız hale getirilmesi 4. Osmanlı sınırları içindeki Hristiyan ve Müslümanlara, Avrupa garantisi altında yeni haklar verilmesi vurgulanıyordu. Çar II. Alexander, müttefiklerin taleplerini kabul etti. Bunun üzerine Barış görüşmeleri için Paris’te bir kongrenin toplanmasına karar verildi. Paris Barış Konferansı Kırım Savaşı’nı sonuçlandırmak ve barış antlaşmasını hazırlamak üzere Paris Kongresi, 25 Şubat 1856’da Osmanlı Devleti, İngiltere, Fransa, Rusya, Avusturya, Prusya ve Piyemonte’nin katılımıyla toplandı. Fransız Dışişleri Bakanı Kont Walewski’nin başkanlığını yaptığı kongre, Avrupa devletleri arasındaki dengeyi etkileyen bir toplantı olmuştur. Kongrenin bir diğer özelliği ise Osmanlı Devleti’nin kongreye, Avrupa Uyumunu oluşturan devletlerle eşit haklara sahip olarak katılmasıydı. Bu kongreye kadar yalnız Hristiyan devletleri kapsayan Avrupa Sistemi bu tarihten itibaren sadece Hristiyanların oluşturduğu bir düzen olmaktan çıkmıştır. Osmanlı Devleti, Âlî Paşa’nın başkanlığınd
.
ülkelerini de etkisi altına alan 1830 İhtilâli, 1820’lerden sonra güçlenen liberal fikirler sonucunda ortaya çıkmıştır. Liberal fikirler sadece siyasal alanda değil toplumun birçok alanında da kendisini göstermiştir. Liberalizm bireyin özgürlüğünden hareketle siyasal iktidarların sınırlandırılmasını gündeme getirdiğinde Cumhuriyetçilik fikri güçlenmeye başlamıştır. Fransa’da ihtilâl fikirlerinin ve Napolyon’un tekrar ele alınmasıyla Bonapartizm kavramı ortaya çıkmıştır. Din alanında da kendisini gösteren liberal fikirler Fransa, İrlanda ve Belçika gibi ülkelerde Katolik kilisesinin mutlakiyetçi hükümdarlara karşı mücadelesini gündeme taşımıştır. Güzel sanatlarda Romantizm akımı ile hürriyet fikri gelişmiştir. Bu gidişat mutlakiyetçi hükümdarları, liberalizm ve hürriyetçiliği baskı altında tutmaya yönlendirmiştir. Bu fikirlerin beklendiği üzere bir patlamaya dönüşmesi 27 Temmuz 1830’da Paris’te gerçekleşmiştir. 3 gün süren olaylardan sonra X. Charles indirilerek I. Louıs Philippe kral ilân edildiği gibi anayasa da demokratik ilkelere göre değiştirilmiştir. Daha sonra Belçika’da hürriyetçi bir anayasa kabul edildiği gibi Almanya ve İtalyan devletlerinde de hürriyetçi eylemler görülmüştür. Mutlakiyet yönetimlerinin eskisi gibi kolaylıkla yürütülemeyeceğinin anlaşıldığı bu ayaklanmalar sonunda liberalizm önemli bir ivme kazanmıştır. Hükümdarların kutsal hakları yerine “ulusların egemenliği” fikri tartışılmaya başlanmıştır. Mısır Meselesi’nin ortaya çıkışı ve devleti düşürdüğü zor durumu açıklamak 1821 Mora isyanı sırasında yardım istenen Mısır valisi Mehmed Ali Paşa, Navarin baskınından sonra kuvvetlerini devletten izinsiz olarak çekmiş, 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında kendisinden istenen yardım teklifini geri çevirmiş ve kendisine vadedilen Girit, Suriye ve Trablusşam valilikleri konusunda ısrarcı olmuştur. Osmanlı Devleti içinde bulunduğu zor şartlarda sadece Girit valiliğini vermiş ve kendisinden kurtulmanın yollarını aramaya başlamıştır. Selim Paşa’nın Şam valisi atanması ve bir bahane ile Mısır’a girme plânları yapması üzerine hırsı daha da artan Mehmed Ali Paşa, Aralık 1831’de Akka valisi Abdullah Paşa üzerine kuvvet göndererek harekete geçmiştir. Abdullah Paşa’nın Suriye’ye iltica eden 6000 kişiyi iade etmemesi ve kendisine olan 11000 kese borcu ödememesini sebep olarak gösteren Mehmed Ali Paşa’nın gerçek hedefi Suriye’yi ele geçirmektir. Suriye üzerine 24 bin kişilik bir ordu gönderirken kısa sürede Yafa, Gazze ve Hayfa’yı da ele geçirmiştir. Bu gelişmeler üzerine Osmanlı Devleti Mehmed Ali Paşa’yı asî ilân etmiş ve 1831 tarihi itibarıyla Mehmed Ali Paşa isyanı başlamıştır. Mısır kuvvetleri Abdullah Paşa’yı esir alıp Suriye’de kontrolü ele geçirdikten sonra Anadolu’ya doğru ilerleyişe geçmişlerdir. 1832’de İbrahim Paşa, Antakya-İskenderun arasında Osmanlı ordusunu yenilgiye uğratmış ve Torosları aşarak Konya önlerine kadar gelmiştir. Bir taraan da geçtiği yerlerde halkı kendi yanlarına çekmeye çalışmıştır. Sadrazam Reşid Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu ile Konya önlerinde yapılan savaşı da kazanan İbrahim Paşa’ya İstanbul yolu açılmıştır. Osmanlı Devleti bu durumda kendi valisi ile başa çıkamayan bir devlet konumunda Avrupa devletlerinden yardım istemek zorunda kalmıştır. İlk düşünülen devlet İngiltere olmasına rağmen olumlu cevap alınmayınca Rusya’ya müracaat edilmiştir. Ebedî düşman Rusya’dan “denize düşen yılana sarılır” misali istenen yardım diğer Avrupa devletlerinin de olaya müdahil olma sürecini başlatmıştır. Rusya’nın 20 Şubat 1833 günü 9 parçalık donamasını Boğaziçi’ne göndermesi içte ve dışta tedirginliğe sebep olmuştur. Durumdan tedirgin olan İngiltere ve Fransa’nın araya girmesiyle Osmanlı Devleti ile Mehmed Ali Paşa arasında Kütahya Barışı yapılmasına rağmen mesele tamamen kapanmamıştır. Kendini güvende hissetmeyen Osmanlı Devleti, Rusya ile yaptığı yardıma karşılık Hünkâr İskelesi Antlaşması’nı imzalamıştır. Antlaşmaya Rusya’nın gizli madde olarak boğazların kendi lehine kapalılığı ilkesini koydurması diğer devletleri harekete geçirmiştir. Bir taraan Mehmed Ali Paşa ile gerginlik devam ederken İngiltere’nin Osmanlı Devleti’ne yakınlaşma gayretleri sonucu yeni bir anlaşma gündeme gelmiştir. 1838 Baltalimanı Antlaşması ile “yed-i vahid” olarak bilinen devlet tekeli yabancı tüccarlar lehine kaldırılırken, İngiltere önemli ekonomik ayrıcalıklar elde etmiştir. Osmanlı yerli üretimi ve ticaretini zora sokan bu antlaşma, Mehmed Ali Paşa tehlikesine karşı Osmanlı Devleti’nin İngiltere’nin yardımını temin maksadıyla verdiği bir başka taviz olmuştur.
.Hünkâr İskelesi Antlaşması’nın önemini ve neden olduğu tepkileri değerlendirmek 8 Temmuz 1833’te Rusya ile imzalanan Hünkâr İskelesi Antlaşması, II. Mahmud’un Mehmed Ali Paşa’ya karşı Rusya’dan yardım istemesi sonucu gündeme gelen bir savunma ve ittifak antlaşmasıdır. İki taraf birbirinin güvenliğini sağlama noktasında güvence verirken antlaşmaya ilave edilen gizli madde ile “tehlikeli” bir adım atılmıştır. Buna göre Rusya lehine Çanakkale Boğazı kapatılacak ve hiçbir yabancı geminin geçmesine müsaade edilmeyecektir. Gizli maddenin Avrupa kamuoyunda duyulması ile harekete geçen İngiltere ve Fransa, donanmalarını Çanakkale Boğazı önlerine göndermişlerdir. Rusya’nın Boğazlara hakim olarak Akdeniz’ e inme ihtimali İngiltere ve Fransa’yı son derece tedirgin etmiştir. 1838 Baltalimanı Antlaşması’nın imzalandığı koşulları ve sonuçlarını açıklamak 1838’de Osmanlı Devleti ile İngiltere arasında imzalanan Baltalimanı Antlaşması, Mısır meselesinin yol açtığı gerginlik ortamında gündeme gelmiştir. Mehmed Ali Paşa’ya karşı kendisini güvende hissetmeyen II. Mahmud, muhtemel bir savaşta İngiltere’nin yardımını temin etmek maksadıyla böyle bir antlaşmanın imzalanmasında sakınca görmemiştir. İçerik olarak ekonomik hayatı ilgilendiren antlaşma ile yabancı tüccarlara önemli ayrıcalıklar tanınmıştır. “Yed-i vahid” denilen tekelin ve ihraç yasaklarının kaldırılması, ödenecek resimlerin yabancı tüccarlar lehine yeniden düzenlenmesi gibi ayrıcalıklarla İngiliz malları Osmanlı pazarlarına egemen olmuştur. Dışa karşı herhangi bir koruma önlemi alınmadan iç ticaretteki sınırlamaların kaldırılması Osmanlı Devleti’ni “Avrupa’nın açık pazarı” haline getirmiştir. Yabancı mallarla yarışamayan yerli üretim neredeyse durma noktasına gelmiştir. II. Mahmud’un gerçekleştirdiği köklü değişiklikleri ve Tanzimat’a hazırlık sürecini ifade etmek II. Mahmud gerçekleştirdiği köklü değişiklikler ile Tanzimat’a hazırlık sürecini tamamlamıştır. Askerî, idarî, mülkî, malî, sosyal ve eğitim alanında yapılan yenilikler ile daha önce örneği olmayan bir değişim süreci yaşanmıştır. Pek çok alanda “ilk”lere imza atılırken Tanzimat Fermanı ile tamamlanacak sürecin altyapısı hazırlanmıştır. Merkeziyetçi ve reformcu bir padişah portresi çizen II. Mahmud bu özelliğiyle “Tanzimat’ın gerçek bânisi (kurucusu)”sıfatını almıştır. Avrupa usulü kabine sistemine geçilmesi, nezaretlerin (bakanlık) teşkili, yeni meclislerin kurulması, memuriyette yapılan düzenlemeler, yeni açılan okullar, posta ve karantina teşkilatları, nüfus ve mülk yazımı, Takvim-i Vekayi’nin yayımlanması gibi adımlar atılarak farklı bir süreç başlatılmıştır. Kendisi de kılık kıyafeti, yaşam tarzıyla bizzat örnek olarak ve yapılanları takip ederek sürecin içinde yer almıştır. Kışlada kalması, yeni açılan mektepleri ziyaretleri, yurt içi seyahatleriyle halkın içinde ve yeniliklerin takipçisi olmuştur. 3 4 5 5. Ünite - Köklü Değişiklikler ve Tanzimat’a Hazırlık (1830-1839) 135 Kendimizi Sınayalım 1. 1830 İhtilâli’nde Alman ve İtalyan devletleri üzerinde baskı kurarak hürriyetçi hareketleri bastırmaya çalışan devlet aşağıdakilerden hangisidir? a. Fransa b. İngiltere c. Belçika d. Avusturya e. Hollanda 2. Mısır Meselesi’nde Mehmed Ali Paşa’nın yanında yer alan devlet aşağıdakilerden hangisidir? a. İngiltere b. Rusya c. Fransa d. Almanya e. Avusturya 3. Rusya’nın Osmanlı Devleti’ne yardımı gündeme geldiğinde İngiltere ve Fransa’nın aracılığıyla Mehmed Ali Paşa ile yapılan anlaşma aşağıdakilerden hangisidir? a. Edirne b. Hünkâr İskelesi c. Kütahya d. Baltalimanı e. Sen-Petersburg 4. Takvim-i Vekâyi aşağıdaki hangi yıl yayın hayatına başlamıştır? a. 1826 b. 1828 c. 1830 d. 1831 e. 1838 5. Aşağıdaki olaylardan hangisi diğerlerinden daha geç tarihte gerçekleşmiştir? a. Hünkâr İskelesi Antlaşması b. Nizip Savaşı c. Mekteb-i Harbiye’nin açılması d. Kütahya Barışı e. Baltalimanı Antlaşması 6. Aşağıdakilerden hangisi II. Mahmud döneminde yapılan yeniliklerden biri değildir? a. İlk resmî gazetenin çıkarılması b. Nüfus ve mülk sayımının yapılması c. Muhtarlık teşkilatının kurulması d. Posta teşkilatının kurulması e. Avrupa başkentlerine daimi elçilerin gönderilmesi 7. II. Mahmud’un 1832 yılında Mehmed Ali Paşa’ya karşı İngiltere’nin yardımını temin etmek üzere görevlendirdiği devlet adamı aşağıdakilerden hangisidir? a. Namık Paşa b. Hüsrev Paşa c. Abdullah Paşa d. Halil Rıfat Paşa e. Selim Paşa 8. Aşağıdaki eşleştirmelerden hangisi yanlıştır? a. 1838-Baltalimanı Antlaşması b. 1833-Hünkâr İskelesi Antlaşması c. 1832-Kütahya Barışı d. 1839-Nizip Savaşı e. 1833-München-Graetz Anlaşması 9. Karantina teşkilatı kurulurken en çok istifade edilen ülke aşağıdakilerden hangisidir? a. Fransa b. İngiltere c. Rusya d. Avusturya e. Belçika 10. Yabancı tüccarlara büyük avantajlar sağlayarak Osmanlı ülkesini “Avrupa’nın açık pazarı” haline getiren antlaşma aşağıdakilerden hangisidir? a. Hünkâr İskelesi b. Kütahya c. Edirne d. Baltalimanı e. Bükreş 136 Osmanlı Tarihi (1789-1876) Yaşamın İçinden Okuma Parçası “Bir müddetten beri sıhhati bozulmuş olan II. Mahmud’un rahatsızlığı büsbütün artmış bulunuyordu. Saray tabipleri akciğer iltihabına yakalandığı teşhisini koymuşlardı. Hakikaten geçirdiği üzücü hayat, mücadele ettiği güçlükler, katlanmak zorunda kaldığı gaileler onu manen olduğu kadar maddeten de yıpratarak tüberküloza sürüklemiş bulunuyordu. Nihayet hava değişimi için Çamlıca’ya gitti. Viyana’dan getirilen meşhur bir hekim kendisini muayene ettikten sonra günleri sayılı ömrü kaldığını söylemiş bulunuyordu. Bir aralık Esma Sultanın tabibi tarafından verilen ilaç üzerine 3 saat kadar uyuyup uyanınca bir çubuk içmiş ve biraz yemek yemişti. Bu hale aldanan saray halkı onu iyileşmiş sandılar. Hemen kurbanlar kesildi. Veba yüzünden karantinada bekletilen hacılar serbest bırakıldı. Borç yüzünden hapiste bulunanlar tahliye edildi. O gece havaî fişeklerle şenlik yapıldı. Lakin hükümdar ertesi günü büsbütün ağırlaştı. Bu hâl halktan gizlendiği için şenlikler devam ederken vefat etti…II. Mahmud, cesur ve irade sahibiydi. Başladığı ve emrettiği işleri hiç durmadan takip eder, başta sadrazamlar olduğu halde mes’ul mevkilerde bulunanları sıkıştırırdı. Birçok işlerinde bu takip fikri sayesinde muvaak olmuştur. Bütün işlerinde Batı teknik ve kültürüne doğru bir yönelme vardı. Osmanlı Devleti’ne temelinden itibaren yeni bir düzen Avrupaî hüviyet verilmek gayesiyle onun ölümünden 1 yıl sonra ilân edilen “Tanzimat-ı Hayriye” aslında tamamen II.Mahmud’un eseridir.” Kaynak: Sertoğlu, Midhat. (2011). Mufassal Osmanlı Tarihi, C.V, Ankara, s. 2947-2948. “II. Mahmud’un son yıllarında, Avrupa’nın büyük güçlerinin Osmanlı İmparatorluğu’na yönelik ilgilerinde belirgin bir artış olmuştur. Yunan ve Mısır bunalımları İmparatorluğun zayıığını ortaya çıkarmış ve Rusya’nın nüfuz alanına girmekte olan Osmanlı İmparatorluğu’nun oluşturduğu stratejik tehlike –ki bu durumda Ruslar, İngilizlerin Akdeniz ve Asya’daki konumunu tehdit edebileceklerdi- İngiltere’yi alarma geçirmişti. Avusturya’da Rusya’nın Balkanlardaki hakimiyetinden giderek daha fazla korkuyordu. İngiltere ile Fransa arasındaki yayılımcı rekabet, Napolyon’un Mısır seferinden bir kuşak sonra kendisini yine hissettiriyordu. Balkanlarda çekişen milliyetçilik hareketlerinin ve büyük güçlerin emperyalist emellerinin Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasına yol açmadan tatmin edilmesi ya da eğer bu yıkım kaçınılmaz ise (ki Avrupa devlet adamlarının ekseriyeti bu kanıdaydı), Osmanlı İmparatorluğu’nu Avrupa’daki güç dengesini altüst etmeden ve genel bir savaşa sebep vermeden parçalama sorunu, 19. Yüzyıl boyunca “Doğu Sorunu” olarak tanımlanmaktaydı. Bu sorun her Avrupa başkentinin siyasal ve diplomatik gündeminde üst seviyede yer alıyordu.” Kaynak: Zürcher, Erik Jan (1999). Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İstanbul, s.62. 5. Ünite - Köklü Değişiklikler ve Tanzimat’a Hazırlık (1830-1839) 137 Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı Sıra Sizde Yanıt Anahtarı 1. d Yanıtınız yanlış ise “Avrupa’da 1830 İhtilâli” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 2. c Yanıtınız yanlış ise “İsyana Avrupa Devletlerinin Müdahale Etmesi” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 3. c Yanıtınız yanlış ise “ Kütahya Barışı” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 4. d Yanıtınız yanlış ise “Sosyal Alanda Yapılan Yenilikler” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 5. b Yanıtınız yanlış ise “ Nizip Savaşı” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 6. e Yanıtınız yanlış ise “II. Mahmud Dönemi’nde Gerçekleştirilen Köklü Değişiklikler” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 7. a Yanıtınız yanlış ise “İsyana Avrupa Devletlerinin Müdahale Etmesi” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 8. c Yanıtınız yanlış ise “Kütahya Barışı” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 9. d Yanıtınız yanlış ise “Sosyal Alanda Yapılan Yenilikler” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 10. d Yanıtınız yanlış ise “1838 Baltalimanı Antlaşması” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Sıra Sizde 1 Fransa’da başlayan ve sonra diğer Avrupa ülkelerine de yayılan 1830 ihtilâli, Liberalizm başta olmak üzere Bonapartizm, Cumhuriyetçilik, Romantizm gibi kavramları gündeme getirmiştir. Hürriyet ve özgürlük temelinde mutlakiyetçilik sorgulanmaya ve ulusların egemenliği üzerinde durulmaya başlanmıştır. Sıra Sizde 2 Mehmed Ali Paşa, Mısır valisi olduktan sonra burada güçlü bir yönetim kurmuştur. Kölemen tehdidini ortadan kaldırdıktan sonra Vehhabi isyanlarını da bastırarak bölgede siyasi kimliğini güçlendirmiştir. Diğer taraan Mısır’ı ekonomik açıdan da oldukça zenginleştirmiştir. Nil’den İskenderiye’ye açılan kanal ile sulama sıkıntıları çözülmüş, pamuk, pirinç, afyon ve hububat tarımı geliştirilmiştir. İpek, bez, şeker fabrikaları açılmıştır. Ziraatte ürün vergisi, ticarette tekel sistemi ile gelirleri arttırmıştır. Vali olduğunda 13 bin kese olan Mısır’ın yıllık gelirini 4. yılda 35 bin keseye daha sonra da 400 bin keseye çıkarmayı başarmıştır. Elde edilen gelirleri doğru alanlara yönelterek Mısır’a yeni bir çehre kazandırmıştır. Fransa’dan getirilen subay ve teknisyenlerle Avrupa tarzı bir ordu ve donanma kurulduğu gibi, Avrupa’ya öğrenci göndermek, yeni okullar açmak, gazete çıkarmak gibi önemli adımlar atarak Mısır’ın modernleşmesini ve güçlenmesini sağlamıştır. Sıra Sizde 3 Mora isyanı sırasında yardım gönderen, Navarin’de kayıp verdikten sonra kuvvetlerini izin almaksızın çeken Mehmed Ali Paşa, yardım karşılığında kendisine vaat edilen Girit, Suriye ve Trablusşam valiliklerinin verilmesi konusunda ısrarcı olmuştur. Osmanlı Devleti 1828-1829 Rus Savaşı başladığında Mehmed Ali Paşa’dan tekrar yardım istediğinde reddeden ve başına buyruk hareket eden Mehmed Ali Paş’ya sadece Girit valiliğinin verilmesini uygun bulmuştur. Diğer taraan Mehmed Ali Paşa’yı bölgeden uzaklaştırmanın hesapları yapılmaya başlanmıştır. Bu gelişmelerden haberdar olan Mehmed Ali Paşa 1831’de Suriye’yi ele geçirme plânlarını hayata geçirerek isyanı başlatmıştır. Mehmet Ali Paşa’nın 1831’de isyanına giden süreçte Suriye valiliğini ele geçirmenin yanı sıra Mısır’ı, komşuları olan Sudan ve tüm Arabistan’da en üstün güç haline getirmek, İstanbul’dan bağımsız hareket edebilmek, Mısır valiliğini bir hanedanlık biçiminde babadan oğula geçirmek gibi hedeeri de bulunmaktadır. 138 Osmanlı Tarihi (1789-1876) Yararlanılan ve Başvurulabilecek Kaynaklar Sıra Sizde 4 Mısır Meselesi’nin Osmanlı Devleti’ni tehdit eder hâle gelmesi ve Osmanlı ordularının üst üste aldığı yenilgilerle Mısır kuvvetlerine İstanbul yolunun açılması Avrupa devletlerinin ilgisini çekmiştir. Kendi çıkarları doğrultusunda bölgede zayıf Osmanlı yönetimini tercih eden devletler, hırslı Mehmed Ali Paşa’ya karşı tavır almışlardır. Konya muharebesinden sonra tedirginliği artan II. Mahmud yardım istemek için ilk olarak İngiltere’ye müracaat etmiştir. İngiltere’nin kabul etmemesi üzerine Rusya’ya müracaat edilmiş, Rusya teklifi büyük bir memnuniyetle karşılamıştır. Avrupa devletleri Rusya’nın yardım teklifini kabul etmesinden sonra meseleye daha fazla ilgi göstermişler, bu yakınlıktan rahatsız olan İngiltere ve Fransa elçileri aracılığıyla Osmanlı Devleti ile Mehmed Ali Paşa arasındaki meseleyi çözmeye çalışmışlardır. Rusya’nın nüfuzunu arttırma ve Boğazlar üzerinde söz sahibi olma endişesi diğer devletlerin de müdahil olmasını sağlamıştır. Sıra Sizde 5 1833 Hünkâr İskelesi Antlaşması, Osmanlı Devleti ile Rusya arasında savunma ve ittifak amacıyla yapılan bir antlaşma gibi görünmesine rağmen ilave edilen gizli madde ile Rusya’ya büyük avantajlar sağlamıştır. Buna göre Rusya, Çanakkale Boğazı’nın kendi lehine kapatılmasını ve hiçbir yabancı geminin geçmesine müsaade edilmemesini Osmanlı Devleti’ne kabul ettirmiştir. Rus savaş gemilerinin boğazlardan geçerek Akdeniz’e çıkma ihtimali ve nüfuzunu arttırma endişesi İngiltere ve Fransa’yı harekete geçirmiştir. Sıra Sizde 6 1838’de İngiltere ile imzalanan Baltalimanı Antlaşması ile tekelin kaldırılması, gümrüklerin ve resimlerin indirilmesi gibi yabancı tüccarlara büyük avantajlar sağlayan kararlar alınmıştır. İngiliz malları başta olmak üzere yabancı malların Osmanlı piyasasına girmesiyle Osmanlı yerli üretimi durma noktasına gelmiştir. Osmanlı ülkesini “Avrupa’nın açık pazarı” haline getiren anlaşma ekonomik açıdan Osmanlı Devleti’ne ağır yükler getirmiştir. Akyıldız, Ali.(2012). Osmanlı Bürokrasisi ve Modernleşme, İstanbul:İletişim Yayınları. Altundağ, Şinasi. (1998). Kavalalı Mehmet Ali Paşa İsyanı, 1.Kısım, Ankara: TTK Yayınları. Armaoğlu, Fahir. (1997). 19.Yüzyıl Siyasî Tarihi (1789- 1914), Ankara:TTK Yayınları. Beydilli, Kemal. (2003). “Mahmud II”, DİA, c. 27. Ankara. Çadırcı, Musa. (1982). «Tanzimat’ın İlanı Sıralarında Osmanlı İmparatorluğu’nda Kadılık Kurumu ve 1838 Tarihli «Tarik-i İlmiyye’ye Dair Ceza Kanunname’si», DTCF Tarih Araştırmaları Dergisi, Ciit: XIV / 25, Ankara.s.139-161. Karal, Enver Ziya. (1997). “Mahmud II”, İA, c.7.Eskişehir. Karal, Enver Ziya. (1994). Osmanlı Tarihi, c. V, Ankara : TTK Yayınları. Kutluoğlu, Muhammet Hanefi. (2002). “Kavalalı Mehmed Ali Paşa”, DİA, c.25, Ankara. Kütükoğulu, Mübahat. (1992). “Baltalimanı Muahedesi”, DİA, c.5, İstanbul. Ortaylı, İlber. (1995). İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, İstanbul: Hil Yayınları Özcan. Abdülkadir. (1997). “Harbiye”, DİA, c.16, İstanbul. Özcan, Abdulkadir. (1995). “II. Mahmut ve Reformları Hakkında Bazı Gözlemler”,Tarih İncelemeleri Dergisi, c.X, İzmir. Sarı, Nil. (2004). “Mekteb-i Tıbbiye”, DİA, c.29, Ankara. Sertoğlu, Midhat. (2011). Mufassal Osmanlı Tarihi, c.V, Ankara. Shaw Stanford J.-Ezel Kural. (2000). Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, c.2, İstanbul: e Yayınları. Ünal, Mehmed Ali. (2011). Osmanlı Tarih Sözlüğü, İstanbul: Paradigma Yayınları. Zürcher, Eric Jan. (1999). Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, çev. Yasemin Saner Gönen, İstanbul: İletişim Yayınları. 6 Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; Tanzimat Fermanı’nın Osmanlı Tarihi içindeki yerini değerlendirebilecek, Tanzimat’a karşı oluşan tepkileri saptayabilecek, Uluslararası ilişkiler çerçevesinde Mısır meselesi ve Boğazlar Sözleşmesi’ni açıklayabilecek, 1848 İhtilalleri ve Osmanlı Devleti’ne etkilerini tanımlayabilecek, Kırım Savaşı’nın nedenlerini ve sonuçlarını açıklayabilecek bilgi ve becerilere sahip olacaksınız. Anahtar Kavramlar • Mısır Meselesi • Tanzimat Fermanı • Niş İsyanı • Lübnan Olayları • Kutsal Yerler Meselesi • Kırım Savaşı • Balta Limanı Antlaşması • Mülteciler Sorunu İçindekiler Osmanlı Tarihi (1789-1876) Osmanlı Reorganizasyonu: Tanzimat Devri 1839-1856 • GİRİŞ • TANZİMAT FERMANI’NIN HAZIRLANMASI, İLANI VE GETİRDİKLERİ • MISIR MESELESİ’NİN II. AŞAMASI VE 1841 BOĞAZLAR SÖZLEŞMESİ • 1848 İHTİLALLERİ VE OSMANLI DEVLETİ’NE ETKİLERİ • KIRIM SAVAŞI VE SONUÇLARI OSMANLI TARİHİ (1789-1876) GİRİŞ “Tanzimat” kelimesi bir terim olarak düzenleme, nizam verme, ya da reorganizasyon anlamına gelirse de 19. yüzyıl Osmanlı Tarihi bakımından daha geniş bir anlam çerçevesine sahiptir. Tanzimat, getirdiği değerler ve anlayış bakımından gerek Osmanlı devlet yapısı gerekse toplum yapısında yaptığı etki ile yeni bir düzenin kurulduğu özel bir dönemi ifade eder. “Tanzimat Dönemi” adını alan bu özel devre, Osmanlı siyasi, idari, iktisadi ve sosyal yapısında bütüncül bir değişimi ve etkisi bakımından günümüze kadar uzanan bir yeniden yapılanma sürecini ifade etmektedir. TANZİMAT FERMANI’NIN HAZIRLANMASI, İLANI VE GETİRDİKLERİ 3 Kasım 1839’da Tanzimat Fermanı’nın okunmasıyla başlayan Tanzimat Dönemi, Osmanlı reform tarihi içerisinde, dönüm noktalarından birini oluşturması nedeniyle, günümüze kadar süren farklı yaklaşımlara ve tartışmalara yol açmıştır. Tanzimat Dönemi’nin, 3 Kasım 1839’da Topkapı Sarayı’nın Gülhane Bahçesi’nde Sultan Abdülmecid’in Hatt-ı Hümâyunu’nun okunması ile başladığı konusunda, konuyla ilgilenenler açısından, genellikle bir tereddüt yoksa da, ne zaman son bulduğu hakkında farklı görüşler vardır. Bazı yazarlar, Sadrazam Mehmed Emin Âlî Paşa’nın ölüm tarihi olan 1871 yılını esas alırlar. Onlara göre Tanzimat, Mustafa Reşid, Âlî ve Fuad Paşaların eseridir. Dolayısıyla Âlî Paşa’nın ölümüyle bu devre kapanmıştır. Öte yandan Tanzimat Dönemi’nin 1876 yılında sona erdiğini iddia edenler olduğu gibi, II. Meşrutiyet’in ilanını (1908) dönemin sonu olarak kabul eden tarihçiler de vardır. Ayrıca Tanzimat Dönemi’nin sonunu I. Dünya Savaşı’nın başlangıcına kadar getirenlerin yanı sıra daha sonraki tarihlere kadar uzatanlar da bulunmaktadır. Fakat genellikle 1839-1876 yılları “Tanzimat Dönemi” olarak ifade edilmiştir. Bu bakımdan biz de bu dönemlendirmeyi esas aldık. Ancak 1839-1876 yıllarını ifade eden Tanzimat Dönemi çoğunlukla iki alt dönemde incelenmektedir. 1856’da ilan edilen Islahât Fermanı’na kadar olan devre, Tanzimat Dönemi’nin birinci aşamasını; 1856- 1876 dönemi ise ikinci aşamasını oluşturur. Bu ünitede Tanzimat Dönemi’nin ilk evresi olan 1839-1856 yılları anlatılacak ve bu yılları anlamak için örnek alınan Batı Avrupa’da neler olduğuna bakılacaktır. Böylece Tanzimat Dönemi ve olayları bu noktadan hareketle değerlendirilmeye çalışılacaktır. Osmanlı Reorganizasyonu: Tanzimat Devri 1839-1856 142 Osmanlı Tarihi (1789-1876) Avrupa’da Feodalite’nin Yıkılışı, Yükselen Değerler ve Burjuvazi Avrupa Ortaçağ toplumunu, günümüz Avrupa toplumundan ayıran en önemli özellik, bireysel özgürlüğün bulunmayışıdır. Ortaçağ Avrupasında herkesin toplumsal düzendeki rolü sıkı bir biçimde belirlenmişti. Avrupa insanının toplumsal olarak bir sınıan diğerine geçme şansı pek yoktu. Bir kentten ya da bir ülkeden diğerine gitmesi zordu. İnsanlar, âdeta doğduğu yerde kalmak zorundaydı. Zanaâtkarların ve köylülerin, satacağı malların fiyatları, satacağı yer, kasabanın pazar meydanı belirlenmişti. Lonca üyesi, hiç kimseye teknik sırlarını açıklayamazdı. Herhangi bir kazançlı alışverişi, kendi loncasından olanlarla paylaşırdı. Kişisel, ekonomik ve toplumsal yaşam, sıkı kurallar altındaydı. Kişi, böyle bir yapı içinde bir birey değildi. Sadece kuralları önceden belirlenen ve ihlal edilemeyen bir grubun (cemaatin) üyesi bir köylü, zanaatkâr veya bir şövalyeydi. Batı Avrupa’daki bu sosyo-ekonomik yapı, XII. yüzyıldan itibaren dönüşüme uğramaya başladı. Ticari ve sınai etkinliklerle tarımsal faaliyetlerde yerini almış kimseler giderek kentlere yerleşmişlerdi. Bu süreçte şehir, sermaye ve serbestlik birbirinden ayrılmaz üç kavram hâline gelmiştir. Tüccarlar, feodal otoritelerin getirdiği düzenlemelerden ve kısıtlamalardan kurtulmak isterken, insanların dilediği yerde yaşama hakkına ve kişisel özgürlüğe sahip olmaları gerektiğini ileri sürüyorlardı. XII. yüzyıldan itibaren burjuvazinin ihtiyaç ve istekleri, feodal yapıyla ciddi şekilde çatışmaya başladı. Bu ihtiyaçların en önemlisi bireysel özgürlüktü. Özgürlük olmaksızın gidip gelmek, iş yapmak, mal satmak vb. ticari faaliyetler olanaksızdı. Gerçekte pek çoğu fiilen buna sahiptiler. Ancak fiili durumun bir hakka dönüştürülmesini talep ettiler. Feodal ekonomik düzen, iş birliği ilkesine ve rekabeti önleyici yasalara dayanmaktaydı. Kapitalizmin yükselişiyle bu ortaçağ ilkeleri, yerlerini her geçen gün bireysel girişimcilik ilkesine bıraktılar. Loncanın üyeleri, artık birbirlerinin rakipleri durumuna geçtiler. XVIII. yüzyıla gelindiğinde, “özgürlük” ve “eşitlik” talepleri yükseldi. Sonuç olarak bireyin, her türlü ilişkide tam bir serbestliğe sahip olması yönünde bir inanç gelişti. Grup, cemaat ve lonca mensubiyetinin yerini, bireyin ve bireyciliğin gelişmesi düşüncesi aldı. Böylece değişen kimlik anlayışları, hukuka alanına da yansıdı. İnsan hakları ve yurttaşlık hukukunun temellerini şekillendirdi. Öte yandan Avrupa’da 15. yüzyılın sonlarında şekillenmeye başlayan mutlak monarşi, modern devletin ilk biçimini oluşturdu. Mutlakiyetçi devlet yapısı, modern devletin büyük ve düzenli bir orduya, bürokrasiye ve kodifiye (kanunlaştırma) edilmiş hukuk düzenine sahip olması gibi birçok özelliği taşımaktaydı. Böylece Ortaçağ toplum ve devlet yapısından bir kopuş gerçekleşti. Bu dönemde nüfus ve üretim artarken daha önce birbirlerinden yalıtılmış bulunan küçük yerleşim birimleri arasındaki ticari ilişkiler de yoğunlaştı. Ulusal ekonomiler gelişip dış pazarlara doğru açılırken daha çok sayıda insan, birbirleriyle ilişki ve etkileşim içine girdiler. Giderek vatan ve millet kavramı oluşurken daha önce belli bir yöreye, kente veya feodal birime yönelik sadakat bağı, ulusa ve ulus-devlete yönelmeye başladı. Modern devlet, ortak bir kaderi paylaşmaya başlayan, ancak kişisel, bölgesel, sosyal, ekonomik ve kültürel bakımdan farklılıklara sahip olan, egemenliği altındaki tüm bireylere uygulanacak bir hukuk sistemine ihtiyaç duymuştur. Modern devlet, bütün ülkeye ve herkese eşit uygulanan yazılı, genel, soyut, sürekli ve objektif nitelikte açık ve anlaşılır bir hukuk düzeni kurmaya yöneldi. Böylece, aynı ülke üzerinde yaşayan herkesin aynı devletin koyduğu kurallara bağlanması, insanları feodal yönetimin tebaası olmaktan çıkararak modern devletin yurttaşları olan bireylere dönüştürdü. 17 ve 18. yüzyıllar boyunca giderek insanların doğuştan bazı hak ve özgürlüklere sahip olduğu düşüncesi yerleşti. Bugün, güvenlik içinde yaşama hakkı, konut dokunulmazlığı hakkı, haberleşme, inanç ve vicdan özgürlüğü vb. olarak tanımladığımız temel 6. Ünite - Osmanlı Reorganizasyonu: Tanzimat Devri 1839-1856 143 hak ve özgürlükler, burjuvazi tarafından feodal aristokrasiye karşı, “eşitlik” ve “özgürlük” kavramlarıyla dile getirildi. Bireysel hak ve özgürlüklerin korunmasını esas alan modern hukuk; cinsiyet, ırk, sosyo-ekonomik statü, din vb. farklılıkları dikkate almaksızın, yasalar karşısında herkesi “eşit vatandaş” statüsüyle, siyasi olarak devlete bağlı hâle getirdi. Bu tarihi süreç sonucu ortaya çıkan birey hakları, eşitlik, hukukun üstünlüğü ya da hukuk devleti gibi değerler 1776’da Amerikan Kongresi tarafından kabul edilen “Amerikan Bağımsızlık Bildirisi” ve 1789 tarihli Fransız “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi” adını alan belgelerde de kayıt altına alındı. Tanzimat Dönemi’ni Doğuran Nedenler Tanzimat Dönemi, Osmanlı toplumunun tüm kurum ve kuruluşlarını ayakta tutan, askeri, mali, hukuki, idari, iktisadi, siyasi vb. alanlarda köklü değişim ve dönüşümleri ifade etmektedir. Tanzimat Dönemi’nin başlamasına yol açan nedenler iç ve dış olarak iki grupta toplanabilir. İç nedenler, Tanzimat’ın bir sonuç olarak ortaya çıktığı Osmanlı batılılaşma hareketlerini anlatırken dış nedenler ise uluslararası alanda ortaya çıkan veya uluslararası hale giren siyasi olayları kapsamaktadır. İç nedenleri açıklayabilmemiz için Osmanlı Devleti’nin yaklaşık iki yüzyıllık modernleşme öyküsü içerisindeki reform (ıslahât) çabalarını ve bu süreçte Tanzimat Dönemi’nin değerini ve yerini saptamak bir zorunluluktur. 3 Kasım 1839’da Mustafa Reşid Paşa’nın, Gülhane Parkı’nda okuduğu fermanla başlayan ve “Tanzimat” adını alan dönem, önceki reform çabalarından daha farklı bir içeriği ifade eder. Tanzimat’ın gerçek değerini saptamak için kendisinden önceki reform girişimleriyle, onu karşılaştırmak gerekir. Osmanlı Devleti, Kanuni Devri’nden itibaren durağan bir döneme girmişti. Kanuni sonrasında gelen hükümdarlar ve sadrazamlardan bir kısmı, devleti durağanlıktan kurtarmaya yönelik birtakım girişimlerde bulunmuşlardı. 17. yüzyıldan itibaren başlayan bu çabaların temel amacı bozulan Osmanlı düzenini, yeniden kuvvete dayanarak kurmaktı. Batı’da ise, 14. yüzyıldan itibaren başlayıp gelişen Rönesans, Batı dünyasını ve Batı medeniyetini doğurmuştu. Öte yandan İslâm Medeniyetinin bir parçası olan Osmanlı’da, İslâm dünyasının dışındaki kültürleri yeterince önemsememek gibi bir eğilim hakimdi. Bu anlayış nedeniyle Osmanlı Devleti batı Avrupa’da olup-bitenlere ilgi göstermedi. Ancak 18. yüzyıl boyunca bir kısım Osmanlı idarecisi ve aydını açısından bu anlayış ciddi bir dönüşüm geçirdi. Askerî alandaki başarısızlıklar, Karlofça (1699), Pasarofça (1718), Küçük Kaynarca (1774) ve Yaş (1792) gibi ağır şartlar içeren anlaşmaların imzalanmasına yol açtı. Batı kültürü ve onun yarattığı ürünlere karşı -özellikle askerî açıdan- artık Osmanlı idarecileri, daha farklı bir yaklaşım göstermek zorunda kaldılar. Lale Devri (1718- 1730)’nde başlayan bir süreç olmakla beraber 18. yüzyıl boyunca batılılarla ilişki kurma eğilimi, I. Mahmud devrinde (1730-1745) aslen bir Fransız olan Kont Bonneval (Humbaracı Ahmet Paşa) ve III. Mustafa Devrinde (1757-1773) Baron de Tott gibi şahsiyetlerin, Osmanlı ordusuna hizmet etmelerini sağladı. Bu isimlerin varlığı, Osmanlı Devleti’nin askeri alanda batıyı önemsediği ve batının yöntemlerini askeri kurumlarda uygulamaya çalıştığını göstermektedir. Bu çabalar, 19. yüzyılın başlarına kadar daha çok batının teknik alandaki üstünlüğünü anlamak ve ithal etmek biçiminde gelişmiştir. III. Selim’in tahta oturması ile birlikte Osmanlı Devleti’nin batıya dönük ilgisi de yavaşça değişmeye başladı. III. Selim, askerî yönü ağır basmakla birlikte reform programını başka alanlara da uygulamaya çalıştı. Sultan II. Mahmud ile birlikte Osmanlı reformları, daha da geniş bir sahaya yayıldı. II. Mahmud, 1826’da Yeniçeri Ocağı’nı ortadan kaldırdıktan sonra giriştiği reformlarda, çağdaşı devletlerde olduğu gibi devlet işlerinde uzmanlaşmayı sağlamak için bakanlıkları (nezaretleri) kurdu. Meclis-i Vâlâ’yı Ahkâm-ı Adliyye’yi kurarak bir danışma meclisi oluşturdu ve devlet görevlilerine vazifeleri karşılığında, merkezî 144 Osmanlı Tarihi (1789-1876) hükümetçe maaş verilmesi vb. köklü değişikliklere yöneldi. Ancak hemen belirtelim ki II. Mahmud’u kendisinden önceki reformculardan ayıran temel özellik, Tanzimat hareketinin onun devrinde hazırlanmış olmasıdır. Tanzimat Dönemi, yenileşme tarihimizde kendisinden yaklaşık bir asır önce başlayan sürecin devamı olmakla birlikte öncekilerden pek çok farklılık göstermektedir. II. Mahmud öncesi reformlarda, Batı’nın temel yapısını oluşturan medenî değerler ile modern devletin temel özellikleri arasında yer alan hukuk devleti olma ve bireyin haklarının korunması gibi ilkeler göz önüne alınmamıştı. Oysa 19. yüzyılın ilk çeyreği boyunca Osmanlı Devleti, özellikle Fransız İhtilali’nin doğurduğu “Milliyetçilik” akımının etkisiyle Osmanlı sınırları içindeki çeşitli ulusların bağımsızlık talepleriyle karşılaştı. Milliyetçilik etkisini öncelikle imparatorluğun gayrimüslim unsurları üzerinde göstermişti. Ayrılıkçı eğilimler taşıyan gayrimüslim unsurların çoğunlukla imparatorluğun Avrupa topraklarında yaşaması, milliyetçilik akımının etkisini kolaylaştırdığı gibi Avrupa devletlerinin müdahalelerine de gerekçe oluşturmaktaydı. Bu anlamda ilk büyük hareket Sırp İsyanları’ydı. 1812’de Bükreş Anlaşması ile Sırbistan özerklik kazandı. Benzer şekilde, Osmanlı-Rus Savaşı sonrası 14 Eylül 1829’da imzalanan Edirne Antlaşması’yla Yunanistan bağımsızlığını elde etmişti. Ayrıca Mısır’da Mehmed Ali Paşa’nın iki defa merkezi otoriteye isyan ederek Osmanlı Sultanı’nın varlığını tehdit etmesi de bir başka büyük sorundu. Giderek ağırlaşan bu sorunların üstesinden gelmenin yolu devletin yeniden organize edilmesinden geçiyordu. Böylece Osmanlı Devleti’ni modern bir devlet ve toplum yapısına dönüştürürken Müslüman ve gayrimüslim bütün unsurları da eşit haklar ve eşit yurttaşlık temelinde bir arada tutmayı amaçlayan Tanzimat Fermanı ilan edilmişti. Fermanda insanların dinî veya etnik yapısı dikkate alınmaksızın bütün unsurlarıyla Osmanlı vatandaşlığı temelinde yeni bir toplum modeli öngörülüyordu. Tanzimat öncesi reform çalışmaları devlet ve bireylerin karşılıklı hakları bakımından hiçbir yenilik hedeememişken Tanzimat Fermanı ile bu konuda yeni bir döneme giriliyordu. Tanzimat Dönemi’ni doğuran dış nedenler açısından Osmanlı Devleti’nin güvenliği ve varlığını koruyabilmek için izlediği denge politikasının önemi göze çarpar. Osmanlı Devleti Karlofça Antlaşması ile ilk defa Avusturya’ya toprak vermek zorunda kalacağı gibi 18. yüzyıl boyunca giderek ağırlaşacak olan Rusya tehdidi de ortaya çıkacaktır. Bunun neticesi olarak 18. yüzyıl boyunca birkaç kez bu devletlerle savaşmak zorunda kalan Osmanlı bu savaşlarda başka bir devletle ittifak kurma ihtiyacı duymadı. Çoğunlukla yenilmesine rağmen bu savaşları kendi gücü ile yürütebilmişti. 19. yüzyıla gelindiğinde ise Avrupa’daki güç dengesi büyük değişim geçirirken Osmanlı Devleti askeri açıdan zayıamıştı. Bu yüzden Osmanlı Devleti dışarıdan kendisine yönelen tehdit ve tehlikelere karşı yanına bir büyük devleti alarak bir denge meydana getirermeye ve varlığını korumaya çalışmıştır. Osmanlı Devleti’nin izlediği bu denge politikasının ilk evresi Tanzimat Dönemi’ni de içerecek şekilde 1798-1878 yılları arasındadır. Özellikle Rusya başta olmak üzere kendisine yönelik bir tehdit ortaya çıktığı zaman Osmanlı Devleti, İngiltere ile ittifak kurma yoluna gitti. İngiltere de, anılan dönem boyunca, Osmanlı Devleti’ni destekleyen bir politika izledi. İngiltere doğal olarak kendi çıkarlarını düşünmekteydi. Çünkü Hindistan sömürgesi İngiltere’nin ekonomik hayatında önemli bir yere sahipti. İngiltere’nin bu sömürgesi ile bağlantısı ise Mısır, Akdeniz ve Cebelitarık Boğazı’ndan geçmekte ve buna İmparatorluk Yolu denmekteydi. 1787-1792 yılları arasında yapılan savaşlarda Rusya’nın Osmanlı Devleti’ni yıkma ve özellikle Boğazları ele geçirme arzularını gören İngiltere, 1791 yılından itibaren Rusya’nın Akdeniz’e inmesini engellemek için Osmanlı Devleti’nin bağımsızlık ve toprak bütünlüğünü koruma politikasını benimsedi. Osmanlı Devleti’nin, İngiltere’nin bu yeni politikasını fark ederek bir denge politikası arayışına girmesi ancak 1798’de Napoleon’un Mısır’ı işgaliyle gerçekleşmişti. Bu işgal İngiltere’yi korkuttu. Çünkü Fransa, İngiltere’nin, 6. Ünite - Osmanlı Reorganizasyonu: Tanzimat Devri 1839-1856 145 İmparatorluk Yolunu tehdit ederek ve Hindistan’la olan bağlantısını kesebilirdi. Rusya, da Napoleon’un Mısır’dan sonra Suriye’yi işgal etmesi ve kuzeye doğru çıkarak Osmanlı Devleti’ni yıkmasından korktu. Rusya, zayıf bir Osmanlı Devleti’nden boğazları alabilirdi. Fakat güçlü bir Fransa’nın elinden alması kolay değildi. Bu yüzden hem İngiltere hem de Rusya, Osmanlı Devleti’yle ittifak yaparak Napoleon’u Mısır’dan çıkardılar. Bu olayla birlikte Osmanlı Devleti, büyük devletlerin kendi toprakları üzerindeki çıkar çatışmalarını görerek kendisine yönelen tehlikelerin üstesinden gelmek için bu devletleri birbirine karşı kullanma yoluna gitti. İngiltere, Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü koruma politikasını 1878’e kadar devam ettirdi. Bu süreç boyunca Osmanlı Devleti, kendisine olan desteğin devamı için başta İngiltere olmak üzere batının iktisadi, siyasi, dinî vb. taleplerine -müdahalelerine- göz yummuştur. Çıkarları gereği, İngiltere’nin başını çektiği Batı Avrupalı devletler, Osmanlı Devleti’nin dağılması veya yıkılmasını önlemek için Osmanlı reform çabalarını desteklemiştir. Dış etkinin bir diğer boyutu da batının yarattığı kapitalist sistemin, dünya imparatorluklarını sistemlerine eklemleme çabası ile ilgilidir. Nitekim bu Avrupa merkezli kapitalist dünya, Osmanlı Devleti’nin, Rumeli, Anadolu, Suriye topraklarını, 19. yüzyıl boyunca ekonomik sistemine eklemlemeyi başarmıştır. Bu bakımdan Tanzimat’ı hazırlayan ekonomik gelişmeler arasında Mısır Meselesi özel bir yer tutmaktadır. Tanzimat Fermanı’nın ilanından kısa bir süre önce Mısır Meselesi’nin baskısı altındaki Osmanlı Devleti, 16 Ağustos 1838’de İngiltere ile Balta Limanı Ticaret Antlaşması’nı imzalamıştı. İngilizlere iç ticarette geniş imtiyazlar verildi. İngilizler Osmanlılar üzerinde daha fazla iktisadi nüfuz kurdular. 1838 Osmanlı-İngiliz ticaret antlaşmasının benzerleri aynı yıl içinde Fransa ile daha sonra 1840’ta İsveç, Norveç, İspanya, Hollanda, Belçika, 1841’de Danimarka, 1843’te Portekiz ile imzalanmıştır. Böylece Osmanlı toprakları üzerinde serbest ticaretin koşulları için gereken diğer idari, mali, hukuki vb. reformları yapmak kaçınılmaz hâle geldi. Batı Avrupa devletleri ise iktisadi çıkarlarını sağlama almak karşılığında Osmanlı toprak bütünlüğünü destekleyeceklerdi. Osmanlı Devleti, bir yandan bu kapitalist dünyanın bir parçası hâline gelirken bir yandan da kendi iç dinamiklerini harekete geçirerek çözüm yolları arayacaktır. II. Mahmud’un vefatı sonrası oğlu Abdülmecid, 18 yaşında tahta geçti. Yeni padişah, iki ciddi mesele ile karşılaştı. Bu meselerden ilki Mısır Valisi Mehmed Ali ile süre gelen kriz, diğeri ise “Tanzimat’ın ilanı” konusudur. Sultan Abdülmecid, padişahlığının ilk günlerinde Mısır kuvvetlerinin Osmanlı ordusunu Nizip’te yendiklerini öğrendi. Birkaç gün sonra da, Kaptan-ı Derya Firari Ahmet Paşa’nın Osmanlı donanmasını Mehmed Ali Paşa’ya teslim ettiği haberini aldı. Osmanlı Devleti, artık ordusuz ve donanmasız kalmıştı. Yeni padişah, devletin tecrübeli ve iş bilir sayılan adamlarından Hüsrev Paşa’yı sadrazam, Damat Halil Paşa’yı serasker, Rauf Paşa’yı Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliyye reisliğine getirmişti. Fakat Sultan Abdülmecid sorunların çözümü noktasında, Dışişleri Bakanı Mustafa Reşid Paşa’ya güvenmiştir. Başlangıcından itibaren Mısır Meselesi’nin bütün aşamaları içinde bulunmuş olan Mustafa Reşid Paşa, Paris ile Londra elçiliklerinde de bulunmuştu. Bu yüzden ilgili devletlerin konuya bakış açılarını biliyordu. Öte yandan Paris ve Londra elçilikleri sırasında Fransa ile İngiltere’nin idare tarzlarını incelemiş, dönemin Avrupalı diplomat ve siyasi aktörleri ile görüşmeler yapmış ve onların Osmanlı idaresi hakkındaki görüşlerini de öğrenmişti. Mustafa Reşid Paşa, Tanzimat-ı Hayriyye’nin ilanıyla, Osmanlı Devleti’nin yeniden güçlenmesini sağlayacak yeni bir düzenin kuruluşunu ve denge politikasının bir gereği olarak Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğüne taraar olan İngiltere ile Fransa’yı memnun etmeyi amaçlamıştı. Daha II. Mahmud zamanında Mustafa Reşid Paşa tarafından kaleme alınmaya başlanan ve yapılacak reformların ilkelerini ortaya koyan metin Gülhane Hatt-ı Hümâyunu ya da diğer adıyla Tanzimat Fermanı’ydı. Ferman Mustafa Reşid Paşa tarafından Gülhane Parkı’nda okunarak 3 Kasım 1839’da ilan edilmiş- 146 Osmanlı Tarihi (1789-1876) tir. Hemen belirtelim ki, Tanzimat Fermanı’nın doğuşuna etki eden dış nedenleri, daha sonra anlatılacak olan Islahât Fermanı’nda olduğu gibi Avrupalı devletlerin doğrudan baskısı şeklinde değerlendirmemekte yarar vardır. Tanzimat Fermanı’nın doğuşundaki dış nedenleri, dönemin gereklilikleri çerçevesinde ve batılılarla girişilen etkileşimin bir sonucu olarak ele almak ve düşünmek daha doğru olacaktır. Tanzimat hareketinin Batı Avrupalı devletlerce desteklenmesindeki ekonomik gerekçe nedir? Tanzimat Fermanı’nın İçeriği ve İlkesel Dayanakları Ferman metnini, beş bölüm şeklinde özetleyebiliriz. Birinci ve ikinci bölümde, Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan itibaren Kur’an hükümlerine ve şeriat kanunlarına saygı gösterildiğinden, devletin kuvvetli ve halkın refaha sahip olduğu ifade edildikten sonra yüz elli yıldan beri türlü sebeplerle ne şeriata, ne de kanunlara saygı gösterilmediği, bu yüzden de devletin eski güç ve refahını kaybettiği vurgulanmaktaydı. Üçüncü bölümde, devlet idaresini iyileştirmek için bazı yeni kanunlar koymak gerekliliğine işaret edilmekte; dördüncü bölümde de yeni kanunların hangi konuları esas alacağı gösterilmekteydi. Buna göre; 1-Müslüman ve gayrimislim bütün tebaanın ırz, namus, can ve mal güvenliğinin sağlanması, 2-Verginin düzenli bir usule göre ayarlanması ve toplanması, 3- Askerlik ödevinin düzenli bir usule bağlanmasını esas alan düzenlemeler yapılacaktı. Beşinci bölümde ise yeni kanunların dayandırılacağı genel prensipler belirtilmekteydi. Padişah da, hatt-ı hümâyuna ve yapılacak kanunlara saygı göstereceğine dair ant içti. Fermanın en önemli özelliği, çıkarılacak kanunların bütün tebaanın ırz, namus, can ve mal güvenliğinin sağlanması hususuydu. Özellikle 1776 tarihli Amerikan “Bağımsızlık Bildirisi” ve 1789 tarihli Fransız “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi”nde yer alan ve birey haklarını vurgulayan maddelerden esinlenildiği açıktır. Öte yandan fermanın bir diğer özelliği, bu yeni kanunların iki temel ilkeye göre düzenleneceğini, yine bir yenilik olarak, ortaya koymasıydı. Bu bağlamda ilk ilke, Kanunlaştırma hareketleri adı verilen, gerçekte “Hukukun üstünlüğü veya Hukuk Devleti” anlayışının yerleştirilmesine yöneliktir. Nitekim Tanzimat Fermanı’nın içeriğine bakıldığında giriş bölümünde, hukuk devleti olma ve hukukun üstünlüğü özelliğinin yitirilmesiyle devletin ve toplumun sıkıntı içinde olduğu vurgulandıktan sonra idarede ve memlekette kanun üstünlüğünün hakim olmasının gerekliliği belirtilmekteydi. Tanzimat Dönemi öncesi Osmanlı toplum ve devlet yaşamı, dinsel kurallara, çoğu zaman keyfiliği içerisinde barındıran “örf ”e dayalı bir hukuk nizamına, farklı dinî cemaatler (Millet Sistemi) şeklinde örgütlenen bir toplum yapısına sahipti. Öte yandan bu hukuk düzeni büyük oranda (tedvin) derlenmiş, yazılı metinlere dayalı değildi. Bu yüzden özellikle örfi yetkililerce keyfi hukuki çıkarımlar yapılabilmiş, bu da topluma bir keyfilik ve adaletsizlik görüntüsü vermişti. Toplumun hukuki alanda kurduğu ilişki biçimleri, bireyin, diğer bireyler veya devletle olan ilişkileri, özellikle dini kaynaklardan yapılan çıkarımlara veya devlet otoritelerinin takdirine bağlı bir görüntüye sahipti. Bu bakımdan hukuk alanında yazılı “kesin kurallar” koyma gerekliliği daha çok Tanzimat devri ile başladı. Adına kanunlaştırma (Codification) denilen bu yöneliş, pozitif hukuk alanında büyük bir aşamayı temsil etmektedir. Kanunlaştırma adını verdiğimiz bu çabaların ilk adımlarını, II. Mahmud devrinde görmekteyiz. II. Mahmud’un son dönemlerine doğru Tarik-i İlmiyeye Dair Ceza Kanûnnâmesi yanında yine 1838’de Memûrine Mahsûs Ceza Kanûnu yayımlanmıştı. Böylece sınırlı da olsa modern hukukun “kanunsuz ceza olmaz” ilkesi gereği, belirli suçlara önceden belirlenmiş cezaların verileceği ifade edilerek idarede keyfiliğe varan uygulamalara son verme çabasının ilk adımları atılmıştır. Belirsiz zulüm kavramıyla ifade edilebilen 1 Kanunlaştırma (Codification): Herhangi bir konuyla ilgili olarak izlenecek hareket tarzını kanun hâline koymak. Kanun şeklinde kurallar ortaya koymaktır. 6. Ünite - Osmanlı Reorganizasyonu: Tanzimat Devri 1839-1856 147 suçlar ve cezalar, kanunlaştırılmıştır. Tanzimat Fermanı’nın ilanından kısa bir süre sonra da 3 Mayıs 1840’ta bu kez tüm Osmanlı toplumunu içeren genel bir ceza kanunu yayımlandı. Bu genel ceza kanunu, suçların kanuniliği ilkesini getirmesi ve keyfi ceza vermeyi engelleyici hükümleri içermesi bakımından ilk kanun olma özelliğini taşır. Toplumun bütün kesimlerini içeren bu kanunu, 1850 yılında Kara Ticareti Kanunu, 1858’de Arazi Kanunnamesi, 1863’te Deniz Ticaret Kanunu, 1876’da tamamlanan Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye isimli medeni kanunun yayını takip etmiştir. 1876’da ilk anayasa (Kanûn-ı Esâsî), 1879’da Ceza ve Hukuk Yargılama Usul Kanunları da yayımlandı. Tanzimat dönemi boyunca pek çok kanunlaştırma yapıldı. Öte yandan bu yeni kanunlara uygun bir yargı örgütü oluşturma çabasına da 1840’tan itibaren girişildi. Bir yandan da Kadı Mahkemeleri reforme edilirken, Nizamiye Mahkemeleri de oluşturuluyordu. Modern bir yargı örgütünün kuruluşu 1879’da tamamlandı. Bunlar dışında dönem boyunca herkese uygulanacak, eşit ve yazılı olan bir hukuk mevzuatı ortaya konacaktı. Yeni kanunların düzenlenmesinde esas alınan ikinci ilke ise yeni kurulacak hukuk düzeninin ve yönetim anlayışının her dinî, etnik yapı için ortak (eşit) hâle getirilmesiydi. Oluşturulacak bir hukuk mevzuatı herkes için uygulanabilir, eşit ve aynı olmalıydı Tanzimat Fermanı’nda adalet ve refah vadedilen millet bütün imparatorluğun tebaasını ifade etmekteydi. Fermanda kanun önünde eşitlik ilkesi kararlı bir şekilde vurgulanırken kendinden önceki fermanlardan özellikle bu niteliğiyle ayrılmaktaydı. Tanzimat hareketi ve devlet adamlarınca pratik amaçlara yönelik olarak ilân edilen eşitlik ilkesi devletin içinde bulunduğu krizlere karşı bir çözüm olarak düşünülmüştür. Bu krizler özellikle, 19. yüzyılın başlarından itibaren ortaya çıkan ulusal ve bölgesel isyanlardır. Devleti bir bütün olarak tutabilmenin yolu, tebaanın eşitliğini sağlamaktan yani yeni bir siyasi program olarak Osmanlılık siyasetinin uygulanmasından geçmekteydi. Gerçekte Tanzimat Fermanı’ndan önce de tebaanın eşitliği anlayışı, Osmanlı idarecilerince devleti bir arada tutabilmenin tek yolu olarak kabul görmüştü. Osmanlı Devleti giderek geleneksel yapısından kopmaya başlamıştı. Bir yabancı gözlemciye göre, Sultan II. Mahmud’a Avrupa’nın takdirini kazandıran icraatlarından biri de gayrimüslimleri hâl-i mezelletten kurtarma ve medeniyeti Osmanlı ülkesine getirme çabasıydı. Sultan II. Mahmud, saltanatının sonlarına doğru söylediği şu sözlerle, tebaasının eşitliğine verdiği önemi anlatmaktaydı: “Ben tebaamın Müslümanını câmide, hristiyanını kilisede, mûsevisini de havrada fark ederim, aralarında başka gûnâ bir fark yoktur. Cümlesi hakkındaki mahabbet ve adaletim kavîdir ve hepsi hakîkî evlâdımdır”. Tanzimat Fermanı’nda üstü kapalı da olsa var olan eşitlik vurgusu, geleneksel Osmanlı Hukuku’ndan bir kopuşu ifade etmektedir. Bu nedenle kanun önünde eşitlik ilkesinin Osmanlı Devleti’ne girişi büyük bir zihniyet değişikliğinin ifadesidir. Bu özellikleriyle Tanzimat Fermanı ile başlayan dönem, Osmanlı reform tarihinin bir dönüm noktası durumundadır. Dönemin gerek iç gerekse dış siyası olayları Tanzimat ışığı altında şekillenmiştir. Tanzimat’ın Uygulanması ve Tepkiler Gülhane Hattı Hümâyunu, yayımlandıktan bir haa sonra, her eyalet valisine ve sancak mütesellimine bir ferman hâlinde gönderildi. Vergi ve asker maddesi hakkında ileride gönderilecek emirlerin beklenmesi dışında, fermanın gereklerinin derhal yerine getirilmesi istenmekteydi. Fermanın meydanlarda, halk önünde, okunması ve açıklanması istendi. Hükümet, yanlış yorumlamalar ve buna bağlı olarak kargaşalıklar çıkmasından endişe etmekteydi. Öngörülen ekonomik, sosyal, adlî yenilikler, doğabilecek tepkiler göz önüne alınarak her yerde aynı anda uygulamaya sokulmadı. Öncelikle hükümetin kesin denetiminin olduğu, Edirne, Bursa, Ankara, vb. yerlerde uygulama başlatıldı. İdarî taksimatta yer yer değişiklikler yapıldı, Örneğin Ankara ve Çankırı sancaklarından oluşan Ankara Eyaleti’ne Bozok, Kayseri, Kastamonu sancakları bağlandı. 148 Osmanlı Tarihi (1789-1876) Tanzimatın öngördüğü amaçlardan biri de vergi adaletiydi. Buna yönelik ilk önlem Muhassıllık Meclisleri’nin kuruluşudur. Tanzimat sonrası Muhassıl gönderilen yerlerde, kurulan meclislere Muhassıllık Meclisleri denmiştir. Gayrimüslim topluluklarının da temsil edildiği bu meclis, valinin denetimine verilmişti. Bu meclisler hatt-ı hümâyunda vaadedilenlerin gerçekleşmesi için tasarlanmıştı. 25 Ocak 1840 tarihinde gönderilen bir talimatta Muhassılların maiyyetlerinde bir katib-i emlak ve nüfus ile bir tane mal kâtibi bulunacak ve gittikleri yerlerde öncelikle bir meclis kuracaklardı. Bu meclise beldenin hâkimi, müüsü, bir asker zabiti ve vücûh-ı memleket denilen memleketin ileri gelenlerinden dört kişi, yine metropolit ve kocabaşılardan da birer kişi alınacaktı. Meclis haada iki ya da üç gün gerek vergi gerekse o beldenin diğer sorunlarını görüşecekti. Muhassılların bulunmadığı yerlerde üç veya dört kazanın birleşmesiyle ve Muhassıl tarafından “vücûh”dan ileri gelenlerden birisi vekil tayin edilip müü, nâib ve yine vücûhdan iki kişinin de olduğu bir meclis kuruluyordu. Muhassıllık talimatına göre, gayrimüslimlerin bulunduğu yerlerde Kocabaşı ve Metropolidin (Ermeni ve Rum temsilcileri) bu meclislere atanması öngörülüyorsa da başka cemaatlerin varlığı nedeniyle Yahudi ve Katoliklerin de bu meclislerde birer temsilcisi bulundurması Meclis-i Vâlâca kararlaştırılmış ve meclislere bunların da birer temsilcileri alınmıştı. Muhassıllık Meclisleri’ne seçimle üye olan vücûha “kadir ve haysiyyetlerine göre” aylık verileceği ifade edilmişti. Öte yandan Nâib ve vekillerine de maaş bağlanacak ve maaşlarını Emvâl-i Muhassıllıktan alacaklardı. Ancak bu durum fazla sürmedi. 18 Eylül 1841 tarihli karar gereğince nâib ve nâib vekillerinin maaşları kesildi. 31 Mart 1841’de Mustafa Reşid Paşa’nın sadaretten azli ve Rıza Paşa’nın sadarete tayiniyle Muhassıllık Meclisleri kaldırıldı. Adı Memleket Meclisleri olarak değiştirilen bu meclisler, 1849’da bu kez Eyâlet Meclisleri adını aldılar. Bunlar için Büyük Meclisler (Meclis-i Kebîr) ismi de kullanılıyordu. Çünkü sancak merkezlerinde de Küçük Meclisler kurulmuştu. Gülhane Hattı’nda ilan olunan vergi prensiplerinin hemen uygulanması mümkün degildi. Bu arada devlet gelirlerinin eksilmemesi için geçici olarak her bölgeden durumuna göre bir miktar peşin para toplanmasına karar verilmişti. Şahıslar arasında verginin taksimi ve tahsili işini her yerde sancak meclisleri düzenleyecek ve ileride alınmış fazla miktarlar geri verilecekti. İltizam kalktığından bundan böyle taşradaki voyvoda ve mültezimlerin işleri son bulmuştu. Tahsil işlerini muhassıl ve meclis yapacaktı. Memur ve görevlilerin türlü adlar altında halktan kendileri için aldıkları her türlü resim (vergi) kaldırılmıştı. Öte yandan Cizye yalnızca gayrimüslimlerden toplanan bir vergi olduğu için bu verginin alınmasını gayrimüslimler vergide eşitlik prensibine aykırı bulmaktaydı. Ancak Babıâli açısından şimdilik bu gelirden vazgeçilemezdi. Meclis-i Vâlâ’nın mali sahada yaptığı en radikal reform, iltizamın kaldırılmasıydı. Mültezim, voyvoda, sarraar ve onlara bağlı birçok kişiyi içeren geniş bir zümrenin, istismar ve kazanç kapıları bir anda kapanmıştı. Bunların arasında taşrada iltizamları alan, bu yolla zenginleşen birçok ayan ve ağa bulunmaktaydı. Bu kişiler, servete göre vergi ödeme prensibi nedeniyle, ödeyecekleri verginin artması ve eskisi gibi angarya yoluyla çeşitli suistimallerle halktan elde ettikleri haksız kazanca son verildiğini görmüşlerdi. Gelir kaynaklarının sınırlandırılması gayrimislim din adamlarını da ıslahât aleyhine çevirmiştir. Bütün bu idari ve mali reformların uygulanmasında Mustafa Reşid Paşa güçlüklerle karşılaşmıştı. Mustafa Reşid Paşa’nın iktidardan düşmesinde özellikle mali sahadaki başarısızlığı etkili olmuştur. Bir çok yerde meclislere “vücûh-ı memleket” adı altında eski ayanlar hakim olmuşlardır. Menfaat kaybına uğrayan kesimler reformların başarısız olması için çalışmaya bu arada özellikle halkı kışkırtmaya başladılar. Özellikle vergi temelli isyanlar Anadolu ve Rumeli’nin çeşitli bölgelerinde ortaya çıktı. Anadolu’da Burdur, Ayaş, Yalvaç, Denizli, Yozgat, Akdağ, Alaşehir, Çarşamba, Tokat ve diğer bazı yerlerde önemli direnişler ortaya çıktı. Bunların tamamı kısa süre içinde bastırıldı. Anadolu’da merkezî otorite daha güçlü olduğu Vücûh-ı memleket: Bir bölgenin, bir memleketin ileri gelenleri. Eşraf. 6. Ünite - Osmanlı Reorganizasyonu: Tanzimat Devri 1839-1856 149 için isyanlar büyümemiştir. Rumeli’deki isyanlar ise vergi gerekçesiyle başlamış olmasına rağmen kısa sürede ve kolaylıkla milliyetçi direnişlere dönüşmüştür. Babıâli bu bölgedeki isyanların, Hristiyanlık ekseninde uluslararası boyut kazanmasını engellemeye çalışmıştır. Bununla birlikte başta Rusya olmak üzere birçok Avrupa ülkesinin doğrudan müdahalelerini önleyememiştir. Çıkarları zedelenen bu zümreler, Mustafa Reşid Paşa ve ıslahât1arı aleyhine mücadeleye girişeceklerdir. Özellikle aşarın toplanmasında meydana çıkan kargaşalıklar ve eski mültezimlerle mahalli ayanın baltalama hareketleri yüzünden 1840-41 yıllarında hazine gelirlerinde çok büyük azalma görülmüş; kâr ve zarar hesabı bir yana kaç kuruş gelir elde edildiği bile ortaya çıkarılamamıştır. Mehmet Ali’ye karşı yürütülen savaş neticesinde hazine zaten büyük bir sıkıntı içindeydi. Mustafa Reşit Paşa iktidara gelince devlet masraarının ve maaşlarının bir kısmını esham kavaimi denilen bonolarla ödemek mecburiyetinde kalmıştı. Mustafa Reşid Paşa’nın rakipleri onu düşürmek için bilhassa bu durumdan yararlanmışlardır. Rıza ve Mehmet Ali Paşalar, Padişahı Mustafa Reşid Paşa aleyhine tahrik etmişler ve 31 Mart 1841’de Mustafa Reşid Paşa azledilmiştir. Mustafa Reşid Paşa’nın vergi reformu, ülke içerisinde ciddi sarsıntılara neden olmuştur. Osmanlı topraklarında mali uygulamalardan kaynaklanan isyanlardan biri de 1841 Niş İsyanı’dır. Tanzimat’a yönelik tepkilerin genel niteliğini belirtiniz! 1841 Niş İsyanı Tanzimat’ın herkesin geliri üzerinden belirli bir oranda vergi ödemesi esası ile angaryaların ve iltizam usulünün ilgası, Sırbistan’a sınır komşusu olan Niş bölgesinde özel bir fermanla, reaya çorbacılarının hazır bulunduğu bir toplantıda, ilan edildi. Gayrimüslim reaya bu ıslahâtı memnuniyetle karşıladı. Diğer taraan vergi reformunu uygulamak için tayin olunan muhassıl tarafından herkesin mal ve mülkü kaydedilmeye (tahrir) başlandı. Bu iş dokuz aydan fazla bir zaman aldı. Reformun uygulanmasına girişildiği zaman güçlükler meydana çıktı. Evvela reaya tahrirde servetlerinin iki misli gösterildiğinden yakınmağa başladılar. Diğer yandan o zamana kadar vergi vermeyen eski imtiyazlı sınıar reforma karşı koydular. Bunların başında Niş Kalesi’ndeki Müslümanlar geliyordu. Buradaki Müslüman ahali, daha önceleri vergi ödemekten muaf tutulmuştu. Şimdi vergiye tabi tutulmayı bir haksızlık sayıyordu. Ayrıca zengin Hristiyanlar ve çorbacılar da vergi oranlarının artması üzerine harekete geçtiler. Vergi reformu aleyhine propagandaya giriştiler ve türlü iddialarla reayayı tahrik ederek ayaklanmalar çıkardılar. Müslümanlar, Avrupa tüccarları, Yahudi ve Kıptiler de vergiye tabi tutulduklanndan gerçekte köylünün ödeyecegi miktar eskisine göre yarıya inmekteydi. Reaya’nın çoğunluğu memnundu. Fakat bağ sahibi olan çorbacılar ve zengin Hristiyan köylüler şarap ve rakıdan alınan vergiye itiraza devam ettiler. Bağlarını bozacaklarını, reayaya artık iş vermeyeceklerini söyleyerek köylüyü tahrik ettiler. Tahrik olunan reaya gelip Niş kalesi altında toplandılar. Elebaşılar tahrikçi olarak tutuklanıp Sofya’ya yollandı. Tutuklamalar olayı büsbütün alevlendirdi. 1500 kadar reaya, tekrar Niş varoşunda toplandılar. % 3’den fazla vergi ödeyemeyeceklerini çünkü daha fazlasını memurların ve kocabaşıların haksız yere kendilerinden almak istediklerini iddia ettiler. Vergi deerleri, kocabaşılar ile reaya tarafından incelenmek üzere kiliseye gönderildi. İncelemeden sonra vergi borçlarını ödemeleri için reayaya bir ay daha süre verildi. Ancak köylüler iddialarında ısrar ederek bu sefer Niş-İstanbul yolunu kestiler. Rastladıkları müslümanları katletmeye başladılar. Kosova’dan bir Arnavut askerî kuvveti asi köylerin üzerine gönderildi. Asilerin merkezi olan Kamania ve Mutafca köylerindeki kuleler Nisan 1841’de zaptedildi. Asilerin reisi Kocabaşı Miliyo, çarpışmalarda öldürüldü. Reaya, köylerine dağılmaya başladı. İsyanı 2 150 Osmanlı Tarihi (1789-1876) bastırmak için gönderilen Arnavut kuvveti yağmalar yaptı. Niş havalisinde 200 civarında köy yakıldı. Kadınlar ve çocuklar esir edilerek hayvanları ellerinden alındı. 28 köy ahalisi de Sırp sınırını aşarak kaçmışlardı. Balkanlarda Hristiyan ahalinin hamisi olduğunu göstermek için her fırsattan istifadeye kalkışan Rusya, müdahalede gecikmedi. Babıâli’ye durumu protesto eden bir nota verdi. Çar hükümetinin, gereken tedbirleri alması için bir memur göndermeye karar verdiği bildiriliyordu. Babıâli telaşa düştü. Meselenin kapanmış olduğunu ileri sürerek bunu önlemeye çalıştı. Nihayet bu memurun, reaya arasında soruşturmada bulunmaksızın Niş bölgesine gelmesini kabul etti. Diğer büyük devletler de Rusya’dan geri kalmak istemediler. Fransa da harekete geçti. Bir nota verdi ve o da bölgede soruşturma yapmak istediğini bildirdi. Prens Metternich de hadiseyi protesto eden bir nota göndermekten geri kalmadı. Babıâli, uluslararası bir müdahaleyi önlemek için bütün gayretini harcıyordu. Olayın bölgeye muhtariyet (özerklik) verilmesi veya bölgenin Sırbistan’a eklenmesi şeklinde sonuçlanma riski vardı. Vergi meselesiyle başlayan ayaklanma, siyasi bir içerik kazanmıştı. Özerk Sırbistan’ın bu bölgeye sınırdaş olması da olayların gelişimini etkilemişti. İsyancılar, Sırbistan’a sığınıyor ve korunuyorlardı. İsyan sırasında kaçıp giden 28 köy halkını, Sırbistan kabul etmişti. Asiler, Sırp Prensi Mihal Obrenovic’den destek alıyorlardı. Babıâli bir ihtar göndererek oraya sığınmış olan Bulgar köylülerinin geri gönderilmesini talep etti. Osmanlı makamları, Rumeli’de genel bir ayaklanma çıkmasından korkmaktaydı. Bu yüzden Babıâli, genel müfettiş Arif Hikmet Bey’i derhal Niş’e göndererek bir soruşturma yaptırdı. Soruşturma raporları Meclis-i Vâlâ’ da incelenerek isyanın, vergiler konusunda memurların tutumlarından kaynaklandığı anlaşıldığından reayayı yatıştırmak için bazı önlemler yürürlüğe sokuldu. Yakup Paşa kumandasında Niş’e askeri kuvvet gönderildi. Arnavut başıbozuk askerinin elindeki esir reaya, fidye ile kurtarıldı. Yağmaladıkları mallar geri alındı. Padişah, reayaya 150 bin kuruş dağıtılmasını emretti. Sırbistan’a kaçan köylüler, yavaş yavaş gelip köylerine yerleşmeye başladılar. Haziran 1841 itibariyle 400 aile geri gelmiş ve köylerine yerleştirilmiş bulunuyordu. Tanzimat’ın getirdikleri gayrimüslim reayayı umutlandırmış ve kendilerine tanınan haklar için direnmeye girişmişlerdi. Niş İsyanı ile vergi işlerinde eski idari suistimallere göz yummayacakları ve haklarını arayacakları ortaya çıkmıştı. Gerçekte Tanzimat’ın yeni vergi politikaları, kargaşa doğurmuş ve eskiden vergi imtiyazlarına sahip olan zümrelerin ayaklanmaların başını çektiği görülmüştür. Bu isyan hareketleri yabancı müdahalelerini davet edebileceği için Babıâli’yi kaygıya düşürmüştür. Nitekim benzeri bir isyan da 1850’de Vidin’ de ortaya çıktı. Mevcut toprak rejiminin bir sonucu olarak ortaya çıkan bu isyanda da Niş İsyanı’nda olduğu gibi milliyetçilik akımları ve dış tahrikler etkili oldu. Köylünün tarımsal yapı içindeki durumunun iyileştirilememesi huzursuzluğun en önemli kaynağıydı. Müslüman toprak sahipleri ve şehir yöneticileri 18. yüzyılda devlet topraklarını mülk edinmişlerdi. Reaya, mali yükümlülüklerinin çoğunu bu Müslüman toprak ağalarına ödemekteydi. Tanzimat, angaryayı kaldırınca Vidin’ de köylüler artık bu işi reddediyordu. Bu yüzden iki kesim arasında gerginlik doğdu. Sonuçta Mayıs 1850’de on bin civarında Bulgar köylüsü ayaklandı. Bir süre sonra ayaklanma bastırıldıysa da bölge her an büyük sorunlar doğurabilecek hâlde kaldı. MISIR MESELESİ’NİN II. AŞAMASI VE 1841 BOĞAZLAR SÖZLEŞMESİ Mısır Meselesi’nin birinci aşamasını bitiren ve Rusya ile imzalanan Hünkar İskelesi Antlaşması sekiz yıl için geçerliydi. Anlaşmanın önemli maddelerine bakarsak her iki devlet de bir saldırı hâlinde birbirlerine yardım edecekler, Osmanlı Devleti, bir saldırıya uğraması ve talebi hâlinde Rusya, kara ve deniz kuvvetleriyle yardımda bulunacaktı. Osmanlı Devleti de aynı şekilde Rusya’ya yardıma gidecekti. Oysa Osmanlı Devleti’nin 6. Ünite - Osmanlı Reorganizasyonu: Tanzimat Devri 1839-1856 151 Rusya’ya yardım edemeyeceği açıktı. Nitekim gizli maddede Osmanlı Devleti’nin askerî yardım yerine Çanakkale Boğazı’nı yabancı savaş gemilerinin geçişine kapatacağı kayıt altına alınmıştı. Böylece Rusya, Akdeniz’den gelebilecek bir saldırıya karşı kendisini korumuş olacaktı. Rusya, Mısır kuvvetlerinin Kütahya’ya kadar gelerek İstanbul’u ele geçirme ihtimalinden çok korkmuştu. Rusya, kendi emelleri nedeniyle boğazlara yerleşecek herhangi bir güce izin veremezdi. Bu durumu önlemek için Hünkar İskelesi Antlaşması ile derhal müdahale etme imkânını kazanmıştı. Ancak Hünkar İskelesi Antlaşması özellikle İngiltere’yi korkuttu. Fransa da telaşa kapılmıştı. Bir İngiliz-Fransız işbirliği ortaya çıktı. İngiltere, Fransa’ya ortak bir donanma ile Sivastapol’deki Rus donanmasını yakmayı teklif etti. Fransa bir savaşı göze alamadı. Bununla beraber İngiltere ve Fransa, 26 Ağustos 1833’te Osmanlı Devleti’ne verdikleri notalarda, Osmanlı-Rus ittifakını geçersiz saydıklarını bildirmişlerdi. İngiltere ilk fırsatta bu antlaşmayı ortadan kaldırmaya karar vermiş ve diplomatik girişimlerini artırmıştı. Avusturya da bu antlaşmadan hoşlanmamıştı. Fakat 1830 İhtilalleri’nden beri Avusturya, Rusya’ya dayanıyordu. Bu sebeple Hünkar İskelesi Antlaşması’na itiraz edemedi. İngiltere, boğazların statüsünü uluslararası garanti altına almak için 1834’te Avusturya ile görüşmelere başladı. Öte yandan Kütahya Antlaşması, ne II. Mahmud ne de Mehmed Ali Paşa’yı memnun etmişti. II. Mahmud, Kütahya Antlaşması’nı büyük devletlerin baskısı ile kabul etmişti. Mehmed Ali Paşa da II. Mahmud’un ilk fırsatta kendisine karşı harekete geçeceğini biliyordu. Bu yüzden Mısır’ın bağımsızlığını sağlamak için diplomatik faaliyetlerde bulunmaktaydı. Her iki taraf da harekete geçmek için fırsat kollamaktaydı. Ancak hemen harekete geçemediler. Nihayet II. Mahmud, Mehmed Ali sorununu kökünden çözmek için 21 Nisan 1839 günü Osmanlı ordusunu harekete geçirdi. Osmanlı ordusu Fırat’ı aşarak Nizip’te karargah kurdu. Mısır Ordusunun karargâhı Halep’te bulunuyordu. İki ordu 24 Haziranda Nizip’te karşılaştılar. Osmanlı kuvvetleri bir kez daha yenilirken İstanbul yolu Mehmed Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa’ya tekrar açılmıştı. II. Mahmud, Nizip yenilgisinin haberini alamadan 29 Haziran 1839’da öldü. Yerine oğlu Abdülmecid padişah oldu. Sultan Abdülmecid, Mehmed Ali Paşa ile bir uzlaşma aramaya başladı. Mehmed Ali Paşa’yı aettiğini belirten bir hatt-ı hümâyun yayımladı. Padişahın bu iradesi, Akif Efendi ile Kahire’ye yollandı. Akif Efendi Kahire’ye ulaşmadan önce, Kaptanı Derya (Firari) Ahmed Paşa’nın, II. Mahmud’un Hüsrev Paşa tarafından öldürüldüğü ve Hüsrev Paşanın sadrazamlığı zorla aldığı vb. iddialarıyla, Osmanlı donanmasını Mehmed Ali Paşaya teslim etmek için İskenderiye’ye yola çıktığı öğrenildi. Bu durum İstanbul’da daha büyük telaş uyandırdı. Çünkü Osmanlı Devleti, ordusuz ve donanmasız kalmıştı. Kahire’ye gönderilen yeni bir hatt-ı hümâyunda, Mısır’ın babadan evlâda geçmek şartıyla Mehmed Ali Paşa’ya bırakılacağı vaadedilmekteydi. Bu teklif de Mehmed Ali Paşa tarafından reddedildi. Çünkü Mehmed Ali Paşa, bu sırada Nizip zaferini öğrenmişti. Suriye Valiliği vb. diğer taleplerinin de Osmanlı Devleti tarafından kabul edileceğini düşünmekteydi. Mısır’daki yabancı devletlerin konsolosları, Mehmed Ali’ye Osmanlı donanmasını geri vermesini tavsiye ettiler. Ancak Mehmed Ali Paşa bu talepleri dikkate almayarak İstanbul’a ultimatom şeklinde mektuplar yazdı. Bu mektuplar üzerine İstanbul’da olağanüstü bir divan toplandı. Divan, Mehmed Ali Paşa’ya Mısır’dan başka Suriye’nin de bırakılmasını kararlaştırdı. Fakat tam bu sırada Avrupa devletleri olaya müdahale ettiler. İngiltere ve Fransa, Rusya’nın Hünkar İskelesi Antlaşması’ndan faydalanmak isteyeceğini düşünerek kuşkulanıyorlardı. Bu sebeple, Osmanlı-Mısır anlaşmazlığını uluslararası bir zemine çektiler. İngiltere derhal harekete geçti. Mısır meselesinin ilk aşamasında yaptığı hatayı bir defa daha tekrarlamaya niyeti olmayan İngiltere, Osmanlı Devleti’ni bu kez yalnız bırakmamaya kararlıydı. Fransa ise meselenin büyümesine taraar değildi. Mehmed Ali’yi desteklediği için Mehmed Ali avantajlı durumdayken iki tarafın anlaşmasını istiyordu. Rusya da yeni bir kriz çıkmasından 152 Osmanlı Tarihi (1789-1876) kaygılandı. Çünkü elde ettiği avantajları kaybetme riski doğacaktı. 1830 İhtilalleri’nin etkisini yitirmesiyle Avusturya da 1833’te olduğu gibi dış politikasında Rusya’ya bağımlı değildi. Batılı devletlerle iş birliği yapabilir duruma gelmişti. Nitekim İngiltere sorunun çözümü için uluslararası bir konferans toplanması düşüncesini ortaya attı. Rusya, bu girişime katılmak zorunda kaldı. Beş devletin İstanbul elçileri, 27 Temmuz 1839’da Bâbıâli’ye verdikleri ortak bir notada Mısır meselesi konusunda mutabık kaldıklarını bildirerek Osmanlı Devleti’nin kendilerinin desteği olmaksızın kesin bir karar almamasını istediler. Osmanlı hükûmeti, bu müdahaleyi memnuniyetle karşıladı. Sadrazam, Mehmed Ali Paşa ile doğrudan hiçbir görüşme yapılmayacağını ilgililere bildirdi. Verilen notanın Bâbıâlî tarafından kabul edilmiş olması, Hünkar İskelesi Antlaşması’nın fiilen sonunu getirmekteydi. Avrupa devletleri, sorununun çözümü noktasında farklı görüşlere sahipti. Görüş ayrılığı özellikle İngiltere ile Fransa arasındaydı. İngiltere’ye göre, Mehmed Ali Suriye’den çıkarılmalıydı. Fransa ise Mehmed Ali’nin Suriye’yi elinde tutmasına taraardı. Rusya politika değişikliğine giderek özel elçisini 15 Eylül 1839’da Londra’ya gönderdi. Rusya, Çanakkale ve İstanbul Boğazları’nın kapalılığının, uluslararası bir antlaşma ile kabul edilmesini teklif etti. İngiltere bu teklifi memnuniyetle karşıladı. Rusya, Hünkar İskelesi Antlaşması ile elde ettiği üstünlükten vazgeçtiği gibi Çanakkale dışında İstanbul Boğazı’nın da kapalılığını kabul ediyordu. Gelişen bu durum karşısında İngiltere, uzlaşmaya yanaşmayan Fransa’yı bu işin dışında bırakma şansını elde etti. İngiliz Dışişleri Bakanı Palmerston, Mehmed Ali Paşa’ya bir ultimatom gönderilmesini ve kabul etmediği takdirde kuvvet kullanılmasını teklif etti. Fransa dışında diğer devletler teklifi kabul ettiler. Fransız kamuoyu ve hükümeti Mehmed Ali Paşa’ya sempati besliyordu. Fransa’nın bu tavrı karşısında İngiltere, Mısır meselesini Fransa olmadan çözmeye karar verdi. 15 Temmuz 1840’ta İngiltere, Rusya, Avusturya ve Prusya devletleri arasında Londra’da dörtlü bir antlaşma yapıldı. Buna göre, Mısır’ın yönetimi babadan oğula geçmek üzere Mehmed Ali’ye verilecek ve Akkâ Valiliği ile sınırları belirtilen Güney Suriye de kayd-ı hayat şartıyla yine Mehmed Ali’ye bırakılacaktı. Mehmed Ali bu şartları on gün içinde kabul etmezse Akkâ’yı kaybedecek ve sadece Mısır’la yetinmek zorunda kalacaktı. Takip eden on gün içinde babadan oğula geçmek üzere Mısır’ın idaresini kabul etmezse o zaman Osmanlı Devleti babadan oğula geçme şartını geri alacaktı. Yine bu senede göre, Mehmed Ali bunların hepsini ilk on gün içinde kabul ettiği takdirde Osmanlı Devleti’nin imzaladığı bütün antlaşmalar Mısır’da da geçerli olacak ve vergiler Osmanlı padişahı adına toplanacaktı. Bunların gerçekleşmesi amacıyla imzacı devletler, Mehmed Ali’ye yapılan teklifi kabul ettirmek için iş birliği yapacaklardı. Ayrıca, Mehmed Ali bu teklieri kabul etmeyecek olursa Suriye ile Mısır’ın bağlantısını kara ve denizden kesmek için Osmanlı Devleti’ne yardım edecekleri gibi Mehmed Ali’nin kuvvetlerini, karadan ve denizden İstanbul’a yönlendirmesi halinde de Osmanlı Devleti’ne her türlü askeri yardımı yapacaklardı. Mehmed Ali Paşa, bu şartlardan hiçbirini kabul etmeyince Osmanlı Devleti bütün haklarını kaybettiğini ilân etti. İngiliz-Avusturya ortak donanması Suriye kıyılarını abluka altına aldığı gibi İngilizler ayrıca Lübnan’a asker de çıkardılar. Rusya da sultanın yardım istemesi hâlinde diğer Avrupa devletlerinin donanmalarının Boğazlardan içeri girmesine itiraz etmeyeceğini bildirdi. Dört devletin kararları oyun dışında bırakılan Fransa’yı kızdırdıysa da savaşa girmeyi göze alamadı. Fransa’nın desteğini kaybeden Mehmed Ali, yalnız kaldığını anladı ve Osmanlı donanmasını geri vermeye ve Suriye’den çekilip sadece Mısır’la yetinmeye razı oldu. Krizin bu şekilde çözülmesinden sonra Sultan Abdülmecid, 13 Şubat 1841 tarihli fermanını yayımladı. Buna göre, Mısır Valiliği veraset yoluyla Mehmed Ali’nin büyük oğlundan büyük oğluna geçecek, Mısır Ordusu 18.000 kişiden fazla olmayacak ve Albay rütbesine kadar olan subayları Mısır valisi tayin edebilecekti. Ayrıca Mısır’da vergiler padişah adına toplanacak; bu vergilerin dörtte biri İstanbul’a gönderilecek ve Mısır’da para 6. Ünite - Osmanlı Reorganizasyonu: Tanzimat Devri 1839-1856 153 padişah adına bastırılacaktı. Gülhane Hatt-ı Hümâyunu ve Osmanlı Devleti’nin imzaladığı bütün anlaşmalar Mısır’da da geçerli olacaktı. İlgili devletler Londra’da toplanarak 10 Temmuz 1841’de imzaladıkları bir protokol ile Mehmed Ali sorununun bittiğini belirttiler. Bunun yanı sıra, 15 Temmuz 1840 antlaşmasında öngörüldüğü gibi, Boğazlarla ilgili kapalılık esaslarına katılmak üzere Fransa’nın da davet edilmesine karar verdiler. Mısır Meselesinin Sonuçları 1830’da başlayan ve 1840’ta sonuçlanan Mısır meselesi, bir iç isyan olarak ortaya çıktıysa da beş büyük Avrupa devletinin müdahalesiyle ciddi bir Avrupa sorununa dönüştü. Mehmed Ali Paşa, bu isyan ile elde etmek istediği Adana ve Suriye hakimiyetinden vazgeçmek zorunda kaldı. Ancak Mısır’ı babadan oğula geçirecek olan bir ferman elde etmeyi başardı. Rusya, isyanın ilk aşamasında Hünkar İskelesi Antlaşması ile Osmanlı üzerinde bir himaye kurmayı başardıysa da ikinci aşamada başta İngiltere olmak üzere Avrupalı büyük devletlerin baskısıyla bu avantaj kısa sürede etkisiz hâle geldi. İngiltere, Doğu Akdeniz ve Hindistan’ın güvenliğini tehdit edebilecek, Fransa’nın etkisi altındaki Mehmed Ali Paşa’nın büyük bir devlet kurmasını önlediği gibi Rusya’nın boğazlara yönelik girişimlerini de boşa çıkardı. Fransa, Mısır Meselesi’nde Mehmed Ali’yi destekleyerek Mısır’daki Fransız nüfuzunu sürdürmek istedi. Bir yandan da Osmanlı Devleti ile çatışmamaya ve Osmanlı toprak bütünlüğünü Rusya’ya karşı korumaya da özen gösterdi. Osmanlı Devleti’nin ise Mısır krizinde, bir paşasının isyanını bile bastırmayı başaramaması zayıığını iyice ortaya çıkardı. Osmanlı Devleti varlığını devam ettirmek için sürekli başka bir ülkenin yardımına başvurmak zorunda kalacaktı. Bu olayla Avrupa devletlerinin Osmanlı üzerindeki çıkarları daha da açık hale geldi. Beş büyük devletin, Osmanlı Sultanı ile Mehmed Ali Paşa arasındaki anlaşmazlığa müdahil olmalarının gerçek sebebi, İstanbul ile Boğazlar’a yönelen tehlike idi. Mısır Meselesi’nin çözülmüş olması gerçekte Boğazlar sorununun çözülmesi anlamına gelmiyordu. Nitekim Osmanlı Devleti’nin artık Boğazları kendisinin savunamayacağı ortaya çıkmıştı. Bu yüzden Avrupa devletleri arasında Boğazlar üzerinde bir antlaşmaya varılması gerekli idi. 1841 Boğazlar Sözleşmesi Uluslararası bir sözleşmenin ortaya çıkışı, büyük devletlerin Osmanlı Devleti üzerindeki çıkarları ile ilişkilidir. Büyük Petro’ dan beri Rusya, İstanbul ve Boğazlara egemen olmak istemekteydi. Rusya, geniş ve zengin toprakları ile ekonomik açıdan denizlere açılmaya muhtaçtı. Rusya’nın kuzey ve batı denizleri, buzullarla kaplı iken Doğu sahilleri ticari bakımından yetersizdi. Bu yüzden Karadeniz ve Akdeniz, Rus ticareti için hayati önemdeydi. Ruslar, Karlofça Antlaşması sonrası Karadeniz’i Rus gölü yapmak yolunda önemli bir adım attılar. 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması’yla da Rus Ticaret gemileri için Boğazlardan serbestçe geçiş hakkını kazandılar. 1784’te Kırım’ı topraklarına kattıktan sonra Rusya, İstanbul ve Boğazları ele geçirmenin zorluğu karşısında bu kez İstanbul ve Boğazlar üzerinde Rus nüfuzunu kurmaya yöneldi. 1798’de Napoleon’un Mısır’a saldırması ile Ruslar, Osmanlı hükümetine Fransa’ya karşı ittifak teklif ettiler. 1799’da imzalanan Osmanlı-Rus antlaşması sonucu Rusya, dost devlet sıfatıyla Boğazlardan her iki istikamette gemi geçirmek hakkını sekiz yıl için kazanmıştı. Rusların yeni politikası Osmanlı Devleti üzerinde nüfuz kurmaktı. Ruslar açısından bu politika, Hünkar İskelesi Antlaşması’yla başarıya ulaşmış ve Boğazların başka devletlerin savaş gemilerine kapatılmasını sağlamışlardı. Ancak bu durum Batı Avrupa devletlerinin çıkarlarına aykırıydı. Fransa, kapitülasyonlarla Osmanlı topraklarında ekonomik ve ticari bakımdan önemli çıkarlar sağlarken Akdenize inecek bir Rusya, Fransız çıkarlarını tehdit edebilirdi. Bu çerçevede Rusya ile İngiltere’nin çıkarları da çatışmaktaydı. 154 Osmanlı Tarihi (1789-1876) 18. yüzyılın sonlarına doğru Hindistan ile Avrupa arasındaki en kısa yol Akdeniz’den geçtiğinden bu deniz, İngiltere için hayati önemdeydi. İngiltere, bu yolun ekonomik olduğu kadar jeo-politik değerini de kavramıştı. İstanbul ve Boğazlar dolayısıyla Akdeniz egemenliğini kimseye kaptırmamak İngiltere’nin temel politikasıydı. Diğer yandan Hindistan yollarından bir diğeri de Dicle-Fırat vadisinden Basra Körfezi’ne uzanan yoldu. Bu yol da Osmanlı egemenliğinde bulunuyordu. İngiltere, bu yolların Rusya veya bir başka gücün eline geçmesini önlemek için Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü desteklemişti. İlgili devletlerin bu yaklaşımları ışığında İngiltere, 15 Temmuz 1840 Londra Antlaşması ile Boğazların kapalılığını Rusya, Avusturya ve Prusya’ya kabul ettirmişti. 10 Temmuz 1841 Protokolü ile de Fransa’nın bu konudaki anlaşmaya davet edilmesi kararlaştırılmıştı. Nihayet, 1841 yılına gelindiğinde Hünkar İskelesi Antlaşması’nın sekiz yıllık geçerlilik süresi bitiyordu. Fransa, Mısır sorunu çözülmedikçe Boğazlarla ilgili herhangi bir anlaşmayı imzalamayacağını açıklamıştı. Mısır sorununda bir çözüme ulaşılmıştı ve Fransa da Boğazlar konusundaki bir uluslararası anlaşmaya katılabilirdi. Neticede Osmanlı Devleti ve Fransa’nın da katılımı ile 13 Temmuz 1841’de Londra’da, Boğazlar Sözleşmesi veya 1841 Londra Boğazlar Sözleşmesi adını alan bir antlaşma imzalandı. 1841 Boğazlar Sözleşmesi, dört maddeden ibaret olup en önemli olanı ilk maddesidir. Bu maddeye göre Osmanlı Devleti, yabancı savaş gemilerinin Karadeniz ve Çanakkale boğazlarından geçemeyeceğine dair eskiden beri uygulamakta olduğu yasağı (kaide-i kadime), bundan sonra da uygulayacağına dair kararlılığını ilân ederek bu hususta garanti veriyordu. İngiltere, Rusya, Avusturya, Fransa ve Prusya ise Osmanlı Devleti’nin bu geçiş yasağı hakkındaki kural ve kararına saygı göstermeyi taahhüt ediyorlardı. Yani, Osmanlı Devleti barış zamanında hiçbir yabancı savaş gemisini Boğazlardan geçirmeyecek ve bu devletler de zorla geçme teşebbüsünde bulunmayacaklardı. Nihayet, 3. madde ile Osmanlı Devleti, diğer bütün devletleri, bu sözleşmeye katılmaya davet edecekti. Bu sözleşme ile ilgili olarak bazı noktalar üzerinde durmak gerekir. 1. Maddede, Boğazların kapalılığına dair Osmanlı Devletinin taahhüdü, sadece barış zamanına aittir. Buna göre, Osmanlı Devleti, herhangi bir devletle savaş hâlinde olursa Boğazları istediği devletin savaş gemilerine açabilecekti. Nitekim Kırım Savaşı’nda böyle olmuştur. Yine 1841 Sözleşmesi ile Boğazlar uluslararası bir statü kazandı. Çünkü 1841’e gelinceye kadar Boğazları bütün devletlerin savaş gemilerine kapalı tutmak Osmanlı Devleti’nin daima uygulamakta olduğu bir kuraldı. Fakat istediği zaman bu kuraldan vazgeçebilirdi. 1841 Boğazlar Sözleşmesi ise bu durumu değiştiriyordu. Boğazlar rejimini tayin eden artık sadece Osmanlı Devleti değildi. Avrupa devletlerinin karşılıklı ve ortak taahhütleri de söz konusuydu. Yani Osmanlı Devleti, diğer devletlerin onayları olmaksızın Boğazlar rejiminde bir değişiklik yapamayacaktı. Diğer yandan Avrupa devletlerinin, Boğazların kapalılığına saygı hususundaki taahhütleri, sadece Osmanlı Devletiyle karşılıklı ilişkilerini de ilgilendiriyordu. Dolayısıyla içlerinden biri taahhüdünden vazgeçip Osmanlı Devleti ile Boğazlar hakkında ayrı bir anlaşma imzalayamazdı. Kısacası yeni bir Hünkar İskelesi Antlaşması söz konusu olamayacaktı. Osmanlı Devleti, 1841 Boğazlar Sözleşmesi ile Rusya’dan gelebilecek bir tehlikeyi önlerken İngiltere, Boğazların kapalılığını kesinleştirerek Akdeniz’e dönük bir Rus tehlikesini dizginlemekteydi. Osmanlı Devleti açısından 1841 Boğazlar Sözleşmesi’nin sonucu ne olmuştur? Lübnan Krizi Tanzimatın ilanından sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun çeşitli eyaletlerinde isyanlar çıkmıştı. Arnavutluk, Girit, Bulgaristan, Suriye ve Lübnan’da patlak veren isyanlar, Tanzimat’a duyulan tepki, kötü yönetim, milliyetçiliğin yayılması ve yabancı devletlerin tahrikleri 3 6. Ünite - Osmanlı Reorganizasyonu: Tanzimat Devri 1839-1856 155 gibi nedenlere dayanmakta idi. Arnavutluk, Bulgaristan ve Girit isyanları, başka devletlerin müdahalesine izin verilmeyerek bastırıldıysa da Lübnan ve Suriye’deki olaylara Fransa ile İngiltere’nin dâhil olması, bu bölgelerdeki isyanları siyasi krize dönüştürdü. Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı fethinden sonra 1516’da Lübnan’ın idaresine Maan ailesi getirilmişti. Bölgenin idaresi 17. yüzyıl sonlarına kadar Maan ailesinde kalmış, fakat 1697’de yönetimi Şihab ailesine bırakmışlardı. Lübnan’da Şihab ailesi dışında pek çok aile bulunuyordu. Toplumun en tepesindeki bu aileler tarafından seçilen Emir, Sultan tarafından onaylanmaktaydı. Marunîler, Dürziler ve sünni Müslümanlar, Lübnan’daki sosyolojik yapının ana unsurlarıydı. Özellikle Dürzîler ve Marunîler bölgenin iki etkili topluluğuydu. Bunlar Bâbıâlî’nin hakimiyetini tanımakta fakat yerli Şihab ailesi tarafından idare edilmekteydi. Mora İsyanı sırasında Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa yardım karşılığında Sultan II. Mahmud’dan, Suriye Valiliği’nin kendisine verilmesini istemişti. Ancak bu isteği gerçekleşmeyince Sayda valisinin kendisine tazminat ödemediği gerekçesiyle 1 Ekim 1831’de bölgeyi ele geçirmek için harekete geçti. Mehmed Ali Paşa’nın Lübnan’ı işgali, bölgeyi köklü bir şekilde etkiledi. Mehmed Ali Paşa’nın işgalinden önce bölgede uluslararası ticaret oldukça sınırlıydı. Ticaretin yönü Avrupa değil Asya merkezliydi. Beyrut, yaklaşık 10.000 nüfuslu küçük bir liman kentiydi. Şam ve Halep ise kervan ticaretinin en gözde kentleriydi. 1835’te Avrupa’ya dönük ticaret hacmini artıran gemilerin yapımına İngilizler öncülük etti. Fransa ve Avusturya’nın da sektöre girmesiyle ortaya büyük bir rekabet çıktı. Beyrut, batılı misyonerlerin en gözde Hristiyanlaştırma mekânlarından biri haline geldi. Mısır kuvvetlerince Lübnan’ın işgali, bölgedeki Hristiyanların hâli hazırdaki yaşam koşullarını iyileştirdi. Düzenin kendi lehlerine giderek sağlamlaştırılmasına yöneldiler. Dürziler ve Marunîler arasındaki ayrışma derinleşti. Aralarındaki denge bozuldu. Mısırlıların Dürzi aleyhtarı tutumları sonucu Hristiyanlar hem Mısırlılarla, hem de Batılı tüccarlarla ortaklıklar kurarken Dürzi topraklarına doğru bir yayılma gösterdiler. Dürzi topraklarına el koyma girişimi ise gerilimi en üst noktaya taşıdı. Zengin Dürzi ağaları eski güçlerine kavuşmak için mevcut Emir Beşir’in görevinden alınması için çabalarını artırdılar. 15 Temmuz 1840’ta İngiltere, Rusya, Avusturya ve Prusya arasında Londra Protokolü imzalanmıştı. Mehmed Ali kendisine yapılan teklierden hiçbirini kabul etmeyince ortak bir İngiliz-Avusturya donanması Suriye kıyılarını abluka altına alırken İngilizler Lübnan’a asker de çıkardılar. Mısırlıların dokuz yıllık Suriye işgaline son verildi. Emir Beşir, Ekim 1840’ta Lübnan’ı terkederek Malta’ya sürgüne gönderildi. Aynı yılın son aylarında da İbrahim Paşa Lübnan’ı tamamen boşaltmak zorunda kaldı. Bunun üzerine Babıâli, Emir Kasım’ı, Lübnan’ın yeni emiri tayin etti. Emir Kasım, Dürziler’in ciddi muhalefetiyle karşılaştı. Lübnan’ın iç dengeleri bozulmuş ve Hristiyanlarla Dürziler arasındaki rekabet şiddetlenmişti. 1841 Ekim’inde vergi dağıtımı sırasında çıkan bir tartışma sonrasında Dayr’ül-kamer’de Ebu Naked şeyhine bağlı Dürziler, Marunîlere saldırdı. Karışıklık kısa sürede Lübnan’a yayılarak Bia, Zahle ve Suf ’a sıçradı. Ortaya çıkan bu kargaşada pek çok insan öldü. Olaylar üzerine Fransa ve İngiltere başta olmak üzere Avrupa devletleri Bâbıâli’nin durumu kontrol altına alamaması halinde Lübnan’a ortak müdahale edebileceklerine dair bir nota verdiler. Bâbıâli, Lübnan’da kontrolü sağlayamayacağı anlaşılan Emir Kasım’ı, Ocak 1842’de görevden aldı. Böylece Lübnan’daki Şihab ailesinin yönetimi sona erdi. Babıâli olayları denetim altına almak için Mirliva Ömer Paşa’yı bu makama getirdi. Bu kararın Batı kamuoyundaki yankıları oldukça sert oldu. Son gelişmeleri bölgedeki çıkarları için uygun bulmayan Fransa ve İngiltere, Ömer Paşa’nın görevden alınması için baskı yapmaya başladılar. Bâbıâli ve Batılı devletler arasında yoğun bir diplomasi trafiği sonrası 1842’de İstanbul’da buluşan Fransız, İngiliz, Rus, Avusturya ve Prusya Dışişleri bakanları, Dürzi ve Marunî çatışmalarını sona erdirmek için Lübnan’ı iki kaymakamlığa ayıracak bir plana onay verdiler. Osmanlı Marunî(ler): Kurucusu Aziz Mârûn’a nisbet edilen ve V. yüzyıldan itibaren ağırlıklı olarak Lübnan’da yaşayan bir Katolik Hristiyan cemaati. Dürzi(ler): Mısır’da hüküm sürmüş Fatımi’lerden Hakim bi-emrillah’ın Allahlık iddiası ve ona inanan bir topluluk oluşmuş, ona ilk inananlardan olan Muhammed Dürzi’ye izafeten bu isim verilmiştir. Bu toplluk ehl-i sünnet Müslümanların baskısıyla Mısır’ı terk ederek Şam civarına yerleşmişlerdir. Dürzî adını alan bu topluluğun inanışlarında, Müslümanlıktan, Hristiyanlıktan, Mazdeizmden ve hatta putperestlikten alınma birçok esas bulunmaktadır. 156 Osmanlı Tarihi (1789-1876) hükûmeti de Ömer Paşayı azlederek Lübnan için yeni idare şeklini kabul etti. Sayda valisine bağlı olmak üzere Dahr’el-baydar boğazı ortak nokta olarak tespit edilmiş ve bunun kuzeyinde kalan bölge Marunî, güneyinde kalan bölge ise Dürzi kaymakamlık sınırı olarak tespit edilmiştir. Ocak 1843’te yapılan tayinlerle Haydar Ebü’l-Lam, Marunî bölgesinin, Ahmed Arslan da Dürzi bölgesinin kaymakamlığına getirilmiştir. 1841’deki Dürzi isyanı nedeniyle Marunîlerin giderek artan tazminat talepleri söz konusu olurken Dürzilere yönelik güç gösterileri 1845’te yeni bir karşıklığın çıkmasına yol açmıştır. Yeni kurulan sistem, Hristiyan, Dürzi ve Müslümanların birlikte yaşadığı yerlerde sıkıntılara yol açtı. Harekat adı verilen kanlı bir kargaşa dönemi başladı. Sisteme her çevreden itirazlar geliyordu. Gerginlikler, Mayıs 1845’te silahlı çatışmaya dönüştü. Güneydeki karma köylerde kimin egemen olacağı bir mesele olarak ortaya çıkınca Hristiyanlar, Dürzi köylerine saldırdı. Dürzilerde bunlara karşılık verdi. 1841 olaylarının bir benzeri tekrar yaşanıyordu. Lübnan’daki karışıklığın önlenmesi için İngiltere, Fransa, Rusya, Prusya ve Avusturya konsolosları derhal Bâbıâli’ye başvurdular. Kargaşa, Osmanlı güçlerince kısa sürede kontrol altına alınmıştı. Avrupa devletlerinin isteği üzerine Lübnan’daki konsoloslarla Osmanlı Hariciyesi meselenin çözümü için bir kez daha görüşmelere başladı. Müzakereler kısa sürede genel meclislerin açılması ve genel katılım prensibinden hareketle sorunun çözülmesine yönelik kararların alınmasını sağladı. Fakat bu idare şekli de beklenen yatışmayı sağlayamadı. Dürzî kaymakamının idare bölgesinde pek çok Marunînin bulunması, şikâyetlerin başlıca sebebi idi. Bu bölgedeki Marunîler, Dürzîlerin baskısına maruz kalıyorlardı. Beş büyük devletin elçilerinin müdahalesi üzerine Bâbıâlî, Lübnan’a olağanüstü yetki ile Şekip Efendi’yi gönderdi. Uzun incelemelerden sonra Şekip Efendi, halkın elindeki silahların toplanması, 1844’te patlak veren isyana karışanların aedilmesi, verginin genel bir değer üzerinden alınması, isyanda malları yağma edilenlere tazminat ödenmesi kararlarını aldı. Marunî ve Dürzî liderlerin örgütlemesi sonucu silahların toplanmasında ciddi direnişle karşılaşıldı. Bunların birçoğu yakalandı. Bu olaylar karşısında Fransa, Suriye sahillerini abluka ederek karaya asker çıkaracağını bildirdi. Lübnan olayları, asılsız bir şekilde Avrupa’ya da yayıldı. Fransız konsolosunun tutuklandığı söylentileri çıkarıldı. Avrupa kamuoyu derhal Türkler aleyhine döndü. Bâbıâlî durumdan ürkerek Şekip Efendi’yi görevden aldı. Lübnan’da silâh toplama işi bırakıldı. Mahpus kaymakamlar ve başkanlar tahliye edildi. Yeni bir idare şekli 1846’da kuruldu. Buna göre kaymakamlardan her birinin başkanlığında idare, adalet ve mal yetkileri olan ve 10 üyeden kurulan birer meclis oluşturuldu. Bu meclislerde Hristiyanlar çoğunlukta olacaktı (Dört Müslümana karşı Altı Hristiyan). Yenilik talepleri ve çi kaymakamlık sisteminin yeniden gözden geçirilmesi amacıyla 1850 yılında Bâbıâli, Hariciye Nazırı Şekip Efendi’yi bir kez daha bölgeye gönderdi. Şekip Efendi, çi kaymakamlık sistemini yeniden düzenledi. Merkezî otoriteyi güçlendirmek, her din ve mezhepten yöre insanının idareye katılımını sağlamak için her kaymakamlık biriminde bir meclis oluşturdu. Şekip Efendi’den sonra söz konusu kaza meclisleri karma meclisler şeklinde organize edildi. Lübnan’dan alınacak vergi 3500 kese olarak sabitlenmiş ve verginin de Gülhane Hattı’nın kuralları çerçevesinde gelire göre alınması esasa bağlanmıştı. Bu sistem, 1860’a kadar Lübnan’da kısmî bir barış ortamı sağladı. 1848 İHTİLALLERİ VE OSMANLI DEVLETİ’NE ETKİLERİ 1789 Fransız İhtilali ve 1830’da Avrupa’da ortaya çıkan ihtilaller sonucu burjuvazi güçlenirken diğer sınıar açısından pek önemli gelişmeler sağlanamamıştı. Seçme ve seçilme konusunda sınırlamalar devam etmekteydi. Özellikle Sanayi İnkılâbı sonrası ortaya çıkan işçi sınıfının haklarını savunmak için Avrupa’da sosyalist partiler kurulmaya başladı. 1830’lardan sonra gelişen sosyalist düşüncelerin etkisi altında burjuvazi de liberal reform- 6. Ünite - Osmanlı Reorganizasyonu: Tanzimat Devri 1839-1856 157 lar istemeye başladı. Öte yandan 1848 yılında Fransa’da ihtilalin patlak vermesinde liberallerin ve sosyalistlerin yanı sıra Kral Louis Philippe’in izlediği politikalar da etkili olmuştur. Kral iktidarını burjuvaziye dayandırmıştı. Düşük ücretler, fazla çalışma saatleri, sağlıksız ortamlarda çalışma, kadın ve çocukların çalıştırılması gibi sorunlar, işçi sınıfının yeni bir ihtilal yapılması gerektiği konusundaki düşüncelerinin, cumhuriyetçiler tarafından da desteklenmesini sağladı. Ilımlılar ve liberaller de durumdan şikâyetçiydiler. Kral kendisine yönelik muhalefet arttıkça tutumunu sertleştirdi. Kişi ve basın özgürlüklerini kısıtladı. İşçilerin sorunlarını dikkate almak yerine giderek şahsi iktidarını kuvvetlendirme yolunu seçti. Bu durum Fransa’da 22 Şubat 1848 ihtilalinin doğuşuna neden oldu. 24 Şubat 1848’de Kral tahttan ayrılmak zorunda kaldı. Yeni kurulan meclis, II. Cumhuriyeti ilan etti. Aralık 1848’de yapılan seçimlerde Louis Napoleon Bonaparte, Cumhurbaşkanı seçildi. Fransa’da gerçekleşen son ihtilalin etkisi kısa sürede İspanya, İtalya, İrlanda, Belçika, Hollanda, Avusturya ve Macaristan ile Alman coğrafyasında da etkisini gösterdi. Özellikle Almanya ve İtalya’da ihtilale yön veren ana fikir milliyetçilikti. 1848 İhtilalleri Osmanlı Devleti’ni iki şekilde etkiledi. Osmanlı Devleti Macar Mültecileri (Sığınmacıları) Sorunu ve kısmen ona bağlı olarak gelişen Eâk-Boğdan (Memleketeyn) İsyanı ile karşılaşmak zorunda kaldı. 1848 İhtilalleri’nin Osmanlı Devleti üzerindeki etkisini açıklayınız. Mülteciler Meselesi Avrupa’da birçok ülkede olduğu gibi Macar milliyetçileri, Habsburg İmparatorluğu’ndan ayrılmak ve bağımsız olmak için, Mart 1848’de harekete geçtiler. Macarlar, 1848 yılında kendilerine ait bir meclis kurulmasını Louis Kossuth’un vasıtasıyla, İmparator Ferdinand’dan istediler. İmparator Ferdinand bu teklifi kabul edince, Kont Batthyany başkanlığında, L. Kossuth’un maliye bakanı olduğu ilk Macar kabinesi 17 Mart 1848 tarihinde kuruldu. Ancak İmparator Ferdinand, bu kararından vazgeçerek Hırvat milliyetçiliği ile tanınan Jozef Jellacsics’i 23 Mart 1848 tarihinde Macaristan’a başkomutan olarak atadı. Macarlar bunu bir hakaret sayıp İmparatora karşı koymak için Louis Kossuth’un etrafında toplanarak isyan ettiler. Avusturyalılar Peşte’den kovuldu. Jozef Jellacsics sert tedbirlere başvurmak suretiyle otoriteyi tesis etti. Hırvatistan’ı Macaristan’dan ayırdı ve Viyana’ya bağladı. Bir süre sonra Rumenler de Macarlardan ayrıldı ve Viyana’ya bağlılıklarını bildirdiler. Macar kabinesi 14 Temmuz 1848 tarihinde, Kossuth komutasında 200.000 kişilik bir savunma ordusu kurmayı kararlaştırdı. Jozef Jellacsics Viyana’dan kuvvet takviyesi aldı. Macarlar karşısında başarılı olmaya başladı. Jozef Jellacsics ordusu ile 15 Ocak 1849 tarihinde Macaristan’ın başkentine girdi ve koşulsuz olarak Macar kabinesinin teslimini istedi. Ancak Györgi’nin komuta ettiği Macarlar, Korgeneral Schlick’in ordusunu yenmeyi başardı. Peşte, Macarların eline geçti. Macarlar birçok cephede aldıkları galibiyetlerle Macaristan’ı kontrolleri altına aldılar. İmparator Ferdinand’ın tahttan çekilmesi üzerine yerine geçen François-Joseph’i Macarlar tanımadı. Bunun üzerine yeni imparator bir beyanname ile 4 Mart 1849’da Macaristan’ı Avusturya’ya ilhak etti. Macar Diyet Meclisi, ilhakı tanımadığı gibi Nisan 1849’da Macar Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını ilan etti. Louis Kossuth Cumhurbaşkanı seçildi. Macaristan’da ihtilal hareketinin bağımsızlık ilan etmesi, Viyana’yı Ruslardan yardım istemek zorunda bıraktı. Bu talebi bir fırsat olarak gören Rus Çarı, 200.000 kişilik bir orduyu Avusturya’nın yardımına gönderdi. Bu birleşmiş ordu, ihtilal hareketini bastırmak üzere harekete geçti. Avusturya-Rusya birleşik orduları fazla bir direnişle karşılaşmaksızın Macaristan’a girdi. Macar Mültecileri ve onlara yardım eden Leh Mültecileri, ihtilal hareketi başarısız olduktan sonra Osmanlı Devleti’ne gruplar hâlinde sığınmaya başladılar. 27 Temmuz 1849 tarihinde ilk büyük mülteci kafilesi Eâk’da Kinin bölgesine gelen 1120 kişiydi. Bu kafile 4 158 Osmanlı Tarihi (1789-1876) General Bem, 36 subay ve erlerden oluşuyordu. Özel memuriyetle Bükreş’e gönderilen Âmedi-i Divân-ı Hümâyun Fuad Efendi, Osmanlı Devleti’ne sığınan bu kişilerin iadelerinin, onların canlarına mâl olacağını belirterek sınırdan uzak iç bölgelere yerlestirilmelerini Babıâli’ye tavsiye etti. Fuad Efendi’nin tavsiyesiyle bütün mülteciler Rimnik şehrine nakledildiler. Osmanlı devlet adamları, mültecilerin sınırdan ancak silahsız olarak geçebilecekleri kararını almıştı. Bu konuda Babıâli tarafından gerekli özen gösterildi. Yine de Mülteciler Meselesi üç ülke arasında bir sorun oluşturdu. Avusturya Büyükelçisi Stürmer 14 Ağustos 1849 tarihinde Osmanlı Devleti’ne nota vererek mültecilerin iadesini talep etti. Stürmer bu iade talebine gerekçe olarak Belgrad Antlaşması’nın 18. maddesini gösterdi. 16 Ağustos 1849 tarihinde Meclis-i Mahsûs’ta yapılan toplantıda silahlarını bırakmaları şartıyla hiçbir mültecinin teslim edilmemesi kararı alınmış ve Avusturyalıların iade talebine olumsuz cevap verilmiştir. Avusturya’nın bu notasından iki gün sonra 16 Ağustos 1849 tarihinde bir nota da Rus Büyükelçisi Titof tarafından verildi. Titof, notanın gerekçesini Küçük Kaynarca Antlaşması’na dayandırıyor ve Babıâli’nin geçmiş anlaşmalara dayanan yükümlülüklerini yerine getirmesini istiyordu. Titof, sınırlara yığılan büyük miktardaki ihtilalcinin Eâk-Boğdan’da kurulan düzeni de bozacağını ima etmekteydi. Osmanlı Devleti tarafından bu talep, egemen bir devletin şan ve şerefine uygun olmayacağı gerekçesiyle reddedildi. Bu arada Osmanlı topraklarına ilticâ eden mültecilerin sayıları gün geçtikçe artmaktaydı. 16 Ağustos 1849 tarihinde Osmanlı Devleti’ne sığınan kafilede Moris Perczel, Dembinski, Meszaros, Miklos Perczel gibi ünlü Macar komutanlar ve maiyetindekiler bulunmaktaydı. Bunlar da Meclis-i Mahsûs kararıyla hemen Vidin’e gönderildi. Üç gün sonra 19 Ağustos 1849 tarihinde ihtilal hareketinin lideri Macar Cumhurbaşkanı Louis Kossuth ve beraberindekiler Eâk tarafından Osmanlı Devleti’ne sığındılar. Gün geçtikçe Osmanlı Devleti’ne sığınan mültecilere yenileri ekleniyordu. Eylül ayı itibariyle Osmanlı Devleti’ne sığınan mülteci sayısı 5000’i buldu. Bunlar sadece ihtilâlci askerler değildi. Aralarında kadınlar, çocuklar ve sanatkârlar da bulunmaktaydı. Başlangıçta Vidin’e yerleştirilen Kossuth ve yanındaki mültecilerin, Vidin’in Rus saldırısına açık olması nedeniyle 1849 sonbaharında Şumnu’ya gönderilerek oradaki kışlada iskân ettirilmeleri kararı alındı. Diğer taraan Avusturya ve Rusya’nın baskıları devam ediyordu. Osmanlı devlet adamları bu devletlerin her an bir baskın yapmasından kaygılanmaktaydılar. Bu süreçten sonra Osmanlı devlet adamları için zorlu bir o kadar da önemli bir diplomasi süreci 9 Eylül 1849 tarihinde Titof ve Stürmer’in verdikleri birer nota ile başladı. Her iki nota da hemen hemen aynı içerikteydi. Titof notasında, mültecilerin iadesi talebini yineleyerek ihtilâl hareketleri ile birlikte asayişi bozulan bölgelerde aynı türden hadiselerin yaşanmaması için Küçük Kaynarca’nın ilgili maddesinin uygulanmasının önemini vurguluyordu. Ayrıca Çar’ın söz konusu anlaşmanın uygulanmasına verdiği öneme değinerek bunun son ihtar olduğunu belirtiyordu. Kaçamak cevapların artık kabul edilmeyeceğini ve cevabın “evet” veya “hayır” gibi kesin bir ifadeyle olması gerektiğini dile getiriyordu. İade gerçekleşmezse ilişkilerin kesileceğini bildiriyordu. Devletin ileri gelenleri mülteciler meselesini tartışarak hem bu devletlerin tepkisinin azaltılması hem de mültecilerin iade edilmemesi gibi bir yol aramaktaydılar. Çünkü mültecilerin iade edilmesi, Osmanlı Devleti’nin uluslararası saygınlığına darbe vuracak nitelikteydi. Ancak Osmanlı Devleti’nin böylesine güçlü iki devleti karşısına alması, bir savaş ihtimalini doğurmaktaydı. Titof ve Stürmer, 15 Eylül 1849’da Âlî Paşa ve Mustafa Reşid Paşa ile bir araya gelmişler ancak durumun değişmediğini görünce 17 Eylül’de Âli Paşa’ya ilişkilerin kesildiğini bildirmişlerdi. Mülteciler meselesi’ndeki diplomatik süreç bu şekilde devam ederken ihtilâlin önemli isimlerinden General Bem başta olmak üzere 256 kişi Müslüman olduklarını ilan ettiler. İngiliz ve Fransız büyükelçilerinin yazılı görüşleri de alınarak 22 Eylül 1849’da Olağanüstü Büyükelçi olarak Fuad Efendi, Çara hitaben bir mektupla Petersburg’a gönderildi. Fuad Efendi’nin 6. Ünite - Osmanlı Reorganizasyonu: Tanzimat Devri 1839-1856 159 Petersburg’a gönderilmesindeki temel amaç, mülteciler meselesinde Çarın tutumunu ve görüşünü öğrenmekti. Nitekim 27 Eylül 1849 tarihinde Fransa, 1 Ekim 1849 tarihinde İngiltere, Osmanlı Devleti’nin mülteciler konusundaki politikasına destek olduklarını bildirdiler. İngiltere, ilk olarak 20.000 kisilik bir donanmayı Çanakkale’ye yollama kararı aldıklarını ve Fransa’nın da aynı yönde hareket etmesini beklediklerini bildirdi. İngiltere, Rusya ve Avusturya’ya da birer nota göndererek Türkiye’nin yanında olduğunu bildirdi. Bu destekten sonra Osmanlı devlet adamları, Avusturya ve Rusya’nın baskıları karşısında daha cesur davranmaya başladı. 16 Ekim1849’da Çar I. Nicholas ile görüşen Fuad Efendi Çar’ın tavrını yumuşattı. Bu yumuşamada Sultan Abdülmecid ve Mustafa Reşid Paşa’nın kararlı tutumlarının yanı sıra İngiltere ve Fransa’nın açık destekleri etkili olmuştu. Osmanlı Devleti’nin kararlı tutumunda Avrupa kamuoyunda oluşan desteğin de önemli bir yeri vardır. Yapılan görüşmelerden sonra varılan anlaşmada; 1- Rus elçisi tarafından verilecek deerdeki Rusya vatandaşı olan Polonyalıların bir daha geri dönmemek üzere Osmanlı Devleti tarafından sınır dışı edilmeleri 2- Rus vatandaşıyken başka bir devletin vatandaşlığına giren Polonyalılardan, Osmanlı Devleti’ne gelebilecek ve Rusya aleyhine entrikalar kurabilecek kişilerin sınır dışı edilmesi için ilgili ülke nezdinde girişimde bulunulması 3- Müslümanlığı kabul eden mültecilerin, Osmanlı ülkesinin iç bölgelerine yerleştirilmesi şartlarıyla, Çar mültecilerin iadesi talebinden vazgeçti. Mustafa Reşid Paşa, Âlî Paşa ve Titof arasında bir protokol imzalandı. Rusya ile bütün pürüzler çözüldükten sonra diplomatik ilişkiler, 25 Aralık 1849 tarihinde tekrar başladı. Stürmer, Hariciye Nazırı Âlî Paşa’ya 5 Kasım 1849 tarihinde bir nota göndererek Osmanlı-Avusturya ilişkilerinin dostça devamını sağlamak için mültecilerin teslimi talebinden vazgeçtiğini bildirdi. Bu mültecilerden Müslümanlığı kabul edenler Türkiye’de yerleştiler. Eâk-Boğdan İsyanı ve Balta Limanı Antlaşması 1848 İhtilalleri’nin etkileri Eâk ve Boğdan’da da görüldü. 1829 Edirne Antlaşması’na uygun olarak her prenslik için bir yönetmelik hazırlanmıştı. Osmanlı egemenliği ismen de olsa kurulmuştu. Gerçek denetim Rus etkisi altındaki Boyarlara bırakılmıştı. Her prenslik çoğunluğu Boyar olmak üzere tüccar ve bujuvazinin de temsil edildiği özel bir meclise sahipti ve bu meclis yaşam boyu olmak üzere bir prens seçiyordu. Boyarlar toprağın sahibiydi, çiçi ürünün ancak bir kısmını alabilir, karşılığında ise yıl boyu angarya şeklinde çalışırdı. Pek çok güçlük içindeki köylüler de 1848 ihtilallerinden etkilendiler. Bu şartlar altında Eâk-Boğdan İsyanı doğdu. Rus danışmanlar kovuldu. Tüm sınıarı temsil eden, bunların arasından birini Prens seçecek, bir meclisi öngören bir anayasa 21 Haziran 1848’de ilan edildi. Feodal ayrıcalıklar kaldırılarak Romanya’nın birliği ve bağımsızlığı ilan edildi. Boğdan Prensi Mihail Sturza bu hareketi önleyemediğinden, çekilmek zorunda kaldı. Ayaklananlar geçici bir hükümet kurmaya muvaak oldular. İstanbul’da ayaklananlarla anlaşmaya varılması için bir eğilim vardı. Fakat Rusya’nın yaptığı baskı üzerine Bâbıâlî, Eâk olaylarını tanımadığını ilân etti. Rusya, sınırlarının yanıbaşında bir ihtilal gerçekleşmesine taraar olmadığı için bölgenin statüsünü belirleyen 1829 Edirne Antlaşması’nın 5. Maddesine aykırı olarak 28 Haziran 1848’de Eâk-Boğdan’ın kuzeyini işgal etti. Osmanlı Devleti bu durumu protesto ederken Ömer Lütfi Paşa’nın komutasındaki Osmanlı orduları da Eâk-Boğdan’ın güneyine girdi. Böylece Temmuz 1848’den itibaren Memleketeyn Osmanlı-Rus kontrolü altına girdi. Mayıs 1849’da Rusya’nın, Macar İhtilali’ne müdahale etmek üzere gönderdiği ordu Eâk İsyanı’nı kısa sürede bastırdı. Osmanlı ise Rusların fırsattan istifade bölgeyi işgal edeceğinden kaygılanmaktaydı. Rusya, Osmanlı hükümeti’ne işgalin geçici olacağı hususunda teminat vermişti. Rusya bu sırada Babıâli’ye, Memleketeyn işlerini yeniden düzenlemek için bir anlaşma önerdi ve 1 Mayıs 1849’da Balta Limanı Boyar: Eâk ve Boğdan asilzadelerine verilen isim. 160 Osmanlı Tarihi (1789-1876) Sözleşmesi imzalandı. Bu antlaşmaya göre; 1- Rusya 7 yıl için Memleketeyn’de Osmanlı Devleti ile hemen hemen eşit haklara sahip olacaktı. 2- Sultan yedi yıl için iki yeni bey seçecek, Boyar meclisleri dağıtılacak ve bunların yerine bir divan kurulacaktı. 3- Anayasayı gözden geçirmek için Yaş’ta ve Bükreş’te olmak üzere iki komisyon kurulacaktı. 4-Dirlik ve düzen sağlanıncaya kadar her iki devlet yeterli miktarda kuvveti Memleketeyn’de bulunduracaktı. 5- Bu antlaşma sürdükçe her iki devlet, beylere danışman göreviyle delegeler gönderecekti. Bu antlaşma ile iki devletin arası yeniden düzelirken savaş çık masını önleyecek yeni bir statü kuruluyordu. Ancak Rusya’nın Eâk ve Boğdan’a müdahalesi, bölgedeki nüfuzunun artmasına ve Osmanlı nüfuzunun azalmasına neden oldu. Karadağ İsyanı Osmanlı egemenliğine 14. yüzyılın sonlarında girmiş olan Karadağ, başlangıçtan itibaren içyapısında özerk bir yönetime sahip olmuş ve 19. yüzyıla kadar da böyle yönetilmişti. 18. yüzyılın ortalarından itibaren Avusturya ve Rusya’nın teşvikleriyle isyanlar çıkmışsa da bunlar bastırılmıştı. Yunan ve Sırp isyanları sırasında Rusya ve diğer devletlerin Osmanlı aleyhine faaliyetleri, Osmanlı Devleti’nin bölgedeki etkisini azaltmıştı. Bu durum, Ortodoks Rusya’ya güvenen Karadağlıları yeni bir isyana yöneltti. Karadağ prensleri (Vladika) giderek Osmanlı Devleti’ne muhalif tavır aldılar. 1830’lardan itibaren civar bölgeleri ele geçirmeye başladılar. 1851’de Vladika II. Petro’nun ölümü sonrası Veliaht Danilo, Rusya ve Avusturya’nın onayıyla Karadağ Prensliği’ni kurdu. Osmanlı Devleti, bu gelişmelere itiraz etti. Ayrıca bu işin bağımsızlığa doğru gittiğini düşünen Osmanlı Devleti, Karadağ’ın civar topraklara saldırılarına göz yummadı. 1852 yılında Karadağlılar, Osmanlı Devleti’nin bir kalesi olan Bablyak’ı ele geçirmişlerdi. Babıâli, buraları geri almak için 60.000 kişilik bir kuvveti Karadağ’a gönderdi. Osmanlı kuvvetleri 1852-1853 kışında Karadağlıları baskı altına aldı. Ancak Rusya’nın Ortodoksları koruması gibi benzer bir tutum almak isteyen Avusturya, Karadağlıların yanında yer aldı. Bir takım bahanelerle Avusturya Ocak 1853’de İstanbul’a bir ultimatom gönderdi. Osmanlı birliklerinin Karadağ’dan çekilmesi, Bosna’da Avusturya ile ticareti güçleştiren önlemlerin kaldırılması ve Ksek ile Sutorina limanlarının Avusturya’ya bırakılması, Draç’ın serbest liman olması vb. isteklerde bulundu. Cevaplanması için beş günlük bir süre verdi. Babıâli, Kutsal Yerler sorunu ve Rusya ile uğraştığı için yeni bir sorun çıkmasını istemedi. 3 Mart 1853’te, Karadağ ile savaştan önceki durum esas olmak üzere bir anlaşma yapılarak sorun aşıldı. KIRIM SAVAŞI VE SONUÇLARI Mısır Meselesi’nin çözüme ulaşmasından sonra Eâk-Boğdan, Lübnan ayaklanmaları ve Mülteciler Meselesi gibi sorunlara ciddi sıkıntılara yol açmadan çare bulunabilmişti. Bu kısmi rahatlamanın etkisiyle Osmanlı Devleti, ülke içinde giriştiği reformlara vakit ayırabilme şansı elde etti. Ancak 19. yüzyılın Avrupa ve Dünya tarihinde yeni bir oluşum dönemi olduğu hatırlanırsa bu fırsatın uzun süre devam edemeyeceği açıktı. Kaldı ki Osmanlı gibi Avrupa coğrafyasının parçası olan bir devletin bu değişim çağının getirdiği yeni politikalardan etkilenmemesi de düşünülemezdi. Nitekim bu ferahlama evresi Rusya’nın, Osmanlı Devleti’ne dönük siyasetini değiştirmesi ile kesintiye uğradı. Ancak Rus siyasetindeki değişiklik, bu defa yalnızca Osmanlı’yı ilgilendiren bir tehlike olmanın ötesine geçerek bütün Avrupa’yı içine alan bir krizin doğmasına yol açacaktı. Rusya’nın Değişen Osmanlı Politikası Rusya, zaman zaman Avusturya’yı da yanına alarak Osmanlı Devleti’ni yıkma ve özellikle Boğazları ele geçirme arzularını, Edirne Antlaşması ve Hünkar İskelesi Antlaşması sonrasında ertelemişti. Rusya’nın yeni politikası, Osmanlı Devleti’ni himayesi altında tutmaktı. 6. Ünite - Osmanlı Reorganizasyonu: Tanzimat Devri 1839-1856 161 Ancak bu politikası uzun ömürlü olmadı. 1839 yılında Mustafa Reşid Paşa Hariciye Nazırı olmuş ve Osmanlı dışpolitikasında İngiltere’yi esas almıştı. Nihayetinde 1841 Boğazlar Sözleşmesi imzalanmıştı. Bu gelişmelerle, Osmanlı Devleti ve Boğazlar hakkındaki Rus planları bozulmuştu. Bu yüzden Rusya,1841’den itibaren Osmanlı’yı parçalamaya dönük geleneksel siyasetine döndü. Nitekim 1844 yılında Rus Çarı I. Nicholas ve Rus Başbakanı Nesselrode İngiltere’ye “ölmek üzere olan adam”ı paylaşma teklifinde bulunmaktaydı. Ocak 1853’te Çar I. Nicholas, Petersburg’daki İngiliz elçisine “ hasta adam” tabiriyle yine aynı teklifi tekrarlamıştı. Rusya, teklierinin reddedilmesiyle kendi planlarını uygulamak için fırsat aramaya koyuldu. Kutsal Yerler Meselesi Rusya’ya aradığı fırsatı, Fransa verdi. Osmanlıların kadim dost dedikleri Fransızlara, 1536’da kapitülasyonların verilmesinden itibaren kapitülasyon hakları sürekli gelişme gösterdi. Nihayet 1740 yılında kapitülasyonlar daha da genişletilerek sürekli hâle getirilmişti. Ancak Fransızların 1798’de Mısır’ı işgal etmesi, Yunan ve Mehmed Ali Paşa isyanlarındaki tutumu, 1830’da Cezayir’i işgal etmeleri gibi olaylar iki devlet arasındaki ilişkileri iyice sarsmıştı. Nihayet Fransa’da III. Napoleon iktidara geçtikten sonra dış politikada bir zafer arayışı içine girdi. Bu yüzden Ortodokslara karşı Katolikliğin koruyuculuğuna soyundu. Napoleon Fransa’nın Ortadoğu’da kaybettiği nüfuzunu yeniden güçlendirmek istiyordu. Aynı zamanda Osmanlı ülkesindeki çıkarlarını korumak için Osmanlı Devleti’nin varlığının devamından yanaydı. Hristiyanlarca Kudüs ve çevresindeki kilise, kabristan gibi bazı bölgeler, Kutsal Yerler (Makâmât-ı Mübareke) sayılmaktaydı. Buralara hizmet etmek ise Hristiyanlar için şerei. Hristiyan mezhepleri bu hizmetleri ele geçirebilmek için büyük bir rekabet hâlindeydiler. Osmanlı Devleti, bölgeyi fethi sonrası, Kutsal Yerler’de mezhepler arasında varolan düzeni korumuştu. Ancak sonraki yıllarda ilgili devletlerin baskıları ile Katoliklere ve Ortodokslara birçok ayrıcalık vermiş ve 1740 kapitülasyonuyla özellikle Fransızlara yani Katoliklere yeni ayrıcalıklar tanımıştı. Ancak zaman içerisinde Ortodoksların, Kutsal Yerlerde daha üstün bir konum kazanmasıyla Katolikler yeniden eski düzeni istemeye başladılar. Bu da Kutsal Yerler Sorununun doğmasına neden oldu. 1847 yılında Hz. İsa’nın doğduğu yer olarak kabul edilen “Beytüllâhim”deki gümüş yıldızın kaybolması üzerine Ortodokslarla Katolikler birbirlerini suçlamaya başladılar. Osmanlı Devleti, yeni bir yıldız yaptırıp yerine koyarak sorunu çözmeğe çalıştıysa da olayın büyümesini önleyemedi. Böylece III. Napoleon’un aradığı fırsat da ortaya çıkıyordu. Katoliklerin koruyucusu olarak Fransa, Ortodoksların koruyucusu olarak Rusya işe karışarak konuyu siyasi çıkar ve rekabetleri için kullanmaya başladılar. III. Napoleon, 1850 yılında Osmanlı Devleti’nden, 1740 Kapitülasyonları ile verilmiş olan ayrıcalıkların tam olarak uygulanmasını istedi. Bu ise Kutsal Yerler’de Katoliklere, Ortodokslar aleyhine yeni hakların verilmesi demekti. Bu durum karşısında Rusya da Babıâli’den 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması’nın koşullarına saygı göstermesini istedi. Osmanlı Devleti, Fransa ve Rusya ile bir anlaşmazlığa düşmek istemi yordu. Kutsal Yerler için o güne kadar vermiş olduğu fermanları incelemek için bir komisyon kurmaya karar verdiğini ilgili devletlere bildirdi. Bu şekilde bir formül aramaya başladı. Bu sırada Avusturya da işe karıştı. Karlofça (1699), Pasarofça (1718) ve Belgrad (1739) Antlaşmalarını ileri sürerek kendisinin de Katolikleri koruma hakkı olduğunu ve kurulacak komisyonun karma olmasını istedi. Böylece sorunun boyutları daha da genişledi. Kurulan komisyon, Katoliklere bazı haklar vermekle beraber Ortodokslar lehine karar aldı. Rusya ayrıca Osmanlı Devleti’nden bu konuda bir ferman ilân etmesini istedi. Bu isteği de 8 Şubat 1852’de kabul edildi. Fransa hoşnutsuzluğunu Babıâli’ye baskı yaparak göstermeye başladı. Bunun üzerine kararda 162 Osmanlı Tarihi (1789-1876) bazı değişikliklere gidildiyse de sonuçtan her iki devlet de memnun değildi. Böylece Fransa ile Rusya arasındaki rekabet daha da şiddetlendi. Konuyla ilgili hiçbir çıkarı olmamasına rağmen sıkıntıya düşen Osmanlı Devleti’ydi. Gerçekte ise Rusya bu sorunu Osmanlıyı parçalamak için bir bahane olarak kullanıyordu. Nitekim Çar I. Nicholas, Rusya yararına çözülmüş bulunan Kutsal Yerler sorunu yatışmaya yüz tuttuğu sırada Prens Menchikov’u olağanüstü elçi olarak İstanbul’a gönderdi ve bazı isteklerde bulundu. Menchikov, 2 Mart 1853’te protokol kurallarını hiçe sayarak günlük elbisesiyle Sadrazamı ziyaret etti. Hariciye Nazırı Fuad Efendi (Paşa)’yi ziyaret etmesi gerekirken bunu yapmadı. Bunun üzerine Hariciye Nazırı Fuad Efendi istifa eti. Menchikov bu davranışlarıyla Babıâliyi baskı altına almak istemekteydi. Menchikov, 19 Mart 1853’te Osmanlı Devleti’ne Rusya’nın isteklerini bildirdi. Buna göre, Kutsal Yerler sorununun Ortodoks Kilisesi lehine çözülmesi ve bunu belirtecek bir fermanın ilan edilmesi ile Ortodoks Kilisesi’nin ayrıcalıklarının bir senetle belirlenmesi istenmekteydi. Bu istekler dışında asıl önemlisi, Rusya’nın gizli talebiydi. Menchikov’un önerisine göre Ruslar ile Osmanlılar bir ittifak yapacaklardı. Osmanlı Devleti, Batı devletleri ile bir savaşa girecek olursa Rusya, kara ve deniz kuvvetleriyle İstanbul Hükümeti’ne yardım edecekti. Buna karşılık Osmanlı Devleti’nin sınırları içerisindeki Ortodoks toplumların koruyuculuk hakkı Rusya’ya tanınacaktı. Aslında Rusya, Osmanlı Devleti’nin bütününü himaye altına almak istiyordu. Böylece Rusya, 1833 Hünkar İskelesi Antlaşması’ndan daha da ileri bir adım atma niyetini gösteriyordu. Osmanlı Hükümeti, Rus önerilerini, İngiliz ve Fransız elçilerinin de görüşlerini aldıktan sonra 21 Nisan 1853 günü reddetti. İngiliz Hükümeti, Rus önerisinin kabulüne karşıydı. Nitekim bunu önlemek için bir İngiliz filosunu Çanakkale önlerine gönderdi. Bu ortamda 1853 yılı Nisan ayı içinde İngiliz, Fransız elçileri ile Menchikov, Kutsal Yerler konusunu görüştüler ve konu her üç tarafı da memnun edecek şekilde sonuçlandırıldı. Ancak, Rusya’nın arzusu anlaşmak değildi. Nitekim 5 Mayıs 1853 günü Menchikov, Babıâli’ye bir ultimatom vererek Osmanlı Devleti içindeki Ortodoksların koruyuculuğu hakkının kendilerine tanındığını belirten bir senedin verilmesini istedi. Kabul edilmesi için de beş günlük süre verdi. Osmanlı Hükümeti bu öneriyi reddetti. Menchikov, bütün Rus elçilik mensuplarını da yanına alarak 21 Mayıs 1853 günü İstanbul’dan ayrıldı. Böylece Osmanlı Devleti ile Rusya arasındaki siyasi ilişkiler kesilmiş oldu. Bu arada Rusya’nın tutumu İngiltere ve Fransa’yı da endişeye düşürdü. Her iki taraf da savaş hazırlıklarına başladı. Çar I. Nicholas, bazı önlemler almak üzere Rus ordusunun Eâk-Boğdan’a gireceğini ilan etti ve 22 Haziran 1853’te Rus askerleri savaş ilan etmeksizin Prut nehrini aşarak Osmanlı topraklarına girdiler. Bu sırada bir İngiliz ve Fransız donanması Çanakkale Boğazı’na gelmiş bulunuyordu. Böylece Rusya’nın Osmanlı Devleti üzerindeki emellerini gerçekleştir mek amacıyla 1848’den itibaren çıkardığı sorunlar, iki devlet arasında yeni bir savaşı kaçınılmaz hâle getirmiş oldu. Rusların, Boğdan topraklarına girmeleri barışı bozan bir eylem olduğu halde diğer devlet temsilcileri Babıâli’nin şimdilik savaş açmayıp bir protesto ile yetinmesini sağladılar. Bu arada İngiltere, Fransa ve Prusya delegeleri Viyana’da buluşarak bir nota hazırladılar. Buna göre Babıâli, Rusya’ya güvence verecek ve Rusya da Osmanlı Devleti ile anlaşacaktı. Viyana Notası denilen bu notayı Rus hükümeti kabul etti; fakat Babıâli notayı tümüyle kabul etmeyi reddetti ve bazı değişiklikler yaparak Petersburg’a gönderdi. Plânın değiştirilmiş şeklini, Rusya kabul etmediğini bildirdi ve Babıâli 4 Ekim 1853’te savaş ilân etti. Rusya’nın Kutsal Yerler Meselesi’nde, gerçekte takip ettiği siyaseti açıklayınız. 5 6. Ünite - Osmanlı Reorganizasyonu: Tanzimat Devri 1839-1856 163 Savaşın Başlaması Ömer Paşa’nın komutasında Osmanlı birlikleri Tuna’yı geçerek, ele geçirdikleri noktaları başarıyla savunup, 4 Kasım 1853’te Olteniça’da Rusları yendiler. Ancak çok geçmeden, Ömer Paşa yeniden Tuna’nın gerisine çekilmek zorunda kaldı. Kaas cephesinde de savaş başladı. Bu sırada Babıâli’nin talebiyle bir İngiliz-Fransız filosu 8 Kasım 1853’te İstanbul önünde demirlemişti. Sinop’ta bulunan bir Osmanlı filosu ani bir Rus baskınına uğradı. 30 Kasım 1853’te 12 gemilik Osmanlı filosu, Rus gemilerince yok edildi. Sinop’un birçok mahallesi yakılırken 4000 kişi öldü. Oysa bu olaya kadar Rusya, Eâk-Boğdan’ı ortodoksların hakları için işgal ettiğini ve Rusya’nın kendisini savunacağını ileri sürmekteydi. Sinop olayı ise bir saldırıydı. İngiltere ve Fransa’da, Rusya’ya karşı bir tepki doğdu. Viyana’da toplanan İngiltere, Avusturya, Prusya ve Fransa delegeleri, savaşın sonunda sınırlarda bir değişiklik olmaması kararına vardılar. Bu kararı Babıâli kabul ederken Rusya kabul etmedi. Bunun üzerine 3 Ocak 1854’te, İngiliz-Fransız filosu Karadeniz’e çıktı. Bu filonun görevinin Türk gemilerini ve Anadolu kıyılarını, Rus saldırılarına karşı korumak olduğu Rusya’ya bildirildi. Rusya, 1854 Şubat başında Paris ve Londra ile ilişkilerini kesti. Fransa ve İngiltere, Rusya’ya birer ultimatom vererek Nisan sonuna kadar Memleketeyn’i boşaltmasını aksi takdirde savaş ilân edilmiş sayılacağını bildirdiler. Rusya’nın belirtilen süre içinde bu talebi yerine getirmemesi üzerine İngiltere ve Fransa da Osmanlı Devleti yanında savaşa girmiş oldu. Viyana’da toplanan büyük devletler konferansında Avusturya ve Prusya da 9 Nisan 1854’te imzaladıkları bir protokol ile Fransa ve İngiltere’nin vermiş olduğu ultimatomları onayladı. Dört devlet, Osmanlı Devleti’nin sınırlarının dokunulmazlığını kabul etti. Bu dört devlet, Osmanlı Devleti’ni Avrupa Uyumu’na dâhil etmeye ve bunun için Sultanın egemenlik hakkı zedelenmeksizin gayrimüslim tebaanın durumunun düzeltilmesine karar verdi. Fransa ve Ingiltere Osmanlı Devleti ile bir ittifak antlaşması imzaladı. Avusturya ile Prusya da 20 Nisan 1854’te bir antlaşma imzaladılar. Buna göre Avusturya, 3 Haziran 1854’te Rusya’dan, Memleketeyn’i boşaltmasını istedi. Ayrıca bölgenin Rusya’ya ilhakı ve Rusların Balkanları geçmesinin savaş sebebi sayılacağı bildirildi. Böylece Rusya, birleşik Türk, İngiliz ve Fransız kuvvetlerine karşı yalnız kalmış oluyordu. Avusturya ve Prusya siyasi ve askeri bakımdan Rusya’yı yalnız bırakmıştı. Savaş artık bütün cephelerde şiddetlenmişti. Osmanlı orduları Rumeli’de başarılar elde ediyorlardı. Silistre’de Ömer Paşa,13 Haziran’da Rusları büyük bir yenilgiye uğratmıştı. Ruslar, 21 Haziran’da Tuna’nın kuzeyine çekilmişlerdi. Kaas cephesinde ise durum pekiyi değildi. Temmuz 1854’te Doğubeyazıt, Rusların eline geçmişti. Avusturya ultimatomu karşısında Rusya, Avusturya ile savaşı göze alamadığı için Eâk-Boğdan’ı boşalttı. 14 Haziran 1854’te, Avusturya ve Osmanlı Devleti bir anlaşma imzaladılar. Buna göre, Tuna’da seyrüseferi korumak gerekçesiyle Avusturya, Eâk-Boğdan’ı işgal etti. Eâk-Boğdan’ı işgal eden Avusturya, savaşan taraardan hiçbirine geçiş izni vermeyeceğini bildirdi. Böylece savaşan taraar arasında savaş imkânı kalmamıştı. Ancak Rusya’yı barışa zorlamak için İngiltere ve Fransa, Kırım’da bir cephe açmaya karar verdiler. 80 savaş gemisi, 267 nakliye gemisi, 30.000 Fransız 21.000 İngiliz ve 60.000 Türk askerinden oluşan müttefik kuvvetleri, 20 Eylül 1854’te Kırım’a çıkarma yaptılar. Müttefiklerin amacı Sivastopol’ü almaktı. 20 Eylül 1854’te müttefikler, Sivastopol yolunu kapatan Rus kuvvetlerini Alma’da yenerek bir avantaj sağladı. Ancak Ruslar donanmalarını batırarak şehrin deniz tarafını kapattılar. Sivastopol karadan düşürülmek zorundaydı. Kuşatma sırasında insan kaybı fazla olunca ileride İtalyan birliğini kurmak niyetindeki Piyemonte Krallığı da Fransa ve İngiltere’nin sempatisini kazanmak amacıyla müttefiklerin ya nında savaşa katıldı. Piyemonte Mart 1855’de 15.000 askerini Kırım’a gönderdi. Müttefikler de 140.000 kişilik bir kuvveti Kırım’a gönderdiler. Bütün kış Sivastopol’ün kuşatılması sürdü. 164 Osmanlı Tarihi (1789-1876) Çar I. Nicholas, 2 Mart 1855’te öldü. Yerine Çar II. Alexander geçti. Müttefikler 10 Eylül 1855’te Sivastopol’e girdiler. Şehirdeki tersane, liman vb. tahrip ettiler. Serdar-ı Ekrem Ömer Paşa, Rusları Eupatori’de yenilgiye uğrattı. Bu arada Ruslar 28 Kasım 1855’te Kars’ı işgal etmişlerdi. Ancak Rusların artık savaşa devam edecek güçleri kalmamıştı. Barış girişimlerinde bulundular. Kırım savaşı sona eriyordu. İngiltere, Rusya’yı daha da yıpratmak ve savaşa devam etmek isterken Fransa, savaşın bitmesinden yanaydı. Çar II. Alexander ateşkes talebinde bulundu. Avusturya, 16 Aralık 1855’te Rusya’ya bir ultimatom göndererek ateşkes şartlarını sundu. Buna göre; 1- Memleketeyn üzerinden Rus koruyuculuğunun kalkması 2. Tuna’nın ve ağzının serbestliği 3. Karadeniz’in tarafsız hale getirilmesi 4. Osmanlı sınırları içindeki Hristiyan ve Müslümanlara, Avrupa garantisi altında yeni haklar verilmesi vurgulanıyordu. Çar II. Alexander, müttefiklerin taleplerini kabul etti. Bunun üzerine Barış görüşmeleri için Paris’te bir kongrenin toplanmasına karar verildi. Paris Barış Konferansı Kırım Savaşı’nı sonuçlandırmak ve barış antlaşmasını hazırlamak üzere Paris Kongresi, 25 Şubat 1856’da Osmanlı Devleti, İngiltere, Fransa, Rusya, Avusturya, Prusya ve Piyemonte’nin katılımıyla toplandı. Fransız Dışişleri Bakanı Kont Walewski’nin başkanlığını yaptığı kongre, Avrupa devletleri arasındaki dengeyi etkileyen bir toplantı olmuştur. Kongrenin bir diğer özelliği ise Osmanlı Devleti’nin kongreye, Avrupa Uyumunu oluşturan devletlerle eşit haklara sahip olarak katılmasıydı. Bu kongreye kadar yalnız Hristiyan devletleri kapsayan Avrupa Sistemi bu tarihten itibaren sadece Hristiyanların oluşturduğu bir düzen olmaktan çıkmıştır. Osmanlı Devleti, Âlî Paşa’nın başkanlığında, Paris elçisi Mehmet Cemil Bey, Yelkenci Afif ve Divan tercümanı Nurettin Bey’den oluşan bir heyetle kongreye katıldı. Paris Kongresi’ne katılan devletlerin amaçları birbirinden farklıydı. İngiltere ve Osmanlı Devleti, Rusya’ya ağır şartlar koyulmasını isterken Osmanlı Devleti aynı zamanda Avrupa uyumuna dâhil olmak arzusundaydı. Bu yüzden Kongre öncesi gayrimüslim tebaaya eşit haklar tanıyan Islahât Fermanı’nı ilan etmişti. İngiltere, Rusya’nın askeri gücünü kısıtlamak ve Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünün hiçbir şekilde bozulmamasını garanti altına almak istemekteydi. Fransa ise İngiliz-Osmanlı yakınlığından rahatsız olduğu için Rusya’nın tamamen etkisiz hâle getirilmesinden yana değildi. Prusya toplantılarda etkin bir tutum almamıştır. Kongreye Piyemonte Krallığı da katılmıştır. Piyemonte bağımsız bir İtalya’nın kurulması için bu kongrede etkili olmaya çalıştı. Rusya kongreden mümkün olan en az zararla çıkmayı umut ediyordu. Görüşmeler sonucu antlaşma 30 Mart 1856’da kesin şeklini aldı. 27 Nisan 1856’da imzalanan Paris Antlaşması’nın önemli maddeleri şöyledir: 1-Taraar ele geçirdikleri toprakları karşılıklı olarak iade edecekti. 2-Osmanlı Devleti, Avrupa devletler hukukundan faydalanan bir Avrupa devleti sayılacaktı. 3-Osmanlı Devleti’nin sınırları ve bağımsızlığı garanti edilecekti. 4-Islahât Fermanı ile Osmanlı Devleti’ndeki gayrimüslimler korunacak ancak hiçbir yabancı devlet Osmanlı Devleti’nin içişlerine karışmayacaktı. 5-Karadeniz bütün savaş gemilerine kapanırken bütün ticaret gemilerine de açılacaktı. 6-Karadeniz askerden arındırılıp savaş gemisi bulundurulmayacak ve mevcut tersaneler yıkılacaktı. 7- Memleketeyn’in ayrıcalıkları saklı kalırken bölgeye Osmanlı Devleti koruyuculuğunda yeni bir anayasa verilecekti. Hiçbir devlet Memleketeyn işlerine karışmayacak ve bir karışıklık çıkması halinde Bâbıâli, diğer imzacı devletlerin izni olmaksızın bu beyliklerin içişlerine karışmayacaktı. 8-Osmanlı Devleti, Sırbistan’ın da içişlerine karışmayacak ancak oradaki kalelerde asker bulundurma hakkı saklı kalacaktı. Ayrıca Sırbistan’ın hakları, imzacı devletlerin garantisi altında devam edecekti. 6. Ünite - Osmanlı Reorganizasyonu: Tanzimat Devri 1839-1856 165 Paris Antlaşması’nın imzalandığı 30 Mart 1856 tarihinden iki haa sonra 15 Nisan 1856’da Osmanlı Devleti, Fransa ve İngiltere arasında Osmanlı sınırlarının dokunulmazlığını ve bağımsızlığını garanti eden gizli bir anlaşma daha imzalandı. Tanzimat Dönemi’ne gelinceye kadar Osmanlı Devleti, Avrupa siyasetinde önemli bir rol oynamasına rağmen Avrupa devletler hukukundan faydalanmayı düşünmemişti. Fakat Tanzimat ile hızlanan Batılılaşma devrinde, Osmanlı dışişleri bakanları yabancı devletlerle olan anlaşmazlıklarda, bu devletlerin genel hukuk prensiplerini, davalarını savunmak için kullanmak istemişlerdi. Avrupalı devletler ise Osmanlı Devleti’nin bu haklardan faydalanamayacağını ileri sürmüşlerdi. Bu durum en çok Rusya’nın işine yaramaktaydı. Paris Kongresi, Kırım Savaşı’nı sonlandırırken Avrupa’da yeni bir siyasi denge kurmuştur. Osmanlı Devleti, Avrupalı bir devlet olma statüsü kazanmıştır. Böylece Avrupalı devletler, Osmanlı Devleti’nin “devletler hukuku ve haklarından” istifade etmesini kabul etmişler ve ayrı ayrı Osmanlı toprak bütünlüğü ve bağımsızlığına saygı gösterme garantisi vermişlerdir. Ayrıca bunun uygulanmasına da kefil olmuşlardır. Kırım Savaşı’nın sonuçlarını kısaca değerlendirirsek Kırım Savaşı’ndan Osmanlı Devleti’nin pek kârlı çıktığı söylenenemez. Osmanlı Devleti’nin bir Avrupa devleti sayılması ve Avrupa devletler hukukundan yararlanması, şekli bir kazanım görünümünde olup pratikte büyük bir önem taşımıyordu. Çünkü pratikte Avrupa devletlerinin kendi aralarında bile bu prensiplere pek saygı gösterdikleri yoktu. Bu garantilerin kâğıt üzerinde kalacağı açıktı. Buna karşın Balkanlarda bulunan Osmanlı’ya bağlı özerk yönetimler, Avrupa devletlerinin kefaleti altına girerken bu bölgelerde Osmanlı nüfuzu azalmıştır. Bunların yanı sıra kazanan bir devlet olarak Osmanlı Devleti, Paris Kongre’sine katılmıştı. Ancak antlaşmanın Karadeniz ile ilgili maddeleri sadece yenik Rusya’ya değil kendisine de uygulanmıştır. Her ne kadar Avrupalılar, Osmanlı içişlerine karışmamayı taahhüt etmişlerse de Islahât Fermanı’nın antlaşma metninde yer alması Osmanlı Devleti’nin iç işlerine müdahalenin yeni bir yolunu açmıştır. Kırım Savaşı’nın Osmanlı Devleti’ne getirdiği bir diğer sonuç da ilk defa yabancı devletlerden borç para alması oldu. Kırım Savaşı Osmanlı maliyesini krize sokarken dış borç alınması kararı verildi. Osmanlı Devleti’nin müttefikleri olan İngiltere ve Fransa bu kararı desteklemişlerdir. Bunun üzerine Bâbıâli, Londra’da Palmer ve Earisie- Goldschmid adındaki iki banka grubu ile 24 Ağustos 1854’te bir sözleşme yaparak 3.000.000 Sterlin (yaklaşık 330 milyon kuruş) borç aldı. Osmanlı tarihinde alınan bu ilk borca Mısır’dan alınan vergi geliri karşılık olarak gösterildi. Ancak ertesi yıl yeniden borçlanma zorunluluğu doğdu. İkinci borçlanma ise İngiltere ve Fransa hükümetlerinin kefaletiyle 1855 yılında Rothschild şirketi ile 5.000.000 Sterlinlik bir sözleşmeyle yapıldı. Bu borca karşılık olarak da İzmir ve Suriye gümrüklerinin gelirleri ile Mısır vergisinin birinci borçlanmadan arta kalan kısmı gösterildi. Ayrıca bu sözleşme ile alınacak paranın sadece savaş masraarında kullanılması bunu kontrol etmek üzere İngiltere ve Fransa hükümetlerinin temsilcilerinden oluşacak bir komisyonun kurulması da kabul edildi. Böylece Osmanlı Devleti, Kırım Savaşı ile tarihinde ilk defa dış borçlanma gerçekleştirirken aynı zamanda yabancıların mali kontrolünü de kabul etmiş oldu. İngiltere, Rusya’nın Karadeniz’deki donanma ve tersanelerinin yok edilmesi ve bu denizde donanma bulundurmasını önlemekle, sömürgeleri ve Yakındoğu ticareti için büyük bir tehlikeyi bir süre için de olsa kaldırmış oldu. Fransa, Rusya’nın özellikle Kutsal Yerler Sorunu bahanesiyle Boğazlar ve Akdeniz’e inerek kendi nüfuz alanlarına göz diktiğini gördüğü için savaşa girmişti. Paris Antlaşması ile bu tehlikenin önlenmesi Fransa’yı memnun etmişti. Ayrıca Paris’in kongreye ve anlaşmaya ev sahipliği yapması, Fransa’yı, Avrupa siyasetinde yeniden ayrıcalıklı konuma yükseltmişti. Piyemonte, Paris Kongresi’ne katılarak İtalyan birliğini kurma düşüncesini devletlerarası bir kuruluşta tanıtma ve savunma olanağına kavuşmuştu. İtalyan birliği sorunu, Avru- 166 Osmanlı Tarihi (1789-1876) pa politikasının konuları arasına girdi. Böylece, Kırım Savaşı sonucunda imzalanan Paris Antlaşması ile Avrupa’da yeni bir siyasi denge kurulmuş oldu. Ancak Paris Antlaşması’nın getirdiği barış, çeşitli nedenlerle uzun ömürlü olamadı. Nitekim antlaşmanın hemen arkasından Osmanlı Devleti ve Avrupa devletleri, iç ve dış yeni sorunlarla karşılaştılar. Paris Barış Antlaşması’nın Karadeniz hakkındaki hükümlerini Osmanlı Devleti açısından değerlendiriniz. Islahât Fermanı (18 Şubat 1856) Osmanlı Devleti’nin kendi tasarrufuyla hayata geçirdiği bir düzenleme olsa da Islahât Fermanı’nın, uluslararası bir metin olan Paris Antlaşması’nda ifade edilmesi siyasi yönden önemlidir. Kırım Savaşı, Rusya’nın Osmanlı Devleti’nde yaşayan Ortodoksların hamisi olduğu ve onları korumak iddiasından dolayı çıkmıştı. Bu yüzden, müttefikler Rusya’nın bu silahı bir daha kullanmasını önlemek için harekete geçtiler. İngiltere, Fransa ve Avusturya, daha Kırım Savaşı devam ederken savaş sonrasında yapılacak antlaşma esaslarını görüşerek bazı kararlar almışlardı. Avusturya aracılığıyla Rusya’ya da aynen kabul etmesi için bir nota ile 16 Aralık 1855’te bildirilen bu kararlar arasında, “Babıâli’nin hükümranlık haklarını bozmayacak bir şekilde, Hristiyan uyruğun hak ve ayrıcalıklarını belirleyen yeni bir Fermanın çıkarılması” da vardı. Osmanlı Devleti, Paris’te yapılacak barış görüşmelerinden önce Islahât Fermanı’nı ilan ederek müttefikleri olan devletlerin içişlerine karışma yolunu kapatmaya çalıştı. Bunun için 1855 yılında, Avusturya, İngiltere ve Fransa elçileri ile Sadrazam Âlî Paşa ve Hariciye Nazırı Fuad Paşa arasında görüşmeler olmuştu. Bu görüşmeler, Şubat 1856’da sona erdi. 18 Şubat 1856 tarihiyle ilân edilen Islahât Fermanı, Osmanlı topraklarında yaşayan gayrimüslimlerle Müslümanları eşit haklara kavuşturmayı esas almaktaydı. Görünürdeki amacı, bütün toplulukları ırk, din, dil ayrımı gözetmeksizin kaynaştırmak ve böylece bir Osmanlı toplumu meydana getirmekti. Ancak fermanın metni, konu olarak sadece Müslüman olmayanların haklarını ele almaktaydı. Müslümanlar için yeni bir şey getirmemişti. Gerçekte Islahât Fermanı ile Osmanlı Devleti, Avrupalı devletlerin baskısı karşısında topraklarını ve haklarını savunabilmek için gayrimüslim tebaasına eşitlik tanıdığını açıklamak zorunda kalmıştı. Islahât Fermanı, Tanzimat Fermanı’nın devamı niteliğinde ve genişletilmiş bir haliydi. Ancak Tanzimat, ülkenin içinde bulunduğu durumdan kurtarılması için Osmanlı devlet adamları tarafından temelde dış baskı olmaksızın hazırlanmıştı. Islahât Fermanı ise yabancı devletlerin baskısı sonucunda düzenlenmiş ve ilân edilmiştir. Bu fermanla gayrimüslimlerin hamiliği Avrupa devletlerinin eline geçmiş oluyordu. Nitekim bu tarihten sonra Paris Antlaşması’nda Osmanlı Devleti’nin içişlerine karışılmaması hükmü yer aldığı halde Avrupalı devletler her fırsatta Osmanlı içişlerine karıştılar. Bu dış müdahaleler, yeni iç ve dış ge lişmelerin ortaya çıkmasına neden olacaktır. 6 6. Ünite - Osmanlı Reorganizasyonu: Tanzimat Devri 1839-1856 167 Özet Tanzimat Fermanı’nın Osmanlı Tarihi içindeki yerini değerlendirmek Osmanlı Devleti’nin yaklaşık iki yüzyıllık modernleşme süreci içerisinde, Tanzimat adını alan dönemin yeri, batılılaşma tarihimizde kendisinden önce başlayan bir hareketin devamı olmakla birlikte, önceki reform çabalarından daha farklı bir karaktere sahiptir. 19. yüzyıl başlarına kadar reform çabaları Avrupa’nın sadece teknik alandaki üstünlüğünü almak yönündeydi. Tanzimat Fermanı, çağdaş devletlerin hukuk devleti olma ve birey haklarının korunması gibi değerlerini benimseyerek Osmanlı Devleti’ni bir yandan çağdaş (modern) bir devlet ve toplum yapısına dönüştürmeyi bir yandan da bireylerin dinî veya etnik yapısını dikkate almaksızın bütün unsurlarıyla Osmanlı vatandaşlığı temelinde yeni bir toplum modeli öngörüyordu. Tanzimat Fermanı, birey haklarının tanınmasına yönelmesiyle yeni bir dönemi vurgulamaktaydı. Tanzimat’a karşı oluşan tepkileri saptamak Tanzimatın öngördüğü amaçlardan birisi de vergi adaletiydi. Buna yönelik ilk önlem Muhassıllık Meclisleri’nin kuruluşudur. Ancak vergi prensiplerinin hemen uygulanması mümkün değildi. Geçici olarak her bölgeden, durumuna göre, bir miktar peşin para toplanmasına karar verilmişti. İltizam sistemi kaldırıldığı için taşradaki voyvoda ve mültezimlerin işleri son bulmuş ve onlara bağlı birçok kişiyi içeren geniş bir zümrenin bir anda istismar ve kazanç kapıları kapanmıştı. Bunların arasında taşrada iltizamları alan ve bu yolla zenginleşen birçok ayan ve ağa bulunmaktaydı. Bu kişiler, ödeyecekleri verginin arttığını, angaryanın yasaklandığını ve çeşitli suistimallerine son verildiğini görmüşlerdi. Gelir kaynaklarının sınırlandırılması gayrimüslim din adamlarını da reformlar aleyhine çevirmiştir. Tahsil işlerini meclis yapacaktı. Ancak birçok yerde bu meclislere vücûh-ı memleket adı altında, eski ayanlar egemen olmuşlardı. Menfaat kaybına uğrayan bu kesimler, reformların başarısız olması için çalışırken özellikle halkı kışkırttılar. Çıkarları zedelenen bu zümreler, Mustafa Reşid Paşa ve reformları aleyhine çalıştılar. Özellikle vergi temelli isyanlar, Anadolu ve Rumeli’nin çeşitli bölgelerinde ortaya çıktı. Anadolu’da Burdur, Ayaş, Yalvaç, Denizli, Yozgat, Akdağ vb. yerlerde önemli direnişler meydana geldi. Anadolu’da merkezî otorite daha güçlü olduğu için bu isyanlar büyümeden bastırılabildi. Rumeli’deki isyanlar ise vergi gerekçeleriyle başlamış olmasına rağmen kısa sürede ve kolaylıkla milliyetçi direnişlere dönüşmüştür. Bunlar arasında 1841 Niş İsyanı ile 1850 Vidin İsyanı sayılabilir. Uluslararası ilşkiler çerçevesinde Mısır Meselesi ve Boğazlar Sözleşmesi’ni açıklamak Mısır Meselesi, bir isyan olarak ortaya çıkmışsa da beş büyük Avrupa devletinin müdahalesiyle bir Avrupa sorununa dönüştü. Mehmed Ali Paşa, sadece Mısır Valiliği’ni oğullarına bırakabildiği bir veraset fermanıyla yetinmek zorunda kaldı. Rusya, Hünkar İskelesi Antlaşması ile Osmanlı üzerinde bir himaye kurmayı başardıysa da, bu himaye süreci kısa sürede etkisiz hale geldi. İngiltere Doğu Akdeniz’in ve Hindistan’ın güvenliğini tehdit edebilecek Fransız etkisi altındaki Mehmed Ali Paşa’nın büyük bir devlet kurmasını önlediği gibi Rusya’nın boğazlara yönelik girişimlerini de boşa çıkardı. Fransa, Mehmed Ali’yi destekleyerek Mısır’da gelişmiş olan Fransız nüfuzunu sürdürmek istedi. Ancak bir yandan da Osmanlı Devleti ile bozuşmamaya ve Osmanlı toprak bütünlüğünü Rusya’ya karşı korumaya çalıştı. Bu olayla Avrupa devletlerinin Osmanlı üzerindeki çıkarları iyice ortaya çıkmıştı. Beş büyük devletin bu anlaşmazlığa müdahil olmalarının gerçek sebebi İstanbul ile Boğazlar’a yönelen tehlike idi. Çünkü Osmanlı Devleti’nin Boğazlar’ı kendisinin savunamayacağı ortaya çıkmıştı. 1841 Londra Boğazlar Sözleşmesi ile Osmanlı Devleti, Rus tehdidinden İngiltere ve Fransa ise Boğazların kapalılığı ilkesi sayesinde, Rusya’nın Akdeniz’e inme ihtimalinden kurtuluyordu. 1848 İhtilalleri ve Osmanlı Devleti’ne etkilerini tanımlamak 1848 İhtilalleri Osmanlı Devleti’ni iki şekilde etkiledi. Bunun ilki Mülteciler Meselesi’dir. Avrupa’da birçok ülkede olduğu gibi Macar milliyetçileri, Habsburg İmparatorluğu’ndan ayrılmak ve bağımsız olmak amacıyla Mart 1848’de harekete geçtiler. Rus Çarı, 200.000 kişilik bir orduyu Avusturya’nın yardımına gönderdi. İhtilal hareketi başarısız olduktan sonra Macar Mültecileri ve onlara yardım eden Leh Mültecileri, Osmanlı Devleti’ne gruplar halinde sığındılar. Avusturya ve Rusya, mültecilerin iadesi için baskıya başladı. Osmanlı açısından mültecilerin iade edilmesi, uluslararası saygınlığını zedeleyecekti. Osmanlı 1 2 3 4 168 Osmanlı Tarihi (1789-1876) Devleti, 22 Eylül 1849’da Fuad Efendi’yi, Olağanüstü Büyükelçi olarak Petersburg’a gönderdi. İngiltere ve Fransa, Osmanlı’nın yanında olduklarını açıkladılar. 16 Ekim 1849’da Çar I. Nicholas ile görüşen Fuad Efendi, Çarın tavrını yumuşattı. Osmanlı Devleti kararlı bir tavır sergiledi. Bu kararlılıkta Avrupa’da Osmanlı Devleti lehine oluşan hava da etkiliydi. Sorun daha da büyümeden çözüldü. 1848 İhtilalleri’nin Osmanlı Devleti’ne ikinci yansıması, Eâk-Boğdan (Memleketeyn) İsyanı şeklinde kendini gösterdi. Pek çok güçlük içindeki köylüler, 1848 İhtilalleri’nden etkilendiler. Bu şartlar altında çıkan Eâk-Boğdan İsyanı ile feodal ayrıcalıklar kaldırılarak bir anayasa ile 21 Haziran 1848’de Romanya’nın birliği ve bağımsızlığı ilan edildi. Rusya, 28 Haziran 1848’de Eâk-Boğdan’ın kuzeyini işgal etti. Mayıs 1849’da Rusya’nın, Macar İhtilali’ni bastırmaya giden ordusu, Eâk İsyanı’nı da kısa sürede bastırdı. Daha sonra Rusya, Bâbıâli’ye, Memleketeyn işlerini yeniden düzenlemek için bir anlaşma önerdi ve 1 Mayıs 1849’da Balta Limanı Sözleşmesi imzalandı. Bu antlaşma ile iki devlet arasındaki ilişkiler yeniden yumuşadı. Ancak Rusya’nın EâkBoğdan’a müdahalesi oradaki nüfuzunun artması ve Osmanlı nüfuzunun azalması sonucunu doğurdu. Kırım Savaşı’nın nedenleri ve sonuçlarını açıklamak 1841 Boğazlar Sözleşmesi, Rus planlarını bozmuştu. Bu yüzden Rusya, 1841’den itibaren geleneksel Osmanlı’yı parçalama siyasetine döndü. Planlarını uygulamak için fırsat aramaya koyuldu. Aradığı fırsatı Kudüs’deki Kutsal Yerler (Makâmât-ı Mübâreke) konusunda buldu. Anlaşmazlıkla ilgili olarak pek çok noktada Katolikler aleyhine ve Ortodokslar lehine kararlar alınmasına rağmen, Rusya tansiyonu tırmandırdı. Böylece Fransa ile Rusya arasında başlayan rekabette, hiçbir çıkarı olmamasına rağmen, sıkıntıya düşen Osmanlı Devleti oldu. Gerçekte ise Rusya, bu sorunu Osmanlı’yı parçalamak için bir bahane olarak kullanıyordu. Nitekim Çar I. Nicholas, Kutsal Yerler Meselesi’nin Rusya yararına çözüme kavuşturulmasına karşın Prens Menchikov’u olağanüstü elçi olarak İstanbul’a gönderdi ve kabul edilemez isteklerde bulundu. Osmanlı Hükümeti, Rus taleplerini reddetti. 22 Haziran 1853’te Rus askerleri savaş ilan etmeksizin Prut nehrini aşarak Osmanlı topraklarına girdiler. Bunun sonucunda Bâbıâli de 4 Ekim 1853’te savaş ilân etti. Nisan 1854’te İngiltere ve Fransa da Osmanlı Devleti yanında savaşa girdi. Müttefikler, 10 Eylül 1855’te Sivastopol’ü ele geçirince Rusya ateşkes istemek zorunda kaldı. Kırım Savaşı’nı sonuçlandırmak ve barış antlaşmasını hazırlamak üzere Paris Kongresi 25 Şubat 1856’da toplandı. İmzalanan Paris Antlaşması’nda Osmanlı Devleti, bir Avrupa devleti sayılmıştı. Buna karşın Balkanlarda bulunan Osmanlı’ya bağlı özerk yönetimler, Avrupa devletlerinin kefaleti altına girdi. Paris Antlaşması’nda Islahât Fermanı’nın da yer alması, Osmanlı Devleti’nin içişlerine müdahalenin yeni bir yolunu açtı. Osmanlı Devleti, ilk defa ya bancı devletlerden borç aldı. Böylece yabancıların mali kontrolü de başladı. Rusya’nın, Karadeniz’deki donanma ve tersanelerinin yok edilmesi, İngiliz sömürgeleri ve Yakındoğu ticareti için Rus tehlikesini, bir süre için de olsa önledi. Fransa da Rusya’nın kendi nüfuz alanlarına göz diktiğini gördüğünden savaşa girmişti. Paris Antlaşması bu tehlikeyi önlediği için durumdan memnundu. Ayrıca Piyemonte, Kırım Savaşı’na katılarak İtalyan birliği sorununu Paris Kongresi’nde Avrupa gündemine eklemeyi başardı. Böylece, Avrupa’da yeni bir siyasi denge kurulmuş oldu. 5 6. Ünite - Osmanlı Reorganizasyonu: Tanzimat Devri 1839-1856 169 Kendimizi Sınayalım 1. Feodal ekonomik düzen, işbirliği ilkesine ve rekabeti önleyici yasalara dayanmaktaydı. Kapitalizmin yükselişiyle bu ortaçağ ilkeleri, yerlerini her geçen gün ……………ilkesine bıraktılar. Aşağıdakilerden hangisi yukarıdaki cümleyi doğru şekilde tamamlar? a. Bireysel girişimcilik b. Üretim artışı c. Kontrol ve denetim d. Kalite arayışı e. Ticaretin sınırlandırılması 2. Tanzimat Dönemi, batılılaşma tarihimizde kendisinden yaklaşık bir asır önce başlayan sürecin devamı olmakla birlikte öncekilerden temel karakteri bakımından farklıdır. Aşağıdakilerden hangisi, Tanzimat hareketinin bu temel özelliğini göstermektedir? a. Milliyetçiliği destekler bir karakteri olması b. Hukuk devleti olma ve bireyin haklarını dikkate alması c. Batı Avrupa’nın sadece tekniğini alması d. İslâm dünyasının dışındaki kültürleri, küçük görmesi e. Batılılara hoş görünme arzusu 3. Aşağıdakilerden hangisi Mısır Meselesi ve Boğazlar Rejimi’ni ilgilendiren gelişmeler arasında yer almaz? a. Hünkar İskelesi b. Nizip Savaşı c. 1841 Boğazlar Sözleşmesi d. İngilizlerin, Lübnan’a asker çıkarması e. Bükreş Antlaşması 4. Tanzimat Fermanı’nın öngördüğü amaçlardan birisi de vergi adaletiydi. Fermanın öngördüğü vergi prensiplerinin uyguIanması sırasında, Anadolu’da ortaya çıkan isyan hareketleri ile ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır? a. Vergi temelli isyanlardır. b. İsyanlar fazla büyümeden bastırılmıştır. c. Çıkarları zedelenen zümrelerce kışkırtıltır. d. Milliyetçi boyutları bulunur. e. Bu isyanların uluslararası boyutu bulunmaz. 5. 1841 Niş İsyanı için aşağıdakilerden hangisi söylenemez? a. Kosova’dan bir Arnavut askeri kuvveti asiler üzerine yollandı b. Rusya, müdahalede gecikmeyerek Bâbıâli’ye durumu protesto eden bir nota verdi c. Asilerin reisi Kocabaşı Miliyo, çarpışmalarda öldürüldü d. İsyancılar, Sırbistan’a sığınıyor ve korunuyorlardı e. Niş bölgesine gönderilen bir Rus memurun, reaya arasında soruşturmada bulunmasına izin verildi 6. Mülteciler Meselesi’nin ortaya çıkması üzerine Bâbıâli, özel memuriyetle Bükreş’e Âmedi-i Divân-ı Hümâyun ……………’yi gönderdi. Aşağıdakilerden hangisi yukarıdaki cümleyi doğru şekilde tamamlar? a. Fuad Efendi b. Âli Efendi (Paşa) c. Mustafa Reşid Paşa d. Ömer Lütfi Paşa e. Akif Efendi 7. Avrupalı beş devletin İstanbul elçileri, 27 Temmuz 1839’da Bâbıâli’ye verdikleri ortak bir notada, Mısır Meselesi’nde mutabık kaldıklarını bildirerek Osmanlı Devleti’nin kendilerinin desteği olmaksızın nihai bir karar almamasını istediler. Ancak Avrupa devletleri sorununun çözümü noktasında farklı görüşlere sahiptiler. İngiltere’nin Mısır Meselesi’nde görüş ayrılığına düştüğü devlet aşağıdakilerden hangisidir? a. Rusya b. Fransa c. Osmanlı d. Avusturya e. Prusya 8. Kırım Savaşı’nın doğmasına neden olan Kutsal Yerler (Makâmat-ı Mübâreke) aşağıdaki şehirlerlerden hangisinde yer almaktadır? a. Beyrut b. Kahire c. Şam d. Kudüs e. Halep 170 Osmanlı Tarihi (1789-1876) Yaşamın İçinden 9. 30 Kasım 1853’te ani bir baskınla Rus gemilerince Osmanlı filosunun yok edildiği liman aşağıdakilerden hangisidir? a. Trabzon b. Navarin c. Sinop d. İskenderun e. Samsun 10. Aşağıdaki antlaşmalardan hangisinde Osmanlı Devleti’nin bir Avrupa devleti sayılması ve Avrupa devletler hukukundan yararlanması kayıt altına alınmıştır? a. Bükreş Antlaşması b. Edirne Antlaşması c. Yaş Antlaşması d. Londra Antlaşması e. Paris Antlaşması “Ülkesi ile Osmanlı Devleti arasında devamlı mesele çıkarmasıyla tanınan General İgnatief görevinin gereği dışarıya sık sık yaptığı seyahatlerden her dönüşünde, tanıdıklarına getirdiği hediyelerle de ün kazanmıştı. Yine böyle bir yolculuğa çıkarken, Hariciye Nazırı Keçeçizade Fuad Paşa’ya veda ziyaretine geldiğinde: Rusya’dan bir isteğiniz var mı? Size oradan ne getireyim Paşa Hazretleri, der. Balkan slavlığı, Ortodoks kilisesi, Osmanlı azınlıklarını tahrik, sınır anlaşmazlıkları gibi konularda İgnatief ’in kışkırtmalarından bîzâr olan Fuad Paşa, sükûnet ve ciddiyetle: Rusya’dan bana yeni bir mesele getirmeyin, hiçbir şey istemem der.” Kaynak: Bayat, Ali Haydar. (1988). Hekim-Devlet Adamı Mehmed Fuat Paşa, İstanbul: Türk Dünyası Araştırması Vakfı Yayınları, s. 65. Okuma Parçası “Elektrikli telgraf, 19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu tarafından benimsenen başlıca teknolojik gelişmelerden biriydi. 1850’lerde geldi, batılılaşma sürecinde bir evre daha gerçekleşti. Etkisi Osmanlılar’ın hayatında pek çok şekilde hissedildi… Şans eseri, elektrikli telgraf ve buharlı tren Osmanlı İmparatorluğu’na neredeyse aynı anda girdi. Bir telgraf hattı, ilk defa 1855’te İstanbul’u Avrupa’ya bağladı… Osmanlı Devleti daha önce Semafor telgrafı denedi; Sultan II. Mahmut döneminde askerler Boğaziçi dolaylarında hızlı iletişim kurmak istedi. Rum ayaklanmasıyla çıkan 1828-1829 Rus Savaşı’nın ilk aylarında bir semafor denedi… Buna ‘‘bir tür telgraf ’’ deniyordu. Ama pek kullanışlı değildi… Elektrikli telgrafın Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk defa 1839’da Samuel Morse’un telgrafın çalışan bir modelini icadından dört yıl sonra, ortaya çıktığı görülmektedir… Başka bir Amerikalı Osmanlı İmparatorluğu’nda Jeolog olan Profesör J. Lawrence Smith Amerika’dan gönderilmek üzere iki telgraf aracı ısmarladı… Bebek’teki seminerinde (Boğaziçi’nde bir İstanbul Banliyösü) üç gün araçlarla deneme yaptı. Mesajları gönderip alabildiğinde… Araçları Beylerbeyi Sarayına (sonraki güzel taş yapıların ahşap atası) getirdi ve birini tahtın bulunduğu odaya diğerini uzak bir köşedeki odaya kurdu. Mesaj her iki yönde olmak üzere gönderildi. Sultan memnun kalmıştı… Sultan ayrıca Smith’e ne ödül verebileceğini sordu. Smith herhangi bir ödülün doğrudan mucit Morse’a gitmesi gerek- 6. Ünite - Osmanlı Reorganizasyonu: Tanzimat Devri 1839-1856 171 Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı tiğini söyledi. Sonuç olarak Amerika’ya, Morse’a ve bilgiye değer verilmesi gerektiğini, Sultanın elektrikli telgrafı gördüğünü ve Morse’un ‘‘yetenekli bir Amerikalı bilim adamı, Mesih, ulusunun önde gelen bir örneği olduğunu, başarılarının artmasını dilediğini’’ belirten bir imparatorluk sertifikasıyla birlikte elmastan yapılmış madalya gönderdi. Madalyadan memnuniyet duyan Morse, daha sonra sultana telgrafa benzeyen bir araç gönderdi. Abdülmecit, bunu Askeri Mühendislik Okulu’na verdi…” Kaynak: Davison, Roderic H. (2003). “Osmanlı İmparatorluğu’na Elektrikli Telgrafın Girişi”, Çev. D.M. Burak, Ankara: OTAM, S.14, s. 347-349. 1. a Yanıtınız yanlış ise “Avrupa’da Feodalite’nin Yıkılışı, Yükselen Değerler ve Burjuvazi” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 2. b Yanıtınız yanlış ise “Tanzimat Dönemi’ni Doğuran Nedenler” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 3. e Yanıtınız yanlış ise “Mısır Meselesi’nin II. Aşaması ve 1841 Boğazlar Sözleşmesi” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 4. d Yanıtınız yanlış ise “Tanzimat’ın Uygulanması ve Tepkiler” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 5. e Yanıtınız yanlış ise “1841 Niş İsyanı” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 6. a Yanıtınız yanlış ise “Mülteciler Meselesi” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 7. b Yanıtınız yanlış ise “Mısır Meselesi’nin II. Aşaması ve 1841 Boğazlar Sözleşmesi” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 8. d Yanıtınız yanlış ise “Kutsal Yerler Meselesi ” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 9. c Yanıtınız yanlış ise “Savaşın Başlaması” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 10. e Yanıtınız yanlış ise “Paris Barış Konferansı” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Sıra Sizde 1 19. yüzyılın ilk çeyreği itibariyle daha çok Avrupa merkezli kapitalist bir ekonomik düzen oluşmuştu. Sömürge, pazar, hammadde vb. kavramları etrafında şekillenen bu Avrupa merkezli kapitalist dünya, Osmanlı Devleti’ni kısmen ekonomik sistemine bağlamayı başarmıştı. Ancak Osmanlı Devleti’nin bu kapitalist dünyaya tam olarak bağlanma süreci Mısır Meselesi ile başladı. Mısır Meselesi’nin baskısı altındaki Osmanlı Devleti, 16 Ağustos 1838’de İngiltere ile Balta Limanı Ticaret Antlaşması’nı imzaladı. İngilizlere iç ticarette geniş ayrıcalıklar verildi. İngilizler, Osmanlılar üzerinde daha fazla iktisadi nüfuz kurdular. Bu anlaşma ile Osmanlı Devleti açık bir pazar hâline geldi. Bu ticaret antlaşmasının benzerleri aynı yıl içinde Fransa ile daha sonra 1840’ta İsveç, Norveç, İspanya, Hollanda, Belçika, 1841’de Danimarka, 1843’te Portekiz ile imzalandı. Tanzimat Fermanı batılılar açısından Osmanlı toprakları üzerinde serbest ticaretin koşulları için gereken idari, mali, hukuki vb. reformların yapılmasını sağlayan alt yapıyı oluşturdu. Bu nedenle Batı Avrupalı devletler, Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğü ve reformlardan yana tavır sergilediler. 172 Osmanlı Tarihi (1789-1876) Sıra Sizde 2 Tanzimatın amaçlarından birisi de vergi adaletiydi. İltizam kalktığından, bundan böyle, taşradaki voyvoda ve mültezimlerin işleri son bulmuştu. Şahıslar arasında verginin taksimi ve tahsili işini her yerde sancak meclisleri düzenleyecekti. Meclis-i Vâlâ’nın mali sahada yaptığı en radikal reform, iltizamın kaldırılması idi. Mültezim, voyvoda, sarraar ve onlara bağlı birçok kişiyi içeren geniş bir zümrenin, bir anda istismar ve kazanç kapıları kapanmıştı. Bunlar arasında taşrada iltizamları alan ve bu yolla zenginleşen birçok ayan ve ağa bulunmaktaydı. Öte yandan bu kişiler, servete göre vergi ödeme prensibi nedeniyle ödeyecekleri verginin arttığını, eskisi gibi angarya yoluyla ve çeşitli suistimallerle halktan aldıkları menfaatlerine son verildiğini görmüşlerdi. Gelir kaynaklarının sınırlandırılması gayrimüslim din adamlarını da reformlar aleyhine çevirmişti. Bir çok yerde meclislere vücûh-ı memleket adı altında eski ayanlar hakim olmuşlardı. Menfaat kaybına uğrayan kesimler reformların başarısız olması için çalışmaya ve bu arada özellikle halkı kışkırtmaya başladılar. Özellikle vergi temelli isyanlar Anadolu ve Rumeli’nin çeşitli bölgelerinde ortaya çıktı. Sıra Sizde 3 1841 Boğazlar Sözleşmesi ile Boğazlar uluslararası bir statü kazandı. 1841 tarihine kadar Osmanlı Devleti, Boğazlar üzerinde tam egemenliğe sahipti. 1841’e kadar yabancı savaş gemilerinin Karadeniz ve Çanakkale boğazlarından geçemeyeceğine dair eskiden beri uygulamakta olduğu bir yasak (kaide-i kadime) bulunmaktaydı. Fakat istediği zaman da bu kuraldan vazgeçebilirdi. 1841 Boğazlar Sözleşmesi ise bu durumu değiştiriyordu. Boğazlar rejimini tayin eden artık sadece Osmanlı Devleti değildi. Avrupa devletlerinin karşılıklı ve ortak taahhütleri de söz konusuydu. Yani Osmanlı Devleti, diğer devletlerin onaylarını almadan Boğazlar rejiminde bir değişiklik yapamayacaktı. Öte yandan Osmanlı Devleti, Boğazlar konusunda herhangi bir devletle ayrı bir anlaşma da yapamazdı. Yani, yeni bir Hünkar İskelesi Antlaşması artık söz konusu olamayacaktı. Hükümranlık hakkından feragat eden Osmanlı Devleti, 1841 Boğazlar Sözleşmesi ile Rusya vb. devletlerce kendisine yönelecek bir tehlikeyi önlemekteydi. Sıra Sizde 4 Öncelikle Fransa’da gerçekleşen 1848 İhtilalleri’nin etkisi kısa sürede İspanya, İtalya, İrlanda, Belçika, Hollanda, Avusturya ve Macaristan’da ayaklanmalar şeklinde kendini gösterdi. 1848 İhtilalleri, Osmanlı Devleti’ni iki şekilde etkiledi. Bunun ilki Mülteciler (Sığınmacılar) Meselesi ve kısmen ona bağlı olarak gelişen Eâk-Boğdan (Memleketeyn) İsyanı oldu. Bu iki sorun, Osmanlı-Rus ilişkileri bakımından yeni siyasi gerginliklere yol açtı. Sıra Sizde 5 Rusya, zaman zaman Avusturya’yı da yanına alarak Osmanlı Devleti’ni yıkma ve özellikle Boğazları ele geçirme arzularını, 1829 Edirne Antlaşması ve 1833 Hünkar İskelesi Antlaşması sonrası ertelemişti. Rusya’nın yeni politikası, Osmanlı Devleti’ni himayesi altında tutmaktı. Ancak bu politika uzun ömürlü olmadı. Nihayetinde 1841 Boğazlar Sözleşmesi imzalanmıştı. Bu gelişmelerle, Osmanlı Devleti ve Boğazlar hakkındaki Rus planları bozulmuştu. Bu yüzden Rusya,1841’den itibaren geleneksel Osmanlı’yı parçalama siyasetine geri döndü. Nitekim 1844 ve 1853’te Çar I. Nicholas, İngiltere’ye hasta adam tabiriyle Osmanlı Devleti’ni paylaşma teklieri yapmıştı. Teklierin reddedilmesiyle Rusya fırsat aramaya koyuldu. Rusya’nın aradığı fırsatı Fransa verdi. Hristiyanlarca Kudüs ve çevresindeki kilise, kabristan gibi bazı yerler kutsal sayılmaktaydı. Buralara hizmet etmek ise Hristiyanlar için şerei. Bundan dolayı Hristiyan mezhepleri, bu hizmetler için rekabet halindeydiler. Fransa, Katoliklerin ve Rusya Ortodoksların koruyucusu olma iddiasıyla konuyu siyasi çıkar ve rekabetleri için kullanmaya başladı. Gerçekte ise Rusya bu sorunu Osmanlıyı parçalamak için bir bahane olarak kullanıyordu. Nitekim Çar I. Nicholas, Rusya lehine çözüme kavuşturulmuş olan Kutsal Yerler işi yatışmaya yüz tuttuğu sırada olağanüstü elçisi Menchikov vasıtasıyla 19 Mart 1853 günü kabul edilemez isteklerde bulundu. Osmanlı Devleti’nin bütününü himaye altına almak istiyordu. 1853 Nisan’ında İngiliz, Fransız elçileri ile Menchikov, Kutsal Yerler Meselesi’ni görüştüler. Konu üç tarafı da memnun edecek şekilde sonuçlandırıldı. Ancak Rusya’nın niyeti anlaşmak değildi. Menchikov, 21 Mayıs 1853 günü İstanbul’dan ayrıldı. Böylece Rusya, Osmanlı Devleti üzerindeki emellerini gerçekleştirmek amacıyla yeni bir savaşı kaçınılmaz hâle getirmiş oldu. Sıra Sizde 6 Osmanlı İmparatorluğu’nun Paris Konferansı’ndan bir Avrupa devleti sayılması, Avrupa hukukuna dahil edilmesi ve toprak bütünlüğünün garanti altına alınması gibi bazı hususlar dışında pek kârlı çıktığı söylenenemez. Nitekim Osmanlı Devleti kazanan bir devlet olarak, Paris Kongre’sine katılmasına rağmen antlaşmanın Karadeniz ile ilgili maddeleri sadece yenik devlet Rusya’ya değil, aynı zamanda kendisine de uygulanmıştır. Bu bakımdan Karadeniz, Osmanlı savaş gemilerine de kapandığı gibi Osmanlı Devleti tersane ve benzeri askeri tesisleri inşa edemeyecekti. Paris Antlaşması’yla Rusya tehdidi önlenip, sınırlandırılırken Osmanlı’nın egemenlik hakları da sınırlandırılmıştı. 6. Ünite - Osmanlı Reorganizasyonu: Tanzimat Devri 1839-1856 173 Yararlanılan ve Başvurulabilecek Kaynaklar Akyılmaz, Gül. (2015). Siyasi Tarih, Ankara: Seçkin Yayıncılık. Armaoğlu, F. (1964). Siyasi Tarih 1789-1960, Ankara: Sevinç Matbaası. Armaoğlu, F. (1991). 20.Yüzyıl Siyasi Tarihi (1914-1990), Ankara: Türkiye İş Bankası Yayınları. Armaoğlu, F. (1997). 19. Yüzyıl Siyasi Tarihi (1789-1914), Ankara: TTK Yayınları. Bingöl, Sedat. (2004). Tanzimat Devrinde Osmanlı’da Yargı Reformu (Nizâmiye Mahkemeleri’nin Kuruluşu ve İşleyişi 1840-1876), Eskişehir: Anadolu Üni. Yay. Buzpınar, Ş.Tufan. (2003). “Lübnan”, DİA, Ankara: c. 27. Çadırcı, M. (1985). “Osmanlı İmparatorluğu’nda Eyâlet ve Sancaklarda Meclislerin Oluşturulması (1840-1864)”, Ord.Prof. Dr. Y.H. Bayur’a Armağan, Ankara: TTK Yayınları. Çakır, Coşkun. (2004). “Türk Aydınının Tanzimat’la İmtihanı:Tanzimat ve Tanzimat Dönemi Siyasî Tarihi Üzerine Yapılan Çalışmalar”, (TALİD) Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, c. 2, S. 1. Çavdar, Tevfik. (1970). Osmanlıların Yarı-sömürge Oluşu, İstanbul: Ant Yayınları. Davison, R. H. (1997). Osmanlı İmparatorluğu’nda Reform, çev. O. Akınhay, c. I, İstanbul: Papirüs Yayınları. Esmer, A.Ş. (1944). Siyasi Tarih, İstanbul: Maarif Matbaası. Gümüş, Musa. (2010). “1848 Mülteciler Meselesi Örneğinde 19. yüzyıl Türk Diplomasisi”, History Studies, Volume 2/2. İnalcık, H. (1996) “Tanzimatın Uygulanması ve Sosyal Tepkileri”, Osmanlı İmparatorluğu Toplum ve Ekonomi, İstanbul: Eren Yayınları. Karal, E. Z.(1988). Osmanlı Tarihi, c. V, Ankara: TTK Yayınları. Kaynar, R. (1985). Mustafa Reşit Paşa ve Tanzimat, Ankara: TTK Yayınları. Kepeci, Kamil. (1952). Tarih Lûgati, Tan Matbaası. Mumcu, A. (1994). “Hukukçu Gözüyle Mustafa Reşid Paşa ve Tanzimat”, Mustafa Reşid Paşa ve Dönemi Semineri Bildirileri 13-14 Mart 1985, Ankara: TTK Yayınları. Musulin J. (1983). Hürriyet Bildirgeleri, çev. Necmi Zeka, İstanbul: Belge Yayınları. Nazır, Bayram. (2007). Osmanlıya Sığınanlar, İstanbul: Yeditepe Yayınları. Ortaylı, İ. (1995). İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, İstanbul: Hil Yayınları. Saydam, A. (1997). “Osmanlıların Siyasi İlticalara Bakışı Ya da 1849 Macar-Leh Mültecileri Meselesi”, Belleten, c. LXI, S. 231. Shaw S.J. – Shaw E.K. (1994). Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, c. II, çev. M. Harmancı, İstanbul: E Yayınları. Taner, T.(1940). “Tanzimat Devrinde Ceza Hukuku” ,Tanzimat I, İstanbul: Maarif Vekaleti. Taşpınar, İsmail. (2003). “Mârûnîler”, DİA, Ankara ; c. 28. Tural, Erkan. (2005). “Minyatür Bir Tanzimat Ülkesi: Lübnan ve 1861 Lübnan Vilayet Nizamnamesi”, Çağdaş Yerel Yönetimler, c. 14, S. 2. Uçarol, Rıfat. (2000). Siyasi Tarih (1789-1999), İstanbul: Filiz Kitabevi. Uzun, Ahmet. (2002). Tanzimat ve Sosyal Direnişler (Niş İsyanı Üzerine Ayrıntılı Bir İnceleme 1841), İstanbul: Eren Yayınları. Üçok, C. (1980). Siyasal Tarih (1789-1960), Ankara: Ankara Üni. Hukuk Fak. Yay. Üçyiğit, E. (1994). “Akdeniz Medeniyetleri Tarihinde Tanzimat”, Tanzimatın 150. Yıldönümü Uluslararası Sempozyumu (1989), Ankara: TTK Yayınları. Velidedoğlu, H.V. (1940). “Kanunlaştırma Hareketleri ve Tanzimat”, Tanzimat I, İstanbul: Maarif Vekâleti. Wallerstein, I. – Decdeli, H. - Kasaba, R. (1983). “Osmanlı İmparatorluğu’nun Dünya Ekonomisiyle Bütünleşme Süreci”, Toplum Bilim, S. 23. Yalçınkaya, M. A.- Yılmazçelik, İ. (2012). “Yeniden Yapılanma”, (Ed. Tufan Gündüz) Osmanlı Tarihi El Kitabı, Ankara: Grafiker Yayınları. Yüksel, Mehmet. (2007). “İnsan Haklarının Sosyo-Tarihsel Temelleri”, İnsan Hakları Yıllığı, TODAİE Yay., c. 25. 7 Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; Islahat Fermanı sürecinde dünyada değişen siyasi ve ekonomik koşulların Osmanlı Devleti’ne yansıma biçimlerini değerlendirebilecek, Islahat Fermanı’nın içerik ve niteliğini tanımlayabilecek, Ferman sonrasında meydana gelen iç ve dış gelişmeleri açıklayabilecek, Osmanlı taşra idaresinin yeniden yapılandırılma çabalarını ifade edebilecek, İtalyan ve Alman birliklerinin kurulmasının daha sonraki siyasi ve ekonomik gelişmelere olan etkisini değerlendirebilecek bilgi ve becerilere sahip olacaksınız. Anahtar Kavramlar • Buhranlar • Dış Müdahaleler • Islahatlar • Islahat Fermanı • Vilayet Nizamnamesi • Eflak-Boğdan • Abdülaziz • Yeni Osmanlılar • İtalyan ve Alman Birlikleri İçindekiler Osmanlı Tarihi (1789-1876) Buhranlar, Islahatlar ve Dış Müdahaleler Dönemi (1856-1871) • GİRİŞ • ISLAHAT FERMANI ÖNCESİ BUHRANLAR, DIŞ MÜDAHALELER VE ISLAHATLARA TOPLU BİR BAKIŞ • ISLAHAT FERMANI VE İÇERİĞİ • ISLAHAT FERMANI SONRASINDAKİ GELİŞMELER OSMANLI TARİHİ (1789-1876) GİRİŞ Bu ünitemizde, ağırlıklı olarak Tanzimat Devri’nin II. Dönemi olan 1856 yılından sonraki olaylar ele alınacaktır. Islahat Fermanı’nın ilan edildiği süreçteki buhranlar, ıslahatlar ve dış müdahalelerin niteliğini anlayabilmek için, sözü edilen dönem öncesini kapsayan toplu bir hatırlatma yapmak faydalı olacaktır. Farklı görüşler olmakla birlikte, dünyada değişen ekonomik ve siyasi koşulların Osmanlı Devleti’ni XVIII. yüzyılın son çeyreğinden itibaren daha ciddi bir biçimde etkilemeye başladığına dair genel bir kabul vardır. Sözü edilen zaman diliminden, neredeyse devletin sona erdiği XX. yüzyılın ilk çeyreğine kadar olan dönemi, Sanayi Devrimi’nin hız verdiği sömürgecilik yarışı, Fransız İhtilali’nin yol açtığı millî isyanlar, Rusya’nın başı çektiği büyük devletlerin Osmanlı tebaası olan gayrimüslimler üzerinden yürüttükleri ülkeyi parçalama gayretleri ile Osmanlı yöneticilerinin gerek devletin kendi bünyesinden kaynaklanan sorunları ve gerekse sözü edilen dış müdahaleleri kendi lehlerine çevirme konusunda sarf ettikleri çabalar çerçevesinde değerlendirmek yanlış olmaz. ISLAHAT FERMANI ÖNCESİ BUHRANLAR, DIŞ MÜDAHALELER VE ISLAHATLARA TOPLU BİR BAKIŞ 1768 yılında başlayan Osmanlı-Rus Savaşı ve ardından imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması (1774) sözü edilen gelişmelerin özeti olma niteliğini taşır ki Antlaşma ile Rusya, Tatarlarla meskûn olan Kırım’ı ilhak yolunda önemli bir adım atmış, Kaasya nüfuz sahasındaki etkisini genişletmiş, Osmanlı Devleti’ndeki Ortodoksları himaye ile Fransız tüccarının yararlandığı haklardan istifade hakkı elde etmişti. Rusya’nın ilhakından sonra (1783) Kırım’ı geri almak için başlatılan savaş sürecinde (1787) patlayan Fransız İhtilali, Osmanlı Devleti’ni ağır bir hezimetten alıkoymuş, Avusturya ile Ziştovi (1791), Rusya ile Yaş (1792) Antlaşmaları yapılmıştı. Anlaşmaların ardından Dağlılar olarak bilinen bir isyan zinciri ve Pazvandoğlu isyanıyla uğraşılmak zorunda kalınmıştı. Aynı tarihlerde Fransa’nın yeni sömürgeler elde etmek amacıyla Mısır’ı işgal etmesiyle yüzleşilmiş (Temmuz 1798), 1804’te Sırp isyanı patlak vermiş ve Mekke, Medine gibi kutsal şehirleri ele geçirerek katliam ve talanlara girişen Vehhabilere karşı mücadele edilmişti (1806). Eak ve Boğdan’ı işgal eden Rusya’ya savaş ilan edilmesi (1806), savaş devam ederken çıkan Kabakçı İsyanı (Mayıs 1807), III. Selim’in tahttan indirilmesi, yaklaşık bir yıl sonra ordusu ile İstanbul’a gelen Rumeli âyânlarından Alemdar Mustafa Paşa’nın III. Selim’in öldürülmesi nedeniyle (28 Temmuz 1808) II. Mahmut’u tahta çıkarıp kendini sadrazam ilan ettirmesi; âyânların merkezdeki ve taşradaki etkinliklerini sürdürmek konusundaki Buhranlar, Islahatlar ve Dış Müdahaleler Dönemi (1856-1871) 176 Osmanlı Tarihi (1789-1876) potansiyellerini Sened-i İttifak’la (Ekim 1808) hukuki bir zemine taşımak istemeleri; arkasından Yeniçerilerin tekrar isyan ederek sadrazamı öldürmeleri (Kasım 1808), dönemin hayati öneme sahip başlıca hadiselerindendi. Rusya ile yapılan savaş sonrasında imzalanan Bükreş Antlaşması’yla (1812) Sırbistan ve Eak-Boğdan’ın özerk bir yapıya kavuşmasının kapısı aralandığı gibi, Kaasya’daki Rus hâkimiyeti daha da pekiştirilmişti. Aynı sürecin bir devamı olarak 1820’lerde Tepedelenli Ali Paşa’nın merkezden bağımsızlaşma eğilimlerini takip eden isyanı ve öldürülmesi, 1821 yılında başlayan Yunan isyanına Rusya dışında Fransa ve İngiltere’nin de destek vermesi, özellikle Ekim 1827’de Navarin baskını ile Osmanlı-Mısır donanmasının yakılması kayda değer olaylardandı. Haziran 1826’da Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması ile ordusundan, Navarin’le donanmasından mahrum kalan devlet, çok geçmeden yenilgiyle sonuçlanacak 1828-29 OsmanlıRus Savaşı’na başlayacaktı. Savaş sürecinde ve sonrasında büyük devletlerin artık gayrimüslimlerin çoğunlukta yaşadığı toprak parçalarındaki halkı değil, özellikle Rumeli ve Anadolu’da Müslümanlarla birlikte yaşayan Bulgar, Rum ve Ermenileri ayrıştırmak konusunda çaba sarf edecekleri anlaşılmıştı. İlerleyen zamanlarda devletin ayakta kalmak ve kendini yenilemek dışında, Müslümanlarla gayrimüslimleri bir arada tutmak ya da Osmanlı Devleti’nden yana bir hukuki zemin oluşturmak konusunda birtakım girişimlerde bulunması zaruri görünüyordu. Osmanlıdan koparılması planlanan topraklar konusunda üst basamağa çıkanın dayanışma içinde yerini bir sonrakine bıraktığı bir tür merdiven siyaseti uygulayan Rusya, bağımsızlık basamağının en tepesine Yunanistan’ı, sonra sırasıyla Sırbistan, Eak-Boğdan, Karadağ ve Bulgaristan’ı yerleştirmişti. Edirne Antlaşması’yla (Eylül 1829) Yunanistan’ın bağımsızlığını sağlayan Rusya, Akkerman Antlaşması’yla (Ekim 1826) dayattığı Sırpların dahili serbestiyetini Edirne Antlaşması ile uluslar arası zemine taşımış; Eak-Boğdan Beylerinin artık yerli boyarlardan seçilmesini temin ettikten sonra, dahili serbestiyeti konusunda da kayda değer bir mesafe kat etmişti. Hemen aynı tarihlerde Balkanlarda yaşanan ayrışmanın emareleri Garb Ocakları olarak bilinen Kuzey Afrika’daki Cezayir, Tunus ve Trablus beyliklerinde de görülmeye başlanmıştı. Balkanlarda Rusya’nın dinî gerekçeler ileri sürerek yapmaya çalıştığını, ekonomik ve siyasi gerekçelerle Afrika’da Fransa yapmaya başlamış, ıslahatlarına yardım ettiği gerekçesiyle yerleştiği Mısır’dan sonra, 1830 yılı ilkbaharında Cezayir’i işgal etmişti. Yunan bağımsızlığı ve Cezayir’in işgal edilmesinin etkileri henüz sıcakken, bu kez de Aralık 1832’de Mehmet Ali Paşa (Mısır Valiliği 1805-1848) kuvvetlerinin Osmanlı ordusunu yenerek Kütahya’ya kadar ilerlemesi hadisesiyle karşılaşılmıştı. Mısır’daki hâkimiyetini pekiştirdikten sonra askerlik, ticaret, sanayi, eğitim, matbaa ve tarımsal alanda önemli başarılara imza atan Mehmet Ali Paşa, Mısır dışında Hicaz ve Sudan’ın fiili yöneticisi durumuna gelmeye başladığından, oğlu İbrahim Paşa’nın kuvvetlerinin zafer kazandığı dönemde artık taşradaki bir vali değil de hesaba katılması gereken yeni bir devlet görüntüsü vermeye başlamıştı. Hezimet sonrası Mısır kuvvetlerini durdurmak için daha beş yıl önce cihat ilan edilen Rusya’nın askerî yardımı talep edilmek zorunda kalınınca, bu sefer de Boğazlar tehlikeye girmişti. Boğazların Rusya’nın kontrolüne geçme ihtimali ve dengeleri bozmaya aday güçlü bir Mısır’ın belirgin hâle gelmesiyle İngiltere Osmanlı yanlısı politikaya dönüş yapmış, ancak bu desteğine karşılık olarak 1838’de hükümleri Mısır’da da geçerli olacak olan Balta Limanı Ticaret Sözleşmesi’ni dayatmıştı. Osmanlı güçlerinin kesin yenilgisiyle sonuçlanan Nizip Savaşı (Haziran 1839) sonrasında Mısır’a dönük ticari baskılarını arttıran İngiltere, bu savaşta verdiği destek karşılığında tüm Osmanlı ülkesini pazar hâline getirirken; Mısır’ı da tek ticari ve ekonomik işlevi Avrupa sanayisi için hammadde tedarik etmek olan bir eyalet statüsüne indirgemişti. 7. Ünite - Buhranlar, Islahatlar ve Dış Müdahaleler Dönemi (1856-1871) 177 Süreç içinde birçok ülke İngiltere’nin elde ettiği imtiyazlardan istifade etmiş, siyaseten parçalanma tehlikesiyle karşı karşıya olan ülke bu kez de yarı sömürge olma yoluna girmişti. Abdülmecid’in tahta geçtiği ilk yıllarda Mısır Meselesi’nin ikinci saası yaşanacak, Şubat 1841’de Osmanlı yönetimi Mısır’da babadan oğla geçen bir yönetim kurulmasını fiilen kabul etmek zorunda kalacaktı. Aynı süreçte Mısır Meselesi’nin ilk aşamasında Rusya’nın kendi lehine düzenlediği boğazlar hukuku, büyük devletlerin zorlaması ile eski statüye dönecekti. Yani, barış zamanlarında Karadeniz ve Çanakkale Boğazlarından savaş gemisi geçemeyecekti. Tanzimat’ın yeni vergi düzenini istemeyen grupların halkı kışkırtmasıyla çıkan Niş İsyanı, Sırbistan’ın da desteklemesiyle kontrolden çıkacak, birçok köy yakılıp yıkılacak, Balkanlarda asayişsizliğin hâkim olduğu bir dönem yaşanacaktı. Avrupa İhtilalleri ve Macar Mültecileri Meselesi’nde Osmanlı ve Rusya bir kez daha karşı karşıya gelecek, Mayıs 1849’da Eak-Boğdan Meselesi’nin ele alındığı Balta Limanı Sözleşmesi imzalanacaktı. Toprak ve vergi meseleleri yüzünden çıkan Vidin İsyanı’nda da (1850) Rusya, olayları körüklemekten geri durmayacaktı. 1853’teki Karadağ İsyanı’nda aynı şey tekrar edecekti. Macar Mültecileri Meselesi’nde iyice gün yüzüne çıkan Rusya ve Fransa rekabeti, Kırım Savaşı’nın sebebini oluşturan Kutsal Yerler Meselesi’nde kendini göstermekte gecikmeyecek, Osmanlı Avrupa ilişkileri yeni bir saaya girecekti. Yukarıda kısaca hatırlatılan siyasi gelişmeler karşısında Osmanlı yöneticilerinin devleti daha güçlü hâle getirmek için ne tür ıslahatlar yaptıklarına da kısaca bakmak faydalı olabilir. Fransız İhtilali arifesinde (Temmuz 1789) ve Avrupa’nın bilim, teknoloji, eğitim, basın-yayın, laiklik ve haklar alanında önemli gelişmeler gösterdiği bir dönemde padişah olan III. Selim (1789-1807), özellikle XVIII. yüzyıldan itibaren tımar sisteminin bozulmasından kaynaklanan askerî, zirai, mali ve idari çöküntülerle yüzleşmek durumunda kalmıştı. Bir zamanlar büyük başarılara imza atan askeri sistemi besleyen beşeri ve mali olanaklar ortadan kalkmış; Yeniçeri Ocağı başta olmak üzere birçok askeri yapı ve örgütlenme dejenere olmuştu. Devletin uzun yıllar ayakta durmasını sağlayan seyfiye, kalemiye ve ilmiye sınıarındaki yozlaşma aşama aşama toplumun diğer katmanlarını da etkilemişti. Mali duruma çeki düzen vermeye çalışan merkezi yönetim hazineyi güçlendirmek için vergi kaynaklarının devletleştirilmesi konusunda birtakım çözümler üretmeye çalışsa da başarı kazanamamış, üstelik bu çabalar taşradaki devlet otoritesini zaafa uğratan âyân ve eşrafın daha da güçlenmesine yol açmıştı. Sanayi Devrimi ve Fransız İhtilali dahili sorunları daha da ağırlaştırmış olmakla birlikte, ihtilal Fransa’sının yayılmacılık politikaları Osmanlı Devleti’nin zor kullanılarak parçalanması planının bir süre rafa kaldırılmasına neden olmuş ve bu durum III. Selim’e bazı yenilikler yapmak konusunda beklediği fırsatı vermişti. Bu çerçevede III. Selim, Avusturya ile yapılan barışın (1791) hemen ardından dönemin belli başlı devlet adamlarından ülke sorunları ve çözüm yollarına dair raporlar istemiş, ıslahat erkânı denilebilecek bir grubun desteğinin alınmasından sonra, Nizam-ı Cedit adı verilen bir dizi ıslahata teşebbüs etmişti. Nizam-ı Cedit adını taşıyan yeni ordunun kurulmasından sonra Osmanlının önemli askeri kurumlarından olan topçu ocağının düzenlemesine özel bir önem verilerek; humbaracı, lağımcı ve arabacı sınıarı da yeniden yapılandırılmış, bu kurumlarda görev yapmak üzere Fransa, İngiltere ve İsveç’ten mühendis ve uzmanlar davet edilmiş, Mühendishane-i Berrî-i Hümayun kurulmuştu. Donanmanın güçlendirilmesi çalışmalarına hız verilmiş, Osmanlı tebaası altında ticaret yapılması teşvik edilerek, Avrupa Tüccarı uygulaması getirilmişti. Ekonominin güçlendirilmesi, nakit para temini ve istikrarın sağlanması konusunda birçok çaba sarf edilmiş, yenilikleri finanse etmek için çoklu hazine sistemine geçilmiş, birtakım vergi kalemleri ile mali değeri yüksek mukataaların gelirleri bu yeni hazinelere 178 Osmanlı Tarihi (1789-1876) bağlanmıştı. Hemen aynı tarihlerde Viyana, Paris ve Londra başta olmak üzere Avrupa’nın belli başlı başkentlerine ilk defa daimi elçiler gönderilmişti. III. Selim’den sonra padişah olan II. Mahmut, tahtta kaldığı süre boyunca ıslahat çabalarını takip etmek dışında, askerlik mesleğiyle ilgisi kalmamış olan Yeniçerilerin ortadan kaldırılması, âyânların taşradaki etkinliklerinin kırılması ve ulemanın desteğinin alınarak yenilikçi bir kadro oluşturulması gibi konularda özel bir çaba harcamıştı. Yeniçeri Ocağı’nın kanlı bir biçimde ortadan kaldırılması ile (Haziran 1826) yerine Asakir-i Mansûre-i Muhammediye isimli bir ordu kurulmuş, gerek bu ordunun, gerek Tophane başta olmak üzere diğer teknik birimlerin yeniden yapılandırılması konusunda yabancı uzman getirtilmesi de dâhil önemli çabalar sarf edilmiş ve yeni ordunun nitelikli subay ihtiyacı için Harbiye Mektebi faaliyete geçirilmişti. 1834 yılından itibaren Anadolu ve Rumeli’de ordu ve vilayet müşirleri emrinde Redif teşkilatı kurulmuş, böylece hem merkezde hem taşrada yeniçeri ve tımarlı sipahilerin fonksiyonlarını üstlenecek yeni bir askerî teşkilat organize edilmişti. Yeni ordunun yurt genelindeki etkinliğini arttırmasıyla paralel bir biçimde, büyük âyânların tasfiyesi yönünde kayda değer adımlar atılmıştı. Hemen aynı süreçte valilerin kapılarında asker beslemeleri ve mali alandaki inisiyatiflerine de müdahale edilmiş; valilerin yetkilerinin azaltılması ve maaşlı devlet görevlileri hâline getirilmeleri yönünde çabalara girişilmişti. Diplomasi alanında III. Selim döneminde başlatılan daimi elçilikler uygulaması ile Reisü’l-küttablığın etkinliğinin arttırılması çabaları devam etmiş; Hariciye, Dâhiliye ve Maliye Nezaretleri ile Sadaret kurumundaki değişiklikler Batılı tarzda yeni bir hükümet modelini ortaya çıkarmıştı. Daha da önemlisi gerek bürokrasi alanındaki bu yeni yapılanma, gerek Yunan İsyanı sürecinde faaliyete geçirilen Tercüme Odası Pertev, Sadık Rifat, Mustafa Reşit, Âli, Fuat ve Midhat Paşalara kadar uzanacak Tanzimatçı devlet adamı damarını besleyen yolu açmıştı. Bâb-ı Âli devri arifesinde III. Selim’in Meşveret ve Layiha geleneğiyle başlayan danışma prensibinin sistemli hâle getirilmesinin önemli aşamalarından biri gerçekleşerek, merkezde nezaretler üstü meclis olarak tanımlanabilecek ve padişahın kanun yapma yetkisini kullanacak olan Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye kurulmuş; Dâr-ı Şûrâ-yı Bâb-ı Âli ve Dâr-ı Şûrâ-yı Askerî gibi danışma meclislerine sanayi, tarım, eğitim ve sağlık alanlarında kurulan ihtisas meclisleri eşlik etmişti. Aynı sürecin bir parçası olarak ileride daha görünür hâle gelecek memurların iş güvenliği meselesine bir başlangıç olmak üzere müsadere ve siyaseten katl gibi geleneksel egemenlik inisiyatiflerinin kullanımı nadiren gündeme gelecek, memurların maaşa bağlanması, atama ve yükseltilmelerinin belli bir sistematiğe kavuşturulması gibi, devlet çarkının daha merkezi ama daha rasyonel hâle getirilmesi konusunda kayda değer girişimlere imza atılacaktı. Seyfiye ve kalemiye sınıflarındaki modernleştirme girişimlerinden ilmiye sınıfı da nasibini alacaktı. 1826’da İhtisap Nezareti’nin kurulmasıyla kadı ve naiplerin çarşı-pazar düzenindeki etkinlikleri sınırlandırıldığı gibi, Evkaf Nezareti’nin (1826) kurulmasıyla da kadıların vakıf sistemindeki yetkileri azaltılacak ve medrese talebelerinin iaşe ve ibate olanaklarındaki inisiyatif merkezî yönetimin kontrolüne geçecekti. İlköğretimin sistemli bir şekilde teşvik edilmesi, rüştiyelerin faaliyete geçirilmesi, özellikle merkez kalemlerinde görev yapan memurlar için açılan Mekteb-i Ulûm-ı Edebiye ve Mekteb-i Maarif-i Adlî gibi eğitim kurumları, Avrupa’ya öğrenci gönderilmesi, 1838’de ilan edilen Tarik-i İlmiyeye Dair Ceza Kanunnamesi ve memurlar için çıkarılan Ceza Kanunu geleneksel ilmiye ve kalemiye sınıfının izleyeceği yeni rotanın habercisiydiler. 1829’da İstanbul’da başlatılan nüfus sayımının tüm ülkeye yaygınlaştırılması (1830- 31); aynı süreçte faaliyete geçirilen muhtarlık teşkilatına nüfus, vergi ve asayiş konularında özel misyonlar yüklenmesi; dâhili ve harici nüfus hareketliliğinin mürur tezkerele- 7. Ünite - Buhranlar, Islahatlar ve Dış Müdahaleler Dönemi (1856-1871) 179 ri, pasaport ve defter nazırlıklarıyla kontrol edilmeye çalışılması, devletin mali ve beşeri potansiyelinin belirlenerek mevcut olanaklara göre yeni politikalar üretilmesi hedefine hizmet ediyordu. Nüfusun arttırılmasına dönük çabalar, modern tarzda bir posta teşkilatı kurulması, Tıbbiye Mektebi’nin açılması, karantina teşkilatının kurulması, ilk resmî gazete olan Takvim-i Vekayi’nin yayın hayatına girmesi, kılık kıyafette yapılan birtakım değişiklikler, yerli malı ve yerli tüccarın desteklenmesi gibi birçok girişim, III. Selim’in sistemli bir şekilde başlattığı yeniliklerin II. Mahmut tarafından daha ileri aşamaya taşındığını gösteriyordu. II. Mahmut ömrünün son günlerinde Mısır’a savaş açılmasına dair ferman vermiş, ancak kısa süren muharebelerde ağır bir yenilgi alınmıştı. Nizip yenilgisini takiben yaşamını yitiren (28 Haziran 1839) Sultan II. Mahmut, oğlu Abdülmecid’e sadece tahtı değil, Osmanlı modernleşmesinin önemli safhalarından sayılan Tanzimat’ı da miras bırakmıştı. Sultan Abdülmecid’in ve Bâb-ı Âli devrini başlatan Mustafa Reşit Paşa’nın ilan etmiş olduğu Tanzimat Fermanı aslında III. Selim ve II. Mahmut’un yukarıda kısaca izah edilen gelişmeler nedeniyle devlet politikası haline getirmek zorunda kaldıkları imar-ı mülk ya da ıslahat anlayışının bu dönemdeki adıydı. Vatandaşların can, mal ve ırz güvenliklerinin temin edileceği, kimseye kanunsuz ceza verilmeyeceği, dinî mensubiyetler dikkate alınmadan herkesin kanun önünde eşit olacağı, vergi ve askerlik gibi temel konularda birtakım düzenlemelerin yapılacağını vaat eden fermanın en kayda değer hususiyeti, özellikle XVIII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Müslüman ve gayrimüslimlerin ortak yaşama pratiklerinde beliren sorunların adını koymuş olmasıydı. Ülkenin en köklü meselelerine çözüm bulmak dışında, miadının dolduğuna karar verilen millet-i hâkime-zimmî anlayışına yeni bir hukuki zemin bulma gayreti, Muhassıllık ve daha sonra kurulacak Taşra Meclisleri’yle sınanacaktı. Merkez ve taşrada yürütülen bu yeniden yapılanma hareketine sanayileşme çabaları da eşlik edecekti. Bu çabalarda özellikle 1842 yılından itibaren İstanbul’un batı yakasında Marmara Denizi kıyısı boyunca uzanan “organize sanayi bölgesi” olarak adlandırılabilecek bir fabrikalar kompleksinin muhakkak anılması gerekir. İngiltere’nin Birmingham ve Manchester sanayi bölgelerinden esinlenerek oluşturulduğu anlaşılan kompleksin en önemli bölümü, Zeytinburnu’ndaydı. Fabrikada üretimi yapılacak mamuller demir boru, çelik raylar, pulluk, tüfek çakmakları, yivli top, havan topu, süvari ve piyade tüfekleri, tabanca, şayak, astar, pamuklu kumaş ve çorap gibi çok çeşitli kalemlerden oluşuyordu. Aynı fabrika kompleksi içinde Bakırköy’de ikinci bir ünite daha bulunuyordu. Burada bir iplik bükme, dokuma ve pamuklu basma fabrikası, iki ocaklı bir demir atölyesi, bir buharlı makine ardiyesi, küçük buharlı gemiler yapan bir tersane olmak üzere dört fabrika daha kurulmuştu. Bu kompleks içinde Yeşilköy’de modern bir çiftlik de faaliyete geçirilmişti. Fransız çiftlikleri model alınarak inşa edilen çiftliğe Amerika’dan uzman getirilerek pamuk cinsini ıslaha ve yeni tarım tekniklerinin uygulanmasına çalışılmıştı. İstanbul fabrikalar kompleksine Küçükçekmece’de bulunan bir barut fabrikası ile Yedikule yakınındaki bir tuzla da dâhildi. Yine bu çerçevede cam ürünleri fabrikası, Silivri’deki tabakhane, Beşiktaş’taki demir dökümhanesi, Paşabahçe’de kurulan porselen fabrikası İstanbul’da açılan önemli tesislerdi. Abdülmecid döneminde hız kazanan devlet eliyle kalkınma çabalarının birkaç açmazı bulunuyordu. Devlet fabrikalarının yüksek maliyetle üretim yapan, piyasadan bağımsız, pazarda oluşan fiyatlara son derece duyarsız bir seyir izlemesi ve sanayileşme için gerekli olan hammaddelerin içeriden tedarikinin mümkün olacağının varsayılması, iflas programının başlamasında en temel etkendi. Hatırı sayılır bir etmen de Osmanlının oldukça iyi bilinen kendine özgü geleneksel düzeninin yeni sisteme ayak uydurmak konusunda gösterdiği isteksizlikti. Avrupa ülkelerine tanınan gümrük muafiyetleri, Osmanlı pazarlaZimmî: İslam hukukuna göre Müslümanların yani Millet-i Hâkime’nin yönetiminde olan bir ülkede yaşayan gayrimüslimlerin statüsünü tanımlar. 180 Osmanlı Tarihi (1789-1876) rını kısa sürede kaplayan malların kalitesi ve oranıyla rekabet edilememesi, ulaşım, enerji, finans kurumları ve sermaye konularında gerekli donanımların bulunmaması bu isteksizliği kronik hale getiren diğer olgulardı. Merkezin lokomotif olarak üstlendiği fabrikalaşma sürecinin bir diğer açmazı da işletim sorunlarıydı. Makine, teçhizat vb. üretim aparatlarının çeşitli Avrupa ülkelerinden oldukça plansız bir şekilde ithal edilmesinden kaynaklanan sorunlara, önemli harcamalar yapılarak getirilen kalifiye elemanların uyum ve yeterli hizmet vermemeleri de ekleniyordu. Kırım Savaşı arifesine gelindiğinde, büyük bir hevesle girişilen bu kalkınma programında askeri fabrikalar ve aksak da olsa işleyen birkaç kumaş fabrikası dışında ayakta kalabilmiş hatırı sayılır bir işletmeden söz etme olanağı yoktu. Tanzimat Dönemi sanayileşme çabaları konusunda şu makaleyi okuyunuz: Seyitdanlıoğlu, Mehmet. “Tanzimat Dönemi Osmanlı Sanayii (1839-1876)”, Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tarih Bölümü Tarih Araştırmaları Dergisi, Cilt 28, Sayı 46, s. 53-69. Avrupa ülkelerinin neden sanayileşebildiklerini düşündünüz mü? ISLAHAT FERMANI VE İÇERİĞİ Yukarıda özetlenen gelişmelerin önemli saalarından birini oluşturan Islahat Fermanı, dış meselelerle iç meselelerin birbirlerine olan etkisini görmek açısından hayati öneme sahipti. Paris Kongresi devam ederken 18 Şubat 1856’da ilan edilen Ferman, öncelikle din ve mezhep ayrımı yapılmadan tüm Osmanlı yurttaşlarının can ve mal emniyeti ile namus dokunulmazlığı konusunda Tanzimat Fermanı’nda verilen teminat ve taahhütleri teyit ettiğini ilan ediyordu. Devamında, geçmiş yıllarda gayrimüslim tebaaya verilmiş olan imtiyaz ve muafiyetlerin devam ettiği hatırlatılmakta, bu imtiyaz ve muafiyetlerin belirlenmesi konusunda ilgili cemaatlerin çalışma yaparak hükümete sunmaları ve oluşacak mutabakat çerçevesinde yeni bir düzen kurulması isteniyordu. Ruhani reislerin atanma ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi gerektiği üzerinde duran Ferman, geçmişte olduğu gibi patriklerin hayatta oldukları sürece görevlerini yapabilmeleri ile ruhban sınıfının hiçbir şekilde armağan, bahşiş veya aidat kabul edemeyeceklerini beyan ediyordu. Patriklere ve diğer cemaatbaşlarına belli bir gelir tahsis edilmesini, daha alt düzeydeki ruhbanlara ise rütbe ve görevleri dikkate alınmak suretiyle, maaş verilmesini karara bağlıyor, ruhban sınıfının mülk ve diğer varlıklarına dokunulmaması isteniyordu. Ferman’a göre gayrimüslim cemaatlerin kendilerine özgü işlerinin seçimle belirlenecek azalardan oluşan bir meclise havale edilmesi gerekiyordu. Gayrimüslimlere ait kilise, havra, mektep, hastane ve mezarlık gibi yerlerin asli özelliklerine zarar vermeden tamir edilmesine engel olunmayacaktı. Aynı şekilde yeni yapılacak bu nitelikteki binaların plan ve inşaat özellikleri hükümete sunulacak, alınacak izne göre hareket edilecekti. Bir mezhebe mensup olanların sayısı ne olursa olsun, o mezhebin serbest bir biçimde varlığını devam ettirmesi temin ediliyordu. Herkes bulunduğu dinin ayinini serbestçe yapabilecek, kimse inançları nedeniyle eziyet görmeyecekti. Din ve mezhep değiştirmek konusunda kimse zorlanmayacaktı. Mezhep, dil ve cinsiyet yönünden bir sınıfın diğer sınıakileri aşağılayacak ifade ve ibarelerden kaçınması gerekiyordu. Gerek halk, gerek memurlar arasında farklı din ve mezheplere mensup kişilerle ilgili ahlaka aykırı tanımlama ve vasıandırmalar yapılamayacaktı. Devlet memuriyetine kabullerde din farkı gözetilmeyecek, ehliyet ve kabiliyet dışında bir kriter aranmayacaktı. Aynı şekilde ülkedeki okullara kabulde, yaş veya sınav gibi, herkesin uymak zorunda olacağı kurallar dışında herhangi bir engel çıkarılmayacaktı. Cemaatlerin genel ve mesleki okullar açmasına izin veriliyor ancak tüm okulların eğitim öğretim düzeni ve öğretmenlerinin atan1 7. Ünite - Buhranlar, Islahatlar ve Dış Müdahaleler Dönemi (1856-1871) 181 ması konularında karma bir eğitim meclisine yetki veriliyordu. Gerek Müslümanlar ile gayrimüslimler, gerek gayrimüslimler arasındaki ticari ve ceza davaları karma divanlarda görülecek, davacı ve davalının yapacakları savunmalar kendi mezhep ve ayinleri üzere icra edilebilecekti. Hukuk davaları eyalet ve livalarda vali ve kadının hazır bulundukları karma meclislerde açık bir biçimde görülecekti. Gayrimüslimlerin dinî hususiyetlerine dair kendi aralarındaki davaları, mensup oldukları cemaat mahkemelerinde görülebilecekti. Davalar mümkün olduğunca süratle bitirilerek verilen kararlar ülkede konuşulan başlıca dillere çevrilerek ilan edilecekti. Adil bir hukuk düzeni için zanlı, tutuklu ve hükümlülerin konulduğu hapishane ve diğer yerlerin ıslah edilmesine en kısa sürede başlanacaktı. Hapishanelerde ceza, eziyet ve işkence benzeri davranışların yasaklandığı hatırlatılarak, aksi davranış sergileyenlerin cezalandırılacakları ilan ediliyordu. Güvenlik hizmetlerinin tüm tebaanın can ve mallarının korunmasını sağlayacak şekilde düzenlenmesi isteniyordu. Vergi eşitliği, diğer yükümlülüklerin de eşit olarak dağıtılmasını gerektirdiğinden, gayrimüslimlerin de askerlik yapmaları, askerlikten muaf tutulmak isteyenlerin belli bir bedel ödemesi, gayrimüslim tebaanın askeri görevlerde istihdam edilmesi, eyalet ve liva meclislerine seçilecek Müslim ve gayrimüslim tebaanın seçimleri hususunun belli bir kaideye bağlanması, seçimlerin sağlıklı yapılmasını sağlamak için bu konudaki mevcut nizamnamede düzenleme yapılması isteniyordu. Ferman’ın önemli hükümlerinden biri de yabancıların Osmanlı Devleti’nde mülk sahibi olmalarına izin vermesiydi. Tarh edilecek vergilerde sınıf ve mezhep ayrımı yapılmaması, özellikle aşar vergisinin tahsilinde karşılaşılan suistimallerin önüne geçilmesi ve vergilerin iltizam sistemiyle değil, doğrudan tahsil edilmesi konusunda çalışmalar yapılması gerektiği ifade ediliyordu. Devlet memurlarının vergi ihalelerine ortaklık yoluyla girmeleri, yani iltizam işlerine karışmaları yasaklanıyordu. Vergilerin bölge koşulları dikkate alınarak, üretim ve ticarete engel olmayacak şekilde düzenlenmesi isteniyordu. Her yıl bütçe yapılması, memur maaşlarının düzenli olarak ödenmesi, cemaatlerin reisleri dışında birer memurun Meclis-i Vâlâ’da görev alarak serbestçe karar sürecinde yer alması öngörülüyordu. Kargaşalık çıkaran, rüşvet alan veya zulüm yapanlar arasında din ve mezhep farkı gözetilmemesi, ülkenin para ve maliyesini düzenleyecek banka benzeri kurumların faaliyete geçirilmesi, ülke kalkınması için yolların yapılması, tarım ve ticaretin geliştirilmesi isteniyordu. Tüm bunlar yapılırken de Avrupa eğitim, bilim ve sermayesinden istifade yollarının araştırılması ve gereğinin yapılması tavsiye ediliyordu. Yukarıda geniş bir özeti verilen Ferman’ın Osmanlı Devleti açısından en önemli mahzuru, Paris Antlaşması’nın taraf devletlerine tebliğ edilerek anlaşmanın 9. maddesinde de Ferman’a özel bir atıf yapılmasıydı. Yani Ferman, Paris Antlaşması’na taraf olan devletlerin Osmanlı yurttaşı gayrimüslimler üzerinde nüfuz kazanmalarına, başka bir deyişle devletin içişlerine karışmalarına kapı aralayacaktı. Islahat Fermanı, Gayrimüslimler, Yargılama ve Eğitim Meselesi Hapishane koşullarının iyileştirilmesi, işkence ve eziyetin yasaklanması, yargılamaların adil ve hızlı yapılması, bütçe usulünün benimsenmesi, banka açılması, refahın arttırılması gibi toplumun genelini ilgilendiren hükümler bir kenara bırakılırsa Ferman’ın neredeyse tamamı gayrimüslim haklarına ayrılmış durumdaydı. İmtiyaz ve muafiyetlerin ileride oluşabilecek yeni sorunları engelleyecek biçimde mutabakatla belirlenmesi, mülk edinme hakkı, ruhban sınıfının belli bir gelire sahip olmaları, dinî yapıların inşa ve tamirlerinde kolaylık, mezhep ve din değiştirme izni, ayin serbestiyeti, başka dine mensup olanların aşağılanmasının önüne geçilmesi, cemaatlerin kendine özgü işlerinin seçimle belirlenen 182 Osmanlı Tarihi (1789-1876) meclislere havale edilmesi ve askerlik bedeli gibi hususlar doğrudan gayrimüslimlerin haklarıyla ilgiliydi. Gayrimüslimleri dinî, sosyal ve hukuki yönden ayrıcalıklı konuma getiren, yani eski imtiyazlarına yenilerini ekleyen Ferman, Müslümanlarla gayrimüslimlerin bir arada yaşamalarına katkıda bulunabilecek bazı öneri ve düzenlemeler de içeriyordu. Müslümanlar Islahat Fermanı’na neden tepki göstermiş olabilirler? Hatırlanacağı gibi içinde gayrimüslimlerin de yer aldığı karma mahkeme modelinin ilk denemeleri taşra meclislerinde yapılmıştı. Söz konusu modeli âdeta zorunlu hâle getiren 1856 tarihli Islahat Fermanı’na göre, Müslüman ve gayrimüslimler arasında veya herhangi iki mezhep arasındaki ticaret ya da ceza hukukuna dair davalar karma (muhtelit) divanlarda; gayrimüslim tebaa arasında özel hukuka dair davalar ise Cemaat Mahkemelerinde görülebilecekti. Şu durumda özel hukuka dair konularda eskiden verilen haklar saklı tutulmakta, ceza ve ticaret davalarının karma mahkemelerde görülmesi kararlaştırılmakta ve gayrimüslimlerin şahadetlerinin bu mahkemelerde geçerli olmasının önü açılmaktaydı. Ferman’ın düzenlemeyi taahhüt ettiği önemli hususlardan biri de gayrimüslimlerin eğitimleri meselesiydi. Islahat Fermanı’yla gayrimüslim cemaatlerin genel ve mesleki okullar açması kolaylaştırıldığı gibi, Müslüman olmayanların askeri ve mülki alanda eğitim veren devlet okullarına girmelerinin önü de açılmıştı. Okulların müfredatının belirlenmesi ve öğretmenlerinin atanması konularında, üyelerini padişahın belirleyeceği karma bir eğitim meclisinin oluşturulmasını da öngören Ferman’ın bu hükmünü, gayrimüslimlerin eğitimlerine bir katkı olarak görmek imkânı olduğu gibi, cemaat okullarının genel eğitim sistemine dâhil edilmesi çabaları çerçevesinde de değerlendirmek mümkündür. Islahat Fermanı sürecindeki eğitim öğretim faaliyetlerinin niteliği konusunda şu makaleyi okuyunuz: Somel, Akşin Sina. (2007). “Kırım Savaşı, Islahat Fermanı ve Osmanlı Eğitim Düzeninde Dönüşümler”, 150. Yıldönümünde Kırım Savaşı ve Paris Antlaşması (1853-1856), İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Araştırma Merkezi. ISLAHAT FERMANI SONRASINDAKİ GELİŞMELER Hatırlanacağı gibi Kırım Savaşı’nın önemli siyasi sonuçlarından biri de Rusya’nın Balkanlardaki etkinliğinin ve büyük devlet imajının belli ölçüde zedelenmiş olmasıydı. Dindaşlık ve aynı mezhebe mensup olma hususiyetlerini siyasi bir amaç için kullanan Rusya, İngiltere ve Fransa’nın Osmanlı Devleti’yle birlikte hareket etmesinden sonra dinî dayanışma iddiasını temel alan politikalarını yeniden gözden geçirme ihtiyacı hissedecekti. Müslüman ve gayrimüslim devletlerin bir araya gelmesiyle mağlup olmuş, Osmanlı tebaası gayrimüslimler üzerindeki koruyuculuk iddiasını İngiltere ve Fransa’ya kaptırmıştı. Kırım yenilgisinden sonra Rus kamuoyunda gelişen tartışma ve eleştirilerin ışığında yeni bir açılma yönelen Rusya, Panslavizm denilen bir politikayı gündemine alacaktı. Rusya’nın Panslavizm politikasını benimsediği dönemlerde dünya siyasetinde etkinlik iddiasında olan diğer büyük devletler de benzer ırki hususiyetlerle ilgilenmeye başlamışlardı. Şu durumda yavaş yavaş milli duygular, dinin yerini almış ve hemen her devlet kendi etnik aidiyetini siyasi malzeme yapmaya çalışan yeni bir politika zemini benimsemeye başlamıştı. Aslında Panslavizm Orta ve Doğu Avrupa’da Avusturya ve Alman egemenliğinde yaşayan Çek ve Slovakların kendilerini farklı konumlandırdıkları edebî, felsefi ve kültürel bir iddia olarak ortaya çıkmıştı. 1848 İhtilalinden sonra Habsburgların Çek ve Slovakların haklarını tanımaması, kültürel farklılık taleplerine şiddetle karşılık vermesi, Slavlık 2 Panslavizm: Tüm Slavları Rusya’nın liderliğinde birleştirme idealini ifade eder. Felsefi, edebî ve kültürel özellikler taşımış olsa da Rus yayılmacılığının ve büyük devlet olma iddiasının politik gerekçelerinden biri olmuştur. 7. Ünite - Buhranlar, Islahatlar ve Dış Müdahaleler Dönemi (1856-1871) 183 iddiasına siyasi bir yön vermeye başlamış; Orta ve Doğu Avrupa’daki halkların Rusya’ya yönelmelerine sebep olmuştu. Kırım Savaşı’nın manevi ve siyasi iklimi ile örtüşen bu gelişmeler, Çar II. Aleksandr’a yenilginin siyasi faturasını azaltmak konusunda beklediği fırsatı vermiş; dindaş algısındaki değişim Avrupa düşmanlığına, ırkı hususiyetler de Panslavizm’in devlet politikası haline gelmesine zemin hazırlamıştı. Rus aydın ve bürokratları arasında çok revaç bulan bu yeni söylem, kısa sürede politik hedef ve gerçeklerin ışığında yeniden revize edilmişti. Çek ve Slovaklara yönelik siyasi bir iddia, Avusturya gibi büyük bir devletin tepkisini çekebileceği gibi, özellikle İngiltere’ye karşı yapacağı ittifak ihtimallerini de zora sokabilirdi. Bu politikanın Osmanlı üzerinden realize edilmesi ise geleneksel yayılma çizgisine uygun ve daha az riskler barındırabilirdi. Şu durumda Panslavizm politikalarının revaç bulacağı yer, Balkan halkları olacaktı. Kırım Savaşı’nın devam ettiği günlerde bir Bulgar ticaret kolonisi olan Odesa’da sosyal yardımlaşma şeklinde başlayan hareket, Bulgar okul ve kiliselerine para ve araç gereç yardımı ile ivme kazanmıştı. Zamanla hayatın tüm alanlarına yayılma eğilimi gösteren bu dayanışma modelleri Petersburg ve Moskova gibi büyük kentlere de yayılmış; aydınlar, devlet görevlileri ve Rus elitlerin de etkin destek oldukları önemli bir harekete dönüşmüştü. Moskova Slav Yardım Komitesi gibi önemli organizasyonlar özellikle Bulgar gençlerinin Rusya’ya götürülmesi ve eğitilmesi konularında ciddi çabalar sarf etmişlerdi. Bu yardımların sistemli bir hâl aldığı tarihlerde Bulgarlar da Fener Rum Patrikliğinden ayrılmak için önemli bir çaba içine girmişlerdi. 1870 Mart’ında Bulgar Eksarhlığı Fermanı ile bağımsız kiliselerini resmen kuran Bulgarlar, 1872’de kendi dinî organizasyon ve yapılarını geliştirmeye koyulmuşlardı. Bulgarlara göre kültürel ve millî gelişmelerinin önünde iki engel vardı: İlki ve adını pek koymadıkları temel engel, Osmanlı varlığı idi. İkincisi de dini bir organizasyon ve hizmet olmaktan çok, Yunan milleti ve kültürüne hizmet ettiğini iddia ettikleri Fener Rum Patrikliğiydi. Osmanlı sosyal düzeninde Rum milleti içinde sayılan Bulgarlar bağımsız kiliseden sonra en önemli engelin aşılması noktasında mücadele etmeye başlayacaklardı. Bulgarların yanı sıra Sırbistan ve Karadağ’a olan Rusya’nın tarihî ilgisi, Panslavizm politikasıyla farklı bir boyut kazanacak, Osmanlı egemenliğinden ayrılmak isteyen Balkan gayrimüslimlerinin kendi aralarındaki ittifak arayışları ve yardımlaşma gayretleri hiç karşılıksız bırakılmayacaktı. Fransa’nın da Balkanlara özel bir ilgisi vardı. Eak ve Boğdan’ın Latin ve Katolik olması bu ilginin en önemli nedenini oluşturuyordu. Geniş tarım ve hayvancılık potansiyeli ile dikkati çeken bu bölgede kazanılacak etkinlik, ekonomik bir değer taşıyacağı kadar, Avusturya ve Rusya’nın Balkanlar üzerine yapacağı hesaplarda Fransa’nın görüşünün alınmasını zorunlu hale getirebilirdi. Ayrıca Balkanlardaki varlığını Kuzey Afrika ve Arap coğrafyasına yönelik politikalarında politik şantaja dönüştürebilirdi. İngiltere Yunanistan meselesi dışında doğrudan Balkan meselelerine karışmama eğiliminde olsa da bazen tarafsız kalarak bazen verdiği arabuluculuk hizmetini iyi bir siyasi gelire dönüştürerek, bazen de Mısır ve Suriye’deki çıkarları için Balkanları gündemde tutarak ama her zaman Rusya’nın fazla etkinlik kazanmamasını gözeterek dinamik bir politika takip etmekteydi. Çok uluslu yapısı nedeniyle daima millî cereyanlar konusunda teyakkuzda olan Avusturya ise, Macarlar başta olmak üzere diğer etnik unsurların ayaklanmalarını önlemek için daha fazla enerji sarf etmekteydi. Çok uluslu diğer imparatorluklar olan Rusya ve Osmanlı ile iyi ilişkiler kurmak istese de özellikle Balkanlarda Osmanlı Devleti aleyhine politik ittifaklara girişmekten çekinmiyordu. Zira güçlenen Prusya ile Germenlerin birlik sağlama ihtimali ve Piyemonte’nin siyasi yönlendiricilik yaptığı İtalyan birliği çok uzak ihtimal değildi. Eksarh: 1870’te Fener Rum Patrikliği’nden ayrılan Bulgar kilisesinin başpapazlarına verilen unvan, Bulgar başpapazlık makamı. 184 Osmanlı Tarihi (1789-1876) Paris Antlaşması’nın Islahat Fermanı dışında Osmanlı Devleti’ni ilgilendiren önemli iki düzenlemesi daha vardı ki ilki İmparatorluğun toprak bütünlüğünün taahhüt edilmiş olması, diğeri de Avrupalı devletler “ailesine” kabulüydü. Her iki düzenlemenin de pratikte kayda değer bir anlamı ve geçerliliğinin olmadığı aşağıda anlatılacak olaylarla kısa sürede anlaşılacaktı. Siyasi açıdan Rusya’nın Balkanlar dışındaki bölgelere müdahale potansiyelini ortadan kaldıran Kırım Savaşı için bir araya gelen devletler arasındaki uyum ve işbirliği, neredeyse savaş biter bitmez sona ermiş durumdaydı. Eak-Boğdan Sorunu Fethedildiği dönemlerden itibaren Osmanlı Devleti’ne oldukça gevşek bağlarla bağlı olan Eak ve Boğdan Beylikleri, Osmanlı Devleti’nin Avrupa’daki haber kaynağı olmalarının yanı sıra, tarım ve hayvancılık potansiyelleriyle de dikkat çekmekteydiler. Halkının çoğunlukla Katolik olması ve Rusya’nın Balkanlara yönelik saldırılarında sık sık işgale uğraması, normalde bu beyliklerle Rusya’nın ilişkilerini olumsuz etkiliyordu. Ancak ortak hedeeri olan bağımsız bir Romanya için birbirlerine ihtiyaçları vardı. Rusya, Osmanlı Devleti’nden toprak koparmak ve Tuna havzasına daha yakın olmak için, İngiltere bölgenin geniş tarım potansiyeli ve stratejik konumu nedeniyle, Fransa ise aynı kök ve mezhepten yani Latinlik ve Katoliklik iddiasıyla bu beyliklerle her zaman yakından ilgilenmişti. Paris Antlaşması’yla büyük devletlerin ortak garantisine alınan beyliklerin birleştirilmesi konusunda vakit geçirmeden harekete geçen Fransa İmparatoru III. Napolyon’u, Rusya da desteklemişti. Kendi topraklarında birçok Romen barındıran Avusturya’nın karşı çıktığı bu birleşme meselesine, doğrudan müdahil olmayarak İngiltere de onay vermiş durumdaydı. Paris Antlaşması’nın imzacı devletleri 1857 Haziran’ında bir komisyon kurarak birleşmenin referanduma götürülmesini sağlamışlardı. Referandum birleşme aleyhine çıkmasına karşın usulsüzlük yapıldığını iddia eden büyük devletler seçimi yeniletmişler, ikinci seçimde arzu ettikleri sonucu elde etmişlerdi. 8 Ekim 1857’de Eak-Boğdan’ın Romanya adıyla birleştirilmesi ve başına da Avrupa hükümdar ailelerinden bir prensin getirilmesi kararı alınmıştı. 1858 Ağustos’unda toplanan Paris Konvansiyonu bu beyliklerin statüsünü ve yol haritasını daha da netleştirmiş, Şubat 1859’da Albay Kuza’nın (Cuza) şahsında Eak ve Boğdan resmen birleştirilmişti. 24 Eylül 1859’da Osmanlı Devleti yayımladığı fermanla Kuza’yı voyvoda olarak tanımış, başka bir deyişle, her iki beyliğin Romanya adıyla birleşmesine onay vermek zorunda kalmıştı. 1866 yılında kadar voyvodalık yapan Kuza’nın yerine Prusya kral ailesinden Prens Charles (I. Carol) getirilmiş ve aynı yılın Haziranında da anayasa ilan edilmişti. Hukuken Osmanlı toprağı olan Romanya nihai bağımsızlık için yine Rusya’nın neden olduğu 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’nın sonunu bekleyecekti. Karadağ, Hersek ve Sırbistan Meseleleri Kırım Savaşı sonrasında toplanan Paris Kongresi’ne toprak ve tanınma isteği ile giden Karadağ Prensi II. Danilo’nun bu talepleri dikkate alınmamıştı. Bağımsızlık ve toprak heveslerini canlı tutmak isteyen prens 1858’de tekrar isyan edince Hüseyin Paşa olaylara 7.000 askerle müdahale etmiş fakat 28 Nisan 1858’de Grahova Muharebesi’nde yenilgiye uğramıştı. Osmanlı güçlerinin yenilgisini takip eden aylarda Karadağlı bir grup, 1858 Temmuz’unda Koloşin’e girerek adam öldürme de dahil birçok asayişsizlik olayına neden olmuşlardı. Büyük devletlerin araya girmesiyle isyan bastırılmış; Avusturya, Fransa, İngiltere, Rusya ve Prusya ile Osmanlı Devleti arasında Karadağ Meselesi’nin çözümü için 8 Kasım 1858’de bir protokol imzalanmıştı. Protokole göre 20 yıl tarafsız bölge olarak kalmış olan Grahova Karadağ’a bırakılırken, Koloşin Osmanlı Devleti’ne intikal etmişti. 7. Ünite - Buhranlar, Islahatlar ve Dış Müdahaleler Dönemi (1856-1871) 185 1860 yılında uğradığı bir suikast sonucunda hayatını kaybeden Danilo’nun yerine yeğeni Nikola geçmiş, yeni prens de amcasının toprak ve bağımsızlık heveslerini devam ettirerek 1861 yılında Hersek’te meydana gelen isyana asker ve lojistik destek sağlamaktan çekinmemişti. Bölgedeki asayişi temin görevini üstlenmiş olan Ömer Paşa, Hersek’e müdahale etmiş, 1858 yılından beri kargaşa hâlindeki bölgeyi kontrol altına alarak Hersekli isyancıları 21 Kasım 1861’de Piva’da yenilgiye uğratmıştı. Nisan 1862’de de büyük bir askerî kuvvetle Karadağ’a giren Ömer Paşa, koşulsuz teslim olan Prens Nikola ile İşkodra’da 31 Ağustos 1862’de bir barış anlaşması imzalamıştı. Karadağ’ın muhtariyetinin devamı ve mevcut sınırlarının muhafazasını da içeren anlaşmayı imzalayan Osmanlı Devleti, 1850’li yıllardan beri gündeminde olan Karadağ’ı “ıslah” harekâtını başarı ile tamamlamış; 1875 yılına kadar kayda değer bir asayiş olayı yaşanmamıştı. Öte yandan Paris Antlaşması’nda Sırbistan’ın özerkliği meselesi büyük devletlerin ortak garantisi altına alınmış, 1858’de de Sırp Meclisi, Miloş Obrenoviç’i Sırbistan Prensi olarak seçmişti. 1860 yılında yerini oğlu Mihailo’ya devreden Miloş’un bu hanedan oluşturma teşebbüsünü kabul etmeyen Osmanlı Devleti ile Sırbistan arasındaki ilişkiler gergin bir hal almıştı. Rusya ve Avusturya’nın tepkisinden çekinen Osmanlı Devleti doğrudan müdahalede bulunamamış, bu fırsatı iyi değerlendiren yeni prens ordusu ve maliyesini güçlendirmekle kalmamış, Bosna, Hersek ve Bulgaristan’daki olayları desteklemiş, Sırbistan’daki Osmanlı varlığına son vermek için büyük bir uğraş vermeye başlamıştı. Türkler ve Sırplar arasında yaşanan Belgrat olaylarını takiben toplanan Kanlıca Konferansı sonrası 4 Eylül 1862’de 12 maddeden oluşan bir protokol imzalanmıştı. Buna göre Belgrad varoşunda Müslümanlara ait olan gayrimenkuller Sırp Knezliği tarafından satın alınacağı gibi, Sokol ve Uziçe kaleleri ile Vidin, Sava, Varoş ve İstanbul kapılarında bulunan sur, hendek ve duvarlar yıkılacaktı. Protokolden sonra da Osmanlı varlığını sona erdirmek ve ordusunu güçlendirmek için çabalarını sürdüren Mihailo büyük devletlerin de araya girmeleriyle Girit İsyanı’yla uğraşan Osmanlı Devleti’den 1867’de Belgrad, Böğürdelen, Fethülislam ve Semendire Kalelerini almıştı. 1869 yılında Obrenoviç ailesinin hanedanlığını da içeren yeni anayasasını kabul eden Sırbistan, nihai amacı olan bağımsızlık için 1877-78 OsmanlıRus Savaşı’ndan sonra imzalan Berlin Antlaşması’nı bekleyecekti. Cidde, Suriye ve Lübnan Olayları Büyük ülkeler tarafından körüklenen olayları engellemek amacıyla 1840’lı yıllardan itibaren birçok uğraş verilen Lübnan’da Hariciye Nazırı Şekip Efendi tarafından geliştirilen iki kaymakamlı (Dürzî ve Marunî) ve iki meclisli yöntem (1845) belli bir istikrar temin etse de, 1850’de yeni bir yapılanmaya gidilmek zorunda kalınmıştı. Her zaman belli bir asayişsizliğin hâkim olduğu bölgede Islahat Fermanı’nın getirmeye çalıştığı yeni düzene görünür nitelikteki ilk tepki Cidde’de meydana gelmişti. 15 Temmuz 1858’de Hristiyan mahallelerine saldıran kalabalık bir Müslüman grup, Fransa konsolosu ile İngiltere konsolos yardımcısının ölümüne sebep olmuşlardı. Olaylar üzerine İngiltere ve Fransa kenti topa tuttukları gibi, suçlu gördükleri on kişiyi de Osmanlı makamlarını dikkate almadan idam etmişlerdi. Olaylarda başrol oynayanlar Fransa himayesindeki Marunîler ve İngiltere himayesinde Dürzîlerdi ve bu gruplar her iki ülkenin Suriye ve Mısır’a yerleşme planlarının birer aracı durumundaydılar. İngiltere, Fransa’nın 1854 yılında Osmanlıdan aldığı Süveyş Kanalı’nı açma imtiyazını gerçeğe dönüştürmemesi ve Mısır’a daha fazla yerleşmemesi için uğraş veriyordu. 1860 Mayıs’ında Halep’te yeniden alevlenen olaylar, Şam ve Lübnan’a da sıçramış, Hristiyanların çoğunlukta olduğu yüzlerce insanın ölümüne neden olmuştu. İngiltere ve Fransa’nın olayları bölgede nüfuz kazanma fırsatı olarak göreceklerini bilen Bâb-ı Âli Hariciye Nazırı Fuat Paşa’yı bölgeye göndermişti. Olaylara oldukça sert bir şekilde müdahale eden Fuat Paşa, suçlu gördüğü birçok 186 Osmanlı Tarihi (1789-1876) Dürzî ile olaylara karıştığı anlaşılan askerleri ya idam ettirmiş ya da sürgüne göndermişti. Olayların büyüme ve daha uluslararası hâle gelme potansiyelini gören Bâb-ı Âli bölgeye uluslararası güç davet etmişti. Başka bir deyişle, devlet kendi imkânları ile o bölgede asayişi sağlayamadığını kabul etmişti. Bölgedeki asayişsizliğin sona erdirilmesi konusunda içinde Osmanlı Devleti’nin de olduğu bir Avrupa Komisyonu kurulmuş ve bu komisyonun tavsiyeleri ile 9 Haziran 1861’de Cebel-i Lübnan Nizamnamesi ilan edilmişti. Cebel-i Lübnan Nizamnamesi (1861) Tanzimat’tan itibaren İmparatorluğun diğer bölgeleri için uygulanmaya çalışılan idari düzenin şekillendirdiği Nizamname’de Lübnan’ı, Bâb-ı Âli’nin tayin edeceği Hristiyan bir mutasarrıf yönetecekti. Mutasarrıf aynı zamanda cemaatler tarafından seçilecek iki Marunî, iki Dürzî, iki Katolik Rum, iki Ortodoks Rum, iki Mütevali (Şii), iki Sünni İslam olmak üzere 12 üyeden oluşan İdare Meclisi’nin başkanlığını da yapacaktı. Sancak 7 kazaya ayrılacak, her birinde nüfus veya emlak/arazi açısından “galip” olan taifenin seçimi ve mutasarrıfın onayıyla görev yapacak bir idare memuru/kaza müdürü bulunacaktı. Kazalar nahiyelere ayrılacak, her nahiye kaza müdürlerinin önerisi ve mutasarrıfın onayı ile görev yapacak olan memurlara havale edilecekti. Köy idaresinden ahali tarafından seçilmiş ve mutasarrıf tarafından atanacak birer şeyh sorumlu olacaktı. Nizamname ile üç dereceli bir hukuki sistem kurulmuştu. Köylerde kabile reisi mevkiindeki şeyhler, sulh hâkimi sıfatıyla, 200 kuruşa kadar olan kabahat niteliğindeki davalara bakacaktı. Ondan ağır suçlar birinci derecede bulunan mahkemelerce, cinayet de Mahkeme-i Meclis-i Kebir’de görülecekti. Meclis-i Kebir, mutasarrıf marifetiyle atanan altı hâkimle Sünni İslam, Mütevali (Şii), Marunî, Dürzî, Rum (Ortodoks) ve Katolik Rumları temsil edecek olan altı resmi dava vekilinden oluşmaktaydı. Musevi veya Protestanların taraf olduğu bir dava olursa da, ilgili din ve mezhebe mensup bir hâkim ve dava vekili mecliste görev yapacaktı. Ticari davalara ise Beyrut Ticaret Meclisi bakacaktı. Lübnan’a belli ölçüde huzur getiren Nizamname, uzun yıllar yürürlükte kalacaktı. Sultan Abdülmecid Devri Kapanırken 1839-1861 yılları arasında hüküm süren Abdülmecid, iktidarını Mustafa Reşit, Âli ve Fuat Paşalar gibi dönemin önde gelen bürokratları ile paylaşmıştı. Bâb-ı Âli devri olarak anılan ve büyük bir yeniden yapılanma hareketinin yaşandığı dönemin, devletin kendini yenilemesi dışında, birkaç hedefi daha vardı: İlki, Rusya başta olmak üzere, büyük Avrupa devletlerinin Osmanlıyı parçalamalarına mani olmaktı. İkincisi de, farklı ırki ve dinî gruba mensup Osmanlı yurttaşlarının ortak bir yaşama pratiği geliştirmelerinin zeminini oluşturmaktı. Tanzimat Fermanı ile birlikte can, mal, ırz, vergi ve askerlik gibi birey ve devlet arasındaki ilişkilerin yeniden tanımlanmasına pozitif bakması, Meclis-i Vâlâ’nın kanun yapma yetkisini daha sık ve sistemli bir biçimde kullanmasına izin vermesi, merkez ve taşradaki birçok meclisin açılmasını teşvik etmesi, sözü edilen hedeerin gerçekleşmesine olumlu katkılarda bulunmuştu. Mısır Meselesi’nde başarısız olsa da Macar Mültecileri Meselesi’ndeki dirayetli tavrı, Kırım Savaşı’ndaki kararlılığı ve devletin yeniden yapılandırılması konusundaki samimi yönlendiriciliği muhakkak hatırlanması gereken diğer hususiyetlerdi. Telgraf ve demiryolunun yaygınlaşması, İstanbul’da ilk belediye teşkilatının organize edilmesi, Arazi Kanunnamesi gibi (1858) geleneksel, Ceza Kanunnamesi gibi Batı hukukunun esas alındığı metinlerin yürürlüğe girmesi ve Şirket-i Hayriye’nin kurulması Sultan Abdülmecid döneminin diğer önemli olaylarındandı. Öte yandan döneminde yaşanan Eak-Boğdan, Karadağ, Hersek, Sırbistan, Cidde, Suriye, Lübnan ve Bulgaristan olayları sürecinde büyük devletlerin ülkeyi bölme çabalarını etkisiz hale getirmek için denge politikası takip edil- 7. Ünite - Buhranlar, Islahatlar ve Dış Müdahaleler Dönemi (1856-1871) 187 meye çalışılmış ancak süreç içinde her sadrazamın büyük bir ülkenin himayesine girdiği mahzurlu bir diplomatik ilişki biçimi gelişmişti. İlk dış borcun alınması, ülkenin birkaç defa mali kriz yaşaması, büyük devletlerin zorlaması ile ilan edilen Islahat Fermanı’nın gayrimüslimler lehindeki düzenlemelerine Müslüman ahalinin tepki göstermesi, dönemindeki belli başlı olumsuzluklardı. Tüm bunlara rağmen Abdülaziz’i tahta çıkarmak için 1859’da yaşanan Kuleli Vakası dışında kayda değer bir muhalefet olmamış, halkın nazarında naif ve sevilen bir padişah imajı çizmişti. Bulgarların Yoğun Olduğu Vilayetlerde Asayişsizlik Bulgarların yoğun olarak yaşadıkları Niş bölgesiyle Bâb-ı Âli, özellikle 1841 ve 1850 isyanlarından sonra daha yakından ilgilenmeye başlamış, 1850 isyanından sonra Meclis-i Ahkâm-ı Adliye’de bir Husûsî Komisyon kurulmuştu. Kırım Savaşı boyunca belli ölçüde devam eden huzursuzluklar ve 1856 yılında ilan edilen Islahat Fermanı’nın hükümlerinin yerine getirilmediğine dair baskılara maruz kalan Osmanlı Devleti, 1859’da büyük devletlerin memorandumuna muhatap olmuştu. 1860’larda önce Fener Rum Patrikliğinden ayrılarak bağımsız bir kilise kurmak ve daha sonra da muhtar bir Bulgaristan için mücadele vermek konusunda hayli yol alan Bulgarlar Rusya, Eak-Boğdan ve Sırbistan’ın desteğini de alarak nihai amacı genel bir isyan olan bir takım asayiş olaylarına neden olmaya başlamışlardı. Rusya ve Fransa’nın başı çektiği büyük devletler Balkanlardaki gayrimüslimlerin durumunu incelemek için uluslararası bir komisyon kurulması yönünde Bâb-ı Âli’ye baskı yapmaya başlayınca, Sadrazam Rüştü Paşa Fransız Sefareti’ne gidip Avrupalı temsilcilerden oluşacak karma komisyonun Rumeli’de teiş yapmasını kabul etmeyeceğini iletmiş; elçinin ısrar etmesi sonucu sadrazam bizzat kendisinin teişe gideceğini söyleyerek konunun bir süreliğine kapanmasını sağlamıştı. Ancak birkaç gün sonra Rüştü Paşa sadaretten alınınca Fransız elçisi bu kez padişahla görüşerek eski sadrazamın sözünü hatırlatmış ve teiş gezisine yeni sadrazam Kıbrıslı Mehmet Paşa’nın çıkmasını temin etmişti. 1860 yılı yazında Silistre, Vidin ve Niş’e gerçekleştirilen üç aylık teiş gezisinde kimi yöneticiler değiştirilmiş, kimi görevlilere bir takım cezalar verilmiş ve bir komisyon marifetiyle çiçilerin borçları konusunda bir takım girişimlerde bulunulmuştu. Tuna Vilayeti Nizamnamesi (1864) Yukarıda sözü edilen teiş gezisinde Bulgarların yoğun olarak yaşadıkları yerlerde ciddi huzursuzluklar olduğu gözlemlendiğinden, daha önce o bölgede başarılı görevlerde bulunmuş olan Midhat Paşa 1861 yılında Niş’e vali olarak atanmıştı. Bâb-ı Âli’nin etkin desteğini de arkasına alan Paşa, üç buçuk yılı aşkın bir süre görev yaptığı Niş’te bağımsızlık mücadele veren komitaların halkı isyana yönlendirme teşebbüslerini etkisiz bırakmış ve halkın devletle olan bağlarını güçlendirmek için sosyal ve ekonomik nitelikler taşıyan önemli uygulamalara imza atmıştı. Niş bölgesindeki bu olumlu gelişmeler, eyaletin Avrupa devletlerinin gündeminden düşmesinde etkili rol oynayınca, Arnavutların yoğun olarak yaşadıkları ve birçok asayiş sorununun yaşandığı Prizren Eyaleti de Niş’e bağlanmış, kısa sürede bu bölgede de asayiş sağlanmıştı. Cebel-i Lübnan Nizamnamesi’nin ilan edildiği süreçte daha sonra tüm ülkede uygulanacak yeni bir taşra idaresi modeli geliştirmeye çalışan Âli ve Fuat Paşalar, Niş’te başarılı bir valilik dönemini geçiren Midhat Paşa’yı İstanbul’a çağırmışlardı. Fuat Paşa ve Midhat Paşa’nın son şeklini verdikleri Tuna Vilayeti Nizamnamesi, 7 Kasım 1864’te ilan edilmiş ve nizamnamenin uygulanacağı Tuna Vilayeti’nin valiliği Midhat Paşa’ya verilmişti. Tuna Vilayeti: Osmanlı idari taksimatında 1864 yılında Niş, Vidin ve Silistre eyaletlerinin birleştirilmesiyle oluşturulan yeni vilayetin adıdır. Kuruluşu itibariyle 7 liva, 45 kaza, 19 nahiye ve binlerce köyden oluşan vilayette, yaklaşık iki milyon nüfus yaşamaktaydı. 1877-78 OsmanlıRus Savaşı’ndan sonra fiilen ve resmen ortadan kalkmıştır. 188 Osmanlı Tarihi (1789-1876) Vilayet Nizamnamesi’nin üç temel hedefi vardı: İlk hedef, merkezin denetiminde taşrada yetkileri arttırılmış ve iyi işleyen çoğulcu bir mahalli idare kurmaktı. İkincisi, hukuki ve idari yapıyı birbirinden ayırarak hukuk alanında Batı tarzı bir sistem ve yargı birliği sağlamaktı. Üçüncüsü de her kesimden halkın, din ayrımı yapılmadan tebaa bilinciyle refah ve barışı elde etmek konusunda çaba sarf etmelerini temin etmekti. Nizamname vilayet, liva, kaza ve köy olmak üzere dört aşamalı bir idari taksimat öngörmüştü. Vilayeti vali, livaları kaymakam, kazaları müdür ve köyleri de muhtar idare edecekti. Bir süre sonra, livaların yani sancakların mutasarrıf, kazaların ise kaymakamlar tarafından idare edilmesi kararlaştırılmıştı. Nizamname, vilayet merkezi ve liva merkezlerinde daimi surette hizmet verecek olan İdare Meclisi, Temyiz-i Hukuk Meclisi, Cinayet Meclisi ile Ticaret Meclisi öngörmüştü. Kazalarda, Kaza İdare Meclisi ile Kaza Deavi Meclisi görev yapacaktı. Köy ve mahallelerde ise İhtiyar Meclisleri faaliyette olacaktı. Bu meclisler dışında yılda bir defa liva temsilcilerinin katılımı ile toplanacak olan Vilayet Umumi Meclisi Nizamname’nin önemli düzenlemelerinden birini oluşturuyordu. Vilayet merkezinde ve livalarda görev yapacak olan idare ile temyiz-i hukuk ve cinayet meclislerinde seçimle belirlenecek 3 Müslüman ve 3 gayrimüslim üye görev yapacaktı. Kaza idare ve deavi meclislerinde her iki dinî gruptan 2’şer üye seçilecekti. İhtiyar meclisi ve vilayet umumi meclisine üye seçimlerinde ilgili bölgenin nüfus yapısı dikkate alınacaktı. Valinin maiyetinde görev yapacak olan Vilayet İdare Meclisi, vilayetin mülkiye, maliye, hariciye, bayındırlık ve ziraatine dair hususları müzakere ediyor, hukuki meselelere karışamıyordu. Vilayet Cinayet Meclisi, hukuk ve mahkeme düzeni konusunda bilgili bir memur ile altı üyeden oluşmakta ve müfettiş-i hükkâmın başkanlığında görev yapmaktaydı. Meclis bağlı livalarda görülen cinayet davalarının ve onlara dair gelen mazbataların hukuka uygunluğunu incelemekte veya kendine havale edilen büyük davaları görmekteydi. Vilayet Temyiz-i Hukuk Meclisi, Müslümanların şer’i mahkemelerde, gayrimüslimlerin ruhani idarelerinde görülen davaları ile Cinayet ve Ticaret Meclislerinin bakması gereken davalar haricindeki şer’i ve nizami davaları çözüme kavuşturuyor; liva ve bağlı meclislerin istinaf olunan davalarının temyiz incelemesini yapıyordu. Bu meclisin işleri yoğun olmadığından ayrı bir aza ve yazı işleri tahsis edilmemiş, Cinayet Meclisi ile birleştirilmiş ve başkanlığı yine müfettiş-i hükkâma verilmişti. Bir diğer mahkeme olan Ticaret Meclisi’nin görmesi gereken davaların tür ve niteliği Ticaret Kanunu’nda açık olduğundan, bu tür bir iş veya dilekçe geldiğinde valilik tarafından Ticaret Mahkemesi’ne havale edilmekte ve en kısa sürede sonuca bağlanmaya çalışılmaktaydı. Kaymakamın maiyetinde vazife yapan Liva İdare Meclisi, mülkiye, maliye, zaptiye, ödeme ve tahsil işlemleri, bayındırlık, tapu ve ziraate ilişkin hususlarda görev üstleniyor ve hukuki işlere müdahale edemiyordu. Başkanlığını naibin yapacağı Liva Temyiz-i Hukuk ve Cinayet Meclisi Müslümanların şer’i mahkemelerde, gayrimüslimlerin ruhani idarelerinde görülen davaları ile Cinayet ve Ticaret Meclislerinin bakması gereken davalar haricindeki şer’i ve nizami davaları çözüme kavuşturuyordu. Yine Kaza Deavi Meclislerinin bakamayacağı ya da dava sahiplerinin istinafa götürdükleri davaları çözüme kavuşturuyordu. Bir başkan ve yeterli sayıda üye ile görev yapan Liva Ticaret Meclisi, Ticaret Kanunu’nun belirlediği görevleri üstleniyordu. Kazalarda görev yapan Kaza İdare Meclisi, tıpkı Liva İdare Meclisleri gibi mülkiye, maliye, zaptiye, tahsil işlemleri, bayındırlık, tapu ve ziraate ilişkin hususlarda görev yapıyor ve hukuki işlere müdahale edemiyordu. Kaza merkezlerinde bir Meclis-i Deavi öngörülmüştü ki Müslümanların şer’i mahkemelerde, gayrimüslimlerin ruhani idarelerinde görülen davaları ile Cinayet ve Ticaret Meclislerinin bakması gereken davalar haricindeki şer’i ve Müfettiş-i Hükkâm: “Hâkimler Müfettişi” anlamına gelen bu unvan, ilk defa Tuna’da uygulanan 1864 tarihli Vilayet Nizamnamesi’yle karşımıza çıkmaktadır. Kadılar arasından şeyhülislamın teklifi ve padişahın onayı ile atanan bu görevli, temyiz-i hukuk ve cinayet meclisine başkanlık yapmasının yanı sıra, şer’i belgelerin usulüne uygun düzenlenip düzenlenmediğini inceliyor, vilayette görev yapan naiplerin davranış ve çalışmalarını denetliyordu. Bu unvan daha sonra Merkez Naibi olarak değiştirilmiştir. 7. Ünite - Buhranlar, Islahatlar ve Dış Müdahaleler Dönemi (1856-1871) 189 nizami davaların yanı sıra, ağır cezayı gerektirmeyen davalar ve bakmakla görevli olduğu diğer davaların çözüm merciiydi. Köylerde ve mahallelerde görev yapacak İhtiyar Meclisleri ise mensup oldukları dini sınıarın vergi, ziraat, köyün temizlik ve düzeni ile olası anlaşmazlık veya sürtüşmelerin engellenmesi konusunda çaba sarf ediyorlardı. Köyde görev yapan bekçi, korucu gibi görevlilerin sorumluluğunu da üstlenen muhtarlar halkla hükümet arasında bir tür aracı konumundaydılar. 40 günü geçmeyecek şekilde yılda bir defa vilayet merkezinde toplanacak Vilayet Umumi Meclisi, vilayet ana yolları ile kaza ve köy yollarının yapım ve iyileştirilmesi konusunda liva ve kazalardan gelecek talepleri inceleyerek müzakere edecek, ikinci olarak yolların korunması hususlarını görüşecek, üçüncü olarak ziraat ve ticaretin geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması konularında çaba sarf edecek ve dördüncü olarak da liva, kaza ve köy vergilerine dair hususlarda mütalaalarda bulunacaktı. Bu meclisin üyeleri toplantıdan bir ay önce, her kazadan 4 üye olmak üzere, liva merkezlerinde toplanarak liva merkezi ve kazalar halkından aza olabilme şartlarını taşıyan 3 kişiyi belirleyip kaymakamın yazısıyla vilayet merkezlerine gönderiyorlardı. İdare, Temyiz-i Hukuk ve Cinayet ile Deavi Meclisleri azalığı seçimleri iki yılda bir yapılmakla birlikte, üyelerin yarısı her yıl yapılan seçimle yenilenmek zorundaydı. İhtiyar Meclisi üyeleri ile Vilayet Umumi Meclisi azalarının görev süreleri ise bir yıldı. Şu durumda köy-mahalle ahalisi muhtar ve İhtiyar Meclislerini, İhtiyar Meclisleri kaza meclisi azalarını, kaza meclisleri liva meclisi azalarını, liva meclisleri de vilayet merkezinde görev alacak meclis azalarını, en nihayet her kazadan liva merkezlerine giderek aday tespit eden 4’er kaza meclisi üyesi de Vilayet Umumi Meclisi üyelerini seçmek suretiyle tüm sürece ahalinin belli ölçüde katılımı sağlanmış oluyordu. Tanzimat ve sonrasında merkez ve taşrada neden birçok meclis faaliyete geçirilmiştir? Vilayet Nizamnamesi ve Nizamiye Mahkemeleri Muhassıllık Meclisleri ile başlayan, Memleket, Eyalet ve Taşra Meclisleri adlarıyla Osmanlı mahalli idaresinde etkinliklerini devam ettiren bu meclislerin, 1840’lı yıllardan itibaren birlikte sürdürdükleri idare ve yargı işlevlerinde Tuna Vilayeti Nizamnamesi ile radikal bir ayrışma ve uzmanlaşmaya gidildiğine tanık olunmaktadır. Kaza, liva ve vilayet merkezinde görev yapan İdare Meclisleri, yargılama dışında vilayetin bütün meselelerini ele alma ve çözüme kavuşturma görevi üstlenmiş durumdadırlar. II. Mahmut döneminde kurulan muhtarlık teşkilatına Tuna Vilayeti Nizamnamesi ile seçimle iş başına gelen İhtiyar Meclisi ilave edilmiş, gerektiğinde sulh meclisi olarak görev yapmasına karşın, temelde idari ve mali hususlarda inisiyatif almışlardır. Yılda bir defa toplanan Umumi Meclis, yerleşim birimlerinin sorunlarını halkın temsilcisi olan azalar eliyle vilayet merkezine taşıma ve birlikte çözüme kavuşturma konusunda faaliyet yürütmüşlerdir. Vilayet Nizamnamesi ile meclislerin eskiden birlikte icra ettikleri idare ve yargı görevleri birbirinden ayrılmakla kalmamış, hukuk ve ceza davası ayrımı ile dereceli mahkeme anlayışı getirilmiş, temyiz uygulamasının kurumsallaşması sağlanmış, kamu davası fikrinin gelişmesinin önü açılmış, hiçbir suçun cezasız kalmaması ilkesinin hâkim kılınması konusunda çaba sarf edilmişti. II. Mahmut döneminde idari ve beledi görevlerinden soyutlanarak yargıç statüsü kazanan kadı ve naipler, belli bir süre Deavi, Meclis-i Hukuk ve Cinayet Meclislerinde görev yapmayı sürdürmüş olsalar da devam eden süreçte sadece evlenme, boşanma, nafaka ve vakıf malları gibi son derece sınırlı bir takım görev ve yetkileri kullanabilir hâle getirilmişlerdi. Başka bir deyişle, Osmanlı devlet ve toplum yaşamının temel ögesi durumunda 3 190 Osmanlı Tarihi (1789-1876) olan din kurallarının laik nitelikli kural ve düzenlemelerle yer değiştirmesi konusunda II. Mahmut döneminde başlatılan girişim, Tanzimat’la sistemli hâle gelmiş; ticaret, yargılama ve hukuk usulü başta olmak üzere Batı hukukunun hâkim kılınması uğraşıları devam etmiş, Lübnan ve Vilayet Nizamnameleriyle de uygulama ve yaygınlaşma alanı kazanmıştı. 1867 yılından itibaren ülke geneline de yaygınlaştırılan Vilayet Nizamnamesi, 1871’de ilan edilen İdare-i Umumiye-i Vilayet Nizamnamesi ile daha kapsamlı bir nitelik kazanacaktı. Vilayet Nizamnamesi ve Midhat Paşa Dönemin sosyo-politik ve ekonomik sorunlarına çözüm bulmak amacıyla ilan edilen Vilayet Nizamnamesi’nin Tuna Vilayeti’nde uygulanması görevini üstlenen Midhat Paşa, üç buçuk yıl süren valiliği boyunca birçok başarıya imza atmıştı. Bir taraan içlerinde halkın temsilcilerinin de yer aldığı idare ve yargı alanında görev üstlenmiş olan meclislerin daha etkin hizmet vermeleri konusunda çaba sarf ederken, diğer taraan da bürokratik işleyişin rasyonel kurallara bağlanması, rüşvetin engellenmesi ve üst düzey görevlilerin müteselsil sorumluluk üstlenmesi gibi devlet yurttaş ilişkilerinin daha çağdaş nitelikler kazanması konusunda birtakım düzenleme ve uygulamalara imza atmıştı. Vilayetteki devlet çarkının daha rasyonel dönmesi sağlanırken korunmaya muhtaç çocuklar, kadınlar, yaşlılar ve köylüler de unutulmamış; vilayetteki gayrimüslimlere devlet şeati ve eşit hizmet olanakları konusunda hassas ve samimi davranışlar sergilenmişti. Valiliği boyunca iki defa topladığı Vilayet Umumi Meclisi’nde çiçi borçlarının ertelenmesinden, okul ve yol yapımına; endüstri bitkilerinin yetiştirilmesinden, kasabalarda hekim istihdamına; belediye daireleri ve Ticaret Mahkemelerinin yaygınlaştırılmasından, şirket teşkiliyle fabrikaların kurulmasına; konar-göçerlerin yerleşik hayata geçirilmesinden, ölçü ve tartı aletlerinin standart hale getirilmesine; kız ıslahhanesinin açılmasından, yol bekçiliği uygulamasına kadar vilayetin kalkındırılmasına dönük onlarca kararın alınmasına öncülük yapmıştı. Osmanlı taşrasındaki ilk belediyeler, teiş memurluğu, tahsildarlık, ıslahhane, çiçi yardımlaşma sandığı, tasarruf sandığı, vergilerin taksitle tahsil edilmesi, kadın hastanesi, fayton ve gemi filosu, köy bekçiliği, zahire pazarları ve vilayet gazetesi gibi birçok yeni icraat ve uygulamaya da imza atan Midhat Paşa’nın anılan performansı, yeni vilayet nizamının tüm ülkede yaygınlaştırılmasını planlayan merkeze cesaret verdiği gibi, yaygınlaşma seyrinin teorik ve tatbiki kılavuzu da olmuştu. Yeni Osmanlılar (1865) 1860’lı yıllardan itibaren ve özellikle özel matbaaların yaygınlaşma sürecinde Yeni Osmanlılar denilen bir grup, siyasal muhalefete başlamışlardı. Namık Kemal, Ziya Paşa, Şinasi, Agâh Efendi ve Ali Suavi gibi isimlerden oluşan, belli ölçüde dil bilen ve Batı’yı tanıyan bu aydınlar, Mustafa Reşit, Âli ve Fuat Paşaların keyfî ve mutlakıyetçi tutumunu eleştiriyorlardı. Tercüman-ı Ahvâl, Tasvir-i Eâr, Muhbir gibi gazetelerde ifade hürriyeti, insan hakları, adalet, vatan sevgisi, kalkınma ve meşveret gibi konuları işleyen aydınların fikirleri devlet memurları ve özellikle askeri okul öğrencileri arasında ciddi karşılık bulmaktaydı. 1865’li yıllarda daha örgütlü bir yapı kazanan Genç Osmanlılar, Mısır’daki veraset hakkını kaybeden Mustafa Fazıl Paşa’nın desteği ile yurt dışına kaçmışlar, Hürriyet ve Ulûm gibi yayın organları vasıtasıyla muhalefetlerini orada sürdürmüşlerdi. Osmanlı Devleti’nin içine düştüğü bunalımla ilgili çeşitli fikirler ileri sürmeye devam eden Yeni Osmanlılar, Abdülaziz’in Avrupa seyahati sonrası ve özellikle Mustafa Fazıl Paşa’nın Sultan’la anlaşarak İstanbul’a gelmesiyle, maddi destekten yoksun kalmışlar ve bir süre sonra ülkeye geri dönmüşlerdi. Şark Meselesi, Batılılaşma ve meşveret konularındaki fikirlerini dönemin 7. Ünite - Buhranlar, Islahatlar ve Dış Müdahaleler Dönemi (1856-1871) 191 gazetelerinde paylaşmaya devam eden aydınların daha sonra V. Murat sanıyla tahta çıkacak olan Şehzade Murat ve Midhat Paşa’yla yakın ilişkileri vardı. İlk Osmanlı anayasası olan Kanun-ı Esasi’nin hazırlanmasının düşünsel ve hukuki arka planında ciddi emekleri olacaktı. Abdülaziz’in Avrupa Seyahati (1867) Fransa İmparatoru III. Napolyon’un 1867 Paris Uluslararası Sergisi’ne Sultan Abdülaziz’i davet etmesiyle başlayan Avrupa gezisi, Osmanlı sultanlarının yaptığı ilk ve tek uluslararası seyahat olma özelliğine sahiptir. 21 Haziran’da başlayarak 47 gün süren geziye Şehzadeler Yusuf İzzettin, Murat ve Abdülhamid Efendiler de eşlik etmişti. Fuat Paşa’nın organizasyonuyla gerçekleşen seyahatte Tulon’da karaya çıkılmış, Fransa, İngiltere, Belçika, Prusya ve Avusturya ziyaretlerinden sonra, Tuna Vilayeti üzerinden İstanbul’a dönülmüştü. Avrupa’da her uğradığı şehirde büyük ilgi gören Osmanlı Sultanı gösterilen bu ilgiden ziyadesiyle memnun kalmıştı. Devlet başkanı düzeyinde Rus Çarı ve Prusya Kralı’nın da katıldığı seyahat, sonuçları itibariyle önemliydi. Doğrudan görüşmelerde İngiltere Kraliçesinden Rusya’ya karşı destek sözü alınmıştı. Gezideki temasların Girit Meselesi’nin daha karmaşık hâle gelmesini engellediği düşünülebilir. Avam Kamarası’nın bir oturumuna katılan Sultan’ın, dönüşte başkanlığını Midhat Paşa’nın yapacağı Şûrâ-yı Devlet’in (Danıştay) kuruluşuna onay vermesi önemlidir. Zira sözü edilen kurum, genişletilmiş bir “temsilî meclis” olarak kabul edilebilir. Yargı görevini üstlenerek yüksek bir mahkeme gibi çalışacak olan ve başkanlığını Cevdet Paşa’nın yapacağı Divan-ı Ahkâm-ı Adliye de (Yargıtay) aynı süreçte faaliyete geçirilmiştir. Din ayrımı gözetilmeden karma bir eğitim verecek olan Galatasaray Mekteb-i Sultanisi’ni de bu seyahatin sonuçlarından biri olarak görmek mümkündür. Abdülaziz’in Avrupa seyahati konusunda şu eseri okuyunuz: Karaer, Nihat. (2012). Paris, Londra, Viyana; Abdülaziz’in Avrupa Seyahati, Ankara: Phoenix. Sultan Abdülaziz’in Avrupa’ya yaptığı seyahatin gerekçeleri neler olabilir? Girit Meselesi Ele geçirildiği XVII. yüzyıldan itibaren ayrıcalıklı bir statüde olan Girit Adası, 1821 Yunan İsyanı’nda etkin olmuş, devam eden 10 yıl boyunca isyanın bastırılması konusunda önemli bir rol üstlenen Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın yönetiminde kalmıştı. 15 Temmuz 1840 tarihinde imzalanan Londra Anlaşması ile Osmanlı yönetimine verilen Girit’e olan Yunanistan ilgisi hiç kesilmemiş, Yunanistan’ın tahrikleriyle adada irili ufaklı birçok asayişsizlik yaşanmıştı. 1863 Ekim’inde Tesalya, Epir ve Girit’le daima ilgilenen Yunanistan Kralı Otto’nun yerine Danimarka kral hanedanından William George uluslararası bir mutabakatla tahta oturtulmuştu. Danimarka ile İngiltere, Fransa ve Rusya arasında 1863 Temmuz’unda imzalanan anlaşma ile Yunanistan tahtına oturtulan I. George’a aynı anlaşma ile 1815 Viyana Kongresi’nde İngiltere’ye verilen Yedi Ada âdeta hediye edilmişti. Yedi Ada’nın Yunanistan’a uluslararası bir kararla verilmesi, Yunanistan’ın takip ettiği büyük politik hedef olan megali idea’nın Girit’i de kapsayacak şekilde genişleyebileceği düşüncesine sevk etmişti. Bu süreci hızlandırmak için sık sık isyan eden Girit’in gayrimüslim ahalisi vergilerin azaltılması, vergi yöntemlerinin ıslahı, yol yapımı, yargılamaların adil olması, okul ve hastane yapımı gibi taleplerinin Osmanlı yönetimince karşılanmadığını iddia ederek, adanın yönetimini büyük devletlerden oluşacak bir komisyonun devralması gerektiğini ileri sürmüşlerdi. Bununla da yetinmeyen ada ahalisi, 1866 Ağustos’unda yine büyük devletlere hitaben Yunanistan’la birleştiklerini ilan eden bir manifesto yayımlamış4 Megali İdea: Büyük ülkü ya da hedef anlamına gelen bu terim, Bizans İmparatorluğu’nu bir Helen İmparatorluğu olarak kabul eden Yunan milliyetçilerinin İstanbul başta olmak üzere, Bizans’ın etkin olduğu tüm yerleri ele geçirerek Helen İmparatorluğu’nu yeniden kurma hayallerini ifade eder. 192 Osmanlı Tarihi (1789-1876) lardı. Hemen ardından toplanan Girit Meclisi, 2 Eylül 1866’da adadaki Osmanlı egemenliğinin ilga edildiğini ve Yunanistan’a bağlanıldığına dair karar aldıklarını ilan ederek genel bir isyan çağrısı yapmışlardı. Adadaki güvenlik güçlerine ve Müslüman halka saldırılar başlayınca İngiltere’nin desteğini de alan Osmanlı Devleti, adaya asker sevk etmiş ve isyancılar büyük ölçüde etkisiz kılınmıştı. 1867 Ekim’inde adaya giden Sadrazam Âli Paşa, şikâyetleri yerinde incelemiş, kısmi bir af çıkararak adanın normalleşmesi konusunda çaba sarf etmişti. Ardından 1868 yılında Girit Vilayet Nizamnamesi de yayımlanmış, büyük devletlerin ada halkının şikâyetlerini dayanak yapmalarının önü alınmaya çalışılmıştı. Girit Vilayet Nizamnamesi (1868) 20 Ocak 1868’de ilan edilen Nizamname, Cebel-i Lübnan ve özellikle Tuna Vilayeti Nizamnamesi esas alınarak hazırlanmıştı. Beş liva ve 20 kazaya taksim edilen Girit Vilayeti’nde liva merkezlerinde ve her kazada bir başkan ve dört üyeden oluşan karma bir Deavi Meclisi görev yapacaktı. Başkanın atanması, azledilmesi ve görevleri doğrudan hükümete ait olacak, üyeler halk tarafından seçilecekti. Nizamname ayrıca Ticaret Mahkemelerinin üye ve çalışma esaslarını da düzenlemiş durumdaydı. Vilayet merkezi ve kazalarda görev yapacak olan İdare Meclisleri her iki dinî grubun üyelerinin eşit temsilini esas alacak şekilde organize edilmişti. Aynı prensiplerde görev yapacak olan Vilayet Umumi Meclisi, vilayetin kalkınmasına dair hususları müzakere edecekti. Köy ve mahallelerde oluşturulacak İhtiyar Meclislerinin görevlerini de ayrıntılı bir şekilde düzenleyen Nizamname, Müslüman ve gayrimüslim ahalinin hukuki ve idari meselelerini hakkaniyetle çözecek şekilde, çok ayrıntılı ve dikkatli bir üslupta kaleme alınmıştı. Ada Rumlarının temsil ve yargılama konusundaki şikâyetlerini büyük ölçüde çözüme kavuşturan Nizamname, uzun yıllar işlevini sürdürmüştü. Meclis-i Vâlâ’dan Şûrâ-yı Devlet ve Divan-ı Ahkâm-ı Adliye’ye (1868) Kuvvetler birliği temelinde padişahın danışma kurulu olarak ve onun yasama, yargı ve yürütme erklerini kullanmak üzere 1838’de faaliyete geçirilen Meclis-i Vâlâ’nın iş yükünün artmasıyla 1854 Eylül’ünde Meclis-i Âli-i Tanzimat ve Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye olmak üzere iki meclisli bir yapı oluşturulmuştu. Başkanlığını Âli Paşa’nın yapacağı Meclis-i Tanzimat, üst düzey memurları yargılayabiliyor, tanıklık için çağırabiliyor, nezaret arşivlerini inceletebiliyor ve Tanzimat’ın uygulanma sorunlarına müdahale ediyordu. Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye ise, yasa yapma dışında cezai ve idari yargılama yapıyordu. 1861’de üç hizmet dairesine ayrılmak suretiyle yeniden birleştirilen Meclis-i Vâlâ’nın Kanun ve Nizamat Dairesi yasama görevini üstlenirken, İdare-i Umûr-ı Mülkiye dairesi, sadrazam ve kabinenin alacağı kararlara yardımcı oluyordu. Üçüncü birim olan Muhakemat Dairesi ise, yüksek temyiz mahkemesi gibi çalışıyordu. 1868 yılında kadar sözü edilen fonksiyonları icra eden Meclis-i Vâlâ, anılan yılın Nisan ayından itibaren Şûrâ-yı Devlet ve Divan-ı Ahkâm-ı Adliye olarak ikiye ayrılmıştı. Şûrâyı Devlet’e model olan kurum Fransa’da Napolyon tarafından kurulan Conseil d’Etat’tı. Fransız yönetim sisteminde yasama ve yüksek yargı işlerinden sorumlu olan bu meclis, Napolyon’un despotik faaliyetlerini belli ölçüde dizginlemiş ve devletin liberal bir yapı kazanması konusunda mesai sarf etmişti. Fransa’nın İstanbul elçisi Bouréé, Âli, Fuat, Midhat ve Cevdet Paşaların bu meclislerin faaliyete geçirilmesi ve işleyişlerinde kayda değer emekleri vardı. Ülkenin en temel sorunları ve yeniden yapılandırılması gereken maarif, harbiye, ticaret, ziraat gibi temel alanların isimlerini taşıyan beş daire hâlinde faaliyet gösterecek 7. Ünite - Buhranlar, Islahatlar ve Dış Müdahaleler Dönemi (1856-1871) 193 olan Şûrâ-yı Devlet, Midhat Paşa’nın başkanlığında yasa hazırlama, idari meseleler, memurların yargılanması ve vilayetlerde toplanan umumi meclis kararlarının uygulanması konusunda görev yapacaktı. Başkanlığını Cevdet Paşa’nın yaptığı Divan-ı Ahkâm-ı Adliye ise, Şer’i Mahkemeler ile Cemaat Mahkemeleri dışında kalan 1864 tarihli Vilayet Nizamnamesi’nde Deavi, Temyiz-i Hukuk ve Cinayet meclisleri olarak adlandırılan ancak daha sonra bidayet ve istinaf mahkemeleri adını alacak olan mahkemelerden gelen hukuk ve ceza davalarına bakacaktı. Her iki yüksek mahkemenin üyelikleri üçte iki oranında Müslim ve üçte bir oranında gayrimüslimlerden oluşacaktı. Bu meclislerde görev yapacak olan üyeler, eyaletlerden gelen listeler dikkate alınmak suretiyle, hükümet tarafından belirleniyordu. Onlarca üyenin görev yaptığı Şûrâ-yı Devlet ele aldığı meseleler, üye profili, işleyişi ve yapısı nedeniyle “âdeta bir parlamento hüviyetinde” idi. 1877 Mart’ında çalışmalarına başlayan Osmanlı Devleti’nin ilk parlamentosuna yasama görevlerini devreden bu iki kurum, yüksek mahkeme niteliklerini sürdürmüşler, Danıştay ve Yargıtay’ın tarihi temellerini oluşturmuşlardı. Maarif-i Umumiye Nizamnamesi (1869) II. Mahmut’tan itibaren devletin sorumluluk alanında görülmeye başlanan eğitimin modernleştirilmesi uğraşlarında dönüm noktası olarak kabul edilebilecek olan Maarif-i Umumiye Nizamnamesi, 1 Eylül 1869 tarihinde ilan edilmişti. Bâb-ı Âli’nin eğitim danışmanlarından olan Fransa Eğitim Bakanı Jean Victor Duruy, Maarif Nazırı Saet Paşa, Askeri Okullar Müdürü Sadullah Paşa ve Şûrâ-yı Devlet Maarif Dairesi Reisi Kemal Ahmet Paşa sözü edilen hukuki metne emek ve hayat vermiş kişilerdi. Nizamname’nin oldukça kapsamlı ve çağdaş bir eğitim teşkilatı öngörerek sınıf sisteminde, kademeli ve belli bir müfredatla eğitim kurgulamış olması, dönemine göre radikal sayılabilirdi. İlkokul eğitiminin ve öğretmeninin önemsenerek kanundaki yerini alması, programlara doğal bilimlerin dahil edilmesi, eğitimin finansmanının düşünülmüş olması önemliydi. Özel okullar, devlet okulları, cemaat ve yabancı okulların tek bir yasayla ele alınmış olması, ileride karma okulları teşvik eder bir anlayış benimsemesi, Nizamname’nin diğer önemli özelliğiydi. Kızların ilkokul eğitimini de gözeten hukuki metin, taşrada eğitimin yaygılaştırılması ve daha nitelikli hale getirilmesi konusunda hayati bir öneme sahipti. Misyonerlik faaliyetleri ve yabancı okulların artmaya başladığı döneme rastlayan bu Nizamname’yi, Müslüman kitleyi çağın gereklerine göre eğitmeyi amaçlayan çok önemli bir girişim olarak görmek mümkündü. II. Abdülhamid döneminde ve özellikle 1880’li yıllarda gerçek ve olumlu sonuçlarını veren Nizamname, Darülfünun ve Darülmuallimat gibi kurumların açılmasına da ön ayak olmuştu. Mecelle ve Cevdet Paşa Cevdet Paşa’nın etkin katkısıyla 1851 madde ve 16 Kitap şeklinde yayımlanan bu çalışma, bir İslam Medeni Kanunu el kitabı olarak Nizamiye Mahkemeleri için hazırlanmıştı. Şahıs, aile, miras hukuku, ceza, vergi ve arazi hukukuna dair hükümleri ihtiva etmeyen Mecelle, alış veriş, kira, hizmet akdi, kefalet, havale, rehin, emanet, bağışlama, delil ve yemin gibi fıkıhla ilgili uygulamaların bir araya getirilmesiyle oluşturulmuştu. Cevdet Paşa, 1860’lara doğru büyük hız kazanan kanunlaştırma hareketinin Batı hukukundan tercüme yoluyla alınması tercihini ihtiyatla karşılamış, yerli ve İslami bir kanunlaştırmadan yana olduğunu göstermişti. “Islahatçıların muhafazakâr, muhafazakârların ıslahatçı” gördükleri Paşa, aklın süzgecinden geçmiş ve insanların hayatlarını kolaylaştıran tüm uygulama ve icraatların yanında olmuş, katkıda bulunmayı bir görev olarak kabul etmişti. 1869-1876 yılları arasında oluşturulan Mecelle, döneminde bile “ıslahatçı ve muhafazakâr” kutuplaşmalarının önemli simgelerinden biri olarak görülmüştü. 194 Osmanlı Tarihi (1789-1876) Mecelle’yi hazırlama görevi neden Cevdet Paşa’ya verilmiş olabilir? Süveyş Kanalı’nın Açılması (1869) 1840’lı yıllarda belli ölçüde itaat altına alınan Mehmet Ali Paşa ve oğulları, bağımsız olma heveslerinden hiç vazgeçmemişlerdi. Yerliler askere alınmış; ordu, modern silah ve araç gereçlerle donatılmış, gemicilik faaliyetleri hızlandırılmış, harp okulu, mühendishane gibi laik nitelikli yükseköğretim kurumları açılmıştı. Askeri alandaki uğraşlar sürerken, tarımın geliştirilmesi için sulama kanalları inşa edilmiş, çiçiye vergi kolaylıkları getirilmiş ve bedevilerin yerleşik hayata geçmeleri teşvik edilerek, belli bir bölümünün çiçi olmaları sağlanmıştı. Mısır için hayati önemdeki bu faaliyetleri gerçekleştirmiş olan Mehmet Ali Paşa rahatsızlığı nedeniyle iktidarını oğlu İbrahim’e (1848) devretmiş ancak o da kısa bir süre sonra ölünce, Abbas Mısır’ın yeni valisi olmuştu. Osmanlı himayesi taraarı olan yeni vali, ordu ve donanmayı küçültmüş, İngiltere’nin kendine uygun gördüğü hammadde tedarikçiliği konumunu sürdürme kararı almıştı. Tüm gücünü tarımdan olabildiğince gelir elde etmeye harcayan I. Abbas’ın, Kahire’den Süveyş’e uzanan demiryolu hattı kurmak dışında, Mısır’ın kalkındırılması konusunda kayda değer bir faaliyeti olmamıştı. I. Abbas 1854’te bir suikast sonucu hayatını kaybedince yerine Mehmet Ali Paşa’nın oğlu Sait Paşa vali olmuştu. Said Paşa, Osmanlı makamlarının karşı çıkmasına karşın, Fransız Konsolosu Ferdinand Lesseps’e Akdeniz’i Kızıldeniz’le birleştirecek bir kanal açma imtiyazı vermişti. Bu konuda bir şirket kurulmuş ve hemen çalışmalara başlanmıştı. Şirketin hisseleri satılmadığı gibi, kanalın yapımının tüm emek ve araç gereçleri Mısır’dan temin edilmişti. Binlerce Mısırlının hayatını kaybettiği Süveyş Kanalı, İngiltere’nin Mısır’daki demiryollarıyla haksız rekabete yol açacağı gerekçesiyle ne kadar geciktirilmeye çalışılsa da, 1863’te tahta çıkan İsmail Paşa döneminde inşa edilmeye devam etti. Sultan Abdülaziz’in Mısır ziyareti kanalın yapım çalışmalarını engellememiş, 1869’da büyük bir törenle açılmıştı. Törene İmparatoriçe Eugénie, Prusya Veliaht Prensi ve birçok kraliyet mensubu katılmıştı. Akdeniz’de Port Said’den Kızıldeniz’deki Süveyş limanına uzanarak, Akdeniz, Kızıldeniz ve Hint Okyanusu’nu en kısa yoldan birbirine bağlayan kanal, dünya ticaretinde büyük bir yer edinmişti. Bu durumdan telaşa kapılan İngiltere, Mısır ve kanala doğrudan müdahale planları yapmaya başlamıştı. Fransa ve İngiltere’nin desteğini de alarak Abdülaziz’den hidiv unvanı ile valiliğin babadan oğla geçmesine dair ferman almayı başaran İsmail Paşa kanal, liman, yol ve köprü inşaatları için aldığı borçları ödeyemediği için, bağımsız olmak isteyen ama iktidar erkinin yabancıların elinde bulunduğu siyasi bir teşekkül durumuna gelmişti. Avrupa ülkelerinin Mısır’a olan ilgisinin nedenlerini düşününüz. Marsot, Afaf Lutfi Al-Sayyid. (2010). Mısır Tarihi Arapların Fethinden Bugüne, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları. İdare-i Umumiye-i Vilayet Nizamnamesi (1871) 1864 Vilayet Nizamnamesi’nin Tuna Vilayeti’nde büyük başarı kazanmasından sonra, süreç içinde Bosna, Edirne, Halep, Suriye, Trablusgarp ve Erzurum Vilayetlerinde de uygulanmıştı. Bu vilayetlerde de önemli bir sorunla karşılaşılmaması üzerine, merkezî yönetim yeni vilayet nizamının 1871’de tüm ülkeye yaygınlaştırılması kararını almıştı. 5 6 7. Ünite - Buhranlar, Islahatlar ve Dış Müdahaleler Dönemi (1856-1871) 195 Nizamname’ye göre vilayeti vali, livayı mutasarrıf, kazayı kaymakam, nahiyeyi nahiye müdürü idare edecekti. Köy ve mahallelerde eskiden olduğu gibi temel sorumluluk yine muhtarlara verilmişti. Vilayet merkezinde Umumi Meclis ve İdare Meclisi öngörülmüştü. İdare meclisleri liva ve kazalarda da işlevlerini sürdürmeye devam edeceklerdi. Nahiyelerde Nahiye Meclisi, köy ve mahallelerde yine eskisi gibi İhtiyar Meclisleri sorumluluk üstleneceklerdi. Meclislerde halkın temsilcisi olarak görev alacak olan Müslüman ve gayrimüslim üyeler eskiden olduğu gibi, yine seçimle belirlenecekti. Nizamname, valilik, mutasarrıık ve kaymakamlık olan her şehir ve kasabada belediye hizmetleri için bir Belediye Meclisi de öngörmüştü ki, Osmanlı taşrasında ilk defa Midhat Paşa tarafından Tuna’da kurulan belediyeler, bu Nizamname ile artık tüm ülkede yaygınlaştırılmış olacaktı. 1864 Vilayet Nizamnamesi’nde yer alan Temyiz-i Hukuk ve Cinayet, Deavi ve Ticaret Mahkemeleri bu nizamnamede artık yoktu. Çünkü merkezî yönetim Nizamiye Mahkemelerini artık farklı hukuki metinler ile düzenlemeye başlamış ve daha da yaygınlaştırma kararı almıştı. Yılda bir defa vilayet merkezinde toplanacak olan Umumi Meclis, yol ve geçitlerin düzenlenmesi, ticaret ve sanayinin geliştirilmesi, eğitim ve öğretiminin yaygınlaştırılması, vergilerin dağıtımı ve vilayetin kalkındırılması gibi hususları müzakere edecekti. Vilayet İdare Meclisi, idari işler ve idari davalar olmak üzere iki kısma ayrılıyordu. İdari olarak, vilayeti ilgilendiren her türlü idari, mali, askeri ve ticari meseleler görüşülecek, idari dava olarak da bugünkü idari yargının yaptığı işleri yapacaktı. Yani vilayette suç işleyen memurları yargılayacak, yetki anlaşmazlıklarına bakacak ve halkın devletle olan davalarını çözüme kavuşturacaktı. Liva İdare Meclisi, liva gelir ve giderinin incelenmesi, yol yapımı, memurların yargılanması, ziraat, ticaret ve eğitimin geliştirilmesi gibi işlerden sorumlu olacaktı. Kaza İdare Meclisi de aynı görevleri kazalarda yapacaktı. Bu nizamname ile ilk defa taşra idaresindeki yerini alan Nahiye Meclisi, nahiyeye bağlı köylerin ihtiyar meclislerinden en fazla dörder kişinin belirlenen zamanlarda nahiye merkezine çağrılmasıyla oluşacaktı. Nahiye müdürünün başkanlık edeceği nahiye meclisi toplantısı, her seferinde bir haayı geçmemek üzere, yılda dört defa toplanacaktı. Köy için gerekli yapıların meydana getirilmesi, köyler arasındaki yolların yapımı; nahiye köylerinin ortak kullanımında olan koru, baltalık, mera ve kışlaklar ile köyün kalkındırılması hususları bu meclisin sorumluluğunda olacaktı. Nizamname, İhtiyar Meclisleri’ne iki görev yüklemişti. İlki, köylüler arasındaki anlaşmazlıkları barışla sonuçlandırmaktı. İkincisi ise köye özgü ihtiyaç ve sorunların müzakeresiydi. Yukarıda tanıtılan yapısıyla 1913 yılına kadar yürürlükte kalacak olan İdare-i Umumiye-i Vilayet Nizamnamesi, bugünkü idari teşkilatımızın temel hususiyetlerini belirlemesi açısından oldukça önemli bir yere sahipti. Kuveyt, Necid ve Ahsa’nın Osmanlı Hâkimiyetine Alınması (1871) Midhat Paşa’nın Bağdat Valiliği’nde (1869-1872) daha önce tam anlamıyla hâkimiyet tesis edilememiş olan Kuveyt, Necid ve Ahsa bölgelerinin Osmanlı hâkimiyetine kazandırıldığı görülür. Halkının çoğu Şafiî olan 6.000 hanelik Kuveyt kasabası, uzun yıllardan bu yana bağımsız bir topluluk olarak yaşamaktaydılar. Kasabanın konumunu ve potansiyelini dikkate alan Midhat Paşa, Kuveyt kasabası ileri gelenlerini Basra’ya çağırmış, coğrafî önemlerini ve yabancı nüfuzunun mahzurlarını anlatarak onları ikna etmişti. Kasaba ileri gelenleri, gümrük ve vergi konusundaki eski muafiyetlerinin devam etmesi koşuluyla Osmanlı hâkimiyetini kabul edeceklerini ifade etmeleri üzerine, kendilerine yazılı güvence verilerek, Şeyh Abdullah el-Sabah Kaymakam olarak atanmıştı. 196 Osmanlı Tarihi (1789-1876) Kuveyt kasabasının ilhakı sürecinde Midhat Paşa’nın dikkatini Hicaz bölgesi de çekmiş ancak hem siyasi bir gerekçe olmayışı hem de İngilizlerin bölgedeki nüfuzundan çekinildiği için bir süre fırsat kollanmıştı. Bağdat’a geldiği dönemlerde Hicaz Kralı Suud Vehhabi ölmüş ve iki oğlu iktidar mücadelesine girişmişlerdi. İngilizlerin de desteğiyle oğul Suud kardeşi Abdullah’tan yönetimi almak için mücadele başlatmış, bu konuda bir hayli de başarı kazanmıştı. Elindeki bölgeleri kaybetmekten korkan Abdullah Bağdat Valisi’nden yardım isteyince, Osmanlı kuvvetleri Hicaz bölgesine yönlendirilmiş ve hiçbir güçlükle karşılaşılmadan bölgede hâkimiyet sağlanmıştı. Aynı dönemde önemli bir asayiş meselesiyle daha uğraşılmıştı. Irak’taki Şammar aşireti reisi Abdülkerim, askerlerin Necid bölgesinde olduğunu hesaba katarak himayesindeki 30.000 kişiyle Diyarbakır, Urfa ve Musul bölgesine saldırmış; özellikle Diyarbakır’da talan ve cinayetlere kalkışmıştı. Bunun üzerine karşı taarruza geçilmiş, Abdülkerim kuvvetleri yenilgiye uğratılarak, kendisi idam edilmişti. Şammar olayı sona erince Midhat Paşa Bağdat’tan hareket etmiş ve 1871 Kasım’ında Osmanlı askerlerinin çarpıştığı Ahsa bölgesine ulaşmıştı. Bâb-ı Âlî’nin izni doğrultusunda Abdullah’a mutasarrıık unvanı verilecek ve ele geçirilen yerlerde Osmanlı mali ve idari kurumları oluşturulacaktı. Fakat Abdullah önceleri vergileri bahane ederek bu ilhaka karşı çıkmış, sonraları ise bağımsız olmak istediği yönünde haber göndermişti. Midhat Paşa hem vergi konusunda garanti vermek hem de bazı sorunları karşılıklı görüşmek için Abdullah’la diyalog kurmak istemiş ancak başaramamıştı. Bunun üzerine Midhat Paşa, Lahsa, Katif, Katar ve Necid’in Necid Mutasarrıığı adıyla birleştirilmesine karar vermiş, ordu kumandanı Nafız Paşa’yı da bu yeni idari birime mutasarrıf atayarak Bağdat’a dönmüştü. İngiliz etkisine rağmen gerçekleştirilen bu ilhaklarla, Ahsa bölgesi Osmanlı toprağı hâline gelmiş ve bölgedeki Vehhabi-İngiliz iş birliğine de büyük bir darbe indirilmişti. Ayrıca radikal görüşleriyle bilinen Vehhabilerin etkisinin kırılmasıyla, diğer mezheplere belli bir özgürlük ortamı doğmuştu. Mali İasa Doğru Tarım ve sanayi üretiminde çağın gerektirdiği sıçramayı yapamayan Osmanlı Devleti, 1838 Balta Limanı Ticaret Antlaşması’yla da yabancılara serbest ticaret hakkı vermiş, gümrük duvarları Osmanlı aleyhine eşitsiz bir biçimde belirlenmişti. İngiltere başta olmak üzere, birçok Avrupa ülkesinden yapılan ithalat, üretimi ve ihracatı olumsuz etkilemiş; dış ticaret dengesi alt üst olmuştu. Siyasi olayların ağır tablosunun da eklendiği ülke ekonomisi, ihtiyaç duyduğu finansmanı para tağşişi ile yani paranın değerini düşürerek veya para basmak suretiyle ya da esham denilen dâhili borçlanmalarla karşılamaya çalışmış ancak kayda değer bir başarı elde edememişti. Sarayın ve devlet adamlarının kısa vadeli finansman ihtiyaçlarını karşılayan Galata Bankerleri ve sarraarla girilen para alışverişlerinde de benzer bir tablo yaşanmış, şartları koyan ve kazanan daima borç verenler olmuştu. Kırım Savaşı öncesi devletin mevcut bütçe açıklarına savaş harcamaları da eklenince 1854’te uluslararası piyasalardan ilk borç para alınmış, daha sonraki yıllarda bu devam ettirilmişti. 1860’larda daha da kötüye giden ekonomik durum içinden çıkılmaz bir hâl alınca büyük umutlarla 1863’te Bank-ı Osmanî-i Şahane’nin faaliyete geçmesine izin verilmişti. Eskiden Galata Bankerlerince yürütülen finans temini ve aracılık işlemleri İngiliz ve Fransız ortaklı bu banka vasıtasıyla yapılacak, ayrıca bu kurum para basma yetkisine de sahip olacaktı. Bank-ı Osmanî de ekonomideki kötü gidişi engelleyememiş, 1874 yılına kadar toplam 16 borçlanma işlemi ile 230 milyon liralık bir borç tablosu ortaya çıkmıştı. 1875’teki ias ve 1881’de yabancı alacaklıların Osmanlı ekonomisine el koyması, kısaca anlatılan ekonomik durumun en uç ve en hazin saasını oluşturmuştu. 7. Ünite - Buhranlar, Islahatlar ve Dış Müdahaleler Dönemi (1856-1871) 197 İtalyan ve Alman Birliklerinin Kurulması (1870-71) Osmanlı Devleti’nin ekonomik ve siyasi sorunlarla boğuştuğu 1870’li yıllarda diplomatik dengeleri değiştirecek yeni siyasi teşekküller ortaya çıkmaya başlamıştı ki, ilki İtalya Devleti’nin siyaset sahnesine çıkmasıydı. Viyana Kongresi’yle (1815) farklı yönetim bölgelerine ayrılmış olan İtalya’da mevcut hükümetlerden ekonomik ve siyasi açıdan uluslararası arenada hareket kabiliyeti olanı, Kont Cavour’un başbakan olduğu Piyemonte, yani Sardinya Krallığı idi. Kırım Savaşı’na katılarak Latinlik ve Katoliklik davasının savunucularından olan III. Napolyon’un desteğini de alan Piyemonte, çok geçmeden topraklarını işgal altında bulunduran Avusturya’ya savaş ilan etmiş (1859) ve kazanan taraf olmuştu. Bu zaferden sonra birliklerini oluşturma konusunda daha çok cesaretlenen İtalyan devletlerinin bazıları halk oylaması, bazıları da gönüllü katılım ile 1870’te siyasal birliklerini oluşturmuşlar ve Roma’yı başkentleri olarak ilan etmişlerdi. Bahsedilecek ikinci siyasi birlik oluşturma başarısı da Almanya’ya aitti. Viyana Kongresi’nde Germen Konfederasyonu kurulmuş, sözü edilen siyasi yapılanmanın Avusturya’nın başkanlığında toplanan bir meclis vasıtasıyla idaresi kararlaştırılmıştı. Bu yapılanmanın dışında kalan Prusya vakit geçirmeden Konfederasyonun manevi liderliğini üstlenerek Alman şehir devletlerinin gümrük birliği oluşturmalarını sağlamış, Bismark’ın önderliğinde bu birliğin güçle sağlanmasının yolları aranmaya başlanmıştı. Bu amacı gerçekleştirmek için 1864’te Danimarka, 1866’da Avusturya ve 1870’te de Fransa’ya karşı savaş verilmişti. Alman birliğini gerçekleştiren Prusya’nın Sedan Savaşı’nda Fransa’yı yenmesi ve Alsas Loren denilen bölgeyi ilhak etmesi, hem Alman birliğini sağlamış hem de Fransa ile yeni hesaplaşmaların kapısını aralamıştı. Alman devletlerinin prensleri 18 Ocak 1871’de Fransa’nın Versay (Versailles) Sarayı’nda I. Wilhelm’i Alman İmparatoru ilan ederek birlik sürecini resmen tamamlamışlardı. Sanayileşmelerini tamamlamak üzere olan her iki devletin sömürge peşine düşmeleri uzun sürmeyecek, dünya dengelerinin yeniden gözden geçirilmesini zorunlu kılan bu gelişme, büyük sayılabilecek rekabet risklerini de beraberinde getirecekti. Bâb-ı Âli Devri Biterken Sultan Abdülaziz (1871) Mustafa Reşit Paşa ile başlatılan Bâb-ı Âli devrinin, Âli Paşa’nın vefatıyla sona erdiği genel kabul gören bir yaklaşımdır. Genç yaşta tahta geçen Abdülmecid’in II. Mahmut’un son dönemlerinden itibaren Tercüme Odası’nda yetişen, dil bilen ve Avrupa’yı tanıyan bir bürokrat grubunun yönetimde etkinlik kazanmasına itirazı olmamıştı. Mustafa Reşit¸ benzer donanımlara sahip olan Âli ve Fuat Paşaların önünü açmış ve Abdülaziz de Mustafa Reşit Paşa’nın “yetiştirmelerine” önemli sorumluluklar vermişti. Âli, Fuat, Kâmil, Rüştü ve Kıbrıslı Mehmet Paşalar gibi Bâb-ı Âli devrinin önemli devlet adamlarına dönüşümlü bir şekilde sadaret mührünü veren Sultan Abdülaziz, III. Selim’den itibaren sistemli bir biçimde devam ettirilen ıslahat çabalarını büyük ölçüde desteklemiş, yeni kurum ve kuruluşların açılmasına olumlu yaklaşmıştı. Bulgaristan, Girit ve Arap coğrafyasında yaşanan olayların büyümesine engel olmak ve dönemin koşullarına uygun olabilecek yeni bir taşra idaresi geliştirmek amacıyla birçok nizamname ilan edilmişti. Kalkınma sorunlarını en üst düzeyde görüşme yetkisini elinde bulunduran Şûrâyı Devlet, adli ve idari işlerin birbirlerinden ayrılması anlamına gelen Divan-ı Ahkâm-ı Adliye ve kamu harcamalarını denetleyecek olan Divan-ı Muhasebât onun döneminde Osmanlı hukuk sistemindeki yerini almıştı. Osmanlı eğitim sisteminin dönüm noktası olan Maarif-i Umumiye Nizamnamesi dönemin önemli icraatlarındandı. 1869 Haziran’ında yayınlanan Askerî Nizamname ile ordu düzeni ile asker alımlarındaki kur’a yöntemi iyileştirilmiş, modern silah temin ve üretim imkânları konusunda önemli çabalar sarf edilmişti. Daha önce asker alımı yapılamayan Bosna-Hersek, Kozan, 198 Osmanlı Tarihi (1789-1876) Dersim, Arnavutluk ve Arap Yarımadası’ndan asker alınmaya başlanmış, aşiretlerin iskânı devlet politikası hâline getirilmiş, denizciliğin geliştirilmesine özel bir önem verilmişti. Sanayileşme konusundaki çabalar da devam etmiş, 1864 yılında kurulan Islah-ı Sanayi Komisyonu aracılığıyla özel sektör ve devlet iş birliği ile şirketler kurulmuş; yerli üretim desteklenmeye çalışılmış, ilk meslek okulları olan ıslahhane ve sanayi mektepleri açılmıştı. 1850’li yıllardan itibaren Rusya’nın anavatanlarından sürdüğü Nogay ve Tatarlara, 1864 yılında kitlesel bir nitelik almak suretiyle Çerkesler de dâhil olmuş, yüz binlerce göçmenin Osmanlı topraklarına iskânı bu dönemde gerçekleştirilmişti. Osmanlı matbuatı Abdülaziz döneminde önemli bir mesafe almış, ama aynı zamanda, sansür ve denetim gibi siyasi kısıtlamalarla da tanışmıştı. Osmanlı düşünce ve edebiyat tarihi için önemli bir hareket olan Yeni Osmanlılar, siyasi nitelikli muhalefet anlayışını bu dönemde sergilemişlerdi. “Düşünüş ve dinî gerekliliklerde Doğulu, teknoloji ve hayat vasıtalarında Batılı” olma tartışmaları, bu dönemde şiddetlenmişti. Gayrimüslimlere tanınan hak ve ayrıcalıklara gösterilen tepkiler, bu yıllarda görünür hâle gelmiş, her alanda sürdürülen Batı tarzı kanunlaştırma hareketlerine, Cevdet Paşa’nın hazırlamaya başladığı Mecelle eşlik etmişti. Sultan Abdülaziz tıpkı Abdülmecid gibi, hemen her yıl bir sadrazam değiştirmiş, kontrollü modernleşme taraarı olan Âli ve Fuat Paşalarla çalışmayı sürdürmüş ancak Mahmut Nedim Paşa gibi padişahın otoriter yönüne itirazı olmayan Sadrazamları da tercih etmişti. Âli Paşa’nın ölümünden sonra (7 Eylül 1871), Bâb-ı Âli devrini devam ettirmek isteyen sadrazamlara görev vermemiş, bürokratlarından çok, saray halkının yönlendirmelerine açık hâle gelmiş, yine saray halkının yaptığı büyük harcamalara engel olma konusunda kararlı bir tutum sergileyememişti. İlan ettiği nizamnameler, Avrupa seyahati, merkez ve taşrada gerçekleştirdiği reformlar, anayasal ve meşruti bir yönetim sonucunu doğurmayınca, 1870’li yıllardan itibaren dönemin ıslahatçı bürokratları ile çatışma sürecine girmişti. 7. Ünite - Buhranlar, Islahatlar ve Dış Müdahaleler Dönemi (1856-1871) 199 Özet Islahat Fermanı sürecinde dünyada değişen siyasi ve ekonomik koşulların Osmanlı Devleti’ne yansıma biçimlerini değerlendirmek XVIII. yüzyılın son çeyreğinden itibaren Osmanlı Devleti daha ciddi varlık problemleriyle yüzleşmek zorunda kalmıştı. Tımar sisteminin çözülmesi, ticaret hacmindeki genel azalış, fetih politikası yerine belli bir üretim politikası geliştirememe, eğitimin devlet ve cemiyet hayatına yön verebilecek niteliğini kaybetmesi, yerel âyân ve eşrafın güçlerini arttırmaları gibi dahili sorunlara, büyük devletlerin siyasi ve ekonomik baskıları da eklenmişti. Avrupa ülkelerinin fikir, bilim ve sanayide ulaştıkları seviye Osmanlı Devleti’nin önünde ve üstündeydi. Fransız İhtilali’yle daha görünür hale gelen milliyetçilik cereyanları çok uluslu devleti tehdit eden önemli gelişmelerdendi. Sanayileşen Avrupa’nın sömürgecilik yarışına girişerek Osmanlı Devleti’ni siyasi ve ekonomik hedef olarak belirlemesi, bu tabloyu daha da kötüleştirecekti. Tüm bu gelişmeler karşısında Osmanlı yöneticileri devleti Avrupa ülkelerinin siyasi ve ekonomik baskılarına daha dirençli hale getirmek ve onları geçmek için ıslahat çabalarına girişmişlerdi. Askerlik başta olmak üzere Avrupa’yı avantajlı kıldığı farz edilen alanlarda sistemli ve önemli birçok yenilik yapılmış, devletin ömrü uzatılmaya çalışılmıştı. Islahat Fermanı’nın içerik ve niteliğini tanımlamak 1856 yılında ilan edilen Islahat Fermanı, 1853-56 yılları arasındaki Kırım Savaşı sonrasında ilan edilmişti. Fransa, İngiltere ve Piyemonte Krallığının ortak mücadelesi ile Rusya’ya karşı kazanılan galibiyetten sonra, büyük devletler Osmanlı Devleti’ndeki gayrimüslimlerin hak ve imtiyazları konusunda bir düzenleme yapılmasını talep etmişlerdi. Bir ferman yani taahhüt şeklinde ilan edilen hukuki metnin neredeyse tamamı gayrimüslim haklarıyla ilgiliydi. Mülk edinme, din değiştirmenin serbest hale gelmesi, dini yapıların inşasının kolaylaştırılması, devlet memurluğuna girmede eşitlik ve şahitliklerin kabulü gibi o tarihe kadar Osmanlı Devleti’nin pek işletmediği haklar verilmişti. Hapishane koşullarının iyileştirilmesi, işkence ve eziyetin yasaklanması, yargılamaların adil ve hızlı yapılması, bütçe usulünün benimsenmesi, banka açılması, refahın arttırılması gibi toplumun genelini ilgilendiren birtakım düzenlemeler de içeren Ferman’a, Müslüman kesim cemiyetteki avantajlarını kaybettiklerini düşündükleri için tepki göstermişlerdi. Bu iki hususiyet dışında Ferman’da eğitim ve yargılama konusunda dini grupların ortak yaşama isteklerine olumlu katkıda bulunabilecek düzenlemeler de vardı. Rusya’nın Ortodokslar üzerindeki etkisini azaltmak için ilan edilen Ferman, diğer büyük devletlerin de bu hakkı elde etmeleriyle sonuçlandığı gibi, farklı dinî yapıların barış içinde yaşayabilmeleri imkânlarına bariz bir katkıda da bulunmamıştı. Ferman sonrasında meydana gelen iç ve dış gelişmeleri açıklamak Çok uluslu ve büyük bir coğrafyaya hükmeden Osmanlı Devleti’nin siyasi sorun olarak karşısında bulduğu birçok mesele vardı. Rusya’nın genişleme politikalarının bir sonucu olarak Kırım ve Kaasya nüfuz sahalarının kaybedilmesiyle başlayan, Yunanistan’ın bağımsızlığı, Sırbistan ile Eak ve Boğdan’ın özerk hale gelmesi ve Müslümanlarla gayrimüslimlerin birlikte yaşama pratiklerinde beliren sorunlarla devam eden, Cezayir’in işgali, Mehmet Ali Paşa kuvvetlerinin hâkimiyet alanlarını genişletmeleri, bu olayı takiben Arnavutluk ve Bosna’daki asayişsizlikler, İngiltere ve Fransa’nın Arap coğrafyasına yerleşmesi Islahat Fermanı öncesinin önemli siyasi gelişmeleriydi. Ferman sonrasında daha da problemli bir seyir alan siyasi tabloda Sırbistan, Eak Boğdan, Bulgaristan, Girit ve Lübnan’daki durum fiili isyanlara dönüşmeye başlamıştı. Güç kullanarak buradaki asayişi sağlama potansiyeli olmayan Osmanlı Devleti, büyük devletlerin yönlendirmelerine açık hâle gelmiş ve neredeyse tüm sorunları onlardan izin almak suretiyle çözmek durumunda kalmıştı. Osmanlı taşra idaresinin yeniden yapılandırılma çabalarını ifade etmek II. Mahmut’tan itibaren sistemli bir nitelik kazanan yeniden yapılanma uğraşılarının kayda değer alanlarından biri de taşra idaresi konusundaydı. Valilerin yetkilerinin kısıtlanması, deerdarın merkezi hazine adına mali sistemin içindeki yerini alması, askeri sistemin taşrayı da kapsayacak şekilde yeniden organize edilmesi sürecinde, içinde gayrimüslimlerin de bulunduğu birçok taşra meclisi faaliyete geçirilmişti. Taşrada vali, mutasarrıf, kaymakam ve muhtarı belli ölçüde denetleyeceği varsayılan bu sisteme, vergi ve askerlik başta olmak üzere birçok sorumluluk veril1 2 3 4 200 Osmanlı Tarihi (1789-1876) mişti. Eskiden ilmiye mensuplarının etkin olduğu birçok yerel görev, bu meclislerce yerine getirilmeye çalışılmıştı. Bu meclislerin idari görevlerinin yanı sıra yargılama görevleri de vardı. Dönemin idarecilerine göre gayrimüslimlerle Müslümanların bir arada bulundukları meclislerde yargılama yapılması, zamanla ortak bir hukuk oluşturma çabalarına katkıda bulunabilirdi. Nizamiye Mahkemeleri olarak adlandırılan bu meclislerin süreç içinde Batı tarzı bir hukuk sistemine dönüşmesi potansiyelleri bulunuyordu. Yine meclislerde görev yapan üyelerin seçimle belirlenmeleri, belli bir seçim kültürünün gelişmesine katkıda bulunacaktı. İtalyan ve Alman birliklerinin kurulmasının daha sonraki siyasi ve ekonomik gelişmelere olan etkisini değerlendirmek İtalya ve Almanya’nın güçlü birer devlet olarak ortaya çıkmaları, dünyadaki dengeleri değiştirebilecek bir potansiyel taşıyordu. 1870 öncesinde çeşitli krallık ve prensliklerden oluşun İtalyan coğrafyası aslında belli ölçüde sanayileşmiş, askerî ve mali yapısını yeniden organize etmiş durumdaydı. Birliğin sağlanması, İtalya Devleti’ne uluslararası arenada hareket kabiliyeti sağladığı gibi, Fransa’dan bağımsız bir biçimde politika geliştirebilme inisiyatifi de vermişti. Fransa’nın Prusya’ya yenilmesinden sonra Venedik’i de topraklarına katan İtalya, kısa bir süre sonra büyük devletlerin politikalarına benzer politikalar geliştirmeye çalışarak, farklı müttefikler ve sömürge topraklar aramaya başlayacaktı. Resmî olarak 1871’de birliğini tamamlayan Almanya ise, İtalya’dan da güçlü sanayisi ve askerî yapısıyla hesaba katılması gereken büyük bir devlet olarak ortaya çıkmıştı. Avusturya ve Fransa’ya karşı verdiği savaş ve başarıları, geldiği seviyeyi göstermesi bakımından önemli olmakla birlikte, Alsas Loren konusunda Fransa’nın öç alma ihtimali nedeniyle, kısa sürede siyasi ittifaklara yönelmişti. İtalya’yı yanına çekmek isteyen Almanya daha sonra Avusturya ve Rusya ile ittifak yapmıştı. I. Dünya Savaşı’na giden süreçteki güç dengelerinin oluşmasında bu iki devletin birliklerini oluşturmalarının önemli rolleri vardı. 5 7. Ünite - Buhranlar, Islahatlar ve Dış Müdahaleler Dönemi (1856-1871) 201 Kendimizi Sınayalım 1. Aşağıdakilerden hangisinde antlaşmaların kronolojik sıralaması doğru olarak verilmiştir? a. Edirne-Ziştovi-Yaş-Bükreş-Akkerman b. Ziştovi-Yaş-Bükreş-Akkerman-Edirne c. Yaş-Ziştovi-Akkerman-Edirne-Bükreş d. Akkerman-Yaş-Ziştovi-Bükreş-Edirne e. Bükreş-Yaş-Ziştovi-Akkerman-Edirne 2. Aşağıdakilerden hangisi Islahat Fermanı’nın düzenlemeyi taahhüt ettiği hususlardan biri değildir? a. Yabancıların mülk sahibi olabilmesi b. Gayrimüslimlerin ruhban sınıfına maaş verilmesi c. Belediye dairelerinin kurulması d. Hapishanelerde eziyet ve işkencenin yasaklanması e. Bütçe usulünün benimsenmesi 3. Tuna Vilayeti Nizamnamesi hangi yıl ilan edilmiştir? a. 1856 b. 1864 c. 1865 d. 1868 e. 1871 4. Aşağıdaki kurumlardan hangisi Sultan Abdülaziz döneminde faaliyete geçirilmiştir? a. Dâr-ı Şûrâ-yı Bâb-ı Âli b. Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye c. Dâr-ı Şûrâ-yı Askerî d. Meclis-i Ziraat ve Sanayi e. Şûrâ-yı Devlet 5. Islahat Fermanı aşağıda verilen hangi kongre ve anlaşmada söz konusu edilmiştir? a. Paris Kongresi ve Paris Antlaşması b. Paris Kongresi ve Londra Antlaşması c. Londra Kongresi ve Londra Antlaşması d. Lozan Kongresi ve Lozan Antlaşması e. Paris Kongresi ve Balta Limanı Antlaşması 6. Tarihi süreçte Latinlik ve Katoliklik iddiasında bulunan devlet aşağıdakilerden hangisidir? a. Fransa b. İngiltere c. Rusya d. Prusya e. Avusturya 7. Aşağıdakilerden hangisi Yeni Osmanlıların Avrupa’da çıkardığı yayın organıdır? a. Basiret b. Tercüman-ı Ahvâl c. Tasvir-i Eâr d. Ceride-i Havâdis e. Hürriyet 8. Mecelle aşağıda verilen hangi alanda herhangi bir düzenleme içermez? a. Miras hukuku b. Alış veriş c. Kira d. Emanet e. Bağışlama 9. Osmanlı sultanlarının yaptığı ilk ve tek uluslararası seyahati gerçekleştiren aşağıdakilerden hangisidir? a. III. Selim b. II. Mahmut c. Abdülmecid d. Abdülaziz e. I. Mahmut 10. Aşağıdakilerden hangisi 1867 yılında Sırbistan’a devredilen kalelerden biri değildir? a. Belgrat b. Böğürdelen c. Fethülislam d. Semendire e. Zigetvar 202 Osmanlı Tarihi (1789-1876) Yaşamın İçinden Okuma Parçası “Osmanlılar ile Avrupalıların âdetleri birbirine zıt olabilir. Örneğin, bir yere gidildiğinde Osmanlılar ayakkabılarını, Avrupalılar şapkalarını çıkarırlar. Benzer bir durum hükümdarlara gösterilen saygıda da görülür. Avrupa’da hükümdara tezahürat yapıp, alkışlamak hürmet sayılırken; bizde başların öne eğilerek, sessizlik içinde beklenmesi saygı göstergesidir. Âdet ve geleneklerin değişmesi için genellikle uzun zamana ihtiyaç olmakla birlikte, bazen bu değişim birtakım olayların etkisiyle, daha hızlı gerçekleşebilir. Bu hususa Sultan Abdülaziz’in Mısır’a yaptığı seyahat örnek olarak gösterilebilir. Mısır ahalisi padişahı öyle büyük bir coşku ve tezahüratla karşılamıştı ki, herkes çok şaşırmıştı. Dönüşte İzmir’e uğrayan sultanı içinde kadınların da olduğu çeşitli milletlere mensup insanlar “Yaşasın Sultan” nidalarıyla ve alkışlarla karşılamışlardı. Bu karşılamalardan çok memnun kalan Abdülaziz İstanbul’a dönünce: -Mısır ve İzmir’de gördüğümüz ilgi ve muhabbeti İstanbul ahalisinden görmedik, demişti. Bir süre sonra, İstanbul halkının sessizce yaptıkları saygı gösterisinin yerini, tezahürat ve alkışlar almaya başlamıştı.” Kaynak; Ahmed Cevdet Paşa. (1980). Ma’rûzât, (Yayına Hazırlayan: Dr. Yusuf Halaçoğlu), İstanbul: Çağrı Yayınları, s. 57-59. Ahmed Midhat Efendi’nin gazetelerin misyonu, hürriyet düşüncesi ve Yeni Osmanlılarla ilgili bazı değerlendirmeleri. Menfa isimli hatıratından: “Gazeteler hakkında bu kadar bilgi, ilgi ve heves sahibi olduğum halde, bunların halka yalnız, ziraat, sanayi ve ticaretin gelişmesiyle refah ve milli servetin yolunu göstermeye memur olduklarını düşünerek, hürriyet fikrini yaymanın bunların görevi olmadığına inanmam ilk bakışta şaşırtıcı gelebilir. Hatta Tasvir ve Muhbir gibi bazı gazetelerde hukuk ve hürriyet üzerine yazılar gördükçe şaşkınlığımı bir türlü önleyemezdim. Ama bu halim bende hürriyet fikrinden bir şey bulunmamasından doğmamıştı. Tulça Mutasarrıfı [Tuna Vilayeti] olduğu halde İstanbul’da vefat eden Süleyman Paşa, Tuna Vilayeti kurulurken Niş Mutasarrıfı olduğu sırada, benim henüz gelişmemiş bulunan zekâcığımı takdir ederek, hukuka dair üç ciltlik kitap hediye eylemişti. Bense o zaman kitaplara değil okuyacak, yiyecek derecede hevesli olduğum için bunlardan insan hukuku ve milletler hukukuna dair bir hayli bilgi almıştım. Bu bilgiler bende hürriyet fikri başlatmış olduğu gibi, biraz sonra Fransız İhtilali’ni dahi tarihte okuyarak bu meseleyi nazarımda pek ziyade büyütmüştüm. Daha tuhafını ister misiniz? Mirabeau gibi bazı kişilere bayağı ilgi gösterdiğimden gece rüyamda bunları görür, konuşurdum. Ancak şu şekilde ortaya çıkan hürriyet fikri bende bu konuları gazete üzerine dahi koymanın doğru olduğuna dair bir fikir oluşturmamıştı… Bir de, İstanbul’dan Ziya [Paşa] ve Kemal Beylerle diğer arkadaşlarının Avrupa’ya kaçtıkları ilan olunmasın mı? Bunların “Yeni Osmanlılar” adıyla bir cemiyetleri olduğu haber alındığı zaman, ben bu cemiyetten isimlerini işittiğim kişilerin her birini Avrupalı hürriyetçilerin birinde bularak bu isimleri nasıl kutsayacağımı bilemez oldum. Muhbir yayımlanmaya başladığında Sofya’da ve Hürriyet çıktığı zaman Rusçuk’taydım. Bu gazetelerin sayılarını edinmek için canımı feda etmeyi göze alabilirdim.” Kaynak: Ahmed Midhat Efendi. (2002). Menfa/Sürgün Hatıraları, (Yayına Hazırlayan: Handan İnci), İstanbul: Arma Yayınları, s. 15 7. Ünite - Buhranlar, Islahatlar ve Dış Müdahaleler Dönemi (1856-1871) 203 Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı Sıra Sizde Yanıt Anahtarı 1. b Yanıtınız yanlış ise “Islahat Fermanı Öncesi Buhranlar, Dış Müdahaleler ve Islahatlara Toplu Bir Bakış” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 2. c Yanıtınız yanlış ise “Islahat Fermanı ve İçeriği” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 3. b Yanıtınız yanlış ise “Tuna Vilayeti Nizamnamesi” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 4. e Yanıtınız yanlış ise “Meclis-i Vâlâ’dan Şûrâ-yı Devlet ve Divan-ı Ahkâm-ı Adliye’ye (1868)” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 5. a Yanıtınız yanlış ise “Islahat Fermanı ve İçeriği” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 6. a Yanıtınız yanlış ise “Eak-Boğdan Sorunu” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 7. e Yanıtınız yanlış ise “Yeni Osmanlılar” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 8. a Yanıtınız yanlış ise “Mecelle ve Cevdet Paşa” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 9. d Yanıtınız yanlış ise “Abdülaziz’in Avrupa Seyahati” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 10. e Yanıtınız yanlış ise “Karadağ, Hersek ve Sırbistan Meseleleri” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Sıra Sizde 1 İngiltere başta olmak üzere sanayileşmeyi başaran ülkelerin belli başlı ölçütleri yerine getirdikleri görülür. Bu ölçütlerden ilki, bilimin ve deneysel bilginin sanayinin de dâhil olduğu her alana uygulanabilmesidir. Buluştan, araç gereç üretimine, eğitimden sağlığa her alanda bilimin yol göstericiliğine başvurulduğunu söylemek mümkündür. İkincisi, üretimin yerel ve ulusal değil, uluslar arası nitelikte olması gerekir. Yani ihraç edilebilir yoğunlukta ve nitelikte mal üretilmesi zorunludur. Bir diğer koşul, el emeği yerine makinelerin etkin olduğu seri üretimin başarılmasıdır. Yani, çok çalışanlı fabrikaların açılması gerekir. Başka bir gereklilik de sermaye birikimini kolaylaştıracak çok ortaklı şirketlerin kurulmasıdır. Önemli ölçütlerden biri de kırdan kente göç olgusunun yaşanmasıdır ki bütün bunların tarım ve hayvancılığı da kapsayacak planlı bir kalkınma hamlesiyle birleştirilmesi zorunluluğu vardır. Sıra Sizde 2 Tanzimat Fermanı’na kadar millet-i hâkime ve zimmî anlayışının devam ettiği Osmanlı Devleti’nde, fermanla birlikte askerlik, vergi, taşra meclislerinde eşit temsil ve karma yargılama görevleri başta olmak üzere eşitlikçi bir yaklaşım sergilenmeye başlanmıştı. Büyük devletlerin cemiyeti rencide eden tavırları ile gayrimüslim haklarını iç işlerine karışma vesilesi yapmayı alışkanlık haline getirmeleri, Müslüman kitlenin tepkisine neden olan ikinci husustu. Gayrimüslim toplulukların çoğunlukta oldukları yerlerde İmparatorluktan ayrılma hevesleri, çoğunlukta olmadıkları yerlerde de toplumun ortak çıkarlarına katkıda bulunma konusundaki isteksizlikleri Müslümanların dikkatinden kaçmıyordu. Kapitalist ekonomik düzende yarı sömürge hale gelen devletin fakir yurttaşları, uzun yıllardır ticaretle uğraşan ve belli bir refah düzeyindeki gayrimüslimleri sosyal yaşamın her noktasında fark ediyor ve belli bir kıskançlık geliştiriyorlardı. Yine gayrimüslimlerin banker, sarraf, tefeci ve bayii imajları bu duyguyu besleyen önemli hususlardan biriydi. Müslümanların zaten avantajlı gördükleri gayrimüslimlere Islahat Fermanı’yla yeni haklar verildiğini görmeleri eşitsizlik ya da fazla hak veriliyor duygusunu ön plana çıkarmıştı. 204 Osmanlı Tarihi (1789-1876) Sıra Sizde 3 Osmanlı Devleti’nin özellikle Divan-ı Hümayun’un etkisizleşmesinden sonra devlet işlerinin çözüme kavuşturulacağı düzenli toplanan bir danışma meclisi olmamıştı. III. Selim ortak aklın bulunması konusunda devlet adamlarından raporlar istemiş ve Islahat Erkânı denilen bir danışman grubundan destek almaya çalışmıştı. II. Mahmut iktidarının son döneminde Meclis-i Vâlâ başta olmak üzere nezaretler üstü meclisler, uzmanlık meclisleri ve taşrada da halkın temsilcilerinin seçimle belirleneceği, gayrimüslimlerin de bulunduğu taşra meclislerini faaliyete geçirmişti. Daha sonraki dönemlerde de yeni meclisler açılmış, görev ve yetkileri daima genişletilmişti. Şu durumda gerek merkezde gerek taşrada açılan meclisler öncelikle, Osmanlı Devleti’nin kendini yenileme ihtiyacından doğmuştu. Yani yapılacak yeniliklerde fikir alışverişinde bulunulması ve yeniliklerin takibi için daimi kurum ve kurullar oluşturulması isteği bu meclislerin açılmasını sağlayan temel düşünce idi. İkinci olarak, tüm vatandaşları kapsayacak bir temsil pratiği geliştirmekti. Zira özellikle taşra meclislerinde görev yapacak olan halk temsilcilerinin seçimlerle belirlenmesi, ülkede demokrasi kültürünün yeşermesi ve gelişmesine çok önemli katkılarda bulunmuştu. Sıra Sizde 4 İlk defa bir Osmanlı sultanının Avrupa’ya gitmesi dönemin önemli olaylarındandı. Sultan’ın Avrupa devlet başkanlarının ayağına gittiğini düşünüp doğru bulmayanlar olduğu gibi, Avrupa devlet başkanları ile eşit bir statüde görüşmeler yapıldığını düşünerek seyahati olumlu yorumlayanlar da vardı. Seyahati organize eden Fuat Paşa, Paris sergisine davet edilen Rus Çarı’nın Avrupa ülkeleriyle Osmanlı aleyhine bir takım görüşmeler yapma ihtimali üzerinde duruyordu. Kırım Savaşı’nda yakalanan Avrupa uyumunun devam ettirilme isteği, bir başka gerekçe olarak görünmektedir. Bir diğer gerekçe ise, devam eden Girit Meselesi’nde bir oldubittiye seyirci kalmamaktı. Yine aynı tarihlerde Bulgaristan’da belli bir yoğunluk kazanmaya başlayan isyan hareketlerinin Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karışma vesile yaptırılmamasıydı. Sıra Sizde 5 Küçük yaşlarda İstanbul’a gelerek klasik medrese eğitimi almış olan Cevdet Paşa’nın Arapça ve Farsçaya olan hâkimiyetinin akranlarından daha iyi olduğu anlaşılıyor. Taassuptan uzak, bilime ve akla olan inancı modernleşme taraarlarıyla birlikte hareket etmesine imkân sağlamış, Mustafa Reşit ve Fuat Paşa’nın gözettiği kimselerden olmuştu. 1850’li yıllarda Meclis-i Maarif ’te görev yaptığı gibi, Darülmuallimîn Müdürlüğü’nde de bulunmuştu. Türk Bilimler Akademisi olarak kabul edilen Encümen-i Daniş üyesi de olan Paşa, orada verilen tarih yazma görevini büyük özveriyle yerine getirerek, meşhur Tarih-i Cevdet’i kaleme almıştı. Tarihçiliği dışında Arazi Kanunnamesi başta olmak üzere, birçok nizamnamenin hazırlanması görevini de üstlenmiş olan Cevdet Paşa, İşkodra, Halep ve Kozan’da çeşitli idari görevlerde de bulunmuş, valilik yapmıştı. Divan-ı Ahkâm-ı Adliye Reisliği ve Adliye Nazırlığı da yapan Paşa’nın dile olan hâkimiyeti, disiplin ve sabrı, İslam fıkhındaki derin bilgisi ile gelenekselin de dikkate alınması gerektiğine olan inancı Mecelle hazırlama görevinin ona verilmesini sağladığı anlaşılıyor. Sıra Sizde 6 Kızıldeniz’in Akdeniz’e açılan kapısı durumundaki Mısır, özellikle Mehmet Ali Paşa’nın hâkimiyet kurduğu XIX. yüzyılın başlarından itibaren uluslar arası rekabete açık bir nitelik kazanacaktır. Tarihi Baharat Yolu’nun önemli aktarma noktalarından olan bu bölge, aynı zamanda İngiltere’nin Hindistan yolu güvenliği için hayati öneme sahiptir. Mehmet Ali Paşa’nın bağımsız bir Mısır hayali ve bu uğurda diğer Avrupa devletlerinin desteğini alma politikası, bölgeyi artan oranda yabancı müdahalelerine açık hâle getirmiştir. Osmanlı Devleti’ne karşı İngiltere ve Fransa’ya dayanma eğiliminde olan Mehmet Ali Paşa ve oğulları, bölgenin geniş tarım olanaklarından elde edilen gelirleri, desteklerine talip oldukları ülkelere aktarma konusunda heves ve cömertlik sergiledikçe, Mısır’a olan Avrupa ilgisi hiç azalmayacaktır. Avrupalı devletlerin sanayileri için gereken pamuk ve diğer endüstri bitkilerinin bu bölgede bol bol yetişmesi, Mısır’ı cazip kılan diğer husustur. 7. Ünite - Buhranlar, Islahatlar ve Dış Müdahaleler Dönemi (1856-1871) 205 Yararlanılan ve Başvurulabilecek Kaynaklar Adıyeke, Nükhet-Adıyeke, Nuri. (2007). Fethinden Kaybına Girit, İstanbul: Babıali Kültür Yayıncılığı. Akyıldız, Ali. (1993). Tanzimat Dönemi Osmanlı Merkez Teşkilâtında Reform (1836–1856), İstanbul: Eren Yayınları. Altundağ, Şinasi. (1998). Kavalalı Mehmet Ali Paşa İsyanı Mısır Meselesi 1831-1841, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları. Armaoğlu, Fahir. (1999). 19. Yüzyıl Siyasî Tarihi (1789- 1914), Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları. Berkes, Niyazi. (1978). Türkiye’de Çağdaşlaşma, İstanbul: Doğu-Batı Yayınları. Beydilli, Kemal. “Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyun”, DİA, Cilt 31. Bingöl, Sedat. (2004). Tanzimat Devrinde Osmanlı’da Yargı Reformu (Nizamiyye Mahkemeleri’nin Kuruluşu ve İşleyişi 1840-1876), Eskişehir: Anadolu Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Yayınları. Bozkurt, Gülnihal. (2010). Batı Hukukunun Türkiye’de Benimsenmesi, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları. Cezar, Yavuz. (1986). Osmanlı Maliyesinde Bunalım ve Değişim Dönemi (XVIII. yy’dan Tanzimat’a Mali Tarih), İstanbul: Alan Yayıncılık. Çadırcı, Musa. (1991). Tanzimat Dönemi’nde Anadolu Kentlerinin Sosyal ve Ekonomik Yapıları, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları. Davison, H. Roderic. (1997). Osmanlı İmparatorluğu’nda Reform, Çev. Osman Akınhay, İstanbul: Papirüs. Findley, Carter V. (2014). Osmanlı İmparatorluğu’nda Bürokratik Reform Babıâli, 1789-1922, (Çeviren: Ercan Ertürk), İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları. İnalcık, Halil. (1943). Tanzimat ve Bulgar Meselesi, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları. Karaer, Nihat. (2012). Paris, Londra, Viyana; Abdülaziz’in Avrupa Seyahati, Ankara: Phoenix. Karal, Enver Ziya. (1988). Selim III’ün Hat-tı Hümayunları -Nizam-ı Cedit- 1789-1807, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları. Kaynar, Reşat. (1991). Mustafa Reşit Paşa ve Tanzimat, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları. Koç, Bekir. (2010). “Osmanlı Devleti’nde Islahhane ve Sanayi Mekteplerinin Kuruluş Sürecine Dair Bazı Gözlemler”, Modern Türklük Araştırmaları Dergisi, Ankara: Cilt.7, Sayı.2. Koç, Bekir. (2021). Osmanlı Modernleşmesi ve Midhat Paşa Tuna Vilayeti Meclisleri ve Yeniden Yapılanma Çabaları, (Bölüm I, II) İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. Kuran, Ercümend. (1967). “Türkiye’nin Batılılaşmasında Osmanlı Daimi Elçiliklerinin Rolü”, Ankara: VI. Türk Tarih Kongresi, Kongre’ye Sunulan Bildiriler. Kurşun, Zekeriya. (1998). Necid ve Ahsa’da Osmanlı Hâkimiyeti, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları. Küçük, Cevdet. “Abdülaziz”, DİA, Cilt 01. Kütükoğlu, Mübahat S. “Avrupa Tüccarı”, DİA, Cilt 4. Mardin, Ebulula. (1996). Medeni Hukuk Cephesinden Ahmet Cevdet Paşa, Ankara: Diyanet Vakfı Yayınları. Marsot, Afaf Lutfi Al-Sayyid. (2010). Mısır Tarihi Arapların Fethinden Bugüne, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları. Ortaylı, İlber. (1974). Tanzimat Devrinde Osmanlı Mahallî İdareleri (1840-1880), Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları. Ortaylı, İlber. (1997). “Osmanlı Devleti’nde Laiklik ve Hukukun Romanizasyonu”, Erdem, Cilt IX, Sayı 27. Özkaya, Yücel. (1994). Osmanlı İmparatorluğu’nda Âyânlık, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları. Seyitdanlıoğlu, Mehmet. (1989). Tanzimat Devrinde Meclis-i Vâlâ (1838-1868), Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları. Shaw, Stanford J. (2008). Eski ve Yeni Arasında Sultan III. Selim Yönetiminde Osmanlı İmparatorluğu, (Çeviren: Hür Güldü), İstanbul: Kapı Yayınları. Somel, Akşin Sina. (2007). “Kırım Savaşı, Islahat Fermanı ve Osmanlı Eğitim Düzeninde Dönüşümler”, 150. Yıldönümünde Kırım Savaşı ve Paris Antlaşması (1853-1856), İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Araştırma Merkezi. Turan, Şerafeddin. (1951). “1829 Edirne Antlaşması”, Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi, IX/1-2. Üçok, Coşkun- Mumcu, Ahmet. (1981). Türk Hukuk Tarihi, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları. Ünal, Uğur. (2016). Sultan Abdülaziz Devri Osmanlı Kara Ordusu (1861-1876), Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları. Velidedeoğlu, Hıfzı Veldet. (1940). “Kanunlaştırma Hareketleri ve Tanzimat”, Tanzimat I, İstanbul: Maarif Vekâleti. Yeşil, Fatih. (2011). Aydınlanma Çağında Bir Osmanlı Kâtibi Ebubekir Râtib Efendi (1750-1799), İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları. 8 Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; Âlî Paşa’nın ölümüyle Osmanlı Devlet idaresindeki değişim ve sonuçları açıklayabilecek, 1871-1876 tarihleri arasında Osmanlı-Rus ilişkilerini ifade edebilecek, Sultan Abdülaziz Dönemi’nde Türkistan Hanlıkları ile ilişkileri açıklayabilecek, 1875 yılında çıkarılan “Tenzil-i Faiz” kararının sonuçlarını tartışabilecek, Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesinin sebep ve sonuçlarını özetleyebilecek bilgi ve becerilere sahip olacaksınız. Anahtar Kavramlar • Osmanlı Devleti • Âlî Paşa • Mahmud Nedim Paşa • Erkân-ı Erba’a • Fransa • İngiltere • Rusya • İgnatiyev • Sultan Abdülaziz • Balkan Bunalımı İçindekiler Osmanlı Tarihi (1789-1876) Âlî Paşa’nın Ölümünden Sultan Abdülaziz’in Tahttan İndirilmesine Osmanlı Devleti (1871-1876) • GİRİŞ • ÂLÎ PAŞA’NIN ÖLÜMÜ VE OSMANLI SADÂRETİNDE DEĞİŞİKLİKLER • 1871-1876 TARİHLERİ ARASINDAKİ GELİŞMELER • SULTAN ABDÜLAZİZ’İN TAHTTAN İNDİRİLMESİ OSMANLI TARİHİ (1789-1876) GİRİŞ 1871-1876 yılları, Sultan Abdülaziz’in iktidarının ikinci dönemi olarak bilinir. Sultan Abdülaziz, 1861-1871 döneminde, yani Âlî Paşa’nın ölümüne kadar, devlet işleri ile daha az meşgul olmuştur. Ancak Mahmud Nedim Paşa’nın Sadâreti ile birlikte devletin işleyişine doğrudan etki etmeye başlamıştır. “Erkân-ı Selase” (Reşit Paşa, Âlî Paşa, Fuad Paşa) gibi güçlü karakterlerin olmaması, sıklıkla sadrâzam değiştirilmesi sonucunu doğurmuş; bu ise istikrarı ve malî yapıyı bozmuştur. Diğer taraan tahta geçişinde sefahattan uzak duran sade yaşantısı ile halkın umudu hâline gelmişken, iktidarının son demindeki israf ve malî durumun kötüleşmesi, Sultan Abdülaziz’e olan teveccühü de azaltmıştır Osmanlı Devleti bu tarihler arasında içeride sıkıntılar yaşadığı gibi, dışarıdan da özellikle Rusya’nın baskısına maruz kalmıştır. Bu yaşananlara malî sıkıntılar da eklenince devlet idare edilemez hâle düşmüştür. 1856 Paris Barışı ile önü alınan Rus tehdidi bu dönemde tekrar başlamıştır. Avrupa’da Alman İmparatorluğu’nun kurulması ile yaşanan politik belirsizlik ve dengelerin tekrar kurulması sürecini fırsat olarak gören Rusya, Karadeniz’in kapalılığı ilkesini kaldırtmayı başarır. Bu sonuç, Osmanlı Devleti’ni Rus tehlikesinden emin olmak için Rusya’ya yaklaşma siyasetine iter. Diğer taraan Rusların Panslavist emellerle kışkırttığı Balkanlar’daki Osmanlı tebaası Hristiyanların isyanları, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nı tetikleyen en önemli unsur olur. Osmanlı Devleti bu dönemde ağır ekonomik krizlerle de boğuşur. Nitekim döndürülemeyen borçlar ve bütçe açıkları 1875 yılında malî iası beraberinde getirirken alınan “Tenzil-i Faiz” kararı hem içeride, hem de uluslararası piyasalarda büyük tepkilere neden olmuştur. 1871-1876 yılları arasında yaşanılan bu zor süreçte; özellikle Rus işgaline uğrayan Türkistan Hanlıklarının yardım talepleri de Osmanlı Devleti’ni ilgilendiren bir başka siyasi gelişme olarak tarihte yerini almıştır. ÂLÎ PAŞA’NIN ÖLÜMÜ VE OSMANLI SADÂRETİNDE DEĞİŞİKLİKLER Osmanlı Devleti 19. yüzyılın ikinci yarısında büyük problemlerle karşı karşıya kalmıştır. Yaşanan bu sorunlar karşısında dönemin devlet adamlarının politik becerileri ve yürüttükleri politikalar, yaşanan travmanın daha hafif atlatılmasını sağlamıştır. İmparatorluğun Tanzimat sürecine damga vuran Fuad ve Âlî Paşaların art arda ölümleri, özellikle Âlî Paşa’nın Ölümünden Sultan Abdülaziz’in Tahttan İndirilmesine Osmanlı Devleti (1871-1876) 208 Osmanlı Tarihi (1789-1876) Balkanlar’da yaşanan sorunların büyümesine neden olduğu gibi idari mekanizmada da istikrarsız bir dönemin başlangıcını teşkil etmiştir. Hâriciye Nâzırı Keçeci-zâde Mehmed Fuad Paşa henüz 54 yaşında iken 12 Şubat 1869’da hayatını kaybetti. Devletin yaşadığı büyük gailelerden çok yıpranan ve “Nâbehengâm-ı za’f-ı pîrî”ye (Yaşlılık hastalığı) yakalanıp bedenen çöken Fuad Paşa’nın kalb rahatsızlığı Sultan Abdülaziz’in Avrupa seyahati sırasında artmış ve nihayetinde istirahatte bulunduğu Fransa’nın Nice şehrinde hayatını kaybetmiştir. Dönemin en büyük devlet adamlarından olduğu Batı’da da kabul gören Fuad Paşa, 1849 Macar Mültecileri Meselesi’nden başlayarak, devlete büyük hizmetleri olan bir devlet adamıdır. Tanzimat devrinde yetişen büyük devlet adamlarından sonuncusu olan Âlî Paşa 7 Eylül 1871 tarihinde Bebek’deki yalısında hayatını kaybetmiştir. Âlî Paşa’nın ölümüyle birlikte Osmanlı İmparatorluğu can çekişme dönemine girmiştir. “Erkân-ı selâse” denilen Tanzimat’ın üç büyük isminden hiçbiri 60 yaşını görememiştir. Reşid Paşa 58, Fuad Paşa 54 ve Âlî Paşa ise 57 yaşında vefat etmişlerdir. Bu isimlerin ayarında devlet adamlarının yetişmemesi devletin akıbetini de belirleyen amillerden olmuştur. Asıl ismi Mehmed Emin olan Âlî Paşa bu unvanını Bâb-ı Âlî’ye intisâbı sebebiyle almıştır. Batı siyasetinde de önemli bir yere sahip olan Âlî Paşa’nın “Âlî Paşa gibi bir hâriciye nazırı bulabilsem!” şeklinde Fransız İmparatoru III. Napolyon’un iltifatına mazhar olduğu rivayet edilir. Yine Avusturya-Macaristan İmparatoru Joseph’in, iâde-i ziyaret maksadıyla İstanbul’a geldiğinde Âlî Paşa’nın sâhilhânesini ziyaret etmesi, onun Avrupa siyasetindeki ehemmiyetini gösterir. Dışarıdan kendisine gösterilen bunca teveccühün yanında, Âlî Paşa’nın Sultan Abdülaziz üzerinde de kuvvetli tesiri olduğu muhakkaktır. Nitekim Sultan Abdülaziz’in Şeyhülislâm Hayrullah Efendi’ye “O kocabaşlı adamı işten çıkarmış olsam başımıza ne işler çıkar!” demesi onun idaredeki rolünü gösterirken; Paşa’nın ölümü sonrası Sultan’ın söylediği rivayet edilen “İşte şimdi serbest oldum. Pâdişah olduğumu şimdi anlamaya başladım!” sözleri de Âlî Paşa’nın nüfuz ve tesirinin Sultan üzerindeki etkisini göstermesi adına önemlidir. Bu durumun sebebi, şüphesiz bu dönem içerisinde sarayın devlet işlerine müdahale edememesidir. Nitekim Âlî Paşa, Sultan Abdülaziz’in usul ve kanuna aykırı irâdelerini uygulamamıştır. Şurası bir gerçek ki Sultan Abdülaziz, Âlî Paşa’yı beğenir fakat sevmezdi. Onun Avrupa devletleri nazarındaki itibarına ve devlet yönetimindeki maharetine inanıp güvendiğinden paşayı ölümüne kadar azletmemiştir. Âlî ve Fuad Paşalar devlet idaresinde olaylara yaklaşımları açısından birbirlerini tamamlayan özellikleri ile de dikkat çekmişlerdir. Kararlarında daha ihtiyatlı olan Âlî Paşa ve ona nazaran, daha cüretkâr olan Fuad Paşa arasındaki muvazene, yönetime olumlu bir hususiyet olarak yansımıştır. Diğer taraan her iki paşa hürriyet ve meşrutiyet isteyen Yeni-Osmanlılar tarafından şiddetli tenkide ma’ruz kalmışlardır. Dönemin aydınlarından Ziyâ Paşa Hürriyet gazetesindeki makalelerinde; Namık Kemal ise şiirlerinde, paşaları tahkir etmekten geri durmamışlardır. Nitekim Namık Kemal bir beyitinde; “Nasıl âh etmeyelim memleketin haline kim Ne zamandır çekiyor Sadr-ı Fuâd illetini!” demektedir. Fransa’nın Nice şehri Fuad Paşa gibi Osmanlı bürokrasisi ve aydınlarından pek çok ismi ağırlamıştır. Osmanlı Hanedanı’nın Türkiye’den sınır dışı edilmesi ile ekseriyetinin Nice şehrine gittiği ve burada hayatlarına devam ettiği görülür. Diğer taraftan aynı dönemde Rusya’da iktidardan düşen Romanov ve Avusturyalı Habsburg Ailesi de Fransa’nın Nice şehrine sığınmışlardır. Kaynak: http://www.cornucopia.net/magazine/ articles/the-doormans-son-who- saved-the-empire/ Resim 8.1 Mehmed Emin Âlî Paşa 8. Ünite - Âlî Paşa’nın Ölümünden Sultan Abdülaziz’in Tahttan İndirilmesine Osmanlı Devleti (1871-1876) 209 Âlî Paşa’nın ölümünden sonra sadâret mührü, 8 Eylül 1871 tarihinde Mahmud Nedim Paşa’ya verilmiştir. İsmail Hami Danişmend, Mahmud Nedim Paşa’nın Sadâretini üzücü bir gelişme olarak tanımlarken; onun bu makama getirilmesi hususunda da Âlî Paşa’nın hastalığı sırasında Pâdişahı istibdâda sevk ederek ve Bahriye bütçesinden saraya para aktararak göze girmesini gerekçe olarak sunmaktadır. Mahmud Nedim Paşa’nın Sadâreti ile birlikte, devlet işleri Bab-ı Âlî’den saraya intikal etmiş ve keyfi idare etkisini göstermeye başlamıştır. Böylece Tanzimat döneminde temin edilen insan hakları askıya alınırken kademeli olarak demokrasiye doğru gidecek yenileşme düzeni de işlemez hâle gelmiştir. Diğer taraan Mahmud Nedim Paşa ile birlikte devletin dış siyasetinde de değişiklikler yaşanmış ve paşa Rus sefirinin etkisinde kaldığı iddiası ile muâsırları tarafından “Nedimof ” olarak anılmıştır. Mahmud Nedim Paşa’nın sadâret makamına getirilmesi aynı zamanda Sultan Abdülaziz iktidarının da dönüm noktasıdır. Nitekim Sultan Abdülaziz dönemi; 10 sene 3 ay süren birinci saa ve 4 sene 8 ay süren ikinci saa olarak ikiye ayrılır. İlk kısımda, devlet idaresine Tanzimat hükümleri ve Bâb-ı Âlî hâkimken; daha sonra saray ağırlıklı siyaset varlığını göstermiştir. Şüphesiz bu tavır değişikliğinde sadrazamların rolü belirleyici olmuştur. Mahmud Nedim Paşa, göreve başlar başlamaz Sultan Abdülaziz’e Tanzimat esaslarını yıktıracak telkinlere başlamış ve bu isteğini, “Efendimiz bir pâdişâh-ı müstebidsiniz, her emr-ü fermânınızı icrâya muktedirsiniz!” diyerek dile getirmiştir. Mahmud Nedim Paşa izlediği bu siyasete rağmen 30 Temmuz 1872 tarihinde görevden alınmıştır. Bu tarihten sonra Sultan Abdülaziz’in sıklıkla sadrazam değiştirdiği görülür. Nitekim Mahmud Nedim Paşa’nın azli ile yerine getirilen Mithat Paşa 19 Ekim 1872’de görevden alınarak Mütercim Rüşdü Paşa göreve üçüncü defa getirilmiştir. Rüşdü Paşa’nın sadâreti de uzun sürmemiş ve 15 Şubat 1873 tarihinde azledilerek Sakızlı Ahmed Esad Paşa yerini almıştır. 2 aya yakın görevde kalan Esad Paşa, 15 Nisan 1873’te azledilmiş ve Şirvânîzâde Mehmed Rüşdü Paşa sadrazam olmuştur. 15 Şubat 1874 tarihinde ise Serasker Hüseyin Avni Paşa sadrazam yapılmıştır. 25 Nisan 1875 tarihine kadar görevini sürdüren Hüseyin Avni Paşa’nın yerine ise Sakızlı Esad Paşa ikinci kez sadârete getirilmiştir. Mahmud Nedim Paşa ilk sadâretinden 3 yıl kadar sonra, 26 Ağustos 1875 tarihinde ikinci defa sadrazamlığa getirilmiştir. Mahmud Nedim Paşa’nın ikinci sadâreti “Talebe-i ulûm Nümâyişi” (Talebe ayaklanması) ile 11 Mayıs 1876 tarihinde son bulmuş ve Mütercim Rüşdü Paşa dördüncü defa sadârete getirilmiş ve 30 Mayıs 1876’da ise Sultan Abdülaziz tahttan indirilmiştir. Devlet idaresindeki bu hızlı değişim, yetişmiş devlet adamı eksikliğinin ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Sultan III. Selim’in iktidarının başında yaşanan kur’a ile sadrâzam belirleme hadisesinde de görüldüğü gibi, devlet-i idarede mahir kişilerin ölümleri ve yerine geçenlerin öncekilere göre yetersizlikleri Osmanlı Devleti’ni parçalanmaya götüren sebeplerin başında gelmiştir. Nitekim Sultan Abdülaziz’in kısa aralıklarla yaptığı değişimler aynı şekilde değerlendirilebilir. Diğer taraan, yukarıda da zikredildiği gibi, Padişahın idareye bizzat karışması bu gelişmelerin diğer bir sebebi olarak görülmelidir. Âlî Paşa’nın ölümü Osmanlı İdaresinde hangi değişikliği beraberinde getirmiştir? İzah ediniz. İnal, İbnülemin Mahmut Kemal. (1982). Son Sadrazamlar, c.III, İstanbul: Dergâh Yayınları. Öztuna Yılmaz. (2006). Tanzimat Paşaları Âlî ve Fuad Paşalar, İstanbul: Ötüken Yayınları. 1 210 Osmanlı Tarihi (1789-1876) 1871-1876 TARİHLERİ ARASINDAKİ GELİŞMELER Osmanlı Devleti bu tarihler arasında içeride sıkıntılar yaşadığı gibi, dışarıdan da özellikle Rusya’nın baskısına maruz kalmıştır. Bu yaşananlara malî sıkıntılar da eklenince devlet idare edilemez hâle düşmüştür. Çözülemeyen sorunlar, büyüyen meseleler sürekli sadrâzam değiştirmeyi beraberine getirmiş, bu durum ise istikrarsızlığı körüklemiştir. Rusya, Karadeniz’in statüsünde yıllardır yapmak istediği değişikliği ancak 1871 yılında gerçekleştirir. Nitekim 1856 Paris Barışı ile önü alınan Rus tehdidi bu dönemde tekrar başlar. Avrupa’da Alman İmparatorluğu’nun kurulması ile yaşanan politik belirsizlik ve dengelerin tekrar kurulması süreci; Rusya’ya Karadeniz’in kapalılığı ilkesini kaldırtması için bir fırsat olur. Bu sonuç, Osmanlı Devleti’ni, kendi gücü ile alt edemeyeceği Rus tehlikesinden emin olmak için bu devletle yakınlaşma siyasetine iter. Diğer taraan, Rusların faaliyetleri yalnız bu saha ile sınırlı kalmayıp Balkanlar’da da kendini hissettirir. Panslavist emellerle kışkırtılan Balkanlar’daki Osmanlı tebaası Hristiyanların isyanları, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nı tetikleyen en önemli unsur olur. 1856 Paris Barışı ile önü alınan Rus tehditi bu dönemde tekrar başlar. Avrupa’da Alman İmparatorluğu’nun kurulması ile yaşanan politik belirsizlik ve dengelerin tekrar kurulması sürecini fırsat olarak gören Rusya, Karadeniz’in kapalılığı ilkesini kaldırtmayı başarır. Bu sonuç, Osmanlı Devleti’ni bu tehlikeden emin olmak için Rusya’ya yaklaşma siyasetine iter. Diğer taraan Rusların Panslavist emellerle kışkırttığı Balkanlar’daki Osmanlı tebaası Hristiyanların isyanları, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nı tetikleyen en önemli unsur olur. Osmanlı Devleti bu dönemde ağır ekonomik krizlerle de boğuşur. Nitekim döndürülemeyen borçlar ve bütçe açıkları 1875 yılında malî iası beraberinde getirirken; alınan “Tenzil-i Faiz” kararı hem içeride hem de uluslararası piyasalarda büyük tepkilere neden olmuştur. 1871-1876 yılları arasında yaşanılan bu zor süreçte, özellikle Rus işgaline uğrayan Türkistan Hanlıklarının yardım talepleri de Osmanlı Devleti’ni ilgilendiren bir başka siyasi gelişme olarak tarihte yerini almıştır. Karadeniz’in Statüsünün Değişmesi ve Osmanlı-Rus Yakınlaşması 1856 Paris sonrası, Osmanlı-Rus ilişkilerinde ilk önemli adım, “Rusya Yakın Şark Masası” şubesinin başındaki İgnatiyev’in İstanbul elçisi olarak 1864 yılında İstanbul’a gelişidir. Henüz Galata rıhtımına çıkışında, Rum, Ermeni ve diğer Ortodokslardan oluşan kalabalık bir grubun gösterileri ile karşılanması, Rusya’nın Ortodoksları himaye politikasının bir yansımasıdır. İgnatiyev, “Yakın Şark Masası”nın başındayken şu üç hususun gerçekleştirilmesini temel politika olarak belirlemiştir ve İstanbul’a gelişinden sonra da bu politikayı devam ettirmiştir: 1. 1856 Paris Barışı ile kabul edilen Karadeniz’in tarafsızlığının kaldırılması, 2. İstanbul ve Boğazlar’da Rus nüfuzunun tesisi, 3. Balkanlar’daki Slav kavimlerinin Rus nüfuzuna alınması. 1856 Paris Anlaşması ile tarafsız ilan edilen Karadeniz’de kıyısı olan ya da olmayan tüm devletlerin donanma bulundurması yasaklandığı gibi mevcud olan Türk ve Rus tersanelerinin de yıkılması kararlaştırılmıştır. Anlaşma ile Boğazların barış döneminde bile savaş gemilerine kapalılığı ilkesi kabul olunmuştur. Böylece Rusya’nın Karadeniz hâkimiyetine son verilirken; Sultan Abdülaziz’in şahsi gayretiyle inşa edilen donama ile birlikte, Osmanlı Devleti önemli bir deniz gücü hâline gelmiştir. Bu gelişmeler Rusya’yı endişeye sevkettiği gibi Karadeniz’in tarafsızlığının iptali için de fırsat kollamasına neden olmuştur. Nitekim 1870 Sedan Savaşı ile Alman İmparatorluğu’nun kurulması Avrupa si- 8. Ünite - Âlî Paşa’nın Ölümünden Sultan Abdülaziz’in Tahttan İndirilmesine Osmanlı Devleti (1871-1876) 211 yasi dengelerini değiştirmiş ve bu durum Rusya’nın beklediği fırsatı da ortaya çıkarmıştır. Rus Dışişleri Bakanı Gorçakov, Paris Barışı’nda imzası bulunan devletlere verdiği nota ile Karadeniz’in bîtaraığına dair maddeleri tanımadığını bildirmiştir. Fransa’nın aldığı büyük mağlubiyetin etkisinde olması, Almanya için Rus tarafsızlığının önemi; Âlî Paşa’yı İngiltere’ye başvurmaya mecbur bırakmış ve nihayetinde Londra’da bir konferans toplanmıştır. 13 Mart 1871 tarihinde imzalanan Londra Antlaşması ile Karadeniz’in tarafsızlığı ilkesi iptal edilmiştir. Aynı antlaşma ile Boğazların barış dönemi kapalılığı ilkesi de kaldırılmıştır. Rusya, Avrupa’nın siyasi ortamından faydalanarak, Kırım yenilgisi ile kabul etmek zorunda kaldığı hükümleri, politik girişimlerle kaldırtmayı başarmıştır. Böylece Osmanlı Devleti için Karadeniz’den gelecek Rus tehdidi tekrar güçlenirken, Rusların bu başarısı Osmanlı tebaası Ortodoks ve Slavlar arasında sevinçle karşılandığı gibi Panslavizmin hız kazanmasını da sağlamıştır. Londra Antlaşması’nın Rusya’nın istediği gibi sonuçlanması üzerine, Osmanlı Devleti’nin İngiltere ve Fransa’ya güveni azalmış ve Karadeniz’de silahlanarak kendisi için tekrar tehdit hâline gelen Rusya ile yakınlaşma siyaseti izlemeye başlamıştır. Bu politika değişikliğinde, Rusya’ya kendi gücü ile karşı koyamayacağını anlayan Osmanlı Devleti’nin Avrupa muvazenesini de dikkate alarak zaman kazanma amacı etkili olmuştur. Osmanlı Devleti’nin bu yaklaşımına rağmen yakınlaşma teklifi Rusya’dan gelmiştir. Rusya’nın İstanbul elçisi İgnatiyev, Osmanlı topraklarını diğer devletlerle paylaşmaktansa Osmanlı İmparatorluğu’nun Rus nüfuzu altında bulundurulmasının daha faydalı olacağını Rus Çarı’na da kabul ettirmiştir. Rusların bu teklifine Âlî Paşa, devletin onur, haysiyet ve bağımsızlığından asla ödün vermeden yürütülmesi şartıyla karşı çıkmamıştır. Âlî Paşa’yı Rusya ile yakınlaşma siyasetine iten en önemli sebep Avrupa siyasi dengesinin bozulmasıdır. Nitekim Âlî Paşa, Fransa’nın artık kendini toparlayacak durumda olmadığına inanmıştı. Diğer taraan İngiltere’nin Karadeniz’in statüsünün değiştirildiği Londra Antlaşması’na onay vermesi de bu siyaset değişikliğinde etkili olmuştur. Rus Çarı, Bab-ı Âlî’nin Ortodoks tebaa hakkında âdilâne davranması ve Rusya’nın iyi niyetinden şüphe etmemesi koşulu ile kalıcı bir Türk-Rus dostluğu kurulacağını ifade etmiştir. Bu teminatlar karşısında Âlî Paşa, Rus siyasetine meylederken, Sultan Abdülaziz de Rus elçisine, Rusya ile iyi ilişkiler kurma ve dostluğu arttırma temennisinde olduğunu açıklamıştır. Ancak yukarıda da değinildiği üzere Mahmud Nedim Paşa’nın Sadâreti ile birlikte Osmanlı Devleti’nin iç ve dış politikasında önemli değişiklikler yaşanmıştır. Rus nüfuzuna dayanan sadrazam, iç politikada istibdada, dış politikada ise Avrupa devletlerini bir tarafa bırakarak Rus dostluğuna yönelmiştir. Osmanlı-Rus ilişkilerinde yakınlaşma Hariciye Nâzırı Fuad Paşa’nın Çar II. Aleksander’i 1867 Ağustosu’nda Kırım’daki Livadya Sarayı’nda ziyareti ile başlamıştır. İgnatiyev’in telkinleri ile gerçekleşen bu ziyaret, Karadeniz’in karşı kıyısına gelen komşu devletin liderine nezâket gösterisinden başka maksat taşımazken, “Osmanlı-Rus” ittifakından bahsedilmesine sebep olmuştur. Viyana başta olmak üzere Avrupa basınında, böyle bir ittifak icra edileceğine dair yazılar yayınlanmıştır. Aynı tarihlerde Moskova’da tertiplenen “Slav Kavimleri Sergisi”, Panslavizm propagandası sebebiyle Avusturya tarafından düşmanlıkla karşılanırken, hem Rusya hem de Osmanlı Devleti ittifak söylentilerini yalanlamışlardır. İlişkilerde bu değişim Rusların yukarıda belirtildiği gibi Karadeniz ile ilgili talepleri ile gerilmiş ve ardından tekrar yakınlaşma görülmüştür. Ancak bu durum Rusların Osmanlı toprakları ile ilgili politikalarında herhangi bir değişikliğe yol açmadığı gibi “Balkan Bunalımı”nın başlaması da Rus tahrikleri ile meydana gelmiştir. Mahmud Nedim Paşa’nın Rusya yanlısı siyaseti Avrupa’da Osmanlı aleyhine bir hava oluşturmuş ve bunun neticesinde Sultan Abdülaziz, gönülsüz olarak Mahmud Nedim Paşa’yı 30 Temmuz 1872 tarihinde azletmiştir. Panslavizm; Slav topluluklarını siyasi bir birlik altında toplama amacı güden düşüncedir. 19. yüzyıl başında Fransız İhtilali’nin de etkisi ile Çekler başta olmak üzere Avusturya-Alman egemenliği altında yaşayan Slav kökenliler arasında gelişmiştir. Başta felsefi bir akım olarak ortaya çıkan Panslavizm, sonra siyasi bir ideoloji haline gelmiştir. İlk kez Slovak yazar Herkel tarafından kullanılan Panslavizm tabiri; Ruslar tarafından siyasi bir amaç haline getirildikten sonra Osmanlı Devleti’ni ve AvusturyaMacaristan İmparatorluğunu hedef almıştır. 212 Osmanlı Tarihi (1789-1876) Osmanlı Devleti ile Türkistan Hanlıkları Arasındaki İlişkiler Osmanlı Devleti’nin Don-Volga Projesinden vazgeçmesi ve ardından Rusların Asya istikametindeki genişleme hareketlerine ilgisiz kalması üzerine, Ruslar Türkistan’a doğru ilerleyişlerini devam ettirmişlerdir. Tatar ve Başkırd topraklarını işgal ettikten sonra 18. yüzyıl başında, Petro (1689-1725) devrinde Türkistan’ın kapısı olan Kazak topraklarına da girmişlerdir. Rusların bölgeye girişinden hemen sonra gerçekleşen Kalmuk istilası ile Kazaklar, kendilerine yardım vaat eden Ruslara 1735 yılında Orenburg mevkiini inşa izni vermişlerdir. Rusların kısa sürede Kazakistan topraklarında nüfuzlarını arttırarak Aral Gölü yönünde ilerlemeye başlaması Türkistan Hanlıklarını tedirgin etmiştir. Osmanlı Devleti ise Türkistan Hanlıklarını birbirleri ile iyi geçinmeleri ve Rusya ile ihtilâfa sebep olacak girişimlerden kaçınmaları noktasında ikaz etmiştir. Rusların Türkistan’a yerleşmeleri Kazakistan yolu ile olmuştur. Orenburg Hattı üzerinden hareketle Kazakistan’ı kontrol altına alan Rusya, han seçimlerine müdahale ederek kendi istediklerini başa geçirirken verimli ve stratejik arazilere de el koymak sureti ile Kazakistan topraklarına yerleşmeye başlamıştır. Rusların bu tazyikleri 19. yüzyıl başında Kazak millî mukavemetine dönüşmüş ve bu mücadelenin liderliğini Kenasarı Han yürütmüştür. Ruslar bir taraan Kazak direnişini kırmak için savaşırken, diğer taraan Kazaklara destek veren Hîve Hanlığı üzerine yönelmişlerdir. Rusların 1839 yılındaki saldırıları Hîve güçleri tarafından püskürtülürken İngiltere’nin Hîve’nin yardım çağrısına olumlu cevapları ile Ruslar bölgeye bir daha saldıramamıştır. Aynı tarihte Osmanlı Devleti yardım isteğine müsbet cevap verememiştir. Bu olay ile birlikte Türkistan’da Rus-İngiliz mücadelesi de başlamıştır. Diğer yandan Ruslar, Kenasarı Han’ın ölümünden sonra Kazak mukavemetini kırarak 1846 yılında Aral Gölü’ne inmişler ve Hokandlılar tarafında SirDerya’nın Aral’a döküldüğü yerde bulunan Kazalinsk Kalesini ele geçirmişlerdir. 1853-56 Kırım Savaşı, Rusların Türkistan ilerlemeleri açısından dönüm noktası olmuştur. Paris Antlaşması ile Avrupa ve Balkanlar yönünde ilerlemesi durdurulan Rusya, Türkistan’ı yayılma sahası olarak tekrar ilk plana almıştır. Çar II. Aleksander’ın Kaas ordularının başına geçirdiği Prens Baryatinskiy, Rusya’nın Orta Asya’da yayılmasının zarurî olduğunu ve bunun İngiltere ile mücadele edebilmenin yegâne yolu olduğu konusunda Çar’ı ikna etmeye çalışmıştır. II. Aleksander, 1858 yılında Baryatinskiy’in yetiştirmelerinden ve 1864 yılında İstanbul elçisi olacak olan İgnatiyev’i Türkistan Hanlıkları’nın durumunu incelemek üzere Hîve ve Buhâra’ya göndermiştir. Bu ön çalışmalar sonrası Ruslar, Türkistan’da ilerlemeye başlamışlar ve ilk olarak 1865 yılında Taşkent’i işgal edip sonra Hokand Hanlığı’nı ele geçirmişlerdir. Ardından 1868 yılında Semerkand’ı işgal ettikten sonra Buhâra Hanlığını himayeleri altına almışlar; 1873 yılında ise Hîve’yi işgal ederek Han’a dikte ettirdikleri anlaşma vasıtasıyla bu hanlığa da egemen olmuşlardır. Bölgedeki idarelerini 1867’de tesis ettikleri Türkistan Genel Valiliği ile yürüten Ruslar, son olarak, 1884 yılında Merv’i ele geçirerek Türkistan işgallerini tamamlamışlardır. Rusların Türkistan’da ilerledikleri 1860 sonrası dönemde, Türkistan’ın yardım isteklerini dile getirmek üzere defalarca İstanbul’a elçiler gönderilmiş olmasına rağmen, bu talepler karşılanamamıştır. Mesafenin uzaklığı ve doğrudan sınır olmaması, devletin iç ve dışta devam eden problemleri ve Rusya karşısında yürütülen ihtiyatlı siyaset, yardım taleplerine cevap verilememesinde etkili olmuştur. Osmanlı Devleti, Türkistan Siyasetinde izlediği pasif politikayı 1873 yazından itibaren terk ederek Kaşgâr Han’ı Yakup Bey ile yakından ilgilenmeye başlamıştır. Yakup Bey 1864 yılına kadar Çimkent’i Ruslara karşı savunmuş ve Hokand ordu kumandanı ÂlimKul tarafından Doğu Türkistan Müslümanlarına karşı yapılan Çin saldırılarını durdurmak üzere Kaşgâr’a gönderilmiş ve sonrasında bu ülkenin hâkimi hâline gelmiştir. Osmanlı Devleti’nin diğer hanlıkların işgali karşısında müdahalede bulunamayıp Kaşgâr ve Yakup 8. Ünite - Âlî Paşa’nın Ölümünden Sultan Abdülaziz’in Tahttan İndirilmesine Osmanlı Devleti (1871-1876) 213 Han ile yakından ilgilenmesi dikkat çekicidir. Bunun sebebi olarak birkaç nokta öne çıkmaktadır: İlk olarak İngilizlerin, Hindistan’ın güvenliğini sağlamak için Kaşgâr-AfganistanTürkmenistan tamponunu oluşturmak istemesi ve Kaşgâr’ın güçlendirilmesi için Osmanlı Devleti’ne telkinde bulunması söylenebilir. İkinci olarak Osmanlı Devleti’nin diğer hanlıklara yardım edememenin ezikliği ile Kaşgâr’a yardım ettiği ve karşısında Rusya gibi yakın tehditin bulunmamasının da etkisi olduğu kuvvetle muhtemeldir. Son olarak da Yakup Han tarafından İstanbul’a gönderilen Seyyid Yakup Han Töre’nin kabiliyeti ve yardım konusunda Osmanlı yöneticilerini ikna etmesi bu politika değişikliğinde etkili olmuştur. Yakup Bey Kaşgâr’a hâkim olduktan sonra, bir taraan Rusya ve İngiltere ile ilişkilerini dostane şekilde devam ettirmeye çalışırken, diğer taraan da Halife ve Osmanlı Padişâhı Sultan Abdülaziz ile ilişki kurmak suretiyle devletini güçlendirmek istemiştir. Bu amaçla Seyyid Yakup Han Töre, yardım talebi ile İstanbul’a gönderilmiştir. 16 Haziran 1873 Çarşamba günü huzur-u Hümâyun’a kabul edilen Kaşgâr elçisi, Osmanlı Himayesine alınmayı istemiş ve askerî yardım talebinde bulunmuştur. Padişâh’ın talebi ile konu Bab-ı Âlî’de görüşülerek kabul edilmiş ve Kaşgâr Devleti Osmanlı himayesine girmiştir. Diğer taraan Kaşgâr’a, bütün ekipmanları ile birlikte 6 adet Krupp topu, 1000 adet eski ve 200 yeni tüfenk ile kapsül ve barut imal aletleri ile ustalar gönderilmiştir. Bunların yanında Kaşgâr ordusunu eğitmek için istihkâm subayı Ali Kâzım Bey, piyade subayı Mehmed Yusuf Bey, süvari zâbiti Çerkes Yusuf Bey, topçu zâbiti İsmail Hakkı Bey ve 4 emekli zabitin, Enderundan Murad Efendi başkanlığında Kaşgâr’a gönderilmesine karar verilmiştir. Kaşgar’a yardımı götüren bu heyet, Süveyş üzerinden Hindistan’ın Bombay şehrine ulaşmıştır. Buradan kara yolu ile devam ederek Kaşgâr’a varmış ve Yakup Bey tarafından 100 pare top atışı ile karşılanmıştır. Nâme-i Hümâyun’un ulaşması ile birlikte, Yakup Bey hâkim olduğu topraklarda hutbeyi Sultan Abdülaziz adına okutmaya ve sikkeleri de onun adına kestirmeye başlamıştır. Sonrasında İstanbul ve Kaşgâr arasında mektuplaşmalar devam etmiştir. Yakup Bey, emîrliğin ölene kadar kendisinde kalmasını ve sonrasında da en reşid oğluna geçmesi hususunda Sultan Abdülaziz’in müsadesini istemiş ve bu isteği bazı şartlarla kabul olunmuştur. Yakup bey’in isteklerine karşı öne sürülen şartlar: Kaşgâr’da hutbenin kesintisiz olarak halife adına okunması, paranın halife adına basılması ve Osmanlı Sancağı’nın dalgalandırılmasıdır. Yakup Han, Osmanlı Devleti’nden aldığı yardım ve İngilizlerle yürüttüğü dostane ilişkilerle devletini geliştirirken, Çin tehditini uzakta tutmayı başaramamıştır. Rusya’nın Osmanlı ile yaklaşan savaşta Yakup Han’dan emin olabilmek için, Çin’i Kaşgar üzerine yürümeye teşvik etmiştir. Yaklaşan tehlikeye karşı yardım talebi ile Seyyid Yakup Han Töre, İstanbul’a gelmişse de devam eden Balkan Bunalımı sebebiyle İngiliz desteğini almaya çalışması tavsiye edilmiştir. Destek bulabilmek için Petersburg, Londra ve İstanbul arasında mekik dokuyan Yakup Han Töre, istediği yardımı bir türlü temin edememiştir Nihayetinde Çinli General Tso hazırlıklarını tamamlayarak 1876 sonbaharında harekete geçmiştir. 29 Mayıs 1877’de Yakup Han’ın ölümü Çin istilâsını hızlandırmıştır. 16 Aralık 1877 tarihinde ise Kaşgâr ve akabinde tüm Doğu Türkistan Çin işgaline uğramıştır. Yemen İsyanı (1871-1873) Osmanlı Devleti’ni bu dönemde uğraştıran bir başka sorun da imparatorluğun uzak topraklarından olan Yemen’de çıkan isyandır. Yemen, Kızıldeniz ve Hindistan Yolu için son derece stratejik bir konumda yer almaktadır. Bölge bu özelliği ile “Coğrafi Keşier Çağı”nda Portekiz ve Osmanlı Devleti arasında rekabet sahası olmuştur. Osmanlı idaresinde bulunduğu 19. Yüzyıl başlarında yerel yönetimlerin hüküm sürdüğü ve kabileler arası mücadelenin fazlaca yaşandığı bir bölgeydi. Merkeze uzaklığı da yönetim gevşekliğinde etkili bir başka unsurdu. İlk olarak Kavalalı Mehmed Ali Paşa bir ordu göndere- 214 Osmanlı Tarihi (1789-1876) rek yemen’i Mısır’a bağlamak istemişse de bu girişiminden olumlu netice alamamıştır. Yemen’in bu siyasi durumundan bir süre sonra İngiltere istifade etmiş ve 1839 yılında Aden’i ele geçirmiştir. İngiltere’nin bölgeye yerleşmesi ile Arabistan Yarımadasına da ilk yabancı ayağı basmış oldu. Osmanlı Devleti 1848’den itibaren yemen ile yakından ilgilenmeye başlamışsa da ülke yerel güçlerin idaresinde kalmaya devam etmiştir. 1870 yılında Yemen’de çıkan isyan üzerine buraya ordu gönderilmiş ve 1873 yılında isyan bastırılmıştır. Ayaklanmanın bertaraf edilmesinden sonra, Yemen idari olarak tekrar örgütlenmiş ve sancak merkezi yapılmak sureti ile merkeze bağlanmıştır. Osmanlı Devleti Yemen’deki idaresini güçlendirirken, egemenliğini tekrar güneye doğru genişletmek ve Aden yakınlarındaki Lahic’e kadar toprakları almak istemiştir. Ancak İngiltere, Osmanlı Devleti’nin niyetini anlayarak harekete geçmiş ve Aden’in de güvenliğini hesaba katarak Lahic’i işgal etmiştir. İngiltere bir taraan da Osmanlı Devleti’ne baskı yapmak suretiyle Osmanlı askerlerinin bölgeden çekilmesini sağlamıştır. 1873 yılında yaşanan bu hadiseler sonrası bölge, iki devletin rekâbet sahası haline gelmişse de Osmanlı Devleti önce Balkan Bunalımı ve sonra da Rusya ile savaşmak durumunda kaldığından Yemen’e daha fazla müdahale edememiştir. Karadeniz’in statüsünün değiştirilmesini sebep ve sonuç bağlamında açıklayınız. Kurat, Akdes Nimet. (1990). Türkiye ve Rusya, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları. Balkan Bunalımı 1804 yılında Sırbistan’da başlayan bağımsızlık yanlısı isyanlar, 19. yüzyıl boyunca Balkanlar’da etkisini devam ettirmiş ve nihayetinde önce Yunanistan’ın ve sonrasında da Sırbistan, Romanya ve Karadağ’ın bağımsızlıklarını kazanmaları ile Osmanlı Devleti aleyhine bir seyir izlemiştir. Bu gelişmelerin sebebi olarak “Milliyetçilik” cereyanları ve Rusların tahrikleri ön planda yer alırken; Osmanlı Devleti’nin siyasî ve askerî zaaarı da etkili olmuştur. Bâb-ı Âlî, Tanzimat ve Islahat fermanları ile Balkanlar’daki ayrılıkçı hareketleri sona erdirmede yeterli olamamıştır. Paris Barışı sonrası Balkanlar’da Rusların tahrik ve tazyikleri ile kaynaşmalar artmış ve bu bölgede bulunan Rus konsoloslukları, bu isyanları teşvik ve organize etmek suretiyle Panslavizm’in hayata geçirilmesi için çalışmalarını hızlandırmışlardır. İstanbul’daki Rus elçisi İgnatiyev, bu girişimleri desteklerken; Rusya’dan gönderilen Panslavist ajanlar, para ve silah ile isyancılara yardım etmekteydi. Bunların yanında Rusya’nın muhtelif şehirlerinde Sırp, Bulgar ve Karadağlılar, Türklere karşı yetiştirilmekteydi. Tüm bu hazırlıklar sonrasında 1875 yılında Bosna’da çıkan isyan ile Balkanlar kaynayan bir kazan hâline geldi. Sırbistan örneğinde de görüleceği üzere Ruslar bu faaliyetlerde bizzat görev almaktan geri durmadılar. Nitekim Sırpları, Osmanlı Devleti’ne karşı savaşa General Çernayev komutasındaki Rus gönüllüleri teşvik etmişlerdir. Balkan Bunalımına sebep olan Hersek ve Bulgar isyanlarının başlamasında Rus tahriklerinin yanında imparatorluğun diğer bölgelerindeki sorunların çözüm yolları da etkili olmuştur. Karadağ ve Sırbistan’ın muhtariyet kazanmaları; Lübnan ve Girit Nizamnâmeleri ile verilen imtiyazlar, Bosna-Hersek Hristiyanlarını da Osmanlı idaresinden kurtulmak adına cesaretlendirmiştir. Hersek İsyanı (1875-1876) İsyanın başladığı 1875 yılında Bosna Vilâyetine bağlı bir sancak olan Hersek, Bosna’nın güney batısında kalır. İsyan arifesinde bölgenin demografik yapısına bakıldığında; Müslüman, Ortodoks ve Katolik olarak ayrılan nüfusun ekseriyetini Hristiyanlar oluşturmaktaydı. Ancak Müslümanlar sosyal ve ekonomik şartlar açısından daha iyi konumdaydı. 2 8. Ünite - Âlî Paşa’nın Ölümünden Sultan Abdülaziz’in Tahttan İndirilmesine Osmanlı Devleti (1871-1876) 215 Osmanlı Devleti Bosna Vilâyeti’nin genelinde olduğu gibi Hersek Sancağı’nda da toprakları çiliklere taksim ederek idare etmekteydi. “Eshab-ı alâka” adı verilen çilik sahiplerinin topraklarını Hristiyan halk işlemekteydi ve bu topraklar kendilerine dedelerinden intikâl ettiğinden, işledikleri toprakları benimsemişlerdi. Çilik sahipleri de bu durumu müsamaha ile karşıladıklarından, taraar birbirlerinden hoşnut olarak yaşamaktaydılar. Yüzyıllardır devam eden bu düzen, bölgenin âşarının iltizama verilmesi ile bozuldu. Mültezimler, âşarı toplarken yaptıkları suistimallerle halka eziyet etmeye başladılar. Diğer taraan devletin isyan eden ağaların çiliklerini mirî araziye çevirmesi, Mültezimlerin Hristiyan tebaa üzerindeki baskısını artırdı. Bu durum toprağı işleyen Hristiyanların ayaklanması ile sonuçlandı. Bu noktadan sonra ise Batılı devletler işe karışmaya başladılar. Hersek Hristiyanları, yaşadıkları sorunların çözümlenmesi noktasında, büyük devletlerin dikkatlerini çekmek için teşebbüslere giriştiler. Bunun üzerine İngiltere Bab-ı Âlî’yi uyarırken, Avusturya da işe karıştı. Yaşanan bu gerginlikler Cevdet Paşa’nın müfettişliği esnasında uygulanan nizamnâme ile kısmen duruldu. Hersek’te sağlanan sükûnet bir süre sonra yerini isyana bıraktı. Hersek Sancağı’na bağlı Nevesin Kazası Hristiyanları’ndan 160 kişi, ağnam vergisi vermemek ve zaptiye erleri ile iltizam memurlarının davranışları sebebiyle Karadağ’a sığınarak Osmanlı Devleti’nden şikâyetçi oldular. Karadağ Prensi Nikola, Osmanlı Devleti’nin tepkisini çekmemek için bu sorunu İstanbul’daki Rus elçisi İgnatiyev marifeti ile çözmeyi uygun bulup elçiden bu kişilerin memleketlerine dönmeleri için arabuluculuk yapmasını istedi. Sadrâzam Esad Paşa, Rus elçisinin isteğini yerine getirdiği gibi Bosna Valisi Derviş Paşa’ya şikâyetlerin incelenmesi emrini verdi. Bu gelişmeler üzerine Nevesin’e dönen 160 kişi kahraman gibi karşılanırken, Osmanlı Devleti’nin bu tavrı zaafiyet olarak algılandı. Yaşananlardan cesaret alan Nevesin halkı, belli bir nispete indirilmedikçe vergileri ödemeyeceklerini söyleyerek; zaptiye erlerini öldürmek, Müslümanlara saldırmak, köprü ve yolları tutmak suretiyle 24 Temmuz 1875’te isyan başlattılar. Derviş Paşa’nın isyana hemen müdahale etmek yerine durumu İstanbul’dan sorması ve Sadrâzam Esad Paşa’nın dış müdahaleye sebebiyet vermemek için işin nasihat yolu ile çözümünü istemesi isyanın büyümesine neden oldu. Asiler, gönderilen nasihatçileri dinlemedikleri gibi ellerine geçirdikleri Müslümanları öldürmeye başladılar. Osmanlı Devleti’nin isyanın başında gösterdiği zaafiyet olayların kontrolden çıkmasıyla sonuçlandı. Bu gelişmelere Osmanlı idarecileri arasındaki şahsi meseleler de sebep oldu. Sadrâzam Esad Paşa ile Bosna Valisi Derviş Paşa arasındaki problemlerin yanında Serasker Ali Saib Paşa da Derviş Paşa’nın düşmanlarındandı. Şahsi problemler Hersek isyanının Vükelâ Meclisi görüşülmesine de yansımış ve Derviş Paşa’nın asker talebi karşısında Sadrâzam Esad Paşa, bu isyanın büyütülecek tarafı olmadığından bahisle, Derviş Paşa’yı yapılacak masrafın bir kısmını zimmetine geçirmek niyetinde olduğu gerekçesiyle suçlamıştır. Seraskerin de kendisine katılması ile asker sevki talebi uygun görülmemiştir. İsyan kısa sürede genişleyip, kısa sürede tüm Hersek’e ve Bosna’nın bazı bölgelerine sıçradı. Sırbistan ve Dalmaçya’da faaliyette bulunan Panislâvizm Komitesi tarafından hazırlanıp Bosna-Hersek’e gönderilen çete reislerine verilen talimatta; Müslümanları öldürüp, mallarını yağma ve köylerini tahrip etmek suretiyle, hadiseyi genel bir Slâv İhtilaline dönüştürmeleri istenmiştir. Âsilerin bu doğrultuda hareket etmeleri üzerine bölgedeki Müslümanlar can ve mal güvenliklerini sağlamak amacıyla mukavemete başladılar. Nasihat heyetleri ve mahallî tedbirlerle olayın önü alınamayınca Osmanlı Devleti kuvvet kullanmaya karar verdi ve böylece isyanın ikinci saası başlamış oldu. Asilerin dağlık arazide ve vurkaç taktiğiyle hareket etmeleri takiplerini zorlaştırırken ayaklanmanın heyecanla karşılandığı Karadağ ve Sırbistan’dan gelen yardım ile gönüllüler ayaklanmanın yayıldı. 216 Osmanlı Tarihi (1789-1876) İsyanın bir türlü önünün alınamaması, Bab-ı Âlî’nin bölgedeki idarecileri sıklıkla değiştirmesine neden oldu. Derviş Paşa’nın görevden alınması ile Ahmed Hamdi Paşa; daha sonra ise Rauf ve Ahmed Muhtar Paşalar göreve getirildiler. Özellikle Rauf Paşa, asilere karşı önemli başarılar kazandı. Hersek ayaklanması, isyan sahasında mezkûr değişikliklere sebep olurken; İstanbul’da da sadârete 26 Ağustos 1875 tarihinde Mahmud Nedim Paşa’nın getirilmesi ile sonuçlandı. Mahmud Nedim Paşa’nın “Sadrâzam ben olsam bu işi bir haada bitiririm.” sözü Sultan Abdülaziz’in bu değişikliği yapmasında etkili oldu. Sadâretteki değişiklik sonrası, Hersek’te devam eden isyana karşı ilk müdahale, Batılı devletlerin Ragüza’daki konsoloslarının asilerle teması oldu. Avusturya, Rusya ve Almanya’nın teklifi ile gerçekleşen bu girişime Paris Antlaşması’nın taraarı da katıldı. Şûrayı Devlet Reisi Server Paşa da fevkalâde komiser olarak Osmanlı Devleti adına bu heyette yer aldı. Konsoloslar bu görüşmede âsilerin liderleri ile görüşerek yabancı devletlerin kendilerine hiçbir surette yardım etmeyeceklerini ve şikâyetlerini devletin göndermiş olduğu temsilciye aktarılmasını istediler. Âsiler ise konsolosların ayaklarına kadar gelmesinden cesaret alarak bu teklieri reddettikleri gibi Hersek için imtiyazlı bir idare tanınmadıkça mücadeleden vazgeçmeyeceklerini bildirdiler. İsyanın bir türlü kontrol altına alınamaması üzerine başta Avusturya ve Rusya olmak üzere Avrupalı devletler Balkan Bunalımı ile ilgilenmeye başladılar. Avusturya, Almanya ve Rusya başbakanları Berlin’de konu üzerine müzakerelere başladılar. Osmanlı Devleti, dış müdahaleyi önleyebilmek için İngiltere’nin de tavsiyesi ile 12 Aralık 1875’te yeni bir ıslahat programını içeren “Adalet Fermanı”nı yürülüğe koydu. Bu ferman ile Gülhane ve Islahat Fermanları hükümleri tekrar edilirken yeni düzenlemeler de eklendi. İltizam usulünün tadil edileceği, cizye vergisinde indirim yapılacağı, vazifesini kötüye kullanan memurlar hakkında halkın şikâyet hakkının olacağı, mezhep imtiyazlarına riayet edileceği, devlet ya da şahıslar tarafından satılan topraklarda Müslüman ve Hristiyanların aynı satın alma hakkına sahip olacağı gibi hükümler bulunmaktaydı. Osmanlı Devleti çıkardığı bu fermana rağmen dış müdahaleyi engelleyemedi. Berlin’de, Bismarck, Andraşi ve Gorçakof, Hersek meselesini “Şark Sorunu” çerçevesinde ele alarak Bosna-Hersek için birtakım ayrıcalıklar istemek üzere, Avusturya Başbakanı Kont Andraşi’nin bir lâyiha hazırlamasını kararlaştırdılar. Bu üç devleti birlikte hareket etmeye yönelten 1872 yılında kurulmuş olan “Üç İmparatorlar Ligi”ydi. Özellikle Rusya ile Avusturya arasında bölgede takip edilen politikalar açısından ihtilâf vardı. İki tarafında yayılma sahası aynı noktada çakışmaktaydı ve Avusturya, Doğu Avrupa’ya Rusya’nın yerleşmesindense Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünün devamından yanaydı. Nitekim Berlin’de yapılan toplantıda Avusturya’nın siyaseti öne çıkacak ve isyanın sona erdirilmesi için Andraşi’ye insiyatif verilecektir. Berlin’de alınan kararlar mucibince Kont Andraşi tarafından hazırlanan nota; İngiltere, Fransa ve İtalya’nın da onayı alındıktan sonra 31 Ocak 1876’da Osmanlı Devleti’ne iletildi. Bu nota ile: 1. Hristiyan halk için din ve mezhep serbestliğinin verilmesi, 2. İltizam usulünün kaldırılması, 3. Toplanan vergilerin doğrudan burada harcanması, 4. Çiçilerin topraklarına sahip olabilmeleri için önlem alınması, 5. Islahatları kontrol için Müslüman ve Hristiyan temsilcilerden oluşan bir komisyon kurulması, Osmanlı Devleti’nden istenmekteydi. Bab- Âlî bunların bir kısmını Adalet Fermanı ile ilan ettiğinden, bu notayı 11 Şubat 1876 tarihinde prensip olarak kabul ettiğini bildirdi. Âsiler ise, Rusya, Sırbistan ve Karadağ’ın cesaretlendirmesi ile verilenleri az bulup notayı kabul etmeyeceklerini bildirdiler. Andraşi’nin girişimleri neticesiz kalırken sorunun çözümü noktasında da Rusya daha belirleyici olmaya başladı. 8. Ünite - Âlî Paşa’nın Ölümünden Sultan Abdülaziz’in Tahttan İndirilmesine Osmanlı Devleti (1871-1876) 217 Balkan Bunalımı, isyanın yayılması ile içinden çıkılmaz bir hâle gelmiştir. Osmanlı Devleti’nin isyanı önlemek üzere Karadağ ile yapılan savaş da dâhil olmak üzere aldığı önlemler bir fayda sağlamamıştır. Rusya’nın girişimleri sonucu toplanan “Tersane Konferansı”, Osmanlı Devleti tarafından Meşrutiyet’in ilanı ile devre dışı bırakılmak istenmişse de başarılı olunamamıştır. Rusya, Avrupalı güçlerin tarafsızlığını sağlayarak Osmanlı Devleti ile baş başa kaldığı bu sorunu savaşa götürmek suretiyle “Şark Sorunu”nu çözmek için harekete geçmiştir. Balkan Bunalımı, 1878 Berlin Antlaşması ile Balkanların büyük bir kısmının Osmanlı Devleti’nden kopmasıyla sonuçlandığı gibi, durumdan istifade eden İngiltere de Kıbrıs’a yerleşmiştir. Hersek İsyanının çıkış ve yayılma sebeplerini izah ediniz. Aydın, Mithat. (2009). Balkanlar’da İsyan, İstanbul: Yeditepe Yayınları. Cevdet Paşa. (1986). Cavid Baysun. (yay.). Tezâkir (40), c.4, Ankara: TTK Yayınları. Sertoğlu, Mithat. (2011). Mufassal Osmanlı Tarihi, c.VI, Ankara: TTK Yayınları. Bulgar İsyanı ve Berlin Memorandumu (13 Mayıs 1876) Hersek’te başlayan yangın kısa süre içerisinde Balkanların tamamına yayılırken, Bulgarlar da Osmanlı Devleti’nden ayrılmak için isyana başladılar. Rusyanın tahrik ve teşvikleri ile gelişen Bulgar milliyetçiliği ve ayrılık düşüncesi 19. yüzyılın ikinci yarısında olgunlaştı. Bu durumun ilk neticesi olarak Bulgarlar, 1860 yılında Bab-ı Âlî’ye başvurarak Fener Patriği’ni tanımadıklarını bildirdiler. Osmanlı Devleti Bulgar Kilsesinin bağımsızlığını 11 Mart 1870 tarihinde kabul etti. Bulgarlar bu ilk adımlarında başarı sağladıktan sonra siyasi bağımsızlık için harekete geçtiler. Hersek’te devam eden isyanı da bir fırsat görerek 1875’te Osmanlı Devleti’nden ayrılmak için ayaklandılar. Bulgar komitecileri isyan hazırlıklarını yürütürken, Sadrâzam Mahmud Nedim Paşa tedbir almadığı gibi Rus Elçisi İgnatiyev’in âsilere müsamahalı davranılması gibi telkinlerine de boyun eğmekteydi. Ruslar, Sırbistan, Romanya ve kendi topraklarında bulunan Bulgarlara her türlü yardımı yaptıkları gibi onları tahrik etmekten geri durmuyorlardı. Bulgar Komitecileri üç ayrı isyan sahası belirleyerek harekete geçtiler. Bunlar: Eski Zağra, Rusçuk ve Şumnu’dur. 1875 yılı Eylül’ünde. Eski Zağra, Rusçuk ve Şumnu’da isyan girişiminde bulunmuşlarsa da her isyan mahaline 25 kişi bile toplayamadıklarından bu faaliyetlerinden bir netice elde edememişlerdir. Bulgaristan’da devam eden isyanın alınan önlemler ve cezalandırma yöntemleri ile dağıtılması özellikle Rusları rahatsız etmiştir. Osmanlı Devleti’nin âsâyişi te’mini üzerine Ruslar, Bulgaristan’da sayısız köyün yakıldığını ve bunun neticesinde 15 binden fazla Bulgarın Türkler tarafından öldürüldüğünü ileri süren propagandaya başlamışlardır. Faiz indiriminden sebep Osmanlı Devleti ile sorunlu olan Avrupa Devletleri, olayları yerinde incelemek üzere memurlarını göndermeye karar vermişlerdir. Sadrâzam Mahmud Nedim Paşa bu isteği yabancı memurların yanında Bab-ı Âlî’den görevliler de bulunması koşulu ile kabul etmiştir. Yapılan tahkikatın neticesinin Osmanlı aleyhine olması, Avrupa’da Bulgar mağduriyetinin işlenmesine neden olurken, bu olayın hemen akabinde meydana gelen Selanik hadisesi, Osmanlı aleyhine olan cereyanı şiddetlendirmiştir. Bu gelişmeler üzerine 11 Mayıs 1876 tarihinde, Berlin’de Rus Başbakanı Gorçakof, Avusturya Başbakanı Andraşi ve Alman Başbakanı Bismark, yaptıkları toplantıda konuyu müzakere etmişlerdir. Osmanlı topraklarında yaşayan gayrimüslimlerin can ve mal emniyetlerinin kalmadığından hareketle yapılan ve tarihe Berlin Memorandumu olarak geçen bu toplantıda şu kararlar alınmıştır: 3 218 Osmanlı Tarihi (1789-1876) 1. Selanik Vak’ası gibi olayların tekrarının yaşanmaması için İstanbul ve İzmir gibi merkezlere filolar gönderilerek gerektiğinde silahlı müdaale yapmaları hususunda yetkilendirilmeleri. 2. Bosna-Hersek isyanının yatıştırılması için Andraşi Lâyihasının uygulanması ve Osmanlı Devleti’ne taahütlerini yerine getirmesi için baskı yapılması. Ayrıca konsolosların uygulamayı denetlemesi. 3. Bosna-Hersek’te iki aylık ateşkes ilan edilmesi ve Osmanlı askerlerinin belli bir bölgeye çekilmeleri. 4. Mütareke müddeti içinde bu şartlar yerine getirilmezse Osmanlı Devleti’ne fiili müdahalede bulunulması. Üç devlet arasında hazırlanan bu metin, Osmanlı Devleti’ne tebliğ edilmeden önce 1856 Paris Antlaşması’nda imzası bulunan devletlere gönderilerek onlarında onayı alınmak istenmiştir. Fransa ve İtalya bunu kabul ederken, İngiltere’nin karşı çıkması ile birlikte bu girişim hükümsüz hale gelmiştir. Çünkü İngiltere’nin rızası olmaksızın, Osmanlı Devleti’ni deniz yolu ile tehdit etmek mümkün değildi. Osmanlı Devleti, İngiltere’nin tavrı ile egemenliğini sınırlandıracak ve gayrimüslimleri kontrolden çıkararak büyük sorunları beraberinde getirecek bu yaptırımdan kurtulmuştur. Şentürk, Hüdai. (1992). Bulgar Meselesi 1850-1875, Ankara: TTK Yayınları. Tenzil-i Faiz Kararı (6 Ekim 1875) Hersek’te devam eden isyanın ortaya çıkardığı sorunlardan bir tanesi de “Tenzil-i Faiz” kararıdır. Bu karar haddizatında malî bir düzenleme olmasına rağmen Avrupa eâr-ı umumiyesini Osmanlı aleyhine çeviren çok önemli siyasi sonuçları da beraberinde getirmiştir. Osmanlı Devleti’nin ekonomisi Kırım Savaşı’ndan itibaren daha da bozulmuş ve borçları yeni alınan kredilerle ödeme üzerine bir usül takip edilmiştir. Hersek isyanı başladığında ise devletin borçları 200 milyon lirayı bulmuştu. Borç ve faizleri için yıllık ödenmesi gereken meblağ 14 milyon lira iken bütçede 5 milyon liralık bir açık vardı. Bu açığın oluşmasında Hersek isyanı giderlerleri etkili olduğu gibi, bu ayaklanmayı bastırabilmek için de daha fazla tahsisata ihtiyaç vardı. Osmanlı Devleti böyle durumlarda yeni dış borç bularak ya da Galata sarraarından yüksek faizle kredi alarak problemi çözümleme yoluna gidirken, bu dönemde iki yol da kapalıydı. Sadrâzam Mahmud Nedim Paşa, Rus elçisi İgnatiyev’in de telkinleri ile her yıl ödenmesi gereken 14 milyon liranın yarısını beş yıl için kesmeye karar verdi. Elde kalacak 7 milyon lira ile bütçe açıklarının kapanması ve ihtiyaçların karşılanması planlandı. Sultan Abdülaziz, İngiliz ve Fransız elçilerininin muvafakatı alınarak konunun Vükelâ Meclisi’nde görüşülmesini istedi. İngiliz ve Fransız elçileri, kendi kefaletlerinde olanlara dokunulmamak kaydı ile buna rıza gösterince “Tenzil-i faiz” kararı 6 Ekim 1875 tarihinde ilan edildi. Bu karar özellikle İngiltere ve Fransa kamuoyunda deprem etkisi yaptı. Osmanlı konsülidlerinin getirdiği kazanç ve devletin o döneme kadar aksatmadan bunların bedelini ödemesi bir güven ortamı oluşturmuş; kadınlar ziynet eşyalarını, vakıar yetim sandıklarını bile Osmanlı konsülidleri ile değerlendirir olmuşlardı. Osmanlı yönetiminin, alacaklıların fikrini almadan böyle bir kararı uygulamaya koyması özellikle Avrupa eârında olumsuz bir havanın oluşmasına neden oldu. Fransa ve İngiltere’de Osmanlı aleyhinde cereyanlar artarken; “Türkler bizi dolandırıp altınlarımızı sefahat uğrunda telef ettiler. Bunların bekası Avrupa için zararlıdır” kabilinden yazılar bu olumsuz havayı daha da arttırmıştır. Özellikle Gladstone, Türk düşmanı sözleri ile İngiliz kamuoyunda çok etkili olmuştur. Bu sonuç Rusya’nın işine yaramış, Osmanlı aleyhine dönen havayı Balkanlar’daki Panslavist faaliyetlerini hızlandırmak ve savaş hazırlıkları yapmak için fırsat olarak görmüştür. 8. Ünite - Âlî Paşa’nın Ölümünden Sultan Abdülaziz’in Tahttan İndirilmesine Osmanlı Devleti (1871-1876) 219 Faizlerin düşürülmesi dışarıda olduğu gibi içeride de çalkantıları beraberinde getirmiştir. Sultan Abdülaziz bu karar ile önemli bir zarara uğrarken, Mahmud Nedim Paşa, Midhat Paşa ve Rus Sefiri İgnatiyev’in, faiz kararlarını bilerek yaptıkları yatırımlarla paralarına para kattıkları iddiaları dillendirilir olmuştur. Tenzil-i Faiz Kararı niçin alınmıştır ve bu karara ne gibi tepkiler olmuştur? Değerlendiriniz. Selanik Vak’ası (6 Mayıs 1876) 5 Mayıs 1876 günü ihtidâ etmek üzere ferâce giyerek Müslüman kıyâfetine giren bir Bulgar kızı, trenle Avrethisarı’ndan Selanik istasyonuna gelmiş ve kendisini hükümet konağına götürmek üzere 3 jandarma almıştır. Bulgar kızı bu niyetini trende ifşa ettiğinden, durum bir Yahudi ve bir Hristiyan memur tarafından Amerikan Konsolosluğuna haber edilmiştir. Vodinalı bir Rum olan Amerikan Konsolosu Hacı-Lazari, Rum ve Bulgarlardan oluşan 150 kişilik grubu istasyon civarına toplamış ve Bulgar kızı bu kalabalık tarafından zaptiyelerin elinden alınarak ferace ve yaşmağı parçalanmak suretiyle Amerikan Konsolosluğu’na götürülmüştür. Kız Müslüman olduğunu söylemesine rağmen dinleyen olmamış, çevrede bulunan Müslümanların müdahalesi de yetersiz kalmıştır. Bu olayın Müslümanlar arasında duyulması ile 6 Mayıs tarihinde 3-5 bin kişi toplanarak bunun bir namus meselesi olduğundan bahisle kızın iadesini istemişlerdir. Selimpaşa Camii’nde toplanan kalabalık arasında parayla tutulmuş olan yabancı Arnavutlar olduğu kuvvetle muhtemeldir. Selanik Valisi Baytar Mehmet Re’fet Paşa nasihat maksadı ile camiye gitmişse de medrese odasında alıkonulmuştur. Bu esnada bölük ağası Hüsni Efendi’nin uyarılarına rağmen camiye giren Fransız Konsolosu Muline ve Alman Konsolosu Abot, halkın hücumuna uğrayarak öldürülmüşlerdir. İngiliz Konsolosunun girişimleri ile Bulgar kızının iade edilmesi sonucu olaylar yatışmıştır. İsmail Hami Danişmend bu olayın bir Rus tertibi olduğunu ifade eder ve buna delil olarak hem olayların gelişimini hem de olay sonrası İstanbul’da Rus elçisi İgnatiyev başkanlığındaki büyükelçiler toplantısını delil gösterir. Bu toplantı sonucunda büyük devletlerin Selanik Limanına birer filo göndermesi ve gerekirse karaya asker çıkarılması kararı alınmıştır. Bâb-ı Âlî olayı süratle soruşturmuş, olaya karışanlardan 6 kişi idam edilirken pek çok kişi de ağır bir şekilde cezalandırılmıştır. Vali de azledilerek Avrupalı devletlerin asker çıkarmalarının önüne geçilmiştir. Bu olay iki cihetten iç ve dış siyaseti etkilemiştir. İlk olarak Osmanlı Devleti, konsoloslar marifeti ile Müslüman olmak isteyen bir genç kızın eşkiyalık edilerek kaçırılmasına müdahale edememiştir. Bu olay Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilme sürecinde de etkili olmuş ve “Talebe-i Ulûm Nümayişi”nin yani talebe ayaklanmalarının görünen sebebini teşkil etmiştir. Diğer taraan Fransız ve Alman Konsoloslarının öldürülmesi, Avrupa’da Osmanlı aleyhine olan havayı ağırlaştırmıştır. Nitekim 13 Mayıs 1876 tarihinde Rus Başbakanı Gorçakof, Alman Başbakanı Bismarck ve Avusturya Başbakanı Andraşi’nin müşterek eseri olan Berlin Memorandumu’nun ilanı, Selanik Olayı’nın bir neticesidir. Selanik olaylarını Pierre Loti Aziyâde isimli eserinde anlatır. Selanik’e gönderilen bir İngiliz gemisinden olayları takip eden Loti, olay ile ilgili gözlemlerine, idamların gerçekleştiği 16 Mayıs 1876 tarihinde başlar. Bu idamların Fransa ve Almanya’nın isteği ile yapıldığını söyler. SULTAN ABDÜLAZİZ’İN TAHTTAN İNDİRİLMESİ Sultan Abdülaziz, iktidarının ilk evresinde; Âlî Paşa’nın ölümüne kadar devlet işleri ile daha az ilgilenmiş ve bu bağlamda yönetim ile ilgili mevcut eleştiriler de Bab-ı Âlî üzerinden yapılmıştır. Ancak iktidarının ikinci döneminde sıklıkla sadrâzam değiştirilmesi ve bürokrasinin başında “Erkân-ı Selase” gibi güçlü karakterlerin olmaması, kötüye gidişte Sultanı hedef haline getirmiştir. Diğer taraan tahta geçişinde sefahattan uzak duran sade Perikli Lazari olarak da bilinen ABD’nin Selanik Konsolosu olan bu şahıs aslen Rum olup aynı zamanda Rus vatandaşıydı. Lazari, Kıbrıs ve Girit’teki diğer Amerikan Konsolosları gibi Selanik olayında dokunulmazlığına güvenerek Müslüman olmaya gelmiş Bulgar kızını kaçırmaktan geri durmamış ve Osmanlı Devleti’ni Avrupa Devletleri karşısında zor duruma düşürecek olayın da fitilini ateşlemiştir. Ancak ABD’nin İstanbul elçisi Maynard’a yazdığı mektupta, kızı saklamak niyetinde olmadığını; hemen teslim ettiği kızın, evine de yanlışlıkla geldiğini iddia etmiştir. Olaydaki rolüne rağmen cezalandırılamayan Lazori; 1877 Ağustosu’nda ise Bulgarları Müslümanlara karşı kışkırttığı gerekçesiyle ABD ve İstanbul arasında krize sebep olmuştur. 4 220 Osmanlı Tarihi (1789-1876) yaşantısı ile halkın umudu hâline gelmişken, iktidarının son demindeki israf ve malî durumun kötüleşmesi Sultan Abdülaziz’e olan teveccühü de azaltmıştır. Bunlardan başka, Nedim Paşa’ya karşı olan meyli ve dönemin idarecileri arasındaki şahsî hesaplar kendisine karşı düşmanca hisler besleyen bir gûruhun teşekkülüne neden olmuştur. İlk olarak talebe hareketleri ile iktidar değişikliği temin edilmiş ve ardından Sultan Abdülaziz’den kurtulmak için planlar yapılmaya başlanmıştır. Özellikle Hüseyin Avni Paşa ve Midhat Paşa’nın liderliğinde gelişen bu muhalif cereyan, Sultan’ın tahttan indirilmesi ve akabinde şüpheli ölümü ile son bulmuştur. Talebe-i Ulûm Nümayişi (Softalar Ayaklanması) (10 Mayıs 1876) Mahmud Nedim Paşa’nın ikinci sadâreti sırasında Hüseyin Avni Paşa, Serasker ve Midhat Paşa da Adliye Nazırı olarak görev yapmışlardır. Mahmud Nedim Paşa’nın Hüseyin Avni Paşa’yı Bursa Valiliği ile İstanbul’dan uzaklaştırması sonucu Midhat Paşa’da görevinden istifa etmiştir. İkili arasındaki ittifakın amacı Sultan Abdülaziz’i tahttan indirmektir. Bunun içinde tekrar işbaşına gelebilecekleri uygun zamanı beklemişlerdir. Bu dönemi Çırpıcı Çayırındaki köşkünde geçiren Midhat Paşa; Bosna-Hersek ve Bulgaristan isyanları ile faizlerin düşürülmesi kararının efkâr-ı umumiyede meydana getirdiği hoşnutsuzluktan istifâde etmek maksadı ile hükümet aleyhine faaliyete geçmiştir. Midhat ve Hüseyin Avni Paşa, Sultan Abdülaziz’i hem kendileri hem de devletin bekâsı için tahttan indirmek istiyorlardı. Özellikle Mahmud Nedim Paşa’nın ikinci sadâreti onların Sultan Abdülaziz ile ilgili düşüncelerini pekiştirmiştir. Sultan’ı doğru yolu görmesi ve ıslahı mümkün olmayan bir müstebid olarak gören paşalar, medrese öğrencilerini ayaklandırmak suretiyle Mahmud Nedim Paşa’dan kurtulmayı hedeflemişlerdir. İkinci adımda ise Sultan Abdülaziz’e istediklerini kabul ettirmeyi, bu mümkün olmazsa da saltanat değişikliğini arzulamışlardır. Mithad Paşa’nın konağında, Ziya Paşa, Âgâh Efendi, Şirvanizâde Ahmed Hulûsi Efendi, Hristaki Efendi ve Veliahd Murad Efendi’nin doktoru Kapolyon Efendi gibi Sultan Abdülaziz muhalifleri toplanarak ayaklanma işini tertip etmişlerdir. Midhat Paşa, Veliahd Murad Efendi’nin sarrafı Hristaki’den aldığı paraları medrese öğrencilerine dağıtarak “Softalar Nümâyişi”ni hazırlamıştır. Hristaki’nin işin içinde olması, arka planda bu organizasyonun Şehzade Murad Efendi tarafından desteklendiği izlenimini ortaya çıkarmaktadır. Nihayetinde umumiyetle Rumeli muhacirlerinden olan “Talebe-i ulûm”a halk arasından ve sarık sararak ilmiye kılığına bürünenler de katılmışlar ve “Şeyhülislâmı istemeyiz!”, “Mahmud Paşa Sadârette duracak mı!” şeklinde sloganlar atmışlardır. Medrese talebelerinden ilk olarak Bayezid ve Süleymaniye’dekiler derslerini bırakmışlar: “Devlet ve memleketin hukuku ve istiklali düşmanlar tarafından çiğnenirken dersle uğraşmak hamiyet ve dindarlığa uymaz! Müslümanlar her tarafta Hristiyanların hakaretleri altında eziliyorlar.” sözleri ile isyanlarının sebebini açıklarken bu duruma sebep olanları ortadan kaldırmayı da şer’i bir vazife addederek meydanlara dökülmüşlerdir. İstekleri bununla sınırlı kalmamış ve sadârete Midhat Paşa’yı; Meşîhate ise “Şerrullah” ismi ile meşhur eski Şeyhülislâm Hayrullah Efendi’yi istemişlerdir. Sultan Abdülaziz bu nümâyişçileri çok küçük bir askeri kuvvetle dağıttırabilecekken, Baş-mâbeynci Hafız Mehmed Bey’i ayaklarına gönderip arzularının yerine getirileceğini bildirmiştir. Böylece Çarşamba günü başlayan ayaklanma, kabine değişikliğinin yapıldığı Cuma gününe kadar devam etmiştir. Sadrâzam Mahmud Nedim Paşa, darbenin nereden geldiğini tahmin edip önleyebilmek için özellikle Valide Sultan ile görüşmeler yapmıştır. İsyanın yatıştırılması için Midhat Paşa’yı İstanbul’dan uzaklaştırmayı ve Seyhülislâm Hasan Fehmi Efendi’nin yerine Anadolu Kazaskeri Gürcü Şerif Paşa’nın getirilmesini şart koşmuştur. Diğer taraftan yeni bir borçlanma ile malî durumu düzeltmeyi hedefleyen Mahmud Nedim Paşa, saraya da bir milyon lira vermeyi taahhüt etmiştir. Sadrâzamın bu isteği üzerine Mid- 8. Ünite - Âlî Paşa’nın Ölümünden Sultan Abdülaziz’in Tahttan İndirilmesine Osmanlı Devleti (1871-1876) 221 hat Paşa’nın Bursa Valiliği’ne ve Hüseyin Avni Paşa’nın ise Bursa’dan İstanbul’a Vükelâ Meclisi’ne atandıklarına dair irade çıkmıştır. Ancak Hüseyin Avni Paşa’nın İstanbul’a döndürülmesi konusu Mahmud Nedim Paşa’yı rahatsız etmiş ve Valide Sultana “Efendimiz beni Hüseyin Avni Paşa ile korkutmak istiyorlar. Ama en büyük düşmanları olduğu için kendileri korksunlar.” diye haber gönderince Valide Sultan bunu tehdit olarak algılamıştır. Bu gelişmeler özellikle Valide Sultan ile Mahmud Nedim Paşa arasında ihtilâfın olduğunu göstermektedir. Nitekim Sultan’ı, Mahmud Nedim Paşa’nın azli konusunda da Valide Sultan ve Başmabeynci Hafız Mehmed Bey ikna etmişlerdir. 12 Mayıs Cuma günü sadâret mührü Hafız Mehmed Bey tarafından elinden alınan Mahmud Nedim Paşa, kovulmak sureti ile Bâb-ı Âlî’den ayrılmış ve İran Elçiliği tarafından gelen talebelerin elinden güç-bela kurtularak yalısına ulaşabilmiştir. Mahmud Nedim Paşa’nın azli ile yerine Mütercim Rüşdü Paşa getirilirken Hasan Hayrullah Efendi Şeyhülislâmlığa ve Hüseyin Avni Paşa ise Seraskerlik makamına getirilmişlerdir. Mithad Paşa ise Vükelâ Meclisi’ne memur edilmiş ve böylece Midhat Paşa’nın konağında hazırlanan planın ilk saası başarı ile sonuçlandırılmıştır. Sultan Abdülaziz’in bu iktidar değişikliğinden memnun olmadığı, Mütercim Rüşdü Paşa’ya sadâret mührünü verdiği esnada söylediği “Halk sizi istediği için memur ettim!” sözüden de anlaşılabilir. Sultan’ın birkaç gün sonra, Mahmud Nedim Paşa’ya tekrar sadrazâmlık teklifini, Rüşdü, Hüseyin Avni ve Midhat Paşaların İstanbul’dan uzaklaştırılması şartı ile kabul edebileceğini ancak Sultanın’nın buna cesaret edemediğinin duyulması Sultan Abdülaziz’e olan düşmanlığı arttırmıştır. Talebe-i Ulûm Nümayişi (Soalar Talebe Ayaklanması) hangi sonuçları beraberinde getirmiştir? Açıklayınız. Sultan Abdülaziz’in Tahttan İndirilmesi (30 Mayıs 1876) Sultan Abdülaziz, “Erkân-ı Erba’a” olarak adlandırılan; Mütercim Rüşdü Paşa, Hüseyin Avni Paşa, Midhat Paşa ve Hayrullah Efendi’den oluşan dört kişinin şahsi kin ve nefreti sebebiyle tahttan indirilmiştir. Bu kişileri harekete geçiren iki önemli sebep vardır. Bunlardan ilki Sultan Abdülaziz’in istemeyerek göreve getirdiği “Erkân-ı Erba’a”yı azledip sadârete Mahmud Nedim Paşa’yı ve Seraskerliğe Derviş Paşa’yı getirme planı; diğeri ise Baş-mâbeyncisi Hâfız Mehmed Bey’i “Talebe-i ulûm” hareketi sebebiyle Meşihat’e gönderip, ulemâyı benzer bir olayda üzerlerine ordu göndermekle tehdit etmesidir. Diğer taraan, Mahmud Nedim Paşa’nın Rus yanlısı siyaseti ve faiz indirimi kararı sebebiyle Avrupalı devletlerin de Abdülaziz’i istemediklerine dair iddialar vardır. Şehzade Murad Efendi’nin “Mason” olması da bu iddiaları desteklemektedir. “Erkân-ı Erba’a”nın Sultan Abdülaziz ile ilgili düşmanlık meselesine gelince; bunlardan özellikle Hüseyin Avni Paşa’nın Sultan Abdülaziz’e karşı şahsi husumeti vardır. Sultan Abdülaziz, saray kadınlarına sarkıntılık etmesi, bir hazinedâr kalfa ile gizli münasebeti ve “Kadınefendi”lerden biriyle iddia edilen ilişkisi sebebiyle Hüseyin Avni Paşa’dan hazzetmemekteydi. Onu sürgüne göndermek istemişse de Âlî Paşa “Mahkemesiz ceza olmaz!” diyerek bunu engelemiştir. Ancak Mahmud Nedim Paşa’nın sadâretinde, Isparta’ya sürülmesi, hakkındaki iddiaların gerçek olabileceğini göstermektedir. Bu sürgün hadisesi paşanın Sultan Abdülaziz’e düşmanlığının sebeplerindendir. Hüseyin Avni Paşa, bir görüşme esnasında Mısırlı Mustafa Fazıl Paşa’ya “Abdülaziz’den intikam almadıkça Allah canımı almasın.” diyerek bu garâzını göstermiştir. Diğer taraan Sultan Abdülaziz’in sevmediği devlet adamlarının orta oyununda taklitlerini yaptırması ve Hüseyin Avni Paşa’yı da bu eğlenceye dâhil etmesi, Sultana karşı kinini arttırmıştır. Hal olayından bir yıl kadar önce sadâretten azledilen Hüseyin Avni Paşa, tedavi maksadı ile gittiği Londra’da Sultan Abdülaziz aleyhine faaliyette bulunmaya devam etmiş5 Orta oyunu; sahne, perde ve dekor kullanılmadan halkın arasında oynanan çok aktörlü, çalgılı, geleneksel Türk sanatıdır. Orta oyunundan ilk kez 1834 yılında, Sultan II. Mahmud’un kızı Saliha Sultan’ın düğünü için kaleme alınan Lebîb’in Sûrnâme’sinde, “Cümle etrâf-nişîn-i meydan-oldu orta oyunundan handan” mısralarıyla söz edilmiştir. Bir orta oyunu; giriş, muhâvere, fasıl ve bitiş bölümlerinden oluşur. Büyücü, Abdi, Eskici, Acem, Arap, Kayserili ve Tiryaki gibi karakterlere sahip bu oyunun iki önemli ismi ise Kavuklu Hamdi ile Pişekâr Küçük İsmail Efendi’dir. 222 Osmanlı Tarihi (1789-1876) tir. Özellikle Mahmud Nedim Paşa’nın Rus yanlısı siyaseti sebebiyle İngiltere’nin Sultan Abdülaziz’den yüz çevirmesini fırsat bilen Hüseyin Avni Paşa, İngiliz vükelâsından Sultan’ın hal’i ile ilgili muvâfakatlerini istemiştir. Sultan Abdülaziz döneminde iki defa sadârette ve üç kez seraskerlik de bulunan Mütercim Rüşdü Paşa’nın, Padişah ile arası uzun süreli azil dönemleri sebebiyle bozuktur. Hal’den sonra “Saltanatında 11 sene ma’zul bulundum.” şeklindeki serzenişi bunu gösterdiği gibi, Mahmud Nedim Paşa’nın azli ile sadârete getirildiğinde, Sultan’ın kendisini sadece halk istediği için bu makama getirdiğine dair ifadesi, iki taraf arasındaki problemleri göstermektedir. “Erkân-ı Erba’a”nın diğer ismi Mithad Paşa, siyasi fikir olarak diğerlerinden ayrılır. Onun meşrutiyet taraarlığına rağmen diğerleri mutlakiyetçidir. Hal işine sadece bu amaçla girişmiş olduğu iddia edilse de özellikle iki buçuk ay gibi çok kısa sürede sona eren ilk sadâreti Sultan’a karşı mesafeye neden olmuştur. Diğer taraan Namık Kemal’e göre hal’in en önemli sebebi istemeden göreve getirdiği “Erkân-ı Erba’a”yı azledip Mahmud Nedim Paşa’yı göreve davet etme ihtimalidir ki yukarıda Sultan’ın bu niyetinin öğrenildiği ifade edilmişti. Mezkûr dörtlünün sonuncu ismi ise hal fetvâsını veren Şeyhülislâm Hayrullah Efendi’dir. Sultan Abdülaziz’in imamı olan ve ilk meşîhati 1 ay 8 gün sürmüş Hayrullah Efendi’nin, ikinci gelişinde “Hıfz-ı ikbâl için kazıyye-i ittifâkiyyeye hizmet ettiği” rivayet edilir. İsmail Hami Danişmend Sultan’ın hal’ini vatan, millet gibi yaldızlı kelimelerle süslenmiş karanlık bir olay olarak ifade ederken bir meşrutiyetçi ile üç koyu mutlakiyetçinin müşterek kin ve garaz ile işledikleri şahsi intikam olarak değerlendirir. Taht değişikliğini her ne kadar bu dört isim organize etmişse de Süleyman Paşa, Redif Paşa, Hüseyin Sabri Paşa, Yenikapı Mevlevî Şeyhi Osman Efendi, Mustafa Seyfi Paşa gibi isimler elde edilmek suretiyle darbe geniş bir askeri ve sivil tabana yayılmak istenmiştir. Diğer taraan Sultan Abdülaziz hakkında yapılan propaganda ile darbeye meşruiyyet kazandırılmaya çalışılmıştır. Bu meyanda, Pâdişahın veraset sistemini değiştirerek büyük oğlu Yusuf İzzeddin Efendi’yi veliaht seçtireceği ve bunu te’min için de 40 bin kişilk bir Rus kuvvetinin İstanbul’a geleceği yalanı yayılmıştır. Diğer taraan saray hazinesinde 50 milyon lira olduğu söylentileri ile de saray harcamaları ve müsriiğe dikkat çekilmek istenmiştir. Bu iş için kullanılan diğer bir mevzu ise bir milyon liralık senet meselesidir. Daha önce de değinildiği üzere, Mahmud Nedim Paşa yapacağı mali düzenlemeler esnasında saray için bir milyon liralık taahhütte bulunmuştur. Yunanlı Sarraf Zarifi’den alınan seneti, Sultan Abdülaziz ödenmesi için Rüşdü Paşa’ya göndermiştir. Hal vakasında Sadrâzam Rüşdü Paşa’nın gösterdiği senet bu olup; Baş-mâbeynci Hâfız Mehmed Bey, bu tahsisata gerekçe olarak Sultan’ın kendi tahsisâtından Avrupa’ya sipariş verdiği top vesâireyi göstermektedir. Sultan Abdülaziz’in “Tenzil-i fâiz” kararından ettiği zarar da bu isteğe sebep olmuştur. Darbenin günü ve saati Sultan Abdülaziz’in 29 Mayıs 1876 Pazartesi akşamı Hüseyin Avni Paşa’yı saraya çağırması üzerine değiştirilmiştir. Bu arada tahta geçirilecek Şehzade Murad Efendi ile Doktor Kapolyon ve Ziya Paşa vasıtası ile haberleşilmiştir. Süleyman Paşa tarafından alınan tertibatla saltanat değişikliği için gece 4.34’te harekete geçilmiştir. Mekâtib-i Askeriyye Nâzırı Süleyman Paşa tarafından idare olunan askeri harekâta, ekseriyyeti Taş-Kışla’dan gelmiş taburlar ile 300 kadar Mekteb-i Harbiyye talebesi iştirak etmiştir. Dolmabahçe Sarayı, denizden de donanma gemileri ile çevrilerek herkes gibi Sultan’ın da uykuda olduğu bir saatte operasyona başlanmıştır. Erkân-ı erba’a (Mütercim Rüşdü Paşa, Hüseyin Avni Paşa, Midhat Paşa ve Hayrullah Efendi) ve Redif Paşa ise gelişmeleri Hüseyin Avni Paşa’nın Kuzguncuk’daki yalısından takip etmişler daha sonra ise bizzat olaya dâhil olmuşlardır. Darbe için saraya nakledilen askerlerin de birtakım yalanlarla yönlendirildikleri görülür. Nitekim Süleyman Paşa, tahttan indirme olayında kullandığı 8. Ünite - Âlî Paşa’nın Ölümünden Sultan Abdülaziz’in Tahttan İndirilmesine Osmanlı Devleti (1871-1876) 223 askerlerin ekseriyetinin Sultan Abdülaziz’in vefat ettiği zannıyla hareket ettiklerini ifade etmektedir. Damat Nuri Paşa ise Yıldız Mahkemesi hazırlık sorguları sırasında; saraya götürülen askerlere Padişah Sultan Abdülaziz’e hal girişimi olduğu ve kendisini muhafaza için gittikleri söylenerek olaya dâhil olduklarını söylemiştir. Dolmabahçe Sarayı’nın veliahd dairesinde bulunan Şehzade Murad Efendi’ye asker saraya girdiğinde dışarı çıkması söylenmişse de girişimin başarısızlığa uğrama ihtimaline karşı bunu kabul etmeyip askerin kendini dışarı çıkarmasını istemiştir. Saraya giren Süleyman Paşa, Şehzade Murad Efendi’yi dışarı çıkarmış ve kapıda bekleyen Hüseyin Avni Paşa’ya teslim etmiştir. Hüseyin Avni Paşa, arabadan inmeye tenezzül etmeyip yeni Sultana “Buyrun” demekle iktifâ etmiştir. O gece yaşananlar Sultan Murad’ın ruh sağlığını derinden etkilemiştir. Sarayın silahlı askerlerce muhasara edilmesi, Hüseyin Avni Paşa’nın kendisine silahını verip işler kötüye giderse önce beni vurun demesi, şehzade ve seraskeri tanımayan Suriyeli askerlerin arabayı çıkarmak istememesi ve saraydan Sirkeci’ye yapılan yolculukta yaşananlar yeni hükümdarı oldukça tedirgin etmiştir. Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesi için “Bu emr-i hayra çarşaf kadar fetvâ yazarım!” diyen Fetvâ-emini Filibeli Kara Halil tarafından Midhat Paşa’nın konağında yazılan fetvâ ile Sultan hal edilir. Fetvâ şu şekildedir: “Emir-ül-Mü’minîn olan Zeyd muhtell-üş-şuûr ve umûr-ı siyâsiden bî-behre olup emvâl-i mîr iyyeyyi mülk-ü-milletin tâkat ve tahammül edemeyeceği mertebe masârif-i nefsâniyyesine sarf ve umûr- diniyye ve dünyeviyyeyi ihlâl-ü-teşviş ve mülk-ü-milleti tahrip edip bakaası mülk-ü-millet hakkında muzır olsa hal’i lâzım olur mu?” “Beyan buyrula. El-cevâb: Allâhu Teâlâ a’lem: OLUR.” Bu taht değişikliği sırasında yaşanan yağma hadiseleri Osmanlı tarihine kara bir leke olarak geçmiştir. Sultan Abdülaziz saraydan çıkarılırken önce askerler tarafından saray talan edilmiş ve ardından ise Mâbeyn Müşiri Damat Nuri Paşa tarafından hanedana ait mücevher ve diğer değerli eşyalar yağmalanmıştır. İhtilalci paşalar bu talana gerekçe olarak da milletin parasıyla alınmasını göstermişlerdir. Damat Nuri Paşa, Yıldız Mahkemesi’nde el koyma emrinin Midhat Paşa’dan çıktığını iddia etmiştir. Valide Sultan ve kadın efendilerin Dolmabahçe’den çıkışları esnasında üzerleri aranmış, Topkapı Sarayına nakledilen sandıklar açılarak kıymetli eşyalar alıkonulmuştur. Bunlardan başka sarayın iç hazinesinde kalan 7-8 yüzbin lira değerindeki mücevher ise Sultan Murad’ın şahsi borçlarına karşılık sarraf Hristaki’ye verilmiştir. Talan bununla da sınırlı kalmamış, Sultan Abdülaziz’e ait olan 85 bin altına da “Cülûs atıyyeleri”ne karşılık olarak yeni Valide Sultan tarafından el konulmuştur. Yine Sultan’a ait 7,5 milyon lira karşılığındaki tahvilât da Maliyenin borcuna mukabil Osmanlı Bankası’na devredilmiştir. Sultan Abdülaziz’in Ölümü ve Kişiliği Sultan Abdülaziz, askerin sarayı kuşattığını o gece nöbetçi olan ikinci mâbeynci Fahri Bey’den öğrenmiş ve cülûs topları ile durumu anlamıştır. Kendisine hal fetvâsı ile Topkapı Sarayı’na nakil hususunu tebliğe gelen Başmâbeynci Hâfız Mehmed Bey, Başkâtip Âtıf Bey ile Dâr-üs-Saâde ağası Cevher Ağa’yı tevekkül ile karşılarken, Murad Efendi’nin Padişahlığını ise “Acâyip” sözü ile yorumlamıştır. Sabık sultan ve efrâdı kayıklarla Sarayburnu’na ve oradan da Topkapı Sarayı’na nakledilmişlerdir. Sultan Abdülaziz bu esnada ıslanmış ve yeni kıyafet verilmeyerek o şekilde bekletilmiştir. Diğer taraan Sultan III. Selim dairesine yerleştirilmekten müteessir olmuştur. Sabık sultanın özellikle bu daireye yerleştirilmesi muhtemelen onu tahttan indirenlerin ruh hâli ile ilgilidir ve bu davranış sultanı ürkütmek ve vehmini tahrik etmek amacıyla yapılmış olmalıdır. Sabık Sultan, maruz kaldığı bu tavır- 224 Osmanlı Tarihi (1789-1876) lar sonrası, yaşamasının yük olacağını söyleyerek Hafız Mehmed Bey’den zehir istemiştir. Topkapı’ya naklinin ertesi günü bizzat kaleme aldığı tezkire ile Sultan Murad’ı tebrik ederek kendisine başka bir yer tahsis edilmesi ricasında bulunmuştur. Bu yazının gazetelerde yayımlanması ile birlikte Sultan Abdülaziz’in hâl’ine gerekçe olan Hayrullah Efendi’nin fetvâsı tartışılır hâle gelmiştir. Yazının gayet nezihâne ve siyasetten son derece haberdar olarak yazılması bu duruma sebep olduğu gibi, Midhat Paşa da daha sonra Sultanın son derece zeki ve devlet idaresini çok iyi bildiğini itiraf edecektir. Sultan Abdülaziz’in başka bir yere nakli hususundaki yazısı üzerine yazdırdığı cevabı ve şifahî olarak söylediği iradeyi Baş mabeyncisi Ethem Bey ile gönderen Sultan Murad, amcasına istediği bir yere yerleşebileceğini ifade etmiştir. Bunun üzerine Sultan Abdülaziz 2 Haziran 1876 tarihinde Fer’iye Sarayı’na nakledilmişdir. Sâbık padişahın Fer’iye’de muhafazasını ise tahttan indirilmesinde başrolü oynayan Serasker Hüseyin Avni Paşa ve Kayserili Ahmed Paşa üzerlerine almışlardır. Hacı Raşit Paşa Serasker tarafından Dolmabahçe ve havalisinin kontrolü ile vazifelendirilmiş; Fer’iye Sarayı’nın karadan muhafazası ise İzzet Bey’e verilmiştir. İzzet Bey, Fer’iye Sarayının selâmlık kısmı ile Fer’iye Karakoluna askerlerini yerleştirmiştir. Saraydakilerle görüşme karakol komutanının izni ile mümkün olabilecektir ve bu işe de İzzet Bey’in maiyetinden Gürcü asıllı Necip Bey memur edilmiştir. Sâbık padişahın hizmetine ise Sultan Murad’ın emektarlarından Pehlivan Mustafa, Cezayirli Mustafa ve Hacı Ahmed verilmişlerdir. Bu kişilerin Fer’iye sarayına görevlendirilmeleri ise Valide Sultan’ın tavassutu ile olmuştur. Nitekim bu üç isim Yıldız Mahkemesi tarafından Sultan Abdülaziz’i öldürmekten idama mahkûm edilmişlerdir. Sultan Abdülaziz’in tahttan indirildikten sonra hayatına dair endişeleri giderek artmıştır. Topkapı Saray’nda Sultan III. Selim dairesine yerleştirilmesi ile başlayan bu süreç Feriye Sarayı’nda da devam etmiştir. Nakledildiği gün sarayın rıhtımında iki taraı dizilmiş süngülü askerler; Baş mâbeyncisi Hâfız Mehmed Efendi’nin hizmetinden men edilmesi ve Fer’iye Sarayı’nda görevlendirilen askerlerin kendisine karşı saygısız tavırları, sabık sultanın bu şüphelerini arttırmıştır. Diğer taraan yapılan tadilât ile Fer’iye Sarayı’nın hariçle ilişkisi tamamen kesilerek Sultan Abdülaziz tecrit edilmiştir. Sultan Abdülaziz Fer’iye Sarayının harem kısmına yerleşmiş ve Ortaköy tarafına bakan köşedeki odayı da yatak odası yapmıştır. Kendisi ile birlikte bu katta validesi, kadınları ve cariyeleri bulunmakta olup erkek olarak ikinci mâbeyncisi Fahri Bey’den başkası yoktu. Sabık hükümdarın, Fer’iye’ye nakledildiği gün özellikle yukarıda da belirttiğimiz olaylar sebebiyle kederli ve asabî bir buhran içinde olduğu görülür. Nitekim odasının altında konuşup sigara içen askerlere de sitem ve kızgınlıkla türlü laar etmiştir. Fer’iye Sarayında vuku bulan bir başka hadise de sabık sultanın palasının alınmasıdır. Sultan Abdülaziz Dolmabahçe’den Topkapı’ya nakledilirken ihtiyat olarak palasını yanına almış ve daha sonra validesine teslim etmiştir. Vükelâ herhangi bir olay çıkmaması için bu palanın alınmasını istemiş ve bu durum Fer’iye karakol komutanı İzzet Bey’e iletilmiştir. İzzet Bey, Fahri Bey vasıtası ile valide sultandan palayı istetmiş; valide sultan ise gönülsüz de olsa Abdülaziz’in haberi olmadan palayı teslim etmiştir. Palanın alınması, vükelânın güçlü aynı zamanda asabî olan sabık sultandan hâlâ çekindiklerini göstermesi bakımından önemlidir. Diğer taraan olaydan kısa süre sonra şüpheli intihar olayının meydana gelmesi de palanın istenmesini ilginç kılmaktadır. Sabık sultanın ölümünden bir gün önce hizmetine görevlendirilen kişiler meselesi de oldukça dikkat çekicidir. Nitekim yukarıda bahsedilen palanın teslimi için Fahri Bey karakola çağrıldığında, karakol komutanı İzzet Bey, Sultan Abdülaziz’in hizmetine gönderilen kişilerin kabulünü de istemiştir. Fahri Bey; Reyhan, Nazif, Rakım ve Kenan isimli hadımları saraya almış ancak diğer üç şahsı kabul etmemiştir. Sultan Murad’ın validesi Şevkefza Kadınedendi tarafından Fer’iye’ye gönderilen bu kişilerin kabul edilmemesine 8. Ünite - Âlî Paşa’nın Ölümünden Sultan Abdülaziz’in Tahttan İndirilmesine Osmanlı Devleti (1871-1876) 225 gerekçe olarak harem bölümünde erkek görevlendirilmemesi olmuştur. Sabık Sultan Abdülaziz, 5 Haziran Pazar sabahı kahvaltısını yaptıktan sonra sakalını düzeltmek için bir küçük makasla ayna istemiştir. Daha sonra abdest alarak odasına girmiştir. Fahri Bey’in ifadelerinde; o esnada odasına giren validesine yalnız kalmak istediğini ifade ederek dışarı çıkardığı görülmektedir. Valide sultan, kadın efendiler ve hazinedarlar odasının önünde beklemişler ve oda bir saat kadar kapalı kalmıştır. Kapı kapalı iken, Sultanın şahsi hizmetine bakan hazinedar Arzıniyaz kalfa, Abdülaziz’in Yusuf suresini okuduğunu ifade etmiştir. İçeriden sabık sultanın feryadının duyulması üzerine, sürgülü kapı kırılmak suretiyle odaya girildiğinde Sultan Abdülaziz, kanlar içinde köşe minderi üzerinde sağına doğru yatar vaziyette bulunmuştur. Bu andan itibaren panik başlamış ve Fer’iye Sarayı’ndan feryatlar yükselmiştir. Sultanın sol kolundaki yara sağa göre çok daha fazladır ve buradan hareketle ilk olarak sol kolunu yaraladığı öne sürülmüştür. Sultan Abdülaziz, odaya girildiğinde halâ sağdır ve Fahri Bey doktor çağırmak üzere karakola gitmiştir. Ancak karakol komutanı İzzet Bey, “Hekim mekim yoktur.” diyerek kendisini geri göndermiştir. Bu sırada sarayı denizden muhasara eden Ferik Arif Paşa’da içeriye gelmiş ve onun emri ile pencereden koparılan bir perdenin içinde sabık sultan karakola götürülerek askerlerin yattığı ot minder üzerine konularak perde de üzerine örtülmüştür. Bu esnada bile hayat emaresi olan Sultan Abdülaziz, doktor çağrılarak müdahale edilmek yerine ölüme terk edilmiştir. Fer’iye Sarayı’na vükelâdan ilk olarak Hüseyin Avni Paşa gelmiştir. Paşanın sarayı Fer’iye’nin karşı kıyısında Paşalimanında olduğundan, saraydaki olağanüstü hareketliliği fark ederek hemen beş çie kayığı ile karşıya geçmiştir. Onu takiben Sadrâzam Rüşdü Paşa, Midhat Paşa, Nuri Paşa ve diğer erkân da gelmişlerdir. Sabık sultanın naaşını muayene eden doktorlar Marko Paşa, Dr. Abdünnur, Kara Todori Paşa ve Dr. Miltadi, Dr. Teodoris ve Dr. Mustafa ilk raporu yazmışlar. Ancak son derece yetersiz olan ve içeriğinde “Aldığımız haberlere göre yaralanma bir makas ile olmuştur.” gibi tereddütlü ifadeler bulunduğundan kabul edilmeyerek 19 tabibin yaptığı ikinci muayene neticesinde tekrar rapor yazılmıştır. Bu rapora göre Sultan Abdülaziz’in kollarındaki yaralara bağlı kan kaybından öldüğü ifade edilmiştir. Ancak Abdurrahman Şeref Bey, naaşın detaylı olarak incelenmediği ve Hüseyin Avni Paşa’nın muayeneyi “Bu cenaze Ahmed Ağa, Mehmed Ağa değildir, bir padişahtır. Onun her tarafını açıp size gösteremem.” diyerek engellediğini ifade etmektedir. Diğer taraan Sultan Abdülaziz’in cesedini ilk muayene eden Marko Paşa da fiilin Sultan Abdülaziz tarafından yapılmış olduğuna tereddüt gösterince orada bulunan vükelâ kendisine bunda bir tereddüt olmadığını ve başka hekimlerin de geleceğini söyleyerek raporu yazıp imza ettirmesi konusunda telkin ve baskıda bulunmuşlardır. Yine cebrî surette cesedin muayenesi için getirilen Dr. Ömer Paşa da naaşı muayene etmekten istinkâf eyleyince Hüseyin Avni Paşa’nın hışmına uğramış ve rütbeleri oracıkta sökülerek askerlikten atılmıştır. Sultan Abdülaziz’in ölümüne dair iddialar gasil sırasında da devam etmiştir. Nitekim gasli gerçekleştiren Sultan Ahmed Camii Vaizi Duacı Ömer Efendi, Yıldız Mahkemesi’ndeki ifadesinde; merhumun kalbi üzerinden kan akmakta olduğunu, cesedin bu sırada bile hâlâ sıcak olduğunu ve kollarından da kan gelmesi sebebiyle iki Kaynak: http://www.ademder.com/akademi/16-osmanlipadisahlari/191-abdulaziz-han.html Resim 8.2 Sultan Abdülaziz 226 Osmanlı Tarihi (1789-1876) defa abdest aldırmak suretiyle gaslin tamamlandığını ifade etmiştir. Tüm bu gelişmeler Sultan’ın ölümünü şüpheli hâle getirmekte ve intihardan ziyade bir katliama maruz bırakıldığı iddialarını da güçlendirmektedir. Nitekim girişim intihar dahi olsa sonrasında yaşananlara bakıldığında sabık sultanın ölüme terk edildiği âşikardır. Raporların yazılması sonrası cenazenin Fer’iye’de yıkanması düşünülmüşse de Sultan Murad’ın müdahalesi ile Topkapı’da yıkanması ve pederi Sultan Mahmud’un türbesine gömülmesine karar verilmiştir. Bir hükümdara yakışmayacak bir muamele ile kapı kanadı ile üzerinde sökük bir şilte örtülerek bir çatana vasıtası ile Topkapı Sarayı’na nakli, vükelânın kendisine karşı kinini göstermesi adına da dikkate şayandır. Nitekim sultan cenazelerinin Topkapı’da yıkanması âdetini vükelâ bildiği halde, Fer’iye Sarayı’nda yıkatmak istemeleri de bunu göstermektedir. Gasil işlemlerinin tamamlanmasından sonra cenaze babası Sultan Mahmud’un Divanyolu’nda bulunan türbesine defnedilmiştir. Defin sırasında seraskerin gazabından korkan halk, cenazeye iştirak etmekten imtina etmiştir. Sultan II. Mahmud’un oğlu ve Sultan Abdülmecid’in kardeşi olan Sultan Abdülaziz 7/8 Şubat 1830 tarihinde doğdu. Annesi Pernevniyal Valide Sultan’dır. Babasının sağlığında sıkı bir disiplin altında yetiştirilmiş ve Sultan Abdülmecid Devrinde de serbest bir hayat yaşayıp iyi eğitim almıştır. Hocası Akşehirli Hasan Fehmi Efendi’den Arap dili-edebiyatı ve şer’i ilimleri tahsil etti. Neyzen ve bestekâr Yusuf Paşa’dan musiki dersleri aldı. Veliahdliğinde iyi ve mazbut hâli ile tanınan Sultan Abdülaziz, içki kullanmaz ve sefahatı sevmezdi. Bu hâlleri ile kendisine büyük teveccüh gösterilmiş ve devleti kurtaracak nazarla bakılmıştır. Avrupaî âdetlerden hoşlanmaması, tiyatro yerine orta oyunu seyretmesi, avlanmak, güreşmek, yüzmek ve cirit atmak gibi faaliyetleri, özellikle eski örf ve usullere bağlı olanlar tarafından kendisine “İkinci Yavuz” yakıştırması yapılmasına neden olmuştur. Bu beklentilerle tahta çıktığında, Tanzimat’tan vazgeçebileceği endişesi oluşsa da neşrettiği fermanla Tanzimat’a bağlı kalacağını, bu sebeple hükümeti iş başında bıraktığını ve bütün tebaanın adlî eşitlikten faydalanması gerektiğini vurgulamıştır. Tahta çıktığında, ekonomik sıkıntılar en büyük problem olarak durduğundan öncelikle bu konunun ele alınmasını istemiştir. Bu meyanda tahsisatının ve saray giderlerinin azaltılmasına razı olmuş; tek hanımla yetineceğini ve harem kurmayacağını vaad etmiştir. Alınan tedbirler hazinede kısmi rahatlama sağlasa da, ekonominin kötüye gidişi durduralamamıştır. Sultan Abdülaziz yaptığı iç ve dış gezilerle de farklı bir hükümdar portresi çizmiştir. 1863 yılında gerçekleştirdiği Mısır seyahati, Kavalalı Mehmed Ali Paşa’dan beri ayrı bir devlet olma iddiasında olan bu Osmanlı Vilâyeti’nin devlete bağlılığını arttırmayı amaçlıyordu. Ancak bu ziyaret Sultan Abdülaziz’in sefahat ve israfa düşmesine sebep olduğu gibi Mısır Valisi İsmail Paşa’ya da verâset usulünün değişmesi ve “Hidiv” ünvanının verilmesi gibi imtiyazları koparma fırsatı vermiştir. 1867 yılında çıktığı Avrupa Seyahati ise daha verimli geçmiş ve genel bir barış ortamının oluşmasına katkı sağlamıştır. Sultan Abdülaziz, Fuad ve Âlî Paşalar’ın sağlıklarında devlet işlerini emanet ettiği iyi bürokratların olması sebebiyle rahat hareket etmesini ve devlet işlerine çok fazla müdahalede bulunmasını temin etmiştir. Ancak, Âlî Paşa’nın ölümünden sonraki yaklaşık 5 yıllık iktidarında kısa süreli görev yapan sadrâzamlar, Sultan’ın bizzat idareye hükmetmeye çalışmasının da göstergesidir. Batılı yönü olmayan Sultan Abdülaziz, Fransızca öğrenmemiş ve Avrupa ilim ve kültürü ile de temas etmemiştir. Türk Musikisini çok iyi bilir, mükemmel derecede ney üer ve lavta çalardı. Bunun yanında bestekâr da olan Sultan Abdülaziz, Sultan Abdülmecid’in kurdurduğu saray orkestrasını kaldırarak yerine “Türk Musikisi Saz Takımı”nı kurmuştur. Sultan Abdülaziz’in hal’linde kimler rol almıştır ve gerekçeleri nelerdir? İzah ediniz. Uzunçarşılı, İsmail Hakkı. (1967). Midhat Paşa ve Yıldız Mahkemesi, Ankara: TTK Yayınları. Öztuna, Yımaz. (1990). Bir Darbenin Anatomisi, İstanbul: Ötüken Yayınları. Türk Musikisi Sultan Abdülaziz Devri’nde bizzat Sultanın alâkasına mazhar olmuş ve bu sayede devlet nezdinde büyük itibar görmüştür. Nitekim dönemin Sâzendegânı Türk Müziği’nin büyük isimleri arasında yer alırlar. Ser-sâzende Tanbûrî Osman Bey, Hacı Ârif Bey, Neyzen Sâlih Dede bu büyük isimlerden sadece birkaçıdır. Sultan Abdülaziz, Batı Müziği yerine Türk Müziğini idame ederek gelişimine de katkı sağlamıştır. 6 8. Ünite - Âlî Paşa’nın Ölümünden Sultan Abdülaziz’in Tahttan İndirilmesine Osmanlı Devleti (1871-1876) 227 Özet Âlî Paşa’nın Ölümüyle Osmanlı Devlet İdaresindeki değişim ve sonuçları açıklamak Âlî Paşa’nın ölümüyle birlikte, Bab-ı Âlî’nin devlet idaresinde ağırlığı azalırken Sultan Abdülaziz’in etkisi ise artmıştır. Nitekim Sultan Abdülaziz’in iktidarı bu sebeple iki dönemde incelenir ve ayrım noktası ise Âlî Paşa’nın ölümüdür. Âlî Paşa ile birlikte “Erkân-ı Selase” adı verilen Tanzimat’ın üç ünlü bürokratının sonu gelirken; bu durum her ne kadar Sultan Abdülaziz’e rahat hareket imkânı tanımışsa da idari istikrarı sağlamak mümkün olmamıştır. Sultana isnat edilen, Âlî Paşa’nın ölümüyle hükümdarlığını anladığına dair ifade; Âlî Paşa’nın Sultan Abdülaziz üzerindeki etkisini göstermesi adına çok önemlidir. Burada üzerinde durulması gereken konu Âlî Paşa’nın gücü kanundan almasıdır. Son derece zeki ve yetenekli bir şahsiyet olan paşa, Sultan Abdülaziz’in usul ve kanuna aykırı irâdelerini uygulamamıştır. Buna karşın Sultan Abdülaziz ise her ne kadar bu kısıtlamalardan rahatsız olsa da, Âlî Paşa’nın idaresine güvendiğinden ölümüne kadar onu görevden almamıştır. Âlî Paşa’dan sonra sadârete gelen Mahmud Nedim Paşa ise devamlı surette Sultan Abdülaziz’e Tanzimat esaslarını yıktıracak telkinlere başlamış bu isteğini “Efendimiz bir pâdişâh-ı müstebidsiniz, her emr-ü fermânınızı icrâya muktedirsiniz!” diyerek dile getirmiştir. Mahmud Nedim Paşa’nın Sadâreti ile birlikte, devlet işleri Bab-ı Âlî’den saraya intikal etmiş ve keyfi idare etkisini göstermeye başlamıştır. Böylece Tanzimat döneminde temin edilen insan hakları iptal edilirken, demokrasiye doğru gidecek yenileşme düzeni de işlemez hale gelmiştir. Diğer taraan Mahmud Nedim Paşa ile birlikte devletin dış siyasetinde de değişiklikler yaşanmış ve paşa Rus sefirinin etkisinde kaldığı iddiası ile muâsırları tarafından “Nedimof ” olarak anılmıştır. 1871-1876 tarihleri arasında Osmanlı-Rus İlişkilerini ifade etmek Osmanlı Devleti 19. yüzyılın ikinci yarısında başta topraklarında meydana gelen isyanlar olmak üzere türlü gailelerle başbaşa kalmıştır. Bu yaşananlara malî sıkıntılar da eklenince devlet idare edilemez hâle düşmüştür. Çözülemeyen sorunlar, büyüyen meseleler sürekli sadrâzam değiştirmeyi beraberinde getirmiş, bu durum ise istikrarsızlığı körüklemiştir. Osmanlı Devleti üzerinde en etkili devlet bu dönemde Rusya’dır. Bu nüfuzu temin eden ise 1864’ten beri İstanbul’da bulunan Rus elçisi İgnatiyev’dir. Rusya ile dalgalı bir seyir izleyen ilişkiler, Balkan Bunalımı ile birlikte 1877-78 savaşına doğru sürüklenecektir. Osmanlı Devleti ile Rusya arasındaki ilk kriz Karadeniz’in statüsü ile ilgili olarak çıkmıştır. Sedan Savaşı ile Alman İmparatorluğu’nun kurulması ve Avrupa muvazenesini alt-üst etmesi, Rusya’ya beklediği fırsatı sunmuştur. Nitekim Paris Antlaşması’nın Karadeniz’in kapalılığı ile ilgili hükümlerini kabul etmediğini söyleyerek, bu oldu-bittiyi Londra Antlaşması ile resmileştirmiştir. Karadeniz’de tekrar Rus tehditinin başlamasıi Osmanlı Devleti’ni tedirgin etmiş ve Osmanlı Devleti ile Rusya arasında yakınlaşma sağlanmıştır. Bu bahar havası uzun sürmemiş ve Rus tahrik ve yardımları ile başlayan Balkan Bunalımı iki tarafı tekrar karşı karşıya getirmiştir. Sultan Abdülaziz Dönemi’nde Türkistan Hanlıkları ile ilişkileri açıklamak Osmanlı Devleti türlü gailelerle uğraşırken, özellikle Rus işgaline uğrayan Türkistan Hanlıklarının yardım talepleri ile karşılaşmıştır. Hîve, Hokand ve Buhara Hanlıklarının Rus işgaline uğramasında somut bir yardım yapamayan Osmanlı Devleti, bu gelişmelerden duyduğu eziklik ve başka sebeplerle Orta Asya Politikasını değiştirmiş ve 1873 yılından itibaren Kaşgâr Hanı Yakup Bey ile yakından ilgilenmiştir. Nitekim buraya silah, cephane ve askeri personel gönderilerek Kaşgâr Hanlığı Osmanlı himayesine alınmıştır. 1875 Yılında çıkarılan “Tenzil-i Faiz” kararının sonuçlarını tartışmak Osmanlı Devleti’nin ekonomisi Kırım Savaşı’ndan itibaren daha da bozulmuş ve borçları, yeni alınan kredilerle ödeme üzerine bir usül takip edilmiştir. Hersek isyanı başladığında ise devletin borçlerı 200 milyon lirayı bulmuştu. Borç ve faizleri için yıllık ödenmesi gereken meblağ 14 milyon lira iken bütçede 5 milyon liralık bir açık vardı. Bu açığın kapatılabilmesi ve diğer ihtiyaçların karşılanması için gerekli meblağın ödemelerde yarı yarıya azaltmaya gidilmesi ile karşılanmasına karar verildi. Sadrâzam Mahmud Nedim Paşa, Rus elçisi İgnatiyev’in de telkinleri ile her yıl ödenmesi gereken 14 milyon liranın yarısını beş yıl için bu kararla birlikte kesti. 1 2 3 4 228 Osmanlı Tarihi (1789-1876) Osmanlı yönetiminin, alacaklıların fikrini almadan böyle bir kararı uygulamaya koyması özellikle Avrupa eârında olumsuz bir havanın oluşmasına neden oldu. Fransa ve İngiltere’de Osmanlı aleyhinde cereyanlar artarken; “Türkler bizi dolandırıp, altınlarımızı sefahat uğrunda telef ettiler. Bunların bekası Avrupa için zararlıdır” kabilinden yazılar bu olumsuz havayı daha da arttırmıştır. Özellikle Gladstone, Türk düşmanı sözleri ile İngiliz kamuoyunda çok etkili olmuştur. Bu sonuç Rusya’nın işine yaramış, Osmanlı aleyhine dönen havayı Balkanlar’daki faaliyetlerini hızlandırmak ve savaş hazırlıkları yapmak için fırsat olarak görmüştür. Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesinin sebep ve sonuçlarını özetlemek Sultan Abdülaziz, “Erkân-ı Erba’a” olarak adlandırılan; Mütercim Rüşdü Paşa, Hüseyin Avni Paşa, Midhat Paşa ve Hayrullah Efendi’den oluşan dört kişinin şahsi kin ve nefreti sebebiyle tahttan indirilmiştir. Bu kişileri harekete geçiren iki önemli sebep vardır. Bunlardan ilki Sultan Abdülaziz’in istemeyerek göreve getirdiği “Erkân-ı Erba’a”yı azledip sadârete Mahmud Nedim Paşa’yı ve Seraskerliğe Derviş Paşa’yı getirme planı; diğeri ise Baş-mâbeyncisi Hâfız Mehmed Bey’i “Talebe-i ulûm” hareketi sebebiyle Meşihat’e gönderip, ulemâyı benzer bir olayda üzerlerine ordu göndermekle tehdit etmesidir. Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesi, vatan, millet gibi yaldızlı kelimelerle süslenmiş karanlık bir olay olup; bir meşrutiyetçi ile üç koyu mutlakiyetçinin müşterek kin ve garaz ile işledikleri şahsi intikam olarak değerlendirilir. Taht değişikliğini her ne kadar bu dört isim organize etmişse de Süleyman Paşa, Redif Paşa, Hüseyin Sabri Paşa, Yenikapı Mevlevî Şeyhi Osman Efendi, Mustafa Seyfi Paşa gibi isimler elde edilmek suretiyle darbe geniş bir askeri ve sivil tabana yayılmak istenmiştir. Diğer taraan Sultan Abdülaziz hakkında yapılan propaganda ile darbeye meşruiyyet kazandırılmaya çalışılmıştır. Bu meyanda Pâdişahın veraset sistemini değiştirerek büyük oğlu Yusuf İzzeddin Efendi’yi veliaht seçtireceği ve bunu te’min için de 40 bin kişilk bir Rus kuvvetinin İstanbul’a geleceği yalanı yayılmıştır. Diğer taraan saray hazinesinde 50 milyon lira olduğu söylentileri ile de saray harcamaları ve müsriiğe dikkat çekilmek istenmiştir. Bu taht değişikliği sırasında yaşanan yağma hadiseleri Osmanlı Tarihi’ne kara bir leke olarak geçmiştir. Sultan Abdülaziz saraydan çıkarılırken önce askerler tarafından saray talan edilmiş ve ardından ise Mâbeyn Müşiri Damat Nuri Paşa tarafından hanedana ait mücevher ve diğer değerli eşyalar yağmalanmıştır. İhtilalci paşalar bu talana gerekçe olarak da milletin parasıyla alınmasını göstermişlerdir. Damat Nuri Paşa, Yıldız Mahkemesi’nde el koyma emrinin Midhat Paşa’dan çıktığını iddia etmiştir. Valide Sultan ve kadın efendilerin Dolmabahçe’den çıkışları esnasında üzerleri aranmış, Topkapı Sarayına nakledilen sandıklar açılarak kıymetli eşyalar alıkonulmuştur. Bunlardan başka sarayın iç hzinesinde kalan 7-8 yüzbinlira değerindeki mücevher ise Sultan’ın şahsi borçlarına karşılık sarraf Hristakiye verilmiştir. Talan bununla da sınırlı kalmamış, Sultan Abdülaziz’e ait olan 85 bin altına da “Cülûs atıyyeleri”ne karşılık olarak yeni Valide Sultan tarafından el konulmuştur. Yine Sultan’a ait 7,5 milyon lira karşılığındaki tahvilât da Maliyenin borcuna mukabil Osmanlı Bankası’na devredilmiştir. 5 8. Ünite - Âlî Paşa’nın Ölümünden Sultan Abdülaziz’in Tahttan İndirilmesine Osmanlı Devleti (1871-1876) 229 Kendimizi Sınayalım 1. Aşağıdakilerden hangisi Âlî Paşa’nın ölümünden sonra sadâret makamına getirilen kişilerden biri değildir? a. Mütercim Rüşdü Paşa b. Keçizâde Fuad Paşa c. Şirvânîzâde Mehmed Rüşdü Paşa d. Midhat Paşa e. Mahmud Nedim Paşa 2. Sultan Abdülaziz’in tahttan indirildikten sonra ikamet ettiği yerler aşağıdakilerden hangisinde birlikte ve doğru olarak verilmiştir? a. Çırağan Sarayı-Topkapı Sarayı b. Versay Sarayı-Fer’iye Sarayı c. Dolmabahçe Sarayı-Çırağan Sarayı d. Topkapı Sarayı-Fer’iye Sarayı e. Beylerbeyi Sarayı-Çırağan Sarayı 3. Selanik Olayları ve Bulgar İsyanının tenkili aşağıdaki gelişmelerden hangisine yol açmıştır? a. Berlin Memorandumu b. Andraşi Lâyihası c. Rus Manifestosu d. İngiliz Ültimatomu e. Berlin Antlaşması 4. Osmanlı Devleti’ni 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’na götüren Balkan Bunalımı aşağıdaki hangi olayla başlamıştır? a. Bulgaristan İsyanı b. Bosna Ayaklanması c. Belgrad Kalkışması d. Karadağ Ayaklanması e. Hersek İsyanı 5. Âlî Paşa’nın ölümü ile sadârete gelen Mahmud Nedim Paşa ile birlikte Osmanlı siyasetinde aşağıdaki ülkelerden hangisi daha etkili olmaya başlamıştır? a. İngiltere b. Rusya c. Prusya d. Portekiz e. İspanya 6. Talebe-i Ulûm Nümayişi (Soalar Ayaklanması) neticesinde görevden alınan ve yerine geçen Sadrazamlar aşağıda kilerden hangisinde birlikte ve doğru olarak verilmiştir? a. Mahmud Nedim Paşa- Şirvânîzâde Mehmed Rüşdü Paşa b. Mütercim Rüşdü Paşa-Midhat Paşa c. Mahmud Nedim Paşa- Mütercim Rüşdü Paşa d. Âlî Paşa-Mahmud Nedim Paşa e. Midhat Paşa-Ahmed Cevdet Paşa 7. Aşağıdakilerden hangisi Sultan Abdülaziz’in hal’inde etkili olan kişilerden biri değildir? a. Mahmud Nedim Paşa b. Midhat Paşa c. Mütercim Rüşdü Paşa d. Hüseyin Avni Paşa e. Hayrullah Efendi 8. Avrupa’da meydana gelen olaylardan hangisi Rusya’nın Karadeniz’in statüsünü değiştirmek istemesine fırsat vermiştir? a. İtalyan Birliğinin kurulması b. 30 Yıl Savaşları c. 7 Yıl Savaşları d. Verâset Savaşları e. Sedan Savaşı 9. Alman ve Fransız Konsolosların öldürülmesi ile Osmanlı Devleti’ni Avrupa karşısında zor durumda bırakan olay aşağıdakilerden hangisidir? a. Soalar Ayaklanması b. Berlin Memorandomu c. Selanik Vak’ası d. Bulgar İsyanı e. Cidde Olayları 10. Aşağıdakilerden hangisi 1875 yılında alınan “Tenzil-i Faiz” kararının sebeplerinden biri değildir? a. Malî yapının bozulması b. Artan dış borçlar c. Bütçe Açığı d. Trablusgarp Savaşı’nın getirdiği ekonomik sorunlar e. Hersek İsyanı 230 Osmanlı Tarihi (1789-1876) Yaşamın İçinden Türkülere Konu Olan Martini Tüfeğinin İthalatı Sultan Abdülaziz, Osmanlı ordusunu çağın teknolojisi ile donatmak için yoğun çaba harcamıştır. Bu dönemde dünyanın sayılı donanmalarından biri oluşturulurken; kara ordusu da alınan yeni silahlarla güçlendirilmiştir. Yazımıza konu olan Martini-Henry tüfekleri de bu dönemde ordumuza kazandırılmıştır. Bu tüfekler halk katında da ilgiye mazhar olmuş ve “Drama Köprüsü” türküsünde “At Martinini bre Hasan” gibi dizeler ile kültürümüzün bir parçası haline gelmişlerdir. 19. yüzyılın ikinci yarısında Avrupa ve Amerika’da silah teknolojisinin gelişimi, piyasayı yakından takip eden Osmanlı Devleti’nin de dikkatini çekmiştir. Özellikle Rusya’nın orduya yaptığı yatırımlar ve içerideki ayaklanmaları bastırmada çekilen güçlükler, ordunun ıslahı ve güçlendirilmesi noktasında köklü tedbirler alınmasına vesile olmuştur. Diğer taraftan ABD’de sona eren Kuzey-Güney Savaşı sonrası elde kalan binlerce silah ve Amerikan silah sanayinin düştüğü pazar darlığı; silah tüccarlarının yeni pazarlar aramasıyla sonuçlanmıştır. Nitekim önce savaş artığı silahların satılması ile başlayan bu süreç, ardından modern silahlarla devam etmiştir. Osmanlı Devleti, bu gelişmeler üzerine ABD silah sanayisi ile daha sıkı ilişkilere girmiştir. Bab-ı Âlî’nin 27 Haziran 1872 tarihli Cerîde-i Askeriye gazetesinde yayınladığı ilanla, 200 bin Martini-Henry tüfeği satın alacağını açıklamasıyla silahların alım süreci başlatılmıştır. Winchester Repeating Arms Kumpanyası, tüfek başına verdiği 62 Şilin’lik fiyat ile ihaleyi kazandı. Bu şirket bu işi daha sonra Providence Tool Kumpanyası’na devretti ve tüfekler bu firma tarafından üretildi. Sipariş miktarı, eklemelerle 500 bine ulaştı. Bu tüfekler 1874 yılından itibaren ordu envanterine girdiler. Bu siparişleri, daha sonraki yıllarda yeni tüfek ve bunlara ait parçaların alımı takip etti. Alınan yüksek sayıda tüfek, Osmanlı silah sanayinin gelişimine de yardım etti. Bu silahlara parça ve fişek üretmek için modern tesisler de bu dönemde kuruldu. Kaynak: Feyizoğlu, Öznur. (2009). Osmanlı Arşiv Belgelerine Göre Sultan Abdülaziz Dönemi Osmanlı-Amerika İlişkileri, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kocaeli, s. 133-150. Sultan Abdülaziz Devri’ne Dair Değerlendirme 1861-1876 yılları arasında hüküm süren Sultan Abdülaziz Dönemi’nde siyasî, askerî, sosyal ve kültürel alanda büyük değişikliklikler ve gelişmeler olmuştur. Sultan Abdülaziz, ilk yurt dışı seyahati yapan Osmanlı Padişâhı olarak tarihe geçerken; 1967 yılında Fransa ile başlayan bu ziyaretlerde, hem devlet erkânı, hem de halkın büyük teveccühüne mazhar olmuştur. Bu ziyaret ile Avrupa’yı yakından tanıma fırsatı bulan Sultan Abdülaziz, dönüşünde neşrettirdiği beyanname ile intibalarını paylaşmıştır. Burada dikkat çeken nokta, Avrupa karşısında ne kadar geri kalındığını gören Sultan’ın bu durumu telâfi için çok çalışılması gerektiğini duyurmasıdır. Nitekim bu ziyaretten istifade eden Âlî Paşa, çok önemli idari reformları Padişâh’a kabul ettirmiştir. Bu dönemde idarî alanda yapılan işlerin en önemlisi “Şûrayı Devlet”in açılmasıdır. Âlî ve Fuad Paşalar, Avrupa’da olduğu tarzda bir parlemanter sisteme geçmek için erken olduğunu düşünmekte ve Sultan II. Mahmud’un te’sis ettiği meclisleri geliştirmeyi daha uygun görmekteydiler. Diğer taraan idarenin gayrı mes’ul ellere geçmesinin ve keyfî bir idare tarzının benimsenmesine engel olarak da şûrayı görmekteydiler. Bu noktadan hareketle kuvvetleri elinde toplayan “Meclis-i Vâlâ”nın yerine “Şûrayı Devlet” ve “Divân-ı Ahkâm-ı Adliye” kurularak idarî ve adlî işler birbirinden tamamen ayrılmıştır. 10 Mayıs 1868’de açılan Şûrayı Devlet’in ilk reisi Tuna Valisi Midhat Paşa olmuştur. Divân-ı Ahkâm-ı Adliye’nin başına ise Cevdet Paşa tayin olunmuşlardır. Sultan Abdülaziz, açılış konuşmasında bu meclise her kim ve hangi milletten olursa olsun iktidar erbabının katılmasını istemiştir. Sultan aynı konuşmasında kuvvetler ayrılığına da vurgu yaparak bu işi sahiplendiğini göstermiştir. Sultan Abdülaziz, eğitim konusunda da ciddi ve yenilikçi çalışmaların yapılması ve modern kurumlar teşkili için gayret göstermiştir. Bu dönemde Mekteb-i Mahrec-i Eklâm (Kâtip yetiştirmek amacıyla) ve Lisan Mektebi gibi devletin ihtiyacına yönelik meslek eğitim kurumları açıldı. Yine aynı dönemde İstanbul’da açılan ilk kız rüştiyesi ile kız çocuklarının da kaliteli eğitim almalarının yolu açıldı. Bu girişimi 1870 yılında eğitim-öğretime başlayan ilk kız öğretmen okulu “Darülmuallimat” takip etti. Aynı yıl açılan “Darülfünun-ı Osmani” Okuma Parçası 8. Ünite - Âlî Paşa’nın Ölümünden Sultan Abdülaziz’in Tahttan İndirilmesine Osmanlı Devleti (1871-1876) 231 Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı yükseköğretim kurumu olarak faaliyete geçti. Bu dönemde teknik ve mesleki eğitime de önem verildi. Erkek ve Kız Sanayi Mektepleri hayata geçirildi. Yine bu dönemde hayat bulan eğitim kurumlarından bir tanesi de “Cemiyet-i Tedrisiye-i İslâmiye” tarafından yetim Müslüman çocuklarının okutulması amacı ile kurulan “Daruşşafaka”dır. Dönemin önemli eğitim kurumlarından bir tanesi de kendisi de tabib olan Fuad Paşa’nın gayretleri ile 1866 yılında açılan “Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane”dir. Sivil hekim yetiştirmek gayesi ile açılan bu kurum ve yukarıda zikrettiğimiz diğer eğitim kurumları, devrin idaresinin eğitim-öğretime verdiği desteği göstermesi adına son derece önemlidir. Sultan Abdülaziz Devrinde hayata geçirilen bir başka yenilik de, 1869 yılında açılan “Müze-i Hümayun”dur. Avrupa seyahati ile eski eserlere ilgisi artan Sultan Abdülaaziz, 1867 yılında memleketin her yanında yabancılar tarafından yapılan kazı ve araştırmaları bir düzene koymak için bir nizamnâme hazırlatmıştır. Sultan Abdülaziz demiryolu yatırımlarına da ağırlık vererek ulaşım ağını genişletmiştir. Özellikle Avrupa seyahati dönüşü Rusçuk’tan Varna’ya trenle yaptığı yolculuk bu işe samimiyetle eğilmesine vesile olmuş ve bir kısmını kendi tahsisatından da kesmek sureti ile çalışmaları başlatmıştır. Nitekim tahta çıktığında 452 km olan toplam demiryolu ağı, saltanatının sonunda 1344 km si Rumeli’de olmak üzere 1673 km ye çıkarılmıştır. İstanbul-Sofya ve İstanbul-İzmit hatları bu dönemde hizmete açılmışlardır. Sultan Abdülaziz Döneminde yapılan yenilik ve yatırımlar şüphesiz yukarıdakilerden ibaret değildir. Özellikle askerî alanda yapılan yatırımlar ile dünyanın en büyük ve modern donanmalarından birine bu devirde sahip olunmuştur. Bu parça ile Sultan ve döneminin yönetim anlayışı ve dünyaya bakışları verilmeye çalışılmıştır. Kaynak: Sertoğlu, Mithat. (2011). Mufassal Osmanlı Tarihi, c.VI, Ankara: TTK Yayınları, s. 3193-3189. Küçük, Cevdet. (1988). “Abdülaziz”, DİA, c.I, İstanbul: İSAM Yayınları. 1. b Yanıtınız yanlış ise “Karadeniz’in Statüsünün Değişmesi ve Osmanlı-Rus Yakınlaşması” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 2. d Yanıtınız yanlış ise “Sultan Abdülaziz’in Tahttan İndirilmesi” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 3. a Yanıtınız yanlış ise “Berlin Memorandumu” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 4. e Yanıtınız yanlış ise “Hersek İsyanı (1875-1876)” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 5. b Yanıtınız yanlış ise “Âlî Paşa’nın Ölümü Ve Osmanlı Sadâretinde Değişiklikler” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 6. c Yanıtınız yanlış ise “Talebe-i Ulûm Nümayişi (Soalar Ayaklanması)” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 7. a Yanıtınız yanlış ise “Sultan Abdülaziz’in Tahttan İndirilmesi (30 Mayıs 1876)” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 8. e Yanıtınız yanlış ise “Karadeniz’in Statüsünün Değişmesi ve Osmanlı-Rus Yakınlaşması” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 9. c Yanıtınız yanlış ise “Selanik Vak’ası” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 10. d Yanıtınız yanlış ise “Tenzil-i Faiz Kararı (6 Ekim 1875)” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Sıra Sizde 1 Âlî Paşa’nın ölümüyle birlikte, Bab-ı Âlî’nin devlet idaresinde ağırlığı azalırken Sultan Abdülaziz’in etkisi ise artmıştır. Nitekim Sultan Abdülaziz’in iktidarı bu sebeple iki dönemde incelenir ve ayrım noktası ise Âlî Paşa’nın ölümüdür. Âlî Paşa ile birlikte “Erkân-ı Selase” adı verilen Tanzimat’ın üç ünlü bürokratının sonu gelirken bu durum her ne kadar Sultan Abdülaziz’e rahat hareket imkânı tanımışsa da idari istikrarı sağlamak mümkün olmamıştır. Sultana isnat edilen, Âlî Paşa’nın ölümüyle hükümdarlığını anladığına dair ifade; Âlî Paşa’nın Sultan Abdülaziz üzerindeki etkisini göstermesi adına çok önemlidir. Burada üzerinde durulması gereken konu Âlî Paşa’nın gücü kanundan almasıdır. Son derece zeki ve yetenekli bir şahsiyet olan paşa, Sultan Abdülaziz’in usul ve kanuna aykırı irâdelerini uygulamamıştır. Buna karşın Sultan Abdülaziz ise her ne kadar bu kısıtlamalardan rahatsız olsa da, Âlî Paşa’nın idaresine güvendiğinden ölümüne kadar onu görevden almamıştır. 232 Osmanlı Tarihi (1789-1876) Sıra Sizde 2 Osmanlı Devleti üzerinde en etkili devlet bu dönemde Rusya’dır. Bu nüfuzu temin eden ise 1864’ten beri İstanbul’da bulunan Rus elçisi İgnatiyev’dir. Rusya ile dalgalı bir seyir izleyen ilişkiler, Balkan Bunalımı ile birlikte 1877-78 savaşına doğru sürüklenecektir. Osmanlı Devleti ile Rusya arasındaki ilk kriz Karadeniz’in statüsü ile ilgili olarak çıkmıştır. Sedan Savaşı ile Alman İmparatorluğu’nun kurulması ve Avrupa muvazenesini alt-üst etmesi, Rusya’ya beklediği fırsatı sunmuştur. Nitekim Paris Antlaşması’nın Karadeniz’in kapalılığı ile ilgili hükümlerini kabul etmediğini söyleyerek, bu oldubittiyi Londra Antlaşması ile resmîleştirmiştir. Karadeniz’in statüsünü değişmesi ile birlikte Rusya tekrar Karadeniz’de tersaneler kurmak ve donanma bulundurmak sureti ile Osmanlı Devleti’ni tehdit etmeye başlamıştır. Nitekim 1877-78 savaşında, Karadeniz’in askerî faaliyetlere açılmasının tehlikesini bizzat görmüştür. Sıra Sizde 3 Hersek isyanı malî kökenli bir kalkışma olup mültezimlerin, âşarı toplarken yaptıkları suistimallerle halka eziyet etmeye başladı. Diğer taraan devletin isyan eden ağaların çiliklerini mirî araziye çevirmesi, Mültezimlerin Hristiyan tebaa üzerindeki baskısını artırdı. Bu durum toprağı işleyen Hristiyanların ayaklanması ile sonuçlandı. Bu noktadan sonra ise Batılı devletler işe karışmaya başladılar. Hersek Hristiyanları yaşadıkları sorunların çözümlenmesi noktasında, büyük devletlerin dikkatlerini çekmek için teşebbüslere giriştiler. Bunun üzerine İngiltere Bab-ı Âlî’yi uyarırken, Avusturya da işe karıştı. Yaşanan bu gerginlikler Cevdet Paşa’nın müfettişliği esnasında uygulanan nizamnâme ile kısmen duruldu. Hersek’te sağlanan sükûnet bir süre sonra yerini isyana bıraktı. Hersek Sancağı’na bağlı Nevesin Kazası Hristiyanlarından 160 kişi ağnam vergisi vermemek ve zaptiye erleri ile iltizam memurlarının davranışları sebebiyle Karadağ’a sığınarak Osmanlı Devleti’nden şikâyetçi oldular. Karadağ Prensi Nikola, Osmanlı Devleti’nin tepkisini çekmemek için bu sorunu İstanbul’daki Rus elçisi İgnatiyev marifeti ile çözmeyi uygun bulup, elçiden bu kişilerin memleketlerine dönmeleri için arabuluculuk yapmasını istedi. Sadrâzam Esad Paşa, Rus elçisinin isteğini yerine getirdiği gibi Bosna Valisi Derviş Paşa’ya şikâyetlerin incelenmesi emrini verdi. Bu gelişmeler üzerine Nevesin’e dönen 160 kişi kahraman gibi karşılanırken, Osmanlı Devleti’nin bu tavrı zaafiyet olarak algılandı. Yaşananlardan cesaret alan Nevesin halkı, belli bir nispete indirilmedikçe vergileri ödemeyeceklerini söyleyerek; zaptiye erlerini öldürmek, Müslümanlara saldırmak, köprü ve yolları tutmak suretiyle 24 Temmuz 1875’te isyan başlattılar. Sıra Sizde 4 Osmanlı Devleti’nin ekonomisi Kırım Savaşı’ndan itibaren daha da bozulmuş ve borçları, yeni alınan kredilerle ödeme üzerine bir usül takip edilmiştir. Hersek isyanı başladığında ise devletin borçları 200 milyon lirayı bulmuştu. Borç ve faizleri için yıllık ödenmesi gereken meblağ 14 milyon lira iken bütçede 5 milyon liralık bir açık vardı. Bu açığın oluşmasında Hersek isyanı giderleri etkili olduğu gibi, bu ayaklanmayı bastırabilmek için de daha fazla tahsisata ihtiyaç vardı. Osmanlı Devleti böyle durumlarda yeni dış borç bularak ya da Galata sarraarından yüksek faizle kredi alarak problemi çözümleme yoluna giderken, bu dönemde iki yol da kapalıydı. Sadrâzam Mahmud Nedim Paşa, Rus elçisi İgnatiyev’in de telkinleri ile her yıl ödenmesi gereken 14 milyon liranın yarısını beş yıl için kesmeye karar verdi. Elde kalacak 7 milyon lira ile bütçe açıklarının kapanması ve ihtiyaçların karşılanması planlandı. Sultan Abdülaziz, İngiliz ve Fransız elçilerininin muvafakatı alınarak konunun Vükelâ Meclisi’nde görüşülmesini istedi. İngiliz ve Fransız elçileri, kendi kefaletlerinde olanlara dokunulmamak kaydı ile buna rıza gösterince, “Tenzil-i faiz” kararı 6 Ekim 1875 tarihinde ilan edildi. Bu karar özellikle İngiltere ve Fransa kamuoyunda deprem etkisi yaptı. Osmanlı konsülidlerinin getirdiği kazanç ve devletin o döneme kadar aksatmadan bunların bedelini ödemesi bir güven ortamı oluşturmuş; kadınlar ziynet eşyalarını, vakıar yetim sandıklarını bile Osmanlı konsülidleri ile değerlendirir olmuşlardı. Osmanlı yönetiminin, alacaklıların fikrini almadan böyle bir kararı uygulamaya koyması özellikle Avrupa eârında olumsuz bir havanın oluşmasına neden oldu. Fransa ve İngiltere’de Osmanlı aleyhinde cereyanlar artarken; “Türkler bizi dolandırıp, altınlarımızı safahat uğrunda telef ettiler. Bunların bekası Avrupa için zararlıdır” kabilinden yazılar bu olumsuz havayı daha da arttırmıştır. Özellikle Gladstone, Türk düşmanı sözleri ile İngiliz kamuoyunda çok etkili olmuştur. Sıra Sizde 5 Midhat ve Hüseyin Avni Paşa, Sultan Abdülaziz’i hem kendileri, hem de devletin bekâsı için tahttan indirmek istiyorlardı. Özellikle Mahmud Nedim Paşa’nın ikinci sadâreti onların Sultan Abdülaziz ile ilgili düşüncelerini pekiştirmiştir. Sultan’ı doğru yolu görmesi ve ıslahı mümkün olmayan bir müstebid olarak gören paşalar, medrese öğrencilerini ayaklandırmak suretiyle Mahmud Nedim Paşa’dan kurtulmayı hedeemişlerdir. İkinci adımda ise Sultan Abdülaziz’e istediklerini kabul ettirmeyi, bu mümkün olmazsa da saltanat değişikliğini arzulamışlardır. Ayaklanma neticesinde; Mahmud Nedim Paşa’nın azli ile yerine Mütercim Rüşdü Paşa 8. Ünite - Âlî Paşa’nın Ölümünden Sultan Abdülaziz’in Tahttan İndirilmesine Osmanlı Devleti (1871-1876) 233 Yararlanılan ve Başvurulabilecek Kaynaklar getirilirken, Hasan Hayrullah Efendi Şeyhülislâmlığa ve Hüseyin Avni Paşa ise seraskerlik makamına getirilmişlerdir. Mithad Paşa ise Vükelâ Meclisi’ne memur edilmiş ve böylece Midhat Paşa’nın konağında hazırlanan planın ilk saası başarı ile sonuçlandırılmıştır. Sultan Abdülaziz’in bu iktidar değişikliğinden memnun olmadığı, Mütercim Rüşdü Paşa’ya sadâret mührünü verdiği esnada söylediği “Halk sizi istediği için memur ettim!” sözden de anlaşılabilir. Sıra Sizde 6 Sultan Abdülaziz, “Erkân-ı Erba’a” olarak adlandırılan; Mütercim Rüşdü Paşa, Hüseyin Avni Paşa, Midhat Paşa ve Hayrullah Efendi’den oluşan dört kişinin şahsi kin ve nefreti sebebiyle tahttan indirilmiştir. Hüseyin Avni Paşa’nın Sultan Abdülaziz’e karşı şahsi husumeti vardır. Sultan Abdülaziz, saray kadınlarına sarkıntılık etmesi, bir hazinedâr kalfa ile gizli münasebeti ve “Kadın efendi”lerden biriyle iddia edilen ilişkisi sebebiyle Hüseyin Avni Paşa’dan hazzetmemekteydi. Onu sürgüne göndermek istemişse de Âlî Paşa mahmemesiz ceza olmaz diyerek bunu engellemiştir. Ancak Mahmud Nedim Paşa’nın sadâretinde, Isparta’ya sürülmesi hakkındaki iddiaların gerçek olabileceğini göstermektedir. Bu sürgün hadisesi paşanın Sultan Abdülaziz’e düşmanlığının sebeplerindendir. Sultan Abdülaziz döneminde iki defa sadârette ve üç kez seraskerlikte bulunan Mütercim Rüşdü Paşa’nın, Padişah ile arası uzun süreli azil dönemleri sebebiyle bozuktur. Hal’den sonra “Saltanatında 11 sene ma’zul bulundum.” şeklindeki serzenişi bunu gösterdiği gibi, Mahmud Nedim Paşa’nın azli ile sadârete getirildiğinde, Sultan’ın kendisini sadece halk istediği için bu makama getirdiğine dair ifadesi, iki taraf arasındaki problemleri göstermektedir. “Erkân-ı Erba’a”nın diğer ismi Mithad Paşa siyasi fikir olarak diğerlerinden ayrılır. Onun meşrutiyet taraarlığına rağmen diğerleri mutlakiyetçidir. Hal işine sadece bu amaçla girişmiş olduğu iddia edilse de özellikle iki buçuk ay gibi çok kısa sürede sona eren ilk sadâreti Sultan’a karşı mesafeli olmasına neden olmuştur. Adı geçen dörtlünün sonuncu ismi ise hal fetvâsını veren Şeyhülislâm Hayrullah Efendi’dir. Sultan Abdülaziz’in imamı olan ve ilk meşîhati 1 ay 8 gün sürmüş Hayrullah Efendi’nin, ikinci gelişinde “Hıfz-ı ikbâl için kazıyye-i ittifâkiyyeye hizmet ettiği” yani geleceğini korumak adına bu ittifaka girdiğirivayet edilir. Ahmed Mithat Efendi. (2013). Üss-i İnkılap, İstanbul: Dergâh Yayınları. Aydın, Mithat. (2009). Balkanlar’da İsyan, İstanbul: Yeditepe Yayınları. Cevdet Paşa. (1986). Cavid Baysun. (yay.). Tezâkir (40), c.4, Ankara: TTK Yayınları. Danişmend, İsmail Hami. (1972). Osmanlı Tarihi Kronolojisi, c.IV, İstanbul: Türkiye Yayınevi. Ebuzziya Tevfik. (2006). Yeni Osmanlılar, İstanbul: Pegasus Yayınları. Feyizoğlu, Öznur. (2009). Osmanşı Arşiv Belgelerine Göre Sultan Abdülaziz Dönemi Osmanlı-Amerika İlişkileri, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kocaeli. Gencer, Ali İhsan. (1989). “Tanzimat Fermanı’ndan 1876’ya Kadar Osmanlı İmparatorluğu”, Hakkı Dursun Yıldız. (edt.). Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, c.11, İstanbul: Çağ Yayınları. Hayit, Baymirza. (2004). Türkistan Devletleri’nin Millî Mücadeleleri Tarihi, Ankara: TTK Yayınları. İnal, İbnülemin Mahmut Kemal. (1982). Son Sadrazamlar, c.III, İstanbul: Dergâh Yayınları. Karal, Enver Ziya. (1988). Osmanlı Tarihi, c.VII, Ankara: TTK Yayınları. Kurat, Akdes Nimet. (1990). Türkiye ve Rusya, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları. Küçük, Cevdet. (1988). “Abdülaziz”, DİA, c.I, İstanbul: İSAM Yayınları. Mahmud Celaleddin Paşa. (1983).İsmet Miroğlu. (yay.haz.). Mir’ât-ı Hakîkat, c. I-II-III, İstanbul: Berekât Yayınevi. Öztuna, Yımaz. (1990). Bir Darbenin Anatomisi, İstanbul: Ötüken Yayınları. Pierre Loti. (2003). Aziyâde, İstanbul: Oğlak Yayınları. Saray, Mehmet. (1994). Osmanlı Devleti ile Türkistan Hanlıkları Arasındaki Siyasi Münaseebetler, Ankara: TTK Yayınları. Sertoğlu, Mithat. (2011). Mufassal Osmanlı Tarihi, c.VI, Ankara: TTK Yayınları. Şentürk, Hüdai. (1992). Bulgar Meselesi 1850-1875, Ankara: TTK Yayınları. Terzi, Arzu. (2009). Saray Mücevher İktidar, İstanbul: TİMAŞ Yayınları. Uçarol, Rıfat. (1995). Siyasi Tarih, İstanbul: Filiz Yayınevi. Uzunçarşılı, İsmail Hakkı. (1967). Midhat Paşa ve Yıldız Mahkemesi, Ankara: TTK Yayınları
.
XXXXXXXXXXXXXXXXXXX
Önsöz .................................................................................................................... vii Osmanlı İdaresinde Dönüşüm: Birinci Meşrutiyet Yılları .......... 2 OSMANLI İDARESİNDE DÖNÜŞÜM: BİRİNCİ MEŞRUTİYET YILLARI..... 3 Meşrutiyet’e Giden Yolda İç ve Dış Gelişmeler......................................................... 3 II. Abdülhamid’in Tahta Çıkışı (31 Ağustos 1876)............................................ 5 II. ABDÜLHAMİD’İN İLK SAVAŞ VE DİPLOMASI DENEYİMİ: İSTANBUL KONFERANSI ........................................................................................ 7 Osmanlı-Sırbistan Barış Protokolü...................................................................... 13 Karadağ Prensliği ile Barış Girişimi..................................................................... 14 Romanya (Eflak-Boğdan) ile Anlaşma Arayışları.............................................. 14 KANUN-İ ESASİ’NİN HAZIRLIK ÇALIŞMALARI VE İLANI........................... 16 Midhat Paşa’nın Sürülmesine Tepkiler...................................................................... 17 Meclis-i Mebusan’ın Açılışı ......................................................................................... 18 LONDRA PROTOKOLÜ............................................................................................ 18 Özet................................................................................................................................ 21 Kendimizi Sınayalım.................................................................................................... 23 Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı......................................................................... 24 Sıra Sizde Yanıt Anahtarı............................................................................................. 24 Yararlanılan Kaynaklar................................................................................................ 25 Osmanlı Devletinin Zor Yılları: 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı.....26 1877-1878 OSMANLI-RUS SAVAŞI’NIN SEBEPLERİ .......................................... 27 Panislavizm ve Etkileri................................................................................................. 27 Panislavizm’in Tanımı: Tarihi-Kültürel Arka Planı ........................................... 27 Batı Slavları Arasında Panislavcılık .................................................................... 28 Siyasi Bir Akım Olarak Panislavizm.................................................................... 29 Doksanüç Harbi’nde ve Sonrasında Panislavizm............................................... 30 1877-1878 OSMANLI-RUS SAVAŞI VE CEPHELERİ .......................................... 31 Savaşın Nedenleri, Başlaması ve Osmanlı Devleti’nin Durumu ........................... 31 BALKAN (TUNA) CEPHESİ .................................................................................... 33 Plevne Savunması ve Gazi Osman Paşa .................................................................... 34 Edirne Mütarekesi (31 Ocak 1878)............................................................................ 37 İngiliz Donanması İstanbul’da .................................................................................... 38 DOĞU ANADOLU CEPHESİ .................................................................................. 39 Genel Durum ve Doğu Beyazıt’ın Ruslar Tarafından İşgali .................................. 39 Rusların Ardahan’ı Ele Geçirmesi ............................................................................ 39 Kars’ın Kuşatılması ve Düşmesi ................................................................................ 40 Erzurum Savunması ve Doğu Cephesinin Çökmesi .............................................. 40 DENİZ VE NEHİR SAVAŞLARI .............................................................................. 42 Karadeniz, Akdeniz ve Tuna Nehri’ndeki Donanma Savaşları ............................ 42 Batum ve Sohum’daki Kara ve Deniz Savaşları ........................................................ 43 YENİLGİNİN NEDENLERİ VE SONUÇLARI ...................................................... 44 Savaşın Kaybedilmesinin Nedenleri ........................................................................ 44 Savaşın Etkileri ve Sonuçları ...................................................................................... 45 Özet................................................................................................................................ 46 1. ÜNİTE 2. ÜNİTE İçindekiler iv Kendimizi Sınayalım.................................................................................................... 48 Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı......................................................................... 49 Sıra Sizde Yanıt Anahtarı............................................................................................. 49 Yararlanılan Kaynaklar................................................................................................ 50 Büyük Oyun: Yeniden Doğu Sorunu............................................ 52 AYESTEFANOS ANTLAŞMASI VE SONUÇLARI................................................ 53 Yapılan Müzakereler ve Ayestefanos Antlaşması ..................................................... 53 Osmanlı-İngiliz İttifak Antlaşması: Kıbrıs Konvansiyonu...................................... 55 BERLİN KONGRESİ VE AVRUPA DİPLOMASİSİ................................................ 58 Berlin Antlaşması ve Önemi....................................................................................... 59 Ayestefanos ve Berlin Antlaşmaları’nın Mukayesesi .............................................. 61 I. Dünya Savaşı’na Giden Yolda Berlin Kongresi/Antlaşması’nın Önemi ve Sonuçları...................................................................................................... 61 BERLİN KONGRESİ VE ANTLAŞMASI’YLA ORTAYA ÇIKAN SORUNLAR ................................................................................................... 63 Karadağ Sınırı Meselesi ............................................................................................... 64 Yunan Sınırı Meselesi .................................................................................................. 64 Girit Sorunu ve Halepa Misakı/Sözleşmesi ............................................................. 65 Berlin Kongresi’nde Boğazlar Meselesi ..................................................................... 66 61. Madde: Berlin Antlaşması ve Ermeni Meselesi.................................................. 67 Bosna-Hersek’in Avusturya Tarafından İşgal Edilmesi........................................... 70 Özet................................................................................................................................ 72 Kendimizi Sınayalım.................................................................................................... 74 Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı......................................................................... 75 Sıra Sizde Yanıt Anahtarı............................................................................................. 75 Yararlanılan Kaynaklar................................................................................................ 76 İşgaller ve Krizler.......................................................................... 78 OSMANLI KUZEY AFRİKA’SINDA İŞGALLER ................................................... 79 Avrupalı Güçlerin Kuzey Afrika Rekabeti ............................................................... 79 Tunus’un Fransa Tarafından İşgali ............................................................................ 80 İNGİLTERE’NİN MISIR’I İŞGALİ (11 TEMMUZ 1882) ...................................... 82 İşgal Süreci ve Tahliye için Diplomasi Faaliyetleri................................................... 82 SUDAN SORUNU ...................................................................................................... 87 AVUSTURYA İŞGALİ SONRASINDA BOSNA-HERSEK ................................... 91 DIŞ BORÇLAR SORUNU VE DUYUN-I UMUMİYE ........................................ 93 Osmanlı Devleti’nde Mali Sorunlar ve Dış Borçlar ................................................ 93 Muharrem Kararnamesi ve Duyûn-ı Umûmiye İdaresinin Kuruluşu ................. 94 Özet................................................................................................................................ 97 Kendimizi Sınayalım.................................................................................................... 99 Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı......................................................................... 100 Sıra Sizde Yanıt Anahtarı............................................................................................. 100 Yararlanılan Kaynaklar................................................................................................ 102 Osmanlı-Yunan Savaşı ve Balkanlarda Sorunlar........................ 104 OSMANLI-YUNAN SAVAŞI (1897)......................................................................... 105 Savaşın Ayak Sesleri: Girit Sorunu............................................................................. 105 Avrupa Devletlerinin Yunanistan’a Nota Vermesi ................................................... 106 Osmanlı-Yunan Savaşı’nın Başlaması........................................................................ 107 Dömeke Meydan Savaşı (17 Mayıs 1897) ................................................................. 108 3. ÜNİTE 4. ÜNİTE 5. ÜNİTE İçindekiler v İstanbul Konferansı: Yunanistan-Osmanlı Barışı..................................................... 110 GİRİT SORUNU .......................................................................................................... 111 Girit Sorununun Sebepleri.......................................................................................... 111 Osmanlı Devleti’nin Girit Sorununu Çözme Çabaları............................................ 112 Girit Sorunu ve Yunanistan’ın Tutumu ..................................................................... 112 Girit Sorununa Batılı Devletlerin Yaklaşımı............................................................. 113 BALKANLARDAKİ DİĞER SORUNLAR............................................................... 114 Makedonya Sorunu...................................................................................................... 114 Büyük Devletlerin Makedonya Politikaları .............................................................. 116 Osmanlı Devleti’nin Makedonya Sorununu Kontrol Çabaları .............................. 117 Özet................................................................................................................................ 120 Kendimizi Sınayalım.................................................................................................... 121 Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı......................................................................... 122 Sıra Sizde Yanıt Anahtarı............................................................................................. 122 Yararlanılan Kaynaklar................................................................................................ 124 Dış Politika’da Zor Yıllar: II. Abdülhamid’in Dış Politikası ......... 126 BÜYÜK GÜÇLER VE OSMANLI DEVLETİ.......................................................... 127 Ondokuzuncu Yüzyıl Diplomasisine Bakış .............................................................. 127 II. Abdülhamid’in Dış Politika Prensipleri ............................................................... 129 Hilafet Politikaları.................................................................................................. 131 Dış Dünya’da Osmanlı İmajının Takibi............................................................... 135 DIŞ POLİTİKADA ALTERNATİF ARAYIŞLAR..................................................... 137 Osmanlı-Amerikan İlişkileri....................................................................................... 137 Osmanlı-Japonya İlişkileri .......................................................................................... 138 Osmanlı-Almanya İlişkileri ........................................................................................ 140 ALMANYA İLE ORTAK YATIRIMLAR: BERLİN-BAĞDAT DEMİRYOLU PROJESİ ........................................................................................................................ 141 II. Abdülhamid Döneminde Diğer Devletler İle İlişkiler....................................... 143 Özet................................................................................................................................ 145 Kendimizi Sınayalım.................................................................................................... 147 Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı......................................................................... 148 Sıra Sizde Yanıt Anahtarı............................................................................................. 148 Yararlanılan Kaynaklar................................................................................................ 149 Son Hamle: II. Meşrutiyet Yıllarında Osmanlı Devleti................ 150 SİYASÎ GELİŞMELER.................................................................................................. 151 İlk Örgütlü Muhalefet’e Doğru: Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti .................. 151 Makedonya Teşkilatlanması: Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’nden İttihat ve Terakkiye....................................................................................................... 155 II. Meşrutiyet’in İlanı................................................................................................... 157 Güçlerin Çatışması: Harbiye ve Bahriye Nazırlarının Tayin Şekline Yapılan İtirazlar......................................................................................... 159 Seçimler ve Yeni Meclis......................................................................................... 161 31 Mart Olayı: II. Abdülhamid’in Tahttan İndirilmesi ..................................... 162 KRİZLER, SAVAŞLAR VE ANLAŞMALAR............................................................ 165 Bosna-Hersek’in Avusturya Tarafından İlhakı......................................................... 165 Bulgaristan’ın Bağımsızlığı’nın İlanı ................................................................... 166 6. ÜNİTE 7. ÜNİTE vi İçindekiler Girit’in Yunanistan’a Bağlanması ......................................................................... 166 Trablusgarp Savaşı ve Uşi Anlaşması................................................................... 167 Balkan Savaşları...................................................................................................... 169 İKTİDAR’IN KONTROLÜ: TRİUMVİRA............................................................... 171 Özet................................................................................................................................ 174 Kendimizi Sınayalım.................................................................................................... 175 Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı......................................................................... 176 Sıra Sizde Yanıt Anahtarı............................................................................................. 176 Yararlanılan Kaynaklar................................................................................................ 177 İmparatorlukların Tasfiyesi: I. Dünya Savaşı .............................. 178 DÜNYA SAVAŞI........................................................................................................... 179 I.Dünya Savaşı’na Giden Yol ....................................................................................... 179 Osmanlı Devleti’nin İttifak Arayışı............................................................................ 180 Almanya’nın Öne Çıkışı .............................................................................................. 180 Osmanlı Devleti’nin Savaşa Girişi.............................................................................. 181 Osmanlı Devletinin Savaşta Tarafsız Kalma Çabaları ............................................ 182 Avrupa Cephelerinde Durum..................................................................................... 183 OSMANLI DEVLETİNİN SAVAŞTIĞI CEPHELER.............................................. 184 Kafkas Cephesi ............................................................................................................. 184 Savaş’ta Ermeni İsyanı: Sevk ve İskân Kanunu................................................... 186 Çanakkale Cephesi....................................................................................................... 188 Irak Cephesi .................................................................................................................. 192 Süveyş Kanalı (Sina) Cephesi...................................................................................... 193 Filistin-Suriye Cephesi ................................................................................................ 194 Hicaz ve Yemen Cephesi ............................................................................................ 195 Trablusgarp (Libya) Cephesi....................................................................................... 195 İran Cephesi.................................................................................................................. 196 Avrupa Cepheleri ......................................................................................................... 196 Savaş Sürerken Yapılan Gizli Anlaşmalar.................................................................. 196 I.Dünya Savaşının Sonu............................................................................................... 197 Özet ............................................................................................................................... 199 Kendimizi Sınayalım ................................................................................................... 200 Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı ........................................................................ 201 Sıra Sizde Yanıt Anahtarı ............................................................................................ 201 Yararlanılan Kaynaklar................................................................................................ 201 8. ÜNİTE vii Önsöz Önsöz Asırlarca üç kıtada varlığını sürdürebilen Osmanlı Devleti ondokuzuncu yüzyıla sıkıntılı girdi. 1798 yılında Napolyon’un Osmanlı Devleti’nin en önemli eyaletlerinden biri olan Mısır ve ardından Suriye’yi işgal girişimi, Osmanlı Devleti’nin adeta geleceğini belirledi. Topraklarını savunmak ve kaybettiği prestijini restore etmek için Osmanlı Devleti hızlı bir şekilde modern diplomasinin kurallarına uydu. O tarihe kadar yabancı devletler ile ittifak yapma konusunda isteksiz duran, büyük zorunluluk olmadıkça hiç yanaşmayan Osmanlı Devleti, artık uluslararası ittifakların içine girmek mecburiyetinde kaldı. Topraklarını tahliye etmek için geleneksel politikalarından vazgeçerek, İngiliz ve Ruslar ile “üçlü ittifak”a rıza gösterdi. Bu süreç Osmanlı Devletinin 19. Yüzyıl boyunca dış müdahaleye açık hale gelmesine sebep oldu. Osmanlı Devleti’nin “kadim dost/ eski dost”u olan Fransa, Osmanlı politikalarında devre dışı kaldı. Kısa süre İngilizler ve Ruslar birlikte; uzun süre de ise İngilizler Osmanlı diplomasisinde ön plana çıktı. Bu yeni ittifak ve girişimler Avrupa devletlerinin paylaşım programlarını değiştirmedi. Sadece zaman içinde biri diğerinin yerine geçerek baskı siyasetlerini uygulamaya devam ettiler. Aralarındaki rekabetler Osmanlı Devleti’nin ömrünü uzatmaya yaradı ise de Balkanlar’da ve Kuzey Afrika’da toprak kayıplarını, milliyetçi ayaklanmaları; imtiyazlı statü taleplerini önleyemedi. Bu kitabın konusunu ilgilenirden periyot, yukarıda zikredilen sıkıntıların had safhaya ulaştığı ve nihayet Osmanlı Devleti’nin tasfiye edildiği dönemi ele almaktadır. Bu dönemin en bariz özelliği II. Abdülhamid’in tahta geçmesidir. Normal şartların devam etmesi halinde tahta geçme ihtimali oldukça zayıf olan II. Abdülhamid, aslında Osmanlı topraklarını paylaşmayı veya nüfuz alanı haline getirmeyi amaçlayan Avrupa devletlerinin hesaplarını bir süreliğine erteledi. 1876 yılında tahta geçen Abdühamid öncelikle kamuoyunda yükselen Meşrutiyet taleplerinin karşılanması için gerekli girişimlerin başlamasını sağladı. Balkan sorunlarından dolayı yoğun gündemin yaşandığı bir ortamda Kanun-i Esasi çalışmalarını tamamlatarak ilk Osmanlı Anayasasını ilan etti. Ancak Avrupa Devletleri arasında yaşanan rekabet, Kırım Harbi’nin rövanşını almak isteyen Rusya’yı durduramadı ve Osmanlı Devleti’ne savaş açmasına (1877) neden oldu. Aynı yıllar, Avrupa’da da önemli değişikliklerin yaşandığı, güç merkezlerinin yer değiştirdiği dönemlere denk gelmektedir. II. Abdülhamid’in tahta geçmesinden birkaç yıl önce Almanya ve İtalya ayrı ayrı birliklerini sağlamış, Almanya Fransa’yı mağlup ederek Avrupa siyasetinde üstün hale gelmiş, İngiltere ise dikkatlerini daha çok sömürgelerinde yoğunlaştırmıştı. Bu dönemde eski “ittifaklar sistemi” yerine statükoyu korumayı amaçlayan ve “Avrupa Uyumu” diye isimlendirilen bir işbirliği ve istişare süreci başlamıştı. Ancak Avrupalılar bir taraftan içe dönük statükoyu koruma gayretleri gösterirken diğer taraftan da “büyük devlet” olma şartının hâlâ Asya ve Afrika’da sömürge edinmelerine bağlı olduğunu düşünüyorlardı. Bu da onların Avrupa dışında çekişme alanları oluşturmalarını sağlıyordu. Özellikle Almanya’nın Avrupa’da bir güç olarak ortaya çıkmasından sonra sömürge yarışı hızlandı ve uluslararası rekabetlerin daha da artmasına neden oldu. Hiç şüphesiz hedefteki ülkelerden biri de büyük bir coğrafyayı kontrol eden Osmanlı Devleti viii Önsöz idi. Ortaya çıkan her meselede Osmanlı Devleti biraz daha yalnızlaştırılarak topraklarının paylaşılması amaçlanmaktaydı. Zira 1856’dan beri Osmanlı toprak bütünlüğünü savunan devletler 1871 den sonra bu siyasetlerini gevşetip duruma göre pozisyon alarak her biri doğu sorunundan kendilerine pay çıkarmaya çalışıyordu. II. Abdülhamid tahta geçtiğinde Osmanlı Devleti, biri eski tebası olan biri de de hâlâ Osmanlıya bağlı bulunan Sırbistan ve Karadağ ile savaş halinde idi. Bu savaşın sorumlusu olmamasına rağmen uluslar arası sistem Osmanlı Devleti’ne hiç beklemediği teklifler ile yaklaştı. Bu ilk ağır tecrübe yeni Padişah’ın hiçbir tarafa dayanmadan yeni bir denge politikasını izlenmesi gerektiğini öğretti. Aslında bu siyaset daha önce de denenmişti. Ancak istenilen sonuçlar alınmamıştı. Özellikle II. Abdülhamid’in tahta geçişinden sonra, İngiltere’nin sözde desteğine rağmen gerek İstanbul Konferansı’nın ve gerekse OsmanlıRus Savaşı sonrasında yapılan 1878 Berlin Anlaşması’nın sonuçları gösterdi ki dengeyi sadece bir devlete dayanarak yürütmek işe yaramamaktaydı. II. Abdülhamid hem devletin içinde bulunduğu durumu ve hem de eski müttefiklerin aldıkları pozisyonları dikkate alarak, gelenekçi çizgide ama şartlara göre şekillenebilen yeni bir dış politika takip etti. Zira 1878 Berlin anlaşmasından sonraki gelişmeler gösterdi ki; Avrupa devletlerinin arasındaki bütün bloklaşma ve uzaklaşmalarda “şark meselesi/ doğu sorunu” yani Osmanlı topraklarının paylaşımı problemi diploması masalarının ana konusuydu. Ondokuzuncu yüzyılın son çeyreğinde Osmanlı Devleti, hâlâ Avrupa, Asya ve Afrika’da geniş topraklara sahip olduğu gibi, dünyanın en zengin dini ve etnik çeşitliliğine de sahipti. Müslüman Türkler, Araplar, Kürtler, Çerkezler, Arnavutlar ve Boşnakların yanı sıra Hıristiyan Ortodoks Rumlar, Bulgarlar, Sırplar, Romenler de Osmanlı vatandaşları idi. Ayrıca Gregoryen ve Katolik Ermeniler, Katolik Marunîler ile Hırvatlar imparatorluk dahilinde önemli bir yekûnu oluşturuyorlardı. Bunun dışında yine Osmanlı vatandaşı olan, İspanya göçmeni Sefarad Yahudileri ile Arapça konuşan Yahudi guruplar da bulunmaktaydı. Bu dinî ve etnik çeşitlilik burada sayılmayan diğer heterodoks Müslüman ve Hıristiyan guruplar ile daha da çeşitlilik arz ediyordu. Tanzimat’tan beri sürdürülen politikalar, Avrupa devletlerinin müdahaleci siyasetleri ayrıca ulaşım ve iletişimin gelişmesine paralel olarak, bu unsurların en azından bir kısmı arasında yaygınlaşan milliyetçi talepler, II. Abdülhamid’in daha saltanatının başında karşılaştığı en temel problemler olmuştur. Gerek bu unsurların temsilcilerinin parlamentoda kendi guruplarının menfaatlerin öne çıkarmaları ve gerekse Osmanlı-Rus Savaşı’nda alınan mağlubiyetin Sultan’a mal edilmesi II. Abdülhamid’in Meclis’i kapatması ile neticelendi. Büyük umutlar ile başlatılan Meşrutiyeti terk ederek, mutlakıyet rejimini benimseyen II. Abdülhamid, devletin bütün dizginlerini eline aldı. Bir taraftan Tanzimat’tan beri sürdürülen reformlara sahip çıkarken diğer taraftan da Osmanlı Devleti’ni tasfiye etmek isteyen güçler ile baş etmeye çalıştı. “Tek adam” yönetiminin bütün avantaj ve dezavantajlarını barındıran bu süreç onun 1909 yılında tahtan indirilmesine kadar devam etti. 1876-1918 yılları Osmanlı Devleti’nin ayakta kalmak için büyük güçler karşısında verdiği mücadeleyi temsil etmektedir. Çok yönlü politikalara ve mücadeleye rağmen Osmanlı Devleti ayakta kalmayı başaramasa da, aynı süreç içinde gerçekleştirdiği yenilikler ve yetiştirdiği nesiller ile Türkiye Cumhuriyeti’nin temelleri atılmıştır. ix Önsöz Elinizdeki bu kitap, yukarıda sunulan çerçevede II. Abdülhamid döneminin siyasi tarihi ile 1908 yılında yeniden hayata geçirilen II. Meşrutiyet yıllarını ve Osmanlı Devleti’nin sonunu getiren Birinci Dünya Savaşı’nı ele almaktadır. Bu eserde de Osmanlı Tarihi 1789- 1876 kitabındaki yöntem takip edildi. Dolayısıyla öğrencilerimize orada yapılan öneriler bu kitap için de geçerlidir. Dönemin olaylarını anlayabilmek için bu güne kadar üretilen zengin literatür mutlaka mukayeseli bir şekilde okunmalıdır. Bu vesile ile öğrencilerimize başarılar diler, kitabın hazırlanmasında katkısı olanlara teşekkürlerimizi sunarız. Editör Prof.Dr. Zekeriyya KURŞUN 1 Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; Osmanlı Devletinde Meşrutiyete giden süreci açıklayabilecek, II. Abdülhamid’in tahta geçişini ve Kanun-i Esasi’nin ilanını irdeleyebilecek, İstanbul Konferansı’nın sebep ve sonuçlarını tanımlayabilecek, Londra Protokolünü değerlendirebileceksiniz. Anahtar Kavramlar • II. Abdülhamid • Meşrutiyet • Kanun-i Esasi • İstanbul Konferansı • Sırbistan • Karadağ • Romanya • Londra Protokolü İçindekiler Osmanlı Tarihi (1876-1918) Osmanlı İdaresinde Dönüşüm: Birinci Meşrutiyet Yılları • OSMANLI İDARESİNDE DÖNÜŞÜM: BİRİNCİ MEŞRUTİYET YILLARI • II. ABDÜLHAMİD’İN İLK SAVAŞ VE DİPLOMASI DENEYİMİ: İSTANBUL KONFERANSI • KANUN-İ ESASİ’NİN HAZIRLIK ÇALIŞMALARI VE İLANI • LONDRA PROTOKOLÜ OSMANLI TARİHİ (1876-1918) OSMANLI İDARESİNDE DÖNÜŞÜM: BİRİNCİ MEŞRUTİYET YILLARI Meşrutiyet’e Giden Yolda İç ve Dış Gelişmeler 1839 yılında Tanzimat’ın ilanı ile kendini yenileme konusunda büyük kararlılık gösteren Osmanlı Devleti, 1876 yılına kadar pek çok değişimlere uğradı. Birçok yeni kurum hayata geçirildi ve mahalli idareler güçlendirilmeye çalışıldı. Tanzimat’ın hedefleri arasında gösterilmemiş olsa bile eğitimde önemli adımlar atıldı. Buna paralel olarak önce devletin resmi gazetesi olan Takvim-i Vekâyi’ ardından yarı resmi ve özel nitelikli gazetelerin hayata geçmesi ile toplumda bir kamuoyu oluşmaya başladı. Daha ziyade bürokrasiden yetişen entelektüeller çoğaldı ve yeni bir yönetim biçimine geçme arzusu yüksek sesle söylenmeye başlandı. Devleti içinde bulunduğu sıkıntılardan kurtarıp “terakkîyi” (gelişmeyi) sağlayacak modelin, hanedanlığın muhafazası ile birlikte anayasal sisteme geçmekle mümkün olduğu düşünülüyordu. Zira kabine, sadrazam değişiklikleri ve bürokrasinin her gün yeniden şekillendirilmesi sorunlara çözüm olmaktan ziyade sürekli birbirine muhalif yeni gurupların meydana gelmesine sebep olmaktaydı. 1860lardan beri faaliyet gösteren ve kendilerine Yeni Osmanlılar denilen yenilikçi gurup, devletin anayasal/parlamenter sisteme geçmesi gerektiğine inanıyor ve bu doğrultuda faaliyet gösteriyorlardı. İbrahim Şinasi, Namık Kemal, Ziya Paşa, Ali Süavi gibi aydınlar basın yolu ile Midhat Paşa, Mehmed Rüşdi Paşa, Damad Mahmud Paşalar gibi önderleri de bürokrasi içinde anayasal sisteme geçmek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Nitekim Sultan Abdülaziz’in bir ihtilal ile tahttan indirilmesi olayında hepsinin bir şekilde katkıları olduğu varsayılabilir. Onun yerine tahta geçecek olan V. Murad, Yeni Osmanlılara yakındı ve onlar ile ilişkileri vardı. Bundan dolayı devleti meşrutiyete (anayasal monarşiye) onun geçirebileceğine inanıyorlardı. Ancak devlet yükünü üç aydan (93 gün) fazla omuzlarında taşıyamayan ve akıl sağlığı bozulan V. Murad da bu umutların yeşermesine imkân vermedi. Devletin içine düştüğü malî krizler ise problemler karşısında üretilen politikaların hayata geçirilmesine imkân tanımıyordu. Dışarıda, Avrupa kamuoyunda Osmanlı aleyhtarlığı gelişti, içeride muhalefet yükseldi, medrese öğrencileri ayaklandı ve bir çare olarak Sadaret değişikliğine gidildi. Geleneksel politikaların aksine Rusya ile yakınlık tesis ederek Osmanlı İdaresinde Dönüşüm: Birinci Meşrutiyet Yılları Yeni Osmanlılar: Tanzimat ile birlikte gelişen eğitim, basın ve kamuoyu sürecinde yetişen aydın sınıfına verilen isimdir. Bürokrat ve gazetecilerden olan bu gurup genellikle Tanzimat’ın ilk dönem uygulayıcılarını başarısız bularak şiddetle eleştirmektedirler. 1860lardan sonra örgütlü hale gelmeye başlayan Yeni Osmanlıların temel talebi Osmanlı Devleti’nde meşrutiyet yönetimine geçmek idi. 4 Osmanlı Tarihi (1876-1918) bir denge kuracağını düşünen Sadrazam Mahmud Nedim Paşa görevden alındı ve yerine Mehmed Rüşdü Paşa getirildi. Yeni hükümette, daha sonra saltanat değişikliklerine giden yolu açacak olan Midhat Paşa ve Hüseyin Avni Paşalara da yer verildi. Aslında bu iç gelişmelerin dışında özellikle Osmanlı Balkanları’nda uluslararası rekabetin sebep olduğu bir dizi hadise de peş peşe gelişmişti. Rusya’nın uzun zamandan beri Balkanlar’da takip ettiği panislavist politikalar etkisini göstermişti. Slovenler, Hırvatlar, Bulgarlar, Sırp ve Karadağlılar Rusların etkisi ile ayrı ayrı talepler geliştirmişlerdi. Bu durum öncelikle Osmanlı Devleti’ni, ikinci olarak da Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nu ilgilendiriyordu. Osmanlı Devleti’nin tek başına Rusya’nın etkisini sonlandıracak imkânları yoktu. Avusturya-Macaristan ise Rusya’nın nüfuzunun artmasından endişe duymakla birlikte, kararsız bir politika izliyordu. Bir taraftan statükonun korunması taraftarı görünerek, Osmanlı Devleti’nin yanında yer alıyor, diğer taraftan da muhtemel gelişmelerden nasıl bir pay koparacağının hesabını yapıyordu. Bunun en güzel örneği, aslında Balkanlar’da Osmanlı aleyhinde dönüşümü sağlayacak olan Hersek İsyanı (1875- 1876) sırasında ortaya çıktı. Balkanlar’daki bu gelişmeler Avusturya’nın öncülüğünde Avusturya, Almanya ve Rusya arasında yapılan görüşmelerde eski şark meselesi/doğu sorunu eksenine oturtuldu. Bu süreçte iç işlerine müdahale edilmesini önlemek için Osmanlı Devleti’nin aldığı tedbirler yetersiz kaldı. Alınan her tedbir bir başka sorunu tetikledi. Uluslararası sistem ise Balkan bunalımını kontrol edemedi hatta tahrik etti. Osmanlı Devleti’nin yanında yer alması beklenen İngiltere sadece donanmasını Akdeniz’e göndermekle yetindi. Fransa ve İtalya da İngiltere’yi siyaseten desteklemekle birlikte, bu tavır da hiçbir çözüm üretmedi. Özellikle Hersek’teki isyancıları Rusya ve Avusturya’nın el altından, Sırbistan ve Karadağ’ın açıktan desteklemeleri Osmanlı-Sırbistan, Karadağ Savaşı’na giden yolu açmıştı. Bu iki prenslik 26 Mayıs 1876 tarihinde bağlı oldukları Osmanlı Devleti’ne karşı bir savunma anlaşması yapmışlardır. Bu olaylar yaşanırken sağlığı iyice bozulan V. Murad’ın da tahtan indirilmesi zarureti oluştu. Osmanlı geleneğine göre, tahta geçme sırası II. Abdülhamid’e gelmişti. Eğer işler umulduğu gibi gitse idi onun sultan olması veya en azından bu derece erken tahta geçmesi mümkün değildi. Bu yüzden O, daha ziyade sivil hayatı tercih etmiş ve devlet işlerinden uzakta kalmıştı. 1861 yılından sonraki Şehzadelik hayatı Maslak’taki köşkü, Tarabya’daki yazlığı ve Kâğıthane’deki çiftliği arasında geçti. Borsa, ticaret ve ziraat ile uğraşarak halkın içinde hayatını sürdürdü. Spor ve avlanma dışında sınırlı bir eğlence hayatı vardı. Sağlığına özen gösteriyor, içki ve diğer aşırı zevklerden uzak duruyordu. Bir Şehzade olarak zamanında gerekli eğitimi almıştı ayrıca amcası Sultan Abdülaziz’in Avrupa seyahatinde onunla birlikte olmuş ve gelişmiş dünyayı da tanıma fırsatı bulmuştu. Eğitimi ve bu tecrübesi ileride devlet işlerini yürütmesine büyük katkılar sağlayacaktır. Değişikliğin gerekliliğine kanat getiren Yeni Osmanlılar tahta geçmesi bir zaruret haline gelen II. Abdülhamid ile görüşmeler yaparak, beklentilerini ilettiler, ayrıca padişah olması halinde onun ne yapacağını, nasıl bir siyaset takip edeceğini anlamaya çalıştılar. Bu görüşmelerin içeriği tam olarak bilinmemekle birlikte, Yeni Osmanlılar’ın anayasal sisteme geçişi sağlamasını ve kendilerinden bazılarının sarayda ve yüksek makamlarda görevlendirilmesini istedikleri rivayet edilmektedir. 1. Ünite - Osmanlı İdaresinde Dönüşüm: Birinci Meşrutiyet Yılları 5 II. Abdülhamid’in Tahta Çıkışı (31 Ağustos 1876) 30 Ağustos 1876 tarihinde Topkapı Sarayı Kubbealtı’nda yapılan Meclis-i Vükela (Bakanlar Kurulu) toplantısında, V. Murad’ın artık saltanatı sürdüremeyeceği ve tek çarenin yeni bir Sultanın tahta geçmesi olduğu kararı alınmıştı. Mesele zaten bundan haberdar olan Şehzade Abdülhamid’e tebliğ edildi ayrıca ertesi gün bütün üst düzey görevlilere Topkapı Sarayı’nda toplanmaları için davetiye gönderildi. 31 Ağustos 1876 tarihinde saraya gelen II. Abdülhamid, Kubbealtı’nda resmi biatleri (bağlılık bildirme) kabul etmeye başladı. Aynı sıralarda V. Murad’a da tahtan alındığını bildiren hal fetvası tebliğ edildi. Zaten sinir sistemi bozuk olan V. Murad bu haber üzerine daha da sinirlenerek durumu kabullenmekte zorlandı ise de, görevliler tarafından alınarak geri kalan hayatını geçireceği Çirağan Sarayı’na nakledildi. II. Abdülhamid, Topkapı Sarayın’dan sahile inerek hazırlanan saltanat kayığı ile Dolmabahçe Sarayı’na götürüldü. Donanma gemileri top atışları ile yeni Sultanı selamlıyordu. Otuz dört yaşına basmak üzere olan II. Abdülhamid Osmanlı saltanatının otuz dördüncü padişahı olmuştu. Cülûsunda (Tahta geçişinde) üç gün üç gece törenler yapıldı. Dördüncü günü bir kız çocuğu dünyaya geldi, beşinci günü ise kendi doğum gününe rastlamıştı. Böylece ilk hafta şenlikler ile geçti. Ama bu arada boş durmayan yeni Sultan devlet adamlarını çağırarak, işlerin nasıl işlediğine dair bilgiler edindi. Abdülhamid’in tahta geçişi sırasında yaşanan iki olay, aslında ileride nasıl bir siyaset takip edeceğinin ipuçlarını veriyordu. Bunlardan birincisi tahta geçmesi münasebeti ile sadrazamların hazırlayıp padişahların bir gelenek olarak yayımladıkları ve bu sefer de Midhat Paşa tarafından kaleme alınan Hatt-i Hümayun üzerinde yaptığı değişikliklerdir. Genel olarak, padişahın geleceğe dair niyet ve arzularını ihtiva eden bu beyanname, Avrupa ile ilişkiler, saray hayatının yeniden düzenlenerek israftan kaçınılması, meşrutî bir yönetime geçilmesi gibi konuları içermekteydi. Resim 1.1 Sultan II. Abdülhamid (1842- 1918) Sultan Abdülhamid: Sultan Abdülmecid’in oğludur. Annesinin adı Tirimüjgan’dır. 21 Eylül 1842 yılında doğmuştur. Şehzadeliğinde iyi bir eğitim almıştır. 31 Ağustos 1876’da padişah olmuş ve saltanatı 27 Nisan 1909 yılına kadar devam etmiştir. 31 Mart hadiseleri ardından kurulan Meclis-i Millî tarafından tahttan indirildikten sonra Selanik’te Alatini köşkünde zorunlu ikamete tabi tutulmuştur. Balkan Savaşı’nın çıkması ile de Beylerbeyi Sarayı’na nakledilerek hayatının geri kalanını burada geçirmiştir. 10 Şubat 1918 tarihinde Beylerbeyi sarayında vefat etmiştir. Hal’ Fetvası: Padişahların tahtan indirilmesi için Şeyhülislamlık’tan alınan fetvadır. Hal’ (tahttan indirme), ancak bu belge ile meşru olabilirdi. 6 Osmanlı Tarihi (1876-1918) Hatt-i Hümayun adeta bir taahhütname üslubunda kaleme alınmıştı. Abdülhamid bu hattın içeriğini büyük ölçüde muhafaza etmekle birlikte; yayımlamadan önce içinden bazı hususları çıkardığı gibi bazılarındaki ifade üslubunu da değiştirerek hiçbir taahhüt altına girmeyeceğini gösterdi. İkinci olay, II. Abdülhamid’in, tahta geçince Midhat Paşa ve arkadaşlarının talepleri aksine Said Bey’i (Küçük Mehmed Said Paşa) Mabeyn Başkâtipliğine, Eğinli Said Paşa’yı da Mabeyn Ferikliği’ne getirerek, siyasi mahfillere nasıl bir yönetim benimseyeceğinin işaretini vermesidir. Zira Midhat Paşa ve arkadaşları sarayı kontrol edebilmek için bu görevlere Namık Kemal, Ziya Paşa gibi kamuoyunca tanınan isimlerin getirilmesini arzu ediyorlardı. Bunların tayini halinde yapacakları önerilerin reddi imkânsız veya zor olacaktı. Zira böyle bir durumun kamuoyunda olumsuz tesirler meydana getirmesi muhtemeldi. Bütün bunları düşünebilecek derecede zeki ve aynı zamanda temkinli olan Abdülhamid, özellikle kendine en yakın memurları seçerken büyük titizlik gösterdi. Saray görevlilerini genellikle hiç bir siyasî mahfile mensup olmayan şahıslardan seçti. Böylece O, daha saltanatının başında tavrını belirleyerek, yönetimde mutlak söz sahibi olmak istediğini ortaya koydu. Bu tayinlerin dışında Serdar-i Ekremliğe, o sırada Sırbistan’da bulunan Abdülkerim Paşa’nın yerine Redif Paşa’yı tayin edince Sadrazam Mehmed Rüşdü Paşa istifa girişiminde bulundu. Hatta 7 Eylül’de yapılan Kılıç Alayı törenine katılmadı. Ancak kısa sürede II. Abdülhamid onun da gönlünü aldı ve bir süre daha görevde kalmasını sağladı. II. Abdülhamid’in kılıç alayı büyük törenlere sahne oldu. Binlerce insan rıhtımlara dizildi, bazıları yüksek yerlere çıkarak Saltanat kayığının sahilden Eyüp Sultan’a gidişini seyretti. Burada kılıç kuşandıktan sonra ata binen yeni Sultan, Sultan Selim, Sultan Abdülmecid ve Fatih Sultan Mehmed’in türbelerini ve Hırka-i Saadet Camisi’ni ziyaret ettikten sonra yine yüz binlerce insanın arasından geçerek Dolmabahçe sarayına vardı. Artık O, resmen ve halkın gözünde Osmanlı Sultanı idi ve o güne kadar birikmiş pek çok problem ile boğuşmak zorundaydı. İşlere hızlı bir şekilde adapte oldu. İlk günlerde yabancı devlet elçilerinin itimatnamelerini tek tek kabul etti. Adet olmamasına rağmen, bürokrasi ve askeri erkân ile akşam yemekleri yiyip, devlet işleri hakkında onların fikirlerini aldı. Hastanelere giderek, özellikle Balkanlar’daki son savaştan gelen yaralıları ziyaret etti. Böylece kısa zamanda herkesin takdirlerini kazandı. Tahta çıktığında onu bir kısmı dâhilî bir kısmı da haricî olmak üzere dört önemli sorun bekliyordu. Birincisi, kendisinin tahta geçmesini arzu eden Yeni Osmanlılar’ın talepleri idi. İkinci husus, Balkanlar’daki gelişmelerdi. Üçüncüsü, Balkanları bir bahane ile işgal etmek isteyen Rusya’nın ve Avusturya’nın politikalarıydı. Dördüncü sorun ise Paris Anlaşması’ndan itibaren İngiltere ve Fransa’nın Osmanlı Devleti’nde bitip tükenmeyen ve dış müdahalelere sebep olabilecek reform talepleri idi. II. Abdülhamid’in tahta geçmesini hazırlayan olaylar nelerdir? Kılıç Alayı: Osmanlı Sultanlarının tahta geçtiklerinde yapılan tören. Yeni Sultan kılıç kuşanmak için Eyüp Sultan türbesine gidip dönerken düzenlenen törenlerdir. II. Abdülhamid de bu amaçla Saltanat kayığı ile Dolmabahçe Sarayı’ndan Eyüp Camisi’ne gitmiş ve burada kılıç kuşandıktan sonra, karadan büyük bir törenle geri dönmüştür. 1 1. Ünite - Osmanlı İdaresinde Dönüşüm: Birinci Meşrutiyet Yılları 7 II. ABDÜLHAMİD’İN İLK SAVAŞ VE DİPLOMASI DENEYİMİ: İSTANBUL KONFERANSI Osmanlı Devleti, istemediği halde Sırbistan ve Karadağ ile savaşmak zorunda kaldı. Zira Rusya Balkanlar’da daha rahat hareket edebilmek için Sırbistan’ı Osmanlıya karşı kışkırttı ve savaşa itti. Ancak beklenenin aksine Osmanlı Ordusu karşısında Sırbistan ordusu mağlup oldu ve Prens Milan’ı barışa zorladı. Oysa Sırbistan ordusundaki Rus taraftarı kumandanlar barışın aleyhinde idi ve Rusya’nın müdahale ederek savaşın lehlerinde sonlandırılmasını umuyorlardı. Rusya doğrudan böyle bir girişime cesaret etmeyince Prens Milan Avrupa devletlerine başvurarak aracılık yapmalarını istedi. Bütün bu gelişmeler II. Abdülhamid’in tahta geçmesinden önce yaşanmıştı. Yani O, hem savaşı ve hem de Avrupa Devletleri’nin Osmanlı Devleti’ni barışa zorlamasını kucağında bulmuştu. Üstelik Rusya’nın desteklediği panistlavistler Balkanlar’da boş durmuyor, Slav kökenli halkları kışkırtıyordu. Osmanlı Devleti’nin aldığı askerî tedbirler Avrupa kamuoyunda hoş karşılanmıyordu. Ortaya atılan Osmanlı Devleti’nin Sırpları ezeceği iddiaları Avrupa’da tepki ile karşılanıyordu. II. Abdülhamid’in kılıç alayından bir gün önce İngiltere’de yayımlanan Gladstone’un Bulgar Dehşeti ve Doğu Sorunu başlıklı propaganda broşürü Avrupa’da büyük rağbet gördü ve heyecan uyandırdı. İçeriğindeki Osmanlı karşıtı fikirler her tarafta konuşulmaya başladı. Kitapçığın şöhreti Londra’yı aştı ve diğer Avrupa kentlerine ulaştı. Gladstone aslında kitabı sadece Osmanlı aleyhtarlığı yapmak için değil; özellikle Kırım Savaşı’ndan sonra İngiltere başta olmak üzere Avrupa devletlerinin Osmanlıya dönük siyasetleri ile hesaplaşmak için yazmıştı. Resim 1.2 1856 Paris Anlaşması itibari ile Osmanlı Devleti’nin toprakları Kaynak: httpwww. waitmeturkey. comottomanempire-maps.html Resim 1.3 Prens Milan (1854- 1901) Prens Milan: Milan Obrenovic. 1854’te Moldavya’da doğdu. Sırbistan prensi Miloş Obrenoviç’in yeğenidir. 1868 yılında kuzeni Prens Mihalio ölünce yerine geçti. Sırbistan’daki Rus ve Avusturya taraftarları arasında iyi bir denge kurdu. Rusya’nın desteğini aldı ve savaş sırasında kral ilan edildi ise de tanınmadı. Ancak Berlin anlaşmasının doğurduğu şartlar sonucunda 1882 yılında kral ilan edildi. 1901 yılında Viyana’da iken öldü. 8 Osmanlı Tarihi (1876-1918) Nitekim bu siyaset dönüşümü çok geçmeden anlaşılacaktı. Diğer taraftan Rusya meseleye dinî muhteva katarak, sorunu Müslümanlık-Hıristiyanlık çatışması olarak sunuyordu. Bu şekilde Hıristiyan Avrupa camiasını Osmanlı’ya karşı kışkırtırken; bir yandan da kendisinin Ortodoksların hamisi olduğu vurgusunu yapıyordu. II. Abdülhamid tahta çıkmadan bir hafta evvel 24 Ağustos’ta, Paris anlaşmasında imzası olan devletler Babıâlî’ye bir nota verdiler. Özellikle İngiltere, Balkan sorunlarında Rusya’nın bu derece öne çıkmasından rahatsızdı. Savaşın daha fazla sürmesini de menfaatlerine aykırı buluyordu. Notanın sunulduğu tarihte Belgrat yolu Osmanlı kuvvetlerine açılmıştı. Buna rağmen Osmanlı’ya sunulan barış teklifleri oldukça ağırdı. Babıâlî, 4 Eylül’de bu notaya verdiği cevabında; Sırbistan’ın yeniden askeri hazırlıklara girişmemesinin devletler tarafından garanti edilmesini ve savaş tazminatı ödemesini istedi. Ayrıca Prens Milan’ın İstanbul’a gelerek padişaha bağlılığını arz etmesini şart koştu. Sırbistan’ın kontrolündeki Belgrat, Böğürdelen, Semendre ve Fethu’l-İslam kaleleri de yeniden Osmanlı askerlerine terk edilecekti. Karadağ konusunda ise savaştan önceki durum benimsenecekti. Devletlerin bu şartları kabulü halinde Osmanlı Devleti de 24 saat içinde savaşı durduracaktı. İstanbul’daki elçiler bu tekliflerin görüşülmesi için on günlük bir ateşkesin yapılmasını istediler. Ardından bu süre zarfında yaptıkları görüşmelerde Babıâlî’nin şartlarını oldukça ağır bularak yeni bir teklif sundular. Buna göre; 1. Sırbistan Prensi Osmanlı Sultanı’na saygılarını arz edecekti, fakat bunun için İstanbul’a gelmesine gerek yoktu. 2. Sırbistan taksitlere bölerek bir savaş tazminatı ödeyecek. 3. Sırbistan Belgrat-Aleksinaç demiryolu hattını üç yıl içinde inşa edecek. 4. Sırbistan verilen eski imtiyazlarda olduğu gibi sadece iç güvenliğe yetecek silahlı bir kuvvet bulunduracak. Savaşı durduracak bu şartlar daima Sırbistan’ın yanında yer alan Rusya tarafından makul görülmekteydi. Zira Sırbistan ve Karadağ’ın savaş öncesi hukukları muhafaza ediliyordu. Ancak İngiltere bu gelişmeleri fırsat bilerek son anda Bosna-Hersek ve hatta Bulgaristan’a bir takım imtiyazların verilerek komple bir çözümün geliştirilmesini önerdi. Böylece sorun tekrar çözümsüzlüğe itildi. Bu arada 15 Eylül’de, Sırbistan’daki savaş taraftarları Prens Milan’ı kral ilan ederek savaşa devam kararı vermeleri bütün girişimleri altüst etti. Bu sonucun çıkmasında panislavistlerin etkisi büyüktü. Bu yüzden ortaya çıkan yeni duruma Rusya da onay verdi. Aslen bir Rus generali olan Çarnayef ’in kumandasındaki Sırbistan ordusu Osmanlı istihkâmlarına yeni bir saldırı başlattı. Zira savaşın devamında Çarnayef ’in kişisel menfaatleri bulunmaktaydı. Rusya’dan aldığı tahsisatın büyük bir bölümüne el koyuyor, az bir kısmını da çevresine dağıtıyordu. Bunun için Sırpları tahrik ediyor ve savaşa devam etmelerini istiyordu. Fakat beklenenin aksine kısa zamanda hezimete uğrayan Sırbistan askerleri mevzilerini terk ederek kaçmaya başladılar. Son gelişmeler uluslararası sistemi yeniden harekete geçirdi. Sırbistan’ın arkasında duran Rusya Osmanlı Devleti’ne karşı Avusturya ile işbirliği yapmayı önerdi. Bu sırada red cevabı aldı ise de Avusturya İmparatoru ile Rus İmparatoru arasında Temmuz 1876’da yapılan Reichstad buluşması akıllardaydı. Buna göre, muhtemel bir Osmanlı-Rus savaşında Avusturya tarafsız kalacak, karşılığında da Osmanlı idaresindeki Bosna Hersek’i alacaktı. İngiltere ise hâlâ Balkanlardaki diğer sorunları özellikle Bulgaristan’ı öne çıkararak yeni bir ateşkes dönemi istemekteydi. Gerçi bu arada İstanbul’da da savaşın devamından yana olan guruplar ortaya çıktı. Hatta barış yanlısı II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesi için gösteriler yapmaya niyetlenen bazı isimler tespit edildi ve tutuklandı sonra 1. Ünite - Osmanlı İdaresinde Dönüşüm: Birinci Meşrutiyet Yılları 9 da çeşitli yerlere sürüldü. Ancak devletler de Osmanlının son teklifini görüşmede geç kaldıkları için cephede savaş sürdü. Sırpların savaş meydanlarındaki hezimeti Rusya’yı daha da endişelendirdi, Rus çarı asker ve danışmanları ile Livadya’da toplantılar yaparak çare araştırıyordu. Bunu üzerine 31 Ekim 1876’da Osmanlı Devleti’ne bir nota verdi. Buna göre iki taraf arasında altı haftadan iki aya kadar kayıtsız-şartsız bir ateşkesin yapılması isteniyordu. Bunu Osmanlı hükümetine tebliğ eden Rusya elçisi, yapılmaması halinde bütün personeli ile birlikte İstanbul’u terk etme tehdidinde bulundu. Ayrıca Rus Çarı Avrupa’yı da hedef alarak; “Avrupa harekete hazır değilse tek başına harekete geçmeye mecbur” olduklarını ileri sürdü. Rusya’nın bu tehdidi bir noktada savaş ilanı anlamına geliyordu. Böyle bir savaşın çıkması çıkarlarına uymadığı için o güne kadar nerde ise gelişmeleri uzaktan seyreden İngiltere’yi harekete geçirdi. Zira Avrupa devletlerinin birlikte yarattıkları “doğu sorunu”nu Rusya’nın tek başına çözmeye kalkışması dengeleri alt üst edebilir, özellikle İngiltere’nin geleneksel politikalarını sarsabilirdi. İngiltere Kraliçesi Viktorya, Rusya’nın tutumunu “kaba ve münasebetsiz bir hareket” olarak niteledi. İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Derby ise, İngiltere’nin barış yanlısı olduğunu fakat gerekirse savaşı da göze alabileceklerini ve bunun için tükenmez kaynakları olduğunu ilan etti. Devletleri harekete geçiren nota konusunda Osmanlı hükümetinin sessiz kalması mümkün değildi. Nitekim hükümet, Rusya’nın İstanbul elçisi General İgnatiyef ’e cevabî bir nota verdi. Bunda “iki komşu devlet arasında dostluk ilişkilerinin devamından” yana oldukları belirtilerek, Sırbistan ve Karadağ ile iki aylık bir ateşkesin yapılmasını benimsediğini bildirdi. Haber kısa zamanda iki tarafın karargâhlarına ulaştı ve askerler kışlalarına dönmeye başladı. Sırbistan ordusunun başında olan ve mağlubiyetten sorumlu tutulan General Çarnayef ’in Rusya’ya girmesi yasaklandı, Sırbistan’a da dönemedi ve o da Viyana’ya gitmek zorunda kaldı. 11 Kasım’da Lord Derby’ye cevap veren Rus çarı, her ne kadar Sırbistan ve Karadağlılar’ı “kan ve din kardeşi” olarak ilan etti ise de, ılımlı bir yaklaşım sergileyerek, Rus askerini de gereksiz tehlikeye atmayacaklarını açıkladı. Aslında Osmanlı Devleti’nin yaklaşımı Rusya’yı engelledi. İngiltere ise istediğini elde etti ve kendisi ön plana çıktı. Bunun üzerine 4 Kasım 1876’da İngiltere, Osmanlı toprak bütünlüğüne zarar vermemek koşulu ile “Balkan Sorununu” görüşmek ve Osmanlı Devleti’ni Balkan topraklarında ıslahat yapmaya zorlamak üzere Paris Anlaşması’nda imzası olan devletleri İstanbul’da bir konferans yapmaya davet etti. Zira Paris anlaşmasının sekizinci maddesinde, anlaşmada imzası olan devletler ile Osmanlı Devleti arasında bir anlaşmazlık olması halinde askeri güç kullanılmadan önce, bu anlaşmazlığın aracılar yolu ile çözülmesi öngörülüyordu. Bu yüzden Devletler bu daveti hemen kabul ettiler. İngiltere konferansta alınacak konuları belirlerken, meseleyi sadece Sırbistan-Karadağ ile sınırlı tutmayıp, bütün Balkanları özellikle Bosna-Hersek’i de içine alması Osmanlı Devleti’nin tereddütler geçirmesine sebep oldu. Fakat bu toplantıyı devletler kendi aralarında da yapabilirlerdi. Bu yüzden Osmanlı hükümeti toplantıya katılıp kendi siyasetini aktarabileceği düşüncesiyle 18 Kasım 1876 da toplantıya katılma kararı aldı. Bu kararın alınmasında, İngiltere’nin Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğüne halel gelmeyeceği ve devletin onurunun hiçbir şekilde kırılmayacağı teminatını vermiş olması da yardımcı oldu. Diğer taraftan İngiltere ve Rusya bu toplantıya birbirlerinin muarızı olarak katılıyorlardı. Avusturya’nın niyeti ise Bosna-Hersek’i bir şekilde kendine mal etmekti. Hatta daha önce söylendiği gibi bu konunda Rusya’nın da desteğini sağlamıştı. 10 Osmanlı Tarihi (1876-1918) İngiltere toplantı öncesi Osmanlı Devleti ile görüşmeler yaparak toplantıda istediği kararları aldırtmaya niyetlenirken; aynı şekilde Rusya da altı kolordusuna seferberlik emri vererek baskı oluşturmaya çalıştı. Rusya toplantıdan önce Osmanlı Devleti’nin ıslahat konusunda kesin teminat vermesini istiyor; İngiltere ise bunu gerekli görmüyordu. Bu arada toplantıya davet edilen diğer devletler de daveti kabul etmekle beraber, bazıları konferansın yeri konusunda farklı düşündüklerini belirtiler. Avusturya ve Fransa teminat konusunda İngiltere gibi düşünürken; Almanya tarafsız kaldı. Ancak bu arada konferansa katılım şekli de belli oldu. İngiltere İstanbul’da bulunan her devletin elçisi ile birlikte birer delege daha göndermesini önermişti. Rusya, Almanya ve İtalya sadece elçileri ile katılacağını; Avusturya, İngiltere ve Fransa ise elçilerinin yanına birer delege göndereceğini bildirdi. İngiltere adına toplantıya katılacak olan Lord Salisbury 20 Kasım’da Londra’dan yola çıktı. Kendisi doğu politikaları uzmanı idi. Ancak hükümetinin aksine Osmanlı Devleti’ne bakışı oldukça olumsuzdu. Önce Paris’e, ardından Almanya, Avusturya ve İtalya’ya uğrayan Salisbury bu ülkelerin dışişleri bakanları ve kiminin de kralları ile görüşerek yaklaşımlarını öğrenmeye çalıştı. 5 Aralıkta İstanbul’a ulaştığında, İngiliz Elçisi Henry Elliot’a intibalarını anlatırken, görüştüğü devletlerin birçoğunun Rusya’ya güvenmediklerini ancak Osmanlıya saygı besleyenlerin de yardıma cesaret edemediklerini ifade etti. Bir noktada bu yaklaşım Lord Salisbury’nin kendi görüşlerini de yansıtmaktaydı. O da statukonun muhafazası taraftarı olmakla birlikte Osmanlı Devleti’ne de bir dersin verilmesini istiyordu. Aslında bu durum, İstanbul Konferansı’nın hangi şartlarda başlayacağının da işaretlerini taşıyordu. Her ne kadar bu yaklaşım konferans öncesi ilan edilmedi ise de devletlerin bir çözüm bulmak yerine, sadece Rusya’nın tek başına hareket etmesini önlemek için hareket ettiklerini gösteriyordu. Aynı sırada Rusya başka bir kriz çıkardı. Osmanlı Devleti’nin toplantıya katılmasına itiraz etti. İngiltere delegesi İstanbul’daki elçilikler ile ayrı ayrı görüştü ve bu krizi orta bir yol bularak önledi. Buna göre elçi ve delegeler önce kendi aralarında toplanarak, Osmanlı Devleti’ne yapacakları teklifleri hazırlayacaklar ardından Konferans başlayacaktı. Bu çerçevede elçiler 14-22 Aralık tarihleri arasında Rus elçiliğinde hazırlık çalışmaları yaptılar. Bu sırada Osmanlı hükümetinde de sadaret değişikliği oldu ve Midhat Paşa 19 Aralık’ta Sadrazam tayin edildi. Aslında bu değişiklik II. Abdülhamid’in tahta geçmesinden beri beklenmekte idi. Fakat daha önce birkaç kere istifaya teşebbüs eden Sadrazam Mehmed Rüsdü Paşa’nın istifasının bu tarihte kabul edilmesi manalı idi. Padişah Sadarette bir değişiklik yaparak Konferansı etkilemek istedi. Midhat Paşa yenilikçi fikirleri ile Avrupa kamuoyunda ve Tuna valiliği sırasında yaptığı ıslahatlarıyla da Balkanlarda tanınmaktaydı. Onun Sadarete getirilmesi Balkanlarda ıslahatın yapılacağı mesajını taşıyordu. Bu şartlar altında 23 Aralık 1876’da İstanbul Konferansı açıldı ve çalışmalarına başladı. “Haliç Tersanesinde”, Bahriye Nezareti’nin Divanhane salonunda yapıldığından “Tersane Konferansı” olarak da anılan toplantıya Osmanlı hükümeti adına Hariciye Nazırı Safvet Paşa ve diğer Osmanlı delegeleri katıldı. İlk oturumda katılımcılar, yetki belgelerini sundular, ardından da müzakereler başladı. Devletlerarası hukuk gereği toplantıya başkanlık yapan Osmanlı Hariciye Nazırı Safvet Paşa konuşurken ard arda top atışları duyuldu. Top atışları II. Abdülhamdi’in tahta geçişinden beri hazırlıkları süren Kanun-i Esasinin/Osmanlı anayasasının ilan edildiğini müjdeliyordu. Kanun-i Esasi’nin bu gün ilan edilmesi Konferansın toplanma gerekçelerini ortadan kaldırmak ve yaratacağı muhtemel baskıları azaltılmak amacını güdüyordu. Nitekim Hariciye Nazırı Safvet Paşa, konuşmasında Kanun-i Esasi’nin ilanı ile toplantının gerekçelerinin 1. Ünite - Osmanlı İdaresinde Dönüşüm: Birinci Meşrutiyet Yılları 11 ortadan kalktığını ileri sürdü. Bir anlamda Osmanlı Devleti işin başında ortaya çıkacak sonuçların kabul edilmeyeceğini ilan ediyordu. Yabancı delegeler bu gelişmeden pek etkilenmediler ve bunu bir diplomatik taktik kabul ederek Konferans’a devam ettiler. Kanun-i Esasi’nın ilanı ile Osmanlı Devleti’nin beklediği etki sağlanamadığı gibi; o tarihte Avrupa’da anayasası olmayan tek ülke durumuna düşen Rusya’nın aşırı tepkisine neden oldu. Toplantı ertesi gün devletlerin önceden hazırladıkları program doğrultusunda daha şiddetli görüşmelerle devam etti. Teklifler, Sırbistan, Karadağ, Bosna- Hersek ve Bulgaristan olmak üzere dört başlıktan oluşuyordu. Buna göre, Sırbistan ve Karadağ’ın sınırları genişliyordu. Bosna-Hersek için özerklik ayrıca tayin edilecek valilerin devletlerin onayına sunulması, yerli halktan milis kuvvetlerin oluşturulması ve toplanan vergilerin yine mahallinde harcanması isteniyordu. Bulgaristan’ın doğu (merkezi Sofya) ve batı (merkezi Tirnova) olarak iki idarî bölgeye ayrılması ve Bosna-Hersek için benimsenen yapının buralarda da uygulanması talep ediliyordu. Devletlerin projeleri hakkında daha detaylı bilgi için bak: Mahmud Celaleddin Paşa, Mir’ât-i Hakikat, (Yayına Hazırlayan: İsmet Miroğlu), İstanbul 1983, s. 206-212. Osmanlı Devleti savunmasını meydana gelen yeni siyasi yapıya dayandırmıştı. Devletlerin toprak talebine karşı Osmanlı bütünlüğünü ön gören Kanun-i Esasi’nin Sırbistan ve Karadağ’a toprak verilmesini engellediği dile getirildi. Aynı şekilde, bazı imtiyazların verilmesi ise yine anayasadaki farklı unsurların (Osmanlı vatandaşı milletlerin) eşitliği ilkesine aykırı idi. Yapılan dokuz toplantıda Osmanlı Ordusu’nun Balkanlarda, bazı merkezlerde toplanması teklifi kabul edilmekle birlikte; yerel halktan milis kuvvetlerinin oluşturulması, özel mahkemelerin kurulması, yabancı devletlerin yapılacak reformlara gözlemci olması, toplanan vergilerin sadece yerinde harcanması ve yukarıda zikredilen diğer teklifler hem Kanun-i Esasi’ye ve hem de Osmanlı hükümranlık haklarına aykırı oldukları gerekçesiyle tamamen reddedildi. Aslında Osmanlı Devleti bu toplantıyı kabul ederken, İngiltere’nin “Osmanlı hukukunun korunması” teminatına güvendi. Fakat İngiltere’nin toplantı sırasında (Lord Salisbury’nin kişisel görüşlerinden dolayı) kendi politikalarından uzaklaşıp, Rusya ile yakınlaşması Osmanlı Devleti’nin sert tepki göstermesine neden oldu. Ancak II. Abdülhamid’in talimatıyla, toplantının tamamen Osmanlı aleyhinde bir karar ile dağılmaması için Kanun-i Esasiye muhalif olmayan taleplerin kabul edilebileceği de temsilcilere bildirildi. Bunun üzerine daha önce yapılan hazırlıklar rafa kaldırılıp yeni bir teklif hazırlandı. Ancak bu yeni teklif bir ültimatom şeklinde, ya kabul veya da red şartı ile Osmanlı Devleti’ne sunuldu. Yeni teklifnamede aşağıdaki hususlar öngörülmekteydi: 1. Osmanlı askeri bir ay içinde Sırbistan topraklarından geri çekilecektir. Sırp askerleri de cepheden geri çekilerek, savaş esirlerini iade edecektir. Bu arada savaşta karşı tarafa hizmet edenlere dönük genel bir af ilan edilecektir. 2. Sırbistan’ın sınırı eskisi gibi kalacaktır. Ancak Bosna sınırı iki tarafın memurlarından oluşacak heyetler tarafından tespit edilecektir. 3. Hersek ve İşkodra sınırındaki bir kısım yerler Karadağ’a terk edilerek prensliğin sınırı uluslar arası bir komisyon tarafından yeniden çizilecektir. 4. Boyana Nehri’nde Karadağ’a gemi işletme hakkı verilecektir. 5. Bulgaristan’da doğu ve batı olmak üzere iki vilayet kurulacak ve valileri altı devletin (İngiltere, Fransa, Avusturya, Almanya, İtalya, Rusya) müşterek onayı ile beş yıllığına atanacaktır. 12 Osmanlı Tarihi (1876-1918) 6. Bulgaristan valileri mutlaka Hıristiyanlardan seçilecektir. Vilayet meclisi üyeleri vergi mükellefi vatandaşlar seçecektir. Bu meclisler hem bütçeyi yapacak ve hem de kaza idare meclislerini seçecektir. 7. Tütün, gümrük, içki vergileri ile posta ve telgraf ücretleri tamamen, diğer vergi ve gelirlerin de üçte biri devlet hazinesine ait olacaktır. Aşar vergisi kaldırılıp yerine arazı vergisi konulacaktır. 8. Bulgaristan’da ve Bosna-Hersek’te istinaf mahkemeleri kurulacak, hâkimleri de altı devletin onayı ve kayd-i hayat şartıyla atanacaktır. 9. Osmanlı Devletinin askerleri belli merkezlerde bulunacak ve valinin emri olmadıkça bir yere hareket etmeyecektir. 10.Müslüman ve Hıristiyan ahaliden milis kuvvetleri kurulacaktır. 11.Rumeli’ye Çerkez göçmenler iskân edilmeyecektir. 12.Milis askeri olmayan sağlıklı Hıristiyanlar askerlik bedeli ödeyeceklerdir. 13.Türkçe ile birlikte yerel diller de mahkemelerde kullanılacaktır. 14.Bosna-Hersek ve Bulgaristan’da ıslahatlara gözlemcilik yapacak karma komisyonlar kurulacaktır. Komisyonları korumak için Bulgaristan’a Belçika’dan 5000 asker getirilecektir. 15.Bulgaristan’da halkı korumaya dönük olarak yabancı subayların nezaretinde özel jandarma birlikleri teşkil edilecektir. 16.Osmanlı Devleti tarafından daha önce Müslümanlara ve Çerkezlere verilen silahlar geri toplanacaktır. 17.Bulgaristan ve Bosna-Hersek’te Müslümanların mülkiyetindeki arazilerin Hıristiyan çiftçilere intikali için çalışmalar yapılacaktır. Bu maddeler, esasında müzakere masasına getirilip reddedilen hususların yeniden kaleme alınmasından ibaret idi. Ancak bu sefer şartlar müzakereye açık değildi, red veya kabul edilmesi isteniyordu. Ayrıca reddedilmesi halinde devletlerin delegeleri İstanbul’u derhal terk edecekleri tehdidinde bulunuldu. 15 Ocak 1877 tarihinde Osmanlı delegasyonuna iletilen bu şartların cevabı da üç gün içinde beklenmekteydi. Osmanlı hükümeti kabul veya reddi gerektiren cevabın, toplanacak genel bir mecliste görüşüldükten sonra verilebileceğini bildirerek süre istedi. Bu sırada Lord Salisbury Padişah II. Abdülhamid ve Sadrazam Mithad Paşa nezdinde girişimlerde bulunarak maddelerin kabul edilmesini sağlamaya çalıştı. Hatta bu maksatla sunduğu raporda, çeşitli devletlerde yapılan uygulamaları örnek gösterdi. İngiltere’nin Kuzey Amerika’daki yanlış uygulamaları Amerika’nın birleşmesine (ABD’nin oluşmasına); Danimarka’nin Alman olan Schleswig ve Holstein ahalisine özerklik vermemesi savaşın çıkmasına ve Danimarka’nın bu bölgeleri kaybetmesine sebep olduğu belirtildi. Hatta Avusturya’nın Macarlara özerklik vermesinin kendisine sağladığı olumlu sonuçlar hatırlatıldı. Raporda, Osmanlı Devleti’nin de benzeri bir karar almasının menfaatleri icabı olduğu iddia edildi. Lord Salisbury’ye göre bu tekliflerin reddi halinde Rusya savaşı göze alacak, Osmanlı Devleti ise yalnız kalacaktı. Mabeyn Feriki Said Paşa’nın hatıralarındaki ifadelere göre II. Abdülhamid de yaklaşan tehdidin farkındadır ve bazı tadilatlar ile tekliflerin kabul edilmesinin devletin yararına olacağına inanmaktadır. Nitekim II. Abdülhamid, “valilerin tayininde devletlerin onayının alınması ile yapılacak reformlara yabancı gözlemcilerin nezaret etmesi” hususlarının önerilerden çıkarılması halinde anlaşmaya olumlu yaklaşacağını Lord Salisbury’ye birkaç kere bildirdi ise de bir sonuç alamadı. Osmanlı hükümeti üyeleri ve özellikle Sadrazam Midhat Paşa bu tehdit ve dayatmalar karşısında devletlerin önerilerinin tamamen reddedilmesini istiyordu. Kamuoyunda da bu doğrultuda hareketlenmeler vardı. Ama hiç kimse bu sorumistinaf mahkemeleri: Osmanlı Devleti’nde Nizamiye mahkemelerinin ilk basamağı olan Bidayet mahkemesinin kararlarını, bir üst mahkeme olarak inceleyen mahkemelere verilen addır. 1. Ünite - Osmanlı İdaresinde Dönüşüm: Birinci Meşrutiyet Yılları 13 luluğu tek başına alamazdı, bunun için bir genel meclise ihtiyaç duyuldu. Bu maksatla 18 Ocak 1877 tarihinde Müşir ve Ferik rütbesinde olup İstanbul’da bulunan bütün askerler, mahkeme başkanları Şurâ-yi Devlet üyeleri, kabine üyeleri, saray görevlileri, ulema ve farklı dinlere mensup ruhanî önderlerden iki yüze yakın üyeden oluşan bir meclis toplanarak teklifleri görüştü. Birçok meclis üyesi ve özellikle eski sadrazam Mehmed Rüşdü Paşa tekliflerin aleyhinde hararetli konuşmalar yaptılar. Sunulan önerilerin Osmanlı Devleti’nin hükümranlık hakları ile bağdaşmadığında ağız birliği edildi. Hıristiyan ruhanî liderlerin de önerilerin reddi yolundaki konuşmaları meclisin kararlılığını daha da arttırdı. Meclis, “Osmanlı hukukunun yabancıların tahakkümüne terk edilmesinin devletin itibarını dünyanın gözünden düşüreceği” gerekçesiyle, devletlerin tekliflerinin reddedilmesine karar verdi. Alınan karar, Padişah’ın onayı ile 20 Ocak 1877’de Hariciye Nazırı tarafından devletlerin temsilcilerine tebliğ edildi. Bunun üzerine elçiler de yerlerine birer maslahatgüzar bırakarak İstanbul’u terk ettiler. Bütün bu gelişmeler sırasında Padişah ile Sadrazam’ın ilişkileri de gerginleşti. II. Abdülhamid’in aksine Midhat Paşa Ruslar ile savaşma taraftarıydı. Ayrıca Padişah, Abdülaziz’in hal’indeki rolü yüzünden baştan beri ona kuşku ile bakmaktaydı. Şöhreti konferansta işe yarar diye sadarete getirildi fakat beklenen sonuç alınamadı. Üstelik Sultan II. Abdülhamid, Avrupa devletleri ile ilişkilerin bu noktaya gelmesinde onun sertlik yanlısı tavrının sebep olduğunu düşünüyordu. Bu yüzden kısa bir süre önce ilan edilen anayasanın 113. Maddesine dayanarak, Midhat Paşa’yı 5 Şubat’ta İtalya’ya (Brindisi) sürdü ve yerine Edhem Paşa’yı getirdi. İstanbul Konferansı’nın Sonuçları için şu makaleyi okuyunuz. Yuluğ Tekin Kurat “1877-1878 Osmanlı Rus Harbinin Sebepleri” Belleten XXVI, sayı 103, Temmuz 1962, s. 567-592 İstanbul Konferansı’nda Avrupa Devletleri’nin temel amaçları ne idi? Osmanlı-Sırbistan Barış Protokolü İstanbul Konferansı’nın devam ettiği sırada konferansın başarısız olması ihtimaline karşı devletler ikili görüşmelerini sürdürerek gelecekteki politikalarını belirleme yolunu aradılar. Özellikle Avusturya, konferansın sonuçsuz kalması halinde Rusya’nın harekete geçeceğini biliyordu ve bu durumdan en çok etkilenecek devletlerden birisi idi. Bunun için Rusya ile anlaşma yolunu araştırarak, onu Balkanlar’da durdurmak istiyordu. Rusya ise, muhtemel bir Osmanlı-Rus Savaşında Avusturya gibi bir müttefike ihtiyaç duymaktaydı. Üç imparatorlar liginin diğer üyesi olan Almanya da bu yakınlaşmayı destekledi. Bunun üzerine, Rusya’nın Balkanlar’daki askeri harekâtın sınırlama yapacak olan bir anlaşmanın ön protokolü 15 Ocak 1877 tarihinde Peşte’de yapıldı. Daha sonra anlaşmaya dönüşecek bu protokole göre, Avusturya Bosna- Hersek’i alacak karşılığında ise Rusya bir Slav Devleti kurmamak şartıyla Balkanlarda serbest kalacaktı. Osmanlı Devleti de boş durmadı. Muhtemel bir savaşın önünü kesmek için kendi inisiyatifiyle Sırbistan ile bir barış protokolü yaptı. Amaç devletlerin dış müdahalelerini sonlandırmak ve savaş sebeplerini ortadan kaldırmaktı. Muhtemelen Peşte görüşmeleri de Osmanlının kulağına gelmişti. Bunun için hemen Ocak ayının sonlarında Sırbistan ve Karadağ prenslikleri ile temasa geçildi. Onlar da zaten böyle bir barışı istiyorlardı. Önce Osmanlı hükümeti Belgrad’a bir heyet gönderdi. Ardından Sırbistan İstanbul’a heyet göndererek altı gün süren bir çalışMidhat Paşa (1822-1884): Asıl adı Ahmed Şefik’tir. Midhat bürökraside kullandığı mahlas olup, sonradan bu isimle tanınmıştir. Devlet kademelerinin hemen her seviyesinde çalışmış, özellikle Tuna ve Bağdat valilikleri sırasında yaptığı başarılı çalışmaları ile öne çıkmıştır. Yeni Osmanlılar’ın bürokrasi tarafını temsil etmekle birlikte, zamanla liderleri kabul edilmiştir. İlk Osmanlı anayasasının ilanında büyük katkıları vardır. Osmanlı Devleti’nin Rusya ile savaşa girmesinin baş sorumlusu olduğu gerekçesi ile II. Abdülhamid ile ihtilafa düşmüştür. Taif’te sürgünde iken boğdurularak öldürülmüştür. 2 14 Osmanlı Tarihi (1876-1918) ma yapıldı. Sonunda 28 Şubat 1877 tarihinde bir barış protokolü imzalandı. Buna göre, Sırbistan’ın savaştan önceki statüsü korunuyordu. Ancak prenslik eski kale ve istihkâmlarına ilave olarak yenilerini yapmamayı, bölgedeki çetelerin faaliyetlerine göz yummamayı kabul etti. Belgrad kalesinde eskiden olduğu gibi Sırp bayrağı ile birlikte Osmanlı bayrağı asılacaktı; Sırbistan’daki Ermeni, Katolik ve Yahudilerin serbest ibadet hakkı ile birlikte diğer hakları da korunacaktı. Her iki tarafın savaş suçlularına genel bir af ilan edilecek ve esirler de serbest bırakılacaktı. Karadağ Prensliği ile Barış Girişimi Osmanlı Devleti Sırbistan ile olduğu gibi kendisine bağlı fakat özerk yönetimi olan Karadağ ile de barış girişimi başlattı. Nitekim Karadağ temsilcileri Şubat 1877 sonlarında İstanbul’a ulaştı. Karadağ Prensliğinin temel sorunu sınırlarının genişletilmesi idi. Heyet daha İstanbul’a gelmeden bu konu konuşulmaya başlandı. Ancak Karadağ sınırlarının genişlemesi Sırbistan meselesinin halline bağlı olduğundan, başlangıçta bu konuda bir taahhüde girilmekten kaçıldı. Sultan Abdülaziz’in saltanatının başlarına kadar eski olan Karadağ meselesinde, Karadağlılar, kendi statülerinin de Sırbistan ve Eflak-Boğdan (Memlekeyen) gibi kabul edilmesini istiyordu. Ancak bunun ile yetinmeyerek sınırlarının da genişletilerek denize açılmayı umuyorlardı. Savaş başladığında onlar da Sırbistan’ın yanında savaşa iştirak ederek, sorunların barış yoluyla halledilmesi imkânını ortadan kaldırdılar. İstanbul Konferansının dağılmasından sonra Osmanlı hükümeti, Karadağ ile barış yapmak için Hersek tarafından ne kadar toprak feda edilebileceğini araştırdı. Hersek isyanı sırasında (1875), kaçan isyancıları himaye etmek için Avusturya tarafsızlık bahanesi ile Klik limanını Osmanlı Devleti’ne kapatmıştı. Osmanlı Devleti de bu limana karşılık olarak Dalmaçya’nın Kotor Körfezi Storina Limanını Karadağlılara vererek bir denge sağlayacağını umuyordu. Avusturya bu projeye şiddetle karşı çıktı. Hatta bu durumu bir savaş sebebi olarak gördüğünü bildirdi. Dolayısıyla Storina meselesi rafa kaldırıldı. Ancak Karadağlılar sağladıkları bu tavizin peşine düşerek, kendilerine toprak verilmesinde ısrarcı oldular. Barış yapmak maksadı ile İstanbul’a gelen heyet, İstanbul Konferansı’nda devletlerin Karadağ’a verilmesini istediği toprakları biraz daha genişleterek talep etti. Aslında bu taleplerden ziyade, talep etme şekli Osmanlı Hükümeti’nin tepkisini çekti. Zira Karadağ, Osmanlıya bağlı bir eyalet gibi değil de bağımsız bir devlet gibi davranıyor ve anlaşma talep ediyordu. Hâlbuki Karadağ’ın bağımsızlığını tescil eden hiçbir uluslar arası anlaşma yoktu. Bu yüzden Karadağ heyeti ile toprak meselesi görüşülmeden statülerini hatırlatan bir senedin imzalanması gündeme geldi. Osmanlı hükümeti böylece Karadağ’ın bağımsızlık taleplerini önlemek istiyordu. Toprak taleplerinin ancak bu şartla görüşülebileceği heyete bildirildi. Oysa onlar bu konuya yanaşmayarak, çoğunlukla Müslüman ahalinin yaşadıkları Nikşik ve İşpoz’un kendilerine verilmesi üzerinde yoğunlaştılar. Yapılan müzakerelerde bir sonuca varılamadı ve barış girişimi de başarısızlıkla sonuçlandı. Romanya (Eflak-Boğdan) ile Anlaşma Arayışları Literatürümüzde Memleketeyn (iki ülke) diye bilinen Eflak ve Boğdan, yani Romanya, Osmanlı Devleti’ne özel bir hukuk ile bağlı idi. Osmanlı-Sırbistan Savaşı başladığında bu sürecin Rusya ile bir savaşa gitme ihtimalini dikkate alarak Romanya tarafsızlığını ilan etti. Zira genişleyecek bir savaş Eflak ve Boğdan’ı da içine alabilirdi. Romanya’nın tarafsızlığı Osmanlı devletinin de işine yaradı. Romanya 1. Ünite - Osmanlı İdaresinde Dönüşüm: Birinci Meşrutiyet Yılları 15 bu durumu fırsat bilerek Osmanlı hükümetinden bazı taleplerde bulundu. İstanbul’daki Kapı Kethüdâsı Prens Ghika aracılığı ile Romanya bağımsızlığının tasdik edilmesini istedi. Osmanlı hükümeti bu konuyu görüşme gereği bile duymadı. Avrupa Devletleri de bu konuya sıcak bakmıyorlardı. Savaşın başlamasından üç ay sonra İstanbul’a ulaşan haberlerde, Romanya muhtemel bir savaş için hazırlıklar yaptığı bildirildi. Zira Rusların kendi topraklarına el uzatmaları halinde karşı koymaya hazırlanıyorlardı. Bu konu o sırada sadrazam olan Mehmed Rüşdü, Şurâ-yi Devlet Reisi Midhat ile Hariciye Nazırı Safvet Paşalar arasında müzakere edildi. Romanya’nın tarafsız kalarak Rusya’ya karşı savaş hazırlıkları yapması Osmanlı politikalarına ve Paris anlaşmasının yirmi altıncı maddesine uygun bulunuyordu. Bu meselelerin iki taraf arasında da müzakere edilip, özel bir anlaşmaya bağlanması iyi olacaktı. Ancak İstanbul’dan bu maksatla bir temsilcinin gönderilmesi, diğer devletler tarafından da öğrenileceğinden Romanya, Rusya karşısında açığa çıkacaktı. Bunun için o sırada Tolça mutasarrıfı olan Ali Bey görünüşte bazı sınır sorunlarını halletmek bahanesi ile görevlendirilerek Romanya’ya gönderildi. Bu hadiselerin yaşandığı sırada bütün yazışmalara vakıf olan Amedci Mahmud Celaleddin’in naklettiğine göre Ali Bey’e aşağıdaki talimat verildi. 1. Osmanlı Devleti Romanya’nın eskiden beri istediği “Romanya Prensliği” unvanını resmen kabul edecektir. 2. Tuna nehrinde iki taraf arasında mevcut olan ada sorunları 1829 tarihinde benimsenen usullere uygun olarak çözülecektir. Ancak Tuna Nehrindeki Delta adasının Romanya’ya aidiyetinin benimsenmesi Paris anlaşmasına aykırı olduğundan bu mesele devletlerin kararına terk edilecektir. 3. Romanya halkı pasaportla Osmanlı ülkelerinde serbestçe dolaşabilecektir. 4. Posta ve telgraf için özel sözleşmeler yapılacaktır. 5. Prensliğin Kapı Kethüdası, elçi olarak kabul edilecektir. 6. Prensliğin kendi kuvvetlerine ilave olarak, tam teçhizatlı ve eğitimli otuz Osmanlı taburu Vidin, Ruscuk ve Niğbolu’da hazır bulundurulacak ve istendiğinde karşı tarafa geçirilecektir. Aynı şekilde ihtiyaç halinde Romanya askeri ile birleştirilecek ihtiyat askeri de bulundurulacaktır. Yardımcı kuvvetlerin yiyecek, giyecek ve diğer masrafları için Romanya’dan para talep edilmeyecektir. Askerler için Romanya’da halktan yapılacak alımlar da peşin para ile olacaktır. 7. İki kuvvettin birleştirilmesi halinde kumanda Osmanlı askerinde olacaktır. Görüldüğü gibi, Osmanlı Devleti kimi haklarından taviz vererek Romanya’yı elde tutmak istiyordu. Bunda iki taraf arasındaki geleneksel ilişkiler ve Romanya’nın Rusya’nın karşısında yer alması gibi faktörlerin etkili olduğu anlaşılmaktadır. Ali Bey bu talimatları tek tek görüşüp anlaşmaya bağlamak için harekete geçti. Fakat Bükreş’te prenslik idarecileri arasında bazı ihtilaflar yaşanmaktaydı. Ayrıca bağımsızlık meselesinin bu önerilerde yer almaması da bir kısmının tepkilerine neden oldu. İstanbul Konferansı başladığında Romanya, Osmanlı hükümetine bir temsilci göndererek “tarafsızlığının” da konferans konuları arasına alınmasını istedi. Ancak bu konunun konuşulması bağımsızlık talebini de gündeme getireceğinden Osmanlı hükümetince göz ardı edildi. Böylece bu girişim başarısız kaldı. Osmanlı Devleti İstanbul Konferansı’ndan sonra Balkanlar’da istikrarı sağlamak için neler yapmıştır? 3 16 Osmanlı Tarihi (1876-1918) KANUN-İ ESASİ’NİN HAZIRLIK ÇALIŞMALARI VE İLANI Bilindiği gibi, Kanun-i Esasi tartışmaları Abdülhamid’in tahta geçmesinden önce başladı. Ancak bu konuda devlet ricali arasında tam bir fikir birliği yoktu. Mithat Paşa ve Namık Kemal’in bile başını çektiği grup arasında büyük fikir ayrılıkları bulunmaktaydı. Hayal edilen Kânun-i Esasi düşüncesi, taraftarlarını büyülemesine rağmen henüz mahiyeti hakkında belirgin bir fikir ya da model ortaya konulamıyordu. Aslında daha öce de belirtildiği gibi Tanzımat’tan itibaren Osmanlı devletinde meydana gelen siyasi ve sosyal değişim ile kurumsal gelişmeler entelektüeller arasında Kanun-i Esası taleplerini doruğa taşıdı. Fakat bu taleplere rağmen ciddi hazırlıklar yapılmadı. Zira her ne kadar toplumsal talep olsa da o günkü saltanat yapısı gereği bunun gerekliliği yine sultan tarafından ilan edilmeli veya ortaya konulmalıydı. Padişah’ın iradesi olmadan böyle bir girişim başlatılamazdı. Bu yüzden her hangi bir hazırlık yapılmadan saltanat makamının bu konuda olumlu yaklaşımları beklendi. Abdülhamid’in cülusunun hemen akabinde aralarında Ziya Paşa, Namık Kemal, Abidin Paşa ve Mekâtib-i Harbiye Nâzın Süleyman Paşa’nm da bulunduğu yirmiye yakın Kânun-i Esasi layihası Abdülhamid’e takdim edildi. Ancak bunların hiç biri arasında fikir birliği yoktu. Mithat Paşa ve taraftarları ise, özellikle dış problemlerin çözümüne yardımcı olur ümidiyle acele bir Kanûn-i Esasi ilan edilmesini istiyorlardı. Bu arada gündeme üç anayasa tasarısı getirildi. Biri Midhat Paşa’nm bizzat hazırladığı, diğeri ise Meclis-i Vükelâ’nın teklif ettiği üçüncüsü de, Mabeyn Başkatibi Said Paşa’nın Fransız Anayasasından adapte ettiği anayasa projesiydi. Aslında ilk tartışılan Midhat Paşa’nın tasarısıydı. Bunun da böyle olması tabii idi. Zira O, Kanun-i Esasi’yi isteyen siyasi gurubun başı sayılmaktaydı. Ancak onun tasarısı meşrutiyete uygun bulunmamıştı. Midhat Paşa her ne kadar ateşli bir anayasa taraftarı ise de teknik olarak bu konuda yeterli bilgiye sahip değildi. Onun Kanûn-i Cedîd adını taşıyan tasarısına göre, 120 üyeden oluşan bir meclis-i mebusan isteniyordu. Bu meclisin başkanı ile üyelerinin üçte birinin hükümet tarafından tayini öngörülüyordu. 120 kişilik meclis’in sekseni milletvekili; kırkı da devlet vekili olacaktı. Said Paşa’nın önerisi oldukça kapsamlı idi. Fakat Fransız anayasasının hızlı bir adaptasyonundan başka bir şey değildi. Diğer taraftan bunun Padişah’ın isteği ile yapılmış olması da meşrutiyete aykırı idi. Aslında hızlı ve hummalı bir çalışma başlatıldı. Server Paşa’nın başkanlığında üçü Hıristiyan olan on altı üst düzey memur, ulemadan on kişi ve ayrıca üst düzey askerlerden oluşan yirmisekiz kişilik bir komisyon kuruldu. Komisyon sunulan tasarıları ve yabancı ülkelerin anayasalarını inceledi. Neticede Meclis-i Vükela’nın tasarısı esas alınarak 140 maddelik yeni bir anayasa meydana getirildi. Zira Meclis-i Vükela’nın teklifinin ele alınması muhtemel çekişmeleri de ortadan kaldıracak bir yöntem idi. Meclis-i Vükela Midhat Paşa’nın başkanlığında toplanıp hazırlanan bu yeni tasarıyı gözden geçirdi. Bazı mükerrer maddeler çıkarıldı ve anayasa 119 maddeye indirildi. Komisyonun hazırladığı tasarı basılarak üzerinde fikir beyan etmeleri için önce devlet ricaline birer nüsha gönderildi. Ardından saraya takdim edildi. Padişah, saray erkanından Eğinli Said Paşa, Küçük Said Paşa ve Süleyman Paşa’ları metni inceleyip yazılı görüş bildirmeleri için görevlendirdi. Onlar da aralarında tartışarak altı maddelik bir raporu padişaha sundular. Birinci maddede, Kanun-i Esasi müsveddesinde, devlet idaresi ve teb’anın hukuku bizzat padişah tarafından deruhte edileceği fıkrasının, padişahı müşkül duruma düşürece- 1. Ünite - Osmanlı İdaresinde Dönüşüm: Birinci Meşrutiyet Yılları 17 ğinden bahisle bu gibi sorumlulukların her yerde olduğu gibi Osmanlı Devleti’nde de vükelaya ait olması gerektiği hatırlatıldı. İkinci, üçüncü ve dördüncü maddelerde ise, müsveddenin yazım şekli tenkit edildi. Metnin baş tarafına konulan uzun girişin gereksiz olduğu, arkasından gelen önemli maddeleri gölgelediği ve benzeri kanunların lisanına uygun olmadığı belirtildi. Beşinci madde de aynı konuya devam edilerek, anayasanın zaten Padişah’ın bir Hatt-i Hümayunu ile sunulacağından bu tür girişlere gerek olmadığı vurgusu yapıldı. Altıncı maddede birbiri ile çelişen maddeler ele alındı. Anayasa’da yer alan “Osmanlı Devleti’in resmi dini İslamdır” maddesinin eski taslakta olduğu gibi; “Osmanlı Devleti İslam Dini üzerine tesis edilmiştir” şekline dönüştürülmesi istendi. Gerekçe olarak da “devletin tüzel bir kişilik olduğunu ve tüzel kişiliğe din isnat etmenin doğru olmayacağı” ifade edildi. Aynı şekilde Devlet’in resmi dili Türkçe’dir ve Devlet hizmetinde yer alacak her bireyin Türkçe bilmesi gerektiği” ne dair bir maddenin anayasada yer alması gerektiği dile getirildi. Komisyonun padişahın hukukuna ve girişe dair tenkitleri yerinde bulundu; din ile ilgili teklifi kabul görmedi fakat dil ile ilgili teklifleri anayasada yer aldı. Midhat Paşa’nın Sürülmesine Tepkiler Burada kayda değer bir husus daha vardır ki, o da Kanûn-i Esâsi’nin 113. maddesidir. Bilindiği gibi bu madde, padişaha şüphe ettiği her hangi bir şahsı ülke dışına sürme hakkını tanımaktaydı. Kanun-i Esasi’yi tamamen hükümsüz hale getirdiği söylenen 113. maddenin kimin önerisi ile anayasaya girdiği çok tartışıldı. Tahminler Damad Mahmud Paşa ile Padişah üzerinde yoğunlaştı. Söz konusu maddeye Namık Kemâl ve Ziya Paşa aşırı tepki gösterdiler ve kabul edilmemesini istediler. Ancak, muhtemelen Mithat Paşa, konulmaması halinde bütünüyle Kanun-i Esasi’nin ilânının tehlikeye düşeceğini düşündü. Bu yüzden madde saraydan gelen metindeki haliyle korundu. Ne garibtirki Kanun-i Esasi’nin ilanından sonra, bu maddenin ilk kurbanı da Mithat Paşa’nın kendisi olacaktı. Midhat Paşa, kendisinin kolay kolay görevden alınamayacağına; alınması halinde de taraftarlarının büyük tepkiler göstereceğine inanmaktaydı. Bu yüzden sadrazam olduktan sonra sarayın tepkilerini çekecek davranışlar sergilemekten ve konuşmalar yapmaktan çekinmiyordu. Sadarette bir buçuk ay kaldıktan sonra II. Abdülhamid tarafından azledilip yurt dışına sürülmesi onun beklediği sonuçları doğurmasa da bazı tepkilere neden oldu. Saray da sürülmesinin gerekçelerini hızlı bir şekilde kamuoyuna yayarak nispeten tepkileri önledi. Fakat gösterilerin yapılmasını önleyemedi. Özellikle Meclis-i Mebusan’ın açılmasından sonra, Medrese ve Harbiye öğrencileri tarafından gösteriler düzenlendi. Halktan ve hocalardan bazılarının da bu gösterilere katıldığı görüldü. Gösteri haberi İstanbul’da dalga dalga yayıldı. Bir araya gelen göstericiler Dolmabahçe Sarayına kadar yürüdüler ve burada yapılan konuşmalarda halkın mevcut hükümetten memnun olmadığı, Midhat Paşa’nın geri çağrılması; Damad Mahmud Paşa’nın azli ve İstanbul’dan uzaklaştırılması; askerlerin maaşını vermeyen Serasker’in görevden alınması istendi. Hükümet 21 Mart 1877 tarihinde sert tedbirlere başvurdu. Gösteriye katılan Harbiye öğrencileri tutuklandı ve Harbiye Okulu Edirne’ye taşındı. Konu ile ilgisi bulunan Medrese öğrencileri İstanbul’dan uzaklaştırıldı. Aynı sırada bu olayları önleyemeyen ve Midhat Paşa taraftarlığı ile suçlanan Zabtiye Nazırı Ömer Fevzi Paşa da görevden alındı. Bütün bu gelişmeleri gözlemleyen, II. Abdülhamid aslında gelecekte uygulayacağı siyasetini belirlemek ile meşguldü. Her ne kadar göstericilerin talepleri karşılanmadı ise de; bir süre sonra, Damad Mahmud Celaleddin 18 Osmanlı Tarihi (1876-1918) gözden düştü; Serasker azledildi hatta 113. Maddenin uygulamasına dair bir de kanun çıkartılarak, maddenin keyfi bir şekilde uygulanmayacağı ortaya kondu. II. Abdülhamid Döneminin genel bir değerlendirmesi için şu makaleyi okuyunuz: Engin Akarlı, “II. Abdülhamid: Hayatı ve İktidari” Osmanlı, Ankara 1999, II, 253-274. Meclis-i Mebusan’ın Açılışı Osmanlının ilk anayasası olan Kanun-i Esasinın ön gördüğü meclis (Meclis-i Mebusan) için kısa sürede seçimler yapıldı. Bu seçim iki dereceli bir seçimdi. Önce milletvekillerini seçecekler, ardından onların oylarıyla milletvekilleri seçildi. Seçilenlerin çoğu daha önce vilayet meclislerinde çalışmış, deneyimli, ayrıca bölgelerinde nüfuz sahibi kimselerdi. Kısa denilecek bir sürede Devlet’in geniş coğrafyasında seçimler tamamlanmış olsa bile her taraftan mebusların (miletvekileri) İstanbul’a ulaşması zaman alacaktı. Mart 1877 ortalarında Yemen, Trablusgarp, Bağdat gibi uzak bölgeler hariç, birçok milletvekili İstanbul’a ulaştı ve üçte iki çoğunluk sağlandı. 141 kişiden oluşan ilk meclisin üyelerinin 115’i meclis-i mebusan, 26si meclis-i ayan (ayan meclisi) üyeleri idi. Mebusların 69 u Müslüman 46si da diğer dinlere mensuptu. İlk Osmanlı parlamentosu 19 Mart 1877 tarihinde yapılan bir tören ile açıldı. Meclis’in açılış töreni Dolmabahçe Sarayı’nda “Divan-i Hümayûn Mahalli” de denilen büyük muayede (bayramlaşma) salonunda Ahmet Vefik Efendi (daha sonra Paşa)nın başkanlığında yapıldı. Açılışı II. Abdülhamid yaptı. Salonda kurulan tahtın etrafında önde gelen devlet ricali protokol üyeleri; karşısında, sağ tarafta ayan meclisi, solda mebusan meclisi üyeleri yer alıyorlardı. Ayrıca törene yabancı temsilciler de katıldılar. Saray erkânı ve şehzadeler de törende idiler. Padişah meclise verdiği önemi göstermek istiyordu. Bu yüzden hazırladığı ve mabeyn başkatibi Said Bey’in okuduğu konuşması yarım saat sürdü. II. Abdülhamid konuşmasında, Kanun-i Esasi’ye sahip çıkıyor ve açılan meclisin, seçim, idarî meseleler, belediye hizmetleri, mahkemeler, memurların görev ve sorumlulukları ve eğitim gibi alanlarda görüşmeler yapacağını, ayrıca son zamanlarda devleti meşgul eden Sırbistan ve Karadağ meselelerinin de ele alınacağını belirtiyordu. Meclis’in açılışı halkla da paylaşılmak için toplar atıldı, şenlikler düzenlendi. Hicri takvime göre 1293 yılında açıldığı için “93 meclisi” diye de anılan meclis, açılıştan sonra çalışmalarını Ayasofya civarında Darü’l-funûn binası (Üniversite) olarak inşa edilen yerde sürdürmeğe başladı. II. Meşrutiyet meclisinin ilk oturumlarına da ev sahipliği yapan bu bina Cumhuriyet döneminde yandı. LONDRA PROTOKOLÜ Yukarıda anlatıldığı gibi Osmanlı Devleti İstanbul Konferansı’nın kararlarını reddettikten sonra Avrupa başkentlerinde yeni bir hareketlilik başladı. Özellikle Rusya Avrupa Devletlerini Osmanlıya karşı yapacağı bir savaşa ikna etmeye veya en azından kendisini haklı gösterecek sebeplere başvuruyordu. Rusya Kırım Savaşı’ndan beri beklediği fırsatı yakaladığını düşünüyordu. Osmanlı-Sırbistan barışı ile fırsatın elinden kaymaya başladığı zannıyla Osmanlıya karşı daha da saldırgan bir tavır takındı. Karadağ ile bir barışın yapılamamasının arkasında da Rusya vardı. Peşte anlaşması ile muhtemel bir savaşta Avusturya ve Almanya’nın tarafsızlığını sağlayan Rusya, İngiltere ile müzakerelere girişti. Bu amaçla Ignatiyef Mart 1877’de Avrupa başkentlerini dolaşarak, Balkan sorunlarının çözüm sorumluluğunun Rusya’ya verilmesi için devletleri iknaya çalıştı. Önce Almanya’ya giderek Almanya başbakanı Bismack ile görüşüp, İstanbul konferansının kararlarının Osmanlıya 1. Ünite - Osmanlı İdaresinde Dönüşüm: Birinci Meşrutiyet Yılları 19 dikte ettirilmesini istedi. Aslında Rusya’da da muhtemel savaşın pek çok aleyhtarı ve taraftarı vardı. Bu yüzden Rus çarı hem iç kamuoyunu rahatlatmak ve hem de dış destek sağlamak için barışçı bir yol takip ettiğini göstermek istiyordu. Rus Çarı bu med-cezirli politikası ile iç sorunlarına da çare arıyordu. Bir taraftan devletleri iknaya çalışan Rusya, diğer taraftan Osmanlı Devleti’ne baskı yaparak isteklerini kabul ettirmek arzusundaydı. Yaptığı baskılar ile Osmanlı Devleti’ne boyun eğdirmesi halinde, kendisine kuşku ile bakan Avrupa devletlerini ikna etmek zahmetinden kurtulacaktı. Bu yüzden Osmanlı Devleti’ne de sürekli mesajlar gönderiyordu. Rusya uzun zamandır Balkanlarda yaşananların sorumlusu idi ve özellikle kendisine güvenerek, Osmanlı Devleti ile savaşa girişenlerin başarısızlıkları karşısında mahcubiyet hissediyordu. Bunun için meselenin arkasını bırakmaya niyeti yoktu. Sırbistan ile barış yapıldığından elinde kalan yegâne kozu Karadağ sorunu idi ve bunun üzerinde yoğunlaşmaktaydı. Hatta Ignatiyef bu durumu Berlin’de görüştüğü Osmanlı elçisine açıkça söyledi. Osmanlı Devleti Karadağ ile barış yaparak, ıslahat yapmayı garanti etmesi ve bu konuda Petersburg’a bir elçi göndermesi halinde barışın tesis edilebileceğini ileri sürdü. Aslında benzeri teklifi Rusya’nın İngiltere elçisi Kont Şuvalov da Osmanlı elçisi Musurus Paşa’ya yaptı. Osmanlı Devleti hem Rusya’nın samimiyetine güvenmiyor ve hem de o günkü şartlarda Rusya ile yapılacak anlaşmada iç işlerine müdahale kapısının açılacağını düşünüyordu. Bu yüzden bu tekliflere sıcak bakmadı. Osmanlı Devleti hâlâ İngiltere’ye güven duymakta ve Rusya’nın tekliflerinin onun ile paylaşmaya devam etmekteydi. Musurus Paşa Rusya’nın tekliflerini İngiltere Dışışleri bakanı Lord Derby ile paylaştı. O da Rusya’nın bu teklifler ile yetinmeyeceği kanaatini paylaştı ama İngiltere’nin gelecekteki politikası hakkında doyurucu bir bilgi vermedi. Musurus Paşa edindiği intibalar doğrultusunda hükümeti, Rusya’nın gerçek niyetini ve İngiltere’nin siyasetini anlamadan görüşmelerin yapılmaması konusunda uyardı. Osmanlı hükümeti de bu durumda nasıl bir politika takip edeceği konusunda tereddüde düştü. Zira İngiltere hem Ruslara güvenmiyor ve hem de doğrudan Osmanlının yanında yer almıyordu. Aynı şekilde Rusya’nın elçilere yaptığı ilk teklifleri ile yetinmeyeceğini düşünüyor, fakat Osmanlı-Rus diplomasi girişimlerinin de devamında fayda görüyordu. Osmanlı açısından bakıldığında, Rusya ile doğrudan görüşmelere girmek, İngiltere’den uzaklaşmak anlamına geliyordu. İngiltere en azından görünüşte hâlâ Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü savunmaktaydı, dolayısıyla ondan uzaklaşmak iyi bir siyaset olarak görülmüyordu. General Ignatiyef Avrupa başkentlerinde faaliyetlerini sürdürüyordu. Almanya’dan sonra Fransa’nın başkenti Paris’e gitti. Buradaki girişimlerinde başarılı oldu ve Fransızları ikna etmeyi başararak elde ettiği bir uzlaşma metni ile Londra’ya geçti. Rusya’nın İngiltere nezdindeki girişimleri başlangıçta başarısız oldu. Fakat İngilizler bu yeni gelişme karşısında tepkisiz kalamadılar ve kendi menfaatlerini korumak, siyasetlerinde serbest kalmak maksadıyla söz konusu metnin üzerinde bazı değişiklikler yapmak için diğer devletler ile müzakereye başladı. Bir taraftan da Osmanlı Devleti ile görüşerek, Rusya’nın kararlılığını dile getiriyordu. II. Abdülhamid bütün bu gelişmeler karşısında Sadrazam Edhem Paşa ve diğer yetkililerden Osmanlı Devleti’nin askeri gücünü ve dağılımını gösteren bir raporun hazırlanmasını emretti. Ayrıca Mabeyn Başkatibi Said Paşa aracılığı ile Hariciye Nezareti uyarılarak; geçmişte diplomaside yaşanan hataların tekrar edilmemesini istedi. II. Abdülhamid muhtemel savaşın Şark Meselesi’ni daha da alevlendireceğini düşünüyordu. Bunun için mümkün mertebe zaman kazanılmasını doğru bulmaktaydı. Diğer taraftan da İngiltere ile yapılan görüşmelerde devletlerin yeni projesi ve bir sonraki adımları öğrenilmeye çalışıldı. 20 Osmanlı Tarihi (1876-1918) Aslında Rusya hedefine ulaştı ve artık son hamlesini yapacaktı. İstanbul Konferansına üye gönderen ülkelere başvurarak, konferans kararlarının ve Karadağ’ın talepleri doğrultusunda bir barışın yapılmasını Osmanlı devletine kabul ettirmelerini, değilse savaş ilan edeceğini bildirdi. Sonunda bu baskılara boyun eğen beş devlet (İngiltere, Fransa, Almanya, Avusturya, İtalya) Rusya ile birlikte aralarında 31 Mart 1877 tarihinde Londra’da bir protokol imzaladılar. Londra Protokolü diye bilinen bu girişimde Osmanlı Devleti’nden beklenenler şunlardı: 1. İstanbul konferansına temsilci gönderen devletler, Osmanlı Devleti hâkimiyetinde yaşayan Hıristiyan halkın durumunu düzeltecek reformların yapılmasını beklemektedir. 2. Bosna-Hersek ve Bulgaristan için Osmanlı hükümetinin taahhüt ettiği reformlar hayata geçirilmelidir. 3. Avrupa devletleri, Osmanlı Devleti’nin Sırbistan ile 28 Şubat 1877’de imzaladığı anlaşmayı senet kabul etmektedir. 4. Karadağ konusunda sürekli bir barışın yapılması için sınırların düzeltilmesi ve Boyana nehrinde gemilerin serbest geçişi için düzenlemelerin yapılması istenmektedir. 5. Devletler, Sırbistan ile yapılan ve Karadağ ile yapılacak barışı kalıcı barışa atılmış bir adım olarak değerlendirmektedirler. 6. Osmanlı hükümetinden savaş durumuna geçirdiği askerî birliklerini dağıtması ve sadece güvenlik için askeri birlikler bırakması talep edilmektedir. Aslında sonucu başından belli olan bu protokol akabinde İngiltere yayımladığı beyannamede, bu protokole barışı sağlamak için onay verdiğini barışın sağlanamaması halinde ise protokolün geçersiz kalacağını ilan etti. Benzeri bir açıklamayı da İtalya yaptı Aslında bu beyanname Osmanlı Devleti’ni tekrar bir ikileme soktu. Devlet ricalindeki genel kanaat İngiltere’nin Osmanlı’yı destekleyeceği yolunda idi. Ancak Londra Protokolü’nün Osmanlı Devleti’nin onurunun zedeleyecek özellikler taşımakla birlikte kabul edilmesinin doğru olacağını da düşünenler vardı. Devletlerin talepleri 4 Nisan 1877 tarihinde Bakanlar kurulunda tartışıldı. Protokolde öne sürülen maddeler tek tek ele alındı ve değerlendirilirdi. Buna göre: Osmanlı Devleti, vaat ettiği reformları yapmaya hazır olduğu, ancak protokolde istenildiği gibi, sadece Hıristiyan ahaliye dönük olarak yapmasının mümkün olmadığı, bu tür düzenlemeleri Kanun-i Esasi’nin ön gördüğü şekilde her tarafta ve bütün ahali için yapılabileceği cevabının verilmesi benimsendi. Aynı şekilde Karadağ ile kısa bir süre önce zaten bir anlaşma zemini sağlanmıştı. Devletler samimi ise bu çerçevede barışı kabul etmesi için Karadağ Prensi’ne baskı yapmaları gerektiğinin bildirilmesi benimsendi. Osmanlı hükümeti orduların dağıtılması meselesinin de Rus ordularının dağıtılmasına bağlı olduğunu düşünmekteydi. Osmanlı hükümetine göre olayların bu seviyeye gelmesinin sorumlusu Rusya idi. Ayrıca teklif edilen maddeler de ancak savaşta mağlup olmuş bir tarafa teklif edilebilecek nitelikteydi. Bu yüzden uzun tartışmalardan sonra protokolün reddedilmesi doğrultusunda devletlere nota verilmesi kararlaştırıldı. Osmanlı Hükümeti bu kararını da 12 Nisan’da devletlere bildirdi. Londra Protokolünün amacı ve Osmanlı Devleti açısından sonuçları ne idi? 4 1. Ünite - Osmanlı İdaresinde Dönüşüm: Birinci Meşrutiyet Yılları 21 Özet Osmanlı Devleti’nde meşrutiyet’e giden süreci açıklayabilme. Ondokuzuncu yüzyılda, Osmanlı Devleti’nin siyasi, idari ve sosyal yapısında bir dizi değişimler yaşanmıştır. Bir taraftan savaşlar ve buhranlar ile baş etmek zorunda kalan devlet bunların sonucunda müdahalelere kapı açacak olan bir dizi anlaşmalara da imza attı. Diğer taraftan da siyasi istikrarın iadesi için iç düzenlemeler yapmak mecburiyetinde kaldı. Bu iç düzenlemeler Sultan III. Selim ve Sultan II. Mahmud dönemlerinde daha ziyade askeri ve idari alanlar ile sınırlı iken, Sultan Abdülmecid döneminde Tanzimat’ın ilanı ile birlikte siyasi bir sürece girdi. 1839 yılında ilan edilen Tanzımat fermanı ile devlet gelenekçi yönetim tarzından yavaş yavaş uzaklaşmaya başladı. Özellikle kurumsal anlamdaki yenilikler ile sınırlı da olsa merkez ve taşralarda halkın temsilcileri de yönetimde söz sahibi olmaya başladı. Kırım Savaşı’nın akabinde Osmanlı Devleti’nin Avrupalı müttefiklerinin baskısı ile ilan etmek zorunda kaldığı Islahat Fermanı ile de yeni bir düzenleme sürecine girdi. Bu süreçte, devletin kendi ihtiyaçları için yapmak zorunda olduğu reformlar, çoğu kere dış müdahalelere de sebep verdiğinden, idareciler çelişkiler yaşamaya başladı. Osmanlı bürökrasisi hayli gelişmekle birlikte, aynı oranda sorunlara çare bulmakta zorlandı. Sultan Abdülaziz’in döneminde önemli gelişmeler yaşandı fakat kamuoyunu tatmin etmedi. Diğer taraftan uygulanan mali politikalar da devleti iflasın eşiğine getirdi. Bu süreçte belki de yaşanan en önemli gelişme, eğitimde atılan adımlar, basının gelişmesi ve Osmanlı toplumunda siyaset ile ilgilenen bir kamuoyunun meydana gelmiş olmasıdır. Bu kamuoyuna öncülük eden, bürokrat, gazeteci ve fikir adamları meşrutiyete gidişin öncülüğünü yapmışlardır. II. Abdülhamid’in tahta geçişini ve Kanun-i Esasi’nin ilanını tanımlayabilme. Sultan Abdülaziz, saltanatının son yıllarında iktidari büyük oranda hükümet ve bürokrasiye (Babıali’ye) terk etmişti. Bu durum farklı siyasi ekollerin doğmasına da zemin hazırladı. İktidari ellerinde bulunduran gelenekçi guruba karşı, Yeni Osmanlılar’ın fikirlerinden beslenen yeni guruplar ortaya çıktı. Gerek devletin borçlarını ödeyemez duruma gelmesi ve gerekse Balkanlar’da yaşanan istikrarsızlığın Avrupa’da Osmanlı aleyhinde uyandırdığı olumsuz havanın içeriye de yansıması yeni arayışları zorunlu kıldı. Gidişattan memnun olmayan gurupların ittifakı ile Sultan Abdülaziz, bir darbe ile iktidardan indirildi. Yerine Yeni Osmanlılar ile uyumlu çalışacağı düşünülen V. Murad geçti. Fakat onun ruh ve akıl sağlığı bu yükü çekemeyince üç ay gibi kısa bir süre içinde yeni bir saltanat değişikliği oldu. Normal şartların devami halinde Sultan olması uzak bir ihtimal gibi görülen II. Abdülhamid, 31 Ağustos 1876 tarihinde Osmanlı Devleti’nin otuzdördüncü padişahı oldu. Kendisinden beklenen en temel husus meşruti yönetime geçmek idi. Nitekim tahta geçmesini akabinde verdiği talimatlar ile Aanayasa hazırlık çalışmaları başlatıldı. Hazırlanan pek çok tasarı arasından Midhat Paşa’nın başkanı olduğu komisyonun hazırladığı anayasa benimsendi. Sarayın da üzerinde çalıştığı ve neticede küçük değişilikler ile onayladığı bu metin, yani ilk Osmanlı anayasası (Kanun-i Esasi) 23 Aralık 1876 tarihinde ilan edildi. Kısa zamanda seçimler yapıldı ve 19 Mart 1877 yılında ilk Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı açılarak faaliyetlerine başladı. İstanbul Konferansı’nın sebep ve sonuçlarını irdeleyebilme. 1870lerde, 1856 yılında Avrupa’da Rusya aleyhinde kurulan denge bozuldu. Rusya Kardeniz’de ve Balkanlar’da daha aktif hareket etmeye başladı. Osmanlı Balkanları’nda Slav kökenli milletleri Osmanlı Devleti’ne karşı kışkırtmakta başarılı oldu. Avrupa o sıralarda kendi iç problemleri ile boğuşmaktaydı. Bir taraftan Almanya’nın yükselişi ve Fransa karşısında aldığı galibiyet, diğer taraftan İngiltere’nin kayıtsız kalışı Rusya’yı ön plna çıkardı. Osmanlı Devleti’nin komşusu olan Avusturya bir taraftan statukonun devamindan yana tavır alırken, diğer taraftan da Rusya’nın hayallerini paylaşmaktaydı. Zira güçlü Rusya ile müttefik olması ona Bosna ve Hersek’i kazandırabilirdi. İşte bu şartlar altında Ruslar’ın desteklediği ve ordusunu eğittiği Sırbistan Prensliği Osmanlı Devleti’ne savaş açtı. Savaş kısa zaman1 2 3 22 Osmanlı Tarihi (1876-1918) da Osmanlı devletinin lehinde gelişince, Rusya telaşlanıp savaşı durdurmak istedi. Osmanlı Devleti’ne yaptığı tekliflerin kabul edilmesi, yeni sorunlar doğuracağından o güne kadar sessiz beklemekte olan İngiltere harekete geçerek, 1856 Paris anlaşmasında imzası olan devletler ile bu meselelerin görüşüleceği bir konferansın toplanmasını önerdi. Osmanlı Devleti de şark meselesinin gündeme alınacağı muhakkak olan bu konferansa iştirak etmek zorunda kaldı. Amacı şark meselesinin dallanıp budaklanmasını önlemekti. Hatta İstanbul’da toplanan ve toplandığı yere izafeten Tersane Konferansı diye isimlendirilen konferansın açıldığı 23 Aralık 1876 tarihinde Kanun-i Esasi ilan edilerek, devletler etkilenmeye çalışıldı. Ancak beklenen olmadı ve konfearns devam ederek, Osmanlı-Sırbistan meselesinin dışındaki, Bulgaristan, Bosna Hersek ve Karadağ sorunları da tartışıldı. Yapılan teklifler yüzünden kesintiye uğrayan Konferans çalışmaları sonunda Osmanlı Devleti’ne verilen bir ultimatom ile son buldu. Osmanlı Devleti hükümranlık haklarına ters gördüğü bu teklifleri reddedince Konferans dağıldı. Londra Protokolünü değerlendirebilme. İstanbul (Tersane) Konferansının başarısızlıkla sonuçlanması, bir taraftan Rusya’yı, diğer taraftan da Osmanlı Devleti’ni yeni arayışlara itti. Zira konferansın dağıldığı sırasa savaş hala Osmanlı lehinde devam etmekteydi. Rusya Avrupalı devletler arasında Osmanlı’ya karşı girişeceği bir askeri harekat için müttefikler arayışında idi. Nitekim, muhtemel bir savaşta Avusturya’nın tarafsız kalmasını sağlarkan Fransa’nın da desteğini aldı. Aynı süreçte Osmanlı Devleti de hızla hareket ederek Balkanlar’da inisiyatifin Rusyanın elinden çıkması için gayret gösterdi. Sirbistan ile doğrudan görüşerek barış sağlayrak bu konuda başarılı da oldu. Rusya bu gelişmeden pek memnun olmadı ve Karadağ’ı teşvik etmeye başladı. Osmanlı Devleti Romanya ve Karadağ ile barış girişimleri başlattı. Ancak bu konuda başarılı sonuçlar alınamadı. Rusya bu durumu fırsat bularak İngiltere’nin aracı olmaması halinde Osmanlı Devleti’ne savaş açacağını ilan etmesi üzerine, İstanbul Konferansı’nda yer alan devletlerin katılımı ile Londra’da bir toplantı yapıldı. Yapılan uzun müzakereler sonunda, aslında daha önceki teklifleri de içeren bir protokol Osmanlı Devleti’ne bildirildi. Osmanlı Devleti, eskidenberi vaat ettiği reformları yapmaya hazır olduğu, ancak protokolde istenildiği gibi, sadece Hıristiyan ahaliye dönük olarak ıslahat yapmasının mümkün olmadığını, bu tür düzenlemeleri Kanun-i Esasi’nin ön gördüğü şekilde her tarafta ve bütün ahali için yapılabileceğini düşünmekteydi. Gerçi bu durumda verilecek cevap konusunda bazı tereddütler olsa da Osmanlı hükümetine göre olayların bu seviyeye gelmesinin sorumlusu Rusya idi. Ayrıca teklif edilen maddeler de ancak savaşta mağlup olmuş bir tarafa teklif edilebilecek ve Osmanlı’nın onurunu sarsacak nitelikteydi. Bu yüzden uzun tartışmalardan sonra protokol devletlere verilen bir nota ile reddedildi. 4 1. Ünite - Osmanlı İdaresinde Dönüşüm: Birinci Meşrutiyet Yılları 23 Kendimizi Sınayalım 1. Ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı kamuoyunun oluşmasında en önemli etken aşağıdakilerden hangisidir? a. Savaşlar b. İdari düzenlemeler c. Askeri düzenlemeler d. Basınındaki gelişmeler e. Tanzımat’ın İlanı 2. Balkanlardaki gelişmeler öncelikli olarak aşağıdaki devletlerden hangilerini ilgilendirmekteydi? a. Almanya- Avusturya b. Rusya-Avusturya c. Osmanlı Devleti-Avusturya d. Osmanlı Devleti-Rusya e. İngiltere-Rusya 3. İbrahim Şinası, Namık Kemal, Ziya Paşa, Ali Suavi gibi aydınlar hangi isimle tanınmaktaydılar? a. Yeni Osmanlılar b. Jöntürkler c. Tanzımat Aydınları d. Muhalifler e. Hiçbiri 4. II. Abdülhamid şehzadeliği sırasında hangi Sultan ile Avrupa gezisini katıldı? a. Babası Abdülmecid b. Amcası Abdülaziz c. Dedesi II. Mahmud d. Kardeşi V. Murad e. Hiçbiri 5. II. Abdülhamid’in tahta geçişinde yayımlanan Hatt-i Hümayun’u kim kaleme aldı? a. II. Abdülhamid b. Mabeyn Başkatibi Said Bey c. Mabeyn Feriki Said Paşa d. Midhat Paşa e. Sadrazam Mehmed Rüşdü Paşa 6. İstanbul Konferansı hangi temel amaçla yapılmıştır? a. İngiltere’nin menfaatlerini korumak b. Rusya’nın menfaatlerini korumak c. Karadağ’ın sınırlarını genişletmek d. Osmanlı-Sırbıstan, Karadağ Savaşını durdurmak e. Osmanlı Devletini Balkanlarda genişlemesini önlemek 7. İstanbul Konferansında aşağıdaki devletlerden hangileri yer aldı? a. İtalya-Fransa-İngiltere- Rusya b. Osmanlı- İtalya-Fransa-İngiltere- Rusya c. Paris Konferansında imzası olan altı devlet d. Rusya-Avusturya-Almanya Üçlü İttifakı e. Osmanlı Deveti- Rusya- Sırbıstan-Bulgaristan 8. İlk Osmanlı Parlamentosu hangi tarihte açıldı? a. 31 Ağustos 1876 b. 23 Aralık 1876 c. 1 Ocak 1877 d. 19 Mart 1876 e. 19 Mart 1877 9. Rusya aşağıdakilerden hangisi anlaşma ile muhtemel bir savaşta Avusturya’nın tarafsız kalmasını sağladı? a. Peşte Anlaşması b. Londra Protokolü c. Viyana Anlaşması d. Petersbug Anlaşması e. Berlin Anlaşması 10. Londra protokolü Osmanlı Devleti tarafından nasıl karşılandı? a. Kabul edildi. b. Reddedildi. c. Değişiklik yapılması istendi. d. Uygulanması için çaba gösterildi. e. Ertelendi. 24 Osmanlı Tarihi (1876-1918) Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı Sıra Sizde Yanıt Anahtarı 1. d Yanıtınız yanlış ise “Meşrutiyet’e Giden Yolda İç ve Dış Gelişmeler” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 2. c Yanıtınız yanlış ise “Meşrutiyet’e Giden Yolda İç ve Dış Gelişmeler” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 3. a Yanıtınız yanlış ise “Meşrutiyet’e Giden Yolda İç ve Dış Gelişmeler” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 4. b Yanıtınız yanlış ise “II. Abdülhamid’in Tahta Çıkışı” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 5. d Yanıtınız yanlış ise “II. Abdülhamid’in Tahta Çıkışı” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 6. d Yanıtınız yanlış ise “İstanbul Konferansı” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 7. c Yanıtınız yanlış ise “İstanbul Konferansı” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 8. e Yanıtınız yanlış ise “meclisin açılışı” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 9. a Yanıtınız yanlış ise “Londra Protokolü” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 10. b Yanıtınız yanlış ise “Londra Protokolü” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Sıra Sizde 1 Sultan Abdülaziz’in saltanatının son yıllarında yaşanan idari, siyasi ve mali istikrarsızlık başlıca Yeni Osmanlılar olmak üzere pek çok siyasi mahfili harekete geçirdi. Kamuoyunda meydana gelen huzursuzluklar ve askerbürokrat işbirliği bir darbe yapıldı. Meşruti yönetime geçmek umidi ile tahta gelen V. Murad’ın kısa zamanda ruh sağlığı bozulunca, hanedan geleneğine göre, hanedanın en büyük evladı olan II. Abdülhamid tahta geçti. Sıra Sizde 2 İstanbul Konferansı İngiltere’nin davetiyle, Osmanlı-Sırbıstan, Karadağ Savaşı ile Balkanlarda özgürce hareket etmeye kalkan Rusya’yı etkisiz kılarak savaşı sonlandırmak için toplandı. Sıra Sizde 3 Hızla harekete geçerek Sırbistan Prensliği ile barış yaptı. Ardından Romanya ve Karadağ Prensliği ile barış girişimlerinde bulundu. Sıra Sizde 4 İstanbul Konferansı’ndan istediği sonucu alamayan Rusya’nın Balkanlar’da düzenlemeler yapılmasını sağlamak veya Osmanlı Devleti’ne savaş açmak için Avrupa’da başlattığı girişimlerin önünü kesmek ve mutemel bir savaşı önlemekti. Osmanlı Devleti bunu kabul etmesi halinde, Balkanlarda kimi yerlerdeki egemenlik haklarından vaz geçecek ve yeni problemler ile karşılaşacaktı, reddetmesi halinde de bir savaşa razı olacaktı. 1. Ünite - Osmanlı İdaresinde Dönüşüm: Birinci Meşrutiyet Yılları 25 Yararlanılan Kaynaklar Akarlı, Engin, (1999). “II. Abdülhamid: Hayatı ve İkti - darı” Osmanlı II, Ankara, 253-274. Akyıldız, Ali, (1999). “II. Abdülhamid’in Çalışma Sis - temi, Yönetim Anlayışı ve Babıâli’yle (Hükümet) İlişkileri, Osmanlı II, Ankara, s. 286-297. Armaoğlu, Fahir, (1999). 19. Yüzyıl Siyasi Tarihi (1798- 1914), Ankara, s. 489-516. Danışmend, İsmail Hami, (1972). İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, İstanbul. Iorga, N., (1948). Osmanlı Tarihi V, (Çeviren: Bekir Sıt - kı Baykal), Ankara. Kent, Marian (Editör), (1996). The Great Powes and the End of Ottoman Empire, London. Kurat, Yuluğ Tekin, (1962). “1877-1878 Osmanlı Rus Harbinin Sebepleri” Belleten XXVI, sayı 103, Tem - muz 1962, s. 567-592. Küçük, Cevdet, (1988). “Abdülhamid II”, Türkiye Diya - net Vakfı İslam Ansıklopedisi, İstanbul, I,216-224. Lewis, Bernard, (2008). Modern Türkiye’nin Doğuşu, (Çeviren: Boğaç Babür Turna) Ankara. Mahmud Celaleddin, (1983). Mir’at-i Hakikat (Hazır - layan: İsmet Miroğlu), İstanbul. Mufassal Osmanlı Tarihi V, (1963). İstanbul. Petrie, Sir Charles Br., (1947). Diplomatic History, 1713-1933, London. Qataert, Donald,(2005). The Ottoman Empire 1700- 1922, Cambridge. Said Paşa, (2011). II. Abdülhamid’in İlk Mabeyn Feriki Eğinli Said Paşa’nın Hatıratı I-II, (Hazırlayan: Da - vut Erkan), İstanbul. Uçarol, Rifat, (2010). Siyasi Tarih (1789-2010), İstanbul. Yasamee, F.A.K., (1996). Ottoman Diplomacy, Abdul - hamid II and the Great Powers 1878-1888. İstanbul. Amaçlarımız 2 Bu üniteyi tamamladıktan sonra; Panislavizmi tanımlayabilecek, Doksanüç Harbi’nde Balkan Cephesi’ndeki gelişmeleri açıklayabilecek, Doksanüç Harbi’nde Doğu Anadolu Cephesi’ndeki gelişmeleri tartışabileceksiniz, Doksanüç Harbi’nin kaybedilme nedenlerini ve sonuçlarını irdeleyebileceksiniz. Anahtar Kavramlar • Panislavizm • Plevne • Gazi Osman Paşa • Gazi Ahmet Muhtar Paşa • Nene Hatun İçindekiler Osmanlı Tarihi (1876-1918) Osmanlı Devleti’nin Zor Yılları: 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı • 1878-1877 OSMANLI-RUS SAVAŞI’NIN SEBEPLERİ • 1878-1877 OSMANLI-RUS SAVAŞI VE CEPHELERİ • BALKAN (TUNA) CEPHESİ • DOĞU ANADOLU CEPHESİ • DENİZ VE NEHİR SAVAŞLARI • YENİLGİNİN NEDENLERİ VE SONUÇLARI OSMANLI TARİHİ (1876-1918) 1877-1878 OSMANLI-RUS SAVAŞI’NIN SEBEPLERİ Panislavizm ve Etkileri Panislavizm’in Tanımı: Tarihi-Kültürel Arka Planı Rusların Balkanlar’da izlediği yoğun Panislavizm politikası, 1877-1878 Osman-Rus Harbi’ne yol açan gelişmelerin başında gelmektedir. Bu nedenle de Panislavizm’in ne olduğunu ve tarihi arka planını ortaya koymakta yarar vardır. Panislavizm, felsefi temelleri daha eskilere gitmesine rağmen, genel olarak 19. yüzyılda, özel olarak da bu yüzyılın ikinci yarısında etkili olan bir ideolojidir. Özellikle 1870’lerden itibaren Avrupa siyasal çevrelerinde kullanılmaya başlanan Panislavizmin ideolojisine göre, bütün Slav ve Ortodoksların müşterek bir tarihi mirası vardır ve bu miras çerçevesinde, Rusya’nın liderliğinde Slavların siyasal birliklerini bir federasyon ya da konfederasyon biçiminde yeniden kurmaları gerekmektedir. Balkanlar’da yaşayan Slav topluluklar ise, Panislavizmin temel unsurlarından kabul edildiğinden, Osmanlı dönemindeki durumlarına kısaca değinmek yararlı olacaktır. Özellikle Fatih zamanında yoğunlaşan Osmanlı fetihleri, Balkanlar’daki küçük toprak sahiplerini kendine bağladığı gibi zengin toprak aristokrasisini de büyük ölçüde yok etmişti. Buna mukabil, Müslüman büyük toprak sahipleri, bir zümre olarak ortaya çıkmaya başladı. Bu durum, 19. yüzyılda özellikle Sırplar, Bulgarlar ve Karadağlılar arasında zuhur eden ayaklanmaların da temel nedenlerinden biri olu. Diğer yandan, 18. yüzyıldan itibaren tüccar sınıfı ve Ortodoks kilisesi de zenginleşmeye başladı ve bu sınıflar, milli ve kültürel uyanışın öncüsü hâline geldiler. Bununla birlikte, 19. yüzyıldaki ayaklanmalarda, daha çok rahipler ve köylüler etkili olmuşlardır. Panislavizm hareketi, tıpkı diğer milliyetçi hareketler gibi başlangıçta siyasal nitelikte olmayıp, özellikle Rusya dışındaki Slavlar arasında dil birliğine dayanan kültürel bir hareket olarak ortaya çıkmıştır. Balkanlı Slavlar, kültürel milliyetçilik döneminde dil ve kültürlerini öne çıkardılar. Wuh Karaçiç gibi bazı Slav düşünürler ise, halk dili ve edebiyatına ağırlık verdiler. Çek bilginler ise Balkanlı Slavlara bu konuda öncülük ettiler. Panislavizm’in tarihi kökenlerini 17. yüzyıla kadar götürmek mümkündür. İlber Ortaylı, 17. yüzyılın ilk yarısında, Osmanlı yönetimi sırasında, Slav birliği ve bağımsızlığından ilk söz eden kişinin Hırvat şairi İvan Gunduliç olduğunu kaydetmektedir. Gunduliç şiirinde, Slav kurtuluşundan ve yardımlaşmasından söz ederken Slav Osmanlı Devleti’nin Zor Yılları: 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı 28 Osmanlı Tarihi (1876-1918) tarihi ve kültürü üzerine geniş bilgisi olan Hırvat Krianiç ise, Slavcılığın siyasi ve kültürel programını yapmıştır. O, Slav birliği ve kurtuluşunun ancak Rus çarı tarafından gerçekleştirilebileceğine inanıyor ve çar’dan da bunu gerçekleştirmesini istiyordu. Rusya dışındaki Güney Slavları bu dönemde, dağınık ve farklı egemenliklerin altında yaşadığı gibi, Rönesans İtalya’sının kültürel tesirlerine de açık durumdaydılar. 18. yüzyıl sonlarına gelindiğinde, ünlü Ortodoks manastırı Aynaroz’daki rahip Hillandersky, Slavyan-Bulgar tarihini kaleme aldı. Eserde, Bulgarların Türk ve Yunan etkisinden kurtulup tekrar dirilmeleri gerektiği vurgulanıyordu. Balkanlı aydınlar, 19. yüzyılda ise, daha ziyade Rus ve batı Slav aydınlarını takip etmeye başladılar. Bununla birlikte Balkan Slavları’nda kendini gösteren milliyetçilik, Rusya’daki Panislavizm’den farklıydı ve arada belirgin bir bağ da bulunmuyordu. Rusya’da Panislavizmin başlangıcını, Slavyanofilizm (Slavcılık) hareketi oluşturur. Rusya merkezli Panislavizm, siyasi bir akım olarak 18. yüzyılın sonları ile 19. yüzyılın başlarında ortaya çıkmıştır. Bu nedenle, Rus Panislavizminin şekillenmesinde, Fransız İhtilali’yle ortaya çıkan milliyetçilik akımının da etkili olduğu muhakkaktır. Ancak, Rus Panislavizminin genel olarak ortaya çıkışını, Rusya’nın batılılaşması ve buna tepki gösterilmesi şeklinde özetleyebiliriz. Şöyle ki, Büyük Petro’nun (1689-1725) batılılaştırma siyasetiyle, Almanya ve Fransa’daki fikri gelişmeler izlenmeye başlanmıştı. Bu süreçte, Fransız dili, kültürü ve edebiyatı özellikle yüksek tabaka arasında yakından takip ediliyordu. Fransız İhtilâli’nden sonra meydana gelen Napolyon savaşlarında ise, Rus ordularının Almanya’da uzun müddet kalmaları, bu kez Alman kültürü ve felsefesine olan ilgiyi (Alman romantizmi) arttırdı. Bu dönemde, Alman filozoflar Schelling ve Hegel’in eserleri Rusça’ya tercüme edildi. Özellikle Hegelyen felsefe Panislavizmi besledi. Bu gelişmeler, Rusya’da bazı fikir hareketlerinin ortaya çıkmasına da neden oldu. Neticede, özellikle aristokrat sınıf içinde Slavyanofiller (Slavseverler) ve Batıcılar olmak üzere birbirine zıt iki gurup ortaya çıktı. Slavyanofillere göre her milletin kendine has bir “varlığı” olduğuna göre Rus milleti de, sıkıca bağlı oldukları Rus Ortodoksluğu, devlet teşkilatı ve sosyal yapısının bir ürünüydü. Bu noktada, Ruslar Avrupalılardan farklı özelliklere sahip olduğu gibi, Rus tarihinin de kendine has nitelikleri vardı. Nitekim Slavcılar, Avrupalıların aksine, aile ve köy yaşamını üstün tutmakta; topluluk ve işbirliğine önem vermekteydiler. Eleştirdikleri Büyük Petro ise, uyguladığı batılılaştırma siyasetiyle, Rus tarih ve toplumunun normal seyrini değiştirmek suretiyle yanlış bir yola sapmıştır. Çözüm yolu ise, kötü gidişi yeniden normal mecrasına döndürmek, yani Slavlaşmak idi. Batı Slavları Arasında Panislavcılık Panislavizm, batı Slavları (Çekler, Lehler ve Slovaklar) arasında da kendini göstermiştir. 17-18. yüzyıllar arasında Panislavcılık, Moskova’da yaşayan Hırvat Krizaniç, Çek filolog Dobrovsky ve şair Jan Kollar tarafından “kültürel Slavcılık” temeline dayandırılıyordu. Nitekim, “Panislavcılık” deyimini ilk kez 1826 yılında Slovak yazar J. Herkel kullandı. Birleşik Slavlar Derneği (1823-1825) ve Kiril ve Metodiy Derneği (1845-1847) gibi liberal veya devrimci dernekler, Slavların siyasal birliklerini oluşturma fikirlerini gündeme getiriyordu. Bu arada, Herzen ve 1848’de Prag Slav Kongresi’ni izleyen Bakunin de bu fikirlere katıldılar. Hareket içinde, “Büyük Göç”e maruz kalmış Polonyalıların kurduğu Demokratik Polonya Derneği’nin üyeleri ise, Slav kardeşliğini savunmakla birlikte, Rusya’nın büyük devlet siyasetine karşı çıkmaktaydılar. Ancak, Polonyalıları Ruslar’dan uzaklaştıran bir neden de Katolik olSlavyanofil: Bu tâbir, Çar I. Aleksandr’ın eski Slav alfabesine ve kilise Slavcasına düşkünlüğüyle bilinen Maarif nazırı Uvarof’a verilen bir lâkaptı. 2. Ünite - Osmanlı Devleti’nin Zor Yılları: 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı 29 malarıydı. Polonyalı ve Romanyalılar, Slavları birleştirmeye çalışan Rus komitelerine pek ilgi göstermemişlerdir. Buna mukabil, Osmanlı yönetimindeki Balkan Slavları (Sırplar, Karadağlılar ve Bulgarlar), Rusya’nın himayesi altında olmayı istediler. 19. yüzyılın ikinci yarısında, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu içinde yaşayan Çekler ve Slovaklar da Rusya’nın desteğini sağlamaya çalıştılar. Bu arada, milliyetçilik bakımından önemli sonuçları olan 1848 İhtilalleri de, Rusya ile Slav topluluklar arasında bağlantı kurulmasını sağlamış ve böylece Panislavizmi desteklemiştir. Macarların bu ihtilaller esnasında milli birlikleri için ayaklanmaları, Avusturya-Macaristan içindeki Slavları da etkilemiştir. Slavlar, Avusturya egemenliğine karşı kendi haklarını ve kültürlerini korumak istiyordu. Bu amaçla da Prag’da, çoğunu Çek ve Slovak temsilcilerin oluşturduğu bir Slav kongresi toplandı. Ancak, tam da bu sırada Prag’da patlak veren bir ayaklanmayı Avusturya’nın şiddetli bir şekilde bastırması, Slavların Rusya’yı bir koruyucu olarak görmelerine neden olmuştur. Siyasi Bir Akım Olarak Panislavizm Slavyonofilizm akımı, Çar I. Nikola zamanında (1825- 1855) gittikçe siyasi bir nitelik kazanarak koyu bir milliyetçiliğe dönüştü ve sonuçta “Panislavizm” denen akım ortaya çıktı. Bu dönemde Panislavizm, artık yüksek sesle ifade edilen ve daha organize bir akımdır. Hareketin lideri ise, Moskova Üniversitesi Tarih Profesörü Pogodin idi ve diğer yazar ve aydınlar da, 1841’de kurulan ve başyazarlığını yine Pogodin’in yaptığı bir dergi (Moskvityanin) etrafında toplanmışlardı. Pogodin’e göre, “Panislavizmin önündeki en büyük engeller Avusturya ve Osmanlı imparatorlukları idi ve bunlar biran önce yıkılmalı ve yerlerine, Rusya’nın öncülüğünde İstanbul merkezli büyük bir Slav imparatorluğu kurulmalıydı”. Bu gurup, Kırım Savaşından sonra 1857’de Moskova’da “Slav Yardım Derneği”ni de kurdu. Dernek, Rusya Dışişleri Bakanlığı’nın kontrolüne verildiği gibi, derneğin koruyucu başkanlığına da Veliaht Aleksandr (III. Aleksandr) getirildi. Böylece, Rusya için kötü sonuçları olan Kırım Savaşı’ndan sonra Panislavizm güçlenmiş ve artık Rus hükümetinin kontrolüne girerek siyasi nitelik kazanmıştı. Öte yandan, hareketin taraftarları da gittikçe çoğalıyordu: 19. yüzyılın ortalarından itibaren Chomyakov, Pogodin, Koşelev, Strahov, Kireyevski, Samarin, İvan ve Konstantin Aksakov biraderler ile Katkov ve Danilevski, Rusya’nın koruyuculuğu altında bir Slav birliğini savunanların başında geliyordu. Bunlardan Slavyanofillerin prototipi olan Kireyevski, hem doğal bilimler, hem de teoloji ile uğraşırken; Chomyakov, Samarin ve Aksakov kardeşler ise felsefi ve edebi alanlarda faaliyet göstermekteydiler. Felsefi ve edebi bir akım olan Slavyanofil görüşü, 19. yüzyılın ikinci yarısında, Rusların yanı sıra özellikle Çek ve güney Slavları (Sırp, Hırvat, Karadağlılar) arasında Osmanlı, Avusturya ve de Alman hegemonyasına karşı önemli bir siyasi akım haline geldi. Öyle ki, Sırp Desanaçiç 1867’de, büyük güven duyduğu Rusya’yı, Doğu Avrupa’daki Ortodoks Slavların kurtarılması ve Doğu Sorununun çözümü konularında göreve çağırıyordu. Gittikçe etkisini arttırmasına rağmen, Panislavizmin önünde ciddi engeller de bulunmaktaydı. Bu hareketin oluşmasında Ortodoksluğun etkisi kuşkusuz çok büyüktür. Ancak, Ortodoks olmayan Slavlar da vardı. Örneğin Polonyalılar, Katolik ve Batı kültürüne yakın olmalarından dolayı, bu birliğin dışında tutulmaya çalışılmıştır. Ayrıca, Avusturya-Macaristan içinde yaşayan geniş Slav topluluğunun büyük bir kısmı da yine Katolik olup, Batı kültürünün tesiri altındaydı. Samarin’in savunduğu “Ruslaştırma” fikrine ağırlık verilmesi ve Rus kültürünün egemen kılınmak istenmesi de, Panislavizmin önündeki ciddi engeller arasındaydı. Ancak bu İgnatiyef: Rus elçisi İgnatiyef, Panislavizmi, tıpkı Fadeyev gibi tamamen siyasal ve askeri çerçevede değerlendiriyordu. Onun, 1876-1880 yıllarındaki faaliyetleri, Osmanlı Devleti’ni büyük bir felaketle yüz yüze bıraktığı kadar, Avrupa için de derin endişe kaynağı oldu. 30 Osmanlı Tarihi (1876-1918) engeller, hareketin yön değiştirerek Rusya merkezli gelişmesinde de etkili olmuştur. Rusya bundan sonra, diğer misyonlarını bir kenara bırakıp, Avusturya ve Osmanlı İmparatorluklarını siyasi ve askeri yönden yok etme hedefine yönelmiştir. 1870’lerde beliren bu akımın öncüleri, General Fadeyev ile İstanbul’da uzun süre sefirlik yapmış olan Kont İgnatiyef idi. Fadeyev’in tasarladığı konfederatif Slav birliğinde, bütün ipler Rus çarının elinde olacaktı. 1870’de yazdığı Doğu Sorunu Hakkında Düşünceler adlı kitabında, “İstanbul’un Yolu Viyana’dan Geçmektedir” sözüyle, Boğazlar ve İstanbul’un ele geçirilebilmesi için Avusturya’nın askeri açıdan safdışı edilmesi gerektiğine dikkat çekti. Dolayısıyla, Avusturya ile birlikte Almanya da, bu hedefin önündeki en büyük engeller arasındaydı. Ancak, 1871’de Alman milli birliğinin kurulması, Panislavizmi de tetiklemişti. Şöyle ki, Alman birliğinin kurulmasından güç alan Avusturya, Balkanlara yani Slavların yaşadığı coğrafyaya sarkacak ve böylece Slav birliği önünde en büyük engel olacağından Panislavizm taraftarları faaliyetlerini daha da arttırmışlardı. Öte yandan, Kırım Savaşı’nın (1853-1856) Rusya açısından doğurduğu yıkıcı etkileri de, bu hareketi teşvik etmiştir. Panislavizm, II. Aleksandr zamanında (1855-1881) büyük teşvik gördüğü gibi Rus istila siyaseti de bu amaç doğrultusunda sürdürüldü. Bu dönemde, Rus Ortodoksluğu ve milliyetçiliği ile Çarlık mutlakiyeti Panislavizmin sacayaklarını oluşturuyordu. Bu akım, yukarıda da ifade edildiği gibi, zamanla tutucu Rusçuluk akımına dönüşerek “mistik ve mutaassıp” bir hâl almıştı. Tarihçi Danilevski ise, yazdığı makaleler ve Avrupa ve Rusya isimli eseriyle Panislavizmi temel ilkeleri olan bir sistem haline getirdi. Danilevski’nin Panislavizmi de, -Fadeyev ve İgnatiyef ’de olduğu gibi- saldırgan ve yayılmacı bir niteliğe sahipti. Danilevski’ye göre, “Greko-Romen kültürü kaybolmuştur, Türkler ve Moğollar ise medeniyet yıkıcı olduklarından, tarihi ve kültürüyle yeni ve zengin bir medeniyeti yaratacak olan tek kavim ise Slavlar idi. Fakat, bunun için de Slavların Rusya liderliğinde birleşmesi ve İstanbul merkezli büyük Rus-Slav Birliği’nin kurulması gerekiyordu. Bu birlik, Çek-Moravya-Slovakya Devleti, Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı, Bulgar Krallığı, Romanya, Macaristan Krallığı ile Yunanistan ve İstanbul Eyaleti’nden meydana gelecekti”. Aynı dönemde, Moskova Üniversitesi’nde Profesör olan Katkov ise, bu hareketin bir bakıma sözcüsü idi. Panislavizmin 19. yüzyılda siyasi bir akıma dönüşmesinde hangi gelişmeler etkili olmuştur? Doksanüç Harbi’nde ve Sonrasında Panislavizm Yukarıda da anlatıldığı üzere, Panislavistlerin başlıca amacı, Rusya’nın liderliğinde bütün Slav ve Ortodoks milletleri bir araya getiren büyük bir devlet kurmaktı. Bunun için de öncelikle Türklerin Avrupa ve Balkanlar’dan atılması ve mümkün olursa İstanbul merkez olmak üzere büyük bir Slav devletinin kurulması gerekiyordu. Bu cümleden olarak, Doksanüç Harbi öncesinde, Panislavist aydın, bürokrat ve askerlerin oluşturdukları bir baskı gurubu, Çar II. Aleksandr’ın bu savaşa sürüklenmesinde etkili olmuştur. Savaş başlamadan önce, Slav Birliği Cemiyetleri tarafından Rusya’da savaş mitingleri de düzenlenmişti. Rusya’nın Panislavizm politikasından en çok etkilenen devletler ise, Avusturya-Macaristan ile Balkan topraklarında çok sayıda Slav ve Ortodoks milleti bünyesinde barındıran Osmanlı Devleti idi. 1856 Paris Antlaşması’ndan itibaren Rusya, bu milletleri Osmanlı Devleti’nden koparmak için sürekli olarak kışkırtmıştır. Nitekim, Abdülaziz döneminde Balkanlar’da önemli ayaklanmalar çıkmıştır. Doksanüç Harbi öncesinde, 1875’te Hersek’teki Ortodoks Hıristiyanların çıkardığı ayaklanma ile 1876’da Bulgaristan’da yine HıTolstoy: 19. yüzyılın ünlü Rus yazarlarından Dostoyevski Panislavizm fikirlerinin koyu savunucularından biri iken, Kırım Savaşı’na bir subay olarak katılan Tolstoy ise bu fikirlerin karşısında durmuştur. 1 2. Ünite - Osmanlı Devleti’nin Zor Yılları: 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı 31 ristiyanların çıkardığı ayaklanma da, aynı siyasetin bir neticesiydi. Rusya böylelikle Kırım Savaşı ve Paris Anlaşması’yla aldığı darbeyi etkisiz kılarak, Osmanlı Devleti’ni Balkanlar’dan atmak ve büyük Slav birliğini kurmak için önemli bir fırsat yakalamıştı. Doksanüç Savaşı sonunda imzalanan Ayestefanos Antlaşması, “Panislavizmin zaferi” olarak kabul edilmektedir. Çünkü, özellikle bu anlaşma ile Osmanlı mirası, Rusya’nın istediği şekilde parçalanmaktaydı. Söz konusu antlaşmada, Osmanlı Devleti’nin egemenliği altında olan Romanya’nın yanı sıra, Sırbistan ve Karadağ gibi Rus nüfuzu altındaki Slav ve Ortodoks memleketler, tam bağımsız olmuşlardı. Bunun yanında, yine büyük çoğunluğu Slav ve Ortodoks olan Bulgaristan da, toprakları Ege Denizi’ne kadar inen bir büyüklüğe sahip olmak suretiyle, Rusya’nın geleneksel “sıcak denizlere inme” hayalinin önü açılmış oluyordu. Böylece, bölge tamamen Rusya’nın nüfuzu ve kontrolü altına girecek ve Büyük Slav İmparatorluğu gerçekleşmiş olacaktı. Ancak, gelişmelerden endişe duyan İngiltere ve Avusturya’nın araya girmesiyle imzalanan Berlin Antlaşması, Rusya’nın Panislavizm emellerinin gerçekleşmesini önemli ölçüde engelledi. Sırbistan, Karadağ ve Romanya’nın bağımsızlığıyla sonuçlanan Doksanüç Savaşı’ndan sonra Panislavcılar, Almanya ve Avusturya-Macaristan’a yaklaşan III. Aleksandr zamanında etkinliklerini kaybettiler. Bu dönemde devrimci akım da, Panislavcılık içindeki etkisini büyük ölçüde yitirdi ve 19. yüzyılın sonlarında Panislavcılık, artık sağ bir muhalefet haline geldi. 20. yüzyıl başlarında ise, yine Rusya’ya bel bağlayan Çek, Polonyalı ve Bulgar milliyetçilerinin savundukları “Yeni Slavcılık” hareketi ortaya çıktı. Bu hareketin mensupları, 1908’de Prag ve 1910’da da Sofya Kongrelerini topladılar. I. Dünya Savaşı ve sonrasında ise, Slav halklar arasında meydana gelen çatışma ve kavgalar sonucu, Panislavcılık etkisini ve taraftarlarını hızla kaybetmeye başladı. 1917’deki Rus devrimi sonrasında kurulan Sovyetler Birliği ise, Rusya’nın geçmişteki koruyuculuk rolünü üstlenmediği gibi, Lenin de Panislavcılığı emperyalist ve gerici bir hareket olarak nitelendiriyordu. Fakat Rusya, II. Dünya Savaşı’nda Almanya’nın şiddetli saldırısına uğrayınca, tekrar Panislavcılığa el attı. Hatta, Haziran 1941’de Rus Komünist Partisi’nin girişimiyle, Moskova’da bir Panislav Komitesi kuruldu. 1940’lı yıllarda Sofya ve Belgrad’da Slav kongreleri de düzenlendi. Ancak, 1948’de Yugoslavya’nın Sovyet blokundan ayrılmasıyla birlikte, Panislavcı propagandaya son verildi. Panislavizm, farklı görünümler altında günümüze kadar zaman zaman etkisini göstermiştir. Panislavizm konusunda şu makaleyi okuyunuz: Akdes Nimet Kurat, “Panislavizm”, DTCF Dergisi, sayı: 2-4 (1953), s. 241-278. 1877-1878 OSMANLI-RUS SAVAŞI VE CEPHELERİ Savaşın Nedenleri, Başlaması ve Osmanlı Devleti’nin Durumu 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı, Rumî 1293 yılında meydana geldiğinden dolayı literatüre “Doksanüç Savaşı” olarak girdi. Savaşın temel sebebi, Rusya’nın, son derece buhranlı bir dönemden geçmekte olan Osmanlı Devleti’ni Balkan topraklarından atmak istemesi şeklinde özetlenebilir. Böylece, Paris Antlaşması’ndan itibaren yoğun olarak uyguladığı Panislavizm politikası için büyük bir mesafe kat edecek, o zamana kadar özerk hale getirdiği Balkanlar’ın Slav ve Ortodoks milletlerini ayaklandırarak kendi liderliğindeki büyük Slav birliğini sağlayabilecekti. Bu, 32 Osmanlı Tarihi (1876-1918) Osmanlı Devleti’nin tasfiyesi anlamına gelen “Şark Meselesi”nin de Rusya lehinde çözümü demekti. Öte yandan, Fransa’nın 1870 savaşında Almanya’ya yenilmesi de, Rusya’nın lehine gelişen dengeleri bir fırsat olarak kullanması için uygun zemin hazırladı. Kırım Savaşı ve Paris Antlaşmasıyla elleri ve kolları bağlanan Rusya, böylelikle sınırlandırılmış durumundan kurtulacak ve Panislavizm emellerine ulaşabilecekti. Bu noktada, 1871’de Karadeniz’in tarafsızlığının kaldırılarak Rus donanmasının burada bulunmasına izin verilmesi, Rusya’nın önündeki önemli bir engeli ortadan kaldırmıştı. Artık Rusya, Osmanlı Devleti’ne karşı daha aktif ve saldırgan bir politika izlemeye başlamıştır. Bu sırada, Osmanlı Devleti içte de son derece ciddi bir kaostan geçiyordu. 1875’teki mâli iflas, Avrupa devletleri ve kamuoyunu çoktan Osmanlı Devleti aleyhine çevirdiği gibi; 1876’da Abdülaziz’in bir darbeyle tahttan indirilmesi ve yerine V. Murad’ın ve daha sonra da II. Abdülhamid’in geçirilmesi ve bu arada Çerkez Hasan Vak’asıyla Serasker Hüseyin Avni Paşa’nın öldürülmesi gibi hadiseler, Rusya için tam da uygun bir ortam hazırlamıştı. Panislavizm kışkırtmalarıyla 1875’te Hersek’te ve 1876’da da Bulgaristan’da çıkan ayaklanmalar ile sonrasında Sırbistan ve Karadağ’la yapılan savaşlar da, Rusya için bulunmaz bir fırsatı yaratmıştı. Rusya’nın bu gelişmelerdeki öncelikli hedefi, Osmanlı Devleti’ni diplomatik açıdan yalnız bırakmaktı. Nitekim, Bulgar isyanında on binlerce Hıristiyanın katledildiğine dair Rus propagandası başarılı olmuş ve 1875 mâli iflasıyla birlikte zaten kızgın olan Avrupa kamuoyu, dini duyguların da etkisiyle tamamen Osmanlı Devleti aleyhine döndürülmüştü. Ancak beklenmedik bir gelişme olarak, Sırbistan ve Karadağ savaşta Osmanlı Devleti karşısında yenilgiye uğramıştı. Balkanlar’daki Slav milletlerin koruyucusu rolündeki Rusya’nın bu gelişmeler üzerine devreye girmesi ve akabinde Avrupalı büyük devletlerin duruma müdahale etmesi, konunun diplomatik alanda çözümünü gündeme getirmiştir. Rusya’nın ültimatomuyla, Osmanlı Devleti savaşta mağlup ettiği Sırbistan ile ateşkes anlaşması yapmaya razı olmuştu. Buna rağmen Rusya, Bulgaristan’da meydana gelen hadiseleri bahane ederek müdahale edilmesi gerektiğini Avrupalı devletlere bildirdi. Avrupalı devletlerin girişimiyle 22 Aralık 1876’da İstanbul’da Tersane Konferansı toplandı. Ancak konferansta alınan kararlar, kendi yararına ve hükümranlık haklarına uygun olmadığından Osmanlı Devleti tarafından kabul edilmedi. Konferansın toplandığı bir sırada, 23 Aralık 1876’da, Kanun-ı Esasi’nin ilan edilmesi ise, bu devletler nazarında hiçbir olumlu etki yaratmamıştı. Tersane Konferansı ve daha sonraki Londra Protokolü gibi çabalar da, büyük devletlerin Osmanlı Devleti’nin içişlerine daha fazla karışmasından öte bir işe yaramamıştır. Mevcut durum, artık bütün şartların, Rusya’nın Osmanlı Devleti’ne savaş ilan etmesi için uygun bir hale geldiğini göstermekteydi. Rusya, Tersane Konferansı’ndan sonra da Karadağ ve Bosna-Hersek’teki kışkırtmalarına devam etmiştir. Gelişmeler üzerine, Avrupalı büyük devletler, 31 Mart 1877’de Londra’da bir protokol imzaladılar. Londra Protokolü’ne göre, Balkan eyaletlerindeki Hıristiyan halklar için Osmanlı Devleti geniş reformlar yapacak, buna karşılık Osmanlı Devleti’nin Balkan sınırları garanti altına alınacaktı. Osmanlı Devleti bu teklifleri, hükümranlık haklarına aykırı bulduğu için reddetti. Bu sırada Rusya, Osmanlı Devleti’ne bağlı Karadağ Prensliği için de bazı taleplerde bulundu. Osmanlı hükümeti, Londra Protokolü’nden sonra bu talepleri de aynı gerekçeyle reddetti. Bunun üzerine Rusya, 23 Nisan 1877’de Hariciye Nezaretine bir nota vererek Osmanlı Devleti’yle diplomatik münasebetleri kestiğini bildir- 2. Ünite - Osmanlı Devleti’nin Zor Yılları: 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı 33 di. Aynı tarihte Başbakan Gorçakof, Petersburg’daki Osmanlı elçiliğine savaş ilanını bildirdi. Böylece tarihe “Doksanüç Harbi” olarak geçen 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı başlamış oldu. Bu sırada padişah, 31 Ağustos 1876’da V. Murad’ın yerine tahta geçirilmiş olan II. Abdülhamid idi. Ancak, yukarıda da anlatıldığı gibi, padişah tahta geçmeden önce savaşın bütün şartları oluşmuş vaziyetteydi. Dolayısıyla, Osmanlı Devleti açısından felaketle sonuçlanan Doksanüç Savaşı’nın meydana gelmesinde padişahın doğrudan bir sorumluluğu bulunmamaktadır. Rusya, Osmanlı Devleti’ne yapılan tekliflerin reddedilmesi ve Balkanlar’da gerekli reformların yapılmaması üzerine Osmanlı Devleti’ne savaş ilan ettiğini bir muhtırayla Avrupa devletlerine de bildirmişti. Bunun üzerine İngiltere, Osmanlı coğrafyasındaki menfaatlerini ve mevcut statükoyu hatırlatarak, bunlara dokunulmadığı sürece tarafsız kalacağını bildirdi. Avusturya-Macaristan da, Balkanlar’daki çıkarlarını hatırlatarak bîtaraf kalacağını bildirmek suretiyle, İngiltere’yle aynı yolu izledi. Savaş başladıktan sonra, geleneksel müttefikleri Romanya, Sırbistan ve Karadağ da Rusya’nın yanında savaşa katıldılar. Osmanlı Devleti, 17 Mayıs 1877’de cihat ilanı hakkında bir fetva yayınlamıştı. Cihat ilanıyla birlikte dünya Müslümanlarından da Rusya’ya karşı yardım istendi. Ancak, bu konuda bir gelişme olmadı. Savaşta, imtiyazlı statüyle Osmanlı Devleti’ne bağlı olan Mısır ve Tunus eyaletlerinden de yardım talep edilidi. Mâli sıkıntı içinde bulunan Mısır’dan ancak bir tümenlik bir kuvvet ve bazı gemiler gönderilirken Tunus ise çok az sayıda asker ve at gönderebildi. Öte yandan, savaş başladıktan sonra, Rusya’yı kendi içinden sıkıştırmak maksadıyla Dağıstanlılar ve Çerkezleri ayaklandırmak için bazı teşebbüslerde bulunuldu. Yine savaşın başlamasıyla, İngiltere’den alınan borç ile bu ülkeden savaş malzemesi getirildi. Aynı şekilde ülke içinden toplanması tasavvur edile ordu da tam olarak toplanamadı. Esasında II. Abdülhamid mevcut şartları dikkate alarak savaşa karşı gelmekteydi, fakat daha önce de söylendiği gibi, tahta geçtiğinde nerede ise savaşın bütün şartları olgunlaşmıştı. Diğer taraftan, kamuoyunda saygınlığı olan Midhat Paşa ve arkadaşlarının savaş çığırtkanlıklarıda savaşa girmeyi kaçınılmaz kıldı. Bu şartlar altında başlayan savaş, diğer Osmanlı-Rus savaşları gibi Balkan (Tuna) ve Doğu Anadolu (Kafkas) olmak üzere iki cephede meydana geldi. Doksanüç Harbi’nin sebepleri için şu makaleyi okuyunuz: Yuluğ Tekin Kurat “1877- 1878 Osmanlı Rus Harbinin Sebepleri” TTK Belleten, sayı 103 (Temmuz 1962), s. 567-592. BALKAN (TUNA) CEPHESİ Doksanüç Savaşı’nda en şiddetli ve uzun süreli savaşlar, Rusların coğrafi ve stratejik açılardan son derece avantajlı bir durumda olduğu Balkanlar’da meydana geldi. Bu bölgede, Rusların doğal müttefikleri olan Ortodoks ve Slavlar, nüfusun büyük bir kısmını meydana getiriyor ve “kurtarıcı” gözüyle baktıkları Ruslara insan ve lojistik bakımlardan destek oluyordu. Savaş başladığında, Serdârıekrem Abdülkerim Nadir Paşa komutasındaki Doğu Tuna ordusunun karargâhı, Bulgaristan Şumnu’da bulunuyordu. Bunun yanında, Rusçuk, Ziştovi, Vidin, Silistre ve Totrakan da bu ordunun savunduğu yerler arasındaydı. Hareket halindeki bu ordunun muharip asker sayısı ise, 180 bin civarındaydı. Bunun dışında, Tuna’nın güneyinde de sabit askeri birlikler mevcuttu. Osmanlı savaş planına göre, Tuna nehrinin sol yanı ilk savunma hattını, Balkan Dağları da ikinci savunma hattını meydana getiriyordu. Şirvanizade Ahmet Hulûsi Efendi: Doksanüç Savaşı başladığında, elçi sıfatıyla, o dönemde Rusya’nın nüfuzu altında bulunan Afganistan’a gönderildi. Ancak, Afganistan ve Hindistan’dan beklenen yardımlardan herhangi bir sonuç çıkmadı. 34 Osmanlı Tarihi (1876-1918) Rus Çarı’nın kardeşi Grandük Nikola komutasında Romanya sınırında bulunan Rus ordularının mevcudu ise 160 bin civarındaydı. Osmanlı Devleti’ne bağlı bir prenslik olan Romanya, başlangıçta savaş karşısında tarafsızlığını ilan etmişti. Ancak daha sonra, Rusya’nın desteğiyle bağımsız olmak isteyen Romanya ile 16 Nisan 1877’de, sınırlarından asker geçirme konusunda anlaşmıştı. Romanya’nın sınırlarını açmasıyla da, Rus orduları sel halinde güneye inmeyi başardılar. 22 Mayıs’ta ise Romanya Prensliği, Rusların yanında Osmanlı Devleti’ne savaş ilan etti. Rusların askeri harekâtı, Bükreş ve Dobruca istikametlerinde iki koldan olmak üzere Tuna nehrini Rusçuk-Niğbolu arasından geçmek şeklinde gelişti. Yıldırım harekâtıyla ilerleyen Ruslar, 27 Haziran’da Ziştovi’yi, 1 Temmuz’da Tırnova’yı ve bu arada Niğbolu’yu zaptettiler. Rus ilerleyişi karşısında Osmanlı birlikleri geri çekilmeye başladı. Nitekim, bölgenin en mühim stratejik geçitlerinden olan Şıpka, ardı arkası kesilmeyen Rus saldırıları karşısında, 19 Temmuz 1877’de tahliye edilince Rusların eline geçti. Bununla birlikte, Şıpka’da Rus saldırılarına karşı büyük bir direnç gösterilmiş ve sonunda mecburi olarak gizlice boşaltılmıştı. Başarısızlıkla sonuçlanan bu gelişmeler, İstanbul’da büyük bir heyecan ve korku yarattı. Hattâ, Osmanlı başkentinin güvenlik gerekçesiyle Bursa’ya taşınacağına ilişkin şâyiâlar bile dolaşmaktaydı. Peş peşe gelen yenilgi haberleri üzerine, bazı askeri tedbirler alınmaya başlandı. Bunlardan biri, savaşın İstanbul’da teşkil edilen bir askeri komisyon tarafından yürütülmesi kararıydı. Zira, savunma plan ve savaşlarının, muharebe tekniğine göre yapılmadığı düşünülüyordu. Ayrıca, birlikler arasında bir koordinasyonsuzluk ve başıbozukluk söz konusuydu. Öte taraftan, başarısızlıkları görülen Serdarıekrem Abdülkerim Nadir Paşa ve Serasker Redif Paşalar azledilerek divanıharbe verildiler. Abdülkerim Nadir Paşa’nın yerine, Tuna ordusu komutanlığına Mehmet Ali Paşa getirildi. Alınan bu tedbirler, az da olsa etkisini göstermeye başladı. Mehmet Ali Paşa, o sırada Rusçuk’a yönelen Grandük Nikola’yı yenmesine rağmen, General Gurko da 22 Temmuz’da Eski Zağra’yı ele geçirdi. Ancak Gurko, bu sırada Karadağ tarafından gelen Süleyman Paşa tarafından mağlup edildi. Bu gelişme sonrasında, Rusların eline geçmiş olan Balkan Dağları’nın güneyindeki yerler de geri alındı. Süleyman Paşa, daha sonra Şıpka geçidine yöneldi. Amacı, stratejik önemi olan bu geçidi Ruslar’dan geri almaktı. 21 Ağustos’ta başlattığı saldırılara ve şiddetli çatışmalara rağmen geçit bir türlü geri alınamadı. Buna rağmen, Süleyman Paşa’nın gösterdiği bu başarılar, Osmanlı ordusu için moral kaynağı olmuş ve tarihe “Şıpka kahramanı” olarak geçmesini sağlamıştır. Plevne Savunması ve Gazi Osman Paşa Şıpka’nın düşmesi üzerine, Tuna Cephesi batı kumandanı olan ve Vidin’de bulunan (Gazi) Osman Paşa, 12-14 bin askerden oluşan kolordusuyla 19 Temmuz’da stratejik öneme sahip Plevne (Pleven)’ye geldi. Bir gün sonra da, 13 bin kişilik bir Rus tümeninin saldırısını başarıyla püskürttü (Birinci Plevne Savaşı). Bu sırada Müşir Mehmet Paşa Tuna orduları komutanlığına, Müşir Süleyman Paşa da Plevne ve civarındaki birliklerin komutanlığına getirilmişti. Üç başlılık doğuran bu durum, kuşkusuz ciddi mahzurlar doğurmaktaydı. 30-31 Temmuz günlerinde İkinci Plevne savaşı yaşandı. Bu savaşta Türk tarafı 19-20 bin askere sahip iken, Rus tarafının ise 25 bine yakın askeri ve 140 topu bulunuyordu. Bu savaşta da Rus ordusu büyük bir hezimete uğrayarak geri çekilmek zorunda kaldı. Süleyman Hüsnü Paşa (1838-1892): Abdülaziz’in tahttan indirilmesinde rolü olan Süleyman Paşa, başarılı bir komutan olmanın yanında askeri mekteplerde ilk kez Türk tarihinin bir bütün olarak öğretilmesini sağladı. Yazdığı Tarih-i Âlem adlı eserde, ilk kez olarak İslam’dan önceki Türk tarihine geniş yer verdi. Savaştan sonra, II. Abdülhamid tarafından rütbesi alınarak Bağdat’a sürüldü. 2. Ünite - Osmanlı Devleti’nin Zor Yılları: 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı 35 Üçüncü Plevne savaşı ise, 7-12 Eylül tarihlerinde gerçekleşti. Rus ve Rumen kuvvetlerinin toplamı, piyade ve süvari olmak üzere 116 bini bulmaktaydı. Ayrıca, 485 topları mevcuttu. Buna karşın Osmanlı ordusu, ancak 40 bin asker ve 80 top’a sahipti. Güç dengesindeki büyük fark dikkate şâyândır. Buna rağmen, Üçüncü Plevne savaşı da Rusların yenilgisiyle sonuçlandı. Zaferlerin kazanılmasında, Osman Paşa’nın üstün komuta yeteneği etkili olmuştu. Bununla birlikte Plevne, iki aya yayılan her üç savaş boyunca da dışarıdan gelen yardımları ciddi bir engelle karşılaşmadan alabilmiş; Ferik Ahmet Hıfzı Paşa ve Ferik Şevket Paşa komutasındaki takviye birlikler Plevne’ye ulaşabilmişti. Bu arada, Plevne’de verilen kahramanca mücadele, Osmanlı başkentinde de sevinçle karşılanmış ve Ferik Şevket Paşa, padişahın Osman Paşa’ya “gazilik” unvanı veren telgrafını da getirmişti. Aynı dönemde, doğu cephesi kumandanı Ahmet Muhtar Paşa’ya da “gazi” unvanı verildi. Plevne savaşlarında başarısız olan Ruslar, taktik değiştirerek saldırı yapmaktan vazgeçmiş ve Plevne’yi tam bir muhasara altına almaya karar vermiştir. Rusların bu ısrarının sebebi, Plevne’yi almadan güneye inmeyi tehlikeli bulmalarıydı. Bu sırada Çar II. Aleksandr da Plevne’ye gelmişti. Bu son ve asıl kuşatma, Osman Paşa’nın huruç hareketine kadar toplam 47 gün sürdü. Ancak, Ruslara karşı yapılan Plevne müdafaasının bütünü ise, tam 4 ay 24 gün sürmüştür. Plevne, açık bir arazide ve etrafı tepelerle çevrili olduğundan, savunma açısından uygun bir yer değildi. Bulgaristan’ın önemli şehirlerinden gelen yollar burada birleşmekteydi. Bu yüzden de Rusların güneye, Boğazlara ve Edirne’ye doğru ilerleyebilmeleri ancak Plevne’nin zaptıyla mümkün olabilirdi. Şehrin stratejik önemi buradan kaynaklanmaktaydı. Çar II. Aleksandr, bu aşamada, Romanya’dan da yardım istedi. Nitekim, kuşatmayı yapan Rus ordusunun mevcudu, yeni getirilen birliklerle 125 bine çıkarıldı. Bu sayı, Osmanlı ordusunun yaklaşık üç misliydi. Rus ve Rumen birlikleri, 1877 yılı Eylülünden itibaren kuşatmayı iyice sıkılaştırdı. Muhasara, 24-29 Ekim tarihlerinde tamamlandı. Grandük Nikola, 31 Ekim 1877’de Gazi Osman Paşa’ya gönderdiği mektupla teslim olunmasını istediyse de bu teklif reddedildi. Bundan sonra Ruslar Plevne’ye saldırmaya başladılarsa da, yapılan taarruzlar bir işe yaramıyordu. Fakat, bölgeyi savunan Osman Paşa’ya destek olabilecek hiçbir yardım da artık gelmiyordu. Zira, kuşatma başladığında Ruslar, Plevne’yi Sofya’ya bağlayan ikmal yollarını tamamen kesmişlerdi. Nitekim, yardım için yola çıkan Mehmet Ali Paşa kuvvetleri, General Gurko komutasındaki Rus kuvvetlerine yenilerek geri çekilmek zorunda kaldı. Beklenen askeri ve lojistik destek bir türlü gelmiyordu. II. Abdülhamid’in savaşı saraydan yönetme politikası, devlet adamları ve özellikle Gazi Osman Paşa’ya karşı komutanlar arasında kendisini gösteren kıskançlık ve koordinasyonsuzluklar da yardımı engelleyen diğer hususlardı. Öte yandan, Plevne ordusunda milis gücü olarak bulunan Çerkez askerleri de çoğunlukla firar ettiğinden bu durum askerlerin moralini ciddi ölçüde bozmaktaydı. Bir buçuk aylık tam kuşatmada çemberin iyice daraltılmasıyla, Kasım ayından itibaren yiyecek sıkıntısı tesirini göstermeye başladı. Bir ekmek ve et parçasından oluşan askerin günlük tayını, gitgide azaldı. Açlıktan ölen atların eti bile yeniyordu. Temel tüketim maddelerinin dışında tütün, kahve ve şeker bulmak ise hemen hemen imkânsızdı. Ortaya çıkan kıtlık ile birlikte, fiyat artışı ve karaborsacılık görülmeye başlandı. Bu durumda para bile işe yaramıyordu. Her şeyin ötesinde yiyecek sıkıntısı, savaşma gücünü önemli oranda azaltmakta, ilaç ve tıbbi malzeme yokluğu günden güne artmaktaydı. Kuşkusuz, şiddetli kış şartları ve salgın hastalıklar da, en az diğerleri kadar etkili oluyordu. 36 Osmanlı Tarihi (1876-1918) Ruslar, bir yandan da Doğu Anadolu ordusu kumandanı Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın teslim olduğu ve Kars’ın düştüğü yönünde propagandalar yapmaktaydı. Osman Paşa ve kurmay heyeti ise, Rusların amansız ablukasından kurtulma çarelerini arıyordu. Bu sırada, padişahtan Plevne’den çekilme izni istediyse de başta tasvip görmedi, ancak daha sonra 14 Kasım 1877’de çekilmeye izin verildi. Fakat bu kez de çok geç kalınmış, şehirde sadece 15 günlük yiyecek kalmıştı. Daha fazla zayiatın verilmemesi düşüncesi, Osman Paşa’nın elini kolunu bağlıyordu. 1877 yılı Aralık ayı başında kurmay heyetiyle yapılan istişareden sonra, Rus çemberini yaracak bir huruç harekâtının yapılmasına karar verildi. Bunun için de askere birkaç günlük peksimet dağıtıldı. Birliklerini iki kısma ayıran Osman Paşa, iki kademeli bir planı uygulayacaktı. Buna göre, çıkış yapan ilk gurup, Rus mevzilerini zapt edene kadar arkadaki ikinci gurup da bu harekâtı destekleyecek ve sonunda topyekün saldırıyla Rus çemberi aşılacaktı. Cesaretiyle temâyüz etmiş olan Osman Paşa, ilk çıkışı yapacak olan gurubun başına geçmişti. 10 Aralık 1877’de yapılan şiddetli huruç harekâtıyla ilk kademe Rus mevzileri ele geçirilmişse de diğer Rus birliklerinin müdahalesiyle ikinci gurubun siperlerinden çıkması önlenmişti. Bunun üzerine askerler Plevne’ye doğru geri çekildi. Bu sırada, yoğun ateş altında geri çekilmekte olan Osman Paşa, atının vurulup kendisinin de bacağından yaralanmasıyla esir düştü. Diğer askerler de aynı şekilde teslim oldu. Muharebe meydanında ise, 2-3 bin civarında şehit ve yaralı vardı. Harekât sonunda, 35 bin kadar Türk askeri Ruslara esir düştü. Ancak bunların 10 bine yakını, yolculuk esnasında açlık, soğuk ve hastalıktan öldü. Geri kalan 25 bin civarındaki asker ise Tuna’nın kuzeyine geçirildi. Bunların da ancak 12 bin kadarı, barış antlaşmasının imzalanmasından sonra vatanlarına geri dönebildi. Rus başkomutan Nikola, Gazi Osman Paşa’yı, destan diye nitelediği Plevne savunmasında gösterdiği büyük kahramanlıktan dolayı tebrik etti. Bükreş üzerinden Harkof ’a gönderilen Osman Paşa’ya burada ikametgâh tahsis edildi. Çar II. Alksandr da “bir Rus mareşali gibi kabul edileceğini” söyleyerek Osman Paşa’ya hürmet gösterdi. Çar, ayrıca kendisini takdir etmiş ve kılıcını Rusya’da taşımasına izin vermiştir. Bu arada, II. Abdülhamid de, Gazi Osman Paşa’nın İstanbul’a dönmesi için Rus çarı nezdinde girişimlerde bulundu. Nitekim, 3 Mart 1878’de imzalanan Ayestefanos Antlaşması’yla da serbest kaldı ve İstanbul’a döndü. Destan niteliğindeki Plevne müdafaası, her ne kadar Doksanüç harbinin sonucunu değiştirememiş ve savaş bir yenilgiyle sonuçlanmış olsa da, Türk tarihinde görülmüş en başarılı savunmalardan biridir. Nitelik bakımından çok üstün durumdaki düşmana karşı, Gazi Osman Paşa ve az sayıdaki Osmanlı askeri burada büyük fedakârlıklar ve kahramanlıklar gösterdi. Böylece, genel hatlarıyla bozgun halinde gelişen Osmanlı-Rus savaşı içinde Plevne cephesi istisnai bir yere sahip olmuştur. Başarılı bir savunma yapılmasına rağmen Rusların Plevne’yi ele geçirmesinin nedenleri nelerdir? Plevne Savaşı’nda Osmanlı Ordusu’nda görev yapan genç bir İngiliz subayının Plevne savunması konusunda önemli bir kaynak olan gözlem ve anıları için bkz. Yüzbaşı Von Herbert, Plevne Meydan Muharebesi (Bir İngiliz Subayının Anıları), çeviren: Nurettin Artam, İstanbul 2004. 2 2. Ünite - Osmanlı Devleti’nin Zor Yılları: 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı 37 Edirne Mütarekesi (31 Ocak 1878) Osmanlı Devleti, Osman Paşa’nın yerine Süleyman Paşa’yı Tuna Ordusu kumandanlığına atamıştı, ancak Plevne’nin düşmesi savaşın gidişatı açısından bir dönüm noktasıydı. Zira, Rus ordusunun Edirne’ye doğru ilerleyişi önündeki aşılması gereken en ciddi engel ortadan kalkmıştı. Ruslar, bundan sonra önemli bir engelle karşılaşmadan ve süratli bir şekilde ilerlemeye başladı. Öte yandan, Plevne’nin düşmesinden sonra Sırbistan da Osmanlı Devleti’ne savaş açtı. Hatta Sırplar, Niş’i ele geçirdikten sonra Vranya’da Osmanlı birliklerini yenmiş ve 4 Ocak 1878’de Sofya’ya giren Ruslarla irtibat kurmuşlardı. Rusların bir diğer doğal müttefiki Karadağlılar ise, Nikiçiç ve Antivari’yi alarak Adriyatik kıyılarına kadar ulaşmışlardı. Yukarıdaki gelişmelerden sonra Ruslar, kuvvetli bir müstahkem mevki olan Edirne’ye doğru yıldırım harekâtıyla ilerlemeye başladı. Buna, Vali Eyüp Paşa’nın da dirayetsiz bir şekilde şehirden çekilmesi eklenince Edirne, 20 Ocak 1878’de Rusların eline geçti. Şehre doğru ilerleyen Grandük Nikola “Hiçbir şeyin önünde durmamak üzere, İstanbul’a yürüme emrini aldım ve yürüyeceğim” sözünden sonra Edirne’ye geldiğinde de, “Tanrı’nın izniyle Rus armasını Çarigrad (İstanbul) duvarlarına yapıştıracağım” demiştir. Bu husus, Rus emelleri ve Panislavizm açısından, İstanbul’un ele geçirilmesinin ne denli önemli görüldüğünü açıkça ortaya koymaktadır. Büyük bir felaketle karşı karşıya kalan Osmanlı Devleti ise, savaşın başından beri tarafsız olan Avrupalı devletlerden mütareke için aracılık istediyse de bu talep bir karşılık görmedi. Fakat, artık İstanbul da tehlikedeydi ve Ruslar, İstanbul’un yanı başına, Çatalca’ya kadar gelmişlerdi. Neticede II. Abdülhamid, 22 Ocak 1878’de bizzat Rus Çarına ateşkes teklif etti. Ancak, Rusların ateşkes için ileri sürdüğü şartlar oldukça ağırdı. Rus Çarı II. Aleksandr, II. Abdülhamid’in yaptığı ateşkes teklifini kabul edince, iki taraf arasında savaşı sona erdiren Edirne Mütarekesi imzalandı. Ateşkes görüşmelerinde Osmanlı Devleti’ni Server ve Nâmık paşalar temsil ederken, Rusya’yı ise Resim 2.1 Gazı Osman Paşa (1833-1900) Kaynak: Yaşamları ve Yapıtlarıyla Osmanlılar Ansiklopedisi II, İstanbul 2008. Gazi Osman Paşa: Tokat doğumludur. İstanbul Kereste gümrüğünde memur Mehmet Efendi ve ev hanımı Şakire hanım’ın oğludur. Asıl adı Osman Nuri’dir. Askeri okullarda okuduktan sonra muhtelif yerlerde görev yaptı. Ancak Osmanlı-Rus Savaşı’ndaki başarılı savunması onun tanınmasına vesile oldu. Savaş içinde Gazilik unvanı verilen Osman Paşa, esaretten sonra İstanbul’a dönüşünde büyük coşkuyla karşılandığı gibi padişahtan da büyük saygı gördü. II. Abdülhamid, kendisiyle birlikte seyahat etmek suretiyle, O’na olan teveccühünü açıkça gösterdi. 1900 yılında ölümüne kadar Hassa müşirliği, Mabeyn müşavirliği ve Seraskerlik gibi üst düzey görevlere atandı. 38 Osmanlı Tarihi (1876-1918) Çarın kardeşi ve Rus orduları başkomutanı Grandük Nikola temsil ediyordu. Müzakerelere ilk olarak Kızanlık’ta başlanmış, ancak Edirne’nin Ruslara teslim olması üzerine burada devam edilmiştir. Edirne Ateşkes antlaşması, 31 Ocak 1878 tarihinde imzalandı. Buna göre; 1. Sırbistan, Karadağ ve Romanya’nın bağımsızlıkları tanınacaktı. 2. İstanbul Konferansında tespit edilen genişlikte olmak üzere özerk bir Bulgaristan Prensliği kurulacaktı. Bu prenslik, Bâbıâli’ye vergi vermekle birlikte kendi milis teşkilâtına sahip olacaktı. 3. Rus kuşatmasına karşı direnen Erzurum Ruslara teslim edilecekti. 4. Osmanlı Devleti Rusya’ya savaş tazminatı ödeyecek ve ayrıca Boğazlar konusunda Ruslara bazı imtiyazlar verecekti. 5. Bosna-Hersek’e özerklik verilecek ve ayrıca Rumeli’de Hıristiyan halkın bulunduğu vilâyetlerde ıslahat yapılacaktı. Edirne mütarekesi imzalandığı sıralarda, İstanbul’da endişe ve korku hüküm sürdüğü gibi, yiyecek sıkıntısı çekilmekte, böylece halkın hoşnutsuzluğu artmaktaydı. Aynı sıralarda, Osmanlı Mebusan Meclisi’nde bozgunun sebeplerine ilişkin şiddetli tartışmalar da yaşanıyordu. Hattâ, Rus ordularının İstanbul’u işgali halinde, başkentin Gelibolu, Anadolu veya Mısır’a nakli gibi konuların gündeme gelmesi, başkentin içinde bulunduğu endişe ve korkuyu gözler önüne sermektedir. Bunun üzerine, yapılacak şeyleri tespit etmek amacıyla, padişahın başkanlığında olmak üzere Yıldız Sarayı’nda fevkalâde bir meclis toplanmış, ancak herhangi bir karar alınamamıştı. Mecliste uzun süren tartışmalardan bir netice çıkmadığı gibi, bazı mebuslar ise, Meclis-i Mebusan’ın hiç dikkate alınmadığını söylemekte ve yenilgideki baş suçlunun padişah olduğunda ısrar etmekteydiler. II. Abdülhamid bütün bunlara kızarak meclisi terk etti. Böyle bir atmosfer içerisinde, durumun daha da kötüleşmesinden endişe duyan padişah, anayasanın kendisine verdiği yetkiye dayanarak, 13 Şubat 1878’de Meclis-i Mebusan’ı feshetti. Böylece, I. Meşrutiyet dönemi sona ermiş, II. Abdülhamid’in mutlak yönetimi de başlamış oldu. İngiliz Donanması İstanbul’da Ruslara Osmanlı Devleti üzerinde büyük bir hâkimiyet kazandıran Edirne mütarekesinin imzalanması, başta İngiltere ve Avusturya olmak üzere bazı Avrupa devletlerini derin bir endişeye sevk etti. Çünkü, mütarekeyle Ruslar İstanbul’un yanı başındaki Çatalca’ya kadar gelmekteydi. Böylece Ruslar, İstanbul’a ve Boğazlara egemen olacak bir pozisyona ulaşmıştı. Özellikle İngiltere’nin baştan beri dikkat ettiği husus da zaten buydu. İngilizlerin geleneksel menfaatlerinin bundan göreceği zararlar düşünüldüğünde, İngiltere’nin müdahalesi kaçınılmaz hâle geliyordu. Nitekim, kendi vatandaşlarını korumak gerekçesiyle İstanbul’a bir donanma göndermeye karar verdi. Dönemin Sadrazamı Ahmet Vefik Paşa, bu gelişmenin Rus birliklerinin de İstanbul’u işgal etmek için bir bahane oluşturacağını İngiliz sefirine bildirdi. Ancak İngiltere ısrarlıydı ve zorla da olsa bunu yapacağını açıklamıştı. Bunun üzerine Rusya da şehre bir birlik göndereceğini bildirdi. Hattâ Grandük Nikola, Çar’dan şehre girmek ve Ayasofya’ya ulaşmak için izin istediyse de bu izni alamadı. İngiliz donamasının gelişiyle ortaya çıkan bu önemli kriz sonunda çözüldü. Buna göre, İngiliz donaması İstanbul Boğazı’nda değil de Mudanya önlerinde demirledi. Ruslar ise, Çekmece’de 12 bin kişilik bir kuvvet ve ayrıca Ayestefanos’ta da memur ve subay bulunduracaktı. 2. Ünite - Osmanlı Devleti’nin Zor Yılları: 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı 39 Edirne Mütarekesi’nin imzalanması ve donanma krizinin de aşılmasından sonra, Ruslar’la yapılacak esas barış antlaşması için görüşmelere başlandı. Bu sırada Ruslar karargâhlarını Yeşilköy’e (Ayastefanos) naklettiklerinden barış görüşmelerine burada devam edildi. Nihayet, 3 Mart 1878’de Rusya ile Ayastefanos Barış Antlaşması imzalandı ki, bu konuya ileride bir diğer ünitede ayrıca değineceğiz. DOĞU ANADOLU CEPHESİ Genel Durum ve Doğu Beyazıt’ın Ruslar Tarafından İşgali Ruslar’ın Doksanüç Harbi’nde taarruza geçtikleri yerlerden biri de Doğu Anadolu cephesiydi. Rus saldırısına karşı bu cepheyi, seyyar nitelikteki 4. Osmanlı Ordusu savunmakta ve Ahmet Muhtar Paşa’nın komutasında bulunmaktaydı. Ordunun mevcudu ise, sadece 55 bin askerden oluşuyordu. Bu kuvvetin önemli bir kısmı Kars’ta bulunurken, geri kalan kısmı da Ardahan, Eleşkirt, Van ve Doğu Beyazıt’tan oluşan geniş bir sahada yer alıyordu. Ahmet Muhtar Paşa’nın genel savaş planı, savunma ve daha sonra da düşmanı içe çekerek imha etmek üzerine kuruluydu. Buna göre ordusunu, Ardahan ve Doğu Bayazıt arasında mevzilendirmişti. Bölgeyi savunmak için de birliklerini orta, sağ ve sol kanat (Gümrü-Kars-Erzurum, Erivan-Iğdır-Doğubeyazıt-Eleşkirt ve Ardahan-Oltu) şeklinde tertip etmişti. Muhtar Paşa, esas kuvvetleriyle de orta bölgeyi savunacaktı. Bölgeye taarruz eden Melikof komutasındaki Rus Kafkas Ordusu ise, 120 bin kişilik asker mevcuduyla Osmanlı kuvvetlerinin yaklaşık iki misliydi. Üç koldan saldırıya geçen Rus birlikleri, 24 Nisan 1877’de Arpaçay’dan sınırı aşarak ileri harekâta başladı. Sınır hattında bulunan Doğu Beyazıt ve Van, kifayetsiz bir komutan olduğu anlaşılan Faik Paşa tarafından savunulmaktaydı. İleri harekâtı esnasında, Huossof komutasındaki Rus birliği, Doğu Beyazıt’a yönelmiş ve âni bir baskınla burayı 30 Nisan’da ele geçirmişti. 4 Haziran’da ise Oltu zaptedilmiş, ardından da Ruslar Bardız-Soğanlı Dağı hattına ulaşmıştı. Görüldüğü üzere Ruslar, hızlı bir manevrayla Doğu Anadolu’nun kilit şehirleri olan Kars ve Erzurum’a doğru ilerlemeye çalışıyordu. Yukarıda belirtildiği üzere önlerinde, onlar durdurabilecek çok ciddi bir engel de bulunmuyordu. Rusların Ardahan’ı Ele Geçirmesi İstanbul’dan tayin edilip yönlendirilen Osmanlı savaş planı, Doğu Anadolu’daki şehirlerin ne pahasına olursa olsun savunulması ve Ruslara toprak kaptırılmaması şeklindeydi. Oysa, bu sürekli savunma hâli, Rusların işini kolaylaştırıyordu. Öte yandan, Ardahan’da 10 bin civarında asker bulunmasına rağmen, çok azı eğitimliydi. Buradaki komutan Hüseyin Paşa ise, Abdülaziz’in tahttan indirilmesinde rolü olduğu gerekçesi ile II. Abdülhamid tarafından başkentten uzaklaştırılmak amacıyla atanmıştı. Diğer komutanlar da genel olarak yetersizdi. Bu şartlar altında, Melikof komutasındaki Rus birlikleri Ardahan’ı muhasara altına aldı ve kanlı savaşlardan sonra, 19 Haziran 1877’de şehri ele geçirdi. Osmanlı kuvvetleri, şehitlerden başka on bine yakın esir verdiği gibi, 60 top ile büyük miktarda cephane ve erzakı da amansız düşmanına kaptırmıştı. Ayestefanos Anıtı: Rusların zaferini ilan eden Edirne Mütarekesi’ni imzaladıktan sonra, Çekmece ve Ayestefanos’ta asker, subay ve memur bulundurma hakkı elde edince bütün bu zaferlerinin bir nişanesi olarak Yeşilköy’de bir anıt diktiler. Ancak bu anıt, I. Dünya Savaşı’nın başında yıktırılmıştır. 40 Osmanlı Tarihi (1876-1918) Kars’ın Kuşatılması ve Düşmesi Doğu Beyazıt ve Ardahan’ı zorlanmadan ele geçiren Ruslar, Kars Kalesi’ni kuşatarak daha içeriye, Erzurum’a doğru ilerlemeye devam etti. Ahmet Muhtar Paşa, Kars için bizzat savunma tedbirleri almıştı. Şehirde, 25 bin kadar asker bulunuyordu. Bu kuvvetler Rusları mağlup ederek geri püskürttüler. Ancak, kuşatma kalkmadığı gibi, General Lazarof komutasında yeniden saldırıya geçtiler. Aynı sıralarda General Melikof da, 25 Haziran’da, Zivin’de bulunan Ahmet Muhtar Paşa birliklerine saldırdı. Fakat, bu saldırıya karşı gösterilen şiddetli mukavemet sonucunda Ruslar yine yenilerek geri çekildiler. Bunun üzerine Ahmet Muhtar Paşa, az sayıdaki askeriyle Rusları Kars yönünde takip ederek şehre girdi. Bu sırada, Ruslar da Kars kuşatmasını kaldırarak Gümrü’ye çekilmişlerdi. Muhtar Paşa’nın bu başarısı üzerine, kendisine padişah tarafından “gazilik” unvanı ve “müşirlik” pâyesi verildiği gibi bir kılıç, iki at ve murassa Mecidi nişanıyla ödüllendirildi. Paşa, Ağustos-Ekim ayları arasında iki zafer (Gedikler ve Yahniler) daha kazanmasına rağmen Rusların ana birliklerine büyük bir zarar verememişti. Birlikleri sürekli azalmasına rağmen, Ruslar daima takviye almaktaydı. Nitekim, Melikof ’un yerine geçen Çar’ın kardeşi Grandük Mihail komutasında, Ağustosun ortalarından itibaren yeniden ileri harekâta geçtiler. Ruslar, 14 Ekim’de Aladağ’da Ömer Paşa komutasındaki Türk birliklerine saldırıp muhasara altına aldı. Neticede, Ömer Paşa’nın yanında 6.500 asker ve çok sayıda subay, silah ve cephaneleriyle birlikte teslim oldu. Geri çekilmekte olan Muhtar Paşa ise, Kars Kalesi’ne 30 km. mesafede bulunan Alaca mevzilerinde güçlü bir müdafaa hattı oluşturmaya çalıştı. Sayıca iki misli olan Rusların 15 Ekim’deki şiddetli saldırısıyla, Ahmet Muhtar Paşa kuvvetleri sarıldı ve O da Kars’a çekilmek zorunda kaldı. Bu arada, 7 bin esir verildi. Rus ilerleyişi devam ettiğinden, Ahmet Muhtar Paşa 23 bin kişilik bir kuvvetle Erzurum’un doğusundaki Deveboynu mevkiine geldi. Buraya ulaşan Ruslar, 4 Kasım’da saldırarak Muhtar Paşa’nın birliklerini bozguna uğrattı (Köprüköy Savaşı). Kalan az sayıdaki Osmanlı kuvvetleri Erzurum’a çekildi. Bu sırada Ruslar da Kars’a yönelmişti. 18 Kasım’da, top ateşiyle birlikte şiddetli hücumlar başladı. Kars tabyaları, peşi sıra düşmanın eline geçiyordu. Kars Kalesi kumandanı Hüseyin Paşa ise Erzurum’a çekilmek isterken, 17 bin askerle birlikte esir düştü. Böylece, önemli bir garnizon ve müstahkem mevki olan Kars düşmüş, 300 top ile çok miktarda silah ve mühimmat da düşmanın eline geçmişti. Bir türlü durdurulamayan Ruslar, bu kez, Kars’tan sonra ikinci önemli hedef olan Erzurum’a yöneldi. Erzurum Savunması ve Doğu Cephesinin Çökmesi Köprüköy Savaşı’nda Ruslara yenilerek geri çekilen Ahmet Muhtar Paşa, Erzurum dışındaki Aziziye’de bulunuyordu. Osmanlı ordusundan ancak 5-6 bin kişi ve az sayıda top kalmıştı. Ruslar, teslim olunmaması durumunda şehri top ateşiyle yakıp yıkacaklarını bildirdiler. Bunun üzerine Muhtar Paşa, şehrin ileri gelenlerinin de katıldığı bir savaş meclisi topladı. Çıkan karar, asla teslim olmamak ve şehri sonuna kadar savunmak şeklindeydi. Bu sırada kış da şiddetli bir şekilde bastırınca Rus hücumu durdu, ancak muhasara devam etti. 2. Ünite - Osmanlı Devleti’nin Zor Yılları: 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı 41 9 Kasım 1877’de Ruslar, Erzurum tabyalarına tekrar saldırmaya başladılar ve hattâ geceleyin Aziziye tabyasını ele geçirdiler. Erzurum’da Ruslara karşı koyabilecek düzenli ve yeterli sayıda askeri birlik mevcut değildi. Muhtar Paşa ise, Trabzon’dan takviye geleceği umuduyla Bayburt’a çekilmişti. Ancak kendisi, Rumeli’ye gönderilmek üzere buradan İstanbul’a çağrıldı. Rus işgal tehlikesinin gittikçe artması üzerine, minarelerden ikaz edilen şehir halkı, düşmana karşı koymaya davet edildi. Bu çağrı etkisini göstermiş ve Erzurumlular Nene Hatun’un teşviki ve asker, sivil, kadın, erkek, çocuk ve yaşlısıyla, eline geçirdiği balta ve satırlarla saldırıya karşı koyarak, Rus birliklerini şehirden püskürtmeyi başardılar. Aziziye istihkâmındaki tabyalardan ikisini ele geçiren Ruslar, üçüncüsünü de zapt edip şehrin kapısını açmak istiyordu. Ancak, diğer tabyalardan giden kuvvetlere şehir halkı da katılınca, durum değişmeye başladı ve Ruslar kanlı mücadelelerden sonra tabyalardan tamamen atıldı. Tabyalarda meydana gelen bu çetin savaşta, sadece ahaliden beş yüze yakın insan şehit ve yaralı düşmüştü. Rusların istihkâmlardaki kayıpları ise, 2 bin-2 bin beş yüz civarındaydı. Yani, tam bir zafer kazanılmış, fakat tehlike yine bitmemişti. Nitekim, 19 Kasım’da Kars’ı ele geçirmiş olan Ruslar, Erzurum’u tekrar kuşattılar. Rus askerlerinin olabildiğince dayanıklı olduğu kış aylarıydı ve ayrıca başta yiyecek kıtlığı ve salgın hastalıklar olmak üzere pek çok sıkıntı da etkisini arttırmaya başlamıştı. Buna karşın, şehre en ufak bir askeri ve lojistik destek de gelmiyordu. Sonuçta, 31 Ocak 1878’de yapılan ve Dokasnüç Harbi’ni sona erdiren Edirne ateşkes antlaşmasıyla, Erzurum da Ruslara terk edildi. Balkan cephesinde de durumun kötüye gittiği bir dönemde, Doğu cephesindeki savaşlar böylece kaybedilmiş oldu. Doğu Anadolu cephesindeki Rus ilerleyişinin hızlı gelişmesinin belli başlı nedenleri vardı. Öncelikle, buradaki asker sayısı (55 bin) Ruslara göre oldukça yeterResim 2.2 Gazı Ahmet Muhtar Paşa (1839-1919) Gazı Ahmet Muhtar Paşa: Bursa doğumludur. 19. Yüzyıl Osmanlı Devleti’nin en önemli asker, devlet adamı, bilim adamı ve yazarlarındandır. Harbiye Mektebini birincilikle bitirdikden sonra pek çok cephede bulundu ve yararlılıklar gösterdi. Osmanlı-Rus harbinde Kafkas komutanlığına getirildi ve aldığı tedbirler ile büyük bir direnç gösterdi ancak yeterli askeri olmadığı için geri çekilmek zorunda kaldı. Savaştan sonra da çeşitli görevlerde bulundu. En önemli görevlerinden birisi 26 yıl sürdürdüğü Mısır Fevkalade Komiserliği idi. 1912 yılında kısa bir süre sadrazam oldu. Başta 93 Savaşındaki anıları olmak üzere muhtelif eserler kaleme aldı. 1919 yılında İstanbul’da vefat etti. Nene Hatun: Erzurum’un Aziziye ve Topdağı tabyalarındaki müdafaa sırasında, yaşlı bir kadın olan Nene Hatun’un Erzurumluları düşmana karşı bir araya getiren ve savaştıran gayretleri, belki de bu başarıda en büyük etkenlerden biriydi. Bu yönüyle Nene Hatun, Türk tarihindeki kadın kahramanlardan biri olarak kabul edilir. Yüz yaşına yakın iken öldüğü 1955 yılında “anneler annesi” seçildi. 42 Osmanlı Tarihi (1876-1918) siz ve ayrıca eğitimsizdi. Silah, cephane ve top sayısı bakımından da aynı şeyleri söylemek mümkündür. Balkan cephesinde olduğu gibi, bu cephede de komutanlar ve birlikler arasında ciddi bir irtibatsızlık söz konusuydu. Savaş başlamadan önce yapılması gereken askeri ve lojistik hazırlıkların büyük bir kısmı yapılamamıştı. Diğer yandan, cephede milis gücü olarak istihdam edilen Çerkez birlikleriyle Kürt aşiret kuvvetlerinin kontrolsüz ve başıbozuk hareketleri de, ordunun düzenini bozmuştur. Bu tür guruplar, sadece cephenin değil, savaş ortamı içerisinde şehir, kasaba ve köylerdeki emniyet ve asayişin de bozulmasına neden olmuştur. Cephede görev yapan Mehmed Arif Bey, Başımıza Gelenler adlı hatıralarında bu tür olumsuzlukları sıkça dile getirmektedir. Doğu Anadolu cephesinde Ruslar’la yapılan savaşların ayrıntıları, Osmanlı ordusunun genel durumu ve muharebelerin sosyal hayata etkileri için şu kitapta ayrıntılı bilgi ve değerlendirmeler bulunmaktadır: Mehmed Arif Bey, Başımıza Gelenler, 93 Harbinde Anadolu Cephesi-Ruslar’la Savaşın Hatıraları, hazırlayan: M. Ertuğrul Düzdağ, İstanbul 2006. Doksanüç Savaşı’nda Doğu Anadolu cephesindeki gelişmeleri kısaca belirtiniz. DENİZ VE NEHİR SAVAŞLARI Karadeniz, Akdeniz ve Tuna Nehri’ndeki Donanma Savaşları Osmanlı Devleti, savaşın başladığı sıralarda Rusların denizden yapabilecekleri saldırılara karşı bazı tedbirler almıştı. Rus Baltık donanmasının Akdeniz’e inme ve Boğazları geçme ihtimaline karşı Boğazlar tahkim edildi. Yine, Çanakkale Boğazı mayın hatlarıyla kapatıldığı gibi buradaki fenerler de söndürüldü. Ayrıca, İstanbul Boğazı’nın her iki yakasındaki tahkimat güçlendirildi. Diğer bir tedbir olarak da, Süveyş Kanalı Rus gemilerinin geçişine kapatıldı. Abdülaziz zamanında (1861-1876) oluşturulan Osmanlı donanması, İngiltere ve Fransa’dan sonra zamanın üçüncü büyük donanması olarak gösterilir. Bu donanma, 50’si savaş ve 50’si de nakliye gemisi olmak üzere yaklaşık yüz gemiden müteşekkildi. Ayrıca, İdare-i Aziziye adlı vapur şirketine bağlı 32 ticaret gemisi de savaş boyunca görevlendirildi. Osmanlı donanması, Doksanüç Harbi’nde Karadeniz, Akdeniz ve Tuna nehri olmak üzere oldukça geniş bir sahada faaliyet gösterdi. Türk savaş planı genel olarak her cephede savunmada kalmak; Tuna nehrinde kara kuvvetleriyle işbirliği yaparak Rusların bu nehri geçmesini engellemek ve Karadeniz’de ise faaliyette bulunmak şeklinde özetlenebilir. Rusların genel savaş planı ise, Tuna nehrini aşarak Balkanlara girmek ve daha sonra da Türk ordusunu ezerek İstanbul’u ele geçirmekti. 1877-1878 Osmanlı-Rus harbinde Karadeniz egemenliği genel hatlarıyla Osmanlı donanmasının elinde olmuş; Rus tarafının küçük çaplı engelleme teşebbüsleri ise etkisiz kalmıştır. Karadeniz’deki Osmanlı savaş gemileri, özellikle Kafkas cephesindeki Osmanlı kara kuvvetlerini desteklemiş, çeşitli yerlere çıkarmalar yapmış, Rus kıyılarını abluka altına alarak bombardıman etmiş, Karadeniz’deki nakliyatı korumuş ve buna karşın Ruslarınkine ise engel olmuştur. Ancak, Karadeniz’deki muharebelerden sonra bazı Osmanlı gemileri de kaybedilmiştir. Örneğin, İntibah karakol gemisi Batum’da Rus torpido istimbotları tarafından batırılırken, Mersin vapuru Sinop-Ereğli arasında bir Rus kruvazörü tarafından ele geçirilip Rus limanına götürülmüş ve ayrıca bir yelkenli gemi de Rus gemileri tarafından batırılmıştır. 3 2. Ünite - Osmanlı Devleti’nin Zor Yılları: 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı 43 Karadeniz’e dökülen Tuna nehri, iki taraf arasında stratejik açıdan önemli bir hattı oluşturuyordu. Nehir, Osmanlı kuvvetleri açısından Rusların güneye ilerleme harekâtını engelleme noktasında stratejik bir cephe/savunma hattını teşkil ediyordu. Tuna, Ruslar için ise, asıl hedeflerini oluşturan Balkanlara inmek konusunda aşılması gereken önemli bir engel idi. Nehir ayrıca, her iki taraf için de hayati önem taşıyan asker, mühimmat, silah ve erzak nakliyatı için uygun bir ulaşım vasıtası durumundaydı. Tuna nehrindeki Osmanlı filosunun faaliyetleri, dağınık ve münferit hareketlerden ibaret kalmıştır. Bu faaliyetler, Rusların kıyı topçusunun üstünlüğü ve kurulan mayın hatları karşısında etkisiz kalmıştır. Öte yandan, Tuna filosu komutanı tam altı kez değiştirilmiş olduğundan bu da filonun sevk ve idaresinde aksaklıklar doğurmuştur. Tuna nehrinde Rus yardımcı kruvazörleriyle torpido istimbotlarının harekâtına meydan verildiği gibi bazı Osmanlı gemileri de batırılmıştır. Nitekim, Kutfutecelli, Seyfi, İşkodra, Böğürtlen ve Sünne Gambotları, Tuna ve çevresindeki Rus topçusu, torpido ve mayınları tarafından tahrip edildi veya batırıldı. Bazı gemiler ise yine Rus saldırılarıyla kullanılamaz hale gelmiş ve terk edilmişlerdir. Neticede, Rusların Tuna’nın güneyine inmesine engel olunamamıştır. Türk donanmasının Akdeniz’deki faaliyetlerine gelince, buradaki harekât daha rahat bir şekilde sürdürülmüş; deniz nakliyatı ile ticareti ve ayrıca yabancı ülkelerden sağlanan savaş malzemesinin taşınmasını koruma altına almak şeklinde gerçekleştirilmiştir. Süleyman Paşa ordusunun Karadağ’dan Dedeağaç’a ve sonra Karaağaç’tan Gelibolu’ya nakli; Mısır yardımcı kuvvetlerinin İskenderiye’den getirilmesi, çeşitli yerlerden yapılan yoğun deniz nakliyatı ve Karadağ kıyılarının ablukaya alınması gibi faaliyetler de, Osmanlı Akdeniz filosunun başlıca hizmetleri olmuştur. Ruslar’a gelince, 1871’de Karadeniz’de donanma bulundurma hakkı elde etmelerine rağmen, savaşa kadar geçen kısa süre içerisinde burada güçlü bir donanma meydana getirememişlerdi. Bu yüzden de Karadeniz’de genellikle pasif kalmışlar ve daha çok kendi kıyı ve limanlarını tahkim edip korumak şeklinde bir strateji takip etmişlerdir. Ellerindeki yardımcı kruvazörler ve torpido istimbotlarıyla sınırlı taarruzlar da yapmalarına rağmen etkili olamamışlardır. Sadece Tuna’daki mayınlama, saldırı hareketleri ve topçu atışlarıyla başarı sağlamışlardır. Bu başarıları ise, Rus kara kuvvetlerinin Tuna nehrini aşmalarına ve Balkanlara girmelerine yardımcı olmuştur. Sonuç olarak, Osmanlı donanması 11 ay süren savaş boyunca üzerine düşeni yapmış, oldukça az kayıplarla Akdeniz ve Karadeniz’de başarılı olmuş, ancak karadaki Osmanlı cephelerinin çökmesiyle savaşın sonucu üzerinde etkili olamamıştır. Batum ve Sohum’daki Kara ve Deniz Savaşları Doksanüç Savaşı’nda, Lazistan Sancağı sınırını savunmak üzere dağlık bölge olan Batum’da da birlikler tertip edilmiş ve kumandası Müşir Hasan Tahsin Paşa’ya verilmişti. Savaş ilan edildiği zaman Rusların Batum’a ilk taarruzu başarıyla etkisiz kılınmıştı. Ancak daha sonra Ruslar, Batum şehrini istila için gerekli gördükleri bazı tepe ve mevkileri ele geçirdiler. Bu başarısızlık üzerine, bölgedeki birlikler takviye edildiği gibi, Batum Ordusu kumandanı görevden alınarak yerine vekâleten Arif Paşa ve daha sonra da Müşir Lofçalı Derviş Paşa atandı. Bu sırada yapılan şiddetli Rus saldırısı, başarısızlıkla sonuçlandı ve Ruslar, daha önce ele geçirdikleri yerleri de kaybettiler. Aynı dönemde Doğu Anadolu cephesinde Kars Rusların eline geçtiğinden işler iyi gitmiyordu. Bunun üzerine Batum’daki birliklerden bölgeye asker sevk edildi. Ocak ayında Rusların Sampa’daki Osmanlı kuvvetlerine yaptığı saldırı ise boz- 44 Osmanlı Tarihi (1876-1918) gunla neticelendi. Savaş esnasında Osmanlı donanması da sahilden destek verdiğinden Ruslar 3 bin kayıp vermişlerdi. Bundan sonra, ateşkese kadar Ruslarla bu bölgede ciddi bir muharebe olmamış ve mütareke yapılıncaya kadar burası elde tutulmuştur. Savaş başladığında Osmanlı Devleti, Kafkasya’da Rusya’nın hâkimiyeti altındaki Çerkez, Dağıstanlı ve diğer toplulukları ayaklandırma yoluna gitmişti. Bu siyasetin bir devamı olarak da, Abaza beylerinden olup, Abaza’nın fethini taahhüt eden Hasan Bey ve ona bağlı bazı beyler, 28 Nisan 1877’de İstanbul’dan Batum’a ve oradan da silah ve cephaneyle birlikte donanmaya bindirilerek Sohum’a gönderildi. 11-12 Mayıs 1877’deki çıkarma ve top ateşiyle, Sohum şehri ve kalesi tahrip edildi. Abaza beylerinin silah ve cephane yardımıyla, bölge halkından 3 bin kadar kişi de, Rus Kazaklarıyla savaşa girişti. Muharebede Kazakların çoğu öldürüldüğü gibi, geri kalanı da kaçtı. Abazalar, Sohum şehrini tamamen ele geçirmişlerdi. 15 Mayıs 1877’de kazanılan bu zaferin haberi telgrafla İstanbul’a ulaşınca, büyük bir sevinç duyulmuş hatta padişaha gazi unvanı verilmişti. Sonrasında, Ferik Fazlı Paşa kumandasındaki takviye birlikler, 6 Mayıs’ta gemilerle bölgeye gönderildi. İyice sıkışan Ruslar, Sohum yakınlarındaki Zeyl Kalesi’ne çekildilerse de burada da tutunamadılar ve daha gerilere çekilmeye başladılar. Çamçıra’da toplanan Ruslar, donanmanın desteğiyle buradan da atıldılar. Ancak, aynı dönemde Tuna cephesindeki savaşlar gittikçe şiddetlendiğinden Rumeli’ye asker kaydırılması gerekiyordu. Sohum Fırkası Rumeli’ye sevk edildiğinden bölgede Osmanlı gücü kalmadı. Böylece, Sohum’da girişilen ve stratejik hedeflerden yoksun bu harekât, bir işe yaramadan neticelenmiş oldu. YENİLGİNİN NEDENLERİ VE SONUÇLARI Savaşın Kaybedilmesinin Nedenleri Osmanlı Devleti’nin bu savaşta yenilmesi ve hattâ büyük bir bozguna uğramasının belli başlı nedenleri bulunmaktadır. Öncelikle, savaş oldukça geniş bir coğrafyada ve farklı cephelerde meydana gelmiştir. Daha önce de ifade edildiği üzere, gerek Balkanlar’da gerekse Doğu Anadolu’da yapılan savaşlar, tek bir hat üzerinde değil de birbirinden uzak ve farklı bölgelerde cereyan etmiştir. Bu ise, Osmanlı kuvvetlerinin geniş bir alana yayılmasına ve birbirlerinden kopuk olarak savaşmalarına neden olmuştur. Bu durumla bağlantılı olan bir diğer sebep de, kumandanlar arasında baş gösteren irtibatsızlıktı. Askeri harekâtın, padişahın etkisiyle İstanbul’dan idare edilmesi de buna eklenince, savaşın başından itibaren ciddi bir koordinasyonsuzluk kendini göstermiştir. Özellikle Doğu Anadolu cephesinde, Kürt ve Çerkezler’den müteşekkil başıbozuk aşiret kuvvetlerinin yardımcı kuvvet olarak kullanılması, askeri düzen ve disiplin açısından olumsuz sonuçlar doğurmuştur. Malzeme, silah ve mühimmat noksanlığı ile bunların ulaştırılmasında yaşanan zorluklar da, savaşın kaybedilmesinde önemli bir etken idi. Her iki cephede yapılan savaşların önemli bir bölümünün kış aylarında meydana gelmesi, şüphesiz Ruslara büyük bir avantaj sağlamıştır. Yaşadıkları coğrafya olan kuzey bölgelerinin oldukça sert ve soğuk kış şartlarına alışkın Ruslar, Osmanlı ordularıyla savaşırken bu açıdan herhangi bir zorluk yaşamamışlardır. Buna karşın Osmanlı askerleri ise, imparatorluk coğrafyasının belki de en soğuk ve sert tabiat şartlarının hüküm sürdüğü bölgelerde birçok şeyle savaşmak zorunda kalmışlardı. Bu hususlar ve kıtlık-salgın hastalık gibi olumsuzluklar, kuşkusuz ordunun savaş gücünü önemli ölçüde zayıflatıyordu. “Gazi” Sultan: Sohum Kalesi’nin 15 Mayıs 1877’de Rus işgalinden kurtarılması üzerine, Şeyhülislam Hasan Hayrullah Efendi’nin fetvasıyla, II. Abdülhamid’e “gazilik” unvanı verilmiştir. II. Abdülhamid, bu zaferin anısına olmak üzere, Topkapı Sarayı’nın ikinci avlusunda bir anıt diktirmiştir. 2. Ünite - Osmanlı Devleti’nin Zor Yılları: 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı 45 Deniz ve nehir savaşlarına gelince, Abdülaziz döneminde dünyanın üçüncü büyük donanması olarak vücuda getirilen Osmanlı donanması, Karadeniz’de herhangi bir varlık gösterememiştir. Oysa, sayı ve nitelik bakımından oldukça büyük olan bu donanma etkili bir şekilde idare edilebilseydi, Rusya’nın Karadeniz’deki limanları ve donanması baskı altına alınabilir ve bu yolla bir üstünlük sağlanabilirdi. Savaşın Etkileri ve Sonuçları Doksanüç Harbi, Osmanlı Devleti’ni siyasî, askerî, sosyal ve iktisadî açılardan derin bir şekilde etkilemiştir. 1878’e kadar Balkan yarımadasının büyük bir kısmı Osmanlı idaresinde kalmaya devam etmişti. Ancak, 1878’de imzalanan Ayestefanos ve Berlin Antlaşmaları ile Sırbistan, Romanya ve Karadağ tam bağımsız olmuş, Bulgaristan’a ise özerklik verilmiştir. Bu arada Avusturya da Bosna ve Hersek’i işgal etmiştir. Bu savaşla birlikte, Balkanlar’da yüz binlerce Müslüman katledilmiş ve bir o kadarı da sürülmüştür. Makedonya ve Trakya hariç olmak üzere Balkanlar’ın büyük kısmı Osmanlı idaresinden çıkmıştır. Savaş, böylece Balkanlar’dan Anadolu’ya doğru bir göç sorununu da beraberinde getirmiştir. Nitekim, İngiliz konsolosluk raporlarına göre, savaş sebebiyle ölenlerin sayısı 300- 400 bin iken, göçe zorlanan Müslümanların sayısı da 1 milyona yaklaşmıştır. Savaş sonunda, özellikle Bulgaristan’daki Türk ve Müslüman ahali, gerek katledilmek gerekse göçe zorlanmak suretiyle, yüzyıllarca vatan olarak yaşadıkları topraklarından uzaklaştırılmışlardır. Ruslar ve Bulgarlar tarafından ortaklaşa uygulanmaya konulan ve tam bir Türk imhası olan bu hareket yüzünden İstanbul’daki muhacirlerin sayısı bile yüz binlere ulaşmıştır. Her türlü imkânsızlığa rağmen hayatta kalmaya çalışan bu göçmenler, Anadolu’nun çeşitli yerlerinde kurulup, Padişahın adına izafeten “Hamidiye” ismi verilen köylerde iskân edilmişlerdir. Bu arada, yenilgiye sebep oldukları gerekçesiyle muharebeler sırasında görev alan bazı kumandanlar, kurulan dîvânıharplerde muhakeme edilerek çeşitli cezalara çarptırılmışlardır. Bu kumandanlardan biri de, Şıpka kahramanı olarak ün salan Süleyman Paşa idi ve padişah tarafından rütbeleri alınarak Bağdat’a sürülmüştü. Diğer yandan, saltanatının daha ilk yılında Meşrutiyet’i ilân eden II. Abdülhamid, savaşın neden olduğu kaos sebebiyle Mebûsan Meclisi’ni kapatmak zorunda kalmıştır. Bu arada Ali Suâvi, savaş sonunda İstanbul’da toplanan Balkan muhacirlerinden bir grubun yardımıyla, padişahı tahttan indirip yerine tekrar V. Murad’ı geçirmek için Çırağan Sarayı’na bir baskın (Çırağan Baskını) düzenlemiş, ancak başarısız olmuştur. Ayrıca, bu savaş yüzünden Osmanlı Devleti’nin Rusya’ya ödemek zorunda kaldığı yüklü harp tazminatı, devlet için ciddi bir maddî külfet olurken, Ayastefanos Antlaşması’nın ağır hükümlerinden kurtulmak için İngiltere’nin yardımını sağlamak amacıyla Kıbrıs’ın idaresi de İngiltere’ye bırakılmıştır. Doksanüç Savaşı ve sonrasında özellikle Bulgaristan’daki Müslüman ahaliye karşı uygulanan katliamlar ve mezalim konusunda, Hüseyin Râci Efendi’nin, Zağra Müftüsünün Hatıraları, (haz. M. Ertuğrul Düzdağ, İstanbul 2009) adlı eserinde geniş bilgi bulunmaktadır. Doksanüç Harbi’nin Osmanlı Devleti açısından getirdiği sonuçları kısaca belirtiniz. 4 46 Osmanlı Tarihi (1876-1918) Özet Panislavizmi tanımlayabilme 1877-1878 Osmanlı-Rus harbinin temel sebeplerinden biri, Rusların Panislavizm propagandasıdır. Panislavizm, felsefi temelleri 17. yüzyıla kadar gitmesine rağmen, özellikle 19. yüzyılda etkisini gösteren bir ideoloji olmuştur. Buna göre, bütün Slav ve Ortodoksların müşterek bir tarihi miras etrafında ve Rusya’nın liderliğinde olarak siyasal birliklerini bir federasyon ya da konfederasyon biçiminde yeniden kurmaları amaçlanmıştır. Fransız İhtilali’nin ve ayrıca Avrupa ile kültürel temasın etkisine ilaveten Büyük Petro’nun Rusya’yı batılılaştırma siyasetine bir tepki olarak da beliren bu ideoloji, önceleri aristokrat tabaka arasında slavyanofilizm (Slavseverlik) şeklinde kendini göstermiştir. Slavyonofilizm akımı, Çar I. Nikola zamanında (1825- 1855) gittikçe siyasi bir nitelik kazanarak koyu bir milliyetçiliğe dönüştü ve sonuçta Rus aydın ve yazarlar tarafından da desteklenen Panislavizmi doğurdu. Buna göre, Osmanlı ve Avusturya-Macaristan imparatorluklarının ortadan kalkması ve doğacak boşluğu da Rusya’nın liderliğindeki büyük Slav imparatorluğunun doldurması gerekiyordu. Rusya, bu doğrultuda, Balkanlar’daki Slav ve Ortodoks unsurları kışkırtma siyasetini izlemiş, bu siyaset ise, zikredilen unsurları bünyesinde barındıran her iki imparatorluğu doğrudan etkilemiştir. Panislavizm, Kırım Savaşı’ndan sonra, Çar II. Aleksandr zamanında (1855-1881) büyük teşvik gördüğü gibi, Rus istila siyaseti de bu doğrultuda sürdürüldü. 1875’te Hersek’te ve 1876’da da Bulgarlar arasında baş gösteren ayaklanmalara, Osmanlı-Sırbistan ve Karadağ Savaşları da eklenince Rusya’nın Panislavizm siyaseti için önemli bir fırsat doğdu. Bu siyaset, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nın da en önemli nedenlerinden biri olmuştur. Doksanüç Harbi’nde Balkan Cephesi’ndeki gelişmeleri açıklayabilme 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi’nin gerçekleştiği cephelerden biri, Tuna-Balkan cephesiydi. Asker ve silah bakımından üstün olan Ruslar, bu cephede Romanya’nın da desteğiyle Tuna Nehrinin güneyine geçerek bugünkü Bulgaristan topraklarına ulaşmış ve kısa sürede Ziştovi, Tırnova ve Niğbolu’yu ele geçirmiştir. Osmanlı savaş planı, stratejik yerleri Rus saldırılarına karşı savunma şeklindeydi. Güneye inme konusunda stratejik önemi olan Şıpka geçidinin de zaptedilmesi, Rusları avantajlı konuma geçirmiş, Şıpka kahramanı olarak anılan Süleyman Paşa’nın geçidi geri alma teşebbüsü ise neticesiz kalmıştır. Rusların bundan sonraki ana hedefi, yine stratejik bir mevki olan Plevne’nin ele geçirilmesiydi. Ruslar ile yapılan üç meydan savaşının kazanılması ve akabinde birbuçuk aylık sıkı muhasaraya alınan Plevne’nin Gazi Osman Paşa tarafından kahramanca savunulmasına rağmen, lojistik destek gelmemesi ve diğer etkenler, Plevne’nin düşmesine neden olmuştur. Plevne müdafaası, Türk tarihinin en başarılı savunma savaşlarından biridir. Buranın kaybedilmesi ise, Ruslara Sofya, Edirne ve İstanbul’un yolunu açmak suretiyle, Tuna-Balkan cephesinin kısa sürede çökmesine neden olmuştur. Neticede, Ruslar ile yapılacak olan Ayestefanos Antlaşması’na zemin hazırlayan Edirne mütarekesi imzalanmış, Rusların İstanbul’a dayanmasıyla ortaya çıkan kaos ortamında ise, II. Abdülhamid, Osmanlı Mebusan Meclisi’ni kapatmıştır. 1 2 2. Ünite - Osmanlı Devleti’nin Zor Yılları: 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı 47 Doksanüç Harbi’nde Doğu Anadolu Cephesi’ndeki gelişmeleri tartışabilme Doksanüç Harbi’nde savaşılan cephelerden bir diğeri de, Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın komuta ettiği Doğu Anadolu cephesiydi. Fakat, buradaki Osmanlı askeri varlığı ve düzeni, Balkanlar’dan daha da zayıf durumdaydı. Osmanlı askeri stratejisi ise, Balkan cephesinde olduğu gibi, Rus saldırılarına karşı bölgedeki kale ve şehirleri savunmak ve elde tutmak şeklindeydi. Asker ve silah bakımından birkaç kat üstün olan Ruslar, kısa sürede Doğu Beyazıt ve Ardahan’ı zaptetikten sonra, önemli bir garnizon olan Kars’ı ele geçirdi. Bu mücadeleler esnasında binlerce Osmanlı askeri şehit olmuş ve esir düşmüştü. Bu sırada, ana hedeflerden biri olan Erzurum da kuşatılmıştı. Düşmanın Erzurum’un dışındaki tabyaları ele geçirmesinden sonra, Nene Hatun’un cesaretlendirdiği şehir halkı ve askerler, Rusları püskürtmeyi başardı. Ancak, mevsim şartları, kıtlık ve salgın hastalıklara rağmen hiçbir yardımın gelmemesi ve nihayetinde Doksanüç Savaşı’nı sonlandıran Edirne mütarekesinin yapılmasıyla şehir Ruslara teslim edildi. Doksanüç Harbi’nin kaybedilme nedenlerini ve sonuçlarını irdeleyebilme Bu savaş, şartları daha önce oluşmasına rağmen, tahta yeni geçen II. Abdülhamid açısından bir şansızlık idi. Zira, Abdülaziz döneminin sonlarında şiddetini arttıran mâli buhran; yönetim zaafiyeti sonrasında Abdülaziz’in bir darbeyle tahttan indirilmesi ve Balkanlar’da meydana gelen ayaklanmaların etkisi, Rusya ile yapılacak bir savaş durumunda Osmanlı Devleti’nin yalnız kalacağını adeta haber verir gibiydi. Osmanlı Devleti savaşa girerken, iç ve dış gelişmeler bakımından tam bir kaos ortamını yaşıyordu. Böyle elverişsiz bir ortam, ordunun savaşma gücü ve kabiliyetini doğrudan etkilemiştir. Savaşın, doğu ve batıda oldukça geniş bir coğrafyada ve farklı cephelerde yaşanması; iki taraf arasında, asker ve silah bakımından varolan dengesizlikler; kumandanlar arasında beliren çekişme ve koordinasyonsuzluklar; askeri harekâtın İstanbul’dan idare edilmeye çalışılması; başıbozuk milis ve aşiret birliklerinin yardımcı kuvvet olarak kullanılmasıyla doğan düzensizlikler; askeri lojistiğin yeterince sağlanamaması; savaşların önemli bir bölümünün kış aylarında meydana gelmesi; kıtlık ve salgın hastalıklar gibi ordunun savaş gücünü zayıflatan hususlar ve nihayetinde donanmanın etkili bir şekilde idare edilememesi, bu savaşın kaybedilmesinin birincil nedenleri arasında yer almaktadır. Savaşın sonuçları ise, Osmanlı Devleti açısından tam bir yıkım olarak nitelendirilebilir: Balkanların büyük bir kısmı Osmanlı egemenliğinden çıkarak TürkMüslüman halk göçe zorlanmış ve böylece Panislavizm ideolojisi büyük bir zafer kazanmıştır. İngiltere’nin Kıbrıs ve Mısır’a ve Fransa’nın da Tunus’a yerleşmesine engel olunamamıştır. Rus tehlikesinin artması ve beliren kaos ortamıyla birlikte, Mebûsan Meclisi kapatılmış böylece Meşrutiyet dönemi de sona ermiştir. Çırağan Baskını ile başlayan Abdülhamit karşıtı muhalefet ise, İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından sürdürülecektir. 3 4 48 Osmanlı Tarihi (1876-1918) Kendimizi Sınayalım 1. Rusya’nın Balkanlar’daki Panislavizm politikasından en çok etkilenen iki devlet hangisidir? a. Osmanlı-Avusturya b. Yunanistan-İtalya c. Almanya-Fransa d. İngiltere-İspanya e. Polonya-Belçika 2. Panislavizmin temel iki unsuru hangisidir? a. Rus kültürü-Hıristiyanlık b. Ortodoksluk-Slavlık c. Hıristiyanlık-Yunan kültürü d. Sırp kültürü-Bulgar kültürü e. Hırvat kültürü-Slavlık 3. Hangisi Panislavizmin önündeki engellerden biri olmamıştır? a. Slavlar arasında mezhepsel farklılıklar olması b. Rusların “Ruslaştırma” siyasetinin etkisi c. Osmanlı Devleti’nin Balkanlar’daki Slav toplulukları bünyesinde barındırması d. Avusturya-Macaristan’ın, Balkanlar ve Orta Avrupa’daki Slavları egemenliğinde bulundurması e. Rusların Slav birliğini kurmaya çalışması 4. Aşağıdaki gelişmelerden hangisi, Balkan-Tuna cephesinin çökmesinde ve Rusların kısa sürede Edirne ve İstanbul’a ulaşmasında bir dönüm noktasıdır? a. Şıpka geçidinin Rusların eline geçmesi b. Romanya’nın Rusya’nın tarafında savaşa girmesi c. Rus ordularının Tuna nehrinin güneyine inmesi d. Plevne’nin Rusların eline geçmesi e. Rusların ordularını güçlendirmesi 5. 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi’ni sona erdiren ateşkes antlaşması aşağıdakilerden hangisidir? a. Edirne b. Ayestefanos c. Berlin d. Paris e. Londra Protokolü 6. Doksanüç Harbi sonunda Osmanlı Mebusan Meclisi’nin II. Abdülhamid tarafından kapatılmasının temel sebebi nedir? a. Ruslar’la yapılan Edirne ateşkesi sonunda Mebusan Meclisi’nde yaşanan sert tartışmalar b. İstanbul’da yapılan nümayişler c. II. Abdülhamid’in keyfi davranışı d. İngiltere’nin müdahalesi e. Mebus seçimlerinin yapılamamış olması 7. Hangisi, Doksanüç Savaşı’nda Doğu cephesinde Ruslar tarafından işgal edilen yerlerden biri değildir? a. Doğu Beyazıt b. Ardahan c. Kars d. Erzurum e. Van 8. 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi’nde Doğu Anadolu Cephesinin başkomutanı kimdir? a. Osman Paşa b. Süleyman Paşa c. Ahmet Muhtar Paşa d. Abdülkerim Nadir Paşa e. Redif Paşa 9. Aşağıdakilerden hangisi 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nın kaybedilme nedenleri arasında yer almaz? a. Osmanlı Devleti’nin iç ve dış siyaset bakımından güçlü bir konumda olması b. İki taraf arasındaki asker ve silah dengesizliği c. Komutanlar arasındaki çekişme ve irtibatsızlık d. Askeri harekâtın İstanbul’dan idare edilmeye çalışılması e. Kıtlık ve salgın hastalıklar 10. II. Abdülhamid’e Doksanüç Harbi’ndeki hangi başarıdan dolayı “gazi” unvanı verilmiştir? a. Plevne savunması b. Şıpka geçidi muharebeleri c. Sohum’un Ruslar’dan alınması d. Erzurum savunması e. Gedikler zaferi 2. Ünite - Osmanlı Devleti’nin Zor Yılları: 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı 49 Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı 1. a Yanıtınız yanlış ise “Panislavizm’in Tanımı ve Tarihi-Kültürel Arka Planı” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 2. b Yanıtınız yanlış ise “Panislavizm’in Tanımı ve Tarihi-Kültürel Arka Planı” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 3. e Yanıtınız yanlış ise “Panislavizm’in Tanımı ve Tarihi-Kültürel Arka Planı” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 4. d Yanıtınız yanlış ise “Plevne’nin Düşmesinden Sonraki Genel Askeri Durum” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 5. a Yanıtınız yanlış ise “Edirne Mütarekesi” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 6. a Yanıtınız yanlış ise “Doğu Anadolu Cephesi” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 7. e Yanıtınız yanlış ise “Doğu Anadolu Cephesi” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 8. c Yanıtınız yanlış ise “Batum ve Sohum’daki Kara ve Deniz Savaşları” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 9. a Yanıtınız yanlış ise “Savaşın Kaybedilmesinin Nedenleri” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 10. c Yanıtınız yanlış ise “Batum ve Sohum’daki Kara ve Deniz Savaşları” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Sıra Sizde 1 Slavyanofilizm akımı, Çar I. Nikola zamanında (1825- 1855) gittikçe siyasi bir nitelik kazanarak koyu bir milliyetçiliğe ve sonuçta “Panislavizm”e dönüştü. Bu dönemde Panislavizm, artık yüksek sesle ifade edilen ve organize bir akım hâline gelmişti. Rus aydın ve yazarlar dergilerde, Slav birliğinin gerçekleşmesi ve Osmanlı ve Avusturya-Macaristan imparatorluklarının yıkılması gerektiğini ifade etmekteydi. Moskova’da devlet kontrolünde Slav dayanışma dernekleri kuruldu ve yüzyılın ortalarından itibaren hareketin taraftarları gittikçe atrttı. Kırım Savaşı’nın Rusya için getirdiği olumsuz sonuçlar da Panislavizmin siyasal nitelik kazanmasında etkili oldu. Sıra Sizde 2 Plevne’de asıl kuşatma başladıktan sonra Ruslar lojistik destek yollarını kestiğinden, muhasara altındaki şehre hiçbir destek gelmedi. Oysa muhasarayı yapan ve zaten üstün durumda olan Ruslar, rahatlıkla destek alabiliyordu. Bu durum, şehirde kıtlık ve salgın hastalıkların görülmesine neden oldu. II. Abdülhamid’in savaşı saraydan yönetme politikası, Gazi Osman Paşa’ya karşı komutanlar arasında kendisini gösteren kıskançlık ve irtibatsızlıklar da yardımı engellemekteydi. Milis gücü olarak bulunan Çerkez askerlerinin disiplinsiz davranışlarına şiddetli kış şartları da eklenince, askerlerin direnme gücü azaldı. Sıra Sizde 3 Doğu Anadolu’da bulunan Osmanlı birlikleri asker ve silah bakımından Ruslara göre oldukça zayıf durumdaydı. Osmanlı savaş planı, Rus saldırılarına karşı şehirleri savunmak şeklindeydi. Ruslar ilk anda Doğu Beyazıt ve Ardahan’ı ele geçirdi. Cephenin başkomutanı Ahmet Muhtar Paşa, Ruslara karşı yer yer önemli başarılar kazanmasına rağmen, asker ve silah yetersizliği, birlikler arasındaki irtibatsızlık, lojistik destek gelmeyişi, kıtlık, salgın hastalık ve şiddetli kış şartları Rusların Kars’ı da ele geçirmesine neden oldu. Rus kuşatmasına giren Erzurum ise, mukavemet göstermesine ve Rusların şehirden atılmasına rağmen, ateşkes antlaşmasının imzalanmasıyla Ruslara terk edildi. Sıra Sizde 4 1878’de imzalanan Ayestefanos ve Berlin Antlaşmaları ile Sırbistan, Romanya ve Karadağ birer bağımsız devlet olmuş, Bulgaristan’a özerklik verilmiş, Bosna ve Hersek Avusturya tarafından işgal edilmiştir. Makedonya ve Trakya hariç olmak üzere Balkanlar’ın büyük kısmı Osmanlı idaresinden çıkmıştır. Savaşla birlikte, Balkanlar’da yüz binlerce Müslüman katledilmiş ve Anadolu’ya doğru büyük bir göç hareketi başlamıştır. II. Abdülhamid, savaşın neden olduğu kaos sebebiyle Mebûsan Meclisi’ni kapatmıştır. Bu durum, örgütlü muhalefet olan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ortaya çıkmasında etkili olmuştur. Osmanlı Devleti’nin zayıf durumundan yararlanan İngiltere Kıbrıs ve Mısır’a; Fransa da Tunus’a yerleşmiştir. 50 Osmanlı Tarihi (1876-1918) Yararlanılan Kaynaklar Armaoğlu, Fahir, (1997). 19. Yüzyıl Siyasi Tarihi (1789- 1914), Ankara. Aydüz, Salim, (2008). “Ahmed Muhtar Paşa”, Yaşamları ve Yapıtlarıyla Osmanlılar Ansiklopedisi, Cilt I, İstanbul. Genelkurmay ATASE Başkanlığı, (1980). 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbinde Deniz Harekatı, Ankara. Herbert, Yüzbaşı Von, (2004). Plevne Meydan Muharebesi (Bir İngiliz Subayının Anıları), çeviren: Nurettin Artam, İstanbul. Hülagü, Metin, (1999). Gazi Osman Paşa, İstanbul. Hüseyin Râci Efendi, (2009). Zağra Müftüsünün Hatıraları (haz. M. Ertuğrul Düzdağ), İstanbul. Karal, Enver Ziya, (1995). Osmanlı Tarihi, cilt VIII, Ankara. Kurat, Akdes Nimet, (2010). Rusya Tarihi, Başlangıçtan 1917’ye Kadar, Ankara. Kurat, Akdes Nimet, (1953). “Panislavizm”, DTCF Dergisi, sayı: 2-4, s. 241-278. Kurat, Yuluğ Tekin, (1962). “1877-1878 Osmanlı Rus Harbinin Sebepleri” Belleten, sayı: 103, s. 567-592. Mahmud Celaleddin Paşa, (1983). Mir’at-ı Hakikat, (haz. İsmet Miroğlu), İstanbul. Mehmed Arif Bey, (2006). Başımıza Gelenler, 93 Harbinde Anadolu Cephesi-Ruslar’la Savaşın Hatıraları, (haz. M. Ertuğrul Düzdağ), İstanbul. Mufassal Osmanlı Tarihi, (2011). Cilt VI, İstanbul. Ortaylı, İlber, (1985), “Balkanlar’da Milliyetçilik”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, Cilt IV, İstanbul, s. 1026-1031. Üzen, İsmail, (2009). “İki Kuşatma, İki Komutan: Plevne (1877) ve Kut’ül-Amare (1915-1916), Gazi Osman Paşa ve Tümgeneral C.V.F. Townshend”, Güney-Doğu Avrupa Araştırmaları Dergisi, sayı: 15 s. 1-27. 3 Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; Ayestefanos Antlaşması’nın önemini ve sonuçlarını tartışabilecek, Berlin Antlaşması’nın önemini ve sonuçlarını değerlendirebilecek, Berlin Antlaşması’yla ortaya çıkan sınır sorunlarını açıklayabilecek, Berlin Antlaşması’yla ortaya çıkan yeni düzenin yarattığı dış baskı, işgal ve müdahaleleleri irdeleyebileceksiniz. Anahtar Kavramlar • Ayestefanos Antlaşmas • Berlin Antlaşması • Sınır Sorunları • Ermeni Meselesi İçindekiler Osmanlı Tarihi (1876-1918) Büyük Oyun: Yeniden Doğu Sorunu • AYESTEFANOS ANTLAŞMASI VE SONUÇLARI • BERLİN KONGRESİ VE AVRUPA DİPLOMASİSİ • BERLİN KONGRESİ VE ANTLAŞMASI’YLA ORTAYA ÇIKAN SORUNLAR OSMANLI TARİHİ (1876-1918) AYESTEFANOS ANTLAŞMASI VE SONUÇLARI Yapılan Müzakereler ve Ayestefanos Antlaşması II. Abdülhamid, Ayestefanos Antlaşması imzalanmadan önce, Hariciye Nazırlığı’na Saffet Paşa’yı getirmişti. Saffet Paşa, Doksanüç Harbi sonundaki nihai barış antlaşmasını imzalamak üzere, daha önce mütarekenin yapıldığı Edirne’ye gitti. Bu sırada, Rus başkomutanı Grandük Nikola da karargâhını 24 Şubat’ta Ayestefanos’a (Yeşilköy) nakletmişti. Antlaşma müzakerelerine burada devam edildi. Görüşmelerde, Osmanlı Devleti’ni Hariciye Nazırı Saffet Paşa ve Berlin Sefiri Sadullah Bey temsil ederken, Rusya’yı ise General İgnatiyef ve Nelidof temsil etmekteydi. Ancak, Panislavizmin koyu savunucusu olan İgnatiyef ’in sürekli olarak ileri sürdüğü yeni teklifler, müzakerelerin tıkanmasına ve uzamasına neden oluyordu. Bu isteklerinden biri de, Rus askerlerinin İstanbul’a girmesi ve Osmanlı donanmasının teslimini öngörmekteydi. Ancak bu istek, büyük tepki çekmiş ve kesin bir şekilde reddedilmişti. Rusya tarafından ileri sürülen son şartlar, Sadullah Bey’in katıldığı bir vükela meclisinde görüşüldükten sonra, istenmeyerek de olsa kabul edildi. Nihayet, barış antlaşması 3 Mart 1878 tarihinde imzalandı. Antlaşmanın tamamı 29 madde olup, ayrıca bir ek fıkradan ibaretti. Buna göre; 1. Sırbistan, Romanya ve Karadağ bağımsız birer devlet olacak ve Osmanlı Devleti de bu devletlerin bağımsızlıklarını kabul edecekti. 2. Karadağ’ın toprakları, Antivari ve Dulcigno limanları verilmek suretiyle Adriyatik Denizi’ne kadar uzanacaktı. Bununla birlikte, sınırları, teşkil edilecek bir Avrupa komisyonu tarafından tespit edilecekti. 3. Sırbistan’a ise Niş Kalesi, Drina Vadisi ve Küçük Zvornik verilecekti. 4. Romanya, Beserabya bölgesini Ruslara terk edecek, buna karşın Dobruca’yı alacaktı. Romanya’nın ayrıca tazminat isteme hakkı olacaktı. 5. Bulgaristan, Osmanlı Devleti’ne vergi veren özerk bir prenslik haline getirilecekti. Ekli bir haritaya göre Bulgaristan prensliğinin sınırları, Tuna nehrinden Ege Denizi’ne ve Arnavutluk’tan Karadeniz’e kadar uzanacaktı. Manastır ve Selanik Vilayetleri de (Makedonya, Batı Trakya ve Doğu Rumeli dahil) bu sınırların içinde olacaktı. Bu devletin yüzölçümü 3 bin milkare ve nüfusu da 5 milyon olarak hesaplanmıştı. Büyük Oyun: Yeniden Doğu Sorunu II. Abdülhamid’in hattı hümayunu: Ruslar Ayestefanos görüşmelerinde Osmanlı donanmasının teslimini istemekteydi. Büyük tepki çeken bu talep üzerine II. Abdülhamid, donanmadan asla vazgeçilmeyeceğine dair bir hattı hümayun yayınladı. 54 Osmanlı Tarihi (1876-1918) Bulgaristan prensi, Bulgaristan halkı tarafından seçildikten sonra, Avrupa devletlerinin uygun görmesi ve Osmanlı Devleti’nin onayı ile başa geçebilecekti. Ancak bu prens, bilfiil başta olan Avrupa hanedanlarına mensup olmayacaktı. Bulgaristan’ın askeriye sınıfı ve memurları, Hıristiyanlar’dan seçilecekti. Yeni yönetimin kurulmasına nezaret etmek üzere bir Rus komiseri 2 yıl süreyle ülkede görev yapacaktı. Eski kaleler yıkılacak ve ayrıca Bulgaristan’da Osmanlı askeri bulunmayacaktı. Mahalli kuvvetler kuruluncaya kadar, Rus askeri asayişi sağlamak üzere ülkede bulunacaktı. Tuna kaleleri de tamamen yıkılacak ve bu nehirde savaş gemileri bulunmayacaktı. 6. Rusya ve Avusturya’nın kontrolünde olmak üzere, Bosna-Hersek’te; Yanya, Teselya ve Rumeli’nin diğer Hıristiyan bölgelerinde ve ayrıca Doğu Anadolu’da Ermenilerin yaşadığı yerlerde ıslahat yapılacaktı. Ermeniler, Kürtlere ve Çerkezlere karşı korunacaktı. 7. Osmanlı Devleti’nin egemenliğinde bulunan Girit Adası’nda, 1868 tarihli nizamname uygulanacak ve yönetim buna göre devam edecekti. Osmanlı Devleti, Arnavutluk, Tırhala ve Rumeli’nin diğer bölgelerinde de aynı idareyi uygulayacaktı. 8. Osmanlı Devleti Rusya’ya, 1 milyar 410 milyon ruble (245.207.301 Osmanlı altını) savaş tazminatı ödeyecekti. Ancak, Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu mâli sıkıntı nedeniyle Rusya bunun 1 milyar 110 milyon rublesinden vazgeçiyor fakat buna karşılık olmak üzere Tolçı, İsakçı, Kilya, Maçin, Sünne, Mahmudiye, Köstence, Babadağ, Mecidiye ve Hırsova kazaları ile Tuna adaları Rusya’ya veriliyordu. Rusya buraları, Paris antlaşmasıyla elinden alınan Beserabya ile değiştirmek hakkına sahipti. Yine bu tazminata karşılık olmak üzere Kars, Ardahan, Batum, Eleşkirt ve Doğu Beyazıt da Rusya’ya bırakılacaktı. Geriye kalan 300 milyon ruble ise, nakit olarak Rusya’ya ödenecekti. 9. Rus askerleri, Bulgaristan hariç olmak üzere, antlaşmanın imzalanmasından üç ay sonra Rumeli’yi, altı ay sonra da Doğu Anadolu’yu tahliye edecekti. 10. Osmanlı topraklarında yaşayan Rus tebaası savaştan önceki gibi, ticaret yapabileceği gibi, Rus konsoloslukları da Rus tebaası ve papazlarını himaye edebilecekti. Ayestefanos antlaşmasının Ermenilere dönük 16. maddesi, Ermeni sorununun milletler arası bir nitelik kazanması konusunda önemli bir adımı teşkil eder. İleride ayrıntılı olarak anlatılacağı üzere, Rus kuvvetleri İstanbul’a yaklaştıkları bir sırada Ermeni Patriği Nerses ve diğer yetkililer teşebbüse geçerek, Doğu Anadolu’da Ermenilerin yaşadıkları vilayetlere muhtariyet verilmesini ve Rus askerlerinin bir süre daha burada kalmalarını talep etmişlerdi. Rusları fazlasıyla sevindiren bu antlaşmanın imzalanması üzerine Grandük Nikola, bütün komutan, subay ve askerlerini Yeşilköy’ün dışında toplayarak top atışları eşliğinde görkemli bir tören düzenlemiştir. Maddelerden de anlaşıldığı üzere Ayestefanos antlaşması, Osmanlı Devleti için ağır şartları ihtiva etmekteydi. Zira, devlet sadece Balkanların büyük bir kısmını kaybetmekle kalmıyor, Anadolu topraklarından da önemli şehirleri Ruslara bırakıyordu. Bozgunla neticelenen bir savaşın sonunda ortaya çıkan böyle bir tablo, Osmanlı devlet ve toplum hayatında derin izler bırakmıştır. Büyük bir zafer elde eden Ruslar ise, siyasi, mâli ve askeri açılardan önemli menfaatler sağlamanın yanında, Osmanlı Devleti üzerinde geniş bir nüfuza da sahip oluyordu. Bulgaristan üzerinde kabul ettirdiği yeni statü ile Rusya, özellikle Balkanlar’da kesin bir nüfuz elde ediyordu. Balkanlar’daki Slav milletlerinin ba- 3. Ünite - Büyük Oyun: Yeniden Doğu Sorunu 55 ğımsızlıklarını kazanmasıyla ortaya çıkan bu yeni durum, Panislavizmin de büyük bir başarısı olarak görülmektedir. Ancak, Rusya’nın ulaştığı sınırlar ve elde ettiği bu nüfuz, Şark meselesi çerçevesinde Avrupa coğrafyasındaki siyasi dengeyi de tek taraflı olarak altüst etmişti. Bölgedeki Rus hâkimiyet ve etkinliğinin bu derecede artmasından en büyük zararı görecek olan devletler ise, kuşkusuz İngiltere ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu idi. Sonuçta, bu devletlerin girişimiyle, 13 Haziran 1878’de Berlin’de milletler arası bir kongre toplandı ve nihayetinde Berlin antlaşması imzalandı. Ruslar’la Doksanüç Harbi sonunda Ayestefanos Antlaşması yapılmasına rağmen, bu antlaşmanın hükümsüz kalması ve yerine Berlin Antlaşması’nın imzalanmasının nedenleri nelerdir? 1 Resim 3.1 Ayestefanos Antlaşmasına Göre Balkanlar Haritası Kaynak: Hüseyin Dağtekin, Genel Tarih Atlası, s. 60. 56 Osmanlı Tarihi (1876-1918) Osmanlı-İngiliz İttifak Antlaşması: Kıbrıs Konvansiyonu Rusya’nın güneye, yani Akdeniz’e inmesi, birinci derecede İngiltere’yi etkileyecekti. Zira, Rusya eğer bu amaca ulaşırsa, İngiltere’nin Uzakdoğu, Ortadoğu ve Akdeniz’e giden stratejik yolları tehlikeye girecek ve İngiliz menfaatleri böylece büyük zarar görebilecekti. İngiltere, Rusya’nın güneye inme siyaseti önündeki en ciddi engelin ise, Osmanlı İmparatorluğu olduğunu düşünmekteydi. Bu sebeple de -Doksanüç Savaşı’na kadar- 19. yüzyıl boyunca Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünden, yani statükonun korunmasından yana bir politika izlemiştir. Nitekim İngiltere, savaşın çıkmaması için de gayret sarf etmesine rağmen, bu savaşı önleyememişti. Doksanüç Savaşı sonunda imzalanan Ayestefanos antlaşmasıyla Rusya, Balkanlar ve Boğazlar’a yerleşme ve buralarda geniş nüfuza sahip olma konusunda önemli bir fırsat yakaladığı gibi, Ege Denizi’ne kadar ulaşan büyük Bulgaristan sayesinde, Ege ve Akdeniz’e inmek için de avantajlı bir konuma geçmişti. Rusya ayrıca, Doğu Anadolu’da ele geçirdiği Kars, Ardahan, Doğu Beyazıt ve Batum ile de Basra Körfezi’ne yaklaşmaktaydı. Bu durum, İngiltere’nin Hindistan sömürgesine giden en kısa yolu üzerinde, dolayısıyla bölgedeki menfaatleri üzerinde ciddi bir tehdit oluşturmaktaydı. Bu gelişmeler, İngiltere’yi gelişmelere müdahale etme noktasında harekete geçirmiştir. Böylece İngiltere, Rusya’nın şark meselesini tek başına ve kendi menfaatlerine göre çözmesini kabul etmeyeceğini göstermekteydi. Ancak İngiltere, artık Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğünü destekleme siyasetini bir yana bırakacaktır. Bu tür bir siyaset değişikliği, İngiltere’nin Osmanlı topraklarına yerleşme siyasetini de beraberinde getirmiştir. İngiltere’nin gelişmelere kayıtsız kalamayacağına dair ilk belirti, Rusların İstanbul önlerinde gözüktüğü bir sırada, donanmasını Boğazlara göndermesiydi. Ayestefanos Antlaşması’nın imzalandığı sıralarda İngiliz Dışişleri Bakanlığı’na Lord Salisbury geçmişti ki kendisi, Kıbrıs’ın bir üs olarak İngiltere’nin yönetimine geçmesi gerektiğini savunmaktaydı. Bu sırada, Henry Layard da İstanbul’daki İngiliz elçisiydi. İngiltere bu dönemde, Rusya’ya karşı dengeyi sağlayabilecek sürekli bir üs arıyordu. Osmanlı topraklarındaki çeşitli yerleri öngören tekliflerden sonra, İngiliz hükümeti, Hint yolunun güvenliğini sağlamak için Kıbrıs adasının iyi bir üs olabileceği kararına vardı. Ancak bu karar, gizli tutuluyordu. Sözü edilen kararda, İngiliz istihbaratının 8 Şubat 1877 tarihli raporu da önemli bir rol oynamıştı. Kıbrıs’ın bir üs olarak seçilmesinin muhtelif siyasi, askeri ve ekonomik nedenleri vardı. Öncelikle İngiltere, Osmanlı İmparatorluğu’nu daha yakından takip edebilecek, Rus yayılmasına karşı bir set çekebilecek ve Rusya’yı askeri açıdan kontrol altında tutabilecekti. Adaya yerleşmenin, askeri, ticari ve ekonomik açılardan ve ayrıca diğer Avrupalı devletlere üstünlük sağlama noktasından da pek çok faydaları olacaktı. Kıbrıs, Çanakkale ve İstanbul boğazlarına, Malta Adasından daha yakındı. Ayrıca, Süveyş Kanalı üzerinden Hindistan’a giden deniz ve ticaret yolunun üzerindeydi. Bu sırada, adadaki limanlar ve deniz üsleri konusunda çeşitli fizibilite raporları hazırlanıyordu. İngiltere, statükonun değiştirilemeyeceğini Rusya’ya her fırsatta göstermeye çalışıyordu. Tepkisini göstermekte kararlı olan İngiltere, 17 Nisan 1878’de 7 bin kişilik bir askeri kuvvetini Hindistan’dan Malta’ya kaydırmaya karar verdi. Lord Salisbury de, 3 Mayıs’ta, Rusya’nın Londra elçisine bir nota vererek, Ayestefanos Antlaşması’yla ortaya çıkarılan büyük Bulgaristan Prensliği’nin küçültülmesi ve ayrıca Doğu Anadolu’da belirlenen sınırların da yeniden düzenlenmesi gerektiğini bildir- 3. Ünite - Büyük Oyun: Yeniden Doğu Sorunu 57 di. İngiliz dışişleri bakanı, 10 Mayıs’ta İstanbul’daki elçi Layard’a bir talimat göndererek, İngiltere’nin Rus saldırısına karşı Osmanlı Devleti’ni koruyacağını, ancak buna karşılık olmak üzere, Osmanlı Devleti’nin Anadolu topraklarında ıslahat yapmasını ve Kıbrıs Adası’nın idaresini İngiltere’ye bırakmasını istemiştir. Bu arada Rusya, Bulgaristan’ın küçültülmesi isteğine onay verirken, Doğu Anadolu’da ise sadece Beyazıt’ı geri verebileceğini bildirdi. Bunun üzerine Salisbury, 24 Mayıs’ta Layard’dan, savunma antlaşması yapma teklifini Osmanlı hükümetine bildirmesini istedi. Layard da bu emri yerine getirerek, iki gün içinde söz konusu antlaşmanın yapılmaması halinde, Ayestefanos Antlaşması’nın düzeltilmesi görüşmelerinin sonlandırılacağını bildirdi. Layard, 25 Mayıs’ta II. Abdülhamid ile görüşerek, iki devlet arasında Osmanlı Devleti’nin Asya kıtasındaki topraklarını kapsamak üzere bir savunma antlaşması imzalanmasını önerdi. II. Abdülhamid böyle bir antlaşmayı devletin geleceği açısından mahzurlu görmekle birlikte, mevcut şartları düşünerek istemese de bu teklife razı oldu. Bunun üzerine Layard ile Sadrazam ve Hariciye Nazırı Saffet Paşa arasında görüşmeler yapıldı. Layard bu görüşmelerde, muhtemel bir Rus saldırısına karşı Osmanlı Devleti’ne askeri yardım yapılabilmesi için Kıbrıs’ın yönetiminin İngiltere’ye bırakılmasının gerekli olduğunu ifade etti. Padişah ise özellikle Anadolu’da ıslahat yapılması konusunu mahzurlu görüyordu, ancak yapılacak başka bir şey de kalmamıştı. İngiltere, bu görüşmeler boyunca, tehditkâr ve baskıcı bir tavır takınmıştır. İki maddeden oluşan savunma antlaşması, Layard ile Saffet Paşa arasında, 4 Haziran 1878’de imzalandı. Buna göre, Rus saldırısına karşı İngiltere, Osmanlı Devleti’ni askeri açıdan savunacaktı. Buna karşılık Osmanlı Devleti de, Anadolu topraklarındaki Hıristiyanlar’la ilgili olmak üzere, Avrupalı devletler tarafından belirlenecek reformları yapmayı ve ayrıca bütün bunların gerçekleşebilmesi için de Kıbrıs’ın İngiltere’ye “tahsisini ve asker ikamesiyle adayı idare etmesine muvafakatı” kabul edecekti. Böylece Kıbrıs İngilizler’e devredilmiş oluyordu. Antlaşmayla, Osmanlı Devleti’nin egemenlik ve mülkiyet haklarından kayıtsız-şartsız vazgeçilmiyor, bu haklar “vekâleten” ve “geçici olarak” İngiltere’ye bırakılıyordu. Yani ada, hukuki olarak yine Osmanlı Devleti’nin bir toprağı olmaya devam edecekti. Nitekim, adada padişahın ve tebaanın hukukunun korunması ve arazi, vakıflar ve devlete ödenmesi gereken gelirler gibi konularda ek protokol ve antlaşmalar imzalandı. 1 Temmuz 1878 tarihli ek antlaşma ile de, Rusya’nın Doğu Anadolu’da işgal ettiği yerleri terk etmesi halinde antlaşmanın da sona ereceği ve Kıbrıs’ın boşaltılacağı belirtiliyordu. 7 Temmuz’da antlaşmaya dair bir ferman çıkarıldı. Berlin Kongresi oturumlarının sona ermesinden hemen sonra da İngilizler, Kıbrıs’a asker çıkardı. Padişah, antlaşmadan doğabilecek mahzurları önlemek için, Berlin Antlaşması’nın imzalanmasından iki gün sonra, 15 Temmuz’da “hukuk-ı şahanesine asla halel gelmemek şartıyla” antlaşmayı tasdik etmiştir. Bu durum Layard tarafından da bir belgeyle kabul edilmiştir. Padişah, saltanatı boyunca uyguladığı “denge siyaseti”nin ilk örneklerinden birini burada uygulamaya çalışmıştır. Ancak, İngiltere’nin esas amacı Kıbrıs’a tamamen yerleşmek ve burayı kendi egemenliğine almak olduğundan, kısa bir süre sonra adadaki gelirlere el koydu ve Kıbrıs’ı Osmanlı Devleti’ne karşı bir baskı unsuru olarak kullandı. Bütün bunlar, İngiltere’yi padişah nazarında güvenilmez ve en tehlikeli devlet konumuna getiriyordu. 1882’de bu kez Mısır’ın yine İngilizler tarafından işgali, bu görüşün haklılığını ortaya koymuştur. 12 Temmuz tarihinde Amiral John Hay komutasındaki İngiliz filosu, bir askeri birliği Magosa limanına çıkardı. Bu sırada ufak çaplı direnişler de oldu. Böylece Henry Layard: Aynı zamanda ünlü bir arkeolog olan Sir Austen Henry Layard, 1845- 1851 yılları arasında Asur, Ninova ve Babil gibi antik şehirlerde kazılar yapmıştı. II. Abdülhamid, İngiliz elçisi Layard’dan, İmparatorluğun kötü durumdan kurtulabilmesi için bir rapor hazırlamasını istemiş, O da yapılması gereken ıslahatları içeren bir rapor hazırlamıştır. 58 Osmanlı Tarihi (1876-1918) ada, hukuken Osmanlı Devleti’nde kalmakla birlikte, bir oldubittiyle fiilen İngiliz idaresine geçmiş oluyordu. İngilizler tarafından buraya bir yüksek komiser atandı ve çok sayıda asker getirildi. İngiltere, Berlin Antlaşmasıyla, Ayestefanos Antlaşması’nı nispeten hafifletmiş oldu. Ancak bu, Osmanlı’yı desteklemek için değil, sadece İngiliz menfaatlerinin korunması için yapılmıştı. Bundan sonra adadaki Türk ve Müslüman nüfus, Anadolu’ya yapılan göçlerle birlikte azalmaya başlamıştır. İngiltere, I. Dünya Savaşı başladığı sırada, 1914 yılında adayı resmen ilhak etmiş, bu durum Lozan Antlaşmasıyla Türkiye tarafından da kabul edilmiştir. İngiltere’nin Kıbrıs’a bu şekilde yerleşmesi, etkisi günümüze kadar gelen bir Kıbrıs sorununun da başlangıcı olmuştur. İngiltere’nin Kıbrıs’a yerleşmesi konusu için şu makaleyi okuyunuz: Cihat Göktepe, “II. Abdülhamid’in Kıbrıs Siyaseti ve Adanın İngiltere’ye Geçiş Süreci”, Devr-i Hamid, Kayseri 2011, cilt I, s. 433-445. İngiltere’nin Kıbrıs’a yerleşmesinin temel sebebi nedir? BERLİN KONGRESİ VE AVRUPA DİPLOMASİSİ Rusya’nın, Osmanlı Devleti ile tek başına yaptığı Ayastefanos Antlaşması ile Şark meselesini sadece kendi menfaatleri açısından halletmek istemesi, başta İngiltere ve Avusturya olmak üzere Avrupa devletlerini büyük endişeye sevk etmişti. Ayestefanos antlaşmasına karşı yükselen tepkiler üzerine Rusya başbakanı Gorçakof, Avrupa devletlerinin katılacağı bir kongrede bu antlaşmanın tekrar ele alınmasını kabul etmişti. Ancak, sadece Avrupa devletlerini ilgilendiren hususlara karışabilecekleri konusunda ısrarlıydı. İngiltere ve Avusturya ise, buna karşı çıkarak 1856 Paris antlaşmasıyla sağlanan statükonun bozulduğunu ve dolayısıyla bu antlaşmayı imzalayan devletlerin de kongreye katılmalarını istediler. Ayastefanos Antlaşması’dan rahatsız olan devletler arasında, kuşkusuz İngiltere ilk sırada gelmekteydi. Çünkü, bu antlaşmayla Rusya, Osmanlı Devleti’nin özellikle Balkan ve Doğu Anadolu toprakları üzerinde geniş bir nüfuza sahip oluyordu. Kurulacak büyük ve Ege Denizi’ne inen Bulgaristan İngiltere için önemli bir sorun olarak ortaya çıkacağından, doğrudan İngiliz çıkarlarına ters düşmekteydi. İngiltere’nin menfaatlerine ters düşen bu noktalar gizli bir raporla da ortaya konulmuştur. Bu rapora göre, büyük Bulgaristan’ın Ege’den ve Makedonya’dan uzaklaştırılması gerekiyordu. Bu devlet (dolayısıyla Rusya), hem İstanbul’a çok yaklaşmakta hem de Osmanlı Devleti’nin Avrupa ile olan irtibatını kesmekteydi. Rusya’nın Karadeniz’de önemli bir liman olan Batum’u alması ve ayrıca Kars ve Ardahan’a sahip olması ise, Mezopotamya, Basra Körfezi ve Hindistan yolu için ciddi bir tehlike oluşturabilirdi. Bu nedenle İngiltere, Ayestefanos dışında yeni bir barış antlaşması için kongre toplanması konusunda ısrarlı davrandı, hatta bu konuda savaşı bile göze alan sert bir tavır takındı. Bu durum karşısında yeni bir savaşa girmeyi göze alamayan Rusya ise, Ayestefanos Antlaşması’nın itiraz edilen maddelerinin değiştirilmesi için İngiltere ile görüşmelere başladı. Görüşmeler sonunda, İngiltere ile Rusya arasında 30-31 Mayıs 1878 tarihlerinde olmak üzere üç memorandum imzalandı. Bu belgeler, Berlin Antlaşmasını da şekillendirmiştir. Buna göre, Bulgaristan toprakları daraltılıp ikiye ayrılıyor ve ayrıca Makedonya ve Ege Denizi’nden uzaklaştırılıyordu. Bulgaristan’da Slav olmayan topluluklar da bulunmayacaktı. Ermenilerin yaşadığı Doğu Anadolu vilayetleriyle Teselya ve Epir’de yapılacak ıslahatlarda İngiltere de söz sahibi olacaktı. Rusya, Doğu Anadolu’da elde ettiği Kars 2 3. Ünite - Büyük Oyun: Yeniden Doğu Sorunu 59 ve Batum’dan başka yerleri alamayacak ve ayrıca Doğu Beyazıt-Eleşkirt Vadisi’ni Osmanlı Devleti’ne geri verecekti. Boğazların statüsü de eskisi gibi devam edecekti. Bu değişiklikler, Rusya’nın kazanımlarını önemli oranda geri aldığı gibi Osmanlı Devleti’ne karşı da yardım niteliğindeydi. Fakat, İngiltere’nin Kıbrıs’a yerleşmesi, bu yardımın karşılığı olacaktı. Orta Avrupa’nın güçlü devleti olan Avusturya da, bir kısmına egemen olduğu Balkan topraklarında ve Rusya’nın nüfuzu altında olarak büyük bir Bulgaristan’ın kurulmasından rahatsızlık duymuştu. Ayestefanos Antlaşması’yla Avusturya’nın ihtiyaç duyduğu “Selanik Yolu” kesintiye uğradığı gibi, Rusya Balkanlara büyük oranda egemen olacaktı. Avusturya ayrıca, Rusya ile yapılan 1876 Reichstadt ve 1877 Peşte Antlaşmalarına dayanarak, Bosna-Hersek üzerinde yalnızca kendi kontrolünü istemekte ve bu arada Balkanlar’da büyük bir Slav devletinin kurulmasına izin vermeyeceğini belirtmekteydi. Ayestefanos Antlaşması’na Balkanlar’da yeni kurulan devletlerin de itirazları söz konusuydu. Zira, kendilerine bekledikleri kadar toprak verilmemişti. Şöyle ki, bağımsızlık kazanan devletlerden Sırbistan, Bosna-Hersek ile Makedonya topraklarının bazı kısımlarına sahip olmak isterken, Dobruca’yı alan Romanya ise Romenler’in yaşadığı Besarabya’yı da Rusya’ya vermek istemiyordu. Ayrıca, Balkan devletleri büyük bir Bulgaristan’ın ortaya çıkmasından hiç hoşnut değildi. Yukarıdaki nedenlerden dolayı, Ayastefanos Antlaşması’nı yeniden düzenlemek ve öngörülen değişiklikleri yapmak için Berlin’de milletlerarası bir kongrenin toplanmasına karar verildi. Rusya, başta böyle bir kongrenin toplanmasına karşı ise de Avrupa devletlerinin kararlılığı üzerine durumu kabullenmek zorunda kaldı. Bu sırada, 4 Haziran 1878 tarihinde yapılan bir antlaşmayla da Osmanlı Devleti, Rus tehlikesine karşı askeri bir üs olmak üzere, Kıbrıs’ın yönetimini İngiltere’ye devretmişti. Berlin Kongresi, 13 Haziran 1878’de Almanya Başbakanı Prens Bismarck’ın başkanlığında toplandı ve tam bir ay sürdü. Kongrede Osmanlı Devleti’ni Berlin Sefiri Sadullah Bey, Müşir Mehmed Ali Paşa ve Nâfia Nâzırı Kara Todori Paşa temsil etmiştir. Almanya’yı Prens Bismarck, Von Bülow ve Prens Hohenlohe; Avusturya-Macaristan’ı Kont Andreassy, Kont Karoly ve Baron Haymerle; İngiltere’yi Lord Beaconsfield, Lord Salisbury ve Lord Odo Ruselli; İtalya’yı Kont Corti, Kont de Laumag; Fransa’yı Waddington, Kont de Saint-Vallier, F. Desprez ve Rusya’yı ise Prens Gorçakof, Kont Şuvalov ve Baron d’Ubril temsil etmekteydi. Osmanlı Devleti’nin konferanstaki temel beklentisi, İngiltere ile yapılan Kıbrıs antlaşmasının da etkisiyle, Ayastefanos Antlaşması’nın şartlarını hafifletecek önemli değişikliklerin yapılmasıydı. Ancak görüşmeler başladığında, ilgili devletler Osmanlı toprakları üzerindeki çıkarlarını korumayı ön planda tutmuşlardır. Kuşkusuz bu husus, o dönemde diplomasinin baş aktörü olan İngiltere için de geçerliydi. Berlin Antlaşması ve Önemi Berlin’de toplanan bir aylık kongrenin sonunda, 13 Temmuz 1878 tarihinde Berlin Antlaşması imzalanmıştır. Antlaşma toplam 64 maddeyi içermekle birlikte, bunlardan önemli olanları şu şekilde sıralayabiliriz: 1. Ayastefanos Antlaşması sonucunda ortaya çıkan büyük Bulgaristan üç bölgeye ayrılmak suretiyle önemli ölçüde daraltılıyordu. Bunlardan toprakları daraltılan Bulgaristan Prensliği, Osmanlı Devleti’ne vergi vermek ve bağlı kalmakla birlikte özerk bir yapıda olacaktı. Osmanlı askerinin bulunmayıp kendi milis gücü bulunan Bulgaristan Prensliği iç işlerinde serbest olacak, başındaki prensi halkoyuyla seçildikten sonra Osmanlı hükümeti tasdik edecek ve büyük devletler de bu isme muvafakat edecekti. Bismarck: Alman Başbakanı Prens Otto Von Bismarck, 1870’te Fransa’ya karşı kazanılan savaştan sonra, 1871 yılında Alman milli birliğinin kurulmasında büyük bir paya sahip oldu. Bu birliği güçlendirmek için büyük çaba sarf eden Bismarck, Berlin Kongresi’nde de örneğini gördüğümüz üzere, Avrupa diplomasisinde “arabulucu” rolüyle ün saldı. 60 Osmanlı Tarihi (1876-1918) 2. Bulgaristan’ın ikinci bölgesi olan Şarkî Rumeli Vilayeti, özerk olmakla birlikte siyasî ve askerî yönlerden Osmanlı Devleti’ne bağlı kalacaktı. Burayı yönetecek olan ve Avrupa devletlerinin de onaylayacağı valiyi, Osmanlı hükümeti beş yıl süreyle tayin edecekti. Bu vali, gerekli durumlarda Osmanlı Devleti’nden askeri yardım isteyebilecekti. Ayrıca, Osmanlı Devleti’nin imzaladığı bütün antlaşmalar, Doğu Rumeli’de de geçerli olacaktı. Bulgaristan’ı oluşturan üçüncü bölge ise ıslahat yapılmak şartıyla yine Osmanlı Devleti’ne bırakılan Makedonya idi. 3. Osmanlı Devleti 1868 tarihli nizamname ile Girit’te uygulamaya koyduğu özerkliği devam ettirecek ve bu konuda Avrupalı devletlere de bilgi verecekti. 4. Yunanistan, Berlin Kongresi’ne katılmamakla birlikte Girit, Teselya ve Epir’in kendisine verilmesini istemiş ancak bu konuda bir karar verilmemişti. Bunun üzerine, Yunanistan lehinde bazı sınır değişiklikleri yapılmak üzere Osmanlı Devleti ile Yunanistan arasında müzakereler yapılacaktı. İki devlet bu konuda anlaşamazsa, büyük devletlerin aracılığına başvuracaklardı. 5. Bosna ve Hersek geçici olarak Avusturya’nın işgal ve idaresine bırakılıyordu. Avusturya bunun dışında Yenipazar Sancağı’nda asker bulundurmak suretiyle, Sırbistan ve Karadağ’ın arasına girmiş oluyordu. 6. Osmanlı Devleti Karadağ’ın bağımsızlığını tanıyacak, fakat sınırları üzerinde bazı düzenlemeler yapılacaktı. Buna göre Karadağ Antivari Limanı’nı alırken Dulcigno’yu Osmanlı Devleti’ne geri veriyordu. Ayrıca, Karadağ savaş gemisine sahip olmayacağı gibi Osmanlı borçlarından bir bölümünü de üzerine alacaktı. 7. Sırbistan’ın bağımsızlığı tanınacak ve Osmanlı borçlarından bir kısmını üzerine alacaktı. Ayrıca Niş ile Pirot Sırbistan’a verilirken Mitroviça ise Osmanlı Devleti’ne iade ediliyordu. 8. Romanya’nın bağımsızlığı Osmanlı Devleti tarafından kabul edilecekti. Romanya, Besarabya’yı Rusya’ya vermesi karşılığında Tulçı ve Dobruca’yı alacaktı. Tuna nehri savaş gemilerine kapalı olurken ticaret gemilerine ise açık olacak, Tuna komisyonu eskisi gibi görevine devam edecekti. 9. Osmanlı Devleti, ödemesi gereken harp tazminatının bir bölümüne karşılık olmak üzere Kars, Ardahan ve Batum’u (elviye-i selâse) Rusya’ya bırakırken, Doğubayazıt ve Eleşkirt vadisi kendisinde kalacaktı. Batum, serbest liman olacaktı. Savaşla hiçbir ilgisi olmadığı halde, sınır hattında bulunan Kotur şehri ve bölgesi İran’a verilecekti. 10.Harp tazminatı konusunda Osmanlı Devleti ile Rusya kendi aralarında bir anlaşmaya varacaklardı. 8 Şubat 1879’da yapılan İstanbul Antlaşması ile Rusya’ya bırakılan yerlerin bedeli düşüldükten sonra tazminat miktarı 802.500.000 Frank olarak belirlenmiş ve bu miktarın 7 yıl içerisinde yirmi bir taksitte ödenmesi kararlaştırılmıştır. 14 Mayıs 1882’de yapılan antlaşma ile de, söz konusu tazminatın yıllık 350 bin Osmanlı lirasının taksitlerle ödenmesi ve âşâr vergisinin teminat olarak gösterilmesi kararlaştırılmıştır. 11.Osmanlı Devleti Ermeniler’in yaşadığı vilayetlerde ıslahat yapmayı ve ayrıca Ermenileri Kürt ve Çerkezlere karşı korumayı taahhüt etmekteydi (61. Madde). 12.İstanbul ve Çanakkale Boğazları, 1841 Londra ve 1856 Paris antlaşmalarında belirlenen statüye bağlı olacaktı. Berlin Antlaşması ile Ayestefanos Antlaşması arasında yer alıp Rusya’nın aleyhine değiştirilen maddeler hangileridir? Şarkî Rumeli Vilâyeti: Berlin Antlaşmasıyla Doğu Rumeli’ye verilen statü, buradaki Osmanlı egemenliğini adeta pamuk ipliğine bağlamıştır. Nitekim, Eylül 1885’te ortaya çıkan ayaklanmayla birlikte, Doğu Rumeli Vilâyeti Bulgaristan’la birleşmiş, Osmanlı Devleti de bunu kabullenmek zorunda kalmıştır. 3 3. Ünite - Büyük Oyun: Yeniden Doğu Sorunu 61 Ayestefanos ve Berlin Antlaşmaları’nın Mukayesesi Ayastefanos Antlaşması, Osmanlı Devleti ile Rusya arasında meydana gelen bir savaşın sonucunda sadece iki devleti ilgilendirirken, Berlin Antlaşması ise bu ilgiyi Avrupalı büyük devletlere de teşmil etmiştir. Bununla birlikte Berlin Antlaşması, daha önce imzalanan Ayestefanos’a göre, Osmanlı Devleti açısından biraz daha hafifletilmiş maddeleri içermekteydi. Şöyle ki, Avrupalı devletlerin itiraz ettiği temel noktalardan biri olarak Ege Denizi’ne kadar ulaşan büyük Bulgaristan üçe ayrılmak suretiyle Rusya’nın Ayestefanos Antlaşması’yla elde ettiği statü ve menfaatler dengelenmiştir. Bu durum, güneye doğru sarkmaya başlayan Rus tehdidinin de o dönem için zayıflatılması anlamına geliyordu. Bulgaristan’ın küçültülerek özellikle Ege Denizi ve Makedonya’dan uzaklaştırılması, İngiltere ile birlikte Avusturya’nın da arzuladığı bir husustu. Yine, Ayestefanos ile Rusya’ya bırakılan Doğu Beyazıt ve Eleşkirt vadisi de Osmanlı Devleti’ne veriliyordu. Ancak bütün bunlar, Osmanlı Devleti için değil, Avrupalı büyük devletlerin menfaatlerine dokundukları için yapılmıştı. Öte yandan, 1856 Paris Antlaşması’nda esas olarak kabul edilen “Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğü” ilkesi, Berlin Antlaşması’yla bozulmuştur. Nitekim, Balkanlar ve Doğu Anadolu’daki büyük toprak kayıpları dışında, konuyla ilgileri bulunmamasına rağmen Yunanistan ve İran’a bile toprak verilmişti. Dolayısıyla Berlin Kongresi ve sonunda imzalanan Berlin Antlaşması, ilgili devletler arasında genel barışı sağlayacağı yerde, daha sonra etkisini gösterecek olan yeni antlaşmazlıkların da temel kaynağı olmuştur. Benzer şekilde, 61. madde ile antlaşmaya dâhil edilen “Ermenilerin yaşadığı yerlerde ıslahat yapılması” konusu da, özellikle II. Abdülhamit dönemi ve sonrasında bir “Ermeni sorunu”nun ortaya çıkmasında, bir dönüm noktası teşkil etmiştir. İleride bahsedileceği üzere, İngiltere ve diğer devletler bu maddeyi sürekli olarak istismar edecek ve Osmanlı Devleti’ni parçalama siyaseti izleyecektir. I. Dünya Savaşı’na Giden Yolda Berlin Kongresi/Antlaşması’nın Önemi ve Sonuçları Berlin Kongresi ve nihayetinde imzalanan Berlin Antlaşması, getirdiği sonuçlar açısından, 19. yüzyılın son çeyreği ile 20. yüzyılın ilk çeyreğindeki siyasi ve askeri gelişmeleri doğrudan etkilemiştir. Bu bakımdan, pek çok devlet ve imparatorluk için olduğu kadar, dünya tarihi için de önemli dönüm noktalarından biridir. Öyle ki, antlaşma ile ortaya çıkan yeni düzen, I. Dünya Savaşı’na giden yolu da hazırlamıştır. Kongreye katılan devletler -Osmanlı Devleti hariç olmak üzere- kendi çıkarları doğrultusunda istediklerini elde etmişlerdir. Bununla birlikte, savaştan büyük bir zaferle çıkan Rusya, Ayestefanos’a göre kazançlarının önemli bir kısmını kaybetmişti. En önemlisi, Ayestefanos Antlaşması’yla belki de zirveye ulaşan Panislavizm, Berlin Antlaşması’yla artık etkisiz bir hâle getirilmişti. Rusya’nın kongrede umduğunu bulamamasının önemli bir sebebi de, Almanya’nın Rusya yerine Avusturya’yı desteklemesiydi. Böylece, Rusya’nın her iki devletle olan ilişkileri bozulmaya başlamıştır. Bu ise, 1872’de kurulan “Üç İmparatorlar Ligi”nin dağılması anlamına geliyordu. Nitekim, 1882’de II. Wilhelm’in imparator olmasıyla, Almanya ve Rusya artık zıt kamplarda yer almaya başlamışlardır. Bu zıtlaşma, I. Dünya Savaşı’na kadar artarak devam edecek ve her iki devlet, düşman blokların temel unsurlarından birini oluşturacaktır. 62 Osmanlı Tarihi (1876-1918) Osmanlı Devleti ise, Ayestefanos Antlaşması’nın şartlarını biraz hafifletmek suretiyle nisbi bir fayda sağlamakla birlikte, uğradığı büyük bir yenilginin sonucu olarak yine de en fazla siyasi, askeri ve mâli kayba uğrayan devlet konumundaydı. Osmanlı İmparatorluğu, prestijiyle birlikte yaklaşık 212 bin km2 toprağını ve 5 milyonluk da bir nüfusunu kaybetmişti. Sadece Avrupa’daki topraklarının ise, beşte ikisini kaybetmişti. Avrupa ve Balkanlar’da oluşan bu yeni statüko, daha fazla dengesizlikler yaratmış olacak ki, devletler arası mücadeleler yeniden alevlenmiştir. I. Dünya Savaşı’nın patlak vermesi de bu sürecin doğal bir sonucuydu. Öncelikle belirtmek gerekir ki, Berlin Kongresi ve Antlaşması ile, Osmanlı Devleti, dağılma ve parçalanma döneminin en çalkantılı safhalarından birine girmiştir. Bu konuda, o döneme kadar Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünden yana olan İngiltere’nin bile politikasını değiştirdiği görülür. İngilizler, Osmanlı Devleti’nin artık bir dağılma dönemine girdiğini ve bu durumda toprak bütünlüğünü korumaya çalışmanın anlamsız olduğunu düşünmekteydiler. Nihayet İngiltere, Kıbrıs (1878) ve Mısır (1882) örneğinde olduğu gibi, Uzakdoğu’daki sömürgelere giden yolları bizzat kontrol altına almak suretiyle, geleneksel politikasındaki değişimi açık bir şekilde göstermiştir. Diğer bir deyişle İngiltere artık, Osmanlı Devleti üzerinden değil de “kendi işini kendi görme” davranışını benimsemiştir. İngiliz politikasının değişmesinde, Osmanlı aleyhtarlığıyla ön plana çıkan ve eski politikayı şiddetle eleştiren Liberal Parti ve başkanı Gladstone’un da ciddi etkisi vardır. Rus tehlikesini bertaraf etmeye çalışan İngiltere, bir taraftan da Doğu Anadolu toprakları üzerinde kendisine bağlı bir Ermeni devletinin kurulmasına destek verecektir. İngiltere, Rusya’nın Balkanlar’da dizginlenmesi için de AvusturyaMacaristan ile işbirliği içinde hareket edecek ve Cermen-Slav mücadelesini destekleyecektir. Osmanlı dış politikasında İngiltere’den boşalan yeri ise, Almanya doldurmaya başlayacaktır. II. Abdülhamid’in dış politikada uyguladığı “denge siyaseti”nin de bir sonucu olarak, İmparator II. Wilhelm döneminde, 1890’lardan itibaren belirgin bir Osmanlı-Alman yakınlaşması kendini gösterecektir. Görüldüğü üzere, İngiliz siyasetinin değişmesiyle başlayan bu süreç, I. Dünya Savaşı’na giden yolda üçlü itilaf ve üçlü ittifak bloklarının ortaya çıkmasıyla sonuçlanacaktır. Berlin Kongresi ve Antlaşması, Avusturya’yı da politika değişikliğine itmiştir. Topraklarında Slav asıllı kavimler barındıran Avusturya açısından en önemli tehditlerden biri, Rusya’nın Panislavizm hedefi doğrultusunda Balkanlar’a egemen olmasıydı. Dolayısıyla, Osmanlı Devleti’nin Balkanlar’daki hâkimiyeti ve toprak bütünlüğü, Avusturya için de son derece önemliydi. Ancak -tıpkı İngiltere gibi- o zamana kadar Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünden yana olan Avusturya da, dağılmanın kaçınılmaz olduğunu görerek Balkan topraklarına bizzat yerleşmeye ve böylece Slav birliğini önlemeye çalışacaktır. Bu ise, doğuya Balkanlara doğru ilerlemek isteyen Avusturya ile güneye inmek isteyen Rusya’yı karşı karşıya getirecektir. İki taraf arasındaki mücadele, I. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar sürecek olan Almanya-Avusturya ittifakının oluşmasında da önemli bir rol oynamıştır. Alman Başbakanı Bismarck ile başlayan bu süreçte Alman-Rus ilişkileri ise -geçmişin aksine- yoğun bir mücadele ve rekabet noktasına gelecektir. Gladstone: Gladstone’un başında bulunduğu İngiliz Liberal Partisi, 1880’de iktidara gelmiş ve Osmanlı Devleti’ne karşı düşmanca bir tavır sergilemiştir. Bu tavır, özellikle Ermeni ıslahatı konusunda ve Mısır’ın işgalinde açıkça kendini göstermiştir. 3. Ünite - Büyük Oyun: Yeniden Doğu Sorunu 63 BERLİN KONGRESİ VE ANTLAŞMASI’YLA ORTAYA ÇIKAN SORUNLAR Avrupalı devletler, Berlin Antlaşması’yla kendi menfaatlerini sağlamaya çalışmıştı. Buna mukabil, Berlin Kongresi’nin kararları, Osmanlı Devleti’ni tatmin etmediği gibi, daha sonra ciddi sorunlarla da karşı karşıya bırakmıştır. Diğer bir deyişle, Kongrenin bazı kararları, kısa süre sonra ortaya çıkacak sınır sorunlar için de birer neden teşkil etmiştir. Resim 3.2 Berlin Antlaşmasına Göre Balkanlar Haritası Kaynak: Hüseyin Dağtekin, Genel Tarih Atlası, s. 60. 64 Osmanlı Tarihi (1876-1918) Karadağ Sınırı Meselesi Bunlardan biri, Karadağ sınırıyla ilgiliydi. Berlin Antlaşması’yla, Karadağ bağımsız hale geldiği gibi, halkının çoğunluğu Müslüman Arnavut olan Gosina ve Plava nahiyeleri de yine Karadağ’a bırakılmıştı. Aynı antlaşmayla, Kalamas ve Salamarya nehirlerinin oluşturduğu hatta kadar olan yerler ise, Osmanlı Devleti ile anlaşması şartıyla Yunanistan’a vaat edilmişti. Fakat, bu bölgede yaşayan halkın ekserisi Rum, Ulah ve Hıristiyan Arnavutlar’dan oluştuğu gibi, Yunanistan’ın talep ettiği Yanya’da Müslüman Arnavutlar (Toska) ve Teselya’da da Türkler meskûn idiler. Yunanistan’a vaat edilen Kalamas-Salamarya hattının belirlenmesi durumunda Yanya şehrinin nereye ait olacağı konusu belirsiz bir hâl alıyordu. Zaten bu şehirde Türkler, Arnavutlar ve Rumlar birlikte yaşamaktaydı. 1879 yılı Ocak ayında Yunan hudut komisyonu toplandığı bir sırada, Yanyalı Rumlar Avrupa devletleri sefirlerinden Yanya’nın Yunanistan’a verilmesini istediler. Bunun üzerine güneydeki Arnavut beyleri birleşerek, söz konusu isteğe karşı çıktılar. Daha sonra bu birlik hareketi, Katolik Arnavutların yaşadığı kuzey bölgesine ve hatta tüm Arnavutluğa yayıldı. Hareketin taraftarları, Selanik, Kosova, İşkodra ve Yanya’yı da içine alacak ve imtiyazlı statüde olacak Arnavutluk Eyaleti’ni oluşturmak istiyorlardı. Bütün bu gelişmeler, Aravutlar ile Karadağlıların zaman zaman çatışmalarına neden oldu. Osmanlı hükümeti, Müslümanların yoğun olarak yaşadığı Plava ve Gosina’nın yerine Karadağ’a başka yerlerin verilmesini teklif edince Karadağ devleti bunu kabul etti ve 12 Nisan 1880 tarihli memorandum imzalandı. Ancak bu kez de Karadağ’a verilecek yerlerde yaşayan Katolik Arnavutlar (Malisör), stratejik yerleri ve geçitleri işgal ettiler. Devreye Berlin Antlaşması’nı imzalayan devletler girdi ve belirlenen son yerlerin Osmanlı Devleti tarafından Karadağ’a verilmesine dair 25 Nisan’da bir nota verdiler. Fakat Osmanlı hükümeti bu talebi kabul etmedi. Neticede, sözü edilen devletler, İşkodra nehrinde sınır tashihi yapılması ve bir kısım Adriyatik denizi kıyılarının ve Ülgün limanının da Karadağ’a verilmesini kararlaştırdı. Bu teklifi Karadağ kabul etmesine rağmen, Osmanlı hükümeti diğer şartları kabul etmekle birlikte Müslümanların yaşadığı Ülgün limanına karşılık Karadağ’a tazminat vermeyi önerdi. Bu sırada Arnavutlar ile Karadağlılar tekrar çatışmaya başlamışlardı. Osmanlı Devleti de Karadağ sınırına asker gönderdi. Araya giren Avrupalı devletler Ülgün limanının Karadağ’a terk edilmesini şart koştular. Osmanlı hükümeti, oyalayıcı bir siyaset takip etmekteydi. Ancak Avrupalı devletler, İzmir’i donanmalarıyla işgal etme tehdidinde bulundular. Bunun üzerine Osmanlı hükümeti, stratejik yerlere ve geçitlere yerleşmiş olan Arnavutları yerlerinden çıkardığı gibi ihtilaf konusu olan Ülgün’ü de 27 Kasım 1880’de Karadağ’a teslim etti. Yunan Sınırı Meselesi Berlin Antlaşması, bütün devletler açısından tam bir tatmin yaratmamıştı. Osmanlı hükümeti ise, kendi lehinde olan maddeleri hemen kabul ederken aleyhindeki maddelerin uygulanmasını, olabildiğince sürüncemede bırakmak siyasetini izliyordu. Doksanüç Savaşı’na ve hatta Berlin Kongresi’ne katılmadığı halde Yunanistan, Girit ile bütün Teselya ve Epir’i istemiş ancak bu konu çözüme kavuşmamıştı. Bunun üzerine, Yunanistan lehinde bazı sınır değişiklikleri yapmak üzere iki devlet arasında görüşmelerin yapılması kararlaştırılmıştı. İki devletin bu konuda anlaşamaması durumunda ise, büyük devletlerin aracılığına müracaat edilecekti. Berlin Antlaşması’ndan sonra Yunanistan, Teselya ve Epir’in verilmesini isteyince gerginlik yaşanmaya başladı. Ancak Osmanlı Devleti bu talebi reddettiği gibi, Toska: Osmanlı döneminde Müslüman Arnavutlara verilen isimdir. Malisör: Dağlı anlamında olup, Kuzey Arnavutluk bölgesinde yaşayan Katolik Arnavutlara Osmanlı döneminde verilen isimdir. 3. Ünite - Büyük Oyun: Yeniden Doğu Sorunu 65 sadece bazı küçük sınır tashihleri yapacağını bildirince müzakereler de kesildi. Bunun üzerine kongreye katılan altı devlet İstanbul’da konuyu müzakere etmeye başladı ve bu görüşmeler Berlin’de devam etti. 15 Temmuz 1880’de varılan karara göre, Yenişehir ve Yanya Yunanistan’a bırakılacaktı. Osmanlı hükümeti bunu derhal reddetti ve başka bir sınır teklifinde bulundu. Bunun üzerine Yunanistan sınır ihlali yaparak sözü edilen bölgeleri işgal etmeye kalkıştı. Osmanlı Devleti ise, Teselya ordusunu seferber ettiği gibi bölgeye savaş gemileri de gönderdi. Ayrıca, Hariciye Nazırı Saffet Paşa, 8 Ağustos’ta, kongrede alınan kararı protesto etti ve bu arada Yunanistan’ı sınırlarda ve Girit’te karışıklıklara sebep olmakla suçladı. Osmanlı birlikleri, vâkî olan saldırıları püskürttüğü gibi, Yunan toprakları içine doğru ilerlemeye başlayınca, Avrupa devletlerinin araya girmesi Osmanlı harekâtını durdurdu. Müteakiben başlayan müzakerelerin sonunda, 24 Mayıs 1881’de sadece Narda kazasının Yunanistan’a verilmesi, buna karşılık Preveze ve Yanya’nın ise Osmanlılar’da kalması kararlaştırıldı. Bu karar, Yunanistan’da büyük tepki doğurdu. Aşırı kesimler, gösteriler yaparak söz konusu toprakların savaşla Osmanlılar’dan alınmasını istiyordu. Fakat Yunanistan antlaşmayı onaylamıştı. Böylece Yunanistan, hiç savaşmadan bir kısım toprak elde etmiş, fakat Osmanlı Devleti de gösterdiği sert tepki ve uyguladığı politika sayesinde daha fazla toprak kaybını önlemişti. Öte yandan, Narda’nın Yunanistan’a verilmesi, Arnavut Birliği Komitesi’nin harekete geçmesine neden olmuş, ancak alınan tedbirlerle Arnavutluk ve civarında çıkabilecek karışıklıklar önlenmiştir. Girit Sorunu ve Halepa Misakı/Sözleşmesi Yunanistan’ın 1829’da bağımsızlığını elde etmesinden sonra Girit’in de buraya katılması için adadaki Rumlar tarafından sık sık ayaklanmalar çıkarılmıştır. Nitekim, 1866’da da bu türden bir ayaklanma çıkmış ve Sadrazam Âli Paşa adaya giderek isyanı bastırmıştı. Bu gelişme sonrasında, 1868 tarihli Girit Nizamnamesi kabul edilerek adaya özerklik verilmişti. Ancak nizamname ile Girit’te kurulan idari sistem de adadaki karışıklıkları önleyemedi. Müslümanlar ile Hıristiyanlar ve vali ile vilayet umûmi meclisi arasında bazı ihtilaflar baş gösterdi. Diğer yandan, adanın Yunanistan’a ilhakı için Rumlar arasında yine radikal guruplar ortaya çıkmış ve ayaklanma için fırsat kollamaya başlamıştı. Bu noktada, Rusya ile girişilen Doksanüç Savaşı, Girit Hıristiyanları için ayaklanma fırsatı doğurmuştur. Savaş sonunda imzalanan Ayestefanos Antlaşması’nda Girit ile ilgili hüküm bulunmaktaydı. Şöyle ki, Girit’e özerklik veren 1868 nizamnamesi adada kesin olarak uygulanacak, yönetim de yine bu nizamnameye göre ve Rusya’ya danışılarak düzenlenecekti. Ancak Rusya’nın Girit üzerinde kontrolünü sağlayacak bu tek taraflı hareketini, menfaatlerine aykırı gören İngiltere ve diğer Avrupalı devletler duruma itiraz ettiler. Özellikle İngiltere, Rusya’nın bu şekilde nüfuzunu güneye, yani Akdeniz’e doğru genişletmesini hiç istemiyordu. Bu yüzden, yukarıdaki madde Berlin Antlaşması’ndan çıkarıldı ve yerine getirilen 23. maddeyle, 1868 nizamnamesinin Giritliler lehine değiştirilerek tam olarak uygulanacağı ve bu konuda Osmanlı Devleti’nin Avrupalı devletlere bilgi vermesi esası kabul edilmiştir. Bir yandan da adaya yerleşmeye çalışan İngiltere, Yunanistan’a katılmasını hiç istemese de Giritli Rumları desteklemiştir. Böylece Osmanlı hükümeti, adanın yönetimi konusunda insiyatifi Avrupa büyük devletleriyle paylaşmış ve onlara karşı taahhüt altına girmiştir. Savaşın neticelerinden ve mevcut durumdan yararlanmak isteyen Yunanistan’ın kışkırtmalarıyla 1878’de Girit’te ayaklanmalar baş gösterince, Avrupalı devletler 66 Osmanlı Tarihi (1876-1918) Osmanlı Devleti’nden Berlin Antlaşması’yla tespit edilen vaatleri yerine getirmesini istediler. Meselenin büyümesini ve yabancı devletlerin konuya daha fazla müdahalesini önlemek isteyen Osmanlı hükümeti ise, isyancılarla bir misak ya da mukavelename (sözleşme) imzaladı. 23 Ekim 1878 tarihli bu antlaşma, Gazi Ahmet Muhtar Paşa tarafından Hanya’nın Halepa bölgesinde ve Avrupalı konsolosların gözetiminde imzalanmıştır. Halepa Misakı, 1868 tarihli nizamnamedeki özerkliğin ve mahalli yetkilerin genişletilmesini öngörüyordu. Buna göre; 1. Girit’i yönetecek genel vali, Avrupa devletlerinin muvafakatiyle Osmanlı hükümeti tarafından beş yıl süreyle atanacak ve Müslüman veya Hıristiyanlar’dan seçilebilecekti. Vali Müslüman olduğu takdirde yardımcısı Hıristiyan; Hıristiyan olduğu takdirde ise yardımcısı Müslüman olacaktı. 2. Vilayet umumi meclisi, 80 üyeden oluşacak ve bunun 49’u Hıristiyanlar’dan 31’i de Müslümanlar’dan seçilecekti. Meclis, yılda bir kez toplanıp mahalli yönetim konusunda kararlar alacak, bu kararlar padişahın onayına bağlı olacaktı. Umûmi meclis, oldukça geniş teşrii haklara sahip olacak ve hatta üçte iki ekseriyetle, Osmanlı hükümetinin onayı olmadan dahi nizamnamenin mahalli işlerle ilgili hükümlerini değiştirebilecekti. 3. Adanın jandarma heyetine Hıristiyanlar da kabul edilecekti. 4. Adada görev yapacak memurlar tercihen yerli ahaliden tayin edilecekti 5. Adadaki resmi dil, Türkçe ve Rumca olacaktı. 6. Toplanan vergilerden elde edilen gelirlerin fazlası, adanın bayındırlık ve mahalli ihtiyaçları için kullanılacaktı. 7. Kâğıt para tedavülden kaldırılacak ve basın özgürlüğü sağlanacaktı. Halepa Misakı, bir çeşit anayasa niteliğini taşımakta olup, Girit’in yönetim şeklini belirlemekteydi. Buna göre, adanın yönetimi halka ve özellikle de Rumlara bırakılmış oluyor ve yönetime katılma konusunda geniş haklar veriliyordu. Girit Hıristiyanları için bunun anlamı, özerk bir yönetimin sağlam bir şekilde kurulmasıydı. Antlaşma Rumları memnun etmesine rağmen, yine de tatmin olmamışlardır. Bu sırada, Berlin Antlaşması’yla iki devlet arasındaki sınırda Yunanistan lehinde bazı düzenlemeler yapılması da kabul edilmişti. Ancak Yunanistan, Epir ve Teselya’nın yerine Girit’in kendisine bırakılmasını isteyince, İngiltere hemen müdahale ederek bunun olması durumunda kendisinin de toprak talep edeceğini bildirmiştir. Zaten Osmanlı hükümeti de Yunanistan ile yaptığı sınır görüşmelerinde Girit’i hiç gündeme getirmedi. İngiltere ise 1882’de Mısır’a yerleşince, Girit ile daha fazla ilgilenmeye başlamış ve kışkırtmalarını arttırmıştı. Buna, Yunanistan’ın da geleneksel kışkırtmaları eklenince, Hıristiyanların haklarının daha da genişletilmesi ve adanın Yunanistan’a ilhakı için muhtelif ayaklanmalar çıkmıştır. Girit, Balkan Savaşları’nın da etkisiyle, 1913 yılında Yunanistan’a ilhak edilmiştir. Berlin Kongresi’nde Boğazlar Meselesi Boğazlar konusu, Berlin Antlaşması’nın 63. maddesinde ele alınmıştır. Buna göre, 1856’da imzalanan Paris Antlaşması ve 1871’de yapılan Londra Boğazlar Sözleşmesi’nin getirdiği statüko aynen devam edecekti. Berlin Kongresi henüz toplanmadığı bir sırada, İngiltere ile Rusya arasında imzalanan 30 Mayıs 1878 tarihli memorandum ile de Boğazlar’daki mevcut statükonun korunacağı kararı alınmıştı. Meselenin yukarıdaki şekilde halledilmesiyle birlikte, Berlin Kongresi devam ettiği sırada, İngiliz dışişleri bakanı Lord Salisbury Boğazlar konusunda bir konuşma yapmak suretiyle, uzun sürecek bir tartışma ve belirsizliği de başlatmıştır. Salisbury, Boğazların kapalılığı konusunda geleneksel İngiliz görüşünden farklı olaHalepa Misakı: Bir çeşit anayasa özelliği taşıyan ve Girit’in yönetimini düzenleyen bu sözleşme, 1868 tarihli Girit Nizamnamesi’nin kesin olarak uygulanmasını öngörmek suretiyle adada özerk bir idarenin kurulmasını sağlamıştır. 3. Ünite - Büyük Oyun: Yeniden Doğu Sorunu 67 rak Boğazların sürekli açık olmasını istiyordu. Kendisine göre, İngiltere açısından Boğazlar açık deniz statüsünde sayılmalı ve dolayısıyla her zaman serbest geçişe açık olmalıydı. Bu şekilde, denizlerde etkin olmayan Rusya, Akdeniz’e çıksa bile dünyanın en güçlü donanmasına sahip olan İngiltere için ciddi bir tehdit oluşturamazdı. Buna mukabil, yenilmez armada İngiliz donanmasının her zaman için Karadeniz’e girebilmesi daha mühimdi ve ayrıca İngiliz menfaatlerine de uygundu. Salisbury, Berlin Kongresi’nde yaptığı bir konuşmada, Boğazların kapalılığını öngören İngiliz taahhüdünün yalnızca Osmanlı padişahına karşı alınmış bir taahhüt olduğunu, dolayısıyla diğer devletlere karşı alınmadığını beyan etmişti. Salisbury ayrıca, Rusya’nın Osmanlı Devleti’ne baskı yaparak, Boğazların kapalılığı ilkesini kendi lehinde kullanabileceğini ileri sürmekteydi. Bu durumda İngiltere de Çanakkale Boğazı’ndan geçebilmeliydi. Ancak, Salisbury’yi endişeye düşüren asıl konu ise, Doksanüç Savaşı’yla Rusya’nın büyük güç ve nüfuz elde etmesi, buna karşın Osmanlı Devleti’nin ise o derece zayıflamasıydı. Nitekim İngiltere, Rus tehlikesine karşı âcil bir tedbir olarak Kıbrıs’a yerleşmişti. Rus temsilci ise, İngiliz önerilerine karşı çıkarak, 1841, 1856 ve 1871 tarihli antlaşmaların Boğazların kapalılığı ilkesini getirdiğini, bu durumun Berlin Antlaşması ile de teyit edildiğini, dolayısıyla bütün devletler için bağlayıcı olduğunu belirtmiştir. Oysa Rusya, o zamana kadar Boğazların -Akdeniz’e inmek içinsadece kendisine açık olmasını istiyordu. Rusya bu kez mevcut statükoyu yani Boğazların kapalılığı ilkesini savunmak suretiyle, İngiltere’nin Karadeniz’e girişine karşı kendini güvence altına almaya çalışıyordu. Bunun nedenini ise Kırım Savaşı’nda aramak gerekir. Bilindiği üzere Rusya, Kırım Savaşı’nda Karadeniz’de müttefik donanmasına karşı savaşmak zorunda kalmış ve bunun acı bir tecrübesini yaşamıştı. Sonuç olarak, özellikle İngiltere ve Rusya arasında tartışma yaratan bu konuda herhangi bir karar alınmamıştır. Bu ise, Boğazların kapalılığı ilkesinin bir kez daha teyit edildiği anlamına gelmekteydi. Boğazlar Meselesi konusunda şu kitapta geniş bilgi bulunmaktadır: Cemal Tukin, Boğazlar Meselesi, İstanbul 1999. 61. Madde: Berlin Antlaşması ve Ermeni Meselesi Ermeni meselesinin milletler arası diplomatik bir sorun haline gelmesinde, Doksanüç savaşı ve sonunda imzalanan antlaşmaların önemli bir yeri vardır. Oysa, 1878 yılına gelinceye dek bir “Ermeni meselesi”nden bahsetmek mümkün değildir. Osmanlı Devleti’nin “sâdık milleti” olarak anılan ve en yüksek görevlerde istihdam edilen Ermeniler, geniş bir dini ve kültürel özgürlük içinde yaşamaktaydı. Bununla birlikte, 19. yüzyıla gelindiğinde, diğer milletler gibi özgürlük ve milliyetçilik akımlarının etkisiyle, önce özerklik daha sonra da bağımsızlık kazanmak için fırsat kollamaya başladılar. Doksanüç harbi, bu fırsatı onlara fazlasıyla vermişti. Savaşta Ermeniler, Rusların yanında ve Kafkas ordusunda asker ve subay olarak görev aldıkları gibi, Ayestefanos’a gelen Rus komutanları da bölgedeki Ermeniler tarafından ağırlanmışlardı. Edirne’de mütareke görüşmelerine başlandığı bir sırada, Ermenilerin ileri gelenleri harekete geçmiştir. Ermeniler, imzalanacak olan barış antlaşmasına kendileriyle ilgili bir hüküm konulması için Edirne’de bulunan Grandük Nikola ve Kont İgnatiyef’i ziyaret etmişlerdi. Panislavizmin radikal savunucusu İgnatiyef, burada destek sözü vererek Ermenileri isyana davet etmiştir. Ermeni Patriği Nerses Varjabedyan ve piskoposlardan oluşan Ermeni yetkililer, hazırladıkları 13 Şubat 1878 tarihli dilekçeleri de “büyük kurtarıcıları” olarak gördükleri Rus Çarı ile Başbakan 68 Osmanlı Tarihi (1876-1918) Gorçakof ’a göndermişlerdi. Patrik Nerses’in başında bulunduğu Ermeni Patrikliği Meclisi, bu ziyaret esnasında, Çar’dan “Ermenistan’a özerklik verilmesini ve ayrıca Rus askerlerinin bir süre burada kalmalarını” istemiştir. Ermenilerin talepleri özetle şöyleydi: 1. Ermeniler’in Doğu Anadolu’da yaşadığı vilayetlerin Rusya’ya ilhak edilmesi, 2. Yukarıdaki istek gerçekleşmediği taktirde, Bulgaristan’a verilecek imtiyazların Ermenilere de verilmesi, 3. İkinci maddenin de gerçekleşmemesi durumunda, Osmanlı Devleti’nin bu bölgelerde ıslahat yapmasının sağlanması; yapılacak diğer düzenlemelerin yanında, mahalli kolluk kuvvetlerinin Ermeniler’den oluşması ve ayrıca Ermeniler’den askeri kuvvet teşkil edilmesi isteniyordu. Bu ıslahatların yapılması için de Osmanlı Devleti’nden garanti alınması ve ayrıca ıslahatın yapılmasına kadar Rus ordusunun bu bölgelerde kalması talep ediliyordu. Ermeniler’in özellikle muhtariyet isteği, -Rusya Ermenileri için kötü örnek teşkil edeceğinden- olumlu karşılanmamıştır. Bununla birlikte, 3 Mart 1878 tarihli Ayestefanos Antlaşması’nda Ermeniler ile ilgili olarak 16. madde düzenlenmiş ve böylece Ermenilerin yoğun çabaları karşılıksız kalmamıştır. Söz konusu maddeye göre, “Rusların işgal bölgelerinden çekilmesi durumunda doğabilecek karışıklıkları önlemek üzere, Osmanlı Devleti, Doğu Anadolu’da Ermenilerin yaşadığı yerlerde mahalli menfaatlerin gerektirdiği ıslahat ve düzenlemeleri vakit kaybetmeksizin yapacak ve Ermenileri, Kürt ve Çerkezlerin saldırılarına karşı koruyacaktı”. Ermenilerin yoğun çabası, Berlin Kongresi esnasında da devam etmiştir. Bu sırada Patrik Nerses, İstanbul’daki İngiliz elçisi Layard ile görüşerek, Sivas, Van, Diyarbakır ve Kilikya (Adana ve civarı) bölgelerini kapsayacak özerklik konusunda İngiltere’den destek istemiştir. Fakat, Layard Nerses’e, sözü edilen bölgeler halkının çoğunlukla Müslüman olduğunu belirtmiştir. Bunun üzerine Nerses, Müslümanların da Osmanlı idaresinden memnun olmadığını ve dolayısıyla bir Hıristiyan devleti tercih edeceklerini ifade ederek, isteklerinin kabul edilmemesi durumunda Ermenilerin ayaklanıp Rusya’ya iltihak edeceklerini bile söylemiştir. Ermeniler ayrıca, Avrupa başkentlerine heyetler göndererek Berlin Kongresinde destek aramaya başlamışlardı. Başpiskopos Hırimyan başkanlığında katıldıkları Berlin Kongresi’ne, Ermeni vali tarafından yönetilecek “özerk Ermenistan” ve yönetimi için bir tasarı da sundular. Fırat nehrine kadar Doğu Anadolu bölgesinde kurulması tasarlanan bu özerk bölge, oldukça geniş sınırlara sahipti. Berlin Kongresi’nde Rusya, daha önce ifade edildiği üzere, Ermenilerin özerklik talebine sıcak bakmazken, İngiltere ise ıslahat yapılmasına taraftardı. Nitekim, imzalanan Berlin Antlaşması’nın 61. maddesi bu konuya ayrılmıştır. Buna göre, Ermenilerin bulunduğu bölgelerde yapılacak ıslahatlar konusunda; Rus askerinin tahliyesi, Osmanlı Devleti’nin zaman zaman büyük devletlere bilgi vermesi ve bu devletlerin de ıslahatlara nezaret etmesi ilkesi kabul edilmiştir. İşte bu maddeyle, Ermeni meselesi uluslar arası bir nitelik kazanmak suretiyle içinden çıkılmaz bir sorun hâline gelecektir. Şöyle ki, 1880 yılında Liberal Parti ve Türk düşmanı olan başkanı Gladstone’un iktidara gelmesiyle İngiltere vakit geçirmeden Ermeni ıslahatı konusuyla ilgilenmiş, bu da sorunun milletler arası nitelik kazanmasına yol açmıştır. İngilizler bu dönemde Ermenileri ve Hınçak Komitesi’ni desteklemeye başlamıştır. Yeni İngiliz yönetimi, antlaşmaya imza koyan devletler adına hareket ederek, 11 Haziran 1880’de Osmanlı Devleti’ne müşterek bir nota verilmesini sağladı. Oldukça sert ve tehdit içeren bu notada, 61. maddede taahhüt edilen ıslahatlara henüz başlanmadığı ve bundan dolayı da her gecikmeden Osmanlı Devleti’nin so- 3. Ünite - Büyük Oyun: Yeniden Doğu Sorunu 69 rumlu olacağı bildiriliyordu. Osmanlı hükümeti ise, notaya verdiği cevapta, bu konuda aldığı tedbirleri ayrıntılı olarak bildirdi. Karşılıklı notalaşmalar bundan sonra da devam etti. Avrupalı devletlerin ayrıca, Ermenilerin Kürtlere karşı korunması için baskı yapması, bu iki topluluğun karşı karşıya gelmesine neden oluyordu. Dahası, Osmanlı Devleti’nin iki taraf arasındaki çatışmaları önlemek için aldığı emniyet tedbirleri ise, Ermeniler tarafından “Ermeni katliamı” olarak lanse ediliyordu. Büyük devletlerin Ermeni ıslahatı konusundaki tutumları farklılıklar göstermekteydi. Örneğin, İngilizler Ermeni ıslahatı konusunda ısrarcı iken, özerkliğe sıcak bakmayan Ruslar işgal ettiği bölgelerde ve kendi yönetimleri altında olan Ermenileri kültürlerinden uzaklaştırıp Ruslaştırmak ve Ortodokslaştırmak istiyordu. Ermeniler ise, Rusların bu çabalarına karşı koymaya çalışmıştır. Almanya ve onunla birlikte hareket eden Avusturya’ya gelince, bu iki devlet Ermeni ıslahatı konusunda Osmanlı Devleti’ne gereğinden fazla baskı yapılmasına karşıydılar. Katolik Ermenileri destekleyen Fransa ise, o sıralarda Osmanlı Devleti’nin toprağı olan Tunus’u işgal etmek için hazırlık yaptığından, konuyla fazla ilgilenmedi. Bu durumda İngiltere diplomasi açısından daha fazla ısrarcı olamadı. Ancak, hayal kırıklığına uğrayan Ermenilerin ümidi kaybolmamıştı. İngilizler sayesinde umutlanan Ermeniler, bu aşamadan sonra işi silahlı mücadeleye, şiddet ve teröre dökmüşlerdir. Öncelikle, Ermeni patrikhanesi etrafında olmak üzere yoğun bir örgütlenmeye giriştiler. Bu süreçte, birçok siyasi ve sosyal amaçlı dernek, cemiyet ve partiler kurdular: Ermenilerin Birleşik Cemiyeti ile Karahaç Cemiyeti, Armenakan Partisi, tedhişçi ve ihtilalci partiler olan Hınçak ve Rus yanlısı Taşnak Komiteleri bunlar arasında yer almaktaydı. Ermeniler, vilayât-ı sitte denilen altı doğu ilinde özerk bir yönetim kurmak istiyordu. Oysa Ermeniler, özerk yönetim kurmak için çalıştıkları bölgelerin tamamında azınlık durumunda olup, dağınık hâlde yaşamaktaydılar. Ermeni komitacıların bölgede yaşayan Müslümanlara terör uygulayarak göç ettirmek ve seslerini duyurmak amacıyla gerçekleştirdiği ihtilal nitelikli ayaklanmalar şunlardı: Erzurum ayaklanması (1890), Kumkapı olayı (1890), I. Sasun olayı (1894), Babıali yürüyüşü (1895), Zeytun ve Van ayaklanmaları (1895-1896), Osmanlı Bankası baskını (1896), II. Sasun olayı (1897), II. Abdülhamit’e suikast/ bomba hadisesi (1905) ve Adana olayları (1909). Zaman zaman geniş bir alana yayılan ve Ermeni-Müslüman çatışmasına da dönüşen bu anarşi olayları, Avrupa kamuoyuna ise “Türkler Hıristiyanları katlediyor” şeklinde yansıtılmıştır. İngiltere’nin Ermeni ıslahatını bahane ederek ve diğer devletleri de yanına alarak Osmanlı Devleti’nin içişlerine karışma teşebbüsleri, genel olarak sonuçsuz kalmıştır. Bunda, İngiliz siyasetinden olumsuz etkilenen Rusya’nın tavrı da etkili olmuştur. Bu durumda, II. Abdülhamit, Ermeni ıslahatı konusunda elini güçlendirmek için Rusya ile yakınlaşma siyaseti izlemiştir. II. Abdülhamit, Ermenilerin yaşadıkları vilayetlerde, eninde sonunda özerklik ve bağımsızlığı getireceğini bildiği için, istenen ıslahatı yapmayı şiddetle reddediyordu. İngiltere’nin tek başına kalmasından da cesaret alarak, Ermeni ıslahatının yapılması konusunda oyalayıcı ve ağırdan alan bir tavır sergilemiştir. Bununla birlikte, başlangıçta ayaklanmalara destek vermeyen Ermeni orta sınıfı ve zenginleri de zamanla ihtilalci fikirleri desteklemeye başlamışlardır. Böyle bir ortamda Osmanlı idaresi, ayaklanmalardan uzak duran Katolik Ermenilere rağbet gösterirken, ayaklanmalara karışan Ermenileri mektep ve kiliseleriyle birlikte sıkı kontrol altına aldı. Ermeni olaylarının artmasıyla birlikte, komitecilerin beklediği Avrupa müdahalesi, sonunda gerçekleşmiştir. Şöyle ki, İngiltere, Fransa ve Rusya’nın Babıali’ye verdikleri 11 Mayıs 1895 tarihli ortak memorandum ile, Berlin Antlaşması’nda önVilâyât-ı Sitte: Ermeniler, Doğu Anadolu’da yaşadıkları Erzurum, Van, Diyarbakır, Bitlis, Sivas ve Elazığ’dan oluşan altı vilâyette (Vilâyât-ı Sitte) özerk bir yönetim kurmak istiyordu. Oysa, bu illerin hiçbirinde nüfusun %20 -25’ini geçmemekteydiler. 70 Osmanlı Tarihi (1876-1918) görülen ıslahatların yapılmasını istediler. Memorandum reddedildi ise de, isteklerin yerine getirilmesi amacıyla 30 Eylül 1895’teki Babıali yürüyüşü meydana geldi. Ortaya çıkan karmaşa, ancak askeri tedbirlerle önlenebildi. Avrupalı devletlerin baskıları sonucunda, II. Abdülhamit 1895 yılında genel bir ıslahat programını kabul etmek zorunda kaldı. Buna göre, genel af ilan edilecek, bölgeye bir umumi müfettiş gönderilecek, Hıristiyanlar’dan vali ve mutasarrıflar seçilecekti. Anadolu ıslahatı adıyla siyasi kimlik kazanan Ermeni ıslahatı konusu, tıpkı Islahat Fermanı’nda olduğu gibi, Avrupalı devletlerin Osmanlı Devleti’nin içişlerine müdahalesi için etkili bir vasıta olarak kullanılmıştır. Ermenilerin Ayestefanos Antlaşması öncesinde Ruslar’dan talepleri nelerdi? Ermeni meselesinin doğması ve uluslar arası bir sorun haline gelmesi konusunda şu eserde geniş bilgi bulunmaktadır: Cevdet Küçük, Osmanlı Diplomasisinde Ermeni Meselesinin Ortaya Çıkışı 1878-1897, İstanbul 1986. Bosna-Hersek’in Avusturya Tarafından İşgal Edilmesi Berlin Kongresi ve Antlaşması’nın bir diğer sonucu da, Doksanüç harbinin ilk belirtilerinin ortaya çıktığı Bosna-Hersek’in Avusturya-Macaristan’ın himayesine bırakılmasıydı. Antlaşmaya göre, Bosna ve Hersek, geçici olmak kaydıyla Avusturya’nın işgali ve yönetimine verilmiştir. Berlin Kongresi’nde işgalin şartları konusunda bir karar alınmadığından bu konu, iki devlet arasındaki müzakerelere bırakılmıştı. İşgali mümkün olduğunca geciktirmek isteyen Osmanlı Devleti ise, oyalayıcı bir tavır sergilemiştir. Nitekim, Osmanlı temsilcileri, işgal müddetinin tayin edilmesini ve ayrıca Osmanlı memurlarının görevlerinde bırakılmasını isteyince müzakereler uzamış, bu durumda Avusturya Bosna-Hersek’i işgal etmeye başlamıştır. Bunun üzerine II. Abdülhamid, işgal şartları tespit edilmeden Avusturya ordusunun bölgeye girmesine engel olunması için İngiliz kraliçesine bir telgraf çekmiş ancak istediğini elde edememiştir. İşgal esnasında, özellikle Bosna Müslümanları, Avusturya’ya hemen teslim olmadı ve karşı koymaya çalıştı. Hatta, bölgede mevcut olan az sayıdaki Osmanlı askeri de onlara destek verdi. Ayaklanma, önce Bosna şehrinde patlak verdi ve Bosnalı Müslümanlar, Hacı Salih Efendi’yi hükümet reisi ilan ederek onun liderliği altında toplandılar. Salih Efendi bir beyanname neşrederek, Bosnalıların servetlerinin bir kısmını bu mücadeleye ayırmalarını ve ayrıca savaşabilecek herkesin silaha sarılmasını istedi. Bu şekilde binlerce kişi toplanmış, bunun üzerine de Avusturya işgal gücünü arttırmak zorunda kalmıştı. Aynı dönemde, Podgoriça’nın Karadağ’a ve Vranye’nin de Sırbistan’a verilmesi üzerine, Kuzey Arnavutluk’ta Arnavutlar tarafından geçici bir hükümet kurulmuş ve mücadele başlatılmıştı. İki aya yakın Avusturya ordusuna direnen Boşnaklar sonunda işgale engel olamadılar. 29 Temmuz’da başlayan işgal süreci, 20 Ekim 1878’de tamamlandı. Böylece, dört yüz yıldır Osmanlı hâkimiyetinde olan Bosna-Hersek’te Türk idaresi sona ermiş oldu. II. Meşrutiyet’in ilan edilmesiyle başlayan süreçte de, 7 Ekim 1908’de Bosna-Hersek’in Avusturya-Macaristan toprağı olduğu resmen ilân edildi. İşgal tamamlandıktan yaklaşık altı ay sonra iki devlet arasında, Bosna-Hersek meselesi konusunda nihai bir antlaşma da yapıldı. 21 Nisan 1879’da imzalanan bu antlaşmaya göre; “Osmanlı padişahının işgal edilen bölgedeki egemenlik hakları aynen devam edeceği gibi, hutbelerde halife sıfatıyla adı da okunacaktı. Dini 4 3. Ünite - Büyük Oyun: Yeniden Doğu Sorunu 71 kurumlara müdahale edilmeyecek; Avusturya, belirli bir süre tayin etmeksizin Bosna-Hersek’i yönetecek; bölgeden elde edilen gelir, yerel ihtiyaçlar için sarf edilecek; eski memurlardan uygun olanlar istihdam edilmeye devam edeceği gibi yeni kadrolara da mümkün mertebe mahalli halktan atama yapılacak; arda kalan savaş malzemesi Osmanlı Devleti’ne iade edilecek; Yenipazar Sancağı’nda üç bölge Avusturya tarafından işgal edilecek, ancak buralarda Osmanlı askeri de bulunacaktı.” Görüldüğü üzere, Osmanlı Devleti’nin hakları, 1908’deki kesin ilhaka kadar resmen sürmüş olmasına rağmen, Bosna-Hersek fiilen Avusturya tarafından yönetilmiştir. Diğer yandan, tıpkı İngiltere’nin Kıbrıs’a yerleşmesinde olduğu gibi, Bosna-Hersek’teki işgal ve yönetim de geçici olmamış ve neticede burası, II. Meşrutiyet’in ilanından sonra, doğrudan Avusturya’nın bir toprağı hâline getirilmiştir. Bu husus, Avrupalı büyük devletlerin o dönemde güttüğü emperyalist ve yayılmacı politikalara tipik bir örnek oluşturmaktadır. Bosna-Hersek’in Osmanlı dönemi ve sonrası tarihi için şu makaleyi okuyunuz: Branislav Djurdjev, “Bosna-Hersek”, DİA, İstanbul 1992, c.VI, s.297-305. 72 Osmanlı Tarihi (1876-1918) Özet Ayestefanos Antlaşması’nın önemini ve sonuçlarını tartışabilme Osmanlı Devleti’nin büyük bir bozgunla karşılaştığı Doksanüç harbi sonunda, Ruslar’la Ayestefanos Antlaşması imzalanmıştır. Çok ağır şartları içeren bu antlaşmayla, Balkanların büyük bir kısmı kaybedilmekle kalınmamış, Doğu Anadolu topraklarından da önemli şehirler Ruslara terk edilmiştir. Antlaşmayla, Balkanlar’daki Slav milletlerinden Sırbistan, Karadağ ve Romanya bağımsızlıklarını elde etmişlerdir. Ayrıca, toprakları Ege Denizi’ne kadar ulaşan Büyük Bulgaristan ile birlikte Rusya da tarihi hedefi olan Akdeniz’e ulaşmış oluyordu. Böyle bir tablo, Panislavizm açısından büyük bir zafer demekti. Ruslar, siyasi, mâli ve askeri açılardan önemli menfaatler sağlamanın yanında, Osmanlı Devleti üzerinde geniş bir nüfuza sahip olmakta, Bulgaristan üzerinde kabul ettirdiği yeni statü ile, özellikle Balkanlar’da kesin bir nüfuz elde etmekteydi. Doğuda Kars, Doğu Bayazıt, Ardahan ve Batum’un kaybedilmesi ise, Rusya’nın biraz daha güneye sarkmak suretiyle Osmanlı Devleti üzerindeki nüfuzunun daha da artmasına neden olmuştu. Fakat, Rusya’nın ulaştığı bu konum, Şark meselesi bağlantılı Avrupa siyasi dengelerini de tek taraflı olarak altüst etmişti. Bölgedeki Rus etkinliğinin bu derece artmasından büyük endişe duyan İngiltere ve Avusturya-Macaristan’ın girişimiyle, Berlin’de milletler arası bir kongre toplandı ve nihayetinde Berlin antlaşması imzalandı. Bu sırada fırsatı kaçırmayan İngiltere, Ayestefanos Antlaşması ile İngiliz menfaatleri için ciddi bir tehdit haline gelen Rusya’ya karşı bir tedbir olarak, Osmanlı Devleti’nin toprağı olan Kıbrıs’a yerleşti. Berlin Antlaşması’nın önemini ve sonuçlarını değerlendirebilme Avrupalı devletlerin müdahalesiyle imzalanan Berlin Antlaşması, Ayestefanos’a göre, Osmanlı Devleti açısından biraz daha hafifletilmiş maddeleri içeriyordu. Şöyle ki, Avrupalı devletlerin itiraz ettiği temel noktalardan biri olarak Ege Denizi’ne kadar ulaşan büyük Bulgaristan üçe ayrılmak suretiyle Rusya’nın elde ettiği statü ve menfaatler dengelenmiştir. Bu durum, Akdeniz’e doğru inmeye çalışan Rus tehdidinin zayıflatılması anlamına geliyordu. Yine, Ayestefanos ile Rusya’ya bırakılan Doğu Beyazıt ve Eleşkirt vadisi Osmanlı Devleti’ne geri verilmiştir. Bununla birlikte, 1856 Paris Antlaşması’yla kabul edilen “Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğü” ilkesi, Berlin Antlaşması’yla ortadan kalkmıştır. Nitekim, Balkanlar (Sırbistan, Karadağ, Romanya) ve Doğu Anadolu’daki (Kars, Ardahan, Batum) büyük toprak kayıpları dışında, konuyla ilgileri olmamasına rağmen, Yunanistan ve İran’a bile toprak verilmişti. Dolayısıyla, Berlin Kongresi ve Antlaşması, ilgili devletler arasında genel barışı sağlayacağı yerde, I. Dünya Savaşı’na giden yolda etkili olacak yeni ihtilaf ve ittifakların temel kaynağını teşkil etmiştir. Benzer şekilde, 61. madde ile antlaşmaya dâhil edilen “Ermeni ıslahatı” konusu da, uluslar arası nitelikli bir “Ermeni sorunu”nun ortaya çıkmasına ve Avrupa büyük devletlerinin müdahalelerine neden olmuştur. Berlin Antlaşması’yla ortaya çıkan sınır sorunlarını açıklayabilme Berlin Antlaşması’nda yer alan maddeler, çoğunlukla Osmanlı Devleti’yle ilgili sınır düzenlemelerine ilişkin olmasına rağmen, daha fazla toprak almak isteyen devletler açısından tam bir tatmin yaratmamıştı. Antlaşmayla bir sonuca ulaştırılamayan sınır düzenlemeleri ise, ilgili devletler arasında halledilmek üzere daha sonraya bırakılmıştı. Bunlardan biri Karadağ sınırıyla ilgiliydi. Antlaşmayla bağımsız olan Karadağ’a, halkının çoğunluğu Müslüman Arnavut olan bazı yerlerin verilmesi, buralarda yaşayan Arnavutlar tarafından kabul edilmemiş ve sonuçta Arnavut-Karadağlı çatışmaları yaşanmıştır. Bu sırada, Yunanistan’ın talep ettiği Yanya ve Teselya’da da Arnavutlar ile Rum ve Karadağlılar arasında çatışma ve işgaller yaşanmış; Avrupalı devletlerin araya girmesiyle bu sınır meselesi çözülmüştür. Bu gelişmeler esnasında Girit ile bütün Teselya ve Epir’i isteyen Yunanistan’ın Avrupalı devletlerin de desteğini alarak yarattığı gerginlik ise, Osmanlı Devleti’nin direnmesiyle sonuçsuz kalmıştır. Berlin Antlaşması’yla Girit’te 1868 tarihli Nizamnamenin uygulanması kabul edilmişti. Osmanlı Devleti’nin antlaşma sonrasında Girit için ilan ettiği Halepa Misakı ise, bir çeşit anayasa niteliğini taşımakta olup, Girit’in yönetim şeklini belirlemekteydi. Buna göre, adanın yönetimi yerli halka yani Rumlara bırakılmıştı, böylece adada özerk bir yönetim kurulmuş oluyordu. 1 2 3 3. Ünite - Büyük Oyun: Yeniden Doğu Sorunu 73 Berlin Antlaşması’yla ortaya çıkan yeni düzenin yarattığı dış baskı, işgal ve müdahaleleleri irdele - yebilme Karadağ ve Yunanistan ile yapılan sınır dü - zenlemeleri, Avrupa büyük devletlerinin de müdahaleleriyle, zaman zaman uluslar arası nitelik taşıyan birer sorun haline gelmişti. Bu ise, Berlin Antlaşması’nın, dış müdahalelere de zemin hazırlayan bir belge olduğunu göster - mektedir. Antlaşmanın uluslar arası sorun ha - line getirdiği bir konu da “Ermeni ıslahatı” ile ilgiliydi. 61. maddeye göre, Avrupalı devletlerin gözetiminde olmak üzere, Ermenilerin yaşadığı Doğu Anadolu vilayetlerinde ıslahat yapılacaktı. Osmanlı Devleti, bu konuyu genel olarak bir “iç mesele” kabul etmesine rağmen, başta Türk kar - şıtı Gladstone’un yönetimindeki İngiltere olmak üzere Avrupalı devletlerin sürekli müdahalele - riyle yüzyüze kalmıştır. Bu ise, Ermeni ıslahatı konusunun söz konusu devletler tarafından is - tismar edilmesine ve Osmanlı Devleti üzerinde baskı kurmalarına neden olmuştur. Aynı ant - laşmayla Avusturya-Macaristan’ın himayesi ve “geçici” yönetimine bırakılan Bosna-Hersek’in kaderi de tıpkı Kıbrıs’ınki gibi olmuş ve sonuçta ilhak ile neticelenen bir işgal daha yaşanmıştır. 4 74 Osmanlı Tarihi (1876-1918) Kendimizi Sınayalım 1. Ayestefanos Antlaşması’nı hükümsüz bırakan Berlin Antlaşması, özellikle hangi devletlerin istek ve girişimleriyle imzalanmıştır? a. İngiltere-Avusturya b. Rusya-Prusya c. Osmanlı-Avusturya d. İtalya-Fransa e. Belçika-Yunanistan 2. “Panislavizmin büyük başarısı” olarak nitelenen antlaşma hangisidir? a. Berlin b. Kırım c. Ayestefanos d. Küçük Kaynarca e. Bükreş 3. Rusya, Berlin Antlaşması ile Osmanlı Devleti’ne nereleri geri vermiştir? a. Erzurum b. Kars c. Ardahan d. Doğu Bayazıt-Eleşkirt Vadisi e. Batum 4. Berlin Antlaşması sayesinde, Ayestefanos Antlaşması’ndaki toprakları küçültülerek Ege Denizi’nden uzaklaştırılan yer aşağıdakilerden hangisidir? a. Romanya b. Bulgaristan c. Sırbistan d. Karadağ e. Yunanistan 5. Berlin Antlaşması’ndan sonra aşağıdaki gelişmelerden hangisi, İngiliz dış politikasının tamamen Osmanlı Devleti aleyhine dönmesine neden olmuştur? a. İngiltere’de Liberal Parti ve Gladstone’un iktidara gelmesi b. Almanya’nın güçlenmesi c. Osmanlı Devleti’nin Avusturya-Macaristan ile yakınlaşması d. Osmanlı Devleti’nin zayıf durumu e. Osmanlı Devleti’nin Rusya ile yakınlaşması 6. Berlin Antlaşması’nın imzalanmasından sonra Osmanlı Devleti ile Yunanistan arasında çıkan sınır anlaşmazlığı hangi bölgeler üzerinde olmuştur? a. Mora b. Kıbrıs c. Oniki Ada d. Batı Trakya e. Teselya-Epir 7. Girit’te 1868 tarihli nizamnamenin uygulanmasını ve özerkliği kesin olarak sağlayan belge aşağıdakilerden hangisidir? a. Girit Nizamnamesi b. Ayestefanos c. Berlin d. Halepa Misakı e. Kırım 8. Berlin Antlaşması’nda öngörülen Ermeni ıslahatı konusunda ısrarcı olan devlet aşağıdakilerden hangisidir? a. Rusya b. İngiltere c. Avusturya d. Almanya e. Fransa 9. Bosna-Hersek, aşağıdaki hangi gelişmeden sonra Avusturya-Macaristan tarafından işgal edilmiştir? a. Berlin Antlaşması’nın imzalanması b. Ayestefanos Antlaşması’nın imzalanması c. Islahat Fermanı’nın ilanı d. Balkan Savaşları’nın başlaması e. I. Dünya Savaşı’nın başlaması 10. Berlin Antlaşması’nın 61. maddesi aşağıdakilerden hangisini öngörmektedir? a. Ermenilerin yaşadığı yerlerin bağımsız olmasını b. Ermenilerin yaşadığı yerlerin özerk olmasını c. Ermenilerin yaşadığı yerlerde ıslahat yapılmasını d. Ermenilerin Rus himayesi altına alınmasını e. Ermenilerin ayrı bir millet olarak kabul edilmesini 3. Ünite - Büyük Oyun: Yeniden Doğu Sorunu 75 Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı Sıra Sizde Yanıt Anahtarı 1. a Yanıtınız yanlış ise “Berlin Kongresi ve Avrupa Diplomasisi” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 2. c Yanıtınız yanlış ise “Ayestefanos Antlaşması ve Önemi” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 3. d Yanıtınız yanlış ise “Berlin Antlaşması ve Önemi” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 4. b Yanıtınız yanlış ise “Ayestefanos ve Berlin Antlaşmaları’nın Mukayesesi” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 5. a Yanıtınız yanlış ise “I. Dünya Savaşı’na Giden Yolda Berlin Kongresi/Antlaşması’nın Önemi ve Sonuçları” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 6. e Yanıtınız yanlış ise “Yunan Sınırı Meselesi” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 7. d Yanıtınız yanlış ise “Girit Sorunu ve Halepa Misakı/Sözleşmesi” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 8. b Yanıtınız yanlış ise “61. Madde: Berlin Antlaşması ve Ermeni Meselesi” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 9. a Yanıtınız yanlış ise “Bosna-Hersek’in Avusturya Tarafından İşgal Edilmesi” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 10. c Yanıtınız yanlış ise “61. Madde: Berlin Antlaşması ve Ermeni Meselesi” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Sıra Sizde 1 Ayestefanos Antlaşması’yla ortaya çıkan büyük Bulgaristan’ın Ege Denizi’ne ulaşması ve ayrıca Doğu Anadolu’daki bazı önemli şehirlerin Rusya’ya bırakılmasıyla, bu devletin Osmanlı Devleti üzerinde büyük bir nüfuz elde etmesi, özellikle İngiltere ve Avusturya’nın menfaatlerine aykırıydı. Bu iki devlet, Rusya üzerinde baskı uygulayarak Ayestefanos Antlaşması’nın geçersiz kalmasını ve Berlin Antlaşması’nın imzalanmasını sağlamışlardır. Sıra Sizde 2 Ayestefanos Antlaşması’yla Büyük Bulgaristan’ın ortaya çıkmasıyla, Rusya’nın Ege ve Akdeniz’e ulaşması suretiyle Osmanlı Devleti’nin Balkan ve Doğu Anadolu toprakları üzerinde büyük bir nüfuza sahip olması, İngiltere’nin Akdeniz ve Uzakdoğu sömürgelerine giden yolu tehdit eder hâle gelmişti. Rus tehlikesine karşı Doğu Akdeniz’deki durumunu kuvvetlendirmek isteyen İngiltere, Kıbrıs’ı bir üs olarak kullanmak istediğinden buraya yerleşti. Sıra Sizde 3 Bulgaristan’ın; Bulgaristan Prensliği, Doğu Rumeli ve Makedonya olmak üzere üç kısma ayrılarak küçültülmesi ve Ege Denizi’nden uzaklaştırılması; Doğu Bayazıt ve Eleşkirt Vadisi’nin Osmanlı Devleti’ne geri verilmesi, Rusya’nın aleyhine değiştirilen maddeler arasında yer almaktadır. Sıra Sizde 4 Rus kuvvetleri İstanbul’a yaklaştıkları bir sırada Ermeni Patriği Nerses ve diğer yetkililer teşebbüse geçerek, Ermenilerin yaşadıkları Doğu Anadolu vilayetlerinin Rusya’ya ilhak edilmesini, bu olmazsa Ermenilere özerklik verilmesini, bu da olmazsa söz konusu bölgelerde ıslahat yapılmasını talep etmişlerdir. Ermeniler ayrıca, ıslahatın yapılmasına kadar Rus ordusunun bu bölgelerde kalmasını da istemişlerdi. 76 Osmanlı Tarihi (1876-1918) Yararlanılan Kaynaklar Armaoğlu, Fahir, (1997). 19. Yüzyıl Siyasi Tarihi (1789- 1914), Ankara. Djurdjev, Branislav, (1992). “Bosna-Hersek”, DİA, cilt VI, İstanbul, s.297-305. Erim, Nihat, (1953). Devletler Arası Hukuku ve Siyasi Tarih Metinleri, Cilt I, Ankara. Gencer, Ali İhsan, (1991). “Ayastefanos Antlaşması”, DİA, cilt IV, İstanbul, s.225. Gencer, Ali İhsan, (1992). “Berlin Antlaşması”, DİA, cilt V, İstanbul, s.516-517. Göktepe, Cihat, (2011). “II. Abdülhamid’in Kıbrıs Siyaseti ve Adanın İngiltere’ye Geçiş Süreci”, Devr-i Hamid, cilt I, Kayseri, s. 433-445. Karal, Enver Ziya, (1995). Osmanlı Tarihi, cilt VIII, Ankara. Küçük, Cevdet, (1986). Osmanlı Diplomasisinde Ermeni Meselesinin Ortaya Çıkışı 1878-1897, İstanbul. Mahmud Celaleddin Paşa, (1983). Mir’at-ı Hakikat, haz. İsmet Miroğlu, İstanbul. Muahedat Mecmuası, (1298). İstanbul, cilt IV-V. Sertoğlu, Midhat, (2011). Mufassal Osmanlı Tarihi, cilt VI, Ankara. Tukin, Cemal, (1999). Boğazlar Meselesi, İstanbul. Tukin, Cemal, (1996). “Girit”, DİA, cilt XIV, İstanbul, s. 85-93. Uçarol, Rifat, (1978). 1878 Kıbrıs Sorunu ve Osmanlıİngiliz Antlaşması, İstanbul. 4 Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; Sanayileşen ülkeler arasındaki sömürgecilik yarışının Kuzey Afrika için doğurduğu sonuçları ifade edebilecek, Sudan Sorununun Osmanlı Devleti ve İngiltere açısından doğurduğu sonuçları açıklayabilecek, Bosna-Hersek’in Avusturya-Macaristan İmparatorluğu tarafından işgal ve ilhak edilme sürecini değerlendirebilecek, Osmanlı Devleti’nin dış borç almasının doğurduğu sonuçları değerlendirebileceksiniz. Anahtar Kavramlar • Tunus • Mısır • Sudan • İngiltere • Fransa • Kuzey Afrika • Bosna-Hersek • Duyûn-i Umûmiye İçindekiler Osmanlı Tarihi (1876-1918) İşgaller ve Krizler • OSMANLI KUZEY AFRİKA’SINDA İŞGALLER • İNGİLTERE’NİN MISIR’I İŞGALİ • SUDAN SORUNU • AVUSTURYA İŞGALİ SONRASINDA BOSNA-HERSEK • DIŞ BORÇLAR VE DUYÛN-I UMÛMİYE OSMANLI TARİHİ (1876-1918) OSMANLI KUZEY AFRİKA’SINDA İŞGALLER Avrupalı Güçlerin Kuzey Afrika Rekabeti İngiltere Avrupa’da Viyana Kongresi ile sağladığı faydaların etkisiyle 1815 yılından sonra denizcilik, ticaret ve sömürgecilik alanlarında dünyada üstünlüğü elde etmeye başlamıştı. İngilizlerin gelişmiş bir ticaret ağı kurduğu Akdeniz’de, üç önemli stratejik nokta bulunmaktaydı: Cebelitarık, Malta ve İyon Adaları. Bu stratejik noktalar sırasıyla Batı Akdeniz, Orta Akdeniz ve Doğu Akdeniz’de İngilizlerin güçlü donanması için bir üs görevi yaptığı gibi Akdeniz ve çevresinde gittikçe artan üstünlüğünü garantiye almasına yardımcı oluyordu. Kadîm rakibi Fransa’nın bölgedeki ihtiraslı hareketleri İngiliz donanmasını alarma geçirmişti. Bu yüzden Fransızların 1830’daki Cezayir seferine -güç kullanma dışındaki mümkün olan bütün araçlarla- şiddetli bir şekilde muhalefet ettiler. İngilizler eğer Fransızların bu girişiminin başarılı olabileceğine şans vermiş olsaydı, askeri güç kullanmaktan da çekinmezdi. Fransızların Cezayir’de kalacağı ortaya çıkınca, İngilizler -istemeyerek de olsa- en iyi politikanın bunu kabul etmek olduğuna karar verdiler. Fakat bu politika, Fransa’nın kendi başına istediği yerde sömürgeler kurması anlamına gelmiyordu. Artık sömürgeler oluşturmak Avrupa devletlerinin kendi aralarındaki güç dengelerine bağlıydı. İlerleyen yıllarda, özellikle 1869 yılında Süveyş Kanalı’nın açılmasından kısa bir süre sonra Avustralya ve Uzakdoğu ile olan Avrupa ticaretinin Ümit Burnu’ndan Akdeniz’e çevrilmesiyle İngilizlerin gözünde Akdeniz ve özellikle Boğazların önemi daha da arttı. XIX. yüzyılın ikinci yarısında Birleşik İtalya’nın kurulmasıyla birinci sınıf bir Akdeniz gücü vücuda gelmişti. Bu güç kendine çok yakın olan Afrika kıyılarına açgözlü bakışlarını çevirmeden önce, tam anlamıyla sağlam temeller üzerine oturmamıştı. İlk hedef hatırı sayılır bir İtalyan kolonisi barındıran ve coğrafi olarak yakın olan Tunus idi. Roma’nın yeniden Kartaca’yı yönetmesi rüyası, milliyetçi hedeflere sahip olanları harekete geçirdi. Bu yoldaki ana engel Fransa’nın çıkarlarıydı. Kardeş Latin uluslara daima sempatiyle bakan III. Napolyon, Cezayir ile yetinip İtalyanların Tunus’a, İspanyolların ise Fas’a sahip olmaları için ikna olabilirdi. Ancak III. Cumhuriyet’in devlet adamları o kadar da duygusal değildiler. Onlar Tunus’u işgal edip Cezayir’e katmak ve Kuzey Afrika’nın bütününe sahip olmak istiyorlardı. Bu yüzden iki ulus arasındaki rekabet kaçınılmazdı. İşgaller ve Krizler Otto Von Bismarck: 1815 yılında Prusya’da doğan Otto Von Bismarck’ın babası, Prusya ordusunda subaylık yapmış bir junker, annesi ise yüksek bir memurun kızıydı. Bismarck okul çağına geldiğinde annesiyle birlikte Berlin’e taşındı ve Göttingen ve Berlin üniversitelerinde pek de başarılı olamaması sebebiyle Prusya ordusuna girerek Aachen’da adlî kâtipliğe atandı. Ancak otoriteyle ilgili problemleri olan Bismarck, üstleri tarafından azarlanmasına içerleyerek bir sene sonra ordudan ayrıldı ve gitgide batmakta olan aile yatırımının iplerini eline aldı. 1847’de yarı temsili bir organ olan Birleşik Meclis’e girerek mutlakiyetçi ve reaksiyoner kesimin temsilciliğini üstlenerek yüksek bir itibar kazandı. 1848’de yaşanan devrimin askeri önlemlerle bastırılması gerektiğini savunduğu için aynı yıl açılan Frankfurt Ulusal Meclisi’ne ve ilk Prusya Parlamentosu’na alınmadı. Ordunun Berlin’i işgalinden sonra çeşitli devlet kademelerinde görevler aldı ve de 1862’de Prens Wilhelm’in onayıyla başbakanlık görevine getirildi. 1890’a değin görevde kalan iç ve dış politikada devletin dizginlerini elinde tutan Bismarck, 1896 yılında Hamburg yakınlarında öldü. 80 Osmanlı Tarihi (1876-1918) İtalya’nın Kuzey Afrika ve Mısır üzerinde ticari çıkarları ve Akdeniz’de sömürgecilik emelleri sürerken, Bismarck önderliğinde birliğini sağlayan Almanya’nın o sıralarda izlediği politika, genel olarak Fransa’nın izole edilmesine yönelikti. Bu politik tavırdaki amaç, Avrupa’da nüfuzunu arttırırken herhangi bir Avrupalı gücün kendisi aleyhinde davranmasını önlemekti. 1881 yılına kadar Bismarck, Mısır sorununu uzaktan izleyen bir siyaset güdüyordu. Kendi başına Mısır’a müdahale imkânı olmayan Almanya, eğer herhangi bir güçle ittifak kurarak soruna müdahale ederse, diğer güçlerin kendisini Avrupa’da sıkıştıracağı öngörüsünde bulunuyordu. Bu yüzden Bismarck 1876 ve 1878 yıllarında İngiltere’ye, Mısır’ı niçin işgal etmediklerini sorarak, eğer böyle bir durum gerçekleşirse de ülkesinin karşı çıkmayacağı garantisini sözlü olarak verdi. İngiltere’nin Mısır’ı işgal etmesinden Almanya’nın beklentisi, Fransız-İngiliz düşmanlığını kızıştırıp artırmak ve bunun sıcak bir çatışmaya dönüşmesini sağlamaktı. Böylece, batıdaki düşmanı Fransa’nın dikkatlerini ve gücünü başka bir alana kaydırmayı başaracaktı. 1882 yılına kadar İngiltere’yi Mısır’ı işgal etmesi konusunda ikna edemeyen Almanya, işgal sonrasında da onları Fransız-Rus işbirliğine karşı sürekli uyararak Londra hükümetlerinin güvenini kazanmaya çalıştı. Almanya şansölyesi Bismarck’ın Kuzey Afrika ve Mısır’a yönelik politik tutumu nedir? Tunus’un Fransa Tarafından İşgali 1881 yılında Tunus’un Fransa tarafından işgal edilmesi, Avrupa güç dengesinin yansımalarından biri olarak değerlendirilebilir. Öyle ki, 1881 yılında Alman Başbakanı Bismarck, birincisi 1872 yılında kurulan ancak 1875 yılında dağılan “Üç İmparator Ligi”ni yeniden kurdu. Avusturya-Macaristan, Rusya ve Almanya arasında kurulan ikinci “Üç İmparator Ligi” en azından İngiltere’ye karşı olumsuz amaçlar taşıyordu. Bu anlaşmaya göre, Osmanlı Devleti 1878 Berlin Antlaşması’na dayanarak, Boğazlardan Üç İmparator Ligi aleyhine geçiş imkânı sağlarsa, müttefikler ortak hareket edeceklerdi. Daha açık bir ifadeyle İngiltere’nin Boğazlardan geçip Karadeniz’den kendisine saldırması korkusunu taşıyan Rusya, bu anlaşmayla böyle bir olasılığı önlemiş oluyordu. Ayrıca söz konusu ittifak, Balkanlardaki Osmanlı toprakları üzerinde şimdiye kadar çatışan iki gücün, Avusturya- Macaristan ve Rusya’nın ortak hareket etmesini sağlayan bir zemin meydana getirdi. Bu ittifak sayesinde çok büyük stratejik çıkarlar sağlayan Rusya, İngiltere’yi üç önemli alanda; Balkanlar, Akdeniz ve Orta Asya’da sıkıştırmıştı. Üç İmparator Ligi politikaları çerçevesinde Almanya, Osmanlı Devleti’nin dağılmasını ve büyük devletler arasında dengeli bir paylaşıma tabi tutulmasını istiyordu. Bismarck’a göre, Osmanlı Devleti’nin büyük devletler arasında paylaşılması, hem Avrupa’da kurulan dengeleri koruyacak, hem de Avrupa barışına katkıda bulunacaktı. Bu paylaşımda, Avusturya-Macaristan Bosna-Hersek’i yani Batı Balkanları, Rusya Boğazlar’ı, İngiltere de Fransa ile anlaştıktan sonra Mısır’ı alabilirdi. Bismarck’ın belirlediği bu Alman politikası, Üç İmparator Ligi’nin dağıldığı 1886-87 yıllarına kadar sürmüş ve ana hedefi olan Fransa’nın yalnız bırakılmasını temine yönelik olmuştur. 1881 yılında meydana gelen ikinci önemli olay, Tunus’un Fransa tarafından işgal edilmesidir. Uzun zamandır İtalya’nın da göz diktiği Tunus’un Fransa tarafından işgal edilmesine Bismarck, bu ülkenin Avrupa dışındaki sorunlarla meşgul olmasını sağlamak maksadıyla, diplomatik destek ve cesaret verdi. Bu durum, Tunuslu Hayrettin Paşa gibi Osmanlı devlet adamlarının da dikkatinden kaçmamıştı. 1 4. Ünite - İşgaller ve Krizler 81 Hem değerli bir düşünür hem de bir devlet adamı olarak Tunuslu Hayrettin Paşa, Avrupa’nın teknik ilerlemeleri ve siyasi tehditlerine karşı, Müslüman toplulukların savunmasını sağlayacak tek güç olarak Osmanlı Devleti’ni görüyordu. Tunus gibi yerler ancak Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğü korunur ve güçlenirse sömürgeci saldırılar bertaraf edilir diye düşünüyordu. Ancak Hayrettin Paşa’nın gayretleri ve Osmanlı’nın aldığı tedbirler yeterli olmadı. Tunus, tıpkı Cezayir gibi Garp ocakları sistemi ile Osmanlı Devleti’nin salyaneli eyaleti idi. Zamanla eyaletin idaresi dayıların ve beylerin eline geçti. 1864 yılında beylik makamında Mehmed Sadık Paşa bulunmaktaydı. Fransızlar ile frenlenemeyecek ilişkiler geliştirdi ve Fransız nüfuzu Tunus’ta etkin olmaya başladı. 1870 yılından sonra Tunuslu Hayrettin Paşa, Fransızların Tunus üzerindeki etkisini kaldırmak için burasını 1871 fermanıyla doğrudan doğruya Osmanlı Devleti’ne bağlı hale getirdi. Bu fermanın hükümleri aynı zamanda Tunus’un idaresini Mehmed Sadık Paşa’nın evladına veriyordu. Ancak, Sadık Paşa tam anlamıyla fermana uygun davranmadı ve Fransızların Tunus’taki etkisinin devamına izin verdi. Fransa aynı tarihlerde, 1870’deki Alman yenilgisinin yaralarını sarmaya çalışıyordu. Kuzey Afrika’da yeni bir sömürge elde etmek, az da olsa Fransızların ulusal acısını hafifletip, incinen gururunu tatmin edebilirdi. Bu bağlamda Fransız diplomatlar, 1878’deki Berlin Kongresi’nde, İngiltere ve Almanya’nın Tunus’taki hâkimiyetine karşı çıkmayacaklarına dair işaretleri aldı. İngiltere’nin yarım yüzyıl önceki tutumuyla taban tabana zıt bu hareketi, Fransa’nın Kıbrıs konusunda problem çıkarmasını engellemek ve dar Sicilya boğazının iki tarafının birden İtalyanlar tarafından tutulduğunu görmeyi istememekten dolayı olabilirdi. Alman cephesinde Bismarck ise, Tunus’u İtalya’nın veya Fransa’nın almasını çok da umursamıyordu. Her iki durumda da iki tarafın arasının soğuması onun işine geliyordu. Bu şartlar altında İtalyanların Tunus’a ilişkin yaygaracı faaliyetleri tam bir fiyaskoydu. Fransızların en çok korktukları İtalyanların kendilerinden önce davranmasıydı. Fransızlar, 1881 yılı nisan ayında bazı Tunus kabilelerinin Cezayir sınırını ihlal etmeleri gibi sudan bahaneler ileri sürerek Osmanlı Devletine bir nota vererek, işgal niyetlerini ortaya koydu. 24 Nisan’da ise Fransız askerleri Tunus’ta işgali başlattı. Tunus Beyi’nin Kasr-ı Said veya Bardo adı verilen sarayında imzalanan ve bu isimle bilinen anlaşmaya göre Fransa, Tunus’ta istediği askeri bölgeleri işgal edecek, Tunus Beyi makamında kalacak, Tunus’un Fransa ve diğer devletlerle mevcut anlaşmaları aynen devam edecekti. Beylik, Fransa’dan izin almadan yeni dış anlaşma imzalamayacak, Fransa’nın yabancı devletlerdeki temsilcileri Tunus tebaasının da haklarını koruyacak, Tunus’un borçlarını ödemesi için mali reform yapılacak, tüm kabileler itaat altına alınıp askeri vergi vermeleri sağlanacak, Tunus’a silah ithali yasaklanacak ve Tunus’taki Fransa elçisi bu anlaşmanın uygulanmasını kontrol edecekti. Bu anlaşma ile, Tunus’un işgali resmiyet kazandı. Sadık Paşa’nın kardeşi Ali Bey’in önderliğinde bir kısım Tunuslular bu anlaşmayı kabul etmeyerek karşı koydular. Başkaldırı hareketi birkaç hafta içinde Fransa tarafından bastırıldı. Ardından bütün Beyliği işgal ettiler. Fransızlar Tunus’u imtiyazlı bir eyalet gibi resmi yıllıklarında göstermeye başladılar. Osmanlı Devleti ise, 1856 Paris antlaşmasıyla kendisi için de geçerli ve kabul edilmiş devletler hukukuna tamamen aykırı olan bu işgali asla onaylamadı. Tunus’u Osmanlı Devleti’nin bir eyaleti ve Tunusluları Osmanlı tebaası saymaya devam etti. Tunus’un işgali bir başka rekabeti gün yüzüne çıkardı. Tunus’un Fransa’ya kaptırılması İtalya’nın Avrupa güç dengesinde önemini kaybettirdi. En azından İtalyanların algılaması bu şekilde oldu. Ama her halükarda İtalya’nın bir emperyalist 82 Osmanlı Tarihi (1876-1918) hedefini Fransa’ya kaptırması onurunu zedeledi. Bunu telafi etmek için de İtalya yeni arayışlara girişti. Önce, Avusturya-Macaristan ve Almanya ikili ittifakına girmek için teşebbüste bulundu. Tunus’un Fransa tarafından işgalini içine sindiremediğinden, bu sorunu uluslararası diplomatik alanda canlı tutmaya gayret etti. İtalya, Fransa’nın Akdeniz’de daha başka hedeflere yönelmesini engelleme politikası izleyerek, İngiltere’nin Mısır’ı işgal etmesini kendi çıkarlarına uygun görüyordu. Tunus’un işgali karşısında Avrupalı güçler nasıl tepki verdi? İNGİLTERE’NİN MISIR’I İŞGALİ (11 TEMMUZ 1882) İşgal Süreci ve Tahliye için Diplomasi Faaliyetleri İnsanlık tarihinin en eski medeniyetlerinden birine ev sahipliği yapan Mısır, jeo-stratejik değer açısından her devirde önemini koruyan bir konumda olmuştur. Şüphesiz ki, XIX. yüzyılın sonunda sömürgecilik yarışına girişen Avrupalı güçler açısından bu ülkenin stratejik ve ekonomik değeri daha da artmıştır. En büyük emperyal güç olma iddiasındaki İngiltere açısından Mısır; Yakındoğu, Akdeniz ve Kızıldeniz yoluyla Hint Okyanusu’na açılan “hayat yolu” üzerinde, kilit bir mevkidedir. 1878 Berlin Kongresi’nden sonra, açık bir şekilde Yakındoğu politikalarında değişiklik yapan İngiltere, Akdeniz’de tam anlamıyla kontrolü ele geçirme hedefine kilitlenerek 1882 yılında Mısır’ı işgal etti. Buna karşılık Osmanlı Devleti, önemli eyaletlerinden biri olan Mısır’ın işgal edilmesi sürecinde, çok dikkatli bir politika izleyerek egemenlik haklarını korumaya çalıştı. Bu sırada, Balkanlardaki hassas durumu dikkate alan II. Abdülhamid, sorunu askeri müdahaleyle çözme alternatifi üzerinde durmaktan kaçındı. Osmanlı Devleti’nin dış politikasını elinde tutan II. Abdülhamid’in öncelik verdiği alan, Avrupa’nın yayılmacı tavırları karşısında Osmanlı Devleti’nin siyasal bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü korumaktı. Bu dönemde, Osmanlı Devleti tarafından belirlenen siyasetin hedefi, bir iç mesele olarak gördükleri Mısır sorununu yabancıların doğrudan askeri müdahalesine meydan vermeden ama onlarla diplomatik zeminde uzlaşarak çözmekti. Çözüm arayışındaki temel hedef, Arap Yarımadası, Kızıldeniz, Doğu ve Kuzey Afrika’daki egemenliği açısından vazgeçilmez önemi olan bu coğrafyadaki hükümranlık haklarını garanti altına almaktı. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı tecrübesinin Osmanlı Padişahı II. Abdülhamid’in zihninde bıraktığı izler, devletin tüm sınırları dahilinde ama özellikle Balkanlar’da daha dikkatli siyaset izlemeyi ve askeri kuvveti başka hedeflere yönlendirmeyi engelliyordu. Bu bakımdan, Mısır’daki toplumsal tepkiler sebebiyle zayıflayan Hidiv Tevfik Paşa (1879-1892) idaresini güçlendirmek üzere, politik ve diplomatik tedbirleri devreye koymak ön plandaydı. Dolayısıyla, II. Abdülhamid, Mısır’a askeri müdahale alternatifinin kesinlikle gündeme getirilmemesini, değişmez bir madde olarak politikasına eklemişti. Bu bağlamda, Osmanlı siyasetinin yapısal özelliklerinden dolayı, Mısır’daki milliyetçi güçlere yani Urabî ve arkadaşlarının önderlik ettiği Vatanî/Vatancılar adıyla bilinen harekete karşı askeri müdahalede bulunulmaktan sakınılmaktaydı. Dış politikayı yönlendiren Padişah, diplomatik çözüm arayışları esnasında Mısır’a Osmanlı askerinin gönderilmesi şıkkının kesinlikle gündeme getirilmemesini emretti. Bu politikanın neden olacağı zararların her yönüyle ortaya konulduğuna inanan Padişah, Osmanlı askeri ile Arapların karşılaşmasının vahim sonuçlar doğuracağını ileri sürüyordu. Dolayısıyla, hedefler ve bunların uygulanması için kullanılabilecek politika araçları arasında bir uçurum söz konusuydu. Osmanlı Devleti’nin mevcut imkanları ve uluslararası 2 4. Ünite - İşgaller ve Krizler 83 konjonktür dikkate alındığında, belirlenen temel hedefe ulaşmanın yani yabancı müdahalesini önlemenin, gerçekleştirilecek bir hedefin benimsenmesinden ziyade büyük bir iyimserliğin eseri olduğu söylenebilir. Aslında Süveyş Kanalı’nın açılması akabinde Mısır üzerinde başlayan rekabet, 1878 yılına gelindiğinde hayli ilerlemişti. Bu süre içinde özellikle Hıdiv İsmail Paşa’nın yanlış politikaları ve israfı, Mısır maliyesini bir hayli borç yükünün altına soktu. Artık İngiltere ve Fransa başta olmak üzere alacaklı devletler her türlü idareye karışmakta hatta nazırları azlettirip, tayin ettirmekteydiler. Bu soruna, 1879 yılında Hıdivliğe gelen Tevfik Paşa da bir çözüm üretemediği gibi problemleri daha da arttırdı. Halk arasında hoşnutsuzluklar meydana geldi. Kendisi de bir asker olan Urabî Paşa’nın yönetime karşı başlattığı isyan, bir kısım asker ve halk tarafından büyük destek gördü. Hedef, yönetim ve yönetime müdahale eden yabancılar idi. 11 Haziran 1882 tarihinde meydana gelen Maltız Olayı’nın doğurduğu kaotik ortam da İngiliz işgaline önemli bir gerekçe sunmuştur. Maltız Olayı şöyle gelişmiştir: Mısır’daki gerilimin artması nedeniyle, bölgede yaşayan Avrupalılar dışarıdan silah tedarik etmekteydi. Zira, yerli halk ile aralarında ciddi bir gerginlik ortamı oluşmaya başlamıştı. Bilhassa İskenderiye Kalesi’nin önünde demirli İngiliz ve Fransız savaş gemileri, yerli halkın işgal konusundaki korkularını perçinlemekteydi. 11 Haziran günü Maltızlı bir tüccar ile yerli halktan bir hamal arasında yaşanan ücret kavgası, tüccarın yerli hamalı bıçaklayarak öldürmesiyle müthiş bir arbede başlattı ve uzun süreden beri yaşananları sindiremeyen yerli halk galeyana gelerek yabancıların dükkanlarını yağmalamaya başladı. Bunun yanı sıra sokaktaki çatışma devam etmekteydi. İngiliz ve İtalyan konsoloslar ile beraber yaklaşık 50 yabancı ve 150 yerli hayatını kaybetmiş; yüzlerce kişi de yaralanmıştı. Olay sonrasında İngiltere’nin kendi vatandaşlarının hukukunu korumak iddiasıyla Mısır’ı işgali meşruiyet kazandı ve Avrupalılar, çıkan çatışmanın arkasından siyaset yapmaya başladılar. Bu nedenledir ki, Maltız Olayı’nın Mısır’ın geleceği konusundaki etkileri büyük olmuştur. Maltız Olayı’nı İngilizlerin bardağı taşıran son damla gibi yorumlayıp, ülkenin işgali için en önemli gerekçelerden biri olarak öne sürebilecekleri açıkça ortada iken; Mısır’daki Osmanlı temsilcileri, Hıdiv ve Vatancılar hareketi tarafından muhtemel tehditlerin tespiti zamanında yapılamamıştır. Kısacası işgal öncesi sürecin en önemli gelişmelerinden biri olan bu olaydan önce ve sonra, her türlü provokasyon hesaba katılarak olayları kontrol altına alabilecek isabetli bir politika tespit edilip uygulamaya konulamamıştır. Elbette bir takım önlemler alınmaya çalışılmıştır ama işgali engelleyebilecek başarılı ve sonuç alıcı bir politika gerçekleştirilememiştir. Oysa, meydana gelen olayları kışkırtan önemli etkenlerden bir başkası da, İngiltere ve Fransa’nın savaş gemilerini İskenderiye açıklarında tutmalarıydı. 2 Mayıs 1882’den itibaren 3 Fransız ve 3 İngiliz savaş gemisi, İskenderiye’deki Mısır tabyalarını bombalamak için hazır bekliyorlardı. 11 Temmuz 1882’de İskenderiye bombalandı. Nihayet uzun bir psikolojik baskıdan sonra İngiltere, 20 Ağustos 1882’de önce Port Said’e asker çıkardı, 15 Eylül 1882’de de Kahire’ye girerek Mısır’ı fiilen işgal etti. 84 Osmanlı Tarihi (1876-1918) Osmanlı Devleti’nin Mısır sorununu çözme konusunda karşılaştığı dış kaynaklı zorlukları da gözden kaçırmamak gerekir. Osmanlı Devleti’nin karşılaştığı engellerden en önemlisi hatta hepsini kapsayıcı nitelikte olanı, büyük devletlerden bağımsız bir politika izleyememesidir. Mısır’ın işgalinden önce ortaya çıkan askerlerin önderlik ettiği protesto hareketleri, daha çok Mısır maliyesi üzerinde kurulan İngiliz-Fransız kontrolüne karşıydı. Osmanlı Devleti’nin bu protesto hareketlerini ikna yöntemiyle bastırabilme amacıyla gönderdiği askeri heyetlere, İngiltere ve Fransa karşı çıkmıştı. Bu devletler, hem Osmanlı Devleti’ne Mısır’da egemenliğin sahibi olarak olayları kontrol etmesi konusunda asker göndermesi için baskı yapıyorlardı, hem de Osmanlı Devleti’nin çözüm için gösterdiği gayretlere karşı çıkıyorlardı. Mısır üzerinde sömürgeci emeller besleyen İngilizler, Mısır’daki olayların Osmanlı Devleti tarafından kontrol altına alınmasını kendi çıkarları açısından istemiyorlardı. Ali Nizami Paşa ve Derviş Paşa heyetlerine karşı çıkmaları, bu politikalarının bir tezahürüdür. Ayrıca, Mısır’ın iç dinamiklerinden çıkacak kuvvetli bir yönetimin kurulmasını da çıkarları açısından tehlikeli görüyorlardı. Öte yandan, Urabî Paşa’yı kontrol altına almak için Osmanlı Devleti tarafından izlenen siyasette, Abdülhamid’in bazı çekinceleri ortaya çıkmıştır. Bu çekincenin arkasında, İngiltere’nin bir oyununa gelmemek ve Mısır halkı ile Türkler arasında bir çatışmaya yol açmamak gibi düşünceler bulunmaktaydı. Çünkü Padişah, Urabî Paşa’nın isyancı ilan edilmesi için İngilizlerin baskı yapmasına rağmen, bundan uzun süre kaçındı. Ancak sonunda yayınladığı fermanda Urabî Paşa isyancı olarak nitelendirildi. Fakat burada önemli bir inceliğe dikkat edildi. Padişah, Urabî Paşa’yı halife sıfatıyla isyancı ilan etmiyordu. Urabî, Hıdiv’e karşı geldiği için görevlerini yapmayan bir memur olarak suçlanıyordu. Kısacası, Urabî’nin emperyalist kuvvetlere karşı kendi bağımsızlığını koruma mücadelesi vermesi, Osmanlı Devleti’nin egemenlik haklarını da ihlal etmekle birlikte, aslında Halifelik şemsiyesi altında kalması kaydıyla örtülü bir şekilde desteklenmiştir. Bu olay, II. Abdülhamid’in Avrupalı güçlerin yayılmacı politikalarına karşı bir koz olarak benimsediği İslam birliği siyasetinin iç politika alanını kısıtladığına bir örnektir. Ancak Padişah, bulunduğu pozisyonu iyi değerlendirip genel politikasıyla fazla çelişkiye düşmeden, İngilizlerin taleplerini ustalıkla geri çevirip, Mısırlıların işgale tepkilerini meşruiyet zemininde tutma imkanı tanımıştır. Resim 4.1 İngilizler’in İskenderiye’yi bombalamasından sonraki hali (11 Temmuz 1882) Kaynak: http:// en.wikipedia.org/ wiki/File:Alexandria_after_bombardment.jpg Ali Nizami ve Derviş Paşaların Misyonu: Mısır’da ortaya çıkan ve bir taraftan Hıdiv yönetimini diğer taraftan da İngiliz menfaatlerini tehdit eden Urabî Paşa’nın isyan ve talepleri üzerine Padişah, Ekim 1881’de Ali Nizami Paşa ve 7 Haziran 1882’de de Derviş Paşa heyetlerini Mısır’a göndermiştir. İngiliz işgal tehlikesini bertaraf etmek için Urabî Paşa ve taraftarlarını teskin etmekle görevli Ali Nizami Paşa heyeti, dış baskılar nedeniyle Mısır’da yaklaşık iki hafta kalabildi. Aynı görevi ifa etmek için gönderilen ikinci heyetin başkanı Derviş Paşa ise, üç aydan fazla bir süre Mısır’da kalmasına rağmen başarılı neticeler alamadı. 4. Ünite - İşgaller ve Krizler 85 Mısır tarihi konusunda şu kitabı okuyunuz: Marsot Afaf Lutfi al-Sayyid, (2010). Mısır Tarihi: Arapların Fethinden Bugüne, (Çeviren: Gül Çağalı Güven), İstanbul. İşgalden sonra izlenen politikalarda Osmanlı Devleti’nin temel amacı, Mısır’ı İngiliz işgalinden kurtarmaktı. Bunun için, Osmanlı devlet adamları çok yerinde bir strateji belirleyerek İngiliz askerinin Mısır’ı tahliye etmesi için bir takvim belirlenmesini, tüm diplomatik görüşmelerde ısrarla talep ettiler. İngiltere ise işgallerini belli bir süre ile kısıtlamak yerine Mısır’daki varlıklarına meşruiyet sağlamaya çalıştı. Bu yüzden Osmanlı Devleti ile konuyu müzakere etmekten kaçınmayıp, karşı taraflara umut verirken gerçek amaçlarını gizlemeye çalıştılar. II. Abdülhamid, İngiltere’ye karşı bir başka gücün desteğini alarak İngilizlerin Mısır’ı tahliye etmesini sağlamaya çalıştı. Bilindiği gibi Osmanlı Devleti, 1798 yılında Fransa Mısır’ı işgal edince, Rusya ve İngiltere’nin yardımıyla, Fransız askerlerini Mısır’dan çıkarmayı başarmıştı. Osmanlı devlet adamları bu tecrübeden yola çıkarak, aynı politikayı bir kez daha denemeye çalıştı. Ancak, Fransa çok net taahhütler vermesine rağmen, sözlerini yerine getirmekten kaçındı. Sorunun seyri dikkate alındığında, II. Abdülhamid’in Almanya Başbakanı Bismarck’tan diplomatik destek alma çalışmaları da genellikle başarısız kaldı. Zaman zaman bu ülkeden sağlanan destekler de beklenen ölçülerde gerçekleşmedi. Çeşitli şekillerde Rusya, Fransa ve Almanya’nın desteği aranmakla birlikte, bu devletlerin yaklaşımı belirsiz olduğundan, sorunun çözümü için doğrudan İngiltere ile görüşmek de alternatifler arasına alındı. Bunun için, II. Abdülhamid’in en büyük arzusu, Avrupa dengesinde meydana gelecek gelişmelerin kendi lehine bir pozisyon yaratması idi. II. Abdülhamid bu bakımdan aceleci davranmayıp bir fırsat beklemeye başladı. Nitekim, İngiltere ile Rusya arasındaki Afganistan gerginliğinin doğurduğu ortam, bu amaca yardım edecek bir fırsattı. Bundan faydalanmak isteyen Sultan, tahliye konusunda görüşmelerde bulunması için Hasan Fehmi Paşa’yı 19 Ocak 1885 tarihinde, Londra’ya gönderdi. Böylelikle, askeri gücü ve müdahale kabiliyetini göz önüne alan Sultan, bir yandan Mısır’daki egemenlik haklarını korumaya çalışırken, bir yandan da İngiltere’nin çıkarına olacak bir tuzağa düşmemeye çalışmıştır. Osmanlı Devleti Mısır sorunu esnasında, “verkurtul” politikası izlemeyi, asla bir çözüm alternatifi olarak aklından geçirmemiştir. İngiltere’nin Mısır’ı tahliye etmesi üzerine bina ettiği politikalarından vazgeçmeyip, tüm gücünü sorunu bu yönde çözmek için sarf etmiştir. Büyük beklentilerle Londra’ya gönderilen Hasan Fehmi Paşa, 28 Nisan 1885 tarihinde geri çağrıldı. Böylece Paşa, çok önem verilerek görevlendirildiği Londra’daki diplomatik görüşmelerden bir sonuç alamadan geri döndü. Hasan Fehmi Paşa, Babıâli’de ve Meclis-i Vükela’da görev almış, uluslararası hukuka ait Resim 4.2 Vatanîlerin lideri Ahmed Urabî Paşa (1841-1911) Kaynak: http:// en.wikipedia.org/ wiki/File:Ahmed_ Orabi_1882.png 86 Osmanlı Tarihi (1876-1918) bir kitabı olan bilgili bir devlet adamıydı. Fakat diplomasi tecrübesi yoktu. Dolayısıyla ortaya çıkan sonuçta, bu tecrübe yetersizliğinin payı da önemli rol oynamıştır. Elbette, bu görüşmelerin kısmen de olsa faydası olmuştur. En azından bu görüşmeler sırasında İngiltere, Mısır üzerinde Osmanlı Devleti’nin egemenlik haklarını bir kez daha kabul ettiğini açıklamak zorunda kaldı. Ama bu arada, Kızıldeniz’de emperyalist yarışa girişen İtalya’nın Musavva’yı 4 Şubat 1885 tarihinde işgal etmesine gizlice destek verdi. Emperyalist güçler arasındaki bu uzlaşmadan rahatsız olan Osmanlı Devleti, bu vahim olayı protesto etmekten başka bir çıkar yol da bulamadı. Osmanlı Devleti’nin karşısına çıkan ikinci konjonktürel fırsat, Haziran 1885’te altı aylık bir aradan sonra tekrar başbakan olan Lord Salisbury’nin dış politikada İngiltere’nin yalnız kalmasını önleyecek bir siyaset belirlemesiyle ortaya çıktı. 1882 yılından beri, İngiltere’ye karşı Osmanlı Devleti’nin de katkısıyla harekete geçen Fransa ve Rusya, Mısır’ın tahliye edilmesi konusunda bu ülkeyi sıkıştırıyorlardı. Bu baskıları, İtalya ve Almanya’nın desteğini alarak dengelemeye çalışan İngiltere, Almanya’nın işgal karşısındaki tavrında 1885 yılından itibaren değişiklik göstermesi üzerine ciddi endişeler duymaya başladı. İngiltere’nin uluslararası alanda yalnız kalmasına yol açan işgalin meşruiyeti sorunu, Londra hükümetini bir kez daha Osmanlı Devleti ile görüşme masasına oturmaya zorladı. İngiliz temsilcisi Drummond Wolff ’un İstanbul görüşmeleri sırasında, Osmanlı görüşmecilerinin ortaya çıkan anlaşma metinleri için gösterdikleri titizlikler, dikkati çeken bir durumdur. Sultan, İngilizlerin Hasan Fehmi Paşa’yı Londra’da beklettikleri gibi, Wolff ’u İstanbul’da bir hafta beklettikten sonra 29 Ağustos 1885 tarihinde, ilk kez kabul etti. Uluslararası yükümlülük ve değer taşıyan anlaşma metinlerini etraflıca inceleyen Osmanlı devlet adamları, ileride devlet aleyhine yorumlamaya sebep olacak ifadeler üzerinde dikkatle durarak, kendi alternatif teklifleri üzerinde ısrarlı bir politika izlediler. Elbette bu kaygı, II. Abdülhamid’in dış politikada öncelik verdiği konulardan kaynaklanıyordu. Hatta bu yüzden görüşmeler, gereğinden fazla uzun sürmüştür. Ancak gösterilen bu dikkatli çalışmalara rağmen, Wolff ’un birinci İstanbul temaslarından sonra, diğer devletleri dışarıda bırakarak sorunu bir “Osmanlıİngiliz Sorunu” olarak kabul ettirmekte başarı sağlayıp İngiltere’nin çıkarlarını gerçekleştirdiğini görmekteyiz. 24 Ekim 1885 Antlaşması’ndan kazançlı çıkan taraf, İngiltere olmuştur. Antlaşmayı imzalamakla İngiltere’nin Mısır’daki varlığını resmen tanıyan Padişahın Mısır üzerindeki egemenlik hakları önemli bir darbe aldı. Özellikle, Osmanlı Devleti ile birlikte İngiltere tarafından da Mısır’a bir yüksek komiser tayin edilmesi, İngiltere’nin Mısır’ı işgalini meşrulaştıran önemli bir madde idi. Bu antlaşma çerçevesinde görevlendirilen Mısır Yüksek Komiseri Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın Kahire’deki görevi sırasında, işgal idaresine karşı ciddi eleştirileri ve gayretli çalışmaları da, Wolff ’un görüşmelerdeki inatçı ve uzlaşmaz tutumunu engelleyememiştir. Bu doğrultudaki tavırlarını sürdüren Wolff ’un 1887 yılında İstanbul’da ikinci kez yaptığı görüşmelerden de bir sonuç çıkmamasını sağlaması sürpriz değildir. II. Abdülhamid, Rusya ve Fransa’nın tehditleri ile İngiltere’nin baskıları arasında, zor bir karar vererek ingiliz işgalini muğlak ifadelerle sınırlayan 22 Mayıs 1887 Antlaşma metnini imzalamamıştır. Gazi Ahmet Muhtar Paşa hakkında şu kitabı okuyunuz: Uçarol, Rifat, (1989). Gazi Ahmet Muhtar Paşa, İstanbul. 4. Ünite - İşgaller ve Krizler 87 Mısır Meselesi 1904’ten sonra yeni bir boyut kazandı. Zira, uluslararası alanda İngilizlere karşı Mısırlı vatanperverlere en fazla destek veren Fransa adeta saf değiştirdi. Bunun neticesinde, İngilizlere karşı Mısırlı vatanperverler tarafından sürdürülen bağımsızlık mücadelesinde kısa bir zaman için bir bocalama yaşandı. Ünlü bir hatip ve gazeteci olan Mustafa Kâmil, tamamen Mısır halkına yönelerek mücadelesinden vazgeçmemişdi. Mısırlıların umut bağladığı bir lider olarak yeni çıkış yolları aramaktan geri durmadı. Osmanlı Devleti, Mısır sorununa ilişkin olarak askeri destek de dahil olmak üzere, her desteği vereceğini vaat eden Fransa’ya güvenmekten başka bir alternatife sahip olmadığından, 1887’de üzerinde uzlaşılan antlaşma metnini imzalamamıştı. Zaten Rusya’nın da Fransa ile birlikte hareket ederek antlaşma metnine itiraz etmesi, II. Abdülhamid’e imzalamayı reddetmekten başka bir seçenek bırakmamıştı. Ancak ilerleyen yıllarda, Fransa’ya duyulan güvenin sorunlu olduğu görülmüştür. II. Abdülhamid’in politikaları ve Mısır’da ciddi mesafeler alan Mustafa Kâmil hareketi neticesinde İngilizler, Mısır’daki çıkarlarını korumak için 1904 yılında, Fransa’ya Fas’ta verilecek bir tavize mecbur kalmışlardır. Bundan sonra İngiltere, Mısır’da Osmanlı Devleti’nin egemenliğini tanımaya devam etmiştir. Mısır’ı himaye altına almak ya da sömürgeleri arasına katmak gibi bir politika izlemeye cesaret edememiştir. İngiltere’nin bu cesareti göstermesi, I. Dünya Savaşı’nın başladığı zamana kadar ertelenmiştir. Dolayısıyla, II. Abdülhamid devrinde uygulanan politikalar sayesinde Osmanlı Devleti, İngiltere’nin dünyanın diğer bölgelerindeki sömürgelerinde olduğu şekilde rahat hareket etmesini ve sömürge politikalarını uygulamasını Mısır’da sınırlamıştır. Bu sonuç dikkate alınırsa, stratejiyi belirleyen II. Abdülhamid’in, tahliye konusunda başarısız olmakla birlikte, İngiliz işgalinin ilhaka ve himayeye dönüşmeyip sınırlı kalması için uyguladığı politika başarılı olmuştur. İngiltere’nin Mısır’ı işgali konusunda şu kitabı okuyunuz: Kızıltoprak, Süleyman, (2010). Mısır’da İngiliz İşgali: Osmanlı’nın Diplomasi Savaşı 1882-1887, İstanbul. II. Abdülhamid’in Mısır’ın işgali karşısında uyguladığı politikanın ana dinamikleri nelerdir? SUDAN SORUNU Mısır eyaletine bağlı olan Sudan’da isyan, 1881 yılında başladı. İsyancıların arka planında Vadi-i Halfa’nın güneyinde ortaya çıkan dini/tasavvufi bir hareket vardı. Sudan isyanının başlamasına sebep olan olay, Mısır adına vergi toplayan Faşoda müdürü ile bir kayık ustasının oğlu olan Muhammed Ahmed arasında çıkan kavga idi. Bu olaydan kısa bir süre sonra, Müslümanlar için kutsal bir ay olan Ramazan ayında (Ağustos 1881) Muhammed Ahmed, Mehdi olduğunu ilan etti. Sudan Mehdisi Osmanlı kaynaklarında, derviş ve mütemehdi (mehdilik iddiasında bulunan kişi) olarak da isimlendirilmektedir. Mehdi hareketi kısa zamanda Sudan’da geniş bir toplumsal destek aldı. Mehdi’yi destekleyenleri üç gruba ayırmak mümkündür: a) Muhammed Ahmed’i yakından tanıyarak gerçekten onun Mehdi olduğuna inanan ve ona kayıtsız-şartsız bağlanan dervişler; b) Nil kenarında yaşayan ve geçimleri kervan ve köle ticaretine bağlı olan kabileler; c) Her türlü devlet otoritesine karşı çıkan ‘Baggara’ ve ‘Bija’ gibi kabileler. Bu tür kabileler, vergi vermemek ve yüksek bir otoritenin düzenlemeleri karşısında bağımsız kalmak için bu harekete destek vermekte idiler. Diğer taraftan Sudan’da Hıdiv İsmail (1863-1879) devrinden kalan yabancı memurların 3 88 Osmanlı Tarihi (1876-1918) yüksek maaşlarla çalışması, halkın tepkisini çekecek davranışlar sergilemeleri, ağır vergiler, Süveyş Kanalı ve yeni demiryollarının geleneksel kervan ticaretine darbe vurması gibi faktörler, Sudan halkında bir kızgınlık ve tepki birikmesine sebep oldu. Mehdi, dini bir karakter taşıyan isyan hareketi için kurduğu örgütün yapılandırmasını, Peygamber ve İslam tarihinin ilk dönemlerini taklit ederek gerçekleştirdi. Kurduğu savaş birliklerine “Ensar” adını taktığı gibi, kendisine en yakın kabile liderlerine de Halife unvanı verdi. Bu özelliklere sahip Mehdi ayaklanması ile Urabî Paşa hareketi arasında, herhangi bir irtibatın olup olmadığı henüz bilinmiyor. Ancak her iki isyan hareketi de birbirine çok yakın bir zamanda ve yakın bir coğrafyada ortaya çıktı. Aralarında en azından bir psikolojik etkilenme olduğundan söz edilebilir. Urabî Paşa, Çerkez-Türk subayların ordudaki yüksek makamları işgal etmelerine ve Avrupalıların ekonomik ve siyasi baskılarına karşı, Mısır’da bu durumdan rahatsız olan kitleleri arkasına alarak bir protesto hareketi başlatmıştı. Mehdi ise, Sudan’daki Mısır idaresine ve Avrupalıların sömürgeci hareketlerine karşı duyulan tepkileri kullanarak bir isyan hareketi başlattı. Bu bakımdan her iki hareketin de ortak özellikleri olduğu görülmektedir. Sudan’daki Mehdi hareketi, Mısır’daki Urabî hareketi gibi uluslararası hukuk nezdinde gerçek egemenlik sahiplerine karşı bir başkaldırı niteliği taşımaktaydı. Ancak, burada dikkati çeken önemli bir nokta vardır. Sudan, Mısır Hıdiviyeti idaresine bağlı olarak Osmanlı Devleti egemenliği altındaydı. Sudan’daki ayaklanma, Osmanlı egemenliğinden kurtulmaktan çok Mısır Hıdiviyeti’ne karşı çıkan bir hareketti. II. Abdülhamid de Sudan’daki ayaklanmaya bu gözle bakmaktaydı. Ona göre Sudan sorunu, İngiltere’nin Mısır’daki düzeni bozması sebebiyle meydana gelmişti. Mısır’daki yönetim boşluğu olmasa bu sorun ortaya çıkmazdı. Mısır’ın Sudan Valisi İsmail Paşa zamanında Sudan’ın her tarafında otoriteyi sağlayan Mısır idaresi, Mısır’da mali kriz çıktıktan sonra zayıflamıştı. Özellikle, Tevfik Paşa (1879-1892) Hıdiv olduktan sonra, yönetimin tüm dikkati Urabî hareketine çevrildiği için Sudan’da bir yönetim boşluğu meydana geldi. Mehdi isyanının çıkmasında, bu yönetim boşluğunun da önemli bir payı olduğunu unutmamak gerekir. 1881-1883 yılları arasında Mehdi, Sudan’daki Mısır askerlerine birçok saldırılar gerçekleştirdi. Bu saldırılarda 14 binden fazla Mısır askeri hayatını kaybetti. Sudan’daki bu karışıklıkları kimin çıkardığı konusunda Hıdiv, Padişah ve İngiltere tarafı tam bir fikir birliği içinde değildi. Osmanlı Devleti ve Hıdiv, İngiltere’yi suçlarken, İngiltere de olayların sorumluluğunun Hıdiv ve Osmanlı Devleti’ne ait olduğunu öne sürüyordu. Bu bağlamda İngiltere, Osmanlı Devleti’nin asker göndererek olayları kontrol etmesi gerektiğini sürekli gündeme getiriyordu. II. Abdülhamid, Sudan’a asker gönderilmesi konusunu Meclis-i Vükela Heyeti’nin tartışmasına sunarak bu konuda katılımcı bir politika benimsedi. Meclisi-i Vükela üyeleri, İngiltere’nin teklif ettiği gibi, Sudan’ın Mısır idaresinden ayrılarak doğrudan doğruya Babıâli tarafından yönetilmesi konusunun, Osmanlı Devleti’nin yetkisi dahilinde olmasına rağmen, Mısır Hıdivi’nden böyle bir talep gelmediği için, kabul edilemez bir politika olacağına karar verdi. Gerçekte Osmanlı Devleti açısından Sudan isyanına son verecek çözüm, Sudan’a Osmanlı askeri gönderilmesi değil, Mısır’ın İngiliz askerinden tahliye edilmesi idi. Diğer yandan İngiltere, Sudan olaylarını gerekçe göstererek, askerlerini Mısır’dan çıkarmamak için sürekli bu bahanenin arkasına saklanıyordu. İngiltere, Hıdiv’in Sudan sorununu çözmek için askerî yardım taleplerine de olumsuz cevap veriyordu. Bu bağlamda, Sudan’daki isyanı bastırmak için, emekli 4. Ünite - İşgaller ve Krizler 89 bir İngiliz askeri Mısır ordusuna komuta etmek üzere, ücretli olarak görevlendirildi. William Hicks, 10 bin kişilik Mısır ordusunun başında, gittikçe etkisi artan Mehdi kuvvetlerini bastırmak amacıyla Sudan üzerine yürüdü. Mehdi taraftarları ile 5 Kasım 1883 tarihinde, el-Ubeyd bölgesinde bir savaş meydana geldi. Mehdi’nin kuvvetleri, Mısır ordusunu büyük bir hezimete uğratarak İngilizleri şaşkına çevirdiler. William Hicks’in hayatını kaybettiği bu savaş sonucunda, Mısır ordusundan çok az sayıda kurtulan oldu. Bu kurtulanlar da Mısır Hıdiviyyet idaresine bağlı kalelere çekildiler. Bundan sonra Mehdi taraftarları, Sevakin çevresindeki kabilelerin de desteğini alarak Hartum’u tehdit etmeye başladılar. Bu ağır mağlubiyetten sonra Mısır ordusu, Sudan’ın içinde bulunan bazı kalelerde hakimiyetini sürdürüyor olmasına rağmen Mehdi, Sudan’ın fiili lideri idi. Bu olaydan sonra Gladstone başbakanlığındaki İngiltere hükümeti, askerî kuvvetlerini Vadi-i Halfa’dan çekmeyi kararlaştırdı. Sir Evelyn Wood, Tevfik Paşa’ya ve İngiliz Hükümeti’ne Mısır Hıdiviyeti sınırlarını Güney Asvan’dan uzak olmamak şartı ile tespit etmeyi önerdi. Bu öneriye olumlu bakan İngilizler, Mısır-Sudan sınırını Vadi-i Halfa’dan bir hat çizerek ayırdı. Ardından Ocak 1884’de, Mısır’ın güvenliğini sağlamak amacıyla, bu sınır İngilizler tarafından kapatıldı. Ancak, bu uygulamaya ilişkin resmi açıklama 11 Mayıs 1885 tarihinde yapıldı. Diğer taraftan, Sudan’da kalelerde sıkışıp kalan Mısır ordusu askerlerinin hayatları Mehdi kuvvetlerinin tehditleri altındaydı. Bu askerlerin kurtarılması konusu ciddi bir problem olarak ortada duruyordu. Çünkü, daha önce binlerce Mısır askerini korkunç bir şekilde katleden Mehdi taraftarları karşısında bu askerlerin aileleri başta olmak üzere tüm Mısır halkı endişe ile beklemekteydi. İngilizler W. Hicks’in yerine daha önce burada görev yapmış olan General Charles George Gordon’u görevlendirdiler. General Gordon, Sudan’ı kontrol etmek ve Mehdi’yi yenmek gibi çok tehlikeli bir görev üstlendi. Zaten bu görevi almak konusunda, ondan başka bir gönüllü de bulunamamıştı. Bu yüzden Gordon, İngiliz subaylar tarafından çok büyük bir takdirle karşılandı. Gordon, 24 Ocak 1884 tarihinde Kahire’ye ulaştı. Kahire’den kayık ve develerle zorlu bir yolculuk yaparak 22 Şubat’ta Hartum’a vardı. Burada yaptığı ilk açıklamada, Hıdiv’den aldığı emir üzerine kabile şeflerinin otoritesinin de üstünde olarak, Sudan’ı yönetmek üzere tekrar bu topraklara döndüğünü duyurdu. Resim 4.3 General Gordon Paşa (1832-1885) Kaynak: http:// www.istockphoto. com/stock-photo15095876-majorgeneral-charlesgeorge-gordon.php General Gordon (1832- 1885): General Charles George Gordon bu göreve gelmeden önce, asker olarak iyi bir kariyer yapmıştı. İngiliz askeri olarak önce Kırım Savaşı sırasında Balaclava’da, ardından da 1860 yılında Çin ile meydana gelen çatışmada bir asker olarak kendisini kanıtlamıştı. İngiliz ordusundaki kariyerini yeterli bulmayan Gordon, Afrika kıtasında yeni bir maceraya atıldı. 1874 yılında, Hıdiv İsmail Paşa köle ticaretini yasakladığı zaman, Sudan’daki kaçak köle tüccarlarını engellemek için Gordon’u görevlendirmişti. Bu tarihten itibaren 1879 yılına kadar Gordon, Mısır adına (tabiî ki İngilizler’in talebi ile) Sudan genel valisi olarak bulundu. Bölgedeki yerel güçlerle ve özellikle kabile şefleri ile iyi ilişkiler kurarak onlar üzerinde saygın bir izlenim bıraktı. 90 Osmanlı Tarihi (1876-1918) Gordon, güneye inmek ve Hıdiv’in askerleriyle Bahr el-Gazal’da bir garnizon kurmak planı yaptığını İngiltere’ye bildirince, bu yeni durum farklı bir şekilde değerlendirilmeye başlandı. İngiltere başbakanı Gladstone, bu plan çerçevesinde, Gordon’un Belçika Kongosu sınırlarını güven altına almak bahanesiyle Belçika Kralı ile anlaşmasından şüphelendi. Aslında, Gordon’un Belçika Kralı adına bölgede liderlik yapmak hevesine kapılmasından kaygı duydu. Bu varsayımdan hareket eden Gladstone, Gordon’a Mısır’a geri dönmesini ve Sudan’daki insanları kendi kaderleriyle başbaşa bırakmasını emretti. Ancak Gordon, Gladstone’un bu emrini zamanında öğrenemedi. Çünkü Mehdi taraftarları, Gordon ve beraberindeki kuvvetler daha Hartum’a ulaşmadan tüm telgraf hatlarını yok etmişlerdi. Mehdi’ye bağlı kuvvetler Hartum’u ele geçirerek, Hükümet Konağında bulunan Mısır Ordusu’nun İngiliz Komutanı Gordon’un çevresini kuşattılar. Bu kuşatmada zor durumda kalan genç generali kurtarmak İngilizler için bir onur meselesi haline dönüştü. İngiliz kamuoyunun dikkati bir anda Gordon üzerinde yoğunlaştı. 22 Ağustos 1884 tarihinde Gladstone, Sir Wolseley’i özel olarak görevlendirip Gordon’u kurtarmak üzere Sudan’a gitmesi talimatını verdi. 10 bin kişilik bir orduyla yola çıkan General Wolseley, uzun ve zahmetli bir yolculuktan sonra, 28 Ocak 1885 tarihinde Hartum’a ulaştı. Ancak, Wolseley geç kalmıştı. Mehdi taraftarları, bu tarihten tam iki gün önce şehre girip Gordon’u öldürmüşlerdi. Wolseley komutasındaki kurtarıcı kuvvet, aldığı görev konusunda başarısız olduktan sonra Sevakin ve Sudan’da birtakım askerî faaliyetlerde bulundu. Fakat asıl görevi hakkında hiçbir şey yapamadan Kahire’ye geri dönmek zorunda kaldı. Mısır’daki İngiliz varlığını da tehdit eden bu yeni durum, İngiltere’nin yeni politikalar geliştirmesini zorunlu kıldı. Bu esnada, Osmanlı Devleti’nin sahip olduğu hilafet nüfuzuyla Sudan ayaklanmasını bastırmak için yeni politikaların uygulanması gündeme geldi. Diğer bir ifadeyle, İngiltere Mısır’ın güvenliğini sağlamak için, Osmanlı Devleti’nin politik ve askerî desteğine ihtiyaç duymuştu. Böyle bir ihtiyacın İngiltere tarafından gündeme getirilmesi, Osmanlı Devleti’nin Mısır sorunu üzerinde hâlâ belirleyici bir aktör olduğunu göstermesi açısından önemliydi. Osmanlı Devleti’nin Mısır Yüksek Komiseri Gazi Ahmet Muhtar Paşa, İngiltere’nin Sudan’daki olayları tertipleyerek Mısır’ın tahliye edilmesi konusunu gündemden düşürmeye çalıştığını, sürekli İstanbul’a rapor ediyordu. Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın bir başka tespiti ise, İngilizler açısından Hindistan ve Kızıldeniz politikaları içinde Sudan’ın Mısır kadar önemli olduğu hususuydu. Bu yüzden İngilizler, Sudan’ı Mısır idaresinden ayırarak kendi himayelerine almak niyetindeydiler. Ona göre, Sudan’ı da Mısır’ı işgal ederken öne sürdükleri gerekçelere benzer şekilde işgal etmek istiyorlardı. Taraflar arasında ortaya çıkan bu farklı yaklaşımlar, yukarıda anlatılan Hartum’da meydana gelen son olaylar sebebiyle, tekrar gündeme geldi. Wolseley kuvvetleri Hartum’a ulaştıktan sonra, Mehdi taraftarları buradan çekilmek zorunda kalmışlardı. Mısır’ın güvenliği açısından, İngiltere tarafından sürekli bir tehlike olarak öne sürülen Sudan ayaklanmasının güç kaybetmesi, Osmanlı tarafının yeni bir girişim başlatmasına imkan verdi. Wolseley kuvvetleri Hartum’a yerleştikten sonra, Mehdi taraftarları Beyaz Nil’de, Hartum’un karşısındaki Omdurman kentinde toplanıp burayı kendileri için başkent olarak kurmaya başladılar. Fakat, Sudan Mehdisi sağlığında şehrin tamamlanmasını göremedi ve Haziran 1885’te rahatsızlanarak öldü. Mehdi öldükten sonra, Sudan isyancıları bir sarsıntı geçirmeden hareketlerini sürdürebildiler. Mehdi’nin yerine, lider olarak Halife adını alan Abdullah geçti. Ancak bu tarihten sonra, Sudan ayaklanması, Mısır sorunu çerçevesinde gündemden 4. Ünite - İşgaller ve Krizler 91 düştü. Bununla birlikte İngiltere, Sudan’da yaşadığı prestij kaybı ve meşruiyet sorununun Mısır’ı da etkilemesinden endişelenerek, bu konuda yeni politikalar belirlemeye çalıştı. 1885 yılından itibaren Mehdi kuvvetleri ile Hıdiv kuvvetleri, Vadi-i Halfa’da İngiltere’nin çizdiği sınır bölgesinde aralıklarla da olsa 11 yıl boyunca savaştılar. 1896 yılında Fransa’nın Yukarı Nil’e doğru batıdan girme girişiminde bulunduğunu İngiltere hükümeti haber almıştı. Ayrıca, Belçika Kralı Leopold da aynı yönde hareket edecek diye bir takım dedikodular yapılıyordu. Bu bölgede pay kapma yarışında olan bir diğer ülke de İtalya idi. 1885 yılından itibaren Musavva’yı işgal eden İtalyanlar da Etiyopya’yı yeni hedef olarak belirlemişlerdi. Bu hedefleri doğrultusunda harekete geçen İtalyanlar, Adova’da beklemedikleri bir yenilgi ile karşılaşmalarına rağmen bu bölgedeki emperyalist arzularından vazgeçmediler. Bütün bu gelişmeleri dikkate alan Başbakan Lord Salisbury, Mısır’da ve Vadi-i Nil’deki İngiliz varlığını güçlendirmek için 17 Mart 1896 tarihinde Sudan’ı işgal kararı aldı. Muhammed Ahmed Mehdi’nin kurduğu devlet Kızıldeniz’den Darfur’a, Dongola’dan Bahrülgazal’a kadar uzanan bir genişlikteydi. Bu devlet İngilizlerin baskılarına rağmen 1899 yılına kadar ayakta kalmayı başardı. 19 Ocak 1899’da, Sudan’da Mısır-İngiliz yönetimi çerçevesini belirleyen bir anlaşma yapıldı. Böylece Sudan’ın kontrolü fiilen İngiltere’ye geçti. Osmanlı Devleti ise bu anlaşmayı şiddetle reddetti ancak fiili bir davranış sergileyemedi. Sudan’ı işgal eden İngiliz kuvvetleri, Mısır’daki varlıklarını bu sorunu da çözerek kuvvetlendirdiler. Mehdi hareketi, İngiltere’nin Sudan’ı denetimi altına almasından sonra, değişim göstererek bir milli hareket olmuştur. Mehdi’nin oğullarından Seyyid Abdurrahman (1885-1959), Ensar’ı aşama aşama etkin bir sosyo-politik güç olarak yeniden örgütledi. Ümmet Partisi’ni kurdu. Sudan 1956 yılında bağımsız bir devlet olduktan sonra Mehdi’nin torunu Seyyid Sadık 1960’larda Sudan’da bu partinin başında başbakan olarak görev yaptı. Sudan tarihi hakkında şu makaleyi okuyunuz: Ahmet Kavas, “Sudan”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), c. XXXVII, İstanbul, 2009, s. 459-461. Sudan’da Mehdi isyanını ortaya çıkaran faktörler nelerdir? AVUSTURYA İŞGALİ SONRASINDA BOSNA-HERSEK 1878 Berlin Kongresi’nde alınan kararlara göre, Bosna-Hersek eyaleti Osmanlı Devleti’ne bağlı kalacak, ancak idare Avusturya-Macaristan ile ortaklaşa üstlenilecekti: Savunma, yargı, posta, para politikası ise Avusturya-Macaristan’a bağlı olacaktı. Kısacası Bosna-Hersek’in Osmanlı Devleti’ne bağlılığı kağıt üzerinde kalmıştı. Ancak bölge üzerindeki haklarından vazgeçmeyen Osmanlı Devleti, burada Osmanlı parasının tedavülde kalması, bölgeden toplanan vergilerin tamamının Bosna için kullanılması, Müslümanların dini haklarının en iyi şekilde korunması, hutbelerde halifenin adının zikredilmesi gibi konularda ısrarcı olarak ismen ve fiilen varlığını sürdürdü. Bu statü üzere yönetilmeye başlanan Bosna’da 3 yıl sonra Avusturya, Almanya, Rusya arasında yapılan ittifak görüşmesinin bir şartı olarak da gerekirse Avusturya’nın Bosna’yı kendi bünyesine katabileceği konusunda anlaşma sağlandı. Değişen siyasal statü yanında savaşlar ve zorunlu göçler, Bosnalı Müslümanların belini büktü. Göç ve iskan ağır mali ve sosyal sorunları beraberinde getirdi. Aynı tarihlerde yapılan nüfus sayımına göre daha önce % 46 oranında olan Müslüman 4 92 Osmanlı Tarihi (1876-1918) nüfus, %38’lere kadar düştü. Birçok köy kendi isteklerinin dışında boşaltıldı veya göç ettirildi. İşgalin ardından Avusturya makamlarının Bosnalı Müslümanlardan aldıkları şikayet dilekçeleri yüz binleri bulmuştu. Bunların neredeyse tamamı, toprak meselesi ve Müslüman köylülerin sorunlarıyla alakalıydı. Avusturya, kademeli olarak Osmanlı’dan kalan 1858 arazi kanunnamesini kaldırarak kendi toprak hukukunu uygulamaya başlayarak söz konusu sorunların daha da ağırlaşmasına neden oldu. Bosna’nın ilk 4 yıllık işgali sürecinde halkın, özellikle de köylülerin çektiği sıkıntılar arttı. Müslüman, Sırp ve Hırvat bütün erkekleri askerlikle yükümlü kılan yasanın çıkması ise büyük bir huzursuzluğa neden oldu. Askerlik hizmetine en büyük muhalefet, Osmanlı Devleti zamanında askerlikten muafiyet izni alan Sırplar gösterdi. Ayrıca Müslüman erlerin Hıristiyan devlete hizmeti konusu, Bosnalılarca İslamla bağdaştırılamaz bulunmuştu. Ancak Avusturya hükümeti bu sorunu etkili Müslüman tacir ve ileri gelenler ile müftünün olumlu fetvası sayesinde bir ölçüde aştı. Müftü Ömeroviç tarihe geçen fetvası ile Bosnalı Müslümanların artık Avusturya ordusuna asker olabileceklerini belirtti. Bu fetva, Bosnalıların göç etmeyip ülkelerinde kalmalarına destek oldu. Ülkeyi terk etmeden kaderlerini yeniden tayin etmiş oldular. Hâlâ Bosna Hersek’in çeşitli bölgelerinde görev yapan Osmanlı yöneticileri de böyle bir direniş ve güç durumdan çıkış için Bosnalılara destek olmuşlardı. Eylül 1882’de meydana gelen bu direnişten sonra Avusturya yeni bir politika geliştirerek “Bosna Milliyetçiliği” politikası izlemeye ve bir dizi idari reformlar yapmaya başladı. Bu süreçte idari teşkilat yeniden yapılandırıldı. 1883 yılında resmi yerel dil “Bosna dili/Boşnakça” olarak kabul edildi. Hatta, Birinci Dünya Savaşı’na katar Latince ve Kril alfabesi ile bütün okullarda bu dil okutuldu. Osmanlıca eserlerin (salnameler gibi) basılmasına anlayış gösterildi. Köylülere 12 hektara kadar arazi verilebilecek politikalar uygulanmaya başlandı. Dini konularda kısmî hürriyetler tanındı, din değiştirme ile ilgili yasalar çıkartıldı. Ancak, nüfus bakımından üçüncü sıradaki Katoliklerin artması için devlet ayrıca teşviklerde bulundu. Ortodokslar üzerinde Rusların etkisi, Müslümanlar üzerinde de Osmanlı etkisi bulunuyordu. Ancak, Bosna’nın resmi dini İslamiyet idi. Avusturya bu durumu iki şekilde kullanabilirdi: Birincisi, Müslümanları Bosna milliyetçiliğine bağlama aracı olarak, ikincisi de İstanbul’dan ayrı bir meşihat uygulaması yaparak. Bunun için 1883 yılında Bosna din işleri idaresini kurdular. Bu yeni kurum, bağımsız bir kurul idi. İstanbul ile irtibatı vardı. Ancak, kadı vb. atamalarında ayrıca istinaf mahkemesi başkanlarının atamasına Bosna kadısı bakacaktı. Bununla beraber vakıflar, eğitim ve basının özerkliği gibi konularda sıkıntılı da olsa bir özgürlük dönemi yaşandı. Yukarıda ifade edilen uygulama ve kanunların mimarı ise, Avusturya Valisi Kallay idi. Amacı, Avusturya-Macaristan’ın uzun vadeli Bosna politikası çerçevesinde Bosna’yı sorunsuz bir şekilde yönetmek idi. Kallay’ın 1903 yılında ölümünden sonra yerine gelen vali Stavan Burain ile yeni bir dönem başladı. Bu dönemde yeni bir toprak yasası çıkarıldı. Toprak devletin olacak, Müslümanlar bu toprakları ekip dikecekler yani, bir nevi tarım işçisi olacaklardı. Bu bağlamda, “kmet” adı verilen bir sistem kuruldu. İsteyen kişiler on yıllık peşin vergi verip toprağı işliyordu. Başlangıçta 6-7 aile kmet iken, 1908’e gelindiğinde 20 bin aileyi aşmıştı. Bu durum, Bosna’daki diğer iş kollarını da tetiklemiş ve ekonomik hayatta iyileşmeler görülmeye başlamıştı. Söz konusu gelişme, dini eğitim, ulusal eğitim, vakıf yönetimi, idare, spor, sanat gibi alanlarda Müslümanların sürekli dikkatli ve organize olmalarını sağlamıştır. Öyle ki Müslüman halk, 1905 yılındaki ek %5 götürü öşür vergisinin ve Müslümanların ülkede serbest dolaşım hakkının aynen Sırplar’da olduğu gibi verilmesini, dini yapılanmada Sırplara verilen özerkliğin kendilerine de sağlanmasını istediler. 4. Ünite - İşgaller ve Krizler 93 Bu, işgal altındaki Bosna’da ikinci dönemin başlangıcı anlamını taşıyordu. Yerel Müslüman Halk Örgütü ve yeni partiler kurulması, Müslüman halkın ayrı ve özerk bir yönetim kurmak için adımlar atmaya başlamasına neden oldu. Hatta, ulema meclisi seçimlerinde Osmanlı padişahının bile etkisi görüldü. Tüm ülkede, II. Abdülhamid’in doğum günü büyük dini törenlerle kutlanıyordu. Avusturya yönetimi ile Müslümanların 1908 Ocak görüşmelerinin temelinde, işgal edilmiş toprakların Padişaha ait olduğu, Avusturya’nın geçici idareci olduğu düşüncesi vardı. Dini konularda padişahın, dolayısıyla hilafetin görüşü alınmalı idi. Bu tür dayatmaların altında aynı zamanda II. Meşrutiyetin ayak izleri vardı. Musavat gazetesinin okunduğu her kahvehane aynı zamanda II. Meşrutiyet taraftarı ve Bosnalı Müslümanların Avusturya’ya karşı duruşun merkezi halinde idi. 24 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyet ilan edildiğinde, Müslümanlar ve Sırplar ortak olarak Bosna Hersek’in Osmanlı Devleti’nin bir parçası olduğunu ve kendi anayasaları olması gerektiğini savunmaya başladılar. Bu durum, Avusturya’yı rahatsız etti ve 7 Ekim 1908’de Bosna-Hersek’in ilhakını açıkladı. Bosna-Hersek tarihi hakkında şu makaleyi okuyunuz: Branislav Djurdjev, “Bosna Hersek”, DİA, Cilt VI, İstanbul, 1992, s. 297-305. Bosna-Hersek tarihi hakkında şu kitabı okuyunuz: Noel Malcom, (2009). (çeviren: Aşkım Karadağlı), Bosna’nın Kısa Tarihi, İstanbul. DIŞ BORÇLAR SORUNU VE DUYUN-I UMUMİYE Osmanlı Devleti’nde Mali Sorunlar ve Dış Borçlar Klasik Osmanlı ekonomisi toprak üzerine kurulu idi. Toprak mülkiyeti ve kullanımı İslam hukukuna göre işlenmekteydi. Bütçede toplam verginin % 51’i haslardan, % 12’si vakıflardan ve % 37’si de has, zeamet ve tımarlardan oluşan gelirlerdi. Sürekli ve uzun savaşlar ve ekonomik değişmeler, maliyeye önemli bir yük getirmiştir. Buna toprak kayıpları da eklenince, bütçe gelirinde % 37 payı olan tımar düzeni gittikçe bozulmuştur. Maliye, sorunları çözebilmek için merkezileşmeyi esas almıştır. Bu da olağan düzenin bozulması, olağan üstü vergiler toplanmasını gerekli kılmıştır. Öyle ki, avarız gibi geçici vergiler sürekli ve düzenli vergiler haline dönüşmüştür. Modern anlamda devlet bütçesi seklindeki bütçe hesaplamaları, Osmanlı Devleti’nin ilk dış borçlanmasından 5 yıl sonra, 1861 yılında yapıldı. Ekim 1853’de başlayan Kırım savaşının mali külfeti, dış borçlanmaya direnen Osmanlı Devleti için oldukça büyük yük olmuştu. Osmanlı Devleti’nin bu savaşta müttefiki durumunda bulunan Fransa ve İngiltere’nin arabuluculuğu ile ilk borçlanma süreci başlamış oldu. 1853-56 sürecini kapsayan bu antlaşmada, 4 Ağustos 1854’de 5 milyon İngiliz sterlini borçlanmasını onaylayan bir ferman yayımlandı. Ancak, 3 milyon İngiliz sterlini borçlanma yapıldı. Yıllık Mısır vergisinin yarısı karşılık olarak gösterildi. 33 yılda ödenecek bu paranın masrafları çıktıktan sonra devletin eline ancak 2.2 milyon İngiliz sterlini geçti. Bunun Yaklaşık 2 milyon lirası da savaşa ayrıldı. Osmanlı hazinesinin ilk borçla savaş finansmanını karşılayamaması üzerine, yaklaşık 8 ay sonra 27 Nisan 1855’de yeni bir borçlanma anlaşması imzalandı. Meşhur Rostchild ailesi tarafından sağlanan bu kredi için de İzmir, Suriye ve Mısır vergisinden serbest kalan kısım karşılık gösterildi. Bu borçlanma da ilk yaptırımı beraberinde getirdi. Borç veren ülkeler, bunun Kırım Savaşı’nın finansmanına harcanmasını şart koşup kontrolü için görevlendirmeler yaptılar. Böylece aslında 94 Osmanlı Tarihi (1876-1918) Osmanlı maliyesindeki kontrol de başlamış oldu. Fakat esas mali kontrol, 1858 yılındaki 5 milyon sterlinlik borçlanma ile birlikte geldi. Bu istikrazda (borçlanmada) yabancıların kontrolü hükmü yer aldı. Osmanlı ekonomik yapısı ve dış borçları hakkında şu kitabı okuyunuz: Emine Kıray, (1993). Osmanlı’da Ekonomik Yapı ve Dış Borçlar, İstanbul. Osmanlı dış borçlanmasının sonuçları neler olmuştur? Muharrem Kararnamesi ve Duyûn-ı Umûmiye İdaresinin Kuruluşu 1854-1874 yılları arasındaki 20 yılda devlet 15 defa borçlanmıştır. Aldığı para 127 milyon Osmanlı altını iken, borçlanma faiziyle birlikte ödemekle yükümlü olduğu miktar ise 239 milyon Osmanlı altını idi. Dönemin önemli devlet adamlarından Ahmed Cevdet Paşa bu durum için “Allah encamımızı hayr etsin” diyerek endişelerini belirtmiştir. Aslında bu borçlanmalar, Avrupalı kredi kuruluşları için kârlı bir yatırımdı ve bunu teşvik ediyorlardı. Mahmut Nedim Paşa’nın hükümetleri döneminde Beylerbeyi sarayının yapımı, zaten zor durumda olan hazineyi zor durumda bırakmış, eyaletlere fazladan yük getirmişti. Ancak, 1875 yılına gelindiğinde Osmanlı Devleti’nin batılı devletlerden ve bankerlerden borç alamayacak duruma gelmesi, Galata bankerlerinin değil faiz alacakları anaparalarının bile bloke hale gelmesine neden olmuştur. Nedim Paşa, Rus elçisi İgnatiyef ’in de etkisiyle, 5 milyonluk bütçe açığını kapatmak için 14 milyon olan dış borçların ödemesini yarı yarıya indirmeye karar verdi. Faizlerin de yarı yarıya indirilmesi sağlandı. Ödenmeyen kısım için %5 faizli esham (hisse senedi) verilmişti. Bu esham, 1881 yılında ödenecekti. Aslında devlet, böylece iflasını ilan etmişti. Bu arada, 2 yıl sonra Osmanlı Devleti Rusya ile büyük bir savaşa girmiş ve tarihte 93 Harbi olarak bilinen 1877-1878 savaşı çok ağır hezimetle sonuçlanmıştı. Bütün hesaplar alt üst oldu ve esham kuponlarının yarı bedelinin ödenmesi, Ocak 1876’da sadece bir kez yapılabildi. Bundan sonra vadesi gelen ödemeler yapılamadı. Bunun yerine 17 milyon liralık kağıt para çıkarılarak hazine rahatlatılmaya çalışıldı. Savaş sonrası Berlin Konferansı’nda ele alınan konulardan biri de Osmanlı Devleti’nin dış borçlarını ödemesiydi. 22 Kasım 1879’da bu konudaki ilk irade çıktı. Osmanlı Devleti, Galata bankerleri ve Osmanlı Bankası temsilcileriyle anlaşmaya vardı. 13 Ocak 1880’den sonra iç ve dış borçlar için yılda 1.350.000 lira ayrılacaktı. Bunun için Rusum-ı sitte (altı vergi) adıyla anılan vergileri toplamak üzere Rusum-ı Sitte İdaresi’nin kurulmasına karar verildi. Altı kalemde ifade edilen Rusum-ı sitte; tuz, ipek, içki, balık avı, tütün ve damga vergileri idi. Böylece, vergi koymak devlete ait bir hak olarak kalsa da tahsili, devletin organı olmayan ve devlet tarafından bir şekilde idare ve kontrol edilmeyen bir özel idare tarafından yapılacaktı. Bu da “devlet içinde devlet” ya da “devlet otoritesini banker ve bankacıların kullanmaları” anlamına geliyordu. Bütün gelirlerde 1879-1880 yılı baz alındı. Gelirin artması durumunda, şirket ve devlet bu kısmı paylaşacaktı. Ancak vergi olarak toplanan 1.350.000 liranın 1.100.000 lirası iç borçlara verildiğinden diğer alacaklılar bu uygulamadan memnun değildi. Bunun üzerine tüm Osmanlı borçlarını, Rusya’ya ödenecek savaş tazminatını ve ödenmemiş borçların anapara ve faizlerini tek elden ödeme fikri ortaya çıktı. Osmanlı Devleti, alacaklı tarafların temsilcilerini İstanbul’a çağırdı. 1 Eylül 1881’de başlayan toplantılar 5 4. Ünite - İşgaller ve Krizler 95 22 oturum sonunda bir anlaşma ile tamamlandı. II. Abdulhamid tarafından onaylanıp hicri Muharrem ayında ilan edilen kararlar, Muharrem Kararnamesi adıyla tanındı. Aslında zor durumda olan Osmanlı Devleti, bu yaklaşımı ile biraz nefes alacaktı. Zira II. Abdülhamid idaresi, alacaklıların bağlı oldukları devletleri muhatap almak yerine, doğrudan alacaklıları muhatap alıp uluslararası baskıyı az da olsa hafifletebildi. Böylece, borçlar yüzünden devletlerin müdahaleleri en aza indirgendi. 27 Aralık 1881’de Rusum-ı sitte idaresi feshedildi. Bu fesih, alacaklılar için yeni bir kapı açıyordu. Birikmiş anapara ve faiz toplamı 278 milyon olan borçlar, 117 milyon liraya indirildi. Teminat olarak da Kıbrıs, Şarki Rumeli ve Mısır vergileri gösterildi. Bu sırada Muharrem Kararnamesi uyarınca Duyûn-ı Umumiye-i Osmaniye idaresi meclisi kurulması kararlaştırıldı. İstanbul merkezli komisyonda İngiliz, Hollandalı, Fransız, Alman, Avusturyalı, İtalyan ve Osmanlı birer üye bulunacaktı. Meclis her yıl bir bütçe hazırlayacak ve hükümetçe tasdik edilecekti. 1882 yılında çalışmalarına başlayan meclis, kendisine bağlanan vergileri doğrudan toplamakla yetkili idi. Böylece, Duyûn-ı Umumiye/Genel Borçlar idaresi kurulmuş oldu. Yabancı alacaklılar tarafından kontrol edilen bir maliye, adeta devlet içinde devlet otoritesi gibiydi. Nitekim idare, 5.000 kişilik bir kadro oluşturdu. Bu sayı 1912 yılında 9.000 kişiye ulaşmıştı. Duyun-ı umumiye idaresinin yöneticileri Avrupa’dan gelen kişilerdi. Aynı idarenin taşra teşkilatını ise Galata bankerlerinin elemanları yönetiyordu. İlk önce sadece kendi alacaklarını tahsil ederken sonradan sınai ve ticari yatırımlar da yapmaya başladılar. Örneğin Bursa’da ipek sanayi, Zonguldak’ta kömür madenlerini işletiyorlardı. Aslında bu yeni idareden sonra borçlanma durmamıştır. Hatta iç ve dış borçlanma artmıştır denilebilir. 1854-1875 yılları arası borçlanma ile 1886 yılı sonrasındaki borçlanmalar mukayese edildiğinde belirgin bir iyileşme görülür. Önceki borçlara oranla hazineye %54 oranında gelir sağlanırken bu oran %82’ye çıkmıştır. Ortalama faiz %4’den 3.7’ye inmiştir. Borçların vadesi daha uzundur. Bu iyileşmede, Duyûn-ı Umumiye’nin teşkilatı ve teşkilata ait güven hissinin de etkisi olduğu kabul edilebilir. Ayrıca, önemli bir etken olarak da aynı yıllarda Osmanlı topraklarında ortaya çıkan Alman rekabeti de dikkate alınmalıdır. 1903 yılına gelindiğinde, 1854-79 yılları arası borçlanmalar için bile ek bir indirime gidildi. Osmanlı Devleti, 1903 yılında borçların birleştirilmesi olayından sonra da borçlanabilmiştir. Yani kredisi artmıştır. II. Abdülhamid zamanında yapılan borçlanmalar, Abdülmecid zamanındaki borçlanmalardan daha mütevazi boyuttadır. Borçların tasfiyesi ve yatırım alanlarına aktarımı daha akılcı olmuştur. Bunda II. Abdülhamid’in israfı sevmeyen kişiliğinin de payı büyüktür. Duyûn-ı Umumiye idaresi kurulmadan önce borçlanma, İngiltere ve Fransa ağırlıklı iken idarenin kurulmasından sonra Alman ağırlıklı olmaya başlamıştır. Bu da, Alman iktisadî nüfuzunun Osmanlı üzerindeki etkisini göstermektedir. Aşağıda verilen tabloda ise Birinci Dünya Savaş’ına kadar olan borçlanma listeleri ve alınma sebepleri sıralanmıştır. Tabloda, borçların adı, borcun niçin alındığı, hangi banka veya aracı ile alındığı, miktarı ve karşılık olarak gösterilen teminatlar verilmiştir. Osmanlı Devleti’nin Dış borçları hakkında daha fazla bilgi için şu kitapları okuyunuz: Sait Açba, (1995). Osmanlı Devleti’nin Dış Borçlanması (1854- 1914), Afyon; Biltekin Özdemir, (2010). Osmanlı Devleti Dış Borçları: 1854-1954 Döneminde Yüzyıl Süren Boyunduruk 1854-1914 Borçlanmaları Galata Bankerleri ve Osmanlı Bankası, Duyûn-i Umumiye İdaresi, Türkiye Cumhuriyeti’nin Kabul Ettiği Osmanlı Devlet Borçları, Ankara. 96 Osmanlı Tarihi (1876-1918) Yıl Borcun adı Alacaklı Miktarı Teminat 1886 Gümrük Osmanlı Bankası 6.500.000 lr Bursa, Beyrut Edirne, İzmir, Selânik gümrükleri 1888 Demiryolu Deutsche Bank 6.000.000 fr Ankara, İzmir, Kütahya,Bilecki öşrü 1888 Sayd-ı mahi Deutsche Bank 1.617.647 lr Sayd-ı mahi ve öşrü 1890 Tebdil Osmanlı Bankası 159.000 Esham mübadelesi 1890 Osmaniye borç Osmanlı Bankası 4.995.500 lr Bursa, Karahisar, Karasi, Kayseri, Yozgat aşarı 1890 Km teminatı Deutsche Bank 547.030 Selânik demiryolu teminatı borçlanıldı. 1891 Borç değişimi Osmanlı Bankası Rotschild 6.948.612 Borç değişiminde öncelik 6.948.612 1893 Tönbeki Tönbeki 1.000.000 Bağdad, Basra, Yemen ithal gümrük geliri 1894 Demiryolu borç Deutsche Bank 40 milyon fr Tahviller 1894 Borç değişimi Osmanlı Bankası Rotschild 9.033.522 Tahvil değişimi 1896 Borçlanma Osmanlı Bankası 3.272.720 Bursa Karahisar, Karasi aşarı 1898 Avans Osmanlı Bankası 300.000 Aydın, Kosova, Suriye, Halep, Bağdad, Basra ve Yanya öşür fazlası 1902 Gümrük / değişim Osmanlı Bankası aracı 8.600.020 Tahvil 1903 Bağdad demiryolu Deutsche Bank 2.376.000 Konya, Urfa, Halep öşürü 1903 Sayd-ı mahi / değişim Deutsche Bank 2.640.000 Balık avı, kara avı tezkireleri, ipek öşürü 1903 Dış borçların birleştirilmesi Duyûn-ı Umûmiye 43.179.247 Tahviller (Sterlin karşılığı) 1904 Borçlanma Osmanlı Bankası 2.750.000 Tahvil 1905 1901-05 borçlanma Osmanlı Bankası 5.336.664 Tahvil 1905 Askeri donatım Deutsche Bank 2.640.000 Gümrük resimleri 1906 Tahvil Duyûn-ı Umûmiye 9.537.000 Esham faizleri 1908 Bağdad demiryolu Deutsche Bank / Duyûn-ı Umûmiye 9.998.000 Halep, Habeş gelirleri 1908 Borçlanma Osmanlı Bankası 3.069.455 Tahvil 1909 Borçlanma Osmanlı Bankası 7.000.000 Öşür ve ağnam vergileri 1910 Soma-Bandırma demiryolu (boş) şirket 1.712.304 Demiryolu gelirleri 1911 Hudeyde-Sana demiryolu (boş) şirket* 1.090.010 Hudeyde ve Cebena gümrük gelirleri 1913 Konya ovası sulama projesi Anadolu demiryolu şirketi 818.970 Konya bölgesi öşürü ve kurutulan bataklıkların satımı 1913 Doklar Armstrong Whit Word and Company 1.485.000 Sivas vilayeti öşür hasılatı 1914 Borçlanma Osmanlı Bankası aracı 19.525.000 altın Trabzon gümrük geliri, duyûn-ı umumiye fazlası Tablo 4.1 Duyûn-ı Umumiye idaresinin kuruluşundan I. Dünya savaşına kadar alınan dış borçlar Kaynak: Faruk Yılmaz, (1996). Devlet Borçlanması ve Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Dış Borçlar, İstanbul, s. 58-66’dan yararlanılarak yapılmıştır. 4. Ünite - İşgaller ve Krizler 97 Özet Sanayileşen ülkelerin sömürgecilik yarışının Kuzey Afrika için doğurduğu sonuçları ifade edebilme 1815 yılında İngiltere, tarihinde hiç olmadığı kadar baskın bir güç konumuna ulaştı. Bilhassa Akdeniz’de kurmuş olduğu muazzam ticaret ağıyla Cebelitarık, Malta ve İyon adaları gibi büyük stratejik öneme sahip noktaların hâkimiyetini ele geçirdi. Akdeniz’deki hükümranlığını zamanla güçlendirdi. Fransa’nın da 1830 yılında Cezayir’i işgali Akdeniz ve Afrika’da yeni bir durum yarattı. Ayrıca 1869 yılında Süveyş Kanalı’nın açılması Akdeniz’in ve Boğazların önemini daha da arttırdı. 1880’lerde Kuzey Afrika ile ilgili ticari emeller taşıyan İtalya, Akdeniz’de sömürge kurmayı hedeflerken, Bismarck’ın yönetimindeki Almanya’nın politikası, Fransa’yı yalnızlaştırarak Avrupalı güçlerin Almanya aleyhinde herhangi bir tehdit oluşturmamasını sağladı. Ayrıca Bismarck, İngiltere’nin Mısır’ı işgalinin Fransızİngiliz rekabetini kızıştıracağını düşünüyordu. 1881’de Bismarck’ın ikinci defa kurduğu “Üç İmparatorlar Ligi” ile Rusya, Almanya ve Avusturya-Macaristan ortak zeminde buluştular. Bu sayede İngiltere, Akdeniz, Balkanlar ve Orta Asya’da sıkıştırılmış oluyordu. 1881’de Fransa Tunus’u işgal etti ve ardından 1882’de İngiltere de Mısır’a girdi. Bismarck ustaca, işgalci İngiltere ve Fransa’ya ayrı ayrı gizli destek vererek kendi konumunu güçlendirdi. Osmanlı Devleti Mısır’ın işgalini protesto edip gerekli girişimlerde bulundu, fakat askeri harekata girişmedi. 1878 Berlin Konferansı’ndan aldığı ders ile II. Abdülhamid’in tek hedefi; Osmanlı siyasi bağımsızlığı ve toprak bütünlüğü konusunda taviz vermemekti. Ancak askerî bir müdahale, devleti iktisadi ve siyasi açıdan da yıpratacağından diplomasi ile çözüm arandı. Bu konudaki Osmanlı İngiliz görüşmeleri 1887 yılına kadar kesintisiz sürdü. İngiliz varlığının geçici olduğunun benimsenmesi gibi bazı diplomatik sonuçlar alındı ise de Mısır’dan İngiliz işgali fiilen kaldırılamadı. Sudan Sorununun İngiltere ve Osmanlı Devleti açısından doğurduğu sonuçları açıklayabilme 1881’de Sudan’da Mısır adına vergi toplayan Faşoda müdürü ile bir kayık ustasının oğlu olan Muhammed Ahmed arasında çıkan kavga ve sonrasında Muhammed Ahmed’in kendini Mehdi ilan etmesi, isyanın yani Sudan Sorununun başlamasına sebep oldu. Mütemehdi olarak da anılan bu zata, Sudan’daki hemen her kabile ve bölge destek verdi. Her kesimin destek vermek için kendine göre gerekçeleri vardı. İsyanın temel sebebi ise, Sudan ve Afrika’da işgallere girişen Avrupalı devletlerin temsilcilerine duyulan tepkiler, geleneksel ticaret yollarını devreden çıkarma çabaları ve Mısır’da da bozulan Hıdiviyet otoritesinin Sudan’daki uygulamaları idi. Her ne kadar İngiltere, Abdülhamid’e Sudan’a asker göndermesi konusunda ısrarda bulunsa da, Osmanlı Devleti yalnızca diplomatik müdahaleyi uygun buldu. Bunun üzerine İngilizler -sözde Mısır adına- isyanı bastırmak amacıyla William Hicks adlı İngiliz komutanı Mısır ordusunun başında Sudan’a gönderdi. Sudan’a doğru yola çıkan on bin kişilik ordu, 5 Kasım 1883 tarihinde el-Ubeyd bölgesinde Mehdi taraftarları ile yaptığı savaşta ağır yenilgiye uğradı ve W. Hicks bu savaşta öldürüldü. Bunun üzerine, gayet iyi bir kariyeri olan İngiliz General Charles George Gordon görevlendirildi. 22 Şubat 1884’te Hartum’a ulaşan İngiliz general ve ordusunu ablukaya alan Mehdi taraftarları, İngilizlerin gönderdiği yardım kuvvetinin gelişinden iki gün önce bu generali de öldürdüler. 1885’te Sudan Mehdisi’nin ölmesi ile isyan kısmen kırıldı, ancak 1896’da İngiliz işgaliyle başlayan direniş, daha milli bir hâl alarak 1969’daki Sudan ihtilaline değin sürdü. 1 2 98 Osmanlı Tarihi (1876-1918) Bosna-Hersek’in Avusturya-Macaristan İmparatorluğu tarafından işgal ve ilhak edilme sürecini değerlendirebilme 24 Temmuz 1875’te Hersek’te bir grup Hıristiyan’ın vergileri protestosu ile başlayan isyan, çevredeki Balkan halklarından da destek aldı. Dış müdahaleyi engellemek maksadı ile Hersek’e birçok ayrıcalık tanımakla beraber askerî müdahaleden kaçınan Osmanlı, isyanın önlenmesine muvaffak olamadı. 1876’da patlak veren Bulgar ayaklanması da buna eklenince, 93 Harbi’ne giden süreç başlamış oldu. Uzun süre fırsat kollayan Avusturya, savaş sonrasında toplanan Berlin Kongresi kararları uyarınca Bosna’yı işgal etti. Osmanlı Devleti’nin sözde egemenliği devam ederken Avusturya Bosna’da bir dizi tedbirler aldı. Yeni bir vali atadı ve Avrupai tarzda idare tesis etti. Uygulamaları ile Müslüman Bosnalıları kazanmak istedi ise de büyük göçleri önleyemedi. İsmen Osmanlıya bağlı, fiilen Avusturya işgalindeki Bosna-Hersek, 1908 yılında II. Meşrutiyet’in ilanının ardından Avusturya tarafından ilhak edildi. Her ne kadar Ruslar ve Sırplar bu duruma itiraz etseler de Almanlar tarafından uzlaşı sağlanarak bu ilhak meşrulaştırıldı. Osmanlı Devleti’nin dış borç almasının doğurduğu sonuçları değerlendirebilme 1853 yılında başlayan Kırım savaşı ile iyice boşalan Osmanlı hazinesi dış borçlanma ihtiyacı hissetti. 4 Ağustos 1854’te de 5 Milyon İngiliz Sterlini olan ilk borç alınarak, Osmanlı Devleti büyük borç bataklığına ilk adımını atmış oldu. Bundan sonraki 20 yıllık dönemde 15 defa borç alımı yapan Osmanlı’nın borçları faiziyle birlikte toplam 289 Milyon Osmanlı altınını buldu. Borçların ödenme takviminin düzenlenmesi maksadıyla 1882’de İngiltere, Hollanda, Fransa, Almanya, Avusturya, İtalya ve Osmanlı Devleti’ni temsilen birer üyenin bulunduğu Duyûn-ı Umûmiye İdaresi kuruldu. Bu kuruluşla Osmanlı Devleti, ilk iktisadi kısıtlamaya maruz kalmış oldu ve devlet otoritesi ciddi anlamda sorgulanmaya başlandı. Ancak, bu yeni düzenlemeler ile I. Dünya Savaşı’na kadar olan dönemde de dış borçlanma devam etti. 3 4 4. Ünite - İşgaller ve Krizler 99 Kendimizi Sınayalım 1. Aşağıdakilerden hangisi 1815 yılı itibariyle İngilizlerin Akdeniz’deki hakimiyetini sağlamlaştıran yerlerden biridir? a. Mora b. Malta c. Ümit Burnu d. Ege Kıyıları e. Kıbrıs Adası 2. Bismarck’ın Mısır sorununa müdahale etmemesinin temel sebebi aşağıdakilerden hangisidir? a. Osmanlı’nın ticari yaptırımları b. İktisadi bunalım c. Diğer savaşlar nedeniyle yıpranan Alman ordusu d. Fransa’nın Alman yenilgisini unutup çıkar kavgasını Avrupa’nın dışına kaydırması e. İngiltere’nin ticari ambargo uygulama tehlikesi 3. Üç İmparator Ligi’nin kurucusu kimdir? a. Winston Churchill b. Napolyon Bonaparte c. Liman Von Sandres d. II. Nikolay e. Otto Von Bismarck 4. 1881 yılında Fransa tarafından işgal edilen Kuzey Afrika ülkesi aşağıdakilerden hangisidir? a. Mısır b. Cezayir c. Tunus d. Fas e. Libya 5. II. Abdülhamid’in Mısır sorununun çözümü konusunda uyguladığı politikalarda aşağıdakilerden hangisi söz konusu değildir? a. Ver-kurtul anlayışı b. İngiliz askerinin Mısır’ı tahliye etmesi için bir takvim belirlenmesi c. Avrupa dengesinde meydana gelecek gelişmelerin kendi lehine bir pozisyon yaratması: beklegör politikası d. İslam Birliği Politikası e. Asker gönderme ve fiziki güç kullanma yerine diplomasiye ağırlık verme 6. Aşağıdakilerden hangisi Osmanlı’nın Mısır sorununu askeri yöntemlerle çözmekten kaçınması politikasının nedenlerinden biri değildir? a. İngilizler ile savaşmaktan kaçınması b. Askerî ve ekonomik bakımdan yetersizlik c. Fransa, Rusya ve Almanya’nın tam destek vermesi d. Devletin diğer topraklarında savaş nedeniyle oluşabilecek isyanlardan çekinilmesi e. Müslüman kanının dökülmek istenmemesi 7. Sudan isyanını başlatan ve kendisini Mehdi ilan eden kişi aşağıdakilerden hangisidir? a. Muhammed Ali b. Rıza Pehlevi c. Müftü Ömeroviç d. Ahmed Urabî e. Muhammed Ahmed 8. Aşağıdakilerden hangisi, 7 Ekim 1908’de Avusturya’nın Bosna-Hersek’i ilhak etmesiyle ilgili değildir? a. Müslüman Boşnaklara göre Avusturya’nın geçici işgalci olduğu düşüncesi b. Dini konularda halifeye bağlılığın devam etmesi düşüncesi c. II. Meşrutiyet’in ilanıyla Bosnalıların bu anayasaya bağlılık hakkındaki fikirleri d. Musavat gazetesinin yayınları e. İttihatçıların Türkçülük politikaları sebebiyle Boşnakların Avusturya idaresine geçme arzuları 9. Osmanlı Devleti’nin ilk dış borçlanması hangi tarihte başlamıştır? a. 5 Haziran 1870 b. 6 Ocak 1864 c. 4 Ağustos 1854 d. 28 Şubat 1840 e. 12 Ekim 1839 10. Aşağıdakilerden hangisi, Duyûn-ı Umûmiye idaresinin kurulmasının temel sebebidir? a. Askeri düzenlemelerin getirilmek istenmesi b. Vergileri tahsil etme sisteminin yenilenme ihtiyacı c. Dış borçların ödenemez düzeye ulaşması d. Devlet kurumlarının özelleştirilmesinin hedeflenmesi e. Vakıf idarelerinin tek bir elde toplanması 100 Osmanlı Tarihi (1876-1918) Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı 1. b Yanıtınız yanlış ise “Avrupalı Güçlerin Kuzey Afrika’da Rekabeti” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 2. d Yanıtınız yanlış ise “Avrupalı Güçlerin Kuzey Afrika’da Rekabeti” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 3. e Yanıtınız yanlış ise “Avrupalı Güçlerin Kuzey Afrika’da Rekabeti” ve “Tunus’un Fransa Tarafından İşgali: 24 Nisan 1881” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 4. c Yanıtınız yanlış ise “Tunus’un Fransa Tarafından İşgali: 24 Nisan 1881” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 5. a Yanıtınız yanlış ise “İngiltere’nin Mısır’ı İşgali: 11 Temmuz 1882” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 6. c Yanıtınız yanlış ise “İngiltere’nin Mısır’ı İşgali: 11 Temmuz 1882” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 7. e Yanıtınız yanlış ise “Sudan Sorunu” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 8. e Yanıtınız yanlış ise “Avusturya İşgali sonrasında Bosna-Hersek” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 9. c Yanıtınız yanlış ise “Osmanlı Devleti’nde Mali Sorunlar ve Dış Borçlar” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 10. c Yanıtınız yanlış ise “Osmanlı Devleti’nde Mali Sorunlar ve Dış Borçlar” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Sıra Sizde 1 1880’li yılların öncesi ve sonrasında İtalya, Fransa ve İngiltere gibi Avrupalı güçlerin Kuzey Afrika ve Mısır üzerinde ticari çıkarları ve Akdeniz’de sömürgecilik emelleri alevlenirken, Bismarck önderliğinde birliğini sağlayan Almanya’nın öncelik verdiği politika ise genel olarak Fransa’nın Avrupa dışındaki çıkarlarına yönlendirilmesiydi. Bismarck’ın amacı, Avrupa’da nüfuzunu arttırırken herhangi bir Avrupalı gücün kendisi aleyhinde davranmasını önlemekti. Bu yüzden Bismarck, 1876 ve 1878 yıllarında İngiltere’ye, Mısır’ı niçin işgal etmediklerini sorarak, eğer böyle bir durum gerçekleşirse de ülkesinin karşı çıkmayacağını ifade etmekten kaçınmadı. İngiltere’nin Mısır’ı işgal etmesinden Almanya’nın beklentisi, Fransız-İngiliz düşmanlığını kızıştırıp artırmak ve bunun sıcak bir çatışmaya dönüşmesini sağlamaktı. Böylece, batıdaki düşmanı Fransa’nın dikkatlerini ve gücünü başka bir alana kaydırmayı başaracaktı. Sıra Sizde 2 1870’deki Alman yenilgisinin yaralarını sarmaya çalışan Fransa açısından Kuzey Afrika’da yeni bir sömürge elde etmek az da olsa incinen gururunu tatmin edebilirdi. İngiltere’nin işgal karşısında cılız tepki göstermesi, yarım yüzyıl önceki tutumuyla taban tabana zıt bir durumdu. Bunun geçerli nedenleri arasında, Fransa’nın Kıbrıs konusunda problem çıkarmasını engellemek ve dar Sicilya boğazının iki tarafının birden İtalyanlar tarafından tutulduğunu görmeyi istememek vardı. Alman şansölyesi Bismarck ise, Tunus’u İtalya’nın veya Fransa’nın almasını çok da umursamıyordu. Her iki durumda da iki tarafın çıkar kavgasına girişmesi söz konusuydu. Büyük devletlerin en küçüğü İtalyanların Tunus’a ilişkin iddiaları yaygara çıkarmaktan ibaret kaldı. Fransızlar, İtalyanların kendilerinden önce davranmasından çekinerek 1881 yılı nisan ayında bazı Tunus kabilelerinin Cezayir sınırını ihlal etmeleri gibi sudan bahaneler ileri sürmeye başladı. Fransa sonunda Osmanlı Devleti’ne bir nota verip, 24 Nisan 1881’de Tunus’ta işgali başlattı. Osmanlı Devleti ise, 1856 Paris antlaşmasıyla kendisi için de geçerli ve kabul edilmiş devletler hukukuna tamamen aykırı olan bu işgali asla onaylamadı. Tunus’u Osmanlı Devleti’nin bir eyaleti ve Tunusluları Osmanlı tebaası saymaya devam etti. Tunus’un işgali bir başka rekabeti de gün yüzüne çıkardı. Tunus’un Fransa’ya kaptırılması, İtalya’nın Avrupa güç dengesinde önemini kaybettirdi. Bunu telafi etmek için İtalyanlar, Avusturya-Macaristan ve Almanya ikili ittifakına girmek için teşebbüste bulundu. Ayrıca, Fransa’nın Akdeniz’de daha başka hedeflere yönelmesini engelleme politikası izleyerek İngiltere’nin Mısır’ı işgal etmesine destek sağladı. Sıra Sizde 3 Mısır bir işgal tehlikesiyle karşılaşınca, Urabî Paşa’yı kontrol altına almak için Osmanlı Devleti tarafından izlenen siyasette, İngiltere’nin bir oyununa gelmemek ve Mısır halkı ile Türkler arasında bir çatışmaya yol açmamak gibi temel ilkeler ortaya kondu. Çünkü Padişah, 4. Ünite - İşgaller ve Krizler 101 Urabî Paşa’nın isyancı ilan edilmesi için İngilizlerin baskı yapmasına rağmen, bundan uzun süre kaçındı. Ancak sonunda yayınladığı fermanda Padişah, Urabî Paşa’yı halife sıfatıyla isyancı ilan etmiyordu. Urabî, Hıdiv’e karşı geldiği için görevlerini yapmayan bir memur olarak suçlanıyordu. Urabî’nin emperyalist kuvvetlere karşı kendi bağımsızlığını koruma mücadelesi vermesi, Osmanlı Devleti’nin egemenlik haklarını da ihlal etmekle birlikte, aslında Halifelik şemsiyesi altında kalması kaydıyla, örtülü bir şekilde desteklenmiştir. Ancak Padişah, genel politikasıyla fazla çelişkiye düşmeden, İngilizlerin taleplerini ustalıkla geri çevirip, Mısırlıların işgale tepkilerini meşruiyet zemininde tutmalarına bir tür destek sağlamıştır. Mısır işgal edildikten sonra, II. Abdülhamid’in temel amacı Mısır’ı İngiliz askerinden kurtarmaktı. Osmanlı devlet adamları, II. Abdülhamid’in emirleri doğrultusunda İngiliz askerinin Mısır’ı tahliye etmesi için bir takvim belirlenmesini, tüm diplomatik görüşmelerde sürekli gündemde tuttular. İngilizler ise, işgallerini kısıtlamak yerine Mısır’daki varlıklarına meşruiyet sağlamaya çalıştılar. Bu yüzden, Osmanlı Devleti ile konuyu müzakere etmekten kaçınmayıp karşı taraflara umut verirken zaman kazanmaya da çalıştılar. Ayrıca, II. Abdülhamid, İngiltere’ye karşı bir başka gücün desteğini alarak İngilizlerin Mısır’ı tahliye etmesini sağlamaya çalıştı. Ancak, Fransa çok net taahhütler vermesine rağmen, sözlerini yerine getirmekten kaçındı. Sorunun seyri dikkate alındığında, II. Abdülhamid’in Almanya Başbakanı Bismarck’tan diplomatik destek alma çalışmaları da genellikle başarısız kaldı. Zaman zaman Rusya’dan sağlanan sözlü destekler de Fransa’nın pasif politikalarıyla aynı düzeyde kaldı. Bu arada sorunun çözümü için doğrudan İngiltere ile görüşmeler yapıldı ancak sonuç alınamadı. I. Dünya Savaşı öncesi ve sırasında Avrupa dengesinde meydana gelen gelişmeler de lehte bir durum doğurmadı. Sıra Sizde 4 1881 yılı ortalarında başlayan Mehdi hareketi, kısa zamanda Sudan’da geniş bir toplumsal destek aldı. Giderek ulusal bir harekete dönüşen hareketin ilk çıkışında tasavvufi/dini öğeler vardır. Muhammed Ahmed’in Mehdi olduğuna inanan ve ona kayıtsız-şartsız bağlanan dervişler yanında, Nil kenarında yaşayan ve geçimleri kervan ve köle ticaretine bağlı olan kabileler de hareketin ilk nüvesi oldu. Özellikle ‘Baggara’ ve ‘Bija’ gibi kabileler, vergi vermemek ve yüksek bir otoritenin düzenlemeleri karşısında bağımsız kalmak için bu harekete katıldılar. Diğer taraftan Sudan’da Hıdiv İsmail (1863-1879) devrinden kalan yabancı memurların yüksek maaşlarla çalışması, halkın tepkisini çekecek davranışlar sergilemeleri, ağır vergiler, Süveyş Kanalı ve yeni demiryollarının geleneksel kervan ticaretine darbe vurması gibi faktörler, Sudan halkında bir kızgınlık ve tepki birikmesine sebep oldu. Nitekim, isyanın başlamasına sebep olan olay, Mısır adına vergi toplayan Faşoda müdürü ile bir kayık ustasının oğlu olan Muhammed Ahmed arasında çıkan kavga idi. Bu olaydan kısa bir süre sonra, Müslümanlar için kutsal bir ay olan Ramazan ayında (Ağustos 1881) Muhammed Ahmed, Mehdi olduğunu ilan ederek Sudan’daki Mısır idaresine ilaveten geleneksel kervan ticaretini, Kızıldeniz limanlarını ve Afrika ticaret yollarını tehdit eden Avrupalı güçlere karşı kendi çıkarlarını koruma savaşı başlattı. Sorun, Sudan’ın Mısır’a bağlı bir eyalet olması dolayısıyla, İngiltere’nin Mısır’ı işgaliyle de ilgilidir. Sıra Sizde 5 1854 yılında ilk borcun alınmasına değin geçen sürede Saray ve Bâbıâli, bu konuda oldukça hassastı. Ancak başlatılan ilk dış borçlanmayla, devlet bir kısır döngü içerisine girdi. Alınan borçlar domino etkisi yaparak, ardı arkası kesilmeyen bir borçlanma sürecini başlattı. Borçlar ödenemez bir hale gelince de II. Abdülhamid, 1881 Muharrem Kararnamesiyle bu durumun üstesinden gelmeye çalıştı. Bu bağlamda borçların ödenmesi amacıyla Duyûn-ı Umûmiye-i Osmaniye kurulması, Osmanlı devlet otoritesi açısından ciddi bir sorun oluşturdu. Zira, yabancı alacaklılar tarafından kontrol edilen bir maliye, adeta devlet içinde devlet otoritesi gibiydi. Nitekim, bu idare 5.000 kişilik bir kadro oluşturdu. Bu sayı, 1912 yılında 9.000 kişiye ulaşmıştı. Duyûn-ı Umûmiye idaresinin yöneticileri Avrupa’dan gelen kişilerdi. Aynı idarenin taşra teşkilatını ise, Galata bankerlerinin elemanları yönetiyordu. İlk önce alacaklarını tahsil edenler, sonra işletme kurmaya başladı. Örneğin Bursa’da ipek sanayi, Zonguldak’ta kömür madenlerini işletiyorlardı. Bununla birlikte, Osmanlı Devleti açısından borçların tasfiyesi ve finansal kaynakların yatırım alanlarına aktarımı daha akılcı olmuştur. Duyûn-ı Umûmiye idaresi kurulmadan önce İngiltere ve Fransa ağırlıklı borçlanma, daha sonra Alman ağırlıklı olmuştur. 102 Osmanlı Tarihi (1876-1918) Yararlanılan Kaynaklar Açba, Sait, (1995). Osmanlı Devleti’nin Dış Borçlanması (1854- 1914), Afyon. Aydın, Mithat, (2005). Balkanlar’da İsyan: Osmanlıİngiliz Rekabeti Bosna-Hersek ve Bulgaristan’daki Ayaklanmalar (1875-1876), İstanbul. Djurdjev, Branislav, “Bosna Hersek”, DİA, c. VI, İstanbul, 1992, s. 297-305. Gölen, Zafer, (2009). Tanzimat Dönemi Bosna isyanları (1839-1878), Ankara. Kavas, Ahmet, (2009). “Sudan”, DİA, c. XXXVII, İstanbul, s. 459-461. Kıray, Emine, (1993). Osmanlı’da Ekonomik Yapı ve Dış Borçlar, İstanbul. Kızıltoprak, Süleyman, (2010). Mısır’da İngiliz İşgali: Osmanlı’nın Diplomasi Savaşı 1882 1887, İstanbul. Malcom, Noel, (2009). Bosna’nın Kısa Tarihi, (Çeviren: Aşkım KARADAĞLI), İstanbul. Marsot, Afaf Lutfi al-Sayyid, (2010). Mısır Tarihi: Arapların Fethinden Bugüne, (Çeviren Gül Çağalı Güven; yayıma hazırlayan Süleyman Kızıltoprak), İstanbul. Özdemir, Biltekin, (2010). Osmanlı Devleti Dış Borçları: 1854-1954 Döneminde Yüzyıl Süren Boyunduruk 1854-1914 Borçlanmaları Galata Bankerleri Ve Osmanlı Bankası Duyûn-ı Umûmiye İdaresi Türkiye Cumhuriyeti’nin Kabul Ettiği Osmanlı Devlet Borçları, Ankara. Uçarol, Rifat, (1989). Gazi Ahmet Muhtar Paşa, İstanbul. Yılmaz, Faruk, (1996). Devlet Borçlanması ve Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Dış Borçlar, İstanbul. 5 Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı ve Girit Sorunuyla ilgili gelişmeleri açıklayabilecek, Osmanlı Devleti’nin Akdeniz’deki varlığı ve bütünlüğü açısından önemli olan Girit Sorununu tüm safhalarıyla tartışabilecek, Osmanlı Devleti’nin Avrupa’daki topraklarını elde tutma mücadelesini ve Makedonya Sorununu irdeleyebileceksiniz. Anahtar Kavramlar • Girit Sorunu • Avrupa Devletleri • Dömeke Meydan Savaşı • Yunan Milliyetçiliği • Makedonya Sorunu İçindekiler Osmanlı Tarihi (1876-1918) Osmanlı-Yunan Savaşı ve Balkanlarda Sorunlar • OSMANLI-YUNAN SAVAŞI • GİRİT SORUNU • BALKANLARDAKİ DİĞER SORUNLAR OSMANLI TARİHİ (1876-1918) OSMANLI-YUNAN SAVAŞI (1897) Savaşın Ayak Sesleri: Girit Sorunu Bağımsız Yunanistan’ın kurulması ile ilgili kararların alınması, 1827 yılındaki Londra protokolüne dayanmaktadır. Bu fikrin hayatiyet bulması ise, 1830 yılındadır. Bütün bu sürece İngiltere, Rusya ve Fransa dahil oldu. Bu nedenle, bu tarihten sonra Yunanistan batılı güçlerin kontrolünde olup, davranışları da çoğu kere onların onayına bağlıydı. 1860’lı yıllardan itibaren Yunan anayasasına girmiş olan “Büyük Yunan Ülküsü” ve etrafında oluşan millet ve milliyetçilik tartışmaları, Batılı devletler için Yunanistan vasıtası ile Osmanlı Devleti ve toprakları üzerinde siyaset yapma imkanını da vermişti. Özellikle Rusya’nın Balkanlardaki politikalarına da yardım eden bu durum, her olay ve savaş esnasında tekrar tekrar gündemdeki yerini almıştır. Batılı devletler, kendi aralarındaki ihtilaflarda bile her zemin ve şartta Yunanistan’dan yana tercihlerini kullanmak için birbirlerini iknaya çalışmaktaydı. Özellikle 1878 Berlin konferansı esnasında İngiltere’nin Yunanistan’dan yana tavır takınması ve bu amaçla, Rusya ve Bulgaristan’ı dizginlemesi, Atina’daki idarecileri oldukça cesaretlendirdi. Yunanistan, Girit konusunu yeniden ısıtarak Batılı ülkelerin gündemine getirdi. Hatırlamak gerekirse, geçmişte 20 Kasım 1878 Halepa fermanı ile Girit adasına verilen geniş yetkiler daha doğrusu muhtariyetler, hem adadaki Rumları cesaretlendirmiş, hem de Yunanistan’ın ada ile birleşme arzusunu körüklemiştir. Yunan milliyetçilerinin oluşturduğu “Etnik-i Eterya” gibi örgütler, bu amaçla çalışmalarını hızlandırmıştı. Bu nedenle bölgede olaylar durulmamış, adada yaşayan Müslümanlar üzerinde baskılar artmıştı. Tabii olarak, MüslümanTürk halk da gelişmelerden rahatsız olmuş ve tepkilerini ortaya koymuşlardı. Olayların sürekliliği ve ağır baskılar yüzünden Müslüman halk göç etmek zorunda kalmıştı. Asayişin olmaması, sürekli Türkleri rahatsız ediyordu. Müslüman Türk köyleri yakılıp yıkılıyordu. Ellerinde hiçbir şey kalmayan Müslüman ahali için adada yaşamak hem cazibesini yitirmiş hem de gittikçe tehlikeli hale gelmişti. Girit’in Hanya şehrinde Müslümanlar silahlanma isteğini dile getiriyorlardı. Bu durumu Yunan ve Avrupa basını daha da abartarak Girit konusunda Yunan halkını kışkırtıyorlardı. Olayların uzaması üzerine önce adadaki vali istifa etti. Valinin istifasının gerçek nedeni ise, Yunan halkın isyan etme konusunda haklı olduklarını ima etmekti, ancak resmi söylemi, elindeki yetkilerle düzenleme yapamayacağı şekOsmanlı-Yunan Savaşı ve Balkanlarda Sorunlar Etnik-i Eterya: Soliatis ve Likudis adlı Yunan Subaylar ile A. Sophianos adlı bir tüccarın, Makedonya ve Girit’i Yunanistan’a katmak amacıyla 1894 yılında kurdukları örgütün adıdır. Kısa bir sürede büyük gelişme gösteren örgütün belkemiğini Yunan subayları oluşturuyordu. Cemiyet, Yunan hükümeti üzerindeki etkisinin yanı sıra, 1896 Girit Ayaklanması sırasında bölgeye yardım gönderilmesini de sağladı. Makedonya’da çeteler halinde düzenledikleri silahlı eylemler neticesinde, 1897 yılında Osmanlı-Yunan savaşının başlamasına neden oldu. Ancak, Yunanistan’ın aldığı ağır yenilgi neticesinde, 1899’da dağıldı. 106 Osmanlı Tarihi (1876-1918) lindeydi. Nitekim, valinin adayı terk etmesi Rumların iştahını kabarttı. Kandiye’de Müslümanlara karşı başlayan hareket ve Yunanistan ile birleşme bildirilerine, adanın ikinci büyük şehri olan Resmo da katıldı. Olaylar Hanya’ya ulaşınca, Yunan yanlısı tutum alan batılı devletler adadaki vatandaşlarını tahliye ettiler. Adadaki durumun kontrolden çıktığını anlayan Osmanlı Devleti mevcut kuvvetlerle durumun çözülemeyeceğini bildiğinden, yaklaşık bin kişilik bir kuvveti adaya ilave askeri güç olarak gönderdi. Ancak, Adaya asker gönderilmesi, Yunanistan’ı rahatsız etmişti. Zaten bir bahane ile Girit olaylarına müdahil olma fırsatını kolluyordu. Bu sırada, Ada’nın Estiye şehrindeki Türkleri kurtarmak için adaya gelen gemiye Yunan askeri ateş açtı. Yunan hükümetine çekilen notaya, Yunan kralı ve hükümeti Girit’e gönüllü ve silah taşımaya başlayarak karşılık verdi. Hatta büyük bir gösterişle yardım gemilerini Pire Limanı’ndan Girit’e gönderdiler. Milliyetçi sloganların atıldığı gösteriye kral da bizzat katılmıştı. Bunun iki sebebi vardı: Birincisi kendisi Yunan asıllı olmayıp (Danimarka asıllı idi) Yunan milliyetçiliği yapmadığı yönündeki tepkileri dindirmek. İkincisi ise, bizzat kral tarafından güya Rum halkına yardım için gemiler gönderildiğini, başka bir amacı olmadığı yönündeki beyanlarla batılı devletleri ikna etmekti. Aslında ikisinde de başarılı olmuş görünüyordu. Özellikle batılı devletler sözden öteye gitmeyen basit tepkiler gösterdiler. Bu arada gemiler de yola çıkmıştı. Bu gidişin fiili bir savaşa dönüşeceğini kestiren batılı devletler özellikle Fransızlar, mevcut koşullardaki bir savaşta Osmanlı Devleti’nin kazançlı olacağını düşünüyorlardı. Öncelikle, Osmanlı Devleti’nin de adaya asker ve yardım göndermesini elçileri vasıtası ile engellemeye çalıştılar. Bunda muvaffak olamadılar, çünkü Osmanlı Devleti haklı idi. Yeni bir hamle olarak, Rum gemilerinden kimsenin Adaya çıkmasına izin vermediler. Bu süreçte uzayan diplomatik çabalar sonuç vermiyordu. Yunan Prensi ve Kralın yaverleri karaya çıktılar, birkaç gün içinde adadaki Yunan askeri sayısı binlerle ifade edilir hale geldi. Bu durumda Osmanlı Devleti’nin fiili müdahalesi haklılık kazanmıştı. Batılı devletlerin bazı yetkilileri, Yunanistan’ın gereksiz çatışmalar çıkardığı ve bu tür saldırılardan kaçınması gerektiği düşüncelerine sahipti. Ancak “Doğu Sorunu” açısından bu yöndeki politik adımların, mevcut bütün dengeleri değiştirmesinden de çekiniyorlardı. Fakat, bütün ikazlara rağmen Yunan generalin adada ilerlemesi ve icraatlarda bulunması üzerine Rus, Fransız, İtalyan ve Avusturyalı askerler tarafından Girit işgal edildi. Osmanlı Devleti’ne bu durumun geçici olduğu bildirildi. Bir taraftan da Yunan askerlerine müsamahalı davranıyorlardı. Bu ikili tutum, adadaki Müslüman halkı zor durumda bırakıyordu. İşgalci ülkelerin amacı, yenilmesi muhtemel Yunanistan’a arka çıkmak ve Girit’teki Türkleri bir dış göçe zorlamaktı. Öyle ki, adada silah toplama esnasında sadece Müslümanlardan silah toplanıyordu. Rumlardan ise silah toplanması yerine Yunan askerlerine silah lojistiği sağlanıyordu. Yunan askerleri bu şekilde aldıkları silahları gizlemeye bile ihtiyaç duymuyordu. Avrupa Devletlerinin Yunanistan’a Nota Vermesi Girit olayları üzerine Avrupa devletleri Yunanistan’a şöyle bir nota vermişlerdi: 1. Girit adası hiçbir şekilde Yunanistan’a terk edilemez. 2. Girit’in idaresi için Osmanlı Devleti bir tür muhtariyet sağlayacaktır. Bu iki şartın oluşması için önce Yunanistan’ın adadan askerini çekmesi gerektiği bildirildi. Ancak bu bildiriye Yunan hükümeti, kamuoyu baskısı yüzünden ret cevabı verdi. 5. Ünite - Osmanlı-Yunan Savaşı ve Balkanlarda Sorunlar 107 Benzer bir nota Osmanlı Devleti’ne de verilmişti. Osmanlı Devleti bazı şartlar öne sürerek bu metni kabul etmişti. Öte yandan, Yunan generali adadan çıkmadığı gibi ada içlerine doğru ilerlemeye de devam ediyordu. Ancak Girit’teki olayları yatıştırmak için batılı devletlerin araya girmesi, Yunanlıların bir kısım hareketlerini kısıtlamıştı. Bütün bunlar, Osmanlı-Yunan ilişkilerini oldukça gerdi ve her iki devlet de sınırlarına asker ve silah yığınağına başladı. Yunan milliyetçileri Balkanlardaki din kartını oynayarak Osmanlı ve Müslümanlar aleyhinde Hıristiyanları kışkırtıyorlardı. Bu yetmiyormuş gibi, İstanbul’daki Rumları da etkilemeye çalışıyorlar ve yer yer başarılı da oluyorlardı. Yunanlılar harekete geçerek Teselya sınırında ihlal ve tahrik eylemlerine başvurdu. Osmanlı Devleti ile harp isteyen Yunan kamuoyunu Makedonya üzerinden harekete geçirmek istediler. 1897 yılı Nisan ayının başlarında Kalabaka’da Osmanlı sınırlarını ihlal ederek 10 km kadar içeri girdiler. Bu hareketi Osmanlı askerleri geri püskürtmüştü, ancak bu durum bir savaş sebebi idi. Ancak Sultan II. Abdülhamid savaş taraftarı değildi. Yunanistan’ın diplomatik yollardan kontrol altına alınmasından yana idi. Bu nedenle ilk önce İstanbul’daki bütün elçilerle durumun müzakere edilmesi yoluna gidildi. Sadece Avusturya elçisi, Avusturya’nın Balkanlardaki çıkarları için savaş yanlısı tutum sergiliyordu. Osmanlı-Yunan Savaşı’nın Başlaması Yukarıdaki gelişmeler neticesinde, 13 Nisan 1897 tarihinde Osmanlı Devleti tarafından Yunanistan’a savaş ilan edildi. Önce Atina elçisi geri çağırıldı. İstanbul’daki Yunan elçilik mensupları da sınır dışı edildi. Ancak Osmanlı Devleti’nde faaliyet gösteren Yunan uyruklu tüccarlar meselesi ortaya çıktı. Devletler 80 bine yaklaşan tüccarın sınır dışı edilmesi durumunda, Yunan ekonomisine büyük bir zarar vereceğini bildirdiler ve Yunan hükümetinin bu zararı karşılamasını istediler. Zira bu durumdan sorumlu olan kendi hükümetleri idi. Bu kadar çok tüccarın sınır dışı edilmesi, Yunan tüccarlarla iş yapan İngilizleri de kızdırmıştı. Osmanlı hükümetinin sınır dışı etmekteki kararlı tutumu üzerine İngiltere, bu tüccarları bir gecede kendi vatandaşlığına geçirdi. Osmanlı-Yunan savaşı fiilen başlamıştı. Fakat her iki ülkenin de deniz savaşı yapacak donanma gücü zayıftı, askerini denizden sevk edecek imkânları yoktu. Bu yüzden savaş daha başından beri kara savaşına dönüşmüştü. Üstelik cereyan noktası Yunanların da tahriki ile Teselya bölgesi idi. Yunanistan’ın olayları Balkanlara taşımasında iki niyeti vardı; birincisi Girit adasındaki ilhak kararını ve çıkarmasını unutturmak, ikincisi Teselya bölgesinden bir şekilde Selanik’e ilerleme fırsatı bulmaktı. Osmanlı ordusu taarruza geçmeden önce Yunan çeteleri, Yunan askerinden önce hareket ediyordu. Önde çeteler, arkada taburlar Osmanlı sınırlarına tecavüz etmeye başlamışlardı. Yunanlar Teselya bölgesinde (Tırhala ismi de kullanılıyorTesalya: Yüzölçümü 14.037 km2 olan bölge, Yunanistan’ın kuzey kesiminde Makedonya’nın ise güneyinde bulunmaktadır. Stratejik değeri nedeniyle tarih boyunca büyük öneme sahip olmuş; büyük savaş ve yıkımlara ev sahipliği yapmıştır. 1394 yılında Osmanlıların denetimine giren Teselya, 1881 yılında kısmi olarak Yunanistan’a verildi. Resim 5.1 Osmanlı Balkanlarının Paylaşım kavgasının gösteren bir karikatür 108 Osmanlı Tarihi (1876-1918) du) Olimpos dağı efsanesini yayıyorlardı. Bunun için Yunan ordusunda halktan gönüllüler ve başka ülkelerden bu Olimpos efsanesine katılmak isteyen gruplar, yapılan çağrıları uydu. “Tanrı Zeus’la yeni Olimpia efsaneleri yazacağız” diyerek hedeflerine Selanik şehrini de koyuyorlardı. Bu durum sadece savaş heveslisi Yunan çeteleri için geçerli değildi. Bölgede gazetecilik yapan yabancı gazeteciler için de geçerli bir amaçtı. Osmanlı ordusunun, 1877-78 Osmanlı-Rus harbinin etkisinden kurtulamadığını yazıyorlardı. Tek örnek giymiş Etnik-i Eterya cemiyeti gönüllüleri haç işareti üzerine e-e yazmışlardı. Bu çetelerin başında Yunanistan’ın tanınmış komutanları vardı. Alasonya taarruzu için Teselya bölgesi karargah merkezi olarak kullanıldı. Milano geçidi ise, Yenişehir (Larissa) ovasının yolunu açacak bölgede idi. Öyle ki, ilk taarruz burayı ele geçirmek için yapıldı. 20 bine yakın nüfusu ile Yenişehir, bölgedeki Müslüman Türk ahalisi için moral kaynağı olan önemli bir şehirdi. Yenişehir’in batısında kalan diğer bir önemli şehir ise Tırhala idi. Bu bölgedeki Türk nüfusunun çoğunluğu Yunanları rahatsız ediyordu. Osmanlı Devleti buradan göçlerin olmasını istemiyordu. Aynı zamanda Osmanlı ordularının Atina yolu üzerinde olan Dömeke Meydanı da askeri açıdan önemli bir noktadaydı. Yunanlar Girit’te yapamadıklarını Teselya bölgesinde yapmak istiyordu. Teselya’daki dar geçitler ve sarp kayaların Osmanlı ordusuna engel olacağını ve bahar aylarında çamurdan top arabalarını sevk edemeyeceklerini düşünüyorlardı. 16 Nisan 1897 tarihinde, Milano geçidi Koz köyündeki karakola ilk saldırılar düzenlendi. Bu saldırıda Yunan askerleri ve İtalyan gönüllüleri de vardı. Akşam vaktinde başlayan taarruzda Osmanlı karakolları savunmada kaldı. Bu bir tecavüzdü ve durumu Müşir Edhem Paşa telgrafla İstanbul’a bildirdi. Aynı şekilde Çamtepe mevkiinde de Yunan ordusunun topçu askerleri ateş açmaya başladılar. Bu tür sınır tecavüzleri yaşanırken Yunan hükümeti ve batılı gazeteciler, bunların çete olduğunu iddia ederek zaman kazanmaya çalışıyordu. Yavaş hareket eden Osmanlı tarafının savaşa geç başlamasının iki sebebi vardı: Birincisi Yunanların yaptığı bu propagandaların uluslararası alanda yanlış ve haksız olduğunun tespiti, diğeri de Osmanlı ordusunun son sevkiyatlarını tamamlaması idi. Diğer taraftan bu süreç içerisinde Osmanlı Devleti diplomatik girişimlerini de artırdı. Yunan tarafında sadece çetelerin savaş isteklisi olmadıklarını, aynı zamanda hükümet ve askerinin de bu savaşı tahrik ettiğini tespit ettirdi. Meclis-i Vükela da savaş kararı aldı. Bu karar bütün devletlere gerekçeleri ve tespitleri ile bildirildi. Yunan hükümeti ise, savaşı kendilerinin çıkarmadığını iddia ediyordu. Yunanların bu tutumu üzerine Osmanlı Devleti de bölgeye yerli ve yabancı gazeteciler göndererek yerinden tespitler yaptırdı. Dömeke Meydan Savaşı (17 Mayıs 1897) 18 Nisan’da Osmanlı taarruzu başladı. Savaşın başladığı sırada uluslar arası siyaset Osmanlı Devleti’nin lehineydi. Yunanistan barışı bozan taraftı. Yunanistan’ın Makedonya üzerindeki emelleri diğer Balkan devletlerinin çıkarlarına ters bir durumdu. Savaş çıkması durumunda Bulgaristan, Sırbistan, Avusturya, İngiltere ve Fransa da tarafsız kalacaklarını bildirmişlerdi. Osmanlı Devleti ile Almanya arasında gelişen ticari ve askeri ilişkiler de savaşta önemini gösterdi. Almanlar geniş Osmanlı coğrafyası ve yönetiminin Alman taraftarı tutumu nedeniyle Osmanlı yanlısı görünmek zorundaydı. Geriye bir tek Rusya kalmıştı ki böyle bir ortamda bir tek Rusya’ya güvenerek savaşa girmek Yunanistan için maceradan ibaretti. Ancak Yunan hükümeti bu macerayı tercih etti. 5. Ünite - Osmanlı-Yunan Savaşı ve Balkanlarda Sorunlar 109 Bu durum sadece politik değil, aynı zamanda askeri gerçekliklerle de uyuşmuyordu. Özellikle de askeri mühimmat ve ordudaki asker sayısı eksikliği ortada idi. Osmanlı askerinin kara savaşında Yunan ordusunu yeneceği kesindi. Ancak Yunanlar, Osmanlı Devleti harp ilan etmeden önce vur-kaç taktiği ile geniş araziye yayılma politikası izledi. Hatta bazı başarılar da kazandılar. Ancak, Osmanlı ordusu ilerlemeye başlayınca bu durum aleyhlerine döndü. Osmanlı ordusu taarruza geçtiği günün ertesinde önce Milano geçidini, sonra Yenişehir’i ardından da Tırhala’yı ele geçirdi. Bu üç mühim yeri bir hafta içinde almıştı. Üstelik bu süre zarfında Yunanistan içlerinde ilerlemeye de başlamıştı. Yunanlar geniş bir alana yayılarak hata yaptıklarını düşündükleri için bütün güçlerini Dömeke’ye topladılar. Bunun üzerine Müşir Ethem Paşa Osmanlı ordusunu bu bölgeye sevk etti. Böylece savaş, bir meydan muharebesi haline dönüştü. 40 bin kişilik Yunan ordusu karşısında Osmanlı ordusu bariz bir zafer kazandı (17 Mayıs 1897). Öyle ki, Osmanlı ordusunun önünde Atina’ya giden yolda asker denilebilecek doğru dürüst bir güç bile kalmamıştı. Osmanlı ordusu zafer kazanarak ilerliyor olsa bile II. Abdülhamid’in barışsever tutumu ve Avrupalı devletlerin Yunanistan’ın daha fazla yıpranmasına göz yummamak için giriştikleri diplomatik girişim sonuç verdi. Yunanların bu kadar ağır yenilgi alması, batılı devletleri hiç de memnun etmedi. Gerçi bütün taraflar Yunanistan’ın haksız olduğunu bilseler ve söyleseler bile, savaşı bitirmek için araya girdiler. Bu sırada Yunanistan’da iktidar değişikliği oldu. Yeni hükümet ilk icraat olarak, Atina üzerine yürüme ihtimali olan Osmanlı ordusunun durdurulması için bütün batılı devletler nezdinde girişimlerde bulundu. Yeni Yunan hükümeti Avrupa kamuoyunu etkilemek için savaşta gazetecilerin ve Hıristiyanların yok edildiği iddialarını dile getirerek propaganda maksatlı suçlamalar yapıyordu. Özellikle Rus çarı bu çağrıdan sonra Sultan II. Abdülhamid nezdinde özel teşebbüste bulundu. Yapılan barış çağrılarına zaten savaş istemeyen Osmanlı Devleti olumlu yanıt verdi ve 20 Mayıs 1897’de ateşkes imzalandı. Rus çarının Sultan II. Abdülhamid’e yaptığı ateşkes ve barış çağrısında iki temel esas vardı. Birincisi, Osmanlı Devleti’nin toprak kaybı olmayacaktır. İkincisi ise Girit’te muhtariyet kurulacaktı. Ancak, bu muhtariyet daha sonra geliştiği gibi Osmanlı askerlerinin adadan çıkarılmasını içermiyordu. Savaş 18 Nisan 1897’de başladı, 15-17 Mayıs 1897’de Dömeke Meydan Savaşı oldu ve 20 Mayıs 1897’de ateşkes anlaşması imzalandı. Öyleki, toplam süre bir aydır. Bu bir aylık dönem sonucunda Osmanlı ordusunun nihai kazancı; 93 (1877-78) harbinden sonra alınan parlak bir zafer idi. Bu harbin özellikle de Dömeke Meydan Savaşının Osmanlı Devleti açısından birçok önemli neticeleri olmuştur. En başta Osmanlı Devleti kendi topraklarını saResim 5.2 İstanbul’da Çıkan Malumat Gazetesinde Ordu Komutanı ve Yaverlerinin resimleri 110 Osmanlı Tarihi (1876-1918) vaşarak muhafaza edeceği hissini hem kendi toplumuna hem de üçüncü devletlere göstermiş oldu. Kısmen “hasta adam” imajı ortadan kalktı. Osmanlı Devleti’nin savaş başlamadan önce gösterdiği diplomasi başarılı oldu. Ancak ateşkes sonrası masa başında aynı başarı sağlanamadı. Batılı devletlerin Yunanistan’a ne denli sahip çıktıklarını Osmanlı Devleti masada görmüş oldu. Zira savaş esnasında elde ettiği yerleri iade etmek zorunda kaldı. Buna ilaveten, Girit’in elden çıkmasına da ramak kalmıştı. Girit’te bundan sonra yaşanan süreç, ya göç ya ölüm şeklinde gerçekleşti. Yunanistan karşısında elde edilen bu başarı birçok açıdan önemli idi. Müslüman dünya içinde Sultan II. Abdülhamid’e halife olarak bağlılık ve güven arttı. Dünyanın çeşitli bölgelerindeki Müslümanlar bağlılıklarını ve tebriklerini bildiren telgraflar çekti. Ancak bu durum karşısında İngiltere, zaten kuşku ile baktığı hilafet kurumuna bakış açısını değiştirdi. 93 harbinden sonra kazanılan Dömeke meydan muharebesi Osmanlı ordusu için de büyük bir moral oldu. Diğer taraftan Alman nüfuzu, askeriyenin içinde ve devletin kademelerinde arttı. Alman İmparatorunun İstanbul’u ziyareti bu durumu daha da pekiştirdi. Hatta Babıâli’ye göre bu sonuçla, Alman sistemine göre dizayn edilmiş askerler ve ordu iyi bir sınav verdi. 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı hakkında daha fazla bilgi için şu makaleyi okuyunuz: Murat M. Hatipoğlu, (1999). “1897 Osmanlı-Yunan Harbi ve Yunanistan’ın Makedonya Politikası (1897-1913)”, Osmanlı II, (Editör: Güler Eren) s. 306-313, Ankara. İstanbul Konferansı: YunanistanOsmanlı Barışı Yunanistan ile yapılan İstanbul konferansı aslında batılı veya büyük devletlerin ikiyüzlülüğünün bir göstergesi idi. Osmanlı Devleti ile Yunanistan arasında savaşa yol açan süreçte inisiyatif almakta geciken Avrupalı güçler, savaş sonrası görüşülecek barış şartlarının tespiti için hemen devreye girmişlerdi. Dört ay süren görüşmeler, büyük devletlerin Yunanistan yanlısı tutumlarına sahne oldu. Teselya bölgesinde bazı stratejik bölgelerin Osmanlı Devleti’ne bırakılması gibi göstermelik toprak terki ile toprak kaybı veya kazanılmaması esası üzerine görüşmeler sürdürüldü. Savaş öncesi statüko için büyük devletler bastırıyordu. Kesin barış antlaşması 13 Kasım’a kadar sarktı. Girit yüzünden çıkan bu savaşta, Girit ile ilgili hiç bir madde yoktu. Bu, Yunanistan’ı açıkça koruma anlamına gelmekteydi. Yunanistan Osmanlı Devleti’ne savaş tazminatı ödemeyi kabul etti. Yüz bin frank olan bu tazminatı, Osmanlı Devleti’nin bu savaşta harcadığının beşte üçü kadardı. Yunanistan bu sonuçla büyük bir darbe yemekten kolayca kurtuldu. Büyük devletlerin ardına gizlenmese Osmanlı ordusunun Atina’ya kadar ilerlemesi zor değildi. Ancak buna rağmen, Yunanistan tarafı daha sonra da söylemde ve eylemde yayılmacı politikalarını sürdürdü. Bu barış antlaşması ile savaş sebebi olan adada sorun hâlâ devam ediyordu. Sadece Teselya bölgesindeki kara savaşı sona ermişti. Resim 5.3 Osmanlı-Yunan Savaşını tasvir eden temsili resim (Malumat Gazetesi) 5. Ünite - Osmanlı-Yunan Savaşı ve Balkanlarda Sorunlar 111 Balkanlarda Milliyetçi Hareketler ve Osmanlı Devleti’nin Balkan Politikası hakkında şu kitabı okuyunuz: Sacit Kutlu, (2007). Milliyetçilik ve Emperyalizm Yüzyılında Balkanlar ve Osmanlı Devleti, İstanbul. 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı nasıl sonuçlandı? Osmanlı Devleti savaş meydanında gösterdiği başarıyı antlaşma masasında neden tekrarlayamadı? GİRİT SORUNU Girit Sorununun Sebepleri Girit adası, diğer Akdeniz adalarına nazaran Osmanlı yönetimine geç katılmıştı (1669). Fetihten hemen sonra kurulan idare biçimiyle, bir şekilde ayrıcalıklı statüsü korundu. Bu bağlamda Tanzimat’ın bile dışında tutulmuştu. XIX. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren Rusya ve Yunanistan’ın sürekli tahrikleri ile adada isyanlar çıkmıştı. Osmanlı Devleti’nin diğer gaileleri arasında Girit sorunu sürekliliğini böylece hissettirmekteydi. Diğer Akdeniz adalarında da sorunlar vardı ancak Girit adasındaki sorun, o zamana kadar Osmanlı-Yunan çekişmelerinin zirve noktasıdır diyebiliriz. Bu bağlamda adadaki sorunları ve sebeplerini çeşitli safhalara ayırabiliriz: Birinci safha Halepa antlaşmasına kadar geçen dönem. Bu dönem Yunanistan’ın bağımsızlığını kazandığı tarihten itibarendir. Çünkü aynı tarihten itibaren adanın Yunanistan’a ilhak çalışmaları başlamıştı. İkinci safha ise 1876 Halepa fermanından, Osmanlı Devleti tarafından sözleşmenin yenilenip geliştirilmesine kadar geçen süredir. Üçüncü safha diye adlandırabileceğimiz dönem ise, Halepa fermanındaki maddelerin icraya konulup Girit Rumları ve Yunanistan’ın “istediğimizi aldık veya alıyoruz” düşüncesi ile Osmanlı-Yunan savaşının çıkışına sebep olan gelişmelerin yaşandığı 1896 yılına kadar geçen süredir. Yeni bir safha diye adlandırabileceğimiz dördüncü dönem ise, General Vassos kumandasında adaya Yunanların asker çıkarmasıdır. Bu dönem kısa bir dönem ise de, Osmanlı Devleti, Yunanistan ve üçüncü devletlerin soruna yaklaşımlarını baştan sona değiştirdiği dönemdir. Çünkü bu politika değişikliğiyle Girit’e muhtariyet verilip, adadan Osmanlı askerleri çıkartıldı. Bu sırada, Osmanlı Devleti’nin Yunan savaşını kazanmasına rağmen, kazanç beklentisinin boşa çıkacağına dair görüşler kuvvet buldu. Batılı devletlerin Osmanlı Devleti’ne karşı ikircikli tutumu bariz bir şekilde bu süreçte müşahede edildi. Beşinci safha ise, “Bağımsız Girit adası” ilanına geçiştir. Bu dönemde toprak sınırları olarak Osmanlı Devleti’nde görünse bile Yunan bir prensin genel valilik yapması ile karşılaşıldı. Adadaki Müslüman halk, planlı olarak adadan canlı ya da cansız olarak çıkartılmaya başlandı. Bu dönemde adanın Yunanistan’a katılma isteği olsa bile zayıf Yunan hükümetleri yeni bir Osmanlı-Yunan savaşını göze alamadıkları için bu dönem diğer dönemlere nazaran uzun sürdü. Son safha ise, Balkan savaşları sonrası adanın Yunanistan’a terkine kadar geçen dönemdir. Adanın Yunanistan’a terki ile Girit adası sorununu tam olarak tanımlamış olamayız. Daha sonraki yıllarda, adada kalmayı başaran TürkMüslüman ahalinin zor koşullarda bir şekilde tehcire tâbi tutulmaları ve ardından Cumhuriyet dönemindeki Mübadele anlaşmasıyla adada neredeyse Rumlar dışında kimsenin kalmamasına yol açan gelişmeleri de Girit adası sorununa ilave etmeliyiz. Ancak Girit sorununda en ciddi safha, Osmanlının hem batılı devletler nezdinde hem de Balkanlardaki bütün dengelerini alt üst eden 1877-78 OsmanlıRus Savaşı (93 harbi) ve ardından yapılan 1878 Berlin anlaşmasıdır. Bu antlaşmanın maddeleri arasına konulan Girit halkı lehine nizamname yapılacağı ifadesiyle, sorun artık uluslararası bir boyut almıştır. 1 112 Osmanlı Tarihi (1876-1918) Rusya, Girit Sorununun Yunanistan lehinde çözümlenmesini neden istiyordu? Girit Sorunu Hakkında şu makaleyi okuyunuz: Cemal Tukin, (1945). “Osmanlı İmparatorluğu’nda Girit İsyanları, 1821 Yılına Kadar Girit”, Belleten, IX/34, s. 163-206. Osmanlı Devleti’nin Girit Sorununu Çözme Çabaları Osmanlı Devleti Girit’i kontrol altına almak için adadaki ileri gelenlerle, daha doğrusu asilerle bir antlaşma yaptı. Bu antlaşma maddeleri bugün bile ilginç denilebilecek hükümleri ihtiva ediyordu. Örneğin, atanacak genel vali ve yardımcısının mensup olacağı din tespit edilmişti. Genel vali Müslüman ise yardımcısı Hıristiyan olacak, Vali Hıristiyan ise yardımcısı Müslüman olacaktı. 80 kişilik vilayet meclisinin 49’u Hıristiyan, 31’i de Müslümanlardan oluşacaktı. Memurlar yerlilerden tercih edilecekti. Adada yaşayanların çoğunun Hıristiyan olması nedeniyle memur kadrolarını ele geçirecekleri düşüncesi yaygındı. Rumca, Türkçe gibi resmi dil olacaktı. Kağıt para kullanılmayacaktı. Basın hürriyeti sağlanacaktı. Bu maddenin propaganda amaçlı kullanılmak için konulduğu ortada idi. Gümrük ve vergi gelirlerinin yarısı doğrudan adaya tahsis edilecekti. Bu madde de adanın kendi maliyesini oluşturma çabasına destek idi. Jandarma ve adliye teşkilatının kurulması maddesiyle de, bağımsız devletin asayişi sağlama noktasındaki temelleri atılmış oluyordu. Yukarıdaki düzenlemeler, adadaki büyük devlet temsilcilerini son derece memnun etmişti. Bu düzenleme karşılığı, adadaki Hıristiyan halka dağıtılmış olan silahları toplama garantisi bile verdiler. Ancak fiilen hiçbir şekilde bu vaatlerini yerine getirmediler. Yunan hükümeti bir ara Teselya bölgesinde hudut düzenlemesi karşılığında Girit adasının Yunanistan’a devrini gündeme getirmişti. Ancak II. Abdülhamid bu talebe şiddetle karşı çıkmıştı. Girit Sorunu Hakkında şu makaleyi okuyunuz: Nükhet Adıyeke, (1993). “Osmanlı Kaynaklarına Göre Türk-Yunan İlişkilerinde Girit Sorunu (1896), Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, I/3, İzmir, s. 335-346. Girit Sorunu ve Yunanistan’ın Tutumu II. Abdülhamid’in ihtiyatlı yaklaşımları adada bir sükunet hali getirmiş olsa bile, 1890’lı yıllardan itibaren Girit, Yunanistan’ın artık doğrudan hedefi haline gelmişti. Bundan sonra, ada Yunan generallerin işgal rüyalarını süslemeye başladı. Aslında 1885’te Doğu Rumeli’nin Bulgaristan’a ilhakından sonra adadaki konsoloslar vasıtasıyla 1878 Halepa fermanının sağladığı özerkliğin genişletilmesi isteği ayyuka çıkmıştı. Sürekli adanın ilhakını isteyen ve bu doğrultuda faaliyet gösteren Yunanların tavrı Osmanlı-Yunan savaşının çıkmasına neden olmuştu. 1896 yılı baharında Kandiye ve Hanya’da Müslüman ve Hıristiyan halk arasında çatışmalar çıktı. Halepa misakının yenileneceği vaadi, Hıristiyanları tatmin etmezken Müslüman ahalinin de öfkesine neden oldu. Bir nevi ada içi savaş, hem İstanbul’da hem Atina’da heyecan yarattı. Yunanistan’ın adaya asker çıkarma isteği, Osmanlı Devleti’nin vereceği tepkiyi bilen Rusya’nın araya girip itidal tavsiye etmesiyle de sorun yatışmadı. Ardından Yunan General Vassos, adaya asker çıkarıp işgali gerçekleştirdiği gibi adanın Yunanistan’a ilhakını da ilan etti. Yunanistan’ın bu davranışı, İngiltere, Rusya, Fransa ve İtalya’nın Akdeniz ve ada üzerindeki dengeleri açısından çatışmaktaydı. Yunan hükümetine nota vererek adanın Osmanlı Devleti’ne kalacağını bildirdiler. Ancak ada halkına da muh2 5. Ünite - Osmanlı-Yunan Savaşı ve Balkanlarda Sorunlar 113 tariyet verileceği müjdesini verdiler. Yunanistan’ın tutumundan vazgeçmemesi üzerine söz konusu büyük devletler adayı önce ablukaya aldılar. Sonra da fiilen el koydular. Ada tarihinde ilginç bir durum ortaya çıktı. Ada bir yandan Yunalılarca işgal edilmiş ancak kazanılamamıştı. Diğer yandan ada işgal edilmiş, ancak Osmanlı Devleti’nin toprağı olduğu halde elinden çıkmıştı. Bu iki yönlü durum, adada gelecekti sorunların da habercisi idi. Girit Sorunu Hakkında şu makaleyi okuyunuz: Cemal Tukin, (1996). “Girit”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), c. XIV, İstanbul, s. 85-93. Girit Sorununa Batılı Devletlerin Yaklaşımı Girit olaylarına batılı devletlerin bakış açısında ve yaklaşımında çeşitli farklılıklar vardı. Ancak tarafların hepsinin ortak görüş noktası, olayların büyük bir savaşı tetikleme ihtimalinin olmasıydı. Bu tarihlerde gerek batılı devletler ve gerekse Osmanlı Devleti mevcut statükoyu korumak istiyordu. Durum o kadar nazikti ki, Alman imparatorunun “adayı abluka edelim” teklifi İngiltere tarafından reddedildiği halde, savaş kruvazörleri abluka için yola çıkmıştı bile. Devletlerin aralarında anlaştıkları iki konu ise şunlardı: Birincisi Girit bu durumda kesinlikle Yunanistan’a ilhak edilemezdi, ikincisi adada muhtariyet yönetimi kurulması idi. Bu iki vaadi gerçekleştirmek ve birbirlerini adada kontrol etmek için konsoloslardan müteşekkil bir komisyon kurdular. Adadaki Osmanlı bayrağının yanına büyük devletler de varlıklarının belirtisi olarak kendi bayraklarını çektiler. Halka dönük yayınladıkları beyannamede, isyan bastırılana kadar büyük devletlerin işgalinin süreceği ve amaçlarının toplumsal barışı sağlayıp adadan çekilmek olduğu ilan edildi. Toplumsal barış için yaptıkları çalışmalar arasında Türk memurların görevden alınması, askerin azaltılması, halkın elindeki (özellikle Müslümanların) silahların toplanması geliyordu. Aslında görünüşte sükunet ve Osmanlı hükümranlığının teyidi için başlayan bu işgal, din faktörü ve Yunan sempatisi yüzünden taraflı uygulamalara sahne oldu. Sadece görüntüyü kurtarmak amacıyla birkaç gönül alıcı ifadeler dile getiriliyordu. Babıâli ve padişah nezdinde yaptıkları konuşmalarda Osmanlı Devleti’nin sükunetini güya takdir ediyorlardı. Girit sorununu çözme konusunda yardımcı olacakları vaadinde bulunuyorlardı. Ama bir yandan da adadaki Rumları ve Hıristiyanları kendi vatandaşlıklarına geçirerek ikinci bir koruma kalkanı oluşturuyorlardı. Osmanlı-Yunan Savaşı Teselya’da cereyan ettiği sırada, adada iki halk arasında çatışmalar yaşandı. 1898 yılına değin devam eden bu çatışmalar yatıştırılamamıştı. İngiltere, Fransa, İtalya ve Rusya, olaylardan sorumlu ilan ettikleri Osmanlı yetkililerinin adayı terk etmesini istediler. Bu istek Osmanlı karşısında mağlup Yunanistan’a küçük bir jest gibi idi. Çünkü araya giren Rus çarı, Yunan Prens Yorgi’nin genel valiliğe getirilmesini rica ediyordu. Doğrudan II. Abdülhamid’e iletilen bu istek Osmanlı Devleti’nin onuruna dokunuyor olmasına rağmen, kerhen kabul edildi. Ada Osmanlı Devleti’nde kalmıştı, ancak Yunan Prens tarafından yönetiliyordu. Bu tezat içerisinde batılı devletler harp gemilerini adadan çektiler. Görünüşte Osmanlı toprağı olan adada, bu tarihten itibaren, valiye yardımcı meşveret meclisi, Girit bayrağı, polis teşkilatı, posta pulu bastırmak gibi taleplerle müstakil devlet davranışları sergiliyorlardı. Ayrıca Müslüman halka baskı yaparak Anadolu’ya göç ettirmek için her şeyi yapmaktaydılar. Prensin valiliği, aslında Yunanistan’ın Girit politikası ile birebir örtüşüyordu. Çünkü prens, Rum asileri ile adaya çıkmıştı. Ama şimdi güya tarafsız bir vali olarak atanmıştı. Prense harcamalar yapması için dört milyon frank verildi. Ada için 1899 yılında bir anayasa bile hazırlandı. 114 Osmanlı Tarihi (1876-1918) 1897 savaşı, adanın Yunanistan’a ilhak edilmesi isteği yüzünden çıkmış ve Osmanlı Devleti’nin mutlak galibiyeti ile sonra ermişti. Ancak, Teselya bölgesinde cereyan eden savaşın Girit’e yansıması hiç de Osmanlı yönetiminin istediği gibi olmadı. Güya Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğü garanti edilmişti. Bir şekilde sürekli oldu-bitti ve yanlı müzakereler neticesinde, adadan Osmanlı askeri çekildi. Yunan Kral’ın oğlu Prens George genel vali ya da diğer bir adı ile fevkalade komiser tayin edildi. Adaya daha önceki ayrıcalıklara ilaveten otonomi verildi. Aynı yıllarda, Osmanlı Devleti içinde özellikle Anadolu’da yoğun Ermeni olayları vuku bulmaktaydı. Anadolu’da istenmeyen bu olaylar olurken, askeri, mali ve idari açıdan da Girit meselesi, büyük mesele olması bir yana, aciliyet açısından öncelik sıralamasındaki yerini değiştirdi. Öte yandan Osmanlı-Yunan Savaşı, Yunanistan’ın batılı büyük devletlerden destek görerek geliştirdiği her yayılmacı politikasında başarılı olamayacağını gösterdi. Yunan milliyetçilerin büyük gayretler sarf ettiği “megalo idea” yani yayılmacı politikası ile askeri ve mali gücünün orantılı olmadığı ortaya çıktı. Yunanistan, Girit ve Teselya’yı bir şekilde oldu-bitti ile büyük devletlerin siyasi ve idari yardımıyla elde edebileceğini düşündü. Kısmen de bunda başarılı oldu. Girit’e bir prens atanmasını sağladı. Savaş tazminatını on milyon yerine dört milyon Osmanlı altını olarak verdi. Balkanlarda Türklerin katil ve sömürgeci olduğu yönünde propaganda yapma fırsatını kullandı. Daha sonra bölge, sorunlar yaşamaya devam etti. Yunanların bu süreçte hiçbir zaman tek başlarına Osmanlı Devleti ile mücadele edeceklerini düşünmedikleri de ortadaydı. Ancak 1897 Savaşı, Yunanistan’da siyasi açıdan zayıf ve dengesiz hükümetlerin kurulacağı dönemi de başlatmış oldu. Bu süreç bundan sonra şöyle işleyecekti. Ada, Yunanistan açısından ilhak sürecinin devam etmesi; Osmanlı Devleti açısından adadaki Müslüman halkın göç etmemesi ve iskân sorunları ve ayrıca Akdeniz’deki önemli bir adanın sürekli sorun halinde bulunması hususlarında önem taşımaktaydı. Büyük devletler açısından ise, Şark Meselesinin önemli bir parçası ve ileride olası Osmanlı mirasının paylaşılması durumunda iyi bir Akdeniz üssü idi. Girit Sorunu başladıktan sonra orada yaşayan Müslüman ahali göçe zorlandı. Baskı ve şiddet arttıkça bu göçler de artmaya başladı. Hukukî haklarının hiçbirini elde edemeden, mal varlıklarını terk eden Müslüman halk akın akın Andolu’ya doğru göç ediyordu. Özellikle savaş yıllarında halka karşı girişilen düşmanca tavırlar ve şiddetli baskılar hatta katliamlar onları toplu göçe zorladı. Bu yüzden Girit’ten bir kaçış başlamıştı. Bulabildikleri imkânlar ile on binlerce Müslüman kendini Anadolu kıyılarına atıyordu. Bu kaçış büyük ölçüde İzmir ve Aydın’a doğru yapılıyordu. Ancak, imkân bulanlar da deniz yoluyla Trablusgarp’a kaçmaktaydılar. Osmanlı Devleti’nin kurduğu Muhacirîn Komisyonu aldığı tedbirler ile Aydın’da toplanan 20 bin kadar zorunlu göçmeni Anadolu’nun bazı yerlerine ve beş bin kadarını da Bingazi ve Derne’ye yerleştirdi. Aslında bu durumun doğurduğu parçalanmış aileler ve mülkiyet sorunları hiçbir zaman tamamen çözülemedi. Osmanlı Devleti savaşı kazanmasına rağmen neden Girit sorununu kendi lehine çözemedi ve sonuç Müslüman Türk ahaliyi nasıl etkiledi? BALKANLARDAKİ DİĞER SORUNLAR Makedonya Sorunu Coğrafi açıdan Avrupa kıtasının güneydoğusunda yer alan Makedonya bölgesinin batı sınırında Adriyatik denizi, güneyinde Akdeniz, doğusunda ise Karade3 5. Ünite - Osmanlı-Yunan Savaşı ve Balkanlarda Sorunlar 115 niz vardır. Bu özelliği ile coğrafi açıdan önemli denilebilecek bir bölgedir. Her ne kadar sınırları tam olarak çizilmemiş olsa bile, tarihte bu bölgede yerleşim daima cazip olmuştur. Sırp, Hırvat, Sloven, Bulgar, Makedon, Arnavut, Rum, Bulgar, Pomak, Roman, Türk gibi çok sayıda millete mensup topluluklar burada bulunmaktadır. XIV. Yüzyıldan itibaren Balkanlarda görülen Türk varlığı bölgenin kaderine ortak olmuştur. 1877-78 Osmanlı Rus harbi ve ardından yapılan Ayastefenos (Yeşilköy) antlaşması Osmanlı Devleti’nin Balkanlarda hem büyük ölçekli toprak kaybı, hem de çok ciddi anlamda güç kaybının en büyük kırılma noktası olmuştur. Her ne kadar 1878 Berlin antlaşması ile Osmanlının toprak kaybı kısmen giderilmiş olsa bile bölge yönetimi için ok yaydan çıkmıştır denilebilir. 1878 Berlin antlaşmasına göre, Sırbistan, Karadağ ve Romanya bağımsız oldu. Bulgaristan sınırları küçültülerek üç bölgeye ayrıldı: Birinci bölge, Bulgaristan adıyla Osmanlı Devletine vergi veren bir prenslik yapıldı. İkinci bölge Doğu Rumeli adı ve başına Hıristiyan bir vali atamak şartıyla Osmanlı Devleti’ne bağlı özerk bir bölge yapıldı. Üçüncü bölge ise Makedonya idi. Makedonya da ıslahat yapılmak şartıyla Osmanlı Devleti’ne bırakılıyordu. Osmanlı Devleti’nin kullandığı tabirle Rumeli bölgesi (Selanik, Manastır, Kosova gibi önemli büyük şehirler) bugünkü Makedonya’nın olduğu bölgedir. Bulgar Prensliği’nin Osmanlı Devleti’nin elinde olmasından rahatsız olan Rusya, Bulgarları kışkırtarak Doğu Rumeli ile Bulgaristan’ın birleşmesi ve Rusya’ya bağlanmaları için harekete geçti. Nitekim Doğu Rumeli’deki Bulgarlar, 1885 yılında geniş çaplı bir isyan başlatarak Bulgar Prensliğine bağlandıklarını ilan ettiler. Rusya’ya katılmak yerine bağımsızlığını ilan eden Doğu Rumeli Bulgarlarının bu tavrı, Osmanlı Devleti’nin çıkarları açısından en kötü senaryonun bir derece altıydı. Meydana gelen iç karışıklıklar, Bulgarları hem Rusya’nın hem de Osmanlı’nın nüfuz alanından uzaklaştırdı. 1887’de Alman Prensi Ferdinand, Bulgaristan Prensliği’nin tacını taktı. Böylece, Bulgaristan devletinin temeli atılmış oldu. Osmanlı Devleti bu oldu-bitti karşısında bir şey yapamadı. Nitekim, Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu iç karışıklıkların sağladığı fırsatı değerlendiren Bulgar Prensliği, 1908’de bağımsızlığını ilan ederek İstanbul’dan tamamen ayrıldı. Makedonya ise, Balkanların merkezinde olması ve etnik çeşitlilikten kaynaklanan sebeplerle oldukça hassas olma durumunu fazlasıyla hissetmiştir. Etnik yapıyı oluşturan Rum, Bulgar, Arnavut, Ulah, Sırp, Boşnak, Pomak, Roman ve Türk gibi unsurlara ilaveten Müslümanlar, Hıristiyanlar, Museviler ve bu dinlere ait çeşitli mezhepler bulunmaktaydı. Osmanlı Devleti’nin güç kaybı ve XIX. yüzyıldan itibaren artan savaşlar, Avrupa tarihinde kısaca “Doğu Sorunu” olarak adlandırılmakta idi. Ancak gerçekte sorun Osmanlı topraklarının nasıl paylaşılacağı idi. Bunun en belirgin özelliği de Makedonya’da görülmekteydi. Makedonya sorununda üç boyut vardı: Birincisi Osmanlı Devleti idi ki öteden beri bölgenin yöneticisi ve hakimi idi. İkincisi bölgede yaşayan halk ve kendi ulus devletçilik fikrinde olanlar ki, bunların büyük bir çoğunluğu Osmanlı sınırları içinde yaşıyordu. Üçüncüsü ise, sorunu sadece doğu sorunu çerçevesine oturtan Avrupa veya güçlü devletler idi. Bir bölgede bu kadar çok farklı taraf, etnik gruplar, uluslar ve devletlerin çıkarlarını kollama amacında olunması, bölgenin yönetimini güçleştiriyordu. Daha önce Balkanlarda Sırbistan, Yunanistan ve Bulgaristan’ın bağımsızlığını kazanması, yine aynı devletlerce burada yayılmacı emeller beslenmesine neden olmuştur. Bu emellerini, kurdukları dernekler ve çıkardıkları gazeteler ile yayma- 116 Osmanlı Tarihi (1876-1918) ya çalıştılar. Etnik milliyetçilik ve dini söylemi iç içe geçirerek, güçlü devletlerden aldıkları destekle yaptıkları askeri operasyonlar ile bölgeyi Osmanlı Devleti’nden koparmaya çalışmışlardır. Batılı güçlerden Avusturya-Macaristan ve Rusya bölge ile sınırı olmakla menfaatleri çerçevesinde; Almanya, Fransa, İngiltere ve İtalya ise soruna “Doğu Sorunu” çerçevesinde baktıkları için menfaatleri neyi gerektiriyorsa o şekilde davranıyorlardı. Asırlarca bölgede egemen güç olmuş olan Osmanlı Devleti ise, yoğun toprak kayıpları, sürekli savaşlar, milliyetçi akımların doğurduğu sorunlar ve batılı devletlerin müdahaleleri gibi sorunlarla boğuşuyordu. Sorunlardan kurtulmak için çıkar bir yol olarak da, büyük devletlerin kendi aralarındaki denge politikalarından faydalanmayı görüyordu. Yani, bir noktada Osmanlı Balkanları’nın kaderi, dönemin Avrupa güçlerinin elinde idi. Makedonya Sorunu hakkında şu kitabı mutlaka okuyunuz: Fikret Adanır, (2001). Makedonya Sorunu: Oluşumu ve 1908’e Kadar Gelişimi, (Çev. İhsan Catay),İstanbul. Büyük Devletlerin Makedonya Politikaları Avrupalı güçlerin her biri Makedonya ile kendi çıkarları çerçevesinde ilgileniyordu. İngiltere, bölge ile siyasi ve ekonomik çıkarları doğrultusunda ilgilenmekte idi. Osmanlı toprakları, Uzak Doğudaki sömürgelerine ulaşmak ve pazarlama yapmak için kestirme bir yoldu. Bu sebeple de, siyasi ve askeri açıdan zayıflamış bir Osmanlı Devleti işine geliyordu. Fransa, ulusçuluk akımlarının doğduğu ülke olarak Osmanlı toprakları ve özellikle Balkanlar’da dengenin diğer önemli bir parçasıydı. Rusya ise, savaşı ve din kozunu (özellikle Ortodoksluğu) en çok kullanan kuzeydeki temel güçtü. Osmanlı Devleti’nin batı bölgelerindeki topraklarını sürekli tehdit ediyordu. Rusya’nın Slav unsurlar ile olan etnik ve dini bağlantısı ile diğer siyasî çıkarları, bölgeye baskı uygulamasının en önemli araçlarıydı. Avusturya-Macaristan ise, Makedonya’yı doğal genişleme alanı olarak görmesi yanında, Osmanlı gibi çok uluslu olması nedeniyle bölgeyle yakından ilgilenmekteydi. Bölgedeki her ulusçu çıkar kavgasında bir refleks olarak Avusturya-Macaristan’ın da müdahalesi olmaktaydı. Osmanlı Devleti hariç üçüncü taraf dediğimiz devletlerin durumu ve bölgeye bakış açıları bu iken, bölgedeki ulusların ve devletlerin durumuna kısaca bakmak gerekirse şunlar ifade edilebilir: Bulgaristan kurulduğu günden itibaren din ve ulus kozunu en çok kullanan devletlerden biriydi. Sınırları içerisinde Panslavizm politikasının ürünü bir devlet olma gereğini hep dikkate alıyordu. Makedonya sorununda ise en etkin devlet konumunda idi. Sırbistan ise Osmanlı Devleti’nden koptuktan sonra, knezler aracılığı ile daima Avusturya-Macaristan’ın desteğini görmüştü. Bulgaristan, Rusya ile din-mezhep hususunda sık sık ittifak edip bunu bölgesel güç olma yolunda kullandı. Bölgedeki her savaşta ve olayda bulunmaktan kaçınmadı. Milliyetçilik hareketiyle Osmanlı’dan ayrılıp sonra da diğer milliyetçilik akımlarıyla zaman zaman işbirliği yaparak, Osmanlı Devleti’ne en fazla zarar veren devletlerden biri oldu. Yunanistan ise, Avrupa’nın hem ideolojik/dini nedenlerle, hem de Osmanlı Devleti ile Akdeniz’de çatışan çıkarları nedeniyle en çok desteklediği ülkelerden birisiydi. Hatta, Avrupa’nın yarattığı bir devlet idi. Sahiplenme o derecede idi ki 1897 savaşını kaybeden Yunanistan, antlaşma masasında büyük devletlerden aldığı destek sayesinde kazançlı bile çıktı. Kısacası Makedonya sorunu bir anlamda Panslavizm ve Enosis politikalarının sonucunda doğmuştu. Diğer taraftan, Makedonya’da çeşitli örgütler de faaliyet gösteriyorlardı. Bu ayrılıkçı örgütler, yukarıda bahsedilen soruna taraf unsurların tamamından destek 5. Ünite - Osmanlı-Yunan Savaşı ve Balkanlarda Sorunlar 117 görüyordu. Kendi aralarında iktidar mücadelesi olsa bile Makedonya bölgesi konusunda birleşiyorlardı. Öğrenciler, aydınlar askeri okullar ve kent burjuvası içinden çıkan örgütlerin liderleri etkin tepkiler geliştirdi. Bölgede yapılan her ıslahat, ayrılıkçı çalışmaların alt yapısını oluşturuyordu. 1890’lı yıllardan itibaren silahlı mücadeleye başladılar. Doğu Rumeli, Ermeni ve Girit olayları Makedonya’yı doğrudan etkiledi. Özerklik isteği ile çete savaşlarına başladılar. Aslında bu çete savaşları, Yunanistan’a (bazılarının da Bulgaristan’a) katılma arzusunun bir parçasıydı. Makedonya’da gelişen hadiselerden dolayı aldığı tedbirler üzerine Osmanlı Devleti Avrupalı devletler tarafından uyarıldı. Kaçınılmaz olarak bu uyarı, bölgedeki ayrılıkçı çete ve isyancıları körükleyen bir etki yapmaktaydı. Makedonya hakkında şu makaleyi okuyunuz: Mehmet Hacısalihoğlu, (2003). “Makedonya”, DİA, c. XXVII, Ankara, s. 437-444. Doğu Rumeli Sorunu ile Makedonya Sorunu arasında nasıl bir ilişki vardır? Osmanlı Devleti’nin Makedonya Sorununu Kontrol Çabaları Bölgede faaliyet gösteren çeteler, 1900’lü yıllara gelindiğinde bölgedeki Osmanlı makamlarına ve yetkililerine saldırdıkları gibi, yabancı sermayeye ait işletme ve tüccarlara da zarar vererek batılı devletlerin dikkatini üzerlerine çekmeyi başarmışlardı. Tabii olarak Osmanlı Devleti bölgede askeri önlemler almaya başladı. Ancak çete eylemleri artınca bölgeye Avrupalı devletlerin müdahalesi söz konusu oldu. Özellikle, 21 Eylül 1902’de Cumâ-i Bâlâ’da çıkan ayaklanma, Osmanlı birliklerini uğraştırmış olmasına rağmen bastırıldı. Babıâli, Kasım 1902’de “Rumeli Vilayetleri Hakkında Talimat” adıyla bölgede bir takım idari düzenlemeleri başlattı. Bu talimattaki en önemli unsurlardan biri, jandarma ve polis teşkilatının yeniden düzenlenmesiydi. Bir başka önemli madde de, Müslümanların yanı sıra Hıristiyanların da jandarma teşkilatına alınmasına ilişkindi. 8 Aralık 1902’de Selanik’te göreve başlayan Hüseyin Hilmi Paşa, Avrupalı devletlerin de olumlu bulmasıyla, Rumeli’deki reformları uygulamaktan sorumlu Rumeli Genel Müfettişliğine tayin edildi. Osmanlı Devleti’nce Makedonya bölgesine uygulanacak reform paketi, Avrupalı devletleri pek de memnun etmemişti. Çünkü, hemen ardından yapılan görüşmelerde Rusya ve Avusturya yeni bir program ileri sürmüştü. “Viyana Tasarısı” veya “Viyana Reform Programı” diye adlandırılan programla, Avrupalı devletlere müdahale hakkı sağlanıyordu. 21 Şubat 1903’de Babıâli’ye sunulan bu ıslahatlardan bir kısmı, Osmanlı Devleti’nin askeri müdahalesine belirli sınırlamalar getiriyordu: Avrupa devletlerinin denetiminde bir Genel Müfettiş atanması, genel af ilanı, polis ve jandarmanın yabancı uzmanlar tarafından eğitimi, asayiş kuvvetlerinin ve kır bekçilerinin Müslüman ve Hıristiyanların nüfus oranına göre tayini gibi maddeleri içeriyordu. Buna rağmen program, bölgede istikrarı sağlamak isteyen II. Abdülhamid tarafından kabul edildi. Ancak olaylar yatışmamış ve Slavlar için kutsal gün olan 2 Ağustos 1903’te Manastır’da “İlinden Ayaklanması” adıyla bilinen en büyük ayaklanma bir tür şiddet örgütü olan çeteler tarafından başlatıldı. Başarılı olamayan bu ayaklanma deneyimi ile başka paralel ayaklanmalar da çıkarıldı. Bu ayaklanma hareketlerinde en önemli gelişme Kruşova’da oldu. Bağımsızlık yanlıları Kruşova’da bir meclis kurduklarını ve bir hükümet seçtiklerini ilan ettiler. On günlük ömrü olan bu girişim Osmanlı askerinin müdahalesi ile son buldu, ancak gelecekteki olayları da ateşledi. Hatta, Makedonya devleti için prototip bir devlet örneği olarak görülmüştü. 4 118 Osmanlı Tarihi (1876-1918) Bütün bu olayların yaşanması, Makedonya sorununu Avrupa diplomasisinde en öncelikli konu yaptı. Naticede Mürzsteg reform programının ortamını hazırladı. Osmanlı Devleti bölgede kontrolü sağlamış olsa bile, 1903 yılı Eylül ayı sonlarında Rus Çarı II. Nikola ve Avusturya Macaristan İmparatoru Franz Josef, Viyana yakınlarındaki Mürzsteg kentinde buluşarak aralarında olmayan İngiltere, Fransa ve İtalya’nın da bölgesel çıkarlarını gözeten bir antlaşmaya imza attılar. Bu antlaşmanın maddeleri çok ilginç hükümler içeriyordu. Çok yönlü çıkarları yansıtan, siyasi ve askeri açılardan vesayetler içeren ve çok sayıda muğlâk ifadeleri barındıran bu antlaşmanın bazı maddeleri şöyledir: • Reformları Osmanlı Devleti yapacak ancak, Avusturya-Macaristan reformlar esnasında birer sivil memurla reformları kontrol edecektir, • Manastır, Kosova ve Selanik’teki jandarmanın ıslahını Babıâli’nin emrinde olan Avrupalı bir general yapacaktır, • İşbu barış antlaşması imzalandıktan sonra Makedonya’daki vilayetlerin sınırları, uluslararası ilişkilerine göre yeniden belirlenecektir (Bu madde ile bütün devletlere müdahale hakkı tanınıyordu). • İdari ve adli kurumlara özerklik kazandırma yönünde reformlar yapılacaktır, • İsyan edenler için Hıristiyan ve Müslüman komisyonlar kurulacak (Müslümanlar da isyan etmiş gibi eşit suçlu kabul edilmişlerdir). • Osmanlı Devleti reformları bir an önce başlatacaktır. Esas olarak bu ve benzeri maddeleri içeren söz konusu antlaşma, aslında Viyana ıslahatının genişletilmiş haliydi. Bununla birlikte bölgenin Osmanlı Devleti’nden ayrılması için bütün gayretlerin ortaya konduğu bir antlaşmadır. Antlaşma, daha doğrusu dikte edilen bu maddeler ayrılıkçıları memnun etmişti. Diğer taraftan Batılı devletlerin desteklerini sağlayan Bulgar, Yunan ve Sırplar aynı antlaşmanın sınırları belirleyen maddesine ise itiraz ettiler. Rumeli Genel Müfettişliği görevinde altı yıl kalan Hüseyin Hilmi Paşa (1855- 1923), kariyerinin en parlak başarılarını buradaki hizmet yıllarında kazandı. Müfettişlik bölgesindeki karışıklıkları tam olarak önleyemese de şiddet ve anarşi yaratan çetelere karşı başarılı bir idare gösterdi. Ancak bölgedeki fiili durum, 9-10 Haziran 1908’de Reval’de bir araya gelen İngiliz Kralı Edward ve Rus Çarı Nikola’nın anlaşarak Makedonya konusunda Osmanlı Devleti’ne daha ileri baskılar yapmalarına kadar aynen devam etti. Diğer taraftan, II. Meşrutiyet’tin ilanından sonra Rumeli Müfettişliği kaldırıldığı için Hüseyin Hilmi Paşa’nın görevi de bitti. Ancak Paşa, üç ay kadar daha Rumeli’de kaldı. Osmanlı Devleti Makedonya topraklarına birçok açıdan önem veriyordu. Makedonya’nın ekonomik durumu, coğrafi konumunun da sağladığı avantajla oldukça iyi idi. Tarımsal verimlilik, ticaret ve sanayiyi de peşinde sürüklediği için Osmanlı coğrafyasının diğer bölgelerine göre öne çıkıyordu. Tarıma dayalı ürünleri, tüketim alanları ve pazar bölgelerine taşımak için mesafe yakınlığı avantajı yanında, yolların kalitesi elverişli ve müsait idi. Ancak güvenlik sorunları bölgenin gelişimini olumsuz yönde etkiliyordu. Özellikle çeteler, Müslüman tarım ve ticaretini sindirmek için planlı faaliyetlerde bulunuyorlardı. Fakat Rumeli demiryolları projesini tamamlayan II. Abdülhamid, hem bölgeyi kontrol altına alabilme imkânına sahip oldu hem de ticareti kolaylaştıracak bir atılım yaptı. Ayrıca Osmanlı Devleti, pek çok idarî reformlar da yapmıştı. Ancak bu reformlar sürekli Avrupalı devletlerin müdahalesi ile neticelenmekteydi. Avrupalı devlet- 5. Ünite - Osmanlı-Yunan Savaşı ve Balkanlarda Sorunlar 119 ler, Müslüman ahaliyi de ırk unsurları ile tasnif ederek Arnavut, Çerkez, Pomak gibi guruplara bölüp sonra da reformların yetersizliğini iddia etmeye devam ettiler. Bölgenin eğitim yapısı, Osmanlıdaki eğitim kurumlarının değişimine yakın gelişmeler gösterse bile, milletlere ait okullardan ayrılıkçı fikir ve akımları destekleyen çok sayıda mezun vermesi sonucunu doğuruyordu. Örneğin, Osmanlı Devleti’ne bağlı Rum okulunun formaları Yunan bayrağının renginde idi. Mezun olan çocuklar Rum milliyetçisi olarak yetişiyordu. İstanbul’a göre özgür hissedilen ortamda çeşitli Avrupaî fikir akımları yer bulabilmekteydi. Bunun yanı sıra bölgede Batılı devletlerin tamamının “misyoner” okulları vardı. Bu eğitim sistemi, aynı zamanda çetecilik faaliyetlerini de tetikliyordu. Aynı şekilde bölgedeki dini motifler, eğitim ve çetecilikle iç içe geçmişti. Bu şartlar altında bölgede siyasi çalışmalar hız kazandı. Aynı yıllarda Osmanlı vatandaşı olan Müslüman ve gayrimüslimler arasında hürriyetçi fikirler yayıldı. Sultan II. Abdülhamid’e meşrutiyetin ilanı ve meclisin yeniden açılması için baskılar başladı. “Hürriyet, Uhuvvet, Müsavat” (Özgürlük, Kardeşlik, Eşitlik) sloganları Manastır, Üsküp, Selanik gibi Balkanların önemli merkezlerinde yankılanıyordu. Nitekim bu süreç II. Meşrutiyete giden yolu açacaktı. Bu tarihten sonra Makedonya sorunu diğer Balkan sorunları ile daha da karmaşık bir hal aldı. Meşrutiyetin eşitlik ve özgürlük sloganları eşliğinde 5 Ekim 1908’de Bulgar Prensliği bağımsızlığını ilan etti. Aynı tarihte Avusturya-Macaristan Bosna-Hersek’i işgal etti. Böylece, 1878 yılında Balkanlarda kurulan bütün dengeler son bulmuş oldu. II. Meşrutiyetin ilanından sonra, bölgedeki örgütler silahlı eylemlerini siyasi eylemlere dönüştürdü. 1908 yılından sonra bölgede çeşitli partiler kuruldu. Bu partilerden birçoğu, “ihtilal örgütü” “federatif parti” gibi isimlerle kuruluş gayelerinin arkasındaki niyetlerini açıkça isimlerine yansıtan partilerdi. Müslüman Arnavutlar bile artık ayrılıkçı fikirler benimsemişti. Nitekim Osmanlı Devleti’nin iç siyasî gelişmeleri, ayrılıkçı unsurlara sürekli büyüme fırsatı sundu. Gelişen isyanlar ve Balkan Savaşları ise, bölgede Osmanlı hâkimiyetinin sonunu getirdi. Makedonya’daki reformlar neden başarısızlıkla sonuçlandı? Makedonya Sorunu hakkında şu kitabı okuyunuz: Gül Tokay, (1996). Makedonya Sorunu: Jön Türk İhtilalinin Kökenleri, 1903-1908, İstanbul. 5 120 Osmanlı Tarihi (1876-1918) Özet 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı ve Girit Sorunuyla ilgili gelişmeleri kavrayıp açıklayabilme 1860’lı yıllarda Yunanistan anayasasına giren Büyük Yunan Ülküsü ile ve de 1878 yılında imzalanan Berlin Antlaşması’nın ardından Balkanlar’da oluşan durgun ortamdan faydalanarak, Girit’i ilhak etmek isteyen Yunanistan, bu konuyu yeniden batılı ülkelerin gündemine getirdi. Adaya 20 Kasım 1878 tarihli Halepa Fermanı ile tanınan muhtariyet, Yunanistan’ın adayı alma inancını kuvvetlendirdi ve ada sakini olan Rumları şevklendirdi. Bunun sonucunda, adadaki birçok şehirde isyan çıktı. Adadaki valinin isyanı destekliyormuşçasına istifa etmesi ise, olayları tümüyle karıştırdı. Adada asayiş kalmadı ve Müslümanlar göç etmeye zorlandı. Ayrıca, Osmanlı’nın adadaki Türkleri kurtarmak ve asayişi sağlamak amacıyla gönderdiği gemilere Yunan askerleri tarafından ateş açıldı. Fransa’nın elçiler aracılığıyla müdahalesine karşın Osmanlı adaya asker ve yardım gönderdi. Yunanistan’dan adaya, Etnik-i Eterya Cemiyetinin faaliyetleri ile gemiler dolusu asker gönderildi ve Girit işgal edildi. Her ne kadar Yunanistan’a adadan askerini çekmesi hususunda uyarıda bulunulsa da kulak asmadı ve fiili bir durum yarattı. Bu süreç büyük bir dramı, Girit sorununu doğurdu. Osmanlı-Yunan Savaşı kaçınılmaz oldu. Ancak Savaş, Ada’dan ziyade Teselya sınırlarında çıktı. Özellikle Osmanlı Devleti’nin Dömeke Meydan Muharebesinde aldığı sonuç, Yunalıları barış masasına getirdi. Fakat Osmanlı Devleti, savaşta elde ettiği zaferi batılı devletlerin baskısı ile masaya taşıyamadı. Osmanlı Devleti’nin Akdeniz’deki varlığı ve bütünlüğü açısından önemli olan Girit sorununu tüm safhalarıyla tartışabilme Girit’in gidişatını tarihsel açıdan bazı safhalarla ele almak mümkündür. Birinci dönem 1878 Halepa fermanına kadar olan dönemdir ve bu dönemde Yunanistan, Girit’in ilhakı amacıyla gizli ya da bariz bazı girişimlerde bulundu ve adadaki etkisini sürdürdü. Bir sonraki safha ise, Halepa fermanı sonrasında Osmanlı’nın sözleşmeyi yenileyişine kadar geçen olayları ihtiva eden dönemdir. Üçüncü safha ise, Halepa sözleşmesindeki maddelerin yürürlüğe konulmasıyla başlayıp Osmanlı-Yunan Savaşı’na sebep olan gelişmelerin yaşandığı 1896 yılına kadar geçen dönemdir. Diğer bir dönem de, General Vassos’un başında olduğu Yunan ordusunun adaya çıkması sürecidir. Bu dönemde adaya muhtariyet verilerek Osmanlı askerleri adadan çıkarılmıştır. Osmanlı’nın savaşı kazanmasına karşın batılı devletlerin tepkileri neticesinde, nihayet bir başka safha olan Bağımsız Girit Adası dönemine geçildi. Her ne kadar ada Osmanlı sınırları içinde görülse de, genel valiliğini Yunan bir prens yapmaktaydı. Müslüman tebaanın adadan sürülme politikası aktif bir şekilde uygulansa da, Yunanistan’ın ikinci bir savaşı göze alamaması nedeniyle uzun süre ada Osmanlılarda kalmıştır. Son safha ise, Balkan savaşları sonrası adanın Yunanistan’a ilhakı sürecidir. Nihayet ada, büyük çekişmelerin ardından 30 Mayıs 1913 tarihinde imzalanan Londra Antlaşması’na göre Yunanistan’a ilhak edildi. Osmanlı Devleti’nin Avrupa’daki topraklarını elde tutma mücadelesini ve Makedonya Sorununu irdeleme Tarih boyunca Balkanlar, jeo-politik konumu nedeniyle birçok devletin egemenlik idealini kurduğu topraklar olmuştur. XIX. Yüzyıl ile birlikte artan savaşlar ve bu savaşlarla gelen mağlubiyetler ve toprak kayıpları, Osmanlı Devleti’nde derin bir sarsıntıya neden oldu. Ayastefanos Antlaşması gibi antlaşmalarla Osmanlı’nın Balkanlardaki toprak bütünlüğüne ciddi darbeler inmiştir. Avrupalı devletlerin adlandırdığı doğu sorunu ise, tamamıyla Osmanlı topraklarının nasıl paylaşılacağı esasına dayanmaktaydı. Bunun en büyük örneği de Makedonya’dır. Bölge, gerek Bulgaristan gerekse sair Avrupalı güçlerin politikalarına kurban gitmişti. 1900’lü yılara gelindiğinde batılı devletlerin reform talebi baş gösterdi ve böylelikle 1903 yılında Viyana Reform Programı ve Mürzsteg Reform Programı kabul edildi. Fakat bu antlaşmanın da ‘yetersizliği’ sebebiyle bölgede istikrar sağlanamadı. Milliyetçi ve ayrılıkçı fikirler yaygınlaştı. Böylece çoğunluğu Müslüman olan bu Rumeli toprakları da aşama aşama Osmanlı hâkimiyetinden çıktı. 1 2 3 5. Ünite - Osmanlı-Yunan Savaşı ve Balkanlarda Sorunlar 121 Kendimizi Sınayalım 1. 1860 yılında Yunanistan anayasasına girmiş olan Büyük Yunan Ülküsü’nün temelinde hangi düşünce yatmaktadır? a. Balkanların Bütünlüğü b. Milliyetçilik c. Demokrasi d. Faşizm e. Ümmetçilik 2. Berlin Konferansı sonrasında, Yunanistan’ın Girit’i ele geçirme teşebbüsünün temel sebebi nedir? a. Osmanlı’nın diğer devletler yapmakta olduğu savaşlar nedeniyle oluşan güç zaafiyeti b. Diğer Balkan halklarının Yunanistan’dan taraf olmaları sebebiyle oluşan kendine güven duygusu c. Girit’te bulunan Müslümanların sair halklara uyguladığı tecrit politikası d. İngiltere ve Rusya başta olmak üzere Batılı güçlerin destekleri e. 93 Harbi ile Osmanlı ordusunun dağılma sürecine girmesi 3. Yunanistan’ın Girit’e müdahalesindeki ilk eylem aşağıdakilerden hangisidir? a. Savaş gemileri ile adaya çıkartma yapması b. Adada kendi meclisini kurarak doğrudan adayı ilhak ettiğini açıklaması c. Adaya gönderdiği provokatörler vasıtasıyla Müslüman tebaaya zarar vermesi d. Girit’e gitmekte olan ticaret gemilerine ateş açması e. Adada katliama maruz kalan Türkleri kurtarmak için adaya gelen gemiye Yunan askerlerinin ateş açması 4. Osmanlı Devleti’nin Yunanistan ile savaşa girmesinin ardından, Osmanlı topraklarında bulunan Yunan tacirlerinin akıbeti ne olmuştur? a. İngiliz yetkililer tarafından İngiltere vatandaşlığına geçirildiler. b. Devlet topraklarını terk ettiler. c. Bir değişiklik olmadan ticarete devam ettiler. d. Savaşın bitimine değin mallarına el konuldu. e. Ticarete daha yüksek vergiler ödeyerek devam ettiler. 5. Dömeke Meydan Savaşı’nda Osmanlı ordusunun komutanı kimdir? a. Midhat Paşa b. Mehmed Rıza Paşa c. Müşir Ethem Paşa d. Gazi Osman Paşa e. Ali Rıza Paşa 6. Yunanistan’ın Dömeke Meydan Savaşı sonrasında verdiği savaş tazminatının, Osmanlı ekonomisine etkisi aşağıdakilerden hangisidir? a. Savaş masraflarını dahi karşılayamamıştır. b. Tazminatın büyük bir kısmı toprak verilmesi suretiyle tahsil edilmiştir. c. Tazminat tahsil edilememiştir. d. İmzalanan antlaşmaya göre tazminat verilmemektedir. e. Osmanlı ekonomisinin kısa süre de olsa rahatlamasını sağlamıştır. 7. Osmanlı’nın Balkanlardaki nüfuzunu tümüyle tehlikeye atan ve sonrasında oluşacak olan isyan ve sorunların temelini teşkil eden antlaşma aşağıdakilerden hangisidir? a. 1903 Viyana Tasarısı b. 1897 İstanbul Antlaşması c. 1903 Mürzsterg Antlaşması d. 1878 Ayastefanos Antlaşması e. 1908 Reval Antlaşması 8. Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorlukları’nın bölgede karşılaştıkları müşterek en ciddi problem aşağıdakilerden hangisidir? a. İktisadi problem b. Askeri problem c. Coğrafi problem d. Dini problem e. Etnik Problem 122 Osmanlı Tarihi (1876-1918) Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı 9. Mürzsteg Reform Programının ortaya çıkmasının temel sebebi aşağıdakilerden hangisidir? a. Osmanlı Devleti’nin reform yapmaması b. Balkan halklarının bağımsızlığını engellemek c. Osmanlı’nın Girit’i kontrol altına alması d. Makedonya’daki çete eylemlerini kontrol etme başarısı gösteren Osmanlı Devleti’ne Avrupalı devletlerin baskısı e. Osmanlı’nın Kars, Batum ve Ardahan’ı elden çıkarması 10. II. Meşrutiyetin ilanından sonra görevi sona eren Rumeli Genel Müfettişi aşağıdakilerden hangisidir? a. Hüseyin Avni Paşa b. Hüseyin Hüsameddin Paşa c. Hüseyin Kamil Paşa d. Hüseyin Hilmi Paşa e. Derviş Paşa 1. b Yanıtınız yanlış ise “Osmanlı-Yunan Savaşı” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 2. d Yanıtınız yanlış ise “Osmanlı-Yunan Savaşı” ve “Girit Sorunu” konularını yeniden gözden geçiriniz. 3. e Yanıtınız yanlış ise “Osmanlı-Yunan Savaşı” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 4. a Yanıtınız yanlış ise “Osmanlı-Yunan Savaşı’nın Başlaması” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 5. c Yanıtınız yanlış ise “Osmanlı-Yunan Savaşı’nın Başlaması” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 6. a Yanıtınız yanlış ise “İstanbul Konferansı: Yunanistan-Osmanlı Barışı” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 7. d Yanıtınız yanlış ise “Makedonya Sorunu” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 8. e Yanıtınız yanlış ise “Büyük Devletlerin Makedonya Politikaları” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 9. d Yanıtınız yanlış ise “Osmanlı Devleti’nin Makedonya Sorununu Kontrol Çabaları” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 10. d Yanıtınız yanlış ise “Osmanlı Devleti’nin Makedonya Sorununu Kontrol Çabaları” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Sıra Sizde 1 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı özellikle Dömeke Meydan Savaşı, Osmanlı tarafının açık bir zaferiyle sonuçlandı. Böylece Osmanlı Devleti psikolojik bir zafer elde etti ve kendi topraklarını savaşarak muhafaza edeceği hissini hem kendi toplumuna hem de üçüncü devletlere göstermiş oldu. Bu şekilde, kısmen “hasta adam” imajını da kaldırdı. Diğer taraftan, Osmanlı Devleti’nin savaş başlamadan önce gösterdiği diplomasi başarılı oldu. Ancak, ateşkes sonrası masa başında aynı başarı sağlanamadı. Bunun temel sebebi, Batılı devletlerin Yunanistan’a topyekûn sahip çıkmalarıydı. Osmanlı Devleti, savaş esnasında elde ettiği yerleri iade etmek zorunda kaldı. Ancak, Teselya bölgesinde bazı stratejik bölgelerin Osmanlı Devleti’ne bırakılması gibi göstermelik toprak terki söz konusu oldu. Girit yüzünden çıkan bu savaşın sonunda imzalanan antlaşmada, Girit ile ilgili hiç bir madde yoktu. Bu, Yunanistan’ı açıkça koruma anlamına geliyordu. Yunanistan, Osmanlı Devleti’ne savaş tazminatı 5. Ünite - Osmanlı-Yunan Savaşı ve Balkanlarda Sorunlar 123 ödemeyi kabul etti. Alınan savaş tazminatı, Osmanlı Devleti’nin harcadığının beşte üçü kadardı. Yunanistan, büyük devletlerin Osmanlı Devleti’ne baskısıyla, büyük bir darbe yemekten kolayca kurtulmuştu. Sıra Sizde 2 Yunanistan’ın bağımsız bir devlet haline gelmesinde Rusya, İngiltere ve Fransa’nın ciddi katkıları vardı. Rusya açısından Ortodoks Yunanistan’ın desteği, Panslavizm politikası noktasından ve Avrupa devletlerinin Yunan medeniyetini önemsemeleri konusundaki rekabete katılması bakımından önemliydi. Ayrıca, sıcak sulara inme politikasını her zaman gündemde tutan Ruslar için Yunanistan’a destek olmak gerekliydi. Osmanlı’nın toprak bütünlüğünü Yunanistan lehine bozacak her gelişme Rusya için yeni bir fırsattı. Dolayısıyla Girit’in Yunanistan’a ilhakı her bakımdan Osmanlı’yı zayıflatacağından, bu meselenin Yunanistan’ın lehine sonuçlanması Rusya için büyük önem taşıyordu. Sıra Sizde 3 1897 Osmanlı-Yunan savaşı adadaki Rum ahalinin Yunanistan’a katılma isteği ve Yunanistan’ın adaya asker ve gönüllü sevki yüzünden çıkmış ve Osmanlı Devleti’nin mutlak galibiyeti ile sonra ermişti. Ancak Teselya bölgesinde cereyan eden savaşın Girit’e yansıması farklı oldu. Atina’yı bile kaybetme noktasına gelen Yunanistan, tamamen teslim olduktan sonra büyük devletlerin desteğini alarak antlaşma masasına oturdu. Burada, sürekli oldu-bitti ve yanlı müzakereler neticesinde, kayda değer hiçbir şey kaybetmediği gibi Girit’te önemli kazançlar da sağladı. Adadan Osmanlı askeri çekildi. Yunan Prens, genel vali tayin edildi. Adaya otonomi verildi. Aynı yıllarda, Osmanlı Devleti içinde, özellikle de Anadolu’da yoğun Ermeni olayları vuku bulmaktaydı. Adada istenmeyen bu olaylar olurken, askeri, mali ve idari açıdan da Girit meselesi büyük mesele olması bir yana öncelik sıralamasındaki yerini değiştirdi. Anadolu’ya ağırlık veren bir iç ve dış politika sürdürüldüğü için Girit konusunda tavizler verildi. Osmanlı Devleti açısından adadaki Müslüman halkın göç etmesi ve iskan sorunları öne çıktı. Girit Sorununun başından itibaren orada yaşayan Müslüman ahali göçe zorlandı. Baskı ve şiddet arttıkça göçler de artmaya başladı. Hukukî haklarının hiçbirini elde edemeden, mal varlıklarını terk eden Müslüman halk, akın akın Anadolu’ya doğru göç etti. Bulabildikleri imkanlar ile on binlerce Müslüman kendini Anadolu kıyılarına atıyordu. Bu kaçış, büyük ölçüde İzmir ve Aydın’a doğru oldu. Ancak imkân bulanlar da deniz yoluyla Trablusgarp’a kaçtı. Osmanlı Devleti’nin kurduğu Muhacirîn Komisyonu bu sorunla ilgilendi. Ancak bu durumun doğurduğu parçalanmış aileler ve mülkiyet sorunları hiçbir zaman tamamen çözülemedi. Sıra Sizde 4 1878 Berlin antlaşmasına göre Bulgaristan, sınırları küçültülerek üç bölgeye ayrılmıştı: Birinci bölge, Bulgaristan adıyla Osmanlı Devletine vergi veren bir prenslik yapıldı. İkinci bölge, Doğu Rumeli ve Üçüncü bölge ise Makedonya idi. Doğu Rumeli ve Makedonya da ıslahat yapılmak şartıyla Osmanlı Devleti’ne bağlı oldu. Osmanlı Devleti’nin kullandığı tabirle Rumeli bölgesi (Selanik, Manastır, Kosova gibi önemli büyük şehirler) bugünkü Makedonya’nın olduğu bölgedir. Bulgar Prensliği’nin Osmanlı Devleti’nin elinde olmasından rahatsız olan Rusya, Bulgarları kışkırtarak Doğu Rumeli ile Bulgaristan’ın birleşmesi ve Rusya’ya bağlanmaları için harekete geçti. Nitekim Doğu Rumeli’deki Bulgarlar, 1885 yılında geniş çaplı bir isyan başlatarak Bulgar Prensliğine bağlandıklarını ilan ettiler. Alman Prensi Ferdinand da, Bulgaristan Prensliği’nin tacını taktı. Böylece, Bulgaristan devletinin temeli atıldı. Osmanlı Devleti bu oldu-bitti karşısında bir şey yapamadı. Aynı durum, Makedonya’da yapılmak istendi. Ancak Makedonya üzerinde tüm bölge devletleri ve Yunanistan’ın da gözü vardı. Bu yüzden, Makedonya’da çeşitli örgütler de faaliyet gösteriyorlardı. Bu ayrılıkçı örgütler, soruna taraf unsurların tamamından destek görüyordu. Kendi aralarında iktidar mücadelesi olsa bile Makedonya bölgesi konusunda birleşiyorlardı. Örgütler, 1890’lı yıllardan itibaren silahlı mücadeleye başladılar. Doğu Rumeli, Ermeni ve Girit olayları, Makedonya’yı doğrudan etkiledi. Makedonya’da gelişen hadiseler sonucunda aldığı tedbirler üzerine, Osmanlı Devleti Avrupalı devletler tarafından uyarıldı. Kaçınılmaz olarak bu uyarı, bölgedeki ayrılıkçı çete ve isyancıları körükleyen bir etki yaptı
.Sıra Sizde 5 Osmanlı Devleti’nce Hüseyin Hilmi Paşa’nın Rumeli Genel Müfettişliğine tayin edilmesi ve Makedonya bölgesine uygulanacak reform paketi, Avrupalı devletleri pek de memnun etmemişti. Çünkü, hemen ardından yapılan görüşmelerde Rusya ve Avusturya “Viyana tasarısı” veya “Viyana Reform programı” diye bir programla Avrupalı müdahale hakkı sağlamak istediler. 21 Şubat 1903’te Babıali’ye sunulan Bu ıslahatlardan bir kısmı, Osmanlı Devleti’nin askeri müdahalesine belirli sınırlamalar getiriyordu: Avrupa devletlerinin denetiminde bir genel müfettiş atanması, genel af ilanı, polis ve jandarmanın yabancı uzmanlar tarafından eğitimi, asayiş kuvvetlerinin ve kır bekçilerinin Müslüman ve Hıristiyanların nüfus oranına göre tayini gibi maddeleri içeriyordu. Buna rağmen program, bölgede istikrarı sağlamak isteyen II. Abdülhamid tarafından kabul edildi. Ancak, 2 Ağustos 1903’te Manastır’da “İlinden Ayaklanması” adıyla bilinen büyük bir ayaklanma çıktı. Başarılı olamayan bu ayaklanma hareketlerinde en önemli gelişme Kruşova’da oldu. Bağımsızlık yanlıları Kruşova’da bir meclis kurduklarını ve bir hükümet seçtiklerini ilan ettiler. On günlük ömrü olan bu girişim de bastırıldı. Ancak, Makedonya sorunu Avrupa diplomasisinde en öncelikli konu haline geldi. Osmanlı Devleti bölgede kontrolü sağlamış olsa bile, 1903 yılı Eylül ayı sonlarında Rus Çarı II. Nikola ve Avusturya Macaristan İmparatoru Franz Josef, Viyana yakınlarındaki Mürzsteg kentinde buluşarak aralarında olmayan İngiltere, Fransa ve İtalya’nın da bölgesel çıkarlarını gözeten bir antlaşmaya imza attılar. Çok yönlü çıkarları yansıtan, siyasi ve askeri açılardan vesayetler içeren ve çok sayıda muğlak ifadeleri barındıran bu antlaşmanın maddeleri, Osmanlı Devleti tarafından içtenlikle uygulanmak istenmedi. Rumeli Genel Müfettişi Hüseyin Hilmi Paşa, II. Meşrutiyet’in ilanına kadar görevini başarıyla yerine getirdi. Ancak değişen şartlar, Balkan Savaşları sonunda diğer yerlerle birlikte Makedonya’nın da Osmanlı Devleti’nden ayrılmasına yol açtı. Adanır, Fikret, (2001). Makedonya Sorunu: Oluşumu ve 1908’e Kadar Gelişimi, (Çev. İhsan Catay), İstanbul. Adıyeke, Nükhet, (1993). “Osmanlı Kaynaklarına Göre Türk-Yunan İlişkilerinde Girit Sorunu (1896)”, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, I/3, İzmir, s. 335-346. Armaoğlu, Fahir, (1997). 19. Yüzyıl Siyasi Tarihi (1789- 1914), Ankara. Gencer, Ali İhsan, (1991). “Ayastefanos Antlaşması”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), Cilt IV, İstanbul, s. 225. Hacısalihoğlu, Mehmet, “Makedonya”, DİA, c. XXVII, Ankara, 2003, s. 437-444. Hatipoğlu, Murat M., (1999). “1897 Osmanlı-Yunan Harbi ve Yunanistan’ın Makedonya Politikası (1897-1913)”, Osmanlı II, (Ed: Güler Eren) s.306- 313. Ankara. Hülagü, Metin, (2008). Osmanlı Yunan Savaşı: Abdülhamid’in Zaferi. İstanbul. Jelavich, Barbara, (2006). Balkan Tarihi I-II, İstanbul. Jorga, Nikola, (2005). Osmanlı İmparatorluğu Tarihi V, İstanbul. Karatay, Osman-Gökdağ, Bilgehan (editörler), (2007). Balkanlar El Kitabı I, Ankara. Kutlu, Sacit, (2007). Milliyetçilik ve Emperyalizm Yüzyılında Balkanlar ve Osmanlı Devleti, İstanbul. Mecmua-i Muahedat, Ceride-i Askeriye Matbaası, İstanbul, (1294-1298). Mufassal Osmanlı Tarihi, (1962). Cilt VI, İstanbul. Sander, Oral, (2009). Siyasi Tarih, İlkçağlardan-1918’e, Ankara. Shaw, Stanford J. - Shaw, Ezel Kural, (2000). Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye 1808-1975, (Çev. Mehmet Harmancı), cilt II, İstanbul. Stephen J. Lee, (2002). Avrupa Tarihinden Kesitler 1789-1980, Ankara. Tokay, Gül, (1996). Makedonya Sorunu: Jön Türk İhtilalinin Kökenleri, 1903-1908, İstanbul. Tukin, Cemal, (1945). “Osmanlı İmparatorluğu’nda Girit İsyanları, 1821 Yılına Kadar Girit”, Belleten, IX/34, s. 163-206. ——————, (1996). “Girit”, DİA, XIV, İstanbul, s. 85- 93. 6 Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; Büyük Güçlerin Osmanlı politikalarını açıklayabilecek, II. Abdülhamid’in dış politikasının araçlarını tanımlayabilecek, Osmanlı Devleti’nin dış politikadaki alternatif arayışlarını çözümleyebilecek, Osmanlı-Alman yakınlaşmasının sonuçlarını açıklayabileceksiniz. Anahtar Kavramlar • Avrupa’da İttifaklar • Avrupa Uyumu • Diplomaside Süreklilik • Hilafet • Matbuat-i Ecnebiye • Amerika • Japonya • Almanya • Bağdat Demiryolu İçindekiler Osmanlı Tarihi (1876-1918) Dış Politika’da Zor Yıllar: II. Abdülhamid’in Dış Politikası • BÜYÜK GÜÇLER VE OSMANLI DEVLETİ • DIŞ POLİTİKADA ALTERNATİF ARAYIŞLAR • ALMANYA İLE ORTAK YATIRIMLAR: BERLİN-BAĞDAT DEMİR YOLU PROJESİ OSMANLI TARİHİ (1876-1918) BÜYÜK GÜÇLER VE OSMANLI DEVLETİ Ondokuzuncu Yüzyıl Diplomasisine Bakış Osmanlı Devleti Ondokuzuncu Yüzyıla sıkıntılı girmişti. 1798 yılında Napolyon’un Osmanlı Devleti’nin en önemli topraklarından biri olan Mısır ve ardından Suriye’yi işgal girişimi, Osmanlı diplomasisinde yeni bir dönemi başlatmıştır. O tarihe kadar yabancı devletler ile ittifak yapma konusunda isteksiz duran, büyük zorunluluk olmadıkça hiç yanaşmayan Osmanlı devleti artık ittifakların içine girmek mecburiyetinde kaldı. Topraklarını tahliye etmek için geleneksel politikalarından vazgeçerek İngiliz ve Ruslar ile “üçlü ittifak”a rıza gösterdi. Bu süreç Osmanlı Devleti’nin 19. Yüzyıl boyunca dış müdahaleye açık hale gelmesine sebep oldu. Osmanlı Devleti’nin “kadim dost/eski dost”u olan Fransa, Osmanlı politikalarında devre dışı kaldı. Kısa süre İngilizler ile Ruslar birlikte; uzun süre de İngilizler Osmanlı diplomasisinde ön plana çıktı. Devletler bazen baskılar, bazen savaş tehdidi veya ittifaklar ile ondokuzuncu yüzyıl boyunca Osmanlı dış politikasına etki etmeye çalıştılar. Bu da hem Balkanlar’da ve hem de Kuzey Afrika’da toprak kayıplarına neden oldu. Ayrıca Balkanlarda milliyetçi ayaklanmalar; Cebel-i Lübnan örneğinde olduğu gibi kimi yerlerde de imtiyazlı statüler meydana getirdi. Diğer taraftan 1815 Viyana Kongresi’nden itibaren Avrupa’nın kendi içinde de yeni bir dönem başladı. Avrupa’nın eski dönem diplomasisi yani ittifaklar sistemi de dönüştü. Büyük devletlerin kendi veya daha küçük devletleri de yanlarına çekerek yaptıkları, saldırı veya savunma amaçlı mutabakat ya da anlaşmalara ittifak denilmekteydi ve eski Avrupa siyasetini temsil ediyordu. Viyana Kongresi’nden 1873 yılına kadar bu türden ittifaklar yapılmadı. Bu süreçte Avrupa iç sorunlara, ihtilallere, kısmen de ikili mücadelelere veya Almanya’da, İtalya’da oluşan birliklere sahne oldu. Bu dönemde eski “ittifaklar sistemi” yerine statükoyu korumayı amaçlayan “Avrupa Uyumu” diye isimlendirilen bir işbirliği ve istişare süreci başladı. Kırım Savaşı sırasında Osmanlı Devleti’nin Rusya’ya karşı desteklenmesi ve 1856 Paris anlaşması ile neticelenmesi Avrupa Uyumu’nun en güzel örneklerindendir. Avrupalılar bir taraftan içe dönük statükoyu koruma gayretleri göstermelerine rağmen ondokuzuncu yüzyılda “büyük devlet” olma şartının hala Asya ve Afrika’da sömürge edinmelerine bağlı olduğunu düşünüyorlardı. Özellikle Almanya’nın Avrupa’da bir güç olarak ortaya çıkmasından sonra sömürge yarışı hızlandı ve aralarındaki rekabetlerin daha da artmasına neden oldu. Bu da o güne kadar pek görülmeyen aşağıdaki yeni bir süreci “bloklaşmaları” meydana getirdi. Dış Politika’da Zor Yıllar: II. Abdülhamid’in Dış Politikası 128 Osmanlı Tarihi (1876-1918) • 1873 yılındaAvusturya, Rusya veAlmanya’nın oluşturduğu “Üç İmparator Ligi”. • 1879 tarihinde Almanya- Avusturya ikili ittifakı. • 1881-1887 yılları arasında Avusturya-Almanya-İtalya üçlü ittifakı. • 1887 yılında Rusya-Almanya ittifakı. • 1892 yılında Fransız-Rus ittifakı. Görüldüğü gibi İngiltere hariç bütün devletler kısa ve uzun süreli bloklar oluşturmuşlardır. Rus-Fransız İttifakı 1914 yılına kadar süren en uzun ittifak olacak ve o tarihte İngiltere’nin de katılması ile savaşın “itilaf gücünü” oluşturacaktır. Bu süreç içinde ittifaklar sadece yukarıdakiler ile sınırlı kalmadı. Büyük devletler ile daha küçük devletler ya da Avrupalı devletler ile Avrupa dışı güçler arasında da savunma ve işbirliklerine dayalı anlaşmalar oluştu. Söz gelimi Avusturya 1881 yılında Sırbistan, 1884 yılında da Romanya ile anlaşmalar yaptı. İngiltere zaman zaman Avrupa devletleri ile ittifak denemelerine girdi ise de sonuç alamadı. Bu süreçte dikkati çeken en önemli ittifakı, 1878 yılında Osmanlı Devleti ile Kıbrıs Anlaşması, 1902 yılında da içeriği itibarı ile Rusya’ya karşı Japonya ile yaptığı ittifaktır. Hatta bu ittifakın Rus Japon Savaşı’nı (1904-1905) kışkırttığı da söylenebilir. Bütün bu gelişmelerin o sıralarda dünyanın en büyük fiziki imparatorluklarından birisi olan Osmanlı Devleti’ni etkilememesi mümkün değildi. Hatta denilebilir ki, özellikle 1878 Berlin anlaşmasından sonra bütün bloklaşma ve uzaklaşmalarda “şark meselesi/doğu sorunu” yani Osmanlı topraklarının paylaşımı problemi diploması masalarının ana konusuydu. Zira Osmanlı Devleti bu yüzyılda da Avrupa, Asya ve Afrika’da geniş topraklara sahip olduğu gibi, dünyanın en zengin dini ve etnik çeşitliliğine de sahipti. Müslüman Türkler, Araplar, Kürtler, Çerkezler, Arnavutlar ve Boşnakların yanı sıra Ortodoks Hıristiyan olarak Rumlar, Bulgarlar, Sırplar, Romenler de Osmanlı vatandaşları idi. Ayrıca Gregoryen ve Katolik Ermeniler, Katolik Marunîler ile Hırvatlar imparatorluk dahilinde önemli bir yekûnu oluşturuyorlardı. Bunu dışında yine Osmanlı vatandaşı olan, İspanya göçmeni Sefarad Yahudileri ile Arapça konuşan Yahudi guruplar da bulunmaktaydı. Bu dini ve etnik çeşitlilik burada sayılmayan diğer heterodoks Müslüman ve Hıristiyan guruplar ile daha da büyümekteydi. Güçlü bir devlet için zenginlik olarak algılanacak bu durum, zayıflamış Osmanlı Devleti için problem oluşturmaya başladı. Özellikle Tanzimatla birlikte alınan siyasi tedbirler bütünleşmeyi sağlamak yerine, dış müdahaleler yüzünden unsurlar arasındaki mesafeyi gittikçe arttırdı. Zira her gurup menfaatlerine göre dış bir hami bulmakta; ya da Osmanlı Devleti’nde menfaati olan devletler, bu gurupları himaye etmek bahanesi ile baskı ve müdahale uygulamaktaydı. Resim 6.1 II. Abdülhamid’in el yazısı, arması ve imzası Kaynak: Mufassal Osmanlı Tarihi 6. Ünite - Dış Politika’da Zor Yıllar: II. Abdülhamid’in Dış Politikası 129 II. Abdülhamid’in Dış Politika Prensipleri II. Abdülhamid tahta geçtiğinde Osmanlı Devleti savaş halinde idi (Osmanlı-Sırbistan, Karadağ Savaşı). Bu savaşın sorumlusu olmamasına rağmen uluslar arası sistem Osmanlı Devleti’ne hiç beklemediği teklifler ile yaklaştı. Bu ilk tecrübe yeni Padişah’ın hiçbir tarafa dayanmadan bir denge politikası izlemesi gerektiğini öğretti. Gerçi bu siyaset III. Selim’den itibaren devletin zaman zaman başvurduğu bir siyaset idi. Fakat “Avrupa Uyumu” ile eş zamanlı olan bu süreçte Osmanlı Devleti uluslar arası sistemden dışlandı ve çoğu kere onu yalnız bıraktı. Osmanlı Devlet adamlarının çoğu diplomasının “harici muin/dışarıdan yardımcı” ile sürdürülmesinin mümkün olmadığını düşünüyordu. Zira Ondokuzuncu yüzyılın başından 1870’lere kadar Osmanlı Devleti’nin dayanabileceği iki devlet vardı: İngiltere ve Rusya. İkisi de farklı dönemlerde denendi ama istenilen sonuç alınmadı. Özellikle İngiltere’nin sözde desteğine rağmen gerek İstanbul Konferansı’nın ve gerekse Osmanlı-Rus Savaşı sonrasında yapılan 1878 Berlin Anlaşması’nın sonuçları gösterdi ki bu politika, yanı dengeyi sadece bir devlete dayanarak yürütmek işe yaramamaktadır. Nitekim 1856’dan beri Osmanlı toprak bütünlüğünü savunan devletler 1871 den sonra duruma göre pozisyon almakta ve her biri doğu sorunundan kendilerine pay çıkarma arayışındaydı. II. Abdülhamid hem devletin içinde bulunduğu durumu ve hem de eski müttefiklerin aldıkları pozisyonları dikkate alarak, gelenekçi çizgide ama şartlara göre şekillenebilen yeni bir dış politika takip etmeli idi. Bu çerçevede onun döneminde (1876-1909) dış politikada takip edilen prensipleri şöyle sıralamak mümkündür. Bloklardan Uzak Durup, Tarafsız Kalmak: Daha önce de söylendiği gibi Avrupa siyaseti, İttifaklardan Avrupa Uyumuna, buradan da Bloklaşma sürecine girdi. II. Abdülhamid mümkün olduğunca bu savunma ittifaklarından/bloklarından uzak durarak devletler ile ilişkileri ihtiyaca göre ve daha ziyade ikili ilişkiler şeklinde yürütmeyi tercih etti. Barış zamanlarında her hangi bir blok veya ittifaka girmeyerek, “hareket özgürlüğü” sağladı ve “diplomasiyi sürekli” kıldı. Bu siyaset ile devleti başka bir gücün altına sokmamayı ve sürekli gündemde olan paylaşım politikalarını tahrik etmemeyi hedefliyordu. Aynı şekilde “kutuplaşmalardan” da uzak duruyordu. Zira böyle bir durumda ilişkilerin nereye varacağı meçhuldü. Herhangi bir kutupta yer alması, başka bir devlet veya ittifak tarafından kendisine yöneltilmiş bir tehdit olarak algılanabilirdi. Bu da yeni bir savaşın başlaması anlamını taşıyordu. Bu yüzden dış politikasında “gerçekçi” olan II. Abdülhamid, zaman zaman devletin aleyhinde tavizler ve kayıplar ile sonuçlansa da gereksiz maceraya atılmaktan hep uzak durdu. Devletler Arası Rekabetlerden İstifade Etmek: II. Abdülhamid denge politikası takip etmekle birlikte, barış zamanlarında başka devletler ile de ittifak yapabileceğini zaman zaman ima etmesi Avrupalı devletler tarafından da kaygı ile karşılanmaktaydı. Bu kaygıları gözlemleyen II. Abdülhamid de bunu siyasi bir enstrüman olarak kullandı. Osmanlı topraklarına yönelmiş paylaşım arzuları ve bu konudaki rekabeti birbirine karşı kullanarak devletin ömrünü uzattı. Örneğin İngiltere’nin Osmanlı toprak bütünlüğünü koruma politikalarından vazgeçmesi üzerine Rusya ile dostluk kurmayı denedi. Doğrudan ittifaka varan dostluk kurulmadı ise de ikili ilişkiler uzun süre istikrarını korudu. Mısır meselesinde İngiltere ile rekabet eden Fransa’yı öne çıkardı. Bu siyaset tamamen karşı tarafın algısına dayalı, ilginç ve o devirde yeni bir politika idi. Aslında 1880’lerden sonra Almanya dışında Osmanlı Devleti’nin yakınlaşabileceği bir güç olmamakla birlikte; II. Abdülhamd’in propagandası Avrupalı devletleri hep endişelendirdi. Böylece O, devletin diplomatik yalnızlığını gizleyerek, Avrupalı güçlerin daha cesur girişimlerini önledi. Avrupa 130 Osmanlı Tarihi (1876-1918) devletleri arasında süren paylaşım kavgası devam ettikçe, barış zamanlarının dışında herhangi bir devletle ittifak yapma ihtimalini daima açık bıraktı. Bununla birlikte II. Abdülhamid, daha ziyade iç düzenlemeler yapmaya ve askeri alanda güçlenmeye önem verdi. Böylece hem devletin istikrarı sağlanacak ve hem de Avrupa devletleri karşısında açık bir pozisyona düşmesi önlenecekti. Gerçekte Avrupa devletleri de Osmanlı Devleti ile ittifaktan kaçınmaktaydılar. Zira savaştan çıkmış, Kıbrıs Konvansiyonu ve Berlin Anlaşması (1878) ile dış dengelerisarsılmış Osmanlı Devleti ile yapılacak askeri ittifaklar kendileri için de tehlike arz ediyordu. Savaştan Uzak, Diplomasi ve Savunma Eksenli Politika Yürütmek: Bu dönemin en belirgin özelliği hiç şüphesiz son savaşın (1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı) açtığı yaralar ve savunma boşlukları idi. Balkanlar’dan Basra körfezine, buradan Kızıldeniz’e kadar geniş bir alanda yer alan Osmanlı Devleti’nin birçok yeri savunmasız ve saldırıya açıktı. Yeterli sayıda asker, karakol gemileri vs. bulunmuyordu. Daha önce de belirtildiği gibi Almanya hariç Avrupa devletlerinin paylaşım planları ortadaydı. Bu durum karşısında alınacak en uygun tedbir, savaştan uzak durarak, savunma tedbirlerine başvurmaktı. Bu maksatla askeri yatırımlara hız verildi, modern askeri okullar açıldı, silah sistemi yenilendi, Çanakkale, Trablusgarp ve benzeri stratejik yerlerde güçlü istihkâmlar yaptırıldı. Bu arada iç güvenliğin sağlanmasına dönük tedbirler alındı. Özellikle Doğu Anadolu, Trablusgarp ve Yemen’de kurulan Hamidiye Alayları, hem devletin gücünü hissettirdi hem de güvenliğin sağlanmasına önemli katkılar sağladı. Bütün bu tedbirlere rağmen mümkün mertebe askeri güç kullanmaktan kaçınan II. Abdülhamid, Tunus’un Fransızlar; Mısır’ın İngilizler tarafından işgali karşısında savaş yerine diplomasiyi yeğledi. Aynı şekilde 1885’te Doğu Rumeli meselesinde de askeri seçeneği kullanmadı. Fakat takip edilen diplomasi de bu toprakların fiilen işgal altına girmesini önleyemedi. Bu kayıpları, daha fazla kayıpların olmaması uğruna sineye çekti. Bunun tek istisnası 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı’dır. Yunanlıların adalarda Müslüman Türk unsuruna karşı giriştikleri baskı, zulüm hatta katliamlar karşısında kayıtsız kalınması, II. Abdülhamid’in hem merkeziyetçi ve hem de hilafet politikalarına aykırıydı. Ayrıca bu savaş bir noktada uzun zamandır Almanların katkısıyla modernleştirilen Osmanlı ordusunun da denenmesi anlamını taşıyordu. Nitekim bu ordu savaş meydanında zafer elde etti, fakat savaşın sonunda Osmanlı hükümeti diplomaside bu zaferi sürdüremedi. İç ve Dış Politikayı Birlikte Yürütmek: 1880’lerden sonra Osmanlı iç politika uygulamaları da II. Abdülhamid’in karakterine uyumlu hale getirildi. II. Abdülhamid Osmanlı-Rus Savaşı’nın akabinde parlamentonun tatil ederek mutlak monarşiye ve muhafazakâr iç politikalara geri döndü. Hükümet ve bürokrasi üzerinde mutlak hâkimiyet kurarak, bu yolla dış politikayı da bizzat kendisi ele aldı. Hükümetin iç ve dış işlerine dair bütün uygulamalarına en ince teferruatlarına kadar karıştı ve yönlendirdi. Bu maksatla Yıldız sarayında oluşturduğu uzmanlar gurubundan ve tecrübeli devlet adamlarından yararlandı. Her ne kadar yönetimde mutlakıyeti esas aldı ise de her konuda danışmanlarından raporlar istedi. Özellikle içerde dış müdahaleye sebep olacak olaylardan kaçındı ve böylesi durumlarda, sadrazam veya kabineyi değiştirerek dış dünyaya mesaj verip mümkün olduğunca müdahaleleri en aza indirdi. O, aynı zamanda merkeziyetçi bir padişah idi. Bu yüzden içeride bu doğrultuda düzenlemelere önem verirken dışarıdan gelen adem-i merkeziyet talep ve baskılarına karşı direndi. Bu sonucu doğuracak reform taleplerini daima şüphe ile karşıladı. Taşra vilayetlerinde, dış müdahaleye meydan verebilecek hiçbir uygulamaya izin vermediği gibi, yöneticilerini de sıkı takip etti. Menfaatleri gereği merkezden bağımsız hareket etmek isteyen ve dış müdahaleye sebep olabilecek kimi taşra 6. Ünite - Dış Politika’da Zor Yıllar: II. Abdülhamid’in Dış Politikası 131 eşrafını, kabile/aşiret liderlerini genellikle gayr-i resmi bazen de resmi olarak idarî işlerin içine alıp (kendilerine kaymakamlık, mutasarrıflık gibi bazı görevler vererek), muhalefetlerini önledi. Ayrıca onlara sunduğu imkânlar ve ödüller (maaş, nişan ve hil’at gibi) sayesinde merkez ile bütünleşmelerini sağlayıp yabancılar ile muhtemel ilişkilerini önledi. Halkın üzerinde nüfuzu olan şeyh ve dini liderleri yakınında bulundurdu. Ancak geniş imparatorluk sınırlarının her tarafında aynı başarıyı sağlayamadı. Hatta kıskançlıkların ve yerel rekabetlerin doğmasına vesile oldu. Böylece kimi yerlerde bu politika tam tersi sonuçlar doğurdu ve dış müdahalelere imkân verecek olaylar meydana geldi. 20. Yüzyılın hemen başında Basra Körfezi’nde İbn Reşid-Kuveyt Şeyhi Mübarek el Sabah arasındaki gerginlik ve İngilizlerin ikincisine sahip çıkma girişimleri buna örnektir. Osmanlı borçlanmasının yarattığı felaketler ve Duyun-i Umûmiye idaresinin kurulup (1881), adeta Osmanlı maliyesini rehin alması II. Abdülhamid’i mali konularda da ihtiyatlı davranmaya itti. 1875 yılında yaşandığı gibi yeni bir mali iflas, devletin bağımsızlığını zedeleyecekti ve bu yüzden olabildiğince borçlanmadan uzak durdu. Yabancılara iktisadi imtiyazlar verirken de seçici davrandı. İngiliz sermayesine aynı zamanda Osmanlı Devleti’nin üzerinde İngiliz nüfuzunu da arttıracağı düşüncesi ile sıcak bakmaz iken, Alman sermayesinin Osmanlı topraklarında yatırım yapması için gayret gösterdi. Yaptığı anlaşmalar ile dış ticarette yeni alanlar belirlemeye çalıştı. II. Abdülhamid’in dış politika prensipleri hangi şartlardan doğmuştur? Hilafet Politikaları 1876 yılında ilan edilen ilk Osmanlı Anayasası, idarî sisteme pek çok yenilikler getirmesinin yanında; II. Abdülhamid’in “İslam Birliği” siyasetinin işaretlerini de veriyordu. 1517 yılında Osmanlıların Mısır’ı idarelerine alması ile Osmanlı Sultanı, güçlü olmanın verdiği bir hakla bütün Müslümanların hamisi ve “halifesi” kabul edildi. Ancak Osmanlı Sultanları onsekizinci yüzyılın son çeyreğine kadar buna özel bir vurgu yapmaya ihtiyaç duymadı. Zira Müslüman dünyasının en güçlü hakimi idiler ve sınırlı bazı mezhep gurupları dışında bütün Müslümanlar tarafından zaten “halife” olarak benimseniyorlardı. Sultanların resmi yazışmaları dışında devletler ile ilişkilerinde ayrıca bunu hatırlatmalarına ihtiyaçları yoktu. Ancak Rusya ile Osmanlı Devleti arasında yapılan 1774 Küçük Kaynarca anlaşması ile ilk kez hilafet, Müslüman bir devlet ile Hıristiyan bir devlet arasında imzalanan uluslar arası bir belgeye girdi ve uluslararası hukukta yerini aldı. Bunun başlıca nedeni, savaşta galibiyet elde eden Rusların Osmanlı idaresindeki Ortodoksları himaye girişimleri karşısında; Osmanlılar da, halifelik makamıyla Rus hâkimiyeti altındaki Müslümanların hamiliğini üstlenerek bir denge oluşturmaktı. Osmanlı Sultanları bu tarihten sonra devletin zayıflamasına paralel olarak, gerek içerde birlikteliği ve gerekse dışarıdaki Müslümanlar ile dayanışmayı sağlamak adına hilafete sık sık vurgu yapmaya başlamışlardı. Bu durum 1876 anayasasına konulan maddeler ile de teyit edildi. Osmanlı anayasasına konan üç ve dördüncü maddeler, Osmanlı Sultanı’nın, Osmanlı tebaasının padişahı ve aynı zamanda da bütün Müslümanların da halifesi olduğunu öngörmekteydi. Anayasaya konan bu maddeler ile hem Osmanlı hâkimiyetinde ve hem de İngilizler başta olmak üzere başka güçlerin hâkimiyetindeki Müslümanların milliyetçi duygular yerine, dinî duyguları harekete geçirilmesi amaçlandı. Başka bir ifade ile 19. Yüzyılda her tarafta etkili olmaya başlayan “milliyetçilik fikirleri” karşısında, adeta bir “dinî milliyetçilik” düşüncesi ile karşı konulacaktı. 1 132 Osmanlı Tarihi (1876-1918) 19. yüzyıl boyunca, gerek Osmanlı Devleti ve gerekse, diğer bölgelerde yaşayan Müslüman topluluklar yoğun baskı altında idiler. Ayrıca İngilizler, Fransızlar ve Ruslar, Osmanlı vatandaşı olan gayr-i müslimleri Osmanlı idaresine karşı kışkırttıkları gibi kendi müstemlekelerindeki Müslümanlara da ağır baskılar yapıyorlardı. Nitekim bu olumsuz şartlar, İslam’ın doğuşundan itibaren, Müslümanlar arasında birliği emreden düşüncesinin, modern bir yaklaşımla “İslam Birliği Siyaseti”ne dönüşmesini sağladı. İslam Birliği siyasetini sadece II. Abdülhamid’in şahsına bağlamak doğru değildir. Zira bu düşünce kendisinden önce özellikle II. Mahmud, Abdülmecid ve Abdülaziz dönemlerinde de “İttihad-i İslam/İslam Birliği” şeklinde sık sık gündeme geldi. Ancak 1876-1909 yılları arasındaki uygulanış biçimi tamamen II. Abdülhamid’e özgüdür. Sultan II. Abdülhamid bu siyaseti ile şunları hedefliyordu: • 1878 Berlin Kongresi’nden sonra, Osmanlı Devleti’ni bölüşmeye niyetlenen Avrupa devletlerinin kendi müstemlekelerindeki Müslüman tebaaya ilgi göstererek onların Osmanlı hilafetini benimsemelerini sağlamak. Böylece İngiltere, Rusya ve diğer Batılı devletlerinin hâkimiyeti altındaki Müslümanları etkilemek suretiyle, emperyalist güçler üzerinde baskı kurmak. • Anayasa ile teminat altına alınmış “hilafet kurumu” ile hem Osmanlı Devleti dâhilinde ve hem de haricindeki Müslümanlar arasında dayanışmayı, birliği ve yardımlaşmayı sağlamak. Bu politikalar ile sahipsiz kalmadıklarını hisseden Orta-Asya Müslümanları, Osmanlı devletine karşı daima bir muhabbet, hilafet kurumuna da bağlılık göstermişlerdir. Aynı ilgiyi İngilizlerin hâkimiyetindeki Hint Müslümanları da göstermekteydiler. Bunun en güzel örneği, II. Abdülhamid’in tahta geçmesinden kısa bir süre sonra Hint Müslümanları İngiliz kraliçesine sundukları bir dilekçede Osmanlı hilafetine bağlılıklarını ilan etmeleridir. Nitekim bu durumdan etkilenen II. Abdülhamid, bunu Osmanlı gazetelerinde neşrettirdi. Eskiden Osmanlı tebaası iken Fransız işgaline maruz kalan Cezayir ve Tunus Müslümanlarının iltica ettiği yer yine Osmanlı Devleti idi. Diğer taraftan iç kamuoyunda da hilafetin ruhanî otoritesinin yanı sıra dünyevi otoritesinin de önemi tartışılıyordu. Doğal olarak, hem Osmanlı iç kamuoyunda ve hem de Osmanlı hâkimiyeti dışında yaşayan Müslümanlar arasında yeniden önem kazanmaya başlayan hilafet destekli İslam Birliği düşüncesi, batılı yazarlar arasında da geniş yankı bulmaya başladı. Bunların bir kısmı bu siyasetin mahiyetini anlamaya çalışırken; önemli bir kısmı da bu siyasetin Hıristiyan dünya için tehdit oluşturduğunu düşünmekteydi. Saltanatının ilk yıllarında bir anlaşma ile Kıbrıs adasını terketmesi; Fransızlar’ın Tunus’u; İngilizler’in Mısır’ı işgal etmeleri hiç şüphesiz kendi müslüman tebası ve Osmanlı Sultanı’nı halife olarak bilen dışarıdaki müslümanlar arasında II. Abdülhamid’in imajini sarstı. Ancak O, bu durumun etkisinde kalmayarak kısa zamanda imajını düzeltme yollarını aradı ve bunu başardı. II. Abdülhamid kendi çevresinde bulundurmaya özen gösterdiği tekke, cemaat ve etnik guruplara mensup temsilciler aracılığı ile müslüman ve gayri müslim halkı kontrol etti. Bunlara Ebu’l Hüdâ Sayyadi, Şeyh Zafîr, İzzet el Abîd ve Louis Sabuncu gibi isimler örnek olarak verilebilir. Fiilen İngiliz işgaline düştüğü 1882’den itibaren Mısır II. Abdülhamid’e karşı muhalefetin de merkezi haline getirildi. İngilizlerin himayesinde, burada rahatlıkla faaliyet gösteren muhalifler arasında, İngilizler, Fransızlar, Ermeniler, Rumlar, Suriyeli müslüman ve gayr-i müslim gazeteciler yer aldı. Hatta Mısır, “Osmanlı hilafeti” yerine “Arap hilafetini” diriltmek isteyen İngiliz Wilfrid Scawen Blunt’un 6. Ünite - Dış Politika’da Zor Yıllar: II. Abdülhamid’in Dış Politikası 133 faaliyet merkezi oldu. Bu faaliyetler ters tepki doğurdu ve Mısır’da İngilizlere karşı II. Abdülhamid’in politikalarını savunacak Mustafa Kamil gibi liderler ortaya çıktı. Özellikle İngiliz işgalinin kalıcı olduğu anlaşıldıktan sonra Mısır, İslam Birliği siyasetinin adeta ikinci ayağı oldu. Gerek Ezher ulemasının desteği ve gerekse Mısır Fevkalade Komiseri Gazı Ahmet Muhtar Paşa’nın gayretleri ile Mısır’da birçok gazete, II. Abdülhamid ve politikaları lehinde yayınlar yapmaya başladı. Bu da İngilizleri bir hayli korkutmaktaydı. Dış politikada bir araç olarak kullanmakla birlikte gerçekte II. Abdülhamid, İslam Birliği siyasetini Osmanlı hâkimiyetindeki Müslümanlar arasında birlik ve beraberliği sağlamaya dönük olarak geliştirdi. Ancak, Osmanlı sınırları dışında -belki de kendisinin de beklemediği- bir ilgiyi görmesi, onu o bölgelerde de bir takım faaliyetler yapmaya sevk etti. İstanbul’a Orta-Asya’dan, Uzak Doğu’dan gelen tüccar, seyyah ve elçilere özel ilgi gösteren II. Abdülhamid, Hacca gitmek üzere İstanbul’dan geçen Türkistan, Afganistan ve Hindistan hacıları için Buhara ve Hint tekkeleri açtırdı. Özellikle II. Abdülhamid zamanında Buhara, Türkistan hatta Çin’den hac için yola çıkanların ilk uğrak noktası İstanbul idi. İstanbul’da ağırlanan bu insanlar, Abdülhamid’ten aldıkları ihsanlar ve yol giderleri ile hacca gidiyor; dönüşte de tekrar İstanbul’dan geçerek bir kere daha Sultan’ın ihsanlarına nail oluyorlardı. Tabii olarak bu durum da onun ismini Orta-Asya steplerine, Çin’e ve Türkistan şehirlerine ulaştırıyor; adının hutbelerde okunmasına vesile oluyordu. İran, Afganistan, Türkistan, Kaşgar, Hindistan ve Fas gibi, değişik İslam bölgelerinden Hac için her yıl Müslümanların Mekke’ye gelmesini fırsat bilen II. Abdülhamid, yaptırdığı propagandalar ile hilafet nüfuzunu etkili kıldı. Hac yollarının güvenliğine önem verildi, Müslümanların Hac ibadetini huzur içinde yapabilmeleri için dünyanın çeşitli yerlerinden Mekke ve Medine’ye gelen Müslümanların ağırlanması için birçok tedbirler alındı. Misafirhaneler ve konaklama yerleri inşa edildi. Genellikle Rusya, İngiltere gibi hasım devletlerin vatandaşı olan Müslümanlar arasında Osmanlı hilafetinin yaygınlaşan bu nüfuzu, ilgili devletlere baskı aracı olarak kullanıldı. Onlar siyasetlerini belirlerken daima bu faktörü dikkate almak zorunda kaldı. Afganistan, Zengibar, Hindistan hatta Çin’e heyetler, geçici elçiler ve sabit konsoloslar gönderen II. Abdülhamid, oradaki Müslümanların da gönlünü elde etti. O bölgelerde bir takım sembolik yatırımlar yaptı hatta bazı cüzi yardımlar da gönderdi. Aslında, Osmanlı hâkimiyeti dışındaki Müslümanlara maddi yardımlar yapma imkânı bulunmayan II. Abdülhamid, -zannedilenin aksine- onlar üzerinde kurduğu manevi nüfuz sayesinde, onlardan maddi destek sağladı. Nitekim II. Abdülhamid’in İslam Birliği politikalarının en büyük yatırımı olan Hicaz Demiryolu projesi, dünya Müslümanlarının maddi katkıları ile yapıldı. Aynı şekilde Osmanlı Devleti’nin sıkıntıda olduğu değişik dönemlerinde de Hindistan Müslümanları başta olmak üzere pek çok yerden yardım teklifleri ve hatta yardımlar geldi. II. Abdülhamid’in olumlu imajinı doruğa çıkaran Hicaz Demiryolu projesi ve buna paralel olarak takip ettiği İslam Birliği siyaseti idi. Müslümanların o güne kadar birlikte gerçekleştirdikleri en büyük birlik projesi sayesinde O’nun gerek kendi halkı ve gerekse başka ülkelerin hakimiyetinde yaşayan müslümanlar arasında büyük saygı uyandırdı. Bu beklenmedik sonuç Batılıları hem hayrete düşürdü hem de korkuttu. II. Abdülhamid’in özellikle Hindistan Müslümanlarına gösterdiği ilgi ve onların dayanışma arzusunun muhtemel sonuçlarını dikkate alan İngiltere, uzun süre Osmanlı politikalarında daha temkinli hareket etmek zorunda kaldı. Böylece II. Abdülhamid’in kendi siyasetinden beklentisi de gerçekleşti. Londra’da merkezi bulunan Central Asian Society’de 14 Kasım 1906’da Walentine Chirol, T. W. Arnold ve General T. Gordon’un da katıldığı bir toplantı yapıldı. 134 Osmanlı Tarihi (1876-1918) Burada Waletine Chirol’un yaptığı konuşması National Revenue’nün Aralık 1906 tarihli nüshasında da yayınlandı. Söz konusu konuşmasında Walentine Chirole, II. Abdülhamid’in İslam Birliği siyasetinin İngiliz siyasetini zedelediğini vurgulayarak İngiliz menfaatlerinden duyduğu endişeyi dile getirdi. Chirole, konuşmasında II. Abdülhamid’in halife sıfatı ile Afganistan’da ve hatta Şii olan İran Müslümanları üzerindeki saygınlığını anlattıktan sonra O’nun Afganistan ve Hindistan arasındaki anlaşmazlıklarda arabuluculuk yaptığını, Sultanın sarayının Mekke’ye giderken ve dönerken, Afganlı Müslümanlar ile İranlı mollaların uğrak yerleri olduğunu hayretle ifade etti. Chirol, İngilizlerin bu siyaset karşısında duydukları endişeyi şu sözleri ile ifade ediyordu: “Sultan Abdülhamid kendi milletinin tarihini iyi bilmektedir. Son 25 yıldır izlediği iç ve dış politikada İslam’ın manevi otoritesi olduğu ve bu durumdan istifade ettiği anlaşılmaktadır. Hıristiyan âleminin en güçlü ve zorba hükümdarı olan Alman İmparatoru bile Sultan’ı İstanbul’da ziyaret ederek saygılarını sundu. Şam’da kendisini üç yüz milyon Müslüman’ın sadık dostu ilan etti. Diğer taraftan II. Abdülhamid’in İslam Birliği politikalarının en somut delili ve kendisine İstanbul’un Sultanı, Mekke’nin de halifesi unvanını kazandıran en önemli olay, Hicaz Demiryolu’nun inşasıdır. Her ne olursa olsun Hindistan’daki Müslüman halk üzerinde yapılacak dikkatli bir inceleme bile şunu göstermektedir. Hint Müslümanlarının gözünde Osmanlı, İslamiyet’i temsil etmektedir... Meseleyi fazla abartmadan değerlendirecek olursak; Sultan Abdülhamid, Hint Müslümanları tarafından İslamiyet’in temsilcisi “İslam halifesi” olarak kabul edildiğini önemle belirtmek gerekir. Ayrıca, Hindistan’daki Müslüman topluluklar içindeki en aydın ve dürüst kesimin Abdülhamid’i bu şekilde kabul etmesi; güçlenmeden, büyüyüp gelişmeden onlara karşı koymanın zamanının da geldiğini hatırlatmaktadır.” II. Abdülhmid’in İslam Birliği siyaseti özellikle batı literatüründe “Panislamizm” olarak nitelendirilmiştir ki; bu doğru bir tanım değildir. Zira bu tanımlama aynı dönemlerde etkin olan Panslavizm, Pangermenizm gibi akımlara benzetilerek yapılmaktadır. Oysa benzetilen akımların aksine II. Abdülhamid’in İslam Birliği siyaseti, yukarıda anlatıldığı gibi her ne kadar bütün Müslümanlara dönük olsa da, gerçekçi bir yaklaşım sergileyerek Osmanlı torakları dışındaki Müslümanlar üzerinde hiçbir zaman operasyonel bir tavır içinde olmadı. Resim 6.2 Hicaz Demiryolu’ndan bir görüntü 6. Ünite - Dış Politika’da Zor Yıllar: II. Abdülhamid’in Dış Politikası 135 Hilafet politikalarının amacı nedir? Dış Dünya’da Osmanlı İmajının Takibi II. Abdülhamid, Osmanlı imajının dünyada özellikle de Avrupa’da oldukça zedelendiği bir tarihte tahta geçti. Tahta geçmesinden kısa bir süre önce Osmanlı Maliyesi’nin iflası; Şark meselesinin uzun zamandır gündemde olması ve Balkanlar’daki gelişmeler devletin görüntüsünü hayli yıprattı. Kanun-i Esasi’nin ilan edilmesi bile batı kamuoyunda; daha doğrusu kamuoyunu yönlendirenlerin nezdinde hiçbir olumlu tesir meydana getirmedi. Üstelik bu yeni yapılanma içeride de Sultan’ın ve uygulamalarının tartışmaya açılmasına imkân tanıdı. Ayrıca hiç istemediği halde kendini Osmanlı- Rus Savaşı’nın içinde bulan II. Abdülhamid, bu olumsuz görüntüden de nasibini fazlaca aldı. Savaş boyunca yaşanan olaylar ve savaşın sonunda imzalanmak zorunda kalınan Berlin Anlaşması ise Osmanlı Devletini ve dolayısı ile Sultanını yermek için yeterli bir sebep idi. Diğer taraftan Berlin Anlaşması’ndan sonra özellikle merkezden uzak bölgelerde ve dış tesirlere açık olan yerlerde de “gelecek kaygısı” baş gösterdi. Artık, Balkanlarda ve bazı Arap vilayetlerinde geleceklerini “Osmanlı Devleti ile birlikte” sürdürüp sürdüremeyecekleri tartışılıyordu. Bir sultan olarak Abdülhamid, imparatorluğunu kurtarmak veya düzeni sağlamak için bir dizi tedbirler almak zorunda idi. Ancak kendisinden öncekilerden farklı olarak O, siyasete büyük etkisi olan devletin “imajı” meselesi ile ilgilendi, hatta onu önemli bir siyaset aracı olarak kullandı. 19. yüzyılın ikinci yarısında “kamuoyu baskısı” siyasette ve devletlerarası ilişkilerde kullanılan önemli bir araç oldu. Hükümetler genellikle basın üzerinden kamuoyu yönlendirmesi yapmakta ve uluslararası politikalar da görünürdeki bu mekanizmanın bir sonucu olarak geliştirilmekteydi. Zira “efkâr-i umumiye” veya bu günkü ifadesiyle “kamuoyu” bir noktada ilgili hükümetlerin de bir başka hükümet veya devlet hakkındaki fikirlerini yansıtmaktaydı. Bir ülkedeki basının bir devlet lehinde olması, bir noktada o ülkenin de resmi siyasetini gösteriyordu. Bu durumun tersi de aynı anlama gelmekteydi. Bu yüzden basının yaygın bir iletişim aracı olmasına paralel olarak, siyasi iktidarlar tarafından yönlendirilmesi de hep gündemdeydi. Daha Sultan Abdülmecid zamanında, Osmanlı Devleti sınırları içinde yayınlanan yabancı dildeki bazı gazete sahipleri nişan ve madalyalar ile taltif edildi. Aynı dönemde; yurt dışındaki bazı gazetecilere ve gazete sahiplerine de benzer ödüller verilmek sureti ile Osmanlı Devleti lehinde yayınlar yapmaları beklendi. Osmanlı Devletinde bir dizi felaketin yaşandığı 1878 yılında, Matbuat Dairesi, II. Abdülhamid’e yabancı basının takibi konusunu hatırlattı. Buna göre; devletin ve padişahın dışarıdaki imajının takibi ve gerekiyorsa bu konuda müdahil olunması isteniyordu. O sırada savaşın getirdiği ağır yükümlülükler ve öncelikler karşısında Matbuat Dairesi’nin yeniden organize edilip istekleri doğrultusunda adımlar atılmasına imkân bulunamadı. Tunus’un Fransızlar; Mısır’ın İngilizler tarafından işgali üzerine; işgalciler konumlarını meşrulaştırmak için II. Abdülhamid aleyhinde yoğun propaganda başlattılar. İngiliz ve Fransız basını başta olmak üzere dış basında II. Abdülhamid ve Osmanlı Devleti aleyhinde yapılan yayınlar ve çizilen karikatürler hayli arttı. Osmanlı Hariciye Nezareti, 1882 yılı sonlarında Sultanın dikkatini konuya bir kere daha çekerek yeni düzenlemelerin yapılmasını istedi. Nitekim 1883 yılı başlarında dış basını takip edecek, devletin ve padişahın imajını zedeleyici yayınları tekzip edecek olan Hariciye Nezareti’ne bağlı Matbuat-i Ecnebiye Müdürlüğü kuruldu. İlginç olan şudur ki, bu idarenin kurulmasına İstanbul’da bulunan 2 136 Osmanlı Tarihi (1876-1918) Avrupa elçileri karşı çıktılar. Daha da ileri giderek, İstanbul’da yaşayan yabancı gazetecileri bu yeni kurumu dikkate almamaları konusunda uyardılar. Aslında Batı kamuoyunun II. Abdülhamid’ in aleyhinde olması İstanbul’daki elçilerin de işlerini kolaylaştırmaktaydı. Kamuoyunu bahane ederek, hükümet ve hatta padişah üzerinde etkili olabiliyorlardı. Bu yeni durum onların bu imkânını az da olsa ellerinden alacaktı. Muhtemelen feryatlarının nedeni de bu idi. Bu yüzden idarenin kurulması akabinde Osmanlı Devleti aleyhindeki yayınlar hızla artış gösterdi. Batı diplomasisini iyi bilen Salih Münir Bey (daha sonra Paşa), İstanbul’da ikamet eden yabancı gazeteciler hakkında bir rapor hazırladı. Buna göre kimin neden hoşlandığı; beklentisinin ne olabileceği ve Osmanlı Devleti lehinde neşriyat yapmaları için ne yapılması gerektiğini ortaya koydu. Maksat İstanbul veya Avrupa’daki gazeteciler ve gazete sahiplerine Matbuat-i Ecnebiye Müdürlüğü aracılığı ile ulaşmak; dostluklar kurmak, nişanlar vermek ve hatta para yardımı yapmaktı. Matbuat-i Ecnebiye Müdürlüğü, kurulduktan sonra ilk iş olarak yurt dışında yayınlanan pek çok gazete ve dergiye abone oldu. Bu durum bir taraftan yabancı basını taramayı kolaylaştırdı; diğer taraftan da aboneliğin sonlandırılmasını istemeyen yayın organlarının Osmanlı Devleti aleyhinde daha temkinli dil kullanmalarına sebep oldu. Taranan gazetelerden düzenli olarak “matbuat hülasaları” (basın özetleri) adı altında aylık raporlar düzenleyen yeni idare, bunları her ay saraya da sunmaktaydı. Basın özetleri doğal olarak dış problemlerin fazla olduğu dönemde artmaktaydı. Aleyhteki yazıların çoğuna tekzipler yazıldı; ılımlı olanlara da teşekkür mektupları gönderildi. Mesela; Osmanlı Devletinden tahsisat alan İngiliz Daily Telegraph; Fransız Patrie ve Le France ile Avusturya’da yayımlanan Nouvelle Pres Libre ile Almanca çıkan Allgemeine Zeitung gazetelerinin yayın politikalarının daha ılımlı olduğu gözlenerek onlara teşekkür mektupları yazıldı. İstanbul’daki Havas ve Rother ajanslarının temsilcileri de II. Abdülhamid’ten tahsisat olan ajanslardı ve tekzipler onların aracılığı ile gönderilmekteydi. Aynı şekilde Fransız ajansı Fournier de Osmanlı Devleti’nden yıllarca tahsisat aldı. Ancak bu tekzipler her zaman yayımlanmıyordu. Alınan tedbirleri yeterli bulmayan II. Abdülhamid, 1887 yılında Matbuat-i Ecnebiye müdürlüğünden Osmanlı devletinde ikamet eden gazeteciler ile ilgili yeni bir çalışma yapılmasını istedi. Nitekim Müdürlük, Times, Daily News, Daily Cronicle gazeteleri ve bazı Fransız gazetelerinin temsilcileri ile görüşerek; Osmanlı Devleti hakkındaki yazılarında daha insaflı olmalarını istedi. Bütün bu gayretlere rağmen 1890’lı yılarda bir takım menfaatler peşinde veya ilgili hükümetlerin etkisinde olan bazı gazetecilerin şantajlarını sürdürdükleri görülmektedir. Nitekim aynı yıl gerek İstanbul’da ve gerekse Londra ve Paris’te Salih Münir Paşa’nın bazı gazetecilere 6400 lira dağıttırması bunu göstermektedir. Hiç şüphesiz bu uğraşlar, Batı’da uzun zamandır tahrip edilmiş “Osmanlı imajını” düzeltmeye yetmemiş ancak sınırlı da olsa olumlu bazı sonuçların alınmasına vesile olmuştur. Uzun süre takip edilen bu siyaset istenilen sonucu doğurmadığı gibi, para koparmak için bazı yabancı gazetecilerin de sıraya girmesini sağladı. 1903 yılından itibaren her gazete ve gazetecinin desteklenmesi fikrinden vazgeçilip, daha saygın ve yüksek tirajlı gazetelerin desteklenmesi benimsendi. Zira yapılan bütün desteklere rağmen çoğu kere gazeteler lehte yazı yazmıyorlardı. Sonunda II. Abdülhamid’in bizzat kendisi de bu siyasetin yararsız olduğu kanaatine vardı. Abdülhamid Batı’da sadece basın aracılığı ile değil, değişik vesileler ile kendisinden olumlu söz ettirmeye özen göstermiştir. Aslında hayati bir zorunluluk olarak Almanya ile yakınlaşma süreci ve demiryolu politikalarında Fransız ve İngilizlerin yerine Almanya’nın tercih edilmesi, Batı kamuoyunda Abdülhamid 6. Ünite - Dış Politika’da Zor Yıllar: II. Abdülhamid’in Dış Politikası 137 aleyhtarı yaklaşımları yeniden hızlandırdı. Bu yüzden Abdülhamid bir takım özel yöntemlere başvurdu. Batı kral ve kraliçeleri ile yazışarak, onların muhtemel tepkilerini dizginlemeye çalıştı. Ayrıca Papalığın resmen tanınması; yabancı hayır kurumları, Pastour Enstitüsü gibi ilmi kurumların desteklenmesi; yurt dışında açılan umumi sergilere iştirak edilmesi gibi davranışlar ile devletin tanıtımına önem verildi. Nispeten tarafsız görünen Macar Profesör Adolphe Strausz gibi birçok isim ile şahsi dostluklar kuran, nişanlar veren II. Abdülhamid, onları Avrupa kamuoyunda kendi sözcüsü gibi kullandı ve olumlu imaj yaratmaya çalıştı. DIŞ POLİTİKADA ALTERNATİF ARAYIŞLAR Osmanlı-Amerikan İlişkileri Osmanlı Amerikan ilişkileri, Amerika’nın Akdeniz politikaları çerçevesinde gelişti. Onsekizinci yüzyılın son çeyreğinden itibaren Amerika, Osmanlı devleti ile ilgilenmeye ve 1782 den itibaren ticaret gemileri de İngiliz bandırasıyla Osmanlı limanlarına mal getirmeye başladı. 1795 yılında Osmanlılara bağlı Cezayir beylerine vergi vermek zorunda kalan bir anlaşma yaptı ve bu anlaşma 1815 yılına kadar yürürlükte kaldı. Osmanlı-Amerikan ilişkileri Ondokuzuncu yüzyıla -bağımsızlık sürecini tamamlanmasından sonra- sancılı girdi. Osmanlı Devleti’nin Karamanlılar idaresindeki Trablusgarp Eyaleti 1801 yılında, kendi bandıraları ile Akdeniz’e gelmeye başlayan Amerikalılardan Cezayir’de olduğu gibi vergi talep etti. Bunun üzerine dört yıl süren ve Amerika’nın yenilgisi ile sonuçlanan bir savaş yaşandı. Savaşın sonunda Amerikalılar yüksek vergi vermeye razı oldu. Fakat Amerikalılar 1815 yılında tekrar Trablusgarp’a donanma gönderip limanı tahrip edince Osmanlı-Amerikan ilişkileri soğudu. Aynı süreçte Amerika Osmanlı Devleti ile bir anlaşma yapmak için uzun zaman uğraştı. Nitekim 1830 yılında yapılan Osmanlı-Amerikan Ticaret Anlaşmasından sonra ilişkiler yeni bir seyir kazandı ve hızla gelişmeye başladı. İki taraf arasında ticaret arttı. Hatta bu anlaşma 1862 yılında daha da geliştirilerek yenilendi. Bu tarihten sonra gelişen ticari ilişkilerin yanı sıra Osmanlı ordusunun modernizasyonu kapsamında Amerika Birleşik Devletleri’nden askeri malzeme ve silah da satın alındı. Bu gelişmeler Amerikan misyonerlerinin Osmanlı topraklarında faaliyet yapma ve eğitim kurumları kurma imkânını verdi. Osmanlı-Amerikan ilişkileri esas olarak II. Abdülhamid zamanında gelişme gösterdi. Zira O, -Almanya hariç- Avrupa’da meydana gelen olumsuz havayı Amerika ve Japonya’ya yönelerek kırmaya çalıştı. Amerika ile yapılan ticaret hacmi 1872’lerde iki milyon doların biraz üstünde iken 1882 yılında beş milyonu aştı ve bu rakam giderek her yıl arttı. Bu çerçevede Amerika İstanbul’daki elçiliği yanı sıra Osmanlı topraklarında çeşitli yerlerde konsolosluklar da açtı. Osmanlı Devleti de 1843’lerden sonra temsilci bulundurduğu Amerika’da bu dönemde elçilik düzeyinde temsil edilmeye önem verdi. Ayrıca 1893 yılında Amerika’da açılan Chicago Sergisine katıldı. Sergide II. Abdülhamid’in talimatı ile kurulan “Türk Köyü”, büyük ilgi gördü ve Osmanlı Devleti’nin yenidünyada algısının olumlu şekillenmesinde önemli katkılar sağladı. Dil bilmeleri yüzünden genellikle dış temsilciliklerde Osmanlı vatandaşı Rum ve Ermeniler kullanılmaktaydı. 1878’den itibaren “Ermeni Meselesi”nin diplomaside yer bulup dış politikada bir baskı unsuru olmasına paralel olarak II. Abdülhamid de Hariciye Nezareti’nde ve yurt dışı görevlerde Müslüman unsurların daha fazla kullanılmasını istedi. Müslüman memurlara yabancı dil öğretmek için Hariciye Nezareti’ne bağlı olarak açılan Lisan Mektebi ile bu ihtiyaç karşılanmaya çalışıldı. Nitekim bu anlayış çerçevesinde 1896 sonunda Amerika elçisi olan Mav- 138 Osmanlı Tarihi (1876-1918) royani Bey değiştirildi ve yerine Hariciye Nezareti’nde Müsteşar Muavini olan Mustafa Tahsin Bey (1848-1899) tayin edildi. Nitekim bu kural imparatorluğun sonuna kadar devam etti. İmkân buldukça Osmanlı Devleti’ni ziyaret eden Amerikalı gazeteci ve devlet adamlarını (Amerikalı General Lew Wallace gibi) kabul eden II. Abdülhamid onlar üzerinde olumlu etkiler bırakarak lehte yazılar yazmalarını sağladı. Bu yüzden Avrupa’ya göre Amerika kamuoyu Osmanlı Devleti’ne daha sempatik bakıyordu. Buna rağmen II. Abdülhamid ve Osmanlı kamuoyu, Amerikan misyonerlerinin 1840’lardan beri Osmanlı topraklarında yürüttükleri faaliyetlere daima kuşku ile karşılıyordu. Misyonerlik faaliyetlerini organize eden American Missionary Board teşkilatı II. Abdülhamid’in tahta geçmesinden yıllar önce Osmanlı topraklarındaki teşkilatlanmasını tamamladı. Eğitim kurumları açtı, Protestan kiliseleri kurdu. Özellikle “Doğu Türkiye Misyon”unun 1890’larda Ermeniler arasındaki faaliyetleri, onları Protestanlaştırma girişimleri ve nihayetinde Osmanlı Devletinden bağımsızlık istemek maksadı ile yaptıkları isyanlarda Ermenileri desteklemesi Osmanlı-Amerika ilişkilerini olumsuz yönde etkiliyordu. Osmanlı Devleti daha ziyade taşrada yapılan misyonerlik faaliyetlerini yakından takip ettiriyordu. Zaman zaman misyonerlere baskı uygulanması Amerika ile sorunlar yaşanmasına sebep olmaktaydı. 1884’ten sonra Protestanların yanı sıra Amerikalı Mormonlar da Anadolu’da faaliyete başlayıp yeni bir kuşku kapısı açtılar. Onlar da mezheplerini yaymak için imkânlar talep ettiler. Ancak bir süre faaliyet yaptıktan sonra Anadolu’da bekledikleri sonucu alamayınca geri döndüler. Osmanlı-Amerikan ilişkilerine yansıyan bir başka boyut ise Amerika’ya yapılan Ermeni göçleridir. Kimi iktisadi nedenler, kimi Anadolu’da yaşanan Ermeni olayları kimisi de misyonerlerin teşviki ile pek çok Ermeni Amerika’ya göç etmeye başladı. 1891 yılına ait bazı rakamlara göre kısa zamanda Amerika Birleşik Devletleri’ne göç eden Ermeni sayısı 3257 ye ulaştı. Gidenlerin bir kısmı işsiz olmakla birlikte bir bölümünün de meslek erbabı olmaları Osmanlı iş gücüne olumsuz etki etmekteydi. Bu göçler ayrıca diğer unsurlara da örnek olmakta ve Ermenilerin dışında -Müslümanlar dahil- diğer unsurları da göçe teşvik etmekteydi. Ayrıca ABD’ye giden Ermeniler orada Osmanlı aleyhinde kolayca teşkilatlanıp lobi oluşturabilmekteydi. Osmanlı Devleti bir taraftan bu göçleri engellemeye çalışırken diğer taraftan ABD nezdinde de girişimler yaparak onların da göçmenleri kabul etmemesini sağlamaya çalıştı. Fakat bu sorun 1907 yılında ABD’nin göçmen yasasını çıkarıncaya kadar devam etti. Osmanlı-Amerikan İlişkileri konusunda daha detaylı bilgi edinmek için şu kitabı okuyunuz: Nurdan Şafak, Osmanlı-Amerikan İlişkileri, İstanbul 2003. Osmanlı-Japonya İlişkileri Türkler, Kaşgarlı Mahmud’un Divan-i Lugâti’t-Türk’ü yazmasından itibaren Japonyadan haberdar idiler. Aynı şekilde Katip Çelebi Cihannümâ adlı eserindeki haritalarında Japonya’yı da gösterdi. Fakat iki taraf arasında ne Osmanlı öncesi ve ne de ondokuzuncu yüzyıla kadar hiç bir ilişki kurulmadı. Japonya’nın İmparatoru Merji (krallık dönemi: 1868-1913) batıya açılma dönemi olan 1871 yılından itibaren Türklere de ilgi gösterdi. Gerçi 1871-1875 yılları arasında Japonya’dan iki heyet İstanbul’a geldi ise de bu gelişme tek taraflı ilgiden öteye geçemedi. Gerçekte Osmanlı-Japon ilişkileri II. Abdülhamid’in tahta geçmesi ile başladı. Şehzadeliğinden itibaren Japonya’daki gelişmeleri takip ettiği bilinen II. Abdülhamid, tahta geçtikten sonra bu konudaki imkanları araştırdı. 1878 yılında bir Japon Savaş ge- 6. Ünite - Dış Politika’da Zor Yıllar: II. Abdülhamid’in Dış Politikası 139 mişi İstanbul’u ziyaret etti. Gemi personelini büyük bir misafirperverlikle karşılayan II. Abdülhamid onlara nişanlar verdi. Ayrıca, Japon İmparatoru’na “bir Türk harp gemisi ile selam ve sevgilerini gönderme arzusunda olduğunu” bildirmelerini söyleyerek Japonya ile ilişki kurma isteğini ortaya koydu. O yıllar Osmanlı devletinin en sancılı yıllarıdır. Zira 93 Harbi olarak bilinen Osmanlı-Rus Savaşı her şeyi alt üst etti. Bir taraftan savaşın açtığı yaralar sarılırken diğer taraftan da yeni oluşan uluslar arası dengelere göre dış politıka arayışlarına gidildi. II. Abdülhamid’in yakınlık göstermesiyle 1880 ve 1881 yıllarında Japonya’dan İstanbul’a iki heyet geldi ve her ikisi de büyük ilgi gördü. 1881 yılının sonunda gelen üçüncü heyete bir Ticaret anlaşması yapılması gündeme alındı. Japonya bir anlaşma metni hazırlayıp Osmanlı Petersburg sefiri Şakir Paşa aracılığı ile Osmanlı hükümetine sundu. Anlaşma müsveddesi her iki ülkede konsoloslukların açılması, iki taraf arasında ticaretin kolayca yapılması, savaş gemilerinin karşılıklı serbest girişlerinin sağlanması gibi maddeler içeriyordu. Fakat bu anlaşma, metnindeki bir takım sorunlar yüzünden tamamlanamadı. Aslında böyle bir anlaşmanın doğuracağı uluslar arası sorunlara ve baskılara her iki taraf da hazır değildi. Özellikle o sıralarda Japonya ile Rusya arasında problemler yaşanmaktaydı. II. Abdülhamid, ihtiyatlı davranarak böyle bir anlaşma ile bu sorunlarda taraf olmamayı tercih ettiği için anlaşmayı erteledi. Bu arada Sadrazam Said Paşa’nın önerisi ile bir dostluk anlaşması gündeme geldi ama o da gerçekleşemedi. Buna rağmen iki taraf da dostluk ilişkilerini hiçbir anlaşmaya bağlı olmadan sürdürerek, bir çok Japon resmi heyetinin İstanbul ziyaretleri devam etti. Aslında II. Abdülhamid daha önce zikredilen dış poitikasına uygun olarak, Asya’da gittikçe gelişen ve uluslar arası ağırlığı ortaya çıkan bir devlet ile yakınlaşarak, Avrupa devletlerine de mesaj veriyordu. 1887 Eylül ayında Japonya’dan İstanbul’a üst düzey yeni bir ziyaret gerçekleşti. Japonya İmparatorunun amcası olan Prens Komatsu eşi ile İstabul’a geldi. Heyet Küçüksu kasrında ağırlandı, Padişah ve Sadrazam tarafından kabul edilerek kendilerine nişanlar verildi. Aynı şekilde Japonya İmparatoru da bu ilgiye kayıtsız kalmadı ve II. Abdülhamid’e Japonya’nın en üstün nişanı olan Krizantem nişanını gönderdi. Bu tarihten sonra Osmanlı kamuoyu Japonya ile daha yakından ilgilendi, basında yazı ve habeler yer almaya başladı. Sınırlı da olsa Osmanlı seyyahları Japonyaya gitti. II. Abdülhamid, Prens Kumatsu’nun ziyaretine karşılık, İstanbul tersanelerinde yapılan bir gemi ile iade-i ziyaret planlanması talimatını verdi. Bu amaçla hem yelkenli ve hem de makineli bir gemi olan yirmibeş yaşındaki Ertuğrul firkateyni seçildi.. Geminin bu uzun yolculuğa tahammül edip edemeyeceği tartışılırsa da, bir yıl önce yapılan tamir ve bakımına güvenildi. Bilgi ve görgülerini, denizcilik tecrübelerini arttırmak üzere o yıl Deniz Harp Okulundan mezun olan teğmenlerin de gemiye alınması kararlaştırıldı. Heyetin başına Miralay Osman Bey, gemi komutanlığına da Kaymakam Ali Bey tayin edildi. Yol güzergahı ve diğer hususlar için talimatmane ve hazırlıklar tamamlandı. Nihayet gemi, 56’sı subay olmak üzere 609 kişilik mürettebati ile, Padişah’ın “Murassa İmtiyaz Nişanını” İmparatora ulaştırmak üzere, 14 Temmuz 1889’ta İstanbul’dan yola çıktı.. Büyük bir uğurlama töreni ile demir alan Ertuğrul Firkateyn’i güzergahı boyunca çeiştli limanlara uğrayarak yol aldı. Uğradığı her limanda büyük ilgi gören gemi ve mürettebatı, çoğu kere limanlarda planlanandan fazla kaldığından altı ay olarak belirlenen yolculuk on bir ay sürdü. Nihayet 7 Haziran’da Japonya’nın Yokohama limanında büyük törenle karşılanan gemi aynı zamanda Türk-Japon dostluğunun sembolü oldu. İmparator 140 Osmanlı Tarihi (1876-1918) Osmanlı heyetini büyük ilgi ile kabul etti. Yolda iken terfi edilerek Paşa ünvanı alan Osman Paşa da Padişah’ın nışanını ve hediyelerini İmparatora; getirdikleri tacı ve mücevher gerdanlığı imparatoriçeye takdim etti. Ertuğrul firkateyni Japon sularında üç ay kaldı.. Osman Paşa resmi temaslarda bulunurken mızıka heyeti de halka konserler verdi. Gemi ve mürettebatı gereken hizmetlerini hakkıyla yerine getirdikten sonra yeni bir dönüş güzergahı yapılarak 15 Eylül 1890 tarihinde Yokohama limanından demir aldı. Ancak 23 Eylül’de İstanbul’a ulaşan haberlere göre; tarihi misyonunu başarmış olan Ertuğrul firkateyni 16 Eylül’de Kobe yolunda iken Kashinozaki fenerini geçtiği sırada kayalara çarparak battı. Tarihimize “Ertuğrul Faciası” olarak geçen bu kazada gemideki 609 mürettebattan sadece 69 u kurtuldu. Bu kaza iki devlet arasında dostluğun sembolü oldu ve ilişkiler bundan sonra hep dostane sürdürüldü. Bu tarihten sonra hem devletin ve hem de kamuoyunun Osmanlı-Japon ilişkilerine ilgisi arttı. 1896 yılında iki tarafın temsilcileri Berlin’de bir araya gelerek ticaret anlaşmasını yeniden görüştü. Osmanlı hükümeti bu anlaşmayı önemsemekle birlikte Japonlar, Osmanlı Devleti’nden batılı ülkelerin sahip olduğu imtiyazları talep etmesi üzerine yine anlaşma tamamlanamadı. Fakat ilşkilerin sürdürülmesi ve ticaretin arttırılması için her iki tarafın başkentlerinde konsoloslukların açılmasına karar verildi. Bu tarihten sonra Japon resmi heyetlerinin İstanbul ziyaretleri arttı. 1897 yılında Osmanlı- Yunan Savaşı başlayınca dikkatler başka tarafa yoğunlaştı ve ilişkiler azaldı, buna rağmen Japonya Kızılay’ı, Osmanlı yaralıları için yardım göndermeyi ihmal etmedi. 1904-1905 Rus-Japon Savaşı sırasında Osmanlı Devleti “tarafsız kalma” gerekçesini kullanarak, Rusya’nın savaş gemilerinin boğazlardan geçişine izin vermedi. Böylece dolaylı olarak Japonya’ya yardım etmiş oldu. Osmanlı Kamuoyu da savaş ile yakından ilgilendi. Ayrıca Miralay Pertev Bey, savaşı gözlemlemek için Mançurya’ya gönderildi ve burada bir yıla yakın Japon ordusunun misafiri oldu. Dönüşünde gördükleri ve japonya hakkında geniş bir raporu padişaha sundu. Bu siyasi ilişkiler ticarette meyvesini verdi ve karşılıklı ithalat ve ihracat her yıl artış gösterdi. Osmanlı Devleti’nin Amerika ve Japonya ile ilişkileri diğer devletlere hangi mesajı vermeyi hedefliyordu, neden? Bu konuda daha fazla bilgi için şu kitabı okuyunuz: F. Şayan Ulusan Şahin, TürkJapon İlişkileri (1876-1908), Ankara 2001. Osmanlı-Almanya İlişkileri Osmanlı Devleti son yıllarda yaşadıkları felaketler ve özellikle 1878 Berlin Kongresi ile pek çok toprak kaybına neden oldu. Rusya hasım devlet idi. Fransa ve İngiltere Osmanlı toprak bütünlüğünü garanti eden 1856 Paris Anlaşmasına sadık kalmayacaklarının işaretlerini veriyorlardı. Zaten Fransızlar 1881’de Tunus’u; İngilizler de 1882 yılında Mısır’ı işgal ederek bu siyasetlerini açıkça belli ettiler. Osmanlı Devleti’nin dış destek sağlayabileceği alternatiflere ihtiyacı vardı. Hiç bir Müslüman müstemlekesi olmayan; mutlakıyet yönetimi Osmanlı’yı andıran; şehzadeliği sırasında ziyaret ettiğinde II. Abdülhamid’in de beğenisini kazanan Almanya en iyi alternatif idi. Devletlerin Ermeni meselesindeki dayatmaları karşında Almanya’nın daha ılımlı siyaset takip ediyor olması da çabası idi. 1879-1880’de Osmanlı hükümeti, Osmanlı ordusunun yenilenmesi; yolların tamiri, yeni demir yollarının yapımı ve Osmanlı Asya’sına bir dizi hizmetlerin getirilmesini tartışıyordu. Şüphesiz bunun için de dış finans kaynaklarına ihtiyaç duyulmaktaydı. 3 6. Ünite - Dış Politika’da Zor Yıllar: II. Abdülhamid’in Dış Politikası 141 Borçlar yüzünden Fransa ve İngiltere ile karşı karşıya gelen Osmanlı Devleti için Almanya en iyi seçenek olarak gözüküyordu. Aslında Almanya tarih boyunca Osmanlılar ile defalarca yakınlaşma gösteren bir devlet idi. Prusya Krallığı ile 1761’den beri süren bir dostluk ve ticaret anlaşması vardı. 1790 yılında yapılan askeri ittifak ile de adeta daha sonraki ilişkilerin temeli atıldı. Nitekim bu anlaşma çerçevesinde, 1835 yılında (Moltke başkanlığında) bir Prusya askeri heyeti İstanbul’a gelerek, ordunun modernizasyonunda görev aldı. 1867’de otuz dokuz küçük dukalığın birleşmesinden meydana gelerek Prusya Krallığının yerini alan Almanya İmparatorluğu, 1870 yılında Fransızları yenerek Avrupa politikalarında öne çıktı. Almanya’da, Fransa ve İngiltere’ye göre kısa sürede ekonomik gelişme ve sermaye birikimi meydana geldi. Ünlü Alman Başbakanı Prens Otto von Bismarck’ın dengeli siyaseti sayesinde Almanya, Avrupa’da üstünlüğünü kanıtladı. Bismarck Avrupa’da elde ettiği avantajları kaybetmemek için dikkatlerini Avrupa dışı politikalardan uzak tutmak istiyordu. Dolayısıyla Avrupa Devletleri’nin şark politikalarında da uzak duruyordu. Fakat Berlin Kongresi’nin Almanya’da toplanması ve toplantıya Bismark’ın başkanlık etmesi onu doğrudan Osmanlı siyasetinin içine soktu. Gerçi kongre sırasındaki olumsuz tavırları Osmanlı Devleti’nin ve II. Abdülhamid’in tepkilerine neden oldu. Fakat 1879 yılında Bismark’ın sayesinde Almanya’nın, Rusya’nın da içinde bulunduğu Üçlü İttifak’tan (Almanya-Rusya-Avusrurya) kopması onun Osmanlı nazarındaki olumsuz imajını yıktı. Zaten O da, II. Abdülhamid’in 1880 yılında askeri modernizasyon için Alman uzman talebinde bulunmasına kayıtsız kalamadı. Nihayet aynı yılın Temmuz ayında yapılan bir sözleşme ile alman askeri uzmanlar, Osmanlı üniforması giymek koşulu ile Osmanlı ordusunda görev yapmaları benimsendi. İlk askeri heyet de Mayıs 1882’de Albay Kaehler başkanlığında İstanbul’a geldi ve göreve başladı. 1883 yılında Osmanlı askeri hizmetine giren Colmar von Der Goltz (Paşa), Albay Kaehler’in ölümü ile 1885’te askeri heyetin de başkanı oldu. Kendisine verilen imkân ve imtiyazlar ile başta askeri okullar olmak üzere Osmanlı askeri eğitim programlarında pek çok değişiklikler yaptı ve kısa zamanda ülkede en çok tanınan ve sevilen kişi oldu. Paşa unvanı verilen Goltz kendini katıksız bir Türk dostu olarak tanıtmaktaydı. Fakat gerçekte, uzun zamandır ihmal edilmiş olan Osmanlı ordusunun silah sistemini tamamen değiştiren, Alman silah sanayinin dostu idi. Onun göreve başlamasından sonra 1885’te Çanakkale boğazının tahkimatı için Alman Krupp fabrikasına ağır toplar sipariş edildi ve bunu diğer silah türlerinin siparişi takip etti. Nitekim onun uyguladığı programlar sayesinde 1890lı yıllarda Alman silah fabrikatörleri Osmanlı silah siparişlerinin tamamını karşılıyorlardı. Tabii olarak Osmanlı subayları da silahları tanımak ve eğitimini almak için Almanya’ya gidiyordu. Bu da Osmanlı ordusunda hızla Alman hayranlığını ve ekolünü egemen kıldı. Silah ticaretinin yanı sıra Alman sermayesi hızla Osmanlı topraklarında varlık göstermeye ve yatırımlar yapmaya başladı. ALMANYA İLE ORTAK YATIRIMLAR: BERLİN-BAĞDAT DEMİR- YOLU PROJESİ Osmanlı-Alman ilişkileri II. Wilhelm’in 1888 yılında imparator olması ile hız kazandı. Yeni imparator, Bismarck’ın Avrupa merkezli politikalarına karşılık dünya politikaları/weltpolitik takip etmeyi tercih ediyordu. Üstelik bu politikalarda doğuya doğru yayılmayı esas alan II. Wilhelm, II. Abdülhamid’in de diplomatik girişimleri ile Alman sermayesinin Osmanlı topraklarında yatırım yapmasını hararetle destekledi. Bu durumun farkında olan II. Abdülhamid, II. Wilhelm’i İstanbul’a Prusya Krallığı: Baltık Denizi kıyısında bir yer olan Prusya, Brandenburg Dukalığı olarak Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğuna bağlı idi.1701-1713 yıllar arasındaki İspanya Veraset Savaşları’na katıldı ve İngiltere, Kutsal Roma-Cermen-Hollanda ve Portekiz ittifakı Fransızlara karşı savaşı kazanınca Brandenburg Dukalığı’na da krallık statüsü verildi. Başkenti Berlin olan krallık Alman Birliğinin kurulmasına kadar da Prusya Krallığı olarak anıldı. Kral I. Wilhelm zamanında Alman İmparatorluğu kurulunca bu isim de terk edildi. Colmar von Der Goltz (1843-1916): Doğu Prusya’da doğdu. Eğitiminden sonra 1861 yılında babası gibi Prusya ordusuna girdi. 1864’te Berlin Askeri Akademisine başladı. 1871 yılına kadar Avrupa’da süren savaşlarda yer aldı. 1883 yılında Osmanlı Hizmetine girdi ve 1895 yılına kadar Müşir rütbesi ile Türkiye’de kaldı. Osmanlı ordusunun Alman ordusu tarzında teşkilatlanmasında birinci derecede rol oynadı. Birinci Dünya Savaşında tekrar Osmanlı Ordusunda görev yaptı ve bu görevi sırasında 1916 yılında Bağdat’ta öldü. 142 Osmanlı Tarihi (1876-1918) davet etti ve ilk ziyareti 1889 yılında gerçekleşti. Bu ziyaretten kısa bir süre önce Osmanlı hükümeti İzmit-Ankara demiryolu inşa ve işletme imtiyazını Deutsche Bank’a verdi. Bu maksatla kurulan şirket hızla inşa faaliyetine girişerek 1890 yılı ortalarında İzmit-Adapazarı hattını hizmete soktu. Bu hattın açılış töreninde ilk defa Osmanlı hükümetinin demiryolunun Almanlar eliyle Bağdat’a kadar uzatılması dile getirildi. Bu husus kuşkusuz II. Abdülhamid’in arzusu ile gündeme getirildi. Zira O, bu konuda devletlerin tepkisini ölçmek istiyordu. Beklenen oldu ve bu proje hem yabancı şirketlerin iştahını kabarttı, hem de uluslar arası rekabeti harekete geçirdi. 1890 yılında Almanlar ile bir ticaret anlaşması imzalandı. Artık Osmanlı toprakları Alman sermayesinin her türlü ticari ve yatırım faaliyetlerine açıldı. Alman İmparatoru II. Wilhelm 1898 yılında ikinci kez İstanbul’u ziyaret ettiğinde Alman şirketleri Anadolu’nun pek çok yerinde faaliyette idi. Alman sermayesi ile kurulmuş olan Anadolu Demiryolu Şirketi, İzmit-Ankara hattını tamamladığı gibi; Haydarpaşa-İzmit hattını yenileyerek işletme hakkını da elde etti. Aynı şekilde yeni sözleşme ile Eskişehir-Konya hattının yapım imtiyazı da Almanlara verildi. II. Wilhelm 1898 yılında önce İstanbul’u ziyaret etti, buradan da Kudüs’te yapılan Alman Luther kilisesinin açılış törenine gitti. Bu arada Şam’da onuruna verilen bir yemekte “ kendisini 300 milyon Müslüman’ın dostu” ilan etmesi batı kamuoyunu ayağa kaldırdı. Zira böyle bir söz bir Hıristiyan liderin ağzından ilk defa çıkmaktaydı. O bu sözleri ile aslında sadece Müslümanlara bir jest yapmıyor; Kudüs’te asırlardır süregelen kutsal mekânlar meselesinde de tavrını belirliyordu. Osmanlı Devleti de bunu fırsat bilerek 27 Kasım 1899’da Bağdat demiryolu hattının yapımının Almanlara verileceğini ilan etti. Osmanlı topraklarında Alman iktisadi nüfuzunun bu şekilde hızla yayılması, eski imtiyazları olan Fransız ve İngilizlerin tepkisine neden olmaktaydı. Ancak asıl tepkileri uzun zamandan beri konuşulmakta olan Berlin-Bağdat Demiryolu yapım ve işletme imtiyazının 1900 yılı başında Almanlara verilmesi ile ortaya çıktı. Aslında Osmanlı Devleti başlangıçta İngilizlerin de bu yatırıma ortak olmalarından yana idi ve bu teklif İngiltere’ye ulaştırıldı. Fakat gerek İngiliz sermayesinin yetersizliği gerekse İngiliz hükümetinin Almanlara tahammül edemeyişi yüzünden istenilen cevap alınamadı. Aksine İngiliz hükümeti projenin engellenmesi için çalışmaya başladı. Bu yüzden 3 Mart 1903 tarihinde yapılan kesin imtiyaz sözleşmesi ile Bağdat Demiryolu Şirketi’nin kurulmasına karar verilerek iş tamamen Almanlara havale edildi. Osmanlı hükümeti bu proje ile Anadolu’yu kat ederek Basra Körfezine inecek bir ulaşım ağı ile büyük bir kalkınma hamlesi başlatmayı umuyordu. Böylece hem ekonomik gelişme sağlanacak, hem de geniş topraklarda siyasi ve askeri kontrol kolay hale gelecekti. Avrupalıların sömürge yarışında geç kalan Almanlar ise, bu yolla dünya ticaretinden kendi paylarına düşeni almayı umuyorlardı. BerlinBağdat demiryolu işletme hakkının yanı sıra, demiryolu hattı boyunca her iki taraftaki yirmi kilometrelik alanda maden ve petrol arama-işletme imtiyazının Almanlara verilmesi onlara büyük avantajlar sağlıyordu. Bu durumda İngilizlerin sadece Anadolu’daki iktisadi menfaatleri zedelenmiyor; hem göz diktikleri petrol bölgelerinden uzak kalıyor ve hem de uzun zamandır üstünlük elde ettikleri Basra Körfezi ticaretleri tehdit altına giriyordu. Özellikle demiryolu hattının Bağdat’tan Basra’ya, buradan da Kuveyt’e ulaştırılması niyeti, İngilizleri büsbütün çileden çıkardı. Zira Avrupa’da durduramadıkları Almanlar ile Basra Körfezi’nde burun buruna geleceklerdi. Böylece sömürgeleri olan Hindistan yolunun da Alman baskısına maruz kalacak olması kabul edilemezdi. Bunun için Fransız ve Rusları da harekete geçiren İngiltere en azından projeyi kendi menfaatlerine uyarlamayı hedefledi. Bu çekiş- 6. Ünite - Dış Politika’da Zor Yıllar: II. Abdülhamid’in Dış Politikası 143 me uzun yıllar sürdü. Bir anlaşma yolu olarak, Bağdat-Basra-Kuveyt arasındaki demiryolu hattının Almanlar ile ortak olmayan bir Osmanlı şirketinin yapması benimsendi. Ancak bu yaklaşımlar yeterli olmadı. Gerek Osmanlı-Alman ilişkilerinin aldığı yeni şekli ve gerekse İngiltere başta olmak üzere diğer büyük devletlerin tavrı bu sorunu ileriki yıllara taşıdı. Böylece Berlin-Bağdat demiryolu sorunu Birinci Dünya Savaşı’nın çıkmasının ana nedenlerinden biri oldu. Berlin Bağdat Demiryolu uluslar arası rekabeti nasıl tetikledi ve Birinci Dünya Savaşı’nın en önemli Sebeplerinden biri oldu? Osmanlı Alman İlişkilerinde Demiryollarının rolünü anlamak için şu kitabı okuyunuz: Murat Özyüksel, Osmanlı-Alman İlişkilerinin Gelişim Sürecinde Anadolu ve Bağdat Demiryolları, İstanbul 1998. II. Abdülhamid Döneminde Diğer Devletler İle İlişkiler Ondokuzuncu yüzyılın son çeyreğinde Osmanlı Devleti bütün kayıplarına rağmen dünyanın en geniş sınırlarına sahip devletlerden biri idi. Zafiyetine rağmen sömürgeleştirilemeyen Osmanlı Devleti aynı zamanda uluslararası politikalarda bir denge unsuru idi. Büyük devletler Osmanlı’dan pay koparmak için sıraya girmelerine rağmen, yıkılması halinde doğuracağı boşluğun yaratacağı yeni dengelerden emin değillerdi. Bu yüzden ilişkilerini kesmeden sürdürmekte fakat temkinli idiler. II. Abdülhamid ve Osmanlı Devlet ricalinin önemli bir bölümü bu durumu fırsata dönüştürmenin mümkün olacağına inanmakta ve daha önce belirtildiği gibi bir taraftan uluslar arası rekabetten istifade ederken diğer taraftan da yeni siyasi, ekonomik vb. ilişkiler kurarak yalnızlıktan uzaklaşmaya çalışıyordu. Osmanlı Devleti’nde Alman nüfuzunun hızla yayılmasına tepki gösteren Rusya 4 Nisan 1900’de yapılan bir anlaşma ile etkisiz bırakıldı. Buna göre Osmanlı Devleti Rusya’nın nüfuz alanlarına giren Karadeniz yönünde ya demiryolu yapılmayacak veya Rus sermayedarlara yaptırılacaktı. Aynı yıl Rusya Odesa ile Basra Körfezi arasında gemi işletme imtiyazı elde etti. Bunlar aslında Osmanlı’nın aleyhinde Rusya’ya verilen tavizlerdi. Fakat bu yolla Osmanlı Devleti, uzun bir Resim 6.3 Bağdat-Berlin Demiryolu güzergâhını gösterir yeni bir harita Kaynak: http:// news.bbc.co.uk/2/ hi/8518109.stm 4 144 Osmanlı Tarihi (1876-1918) süre Ruslar ile çekişmeyi önlediği gibi, onları Basra Körfezinde İngilizler ile karşı karşıya getirdi ve kendisi iç düzenlemelerde yoğunlaşabildi. Suriye ve Lübnan daima Fransızların ilgi alanında idi. Burada eskiden beri Fransız ticareti ve kilise faaliyetleri mevcuttu. Değişik dönemlerde Osmanlı Devleti buralarda yaptığı düzenlemelerinde Fransa’nın ilgisini bazen da baskısını hep dikkate aldı. II. Abdülhamid döneminde de bu durum aynen devam etti. Fransızlar 1863 yılında Beyrut-Şam karayolunun inşa ettiler. Bu tecrübeden hareketle 1888 yılında Yafa-Kudüs demiryolu, 1890’da Trablus-Şam, Şam-Beyrut buharlı tramvay hattı; 1893 yılında da Şam-Humus-Hama-Halep-Birecik demiryolu hatlarının da inşa imtiyazı Fransız’lara verildi. Bu hatların tamamlanması ile bir yandan bölgedeki ulaşım ağları genişletilirken diğer taraftan da 1882 yılından beri Mısır’a yerleşen İngiltere’nin Suriye taraflarına el atması engellendi. Afrika her zaman olduğu gibi ondokuzuncu yüzyılın son çeyreğinde de sömürgeci devletlerin şiddetli çekişmelerine sahne olmaktaydı. Şüphesiz Kuzey Afrika’daki Osmanlı toprakları da bu çekişmelerden nasibini aldı ve Fransızlar 1881’de Tunus’a; İngilizler de 1882’de Mısır’a yerleştikleri gibi; İtalya’ya da Trablusgarp eyaletinin yolu açıldı. Bu arada Belçika’da, Kral II. Leopold tahta geçmesi ile Orta Afrika’da bu yarışın içine girdi. II. Leopold temkinli ve akıllı bir yol takip ederek; 1876 yılından itibaren Avrupa’da kongreler düzenleyerek Afrika’ya olan ilgisini ortaya koydu. Kongrelerde, Afrika’ya Batı uygarlığını götürmek, köleliği kaldırmak, ticaret yapmak” fikirlerini tartıştırarak 1878 yılında Yukarı Kongo Araştırma Komisyonu”nun kurulmasını sağladı. Ardından yaptığı girişimler ile Kongo Havzasını Belçika egemenliğine alarak, serbest ticaret yaptırma karşılığında bunu ABD ve Avrupa devletlerine de onaylattı. Belçika Kralı bu süreçte en azından hukuki olarak aynı zamanda bir Kuzey Afrika ülkesi olan Osmanlı Devleti’nin de onayını almak istedi. Nitekim Osmanlı Devleti ile Belçika Krallığı arasında 25 Haziran 1885’te on iki maddelik bir sözleşme imzalandı. Buna göre, Osmanlı Devleti de Belçika’nın Kongo üzerindeki egemenliklerini tanımakta; ancak Osmanlı Devleti de orada temsilcilikler açma ticaret yapma ve en önemlisi bölgedeki Müslüman ahali üzerinde hilafet hukukunu kullanma haklarını elde etmekteydi. Bu sözleşme ile Osmanlı Devleti dünya siyasetinin gerisinde kalmak istemediğini ortaya koyuyordu. 6. Ünite - Dış Politika’da Zor Yıllar: II. Abdülhamid’in Dış Politikası 145 Özet Büyük Güçlerin Osmanlı politikalarını açıklayabilme Osmanlı Devleti Ondokuzuncu Yüzyıla sıkıntılı girer. 1798 yılında Napolyon’un Osmanlı Devleti’nin en önemli topraklarından biri olan Mısır ve ardından Suriye’yi işgal girişimi, Osmanlı diplomasisinde yeni bir dönemi başlatır. O tarihe kadar yabancı devletler ile ittifak yapma konusunda isteksiz duran, büyük zorunluluk olmadıkça hiç yanaşmayan Osmanlı devleti artık ittifakların içine girmek mecburiyetinde kalır. Topraklarını tahliye etmek için geleneksel politikalarından vazgeçerek, İngiliz ve Ruslar ile “üçlü ittifak”a rıza gösterir. Bu süreç Osmanlı Devletinin 19. Yüzyıl boyunca dış müdahaleye açık hale gelmesine sebep olur. Avrupa Devletleri bazen baskılar, bazen savaş tehdidi veya ittifaklar ile ondokuzuncu yüzyıl boyunca Osmanlı dış politikasına etki etmeye çalışırlar. Bu da hem Balkanlar’da ve hem de Kuzey Afrika’da toprak kayıplarına neden olur. Diğer taraftan 1815 Viyana Kongresi’nden itibaren Avrupa’nın kendi içinde de yeni bir dönem başlatır. Büyük devletlerin kendi veya daha küçük devletleri de yanlarına çekerek yaptıkları ittifaklar saldırı, savunma amaçlı mutabakat veya anlaşmalar yerine yeni bir süreç başlatırlar. Bu dönemde eski “ittifaklar sistemi” yerine statükoyu korumayı amaçlayan “Avrupa Uyumu” diye isimlendirilen işbirliği ve istişare süreci gündeme gelir. Bu süreç bir taraftan Osmanlı Devleti’nin ömrünü uzatırken, diğer taraftan da uluslar arası sistemden izole eder. II. Abdülhamid’in dış politikasının araçlarını tanımlayabilme II. Abdülhamd’in dış politikası özel şartlarda gelişmiştir. Saltanatının hemen başında Balkan sorunlarını bahane eden Avrupa Devletlerinin akdettikleri İstanbul Konferansı’nın Osmanlı aleyhinde gelişmesi ve 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı ile sonuçlanması II. Abdülhamid’i ihtiyatlı, hazırlıklı ama savunmaya dayalı bir dış politika takip etmeye zorladı. Zira Savaş sonunda akdedilen Berlin Kongresi Osmanlı topraklarının taksimini öngören Şark Meselesini hortlattı. II. Abdülhamid savunma ve diplomasiye dayalı dış politikasını gerçekleştirmek için bir takım prensipler edinmiştir. Onun zamanında Avrupa siyaseti, ittifaklardan Avrupa Uyumuna, buradan da bloklaşma sürecine girdi. II. Abdülhamid mümkün olduğunca bu savunma ittifaklarından/ bloklarından uzak durarak devletler ile ilişkileri ihtiyaca göre ve daha ziyade ikili ilişkiler şeklinde yürütmeyi tercih etti. Devletlerarası rekabetten istifade ederken, mümkün olduğunca savaşlardan da uzak kaldı. Ancak zaman zaman bir devlete karşı başka biri ile ittifak yapma arzusu göstererek denge sağladı. Hilafet politikaları ile de özellikle Müslüman müstemlekesi olan devletler üzerinde baskı kurmayı amaçladı ve başarılı oldu. Dünya’daki gelişmeleri yakından takip ederek, ani bir oldubitti ile karşı karşıya gelmeyi önlemeye çalıştı. Osmanlı Devleti’nin imajının sadece resmi mahfillerde değil, dış kamuoyunda da olumlu tanınması için çeşitli vasıtaları kullandı. Osmanlı Devleti’nin dış politikadaki alternatif arayışlarını çözümleyebilme Büyük güçlerin karşısında saldırıya açık kalan Osmanlı Devleti yeni alternatif alanlar aramak zorunda kaldı. Özellikle Avrupa kıtası dışında, Osmanlı Devleti ile sorunları olmayan ülkeler tercih edildi. Aslında bu alanda daha önce var olan ilişkileri II. Abdülhamid ön plana çıkararak, Avrupa devletlerine mesaj vermeye çalıştı. Osmanlı-Amerikan ilişkilerinin geliştirilmesine özen gösterildi. 1880lerden sonra iki tarafa arasında ticaretin hacmi önemli seviyelere çıkarıldı. Anlaşmalar yapılarak, ilişkiler diploması gereklerinin içine alındı. Aynı şekilde II. Abdülhamid’ten önce başlayan Osmanlı-Japon ilişkileri gerçek mecrasına 1880’den sonra girdi. Karşılıklı ziyaretler ile iki devlet ve millet arasında dostluk bağları güçlendirildi. Osmanlı Devleti’nin dış politikada alternatif arayışları sadece bunlar ile sınırlı kalmadı. Afrika işleri ile ilgilenildi ve özellikle Avrupa’da rekabeti kışkırtacak olan Almanya ile pek çok alanda ilişki geliştirildi. 1 2 3 146 Osmanlı Tarihi (1876-1918) Osmanlı-Alman yakınlaşmasının sonuçlarını açıklayabilme Osmanlı Devleti karşılaştığı felaketler ve özellikle 1878 Berlin Kongresi pek çok toprak kaybına neden oldu. Rusya hasım devlet idi. Fransa ve İngiltere Osmanlı toprak bütünlüğünü garanti eden 1856 Paris Anlaşmasına sadık kalmayacaklarının işaretlerini veriyorlardı. Fransızlar 1881’de Tunus’u; İngilizler de 1882 yılında Mısır’ı işgal ederek bu siyasetlerini açıkça ortaya koydular. Osmanlı Devleti’nin dış destek sağlayabileceği alternatiflere ihtiyacı vardı. Hiç bir Müslüman müstemlekesi olmayan; mutlakıyet yönetimi Osmanlı’yı andıran; şehzadeliği sırasında ziyaret ettiğinde II. Abdülhamid’in de beğenisini kazanan Almanya en iyi alternatif idi. Devletlerin Ermeni meselesindeki dayatmaları karşında Almanya’nın daha ılımlı siyaset takip ediyor olması da bir avantaj idi. İşte bu değerlendirmeler ışığında Osmanlı-Alman yakınlaşması başladı. Osmanlı Alman ilişkileri II. Wilhelm’in 1888 yılında imparator olması ile hız kazandı. Yeni imparator, Bismark’ın Avrupa merkezli politikalarına karşılık dünya politikaları takip etmeyi tercih ediyordu. Üstelik bu politikalarda doğuya doğru yayılmayı esas alan II. Wilhelm, II. Abdülhamid’in de diplomatik girişimleri ile Alman sermayesinin Osmanlı topraklarında yatırım yapmasını hararetle destekledi. Bu durumun farkında olan II. Abdülhamid, II. Wilhelm’i İstanbul’a davet etti ve ilk ziyareti 1889 yılında gerçekleşti. Bu ziyaretten kısa bir süre önce Osmanlı hükümeti İzmit-Ankara demiryolu inşa ve işletme imtiyazını Deutsche Bank’a verdi. Bu maksatla kurulan şirket hızla inşa faaliyetine girişerek 1890 yılı ortalarında İzmit-Adapazarı hattını hizmete soktu. Bu hattın açılış töreninde ilk defa Osmanlı hükümetinin demiryolunun Almanlar eliyle Bağdat’a kadar uzatılması dile getirildi. Osmanlı Devleti ile Almanya arasında başta askeri alanda olmak üzere siyasi ve iktisadi pek çok ortak projeler gerçekleştirildi. İngiltere, Fransa hatta Rusya’nın aşırı tepkilerine neden olan Berlin-Bağdat demiryolu projesi bunların başında gelmekteydi. Aslında bu ilişkiler daha sonra iki devletin Birinci Dünya Savaşı’nda müttefik olmalarını alt yapısını hazırladı. 4 6. Ünite - Dış Politika’da Zor Yıllar: II. Abdülhamid’in Dış Politikası 147 Kendimizi Sınayalım 1. Osmanlı Diplomasisinde Fransızların yerine İngiliz ve Rusların önplana çıkmasına sebep olan olay aşağıdakilerden hangisidir? a. Kırım Harbi b. Osmanlı-Rus Savaşı c. Mısır’ın İşgali d. Cebel-i Lübnan e. Kutsal Mekânlar 2. Üç İmparator Ligi hangi devletler arasında meydana gelmiştir? a. Rusya-Avusturya-Almanya b. Rusya-İngiltere-Osmanlı Devleti c. Rusya-İngiltere-Fransa d. Rusya-Almanya- Fransa e. İngiltere-Almanya-Fransa 3. 19. Yüzyılın başında aşağıdakilerden hangisi Osmanlı vatandaşı değildir? a. Romenler b. Sırplar c. Rumlar d. Macarlar e. Arnavutlar 4. İngiltere’nin Osmanlı toprak bütünlüğünü sağlama siyasetinden vazgeçmesi akabinde II. Abdülhamid hangi ülke ile dostluk kurarak istikrarı sağlamayı denedi? a. Fransa b. Rusya c. Almanya d. Amerika e. Avusturya 5. Hilafet Meselesi hangi anlaşma ile uluslararası bir belgeye konu olmuştur? a. Paris anlaşması b. Berlin Anlaşması c. Küçük Kaynarca Anlaşması d. İstanbul Konferansı e. Medine Anlaşması 6. Yabancı basını takip ve kamuoyu oluşturmak için kurulan kurum aşağıdakilerden hangisidir? a. Düvel-i Ecnebiye Müdürlüğü b. Matbuat-i Ecnebiye Müdürlüğü c. Tahrirat-i Ecnebiye Müdürlüğü d. Matbuat Müdürlüğü e. İstihbarat Müdürlüğü 7. Osmanlı-Amerkan Ticaret Anlaşması hangi tarihte yapılmıştır? a. 1730 b. 1830 c. 1860 d. 1878 e. 1897 8. Japonya ilk defa hangi Türkçe eserde zikredilmiştir? a. Kamusu’l-A’lam b. Kutadgubilig c. Kamus-i Türkî d. Divan-i Lugati’t-Türk e. Cihannüma 9. Osmanlı’da ilk Prusya askeri heyeti kaç yılında istihdam edildi? a. 1835 b. 1883 c. 1890 d. 1903 e. 1914 10. Yukarı Kongo Araştırma Komisyonu’nu aşağıdaki devletlerden hangisi kurmuştur? a. Osmanlı b. İngiltere c. Fransa d. Hollanda e. Belçika 148 Osmanlı Tarihi (1876-1918) Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı 1. c Yanıtınız yanlış ise “Büyük Güçler ve Osmanlı Devleti” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 2. a Yanıtınız yanlış ise “Büyük Güçler ve Osmanlı Devleti” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 3. d Yanıtınız yanlış ise “II. Abdülhamid’in Dış politika Prensipleri” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 4. b Yanıtınız yanlış ise “II. Abdülhamid’in Dış Politika Prensipleri” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 5. c Yanıtınız yanlış ise “Hilafet Politikaları” konusunu yeniden gözden geçiriniz 6. b Yanıtınız yanlış ise “Dış Dünya’da Osmanlı İmajının Takibi” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 7. b Yanıtınız yanlış ise “Osmanlı-Amerikan İlişkileri” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 8. d Yanıtınız yanlış ise “Osmanlı-Japonya İlişkileri” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 9. a Yanıtınız yanlış ise “Osmanlı-Alman İlişkileri” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 10. e Yanıtınız yanlış ise “Diğer Devletler ile İlişkileri” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Sıra Sizde 1 II. Abdülhamd tahta geçtiği zaman Osmanlı Devleti savaş içinde idi. Osmanlı-Sırbistan, Karadağ Savaşı. Bu yüzden Balkanlar kaynıyor, Rusya başta olmak üzere Avrupa Devletleri Osmanlı Devleti’ından Balkanlar’da reformlar yapmasını istiyordu. Bu taleplerin hemen tamamı aslında Osmanlı Devleti’nin haklarından vazgeçmesi hatta yavaş yavaş Balkanlardan çekilmesi anlamına geliyordu. Balkan sorununu çözmek üzere toplanan İstanbul Konferansı, çözüm yerine sorun üretti. Böylece Osmanlı Devleti kendini Rusya ile savaşın ortasında buldu. Savaşı durduran Ayastefanos anlaşması ile bilahare akdedilen Berlin Kongresi hep Osmanlı aleyhinde gelişmiştir ve Osmanlı Devleti’nin toprak kayıpları ile neticelenmiştir. Zaten ihtiyatlı bir kişiliği olan II. Abdülhamid bu şartlar karşısında kendi dış politika prensiplerini belirleyecektir. Sıra Sizde 2 Osmanlı Padişahı hem Osmanlı Sultanı hem de İslam’ın hamisi olması hasebi ile Halifedir. Osmanlı Sultanları klasik dönemde bu unvanı kullanırken daima dikkatli davranmışlardır. Ancak Küçük Kaynarca anlaşmasından sonra yaygın bir şekilde kullanılmaya başlandı. II. Abdülhamid de özellikle sürekli Osmanlı topraklarına müdahale eden ve Müslüman müstemlekesi olan ülkelere karşı bu sıfatını kullanmaya özen gösterdi. Hilafet vurgusu ve buna bağlı uygulamaları ile bir taraftan Müslümanlar arasında birliği ve dayanışmayı (doğal olarak Osmanlı Müslümanlarını bütünleştirmeyi) sağlarken diğer taraftan da Avrupa devletlerin üzerinde bir baskı aracı olarak kullanarak onların müdahalelerini aza indirmeyi hedefledi. Sıra Sizde 3 19. yüzyılın sonunda yaşanan gelişmeler Osmanlı Devleti’ni yalnızlığa itti. Eski dostları ve müttefikleri Osmanlı topraklarından iktisadî imtiyazların dışında toprak koparmaya başladılar. İngiltere ve Fransa kendi yüzölçümlerinden daha büyük olan Osmanlı vilayetlerini işgal etti. İşte Osmanlı Devleti de dış politikada yeni alanlar yaratarak bu yalnızlıktan uzaklaşmaya, ayrıca kalkınması için ihtiyaç duyduğu kaynakları yaratmaya çalıştı. Sıra Sizde 4 Berlin-Bağdat demiryolu işletme hakkının yanı sıra, demiryolu hattı boyunca her iki taraftaki yirmi kilometrelik alanda maden ve petrol arama-işletme imtiyazının Almanlara verilmesi İngilizlerin Anadolu’daki iktisadi menfaatlerini zedeliyordu. Ayrıca göz diktikleri petrol bölgelerinden uzak kalıyor ve uzun zamandır üstünlük elde ettikleri Basra Körfezi ticaretleri tehdit altına giriyordu. Özellikle demiryolu hattının Bağdat’tan Basra’ya, buradan da Kuveyt’e ulaştırılması niyeti, İngilizleri büsbütün çileden çıkardı. Zira Avrupa’da durduramadıkları Almanlar ile Basra Körfezi’nde karşı karşıya geleceklerdi. Böylece sömürgeleri olan Hindistan yolunun da Alman baskısına maruz kalacak olması kabul edilemezdi. Bunun için Fransız ve Rusları da harekete geçiren İngiltere en azından projeyi kendi menfaatlerine uyarlamayı hedefledi. Bu çekişme uzun yıllar sürdü ancak çözüm bulunamadı. Gerek Osmanlı-Alman ilişkilerinin aldığı yeni şekli ve gerekse İngiltere başta olmak üzere diğer büyük devletlerin tavrı bu sorunu ileriki yıllara taşıdı. Böylece Berlin-Bağdat demiryolu sorunu Birinci Dünya Savaşı’nın çıkmasının ana nedenlerinden biri oldu. 6. Ünite - Dış Politika’da Zor Yıllar: II. Abdülhamid’in Dış Politikası 149 Yararlanılan Kaynaklar Akarlı, Engin, (1999). “II. Abdülhamid: Hayatı ve İktidarı” Osmanlı, Ankara, II, 253-274. Akyıldız, Ali, (1999). “II. Abdülhamid’in Çalışma Sistemi, Yönetim Anlayışı ve Babıâli’yle (Hükümet) İlişkileri, Osmanlı II, Ankara, s.286-297. Anderson, M.S., (1970). The Great Powers and The Near East 1774-1923, Great Britain. Armaoğlu, Fahir, (1999). 19. Yüzyıl Siyasi Tarihi (1798- 1914), Ankara. Baydur, Mithat, (1999). “Osmanlı-Alman İlişkilerinde Anadolu ve Bağdat Demiryollarının Yeri”, Osmanlı, Ankara, II, 345-360. Çetinsaya, Gökhan, (1999). “İsmi Olup Cismi Olmayan Kuvvet: II. Abdülhamid’in Pan-İslamizm Politikası Üzerine Bir Deneme”, Osmanlı II, s. 380-387. Danışmend, İsmail Hami, (1972). İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, İstanbul. Eraslan, Cezmi, (1992). II. Abdülhamid’in İslam Birliği Politikaları, İstanbul. Gülsoy, ufuk, (1994). Hicaz Demiryolu, İstanbul. Kent, Marian (Editör), (1996). The Great Powes and the End of Ottoman Empire, London. Kurat, Yuluğ Tekin, (1962). “1877-1878 Osmanlı Rus Harbinin Sebepleri” Belleten XXVI, sayı 103, Temmuz 1962, s. 567-592. Kurşun, Zekeriya,(2000).“II.Abdülhamid Döneminde Batı Basınında İmaj Düzeltme Çabaları: Matbuat-i Ecnebiye Müdiriyeti’nin Kurulması ve Faaliyetleri”, Türk Kültürü İncelemeleri Dergisi, İstanbul, sayı I, s. 105-118. Küçük, Cevdet, (1988). “Abdülhamid II”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul, I, 216-224. Lee, Hee Soo, (1999).”II. Abdülhamid ve Doğu Asya’daki Panislamist Siyaseti”, Osmanlı II, Ankara, s. 363- 372. Lewis, Bernard, (2008). Modern Türkiye’nin Doğuşu, (Çeviren: Boğaç Babür Turna) Ankara. Mahmud Celaleddin, (1983). Mir’at-i Hakikat (Hazırlayan: İsmet Miroğlu), İstanbul. Moreau, Odile (1999).“Osmanlı İmparatorluğunda Alman Askeri Misyonları” Osmanlı, Ankara, II, 335- 344. Mufassal Osmanlı Tarihi V, (1963). İstanbul. Ortaylı, İlber, (1983). Osmanlı İmparatorluğu’nda Alman Nüfuzu, İstanbul. Özcan, Azmi, (1997). Pan-İslamizm: Osmanlı Devleti, Hindistan Müslümanları ve İngiltere, 1877-1924, İstanbul. Özgüldür, Yavuz, (1993). Türk-Alman İlişkileri, 1923- 1945, Ankara. Özyüksel, Murat, (1998). Osmanlı-Alman İlişkilerinin Gelişim Sürecinde Anadolu ve Bağdat Demiryolları, İstanbul. Petrie, Sir Charles Br., (1947). Diplomatic History, 1713-1933, London. Qataert, Donald, (2005). The Ottoman Empire 1700- 1922, Cambridge, s. 54-89. Reyhan, Cenk, (2005). “Türk-Alman İlişkileri’nin Tarihsel Arkaplanı”, Belleten, Nisan 2005, Sayı 254, s. 1-45. Salih Münir (Paşa), (1332). Diplomasi II, Almanya, İstanbul. Şafak, Nurdan, (2003). Osmanlı-Amerikan İlişkileri, İstanbul. Şahin, F. Şayan Ulusan, (2001). Türk-Japon İlişkileri (1876-1908), Ankara. Tokay, Gül, (1999). “Osmanlı-Bulgaristan İlişkileri: 1878-1908”, Osmanlı II, Ankara, s. 319-334. Uçarol, Rifat, (2010). Siyasi Tarih (1789-2010), İstanbul, s. 360-373. Yasamee, F.A.K., (1996). Ottoman Diplomacy, Abdulhamid II and the Great Powers 1878-1888. Yasamee, Ferous Abdullah K., (1999). “Avrupa İttifaklar Sistemi İçerisinde Osmanlı İmparatorluğu”, Osmanlı II, Ankara, 35-44. 7 Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; II. Meşrutiyete giden süreci tanımlayabilecek, II. Meşrutiyetin ilanını ve sonuçlarını çözümleyebilecek, II. Meşrutiyet Dönemindeki iç ve dış krizleri irdeleyebilecek, II. Meşrutiye Dönemindeki Savaşları ve anlaşmaları açıklayabileceksiniz. Anahtar Kavramlar • Örgütlü Muhalefet • Jön Türkler • İttihat ve Terakki • Trablusgarp • Osmanlı Balkanları İçindekiler Osmanlı Tarihi (1876-1918) Son Hamle: II. Meşrutiyet Yıllarında Osmanlı Devleti • SİYASÎ GELİŞMELER • KRİZLER, SAVAŞLAR VE ANLAŞMALAR • İKTİDAR’IN KONTROLÜ: TRİUMVİRA OSMANLI TARİHİ (1876-1918) SİYASÎ GELİŞMELER İlk Örgütlü Muhalefet’e Doğru: Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti Kanun-i Esasi’nin yeniden yürürlüğe konulduğu 1908 yılından başlayarak Osmanlı Devleti’nin resmen tarihe karıştığı 1923 yılı arasındaki anayasal monarşi idaresine II. Meşrutiyet Dönemi adı verilir. Sultan II. Abdülhamid, Osmanlı-Rus Savaşından dolayı Osmanlı Meclis-i Mebusan’ında saltanata yöneltilen eleştirilerden rahatsız oldu. Ayrıca yerel, etnik ve dinî taassup gösteren mebusların (milletvekillerinin) taleplerinin büyük problemlerle boğuşan Osmanlı sorunlarını çözmek yerine adeta daha da karmaşık hale getirdiğine kanaat getirdi. Bu yüzden bir yol ayrımına geldi. Ya amcası Sultan Abdülaziz gibi dizginleri bırakacak ya da dedesi II. Mahmud gibi bütün idareyi üstlenecekti. Her iki tecrübeyi de iyi bilen II. Abdülhamid, ikincisini tercih ederek mutlak monarşi yönetimine geri döndü ve Meclis’in çalışmalarını ta’til (ara vermek) etti. Hukukî olarak ara verildiği izlenimi verilse de bu durum aslında süresiz kapatılan Meclis’e ümit bağlayanlarda büyük hayal kırıklığı yarattı. Ancak Meclis ta’til edilirken Kanun-i Esasi ilga edilmedi, uygulanmasa da yürürlükte imiş gibi her yıl devlet yıllıklarında (Salnâmeler) yayımlandı. Bu yüzden anayasa fikri ve talebi toplumda ve özellikle yeni yetişen nesillerde canlı kaldı. II. Abdülhamid, aslında Meclis’in kapatılması ile kamu vicdanında meydana getirdiği büyük tesirin farkında idi. Fakat özellikle eğitime verdiği önem ve açtığı modern okullar ile bu olumsuz tesiri etkisiz kılmaya çalışıyordu. Zira geleceği kuracak yeni nesillerin eğitiminin, eski anlayışlara mensup bir meclisten daha önemli olduğuna inanıyordu. Sultan Abdülhamid, Yeni Osmanlıların hayallerinin aksine idareyi tamamen kendi eline alırken diğer taraftan, onların da benimsedikleri Tanzimat’ın siyasi, idari ve sosyal hayat için ön gördüğü düzenlemeleri yapma uğraşı veriyordu. Hatta adeta sadece bu yeni reformları yapabilmek için mutlakıyeti (İslam hukukunda meşru kabul edilen İstibdat yönetimini) benimsediğini göstermekteydi. Bu çelişkili görüntü içerisinde açtığı modern okullarda özellikle kendisinin de çok önem verdiği Mülkiye, Tıbbiye ve Harbiye’de yeni bir nesil yetişmeye başladı. Bu yeni nesil, kendilerinden önceki Yeni Osmanlılar gibi Kanun-i Esasi’nin hakkıyla uygulanması, meclis’in açılarak katılımcı bir siyasetin hayata geçirilmesine inanmaktaydı. Aldıkları eğitimin etkisiyle bu yeni nesil, eskilere nazaran daha yenilikçi düşüncelere ve Avrupaî fikirlere sahipti. Sansür’e rağmen gelişen basın da Son Hamle: II. Meşrutiyet Yıllarında Osmanlı Devleti 152 Osmanlı Tarihi (1876-1918) bu yeni fikirlerin yaygınlaşmasına katkı sağladı. Siyaset yapmaktan çekinen gazete ve dergiler, bilim ve teknolojideki gelişmeleri anlattıkları yazıları ile aslında dolaylı olarak siyaset yapıyorlardı. Bu şartlarda yetişen yeni nesil II. Abdülhamid’in idaresine artık güven duymuyordu. Aslında bu tabii bir gelişme idi. Okudukları ve aldıkları eğitimin pozitivist niteliği, yaptığı yeniliklere rağmen II. Abdülhamid’in rejimini de gelenekçi ve baskıcı bulmalarına sebep oluyordu. Okullarının çevresinde ve bahçelerinde gündelik tartışmalarında ülkenin geleceğini konuşan bir gurup Tıbbiyeli (Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye) 1889 yılında (ilginç bir tesadüf veya bilinçli bir tercihle Fransız devriminin yüzüncü yılında) İnkılab-i Osmanî adı ile gizli bir hareket başlatırlar. Hareketin kurucuları, Konyalı Hikmet Emin, Diyarbekirli İshak Sukûtî, Ohrili İbrahim Edhem, Arapgirli Abdullah Cevdet ve Bakülü Mehmet Reşit’dir. Gerçi kuruluş tarihi tartışmalıdır. Daha ziyade ilk kurucuları olan Mehmet Reşit’in anılarına dayandırılarak yukarıdaki tarih verilmektedir. Ancak diğer üyelerin verdikleri bilgiler ile karşılaştırıldığında bu ilk faaliyetin örgütlü bir hareketten ziyade aynı kaygıları paylaşan öğrenci sohbetleri olduğu anlaşılmaktadır. Hatta bu ilk sohbetlerin Mekteb-i Tıbbiye’nin bahçesindeki odun yığınları arasında yapılmasından dolayı “Hatab Kıraathanesi İçtimaı” adı veriliyordu. Sadece okulda ders arasındaki sohbetler ile bir yere varılamayacağı kanaatine varan gurubun başka muhalifler ile temasa geçmek ve hareketi genişlemek amacı ile 1891 yılında faaliyete geçtiği anlaşılmaktadır. Nitekim bu amaçla Edirnekapı dışındaki Midhat Paşa konağının bahçesinde yapılan ilk toplantıya da “İncir Ağacı İçtimaı” adı verildi. Bu tarihten itibaren Osmanlı İttihat ve Terakkî Cemiyeti olarak anılacak olan bu hareket de uzun zaman ancak sınırlı sayıda üyeleri tarafından bilinen bir cemiyet olarak kaldı. Muhtemelen, II. Abdülhamid rejiminin sıkı takibi ve üyelerinin süren öğrencilikleri cemiyetin aktif faaliyet göstermesine imkân vermedi. Diğer taraftan cemiyet her ne kadar Tıbbiyeliler arasında örgütlenmeyi sağladı ise esas fikri destek bu geleneğe sahip Mülkiyelilerden beklenmekteydi. Bu yüzden ilk örgütlü hareketin fiili bir siyasi teşkilat haline dönüp ismini duyurması için 1895 yılına kadar beklenecektir. Aynı yıl içinde cemiyetin nizamnamesi Mülkiye, Askerî Tıbbiye ve Harbiye öğrencileri tarafından hazırlandı ve ilk beyannamesi de 30 Eylül’de yayımlandı. (Ali Birinci: 1999, 402-403). Cemiyet, İtalyan Carbonari örgütünü taklit ederek teşkilatlandı ve kısa zamanda genç asker, bürokrat adayı, gazeteci ve aydınlar arasında taraftar buldu. Cemiyetin isim babası Ahmet Rıza (1859-1930) olduğu gibi, ilk sözcüsü de yine onun girişimi ile aynı yılın sonunda Paris’te yayımlanmaya başlayan Meşveret gazetesidir. Aslında bu gazeteden önce Fransa’da Lübnanlı bir Marunî olan eski Osmanlı mebusu Halil Ganem Paris’e kaçan muhaliflere ev sahipliği yapıyordu ve La Jeune Turguie adlı bir gazete yayımlıyordu. Fransa’da eğitim alıp yurda döndükten sonra Bursa Maarif Müdürlüğü’ne atanan Ahmet Rıza, 1889 yılında Paris’te açılan bir sergiyi ziyaret etmek için izinli olarak Fransa’ya gitti ve bir daha geri dönmeyip Avrupa’da bulunan diğer Abdülhamid muhalifleri ile siyaset yapmaya başladı. Zaman içinde bu guruba batı basınında Jön Türkler/Genç Türkler adı verildi. Ahmet Rıza, pozitivist felsefenin kurucusu Auguste Comte’un öğrencisi Pierre Lafitte’nin (1823-1903) fikirlerinden etkilendi. Bu yüzden Onun takipçileri de pozitivizmi tartışmasız bir biçimde benimsedi. Aslında bu felsefenin gerçekte hangi sorunlara çözüm getireceği de bilinmiyordu. Devletin sorunlarının farkında olmakla birlikte, çözüm konusunda yeterli donanımları olmayan Jön Türklere batı medeniyetini de zaman zaman eleştiren pozitivizm yeni bir hareket olarak cazip geliyordu. Fakat gerçekte onlar özellikle şikayetçi oldukları iktisadî sorunlar ile nasıl baş edileceğini bilmiyorlardı. Auguste Comte ve Pozitivizm: Fransız filozofu olan Auguste Comte (1798- 1857) tarafından ortaya atılan felsefî akımdır. Ona göre insan zihni doğanın mahiyetini ve eşyanın gerçek sebeplerini tanıyabilme yeteneğine sahip değildir. Bilimde İnsan zihinin doğrudan kurucu ve yapıcı bir rolu yoktur. İnsan ancak pozitif ve gözlemlenen fenomenlerine dayanan tecrubî (pozitif) bilgiyi elde edebilir. Dolayısıyla deney ile sağlaması yapılmayan her bilgi teolojik, metafizik ve hayal ürünüdür. Auguste Comte’un bu fikirleri temel alarak tesis ettiği “İnsanlık Dini”nin esaslarını içeren “Pozitivizmin İlmihali” isimli eseri vardır. 7. Ünite - Son Hamle: II. Meşrutiyet Yıllarında Osmanlı Devleti 153 Siyasal olarak oldukça kozmopolit bir yapısı olan Osmanlı toplumunu Osmanlıcılık ekseninde bütünleştirmek ve mutlakıyet idaresini sonlandırmak, birçok sorunu çözeceğine inanıyor ve yayınlarında daha çok bu fikirlere yer veriyorlardı. Sürekli onlara atfedilen “özgürlük”, aslında batmakta olan “devletin kurtarılması” ve “adaleti temin” amacını güden fikirlerden ibaret idi. Bu harekette ister saflıkla, ister vatanperverlik heyecanı ile izah edilsin, Genç Türklerin ve onları takip edecek olan İttihatçıların göremedikleri önemli başka bir husus vardı. O da yıllardan beri devletin hâkim unsuru olan Türklere karşı mücadele eden Sırp, Ulah, Ermeni, Bulgar hatta Müslüman Arnavut ve Arap vs. gibi unsurların meşrutiyet sayesinde Osmanlı kimliği altında bütünleşemeyecekleri idi. Buna rağmen onların girişimlerinin samimiyetinde ve vatanperverliklerinde hiçbir kuşku aranmamalıdır. İstanbul’daki cemiyet üyeleri ile dışarıdakiler denetime tabi olmayan Fransız postaları aracılığı ile haberleşebiliyorlardı. Meşveret gazetesi de aynı yolla İstanbul’a geliyor ve muhaliflerin arasında elden ele dolaşıyordu. Tabii olarak bu hareketlilik kolayca fark edildi ve takibe alındı. Aynı sırada bazı muhalifler de İngilizlerin işgalindeki Mısır’da toplandılar ve burada gazete çıkarıyorlardı. Mesela Murad Bey bunlardan birisiydi, Mısır’a kaçarak orada Mizan gazetesini yayımlamaya başladı. Daha sonra Cenevre’ye geçen Mizancı Murad burada cemiyetin şubesini kurup Mizan’ı da çıkarmaya devam etti. Ayrıca Cenevre’de yayımlanan bir diğer gazete de Osmanlı gazetesi idi ve II. Abdülhamid rejimine şiddetle muhalefet etmekteydi. Hoca Kadri’nin idare ettiği Kahire’deki muhalifler ise Kanun-i Esası ve Hak gazetelerini çıkarıyorlardı. Bu gazetelerin baskı sayısı çok yüksek değildi fakat etkileri fazla idi. Hatta bu etkiyi hisseden bir kısım maceraperestler II. Abdülhamid’ten para koparmak için bazı şantaj gazeteleri bile yayımlıyorlardı. Bir müddet yayınlanan bu tür gazeteler sağladıkları menfaatler karşılığında kapanıyordu. Bu gelişmeler üzerine II. Abdülhamid de harekete geçti, yurt içindeki kimi muhalifleri tutuklattı, kimilerini de sürgüne gönderdi. Bu süreçte, 1896 ve 1897 yıllarında Genç Türklere atfedilen iki başarısız darbe teşebbüsü oldu. Aslında bunlar Abdülhamid’e karşı yapılan ilk darbe girişimleri değildi. Saltanatının ilk yıllarında V. Murad’ı tekrar tahta geçirmek isteyen Ali Süavi ve arkadaşları 20 Mayıs 1878’de Çırağan Sarayı’na girip V. Murad’ı buradan alarak yeniden tahta geçirmek istedi. Yapılan müdahale ile Ali Süavi ve yirmi üç arkadaşı hemen orada öldürüldü. Bu olaydan sonra V. Murad Malta köşküne nakledildi ve daha sıkı bir korumaya alındı. V. Murad şehzade iken gittiği Avrupa seyahati sırasında masonlar ile kurduğu ilişkilerini İstanbul’daki masonlar ile de sürdürdü. Malta köşküne nakledilince eski arkadaşlarına haber göndererek oradan kurtarılmasını istedi. Nitekim bu çağrıya İstanbullu bir Rum olan Kelanti Skaliyeri (Cléanthi Scalieri) ilgi gösterdi. Kendisi Prodos isimli bir mason locasının üstadı idi ve muhtemelen gücünü denemek istiyordu. Ayrıca Türkler ve Yunanlıları aydın bir sultanın liderliğinde birleştirerek yeni bir Bizans Devleti kurmanın (Hanioğlu:1985, 77; Hanioğlu: 1995, 34) rüyasını görüyordu. Önce V. Murad’ın serbest bırakılması için II. Abdülhamid’e hitaben açık bir mektup yayımladı. Ardından uluslararası mason localarını harekete geçirdi fakat hiçbir sonuç alamadı. Bunun üzerine örgütlediği bir gurup ile (V. Murad’ın annesinin hizmetçisi Nakşibend Kalfa; Evkaf Nezaretinde görevli Aziz Bey, Şura-yi Devlet memurlarından Ali Şefkatî ve bunlara yardımcı olan bazı muhalifler) tıpkı Ali Süavi gibi Abdülhamid’i bir ihtilal ile tahttan indirip, V. Murad’ı yeniden tahta geçirmeye niyetlendi. Skaliyeri-Aziz komitesi diye isimlendirilen bu hareket içlerinden birinin ihbarı ile ortaya çıktı. Hareketin önderleri kaçmayı başardı, fakat taraftarları tutuklanıp çeşitli cezalara çarptırıldılar. Esasında Tazimatın ruhunu be- 154 Osmanlı Tarihi (1876-1918) nimsemiş olan ve bunu tahta geçtiğinde; kanun-i esasının yayımlanması sırasında birkaç kere ilan eden Padişah II. Abdülhamid, modernleşmeye, ülkeyi batı standartlarına ulaştırmaya asla karşı değildi ve bu doğrultuda çalışıyordu. Fakat yaşanan darbe teşebbüsleri gibi olaylar onu hürriyetçi fikirlere karşı tahammülsüz kıldı. Muhtemelen bu yüzden Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesi ile ilgisi olanların yargılandığı “Yıldız Mahkemesi”ni kurdurttu. Yargılananlar Sultan Abdülaziz’in ölümüne sebep vermekten dolayı önce idam cezasına çarptırıldı, ancak bu cezalar yine Sultan’ın talebi ile müebbet hapse dönüştürüldü. II. Abdülhamid adeta bu mahkeme ile her şeyin kendi kontrolü altında olduğunu göstermek istiyordu. Aslında bu ve benzeri olaylar her seferinde daha çok muhalifin Paris, Cenevre veya Kahire’ye kaçmasını sağlıyordu. Özellikle 1897 yılı ortalarında Mehmed Reşid Paşa başkanlığında kurulan bir mahkeme, Jön Türklerin İstanbul’daki üyeleri olan pek çok Harbiyeli öğrenciyi Trablusgarp’a ve Fizan’a sürdü. Aynı yıl içinde Paris’te Ahmet Rıza ile İttihat ve Terakkî Cemiyeti arasında da ihtilaflar çıktı. O sıralarda Ermeniler ile meskûn yerlerde yapılacak reformlar konusunda Ahmet Rıza diğer üyelerden farklı düşünmekteydi. Arkadaşlarının da tepkisini çeken görüşlerini bir yazısında yazınca araları açıldı ve bir süreliğine cemiyetten ihraç edildi. 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı’nda alınan zafer ise II. Abdülhamid’in toplum nazarındaki itibarini yükseltti ve bir süreliğine muhalefet unutuldu. Bu yeni durum tabii olarak muhalefet arasında bir hesaplaşma süreci başlattı. O tarihe kadar kamuoyunda önemsenen Jön Türkler ülke içinde de eleştirilmeye ve gözden düşürülmeye çalışıldı. Örneğin 1898 sonbaharında Muhammed Ubeydullah’ın II. Abdülhamid’e Jön Türkler aleyhinde verdiği bir layiha ilginçtir. Meşrutiyet-i İdare Yahud Parlamento Usulü, Meclis-i Mebusan, Kanun-i Esasi başlığını taşıyan raporda; yeni mekteplerde yetişen öğrencilerin hiçbir iş tutmadan devlete yük oldukları, bazılarının da yabancı ülkelere kaçarak yaptıkları yayınlar ile fesada yol açtıkları ileri sürülmekteydi. Muhalifler hakkında Padişah’a her zaman bilgi aktığı muhakkaktı, fakat bu raporun zamanlaması anlamlıdır. Zira rapor, Jön Türklerin kendi içlerinde hesaplaşmaya başladıkları bir dönemde yazıldı ve Sultana takdim edildi. Aslında yurt dışında bulunan muhalifler arasında da mutlak bir fikir birliği yoktu. Kimi fikri muhalefet kimi de fiili bir ihtilal yapmayı öngörüyordu. Sultan Abdülhamid ise fikir birliği yapamamış olan muhalifleri ikna ederek İstanbul’a getirmenin peşinde idi. Mesela, önce Mısır’a kaçıp, ardından Cenevre’ye giden Mizancı Murad (1854-1917) bu şekilde ikna edilerek İstanbul’a döndürüldü. Bu siyaset başarılı oldu ve pek çok cemiyet üyesi Ahmet Rıza’nın etrafından uzaklaştı. Kimi Padişah ile anlaşarak yurda döndü, kimi de devletin dış temsilciliklerinde işe başladı. Aynı süreçte yaşanan bir başka gelişme Jön Türklerin toparlanmasına yardımcı oldu. Bağdat Demiryolu projesinin Almanlara verileceğinin duyulması, İngilizlerin Jön Türk hareketine destek vermesine sebep oldu. Zira bu hareket başarılı olursa, proje durdurulabilir veya İngiliz sermayedarlarına aktarılabilirdi. Hatta bu sıralarda ilginç bir gelişme oldu. Bağdat Demiryolu imtiyazının İngilizlere verilmesi için kulis yapan Abdülhamid’in eniştesi Damat Mahmud Celaleddin Paşa (1853- 1903) başarısız olunca oğulları (Prens) Sabahattin ve Lütfullah Beyleri de alarak 1899 sonlarında Paris’e kaçıp Jön Türk hareketine iştirak etti. Başlangıçta bu gelişme onlara bir avantaj sağladı ise de, zaman içinde aralarında bazı fikir ayrılıkları ve kişisel rekabetleri de ortaya çıkardı. Bu ayrılıklar 4-9 Şubat 1902 tarihinde, Paris’te yapılan ilk Jön Türk kongresinde kendini gösterdi. Kongreye Türk muhaliflerden başka, Fransa’da bulunan, Arap, Arnavut, Ermeni, Rum, Yahudi gibi mülteciler de katıldı. Kongre sonunda Fransız pozitivizminin savunucusu Ahmet Rıza’nın baş- 7. Ünite - Son Hamle: II. Meşrutiyet Yıllarında Osmanlı Devleti 155 kanlığında Terakki ve İttihat gurubu ile İngilizlerin yükselişine hayran olan ve Edmond Demolins’in fikirlerinden etkilenen Prens Sabahattin’in (1878-1948) liberal eğilimli ve muhtariyeti (özerklik) savunan “Teşebbüs-i Şahsı ve Adem-i Merkeziyet” gurupları ortaya çıktı. İki gurubun arasındaki ayrılık sadece benimsenen felsefi ekoller ile sınırlı değildi. Asıl ayrılık hedefe vardıracak yöntemler üzerinde çıkmıştı. Prens Sabahattin’i destekleyenler, sadece propaganda yolunu değil, askerî teşkilatlanmayı da sağlayıp, İngilizlerin dikkatlerinin çekilmesini istiyorlardı. Ancak bundan da önemlisi, Prens Sabahattin ile birlikte hareket eden bazı Ermeniler, 1856 Paris ve 1878 Berlin anlaşmalarında imzası olan Avrupa devletlerinin reform yaptırmak üzere bu sürece müdahil olmalarının sağlanmasını teklif ediyorlardı. Hatta şiddetli tartışmalara rağmen bu fikirleri kongrenin sonuç bildirisinde de yer aldı. Ahmet Rıza ve taraftarları ise bu meselenin bir iç mesele olduğunu söyleyerek dış müdahaleye imkân verecek tavırlara şiddetle karşı geldi. Bu tarihten sonra diğer guruptan tamamen uzaklaşan Teşebbüs-i Şahsı ve Adem-i Merkeziyet gurubu da ağırlıklı olarak Osmanlı Asya’sında (Suriye, Irak ve Anadolu) teşkilatlanmaya başladı. Jön Türkler de Osmanlı İttihat ve Terakki cemiyetini yeniden kurup, her tarafta kendilerinden söz ettirmeye başladılar. Cenevre ve Kahire’de cemiyete yeni katılımlar oldu. Avrupa’da birbirinden bağımsız çalışan bu iki gurup 1907 yılında Cenevre’deki Ermeni Taşnaksutyun Cemiyeti’nin daveti ile İkinci Jön Türk Kongresi’nde bir araya geldiler. Kongre için Jön Türklerin, Teşebbüs-i Şahsı ve Adem-i Merkeziyet Cemiyeti’nin ve Ermenilerin bazı temsilcileri önce Prens Sabahattin’in Paris’teki ofisinde bir hazırlık çalışması yaptılar. Ardından Kongre, 27 Aralık 1907’de Ahmet Rıza, Sabahattin ve Malumyan’ın ortak başkanlığında toplandı. Aralarında fikir birliği olmayan üstelik programlarına dış müdahale ve terör gibi yöntemleri de koyan Prens Sabahattin Bey’in ve Ermenilerin taraftarları ile Jön Türk gurubu arasında hayli tartışmalar yaşandı. Zira Jön Türkler, her türlü dış müdahaleye, teröre karşı oldukları gibi her halükarda Saltanat ve Hilafet hukukunun korunması taraftarı idiler. Bu zıt fikirlere rağmen çalışmalarını 29 Aralık’ta tamamlayan kongre uzlaşabildikleri uzun bir bildiri hazırladılar. Bildiride özetle Osmanlı topraklarında mevcut durum hakkındaki görüşleri ve Osmanlı Devleti’ni oluşturan milletlerin çabalarını birleştirerek amaçlarına ulaşıncaya kadar ihtilal yolunda çalışacakları duyuruluyordu. Diğer muhalif gurupların kongrede uzlaşı sergileyerek bir noktada Jön Türklerin fikirlerine yanaşması bir başarı idi. Fakat Ermenilerin 5 Ocak 1908 tarihinde gizli kalması istenen bazı kongre kararlarını Pro-Armenia dergisinde yayımlamaları, hatta, diğer muhalefet guruplarını da kendilerinin tedhiş fikirlerine yakınlaştırdıklarını ileri sürmeleri bu kongrenin de sonuçsuz kalmasına sebep oldu. Zira Ahmet Rıza Meşveret gazetesinde yayımladığı yazısı ile onları şiddetle eleştirdiği gibi, Türklerin de Ermeniler gibi amaca varmak için tedhişi benimsedikleri iddialarını yalanladı. Böylece dışarıdaki muhalefet bir kere daha ayrıştı ve esasında fazla bir şey yapamayacağı ortaya çıktı. Jön Türk muhalefetini doğuran sebepler nelerdir? Makedonya Teşkilatlanması: Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’nden İttihat ve Terakkiye 1902-1906 arasında Osmanlı toprakları içinde de nispeten Jön Türklerin fikirlerini benimseyen ancak birçok konuda onlardan da ayrılan yeni oluşumlar meydana geldi. İlki Mustafa Kemal ve bir gurup arkadaşı tarafından Şam’da kurulan “Vatan ve Hürriyet Cemiyeti” idi. Bu Cemiyetin Yafa ve Kudüs’te de şubeleri açıldı. Ancak Edmond Demolins (1852- 1907) Le Play ekolune mensup Fransız pedagogtur. Paris’te La Science Sociale dergisini çıkardı. Asıl fikirlerini À quoi tient la supériorité des Anglo-Saxons? Paris, 1897 (Anglo-Saksonlar’ın Esbâb-i Faikiyeti Nedir?İstanbul 1914, adı ile Osmanlıca’ya tercüme edilidi) adlı eserinde ortaya koydu. Fransızların devletçi yaklaşımına karşı Anglo-Saksonların bireysel ve girişimci fikirlerinin kalkınma için daha önemli olduğunu yazıyordu. Prens Sabahattin onun fikirlerinden esinlenerek, “Teşebbüs-i Şahsî ve Ademi Merkeziyet” partisini kurdu. 1 156 Osmanlı Tarihi (1876-1918) asıl teşkilatlanma Sultan Abdülhamid’in gözde ordu ve subaylarının da yer aldığı III. Ordu bölgesinde, Makedonya’da meydana geldi. Makedonya bölgesi, özellikle kozmopolit yapısı ile Selanik vilayeti her türlü siyasi faaliyetin yapılmasına uygundu. Gelişmiş bir liman ve ticaret kenti olan Selanik, III. Ordu mensuplarının dünyaya açılan kapısı idi. Aynı sıralarda Balkanlar da kaynamaktaydı. Türklerin dışında kimi bağımsızlık arayışı içinde olan kimisi de Bulgaristan ile Makedonya’yı birleştirmek isteyen birçok komite faaliyet gösteriyordu. Osmanlı Devleti’ne yöneltilmiş olan bu tehdit III. Ordu subaylarını endişelendirdiği kadar, teşkilatlanma açısından da onlara örnek teşkil ediyordu. Bir taraftan ülkenin içindeki gelişmeleri, diğer taraftan da dünyada ve özellikle dışarıdaki muhalefetin faaliyetlerini takip eden bir kısım subay ve sivil 1906 yılında Selanik’te bir araya gelerek “Osmanlı Hürriyet Cemiyeti”nin kurdu. Aslında bunlar net bir programı olmayan, Kanun-i Esasi’nın ilan edilmesini isteyen bir avuç vatanperver gençlerden ibaret idiler. Eskiden öğrenci olan bu gençler şimdi birer subaydı ve ordunun içindeki durumu daha yakından biliyorlardı. Ülke, özellikle de bizzat kendilerinin bulundukları Balkanlar başta olmak üzere yavaş yavaş elden çıkıyordu. Eksiklikleri hissediyor ve bunların ancak bir rejim değişikliği ile düzelebileceğine inanıyorlardı. Kanun-i Esasi’nin ilanı ile oluşacak hürriyetçi ortamda birikmiş iç ve dış sorunların kolayca çözülebileceğini düşünüyorlardı. Galiba, uzaktan takip ettikleri ve etkilendikleri dışarıdaki muhaliflerin de yeteneklerine gereğinden fazla güveniyorlardı. Selanik’teki bu yeni cemiyetin kurucularının çoğu asker olmakla birlikte; daha sonra Osmanlı Devleti’nin en üst makamlarına kadar ulaşacak bazı sivil üyeleri de vardı. Cemiyetin ilk kurucuları şunlardı: Kaymakam/Yarbay Bursalı Tahir Bey (1861- 1926), Binbaşı Nakî Bey ( Yücekök) (1866-1948), Erkân-i Harp Yüzbaşısı Edip Servet (Tör) (1884-1964), Yüzbaşı Kazım Nami (Duru) (1877-1967), Yüzbaşı Ömer Naci (1880-1916), Yüzbaşı İsmail Canbolat (1880-1926), Yüzbaşı Hakkı Baha Bey (1879-1942), Selanik Posta ve Telgraf İdaresi Başkâtibi Mehmet Talat Bey (1874- 1924), Selanikli Rahmi Aslan Bey (1874-1947), Midhat Şükrü (Bleda) (1874-1956). Cemiyetin kurulması akabinde üyeler kendi aralarında görev taksimi yaptı. Talat Bey, Rahmi Bey ve İsmail Canbolat Beylerden oluşan heyet, genel merkez (merkez-i umûmî) görevini üstlendi. Cemiyet gizliliğe aşırı özen göstermekteydi. Üyeler özel bir törenle kabul ediliyor ve çoğu birbirlerini tanımıyordu. Balkanlar’da hızla teşkilatlanıp pek çok yerde şubeler açtılar. Az da olsa Anadolu’da da taraftar bulmuşlardı. Eylül 1907 yılında Selanik gurubu eskiden beri fikirlerinden beslendikleri Paris ile irtibata geçti ve onlar ile birleşerek cemiyetin adını da “Terakki ve İttihat” (daha sonra da İttihat ve Terakkî) olarak değiştirdi. Paris’tekilere göre Selanik onların bir şubesi idi. Fakat Selanik’teki cemiyet üyeleri böyle düşünmüyor ve bağımsız hareket ediyorlardı. Zaten hiçbir şubenin diğeri ile fikir düzeyinde birliktelikleri yoktu ve bu durum kimsenin de umurunda değildi. Şiddetli fikir ayrılıkları aynı şube içinde bile görülmekteydi. Cemiyet, üyelerinin sadece mevcut rejime muhalefette ve yüksek bir amaç olarak Kanun-i Esasi’nın ilan edilmesi konusunda müttefik olmasını yeterli buluyordu. Hatta Osmanlı toprakları içinde yaşayan cemiyet üyeleri, Avrupa’daki ilk muhalifleri yüceltmekle birlikte, onların felsefi yaklaşımlarını pek de önemsemiyordu. Zira buradakiler daha “pragmatist/ faydacı” ve pratik düşünceye sahiptiler. Hatta denilebilir ki, Avrupa’daki muhaliflere hayranlığın sebeplerinden biri de, onların Avrupa’daki gelişmenin sırlarını öğrenmiş olmaları ve gelecekte bunları Osmanlıya taşıyabilecekleri inancıydı. Genel prensiplerini “Hürriyet, Adalet, Uhuvvet (Kardeşlik)” sloganı ile özetliyorlardı. Burada zaman zaman dile getirilen cemiyet-mason ilişkisinden de söz etmek yerinde olacaktır. II. Abdülhamid’i tahttan indirmeyi planlayan Skaliyeri’nin ba- 7. Ünite - Son Hamle: II. Meşrutiyet Yıllarında Osmanlı Devleti 157 şarısız girişiminden sonra da masonların Jön Türkler ile de ilişkiye girdikleri bilinmekle birlikte, bu konuda aralarında gerçek bir dayanışmanın olduğunu gösteren yeterli kanıtlar yoktur. Fakat Selanik’teki yeni cemiyetin kimi üyeleri masondu (İbrahim Temo gibi). Cemiyet üyeleri özellikle hükümetin takibatından kaçmak için Osmanlı topraklarında yasal olarak faaliyet gösteren mason localarında buluşmakta ve ayrıca basın konusunda da onlardan yardım almaktaydılar. Burada mason localarının hedefe varmak için bir araç olarak kullanıldığı muhakkaktır. Fakat daha sonra yapılan inkılâpta masonların herhangi bir katkılarının olup olmadığına dair bilgiler bulunmamaktadır. Balkanlar’da faaliyet gösteren rejim muhalifi birçok komite arasında dikkati çeken guruplardan birisi de Arnavutlar idi. Müslüman olan bu gurubun hedefi, İşkodra, Draç, İpek, Prizren, Priştine, Debre, Elbasan, Berat bölgelerini içine alan ve Arnavutluk tabir edilen yerde özerk bir yönetim kurmaktı. Her ne kadar bu fikirler temelde merkeziyetçi olan İttihatçılar tarafından kabul görmese de, Arnavutluk için çalışan guruplar, Merkez-i Umumi tarafından cemiyete kabul edildi ve iki taraf arasında işbirliği sağlandı. Muhtemelen cemiyet bu tavrı ile her şeyden haberdar olan II. Abdülhamid’e mesaj vermek istiyordu. Balkanlarda sadece gayr-i müslimler değil, bilakis onun güvendiği ve muhafızlarını seçtiği Müslüman Arnavutlar da muhalif olarak gösterilerek cemiyet kendi meşruluğunu sağlamaya çalışıyordu. Fakat bu tutumu ile Arnavutların taleplerini de meşrulaştırdıklarını fark etmediler. Nitekim ilk anda Arnavut İhtilalcıları ile birleşen cemiyet askerî bir kanada da sahip oldu ve halkı harekete geçirecek, gösteriler yaptıracak araçlara ulaştı ise de daha sonraki yıllarda bu sorun yeniden karşılarına çıkacaktı. 1908 yılında yaşanan bir kaç gelişme İttihatçıların harekete geçmesini teşvik etti. Kısa bir süre önce Japonya’nın karşısında mağlup olmuş olan Rusya, bu mağlubiyetinin sorumluluğunu ülkede egemen olan tek adam yönetimine bağladı ve parlamenter bir rejime geçti. Daha da ilginç olanı bir Müslüman komşu ülke olan İran’da kısa bir süre önce bir ihtilal sonucunda meşrutiyet ilan edildi. Bu iki hareketin ne derece etkisinde kaldıklarını daha ilk yayımladıkları beyannamelerinden anlamak mümkündür. Her iki ülkede ordunun iktidarın aleti olup, halkına karşı zulüm yaptıkları ifade edilen beyannamede, Osmanlı’daki bu yeni inkılâbın Ordu-Millet kaynaşmasının sonucu olduğunu vurguluyorlardı. Diğer taraftan 9-10 Haziran 1908 tarihinde İngiliz ve Rus hükümdarlarının Reval’de (Finlandiya’da bir körfez) buluşmaları, İttihatçılar tarafından Osmanlı Devleti’nin paylaşılmasına bir işaret sayılması bardağı taşıran son damla oldu ve bir muhalefet gurubu olarak açıkça ortaya çıkmalarına imkân verdi. Jön Türklerin fikirleri, faaliyetleri ve teşkilatlanmaları hakkında daha detaylı bilgi için verilen kitabın IV. bölümünü okuyunuz. Hanioğlu, Şükrü, (1985). Bir Siyasal Örgüt Olarak Osmanlı İttihat ve Terkki Cemiyeti ve Jön Türklük (1889-1902), İstanbul, s, 173-394. II. Meşrutiyet’in İlanı Reval görüşmelerinde Rusya ve İngiltere’nin gelecekte Almanya karşısında alacağı ortak tavırlar tartışıldığı gibi başta Makedonya olmak üzere Osmanlı Devleti’nin diğer meseleleri de gündeme alınmıştı. Bundan hareketle iki devletin Osmanlı Devleti’nin taksimini görüştüklerini ileri süren Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti üyeleri, derhal harekete geçtiler. Selanik ve Manastır’da duvarlara ilânlar astılar, konsolosluklara bildiriler dağıttılar. Onlara göre, devletin karşı karşıya olduğu bu tehlikenin esas sebebi meşrutî idarenin olmayışı idi. Bu yüzden hem konsolosluk- 158 Osmanlı Tarihi (1876-1918) lara verdikleri, hem de halka dağıttıkları bildirilerde, meşrutiyet ilân edildiği takdirde, her şeyin yoluna gireceğini ilân ediyorlardı. Sultan Abdülhamid bölgedeki bu hareketlilikten büyük kuşku duyuyordu. Durumu yerinde inceletmek üzere, Rumeli’ye yüksek rütbeli subaylar gönderdi fakat bir netice alamadı. Diğer taraftan Cemiyet meşrutiyeti ilân ettirmek için her türlü çareye başvurmaya karar verdi. Bu amaçla, Selanik Merkez kumandanı aynı zamanda Padişah’ın yaverlerinde Yarbay Nâzım Bey’e bir suikast düzenlendi. Manastır Polis Müfettişi Sami Bey ile Selanik Topçu Alayı İmamı Mustafa Efendi öldürüldü. Merkez kumandanını yaralayan kişi daha sonra hürriyet kahramanı olarak tanınacak olan kayınbiraderi Binbaşı Enver Bey’den başkası değildi. O, artık Selanik’te kalamazdı. Kendisine katılan bir gurupla birlikte dağa çıkarak ilk isyan bayrağını açtı. Enver Bey’i 3 Temmuz 1908’de 160 askeriyle Kolağası Niyazi Bey takip etti. Bu isyan haberleri 5 Temmuz’da İstanbul’a ulaştı. Aynı gün Niyazi Bey ve arkadaşlarının takibi ve gerekirse cezalandırılması için, Metroviçe’de bulunan Şemsi Paşa’ya bir emir gönderildi. Şemsi Paşa’nın bir kısım kuvvetlerle 6 Temmuz’da Metroviçe’den Selanik’e hareket etmesi İttihatçılar arasında panik yarattı. Paşa 7 Temmuz’da Manastır’a vardı. Gözlemlerini Babıâli’ye bildirmek için Manastır Telgrafhanesine giden Paşa, oradan çıkarken Mülazım Atıf Efendi tarafından öldürüldü. Olayların bu boyutlara ulaşması üzerine Abdülhamid cemiyete sempati duyan subay ve askerlere nasihat vermek için, Müşir Şükrü ve Birinci Ferik Rahmi Paşaların başkanlığında bir heyeti bölgeye gönderdi ise de bir sonuç alınamadı. Akabinde padişah, bu hareketleri teskin etmesi için, Manastır Fevkalâde Kumandanlığına Müşir Tatar Osman Paşa’yı tayin etti. Osman Paşa Manastır’a ulaşınca, aldığı talimat gereği şiddet göstermemeye çalışıyordu. Ayrıca hareketlere iştirak edenler için af ilân etmek suretiyle cemiyeti dağıtmak istedi. Manastır’a gelmiş olan Anadolu askerî kuvvetlerini Ohri taraflarına sevk etmeye başladı. Bu durumdan ürken ve biraz da Şemsi Paşa’nın öldürülmesinden cesaret alan İttihat ve Terakki fedailerinden bir kısmı Osman Paşa’yı da öldürmek istediler. Ancak cemiyet bunu uygun bulmayarak, Tatar Osman Paşa’nın sadece kaçırılmasına karar verdi. Rumeli’de bu olaylar cereyan ederken Abdülhamid, 10 Temmuz’da danışmanları ve eski sadrazamları Said ve Kâmil Paşaları Saray’a çağırarak olaylar hakkında ne yapılması gerektiğini sordu. Ancak onlar da bir çare bulamadan Binbaşı Enver, Kolağası Niyazi Beyler dışında, Hasan Tosun ve Eyüp Sabri Beyler de kendilerine bağlı birliklerden çeteler kurarak dağa çıktılar. 20 Temmuz’da Manastırlı Müslümanlar ayaklanıp, askerî depoları ele geçirdi. Hatta Manastır valisi Hıfzı Paşa meşrutiyet taraftarlarına karşı direnmenin anlamsız olduğunu ve ilan edilmesi gerektiğini hükümete yazdı. Sadrazam Ferid Paşa, bütün bu olup bitenlere seyirci kalıyor hatta rivayetlere göre gizlice destek bile veriyordu. Padişah muhtemelen bu rivayetler yüzünden Ferid Paşa’yı 22 Temmuz’da azlederek yerine Said Paşa’yı getirdi. Abdülhamid son bir hamle ile sadaret değişikliğine giderek, İttihatçılara mesajlarını aldığını ve uzlaşma arzusunu ortaya koydu. Ayrıca Kanun-i Esasi’yi yeniden yürürlüğe koymak zorunda kalsa bile muhtemelen bunu çok güvendiği bir sadrazam eliyle yapmak istiyordu. İstanbul’da yukarıdaki gelişmeler olurken, Rumeli’de olaylar gittikçe şiddetleniyordu. Selanik ve Manastır’a sevk edilen kuvvetler, ihtilâlcıları takip etmek şöyle dursun, onların saflarına katılıyorlardı. Şemsi Paşa’nın öldürülmesinden sonra, Manastır’a gönderilen Tatar Osman Paşa’nın kaçırılmasına karar veren İttihatçılar, bu görevi Eyüp Sabri Bey ile Resne tabur kumandanı Niyazi Bey’e verdiler. 21 Temmuz’da 2500 kişilik bir kuvvetle Manastır’a gelen Eyüp Sabri ve Niyazi Beyler Osman Paşa’yı tevkif ederek Resne’ye götürdüler. Kısa bir süre önce İttihat ve Te- 7. Ünite - Son Hamle: II. Meşrutiyet Yıllarında Osmanlı Devleti 159 rakki Cemiyeti’ne kabul edilmiş olan Arnavut ihtilal komiteleri ise 22 Temmuz sabahı Firzovik’te 20-30 bin kişi toplayarak Meşrutiyetin ilânı için nümayişe başladılar. Firzovik toplantısı bir bakıma ihtilâli halka mal etti. Her taraftan Mabeyn’e meşrutiyetin ilân edilmesi için telgraflar gönderilmeye başlandı. Rumeli’ye olayları bastırmak için giden askerler de bu harekete iştirak ediyorlardı. Bölgedeki bazı mülkî amirler de İttihatçılara destek veriyordu. Mesela Serez Mutasarrıfı Reşid Paşa meşrutiyet ilân edilmediği takdirde Abdülhamid’i hükümdar olarak tanımayacaklarını telgrafla İstanbul’a bildirdi. Aynı şekilde, İttihat ve Terakki Cemiyeti Manastır merkezi imzasıyla gönderilen başka bir telgrafta, Pazar gününe kadar meclisin açılmaması halinde vahim hadiselerin çıkacağı söyleniyordu. Cemiyet meşrutiyeti en azından Makedonya’da ilan etme kararlılığındaydı. Burada bunu başarırlarsa bütün imparatorluğa yaymanın yolu açılacaktı. Cemiyet, Abdülhamid’e gönderdiği telgraflarda Kanun-i Esasi 26 Temmuz’a kadar ilân edilmediği takdirde, bölge halkının ve askerin veliahda (V. Mehmed Reşad) biat edeceği tehdidinde bulundu ve kararlılığını göstermek için 23 Temmuz 1908’de Manastır’da meşrutiyeti ilan etti. Ardından civar kasabalarda da meşrutiyet ilan edilerek, Selanik’te meşrutiyetin ilanı için de 25 Temmuz tarihi belirlenerek İstanbul’un tepkisi beklenmeye başlandı. Bu gelişme üzerine padişah, vükelânın (bakanların) Saray’da toplanıp meseleyi görüşmelerini emretti. Sadrazam Said Paşa’nın ifadesine göre, Saray’da toplanan vükelâ, saatlerce Rumeli’den gelen ve meşrutiyeti isteyen telgrafları incelemekle vakit geçirdi, fakat bir türlü esas mevzua gelemedi. Zira hadiselerin boyutu Kanun-i Esasi’nin bir an önce ilân edilmesi zaruretini doğurmuştu, vükela da de bu kanaatte idi ancak bunu Abdülhamid’e teklif edecek cesaretleri yoktu. Bakanlar kurulu bu tereddütler içerisinde iken Padişah’ın adamlarından Rıza Bey ve Ahmed İzzet Paşa gelerek, Padişah “ahalinin Kanun-i Esasi’yi istediklerini anladı, mamafih kendisi de bunun aleyhinde değildir” demeleri herkesi rahatlattı. Zira artık meşrutiyetin ilanı önünde bir engel kalmadı. Aslında Padişah İttihatçıların beklentilerinden de önce harekete geçti ve 24 Temmuz’da İstanbul gazetelerinde yayımlanan küçük ilanlarla, meşrutiyetin iade edildiği bildirildi. Böylece Osmanlı tarihinde telgrafla kansız bir ihtilal gerçekleşti ki o güne kadar görülmüş bir şey değildi. Bu ihtilalın gerçek sahipleri hiç kuşkusuz Rumeli’de teşkilatlanan genç subaylardır. Her ne kadar fikri olarak Avrupa’daki muhaliflerden etkilendiler ve hatta onlar ile birleştiler ise de onların bu ihtilale katkıları yok denecek kadar azdır. İttihat ve Terakki Cemiyeti hangi şartlarda ortaya çıkmıştır? Güçlerin Çatışması: Harbiye ve Bahriye Nazırlarının Tayin Şekline Yapılan İtirazlar Bu ani gelişme ülke genelinde hem hayret ve hem de sevinç yarattı. Her ne kadar değişim talebi genel bir arzu idiyse de İttihatçıların yeterli toplumsal desteği yoktu. Netice itibarı ile onlar yeni ortaya çıkmış gizli bir cemiyet idi. Fakat bu hareket kısa zamanda ülke çapındaki bütün muhaliflerin çatısı oldu ve büyük bir toplumsal kabul gördü. Ülkenin her yanında bir bayram havası yarattı. Meşrutiyetin ilanının yarattığı sevinç ve coşku biter bitmez, bu sefer gözler bu maksatla kurulan Said Paşa kabinesine çevrildi. Zira İttihatçılar meşrutiyetin ilanında yoğunlaşırken idari olarak nasıl bir yapılanma olacağı konusunu ihmal ettiler. İstanbul’da kafalar karışıktı. Ortada bir hükümet vardı ama kabine üyeleri, meşrutî bir idarede olduğu gibi, sadrazam tarafından seçilmemişti. Ayrıca bu kabine içinde sevilmeyen bazı lekeli Nazırlar (İttihatçıların iddiasına göre) da bulunmaktaydı. Artık sansür2 160 Osmanlı Tarihi (1876-1918) süz yayın yapan İttihatçı basın, hükümeti diline doladı. Basına göre Said Paşa’nın başkanlığındaki bu hükümetin üyeleri arasında fikir birliği olmadığı gibi, “iffet ve doğrulukları” bile birbirine uymayan şahıslardan müteşekkildi. Böyle uyumsuz bir kabine ile hiçbir şey yapılamayacağını ileri süren basın, söz konusu kabineyi istifaya çağırıyordu. Hükümetin umumi af ilan etmesi üzerine, bir yandan adi suçluların salıverilmesi, öte yandan af kapsamına Afrika ve Anadolu’da sürgünde bulunan siyasî suçluların alınmaması (daha sonra af kapsamı genişletilmiştir) hükümet hakkındaki eleştirileri arttırdı. Ayrıca siyasî mahkûmlarla birlikte adî suçluların salıverilmesi ile yeni bir anarşi yaratılarak meşrutiyet’in ilgasının hedef alındığı iddiasıyla, Said Paşa ve Dâhiliye Nâzırı Memduh Paşa’ya ağır ithamlarda bulunuldu. Bu ağır ithamlar karşısında Said Paşa Meşrutiyet usulüne uygun yeni bir kabine kurma çalışmalarına başladı. Bu arada İttihat ve Terakki Cemiyeti, Rumeli vilayetleri müfettişi Hüseyin Hilmi Paşa aracılığıyla Babıâlîye müracaat ederek, hafiyeliğin kaldırılmasını teklif etti ve gerekli temaslarda bulunmak üzere İstanbul’a gelmek için izin istedi. Abdülhamid bu durumdan hiç hoşlanmadı. Ancak Said Paşa, 28 Temmuz 1908 tarihinde hazırlatıp takdim ettiği meclis-i vükela mazbatasında (bakanlar kurulu kararında), cemiyet temsilcilerinin İstanbul’a gelmesinin genel emniyeti temin için faydalı olacağını Padişah’a arz etti. Bunun üzerine İttihat ve Terakki Cemiyetini temsilen Talat, Cavid ve Rahmi Beylerin İstanbul’a gelmesine izin verildi. Bir süre sonra İstanbul’a gelen cemiyet temsilcileri, öncelikle kendilerine yakın gördükleri Kâmil Paşa aracılığıyla yeni oluşturulacak kabinede Harbiye Nezâreti’ne Trablusgarp vali ve kumandanı Recep Paşa’nın getirilmesini istediler. Bu şekilde cemiyet hükümet işlerinde müdahil olmaya başladı. Sadrazam Said Paşa yeni oluşturduğu kabinesini de 1 Ağustos 1908’de açıkladı ve Padişah’ın talebi ile kaleme aldığı hatt-ı hümayunu tıpkı I. Meşrutiyet’in ilanı sırasında olduğu gibi okudu. Basında da yer alan ve büyük fırtınalar koparan hatt-i hümayun on beş maddeden oluşmaktaydı. Buna göre bütün teb’a şahsî hürriyetine, hak ve görev eşitliğine sahip olacaktı. Hiç kimse kanunsuz tutuklanmayacak, sorguya çekilmeyecek ve cezalandırılmayacaktı. Herkesin mesken dokunulmazlığı olacaktı. Hiç kimse hakkında, kanunun emrettiği usulden başka türlü kovuşturma yapılmayacaktı. Seyahat, toplantı, eğitim ve öğretim özgürlüğünün yanı sıra, basından sansür kaldırılacaktı. Askerler dışındaki memurlar istekleri dışında başka yerlere tayin edilemeyeceği gibi, istifa hakkına sahip olacaklardı. Rütbe ve derecesi ne olursa olsun, her memur ancak ilgili bakanlık tarafından tayin edilecekti. Memurlar müracaatlarında hiyerarşiyi takip edecekler, aynı şekilde her memur kendi amirine karşı sorumlu olacak, başka amirler onlara karışmayacaktı. Memurların tayininde usulsüzlüğün yapıldığı anlaşılırsa alınacak tedbirlere doğrudan Sadaret bakacaktı. Devletin gelir ve giderleri her malî yılbaşında açıklanacaktı. Bakanlıklar ve vilayetlerin teşkilâtlarında ihtiyaçlara göre, açılacak meclis (meclis-i mebusan) tarafından yeni düzenlemeler yapılabilecekti. Ordunun güçlenmesi için her türlü imkân seferber edilecekti. Özetle, hatt-i hümayun, kısmen Kanun-i Esasi’nın de öngördüğü hususlar ile adeta yeni hükümetin programını içermekteydi. Peki, böyle bir şeye neden ihtiyaç duyuldu? Muhtemelen Padişah hâlâ yönetimde mutlak söz sahibi ve Kanun-i Esasi’nin de kendi güvencesi altında olduğu mesajını vermeye çalışıyordu. Tabii olarak bu durum meşrutiyet taraftarlarını hayal kırıklığına uğrattı. Özellikle hatt-i hümayunda onuncu madde olarak, Bahriye ve Harbiye Nazırlarının padişah tarafından atanacağı hükmü ortalığı karıştırdı. Yayımlanan hatt-i hümayun, Harbiye ve Bahriye Nazırlarının tayinlerinin Padişah tarafından yapılmasını öngörmekteydi. Yeni kurulan Said Paşa kabinesindeki 7. Ünite - Son Hamle: II. Meşrutiyet Yıllarında Osmanlı Devleti 161 Bahriye ve Harbiye Nazırları da bu doğrultuda padişah tarafından atanmışlardı. İttihatçılar, Padişah’ın yetkilerinin tehlikeli bir şekilde güçlendirilmesi olarak telâkki ettikleri bu tayinlere şiddetle itiraz ettiler. Dolayısıyla bu atamaları tasvip eden Said Paşa’ya da kamuoyunda bir itimatsızlık belirdi. Basın da söz konusu tayinleri Kanun-i Esasi’nin 27. maddesine aykırı olduğu gerekçesiyle sert bir dille eleştirmeye başladı. 27. maddede “Sadaret ve Şeyhülislamlık Padişah tarafından emniyet edilen şahıslara verileceği gibi, diğer bakanlar da Padişah iradesi ile tayin edilir”, denilmektedir. Bundan anlaşılan, diğer bakanların sadrazam tarafından seçilip padişah tarafından onaylanmasıydı. Bu hususu hatırlatan cemiyetin resmi sözcüsü Tanin gazetesi, kabinenin başı sıfatıyla sadrazam, kendi seçmediği bakanlardan nasıl sorumlu olabilir? diye soruyordu. Aynı yorumda, bu durumun 27. maddenin ta’dili olarak da anlaşılamayacağı, zira bunun doğrudan Kanun-i Esasi’yi ihlâl eden bir davranış olduğuna dikkati çekiyordu. Bütün basın ağız birliği etmişçesine, hatt-ı hümayunun onuncu maddesini eleştiriyor, hatta daha da ileri giderek bu maddeyi yazanın büyük bir ihanet içinde olduğu vurgulanıyordu. Bununla da yetinmeyen, İttihatçı basın, yeni kurulan kabine üyeleri aleyhinde karalama kampanyasına başladı. Nitekim bu duruma tahammül edemeyen hükümette, çatlaklar meydana geldi. Aslında bu bir güçler çatışması idi. Bir tarafta Padişahı ve gelenekçi yapıyı temsil eden güçler diğer tarafta kamuoyunu temsil eden İttihatçılar bulunuyordu. Birinci taraftakiler Kanun-i Esasi’nin 7. maddesinde, kara ve deniz kuvvetlerinin kumandası ve askerî harekât icrasının padişah yetkisinde olduğunu söyleyerek, söz konusu bakanların da bunlarla alâkalı olduğuna göre, padişah tarafından atanmalarını doğru buluyordu. Oysa karşısındakiler bu durumun Kanun-i esasi’nın ihlali olarak yorumluyordu. Aslında her iki taraf da devletin en önemli gücü olan askeriye üzerinde daha kolay nüfuz icra etmek arzusunda idi. Üstelik zaten hatt-i hümayunun yayımlanmasından da rahatsız olan ittihatçılara yeni kabine oluşturulurken hiç danışılmadı. Bu sorun hükümetin dağılmasına neden oldu ve 4 Ağustos’ta Sadrazam Said Paşa istifasını verdi. Böylece meşrutiyete “geçiş kabinesi” veya “ara kabine” sayılan hükümetin ömrü sadece iki hafta oldu. Zira hâlâ gerçek iktidarı kontrol eden Abdülhamid, İttihatçıların gücü hakkında yeterli fikre sahip değildi. Aynı şekilde Padişah’ın aşırı tepkisinden korkan İttihat ve Terakki, doğrudan Abdülhamid’e muhalefet etmek yerine, yeni kurulan kabineyi hedef alarak gücünü göstermeye çalışıyordu. Said Paşa kabinesini bu kadar kısa zamanda düşüren veya en azından sebepleri hazırlayan İttihatçıların kendilerine güvenleri arttı. Artık devletin kaderini tayin edecek yeni bir dönem başlatacaklardı. Ancak II. Abdülhamid’in kıvrak bir manevra ile meşrutiyeti hemen ilan ettirmiş olması da İttihatçıları hazırlıksız yakalattı ve eski devrin adamları ile çalışmaya mecbur etti. Henüz yönetimi üstlenmeye hazır değillerdi. Bu da Padişahın nüfuzunun eskisi gibi devam etmesi demekti. Bu yüzden birçok şey yapılacak seçim sonrasına erteledi. Seçimler ve Yeni Meclis Kamil Paşa başkanlığında kurulan yeni hükümetin ilk işlerinden biri Kanun-i Esasi’ye göre açılacak meclisin üyelerini belirlenmesi için seçim hazırlıkları yapmak oldu. Seçime I. Meşrutiyet meclisinin hazırladığı seçim kanunu ile gidildi. Tahmin edileceği gibi bu süreç ülkede farklı muhalefet guruplarının da ortaya çıkmasına vesile oldu. Ayrıca arzu edilen çoğulcu sistem için de bu gerekliydi. İttihat ve Terakki henüz partileşmemişti ama bir cemiyet olarak seçimlerin toplumsal ve ordu desteğine sahip en popüler gurubuydu. Diğer önemli gurup ise Avrupa’dan dönen Prens Sabahattin’in başkalığındaki liberal eğilimli “Osmanlı Ahrar Fırkası” idi ve 162 Osmanlı Tarihi (1876-1918) muhalefeti temsil ediyordu. Mizancı Murad, Ali Kemal ve Arnavut İsmail Kemal gibi popüler isimler bu parti içinde yer aldı. Seçimlere sınırlı sayıda bazı bağımsız adaylar da girdi. Seçimlere bu atmosferde gidildi ise de denetim ağırlıklı olarak İttihat ve Terakki’nin elinde idi. Üstelik meşrutiyeti ilan ettirme konusunda gösterdiği kararlılık seçmenlerin ilgisine mazhar oluyordu. Nihayet 1908 sonbaharında yapılan (seçimler tek bir günde değil, yerine göre değişik tarihlerde yapılabiliyordu) seçimlerin de galibi oldu ve II. Meşrutiyet meclisinin birinci devresi başladı. Osmanlı Ahrar Fırkası meclise sadece bir mebus sokabilmişti, geri kalanlar tamamen İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin mebuslarıydı. Fakat unutmamak gerekir ki, oldukça farklı bölgelerden listeye alınan bu isimler arasında da tam bir uyumluluk yoktu. Toplam 122 seçim çevresi vardı ve ilk meclisin üye sayısı da 281 olarak belirlendi. Bu üyelerin 157si bu günkü Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde olan seçim bölgelerinden; 65’i’ Arap vilayetlerinden, 59’u da Balkan coğrafyasından idi. Bu dağılım daha sonra pek çok siyasî tartışmaları da beraberinde getirecektir. Ancak seçilenlerin altısına çeşitli nedenler ile mazbataları verilmediği için meclis 17 Aralık 1908 tarihinde açılarak 275 milletvekili ile çalışmalarına başladı. Bir gün önce ise II. Abdülhamid otuz dokuz kişiden oluşan Meclis-i Ayan’ın üyelerini açıkladı. Meclis’in açılması ile yeni dönemin “hürriyetçi” havası hemen kendini gösterdi. Meclis başkanlığına uzun zamandır siyasi bir kaçak olan ve şimdi İstanbul mebusu seçilen Ahmet Rıza getirildi. Üstelik kanuna göre başkanlık, Meclisin önerisi ve Padişah’ın onayına bağlıydı. II Abdülhamid de Meclisin önerisini tereddütsüz onayladı. Böylece Meclis denetim görevini yapmaya başladı. Ancak hükümet meşrutî bir yönetimdeki gibi seçim galibinin kurduğu bir hükümet değildi. Hatta Sadrazam Kamil Paşa Ahrar Fırkası’na mensuptu. Bu yüzden tartışmalar yaşandı ve hükümet de meclisten güvenoyu istedi. Kamil Paşa 13 Ocak 1909’da İttihatçı çoğunluğa rağmen güvenoyu alınca, hükümet işlerini yine bildiği gibi yürütmeye başladı. Hatta İttihatçıların daha önce büyük bir kavga ile tayin ettirdikleri Harbiye ve Bahriye nazırlarını değiştirdi. Bunun üzerine Meclis’te İttihatçılar “istizah” yani soru sorma hakkını kullandılar. Kamil Paşa ise cevabı geciktirme hakkını kullanınca bu sefer Meclis onun hakkında 8 e karşı 198 oyla güvensizlik kararı vererek onu istifa ettirdi. Yerine Hüseyin Hilmi Paşa sadrazam olarak atandı ve ilk defa bir hükümet programı meclisin güvenine sunuldu. 31 Mart Olayı: II. Abdülhamid’in Tahttan İndirilmesi Kanun-i Esasi’nin yeniden ilanı sırasında küçük bazı ilaveler yapılmıştı. İlave 120. madde, “bütün Osmanlı vatandaşlarına, kimseye önceden haber vermeden teşkilatlanma ve toplantı hakkı veriyordu. Bu ilave tamamen samimi duygular ve hürriyetçi fikirlerin bir gereği olarak yapıldı. Nitekim yıllardır kendilerini baskı altında hisseden çeşitli guruplar, hemen harekete geçerek dernek ve cemiyetler kurmaya başladı. Bu hızlı gelişme beklenenin dışında olumsuz sonuçlar verdi. Kuruluş için her hangi bir izne tabi olmadığı için görünüşte sosyal, kadın, meslekî ve öğrenci cemiyetleri adı altında kurulanlar bile siyaset yapıyordu. Özellikle Türk unsurunun dışında kalan Müslim ve gayr-i müslim Resim 7.1 II. Meşrutiyet’te Seçimlere Gidilmesi ve Seçim Sandığı 7. Ünite - Son Hamle: II. Meşrutiyet Yıllarında Osmanlı Devleti 163 unsurlara mensup pek çok cemiyet kurulması İttihatçıları rahatsız etmeye başladı. Farklı etnik guruba mensup ve milliyetçi eğilimleri olan bu cemiyetlerin amacı İttihatçıların “Osmanlıcılık” fikrine ters düşmekteydi. Bu da toplumu germeye başladı. Zaten idareye doğrudan dahil olmamış İttihatçılar bu cemiyetlerin de muhalefeti ile karşı karşıya idi. Yeni muhalefet gurupları oluşmaya, farklı fikir ve düşünceler içeren gazete ve dergiler de yayımlanmaya başladı. Gerçi bu soruna bir çözüm bulmak üzere 19 Ağustos 1909 tarihinde çıkarılan Cemiyetler kanunu ile en azından kuruluşlar izne bağlanacaktı ve milli hedef güden cemiyetlere izin verilmeyecekti. Fakat ondan önce faaliyete başlamış cemiyetler bir şekilde varlıklarını sürdürmeye devam etti. Aslında II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesine giden süreç de böyle başladı. Meclisteki çoğunluğa rağmen bir taraftan bürokraside yer edinememiş, diğer taraftan muhalefet ile yüz yüze gelmiş olan İttihatçılar kendilerini güvende hissetmiyorlardı. Zira kısa zaman içinde yukarıdaki sözü edilen cemiyetlerden başka İttihatçılara muhalif Fedâkâran-i Millet (kuruluşu: Ağustos 1908); Ahrar Fırkası (kuruluşu: 14 Eylül 1908) ve İttihad-i Muhammedî Cemiyeti kuruldu. Bu gelişmelerin yaşandığı sırada İttihatçıların isteği ile Ekim 1908’de Selanik’te bulunan ve komutanlarının çoğu İttihatçı olan Avcı taburlarının İstanbul’a getirilip, Yıldız Sarayı yakınlarındaki Taşkışla’ya yerleştirilmesi gergin bir ortam yaratmıştı. Zira bu taburlardaki subaylar meşrutî yönetimin gerekliliğine inandıkları kadar, II. Abdülhamid’in varlığını da meşrutiyetin en büyük tehdidi olarak görüyordu. Hatta muhtemelen İstanbul’a getirilmeleri de Padişah üzerinde baskı kurmak ve ona gözdağı vermeyi amacındaydı. Oysa bu subayların idare etikleri ve “alaylı” denilen küçük subay ve askerler farklı düşünüyordu. Onlar hâlâ Padişah’a bağlıydılar. Bu karşılıklı güvensizliğin yanı sıra askeriyede yapılan bazı düzenlemeler (alaylı subayların işine son verilmesi gibi) de askerler arasında huzursuzluğa neden oldu. Ayrıca sorumsuz bazı subayların İstanbul’un gece hayatına alışmaları hatta bazılarının birliklerine sarhoş dönmeleri; askerlerin ihtiyaçları ve talepleri karşısında kayıtsız kalmaları itaat sınırlarını zorluyordu. Toplumu geren bir diğer olay ise 6 Nisan 1909 tarihinde Serbesti gazetesi yazarlarından Hasan Fehmi Bey’in Galata Köprüsü üzerinde öldürülmesi idi. Köprünün her iki tarafında zabıta kontrol noktası olmasına rağmen katilin rahatça kaçabilmesi tuhaf bulundu ve hem basında ve hem sokakta geniş protestolara sebep oldu. Hasan Fehmi ölmeden önce İttihatçıları eleştiren yazılar yazdığı için cemiyetin bazı fedaileri cinayet şüphelisi olarak görülüyordu. İşte Derviş Vahdeti de bu sırada devreye girdi. Bir süre önce çıkarmaya başladığı Volkan gazetesinde, muhalif bir gazetecinin öldürülmesini şiddetle eleştirerek dikkatleri üzerine çekti. Aslında kendisi de İttihatçılar ile ilişkisi olan bir kişiydi, fakat şahsı tatminsizlikler yüzünden onlardan yüz çevirerek Volkan gazetesini çıkarıp bağımsız muhalefet yapmaya başladı. Gazetesinde hem II. Abdülhamid’e ve hem de İttihatçılara muhalefet ediyordu. Net bir fikir dünyası yoktu. Ancak kendince gördüğü yanlış uygulamaları bazı eklektik düşünceler ile (bazen muhafazakâr, bazen da yenilikçi) sert bir şekilde eleştiriyordu. Onun bu tavrını gören ulemaya mensup bazı muhalifler İttihad-i Muhammedî Cemiyeti adı altında bir cemiyet kurup Volkan gazetesinin de bu cemiyetin sözcüsü olmasını Derviş Vahdeti’ye teklif ettiler. Bir süre onlar ile görüşen Vahdeti, karanlık ilişkilerini dikkate alıp onlardan uzaklaştı ve kendi başına İttihad-i Muhammedî Cemiyeti’ni kurup gazetesini de cemiyetin resmi sözcüsü ilan etti. Volkan gazetesi kısa zamanda cemiyetin geniş kabul gördüğünü iddia ediyordu. Bu ortam içinde İsyan, 13 Nisan 1909 tarihinde (Rumî 31 Mart’ta meydana geldiği için “31 Mart Vak’ası” denilmektedir) sabahı daha önce adı geçen Avcı taburla- 164 Osmanlı Tarihi (1876-1918) rına mensup askerler Ayasofya Meydanı’nda (Sultanahmet) toplanarak gösteri yapması, silah atması ve bazı isteklerde bulunması ile başladı. Kısa zamanda toplanan kalabalıktan ahenkli bir ses çıkmıyordu. Herkes kendi taleplerini seslendiriyordu. Fakat ortak söylem olarak Padişah’tan “şeriat”ın tam olarak uygulanmasını ayrıca Harbiye Nazırı Ali Rıza Paşa ve Meclis-i Mebusan Reisi Ahmet Rıza’nın görevden alınmasını istiyorlardı. Bu taleplere bakıldığında aslında isyancılar hem II. Abdülhamid ve hem de İttihatçılara karşı idiler. Bu görüntü tam da Derviş Vahdeti’nin gazetesindeki fikirler uygundu. Ayrıca kalabalıklar arasında İttihad-i Muhammedî cemiyetinin bayraklarını da taşıyanlar görüldü. Bu hareketin ilk sonucu Sadrazam Hüseyin Hilmi Paşanın istifası oldu. Bu arada isyancılar Galata köprüsü civarında Ahmet Rıza zannederek Adliye Nazırı Nazım Beyi, ayrıca Tanin gazetesi başyazarı Hüseyin Cahid zannederek Lazkiye mebusu Arslan Bey’i öldürdüler. İş tamamen kontrolden çıktı. Bazı isyancılar sokaklarda “mektepli subay” avına çıktı. İstanbul tamamen isyancıların kontrolüne girdi. Padişah ise askerler arasında bir savaş olmaması için, isyancılar üzerine asker göndermek istemedi. Bu şartlar altında Selanik’te büyük bir hareketlenme oldu. Meşrutiyetin tehlikede olduğunu savunanlar hemen asker toplayarak İstanbul’a yürünmesini arzu ediyorlardı. Hemen gönüllü yazımına başlandı. Daha sonra “Hareket Ordusu” adını alacak olan bu ordunun başına Selanik Redif fırkası kumandanı Hüseyin Hüsnü Paşa getirildi. Kısa zamanda farklı etnik kimliklerden oluşan bir ordu tertip edildi ve yola çıkarıldı (20 Nisan). Aslında gönüllü bir ordu olmasına rağmen işin arkasında III. Ordu kumandanı Mahmud Şevket Paşa vardı ve zaten Ordu 22 Nisan’da İstanbul’a yaklaşınca idareyi de bizzat kendisi üstlendi. Yeşilköy’den Yıldız sarayına çekilen telgrafta İstanbul’a girileceği bildirilmiş ve görünüşte Padişah’tan da izin alınmıştı. Aslında Padişah da isyanın hızla bitirilmesi için bu talebe muvafakat etti. Hatta askerlere karşı konulmaması konusunda gereken birimlere uyarılarda bulundu. Nitekim Hareket Ordusu hiçbir mukavemet görmeden İstanbul’a girdi. 24 Nisan’da sıkıyönetim ilan edildi ve isyan tamamen sona erdi. Bu tarihten itibaren isyanın sorumlusu aranmaya başlanır. Öncelikle Abdülhamid, İttihatçılara karşı muhalefeti harekete geçirmekle suçlanır. Ortada bunu gösteren açık deliller yoktur fakat İttihat ve Terakki Cemiyeti ile Hareket Ordusu subayları bu olayı kullanmakta kararlıdırlar. İstanbul’da olayların çıkması üzerine Yeşilköy’de toplanan Meclis-i Millî üyeleri, asayiş sağlandıktan sonra ve Mahmud Şevket Paşa’nın talebi ile 26 Nisan’da tekrar İstanbul’a döndüler. Ertesi gün yani 27 Nisan 1909’da Meclis-i Ayan’ın Ayasofya civarındaki binasında Said Paşa’nın başkanlığında toplanan 240 mebus ve 37 ayandan oluşan Meclis-i Umûm-i Millî II. Abdülhamid’in hal’ine karar verdi. Yerine kardeşi V. Mehmed Reşad (1844-1918) Osmanlı Padişahı oldu. Böylece II. Abdülhamid’in otuz üç yıllık saltanatı sona erdi. Bir kısım sudan sebeplere istinat edilen hal’ fetvasında Abdülhamid ne bu isyanın sorumlusu ne de istibdat rejimini sürdürdüğü için suçlandı. Zaten İttihatçılar başından beri ona güven duymamakta ve böyle bir fırsat beklemekteydi. İsyanın sonucu onların beklentilerini karşıladığından sanki isyanın kışkırtıcıları da onlar gibi göründü. Oysa gerçekten bu isyan onlara da zarar verebilecek nitelikteydi. Bu yüzden bir sorumlunun bulunmasına ihtiyaç vardı ve en uygun kişi her iki tarafa da muhalif görünen Volkan gazetesi sahibi Derviş Vahdeti ile 5 Nisan 1909’da kurduğu cemiyeti İttihad-i Muhammedî idi. Nitekim olayları tahrik etiği gerekçesi ile bir günah keçisi olarak yakalanıp yargılanan Vahdeti idam edildi. Böylece olay tarihe havele edildi. Aslında aynı sıralarda Osmanlı idaresine müdahale konusunda İttihatçılardan umduğunu bulamayan İngilizlerin destekledikleri Ahrarcıların faaliyetleri 7. Ünite - Son Hamle: II. Meşrutiyet Yıllarında Osmanlı Devleti 165 dikkatlerden kaçtı. Üstelik isyanlar İstanbul ile sınırlı değildi. Anadolu’da, Suriye hatta Hicaz’da da hareketlenmeler ve isyanlar oldu. Buna ne İttihatçıların ne de Derviş Vahdeti’nin gücü yetmezdi. Özellikle İstanbul’da isyanların başladığı günün ertesinde Adana’da Ermenilerin başlattıkları isyanlar oldukça manidardır. Zira büyük ölümlere sebep olan Adana olaylarında da hedef İttihatçılardı. Yaygın kanaat o sırada hâlâ gündemde olan Bağdat Demiryolu imtiyazı meselesinin kendi lehlerinde çözümlenebilmesi için İngilizler Prens Sabahattin’in taraftarlarını tahrik hatta destekleyerek olayların çıkmasını sağladığıdır. ingilizler bir nevi karşı devrim yaptırdılar. Böylece bir taşla iki kuş vuruldu. Hem Osmanlı tahtında görmek istemedikleri II. Abdülhamid’ten kurtuldular ve hem de İttihatçılar üzerinde baskı oluşturdular. Bunun en belirgin göstergesi ise olaylardan birkaç ay sonra Bağdat Demiryolu ile ilgili görüşmelerin yeniden başlamasıdır. 31 Mart olayının tarafları kimlerdir ve olaylardaki rolleri nedir? KRİZLER, SAVAŞLAR VE ANLAŞMALAR Bosna-Hersek’in Avusturya Tarafından İlhakı Bir denetim iktidarı başlatan ittihatçılar iç muhalefet ile uğraşırken aslında bir dizi dış problemle karşılaştı. Seçim arifesinde olan İttihatçılar Bosna Hersek, Doğu Rumeli ve Girit gibi yerlerden de temsilcilerin meclise girmesini tartışıyor ve bu doğrultuda buralarda teşkilatlanıyordu. Zira Bosna’lı Müslümanlar da esasında Osmanlı’ya tabi olduklarını ve kendilerinin de bir anayasalarının olması gerektiğini dillendiriyorlardı. İnkılâba ilk dış darbe bu gelişmelerden endişe duyan Avusturya’dan geldi. Aynı zamanda Osmanlı hâkimiyetindeki boğazların statüsünde lehlerinde değişiklik arayışı içinde olan Rusya da Avusturya ile görüşmeler başlattı. Avusturya, seçimlerden önce Bosna Hersek’i sınırlarına katmak karşılığında Rusya’nın taleplerine uyabileceği intibaını uyandırdı. 16 Eylül 1908’de bir araya gelen taraflar, Avusturya’nın Bosna Hersek’in ilhakı; Boğazların da Rus gemilerine açılması konusunda anlaştılar. Almanya ile de anlaşan Avusturya, 5 Ekim 1908’de Bosna Hersek’i ilhak ettiğini Berlin Anlaşmasında imzası olan devletlere bildirdi. İttihatçıların seçimlere gitmek için uğraştıkları sırada yaşadıkları felaket bununla sınırlı kalmadı. Aynı gün Bulgaristan bağımsızlığını, Girit de Yunanistan’a bağlandığını ilan etti. 3 Resim 7.2 Meşrutiyet Padişahı Sultan V. Mehmed Reşad (1844-1918) Sultan V. Mehmed Reşad: Sultan Abdülmecid’in oğludur. Annesi Gülcemal Kadın Efendi’dir. Otuzbir Mart olaylarının ardından 27 Mayıs 1909’da II. Meşrutiyetin padişahı olarak tahta geçti. Meclis’in ve özellikle İttihatçıların yaptıkları düzenlemeler ile yetkileri sınırlandırıldı. Osmanlı Devleti’ni çöküşe götüren Trablusgarp Savaşı, Balkan Savaşları, I. Dünya Savaşı gibi bir çok olay onun döneminde meydana geldi. Çanakkale Savaşı’nda alınan zaferden büyük mutluluk duydu ve askerlere hitaben bir şiir yazdı. 3 Temmuz 1918’de vefat etti. Kabri İstanbul Eyüp semtindedir. 166 Osmanlı Tarihi (1876-1918) Avusturya’nın bu tavrı büyük tepkilere neden oldu ve hatta savaşa ramak kaldı. Diğer Avrupa devletleri de bu duruma onay veriyordu. Bu yüzden Osmanlı Devleti yalnız kaldı ve bu fiili duruma rıza gösterdi. Avusturya ile 26 Şubat 1909’da yapılan bir anlaşma ile Osmanlı Devleti, Bosna Hersek üzerindeki egemenliğini tazminat karşılığında Avusturya’ya devretti ki bu durum Balkanlar’ın daha da hareketlenmesine sebep oldu. Bulgaristan’ın Bağımsızlığı’nın İlanı Bulgaristan Prensliği 1878 Berlin Anlaşması ile Osmanlı Devleti’ne bağlı olarak kuruldu. Doğu Rumeli’nin1885 tarihinde Bulgaristan ile birleşmesi yeni bir süreç başlattı. Bulgaristan bir taraftan bağımsızlık peşinde iken diğer taraftan da Ayastefanos Anlaşması ile ulaştığı sınırlara tekrar ulaşmak istiyordu. Ancak uluslar arası sistem ve özellikle çok güvendiği Rusya ona bu imkânı sunmadı. Balkanlara bu konuda ittifak edebildiği yegâne devlet Sırbistan idi. Fakat Avusturya Bosna Hersek’i ilhak etmeye niyetlenmesi, Bulgaristan’ın bağımsızlığını da desteklemesi işaretini verdi. Nitekim bundan cesaret alan Bulgaristan 5 Ekim 1908’de bağımsızlığını ilan etti. Doğal olarak Osmanlı Devleti bunu tanımadı ve hemen Berlin Anlaşmasında imzası olan devletlere bir nota vererek durumu protesto etti (6 Ekim 1908). Hatta geleneksel siyasetinin aksine bu son durumun ve Doğu Rumeli meselesinin tartışılacağı bir konferansın toplanmasını istedi. Ancak devletler buna yanaşmayıp Osmanlı Devletine bir tazminat karşılığında Bulgaristan ile anlaşmasını teklif ettiler. Nitekim bu duruma rıza gösteren Osmanlı Devleti, Bulgaristan ile tazminat meselesini görüşmeye başladı. Bulgarlar talep edilen tazminatı vermeye yanaşmayınca iki tarafın ilişkileri yeniden gerginleşti. Rusya dışındaki devletlerin müdahil olmaları sorunu çözemedi. Bunun üzerine Rusya önceliği ele alarak, Osmanlı Devleti’nin Rusya’ya ödemek zorunda olduğu 125 milyon frank savaş tazminatı (1877-78) karşılığında Bulgaristan’ın bağımsızlığının tanınmasını teklif etti. Bu borç Bulgaristan tarafından üstlenilecekti. Buna razı olmak zorunda kalan Osmanlı Devleti ile Ruslar arasında 16 Mart 1909 tarihinde Petersburg’ta bir anlaşma yapıldı. Bu anlaşmadan sonra Bulgaristan ile de 19 Nisan 1909’da İstanbul’da iki anlaşma imzalandı. Anlaşmanın biri Bulgaristan’ın bağımsızlığını tanımakta ikincisi de Doğu Rumeli’de yaşayan Müslümanların hukukunu ele almaktaydı. Girit’in Yunanistan’a Bağlanması Bu gelişmeler yaşanırken 1897’den beri yarı özerk bir statüde olan ve güvenlik gerekçesi ile dört devletin (İngiltere, Rusya, Fransa ve İtalya) işgalinde bulunan Girit Vilayeti Meclisi, Adayı Yunanistan’a bağlama kararı aldı (5 Ekim 1908). Bosna-Hersek ve Bulgaristan meseleleri devletleri yeterince meşgul ettiğinden bu oldubittiyi tanımadılar ve askerlerini adadan geri çektiler. Aslında bu durum dolaylı olarak Ada Meclisi’nin kararını da onaylıyordu. Osmanlı Devleti bu devletlere başvurarak askerlerini geri çekme işini tehir ettirmek istedi fakat dört devlet bu isteğe olumlu bakmayarak askerlerini tahliye ettiler. Buna karşılık adadaki Müslüman halkın korunması için Sude limanında Osmanlı bayrağının asılmasına ve dört savaş gemisinin gönderilmesine muvafakat ettiler. Osmanlı Devleti müteaddit defalar devletlere başvurarak Girit meselesine çözüm bulunmasını istedi ise de bir sonuç alınamadı. Bu şekilde hukukî olarak Osmanlı toprağı kalan Girit fiilen Yunanistan’ın etkisi altında olması ile 1912 yılına kadar devletlerarası bir sorun olmaya devam etti. 7. Ünite - Son Hamle: II. Meşrutiyet Yıllarında Osmanlı Devleti 167 Trablusgarp Savaşı ve Uşi Anlaşması İtalya’nın Trablusgarp üzerindeki ihtirasları bilinen bir şeydi. Son otuz yıldır Afrika kıtasında etkinliğini arttırmak isteyen İtalya, Tarblusgarb’ı ilhak etmek için diğer Avrupa devletlerinin onayının peşinde idi. 1878 yılından beri devletleri iknaya çalışan İtalya’nın önündeki engel 1881’de Fransızların Tunus’u, İngilizlerin 1882’de Mısır’ı işgalleri ile açılır. Ama o zaman bir girişimde bulunmaya cesaret edemez. Fakat bu tarihten itibaren İtalya, Libya’ya dönük politikalar geliştirmeye başlar ve özellikle iktisadî bir takım yatırımlar ile bölgede nüfuzunu arttırır. Nitekim Sultan II. Abdülhamid de bu durumun farkındadır ve bir dizi tedbirler aldırır. Bölgedeki askeri takviye eder, istihkâmları güçlendirir. II. Meşrutiyet’in ilanı ile gelişen süreç merkezin Trablusgarba ilgisini azalttı. İtalyan milliyetçilerinin baskısı ile 1911 yılına doğru artık zamanı geldiğine inanan İtalya, Tarblusgarba saldırmak için hazırlıklara başladı. Buna karşılık, İtalya’nın böyle bir maceraya girişmeyeceğini düşünen ve o sırada iş başında bulunan İbrahim Hakkı Paşa kabinesi de bazı tedbirlere başvurdu. Ancak kısa bir süre önce çıkan Yemen isyanları sırasında, Trablusgarp’taki askeri tümenin Yemen’e sevk edilmesi yüzünden alınan bu yeni tedbirler yeterli olmadı. İtalya 28 Eylül 1911’de Babıâli’ye 24 saat mühlet tanıyan bir ültimatom vererek, Trablusgarp’ı işgal edeceğini bildiriyor ve bunun kolayca olabilmesi için, Osmanlı hükümetinin oradaki görevlilere gerekli emirleri vermesini istiyordu. Bu istek karşısında büyük şaşkınlık geçiren İbrahim Hakkı Paşa ve kabinesi toplanarak istifa etmeye karar verdi. 29 Eylül’de ültimatoma cevap veren Osmanlı hükümeti, İtalya ile Osmanlı Devleti arasındaki meselelerin dostane halledilmesinden yana olduğunu bildirdi ise de bir fayda temin edemedi ve aynı gün İtalya resmen Osmanlı Devleti’ne savaş açtı. İstifa eden İbrahim Hakkı Paşa’nın yerine hükümeti Padişah’ın ısrarı ile soruna bir çözüm bulacağı zannedilen Said Paşa kurdu. Bir taraftan İttihatçıların yeni Sadrazam’a belirli-belirsiz muhalefetleri, öte yandan, Paşa’yı İttihatçıların işbirlikçisi olarak gören meclisteki diğer grupların muhalefeti kabine oluşturma faaliyetlerini hayli etkiledi. Osmanlı siyaseti, Trablusgarp’ın işgali karşısında takınılacak uluslar arası tavır konusunda ihtilafa düştü. Olaylardan kendilerini sorumlu tutan İttihatçılar dış politikada yalnızlık politikalarını sürdürme; muhalefetin bir bölümü İngilizler ile işbirliği yapmayı; mutediller ise kapitülasyonların kaldırılması gibi devletlere baskı yapacak kesin uygulamaların yapılmasını arzu etmekte idiler. İçinde bulunulan tehlikeyi bertaraf eder ümidiyle Sadaret’e getirilen Said Paşa, maalesef Trablusgarp meselesinde bir başarı elde edemedi. Paşa eskiden beri, dış problemler karşısında “haricî bir muîn” (dış yardımcı) bulunması fikrindeydi. Bu sefer de aynı fikirden hareketle İngiltere’nin yardımına başvurdu. Göreve başlar başlamaz, İngiltere’ye müracaat ederek, Mısır tarzında bir idareyi Trablusgarb’ta da kurmasını istedi. Buna göre, Trablusgarb’ın idaresi geçici olarak İngiltere’ye bırakılacak, Osmanlı Devleti’nin bölgede göstermelik bir hâkimiyeti olacaktı. Zamanı gelince de Trablusgarp iade edilecekti. Ancak bu teklife karşılık çok geç kalındığı cevabı alındı. Bu arada İtalya, 5 Kasım 1911’de Trablusgarp ve Bingazi’yi ilhak etiğini duyurdu. Said Paşa ve kabinesi İtalya’ya karşı uluslar arası hiç bir müttefik bulamadı. Artık herkesin kafasından geçen husus bölgeyi silâhlı müdafaa etmekti. Ancak devletin bunu yapacak imkânları yetersizdi. Bu arada İttihatçılar bütün imkânsızlıklara rağmen savaş taraftarı görünüyorlardı. Bunu biraz da itibar meselesi kabul ediyorlardı. Bu yüzden harekete geçen, Enver, Mustafa Kemal ve Eşref (Sencer) Beyler ile 168 Osmanlı Tarihi (1876-1918) diğer bazı Osmanlı subayları Mısır üzerinden bölgeye giderek, Trablusgarb’ın iç kesimlerinde, Bingazi ve Derne’de yerli halkı da teşkilâtlandırarak umutsuz ancak gururlu bir mücadeleye giriştiler. 1911 sonbaharından Kasım 1912 yılına kadar büyük çarpışmalar yaşandı, yer yer önemli başarılar da elde edildi. Bir yıl süren bu mücadeleden İtalyanlara büyük kayıplar verdirildi ama bir sonuç alınamadı. Ancak İtalyanlar da sahil kesiminden ileri geçemedi. İstedikleri sonucu alamayan İtalyanlar Akdeniz’de diğer bazı Osmanlı şehirlerine yöneldiler. 19 Kasım 1911’de Akabe’yi 24 Şubat 1912’de de Beyrut’u bombaladılar. 18 Nisan 1912’de Çanakkale istihkâmlarına saldırdılar. Bunun ile yetinmeyen İtalya Osmanlıya ait on iki adayı işgal etti. Amaçları Osmanlı’yı Tarblusgarb’ı terke zorlamak idi. Trablusgarp meselesi uzun zaman Meclisi de meşgul etti. Ancak bir çare bulmak yerine, Mecliste yeni fırkaların doğmasına, özellikle Arap mebusları arasında otonomi fikirlerinin yaygınlaşmasına sebep oldu. İttihatçılar ihanet ile suçlandılar. Arap mebuslar, Trablusgarp’ın hükümet tarafından ihmal edildiği kanaatini taşıyorlardı. Esasında, bu fikir sadece onlarda değil, bütün muhalif guruplarda mevcuttu. Olay karşısında, özellikle meclisteki Libya mebusları hükümeti itham ederek İbrahim Hakkı Paşa hakkında soruşturma açılmasını istediler. Ancak İttihat ve Terakki, Padişah’a meclisi fesh ettirerek (18 Ocak 1912) İbrahim Hakkı Paşa’yı Divan-i Harbe gitmekten kurtardı. Bu iç tartışmalara rağmen Osmanlı Devleti -şartlar ne olursa olsun- Trablusgarb’ı İtalyanlara terk etmemek azminde idi. Fakat Ekim 1912’de Balkan Savaşları’nın başlaması Osmanlı Devleti’ni İtalya ile anlaşmaya zorladı. Nitekim bu savaşı sona erdirecek görüşmeler 18 Ekim 1912’de Lozan’ın bir semti olan Uşi’de (Ouchy) başladı. Çetin müzakerelerden sonra bir anlaşmaya varıldı. Anlaşma gizli, ve açık olan maddelerden meydana gelmekteydi. Gizli maddelere göre, Osmanlı Devleti Tarblusgarb’a özerklik veren bir ferman yayınlayacaktı. Osmanlı hükümranlık hakları baki kalacak, ancak Padişah’ın atayacağı nâib ve dini reisler İtalya’nın onayına da sunulacaktı. Müslüman vakıfları kalacak; Padişah adı hutbelerde okunacaktı. Sultan’ın naibi (Nâibu’s-Sultan) bir konsolos gibi Osmanlı vatandaşlarının hukukunu takip edecek, Trablusgarp ve Bingazi’de genel af ilan edilecekti. Anlaşmanın ilan edilen açık hükümleri de şunlardı: 1- Osmanlı Devleti Trablusgarp ve Bingaziden askerlerini çekecektir. Buna karşılık İtalya da on iki adayı boşaltacaktı. (Balkan Savaşlarını bahane eden İtalya adaları boşaltmadı). 2- Esirler karşılıklı serbest bırakılacak, bütün siyasi suçlular affedilecekti. 3- İki devlet arasındaki bütün eski anlaşmalar yürürlükte olacaktı. 4- Diğer devletlerin de kabul etmesi halinde İtalya kapitülasyonların ve yabancı postaların kalkmasını, Osmanlı Devleti için gümrük bağısızlığının tanınmasını kabul edecek ve destekleyecekti. 5- Savaş sırasında Osmanlı topraklarında işlerinden çıkarılmış İtalyanlara işleri geri verilecek ve çalışmadıkları sürenin ücretleri ödenecektir. 6- İtalya Duyûn-i Umûmiye’den Trablusgarp ve Bingazi’ye düşen kısmı (bin altını) üstlenecektir. Anlaşmanın bütün hükümleri uygulanamadı. İtalyanlar işgal ettikleri bölgelerden daha fazlasını elde edemediler. Fakat bu savaş ile Osmanlı Devleti Kuzey Afrika’daki son kalesini kaybetti. İtalya geçici de olsa Ege denizine ve Anadolu kıyılarına yerleşti. Ancak Birinci Dünya Savaşında Osmanlı Devleti’nin açtığı cephe ile mücadele etmek, ardından Süleyman El Barunî’nin (Meclis-i Mebusan’da Trablusgarp vekili) Osmanlı gönüllülerince de desteklenen ve 20 yıldan fazla sürecek olan direnişi ile karşı karşıya kaldı. 7. Ünite - Son Hamle: II. Meşrutiyet Yıllarında Osmanlı Devleti 169 Balkan Savaşları Osmanlı Devleti’ni Avrupa’da kalan son topraklarından çıkarmak işin fırsat kollayan Balkan Devletleri bu fırsatı Trablusgarp Savaşı ile yakaladılar. Osmanlı Devleti İtalyanlar ile görüşmeler yaparken Balkan Devletleri de aralarında bir ittifak yaptılar. Balkan Devletleri, Osmanlı Devleti’ne vermeyi tasarladıkları ultimatomla Rumeli’de yapacağı reformlara diğer Avrupa devletleri gibi gözlemci olarak katılmak isteklerini ortaya koydular. Kısa bir süre önce birer Osmanlı eyalet veya vilayeti olan bu devletlerin talebi oldukça onur kırıcı idi ve reddedildi. Zaten onların amacı da savaş şartlarını hazırlamaktı. Söz konusu ültimatomları İstanbul’a ulaşmadan 8 Ekim 1912’de Karadağ Osmanlı Devletine savaş ilan etti. Balkanlarda silah altında bulunan Osmanlı askerlerinin hemen terhis edilmesini de içeren 13 Ekim tarihli ültimatomları İstanbul’a ulaşınca Osmanlı hükümeti de derhal Sırbistan ve Bulgaristan ile ilişkilerin kesilmesine karar vererek 17 Ekim’de bu ülkelerin elçilerinin pasaportlarını teslim etti. Birinci Balkan Savaşı ve Londra Barışı: 17 Ekim 1912’de Sırbistan ve Bulgaristan, ertesi gün de Yunanistan Osmanlı Devletine savaş ilan ettiler. Amaçları, zayıflamış olan Osmanlı Devleti’ni Balkan topraklarından tamamen söküp atmaktı. Aslında Balkan devletlerinin kendi aralarında da pek çok anlaşmazlıkları vardı. Fakat savaştan zaferle çıkmaları halinde kendilerini kışkırtan Rusya’nın aralarındaki sorunlara hakemlik yapacağına güvenmekteydiler. Bir dizi kriz ve Trablusgarp Savaşının sonuçları uğraşan Osmanlı Devleti bu hareketin kendisini Osmanlı Balkanlarından çıkarmak amacını güttüğünün farkındaydı ve bütün askeri imkânlarını harekete geçirmişti. Ancak savaş öncesinde 65 bin eğitimli askerin terhis edilmesi Osmanlı Devleti’nin elini kolunu bağladı. Kısa süren hazırlıklar sonunda Doğu Ordusu kumandanlığına Abdullah Paşa, Batı Ordusu kumandanlığına Ali Rıza Paşa, Avlonya Ordusu kumandanlığına ise Mahmud Şevket Paşa atandı. Fakat Mahmud Şevket Paşa muhtemelen savaşın sonucunu tahmin ederek bu sorumluluktan kaçtı ve istifa etti. Savaş başladığı zaman Osmanlı ordusunun Balkanlarda dağılmış yaklaşık 290 bin askeri; müttefiklerin ise 510 bin askeri bulunmaktaydı. Bu tablo bile savaşın sonucunu gösteriyordu, nitekim Osmanlı Devleti kısa zamanda bütün cephelerde mağlup oldu. Balkan Devletleri Rumeli’de Müslümanlara karşı büyük bir vahşet sergilemeye başladı. Eşi görülmemiş bir göç hareketi başladı. İstanbul, yaralı, hasta, yoksul, yakınlarını kaybetmiş yüz binlerce muhacirin akınına uğradı. Kamu binaları, okullar, parklar vs. gelenlere tahsis edildi, ama yetmiyordu. Bulgarlar İstanbul yakınlarında Çatalca’ya kadar dayandı. Edirne’de Bulgarlara, Yanya’da Yunanlılara, İşkodra’da Karadağlılara karşı umutsuz büyük bir direniş gösteriliyordu. Bu şartlar altında Osmanlı Devleti bir mütareke arayışına girmek zorunda kaldı ve 3 Aralık 1912’de’de Bulgarlar ile yapılan görüşmeler sonunda bir anlaşmaya varıldı. Buna göre savaş durdurulacak ve on gün içinde Londra’da barış görüşmelerine başlanacaktı. Bu tarihten itibaren Avrupa Devletleri kalıcı barış görüşmelerini desteklediyse de bir sonuç alınamadı Zira bu arada Balkanlarda meydana gelen yeni bir gelişme Osmanlı Devleti’nin Avrupa devletlerine olan güveni sarstı. Bir zamandan beri Osmanlı’dan ayrılmak isteyen Arnavutlar, eski Berat Mebusu İsmail Kemal’in önderliğinde 29 Kasım 1912’te Arnavutluğun bağımsızlığını ilan etti ve 11 Aralık’ta Avlonya’da geçici bir hükümet kurdu. Avrupa Devletleri, kurulan bu geçici hükümeti ve Arnavutluğun bağımsızlığını 17 Aralık’ta tanıdı. Aslında bu durum yeni problemlerin da habercisi idi. Zira Arnavutluk diye bahsedilen toprakların kuzeyi Sırbistan; güneyi de Yunanistan işgali altındaydı. Bu gelişmeler 170 Osmanlı Tarihi (1876-1918) ve özellikle Edirne’nin de Bulgarların tehdidi altına girmesi iç siyasete de yansıdı. 23 Ocak 1913 tarihinde Enver Bey’in başını çektiği Babıâlî baskını oldu ve hükümet düştü. Böylece düşen hükümeti ile başlayan barış görüşmeleri de son buldu. Bulgaristan da Ocak sonunda Osmanlı Devleti ile yaptığı mütarekeyi sonlandırdı ve 26 Mart’ta yaptığı ani bir saldırı ile Edirne’yi işgal etti. Osmanlı Devleti savaşı sonlandıran 30 Mayıs 1913 Londra barış anlaşmasına mecbur oldu. Buna göre Osmanlı Devleti’nin batı sınırı Midye-Enez hattı olarak belirlendi. Osmanlı Devleti Arnavutluk ve Ege Adaları üzerindeki inisiyatifi kaybetti ve buraların geleceğinin belirlenmesini Avrupalı devletlere bıraktı. Yunanistan, Girit, Selanik ve Güney Makedonya’ya; Bulgaristan, Kavala, Dedeağaç ve Trakya’ya; Sırbistan ise Orta ve Kuzey Makedonya’ya sahip olacaktı. İkinci Balkan Savaşı ve Bükreş Anlaşması: Londra Anlaşmasının sonuçları Balkan Devletleri’nin hiç birini tatmin etmedi. Zira sorun sadece Osmanlı Devleti’nin Balkanlar’dan çekilmesi değildi, bilakis onun bıraktığı boşluğu kim dolduracaktı. Özellikle bu süreçte Bulgaristan’ın büyüyerek çıkması diğer Balkan devletlerini rahatsız etti. Bu yüzden Yunanistan ile Sırbistan Bulgaristan’ı hedef alan bir anlaşma yaptı. Bulgaristan kendisine karşı birleşen bu ittifaka karşı 29 Haziran 1913’te bir savaş açınca İkinci Balkan Savaşı başladı. Birinci Balkan Savaşından yorgun çıkan Bulgaristan Yunanistan ve Sırbistan karşısında yenildi. Ayrıca Dobruca’yı almak isteyen Romanya da savaşa katılarak Bulgaristan’a saldırmıştı. Her taraftan saldırıya maruz kalan Bulgaristan Edirne’yi askerden boşaltmak zorunda kaldı. Osmanlı Devleti de Edirne’yi geri almak için derhal harekete geçti. 25 Temmuz 1913’te tahribe uğramış, insanlarına zulmedilmiş olan eski Osmanlı Başkenti tekrar geri alındı. Osmanlı hükümeti bu başarısını Meriç nehrinin batısına da yaymak istedi ise de Batılı devletler rıza göstermedi. Ancak aynı gün Batı Trakya’da bağımsız bir Türk Devleti kuruldu. Bulgaristan bu şartlarda barış talebinde bulundu ve 10 Ağustos 1913’te Bükreş Anlaşması imzalandı. Bu anlaşmaya göre Bulgaristan Ege Denizi ile olan bağlantısını sürdürebiliyor fakat büyük toprak da kaybediyordu. Zira Romanya, Sırbistan ve Yunanistan ile Bulgaristan’ın sınırları yeniden çizildi. Bükreş Anlaşmasından sonra Osmanlı Devleti ile Balkan devletleri arasında ikili anlaşmalar yapıldı. 29 Eylül 1913 tarihinde Bulgaristan ile İstanbul Anlaşması yapılarak iki taraf arasındaki savaş hali sonlandırıldı. Buna göre Londra Antlaşmasında çizilen Enez-Midye hattından vazgeçildi. Bulgaristan Kırklareli, Dimetoka ve Edirne’yi resmen Osmanlı Devletine iade etti. Ancak Bulgaristan daha önce kurulan bağımsız Batı Trakya hükümetinin feshini sağlayarak Dedeağaç ve çevresini elinde tutup, Ege Denizi’ne açılan bir koridoru korudu. Osmanlı Devleti ile Yunanistan arasında da 14 Kasım 1913’te Atina Anlaşması imzalandı. Buna göre, Osmanlı Devleti Girit’in Yunanistan’a ait olduğunu resmen kabul ettiği gibi, Yunanistan’ın Balkan Savaşı’nda elde ettiği sonuçları da tanıdı. Doğal olarak Ege Adaları sorunu bir kere daha gündeme geldi. Osmanlı Devleti, Londra Anlaşması ile Adaların geleceğini büyük devletlere bırakmıştı. Bu yeni gelişme sırasında Adalar’ın Yunanistan’a bırakılabileceği endişesi ile 22-23 Aralık 1913’te Avrupa devletlerine başvurarak, Midilli ve Sakız gibi Anadolu sahillerine yakın adalardan vazgeçmeyeceğini bildirdi. Ancak Avrupa devletleri bu talebe sert tepki gösterince Osmanlı hükümeti geri adım attı. Devletler 14 Şubat 1914’te bir nota ile bu konudaki görüşlerini Osmanlı hükümetine bildirdiler. Buna göre; Meis adası hariç, on iki ada İtalya’ya; Gökçeada (İmroz) ve Bozcaada hariç diğer 7. Ünite - Son Hamle: II. Meşrutiyet Yıllarında Osmanlı Devleti 171 ege adaları Yunanistan’a bırakılıyordu. Osmanlı Devleti bu durumu protesto ederek diplomasi faaliyetlerine başladı ise de bir netice alamadı. Birinci Dünya Savaşı başladığında on iki ada ve Ege adaları İtalya ve Yunanistan’ın işgalinde idi. İKTİDAR’IN KONTROLÜ: TRİUMVİRA Trablusgarp ve Balkan Savaşında alınan bu ağır sonuçların pek çok sebebi bulunmaktaydı. Yenilgiler, Osmanlı hükümeti üzerinde tesiri olan İttihatçıların tecrübesizliklerine, benimsedikleri laik temelli siyasetlerine, gayr-i müslimlerin askere alınmalarına, büyük devletlerin tutarsız ve düşmanca tutumlarına ve Alman eğitim sisteminin uygulandığı yetersiz askeri eğitime bağlandı. Bunların hepsinde haklılık payı olmakla birlikte II. Meşrutiyetin ilanından beri iktidar doğrudan İttihatçıların elinde değildi. Üstelik daha ilk günden itibaren kaynamaya başlayan iç siyaset geniş bir muhalefet tabanı yarattı. Osmanlı Devleti tarihinde ilk defa çoğulcu bir sistemi denemeye hazırlanıyordu. Anayasal bir hak olarak hiç kimseye haber vermeden kurulan Cemiyetler siyaset yapmaya başlayınca, İttihatçılar ilk defa bazı kontrol mekanizmalarını kullanmayı denediler. 19 Ağustos 1909 Cemiyetler kanunu bunun ilk adımı oldu. Buna rağmen farklı fikir ve düşüncelere sahip cemiyetlerin kurulmasını engelleyemedikleri gibi, Meclis’te de farklı siyası fırkalar ortaya çıktı. Arnavut ve Arap mebusların öncülük ettiği Mutedil Hürriyetperveran Fırkası Kasım 1909’da İttihat ve Terakkiye karşı kuruldu. Aynı şekilde, Paris’te yaşayan Şerif Paşa Osmanlı Islahat-i Esasiye Fırkası’nı; eski Jön Türklerden İbrahim Temo ve Abdullah Cevdet’in de içinde yer aldığı Osmanlı Demokrat Fırkası (kuruluşu: 6 Şubat 1910) ile gazeteci Hüseyin Hilmi tarafından kurulan Osmanlı Sosyalist Fırkası (kuruluşu: 15 Eylül 1910) siyaset sahnesine çıktı. Bunların hepsi aktif siyaset yapmasa da nüfuzlu guruplardı. Ancak meclis içinde 21 Şubat 1910’da kurulan Ahali Fırkası İttihatçılara şiddetle muhalefet etmekteydi. Aslında İttihatçılar daha ağır muhalefet ile nerede ise bütün yukarıdaki gurupların da içinde yer aldığı Hürriyet ve İtilaf Fırkasının kurulmasından sonra (kuruluşu: 21 Kasım 1911) karşılaştı. Nerede ise o güne kadar tanınan güçlü muhaliflerin tamamını içine alan bu fırka aynı zamanda Osmanlı Devleti’nde yaşayan Arap, Rum, Ermeni, Bulgar, Arnavut, Yahudi, vs. adına hareket eden siyasetçileri de içinde barındırıyordu. Bu yeni siyasetin sözcüleri, İttihatçıların İttihad-i Anasır (farklı unsurların birliği) fikrinin ancak bu unsurlara daha fazla hakların verilmesi ile sağlanacağı fikrinde idiler. Bu da ademi merkeziyetin uygulanması anlamına geliyordu. “Tevzi-i Mezuniyet ve Tefrik-i vezâyıf ” (Yetkilerin genişletilmesi ve görevlerin/sorumlulukların ayrımı) başlığıyla programlarında yer verdikleri fikirlerinde bu siyasetlerini nasıl uygulayacaklarını ortaya koyuyorlardı. Bu düşünceler muhtariyet fikri ya da gizli programlarında bağımsızlık arayışı olanlara cazip geliyordu. Hürriyet ve İtilaf Fırkası İstanbul başta olmak üzere hızla taşrada teşkilatlandı. Resim 7.3 Birinci Balkan Savaşları Kaynak: Hall, Richard C, (2002). The Balkan Wars 1912- 1913 Prelude to the First World War, London- New York 172 Osmanlı Tarihi (1876-1918) Bu konuda daha detaylı bilgiler edinebilmek için şu kitabın 34-81 sahifelerini okuyunuz: Birinci, Ali, (1990). Hürriyet ve İtilaf Fırkası, İkinci Meşrutiyet Devrinde İttihat ve Terakki’ye Karşı Çıkanlar, İstanbul. İstanbul Mebusu ve Hariciye Nazırı Rıfat Paşa Londra’ya Büyükelçi olarak atanınca, ara seçimle yerine birinin seçilmesi zarureti doğdu. 11 Aralık 1911 tarihinde Yapılan seçimlere İttihatçılar, Dâhiliye Nazırı Memduh Bey’i, Hürriyet ve İtilâf ise, Tunuslu Hayreddin Paşa’nın oğlu gazeteci Tahir Hayreddin’i aday göstermişlerdir. Oy sayımı sonucunda Memduh Bey 195, Tahir Hayreddin Bey 196 oy almışlardır. Kuruluşundan kısa bir zaman sonra İtilâf Fırkası’nın kazandığı bu zafer İttihat ve Terakki’yi şaşkına çevirmişti. Zira bu sonuç, yapılacak ilk seçimde Hürriyet ve İtilâf Fırkası’nın iktidara namzet olduğunu gösteriyordu. Muhalefet ile ikinci ciddî sorunu meclisin feshinin hangi şartlarda olacağını öngören Anayasa’nın 35. maddesinin ta’dili meselesinde yaşandı. Gerçi İttihatçılar istedikleri değişikliği yapma konusunda çoğunluğa sahip olmakla birlikte, anayasanın istediği 2/3 çoğunluğa ulaşamadılar ve madde haliyle kaldı. Buna rağmen Trablusgarp savaşının doğurduğu sorumluluktan kurtulmak için Padişah’a Meclis’i feshettirdiler. Bu şartlarda 1912 seçimlerine gidildi. Siyasi tarihimizde derin etkiler bırakan bu seçimlerde İttihatçılar kazanmak için bütün imkânlarını seferber ettiler. Devlet imkânlarından yararlandıkları gibi, muhaliflere karşı yer yer şiddet de uygulandığı için bu seçime “sopalı seçimler” adı verildi. Tabii olarak yeni Meclis’e altı muhalif dışında girenlerin tamamı İttihatçılardan idi. Her ne kadar Meclis bu sonuçlar ile çalışmalarına başladıysa da tartışmalar dinmedi ve seçimlerin iptal edilip yeniden yapılması tartışılmaya başlandı. En önemlisi de orduda da bir bölünmenin meydana gelmesi idi. Her ne kadar 1909 yılından beri ordunun siyaset ile uğraşmaması için bazı tedbirler alınmaya çalışıldı ise de bizzat İttihatçı subayların varlığı bu tedbirleri imkânsız kıldı. Özellikle peş peşe yaşanan felaketler ve cephelerde alınan mağlubiyetler de İttihatçıların kamuoyunda itibarlarını zedeledi. Ordu içinde bu gidişattan rahatsız olan bazı subaylar Mayıs 1912’de Halaskar Zabitan Gurubu adıyla bir teşkilat kurarak, ordunun mutlaka siyasetten elini çekmesini ve seçimlerin yenilenmesini istiyordu. Bu hareket özellikle Arnavutluk bölgesindeki subaylar arasında geniş bir kabul gördü. Baskılara dayanamayan Said Paşa hükümeti meclisten güvenoyu istedi. Hükümet güvenoyu almasına rağmen yine de istifa etti. Aslında bu istifa İttihatçıları iktidardan uzaklaştırmış oldu. Bunun üzerine Büyük Kabine adıyla tarafsız sayılabilecek Gazı Ahmet Muhtar Paşa hükümeti kuruldu. Ancak siyasal çalkantılar durulmadı. Meclisin feshi tekrar gündeme geldi ve aynı yıl içinde ikinci kere Melis feshedildi (4 Ağustos 1912). Trablusgarp Savaşı devam ediyordu, Balkan ülkeleri savaşa hazırlanmaktaydı, bu yüzden seçime de gidilemedi. Hükümet ise ne ittihatçılara ne de muhalif guruplara yakındı. Bu yüzden fazla dayanamadı ve istifa etti. Padişah hükümeti kurması için Hürriyet ve İtilafçılar ile yakınlığı bilinen Kamil Paşa’yı görevlendirdi (29 Ekim 1913). Bu durum da beraberinde yeni krizler getirdi. Özellikle Balkan Savaşları sırasında cephede alınan sonuçlar ve Müslüman nüfusun Balkanlar’dan akın akın İstanbul’a doğru göçe başlaması, Edirne’nin Bulgarlar tarafından tehdit altına alınması Kamil Paşa kabinesi ile İttihatçıları karşı karşıya getirdi. İttihatçılar nazarında Kamil Paşa Edirne’yi gözden çıkarmış görünüyordu. Hâlbuki onlar yeni bir seferberlik hareketinin başlamasını öngörüyorlardı. O sırada harbiye Nazırı olan Nazım Paşa da bu konuda ikna edilemedi. Muhtemelen bir alternatif olarak daha önce hazırladıkları darbe planlarını gündemlerine aldılar. 7. Ünite - Son Hamle: II. Meşrutiyet Yıllarında Osmanlı Devleti 173 Bakanlar kurulunun toplanarak devam eden Balkan krizi konusunda büyük devletlere verecekleri notayı tartıştıkları 23 Ocak 1913 günü Enver Bey, ve İttihatçıların fedailerinden sekiz on kişi ve onları görenlerin katılımı ile meydana gelen kalabalık bir gurup Babıâlî’yi (hükümet) bastı. Küçük bir arbededen sonra Kamil Paşa’nın yanına varan Talat ve Enver Beyler ona bir istifa mektubu yazdırarak hükümetin düşmesini sağladı. Ardından Padişah’a giden Enver Bey, bütün partilerin katılacağı bir hükümetin kurulmasını talep ettiklerini bildirdi. Bu talep bile İttihatçıların darbe yapmalarına rağmen sorumluluğu tek başlarına almaya hazır olmadıklarını göstermektedir. Buna rağmen Padişah’tan hükümeti Mahmud Şevket Paşa’nın kurmasını istediler ve bunu sağladılar. Aslında İttihatçılar II. Meşrutiyetin ilanından beri iktidarı ilk defa bu darbe ile kontrollerine alıyorlardı. Bu yüzden yeni kurulan hükümetleri muhalefet ile de işbirliği yaparak milli birlik oluşturmaya gayret etti. Hatta bu maksatla Padişah’ın başkanlığında Müdafa-i Milliye Cemiyeti kurularak bütün muhalefetin birleştirilmesi öngörüldü. Ancak istenilen başarı sağlanamadığı gibi, Sadrazam Mahmud Şevket Paşa’ya 11 Haziran 1913 tarihinde düzenlenen bir suikast ile öldürülmesi bütün bu girişimleri ters yüz etti. Trablusgarp ve Balkanlar’da yaşanan felaketler Arap toplumunda da çalkantılara neden oldu ve adem-i merkeziyet talepleri yükselmeye başladı. Muhtemelen bu durumu dikkate alan İttihatçılar İslamî görüşleri ile tanınan Mısır valisi Mehmet Ali Paşa’nın torunu Said Halim Paşa’nın Sadarete gelmesini sağladı (12 Haziran 1913). Talat Bey aynı hükümette Dâhiliye Nazırı olarak yer aldı. Başlangıçta Harbiye Nazırlığına Ahmet İzzet Paşa; Bahriye Nazırlığına da Mahmud Paşa getirilmişti. Fakat Enver Bey iki kere terfi ettirilerek Paşa rütbesi ile Ocak 1914’te Harbiye Nazırı olurken, Bahriye Nazırlığı’na da Cemal Paşa getirildi. Bu tarihten sonra artık Talat, Enver ve Cemal Paşaların üçlü (Triumvira) iktidar dönemi başladı. Aslında son yıllarını yaşayan İmparatorluğun İttihatçıların elinde savaşa girmesi ve bir noktada son bulması bütün sorumluğun onlara yüklenmesine sebep oldu. Onların dolaylı veya dolaysız siyasette etkin oldukları on yıllık süre bir dizi felaketlere sahne oldu. Ancak bütün bunlara rağmen onlar, çağdaş, pratik sonuçlar almayı hedefleyen vatanperver insanlardı. Tecrübesizlikleri ve zaman zaman pozitivizmin katı kuralcı yaklaşımı ile topluma/halka rağmen alışılagelmiş gelenekleri değiştirmeye kalkmaları kendi felaketlerini de getirdi. Ancak Osmanlı şehir hayatının geliştirilmesi, belediye hizmetlerinin ve güvenliğin düzenlenmesi konularında önemli katkılar sundular. Cumhuriyetin hazırlanmasında katkısı olan önemli iki hizmetleri de kaydedilmeye değerdir. Birincisi, milli burjuvazinin ilk adımı olan iktisadî zihniyetin değişmesi için çaba göstermeleri ve hatta kısmen uygulamalarıdır. İkincisi ise onların zamanında gelişen fikri ve kültürel hayattır. O dönemde ortaya atılan pek çok düşünce ve fikir akımı günümüz de bile hâlâ güncelliğini korumaktadır. Uygulanabilir bir siyaset olarak inandıkları “Hürriyet, Adalet, Uhuvvet” prensiplerine sonuna kadar bağlı kalmakla birlikte kendilerine uygulamalarından ortaya çıkan siyasal düşünceler de atfedildi. Bu bağlamda İnkılab’ın ilk yıllarındaki uygulamalarında Osmanlıcı ve seküler; Trablugarp Savaşı yıllarında İslamcı; Balkan Savaşları ve sonrasında Türkçü; Birinci Dünya Savaşı yıllarında da İslamcı ve kısmen Türkçü politikalar takip etikleri söylenebilir. İttihatçıları nasıl tanımlayabilirsiniz? 4 174 Osmanlı Tarihi (1876-1918) Özet II. Meşrutiyete giden süreci tanımlayabilme 1876 yılında ilan edilen ilk Osmanlı Anayasası (Kanun-i Esasi), gereği ilk Osmanlı Meclisi (Meclis-i Mebusan) de açıldı. Meclis çalışmalarını Osmanlı-Rus Savaşının doğurduğu ağır şartlar altında sürdürdü ise de ortaya çıkan kargaşa ortamından II. Abdülhamid’i sorumlu tuttu. Bunun üzerine II. Abdülhamid Meclis’in çalışmalarını süresiz ta’til etti. Anayasa ise rafa kaldırıldı. Ancak her yıl da Salnamelerde yayımlanarak adeta bir umut olarak bırakıldı. Bir kısım bürokrat ve gazeteci Osmanlı aydını bu durumdan rahatsız oldu ve yurt dışına kaçarak muhalefet yapmaya başladı. II. Andülhamid’in mutlakıyet idaresinden hoşnut olmayan bir kısım Mülkiye, Harbiye ve Tıbbiye öğrencileri arasında da gizli muhalefet başladı ve bu örgütlenmeye dönüştü. Ancak gerçek muhalefet III. Ordu subayları arasında İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kurulması ile başladı. Osmanlıda yaşanan sorunlar ve özellikle dış baskılar iç ve dış muhalefeti birleştirdi. 1908 yılında İngiltere ve Rusya arasında yapılan Reval görüşmeleri bardağı taşıran son damla oldu ve muhalefet ortaya çıkarak II. Abdülhamid’ten bir an önce meşrutiyete dönülmesini istedi. Hatta İttihatçılar Manastırda 23 Temmuz’da meşrutiyeti ilan ettiler. Bu baskılar karşısında II. Abdülhamid 24 Temmuz’da gazetelere verdiği ilan ile meşrutiyeti ilan ettiğini duyurdu. II. Meşrutiyetin ilanını ve sonuçlarını çözümleyebilme II. Meşrutiyetin ilanı bütün ülkede ve Osmanlı vatandaşı olan Müslüman, gayr-i müslim herkes arasında büyük bir sevinç ve heyecan yarattı. Özellikle İttihatçılar bu coşkuyu Kanun-i Esasi’nin bir mucizesi, ittihad-i anasır (farklı unsurların birliği)’in kaynaşması olarak yorumladı. Fakat kısa zamanda görüldü ki Osmanlı milletlerinden her biri meşrutiyeti kendi gizli emellerine vardıracak bir araç olarak görmekteydi. Özgürlükçü ortam içinde kurulan cemiyetler ve partiler, neredeyse hiç Osmanlı birliğinden söz etmiyorlardı. Bu şartlar altında seçimlere gidildi. Meşrutiyet’i ilan ettiren gurup olarak İttihatçıların adayları neredeyse bütün sandalyeleri kapattı ve Meclis I. Devre çalışmalarına başladı. Mecliste çoğunluğu sağlayan İttihatçılar toplumsal muhalefeti önleyemedi. Bu süreçten istifade etmeye kalkan bir kısım iç ve dış güçlerin kışkırtmasıyla 13 Nisan 1909’da (31 Mart) İstanbul’da ve taşralarda bir isyan başlattı. Bu gelişmeler II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesi ile sonuçlanırken, Osmanlı iç siyaseti de yeniden şekillenmeye başladı. II. Meşrutiyet Dönemindeki iç ve dış krizleri irdeleyebilme II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesinden sonra İttihatçılar siyasette daha aktif rol almaya ve ülkede mevcut iktidarı denetlemeye başladılar. Ülkenin içinde bulunduğu problemleri katılımcı bir siyasetten ziyade kendi bildikleri yöntemler ile çözmeye kalktılar. Tabii olarak bu da kendilerine karşı örgütlü muhalefetlerin doğmasına neden oldu. Ancak asıl krizler dışarıdan geldi. Meşrutiyet’in ilanının Avrupalılar tarafından da takdir edildiğini düşünen İttihatçılara ilk darbe Avusturya’nın Bosna ve Hersek’ı ilhakıyla geldi. Balkanlar’daki bu hareketlenmelerden istifade etmeye kalkan Bulgaristan da aynı gün bağımsızlığını ilan ederken, Girit Yunanistan’a bağlandığını açıkladı. Bu duruma ses çıkarmayan hatta onaylayan Avrupa devletlerine karşı zorunlu bir yalnızlık politikası benimsendi. II. Meşrutiye Dönemindeki savaşları ve anlaşmaları açıklayabilme Osmanlı Devleti, sadece Bosna-Herseki Girit ve Bulgaristan krizleri ile boğuşmuyordu. Nerede ise 1878 Berlin anlaşmasından beri fırsat bekleyen bütün taraflar harekete geçmişti. Önce İtalyanlar 1911 yılında Trablusgarb’a saldırdı. Osmanlı-İtalyan Savaşı yaklaşık bir yıl sürdü. Bu sırada Balkanlar da kaynamaya başladı. Osmanlı aleyhinde ittifak yapan Balkan devletleri de Osmanlı’ya yeni bir savaş açtı. Yeni cephenin açılması Osmanlı Devleti’ni İtalyanlar ile Trablusgarbı onlara terk etme ile sonuçlanacak bir anlaşmaya (Uşi anlaşması) mecbur oldu. Balkan Savaşında ise müttefikler İstanbul yakınlarına (Çatalca’ya) kadar ilerleyince Osmanlı Devleti önce mütarekeyi ardından Londra Barış anlaşmasını kabul etmek zorunda kaldı. Yeni statü Balkan devletlerini memnun etmeyince aralarında savaş başladı. Bunu fırsat bilen Osmanlı Devleti hem Edirne’yi kurtardı ve hem de daha önceki anlaşmaların sonuçlarını Bükreş anlaşması ile değiştirebildi. Bütün bunlara rağmen II. Meşrutiyet yılarında özellikle devletin ve toplumun geliştirilmesi yolunda da önemli başarılar elde edildi. 1 2 3 4 7. Ünite - Son Hamle: II. Meşrutiyet Yıllarında Osmanlı Devleti 175 Kendimizi Sınayalım 1. İlk Osmanlı Meclis-i Mebusanı hangi gerekçe ile kapatıldı? a. Milletvekillerinin yetersiz çalışmaları b. II. Abdülhamid’in Osmanlı-Rus Savaşındaki rolünü eleştirilmesi c. Ayastefanos Anlaşmasına karşı çıkmamaları d. Berlin Anlaşmasını onaylamak istemeleri e. Hiçbiri 2. Meşveret gazetesi aşağıdakilerden hangisinin sözcülüğünü yapıyordu? a. Hükümetin b. Azınlıkların c. Jöntürklerin d. İtilafçıların e. İsyancıların 3. Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’ni aşağıdakilerden hangisi kurdu? a. Ahmet Rıza ve arkadaşları b. Mizancı Murad ve arkadaşları c. Enver Bey ve arkadaşları d. İsmail Kemal ve arkadaşları e. Mustafa Kemal ve arkadaşları 4. II. Meşrutiyet’in ilanından önce İttihatçıların birleştikleri ihtilalciler aşağıdakilerden hangisidir? a. Arnavutluk İhtilal Komitesi b. Bulgaristan İhtilal Komitesi c. Ermeni İhtilal Komitesi d. Makedonya İhtilal Komitesi e. Hiçbiri 5. Aşağıdakilerden hangisi II. Meşrutiyetin ilanının ilk yılında meydana gelen olaylardan biri değildir? a. Bosna-Hersek’in Avusturya tarafından ilhakı b. Adana Ermeni Olayları c. Bulgaristan’ın bağımsızlığını ilanı d. Trablusgarb’ın İtalyanlar tarafından işgali e. Girit’in Yunanistan’a bağlanması 6. Uşi anlaşması hangi savaşın ardından yapıldı? a. Birinci Balkan Savaşı b. İkinci Balkan Savaşı c. Trablusgarp Savaşı d. Birinci Dünya Savaşı e. Osmanlı-Rus Savaşı 7. Balkan Savaşını ilk başlatan taraf aşağıdakilerden hangisidir? a. Osmanlı b. Sırbistan c. Karadağ d. Yunanistan e. Bulgaristan 8. Bükreş anlaşması, hangi savaşı sonlandırmıştır? a. Birinci Balkan Savaşı b. İkinci Balkan Savaşı c. Tarblusgarp Savaşı d. Osmalı-İtalyan Savaşı e. Birinci Dünya Savaşı 9. 1911 ara seçiminde aşağıdaki hangi partilerden hangisinin adayı kazandı? a. Hürriyet ve İtilaf Fırkası b. İttihat ve Terakki Fırkası c. Teşebbüs-i Şahsî ve Adem-i Merkeziyet d. Mütedil Hürriyetperveran Fırkası e. İttihad-i Muhammedî Cemiyeti 10. Büyük Kabine kim tarafından kuruldu? a. Said Paşa b. Kamil Paşa c. Ahmet Muhtar Paşa d. Mahmud Şevket Paşa e. Said Halim Paşa 176 Osmanlı Tarihi (1876-1918) Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı Sıra Sizde Yanıt Anahtarı 1. b Yanıtınız yanlış ise “İlk Örgütlü Muhalefet’e Doğru” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 2. c Yanıtınız yanlış ise “İlk Örgütlü Muhalefet’e Doğru” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 3. e Yanıtınız yanlış ise “Makedonya’da Teşkilatlanma” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 4. a Yanıtınız yanlış ise “Makedonya’da Teşkilatlanma” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 5. d Yanıtınız yanlış ise “Krizler, Savaşlar Anlaşmalar” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 6. c Yanıtınız yanlış ise “Trablusgarp Savaşı” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 7. c Yanıtınız yanlış ise “Balkan Savaşları” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 8. b Yanıtınız yanlış ise “İkinci Balkan Savaşı” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 9. a Yanıtınız yanlış ise “İktidar’ın Kontrölü” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 10. c Yanıtınız yanlış ise “İktidar’ın Kontrölü” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Sıra Sizde 1 Meclis’in kapatılması ile Kanun-i Esasi rafa kaldırıldı. II Abdülhamid’in mutlakiyetçi idaresi bir taraftan modernleşmeyi sağlarken diğer taraftan da bir çok problemi çözümsüz bırakmaktaydı. Bu problemlerin ancak yeniden Kanun-i Esasi’nin ilani ile çözülebileceğine inanan aydınların fikir ve faaliyetleri Jöntürk muhalefetini doğurdu. Sıra Sizde 2 İlk örgütlü hareket olan Jöntürk muhalefeti oldukça uzun sürdü. Oysa devletin çözüm bekleyen problemleri de birikiyordu. Oysa muhalefet yurtdışında sadece kongreler yapmakla vakit geçirmekteydi. Özellikle dış devletlerin baskıları ve Osmanlı Devletini paylaşma emelleri içerde endişelere sebep oluyordu. Bu durumu gözlemleyen bir kısım genç Osmanlı Subayı harekete geçerek İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni kurdu. Sıra Sizde 3 31 Mart hadisesinin bir tarafında muhalefeti tatmin edemeyen İttihatçılar, bir tarafında ise hâlâ iktidarı kontrol eden II. Abdülhmid; bir tarafında da toplumsal muhalefet ve ondan istifade etmek isteyen dış güçler bulunmaktadır. Her birinin olaylarda belli oranda rolleri olmakla birlikte, asıl sorumlu Ahrar fırkası ve onu destekleyen İngilizlerdir. Sıra Sizde 4 İttihadçılar, II. Abdülhamid’in açtığı okullarda yenilikçi fikirler ile yetişmiş vatanperver, pratik ve faydacı düşünceye sahip, kısmen pozitivist, cesur ve atlgan ama siyasi tecrübeden yoksun gençlerdir. 7. Ünite - Son Hamle: II. Meşrutiyet Yıllarında Osmanlı Devleti 177 Yararlanılan Kaynaklar Ahmad, Feroz, (1986). İttihad ve Terakki, İstanbul. Akarlı, Engin,(1999). “II. Abdülhamid: Hayatı ve İktidarı” Osmanlı, Ankara, II, 253-274. Akşın, Sina, (1987)., Jön Türkler ve İttihat ve Terakki, İstanbul. Alkan, Ahmet Turan, (1999). “Ordu-Siyaset İlişkisinin Tarihine Bir Derkenar: 31 Mart Vak’ası ve Sonuçları, Osmanlı II, 420-429. Birinci, Ali, (1990). Hürriyet ve İtilaf Fırkası, İkinci Meşrutiyet Devrinde İttihat ve Terakki’ye Karşı Çıkanlar, İstanbul. Birinci, Ali, (1999). “Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti Kuruluşu ve İlk Nizamnâmesi (1895)”, Osmanlı II, Ankara, s. 401-409. Childs, Timoty W., (2008). Trablusgarp Savaşı ve Türk İtalyan Diplomatik İlişkileri (Çeviren: Deniz Berktay), İstanbul. Danışmend, İsmail Hami, (1972). İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, İstanbul. Hall, Richard C, (2002). The Balkan Wars 1912-1913 Prelude to the First World War, London- New York Hanioğlu, M. Şükrü, (1985). Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti ve Jön Türklük (1889-1902), İstanbul. Hanioğlu, M. Şükrü, (1995). The Young Turks in Opposition, Oxford. İ. H. Uzunçarşılı, “1908 Yılında II. Meşrutiyetin Ne Suretle İlân Edileceğine Dair Vesikalar”, Belleten, c. XX. nr. 77. (Ocak 1956), Ankara 1956, s. 106. Kent, Marian (Editör), (1996). The Great Powes and the End of Ottoman Empire, London. Koca, Ferhat, (2003). “Osmanlı İmparatorluğunun Son Dönemine Ait Hilafet Tartışmalarıyla İlgili Yayınlar”, Belleten, Ağustos 2003, Sayı 249, s. 1-33. Kurşun, Zekeriya, Kahraman, Kemal (1993). “Derviş Vahdeti”, TDV İslam Ansiklopedisi, Fasikül 62, Aralık 1993, s. 198-200 Küçük, Cevdet, (1988). “Abdülhamid II”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansıklopedisi, İstanbul, I,216-224. Lewis, Bernard, (2008). Modern Türkiye’nin Doğuşu, (Çeviren: Boğaç Babür Turna) Ankara. Macfie, A. L., (2003). Osmanlının Son Yılları 1908- 1923, İstanbul. Mufassal Osmanlı Tarihi V, (1963). İstanbul. Palmer, Alan, (1992). Son Üç Yüz Yıl Osmanlı İmparatorluğu (Bir Çöküşün Tarihi), İstanbul. Qataert, Donald, (2005). The Ottoman Empire 1700- 1922, Cambridge. Ramsaur, E. E., (1982). Jöntürkler ve 1908 İhtilâli, (Çev. Nuran Yavuz), İstanbul. Said Paşa, (2011). II. Abdülhamid’in İlk Mabeyn Feriki Eğinli Said Paşa’nın Hatıratı I-II, (Hazırlayan: Davut Erkan), İstanbul. Tanör, Bülent, (2000). Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, İstanbul. Tunaya, Tarık Zafer, (1988). Türkiye’de Siyasal Pariler I, İstanbul. Uçarol, Rifat, (2010). Siyasi Tarih (1789-2010), İstanbul. Amaçlarımız 8 Bu üniteyi tamamladıktan sonra; I. Dünya Savaşı’nın çıkış sebeplerini tartışabilecek, Osmanlı Devleti’nin bu savaşta yer almasını çözümleyebilecek, Osmanlı Ordusunun nerelerde ve hangi şartlarda savaştığını açıklayabilecek, Savaşın sonuçlarını irdeleyebileceksiniz. Anahtar Kavramlar • İtilaf Devletleri • İttifak Devletleri • Tarafsızlık • Mağlubiyet • Cepheler İçindekiler Osmanlı Tarihi (1876-1918) İmparatorlukların Tasfiyesi: I. Dünya Savaşı • DÜNYA SAVAŞI • OSMANLI DEVLETİNİN SAVAŞTIĞI CEPHELER • I. DÜNYA SAVAŞININ SONU OSMANLI TARİHİ (1876-1918) DÜNYA SAVAŞI I. Dünya Savaşı’na Giden Yol 19. yüzyılın başlarında Avrupa’da Napolyon Savaşlarının yaşattığı tahribatın, tekrarlanmaması için 1815 Viyana Kongresinde oluşturulan güçler dengesi sistemi ile Avrupa, dolayısıyla da dünya yüzyıl boyunca genel bir savaştan korundu. 19. asrın ikinci yarısında ise Alman ve İtalyan birliklerinin ayrı ayrı kurulması ile Viyana kongresinde oluşturulan Avrupa güçler dengesi sarsıntı geçirdi. Bir taraftan Fransız ihtilalinin etkileri ile Avrupa’da milliyetçilik akımlarının imparatorlukları tehdit etmesi; diğer taraftan da Almanya’nın kısa zamanda Avrupa’nın en gelişmiş ekonomik ve askeri güç haline gelerek, Sedan savaşında (1870-71) Fransa’yı yenmesi, Avrupa’da kurulu denge sistemini bozmuştur. Başka bir ifade ile büyük devletlerin jeopolitik ve ekonomik alanlarda bitmek bilmeyen ihtirasları ve dünyayı paylaşım arzuları Avrupa’daki siyasi ilişkileri iyice gerginleştirmiş ve eski ittifaklar çözülerek yeni bloklaşmaların kurulmasına neden olmuştur. Devletlerin milli çıkarlarına göre değişim göstermekle birlikte; genel olarak bir tarafta Almanya’nın, diğer tarafta da Fransa ve İngiltere’nin başını çektikleri ittifaklar oluşmaya başladı. Alman-Fransız çekişmelerinin meydana getirdiği istikrarsızlık neticesinde Almanya, Avusturya-Macaristan ve Rusya arasında Üç İmparator Ligi kuruldu. Ancak Rusya’nın Balkanlarda Slavlar üzerindeki panslavist arayışları ve onlara egemen olma politikaları bloğun bir süre sonra çözülmesine neden oldu. Ardından Almanya ve Avusturya-Macaristan arasında, Rusya’ya karşı yeni bir ittifak imzalandı. Zira Avusturya-Macaristan İmparatorluğunda önemli ölçüde slav kökenliler yaşamakta idi ve Rusya’nın politikaları bu ülkeyi tehdit ediyordu. Ayrıca ünlü devlet adamı Bismark sonrası Almanya’nın Rusya’ya karşı politikaları da değişmişti. Bu yeni ittifaka bir süre sonra İtalya’nın katılımı ile Almanya, Avusturya-Macaristan ve İtalya üçlü ittifakına dönüştü (1882). Bu gelişmeyi değerlendiren Fransa ise, Almanya’ya karşı Rusya ile bir askeri ittifak imzaladı (1894). Ardından İngiltere 1904’te Fransa ile 1907’de de Rusya ile ikili anlaşmalar imzalayarak I.Dünya Savaşına giden yolda İtilaf Devletleri bloğunu oluşturdular. İngiltere ve Fransa bu politikaları ile muhtemel bir harpte Rusya’nın insan kaynaklarını kullanabilmek uğruna, Türk boğazlarını Rusya’nın ihtiraslarına terk ettiler. İngiliz ve Fransız diplomatlar muhtemel bir savaşta Rusya’nın İstanbul ve boğazlara hâkim olmasına razı olabileceğini Ruslara ifade ettiler. Çünkü İngiliz ve İmparatorlukların Tasfiyesi: I. Dünya Savaşı 180 Osmanlı Tarihi (1876-1918) Fransız politikacıları artık Osmanlı Devletinin hayatını tamamlamış ve mirasının paylaşılma zamanının geldiği görüşünde idiler. Diğer taraftan, bütün zaafiyetine rağmen 20. yüzyılın başında Avrupalı devletlerin sömürgeleştiremedikleri tek ülke Osmanlı Devleti idi. Özellikle bu günkü Ortadoğu topraklarının Osmanlı kontrolünde olması batılı sömürgeci devletlerin ekonomik çıkarlarına ters düşüyordu. Bu topraklar hem sömürgelerinin geçiş yolları üzerinde idi ve hem de Petrol başta olmak üzere pek çok hammadde kaynaklarına sahipti. Ayrıca ekonomide kömürün önemi nisbi olarak azalmış ve yerini petrol almaya başlamıştı. Nitekim yukarıda sözü edilen İtilaf oluşumunun temelinde yatan bu anlayıştan dolayı, tarih boyunca İngiliz ve Fransızlar ile iyi ve dostane ilişkiler geliştiren Osmanlı Devleti kısa zamanda yalnızlığa terk edildi. Bu blok karşısında ise Almanya, Avusturya-Macaristan ve İtalya ittifakı bulunuyordu. Ancak İtalya bu ittifakı sürdürmekte tereddütlü idi. Muhtemel bir savaşta hangi blokta yer alacağına henüz karar vermemişti. Aynı şekilde stratejik önemlerine binaen kendilerine yapılan ittifak önerileri karşısında Balkan ülkeleri de kararsız idiler. Osmanlı Devleti’nin İttifak Arayışı Bu itilaf ve ittifaklar içindeki tüm hesaplar Osmanlı Devleti üzerinde düğümleniyordu. Bunun farkında olan Osmanlı Devleti de denge siyaseti takip edip, mümkün olduğunca herhangi bir bloğun yanında yer almamaya çalışıyordu. Buna rağmen 1882’de Mısır’ı işgal eden İngiltere başta olmak üzere -Almanya hariçAvrupa devletlerinin Osmanlı coğrafyası üzerindeki siyasi emellerini uygulamaya koyan ve uluslararası politikaların konusu haline getiren yaklaşımları, 1887’den sonra İngiltere’ye karşı Osmanlı-Alman yakınlaşmasına sebep oldu. Hiç şüphesiz bunda Osmanlı Devletinin iktisadi ve mali arayışları da etkili olmuştu. Nitekim bu tarihten sonra Almanya’ya Bağdat demiryolu imtiyazı verildiği gibi, Osmanlı ordusu ve silah sistemi de Almanlar ile yapılan askeri işbirliği ile yenilendi. II. Meşrutiyet’in 1908’de ilanının ardından İttihat ve Terakki Partisi hükümetleri dünya ahvalini yeniden değerlendirmişlerdir. Kendilerini İngiliz-Fransız ittifaklarına yakın hissetmekle birlikte, başlangıçta tarafsızlık veya yalnızlık diye ifade edilebilecek bir politika takip etmişlerdi. Ancak kısa zamanda Bosna Hersek’ın Avusturya tarafından ilhakı, Bulgaristan’ın bağımsızlığını ilanı ve İtalya’nın Trablusgarb’ı işgal etmesi İttihatçıları yeni arayışlara itmiştir. İngiltere ve Fransa ile ittifak kurmak için teşebbüslerde bulundular ise de sonuç vermemiştir. Ardından patlayan Balkan Savaşlarında (1912-13) bu bloğun Osmanlı karşıtı politikaları Osmanlı Devletini adeta Almanya-Avusturya ittifakına zorlamıştır. Hatta savaştan kısa bir süre önce İttihatçılar, İngiltere’nin arzusu doğrultusunda, Almanya’yı da rahatsız edecek şekilde İngilizler ile Mart 1913 ve Haziran 1914’te, Dicle-Fırat nehirlerinde taşımacılık, Basra Körfezi ve Arap Yarımadasında sınır düzenlemelerini ihtiva eden anlaşmalar yaparak iki ülke arasındaki sorunları çözme yolunda adım atmışlar ise de İtilaf devletleri bu jestleri görmemezlikten gelmişlerdir. Bu da dünya savaşı arifesinde Osmanlı Devletini alternatifsiz bırakarak ittifak devletlerine yakınlaştırmıştır. Osmanlı Devleti neden İtilaf bloğuna alınmadı? Almanya’nın Öne Çıkışı Almanya, XIX. Yüzyılın sonu, XX. Yüzyılın başında demir ve çelik üretimi başta olmak üzere elektrik, makine ve kimya sektöründe önemli gelişmeler gerçekleştirdi. 1 8. Ünite - İmparatorlukların Tasfiyesi: I. Dünya Savaşı 181 Modern dönem iktisadi kalkınma sürecinde önemli rol oynayan demiryolu alt yapısının geliştirilmesi konusunda diğer Avrupa ülkelerini geçti. Almanya 1914 yılında çelik üretiminde İngiltere çelik üretiminin iki katına çıkmıştı. Bu üretim patlaması Almaya ve İngiltere arasında sömürge arayışını bir başka ifade ile hammadde ve pazar rekabetini had safhaya ulaştırdı. Fransa, Almanya’ya kaptırdığı kömür havzası Alsace Lorraine bölgesinin kaybını hazmedemiyordu. Aynı şekilde tarihi boyunca sıcak denizlere inme hayalini kuran Rusya, Almanya’nın yükselişinden rahatsızlık hissediyordu. Zira Alman politikalarını, hem Balkanlarda Slavlar üzerinde egemenlik kurmasına ve hem de ekonomisinin gelişmesine büyük katkı sağlayacak, hatta kendisini gerçek bir imparatorluk haline dönüştürecek olan Türk boğazlarını ele geçirmesine engel olarak görüyordu. İtalya ise, Akdeniz havzasına hâkim olup bir nevi Roma İmparatorluğunu yeniden kurma hayalinde idi. Osmanlı Devleti’nin Savaşa Girişi Avrupa’da çeşitli siyasi emellerden ve çıkar çatışmalarından doğan bloklaşmalar yukarıdaki Avrupalı güçleri birbirine karşı düşmanca tavır almaya yöneltip I. Dünya Savaşının eşiğine getirdi. Savaş için sadece bir kıvılcıma ihtiyaç vardı. O da Avusturya-Macaristan veliahdının Saraybosna’da bir Sırplı genç tarafından 28 Haziran 1914’te öldürülmesiyle ortaya çıktı. Bu vahim olay üzerine 28 Temmuz 1914’te Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Sırbistan’a savaş ilan etti. Zaten uzun zamandan beri ilişkileri gergin olan Avrupa devletleri kısa süre içinde kendilerini savaşın içinde buldu ve savaş 3 Ağustos 1914’ten itibaren bütün Avrupa’yı sardı. Aynı gün İtalyanlar üçlü ittifakı terk ederek tarafsızlıklarını ilan ettiler. Savaştan Önce Osmanlı Devleti Kaynak: Martin Gilbert, The Routledge Atlas od the First World War, London 1994. Resim 8.1 Osmanlı-Alman ortaklığında yapılan Bağdat Demiryolu 182 Osmanlı Tarihi (1876-1918) Prens Ferdinand ile karısının öldürülmesinin, başta İmparator Fransz Josef olmak üzere Avusturya-Macaristan yöneticilerini çok üzdüğü söylenemez. Çünkü kimse saray kurallarına uymaktan hoşlanmayan, uçarı prensin ileride tahta yakışacağını düşünmüyordu. Üstelik kimsenin elinde, Ferdinand’ı öldüren Prençip’in Sırbistan yetkilileri ya da görevlilerinin bilgisi ve onayı ile bu işe giriştiği yolunda bir kanıt, ortalıkta bu yönde bir belirti yoktu. Ama olayı duyar duymaz AvusturyaMacaristan’ı yönetenler, Sırbistan’ı yola getirmek için aradıkları fırsatın çıktığını düşündüler. (Haluk Ulman: 1972, 205) Yukarıda ifade edildiği gibi XX. Yüzyılda Osmanlı Devletinin paylaşılması Batı diplomasisinin ana konusu haline gelmişti. Osmanlı devletinin bugünkü Ortadoğu bölgesindeki toprakları İngiltere ve Fransa’nın ilgi alanında; İstanbul boğazları hatta Akdeniz Rusya’nın; Antalya ve İzmir, İtalya’nın ilgi alanında bulunmaktaydı. Almanya ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun ise Balkan Savaşı sonrasındaki politikalarında Osmanlı toprakları üzerinde siyasi emellerden ziyade ekonomik çıkar ve imtiyaz arayışları vardı. Osmanlı Devletinin sahip olduğu stratejik özellikleri dikkate alan ve savaşta Halifeliğin nüfuzunu da itilaf devletleri aleyhine kullanmayı hedefleyen Alman İmparatorluğu, Osmanlı hükümetine bir ittifak teklif etti. Esasında Osmanlı hükümet adamları arasında bu konuda bir fikir birliği yoktu. Almanya’nın tarafında olmak isteyenler ve tarafsız kalmak arzusunda olanlar vardı. Ancak askeri erkân ve özellikle Enver Paşa ve taraftarları Almanlar ile ittifakı zorunlu görmekte idiler. Nitekim onların istekleri doğrultusunda savaşın bütün Avrupa’yı sardığı günün arifesinde, 2 Ağustos 1914’te Almanya ile gizli bir ittifak anlaşması imzalandı ve 27 Ağustos’ta onaylanarak yürürlüğe girdi. Osmanlı Devletinin Savaşta Tarafsız Kalma Çabaları Almanya’nın Rusya’ya savaş ilanından bir gün sonra imzalanan bu anlaşmanın ikinci maddesine göre, Osmanlı Devletinin artık müttefiki olan Almanya safında Rusya’ya karşı savaşa girmesi gerekiyordu. Osmanlı Devleti buna binaen ülkede seferberlik ilan etmekle beraber, dünyaya silahlı tarafsız kalacağını da açıkladı. Bu süreçte de Osmanlı Devleti yöneticileri, İngiltere, Fransa ve Rusya temsilcileri ile yaptıkları görüşmelerde, Osmanlı Devletinin bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü garanti altına alacak münferit anlaşmaların imzalanması halinde tarafsızlığın korunabileceğini belirterek, anlaşma çareleri aramışlardır. Ancak bu teşebbüsleri sonuç vermemiş, ilgili devletler Osmanlı Devletinin toprak bütünlüğünü ve bağımsızlığını garanti edecek hiçbir anlaşmaya yanaşmamışlardır. Bu durumda Osmanlı Devleti Almanya ile daha da yakınlaşmak durumunda kalmıştır. Savaşın sürdüğü Akdeniz’de İngiliz donanması önünden kaçan Goeben ve Breslav adlı iki Alman savaş gemisi 10 Ağustos’ta Çanakkale Boğazı’ndan geçme talebinde bulundu. Söz konusu gemiler için giriş izni Enver Paşa tarafından verildi. Osmanlı Devleti bu durumu dünyaya bir senaryo ile açıklamak zorunda kaldı. Osmanlı Devleti savaştan önce İngiltere’ye iki adet savaş gemisi sipariş etmişti. İngiltere, savaş çıkınca, parası peşin ödenen ve inşası tamamlanıp Sultan Osman ve Reşadiye diye isimlendirilen savaş gemilerini uluslar arası hukuka aykırı olarak teslim etmedi. Osmanlı hükümeti de İngiltere’nin bu hukuksuz davranışına mukabil, Çanakkale’den giriş yapan bu iki savaş gemisini Almanya’dan satın aldığını açıkladı. Ardından gemilerin adları Yavuz Sultan Selim ve Midilli olarak değiştirildi, bordasına Türk bayrağı çekildi ve mürettebatına da Osmanlı üniforması giydirildi. Bu 8. Ünite - İmparatorlukların Tasfiyesi: I. Dünya Savaşı 183 aslında bir açıdan Osmanlı Devletinin tarafsızlığını da koruma çabası idi. Ancak bu tarafsızlığını daha fazla koruyamadı. 15 Ağustos’ta ise Osmanlı donanmasının başına, Goeben (Yavuz) gemisi ile gelen Tümamiral Wilhelm Souchon getirildi. Bu durum, Almanların Osmanlı ordusundaki nüfuzunu pekiştirdiği gibi kısa zamanda tezgâhladıkları Karadeniz olayı ile Osmanlı Devletini vaktinden evvel harbe sürükledi. Almanlar Türk aydınları ve askerler arasında savaşa bir an evvel girilmesi konusunda yoğun propagandalar yapmakta idiler. Hatta Osmanlı Devletinin eski gücünü ancak bu yolla kazanabileceğini ileri sürmekteydiler. Ayrıca Rusya’nın Avusturya’yı yenmesi halinde İstanbul’un tehlikeye gireceğini ve Almanya’nın tek başına Rusya’yı durduramayacağı tehdidini de dile getiriyorlardı. Bu arada Almanya’nın Avrupa Cephesinde Marne savaşını kaybetmesi Osmanlı Genel Kurmayını endişelendirdi. Osmanlı askerleri arasında eksiklerin tamamlanması için savaşa girmeden bir yıl daha beklenmesi gerektiğini savunanlar ortaya çıktı. Bunlar arasında Sofya ateşemiliteri olan Yarbay Mustafa Kemal de vardı. Almanlar bu endişeyi hissederek Osmanlı Devletini bir an önce savaşa zorlamak için 27 Ekim 1914’de Enver Paşa’nın da muvafakatini alarak Amiral Souchon komutasında Osmanlı donanmasını Karadeniz’e çıkarttılar. Osmanlı donanması 28-29 Ekim 1914 gecesi Rusların Sivastopol ve Odessa limanlarını topa tutmuş ve iki Rus gemisini de batırmıştır. Böylece Osmanlı Devleti, Almanya’nın yanında I. Dünya Harbine fiilen girmiş oldu. Bu olayların ardından 2 Kasım’da Rusya, 5 Kasım’da İngiltere ve Fransa Osmanlı Devletine resmen savaş ilan etmiş, Osmanlı Devleti de 11 Kasım’da aynı devletlere savaş açarak, 23 Kasım’da bütün Müslümanları kutsal cihada çağırmıştır. Avrupa Cephelerinde Durum Veliahdının öldürülmesi akabinde Avusturya, 28 Temmuz’da seferberlik ve Sırbistan’a savaş ilan etti. 2 Ağustos’ta Almanlar savaş ilanı gereği duymadan Belçika’yı işgal edip, akabinde savaşı sürdürerek merkezde Nancy, Metz, Verdun üçgenine kadar vararak durmuşlardı. Aynı gün Alman-Rus savaşı da başladı. 3 Ağustos’ta Almanlar Fransızlara da savaş ilan etti. 29 Ağustosta ise Hindenburg komutasındaki 8. Alman ordusu doğu Prusya’ya yönelip Tanenberg’te bir Rus orduResim 8.2 Birinci Dünya Savaşında İttifak devletlerini sembolize eden propaganda kartpostalı Kaynak: http:// wowturkey.com/ forum/viewtopic. php?t=1159 184 Osmanlı Tarihi (1876-1918) sunu imha edip, diğerlerini de geri püskürttü. Almanlar ancak 10 Eylül’de Paris’in kuzey doğusundaki Marne nehri üzerinde durdurulabildi. Fakat aynı cephede savaşlar devam ediyordu. Aslında bu gelişmeye rağmen, bir ucu Kuzey deniz sahiline diğer ucu da tarafsız İsviçre sınırına dayanan Batı cephesi savaşlarında uzun süreliğine geniş ölçüde bir askeri harekâtın yapılması hiçbir taraf için mümkün görünmüyordu. Doğu cephesinde ise; Buda sınırı (Almanya-Rusya) dört nehir boyunca Karpatlar’a kadar açık bir şekilde tespit edilmişti. Fakat mühimmatı yetersiz olan Rusların bu durumu koruması şüpheli görünüyordu. Güney Cephesi, yani Sırbistan, Avusturyalılar aleyhine büyük değişikliğe sahne olmuştu. Sırpların beklenmedik bir darbesi ile Avusturya ordusu Tuna nehrinin kuzeyine atılmıştı. Dolayısıyla Osmanlı Devleti savaşa girmeden önce savaşta durum İttifak devletlerinin aleyhinde gözüküyordu. OSMANLI DEVLETİNİN SAVAŞTIĞI CEPHELER Osmanlı Ordusu savaş öncesinde Balkan yenilgisinde sorumluluğu bulunan yaşlı mektepli subayları tasfiye etti. Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın insiyatifi ile 1914 başında 1.100 kadar subay ordudan emekliye sevk edilmiş ve genç subayların önü açılmıştır. Orduda yeniden yapılanmaya gidilmiştir. Bütün bunlara rağmen Osmanlı Harbiye bütçesi 1911’de genel bütçenin yüzde 24,8 iken 1914’te bu oran yüzde 17,6’ya gerilemişti. Bütçedeki fark kalkınma yatırımlarına ayrıldığı ve kalkınmış toplum sayesinde güçlü bir ordu olabileceği konusunda bilinçlenme olarak yorumlanmıştır. Osmanlı gazetelerinin “harb-i umumi” dediği ve ABD’nin savaşa katılmasından sonra Cihan Harbi olarak isimlendirilen tarihin kaydettiği o zamana kadarki en büyük savaşın tarafları arasında hem nüfus hem de asker gücü bakımından büyük dengesizlik vardı. İtilaf devletlerinin toplam nüfusu, sömürgeleri dahil, 1 milyarı bulurken İttifak Devletlerinin toplam nüfusu ancak 170 milyon kadardır. Silah altına alınan asker sayısı ise İtilaf Devletleri (Rusya 12 milyon, İngiltere 8 milyon 900 bin, Fransa 8 milyon 400 bin, İtalya 5 milyon 600 bin, ABD 4 milyon 750 bin, Japonya 800 bin, Sırbistan 800 bin, Romanya 750 bin, Belçika 300 bin, Yunanistan 250 bin, Portekiz 100 bin, Karadağ 50 bin) toplam 42 milyon 700 bin kişi. İttifak Devletlerinin silah altına aldığı asker sayısı ise (Almanya 11 milyon, Avusturya Macaristan 7 milyon 800 bin, Osmanlı Devleti 2 milyon 900 bin, Bulgaristan 1 milyon 200 bin) toplam 22 milyon 900 bin civarındadır. Dünya tarihinde ilk defa bu kadar çok devlet ve millet birbiri ile savaşa giriyor ve toplam 65 milyon asker üç kıtanın karalarında, denizlerinde ve havada 4 yıl boyunca mücadele edeceklerdir. Bu “harb-i umumi” içinde Osmanlı Devleti on cephede savaşmak zorunda kaldı. Osmanlı Devleti hangi şartlarda savaşa girmiştir? Kafkas Cephesi Rusya Sivastopol ve Odessa olaylarının ardından 1 Kasım’da 1914 tarihinde savaş ilan etmeden Kafkaslarda saldırıya geçti. Rusya’nın bu ilk saldırıları mevcudu 200 bine yakın olan Osmanlı ordusu tarafından başarı ile durdurulmuş ve karşı harekâta geçilmişti. Rus kuvvetlerinin bölgede yetersiz olması başkumandan vekili Enver Paşa’ya Kafkasları zapt etme ümidi verdi. Kafkasya’yı alarak Orta-Asya Türk dünyası ile temasa geçmek, hatta Hindistan’a kadar ilerlemek gibi stratejik ancak var olan imkânlara nispetle hayalci düşünceler ile Boğazlar ve Trakya’da tutulması 2 8. Ünite - İmparatorlukların Tasfiyesi: I. Dünya Savaşı 185 gereken kuvvetlerin bir kısmı bu cepheye kaydırılmıştır. Böylece başlayan Sarıkamış taarruzundan büyük zayiatla çıkmış olan 3.Ordu Osmanlı sınırlarının 8-10 km gerisine “Azab Şark” sırtlarına çekilmiş ve savunma durumuna geçmişti. Ancak Başkumandan Vekili Enver Paşa Alman Başkumandanlığının da etkisi ile müttefiklerin Avrupa cephelerindeki yükünü hafifletmek maksadıyla Doğu Cephesinde Rus kuvvetlerini imha için harekâta karar verdi. Kış şartlarını göz önüne alarak harekâtın bahara bırakılmasını öneren 3.Ordu kumandanı Hasan İzzet Paşa’yı görevinden alıp 3.Ordu komutanlığını kendi üstlendi. 22 Aralık 1914-15 Ocak 1915 tarihleri arasında cereyan eden Sarıkamış muharebelerinde Türk ordusu soğuk kış şartlarında 2-3 bin metre yükseklikteki dağlık arazide donarak yok olmuştur. Türk ordusunun kaybı 60 bin Rus ordusunun kaybı ise 32 bin civarındadır. Üçüncü Ordu uzun bir zaman için taarruz yeteneğini kaybetmişti. Bu yüzden 5. Kuvve-i seferiye ile takviye edildi ancak yeterli olamadı. 1915 Nisan sonlarında Ruslar, Erzurum’u ele geçirmek için Tortum ve Malazgirt bölgelerinden ileri harekâta geçtiler. Bu sırada Van bölgesindeki Ermeniler ayaklanarak Türk ordusunu cephe gerisinden vurmaya ve lojistik destek alma imkân ve kabiliyetini önlemeye çalışıyorlardı. Bunda da başarılı olmuşlardır. (Bkz. Ermeni Meselesi) 27 Nisan-12 Mayıs 1915 tarihlerinde I. Tortum, 10-12 Haziran 1915 günlerinde ise II.Tortum Muharebelerinde Türk ordusu Ruslara karşı başarılı savunma savaşı vermişler ancak güneyde Malazgirt bölgesindeki Rus ilerleyişi durdurulamamış 11 Mayıs’ta Malazgirt 16 Mayıs’ta da Van Rusların eline geçmiştir. 1915 yılı sonu itibariyle Kafkas cephesindeki Rus ordusu 700 bine çıkarken 3. Türk ordusu 64 bin kişilik bir kuvvet ile 300 km’lik cepheyi savunmak durumundaydı. 1 Ocak 1916’da cephenin ortasından taarruza geçen Ruslar Köprüköy-Erzurum hattında kanlı vuruşmalar sonunda 17 Şubat 1916 günü Erzurum’u ele geçirdiler. Ertesi gün Muş düştü. 1916 yılı içinde Doğu Anadolu Bölgesinde işgallerini genişleten Ruslar 1917 yılında Trabzon ve Erzincan’ı aldılar. TireboluKemah-Kiğı-Bitlis hattına kadar ilerlediler fakat yaptıkları ileri harekât kanlı bir şekilde Türk ordusunca durduruldu. Rusya’da meydana gelen Ekim 1917 Bolşevik Devrimi ile Ruslar savaştan çekilme kararı aldılar ve 16 Aralık 1917 Erzincan Mütarekesi ile Ruslar Doğu Anadolu Bölgesinden çekilmeyi kabul ettiler. 3 Mart 1918’de Sovyetler Birliği ile imzalanan Brest Litovsk Antlaşmasıyla Doğu Anadolu hukuken de Osmanlı Devletine iade olundu. Kafkas İslam Ordusu: Kafkas Cephesinde 1918 yılında Osmanlı Devletinin lehine gelişmeler olmaya devam etti. 28 Mayıs 1918’de Mehmet Emin Resulzade liderliğinde Azerbaycan bağımsızlığını ilan etti. Ancak Bakü ve civarında Azerbaycanlı Türklere yönelik Ermeni Taşnak ve Bolşevik saldırıları yaşandı. Bunun üzerine 4 Haziran 1918’de Azerbaycan Cumhuriyeti ile Osmanlı Devleti arasında dostluk antlaşması imzalandı. Bu anlaşmaya dayanarak Azerbaycan, Kafkaslarda yaşanan Türk ve Müslümanlara yönelik saldırıların durulması için Osmanlı Devletinden yardım talep etti. Osmanlı Devleti müttefiki Almanların karşı çıkmasına rağmen Kafkas İslam Ordusu adıyla yeni bir ordu kurdu ve başına Enver Paşa’nın kardeşi Nuri Paşa getirildi. Kafkasya’ya hareket eden Osmanlı Ordusu bölgedeki 10 Haziran 1918’de Gence’ye Müslüman Türk ahalinin sevgi gösterileri ile girdi. 27 Haziran’da 30 bin kişilik Bolşevik-Ermeni ordusu ile Karameryam-Gökçay karayolu boyunca çarpışan Kafkas İslam Ordusu, düşmanı yenip çekilmesini sağladı. Bakü’ye yönelen Türk ordusu, 15 Eylül 1918’de Bakü’yü Ermeni ve Rus işgalinden kurtarıp şehre girdi. Azerbaycan’ı bağımsızlığına kavuşturan Kafkas İslam Ordusu 1130 şehit vermiştir. Kafkas İslam Ordusu Ekim 1918’de Dağıstan’a da bir birlik göndererek burasını da Osmanlı topraklarına 186 Osmanlı Tarihi (1876-1918) katmıştır. Mondros Mütarekesinden sonra Kafkas İslam Ordusu Bakü’den çekilmiş ancak başta komutan Nuri Paşa olmak üzere pek çok subay ve asker Azerbaycan Cumhuriyeti hizmetinde kalmıştır. Savaş’ta Ermeni İsyanı: Sevk ve İskân Kanunu Osmanlı Devleti Kafkas Cephesinde Ruslarla Çanakkale Cephesinde İngiltere ve Fransa ile ölüm kalım mücadelesine girmiş iken bu durumu fırsat olarak görüp değerlendirmek isteyen çevreler vardı. Bunların başında Ermeni örgütleri gelmekteydi. Çok sayıda Osmanlı vatandaşı Ermeni savaş öncesi veya sırasında Rusya’ya geçip gönüllü askeri birlikler oluşturdular. Başta Doğu Anadolu olmak üzere Anadolu’nun hemen her yanında örgütlü bir şekilde harekete geçip çete faaliyetlerinde bulundular koordineli isyan hareketlerine giriştiler. Osmanlı Devleti’nin seferberlik ilan etmesinden kısa süre sonra Ağustos 1914’te Zeytun’da isyan çıkmıştır. Kısa süre içerisinde Anadolu’nun birçok yerinde olaylar başlamış, yapılan aramalarda ele geçen silah ve cephane miktarı Ermeni komitelerinin uzun süredir bir isyana hazırlandığını göstermiştir. Zeytun ve Maraş bölgesinde olayların bitmemesi üzerine bölgede incelemelerde bulunan Maraş Mutasarrıfı Mümtaz Bey’in raporu neticesinde bu bölgedeki Ermeniler Mart 1915’te Konya bölgesine tehcir edildiler (göç ettirildiler). Bir süre sonra, Konya civarında da toplu olarak bulunmaları mahzurlu bulunduğundan Osmanlı siyasi sınırları içinde bulunan Suriye’nin kuzeyine tehcir edilmişler ve böylece göç ve iskân süreci fiilen başlamıştır. Osmanlı Devleti’nin savaşa girmesinden sonra Aralık 1914’te Osmanlı ordusunun başlattığı Sarıkamış Harekâtı başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Rus ordusunun ilerlemesiyle beraber komitelerin faaliyetleri artmış, Van şehrinde Ermenilerin isyan etmesiyle şehir Rus ordusunun eline geçmiş ve Ruslar şehre Ermeni vali tayin etmişlerdir. Ülke çapında batı bölgeleri dâhil yaşanan olaylar ve ordunun tehdit altında kalması üzerine Osmanlı Hükümeti, Ermeni komitelerinin faaliyetlerini önlemek amacıyla bazı tedbirler alma yoluna gitmiştir. 24 Nisan 1915’te yayınlanan bir genelgeyle Hınçak, Taşnak ve benzeri Ermeni komitelerinin kapatılması, evraklarına el konulması komite liderlerinin ve zararlı faaliyetleri bilinen Ermenilerin tutuklanması ve bunlardan bulundukları yerlerde kalmaları sakıncalı görülenlerin uygun yerlerde toplanmaları talimatı verilmiştir. Bu çerçevede İstanbul’da 235 kişi tutuklanmış ve Çankırı ile Ankara’nın Ayaş ilçelerine sürgüne gönderilmişlerdir. Yurt çapındaki tutuklamalarla sürgüne gönderilenlerin sayısı birkaç yüz kişiye ulaşmıştır. 24 Nisan 1915 tutuklamaları esnasında çatışma ve ölüm olayı olmamıştır. Doğu Anadolu’da insiyatifin Rus ordusuna geçtiği, batıda ise Çanakkale savaşının en kritik günlerinin yaşandığı ve bizzat Anadolu’nun büyük tehlike içinde olduğu bu dönemde Ermeni komitelerinin lider kadrolarının tutuklanması, muhtemel bir genel isyanın etkisiz ve lidersiz kalmasını sağlamıştır. Osmanlı Hükümeti’nin aldığı tedbirler olayları önlemeye yetmemiştir. 2 Mayıs 1915’de Başkumandanlıktan Dahiliye Nezareti’ne gönderilen bir yazıda, Van gölü ve etrafındaki olaylar hakkında bilgi verilmekte ve buradaki Ermenilerin bir başka yere sevk edilmesi teklif edilmekteydi. Asayişi ve cephelerde savaşan Türk askerlerinin güvenliğini sağlamak için 27 Mayıs 1915 tarihinde geçici sevk ve iskân kanunu (tehcir kanunu) çıkarılmış ve aslında bir süre önce fiilen başlamış olan tehcir işlemi kanuna bağlanmıştır. Toplam 4 maddelik ve kısaca tehcir kanunu olarak bilinen geçici sevk ve iskân kanunu şöyleydi; 8. Ünite - İmparatorlukların Tasfiyesi: I. Dünya Savaşı 187 • Savaş esnasında ordu, kolordu ve fırka kumandanları ve vekilleri ve müstakil mevki kumandanları, ahali tarafından herhangi bir suretle hükümetin emirlerine, memleket savunmasına, asayişin muhafazasına ilişkin icraatlara muhalefet silahla saldırı ve mukavemet görürlerse en sert şekilde cezalandırmaya yetkili ve zorunludurlar. • Ordu ve Müstakil Kolordu ve Fırka Kumandanları askerî icaplar gereği veya casusluk ve hıyanetlerini hissettikleri köyler ve kasabalar ahalisini tek tek veya toplu olarak başka yerlere sevk ve iskân edebilirler. • Bu kanun yayınlandığı tarihten itibaren geçerlidir. • Bu kanunun hükümlerinin yürürlülüğünden Başkumandanlık Vekili ve Harbiye Nazırı sorumludur. Bu kanunla özet olarak casusluk ve hıyanetleri hissedilen köyler ve kasabalar halkı tek tek veya toplu olarak başka yerlere sevk ve iskân edilebilecekti. Kanunda dikkat çeken husus bir unsurun adının geçmemesidir. Her ne kadar, Ermeni komitelerinin faaliyetleri ve isyanlar sevk ve iskân kanununun hazırlanmasında etken olsa da, özellikle Ermeni unsuru için çıkarılmış değildir. Nitekim tehcir edilen Ermeniler dışında Rumlardan, Hicaz bölgesinde Araplardan ve Filistin sahilindeki Yahudilerden tehcir edilenler de olmuştur. Sevk ve iskân kanununun uygulanmasında güvenliğin tehdit edilmesi esas alınmıştır. 30 Mayıs 1915 tarihli ve 15 maddelik bir talimatnamede Ermenilerin iskân ve iaşe meselesi düzenlenmekteydi. Buna göre özetle, nakledilen Ermeniler taşınabilir mallarını yanlarında götürebilecekler, iskân yerlerinde yeni köyler tesis edilecek, her aileye ihtiyaçları oranında arazi verilecek, tarımla uğraşanlara ve zanaatkârlara gerekli alet edevat temin edilecekti. Ermenilerin sevki esnasında her türlü güvenliğin sağlanması kamu görevlilerince sağlanacaktı. Ermenilerin geride bıraktıkları malları koruma altına alınmaktaydı. Sevk işlemi öncelikle Doğu Anadolu’da savaş bölgesinde gerçekleşmiştir. Daha sonra Batı bölgelerinden de sevk yapılmıştır. Ermenilerin tehciri, Osmanlı siyasî sınırları içinde yer alan bugünkü Suriye ve Irak’ın kuzey bölgelerine yapılmıştır. Türk ordusunda asker olarak hizmet eden Ermenilerin aileleri bulundukları vilayet dâhilinde yer değiştirmişler ve güney bölgelerine sevk edilmemişlerdir. Ayrıca, memur, milletvekili aileleri, hasta, sakat kişiler ve hizmetine ihtiyaç duyulanlar ilk anda sevk edilmemişlerdir. Tehcir işlemi 1917 yılına kadar devam etmiş, bu tarihten sonra sevk olmamıştır. Osmanlı Devleti’nin güney bölgelerinde (Suriye ve Irak’ın kuzeyi) yaklaşık 500.000 Ermeni iskân edilmiştir. Anadolu içinde yer değiştiren Ermeni vatandaşlar da olmuştur. Sonuçta, yurt dışına gidenlerle beraber yaklaşık 700.000-800.000 kişi sevk işleminden etkilenmiştir. Tehcirde hayatını kaybeden Ermeniler için en önemli ölüm sebebi salgın hastalıklar olmuştur. Ayrıca, ola çıkan Ermeni kafilelerine yağma ve gasp amaçlı çete saldırıları da söz konusu olmuştur. Bazı aksaklıkların yaşanması ve Ermenilerin can ve mal güvenliğini sağlamakla yükümlü bazı görevlilerin ihmal ve suiistimalde bulunmaları ve ferdî suçların yaşanması neticesinde Hükümet 1915 sonbaharında Soruşturma Heyetleri görevlendirmiş ve ardından Divan-ı Harb’ler oluşturulmuştur. Burada yargılanan 1.667 kişiden bazıları idam cezası alırken, pek çok kişi de suçunun ağırlığına göre hapis, işten çıkarma vs. gibi cezalar almıştır. 1915-1916 yargılamaları olarak bilinen bu süreç, Osmanlı Hükümetinin vatandaşlarının mal ve canlarını korumak ve sevkin sorunsuz gerçekleşmesi hususundaki yaklaşım ve samimiyetini göstermektedir. 188 Osmanlı Tarihi (1876-1918) Birinci Dünya Savaşı olaylarında firar ederek Kafkasya’ya giden ve burada hayatını kaybedenler de dâhil 250.000-300.000 kadar Ermeni kaybı olduğunu söylemek mümkündür. Savaş esnasında kuşkusuz en büyük sıkıntıyı siviller yaşamışlardır. Bu durum, özellikle Doğu Anadolu Müslümanları için de geçerlidir. Savaş yıllarında ve daha sonra Milli Mücadele döneminde yüz binlerce Müslüman komite saldırıları neticesinde göç etmek zorunda kalmış ve hayatlarını kaybetmişlerdir. Unutulmamalıdır ki; 1915 yılında yaşanan tehcir, savaş esnasındaki isyan, komite faaliyetleri, ülke güvenliği ve bütünlüğünün tehdit edilmesi üzerine gerçekleşmiştir. Savaş öncesi Müslüman nüfusun en az dörtte biri muhacir olmuştur. Savaşın son günlerinde hazırlanan bir raporda Müslüman sığınmacı sayısı 868.962 olarak verilmiştir. Yine, yapılan bir değerlendirmede Doğu Anadolu’dan başka bir yere giden Müslüman muhacirlerin yarıdan fazlasının öldüğü tahmin edilmiştir. (McCarthy: 1998, 265-266.) Ayrıca, arşiv belgelerine dayanılarak yapılan bir araştırmada 1914-1921 yılları arasında 7 yıllık süreçte Ermeni komitelerinin saldırıları neticesinde 518.105 Müslümanın öldüğü vurgulanmıştır. (Ermeniler Tarafından Yapılan Katliâm Belgeleri (1914-1919), Ankara 2001; Ermeniler Tarafından Yapılan Katliâm Belgeleri (1919-1921), Ankara 2001.) Aynı yıllarda Doğu Anadolu Müslümanlarının durumları hakkında daha geniş bilgi için şu kitabı okuyunuz. Tuncay Öğün, Unutulmuş Bir Göç Trajedisi: Vilâyât-ı Şarkiyye Mültecileri (1915-1923), Ankara 2004. Kafkaslarda Haziran 1918’de kurulan Ermenistan, Mondros Mütarekesi’ni kendisi için bir fırsat olarak görmüş ve Doğu Anadolu’da faaliyete geçmişti. XV. Kolordu Komutanı Kazım Karabekir Paşa’nın 1920 sonbaharında icra ettiği Doğu harekâtıyla Ermeni hükümeti barış istemek zorunda kalmış ve 3 Aralık 1920 tarihli Gümrü Antlaşması ile Doğu bölgesi büyük ölçüde güvence altına alınmıştır. Mondros Mütarekesi’nden sonra, sevk edilen Ermenilerden bir bölümü Anadolu’ya eski yerlerine dönerlerken bir bölümü de başta Fransa olmak üzere Avrupa, Amerika ve Rusya’ya göç etmişlerdir. Birinci Dünya Savaşı’nda birçok Ermeni, Rus ordusunda görev yapmıştı. Mondros Mütarekesi’nden sonra Anadolu’nun güney bölgelerine gelen Fransız ordusunda da birçok Ermeni bulunmaktaydı. İtilaf Devletleri nezdinde sürekli temasta olan Ermeni komiteleri, Doğu Anadolu’da bir Ermenistan oluşturulması için faaliyette bulundular ve neticede 10 Ağustos 1920’de imzalanan Sevr antlaşması kağıt üzerinde bu imkânı sağladı. Bu antlaşmanın 88-93. maddeleri Türkiye’de bir Ermenistan oluşturulması hususunu içermekteydi. Bununla beraber TBMM, Sevr antlaşmasını tanımadı ve Millî Mücadele’de elde edilen başarı Sevr antlaşmasının gerçekleştirilmesini önledi. Ermeni Tehciri hakkında daha fazla bilgi için şu kitabı okuyunuz: Bülent Bakar, Ermeni Tehciri, Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, Ankara 2009. Ermeni komitelerinin amacı hakkında nasıl bir değerlendirme yaparsınız? Çanakkale Cephesi Tarih boyunca dünyanın en önemli geçit yerlerinden biri olan Çanakkale ve İstanbul Boğazları I. Dünya harbinin de kilit noktaları idi. Hatta boğazlar, daha savaş başlamadan önceki yıllarda bile Avrupalı güçler arasında en çok konuşulan ve kime ait olacağı konusunda uzun diplomatik pazarlıklar yapılan stratejik bölgeler3 8. Ünite - İmparatorlukların Tasfiyesi: I. Dünya Savaşı 189 di. Bu yüzden Çanakkale’de bir cephe açma fikri, henüz Osmanlı Devleti savaşa girmeden önce, Ağustos 1914’te İngiliz Deniz Bakanı Churchill tarafından Savaş Konseyi’nde gündeme getirilmiş ve komutanların bir rapor ve plan hazırlamaları istenmiştir. Aslında bu düşünce Churchill’in gençliğinden beri kafasında olan ve zaman zaman da resmi gayri resmi yazılarına taşıdığı bir hayali idi. Şark meselesinin gündeme geldiği tarihten itibaren batılı devletlerin boğazlar üzerindeki siyasi emelleri bir tarafa, bu son Çanakkale seferi ile elde edilmek istenen hedefler şunlardı; Boğazlar ve İstanbul’un alınmasıyla Osmanlı Devleti ikiye bölünmek suretiyle saf dışı edilecekti böylece müttefiklerden ayrılacaktı. Üçlü ittifakın (Almanya, Avusturya-Macaristan, Osmanlı Devleti) Baltık-Boğazlar-Basra eksenindeki jeostratejik kuşağının Boğazlar-Basra kanadından koparılarak, Alman bloğu tek başına orta Avrupa’da sıkıştırılacaktı. Böylece tarafsızlıklarını korumakta olan Balkan Devletleri, İtilaf devletleri (Fransa, İngiltere, Rusya) saflarına çekilecek ve Tuna nehri yolu açılacaktı. Ayrıca Kafkas Cephesi’nde Rusya karşısındaki Türk kuvvetlerinin bir kısmının bu cepheden çekilmesi sağlanarak, Rusya’nın rahatlaması da amaçlanmıştı. Boğazların açılmasıyla Rus ordusuna daha çabuk ve daha rahat şekilde malzeme akışı sağlanacak, durma noktasına gelmiş olan Rus ticareti canlandırılacaktı. Rusya’nın ihraç edemez hale geldiği Rus buğdayının ihracının sağlanmasıyla Batı ülkelerindeki buğday fiyatları makul bir seviyeye çekilecek ve yiyecek sıkıntısı önlenecekti. Öte yandan, Rusya dışındaki itilaf devletleri, Rusya’ya verdikleri taahhüdün aksine boğazların Rusya’nın kontrolüne geçmesinden de endişe duymaktaydılar. Bu cepheyi bir an önce açarak Rusya’dan önce boğazlara yerleşmek istiyorlardı. Aslında aynı kaygı Ruslarda da vardı. Onlar da bu cephenin açılmasını desteklemelerine rağmen, kendisinden önce müttefiklerinin boğazları ve İstanbul’u ele geçirmelerinden de endişe duyuyordu. Çanakkale cephesinin asıl mimarları olan İngiliz ve Fransızların ana hedefi, Akdeniz’in stratejik güvenliğini garanti altına almak idi. Bu ana sebeplerin dışında hiç şüphesiz tali/ikincil sebepler de vardı. Bunlar arasında, Rus başkomutanlığının yardım talebine hızlı cevap vermek; Trakya ve civarında bulunan büyük Türk birliklerinin yığınaklarını Balkanlar istikametinde kullanılmasını engellemek; İslam âleminde itilaf devletlerine karşı kutsal savaş (cihad) ilan eden Hilafet’in itibarini sarsarak, sömürgelerindeki Müslüman tebaalarını sindirmek sayılabilir. Osmanlıların Süveyş kanalına yapacakları saldırıyı İngilizlerin haber almış olmalarının da Çanakkale cephesinin açılmasında etkisinin olduğu söylenebilir. Balkan harplerinden büyük kayıplarla çıkan ve mukavemet zaafı gösteren Osmanlı ordusunun Çanakkale’de devrin en büyük ve güçlü donanmasına karşı direnemeyeceği öngörüsü de İtilaf devletlerini cesaretlendiriyordu. Nitekim bütün bu sebepler birleştiğinde İtilaf devletleri için Çanakkale’de bir cephe açmak kaçınılmaz olmuştu. Batılı kaynaklarda “Gelibolu Savaşları”, yerli kaynaklarda “Çanakkale Muharebeleri” diye anılan savaşlar, Kasım 1914-0cak 1916 tarihleri arasında işte bu cephede gerçekleşmiştir. Deniz Muharebeleri: Çanakkale Muharebeleri İngiliz ve Fransız gemilerinden oluşan İtilaf donanmasının resmen Osmanlı Devletine savaş ilan etmeden 3 Kasım 1914’te Boğaz tabyalarını bombalamalarıyla başlamıştır. İkinci saldırı; 19 Şubat 1915’te Kumkale ve Seddülbahir tabyalarını bombalamalarıyla başladı. Sabah saat 08.30’da 8 gemiden oluşan filo 16 bin metre mesafeden başlayan bombardımanı bir saat kadar sürmüş ve Türk topçusunun karşı atışları sonunda geri çekilmek zorun- 190 Osmanlı Tarihi (1876-1918) da kalmışlardır. Üçüncü saldırı; 25 Şubatta sabah saatlerinde yine Boğaz tabyalarına İngiliz Fransız ortak taarruzu olarak başlayıp akşam 17.30’a kadar devam etti. 26 Şubattan 18 Mart’a kadar deniz muharebeleri devam etti. 1-7 Mart tarihlerinde ise geceleri de harekât devam etti. İtilaf donanma gemileri, bombardıman yaptıktan sonra Anadolu sahilindeki topların etkisiz kaldığı Erenköy koyu önünde manevra yapıp geri dönüyorlardı. Bu durumu değerlendiren Çanakkale Müstahkem Mevki Kumandanı Cevat Paşa bu boşluğun doldurulması görevini bizzat Yüzbaşı Tophaneli Hakkı Bey’e verdi. Hakkı Bey’in kumandasındaki Nusret mayın gemisi 7-8 Mart gecesi sabaha karşı sisli bir havada elde mevcut 26 mayını yüz metre aralıklar ile boğazın 4.5m derinliğine döşedi. Bu mayınlar diğer on sıra mayın hattı gibi iki yaka arasında diklemesine bir hat şeklinde değil, Erenköy Koyunu kapamak için kıyıya paralel olarak döşendi. Bu mayınlarla Boğazdaki mayın hattı 11’e çıkmıştı. Nitekim 18 Mart’ta yapılacak harekâtta düşman donanmasının kaderini bu mayınlar belirleyecekti. 18 Mart 1915 sabahı erken saatlerde Bozcada doğrultusuna gönderilen Osmanlı keşif uçağı ile düşman gemilerinin Boğaza doğru seyretmekte oldukları belirlendi. Saat 10’a doğru 10 düşman savaş gemisi iki kademe halinde boğaza yaklaşıyordu. Saat 10.30’da 1. İngiliz tümeni Agamemnon kılavuzluğunda boğazdan içeri girerek “A savaş hattı”nda yerlerini aldı. Sağ yandan ilerleyen Triumph muharebe gemisi saat 11.15’te Anadolu kıyısında Halileli sırtlarındaki obüs bataryalarımızı ateş altına almaya başladı. Buna İntepe’deki Türk bataryaları karşılık veriyordu. “A Savaş Hattı”nda batıdan doğuya doğru sırayla; Queen Elizabeth, Agamemnon, Lord Nelson ve Inflexible yerlerini alırken, Prince George muharebe gemisi de sol yandan Rumeli kıyısına yaklaşarak bu kıyıdaki bataryalarımızı ateş altına aldı. Bu sırada 3. Tümen’e mensup 4 Fransız muharebe gemisi de batıdan doğuya doğru Goulois, Charlemagne, Bouvet, Suffren olmak üzere 16.000 yarda mesafede “B Hattında” yerlerini aldılar. Birleşik Filonun hedefleri şöyle belirlenmişti. Queen Elizabeth; Anadolu Hamidiye Bataryasını, Agamemnon; Rumeli Mecidiye Tabyasını, Lord Nelson; Namazgâh Tabyası’nı Inflexible de Rumeli Tabyasını ateş altına alacaktı. Bu sırada Merkez Tabyaları menzil yetersizliğinden ateş edemiyorlardı. İlk yarım saatlik bombardımanlarda Bileşik Filonun etkili ve başarılı olduğu izlenimi doğmuştu. Fransız 3.Tümenine saat 12.00’de “B Savaş Hattında” yer alması emredildi. Türk mevzilerinde Obüs bataryalarının hedefinde 4 büyük gemi vardı. Nitekim Numune Ağır Topçu Taburu’nca saat 11.50’de ateş altına alınan Agamemnon, 12 isabet aldı. Ağır hasara uğrayan gemi, Türk topçusunun ateşinden kurtulmak için 360 derece dönüş yapmaya çalışıyordu. Goulois ve Charlemagne muharebe gemileri “A Hattının” solundan Bouvet ve Suffren muharebe gemileri “A Hattının” sağından geçip yerlerine ilerlerken Türk topçusu Inflexible’ı ard arda vurdu ve muharebe dışı bıraktı. Saat 13’te ise Rumeli ve Mecidiye tabyaları savaş hattına yeni giren Goulois ve Charlemagne’ı ateş altına aldı. Bu ateşe Dardanos bataryaları da katıldı ve büyük yararlılıklar gösterdi. 18 Mart 1915 Saat 13.20’de bir diğer Fransız gemisi Bouvet de Anadolu Hamidiye Bataryası tarafından ateş altına alındı. Gemiler büyük yara almaya başladı. Goulois, baş tarafından yara aldı, Suffren ise aldığı hasar ile boğaz dışına doğru uzaklaşıp muharebeden çekilmek zorunda kaldı, isabet almasına rağmen muharebeye devam eden Bouvet ise Anadolu Hamidiye bataryasından atılan mermilerle cephaneliği havaya uçmuş ve 18 Mart’ın ilk batan gemisi olmuştur. Ayrıca Goulois da saat 15.30’da başı suya gömülmüş halde idi. 8. Ünite - İmparatorlukların Tasfiyesi: I. Dünya Savaşı 191 Amiral de Robeck, Türk topçusunun etkili atışları yüzünden gerideki 2. tümene “A Hattında” hasara uğrayan Fransız gemilerinin yerini alma emrini verdi. Saat 14.40’da 2. tümen 3. tümenin yerini aldı. 2. tümenin dört gemisinden biri olan Vangeance, Anadolu Hamidiye ve Namazgâh tabyalarını; Ocean, Rumeli Hamidiye tabyasını bombardımana başladılar. Namazgâh tabyasında büyük yangın çıktı. Anadolu Hamidiyesinin karşı atışları Irresistible’ı hedef alıyordu ki Amiral, 2. tümene Türk ateşinden korunmak için mesafeyi açma emri verdi. Ancak Irresistible tam bu sırada bir mayına çarparak su almaya başladı. Gemi personeli güçlükle Queen Elizabeth’e alınıp gemi terk edildi. Boğaza giren mayın arama-tarama gemileri “A Savaş Hattı” hizasında birkaç mayını etkisiz hale getirdiler. Ama bu Birleşik filonun kötü gidişini durduramadı. Inflexible saat 16.05’te mayına çarparak su almaya başladı ve kendisini Boğazdan zor çıkarttı. Mayından temizlendiği sanılan bölgede kayıp verilmesi üzerine Amiral de Robeck önce öndeki gemilere sonra saat 17.50’de tüm filoya genel çekilme emri vermek zorunda kaldı. Çekilmek de kurtuluş değildi; nitekim Türk topçusunun etkili atışlarından kaçmaya çalışan Ocean 18.05’te mayına çarptı üstelik topçu ateşinden de isabet alan gemi dümen dairesinin su almasıyla terk edildi. Düşman filosu Irresistible ve Ocean’ı karanlık bastıktan sonra gelip kurtarmayı planlamış idi. Filonun Kurmay başkanı Irresistible’ı kurtaramasa bile Türklerin eline geçmemesi için batırmak ve Ocean’ı kurtarmak için onların yanına geldiğinde her ikisinin de Türk topçusu tarafından batırıldığını gördü. Sonuç olarak; Boğaza giren ve şiddetli top atışlarıyla tabyaları bombardıman eden İngiliz-Fransız Birleşik filosu, Çanakkale Boğazının iki yakasından açılan karşı atışlarla ve Erenköy koyuna dökülen mayınların etkisiyle mevcutlarının yüzde 35’ini kaybedip çekilmek zorunda kaldılar. Manevralar sırasında mayınlara çarpan Bouvet, Océan, Irrésistible savaş gemileriyle iki muhrip ve yedi mayın arama gemisi battı. Gaulois ve Inflexible da dâhil yedi zırhlı gemi görev yapamaz hale geldi. Yedi buçuk saat süren deniz muharebesi Türk ordusunun kesin zaferiyle sonuçlanmış, düşman Türk ileri mayın hatlarına dahi ulaşamamıştı. Bu saldırıyı başarılı bir şekilde püskürten Çanakkale Mevki Kumandanı Cevad Paşa’ya “18 Mart Kahramanı”, Padişah Sultan V. Mehmed Reşad’a da gazi unvanı verildi. Bu savaşlarda meydana gelen insan kaybı ise Türk tarafında 26 şehit, 53 yaralı iken; düşman tarafında 800 ölü olarak tespit edilmişti Kara Muharebeleri: Çanakkale Boğazını geçemeyen İtilaf devletleri büyük itibar kaybetmişlerdi. O güne kadar yenilgi görmeyen İngiliz-Fransız donanması büyük yara aldı. Çanakkale’yi geçip İstanbul’u ele geçirme kararından vazgeçmeyen İtilaf devletleri bunu denizden başaramayınca 25 Nisan 1915’te Seddülbahir ve Arıburnu bölgesine asker çıkartarak çok kanlı kara muharebelerini başlattılar. İngiliz-Fransız kuvvetleri yanında Avustralya-Yeni Zelanda (ANZAK) birlikleri de kara muharebelerine katıldılar. 19.Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal, 25 Nisan günkü çıkartmada kolordu ve ordu kumandanlarının emirlerini beklemeden büyük bir öngörü ile 57. Alay’ı harekete geçirerek Conkbayırı ve Kocaçimen tepelerine doğru yaklaşmakta olan Anzak Kolordusu’nu geri püskürttü. Bu muharebede askerlerine şu ünlü emrini verdi; “ben size taarruzu emretmiyorum ölmeyi emrediyorum”. Ordunun yedek kuvvetini oluşturan 19.Tümen komutanı olarak insiyatif almayıp emir beklemiş olsa idi Çanakkale savunması daha o gün delinebilir düşman İstanbul’a gitmek için yol bulabilirdi. 192 Osmanlı Tarihi (1876-1918) 28 Nisan’da I.Kitre, 6 Mayıs’ta II. Kitre ve 7-8 Ağustos Anafartalar muharebelerinde Mehmetçiğin gösterdiği direnç karşısında İtilaf güçleri geri çekilmek ve kıyı şeridinde tutunmak zorunda kaldılar. 10 Ağustos 1915’te Conkbayırı Taarruzunda bir şarapnel parçası Mustafa Kemal’in göğsündeki saate isabet etmiş ve saati parçalamıştır. Arıburnu, Anafartalar ve Conkbayırı muharebelerinde Mustafa Kemal’in göstermiş olduğu başarı hem savaşın hem de Türk milletinin kaderini etkiledi. Mustafa Kemal Çanakkale muharebeleri boyunca gösterdiği üstün başarıdan dolayı 5 Mayıs 1915’te Yarbaylıktan Albaylığa, 1 Eylül 1915’te gümüş liyakat madalyasına, 17 Ocak 1916’da Altın liyakat madalyasına, 1 Şubat 1916’da İkinci rütbeden Osmanî Nişanına ve 1 Nisan 1916’da Tuğgeneralliğe yükseltildi. Çanakkale kara muharebelerinde aldığı başarılar Mustafa Kemal Paşa’yı Milli Mücadele’nin önderliğine hazırladı. 265 gün devam eden Çanakkale kara muharebeleri çok yakın mesafedeki siperlerde geceli gündüzlü göğüs göğse çarpışmaların yaşandığı her iki taraf için de kanlı bir savaştı. Çanakkaleyi karadan da geçemeyeceğini anlayan İtilaf kuvvetleri 8/9 Ocak 1916’da Seddülbahir’den adeta kaçarak sessizce çekildiler. Her konuda kendilerine pay çıkarmayı bilen İtilaf kuvvetleri bu yenilgi ve kaçışlarını da “başarılı çekiliş” olarak ilan ettiler. Bir yılı aşkın sürede devam eden muharebelerde her iki taraftan da büyük insan kayıpları verildi. İtilaf Devletleri, Çanakkale’ye 410.000 İngiliz, 79.000 Fransız olmak üzere yarım milyona yakın asker göndermişlerdir. Çanakkale’ye savaş müddetince katılan Türk birliklerinin sayısı ise 500.000’e yakındır. İngiltere’nin kaybı 43.000’i ölü olmak üzere 205.000 olmuştur. Savaşa katılan Fransızların zayiatı 49.000’dir. Bu rakamlar hâlâ sabitleşmiş rakamlar değildir. Özellikle Fransız ve İngilizler sömürgelerinden getirdikleri askerlerden oluşan kayıpları açıklamadığı için bu rakamların daha fazla olma ihtimali yüksektir. Türk tarafı için verilen şehit, yaralı, kayıp ve hastalık sayılarında da bir takım farklılıklar bulunmaktadır. Ancak Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı’nın belgelenen tespitlerine göre “Türklerin zayiatı; kara muharebelerinde 57.084, deniz muharebelerinde 179 olmak üzere toplam 57.263 şehittir. Geri kalanı ise yaralı, kayıp ve esirlerle hava değişimi, hastahaneye gönderilenler ve çeşitli hastalıklardan ölenler olmak üzere toplam 211.000 ile 218.000 arasındadır.” Kapitülasyonların Kaldırılması: Osmanlı Devleti’nde XVI. Asırdan buyana yabancılara tanınmış imtiyazlar, zaman içinde iktisadi, siyasi ve toplumsal sıkıntılara sebep oluyordu. Savaş ortamını değerlendiren İttihat Terakki Hükümeti 8 Eylül 1914’teki toplantısında kapitülasyonları kaldırdığını ve bütün devletlerinin vatandaşları için dünyada geçerli olan hukuk kurallarının uygulanmasını kabul etti. Sultan V.Mehmet Reşat tarafından onaylanan karar yabancı elçiliklere bir nota ile duyuruldu. Yabancı devletler şiddetle karşı çıkmalarına rağmen Osmanlı Devleti kararı tek taraflı olarak uyguladı. I.Dünya Savaşı’nın sonunda İstanbul’a gelen işgal kuvvetlerinin ilk icraatlarından biri Kapitülasyonların kaldırılmasını tanımadıklarını bildirmek oldu. Sevr Antlaşmasında da genişletilerek yer alan Kapitülasyonlar 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşmasıyla tamamen ortadan kalktı. Irak Cephesi İngilizler savaştan önce asker yığmaya başladığı bu cephede Hint Deniz Yolunun güvenliğini sağlamak ve petrol bölgelerini kontrolleri altına almak istiyorlardı. Nitekim Osmanlı Devletine savaş ilanından önce 23 Ekim 1914’te Bahreyn adasına asker çıkardılar. Savaş ilan ettikten 17 gün sonra Basra’yı işgale başladılar. 9 8. Ünite - İmparatorlukların Tasfiyesi: I. Dünya Savaşı 193 Aralık’ta ise stratejik bir mevki olan Kurna’yı ele geçirerek harekâta ara verdiler. Osmanlı genelkurmayı ise bölgeye geniş bir asker yollama planını uygulama amacındaydı. Bu kuvvetlerin büyük kısmını gönüllü aşiretlerden Nasıriye bölgesinde toplayarak, ikinci derecedeki kuvvetlerle de İngilizleri Dicle ve Karun vadilerinde tutmaya çalışıyordu. 28 Eylül 1915’te I.Kutülammare Savaşı’nı İngilizler kazandı ve Türk kuvvetleri, Bağdat’ın hemen güneyindeki Selmanıpak mevziine çekilmek zorunda kaldı. Bu sırada Türk kuvvetleri Suriye’den gönderilen birliklerle desteklendi. İngilizler 22 Ekim 1915 sabahı iki koldan taarruza geçti. Ancak başarılı olamayıp 150 km geri çekilerek Kutulammare mevziine geri döndüler. Bu defa İngilizleri Türk ordusu takip etti ve 5 Aralık 1915 tarihinden itibaren İngiliz mevzilerini kuşattı. 4,5 ay sürecek olan bu kuşatmayı İngilizler kırmak için büyük çaba gösterip 23 bin kişi zayiat verdiler. Ama başaramadılar. Nihayet 29 Nisan 1916 günü İngiliz General Townshend ve kuvvetleri kayıtsız şartsız teslim oldu. 5 general, 481 subay, 13.300 er Irak Umum Komutanı Halil Paşa’nın başarısıyla teslim alındı. Irak’ta durum Kafkas cephesinin bozulması üzerine Rusların bölgeye gelmesiyle değişti. Türk ordusu güneyde İngilizlerle Kuzeyde ise Musul’u almak isteyen Ruslarla çarpışmak zorunda kaldı. Ruslar, Revandiz’de durduruldular fakat İngilizler’in 11 Mart 1917’de Bağdat’ı almaları önlenemedi. Ardından Musul’u almak için harekete geçen İngilizler 30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesine kadar bunu başaramadılar. Ateşkes ilan edildikten sonra ateşkes hükümlerine aykırı olarak Musul’u 3 Kasım 1918’de işgal ettiler. Ancak bu hukuksuz işgal Misak-ı Milli kararı ile tanınmadığı dünyaya ilan edilmiş ve yeni Türkiye Cumhuriyeti de 1926 yılına kadar Musul’un Türkiye’de kalması için diplomatik mücadelesini sürdürmüştür. Süveyş Kanalı (Sina) Cephesi İngilizlerin asker, mühimmat ve malzeme sevkıyatında can damarı olan Süveyş Kanalı savaş sırasında Osmanlı Devletinin öncelikli hedefleri arasında idi. Bu kanalın ele geçirilerek Mısır’ın geri alınması hedeflenmiş idi. Böylece İngilizler, Osmanlı Arap vilayetlerinde ilerleyemeyecek, Hindistan ile de irtibatı büyük ölçüde kopaHalil Paşa’nın Kutulammare’de kazandığı zafer özellikle İngiliz tarihi bakımından çok önemlidir. Çünkü böyle bir hezimet “1783’teki Yorktown ile 1942 yılındaki Singapur arasında Britanya İmparatorluk birliklerinin yaşadığı en büyük kitlesel teslim oluşlarıydı” (Erickson: 2003, 213) Resim 8.3 Savaşta Osmanlı Devletinin Doğu (Kafkas) ve Güney Cepheleri. Kaynak: www. kisabilgiler.net/ cografla/5788 194 Osmanlı Tarihi (1876-1918) caktı. Bu da Hindistan, Avustralya ve Yeni Zelanda gibi ülkelerden asker getirmesini zorlaştıracaktı. Almanlar da bu cephenin açılarak İngilizlerin meşgul edilmesi fikrinde idi. Ancak Kanala taarruz edebilmek için yaklaşık 200 km. genişliğindeki Sina çölünü aşmak, sonra da kanalı geçmek gerekiyordu. İngilizler Çanakkale boğazında yığınak yapmaya başladıktan sonra Osmanlı Devleti 4.Ordu Komutanlığına Bahriye Nazırı Cemal Paşa’yı atadı. Cemal Paşa, taarruz görevini 8.Kolorduya verdi. 14-15 Ocak 1915 gecesi Birüssebi’deki merkezlerinden 3 kol halinde ayrılan Osmanlı kuvvetleri 2-3 Şubat’ta Kanalı Timsah göl ile Acı Göl arasındaki bölgeden geçmeye çalıştılar. Kanalı geçmeyi başaran 500-600 kişilik bir kuvvetle sınırlı kaldı. Bu kuvvetler İngilizler tarafından şehit ve esir edildiler. Kanala yaklaşan diğer kuvvetler şiddetli ateş muharebesine girdilerse de bir netice alınamadı. Muharebe meydanında bulunan Cemal Paşa birliklerini geri çekti. Uzun süren hazırlıklar takviyeler yapılırken İngilizler Şerif Hüseyin isyanını 5 Haziran 1916’da başlatmaları üzerine kuvvetlerin bir kısmı Hicaz’a kaydırılmış kalan 20 bin kişilik Türk, Alman ve Avusturya askerleri Alman Albay Von Kress komutasında 16 Temmuz 1916 tarihinde harekete geçti, artık hedef Süveyş’i geçmek değil Kanalın doğu kısmını ele geçirmek idi. 4-5 Ağustos 1916’da Romani’deki İngiliz birliklerine saldırdı. İlk gün Türk kuvvetleri başarılı olurken ertesi gün üstünlük İngilizlere geçmiş ve Türk kuvvetler geri çekilmişlerdir. II. Kanal harekâtında Türkler 4 bin İngilizler ise 1130 kadar zayiat vermişlerdir. Türk zayiatının önemli kısmı İngilizlere esir düşenlerdir. Filistin-Suriye Cephesi Osmanlı ordusunun Kanal harekâtında başarısız kalması üzerine İngilizler karşı taarruz hazırlıklarına geçtiler. Türk ordusu Gazze-Birüssebi hattına çekildi. İngilizler 26 Mart 1917’de saldırıya geçip Gazze’yi kuşattılar. Türk kuvvetlerin sıkı müdafaası ve yardıma gelen yeni kuvvetler dolayısıyla 4 bin kayıp vererek çekilmek zorunda kaldılar. Takviye alan İngilizler ikinci kere Gazze’ye 17 Nisan 1917’de saldırdılar. Donanma toplarına ve 8 adet tanka rağmen İngilizler 2 gün içinde 6500 kayıp vererek çekildiler. Türklerin kaybı 2000 kadardı. İngiliz kuvvetleri yaz başından buyana General Allenby’nin komutasında yeni saldırıya hazırlandı. Türk kuvvetlerinin Sina’dan çekilmesinden sonra Arap isyanı genişledi ve 1917 Temmuzunda Akabe limanı Arap isyancıların eline geçti. Bu tarihten sonra isyancı Araplarla İngilizler ortak savaşmaya başladılar. İngiliz kuvvetleri 31 Ekim 1917’de üçüncü Gazze saldırısına geçtiler. Avustralyalı süvari birliklerinin hücumu ile Birüssebi savunma hattı yarıldı ve aynı gün Birüssebi İngilizlerin eline geçti. Aralıksız devam eden saldırılar karşısında Türkler geri çekilerek Kudüs-Yafa hattını oluşturdular ancak İngilizleri burada da tutmak mümkün olmadı. 17 Kasım 1917’de Yafa, 8 Aralık 1917’de ise Kudüs düştü. Türk birlikleri Kudüs’ün kuzeyine çekildi. 21 Şubat’ta Eriha işgal oldu. İzleyen aylarda Şeria cephesinde sonuçsuz çatışmalar oldu. Suriye cephesinde son Türk-İngiliz meydan muharebesi 19 Eylül 1918’de Nablus’ta yapıldı ve İngilizler kazandı. 7.Ordu Komutanı Mustafa Kemal Paşa düşman süvarisini Bisan’da durdurdu. Bu geri çekilmekte olan Türk kuvvetlerine zaman kazandırdı.1 Ekim 1918’de Şam, 6 Ekim’de Humus, 27 Ekim’de Halep düştü. Liman von Sanders Yıldırım Orduları Komutanlığını Mustafa Kemal Paşa’ya bırakarak Adana’ya geçti. Mustafa Kemal Paşa emrindeki beş piyade tümeni ile İskenderun-Cerabulus hattında İngilizleri durdurmaya çalıştı. Bu hat İstiklal Harbinde de milli sınır olarak kabul edildi. Cemal Paşa: (1881- 1922) 1890’ların sonunda Genelkurmay harekât dairesinde, 1901 Kurmay Binbaşı, 1908 İttihat ve Terakki Üyesi, 1912 Çatalca’da ihtiyat piyade tümen komutanı olarak savaştı. 1914 Bahriye Nazırı ve Suriye -Filistin’de 4.Ordu Komutanı oldu. 1918’de İttihat ve Terakki’nin diğer liderleriyle yurtdışına çıktı. 1922’de Tiflis’te Ermeni teröristlerce öldürüldü. 8. Ünite - İmparatorlukların Tasfiyesi: I. Dünya Savaşı 195 ABD’nin Savaşa Girmesi: İtilaf Devletleri, Rusya’nın ihtilalle beraber savaştan çekilmesi ile önemli ölçüde güç kaybına uğradılar. Bu kaybı telafi edebilmek için ABD’nin kendi saflarında savaşa katılmasını istiyorlardı. Alman savaş gemilerinin ABD ticari gemilerini batırmaları ABD’yi başından beri yakınlık duyduğu İtilaf Devletleri yanında 2 Nisan 1917’de savaşa soktu. ABD’nin savaşa katılımı İttifak devletleri için sonun başlangıcı olduğunu söylememiz mümkündür. 26 Haziran 1917’de ise Yunanistan İtilaf Devletleri yanında savaşa dâhil oldu. Hicaz ve Yemen Cephesi Müslümanlar için kutsal bölge olan Hicaz’ın güvenliği Osmanlı Devleti ve Hilafetin meşruiyeti bakımından önemli bir konu idi. Bu hassasiyetten dolayı İngiltere bölge ile son 40-50 yıldır yakından ilgilenme, bölgedeki etkin kabileleri Osmanlıdan koparmaya çalışmaktaydı. Nitekim Dünya Harbi başladığında Şerif Hüseyin, İbn Suud gibi en etkin kabileler İngilizlerle gizli bir takım anlaşmalar yapmışlardı. Mekke Şerifi Hüseyin, savaş başladığında Osmanlı Devletine bağlı kalacağını açıklamasına rağmen 9-10 Haziran 1916’da fiilen isyan başlamıştı. İngilizlerin teşvik ve destekleriyle başlayan isyan Osmanlı kuvvetlerince kontrol altına alınmaya çalışılmış ancak düşmanlarla 10 cephede savaşan Osmanlı Devleti yeteri kadar bölgeye destek gönderememiş ve 16 Haziran’da Cidde, 9 Temmuz Mekke, 22 Eylül 1916’da Taif ’i ele geçirdi. Medine Komutanı Fahreddin Paşa, bütün imkânsızlıklara rağmen Medine’yi 2 yıl 7 ay müdafaa etti. İstanbul Hükümeti Medine’yi terk etmesini istediğinde Fahreddin Paşa’nın cevabı; “Peygamberin kabrinin bulunduğu Medine’deki Osmanlı bayrağını kendi elimle indiremem” oldu. Mondros Mütarekesi imzalanmasından sonra mütarekenin 16. Maddesi gereği Fahreddin Paşa’nın direnişi bırakıp teslim olması gerekiyordu ama o bunu reddetti. Osmanlı Devletinin teslim olmasına rağmen Fahreddin Paşa 72 gün daha Medine’yi savunmaya devam etti. Medine 13 Ocak 1919’da Fahreddin Paşa’nın etkisiz hale getirilmesinden sonra teslim oldu. Fahreddin Paşa’nın Peygamberimize ve onun şehrine gösterdiği bağlılık bütün İslam dünyasında takdir ve sempati uyandırdı. Savaş sırasında 7. Kolordu’nun birer tümeni Hicaz, Asir, San’a ve Hudeyde’de konuşlandırılmıştı. İmparatorluğun en uzak noktasında bulunan ve buraya ulaşacak kuvvetlerin geçmeleri gereken Irak, Filistin, Hicaz cephelerinde muharebelerin devam etmesi Yemen cephesine yeteri kadar yardım gönderilmesine imkân vermedi. Ancak Yemen’de İmam Yahya yerlilerden oluşturduğu kuvvetlerle Osmanlılara bağlı kaldı ve savaşın sonuna kadar Ordu ile birlikte savaştı. Osmanlı kuvvetleri Yemen’i I. Dünya Savaşı sonuna kadar savundular. Mondros Mütarekesi gereği Asir bölgesindeki birlikler 19 Ocak 1919’da İngilizlerle yapılan bir protokolle teslim oldu. Yemen’deki Osmanlı birlikleri de aynı tarihlerde silahlarını teslim etti. Yemen’deki Türk askerleri ve sivil memurlar 5 kademede buradan alınarak İngiliz esir kamplarına götürüldüler. Bununla birlikte İmam Yahya’nın yanında Yemen’de önemli miktarda Türk asker ve sivil aileler de kalarak, daha sonra kurulan Yemen idaresinde önemli katkılar sağladılar. Trablusgarp (Libya) Cephesi 1912’de kapandığı sanılan Libya cephesinde yerel direnişçilerin İtalyanlara karşı mücadelesi devam etmiştir. Osmanlı Devletinin cihad ilan etmesi üzerine ise çatışmalar artmış ve İtalyanlar 1915 Ocak ayında Fizan’dan Temmuz’da da iç bölgelerden tamamen temizlenmişti. İtalyanlar kıyı bölgelerinde kaldılar. Libyalı Müslüman diBalfour Deklarasyonu: İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur James Balfour, 2 Kasım 1917’de uluslar arası Siyonist hareketin önderlerinden Lord Rothschild’e bir mektup göndererek Filistin’de Yahudiler’e bir yurt kurulması çabalarını İngiltere’nin destekleyeceğini bildirdi. Bu deklarasyon İsrail devletinin kurulması için uluslar arası alanda çok önemli bir kilometre taşı teşkil eder. Bkz. Melek Fırat, “Balfour Deklarasyonu”, Türk Dış Politikası Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, c.1 İletişim Yay. İstanbul 2001, s.203 Fahreddin Paşa(1868- 1948): Medine Müdafii olarak tarihe geçen Fahrettin Paşa 1891de kurmay yüzbaşı olarak orduya katıldı, Balkan Harbinde, Edirne’nin geri alınışında görev aldı. Dünya Harbi başladığında Musul da idi daha Medine’ye tayin oldu. Medine müdafaasından sonra İngilizlere esir düştü ve Malta’ya sürüldü. 1921’de Malta’dan kurtulunca Ankara’ya gelip milli mücadeleye katıldı. TBMM’nin Kabil büyükelçiliğine tayin oldu. Türk-Afgan dostluğunun gelişmesine katkıda bulundu. 1936’da emekli oldu.1948 yılında bir tren yolculuğunda Eskişehir yakınlarında vefat etti. Kabri İstanbul Aşiyan mezarlığındadır. 196 Osmanlı Tarihi (1876-1918) renişçiler Mısır’ın batı sınırında bulunan İngiliz birliklerine saldırarak Sollum ve Seydi Barani şehirlerini boşaltmalarını sağladılar. Bu sırada Osmanlı Hükümeti, 15 Ekim 1915’te Trablusgarp’ı yeniden ilhak ettiğini açıkladı ve Sollum bölgesine Teşkilat-ı Mahsusa birlikleriyle takviyeli bir piyade taburu gönderdi. Matruh’ta toplanan İngiliz birliklerine taarruz edildi. Zuvara, Trablusgarp ve Hosm şehirlerinde muhasara altında tutulan İtalyanların 1917 Ocak ve Nisan aylarındaki çemberden çıkma taarruzları durduruldu. Nuri Paşa, 1917 Eylül’ünde karşı taarruz yaparak İtalyanların kurtulma ümitleri kayboldu. Nuri Paşa’nın Kafkas İslam Ordusu komutanlığına atanmasından sonra yerine Şehzade Osman Fuat Efendi Afrika Grupları Komutanı olarak 17 Mayıs 1918’de bölgeye geldi. 30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi imzalandığında bölgedeki Türk subaylar teslim olmayı reddedip direnişe devam ettiler ve yerli liderlerden oluşan bir hükümet kurdular. İtilaf devletlerinin baskısı sonunda Türk subay ve erler Mart 1919’dan itibaren bölgeyi terk etmeye başladı. İran Cephesi İngilizlere karşı İran’da gayrinizamî harp yapılmıştır. Özellikle 1918 yılı Ağustos ayında I.Kafkas ordusu Nahçivan, İran Azerbaycan’ı ve Tebriz’e girmiştir. Burada bulunan İngiliz birlikleri ile Kazım Karabekir komutasındaki birlikler savaşmış ve İngilizleri yenmişlerdir. Kazım Karabekir Paşa “Tahran’ı işgal” etmek üzere emir almasına rağmen savaşın sonu görüldüğü için Tahran’ı işgalden vazgeçip Mondros Mütarekesi öncesi birlikleriyle İran’ı boşaltıp Nahçivan’a geldi. Avrupa Cepheleri Osmanlı Devleti savaş içinde müttefiklerine yardım için askeri birlikler gönderip onlarla birlikte 1916-17 yıllarında savaşmışlardı. Dolayısıyla bu cepheler doğrudan kendi cepheleri değildi. Avrupa’da yer alan bu cepheler Galiçya, Romanya/ Dobruca ve Makedonya cephelerinde müttefikleriyle birlikte Rusya, Romanya ve Fransa’ya karşı mücadele etmişlerdir. Bu cephelerde toplam 115 bin kişilik üç Türk kolordusu 40 bin kayıp vermiştir. Savaşın sonuçlarını tartışınız. Bu konuda ayrıntılı ve doyurucu bilgi için şu kitabı okuyunuz: Edward J. Erickson, Size Ölmeyi Emrediyorum! Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Ordusu, (Çev.Tanju Akad), İstanbul 2003. Savaş Sürerken Yapılan Gizli Anlaşmalar Rusya’da Bolşevik İhtilali olup Çar devrilince eski yönetimin yaptığı gizli anlaşmalar 24 Kasım 1917’de resmen açıklandı. O güne kadar söylenti olan Osmanlı ülkesinin paylaşıldığına dair kararlar gün yüzüne çıktı. Bu gizli anlaşmaların ilki İstanbul Anlaşması olarak bilinmektedir. Çünkü bu anlaşma İngiltere, Fransa ve Rusya arasında İstanbul’un kimin olacağı konusundadır. 12 Mart 1915’te İngiltere, 10 Nisan 1915’te de Fransa İstanbul ve Boğazların Rusya’ya verilmesini kabul ettiklerini bildirmişlerdir. Bu noktada şu soru akla geliyor, neden İngiltere ve Fransa hem de Çanakkale Boğazını geçmek için savaşırlarken İstanbul’u Ruslara bırakmaya razı olmuşlardır? Çünkü İngiltere ve Fransa’nın İstanbul’a yerleşmesinden daha fazla zarar göreceğini düşünen Almanya, Rusya ile Boğazlar konusunda görüşmeler yaptığı öğrenilmiştir. Almanya bu görüşmeleri yaparken de Osmanlı Devletinin müttefikidir. Teşkilat-ı Mahsusa: 1911’de kurulan Osmanlı karşı istihbarat birimidir. Operasyon yapma yetkisi de olan Teşkilat-ı Mahsusa, Balkan, Trablusgarp ve I.Dünya Harbinde önemli görevler ifa etmiş 1918’de ilga olmuş bir kısım mensubu Milli Mücadele’de değerli hizmetlerde bulunmuşlardır. 4 8. Ünite - İmparatorlukların Tasfiyesi: I. Dünya Savaşı 197 Diğer bir gizli anlaşma 26 Nisan 1915’de imzalandığı yerin adını taşıyan Londra Anlaşması’dır. Buna göre İngiltere ve Fransa tarafından İtalya’ya onlarla ittifak yaptığından dolayı savaşın sonunda Osmanlı topraklarından, Oniki Ada, Trablusgarp ve Antalya bölgesi verilmiştir. İngiltere ile Mekke Şerifi Hüseyin arasında da 30 Ocak 1916 tarihinde gizli bir anlaşma yapılmıştır. McMahon-Şerif Hüseyin anlaşması olarak bilinen mutabakat İngiltere’nin Mısır yüksek komiseri McMahon ile Mekke Emiri Hüseyin arasındaki uzun pazarlıklar sonrasında; Şerif Hüseyin’in Osmanlı Devletine karşı bir isyan başlatması halinde Savaş sonrasında kurulacak Arap Devletinin başına geçmesi kabul ediliyordu. Bu Arap devletinin sınırları Lübnan hariç Suriye, Irak ve Arabistan’ı içine alıyordu. Bu anlaşmaya güvenen Şerif Hüseyin Haziran 1916’da isyan etti ve Ekim 1916’da kendisini Arabistan Kralı ilan etti. Gizli anlaşmaların en ünlüsü ise İngiltere ile Fransa arasında yapılan ve Rusya’nın da onayladığı Sykes-Picot Anlaşmasıdır. 3 Ocak 1916’da İngiltere ve Fransa tarafından imzalanan 10-23 Ekim 1916 terhinde ise Rusya’nın onayı ile kesin şeklini bu anlaşmaya göre, Adana, Antakya bölgesi, Suriye kıyıları ve Lübnan Fransa’ya, Musul hariç Irak İngiltere’ye bırakılmıştı. Bu iki devletin Rusya ile yaptıkları Petrograt Protokolü ile Rusya’nın payına Boğazlar bölgesine ek olarak Trabzon,’a kadar Doğu Karadeniz kıyıları, Erzurum, Van ve Bitlis bırakıldı. Sykes-Picot anlaşmasını öğrenen İtalya kendi haklarını artırmak istedi. Bunun üzerine İngiltere, Fransa ve İtalya arasında 19 Nisan 1917’de Saint-Jean de Maurienne Anlaşması imzalandı. Buna göre, Antalya, Konya, Aydın ve İzmir İtalya’nın payı olarak kabul edildi. Anlaşmanın Rusya tarafından da kabul edilmesi gerekiyordu. Ancak Rusya’daki ihtilal dolayısıyla bu eksik kaldı. Bu yüzden İngiltere ve Fransa bu anlaşmayı geçerli saymadılar. İtilaf Devletleri kendi aralarında Osmanlı topraklarını paylaştıkları bu gizli anlaşmalar, ABD’nin I. Dünya Savaşına girerken açıkladığı Wilson İlkeleri arasında yer alan Açık Diplomasi ile ters düşüyordu. Ancak İtilaf Devletleri savaş sonunda yaşanan işgallerde bu gizli anlaşmalar esas alındığı söylenebilir. I. Dünya Savaşının Sonu İtilaf devletlerinin 1918 yaz aylarında başlattıkları taarruzlara İttifak devletlerinin cevap verememesi savaşın sonunu getirdi. Öncelikle Bulgaristan 29 Eylül’de ateşkesi kabul ederek savaş dışına çıktı. Osmanlı Devleti Savaşta sayısız kahramanlıklar, başarılar ve zaferler kazanmış olmasına rağmen Irak ve Suriye Cephesinin bozulmasından ziyade General Milne komutasındaki ordunun Selanik’ten çıkıp Bulgaristan’da ilerlemeleri ve Trakya’yı geçerek İstanbul’a inme ihtimalinin doğması Devleti güç durumda bırakmış ve mütareke istemek durumunda kalmıştır. Osmanlı Devleti’nde savaşın sorumlusu olan İttihat ve Terakki Partisi istifa edip yöneticileri ülkeyi terk etti. Yerine Ahmet İzzet Paşa hükümeti kuruldu. Bu hükümet mütareke yapmak için bütün yolları denedi ve 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesini imzalayarak savaşa son verdi. Ekim ayı içinde Avusturya-Macaristan İmparatorluğu parçalandı, Macarlar ve Çekler bağımsız Cumhuriyet kurduklarını ilan ettiler 3 Kasım’da Avusturya silah bırakmayı kabul etti. Aynı gün Çekoslovakya ve Yugoslavya devletleri ilan edildi. 18 Kasım’da İmparator devlet işlerinden çekildiğini açıkladı ve böylece Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve Habsburg Hanedanı tarihe karışmış oldu. Almanya ise Ağustos ayından bu yana barış arayışlarında bulunuyordu. 3 Ekim’deki mütareke teşebbüsü başarısız olmuş 9 Kasım’da Alman İmparatoru tahttan feragat etmiş, Cumhuriyet ilan edilmişti. 11 Kasım’da 198 Osmanlı Tarihi (1876-1918) Almanya ile mütareke imzalandı. Savaşın devam ettiği yıllarda 1917’de de Rus İmparatorluğu çökmüştü. Bu yüzden bu savaş bir noktada İmparatorlukları tasfiye ederek son buldu. Osmanlı Devleti 2.500.000 kilometrekare toprakta 22 milyon nüfusa sahip olarak Dünya Harbine girmiş savaşın sonunda 1.250.000 kilometrekare toprakta 10 milyon nüfusla kalmıştı. Savaş boyunca silah altına alınan asker sayısı 2.850.000 civarındadır. Savaş sonunda muharebede ölen 305.000, hastalıktan ölen 466.000, Yaralı-sakat kalan 303.000, savaş Esiri 200.000 kişi civarında. Firarilerle beraber toplam savaş kaybı 1.500.000 ile 1.700.000 arasındadır. Savaş yıllarında ülkedeki enflasyon oranı yüzde 1.250 civarındadır. İşgallerle beraber yüz binlerin göçü yaşanmış ve korkunç sivil kayıplar söz konusu olmuştur. Ülkedeki sanayi altyapısı kullanılamaz hale gelmiştir. Böylece İtilaf Devletleri 4 yıllık savaşın neticesinde muazzam bir zafer kazandılar. Bundan sonra galib devletler kendilerine göre yenidünya düzeni kurmak için ünlü Paris Barış Konferansını başlatıp mağlupları cezalandıracak anlaşmalar hazırlayacaklardır. I. Dünya Savaşında Osmanlı Ordusu’nu inceleyen Erickson şu değerlendirmeyi yapıyor: “Türk ordusu her ne kadar ağır darbeler almış ve aşırı yıpranmışsa da, 31 Ekim 1918 günü garnizonlarında değil hala sahadaydı. 25 piyade tümeni, 4 kale komutanlığı ve 3 geçici piyade tümenine sahipti. Türk ordusunun komuta kontrol yapısı ayaktaydı ve yaklaşık bir milyon asker ile muharebe operasyonları yapma yeteneği vardı. Her ne kadar çok ağır kayıplar vermişse de anavatanı Anadolu’yu ve Rusların Kafkas vilayetlerinin çoğunu elinde tutuyordu. İngilizler Türk ordusunun çöküntünün eşiğinde olduğunu düşünüyor, ama sonuna kadar savaşacağından da kuşku duymuyorlardı (Erickson: 2003, 276) Savaşın bir başka yönünü gözler önüne seren bir çalışma olduğu için şu eseri okuyunuz: Cemalettin Taşkıran, I.Dünya Savaşı’nda Türk Esirleri, Ana Ben Ölmedim, İstanbul 2001. 8. Ünite - İmparatorlukların Tasfiyesi: I. Dünya Savaşı 199 Özet I.Dünya Savaşı’nın neden çıktığını açıklayabilme Dünya 1815-1914 arasında bir dünya savaşı yaşamadı. Viyana Kongresi ile kurulan Avrupa Dengesi büyük ölçüde korundu. Ancak, ekonomik çıkar ve sömürge çatışmaları Avrupa’da güvensizlik ortamı yaratmış bu da bloklaşmaya ve silahlanmaya yol açmıştır. Ayrıca, Alman ekonomisinin güçlenmesi diğer devletleri ileriye dönük korkuya sevk etmiştir. Almanya’nın donanmasını kuvvetlendirmesi İngiltere’yi Almanya karşısında müttefik bulmaya itmiş bu durum Fransa’yı Almanya’ya karşı, Rusya’yı da Avusturya’ya karşı daha saldırgan yapmış bu da uluslar arası krizleri çoğaltmıştır. Diğer yandan Rusya’nın Balkanlarda izlediği Panslavizm de savaşın çıkmasına zemin hazırlamıştır. Son olarak dönemin Avrupalı liderler yanlış politik ve askeri hesaplar da savaşın patlamasında etkili olmuştur. Osmanlı Devleti’nin bu savaşta neden yer aldığını kavrayabilme Osmanlı Devleti sanılanın aksine Alman sempatisi ya da emperyal duygularla Dünya savaşına katılmış değildir. Bloklaşan dünya hızla silahlanıyordu. Balkan Savaşı sırasında Osmanlı Devletine Avrupalı devletlerin takındığı tavır da Osmanlı devletini endişelendirmiş idi. Buna rağmen Osmanlı Devleti, İngiltere, Fransa ve Rusya’ya askeri ittifak teklif etmiş kabul görmemiştir. Yaklaşan savaşta yalnız kalmamak için Almanya ile mecburen ittifak yapmıştır. Dünya savaşı başladıktan sonra da Osmanlı Devleti, bir süre tarafsız kalmış ve bu durumunu korumak için İtilaf devletlerinden kendi toprak bütünlüğünün garanti edilmesini istemiş ancak bu garanti verilmemiştir. Osmanlı ordusunun nerelerde ve hangi şartlarda savaştığını tasavvur edebilme Yapılan araştırmalar göstermiştir ki; Osmanlı ordusu girdiği her muharebeye sayısal bir dezavantajla girmiştir. Bu genellikle asker sayısı, topçu, cephane ve lojistik desteğiydi. Bu durum göz önüne alındığında Osmanlı ordusunun muharebe etkinliği çok yüksektir. Yine muharebe birlikleri savaşçı ruhları, olumsuzluklar içinde dahi yüksek moralleri ve taktik yetenekleri ile dikkat çekmişlerdir. Yine ne kadar az imkâna sahip olursa olsun kendisini idame ettirebilme ve büyük bir kararlılık-dayanıklılık ile harp ettikleri görülmüştür. Osmanlı ordusunun bir diğer özelliği çok hızlı bir şekilde örgütlenebiliyor ve uyum içinde çalışabiliyor olmalarıdır. Savaşın sonuçlarını irdeleyebilme Osmanlı Devleti 2.500.000 kilometrekare toprakta 22 milyon nüfusa sahip olarak Dünya Harbine girmiş savaşın sonunda 1.250.000 kilometrekare toprakta 10 milyon nüfusla kalmıştı. Savaş boyunca silah altına alınan asker sayısı 2.850.000 civarındadır. Savaş sonunda muharebede ölen 305.000, hastalıktan ölen 466.000, Yaralı-sakat kalan 303.000, savaş Esiri 200.000 kişi civarında. Firarilerle beraber toplam savaş kaybı 1.500.000 ile 1.700.000 arasındadır. Savaş yıllarında ülkedeki enflasyon oranı yüzde 1.250 civarındadır. İşgallerle beraber yüz binlerin göçü yaşanmış ve korkunç sivil kayıplar söz konusu olmuştur. Ülkedeki sanayi altyapısı kullanılamaz hale gelmiştir. 1 2 3 4 200 Osmanlı Tarihi (1876-1918) Kendimizi Sınayalım 1. Osmanlı Devleti aşağıdaki ülkelerden hangisine askeri ittifak kurma teklifinde bulunmamıştır? a. İngiltere b. Fransa c. Rusya d. Almanya e. İtalya 2. Günümüzde Bakü’deki şehitlikte yatan Osmanlı Ordusunun askerleri aşağıdakilerden hangisinin askerleridir? a. I.Ordu b. II.Ordu c. Kafkas Ordusu d. Kafkas İslam Ordusu e. III.Ordu 3. Irak Cephesinde 13 bin İngiliz askerini 5 generali ile birlikte esir alan Türk komutanı kimdir? a. Nuri Paşa b. Halil Paşa c. Yakup Şevki Paşa d. Ali İhsan Paşa e. Cemal Paşa 4. Çanakkale Muharebelerinde “18 Mart Kahramanı” ünvanı kime verilmiştir? a. Mustafa Kemal Paşa b. Fevzi Paşa c. Cevat Paşa d. Kazım Karabekir e. Vehbi Paşa 5. Mütareke şartlarına rağmen Medine’yi isyancı Araplara ve İngilizlere teslim etmeyen Türk komutanı kimdir? a. Cemal Paşa b. Enver Paşa c. Talat Paşa d. Fahreddin Paşa e. Mehmet Paşa 6. I.Dünya Savaşı içinde çeşitli cephelerde ve cephe gerisinde etkinlik gösteren Osmanlı gizli örgütünün adı nedir? a. İttihat ve Terakki b. Halaskar Zabitan c. Teşkilat-ı Mahsusa d. Kuva-yı Milliye Cemiyet e. Fedayiler Cemiyeti 7. I.Dünya Savaşına komutan olarak katılan Osmanlı Şehzadesi kimdir? a. Osman Fuat Efendi b. Abdülmecid Efendi c. Ömer Faruk Efendi d. Selim Efendi e. Bahaddin Efendi 8. 24 Nisan 1915’te hangi olay yaşanmıştır? a. Ermeni Tehciri çıkarılmıştır. b. Ermeni örgütlerine baskın yapılarak ele başları tutuklanmıştır. c. Sevk Kanunu uygulamaya konulmuştur. d. İstanbul’da çatışma yaşanmıştır. e. Dünya savaşı başlamıştır. 9. Osmanlı Devleti’ne Doğu Anadolu topraklarını kazandıran barış antlaşması aşağıdakilerden hangisidir? a. Lozan Antlaşması b. Moskova Antlaşması c. Gümrü Antlaşması d. Brest Litovsk Antlaşması e. Kars Antlaşması 10. Aşağıdakilerden hangisi, Osmanlı Devletinin parasını ödediği halde İngiltere tarafından el konulan iki savaş gemisinin adlarıdır? a. Genç Osman-Yavuz b. Genç Osman-Reşadiye c. Reşadiye-Yavuz d. Yavuz-Midilli e. Goben-Breslav 8. Ünite - İmparatorlukların Tasfiyesi: I. Dünya Savaşı 201 Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı 1. e Yanıtınız yanlış ise “Osmanlı Devleti’nin İttifak Arayışı” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 2. d Yanıtınız yanlış ise “Kafkas Cephesi” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 3. b Yanıtınız yanlış ise “Irak Cephesi” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 4. c Yanıtınız yanlış ise “Çanakkale Cephesi” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 5. d Yanıtınız yanlış ise “Hicaz Cephesi” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 6. c Yanıtınız yanlış ise “Libya Cephesi” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 7. a Yanıtınız yanlış ise “Libya Cephesi” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 8. b Yanıtınız yanlış ise “Savaş’ta Ermeni İsyanı: Sevk ve İskan” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 9. d Yanıtınız yanlış ise “Kafkas Cephesi” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 10. b Yanıtınız yanlış ise “Osmanlı Devletinin Savaşta Tarafsız Kalma Çabaları” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Sıra Sizde 1 İngiltere, Fransa ve Rusya kendi aralarında siyasi sorunları çözmüş ve ortak hedeflere yönelmişlerdi. Ortak hedef ise Meriç nehrinden Basra’ya ve Yemen’e kadar bütün Ortadoğu dolayısıyla endüstrinin yeni ham maddesi petrol denizinin üzerinde tek hakim konumda bulunan Osmanlı Devleti idi. Bu belirleyici gerçek dolayısıyla Osmanlı Devleti itilaf Blokuna alınmamıştır. Sıra Sizde 2 Osmanlı Devleti, mecburen Almanya ile askeri ittifak yapmış ancak yine de savaşta tarafsız kalmak için İtilaf devletleriyle görüşmesini sürdürmüş ancak talep ettiği hiçbir güvenceyi alamamıştır. Öte yandan Almanya’nın tehdide varan ısrarları neticesinde savaşa girmekten başka çaresi kalmamıştı. Sıra Sizde 3 Ermeni komitelerinin amacı Anadolu’da bir Ermeni hükümeti kurmak ve bunu savaş ortamında kabul ettirmek idi. İtilaf devletlerinin Osmanlı devletine savaş açmış olmasını bu davaları için büyük bir fırsat olarak görmüşlerdi. Bu amaca ulaşmak için de silahlı terör ve toplu ayaklanma yöntemlerini benimsemişlerdi. Sıra Sizde 4 Osmanlı Devleti Savaşta sayısız kahramanlıklar, başarılar ve zaferler kazanmış olmasına rağmen Irak ve Suriye Cephesinin bozulmasından ziyade General Milne komutasındaki ordunun Selanik’ten çıkıp Bulgaristan’da ilerlemeleri ve Trakya’yı geçerek İstanbul’a inme ihtimalinin doğması Devleti güç durumda bırakmış ve mütareke istemek durumunda kalmıştır. Bu mağlubiyet Osmanlı Devletini müttefiki imparatorluklar gibi tarihe gömülmesine sebep olacaktır. 1911’den buyana devam eden Savaş, yüzbinlerce gencin kaybına, ikiyüzbinden fazla askerimizin esir olmasına, yüzlerce müslüman şehrinin harap olmasına, Osmanlı ekonomisinin mahfına, milyonlarca sivil insanın yerlerinden yurtlarından göç etmesine, yüzbinlerce insanın salgın hastalıklardan ölmesine ve yüzlerce yıllık vatan topraklarının işgal edilmesine sebep olmuştur. Yararlanılan Kaynaklar Atatürk ve Türk İnkılapTarihi, (2010). (Editör:Fatma Acun), Ankara Genel Kurmay Başkanlığı ATASE Başkanlığı (1978) Birinci Dünya Harbinde Türk Harbi, V. Cilt, Çanakkale Cephesi II, Ankara. Gilbert, Martin, (1994). The Routledge Atlas of the First World War, London. Özcan, Azmi, (2008). “Çanakkale Savaşlarını Hazırlayan Siyasi ve Jeopolitik Arka Plan” Çanakkale Tarihi IV, İstanbul. Taşkıran, Cemalettin, (2001). I.Dünya Savaşında Türk Esirleri Ana Ben Ölmedim, İstanbul. Tuncoku, A. Mete, (1990). “İngiliz Gizli Belgelerinde 18 Mart Zaferi ve Çanakkale Muharebeleri” Çanakkale Muharebeleri 75 inci Yıl Armağanı, Genelkurmay ATESE Yayınları, Ankara. Ulman A.Haluk, (1972) Birinci Dünya Savaşına Giden Yol, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, Ankara
.
|
Bugün 552 ziyaretçi (746 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|