|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
"Size bu inceliği dininiz mi öğretti?"
2016-01-01 02:00:00
Bâyezid-i Bistâmi hazretleri yağmurlu bir gün, cuma namazına gidiyordu. Yollar çok çamurluydu. Kirlenen ayakkabılarını bir gayrimüslimin duvarına sürerek temizledi. Ancak pişman oldu!..
Bugün miladi 2016 senesinin 1. günü... Bizim için herhangi bir gün; ancak bazıları için, nice çamların devrildiği gün... Büyüklerimiz "Her kap içindekini sızdırır" buyurmuşlar. Biz, bize yakışanı yapalım. Herkese iyi davranalım... Gayrimüslimlere bile dünya işleri için darılmayalım. Onlara karşı da, güler yüzlü olalım, incitmeyelim... Müslümanlığın güzel ahlakını, şerefini, her yerde herkese gösterelim, her milletin İslam dinine saygılı olmasına sebep olalım. (İslam Ahlakı)
Müslüman olsun, kâfir olsun, nerede olursa olsun, hiçbir insanın malına, canına zarar vermek caiz değildir. Kul haklarını ödemek lazımdır. Kâfirin hakkı için de, onunla helalleşmek gerekir. Gönlü alınmazsa ahirette affı çok güçtür. Kâfirin hakkından kurtulmak, Müslümanın hakkından kurtulmaktan daha zordur.
***
Büyük velî Bâyezid-i Bistâmi hazretleri yağmurlu bir havada böyle bir cuma günü, camiye gitmek için evinden çıktı. Sağanak halinde yağan yağmur, yolu çamur hâline getirmişti. Yağmur bitinceye kadar, bir evin ihâta duvarına dayandı. Çamurlu ayakkabılarını duvarın taşlarına sürerek temizledi. Yağmur yavaşlayınca, camiye doğru yürüdü... Bu sırada, bir Mecûsi'nin duvarını kirlettiği hatırına geldi ve üzülerek;
"Onunla helâlleşmeden, nasıl cuma namazı kılabilirsin! Başkasının duvarını kirletmiş olarak Allahü teâlânın huzurunda nasıl durursun!" diye düşündü ve geri dönüp o Mecûsi'nin kapısını çaldı. Kapıyı açan adam;
-Buyurun bir arzunuz mu var? diye sorunca;
-Sizden özür dilemeye geldim dedi. Adam hayretle;
-Ne özrü? diye sordu. O da;
-Biraz önce duvarınızı elimde olmadan çamurlu ayakkabılarımı temizlemek maksadıyla kirlettim. Bu doğru bir hareket değildi. Yağmurun şiddeti bu inceliği unutturdu, deyince, Mecûsi hayretle;
-Zaten duvarlarımız bu şiddetli yağmurun tesiriyle yoldan sıçrayan çamurlarla kirlendi. Sizin ayağınızdan oraya sürülen çamur, ayrıca bir çirkinlik veya kabalık meydana getirmez ki, dedi. Bâyezid-i Bistâmi hazretleri;
-Doğru ama, bu bir haktır ve sâhibinin rızâsını almak lâzımdır, dedi. Adam;
-Size bu inceliği ve insan haklarına bu derece saygılı olmayı dininiz mi öğretti? diye sorunca;
-Evet dinimiz ve bu dinin Peygamberi olan Muhammed aleyhisselâm öğretti, dedi. Mecûsi;
-O hâlde biz niçin bu dine girmiyoruz!.. diyerek, Kelime-i şehâdet getirip hemen oracıkta Müslüman oldu...
Ne demiş büyüklerimiz: "Lisân-ı hâl, lisân-ı kâlden entaktır." Yani, icraat konuşmaktan kıymetlidir; daha tesirlidir.
.Şimdi kadınlar gibi ağla oğlum!"
2016-01-02 02:00:00
Son Sultan Ebu Abdullah Gırnata’dan ayrılırken hıçkırıklara boğulur. Annesi ise, o anda şöyle der: "Ağla oğlum! Zamanında savunamadığın vatanın için şimdi kadınlar gibi ağla!.."
Bugün, Avrupa'ya medeniyet götüren "Endülüs Emevi Devleti"nin yıkılarak (2 Ocak 1492) tarih sayfalarında yerini aldığı gündür...
Müslümanlar, büyük komutan Tarık bin Ziyad'la İspanya'ya girdiler. Kısa zamanda Endülüs İslam Devletini kurarak; Avrupalılara insanlığı, medeniyeti öğrettiler...
Endülüs'te ilim ve fen çok ilerledi. Saray ve devlet dâireleri birer ilim kaynağı oldu. Her memleketten ilim öğrenmek için Kurtuba'ya akın akın geldiler. Mükemmel bir tıp fakültesi kuruldu. Avrupa'da ilk yapılan tıp fakültesi budur...
Avrupa'da krallar ve devlet adamları, tedâvi için Kurtuba’ya gelir, gördükleri medeniyete, güzel ahlâka, misâfirperverliğe hayran kalırlardı. Kurtuba’da altı yüz bin kitap bulunan bir kütüphane yapıldı. Ayrıca emsâli pek az bulunan ince sanatlı saraylar, câmiler, bahçeler meydana getirildi...
Peki, böyle bir medeniyet nasıl yıkıldı? Çünkü insanlar bu medeniyetin lokomotifi olan İslâm ahlâkını, Allahü teâlânın emirlerini bıraktılar. Din yerine felsefî inançlara sarıldılar. Yalnız ilim ve fennin tek başına kendilerini hedefe götüreceğini zannettiler... İlk yıllarda Hristiyanlara tesir eden Müslümanlar bu sefer onların etkisi altında kaldılar... Kurtuba doğumlu İbn-i Rüşd Endülüs'te Aristo'nun vârisi oldu. Onun eserlerini şerh etti ve Ehl-i sünnet itikadını tahrip etti. Böyle oldukları için de devlet çöktü.
Daha sonra, İspanyollar, Gırnata şehrini de alıp Müslümanları kılıçtan geçirdiler... Son Sultan Ebu Abdullah, ailesiyle birlikte Gırnata’dan ayrılırken hıçkırıklara boğulur.
Annesi Aişe Sultan o anda oğluna, tarihe geçen şu sözleri söyler:
-Ağla oğlum ağla! Zamanında savunamadığın vatanın için şimdi kadınlar gibi ağla!..
BİR AJANIN HATIRATINDAN...
Osmanlı devletini yıkmakla, hak din İslamı bozmakla görevli; Türkçe, Arapça ve Farsçayı ana dili gibi bilen İngiliz ajanı Hempher "Hatıratım" isimli eserinde (İngiliz Câsûsunun İ'tirâfları-Hakîkat Kitabevi) diyor ki:
"8 asırlık Endülüs'ü şaraba ve kumara alıştırarak, aralarına fitne ve fesat sokarak, Kur'an-ı kerim ve diğer İslam kaynaklarını (sünnet, icma-i ümmet ve kıyas-ı fukahayı) tartışır hâle getirerek ve dinlerinden kopararak yıktık. Osmanlı'yı ve diğerlerini de bu silahları kullanarak yıkacağız!.."
Hempher, sözlerine şöyle devam ediyor:
"Müslüman devlet adamlarının etrâfına casuslarımızı yerleştirip, onlar vâsıtasıyla, Nâzırlığımızın arzûlarını tatbik etmek için, onları bu devlet adamlarının müsteşarları hâline getirmeliyiz..."
Evet, su uyur düşman uyumaz!..
.Aslanın yanında aslanlık taslanmaz!
2016-01-08 02:00:00
Bir aslan, bir kurt ve bir de tilki ava çıktılar. Dağda, bir dağ öküzü, bir dağ keçisi, bir de tavşan yakaladılar. Kurt ile tilki, bu hayvanların, aralarında taksim edilmesini istiyorlardı.
Akıllı insan, başa gelen olaylardan, sıkıntılardan ders alır. Olaylardan ders almayıp, aynı tehlikeye tekrar düşmek ahmaklık alametidir. Hadis-i şerifte "Mümin bir delikten iki defa ısırılmaz" buyuruldu. Yani (Şuurlu mümin, başına gelen olaydan ders alır, ikinci defa aynı hataya düşmez) demektir... Mevlânâ hazretleri "Mesnevî"de ibretlik bir hikâye anlatır:
Bir aslan, bir kurt ve bir de tilki ava çıktılar. Dağda, bir dağ öküzü, bir dağ keçisi, bir de tavşan yakaladılar. Kurt ile tilki, bu hayvanların, aralarında taksim edilmesini istiyorlardı. Fakat, aslandan çekindikleri için, yüzüne karşı bunu söyleyemiyorlardı.
Aslan bunların maksatlarını anladı. Kurda dedi ki:
- Ey kurt, al bu avları benim vekilim olarak adilane taksim et! Ben de böylece senin nasıl bir cevher olduğunu öğreneyim!..
Kurt şöyle cevap verdi:
- Ey şahım! Öküz size kalsın. Zira o iridir. Siz de büyük ve kuvvetlisiniz. Keçi benim! Çünkü benim gibi orta büyüklükte. Tilkiye de tavşan uygundur.
Aslan bu taksime çok kızdı. Kükreyerek kurda dedi ki:
- Bu ne biçim taksim? Benim olduğum yerde, sen nasıl “ben” diyebiliyorsun? Ben hayvanların hakimiyim. Kurtlar köpek soyundandır. Sen kendini bir varlık olarak görüp, yanımda nasıl kendine pay ayırabilirsin?
Sonra da bir pençe darbesiyle kurdun başını kopardı ve tilkiye dönerek dedi ki:
- Şu paylaşma işini sen yap bakalım!
Tilki "başüstüne" dedi ve taksimi şöyle yaptı:
- Bu sığır, kralımın kuşluk yemeği, keçi öğle, tavşan da, şahımın akşam yemeği olması çok uygundur.
Aslan, tilkinin bu taksimini çok beğendi ve sordu:
- Ey tilki, çok adaletli bir iş yaptın! Bu paylaştırmayı kimden öğrendin?
- Ey hayvanların şahı! Bu adaletli taksimi, şu yerde kanlar içinde yatan kurt kardeşin hâlinden öğrendim.
- Mademki, işini hatasız yaptın, bu üç hayvanı da sana verdim. Bunlar benim sana ihsanım olsun! Al git!
Aslan bundan sonra, tilkiye hitaben dedi ki:
- Ey tilki, senin bize sadık olduğun anlaşıldı. Artık seni incitmemiz, üzmemiz uygun olmaz. Artık aramızda senlik, benlik kalmadı. Kurdun hâlinden ibret alabilmişsin. Bundan sonra sen, benim yanımda tilki değil aslansın!
Tilki kendi kendine dedi ki:
"İyi ki aslan, taksim işini kurttan sonra bana verdi. Yoksa hâlim ne olurdu?"
Evet, haddini bilmeyen kimse, kurdun durumuna düşer. Aslanın yanında, ona aslanlık taslamak aptallık değil de nedir?..
.Ben mi üstünüm yoksa sen mi?.."
2016-01-09 02:00:00
Bir gün, büyük velî Cüneyd-i Bağdadi hazretlerine bir papaz gelip, "Ben mi üstünüm, yoksa sen mi üstünsün?" diye sorar. O da, "bir hafta sonra gel, cevabını vereyim" der...
Mümin ve kâfir, son nefeste belli olur. Birçok kimse, bütün ömrünce kâfir kalıp, sonunda îmâna kavuşur. Bütün ömrü îmân ile geçip, sonunda tersine dönen de olur. Kıyâmette, son nefesteki hâle bakılır...
"Dinden olduğu söz birliği ile bildirilmiş olan şeylere, kalp ile inanmaya ve dil ile de söylemeye iman denir. İman edilecek şeyler; Allahü teâlânın var olduğuna, bir olduğuna, kitaplarına, sahîfelere ve Peygamberlere, Meleklere îmândır. Âhırette haşra, neşre, Cennette ebedî nimetlere, Cehennemde ebedî azaplara, göklerin yarılmasına, yıldızların dağılmasına, Arz'ın parça parça olmasına inanmaktır. Beş vakit namazın, malın zekâtını vermenin ve Ramazân-ı şerîf ayında her gün oruç tutmanın ve gücü yetene haccetmenin farz olduğuna inanmaktır. Anaya babaya karşı gelmenin ve hırsızlık ve zinâ etmenin ve yetim malı yemenin ve fâiz alıp vermenin harâm olduklarına iman lâzımdır. İmanı olan bir kimse, büyük bir günâh işlerse, imanı gitmez ve kâfir olmaz. Günâha, yani harâma helâl diyen kâfir olur..." (Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye)
***
Büyüklerimizin en çok korktuğu, son nefestir. Mesela Amr ibni As hazretleri, Eshab-ı kiramın büyüklerindendir. Vefat ederken hüngür hüngür ağlar. Oğlu, "Babacığım ölümden mi korkuyorsun?" diye sorar. "Hayır, ben başka bir şeye ağlıyorum. Önceleri Resulullah’a düşmandım, eğer o zaman ölseydim ebedî Cehennemlik olacaktım. Müslüman oldum, canımı ona fedaya hazır bekledim. O hayattayken ölseydim, hiç endişem olmazdı. Ondan sonraki hâlimi bilemediğim için ağlıyorum" der. Sonra Kelime-i şehadet getirip vefat eder...
Bir gün, büyük velî Cüneyd-i Bağdadi hazretlerine bir papaz gelip, "Ben mi üstünüm, yoksa sen mi üstünsün?" diye sorar. O da, "bir hafta sonra gel, cevabını vereyim" der...
Papaz bir hafta sonra geldiğinde o mübarek zatın vefat ettiğini görür. "Bugün bana cevap verecekti" diye söylenince, tabutu göstererek, "İşte orada, git sor, o büyükler boşuna konuşmaz" derler...
Tabutunun başına gidip aynı soruyu sorar. Cüneyd-i Bağdadi hazretleri, Allahü teâlânın izniyle başını kaldırıp, şöyle cevap verir:
"Sonumun ne olacağını bilemediğim için, o gün sana cevap veremedim. Sen iman edebilir ben de imansız ölebilirdim. Elhamdülillah, ben imanla ölüp kendimi kurtardım, şimdi söyleyebilirim, senden üstünüm. Sen kendine bak!"
Papaz, bu keramet karşısında Kelime-i şehadet getirerek Müslüman olur.
Cüneyd-i Bağdadi hazretleri, netice belli olmadan, "Ben senden üstünüm" dememiştir. Üstünlük sona bağlıdır. Bunun için imansız ölmekten çok korkmalıdır.
.“Zincirle gelen misafiri işte böyle ağırlarlar!..”
2016-01-15 02:00:00
Akşemseddin hazretleri, bir rüyâ görür. Boynunda bir zincir vardır ve ucu da, Hâcı Bayram-ı Velî hazretlerinin elindedir. Tam boğulmak üzereyken uyanır!..
Bugün "İstanbul’un manevi fatihi" büyük velîlerden Akşemseddin hazretlerinin vefat yıl dönümüdür. Bu mübarek zatın soyu hazret-i Ebu Bekr-i Sıddîk’a kadar ulaşır. 1390 (H. 792) senesinde Şam’da doğdu. Yedi yaşında babası ile Anadolu’ya gelip Amasya’nın Kavak nâhiyesine yerleşti. 15 Ocak 1460 senesinde Bolu'nun Göynük ilçesinde vefat etti...
***
Akşemseddîn hazretleri, müderristi. Onu iyi tanıyanlar kendisine, zamanın büyük velîsi Hâcı Bayram-ı Velî hazretlerine gitmesini tavsiye ettiler... O da hemen müderrislik görevini bırakarak, Ankara’ya gitti... Rastladığı bir kimseye, Hâcı Bayram-ı Velî’yi nerede bulabileceğini sordu. Adam, karşı sokakta, yanında iki talebesiyle gezen bir zâtı göstererek dedi ki:
- İşte şu gördüğün, dükkân dükkân gezerek para toplayan kişi Hâcı Bayram’dır.
Genç Akşemseddîn üzüldü, kalbi sıkıntıyla doldu. “Buralara kadar kendimi boşuna yormuşum” diyerek oradan uzaklaştı ve meşhur velî Şeyh Zeynüddîn-i Hâfî hazretlerine talebe olmak gâyesiyle Haleb’e doğru yola çıktı... Haleb’e bir konak mesafeye geldiğinde, bir hana indi. O gece enteresan bir rüya gördü. Korku, şaşkınlık ve dehşet içerisinde uyandı. Hemen geri döndü.
Rüyasında boynuna takılan bir zincir vardı ve ucu, Hâcı Bayram’ın elindeydi. Kendisi Haleb’e gitmek istedikçe Hâcı Bayram zinciri çekiyordu. Tam boğulmak üzere iken uyanmıştı. Rüyâ, tabîri gerektirmeyecek kadar açıktı. Akşemseddîn yolda “Ne yaptım ben, görünüşe aldandım” diyerek kendi kendine söyleniyordu...
Ankara’ya gelip, Hâcı Bayram-ı Velî’nin dergâhına ulaşınca, onun, talebeleriyle tarlada çalıştığını öğrendi. Hemen oraya koştu, fakat Hâcı Bayram hiç iltifât etmedi.
Akşemseddîn, diğer talebeler gibi tarlada çalıştı. Yemek vakti gelince, Akşemseddîn’in yüzüne bakmadı. Hâcı Bayram hazretleri, hazırlanan yemeği talebelerine taksim etti, kalanını da köpeklerin çanağına döktürdü. Bir tabak yemeği de Akşemseddîn’in yemesi için köpeklerin arasına koydurdu.
Akşemseddîn, bir onlara, bir de kendine baktı ve nefsine; “Sen buna lâyıksın!” diyerek, köpeklerin arasında tabağından yemeye başladı... Hâcı Bayram-ı Velî hazretleri, işte onun bu tevâzuuna dayanamayarak; “İşte şimdi kalbimize girdin, gel yanıma!” diyerek gönlünü alıp, sofrasına oturttu. Sonra da; “Zincirle zorla gelen misâfiri böyle ağırlarlar” buyurdu...
Hocasına tam bağlılığı ve ihlâslı gayreti sebebiyle, kısa zaman sonra Hâcı Bayram-ı Velî hazretlerinin halîfesi olmakla şereflenen Akşemseddîn hazretleri, artık hocası gibi tasavvufta zirveye ulaşıp, halkı irşâd etmeye başladı...
.Bu ordunun kumandanı kim?"
2016-01-16 02:00:00
Hattat Râsim Efendi bir rüya görür... Geniş bir sahrada orduyu hümâyûn kurulmuştur. Birine yaklaşır ve "Bu ordunun kumandanı kimdir?" diye sorar!..
Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri, İstanbul velîlerindendir. (1664-1745) Tokat'ta doğdu, İstanbul’da vefât etti. Kabri, Unkapanı'na inen cadde ile Zeyrek Yokuşu'nun kesiştiği tepe üzerinde, Soğukkuyu Pîrî Paşa Medresesi kabristanındadır. Kendisini vesîle ederek duâ edenler dileklerine, muratlarına kavuşur...
***
Hattat Mehmed Râsim Efendi anlatır:
Sultan Üçüncü Ahmed Hânın vefâtından sonra, şöyle bir rüyâ gördüm... Geniş bir sahrada orduyu hümâyûn kurulmuştu. Bir tepe üzerinde de sultanlara mahsus bir otağ (çadır), onun etrafında ise büyük bir kalabalık vardı... Kalabalıktan bir kişiye yaklaşıp;
"Bu ordunun kumandanı kimdir?" diye sordum. O da;
"Âhir zaman Peygamberi Muhammed aleyhisselâmdır" dedi. Cehennem'e götürülecek bazı kimseler bu büyük çadıra götürülüyor, buradan şefâat edilirse Cehennemden kurtuluyordu...
Yine birisine;
"Peygamber efendimiz nerede bulunuyor?" diye sorduğumda;
"Tepedeki büyük çadırda" dedi. Hemen çadırın yanına koştum. Çadırın kapısına vardığımda, Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerini gördüm. Şefâat isteyenleri çadırın içine götürüp, getiriyordu. Çok şaşırdım. Biz bu zâtı anlayamamışız diye çok üzüldüm... O anda elleri bağlı birini çadırın kapısına doğru getirdiklerini gördüm. "Bu kimdir?" diye sorduğumda, Sultan Ahmed'dir dediler. Sonra çadıra yaklaşıp, Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerine teslim ettiler. O da önüne düşüp çadırın içine girdiler. İçeride Peygamber efendimiz kendisine iltifât buyurdu... Çadırdan çıktıklarında Mehmed Emîn Efendi;
"Şefâat buyurulup affolundun, müjde olsun!" diye bağırdı. Dışarıda sultanlara mahsus süslü bir at duruyordu. Mehmed Emîn Efendi, Sultânı tâzim ve hürmetle çadırdan çıkarıp, bekleyen süslü ata bindirdi. Etraftakilerin tebrikleri arasında, süratle oradan uzaklaştı...
Bu rüyâyı gördükten sonra ertesi gün talebelere hat dersi veriyordum. Mehmed Emîn Efendi bâzı günler teşrif ederdi. O gün de dershânemizi teşrif etti. Hemen karşılayıp elini öptüm. Bu sırada bana;
"Hoca Efendi, akşamki seyrâna ne dersin?" buyurdu. O gece gördüğüm rüyâyı hatırlayıp ağlayarak ellerine kapandım. O mübarek de ağladı. Sonra şükredip bana;
"Ben hayatta iken bu gibi ilâhî sırları yayarak, bizim hâlimizi teşhir etmene rızâ göstermem" buyurdu... Vefâtına kadar bunu kimseye anlatmadım...
Bütün Ehl-i sünnet âlimleri söz birliği ile bildirdiler ki: "Eshâb-ı kirâm efendilerimiz hâriç, İstanbul'un en yüksek üç velîsi; Abdülfettâh-ı Akrî, Murâd-ı Münzâvî ve Mehmed Emîn Tokâdî'dir..."
Allahü teala şefaatlerine nail eylesin...
.Hazreti Ömer ve ibâdet hürriyeti
2016-01-22 02:00:00
Kudüs fethedilince, hazreti Ömer şehir halkına “Emân” verdi. Böylece, gayrimüslimlere geniş ibâdet hürriyeti tanınmıştır. Dînimiz gayrimüslim hakkından çok sakınılmasını emreder.
Müslümanlar, gayrimüslimlere çok geniş ibâdet hürriyeti tanımışlardır. Onların ibâdetlerine mâni olmadıkları gibi, mâni olacak şeyleri de ortadan kaldırmışlardır...
İslâmiyette devlet, gayrimüslimlere ibâdet hürriyeti sağladığı gibi; Müslümanların malını, canını namusunu nasıl koruyorsa, gayrimüslimlerin mal ve can emniyetini de aynen sağlamak zorundadır. Bunun için gayrimüslimler, Müslümanlar arasında asırlarca, rahat, korkusuz bir şekilde yaşamışlardır. Tarih buna şahittir. İşte size ibretlik bir hadise...
Kudüs fethedilince, hazreti Ömer şehir halkına “Emân” verdi. Bununla, gayrimüslimlere geniş ibâdet hürriyeti verilmektedir. İşte o emân:
“İşbu mektup, Müslümanların emîri Ömer-ül-Fârûk’un, Kudüs halkına verdiği emân mektûbudur ki, onların varlıkları, hayâtları, kiliseleri, çocukları, hastaları, sağlam olanları ile diğer bütün milletler için yazılmıştır. Şöyle ki:
Müslümanlar onların kiliselerine zorla girmeyecek, kiliseleri yakıp yıkmayacak, kiliselerin herhangi bir yerini tahrip etmeyecek, mallarından az bir şey bile olsa almayacak, dinlerini ve ibâdet tarzlarını değiştirmeleri ve İslâm dînine girmeleri için kendilerine karşı hiçbir zorlama yapılmayacak! Hiçbir Hıristiyan en ufak bir zarar bile görmeyecek! Eğer kendiliklerinden memleketten çıkıp gitmek isterlerse, varacakları yere kadar canları, malları ve ırzları üzerine, emân verilecektir. Eğer burada kalmak isterlerse, tamâmen temînât altında olacaklar. Yalnız Kudüs halkı kadar cizye, gelir vergisi vereceklerdir. Eğer Kudüs halkından bazıları, âile ve malları ile beraber çıkıp gitmek isterlerse ve kiliselerini ve ibâdet yerlerini boşaltırlarsa, varacakları yere kadar canları, kiliseleri, yol masrafları ve malları üzerine emân verilecektir. Yerli olmayanlardan ise hiçbir vergi alınmayacaktır.”
.....
Bu emândan bir müddet sonra papazlar, halîfe Hazreti Ömer’i kiliseye davet ettiler. Halîfe, görüşme uzayınca; "Papaz efendi, bana bir yer gösterin de namazımı kılayım" buyurdu.
Papaz "Burada kılabilirsiniz yâ Ömer!" dedi. Hazreti Ömer’in, gösterilen yerde namaz kılmak istemediğini anlayan papaz, sordu:
- Peki sizin burada namaz kılmanıza mâni olan şey nedir?
- Benim halkım, namaz kıldığım yeri câmi yapmak ister. Burada namaz kılınca, kilisenizin mescide çevrilme durumu söz konusu olur.
Bu sözler üzerine Halîfeye kilisenin dışında müsait bir yer gösterdiler. Hazreti Ömer namazını orada kıldı. Daha sonra, orası mescid hâline getirildi. İsmine de "Hazreti Ömer Mescidi" denildi.
.Ölüm gelince, artık feryat fayda vermez"
2016-01-23 02:00:00
Hazret-i Ali, bir gün sabah namazına giderken yolda şu beyiti okuyordu: "Ölüme hazır ol ki, ölüm elbet gecikmez/Ölüm gelince artık feryat fayda vermez..." Ve o gün şehit edildi!..
Miladi takvime göre yarın (24 Ocak 661), Hazret-i Ali (radıyallahü teâlâ anh) Kûfe Camii'nde şehit edildiği gündür. Bu vesileyle bir nebze de olsa o mübarek İmam'dan bahsederek köşemizi ziynetlendirelim...
Hazret-i Ali, Hicretten 23 yıl önce Mekke’de doğdu. On yaşında iken iman etti. Resulullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) damadı, Hazret-i Ömer’in de kayınpederidir. Resulullahın amcası Ebu Talib'in oğludur. İslam halifelerinin ve Cennetle müjdelenen on kişinin dördüncüsüdür. Ehl-i Beyt'in birincisidir. Allahü teâlânın aslanı idi. Bütün gazalarda kahramanlıklar gösterdi... Evliyanın büyüğü, vilayet yolunun reisidir. Her tarikatta herkese evliyalığın feyizleri ve marifetleri O'ndan gelmektedir. Çeşitli hadis-i şeriflerde methedildi. Resulullah efendimiz buyurdu ki:
(Ali’yi seven, beni sevmiştir. Ona düşmanlık, bana düşmanlıktır. Onu inciten beni incitmiştir. Beni inciten de elbette Allahü teâlâyı incitmiş olur.)
(Ya Ali, Fatıma bana senden daha sevgilidir. Sen bana, ondan daha kıymetlisin.)
Hazret-i Ali efendimiz, Hicri 35 yılında halife oldu. Bundan beş yıl sonra Ramazan-ı şerif ayı 17. Cuma günü sabah namazında İbni Mülcem isminde bir "Haricî" tarafından kılıçla alnına vurularak şehid edildi... Resulullah efendimiz, daha hayatta iken kendisine İbni Mülcem'in kılıcı ile şehid olacağını bildirmişti. Hazret-i Ali, İbni Mülcem'i gördükçe; mübarek başını gösterip;
-Bunu ne zaman kana bulayacaksın buyururdu. İbni Mülcem de;
-Ya Ali! Bu kötü işi, Peygamber efendimiz bildirmiştir. Sen beni öldür de, kıyamete kadar bedduaya maruz kalmayayım, derdi. Hazret-i Ali de her defasında;
-Öldürmeden önce ceza olmaz, buyururdu...
Hazret-i Ali, şehid edileceği gün sabah namazına giderken yolda şu beyti okuyordu:
"Ölüme hazır ol ki, ölüm elbet gecikmez.
Ölüm gelince artık feryat fayda vermez."
Hazret-i Ali’nin kızı ve aynı zamanda Hazret-i Ömer’in hanımı olan Ümmü Gülsüm (radıyallahü anha) muhterem babasının şehadet haberini duyunca;
-Babam da, kocam Ömer gibi sabah namazında suikasta uğradı, dedi.
Hazret-i Ali, son nefesini vermek üzereyken şöyle buyurdu:
-Yeminle söylüyorum ki umduğuma kavuştum... Tabutumu Arneyn’e götürün, orada ışık saçan bir kaya vardır. Beni oraya defnedin!..
Bunları söyledikten sonra Kelime-i şehadet getirerek vefat etti. Vasiyet ettiği yere gittiler ve orasını (Necef) aynen buyurduğu gibi buldular... Allahü teala hepimizi şefaatine nail eylesin...
.Aslandan kurtaran bir lokma ekmek!..
2016-01-29 02:00:00
Saliha bir kadın, çıkınına birazcık ekmek alıp, yanında küçük çocuğuyla ormana oduna gidiyordu. Karşılarına ihtiyar bir kimse çıkıp "Çok açım. Ne olur bana bir lokma ekmek ver!" dedi.
Allahü teâlânın rızasına kavuşmak niyetiyle, muhtaçları, fakirleri ve yetimleri gözetmek ne güzel bir haslettir... Mal, insanın sevdiği şeylerdendir. Cenab-ı Hak, insanı mal ile imtihan ederek buyuruyor ki:
(Eğer ebeveyniniz, çocuklarınız, kardeşleriniz, hanımlarınız, kabileniz, elinize geçirdiğiniz mallar, kesada uğramasından korktuğunuz alışveriş, hoşlandığınız evler, size, Allahtan ve Resulünden, Allah yolundaki cihaddan daha sevgili ise, Rabbin azabını bekleyiniz!) [Tevbe/24]
Şeytan, insana hayır hasenat yaptırmak istemez. O melun istemese de sadaka vermelidir. Bir âyet-i kerime meali şöyledir:
(Şeytan, fakirleşirsiniz diye korkutup, size cimriliği, çirkin şeyleri emreder, sadaka verdirmek istemez. Allah ise kendi lütfundan size mağfiret ve bol nimet vadediyor. Allah'ın ihsanı geniştir, her şeyi hakkıyla bilendir.) [Bekara 268]
Hadis-i şeriflerde de buyuruldu ki:
(Sadaka verenin rızkı artar ve duası kabul olur!)
(Allahü teâlâ, bazı kullarına çok nimet vermiştir. Bunları, kullarına faydalı olması için yaratmıştır. Bu nimetleri Allahın kullarına dağıtırlarsa, nimetleri azalmaz. Eğer bu nimetler onlara ulaştırılmazsa, Allahü teâlâ, o nimetleri bunlardan alır, başkalarına verir.)
Dünya geçicidir. Şu üç günlük dünyanın malı, parası insanı aldatmamalıdır. Bu mallar, daha önce başkalarının idi. İnsan öldükten sonra yine başkalarının olacaktır. Bunun için zenginler bu malların sadece vekilleri, bekçileri olduklarını akıllarından çıkarmamalıdır. Veren el, alan elden üstündür... Büyüklerimiz "Sadaka belayı defeder" buyurmuşlardır...
***
Herkes tarafından sevilen saliha bir kadın vardı. Fakirdi ancak yine de çok cömertti. Bu kadıncağız bir gün çıkınına birazcık ekmek alıp, küçük çocuğuyla birlikte ormana oduna gidiyordu. Karşılarına ihtiyar bir kimse çıkıp dedi ki:
- Çok fakirim ve açım. Ne olur bana bir lokma yiyecek ver!
Kadın, yanında bulunan bir parça ekmeği ona verdi.
İhtiyar, duâlar ederek oradan ayrıldı... Kadın ormanda odun toplamakla meşgul olduğu sırada, bir aslan gelip çocuğunu kaptığı gibi kaçırdı. Kadın, çocuğunun feryadını duyunca, hemen oraya koştu. Fakat, elinden bir şey gelmiyordu. Çaresizce dövünüp dururken bir de ne görsün! Çocuk ağlayarak kendisine doğru geliyordu. Kadıncağız sevinçle çocuğuna sarıldı. Bu esnada şöyle bir ses duydu:
“Kendi ihtiyacın olduğu hâlde, o muhtaç sahibi ihtiyara verdiğin bir lokma ekmek sebebiyle çocuğun kurtuldu.”
.Oğlunu Halife'ye şikâyet eden adam!
2016-01-30 02:00:00
Bir adam, Hazret-i Ömer’e gelerek oğlunu şikâyet eder. Çocuk da der ki: "Ya Emir-el-müminin, söylediklerini aynen kabul ediyorum. Fakat çocuğun ana babası üzerinde hiç mi hakkı yok?"
Bugünkü yazımıza bir hadis-i şerif mealiyle başlayalım:
"Evladınıza ikram edin, ana-babanın sizde hakkı olduğu gibi, evladınızın da sizde hakkı vardır." [Taberani]
Evet, bizim çocuklarımız üzerinde haklarımız olduğu gibi, onların da bizim üzerimizde hakları vardır... Ana-baba olarak öncelikle onları güzel terbiye etmeliyiz. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bu hususta buyurdu ki:
"Çocuğu güzel terbiye, evladın babası üzerindeki haklarındandır." [Beyheki]
"Evladınıza ikram edin, onları edepli, terbiyeli yetiştirin!" [İbni Mace]
Çocuklarımıza beddua etmemeliyiz. İbni Mübarek hazretleri, çocuğunu şikâyete gelen birine, "Çocuğuna beddua ettin mi?" diye sordu. O da, "evet, ettim" deyince, "Çocuğun ahlakını sen bozmuşsun" buyurdu.
Çocuklarımızı helal gıda ile beslemeliyiz! Haram gıdanın etkisi çocuğun özüne işler, çocukta uygunsuz işlerin meydana gelmesine sebep olur. Hadis-i şerifte "Yiyip içtikleriniz helal, temiz olsun! Çocuklarınız, bunlardan hasıl olur" buyuruldu. (R.Nasıhin)
***
Bir adam, Halife Hazret-i Ömer’e gelerek oğlunu şikâyet eder. Hazret-i Ömer, bu kimsenin oğluna der ki:
- İmandan sonra birinci vazifemiz ana babanın kalbini kırmamaktır. Onlar ne kadar kötü olsalar da, yine her şeyin üstünde hakları vardır. Onların kalbini kıranın ibadeti kabul olmaz. Müslüman doğmamıza ve Müslüman yetişmemize sebep olan ana babamızın kalbini kırarsak Cennete nasıl gireriz? Onlar bize hakaret etse de, yalvararak gönüllerini almamız lazımdır. Müslüman ana babamız bizden razı olmadıkça, Allahü teâlânın sevdiği bir kul olmak çok zordur.
Çocuk, Hazret-i Ömer’e der ki:
- Ya Emir-el-müminin, söylediklerini aynen kabul ediyorum. Fakat çocuğun ana babası üzerinde hiç mi hakkı yoktur?
Hazret-i Ömer buyurdu ki:
- Evet çocuğun da hakları vardır. Evlenirken çocuklarına anne olacak kızı veya kadını iyi bir aileden seçmesi, çocuğa güzel isim koyması ve dinini öğretmesi bunlardandır.
Çocuk, Halife'ye der ki:
- Babam, bana terbiye nedir öğretmedi. Anam ise, ateşe tapan bir Mecusinin kızı idi. Doğduğumda ismimi “Karaböcek” koymuş... Allah’ın kitabından bana bir harf bile öğretmedi. Maalesef dinim hakkında hiçbir şey bilmiyorum.
Hazret-i Ömer, çocuğun babasına dönüp şöyle der:
- Be adam! Gelmiş, bir de bana oğlunu şikâyet ediyorsun; hâlbuki sen onun hakkını çiğnemiş ve o sana kötülük etmeden, sen ona kötülük etmişsin!..
.Sırtında küfe ile tavaf eden genç!
2016-02-05 02:00:00
Büyük velî Hasan-ı Basrî hazretleri, Kâbe'de bir genç gördü. Sırtında bir küfe vardı. Onunla tavâf ediyordu. Adama "Arkandaki o yük nedir" diye sorunca babası olduğunu öğrendi.
Allahü teâlânın rızâsı, dinine bağlı olan ana-babanın rızâsına bağlıdır. Allahü teâlânın gazabı, dinine bağlı olan ana-babanın gazabındadır. Peygamber efendimiz "Cennet ana-babanın ayağı altındadır" buyurmuştur. Yâni, sana dinini îmânını öğreten ananın-babanın rızâsındadır. Bir kimsenin ana-babası zâlim olsalar dahi onlara karşı gelmek, onlara sert konuşmak câiz değildir. Çeşitli vesilelerle, onların elleri öpülüp, duâları alınmalı, haklarını helâl ettirmelidir. Ana-babanın, itâat lâzım olmayan emirlerini bir özür, bahâne bularak yapmamalı, sert muâmele yapmayıp, tatlı yumuşak söylemelidir. Allahü teâlâ buyurdu ki:
- Yâ Mûsâ, günâhlar içinde bir günâh vardır ki benim indimde çok ağır ve büyüktür. O da, ana-baba evlâdını çağırdığı zaman emrini dinlememesidir... Yâ Mûsâ, ana-babasını râzı eden beni râzı etmiş olur. Ana babasını râzı edip bana âsî olan kimseyi dahi iyilerden sayarım.
Ana-babasına âsî olan, bana mûtî olsa bile, onu fenâlar tarafına ilhâk ederim.
Ana-baba, kızıp bir şey söylediği zaman onlara karşılık vermemelidir. Onların üzülüp bedduâ etmelerinden korkmalıdır. Yanlış bir iş yapıp onları üzünce hemen özür dilemelidir. İnsanın saâdeti ve felâketi onların kalplerinden gelen ve ağızlarından çıkacak olan sözdedir. Atılan ok tekrar geri gelmez. Onlar hayatta iken kıymetini bilip, hayır duâlarını almak lâzımdır. Vefâtlarından sonraki pişmanlık fayda vermez... Vefat etmiş iseler, arkalarından çok hayır hasenat yapmalıdır.
Onların akrabalarını, yakın dostlarını, ahbaplarını fırsat buldukça ziyaret edip, hâl hatır sorup gönüllerini almalıdır.
Din büyüklerimiz şu tehlikeye dikkat çekiyorlar: "İmânlı olup, Cehennemden en son çıkacak olanlar; ana-babasının İslâmiyete uygun olan emirlerine âsi olanlardır..."
***
Hasan-ı Basrî hazretleri, Kâbe'yi ziyâret ve tavâf ederken bir genç gördü ki, sırtında bir küfe vardı. Bununla tavâf ediyordu. Ona dönüp dedi ki:
-Arkandaki o yükü koyup öylece tavâf etsen daha iyi olmaz mı?
Genç, şöyle cevap verdi:
-Bu arkamdaki yük değil, babamdır. Bunu Şam'dan yedi kere buraya getirip tavâf ettirdim. Çünkü bana dinimi, îmânımı bu öğretti. Beni İslâm ahlâkı ile yetiştirdi.
Hasan-ı Basrî hazretleri bu kimsenin yaptığını çok beğendi ve buyurdu ki:
-Ey genç! Babanı kıyâmet gününe kadar böylece arkanda getirip tavâf ettirsen, fakat bir defa kalbini kırsan yaptığın hizmet boşa gider. Yine bir defa gönlünü yapsan, bu kadar hizmete mukabil olur.
.Doktora da gitmeli, ilaç da kullanmalı!
2016-02-06 02:00:00
Mûsâ "aleyhisselâm" hastalanmıştı. İlacını söylediler. "İlaç istemem, Allahü teâlâ şifâsını verir" dedi. "Bu hastalığın ilacı meşhurdur" dediler. "Hayır, istemem" dedi ve hastalığı arttı!..
Allahü teâlâ, her şeyi bir sebep ile yaratmaktadır. Bir şeye kavuşmak isteyen, o şeyin sebebine yapışır. İnsana sıhhat, şifâ vermek için, duâ etmeyi, sadaka vermeyi ve ilaç kullanmayı sebep yapmıştır. Şifâyı ilaçtan değil, Allahü teâlâdan beklemelidir...
Dinimize göre, tedavi şu şekilde yapılır:
1- Bilinen ilaçları kullanarak. 2- Kur'ân-ı kerîm okuyarak, duâ ederek. 3- Sadaka vererek.
Hadîs-i şerîfte, (Hastalarınızı sadaka vererek tedavi ediniz) buyuruldu.
Bu üç şekil, hepsi beraber olduğu gibi, tek tek veya ikisini kullanarak da yapılabilir.
Peygamber efendimiz (Ey Allahın kulları! İlaç kullanın!) buyurdu. Bir defasında da;
-Her hastalığın ilacı vardır. Yalnız ölüme çâre yoktur, buyurdu.
- İlaç, kazâ ve kaderi değiştirir mi? dediklerinde;
- Kazâ ve kader, insana ilacı kullandırır, buyurdu...
Mûsâ "aleyhisselâm" hastalanmıştı. İlacını söylediler.
- İlaç istemem, Allahü teâlâ şifâsını verir, dedi.
- Bu hastalığın ilacı meşhurdur ve tecrübe edilmiştir, az zamanda iyi olursunuz, dediler.
- Hayır, ilaç istemem, dedi ve hastalığı arttı. O zaman vahiy gelip, cenâb-ı Hakkın "İlaç kullanmazsa şifâ ihsân etmem" emri gelince, ilacı içti ve iyi oldu.
Fakat kalbine bir şey geldi. Vahiy gelip, Allahü teâlâ buyurdu ki:
"Sen tevekkül etmek için, benim âdetimi, hikmetimi değiştirmek istiyorsun. İlaçlara, faydalı tesirleri kim verdi? Elbette ben yaratıyorum."
Allahü teâlâ, ilaçları, şifâ için sebep yapmıştır. Ekmek ile suyu doyurmağa sebep yaptığı gibi, ilaçları da, hastalıkları gidermeye sebep yapmıştır. Bütün sebepleri yaratan, bunlara tesîr kuvveti veren, Allahü teâlâdır.
Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki:
(Mûsâ aleyhisselâm;
-Yâ Rabbî! Hastalığı yapan kimdir, hastalığı iyi eden kimdir, dedi.
Cenâb-ı Hak;
"Her ikisini de yapan benim" buyurdu.
- O hâlde, tabîbe ne lüzum var? deyince;
"Onlar, şifâ için yarattığım sebepleri bilir ve kullarıma verir. Ben de onlara, bu yoldan rızk ve sevap veririm" buyurdu.)
Görülüyor ki, doktora gitmeli, ilaç kullanmalıdır. Fakat, doktora ve ilaca güvenmemelidir. İlaç içip de iyi olmayan, ameliyat masalarında kalıp can veren az değildir...
.Muhakkak ki öfke bir köz parçasıdır!"
2016-02-12 02:00:00
Meymun bin Mihran’ın akıllı, ilim sahibi bir hizmetçisi vardı. Bir gün sofraya yemek getirirken ayağı kaydı, çorbayı bunun üstüne döktü. Meymun, onu cezalandırmak istedi!..
İnsanların çoğunun başına ne gelmiş ise, hep öfke sebebiyle gelmiştir. Bir anlık öfke, insanın dünya ve ahiretini karartmaya yetmiştir. Bir hadis-i şerifte buyuruldu ki:
"Muhakkak ki, öfke, bir köz parçasıdır. Sizin hanginiz bu köz parçasının kendisinde hâsıl olduğunu görürse, eğer o anda ayakta ise otursun, oturmakta ise yatsın!"
İnsan öfkelendiği zaman, karar vermemelidir. Bu hâldeyken verilen karar sağlıklı olmaz. Halife Ömer bin Abdülaziz, öfkelendiği bir şahsa şöyle dedi:
- Eğer beni öfkelendirmemiş olsaydın, seni mutlaka cezalandırırdım! Şimdi adaleti gözetemem diye seni cezalandırmıyorum.
Yine başka bir gün Ömer bin Abdülaziz, etrafa zarar veren bir sarhoş gördü. Onu yakalattırıp cezalandırmak istedi. Fakat sarhoş, ileri geri konuşarak halifeye sövdü. Bunun üzerine halife, onu cezalandırmaktan vazgeçti. Kendisine sarhoşu cezalandırmaktan niçin vazgeçtiği sorulunca, şu cevabı verdi:
- O, bana küfretmekle beni öfkelendirdi. Eğer bunun üzerine, ben onu cezalandırmış olsaydım, bunu öfkemden dolayı yapmış olacaktım. Hâlbuki, onu Allahü teâlânın emrine muhalif bir fiili işlediği için cezalandırmam gerekir...
Allahü teâlâ, Kur’an-ı keriminde buyurdu ki:
"Cennet ve Allahın mağfireti, gerek darlık ve gerekse bolluk hâllerinde yedirip-içirenler ve öfkelenince öfkesini yenenler için hazırlandı."
***
Tabiîn'in büyüklerinden olan hadis ve fıkıh âlimi Meymun bin Mihran hazretlerinin akıllı, ilim sahibi bir kölesi (hizmetçi) vardı. Bir gün sofraya yemek getirirken ayağı kaydı, çorbayı bunun üstüne döktü. Meymun, çok öfkelendi. Fakat hizmetçi kendisine şöyle dedi:
- Benim kıymetli efendim, Allahın, “Öfkelenince öfkelerini yutanlar...” kelâmı ile amel et!
Hizmetçinin bu hatırlatması karşısında, Meymun, “Onunla amel ettim” dedi ve öfkesini yendi.
Fakat hizmetçi hemen peşinden, "Âyetin ondan sonraki, 'İnsanları affedenler...' kısmıyla da amel etmelisin!" dedi.
Bunun üzerine, “Onunla da amel ettim” diyerek, affettiğini bildirdi.
Hizmetçi bu sefer de, daha sonraki, “Allah iyilik edenleri sever” kısmıyla da amel etmesini söyleyerek, efendisinin, ayrıca kendisine bir de iyilik yapmasını istedi.
Meymun onu da yaptı ve kölesine dedi ki:
- Sana iyilik de ettim. Haydi, bundan böyle Allah rızası için hürsün, serbestsin!
.Mert olan, halkın içinde bulunur...
2016-02-13 02:00:00
Ebû Sa'îd Ebülhayr hazretlerine "Filânca su üstünde yürüyor, filân kimse havada uçuyor, filân kimse de bir anda şehirden şehire gidiyor. Bunlar için ne dersin?" diye sual ettiler...
Din adamı olarak ortaya çıkan bir kimse, Resûlullah efendimizin sünnetine uymuyorsa, yani İslâmiyete yapışmıyorsa, dini değiştirip, kendi aklına göre bid'atler çıkartıyorsa, ondan kaçmalı, yanına yaklaşmamalıdır.
Büyük âlim ve velî Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri buyurdu ki:
"İnsanı saâdet-i ebediyyeye kavuşturacak tek bir yol vardır. O da, Resûlullahın izinde bulunmaktır. Ehl-i sünnet âlimlerinin yazdığı kitapları okumayan, onları kendine rehber edinmeyen, hadîs-i şerîflerin gösterdiği yolda olamaz! Çünkü, İslâm âlimi, Kur'ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin gösterdiği yolu göstermektedir.
Resûlullaha uymakta gevşek olanları, O'nun ışıklı yolundan ayrılanları din adamı sanmayınız! Onların yaldızlı sözlerine ve ateşli yazılarına aldanmayınız!
Yahûdîler, Hıristiyanlar ve Budist, Berehmen denilen Hind kâfirleri de, tatlı ve yanık sözlerle, hîleli mantıklarla, kendilerinin doğru yolda olduklarını, insanları iyiliğe, saâdete çağırdıklarını bildiriyorlar.
Hakiki İslâm âlimleri, kendilerine sorulan şeyleri, fıkıh kitaplarından cevap bulup, suâl edenlere bunları söylerler. Mezhebsiz din adamı ise, fıkıh kitabını okuyup anlayamadığı için, câhil kafasına ve noksan aklına gelenleri söyleyerek suâl sâhibini aldatır. Onun Cehenneme gitmesine sebep olur. Bunun içindir ki,
Peygamberimiz, (Âlimlerin iyisi, insanların en iyisidir. Âlimlerin kötüsü insanların en kötüsüdür) buyurdu.
Hârika, olağanüstü hâller, açlıkla ve riyâzet, sıkıntı çekmekle de hâsıl olur. Bunlar, yalnız Müslümanlara mahsus hâller değildir.
Dinin emirlerinden müstehabları yapmakta gevşek davranan, sünnetleri yapamaz. Sünnetleri yapmakta gevşeklik de, farzların yapılmasını zorlaştırır. Farzlarda gevşek davranan da, ma'rifete, Allahü teâlânın rızâsına kavuşamaz.
Mubâhlara ölçüsüz dalan, mekrûha düşer. Mekrûhlar harâma, harâm da insanı küfre götürür..."
Evliyânın büyüklerinden, Ebû Sa'îd Ebülhayr hazretlerine sordular:
- Filânca kimse su üstünde yürüyor. Buna ne dersiniz?
- Bunun kıymeti yoktur. Ördek ve kurbağa da suda yüzer.
- Filân adam havada uçuyor. Buna ne dersin?
- Sinek ve çaylak da uçuyor. Sinek kadar kıymeti var derim.
- Filân kimse, bir anda şehirden şehire gidiyor, dediler.
- Şeytan da, bir solukta şarktan garba gidiyor. Böyle şeylerin dînimizde kıymeti yoktur. Mert olan, herkesin arasında bulunur. Alışveriş yapar, evlenir. Fakat, bir an Rabbini unutmaz.
."Çatıda deve mi olur be şaşkın?"
2016-02-19 02:00:00
İbrahim Edhem, gençliğinde Belh Sultanıydı. Bir gece kuş tüyü yatakta yatarken, sarayın damından ayak sesleri işitti. Yukarıda birilerinin gezdiği anlaşılıyordu!..
İstikamet sahibi olmak çok önemlidir. İnsan, ne için yaratıldığının şuurunda olmalı... Allahü teâlâ, (Kulum benden ne isterse ona o kapıları, o yolu açarım) buyuruyor...
Belh Sultanı İbrahim Edhem, bir gece kuş tüyü yatakta yatarken, sarayın damından ayak sesleri işitti. Sinirlenmişti;
-Kim bu saatte o damdaki?.. Ne arıyorsun orada be adam? diye seslendi.
-Devemi kaybettim, onu arıyorum, diye cevap geldi.
Hükümdar, iyice kızmıştı:
-Behey şaşkın! Damda deve mi olur! diye haykırdı. Damdaki, dedi ki:
-Ey hükümdar! Damda deve aranmaz da, atlas yataklarda Cennet aranır mı?
Bu söz çok tesir etmişti... Sabah vezirleriyle görüşürken aklı fikri gece olan bu olayda idi...
Bu sırada bahçeden sesler gelmeye başladı. Pencereden bakınca, iri yarı bir gencin saray muhafızları ile tartıştığını gördü. Seslenerek onları içeri çağırdı. Delikanlıya ne istediğini sorunca;
-Ben hana girmek istiyorum, bunlar bırakmıyor, dedi.
-İyi ama burası han değil ki, saraydır, ben de padişahım dedi. Genç itiraz etti:
-Hayır burası bir han, dedi.
-Peki nasıl han oluyor?
-Senden önce burada kim vardı?
-Babam vardı.
-Ne oldu ona?
-Göçtü gitti.
-Ondan önce?
-Dedem vardı.
-Ona ne oldu?
-O da göçüp gitti.
-Peki, birinin konup birinin göçtüğü yere han denmez de ne denir?!.
Genç bunları söyleyip, çekip gitti...
Gece damdaki adamın sözleri ve şimdi de bu gencin sözleri hükümdarı düşüncelere sevk etmişti... Biraz ferahlamak istiyordu... Av elbiselerini giyinip, kırlara doğru sürdü atını... Bir ceylan gördü. Birkaç saat bununla uğraştı. Sonunda öyle bir yere sıkıştırdı ki, artık hayvanın kaçacağı yer kalmamıştı. Kendi kendine; "Beni çok yordun, şimdi ne yapacaksın, nasıl kurtulacaksın elimden?" diye söylendi. O anda ceylan, Allahü teâlânın izniyle dile gelip;
-Başka işin yok mu? Ne istiyorsun benden, beni öldürmek için mi yaratıldın? Asıl vazifeni yapsana sen, dedi.
Hayretler içinde kalan İbrahim Edhem, okunu yayını atıp hemen tövbe etti. Sultanlığı da bıraktı, bir daha memleketine dönmedi. Gitti, İslam âlimlerine talebe oldu, senelerce ilimle uğraştı. Sonunda "İbrahim Edhem Hazretleri" oldu. Artık o bir "Gönül Sultanı"ydı...
Bugün o mübarek zatın vefat yıl dönümüdür. (19 Şubat 779) Bu menkıbeyle kendisini anmış olduk. Allahü teala şefaatine nail eylesin...
.O, ilim âşığı bir hükümdardı
2016-02-20 02:00:00
Tarihçiler der ki: "Timur Han; savaşlardan arta kalan zamanını âlimlerden ders almakla geçiren bir hükümdar... Üç yüz kişiyle on bin kişilik bir orduyu yenen bir stratejisttir..."
Bugün, Türk-İslâm dünyasının büyük hükümdarlarından ve "Büyük Timur İmparatorluğu"nun kurucusu Emîr Tîmûr Gürgân'ın vefat yıl dönümüdür. (20 Şubat 1405)
Timur Han, târihin en büyük cihangirlerinden biridir. Babası Moğol Barlas Aşireti reislerinden Emir Turagay (Turgay) annesi Tigin Hatun'dur. 1336'da Türkistan'daki Keş'te doğdu. Âlimleri ve Allah dostlarını çok seven babası Emir Turagay, ona aklî ve naklî ilimleriyle kumandanlık bilgilerini ehil hocaların elinden öğretti. 1370 yılında 34 yaşındayken Belh hâkimi oldu. Cengiz Han soyundan bir hanımla evlendiği için Gürgân "Han Damadı" diye tanındı. Hükümdarlığı süresince hiç mağlup olmadı. Kısa zamanda bütün Orta Asya ve İran'ı ele geçirdi... Çin'e ve Delhi'ye kadar bütün Asya'yı, Irak, Suriye ve İzmir'e kadar Anadolu'yu aldı. İki yüz bin kişi ile Çin'e giderken Otrar'da vefât etti. Ancak, sağlığında çok sevdiği torunu Muhammed Sultan için yaptırdığı Semerkant'taki türbeye götürülerek defnedildi...
Her türlü maddî ve mânevî hasletlere sâhip olan Tîmûr Han, dünyada ender yetişen devlet adamlarından biridir. Timur öncesinde Orta Asya Türklüğü göçebe bir hayat sürerdi. Timur han Mâverâünnehr’i şehirleştirdi. Obaları iskan etti.
Su kanalları inşâsıyla toplumu tarıma geçirdi. Büyük şehirleri ticâret yollarına bağladı. Fetihleriyle âlimleri, sanatkarları Orta Asya’ya topladı. Tarihçiler onun için şöyle der:
"Savaşlardan arta kalan zamanını âlimlerden ders almakla geçiren ilim âşığı bir hükümdar... Üç yüz kişiyle, on bin kişilik bir orduyu yenen eşsiz bir stratejist..."
***
Timur Han, son nefesini vermeden önce; ölüm döşeğinde evlatlarına şu vasiyeti yaptı:
"Oğullarım! Milletin refahını, saadetini sağlamak için sizlere bıraktığım vasiyeti ve tüzükleri iyi okuyun, asla unutmayın ve tatbik edin...
Milletin dertlerine derman olmak vazifenizdir. Zayıfları, yoksulları koruyun... 'Adalet ve iyilik etmek' düsturunuz, rehberiniz olsun...
Benim gibi uzun saltanat sürmek isterseniz, kılıcınızı iyice düşünerek çekiniz, bir defa çektikten sonra da onu ustalıkla kullanınız...
Aranıza nifak tohumları ekilmemesi için çok dikkatli olun. Bazı nedimleriniz ve düşmanlarınız nifak tohumları saçmaya, bundan faydalanmaya çalışacaklardır. Fakat vasiyetimde size idare şeklini, ana ilkelerini gösterdim. Bunlara sadık kalırsanız taç başınızdan düşmez... Babanızın, ölüm döşeğinde söylediği bu sözleri unutmayın!.. Benden sonraki hakanınız Pir Muhammed Cihangir'dir. Ona, bana itaat eder gibi itaat edeceksiniz... Kumandanlarım, şimdi itaat yemini ediniz!"
."Ey nâs! Risaletimi tebliğ ettim mi?.."
2016-02-26 02:00:00
Resulullah efendimiz, hicri 10 yılının Zilkade ayında hacca gitti... Arefe günü, Arafat'ta, devesi Kusva üzerinde, hutbe irad buyurdu. Bu hutbeye "Veda Hutbesi" denildi.
Peygamber efendimiz, miladi, 632 Hicri 10 yılının Zilkade ayında Eshabına hac için hazırlık yapmalarını emir buyurdu. Kırk bini aşkın müminle o sene hacca gitti... Arefe günü, Arafat'ta, devesi Kusva üzerinde, hutbe irad buyurdu. Bu hutbeye "Veda Hutbesi" denildi. Çünkü bu seneden sonra, bir daha haccetmek nasip olmadı... Resulullah efendimiz, "Veda Hutbesi"nin sonunda Eshabına sordu:
"Ey nâs! Yarın beni sizden soracaklar. Ne diyeceksiniz? Risaletimi tebliğ ettim mi? Vazifemi yaptım mı?"
Bütün Eshab-ı kiram;
-Evet, yemin ederiz, Allahın risaletini tebliğ ettin, vazifeni yaptın, dediler.
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem efendimiz mübârek şehâdet parmağını aldırarak üç kere;
"Şahid ol yâ Rab! Şahid ol yâ Rab! Şahid ol yâ Rab!" dediler.
***
"Vedâ Hutbesi"nden sonra Peygamber efendimiz, Cebel-i Rahme'nin dibine varıp kayaları önüne alıp, kıbleye dönerek vakfeye durdu. Daha sonra bütün peygamberlerin yaptığı pek fazîletli olan (aşağıya özetle aldığımız) şu duâyı okudu:
"Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur. O birdir. Eşi ortağı yoktur. Mülk, O'na âittir. Hamd, O'na mahsustur... Ey Allahım! Beni hidâyetine ulaştır.
Geçmişimi, geleceğimi bağışla! Ey başvurulacakların en hayırlısı! Kendisinden istenilenlerin en keremlisi, en çok vereni! Yüce huzûrunda boynunu bükmüş, senin için gözlerinden yaşlar boşanan, senin uğrunda bütün varlığını zelîl eden, senin için burnunu topraklara sürten bir kulun sana nasıl duâ ederse, ben de öyle duâ ediyorum! Ey Rabbim! Duâmı kabul buyurmaktan beni mahrum eyleme. Bana Raûf ve Rahîm ol! Ey
istenilenlerin en hayırlısı ve verenlerin en keremlisi!..
Ey duâcıların duâlarını kabul eden! Ey ümit bağlananların en üstünü! İslâmiyet ve Muhammed (aleyhisselâm) üzerindeki himâyen hürmetine sana yöneliyorum. Beni şu durduğum yerden bütün hâcetlerimi yerine getirmiş, dileklerimi ihsân buyurmuş, temennilerimi gerçekleştirmiş olarak döndür!..
Bizler, topluca senin Beyt-i Harâm'ına geldik. Şu büyük 'Meşâir'de vakfeye durduk. Şu mübârek yerlerde hazır bulunduk. Ümîdimiz, yüce katındaki sevap ve mükâfâta nâil olmaktır. Ümîdimizi boşa çıkarma Allahım!"
Resûlullah efendimiz, bu duâdan sonra vakfe yaptı. Akşam üzeri: "Bugün, dîninizi sizin için ikmâl eyledim. Üzerinize olan nîmetimi tamamladım ve size din olarak İslâmiyet'i vermekle râzı oldum" (Mâide sûresi: 3) meâlindeki âyet-i kerîme nâzil oldu. Böylece, İslâm dini ikmal bulmuş oldu.
Bildirilmemiş, açıklanmamış hiçbir emir, yasak kalmadı. Peygamber efendimiz de vazifesini tamamlamış oldu. Kısa bir müddet sonra da bu fâni dünyadan ayrıldı... Şefaat yâ Resulallah.
.Mideyi haram ile dolduranların hâli!
2016-02-27 02:00:00
"Helâlden bir lokma az yemeyi, akşamdan sabaha kadar namaz kılmaktan daha çok severim. Çünkü, mide dolu olunca, kalbe gaflet basar. İnsan Rabbini unutur..."
Müslüman, her aldığını, helal mi, haram mı düşünmeli, haram ise almamalıdır. Aldığı şeyde hakkı olanlara, hakkını vermeyi, fakirlere, gariplere yardım etmeyi düşünmelidir. Çünkü, insanların iyisi, insanlara iyilik edendir. İnsanların kötüsü, insanlara kötülük edendir. İnsan, kazandığına kanaat etmeli, Allahü teâlânın taksimine razı olmalıdır. (Kanaat eden doyar) buyuruldu.
Allahü teâlâ, beş şeyi, beş şeyin içine yerleştirmiştir. Bu beş şeyi alan, içindekine kavuşur:
İzzeti, şerefi, ibadete... Zilleti, sefaleti, günaha... İlmi, hikmeti, çok yememeye... Heybeti, itibarı, gece namaz kılmaya... Zenginliği, kimseye muhtaç olmamayı da, kanaate tâbi kılmıştır...
Bir hadis-i şerifte, (İnsanın yediklerinin en hayırlısı, iyisi, bileği ile kazanıp yediğidir. Allahü teâlânın peygamberi Davud aleyhisselâm elinin emeği ile kazanıp yerdi) buyuruldu...
Haram yemek, kalbi karartır, hasta eder. Zünnûn-i Mısrî hazretleri buyuruyor ki:
"Kalbi kararan kişide dört alâmet bulunur: 1- İbadetin tadını duymaz. 2- Allah korkusu, hâtırına gelmez. 3- Gördüklerinden ibret almaz. 4- Okuduklarını, öğrendiklerini anlamaz, kavrayamaz."
Ebû Süleymân-ı Dârânî hazretleri buyurdu ki:
"Helâlden bir lokma az yemeyi, akşamdan sabaha kadar namaz kılmaktan daha çok severim. Çünkü, mide dolu olunca, kalbe gaflet basar. İnsan Rabbini unutur..."
Helalin fazlası böyle yaparsa, mideyi haram ile dolduranların hâli acaba nasıl olur?
Sehl bin Abdullah-i Tüsterî hazretleri buyurdu ki:
"Yolumuzun esası üç şeydir:
Helâl yemek, ahlâk ve amelde Resûl aleyhisselâma tâbi olmak ve ihlâs yâni her işi, yalnız Allah rızası için yapmaktır."
İbrâhîm Ethem hazretleri buyurdu ki:
"Temiz ve helâl ye de, ister sabaha kadar ibadet et, ister uyu ve ister, her gün oruç tut, ister tutma!"
İmâm-ı Gazâlî hazretleri buyuruyor ki:
"Bu dünya, âhiret yolcularının bir konak yeridir. İnsana burada yiyecek ve giyecek lâzımdır. Bunlar ise çalışmadan ele geçmez. Her an mal kazanmak için uğraşan aldanmıştır. Hem âhiret için hazırlanmalı, hem de dünya ihtiyaçlarını kazanmalıdır. Fakat, bunları da, âhiret yolculuğunda lâzım olduğunu düşünerek kazanmalıdır."
Kısaca; Müslümanın kendinin ve çoluk çocuğunun ihtiyaçlarını helâlden kazanması, kimseye muhtaç bırakmaması, cihattır...
."Kudüs Fatihi" Selahaddin Eyyubi
2016-03-04 02:00:00
Selahaddin Eyyubi; bütün muhârebelerini, İslâmiyeti yüceltmek ve Müslümanları Haçlıların zulmünden korumak, devletini düşman çizmesinden muhâfaza etmek için yapmıştır.
Bugün, Eyyûbîler Devletinin kurucusu ünlü kumandan ve siyâset adamı Selahaddin Eyyubi'nin vefat yıl dönümüdür. Bu vesileyle bir nebze kendisinden ve hizmetlerinden bahsedelim istedik efendim...
Selahaddin Eyyubi tahta çıktığında ilk iş olarak Şiî Fâtımî idâresini ortadan kaldırdı ve hemen; Orta Doğu’da çıbanbaşı olan Haçlıları bölgeden atmak için, 1180’de büyük bir faaliyet içine girdi. Mısır’dan kuvvet topladı. Suriye’den de asker toplanmasını istedi. Haçlılar meselenin ciddiyetini anlayıp, büyük ordu topladılar. Selahaddin Eyyubi, Haçlıları Hattin'de büyük bir bozguna uğrattı. Haçlı kral ve ileri gelen reislerinin çoğunu esir aldı...
Fetihler durmadı. İleri harekâta devam etti. Birinci Haçlı Seferi'nden (1096-1099) beri Haçlıların işgâlindeki Kudüs şehrini hedef tâyin ederek, yola çıktı... Ve Eyyûbîlerin muhâsarasına dayanamayan Haçlılar, 1187 Eylül ayı sonunda teslim oldu. Selahaddin Eyyubi, mübârek Kudüs şehrini teslim alınca; Birinci Haçlı Seferi sonunda, Haçlıların Müslümanları câmilerde genç, ihtiyar, çocuk, kadın, erkek ayırt etmeksizin öldürüp, sokaklardan akan kan, atların karnına yükseldiği gibi, hunharca katliam yaptırmadı.
Kudüs’ün 89 yıl sonra tekrar Müslümanların eline geçmesi, İslâm âlemini çok sevindirdi. Bütün Müslümanların gönlünde taht kurdu. Haçlıların tahrip ettiği şehri, yeniden îmâr etti...
Selahaddin Eyyubi’nin Haçlılara karşı mücâdelesi sonunda, Kudüs elden çıkınca, Papalığın propagandasıyla Avrupa kıtası ve Hıristiyan âleminde Müslümanlar üzerine sefer hazırlığı başladı. Papa III. Clemens’in teşvikiyle Fransa, İngiltere kralları ile Almanya imparatoru kumandasında Eyyûbîler üzerine Üçüncü Haçlı Seferi (1189-1192) yapıldı. Selahaddin Eyyubi, bütün Avrupa’nın ve Hıristiyan âlemin seferber edilerek toplandığı orduya, 1192 Kasımına kadar devam eden uzun muhârebelerle karşı koydu. Neticede İngiliz Kralı Arslan Yürekli Rişar, Eyyûbîlere esir düştü. Selahaddin Eyyubi, Hıristiyanlara karşı büyük bir âlicenaplık gösterdi. Arslan Yürekli Rişar’ı serbest bıraktı.
Hıristiyanların kutsal mekânları ziyâretine müsâade etti. Hıristiyan âlemin bütün imkânlarını seferber ederek hazırladığı Üçüncü Haçlı Seferi, dördüncü yılın sonunda, hezimetle neticelenip, geri döndüler.
Kudüs’ü tahkim ettirip, Suriye’ye giden Selahaddin Eyyubi, 1193 kışı Şubatında hastalandı. On dört gün yattı. 4 Mart 1193 târihinde Şam’da vefât etti. Kabri Şam’da Medresetü’l-Aziziye’dedir. Ruhu şâd olsun...
.Günahkâr bir kadının tövbesi
2016-03-05 02:00:00
"Ey kadın! Senin amelini yazan iki melek var. İki de benim amelimi yazan var, bunlar eder dört şahit. Allahü teâlâ, bütün kullarının hâlini görür ve bilir..."
Zina, dinimizin yasak ettiği en büyük günahlardandır. Çünkü, hadis-i şerifte, (Allah katında zinadan büyük günah yoktur) buyuruldu. Dinimizde, bilhassa kadınların zinadan ve zinaya sebep olan işlerden uzak durmaları konusu çok önemlidir. Özellikle kadınların üzerinde durulması; bu günahın hâsıl olması, çok defa onların razı olmalarına bağlı olduğu ve kendilerini gösterdikleri, teşhir ettikleri içindir. Bunun için, bu yasaktan, kadınların daha şiddetli olarak yasak edilmeleri icap etti. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
"Komşu kadına, arkadaş hanımına şehvet ile bakmak, yabancı kadına bakmaktan on kat daha günahtır. Evli kadınlara bakmak, kızlara bakmaktan bin kat daha günahtır. Zina günahları da böyledir."
"Zinâ etmeyin, kadınlarınızın câzibesi, sevgisi gider, soğukluk başlar."
***
Büyük velilerden Mansûr bin Ammar hazretleri, bir gece, sokaktan geçerken bir erkekle kadının iki gümüş paraya anlaştıklarını gördü. Hemen arkalarından gidip kadına yaklaşarak, hafif bir sesle, "Bizim eve gelirsen sana dört gümüş" dedi.
Kadın iki kat parayı duyunca, birinci adamı bırakıp bunun arkasından gelmeye başladı... Beraberce evine gittiler. Eve girince, kadının önüne dört gümüşü bırakıp kendisi diğer odada namaza durdu...
Fakat o da ne? Namazı bir türlü bitmiyordu! Selâm veriyor tekrar başlıyordu... Aradan saatler geçtiği hâlde, namazını bir türlü bitirip çıkmıyordu.
Nihayet kadın dayanamayıp, yanına geldi. "Saatlerdir seni bekliyorum, artık evime döneceğim" dedi. Bunun üzerine Mansur hazretleri kadına dedi ki:
- Ey kadın, eğer sana meylim olmadığını söylersem yalan söylemiş olurum. Senin istediğin bu kötü fiili işlerken görenler olsa, hâlimiz nice olur?
- Görüyorsun ki, bizi takip eden biri yok. Korkulacak bir hâlimiz yoktur.
- Senin amelini yazan iki melek var. İki de benim amelimi yazan var, bunlar eder dört şahit. Allahü teâlâ, bütün kullarının hâlini görür ve bilir. Yaptıklarının hesâbını âhirette görür. Âhirette başına gelecekleri hiç düşündün mü?
Bunları dinleyen kadın, feryâd edip, bayıldı. Bir müddet sonra kendine geldiğinde;
- Benim ömrümün bugüne kadar olan kısmı günah içinde geçti. Şimdi tövbe etsem acaba kabul olur mu, diye sordu.
Mansur hazretleri de;
- Allahü teâlâ, Şûra sûresinde, tövbe edilen günâhları affedeceğini bildiriyor, yeter ki sen tövbe et; kabul olmaz diye korkma, buyurdu.
Kadın öyle bir tövbe etti ki; o günden sonra bir daha o işleri yapmadığı gibi, saliha bir hanım oldu...
."Sen mahluka kulluk ediyorsun!"
2016-03-11 02:00:00
Bir zât, namazda Fâtiha-i şerîfe okurken, "Yalnız sana ibâdet ederiz" meâlindeki âyet-i kerîmeye gelince; "Sen yalancısın! Sen Allah'a değil mahluka kulluk ediyorsun!" diye bir ses işitir!..
Dünyada ve âhırette saadete kavuşmak, rahat ve neşeli yaşamak için, düzgün itikâda sahip bir Müslüman olmak lâzımdır. Allahü teâlâ hakîkî Müslümandan râzı olur. Onu sever... Hakîkî Müslüman olmak için, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi îmân etmek ve ibâdetlerini doğru ve "ihlâs" ile yapmak lâzımdır.
Allahü teâlâ doğru ve ihlâs ile ibâdet yapanları seveceğini, bunların kalplerine dünyada feyizler, nûrlar vereceğini, âhırette de sevap, yâni iyilik, mükâfat vereceğini vadetti.
Kalyûbî hazretleri, Mısır'da yetişmiş İslâm âlimlerinin büyüklerindendir. Buyurdu ki:
Çok ibâdet eden bir zât vardı. Namazda Fâtiha-i şerîfe okurken, "Yalnız sana ibâdet ederiz" meâlindeki âyet-i kerîmeye gelince;
"Sen yalancısın! Sen Allah'a değil mahluka kulluk ediyorsun!" diye bir ses işitti. Bunun üzerine bu hâlinden ihlâsla tövbe edip, Allahü teâlâya ibâdet etmeye devam etti... Sonra tekrar namaza durdu. Aynı âyet-i kerîmeye gelince bu defa da;
"Sen yalan söylüyorsun. Çünkü malına kulluk ediyorsun" diye bir ses duydu...
Bu kimse yapılan ikaz üzerine bütün malını mülkünü fakirlere dağıttı. Sonra tekrar namaza durduğunda kendisine şöyle bir nida geldi:
"(Yalnız sana ibâdet ederiz) âyet-i kerîmesini hâlis ve samîmî bir şekilde okuyan hakîkî âbidlerden olur."
***
Büyük İslam âlimi Hüseyin Hilmi Işık (kuddîse sirrûh) buyurdu ki:
"Nefsin nihâi gâyesi, o insanı kâfir yapmaktır. Bu nefis, insana düşman olduğu gibi, Allah’a da düşman. Nefsi, en ziyâde tahrip eden şey, namazdır kardeşim.
Onun ilâcı budur. Bu ilâcı kim kullanırsa, nefsinin şerrinden emîn olur... İnsan namaza durduğu zaman nefis inlermiş. Çünkü namaz, müminle kâfiri ayıran farklardan biridir. Hele cemâatle kılınırsa, o kimsenin Müslüman olduğuna hükmedilir. Öyleyse namaza çok ehemmiyet verelim kardeşim. Namaz, başlı başına dindir, İslâmiyettir. Her tâat, bir ibâdettir, ama namaz, başlı başına İslâmiyettir. O, bir simgedir, alâmettir...
Namazsız hayat olmaz. Namazsız Allah'a da kavuşulmaz. Namaz kılmayanın ibadetleri ruhsuz cesede benzer, hiç sevap verilmez. Yani namaz kılmadığı hâlde oruç, zekât, hac gibi ibadetleri yaparsa sadece farz borcunu ödemiş olur, ama o ibadetlere mahsus sevaplara kavuşamaz. Namaz her şeyin başlangıcıdır.
Üzülünce, canımız sıkılınca, işimiz bozulunca, hastalanınca namaz kılmalı. Çünkü bir kulun yüce Allah'a en yakın olduğu yer namazdır. Namazda da, en yakın yer secdedir..."
."Halifeliğe kendim talip olmadım!.."
2016-03-12 02:00:00
"Ey Halife! Eğer sen, Allahü teâlânın rızâsını gözetirsen, Allahü teâlâ sana yardımcı kimseler gönderir. Allahü teâlânın yardımı herkesin niyetinin derecesine göredir..."
Sâlim bin Abdullah hazretleri, Abdullah bin Ömer'in oğlu ve hazret-i Ömer'in de torunudur. Bu mübarek zat; herkes tarafından sevilen, İslâmın güzel ahlâkı ile bezenmiş, dinde yüksek derecelere kavuşmuştur. Zamanının halîfesi, Ömer bin Abdülazîz hazretleri, kendisine mektup yazarak dedi ki:
"Kendim talip olmadığım hâlde, halîfelik vazîfesi bana verildi. Allahü teâlâ böyle takdîr etmiş. Yüklendiğim bu vazîfede beni muvaffak kılmasını, insanları söz dinler ve itâatkâr eylemesini, yardımcı kılmasını, benim onlara karşı merhamet ve adâletle muâmele etmemi nasîp eylesin!.. Bu mektubum sana ulaşınca, bana, dedeniz Ömer bin Hattâb'ın yaşayışı ve ahlâkı ile alâkalı bilgi lütfediniz. Çünkü ben O'nun izindeyim. O'nun hayatını ve yaşayışını kendime örnek alıyorum..."
Sâlim bin Abdullah hazretleri, Halîfe'ye şu cevabı yazdı:
"Ey Ömer bin Abdülazîz! Dünyada iken çeşit çeşit lezzetleri tadıp hayatını zevk ve sefâ içinde geçirenlerin, öldükten sonra kafataslarına, o güzelim gözlerin akıp yerlerinde meydana gelen korkunç çukurlara bak! Yine haram-helâl demeden ne bulduysa karnına dolduran kimselerin, öldükten sonraki hâline bak! O doymak bilmeyen karınlarının parçalanıp, ne iğrenç hâle geldiğine bak da ibret al!.. Bunların içinde senin gibi hükümdar olanlar da vardı. Sağlığında kendisini hesaba katmadıkları kimseler bile, bunlardan tiksinmektedirler.
Allahü teâlâ, dünya hayatını çok kısa eyledi. Onun başından sonuna kadar olan zamanı, günün bir saati gibi yaptı. Sonra dünya ve dünyadakilerin son bulmalarını diledi...
Allahü teâlâ, insanlara peygamberleri vâsıtasıyla kitaplar gönderdi. Bunlarla emirlerini ve yasaklarını helâl ve haramları, emirlerine itâat edenlere vereceği mükâfatı ve isyân edenlere de vereceği cezâyı bildirdi.
Ey Halife! Sen şimdi sıradan bir insan değilsin! Büyük bir vazîfeyi üzerine aldın. Bu hususta Allahü teâlâdan başka yardımcın yoktur. Kendini ve ehlini muhâfaza edip, hak ve hukûku gözetmen büyük bir nimettir. Çünkü senden önce geçenlerden bir kısmı yapacaklarını yaptılar. Hakkı öldürüp bâtıl ve bid'at şeyleri ortaya çıkardılar. Ortaya çıkardıkları bu bid'atleri, Sünnet-i seniyye zannettiler. Bid'at ehli kimselerin yetişmesine fırsat verdiler. İlim sahiplerine fırsat verdilerse de çok eziyet ettiler. Sen onlara rahatlık ve genişlik vermekle beraber, eziyet ve sıkıntı kapısını kapalı tut!
Eğer sen, Allahü teâlânın rızâsını gözetirsen, Allahü teâlâ sana yardımcı kimseler gönderir. Allahü teâlânın yardımı herkesin niyetinin derecesine göredir..."
.Çanakkale, denizden de geçilmez karadan da!..
2016-03-18 02:00:00
Boğaz'dan geçemeyeceklerini anlayan İngiliz ve Fransızlar; İstanbul’a karadan yürümeye karar verdiler. Ancak, burada da Mehmetçik "etten kale" olup geçit vermedi!..
Bugün 18 Mart... Çanakkale Deniz Zaferinin 101. Yıldönümü... Hiç şüphe yok ki Çanakkale Savaşları, bir Türk destanıdır... Düşmanın Çanakkale önlerine yığdığı "yenilmez armada"nın elinden bir şey gelmiyordu... Nihayet Boğaz'dan geçemeyeceklerini anlayan İngiliz ve Fransızlar Gelibolu’ya asker çıkararak İstanbul’a karadan yürümeye karar verdiler. Ancak, burada da karşılarına vatan için can veren 253.000 Mehmetçik dikildi. Onlar da "etten kale" oldular ve geçit vermediler... Düşmanlar nihayetinde "Çanakkale geçilmez" diyerek çekip gittiler...
***
Çanakkale'de yaşananlar, yazmakla bitmez... Bugün size sadece ikisini arz edelim...
Gümüşhane'nin Şiran ilçesinden "Yetimoğlu Mustafa"nın oğlu Üsteğmen Zahid, (Mülâzim-i Sani Zahit Efendi) Çanakkale’de şehit olan kahramanlarımızdan biridir. Vefatından önce hanımına yazdığı son mektubu, buyurun ibretle okuyalım:
“Aziziye (Pınarbaşı) ilçesinin Kılıç Mehmet Bey Köyü’nden Ahmet Efendi kızı eşim Hanife Hanıma...
Bugünlerde her zamankinden daha önemli muharebelere gireceğiz. Gidip de gelmemek, gelip de görmemek var. Eğer ben ölürsem sakın gam yeme... Beni ve seni yaratan Allah bizi nasıl dünyada birbirimize nasip etti ise, bana şehitlik rütbesini nasip ettiği takdirde elbette ruhlarımızı da birbirine kavuşturur. Vatan yolunda şehit olursam bana ne mutlu. Ancak, sana bir vasiyetim var: Birincisi benim için kat’iyyen ağlama... İkincisi, eşyamın listesi ilişikte. Bunları sat, ele geçecek paradan 'mehr-i muaccel' ve 'mehr-i müeccel'ini al, üst tarafı ile bana bir mevlid-i şerif okut. Eğer bunlar sana olan borcumu ödemezse hakkını helal et ve ilk gece aramızda geçen sözü unutma...”
***
Bu hatıra da Yüzbaşı Hasan Bey’in... 18 Mart 1915 Deniz Harekâtı’nda üstün başarılar gösteren Hasan-Mevkuf Batarya Kumandanı Yüzbaşı Hasan Bey’in kızı dünyaya gelmişti. İstanbul’dan Çanakkale Müstahkem Mevki Komutanlığına telgraf çekildi. Bu telgrafı alan Cevat Paşa atı ile bataryaya geldi ve Yüzbaşı Hasan Bey’e;
-Evlâdım Hasan, bir kızın dünyaya geldi, izinlisin, dedi.
Hasan Bey’in verdiği cevap erinden kumandanına kadar "Çanakkale ruhu"nu aksettirmeye kâfi bir fedakârlık ve feragat ile doluydu:
-Kumandanım! Cepheden ayrılıp da gidemem!..
O gece bütün batarya ile birlikte Yüzbaşı Hasan Bey de şehit olanlar arasındaydı... Bütün şehitlerimizin ruhları şad olsun...
.Velîlerin meclisinde dilimize sahip olalım!
2016-03-19 02:00:00
Yavuz Sultan Selîm Han, Ridâniye Seferine çıkmıştı. Şam'da Muhammed Bedahşî hazretlerini ziyarete gitti. Bu velî zatı büyük bir edeple dinledi ve tek kelime karşılık vermedi.
Osmanlı Sultanı Yavuz Sultan Selîm Han, Ridâniye Seferine çıkmıştı. Şam'a geldiğinde Muhammed Bedahşî hazretlerinin ziyâretine gideceğini söyledi. Koca Yavuz, zâten uğradığı her memlekette, mukaddes makamları, ilim adamlarını ziyâret etmeyi, tasavvuf büyükleriyle görüşmeyi, duâlarını almayı ihmâl etmezdi... Padişah herkes tarafından büyük hürmet gösterilen Muhammed Bedahşî hazretlerinin evine iki defa ziyârette bulundu...
Yavuz Sultan Selîm Hanın Muhammed Bedahşî'yi ilk ziyâretlerinde, aralarında hiç konuşma olmadı. Sultan, o mübarek zatın huzûrunda edeple oturdu. Orada bir sükûnet başladı. Bir saatten fazla oturmalarına rağmen, tek kelime konuşmadan ayrıldılar.
İkinci defâ ziyâretlerinde, önce Muhammed Bedahşî konuşmaya başladı ve buyurdu ki:
Sultânım, ikimiz de Allahü teâlânın seçkin kulları arasında bulunuyoruz. Boynumuzda "kulluk halkası" vardır. Allahü teâlânın huzûrunda sorumluyuz. Ahzâb sûresi 72. âyetinde meâlen; "Biz emâneti (Allah'a itâat ve ibâdetleri) göklere, yere ve dağlara teklif ettik de, onlar bunu yüklenmekten çekindiler, ondan korktular da onu insan yüklendi. İnsan (bu emânetin hakkını gözetmediğinden) cidden çok zâlim, çok câhil bulunuyor" buyrulduğu üzere, emâneti ve mesûliyeti gökler ve yerler yüklenmekten kaçındıkları hâlde, biz onu yüklendik. Omuzlarımıza ağır bir mesûliyet aldık. Siz ise Sultânım, yükünüzü biraz daha ağırlaştırdınız. "Saltanat" yükü üzerine, bir de "Hilâfet"i yüklenerek taşınması güç bir yük altına gireceksiniz. Allahü teâlâya şükürler olsun ki, benim yüküm sizinkine nisbetle çok hafiftir... Diyebilirim ki, sizin yüklendiğinizi, dağlar ve taşlar yüklenip çekemez. İnsanlar da bu yükü taşıyamaz. Çok meşakkatli, külfetli bir yolda bulunuyorsunuz. Allahü teâlâ yardımcınız olsun...
Yavuz Sultan Selîm Han, Allahü teâlânın bu velî kulunu büyük bir dikkatle dinledi ve tek kelime olsun karşılık vermedi. Sükût ve edep ile huzûrundan ayrıldı. Bunun üzerine, mecliste hazır bulunanlardan birisi;
"Sultânım, hiç konuşmadınız, hep dinlediniz?" deyince, Yavuz Sultan Selim Han şöyle cevap verdi:
"Büyük velîlerin meclis ve mahfelinde onlar konuşurlarken, başkasının konuşması edep dışı sayılır. Bulunduğumuz makam edep makâmı idi, bize sâdece dinlemek düşerdi. Nitekim biz de öyle yaptık. O esrâr ve hikmet meclisinde, ben sâdece bir zerre sayılırdım. Benim konuşmamı lâyık görmüş olsaydı, elbette ki böyle bir işârette bulunurdu..."
."Her yaşayan ölür her yeni eskir..."
2016-03-25 02:00:00
Hazreti Âmine, nurlu oğlu ve hizmetçisi Ümm-i Eymen'le yola koyuldular. Fakat biraz sonra beklemedikleri bir şey oldu. Ebva denilen yerde, Hazreti Âmine birden rahatsızlandı!..
Resulullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) altı yaşına geldiğinde, Hazreti Âmine, yanına hizmetçisi Ümm-i Eymen’i de alarak Medine’ye gitti. Niyeti hem oradaki akrabalarını, hem de kocası Hazreti Abdullah’ın kabrini ziyaret etmekti. Bir ay Medine’de kaldılar. Ümm-i Eymen Medine’deki bir hatırasını şöyle anlatır:
“Bir gün Yahudi âlimlerinden ikisi yanıma gelerek dediler ki:
-Bize Ahmed’i göster!
Ben de nurlu çocuğu dışarı çıkardım. İyice incelediler ve dediler ki:
-Bu, ahir zaman peygamberi olacaktır. Burası da onun hicret edeceği yerdir. Bu memlekette büyük savaşlar olacaktır...”
Ümm-i Eymen onların bu konuşmalarından sonra çok korkmuştu. Ona bir zarar vermelerinden endişe duyuyordu. Herhangi bir tehlikeye karşı korumak için, onun yanından ayrılmamaya gayret gösteriyordu...
Nihayet Mekke’ye hareket günü gelmişti. Ümm-i Eymen buna çok sevindi. Artık Yahudilerin o mübarek çocuğa bir zarar veremeyeceklerini düşünüp rahatladı...
Bu üç kişilik kafile Medine’den ayrıldılar. Mekke’ye doğru yola koyuldular. Neşeli bir şekilde yollarına devam ediyorlardı. Fakat biraz sonra beklemedikleri bir şey oldu. Ebva denilen yerde, Hazreti Âmine birden rahatsızlandı.
O mübarek kadın, orada vefat edeceğini anlamıştı... Başucunda duran evladının yüzüne baktı. Bir rüyasını hatırlayarak şöyle dedi:
-Şayet rüyada gördüklerim doğruysa, sen celal ve bol ikram sahibi olan Allahü teala tarafından, Âdemoğullarına helal ve haramı bildirmek üzere, Peygamberliğin bildirilecektir. Sen, teslimiyeti, ceddin İbrahim’in dinini yerleştireceksin. Cenab-ı Hak seni devam edegelen putlardan, putperestlikten koruyacaktır.
Bundan sonra şu şiiri söyledi:
"Her yaşayan ölür, eskir her yeni./Her yaşlanan elbet, oluyor fani./Ben de öleceğim, bir gün elbette./Lâkin kalacaktır, adım dillerde./Çünkü senin gibi, hayırlı evlat,/Bıraktım geriye, ne büyük nimet..."
Hazreti Âmine validemiz, ciğerparesini Ümm-i Eymen’e emanet etti. Ona iyi bakması ricasında bulundu. Çok geçmeden de vefat etti. O sırada yirmi yaşında bulunuyordu. Muhammed (aleyhisselam) böylece, altı yaşında öksüz kalmıştı. Birlikte; annelerin en şereflisini defnettiler. Artık onu Mekke’ye götürme vazifesi Ümm-i Eymen’e kalmıştı. O nurlu çocuğu deveye bindirdi ve yola koyuldular... Beş günlük meşakkatli bir yolculuktan sonra Mekke’ye ulaştılar. Ümm-i Eymen gözyaşları arasında onu dedesi Abdülmuttalib’e teslim etti...
.Acem dervişine verilen ders!..
2016-03-26 02:00:00
Acem diyârından (İran) bir derviş, birçok yer dolaşıp birçok kimselerle görüşüp Konya'ya gelmiş ve Sadreddîn-i Konevî hazretlerinin dergâhına misafir olmuştu.
Sadreddîn-i Konevî hazretleri, evliyânın büyüklerinden ve kelâm âlimlerindendir. Üvey babası olan Muhyiddîn-i Arabî’den ilim öğrenerek çok istifâde etti. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin ve Sa’îdeddîn-i Fergânî’nin hocasıydı. 1272 (H.671) senesinde vefât etti. Kabri, Konya’da kendi adıyla anılan câminin bahçesindedir...
Sadreddîn-i Konevî hazretleri, Konya’da binlerce talebeye ders verdi. Birçok hikmet ve tasavvuf ehli kimse yetiştirdi. Pekçok kitap yazdı. Kelâm ilmindeki yeri eşsizdir. Bu ilimde birçok ince meseleleri açıklığa kavuşturmuştur. Muhyiddîn-i Arabî’nin "vahdet-i vücûd" hakkında söylediklerini ve yazdıklarını dîne ve akla uygun olarak îzâh etmiştir...
Bu mübarek zatın hayâtı, zühd ve takvâ içerisinde geçti. Haramlardan çok sakınır, şüpheli korkusuyla mubâhların fazlasından kaçınırdı. Hiç kimsenin kalbini kırmazdı...
***
Acem diyârından (İran) bir derviş, birçok yer dolaşıp birçok kimselerle görüşüp Konya'ya gelmiş ve Sadreddîn-i Konevî hazretlerinin dergâhına misafir olmuştu.
Sadreddîn-i Konevî hazretlerinin mal ve mülkünü, hizmetçilerinin çokluğunu görünce, içinden; "Keşke bu kişinin bu malları kendisine ayak bağı olmasaydı da, hak yolda bulunsaydı. Keşke Acem diyârına bir gidip de oradaki evliyâ ile münâsebeti olsaydı. Kendisi için bu ne iyi olurdu" diye geçirdi... Bir zaman sonra, bu düşüncesini Sadreddîn-i Konevî hazretlerine açtı ve;
-Ey Efendi! Siz bir Acem diyârına gitseniz, oradaki âlim ve velîlerle görüşseniz, bu dünyâya bağlılığı terk edip Cenâb-ı Hakk'a kavuşursunuz, dedi.
Sadreddîn-i Konevî hazretleri dervişin bu sözleri üzeri üzerine;
-Ey derviş! Pekâlâ, bu dediklerini kabul ettim. Haydi gidelim, buyurdu ve birlikte Acem diyârına doğru yola çıktılar... Bir müddet yol gittikten sonra, hırkasını Konya'da unuttuğunu hatırlayan dervişin, aklı başından gitti ve yüzükoyun yere düştü. Sadreddîn-i Konevî hazretleri yüzüne su serpip ayılttı. Derviş;
-Ey arkadaşım! Ben dergâhınızda abdest almak için hırkamı çıkarmıştım. Onu unutmuşum. Şimdi hatırıma geldi de ondan fenâlaştım, dedi.
Bunun üzerine Sadreddîn-i Konevî hazretleri ona tebessüm edip;
-Ey derviş! Dünyâ sevgisi bütün günâhların başıdır. Biz bunca mal ve mülkü hizmetçileri geride bıraktık. Lâkin birisi hatırımıza gelmedi. Sen ise, iki paralık hırkanı terk ettiğinde, aklın başından gitti, buyurdu.
Sadreddîn-i Konevî hazretleri Acem dervişine dersini verdikten sonra; onu orada bırakıp, Konya'ya döndü...
.Dünya malı için çocuk gibi ağlardık"
2016-04-01 02:00:00
İsâ aleyhisselâm, havârileri ile bir köye uğramıştı. Köy halkının kimisi kapı önünde, kimisi sokak ortasında ölmüşlerdi. Havâriler, bunların hangi günahı işleyerek bu hâle geldiklerini merak ettiler!
Büyüklerimiz, "Dünya, haramlar ve mekruhlardır" buyuruyorlar. Dünyanın ne olduğunu Peygamber efendimiz şu hadîs-i şerîfleri ile ne güzel ifade buyurmuşlardır:
(Dünya malından, sarıldığınız, sakladığınız her şey, yanınızda kalmayacak, sizden ayrılacaktır. Ancak Allah rızâsı için yaptığınız iyilikler ve ibâdetler sizinle beraber kalacaktır.)
İbni Mes'ud "radıyallahü anh" buyurdu ki: "Dünyada herkes misâfirdir. Yanındaki şeyler emânettir. Misâfirin gitmekten, emânetin ise geri alınmaktan başka çaresi yoktur."
Fudayl bin Iyad hazretleri de şöyle buyurdu: "Dünya altından olsa, elbet geçicidir. Ahıret topraktan bir çömlek olsa, akıllı olanlara, devamlı olan çömleği geçici olan altından çok sevmek lâzım olurdu. Nerede kaldı ki, çabuk kırılan çömlek dünya ve devamlı olan altın âhırettir!"
***
İsâ aleyhisselâm, havârileri ile seyahat ederken bir köye uğramıştı. Köy halkının kimisini kapı önünde, kimisini sokak ortasında ölü buldular. Bu manzarayı görünce, havarilerine buyurdu ki:
- Bunlar Allahü teâlânın gazâbına uğramış kimselerdir.
Havâriler dediler ki:
- Bunların günâhlarının ne olduğunu öğrenmek isteriz.
Bunun üzerine, İsâ aleyhisselâm Allahü teâlâdan ölüm sebebini bildirmesini niyâz etti. Cenâb-ı Hak şöyle bildirdi:
"Gece olunca sen kendilerine sor! Cevabını alırsın."
Gece olunca İsâ aleyhisselâm buyurdu ki:
- Ey köy halkı başınıza gelen nedir?
İçlerinden birisi dedi ki:
- Ey Allahın peygamberi, dünya sevgisine dalmamız sebebiyle bu hâle geldik.
- Dünyayı nasıl sevdiniz?
- Dünyayı âhıreti kazanmada bir vasıta, bir gaye bilmedik. Bir annenin çocuğunu kaybettiği vakit ağladığı, bulduğu vakit sevindiği gibi, biz de dünya malını kaybettiğimiz zaman çocuklar gibi ağlar, bulduğumuz zaman da çok sevinirdik.
- Peki niçin diğerleri konuşmuyor da hep sen konuşuyorsun?
- Ben onların yanında bulunuyordum. Onlardan biri değilim. Onlar şimdi çok feci bir şekilde azap gördüklerinden cevap verecek hâlleri yoktur. Ben Cehennemin bir kenarında bekliyorum. Sonum ne olacak bilmiyorum!..
İsâ aleyhisselâm havârilerine buyurdu ki:
- Dünyayı kendinize efendi edinirseniz, o da sizi kendisine köle eder. Ey havârilerim, sizin için ben dünyayı sırtüstü yere vurdum. Sakın benden sonra onu ayağa kaldırmayın. Çünkü o habistir. Onu seven Allaha isyan eder. Âhıret ancak onu terk etmekle elde edilir.
.İyi ve kötü beş haslet...
2016-04-02 02:00:00
Hazreti Lokman şöyle duâ ederdi: "Yâ Rabbî, arkadaşlarımı gâfillerden yapma! Çünkü onlar, seni andığım zaman yardımcı olmazlar. Gaflette olduğum zaman da seni hatırlatmazlar."
Kur'ân-ı kerîmde kendisinden bahsedilen Lokman Hakîm hazretleri peygamber veya velîdir. Allahü teâlâ kendisine hikmet verdi. Hikmetleri, nasîhatleri meşhurdur. Hazret-i Lokman aynı zamanda hekimlerin de pîridir. Hekîm olduğunu âlimler söz birliği ile bildirmişlerdir. Bu mübarek zatla oğlu arasında bir gün şöyle bir konuşma geçer:
- Babacığım bir insan için en hayırlı haslet nedir?
- Dindir.
- Ya iki haslet olsa?
- Din ve maldır.
- Üç haslet olsa?
- Din, mal ve hayâdır.
- Dört olsa?
- Din, mal, hayâ ve güzel ahlâktır.
- Ya beş haslet olsa?
- Din, mal, hayâ, güzel ahlâk ve cömertliktir.
- Altı olsa?
- Oğlum, bir insanda bu beş haslet toplanırsa, o insan Allahü teâlânın kendisine yakın kıldığı kullarından olup, şeytan bundan kaçar. Bir insan için bunlar kâfidir.
- Babacığım, en kötü haslet nedir?
- En kötü haslet küfürdür, yani îmânsızlıktır.
- Peki en kötü iki haslet nedir?
- Küfür ve kibirdir.
- Ya en kötü üç haslet nedir?
- Küfür, kibir, şükür azlığı yani az şükretmektir.
- Dört olursa?
- Küfür, kibir, şükür azlığı ve cimriliktir.
- Beş olursa?
- Küfür, kibir, şükür azlığı, cimrilik ve kötü ahlâktır.
- Ey babacığım altı olursa?
- Ey oğlum, bu beş kötü hasletin bir kimsede toplanması, o kimseye kötülük olarak kâfidir. Böyle kimseler, Allahtan uzaktır.
***
Hazret-i Lokman Hakîm'e:
- Hikmete nasıl kavuştun? diye sorduklarında:
- Benden gizlenen şeyi araştırmadım. Vazifem olmayan şeyin üzerinde durmadım, buyurdu.
***
Hazret-i Lokman Hakîm şöyle duâ ederdi:
"Yâ Rabbî, arkadaşlarımı gâfillerden, seni unutmuş kimselerden yapma! Çünkü onlar, seni andığım zaman, bana bu hususta yardımcı olmazlar. Gaflette olduğum zaman, bana seni hatırlatmazlar. Senin emir ve yasaklarına uymayı, işi işleri emrettiğim zaman bana itâat etmezler. Sustuğum zaman beni üzerler."
***
Hazret-i Lokman yalan hakkında da şöyle buyurdu:
- Yalandan çok sakın. Çünkü dîni bozar ve insanlar yanında itibârı azaltır. Bununla hayânı, değerini ve makamını kaybedersin. Yalan söyleyen kimsenin nûru gider, kötü huylu olan kimsenin gam ve kederi çoğalır. Anlayışsız kimseye bir mesele anlatmak, bir kayayı yerinden ayırmaktan daha zordur.
.Baba bedduasına uğramış kimse!..
2016-04-08 02:00:00
Hazret-i Hüseyin buyurdu ki: "Kâbe'yi tavaf ederken yanık sesle dua eden bir kimsenin sesini işittik. Babam bunu çağırmamı emretti. Sağ tarafı felç olmuş biri idi..."
Bugün 1 Receb... "Üç Aylar"ınız mübarek olsun efendim...
Mübarek günler, aylar ve geceler, insanlar için çok büyük kazançlara vesile olan fırsatlardır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
"Bir kimse, Allahü teâlânın ayı olan receb ayında, bir mümin kardeşini gam ve üzüntüden kurtarırsa, Allahü teâlâ, ona Firdevs'te gözünün görebildiği kadar büyük bir köşk ihsan eder. Uyanınız, kendinize geliniz ve receb ayına hürmet ve ikram ediniz ki, Allahü teâlâ da size ikram ve ihsan etsin."
Din büyükleri buyurdu ki:
"Yıl, ağaç gibidir. Receb ayı, ağacın yapraklı olduğu, şaban meyveli, ramazan ise, meyvesinin toplanacağı zaman gibidir. Receb, Allahü teâlâdan mağfiret, şaban şefaat, ramazan sevapların kat kat olduğu aydır."
Zünnun-i Mısrî hazretleri buyurdu ki:
"Receb tohum ekme, şaban sulama, ramazan ise, hasat ayıdır. Yani ekip suladığını biçip toplayacak bir aydır. Herkes ektiğini biçer. Amelinin, ibadetinin karşılığını alır. Tohum ekmeyen, hasat mevsimi gelince pişman olur."
***
Hazret-i Hüseyin (radıyallahü anh) şöyle bir hadise anlatır:
Kâbe'yi tavaf ederken yanık sesle dua eden bir kimsenin sesini işittik. Babam bunu çağırmamı emretti. Sağ tarafı felç olmuş biri idi. Ona dedim ki:
- Sen kimsin, bu hâlin nedir?
- Ben Menâzil bin Lâhık'ım. Çalgı çalmakla, şarkı söylemekle şöhret salmış, "Arabistan'ın Artisti" dedikleri bir kimseydim. Hep nefsin arzuları peşinde koştum. Recep ve şaban aylarında bile bu günahlara devam ederdim. Babam, beni bu günahlardan kurtarmaya çalıştı. Ancak, benim nasihate hiç tahammülüm yoktu. Babamı dövdüm. Üzüntülü ve kırık kalple;
-Bu aylarda oruç tutar, geceleri ibadet ederim. Beytullaha gidip şerrinden korunmak için Allahü teâlâdan yardım dilerim, dedi.
Bir hafta oruç tutup Kâbe'ye giderek, "Ey Rabbim, hakkımı oğlumdan al, onu felç et" diye dua etti. Henüz duası bitmeden sağ tarafım felç oldu. Bunu görenler, bana "Baba bedduasına uğramış kimse" derler.
- Peki, baban bu hâline ne dedi?
- Babamdan af ve özür diledim. Onun da babalık şefkati galip gelerek beni bağışladı. Ancak, beddua ettiği yerde, bu sefer şifa bulmam için hayır dua etmek üzere Beytullaha gelirken, yolda vefat etti. Şimdi çaresizim...
Hazret-i Hüseyin buyurdu ki:
-Babam bu gence dua etti. Receb ayında yaptığı bu dua bereketiyle Allahü teâlâ ona şifa ihsan eyledi...
.Camide nargile fokurdatan mimar!
2016-04-09 02:00:00
Mimar Sinan Süleymaniye Camii'ni inşa etmektedir. Ancak onu çekemeyenler, “Camide nargile fokurdatır, bu ne iştir?” diye Kanuni Sultan Süleyman’a şikâyet ederler!..
Bugün 9 Nisan... 1490 senesinde Kayseri’nin Ağırnas köyünde doğan ve cihana yüzlerce şaheser kazandırarak târihe geçen Mimar Sinan'ın vefat yıl dönümüdür. (1588)
Süleymâniye Câmii, Mimar Sinan’ın İstanbul’daki en muhteşem eseridir. En güzel eseri, seksen yaşında yaptığı ve "ustalık eserim" dediği Edirne’deki Selimiye Câmiidir... Koca Sinan, günümüzde de geçerli mimarlık prensiplerini bundan dört asır önce eserleriyle ortaya koydu. Bu sebeple bir mimarî dehâ olarak anıldı ve anılacaktır...
***
Hasetçiler her zaman vardır. Süleymaniye Camii'ni yaptığı sıralarda, onu çekemeyenler, “Cami yapılırken kubbenin altına yan gelip nargile fokurdatır, bu ne iştir?” diye Kanunî Sultan Süleyman’a şikâyet etmişlerdi. Padişah ani olarak cami inşaasını teftişe gitti. Hakikaten Mimar Sinan’ı, nargilesi yanında kubbenin altında bir mindere oturmuş vaziyette gördü ve şöyle dedi:
-Bu ne hâldir, bre Sinan? Mimar Sinan sükûnetle;
-Padişahım, kerem edip şu nargileyi bir gözden geçirseniz, dedi. Kanuni, gözünü nargileden tarafa çevirince hayret etti. Çünkü, nargilenin üstünde tömbeki yoktu, fokurdayan, sadece su idi. Sinan, padişaha dönerek şu sözleri söyledi:
-Şevketlüm, bu nargileyi burada sırf fokurtusundan faydalanmak için bulunduruyorum. Bu ses bana, bu camide okunacak Kur’an-ı kerim seslerinin, caminin her tarafına yayılması ve her taraftan aynı şekilde işitilmesi için icap eden tedbirleri almama yardım eder...
Evet, büyük sanatkâr, böylece günümüz mimarlarının hayran kaldığı akustik tertibatını alıyordu...
***
Kanunî döneminde İstanbul'un nüfusu hızla artınca bir su problemi yaşanıyordu. Padişah, bu iş için Mimar Sinan'ı görevlendirir. O da İstanbul dışından künk döşeyerek getirdiği suları Kağıthane civarında toplar, oradan da dere içlerine büyük geçitler yaparak İstanbul'a ulaştırır ve şehrin belli meydanlarında çeşmeler yaparak akıtır. O zamanki adı "Kırk Çeşme Suları"dır... Padişah, bu çeşmelerin haricinde Koca Sinan'ın evine bir lüle su bağlatır. Böylece Mimar Sinan, evinde özel suyu olan tek imtiyazlı kişi olur... Aradan yıllar geçer. Kanunî vefat etmiştir... Koca Mimar'ın evine bağlanan suyu da bir şikâyet üzerine keserler... Sinan 100 yaşına girerken hastalanır yatağa düşer. Vefat sırasında bakarlar ki, evinde, cenazesini yıkayacak kadar bile su yoktur. İstanbul'u susuzluktan kurtaran mimar, susuz evde vefat eder ve Süleymâniye Câmiinin yanında kendi yaptığı türbeye defnedilir... Ruhu şâd olsun.
.O genç benden daha cömerttir!"
2016-04-15 02:00:00
Yemen'de, Hâtem-i Tâî adında, cömertliği dillere destan olan bir Arap kabile reisi vardı. Tepelere ateş yaktırarak, yolunu şaşıranların kendisine gelip misâfir olmasını sağlardı.
Resûlullah Efendimizin (sallallahü alayhi ve sellem) İslamı tebliğinden önce Yemen'de, Hâtem-i Tâî adında, cömertliği dillere destan olan bir Arap kabilesi reisi vardı. Kabîlesinin yerleşmiş olduğu yerin etrafındaki tepelere ateş yaktırarak, yolunu şaşıranların kendisine gelip misâfir olmasını sağlardı. Peygamberimizin devrine yetişmiş, ancak peygamberliğinin açıklanmasından önce vefât etmiştir...
Bir gün Hâtem-i Tâî'ye dediler ki:
- Cömertlikte çok ileri gidiyorsun, bu yaptığın israf olmuyor mu?
Onlara şöyle cevap verdi:
- Ne kadar çok olursa olsun, hayır için verilen isrâf olmaz.
Sonra kendisine sordular:
- Senden daha cömert birisini gördün mü?
- Evet gördüm.
- Nerede gördün, kimmiş o?
- Bir gün, yetim bir gence misafir olmuştum. Bana bir koyun kesip ikrâm etti. Koyunun karaciğeri çok hoşuma gitti. "Bu hayvanın karaciğeri çok hoşuma gitti, teşekkür ederim" dedim...
Bir ara genç yanımdan ayrıldı. Sonra geri geldi. Baktım elinde, on tane karaciğer var. Onları da pişirip bana ikrâm etti. Ben bunları bir yerden satın aldı zannetmiştim. Daha sonra, evinden ayrılmak için dışarı çıktığımda, on tane koyunun kesilip ciğerlerinin alındığını görünce işin aslını öğrendim. Hemen kendisine çıkıştım:
- On koyunun onu da kesilir mi?
Şöyle cevap verdi:
- Niçin kesilmesin? Benim on koyunum vardı. Ancak bunları kesebildim. Bir şey misafirimin hoşuna gitmiş. Bunu yapmak da benim gücüm dâhilinde, misafirden hiç bu esirgenir mi?
Dinleyenler şaşkınlık içinde Hâtem-i Tâî'ye tekrar sordular:
- Peki daha sonra sen bu gencin ikrâmına karşılık ne verdin?
- Ben fazla bir şey vermedim.
- Mesela ne kadar verdiniz.
- Verdiğim mühim bir yekûn teşkil etmez. Üçyüz deve ile beşyüz koyun.
- O hâlde sen ondan daha cömertsin.
- Hayır, o genç benden daha cömerttir. Çünkü o, koyunlarının tamamını benim için kesti. Ben ise malımın çok az bir kısmını ona verdim. Bir fakîrin yarım ekmeğinin tamamını misafirine vermesi mi mühimdir? Yoksa zenginin bir sürüden bir deveyi misafirine ikram etmesi mi? Tabiî ki, elinde olanın tamamını vermek daha büyük cömertliktir.
İşte bundan dolayıdır ki, "Hâtem-i Tâî" ismi; Arap, İran ve Türk edebiyâtında "zenginlik, cömertlik, yardımseverlik ve hayırseverlik timsâli" olarak kullanılagelmiştir...
.Bu çamurlu kaftan sandukama konsun!"
2016-04-16 02:00:00
Mısır Seferi dönüşünde bir ara İbn-i Kemâl hazretlerinin atının ayağından sıçrayan çamur, Padişahın kaftanını kirletmişti. Paşa, atını geriye çekerek ne yapacağını şaşırdı!
Bugün, Şeyhülislam İbn-i Kemal Paşa'nın vefat yıl dönümüdür efendim...
Ahmed İbn-i Kemâl Paşa, Osmanlı âlim ve velîlerinin en meşhurlarındandır. "Kemâl Paşazâde" diye tanınmıştır. 1468 yılında Tokat'ta doğdu. 16 Nisan 1534'te vefat etti. Kabri, İstanbul'da Edirnekapı'dadır.
İbn-i Kemâl, çocukluğunda iyi bir tahsil ve terbiye gördü. Baba mesleği olan askerlik yolunu seçmişti. Sipahi olarak seferlere katılırdı. Ancak karşılaştığı bir hâdise onun askerliği bırakmasına ve ilmiye sınıfına geçmesine sebep oldu. Kendisi şöyle nakleder:
Sultan İkinci Bâyezîd Han ile bir sefere çıkmıştık. O zaman vezîr, Halîl Paşanın oğlu İbrâhim Paşaydı. Şanlı, değerli bir vezirdi. Ahmed ibni Evrenos adında bir de kumandan vardı. Kumandanlardan hiçbiri onun önüne geçemez, bir mecliste ondan ileri oturamazdı... Bir defasında, eski elbiseler giyinmiş biri geldi. Bu, kumandanlardan da yüksek yere oturdu ve kimse ona mâni olmadı. Buna hayret ettim. Arkadaşlarımdan birine, kumandandan da yüksek yere oturan bu zâtın kim olduğunu sordum. "Filibe Medresesi Müderrisidir. İsmi Molla Lütfi'dir" dedi. "Makâmı bu kadar yüksek olan bu kumandandan yukarı nasıl oturur?" dedim. "Âlimler, ilimlerinden dolayı tâzim ve takdîr olunur, hürmet görürler. Geri bırakılırsa, bu kumandan ve vezîr buna razı olmazlar" dedi. Düşündüm, "Ben bu kumandan derecesine çıkamam, ama çalışır gayret edersem, şu âlim gibi olurum" dedim ve ilim tahsîl etmeye niyet ettim..."
Nitekim İbn-i Kemâl Paşa askerlikten ayrılarak ilim tahsîline başladı ve öyle bir âlim oldu ki kendisine "Müftiyüssekaleyn" yani "insanların ve cinnilerin müftüsü" denildi. Çünkü o, cinlere de fetva verirdi...
Yavuz Sultan Selîm Han İbn-i Kemâl hazretlerini çok severdi. Onu "Anadolu kazaskeri" sıfatıyla Mısır Seferine götürdü. (Mısır’ın fethinden sonra da Şeyhülislâmlığa getirdi...)
***
Mısır Seferi dönüşünde bir ara İbn-i Kemâl hazretlerinin atının ayağından sıçrayan çamur, Padişahın kaftanını kirletmişti. İbn-i Kemâl mahcup olup, atını geriye çekerek ne yapacağını şaşırdı. Ancak Yavuz Sultan Selîm Han ona dönerek tarihe geçen şu sözü söyledi:
"Üzülmeyiniz, âlimlerin atının ayağından sıçrayan çamur, bizim için ziynettir, süstür ve şereftir. Vasiyet ediyorum, bu çamurlu kaftanım, vefâtımdan sonra sandukamın üzerine örtülsün!.." Yavuz Sultan Selim Han'ın bu vasiyeti yerine getirilmiştir.
Allahü teala şefaatlerine nail eylesin...
.İslam’da ilk kadın şehit
2016-04-22 02:00:00
Kureyş zorbası Ebu Cehil, hazreti Yasir’in evini yaktırdı. Hanımı ve oğlu ile beraber üçünü de zincire vurdurttu, sonra kırbaçlattırdı ve daha sonra da hapsetti...
Hazreti Yasir ve hazreti Sümeyye (radıyallahü anhümâ), Ebu Cehil’in şehit ettiği ilk sahabi karı-kocadır... Hazreti Ammar da onların çocuklarıdır. Zaten onlar, İslamiyeti de çocuklarından öğrendiler. Ebu Cehil bilhassa kölelerin Müslüman olmasına fena hâlde içerliyordu. Yasir, yabancı, Sümeyye ise köle idi. Kureyş zorbası Ebu Cehil, Yasir’in evini yaktırdı. Hanımı ve oğlu ile beraber üçünü de zincire vurdurttu, sonra kırbaçlattırdı ve daha sonra da hapsetti...
Dışarıda sıcak şiddetlenip, çölün kumları yanmaya başlayınca, zincirleri ile Yasir ailesini çöle çıkardılar. Bağladıkları zinciri çıkarmadan çölde sürüklemeye başladılar. Sümeyye’yi ateş gibi yanan kumlara gömüyorlar, Ammar’ı durmadan taşlıyorlardı. Kâfirler bir yandan da hayâsızca şöyle haykırıyorlardı:
“Kendi elleriniz ile ettiklerinizi çekin; Lat ve Uzza’yı inkâr ediyorsunuz, Muhammed’in dinine inanıyorsunuz öyle mi? Görürsünüz siz!..”
Yasir ailesi, bu ağır işkencenin altında iken o sırada Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bazı eshabı ile oradan geçiyordu. Ebu Cehil şeytanının yaptığı işkenceyi gördü ve çok üzüldü. Onlara doğru dönerek;
“Sabredin, dayanın ey Yasir ailesi! Size vaat olunan yer şüphesiz Cennet’tir; müjdelerim sizi” buyurdu.
Bu güzel cümle karşısında hazreti Yasir, Resulullah efendimize baktı ve;
“Bu an böyle ya Resulallah. Bize ne yaparlarsa yapsınlar. Allah’ın dininde kalacağız. Senin Allah’ın Resulü olduğuna şehadet ederim. Şüphesiz senin vaadin haktır” dedi.
İçi imanla dolan Sümeyye Hatun da, işkence yapan kâfirlere döndü ve;
“İşte bedenlerimiz elinizde ey Allah’ın düşmanları istediğinizi yapın. Vaat olunan yerimiz Cennet’tir” dedi.
Bu sözleri duyan Ebu Cehil’in öfkesi daha da arttı. Hazreti Sümeyye’ye yaklaşarak;
“Sen böyle kalmayacaksın, nihayet Muhammed’in dinini bırakıp bize döneceksin” dedi.
Bunun üzerine Sümeyye Hatun;
“Seni görmektense, bana ölmek daha iyidir... Rabbimiz Allah, Peygamberimiz Muhammed'dir!”
Ebu Cehil’in aklı başından gitti. Zira o, Sümeyye’nin bu çektiği işkenceyi küçümseyeceğini zannetmiyordu! Mızrağını Sümeyye Hatun'un kalbine sapladı. Böylece hazreti Sümeyye, İslam’da ilk kadın şehit oldu. Hazreti Yasir ve Ammar, Sümeyye Hatun'un başına gelenlere baktılar ve Ebu Cehil’e “Yazıklar olsun sana ey Allah düşmanı..." diye bağırdılar. Bir müddet sonra da hazreti Yasir'i şehit ettiler... Allahü teala şefaatlerine nail eylesin.
.Çocuk hem sıkıntı hem de nimettir...
2016-04-23 02:00:00
Çocuk, ana-baba için bir nimet olduğu gibi, hayırsız olduğu takdirde, dünya ve âhiret için büyük sıkıntıdır. Çok ana-babaya, hayırsız çocukları sebebiyle dünya hayatı zindan olmuştur.
Çocuk, ana baba elinde bir emânettir. Onların temiz kalpleri kıymetli bir cevher olup, mum gibi, her şekli alabilir. Küçük iken, hiçbir şekle girmemiştir. Temiz bir toprak gibidir. Temiz toprağa hangi tohum ekilirse, onun mahsulü alınır. Neye meylettirilirse, oraya yönelir. Eğer hayrı âdet eder, öğrenirse hayır üzerine büyür. Çocuklara îmân, Kur'ân-ı kerim ve Allahü teâlânın emirleri öğretilir ve yapmaya alıştırılırsa, din ve dünya saadetine ererler. Bu saadette anaları, babaları ve hocaları da ortak olur. Eğer bunlar öğretilmez ve alıştırılmaz ise, bedbaht olurlar. Yapacakları her fenalığın günahı, ana, baba ve hocalarına da verilir.
Çocuklarını İslâm terbiyesi üzerine yetiştirmeyenler, dünya ve âhiret felâketine maruz kalacaklardır... Şunu iyi bilmelidir ki, her ana babanın, çocuğun doğumundan itibaren, ona karşı vazîfeleri vardır. Bunları yerine getiren rahat eder. Bu vazîfeler yapılmadığı takdirde, çocuk iyi yetişmez, bundan dolayı anne-baba huzursuz olur, ayrıca büyük vebâle ve günâha girer. Bilhassa helâle ve harama dikkat etmeliyiz. Kendimiz helâl yediğimiz gibi çocuklarımıza da helâl yedirmeliyiz...
Çocuk, ana-baba için bir nimet olduğu gibi, hayırsız olduğu takdirde, dünya ve âhiret için büyük sıkıntıdır. Çok ana-babaya, hayırsız çocukları sebebiyle dünya hayatı zindan olmuştur. Bunun için din büyükleri;
"Yâ Rabbî, dünya ve âhiretim için hayırlı olacak ise, bana çocuk ver! Hayırsız olacak ise verme!" diye duâ etmelidir, buyuruyorlar.
Çocuk doğup, kendisine müjdelenince, önce böyle nimetler ihsân ettiği için Cenâb-ı Hakka şükretmelidir. Kız çocuğu olmuşsa bunun için üzülmemelidir. Hadîs-i şerîfte;
"İlk çocuğunun kız olması, kadının bereketindendir" buyuruldu. Allahü teâlâ Şûrâ sûresinde; "Dilediğine kız çocukları verir, dilediğine erkek çocukları verir" buyurmaktadır...
***
Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir gün Eshâbına (aleyhimürridvan) buyurdu ki:
-Üç kız veya kız kardeşinin geçim veya başka sıkıntılarına katlananı, Allahü teâlâ Cennete koyar.
Eshab-ı kiramdan biri;
-Ya Resulallah, iki tane olursa da aynı mıdır? diye sual etti.
Peygamber efendimiz;
-Evet, iki tane olursa da aynıdır, buyurdu.
Başka birisi de;
-Ya bir tane olursa? diye sual etti.
Cevabında buyurdu ki:
-Bir tane de olsa gene aynıdır.
Görüldüğü gibi, kızlara ve kadınlara değer vermeyenler, Müslümanlığı bilmeyen kimselerdir. Müslüman, dinini iyi öğrenip kadına layık olduğu değeri vermelidir!
.Osmanlı hangi sebeple yıkılır?"
2016-04-29 02:00:00
Kanûnî Sultan Süleyman Han bir gün, Yahya Efendi hazretlerine sordu: "Osmanlı devleti böyle devam edecek mi, yoksa yıkılacak mı? Yıkılacaksa sebebi ne olacak?"
Rüşvet, dînen büyük günâhtır. Milletin felaketine sebep olan hastalıktan kurtulmak ancak İslâm ahlâkına sahip olmakla mümkündür. Çünkü ahlâklı bir Müslüman haksızlık etmediği gibi, haksızlığa da râzı olmaz. Çünkü onda Allah korkusu bulunduğu için rüşvete vasıta bile olmaktan arslandan, yılandan kaçar gibi kaçar. Bu bakımdan çocuklarımızı, gençlerimizi ahlâklı yetiştirmek, millet olarak başta gelen vazifelerimizden biridir.
Kanun gücü ile rüşveti, tamamen ortadan kaldırmak mümkün değildir. İnançsız kimseye, rüşvet olarak on lira da verseniz alır, işinizi görür. Fakat, inançlı kimselere milyarlar verseniz yine almaz. İslâm büyükleri, rüşvete yol açacak hediyeleri bile reddederlerdi... Meselâ, hazret-i Ömer, devlet başkanı iken, hanımı ile bir köye gider. Köylü kadınlar hâlifenin hanımına çeşitli hediyeler verirler. Eve geldikleri zaman, hazret-i Ömer, hanımına bunları nereden aldığını suâl eder. Hanımı da:
- Gittiğimiz yerde bana hediye ettiler, diye cevap verir.
Hazret-i Ömer de;
- Ben hâlife olmasaydım, sana bu hediyeler verilir miydi? Eskiden sana niçin hediye vermiyorlardı? diyerek verilen hediyeleri beytül mala (hazineye) verir.
***
Kanûni Sultan Süleyman Han bir gün, evliyânın büyüklerindan Yahya Efendi hazretlerine sordu:
- Osmanlı devleti böyle devam edecek mi, yoksa yıkılacak mı? Yıkılacaksa sebebi ne olacak?
Yahya Efendi şöyle cevap verdi:
- Zulüm haksızlık, rüşvet, adam kayırma, her tarafa yayılır; duyanlar işitenler buna mani olmaya çalışmazsa, neme gerek derse, sürüdeki koyunu, kurt değil çoban yerse, fakirlerin, muhtaçların feryadı göklere yükselirken kimse bunlara kulak vermezse, kişinin menfaati, devletin menfaatinin üstüne çıkarsa iş o zaman felaket başlar. Devlete itaat kalmaz, asayiş bozulur, devletin yıkılması, yok olması mukadder olur.
***
Sultan Vahideddin Han, yurt dışına çıkarken, yakınları;
- Efendim, gittiğimiz yerde, sıkıntıya düşebiliriz. Topkapı Sarayı'ndaki, kıymetli taşlardan, elmaslardan, mücevherlerden birkaç tanesini yanımıza alsak? Malumunuz, bunlar sizin kendi öz malınız. Dedelerinizden kalmadır, dediler.
Sultan Vahideddin Han bunlara tarihe geçen şu cevabı verdi:
- Evet bunları götürmem için kimseden izin almam gerekmez. Ancak bunlar, milletimin malıdır. Dedelerim, eğer bu milletin sultanı olmasaydı, bu hediyeler gelir miydi? Ben millet malına hainlik edemem!
.İffetli olanlar ve aza kanaat edenler
2016-04-30 02:00:00
Ebû Saîd el-Hudrî hazretleri babasının ölümünden sonra geçim sıkıntısı çekiyordu. Ailenin kadınları ona "Resûlullaha git, ondan bir şey iste; herkes istiyor" dediler...
Ebû Saîd el-Hudrî (radıyallahü anh) Eshâb-ı kirâmın fakihlerindendir... Bu mübarek zat, bin yüz yetmiş hadis rivâyet etmiştir. Bunlardan kırküç tanesi Buhâri ve Müslim'de diğerleri de öteki hadis kitaplarında bulunmaktadır.
Rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
''Dört çeşit kalp vardır: Temiz ve nurlu kalp; perdeli ve karanlık kalp; çarpık kalp; karışık kalp. Temiz kalpler müminlerin kalbidir; iman bu kalplerin çorağıdır. Perdeli ve karanlık kalpler kâfirlerin kalpleridir. Çarpık kalpler münâfıkların kalpleridir; bunlar hakkı tanır, fakat onu inkâr ederler. Karışık kalpler, içinde hem iman hem nifak bulunan kalplerdir; bu kalplerde kan da var, irin de var. Bunların hangisi galebe çalarsa o kalp de, o hâl ve mâhiyeti alır."
Ebû Saîd hazretleri, Medine'de Mescid'i Nebevî'nin inşasına katılmış, Bedir Gazasında küçük olduğundan bulunamamış, onüç yaşında Uhud Gazasına babası ile katılmış ve bu savaşta babası Mâlik şehid olmuştur. Babasının ölümünden sonra ailesinin geçimi ona kalmış ve önceleri açlık çekmiş, karnına taş bağlamıştır. Ailenin kadınları, "Kalk da Resûlullaha git, ondan bir şey iste, herkes istiyor" dediklerinde önce gitmemiş, sonra Resûlullah'ın huzuruna gittiğinde onun şu hutbeyi irâd ettiğini görmüştür:
''İstiğna (aza kanaat) gösteren ve iffeti muhafaza eden insanları Cenâb-ı Hak âlemden müstağni (tok gözlü) kılar..."
Bu sözü duyduktan sonra bir şey istemeye cesaret edemeden dönmüştür. Bunun sonrasını kendisi şöyle anlatır:
"Resûl-i Ekrem'den bir şey dilemeyerek döndüğüm hâlde Cenâb-ı Hak bize rızkımızı gönderdi. İşlerimiz o kadar yoluna girdi ki, Ensar içinde bizden daha zengin bir kimse yoktu..."
Ebû Saîd hazretleri, Resûlullah efendimizin on iki gazasında yer almıştır. Hazreti Ömer ve Hazreti Osman devirlerinde Medine'de fetvâ vermiş, Hazreti Ali devrinde Nehrevan Savaşında bulunmuştur.
Ebû Saîd hazretleri, Hicri 74 yılında seksenbir yaşında vefât etmiştir... Vefatına yakın günlerde oğlu Abdurrahman’ın elinden tutup Mescid-i Nebevi’nin yakınındaki Cennet'ül-Bakî Mezarlığı’na giden büyük sahabi, oğluna kenardaki tenha bir köşeyi işaret ederek der ki:
“Beni işte şu köşedeki boşluğa defnedin. Üzerime de sakın gösterişli bir şey yapmayın. Ayrıca arkamdan da sesli şekilde ağlamayın. Bana iyilik yapmak istiyorsanız bu vasiyetimi aynen yerine getirin!..
.Abdest almasını sizden öğrendim"
2016-05-06 02:00:00
Hazret-i Hasan ve hazreti Hüseyin bir gün çölde gidiyorlardı. Bir ihtiyârın abdest aldığını gördüler. Ancak, adamcağız abdesti doğru almıyor, şartlarına uymuyordu.
Câhil kimseler, ahmaklar, din bilgisi olmayanlar, lüzumsuz kızmaya, bağırıp çağırmaya "erkeklik" ve "izzet-i nefs" diyorlar. Gadab kötü huyunu süslüyorlar, güzel göstermeye çalışıyorlar. Kızmanın, sinirlenmenin iyi olduğunu söylüyorlar. Böyle düşünmek, câhilliktir. Dini bilmemektir. Bağırıp çağırmakla, sertlikle bir yere varılamaz.
Kızmak, bağırıp çağırmak ruha sıkıntı verdiği gibi bedene de zararlıdır. Bunun için dinimiz, kızmamayı, sinirlenmemeyi emretmiştir. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki:
(Gadaba gelen kimse, ayakta ise otursun. Gadabı devam ederse, yan yatsın!) Ayakta olanın intikam alması kolaydır. Oturunca, azalır. Yatınca, daha azalır. Gadab, kibirden doğar. Yatmak, kibrin azalmasına sebep olur. Gadab edince, (Allahümmagfir li-zenbî ve ezhib gayza kalbî ve ecirnî mineşşeytân) duasını okumak, hadîs-i şerîfte emrolundu ki; "Yâ Rabbî! Günâhımı affeyle. Beni kalbimdeki gadabdan ve şeytânın vesvesesinden kurtar!" demektir.
Gadablanan insana yumuşak davranamayan kimse, onun yanından ayrılmalı, onunla buluşmamalıdır.
Hazret-i Hasan ve hazreti Hüseyin bir gün çölde gidiyorlardı. Bir ihtiyârın abdest aldığını gördüler. Ancak, adamcağız abdesti doğru almıyor, şartlarına uymuyordu. Yaşlı olduğu için, "böyle abdest olmaz" demeye sıkıldılar. Yanına giderek,
- Muhterem efendim! Birbirimizden daha iyi abdest aldığımızı zannediyoruz. Bir abdest alalım. Bize, hangimizin haklı olduğunu söyler misiniz? dediler.
Önce hazret-i Hasan, sonra hazret-i Hüseyin güzel bir abdest aldılar. İhtiyar, dikkatle onları seyretti. Sonra dedi ki:
- Evlatlarım! Abdest almasını doğru olarak şimdi sizden öğrendim!
***
İbrâhîm aleyhisselâm, iki yüz Mecusi'ye (ateşperest) ziyâfet verdi. Yemekten sonra;
- Bize ne emredersen yapalım dediler. Hazreti İbrâhim;
- Sizden bir dileğim var, benim Rabbime bir kere secde etmenizi istiyorum, buyurdu.
Misafirler kendi aralarında şöyle konuştular:
- Bu ihtiyârın ihsânları, ziyâfetleri meşhurdur. Bunlardan mahrum kalmayalım. Bunu kırmayıp, bir secde eder, sonra yine kendi inancımızı yaşarız. Bir zararı olmaz...
Bunlar secdede iken, İbrâhîm aleyhisselâm şöyle dua etti:
"Yâ Rabbî! Gücümün yettiği bu kadar! Daha fazlasını yaptırmak elimden gelmiyor. Bunları hidâyete, saâdete kavuşturmak, ancak senin kudretindedir. Bunlara iman nasîb eyle!"
Duâsı kabul olup, hepsi iman etti.
Evet, insanlara faydalı olmak, ancak sertlikten, öfkeden uzak durarak; yumuşaklıkla, tatlı dil ve güler yüz ile olur.
.Bu kapıya eğri odun yakışmaz”
2016-05-07 02:00:00
Bir Hak âşığı olan Yûnus Emre, genç yaşta Tapduk Emre hazretlerine talebe oldu... Senelerce hocasına dağdan odun taşıdı. Getirdiği odunlar gerilmiş ip gibi düzgündü...
Bugün "Yûnus Emre Kültür Haftası" başladı. Biz de bu vesileyle bir nebze bu Yûnus Emre hazretlerinden bahsetmek istedik siz değerli okuyucularımıza...
Tasavvuf ehli bir Hak âşığı olan Yûnus Emre hazretleri, Eskişehir’in Mihalıççık ilçesine bağlı Yûnus Emre köyünde (Bugünkü ismiyle Sarıköy'de), 1320 (H.720) senesinde 80 yaşında vefât etmiştir... Bu mübarek zat, genç yaşta Tapduk Emre hazretlerine talebe oldu... Senelerce hocasına dağdan odun taşıdı. Getirdiği odunlar gerilmiş ip gibi düzgündü. Hocası; “Ey Yûnus, bu ne iştir? Hiç eğri odun görmedim” buyurunca; “Efendim, bu kapıya eğri odun yakışmaz” cevâbını verdi.
Ne hikmettir ki, o güne kadar hiç şiir söylememiş olan Yûnus Emre, bir gün Hocasının arzusu üzerine o andan îtibâren şiir, ilâhi söylemeye başladı...
Yûnus Emre'nin şiirlerinde, tasavvuf ilmi hâkimdir. Fakat geri kalan her şey dil, vezin, nazım şekli hemen hemen tamâmıyla millîdir. Şiirleri, tasavvufî olduğu için yanlış mânâlara bile çekilmiştir. Yûnus Emre, böyle şiirleri için diyor ki:
"Yûnus bir söz söyledi/Hiçbir söze benzemez/Câhillerin içinde/Örter mânâ yüzünü..."
Çok incelikler sezilen Yûnus Emre’nin şiirleri okundukça, insana yeniden ve tekrar tekrar okuma hevesi verir. Çünkü tatlı bir söyleyiş, ferahlık verici bir anlam ve kolay anlaşılır nasihatleri vardır. Temas ettikleri konular hemen hemen her insanı ilgilendirir. Yûnus Emre’nin şiirlerinin çoğu atasözü hâlini almıştır. Meselâ dünyâ fâniliği hakkında milletin dilinden düşmeyen şu mısraları böyledir:
"Mal sâhibi, mülk sâhibi/Hani bunun ilk sâhibi/Mal da yalan, mülk de yalan/Var biraz da sen oyalan..."
***
Yûnus Emre, 3000 kadar şiir söylemiş, bunlar bir "Dîvân"da toplanmıştır. Bu Divan "Molla Kasım" adında birinin eline geçer. Bir su kenarında oturur ve okumaya başlar. Kendince, dîne uygun bulmadıklarını yırtıp yırtıp suya atar. Böylece 2000 kadarını imha etmiştir ki, şu beyitle karşılaşır:
"Derviş Yûnus bu sözü eğri büğrü söyleme/Seni sigâya çeken bir Molla Kâsım gelir!.."
Bu beyti okur okumaz hazreti Yûnus’un kerâmet ehli erenlerden olduğunu anlar. Dîvân’ı öpüp başına koyar. Fakat ne çâre ki elde 1000 şiir kalmıştır...
“Yaratılmışı hoş gör yaradandan ötürü” diyen Yûnus Emre, bütün insanlara, hattâ bütün canlılara hoşgörüyle bakılmasını arzu eder. Ruhu şâd olsun..
."Müjdeler olsun yâ Resûlallah!"
2016-05-13 02:00:00
Ölüm meleği hazreti Azrâil, Resûlullah efendimize cevâben dedi ki: "Müjdeler olsun yâ Resûlallah! Ben her bir mümine rıfk ve yumuşaklıkla muamele ederim."
Ekin ekme, tohum atma yeri dünyadır. Ekin ekmeden mahsul beklemek, akıllı kimsenin yapacağı iş değildir. İnsanın, öldükten sonra Allahü teâlâya ibâdet etmesi mümkün olmaz. Ne yapılırsa hayatta iken bu dünyada yapılır. Ölüme ve ölüm meleğinin gelişine ancak bu dünya hayatında hazırlanılabilir. Öyleyse onu dâima hatırlamaktan hiçbir an geri kalmamalı. Resûlullah efendimiz, Ensâr'dan bir kimsenin başı ucunda ölüm meleğini gördü. Ona hitâben dedi ki:
- Ey ölüm meleği! Dostuma rıfk ve iyilikle muamele et. Zîrâ o bir mümindir.
Ölüm meleği hazreti Azrâil cevâben dedi ki:
- Müjdeler olsun yâ Resûlallah! Ben her bir mümine rıfk ve yumuşaklıkla muamele ederim. Ben insanoğlunun ruhunu kabzederim. Ruhunu aldığım şahsın âile efradından birisi, yüksek sesle bağırır, çağırır ağlarsa, vâh ederse, derim ki: "Bu feryat niye? Allaha yeminle söylerim ki, biz ona zulmetmedik. Ecelini geriye bırakmadığımız gibi öne de almadık. Onun ruhunu almakta bizim bir günâhımız yoktur. Sizler, ey bu ölünün yakınları! Eğer Allahın hükmüne rıza gösterirseniz, ecrini alırsınız. Yok, O'nun hükmüne razı olmaz, ah-u figan ederseniz günaha girersiniz. Sizin bize bir kapınız, bir merdiveniniz yoktur. Fakat biz size mutlak yine geleceğiz. Sakının, sakının. İster karada olsun, ister denizde, ister kalın duvarlı evlerde bulunsun, isterse çadırlarda. Hiçbir âile efradı yoktur ki, mutlaka onların yüzüne dikkatle bakmış olmayayım. Hatta öyle ki, onların küçüklerini de büyüklerini de tanırım. Her birini şahsen tanırım. Allaha yeminle söylerim yâ Muhammed, ben şânı yüce olan Allahın emri olmadan bir sivrisineğin ruhunu bile kabzedemem!.."
***
Bir defasında Peygamber efendimiz, gülüp oynamakta olan bir topluluğu gördü. Onlara hitâben buyurdu ki:
- Eğer sizler, zevk ve eğlenceyi yok eden şeyi çok çok anmış olsaydınız, bu gördüğüm durumda olmazdınız. O, sizi meşgul ederdi. Böyle gülüşüp durmazdınız.
Sonra da buyurdular ki:
- Zevk ve eğlenceleri yok eden şeyi, yani ölümü çok anınız... Kabir, ya Cennet bahçelerinden bir bahçe veya Cehennem çukurlarından bir çukurdur.
Süfyân-ı Sevrî hazretleri, yanında ölümden bahsedildiği zaman, bunu takip eden günlerde uzun müddet kendisine gelemez ve bir şey sorulduğunda;
- Bilmiyorum, bilmiyorum... derdi.
Bir hikmet ehli zât şöyle der: "Akıllı olan üç şeyi hatırından çıkarmaz: 1- Dünyanın fâniliğini, zevklerinin geçici olduğunu. 2- Ölümü. 3- Mâruz kalmaktan emin olmadığı felâketleri.
Allahü teala encâmımızı hayreylesin ve cümlemize iman selameti versin...
. Allahü teala sâlihlere azap yapar mı?..
2016-05-14 02:00:00
Cenâb-ı Hak, Yûşa aleyhisselama; "Kavminden kırk bin sâlih kimseye ve altmış bin fâsık, günâhkâr kimseye azap yapacağım" buyurdu!
Allahü teâlânın dostlarını dost, düşmanlarını düşman bilmek dinimizin emridir. "Buğd-i fillâh" yani Allah için düşmanlık farzdır. İnsanı Allahü teâlâya yaklaştıran şeylerin birincisidir. İmanın tamamlayıcısıdır. Peygamber efendimiz, "İbâdetlerin efdali, Müslümanları Müslüman oldukları için sevmek, kâfirleri, kâfir oldukları için, sevmemektir" buyurdu.
Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma sordu:
-Yâ Mûsâ! Benim için ne işledin?
-Yâ Rabbî! Senin için namaz kıldım, oruç tuttum, zekât verdim, ismini çok zikrettim.
Mûsâ aleyhisselâmın bu cevabı üzerine, Cenâb-ı Hak buyurdu ki:
-Yâ Mûsâ, namazların sana burhândır. Oruçların Cehennemden siperdir. Zekât kıyâmet gününün sıcaklığından koruyan gölgedir. İsmimi söylemen de, kabir ve kıyâmet karanlığında seni aydınlatan nûrdur. Yani bunların faydaları hep sanadır. Benim için ne yaptın?
-Yâ Rabbî! Senin için olan ameli bana bildir! diye yalvardı. Cenâb-ı Hak;
-Yâ Mûsâ! Dostlarımı benim için sevdin mi ve düşmanlarıma benim için düşmanlık ettin mi? meâlindeki âyet-i kerîme ile cevap verdi. Mûsâ aleyhisselâm da, Allah için amelin, "Hubb-i fillâh" ve "Buğd-i fillâh" yani Allah için dostluk, Allah için düşmanlık olduğunu anladı.
Ayrıca zâlimler, açıkça günâh işleyenler, Cenâb-ı Hakka âsi olanlar da sevilmez. Âl-i İmrân sûresi, elliyedinci ve yüzkırkıncı âyetlerinde meâlen, "Allahü teâlâ, zâlimleri sevmez" buyuruldu. Hadîs-i şerîfte, "Zâlimin çok yaşamasına duâ etmek, Allahü teâlâya isyân olunmasını istemektir" buyuruldu.
Süfyân-ı Sevrî hazretlerine, "Çölde bir zâlim susuzluktan helâk oluyor. Ona su verelim mi?" dediklerinde, "hayır vermeyin" buyurdu. Zâlime yardım eden, halkın malına, canına zarar verilmesine yardım etmiş olur. Zâlimden her zaman uzak kalmak daha iyidir...
Haram işlediği bilinen günahkâr da sevilmez. Bid'ati yayanları ve zâlimleri sevmek, günâhtır. Hadîs-i şerîfte, "Günâh işleyenin günâhına mâni olmaya kudreti varken, kimse mâni olmazsa, Allahü teâlâ, bunların hepsine, dünyada ve âhırette azap yapar" buyuruldu.
Allahü teâlâ, hazreti Yûşa Peygambere;
-Kavminden kırk bin sâlih kimseye ve altmış bin fâsık, günâhkâr kimseye azap yapacağım! buyurdu. Yûşa aleyhisselam;
-Yâ Rabbî! Fâsıklar, azâbı hak etmiştir. Sâlihlere azap yapmanın hikmeti nedir? diye sual edince Allahü teala buyurdu ki:
-Benim gadab ettiklerime, onlar gadab etmedi. Birlikte yediler, içtiler!..
Çevremizdeki insanlara tatlı dil ve yumuşak sözlerle nasihat vermeyi ve Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarını dağıtmayı ihmal etmemeliyiz...
.Bugün kendine bir iyilik yap!..
2016-05-20 02:00:00
Şu üç günlük dünyada ömrümüzü, kendimize iyilik etmekle geçirmeye çalışalım. Peki, insan kendine nasıl iyilik eder? Tabii ki başkasına iyilik etmekle.
İyilik eden de, kötülük eden de kendine eder. O hâlde hep iyilik etmeli. Yaratılış itibarıyla, insan kendine düşkündür. Fakat nefsine, şeytana uyduğu için, maalesef kendine kötülük eder. Şu üç günlük dünyada ömrümüzü, kendimize iyilik etmekle geçirmeye çalışalım. Peki, insan kendine nasıl iyilik eder? Tabii ki başkasına iyilik etmekle. Yani başkasına ne kadar çok iyilik edersek, o kadar kendimize iyilik etmiş oluruz.
Bir musibete maruz kalınca, hemen karşımızdakine kızarız. "Filan kimse niye böyle yaptı?" deriz. Hâlbuki kabahatli biziz, hata bizdedir. "Hata bende" diyen dünyanın en mutlu insanı olur. Ama "Kabahat onda, ben haklıyım, o haksız" diyen, hep üzüntü ve sıkıntı içinde yaşar. O hâlde ferahlamak, huzurlu olmak, başkalarının huzurunu temin etmekten geçer. Daha çok neşeli olmak isteyen, herkese iyilik etmelidir.
Allah’tan korkmalı, hiçbir Müslümanın aleyhinde konuşmamalı. Biz onun hesabını görmekle görevlendirilmedik. Hiç kimsede hata, kusur görmemeli. Görülmüşse de affetmeli. Hep iyi tarafını görmeli, hep iyi tarafını konuşmalı, hep iyiliğinden bahsetmeli. Sevmiyorsak, hiç olmazsa susmalı...
Peygamber Efendimiz, "rahmeten lil-âlemîn"dir. Herkese iyilik için, merhamet edici olarak gelmiştir...
***
Büyük İslâm âlimi Hüseyin Hilmi Işık Efendi (kuddîse sirrûh) bir sohbetinde buyurdu ki:
Şeyh Rükneddîn Ebü’l-Feth Hindistan’ın büyük velîlerindendir. Şihâbüddîn Sühreverdî hazretlerinin yolunda, dîn-i İslâma hizmet ile meşgul oldu.
Şeyh Rükneddîn hazretleri, talebelerinden birine yazdığı mektubunda şöyle buyurdu:
“Bir gün Emîr-ül-müminîn Hazret-i Ali;
-Ben hiç kimseye asla iyilik ve kötülük etmedim, buyurdu.
Oradakiler bu söze hayret ettiler ve;
-Ey Emîr-ül-müminîn, belki sizden hiç kimseye karşı bir kötülük meydana gelmiş değil ama, iyilik için ne buyurursunuz? dediler.
Hazret-i Ali (radıyallahü anh) bu soruya cevaben buyurdu ki:
-Allahü teala Câsiye sûresi 15'inci âyet-i kerîmede meâlen; “Sâlih (iyi) amel eden kendine, kötülük eden de kendine etmiş olur” buyurdu. Ben birine iyilik ettiğim zaman, bana sevap yazılıyor, ona yazılmıyor ki! O biraz seviniyor, o kadar. Ama esas kârda olan benim, çünkü âhirette, o iyiliğin makâfâtına ben kavuşacağım. O hâlde ben, kendime iyilik yapıyorum, onlara değil...”
Bu sebepledir ki din büyükleri; “Bu, kişinin iyiliği için yeter” demişlerdir...
..Seyyide olduğunu ispat edebilir misin?"
2016-05-21 02:00:00
Asırlar önce, Afganistan'da yaşayan bir kadıncağız zamanın hükümdarına gider ve şöyle der: "Ben seyyideyim, çoluk çocuğum var, biraz sıkıntıdayız, bize kalacak bir ev ver!"
Resulullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) müberek torunlarından Hazret-i Hasan’ın çocuklarına "şerif", Hazret-i Hüseyin’in nesline de "seyyid" denir. Çok memlekette; bilhassa ülkemizde pek çok seyyid ve şerif vardır...
İslam âlimleri, Ehl-i beyt sevgisini, son nefeste imanla gitmek için şart görmüşlerdir. Çünkü onlarda Resulullah efendimizin zerreleri vardır. Hepsine kıymet vermek, saygı göstermek; hele hele bir ihtiyacını gidermek çok sevaptır. Onlara yardımcı olmak için illa da zengin olmak gerekmez. Evlerinde bir hizmetlerini görerek, yolda giderken elindeki yükünü taşıyarak da dualarını almamız mümkündür. Peygamber efendimiz, (Benim evlâdımın iyilerini, Allah rızası için kerim tutun! Onlara hürmet edin! İyi olmayanlarına da benim hatırım için hürmet edin) buyuruyor...
Şu ibretli hadise Afganistan'da yaşanmıştır...
Bir gün kadıncağızın biri Belh hükümdarına gelir ve şöyle der:
-Ben seyyideyim, çoluk çocuğum var, biraz sıkıntıdayız, bize kalacak bir ev ver! Hükümdar;
-Vesikan var mı, bunu ispat edebilir misin? diye sorunca, kadıncağız çok incinir ve komşusu olan bir Mecusi'ye gitmek zorunda kalır. Ona da durumunu anlatır. Mecusi;
-Hayhay, Hazreti Muhammed'in torunları gelir de boş çevrilir mi hiç, al sana ev, al sana hizmetçi, der. Seyyide hanım da ona dua eder...
***
Hükümdar, o gece rüyasında sıra sıra köşklerin yanında Peygamber efendimizi görür ve "Ya Resulallah, bu köşkler kimindir?" diye sual eder. Resulullah efendimiz de, "Müslümanların" buyurur. Hükümdar, "Ben de Müslümanım" deyince, Peygamber efendimiz "Vesikan nerede?" diye sorar...
Bu rüya üzerine hükümdar uyanır. Hatasını anlamıştır... Belh sokaklarında o seyyide hanımı arar. Onu bir Mecusi'nin evinde bulur. Adama, "Ben ona ev vereceğim" der. Adam, "Geçti artık" der: "Ben bu hanımın duasıyla Müslüman oldum. Rüyamda Muhammed aleyhisselamı gördüm. Cennette Müslümanların köşkleri vardı. Bana, (Bu köşkler Müslümanların, sana vesika sormak yok, geç şu köşke otur) buyurdu. Seni de gördüm ne olmuşsa, saçını başını yoluyor, 'vesika, vesika' diye kıvranıp duruyordun. Sabah rüyamı anlattığım hanımım ve çocuklarım da hepsi Müslüman oldular..."
Böyle bir mübarek günde tanıdığımız seyyidlerin ve şeriflerin duasını almaya gayret edelim.
Berat Kandiliniz mübarek olsun efendim...
."Beni unutursanız rızıklarınızı kısarım"
2016-05-27 02:00:00
Kur'ân-ı kerîmde (Beni unutursanız rızıklarınızı kısarım) buyuruldu. Bunun için, imân rızkı, sıhhat rızkı, gıda rızkı, insanlık ve merhamet rızkı ve daha nice rızıklar azaldı...
Küfürden, bozuk itikâddan sonra en büyük günah namaz kılmamaktır. Din büyükleri buyurdu ki: "Namaz hayattır. Namaz ve nefes aynı şeydir. İnsan nefes alıyorsa namaz kılar. Nefes almıyorsa kılmaz... Namazsız geçen ömür, büyük kayıptır... Namaz kılmayanın hiçbir şükrü kabul olmaz. Duanın kabul olması için de namaz kılmak şarttır..."
Bir Müslüman, farzlara önem verip, tembellikle yapmasa, mürted olmaz. İmânı gitmez. Ancak, bir farzı yapmayan Müslüman, iki büyük günâha girer.
Birincisi, o farzın vaktini ibâdetsiz geçirmek yani farzı geciktirmek günâhıdır. Bunun affolması için tövbe etmek, yani pişman olmak, üzülmek, bir daha geciktirmeyeceğine karar vermek lâzımdır.
İkincisi, bu farzı terk etmek, yapmamak günâhıdır. Bu büyük günâhın affolması için, bu farzı hemen kaza etmek, yani vaktinden sonra hemen yapmak lâzımdır. Kazayı geciktirmek de, ayrıca büyük günâh olur... Senelerce kılınmamış namazları kaza etmek, imkânsız gibi olmuştur. İnsanlar, dinin emirlerini terk ettikleri; Allahü teâlânın emirlerine ve yasaklarına uymadıkları için ve İslâm dîninin gösterdiği rahat ve huzur yolundan ayrıldıklarından dolayıdır ki, dünyada bereket kalmadı. Rızıklar azaldı. Tâhâ sûresinde yüzyirmidördüncü âyet-i kerîmesinde meâlen; (Beni unutursanız rızıklarınızı kısarım) buyuruldu. Bunun için, imân rızkı, sıhhat rızkı, gıda rızkı, insanlık ve merhamet rızkı ve daha nice rızıklar azaldı. (Hâşâ, zulmetmez kuluna hüdâsı, herkesin çektiği kendi cezâsı) sözü, Nahl sûresinin otuzüçüncü âyetinden alınmıştır.
Bugünkü küfür karanlıkları ve Allahü teâlâyı, Peygamberi, İslâmiyeti unutmanın bereketsizlikleri ve sıkıntıları içinde, insan, gece gündüz, kadınlı erkekli çalışıp, bir âilenin nafakasını, rahat yaşamasını temîn edemez hâle gelmiştir.
***
Bir gün, Eshâb-ı kiramdan bir zat, Resulullah Efendimize sorar:
- Ya Resulallah, kazancım bol olmasına rağmen geçim sıkıntısı çekiyorum.
- Evinizde namaz kılmayan var mı?
- Hayır, namaz kılmayan yoktur.
- Komşularınız arasında veya mahallenizde namaz kılmayan var mı?
- Hayır, ya Resulallah!
- Bir araştırın, namaz kılmayan birisi geçmiş mi?
- Efendim araştırdık, geçen olmamış.
- Bu bereketsizlik namaz kılmamaktandır. İyi düşünün!
- Ya Resulallah, araştırdık, namaz kılmayan birinin cenazesini götürürlerken, tabutu bizim evin duvarını çizmiş. Bu olabilir mi?
- İşte evdeki bereketsizlik bundandır. O duvarı hemen yıkıp yeniden yapın!
O zat, duvarı yıkıyor, besmeleyle tamir ediyor ve işleri yoluna giriyor.
.Cudi Dağı"nın üzerindeki gemi
2016-05-28 02:00:00
Hazret-i Nuh'un gemisi, altı ay kadar su üstünde kaldıktan sonra; yere “Suyunu yut” göğe de “Suyunu tut” denildi. Sular çekildi; gemi de "Cudi Dağı"nın üzerine oturdu...
Nuh aleyhisselam, İdris aleyhisselamdan sonra gönderilen peygamberlerdendir. 950 yıl kavmine nasihat etti. Ancak kendisine çok az kimse inandı. "Ey Rabbim! Yeryüzünde, hareket eden hiçbir kâfiri bırakma!" diye dua etti. Bir gemi yapıp, inananlarla birlikte bindiler. Bütün dünyayı su kapladı. Yeryüzünde bulunan insanların ve hayvanların hepsi bu "Tufan"da boğuldu. Nuh aleyhisselamın gemide üç oğlu vardı: Sâm, Hâm ve Yafes. Şimdi yeryüzünde bulunan insanlar, bu üçünün soyundandır. Bunun için, Nuh aleyhisselama "İkinci Baba" denir...
Kur'ân-ı kerîmin Hud suresinde Hazret-i Nuh’un kıssası özetle şöyle bildirilir:
Hazret-i Nuh kavmine dedi ki:
-Ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım; Allah’tan başkasına kulluk etmeyin!
İnkârcıların ileri gelenleri dediler ki:
-Sen de bizim gibi bir insansın. Senin bizden bir üstünlüğün yoktur. Sen yalan söylüyorsun. Sonra sana uyanlar alt tabaka insanlardır.
-Ey kavmim! Rabbim bana Peygamberlik vermişse, ne diyeceksiniz?
-Hayır yâ Nuh, sen, bizimle mücadelede çok ileri gittin. Peygamber isen, sözün doğru ise, artık tehdit ettiğin azabı getir!
-Allah dilerse bela getirir. O, bela göndermekten aciz değildir.
Allahü teâlâ, Hazret-i Nuh’a, bir gemi yapmasını emredip, (Sana inananlardan başkası suda boğulacaktır) buyurdu. Denizden uzak, kırsal bir yerde, gemiyi yaparken, inkârcıların ileri gelenleri, yanına uğradıkça onunla alay ederlerdi. Gemi üç kat olarak yapıldı. Üst kata inananlar, ikinci kata evcil hayvanlar, alt kata ise vahşi hayvanlar kondu.
Nihayet, Cenâb-ı Hak'tan emir geldi. Buharlı gemi çalışmaya başlayınca, yarısı erkek, yarısı kadın olmak üzere 72 mümin ile, her cinsten birer çift hayvan gemiye alındı. Gemi, dağlar gibi dalgalar içinde onları götürürken, Hazret-i Nuh, dağa tırmanan oğlu Kenan’a dedi ki:
-Ey oğulcuğum, bizimle beraber gel, kâfirlerden olma!
-Dağa çıkar, sudan kurtulurum.
-Bugün mümin olmayan kurtulamaz.
Böyle konuşurken aralarına dalga girdi, oğlunu da alıp götürdü... Gemi, altı ay kadar su üstünde kaldıktan sonra, yere, “Suyunu yut”, göğe de, “Suyunu tut” denildi. Sular çekildi; gemi de "Cudi Dağı"nın üzerine oturdu...
Nuh aleyhisselam bin yaşında vefat etti. Sâm adlı oğlundan Arap, Fars ve Rum kavmi, Hâm adlı oğlundan Hindistan, Habeş ve Afrika halkı, diğer oğlu Yâfes’ten de Asyalılar ve Türkler meydana gelmiştir..
.Bakacak hasta bulamayan doktor!
2016-06-03 02:00:00
Rum imparatoru Herakliyus, Peygamber efendimize birçok hediye göndermişti. Bunlardan biri de, bir doktordu. Resûlullaha geldi ve "Hastalarınıza ücretsiz bakacağım!" dedi...
Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), tıb bilgisini, sağlık bilgisini çeşitli şekillerde övmüştür. Mesela bir hadîs-i şerîfte, "İslâm ilmi ikidir: Beden bilgisi, din bilgisi" buyurulmuştur. Yani (İslâmî ilimler içinde en lüzumlusu, ruhu koruyan din bilgisi ve bedeni koruyan sıhhat bilgisidir) buyurarak, her şeyden önce, ruhun ve bedenin zindeliğine çalışmak lazım geldiğini emretmiştir...
İslâmiyet, beden bilgisini, din bilgisinden önce öğrenmeyi emrediyor. Çünkü, bütün iyilikler, bedenin sağlam olması ile yapılabilir. Bugün, bütün üniversitelerde tıb iki kısım hâlinde incelenmektedir. Biri "hijyen", yani sağlığı korumak, ikincisi "terapötik", yani hastaları tedavi etmektir. Bunlardan birincisi önce gelmektedir. Çünkü, insanları hastalıklardan korumak, sağlam kalmayı sağlamak, tıbbın birinci vazîfesidir. Hasta insan, iyi edilse de, çok kere, arızalı, çürük kalır...
Dinimizin emirlerine en iyi uyan hiç şüphesiz ki Eshab-ı kiram efendilerimizdir. Bunun için o mübarek zatlardan hasta olanlar yok denecek kadar azdır... (Seâdet-i Ebediyye)
Mevahib-i Ledünniyye'de şöyle bir olay anlatılmaktadır:
Rum imparatoru Herakliyus, Peygamber Efendimize birçok hediye göndermişti. Bu hediyelerden biri de, bir tabib (doktor) idi. Doktor gelince;
-Efendim! İmparator ekselansları beni, size hizmet için gönderdi. Hastalarınıza ücretsiz bakacağım! dedi.
Resûlullah Efendimiz kabul buyurdu. Eshabına emretti, kendisine bir ev verdiler. Her gün nefîs yiyecek, içecek götürdüler... Böylece günler, aylar geçti. Ancak, hiçbir Müslüman, doktora gelmedi... Bir müddet sonra doktor, utananak Resûlullahın huzuruna geldi ve;
-Efendim! Buraya, size hizmet etmeye geldim. Fakat, bugüne kadar, bir hasta bile gelmedi. Boş oturdum, yiyip içtim, rahat ettim. Artık gideyim, diye izin istedi.
Peygamber efendimiz ona buyurdu ki:
-Sen bilirsin. Eğer daha kalırsan, misâfire hizmet ve ikrâm etmek, Müslümanların vazîfesidir. Gidersen de yolun açık olsun. Yalnız şunu bil ki, burada senelerce kalsan, sana kimse gelmez. Çünkü, Eshâbım hasta olmaz! İslâm dîni, hasta olmamak yolunu göstermiştir. Eshâbım temizliğe çok dikkat eder. Acıkmadıkça bir şey yemez ve sofradan, doymadan önce kalkar!..
Evet, bu iki ana esas asırlar sonra anlaşılabilmiştir. Bugün gerçekten de tıbbın üzerinde durduğu en önemli husus temizliktir. Ayrıca doktora gittiğinizde ilk önce söylediği perhizdir. En çok edilen tavsiyelerden, hatta tavsiyelerin başında geleni de az yemektir. Hadîs-i şerifte buyurulduğu gibi:
(Hastalıkların başı, çok yemektir. İlâçların başı, perhizdir.)
.Aslanım şehit oldu beni de öldürsünler"
2016-06-04 02:00:00
Valide Sultan içeri gelip, kapının açık olduğunu ve Abdülaziz Han'ın kanlar içinde yattığını görünce, "Aslanım şehit oldu. Beni de şehit etsinler" diye feryat ediyor...
Bugün, Osmanlı Sultanı ve İslâm Halifesi Abdülaziz Han'ın şehit edildiği gündür... Abdülaziz Han, İkinci Mahmud Han'ın oğludur. 1830'da doğdu. 1876'da Dolmabahçe Sarayından alınıp, Topkapı Sarayına hapsedildi. Beş gün sonra Mithat Paşa ve Serasker [Savunma Bakanı] Hüseyin Avni Paşa, Süleyman Paşa ve arkadaşları tarafından, Feriyye Sarayında Kur'an-ı kerim okurken bilek damarları kestirilerek şehit edildi. Sultan Mahmud Türbesi'nde medfundur...
***
"Belgelerle Türk Tarihi" dergisinin 1967 Kasım ve 2 sayılı nüshasında diyor ki:
İstanbul Üniversitesi'ne bağlı kıymetli eserler arasında, İbnül-Emin Mahmud Kemal Bey'in (3310) numaralı defterinde, Sultan Abdülaziz Han'ın annesi Pertevniyal Valide Sultan'ın söyleyip yazdırdığı Sergüzeşt-name'de özetle deniliyor ki:
1876 senesi, Cemazil-evvelin yedinci [30 Mayıs] günü, sabaha karşı saat sekizde, Valide Sultanı yataktan kaldırıyorlar. Sultan, oğlu Abdülaziz Han'ı uyandırıyor. Halife, "Anne bunu bana kim yaptı? Beni Sultan Selim'e mi döndürecekler? Ben kime ne ettim?" diyor. Valide Sultan "Avni Paşa etti" diyor. "Yalnız Avni etmedi. Rüştü Paşa ile Ahmed ve Mithat Paşalar da bu işe dahil... Ben bu felaketi otuz kırk defa rüyamda gördüm. Cenab-ı Hakkın takdiri böyle imiş" diyor. 30 Mayıs 1876 Salı günü kayıkla Topkapı Sarayına götürülüp, Üçüncü Selim Han'ın şehit edildiği odada, hapsolunuyor...
Üç gün kuru tahta üstünde aç, susuz bırakılıyor. Kayıkta yağmurdan ıslanmış olan elbisesini çıkarmak için gecelik istiyor. "İrade yoktur" diyerek vermiyorlar. Sultan Murad'a tebrikname ve acıklı mektuplar gönderip yalvarıyor. Dördüncü gün "Sultan Murad'ın iradesi ile" diyerek, Feriyye Sarayına götürüyorlar. İçeri hızlı girdiği için, bir süngülü asker, göğsünden itiyor. "Annem nerede?" diyor. Annesi koşup gelerek, yukarı çıkarıyor. Askerlerin saygısızca konuştuğunu görünce, "Aman anneciğim. Bunlar beni öldürecekler" diyerek ağlıyor. İki gün sonra, eski, yırtık eşya gönderiyorlar. Askerler, ikide bir, kılıcını isteriz diye hücum ediyor. Vermiyor ise de, Valide Sultan, gizlice vermek zorunda kalıyor. 4 Haziran sabahı Valide Sultan içeri gelip, kapının açık olduğunu ve halifenin kanlar içinde yattığını görünce, "Aslanım şehit oldu. Beni de şehit etsinler" diye feryat ediyor...
***
Tarihçi Yılmaz Öztuna’nın "Türkiye Tarihi"nde diyor ki: "Sultan Abdülaziz’in hal edilmesi, birkaç ahlaksız veya safdil devlet adamının, şahsi ihtirasları uğruna oldu. Bunların başında, eski sadrazam Hüseyin Avni Paşa geliyordu..."
.Halanız nahleye saygı gösteriniz!"
2016-06-10 02:00:00
Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Halanız olan nahleye saygı gösteriniz! Çünkü bu ağaç, Âdem aleyhisselâmın çamurundan kalan artıktan yaratılmıştır."
Ramazan-ı şerîfin vazgeçilmez yiyeceği hurma, dînimizde önemli bir yere sâhiptir. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem hurma ile iftar ederdi. Bir hadîs-i şerîfte şöyle buyurdu: "Oruçlu olan kimse, hurma ile iftar etsin! Çünkü hurma bereketlidir." Hurmanın bereketli olması, şöyledir ki, onun ağacına "Nahle" denir. Bu ağacın yaratılışında, topluluk ve adâlet vardır. İnsanın yaratılışı da böyledir. Peygamber efendimiz "Nahle ağacına, Âdemoğullarının halasıdır" dedi. "Halanız olan nahleye saygı gösteriniz! Çünkü bu ağaç, Âdem aleyhisselâmın çamurundan kalan artıktan yaratılmıştır" buyurdu. Bunun için, nahlenin meyvesi olan hurma yiyince, insanın parçası, dokusu olur. Böylece, hurmada bulunan her şey insana da aktarılmış olur...
Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem başka bir hadîs-i şerîfinde de; "Mü'minin sahurunun hurma ile olması, ne güzeldir" buyurmuştur...
Hurmanın faydaları saymakla bitmez. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Acve hurması zehire karşı, küm'e mantarının suyu göze şifadır.) [Buhari, Tirmizi, Nesai]
(Lohusaya taze hurma, hastaya, bal gibi şifalı bir şey yoktur.) [Ebu Nuaym]
(Lohusa hurma yerse, çocukları sakin olur. Hazret-i İsa'nın doğumunda Hazret-i Meryem hurma yedi. Daha iyisi olsa idi, Allahü teâlâ onu verirdi.) [Hatib]
***
Enes bin Malik hazretleri anlatır:
Resulullahtan, Ebu Bekr-i Sıddîk'ın o kadar üstünlüğünü işittim ki, hayrette kaldım. Server-i âlemin vefatından sonra bir gece Onu rüyada gördüm. Önüne bir tabak hurma koymuşlar. (Ya Resulallah! Hak teâlânın sana verdiği o nesneden bana da ver!) dedim. Bana bir hurma verdi. Dedim (Ya Resulallah, ihsanınızı arttırınız.) Böyle böyle dokuz hurma verdi. Yine ya Resulallah, tekrar ver dedim. Bilal'in ezan sesiyle uykudan uyandım.
Abdest alıp, mescide geldim. Sabah namazını Ebu Bekr-i Sıddîk'ın arkasında kıldım. Namazdan sonra bir saat başımı önüme salıp, tesbih çektim. Başımı kaldırdım. Sıddîk'ı gördüm. Mübarek arkasını mihraba vermiş oturuyor, rüyada Resulullahın önünde gördüğüm hurma tabağının aynısı ise şimdi, Sıddık'ın önünde duruyordu. Dedim ki:
-Ya Halife-i Resulullah! Allahü teâlânın sana verdiği nimetlerden bana da ver!
Bana bir hurma verdi. "Artır" dedim. Bir hurma daha verdi. Dokuz hurmaya dek bana verdi. Ya Halife-i Resulullah, arttır dedim. Buyurdu ki:
-Ya Enes! Eğer gece Resulullah efendimiz fazla verse idi, ben de fazla verirdim!..
.İslamiyet’in namus perdesini yırtanlar!
2016-06-11 02:00:00
Ramazan-ı şerif ayı, İslam dininin namusudur. Âşikâre oruç yiyen, bu aya hürmet etmemiş olur. Bu aya hürmet etmeyen, İslamiyet’in namus perdesini yırtmış olur.
Bir Müslümanın Ramazan-ı şerifte, özürsüz oruç tutmaması büyük günahtır. Hadis-i şerifte, (Özürsüz, ramazanda bir gün oruç tutmayan, bunun yerine bütün yıl boyu oruç tutsa, ramazandaki o bir günkü sevaba kavuşamaz) buyuruldu. (Tirmizi) [Ama orucu kazaya bırakmayı mubah kılan dînî bir mazeret varsa, o zaman ramazan orucunu kazaya bırakmak günah olmaz.]
Bu aya saygısızlık edenin, günah işleyenin bütün senesi, günah işlemekle geçer. Bu ayda açıktan oruç yiyen, bu aya hürmet etmemiş olur. Namaz kılmayanın da, oruç tutması ve haramlardan kaçınması gerekir. Bunların orucu kabul olur ve imanları olduğu anlaşılır.
Mübarek günlerde, günahlardan titizlikle uzak durmalı, taatları, ibadetleri ve her çeşit hayratı artırmalıdır. Zira Allahü teâlâ, tarafından sevilen kimse, faziletli vakitlerde faziletli amellerle meşgul olur...
Din büyükleri buyuruyor ki:
Ramazan-ı şerif ayı, İslam dininin namusudur. Âşikâre oruç yiyen, bu aya hürmet etmemiş olur. Bu aya hürmet etmeyen, İslamiyet’in namus perdesini yırtmış olur. Bu aya hürmet gösteren bir gayr-i müslimin kavuştuğu nimetleri ibretle okuyalım...
***
Böyle bir ramazan günü idi. Müslüman mahallesinde oturmakta olan gayrimüslim bir kimsenin küçük yaştaki çocuğu, oruçlu Müslümanların arasında ekmek yiyordu. Hemen babası, çocuğun bu halini fark etti ve; "Evladım, Müslümanlar bu ayda oruç tutarlar, onların gözü önünde bir şey yeme" diyerek çocuğu azarladı ve eve gönderdi...
Aradan yıllar geçti ve her fâninin başına gelen ölüm, bir gün onu da alıp götürdü bu dünyadan... Ölümünden sonra mübarek zatlardan birçoğu, o kimseyi rüyalarında Cennet-i âlâda görüp, şaşkınlık içinde sordular:
"Sen ateşe tapan bir kimseydin, nasıl oldu da bu nimete kavuştun!"
Cennet nimetleri içinde olan zat, onlara şu cevabı verdi:
"Evet, doğru söylüyorsunuz. Ben Müslüman değildim. Fakat bir gün oğlum, oruç tutan Müslümanların gözü önünde ekmek yiyordu. Ben çocuğumun, ortalıkta bir şeyler yemesine müsaade etmedim. Müslümanların hürmet ettiği bir şeye, ben de hürmet ettiğim için Cenab-ı Allah, benim ruhumu mümin olarak aldı... Ölüm anında Azrail aleyhisselam geldiği zaman, Allahü teâlâ ona emretti. Evvela bana Kelime-i şehâdeti öğretti ve söyletti, ondan sonra ruhumu aldı. O sebepten ben, işte bu gördüğünüz nimetlere kavuştum..."
."Rûme kuyusunu kim alır?.."
2016-06-17 02:00:00
O günlerde susuzluk baş göstermişti. Eshab-ı kiram çok sıkıntı çekiyordu... Medîne-i münevverede bir Yahûdî'nin, suyu gayet tatlı olan kuyusu vardı.
Bugün, Hazret-i Osman'ın şehit edildiği gündür. (656)
Hazret-i Osman (radıyallahü teâlâ anh), Peygamber efendimizin "sallallahü aleyhi ve sellem" damadıdır. Cennet ile müjdelenen on kişinin ve halifelerin üçüncüsüdür. Hilmi ve hayâsı pek fazla idi. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Ümmetimin en merhametlisi Ebu Bekir, dinde en sağlam olanı Ömer, en hayâlısı Osman, en iyi hüküm vereni ise Ali’dir.)
Resulullah efendimizin iki kızıyla evlenmek şerefine kavuştuğu için Hazret-i Osman’a "Zinnureyn" yani "iki nur sahibi" denir... Rukayye validemiz vefat edince, Hazret-i Osman, Peygamber efendimizin diğer kızı Ümmü Gülsüm validemizle evlenmişti. Fakat o da vefat edince, Peygamber efendimiz, Hazret-i Osman’ın büyüklüğünü anlatmak için, (İki kızımı onunla evlendirdim. Bir kızım daha olsa, onu da Osman’a verirdim) buyurdu...
Bir gün Hazret-i Osman’a, "Siz bu makama nasıl eriştiniz?" diye sorulunca şöyle cevap verdi:
-Rabbim, gizli açık her şeyimi biliyor. Ben de, Kur’an-ı kerimi sağıma, Resulullah’ın sünnetini soluma aldım, yani hükümlerine uydum. Ne dereceye ulaşmışsam, bunlar sayesinde oldu...
***
Hazret-i Osman bütün malını-mülkünü Resulullah için feda etti. Mesela, Tebük gazvesinde kendi ticaret malından üç bin deve, 70 at, onbin altın getirdi... Resulullah efendimiz, "Mescidimizi genişletene, Cennette daha iyisi vardır, Cennet onun içindir" buyurunca, etrafındaki altı arsayı satın alıp mescide ekledi...
O günlerde susuzluk baş göstermişti. Eshab-ı kiram sıkıntı çekiyordu... Medîne-i münevverede bir Yahûdî'nin, suyu gayet tatlı olan kuyusu vardı. Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
-Rûme kuyusunu kim alır, kendi kovasını Müslümânların kovası ile berâber tutarsa, Cennetteki kovası bundan hayırlı olur...
Hazret-i Osmân hemen gidip, kuyu için Yahûdî ile pazarlık etti. Adam, kuyunun tamâmını satmaktan kaçındı. Hazret-i Osmân da, yarısını aldı. Nöbet ile, bir gün onun bir gün Yahûdî'nin olacaktı...
Hazret-i Osmân nöbetini sebîl ve sadaka etti. Yahûdî ücretle satardı. Müslümânlar da hazret-i Osmân'ın nöbeti geldiğinde, iki günlük su alırlardı. Yahûdî'nin nöbetinde kuyuya uğramazlardı. Yahûdî'nin pazarı kesata uğrayınca, diğer yarısını da satmak zorunda kaldı. Hazret-i Osmân da zaten böyle bir haber bekliyordu, hemen kabul etti. Yarı hissesini Yahûdî'den oniki bin dirheme almıştı. Diğer yarısını da sekiz bin dirheme aldı. Tamâmını sebîl etti...
Şu uzun ramazan günlerinde suyun kıymetini daha iyi anlıyoruz değil mi? Allahü teala şefaatine nail eylesin.
."Kısmetinde olan kaşığında çıkar..."
2016-06-18 02:00:00
Cömertliği ile meşhur olan Fatih Sultan Mehmet Han'ın Sadrazamı Mahmut Paşa'nın verdiği iftarlar çok farklı idi... Onun iftarında nohutlu pilavın yeri başkaydı! Çünkü!..
Mübarek günlerdeyiz, fırsatları iyi değerlendirelim. Bu ayda iftar vermek çok sevaptır. Çevremizdeki fakir ve yetimleri, Öğrenci Yurtlarında kalan ve geleceğin teminatı olan gençlerimizi unutmayalım...
Yolda karşılaştığımız oruçluya, bir hurma veya bir zeytin verilse de iftar verme sevabına kavuşulur. Peygamber efendimiz;
"Bir kimse, bu ayda bir oruçluya iftar verirse günahları affolur. O oruçlunun sevabı kadar ona sevab verilir" buyurunca, Eshab-ı kiramdan bazıları, bir oruçluyu iftar ettirecek kadar zengin olmadıklarını söylediler. Onlara cevaben;
"Bir hurmayla iftar verene de, yalnız suyla oruç açtırana da, biraz süt ikram edene de bu sevab verilir" buyurdu...
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
"Mübarek ramazan ayı, çok şereflidir. Bu ayda yapılan, nafile namaz, zikir, sadaka ve bütün nafile ibadetlere verilen sevap, başka aylarda yapılan farzlar gibidir. Bu ayda yapılan bir farz, başka aylarda yapılan yetmiş farz gibidir. Bu ayda bir oruçluya iftar verenin günahları affolur. Cehennemden azat olur. O oruçlunun sevabı kadar, ayrıca buna da sevap verilir. O oruçlunun sevabı hiç azalmaz..."
Yemek yedirmek çok sevabdır. Hele oruçluya yedirmek daha çok sevaptır. Oruç tutanın sevabı kadar sevab alır, oruçlunun sevabından eksilme olmaz... Her zaman misafir gelmesini arzu etmelidir. Peygamber efendimiz;
(Misafir istemeyende hayır yoktur) buyurdu.
Misafire yedirmekle, sadaka vermekle, insanın eli daralmaz. Cimrilik çok kötüdür. Misafir kabul edip cimrilikten kurtulmaya çalışmalıdır! Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Amellerin en faziletlisi, bir müminin ayıbını örtmek, karnını doyurmak ve bir ihtiyacını karşılamak suretiyle onu sevindirmektir.)
***
Osmanlı döneminde zengin köşk veya konaklarda iftara davet edilen misafirlerin yanında fakir halk için de sofralar hazırlanırdı. Kapıdan kim gelirse geri çevrilmezdi. İftarın verildiği köşk veya konak ziyafet evi halini alırdı. Misafirler iftarını yapıp teravihe gitmek üzereyken hane sahibi tarafından; kehribar tesbihler, oltu taşlı ağızlıklar, gümüş yüzükler diş kirası olarak hediye edilirdi...
Cömertliği ve hayırseverliğiyle meşhur olan Fatih Sultan Mehmet Han'ın Sadrazamı Mahmut Paşa'nın verdiği iftarlar daha farklı idi... Mahmut Paşa'nın konağında iftar yapanlar, diş kirasına ilâveten her akşam, mutlaka ikram edilen nohutlu pilavın gelmesini dört gözle beklerlerdi. Çünkü Paşa, pilavlar pişirilirken, kazanlara nohut biçimi verilmiş altınlar da attırırdı. İşte bu durum, "Kısmetinde olan, kaşığında çıkar" sözünü darb-ı mesel hâline getirmişti...
.Resulullah Efendimizin bir rüyası ve müjdesi...
2016-06-24 02:00:00
Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Rüyamda ümmetimden birini gördüm, susuzluktan dili çıkmıştı. Tuttuğu ramazan orucu gelip, susuzluğunu giderdi..."
Bu ayı, ahireti kazanmak için fırsat bilmeli, elden geldiği kadar ibadet etmelidir. Allahü teâlânın razı olduğu işleri yapmalıdır... Din büyükleri buyuruyor ki: "Cuma günü ve gecesi, Ramazan-ı şerifin otuz gün ve gecesi hiç kimseye azap yoktur. Ramazan-ı şerif kirli elbisenin makineye girip temiz çıkması gibidir. Birinci günü başlıyor, otuzuncu günü tertemiz olarak insan öbür taraftan çıkıyor..."
Kışın kısa günlerde oruç tutulması daha kolay, yazın şu uzun günlerinde, sıcakta tutmaksa çok zordur. Elbette, zorluklar içinde yapılan ibadetin sevabı daha çoktur. Bu ayda özürsüz oruç tutmamak büyük günahtır. Hadis-i şerifte;
(Özürsüz, ramazanda bir gün oruç tutmayan, bunun yerine bütün yıl boyu oruç tutsa, ramazandaki o bir günkü sevaba kavuşamaz) buyuruldu.
Ehl-i sünnet âlimleri, Ramazan-ı şerifte şöyle dua ederlerdi:
"Ya Rabbi! Tuttuğumuz oruçları kabul eyle! Sen bizi ramazan-ı şerifin şefaatine nail eyle! Ramazan-ı şerifte affettiğin, magfiret ettiğin kullarına bizi de dahil eyle! Âmin..."
***
Bir gün, Peygamber efendimiz Eshabına buyurdu ki:
"Rüyamda acayip şeyler gördüm. Ümmetimden birini azap melekleri yakalamıştı. Aldığı abdestler gelip, onu içindeki zor durumdan kurtardı... Birini gördüm, kabri onu sıkıyordu. Kıldığı namazlar gelip, onu kabir azabından kurtardı... Birine şeytanlar musallat olmuştu. Ettiği zikirler gelip, şeytandan onu kurtardı... Birinin de susuzluktan dili çıkmıştı. Tuttuğu ramazan orucu gelip, susuzluğunu giderdi...
Birini zulmet sarmıştı. Yaptığı hac gelip karanlıktan çıkardı... Birine ölüm meleği gelmişti. Ana babasına yaptığı iyilikler gelip, ölümüne engel oldu, geciktirdi. Birini Müslümanlarla konuşturmuyorlardı. Sıla-i rahim gelip, ona şefaat etti, onlarla konuştu. Peygamberinin yanına gitmek isteyen birine engel oluyorlardı. Aldığı gusül, onu alıp yanıma getirdi... Ateşten korunmak isteyen birisine, sadakası gelip ateşe perde oldu... Birini zebaniler alıp Cehenneme götürürken, yaptığı emr-i maruf ve nehy-i münker gelip kurtardı... Biri Cehennem ateşine atılmıştı. Allah korkusu ile döktüğü gözyaşları gelip oradan kurtardı...
Birine amel defteri solundan verilirken, Allah korkusu gelip, defterini sağa aldı... Sevapları hafif gelen birine, kendinden önce ölen çocukları gelip, sevabını ağırlaştırdı... Cehennemin kenarında, korkudan titreyen birine, Allahü teâlâya olan hüsnü zannı gelince, titremesi durdu... Sırattan zorla geçen biri, Cennete geldi. Fakat kapılar kapalıydı. Kelime-i şehadeti gelip, onu Cennete koydu..."
.Medine halkından gelen dilekçe!..
2016-06-25 02:00:00
Sultan Abdülmecid Han, hastalanmıştı. Yalnız, mühim şeyler okunup irade-i şahane alınıyordu. Sıradaki bir yazı için, "Medine halkının bir dilekçesi okunacak" denildi...
Bugün, Osmanlı sultanlarının otuz birincisi ve İslam halifelerinin doksan altıncısı olan Abdülmecid Han'ın vefat yıl dönümüdür. (25 Haziran 1861).
Abdülmecid Han, Sultan İkinci Mahmud Han'ın oğludur... Tahta çıkışının ilk senelerini iç ve dış olaylar ile uğraşmakla geçiren Sultan Abdülmecid, böylece devleti kısmen huzura kavuşturdu. Islahat işleri ve iç meseleler ile uğraşmak imkânını buldu. 1844 senesinde halka yakın olmak, beldeleri bizzat görmek için seyahatler yaptı...
1848’de Avusturya’da Macarlar, Rusya’da ise Lehler bağımsızlık için ayaklandılar. İsyanı Avusturya ve Rusya çok kanlı bir şekilde bastırdı. Bu durum, Fransız ve İngiliz kamuoyunda Rusya aleyhine büyük bir tepkinin çıkmasına sebep oldu. Macar ve Leh milliyetçilerinin liderleri Osmanlı topraklarına girerek hükümetten sığınma hakkı istediler. Sultan Abdülmecid Han, kendisine sığınan mültecileri, Rusya ve Avusturya’nın savaş tehditlerine rağmen geri vermedi. Sultan’ın bu hareketi Osmanlı Devletinin dünya kamuoyundaki itibarını artırdı...
Abdülmecid Han devrinde başarılı işlere imza atıldı. 1844’te Mecidiye (Galata) Köprüsü yapıldı. 1848’de Beşiktaş’la Ortaköy arasında Küçük Mecidiye Camiini, Ortaköy İskelesi yanında Büyük Mecidiye Camiini yaptırdı. 1851’de "Şirket-i Hayriyye" denilen Boğaziçi Vapurları işletilmeye başlandı...
İslam düşmanları, Osmanlı halifelerine çirkin iftiralar yaptıkları gibi, bu mübarek zata da, leke sürmeye çalışıyorlar. Memleketin her tarafında ve hele Mekke’de, Medine’de yaptırdığı, görülmemiş güzel sanat eserlerine, israf yaptı diyorlar. İçki içerdi diyorlar. Sultan İkinci Selim Han'a ve Yıldırım Bayezid'e de böyle iftiralar attılar. Hiçbir vesikaya dayanmayan bu sözlere saf Müslümanlar da inanıyor.
Eyüp Sabri Paşa'nın "Mirat-ül Haremeyn" kitabındaki şu ifadeler onu anlamamıza kâfidir herhâlde:
"Sultan Abdülmecid Han, Mustafa Reşit Paşa'nın İslamiyet’e aykırı bir yol tuttuğunu anlayınca, üzüntüsünden hastalandı. Yatakta oturamıyor, hep yatıyordu. Yalnız, mühim şeyler okunup irade-i şahane alınıyordu. Sıradaki bir yazı için, Medine halkının bir dilekçesi okunacak denildi. (Durun, okumayın, beni oturtun) buyurdu. Arkasına yastık konup, oturtuldu. (Onlar, Resulullah efendimizin komşularıdır. O mübarek insanların dilekçesini yatarak dinlemekten hayâ ederim. Ne istiyorlarsa, hemen yapınız! Fakat, okuyunuz da, kulaklarım bereketlensin!) buyurdu. Ertesi gün vefat etti..."
Sultan Abdülmecid Han'ın kabri, İstanbul-Fatih'te Yavuz Sultan Selim Camii bahçesindedir. Ruhu şâd olsun...
.Bin ay cihat eden zat!..
2016-07-01 02:00:00
Peygamber Efendimiz buyurdu ki: “Geçmiş zamanda Şemun adlı bir peygamber vardı. Allah rızâsı için bin ay devamlı cihat edip, silâhını omuzundan çıkarmadı.”
Hazreti Şemun (Şemsûn) aleyhisselam, İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerden olduğu rivâyet edilen mübârek zâttır... İsa aleyhisselamla Muhammed aleyhisselam arasında yaşamış olan Şemun aleyhisselam, İncil ehlindendi. İsa aleyhisselama indirilen, henüz bozulmamış İncîl-i şerîfe göre amel ederdi. Kavmiyse putlara tapardı. Şemun aleyhisselam, Allahü teâlâyı inkâr eden ve putlara tapan sapık kavimle cihâd (savaş) edip, onları îmâna çağırdı. Çok güçlü ve cesur bir zât olan Şemun aleyhisselamı düşmanları türlü hîlelerle şehit etmek istediler. Hangi bağla bağladılarsa, o bağı kırıp kurtuldu.
Yaşadıkları beldenin hâkimi, Hazreti Şemun’un hanımına haber gönderip,
-Eğer kocanı öldürmede bize yardımcı olursan, seni kendime alıp istediğin her şeye kavuştururum, dedi.
Kadın buna aldandı ve;
-Size nasıl yardımcı olurum? diye sordu. O da;
-Gece uyurken onu iyice bağla ve bize haber ver, dedi.
Kadın bu teklifi kabul etti. Bir gece Hazreti Şemun uyurken onun ellerini ve ayaklarını kendi saç telleriyle bağladı. Çünkü bir gün onun “Ben ancak kendi saçımın teliyle bağlanırsam onu kıramam” dediğini duymuştu.
Dediği gibi oldu ve kendi saç tellerinden kurtulamadı…
Kadın durumu şehrin hâkimine bildirdi… Askerleri gelip onu şehrin hâkiminin huzuruna götürdüler…
Hükümdâr onun, köşkünün önünde asılmasını emretti. Bunun üzerine Şemun aleyhisselam, Allahü teâlâya; “Yâ Rabbî! Dünyada yaşamayı, kâfirlerle senin yolunda cihâd etmek için isterim. Eğer bu isteğim kalpten ve samimiyse beni kurtar” diyerek dua etti. O anda bir melek gelip bağı çözdü.
Şem’un aleyhisselam kurtulunca, kendisine eziyet eden hükümdârı, adamlarını ve kendi hanımını cezâlandırdı. İnsanları hak yola dâvete devam etti. Ona inanmayanlarla tek başına cihâd (harp) etti. Çok ganîmet elde etti. Cihâd ederken susadığı zaman Allahü teâlâ onun için taştan gâyet lezzetli bir su akıtırdı. Bu su o içip kanıncaya kadar durmazdı. Kendisine büyük bir güç ve kuvvet verilmişti.
***
Peygamber Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki:
“Geçmiş zamanda Şemun (aleyhisselam) adlı bir peygamber vardı. Allahü teâlânın rızâsı için bin ay devamlı cihat edip, silâhını omuzundan çıkarmadı.”
Eshâb-ı kirâm; “Keşke bizim ömrümüz de uzun olsaydı da, biz de din uğrunda Allah için cihat etseydik” dediler. Bunun üzerine Kadir sûresi nâzil olup; “Size verilen Kadir Gecesi, bin aydan daha hayırlıdır (Bu gecenin sevâbı, bin ay cihat etmenin sevâbından çoktur)” buyuruldu.
Bu vesileyle Kadir Geceniz mübarek olsun efendim
..Sanki vücudumda bir diken ağacı var!"
2016-07-02 02:00:00
Hazreti Ömer (radıyallahü anh) ölüm anını anlatıyor: "Allaha yeminle söylerim, şu ân, iki omzumda sanki birer dağ var. Sanki vücudumda bir diken ağacı var..."
Ölüm gerçeğini idrak edemeyen, ölüm anında ve ölümden sonra başına gelecekleri bilmeyen kimse hayatın kıymetini de bilemez... Bir gün, Resûlullah efendimiz, Ensârdan birinin başı ucunda ölüm meleğini gördü. Ona hitâben dedi ki:
-Ey ölüm meleği! Dostuma iyi muamele et. Zira o bir mümindir. Ölüm meleği cevaben dedi ki:
-Yâ Resûlallah! Ben her mümine iyi muamele ederim. Ben insanoğlunun ruhunu alırım. Ruhunu aldığım şahsın âile efradından, yakınlarından birisi vâh edince derim ki: "Bu feryâd da ne? Allah'a yeminle söylerim ki, biz ona zulmetmedik. Ecelini geriye bırakmadığımız gibi öne de almadık. Onun ruhunu almakta bizim bir müdahalemiz yoktur. Sizler, ey bu ölünün yakınları! Eğer Allahın hükmüne rıza gösterirseniz, ecrini alırsınız. Yok, O'nun hükmüne razı olmaz, feryâd-ı figân ederseniz günaha girersiniz. Sizin bize bir kapınız, bir merdiveniniz yoktur. Fakat biz size mutlaka yine geleceğiz. Sakının, sakının... İster karada olsun, ister denizde, ister muhkem evlerde bulunsun, isterse çadırlarda. Hiçbir âile efrâdı yoktur ki, ben, her gün mutlaka onların yüzüne dikkatle bakmış olmayayım. Hatta öyle ki, onların küçüklerini de büyüklerini de tanırım. Yâ Resûlallah! Ben şânı yüce olan Allahın emri olmadan bir sivrisineğin canını bile kabzedemem!.."
***
Abdullah ibni Ömer (radıyallahü anhümâ) hazretleri anlatır:
-Babam Hazreti Ömer, sık sık "Ölmek üzere olan, fakat aklı başında bulunan birisi, yanındakilere ölümü niçin anlatmaz, şaşarım!.." derdi... Nihâyet her fani gibi babamın da ölüm anı geldi. Kendisine o sözünü hatırlattım.
- Ey oğulcuğum! Ölüm, anlatılmayacak kadar büyük. Bununla beraber sana ondan bir nebze bahsedeyim. Allah'a yeminle söylerim, şu ân, iki omzumda sanki birer dağ var. Sanki ruhum iğnenin deliğinden çıkarılıyor. Sanki vücudumda bir diken ağacı var. Sanki gökler çökmüş de ben, yerle bu ikisi arasında sıkışmışım... Daha sonra şöyle buyurdu:
-Ey oğulcuğum! Benim hayatım üç devreye ayrılır. Önceleri ben, Muhammed aleyhisselamı öldürmek isteyenlerin en önde gelenlerinden idim. Eğer bu sıralarda ölmüş olsaydım, hâlim nice olurdu? Sonra, şânı yüce olan Allah beni İslâmiyetle şereflendirdi; bana doğru ve hak yolu gösterdi. Hayatımın bu devresinde, Resûlullah benim için insanlarını en sevimlisi oldu. Aynı zamanda, Allah Resûlü bana iltifâtlarda bulundu. Keşke bu devrede ölseydim. Resûlullahın vefâtından sonra, dünya işleriyle meşgul olduk. Bu devre, benim hayatımın üçüncü devresidir. Bilmiyorum, şânı yüce olan Allahın katında hâlim nice olur?..
.Davud aleyhisselamı hayrete düşüren haber!
2016-07-08 02:00:00
İki kişi, Davud aleyhisselama gelip, birbirini şikâyet ettiler. Ancak, Hazret-i Azrail'in gelip bunlar hakkında söyledikleri Hazreti Davud'u hayrete düşürdü!
Yaz aylarındayız. Yani tatil mevsimindeyiz... Arabasına atlayan veya otobüse binen, ya sahillere koşuyor ya da yayla evlerine. Tatil beldeleri tıklım tıklım dolu... Tamam, dinlenelim de, Sıla-i rahim, yani akraba, dost ziyaretlerini de ihmal etmeyelim. Unutmayalım ki, salih akraba ziyaretlerinin dünya ve ahiret için nice faydaları vardır... Allahü teâlâ Kur'an-ı kerimde mealen buyuruyor ki:
"Ey insanoğlu, malın ile akraba ve yakınlarını ziyâret et. Eğer malında cimrilik yaparak onlara bir şey götürmezsen, yahut onlara verecek kadar bir şeyin olmazsa, o takdirde hiç değilse ayaklarınla yürüyerek onlara ziyarette bulun."
Resûlullah efendimiz de buyurdu ki:
"Sadece bir selâm ile de olsa, sıla-i rahim yapınız. Akrabanızı, yakınlarınızı ziyâret ediniz."
Akraba, dost ziyaretleri, insanın ömrünün uzamasına sebep olur. Nice insanların, üç günlük ömürleri akraba ziyareti sebebiyle 20-30 yıl uzamıştır.
Peygamber efendimiz buyurdu ki:
(Rızkının bol, ömrünün uzun olmasını isteyen, sıla-i rahim etsin!)
***
İki kişi, Davud aleyhisselama gelip, birbirini şikâyet ettiler. Hazret-i Azrail gelip;
-Bu iki kişiden birinin eceline bir hafta kaldı. İkincisinin ömrü de, bir hafta önce bitmişti; ama ölmedi, dedi. Hazret-i Davud, hayret edip sebebini sorunca cevaben dedi ki:
-İkincisinin bir akrabası vardı. Buna dargın idi. Bu gidip onun gönlünü aldı. Bunun için Allahü teâlâ, bunun ömrünü 20 yıl uzattı...
Üç şeyde, Müslüman da, Müslüman olmayan da birdir: Birisine bir taahhütte bulunduysan, söz vermiş isen, bu taahhüdüne sâdık kal, onu yerine getir... Seninle arasında akrabalık bulunan kişilere ziyarette bulun. Onlarla yakınlık bağlarını koparma... Sana güvenip emânet edene hıyânet etme. Emâneti yerine getir.
Sıla-i rahim Arş'ta asılıdır. Gece gündüz oradan şöyle seslenir:
"Yâ Rabbî, senin rızân için sıla-i rahim yapanları kendine yakın et. Sıla-i rahimi terk edenleri kendinden uzaklaştır."
Hasan-ı Basrî hazretleri anlatır: "İnsanlar, ilmi öğrenip fakat amel etmedikleri, birbirlerini sadece lâfta sevip, fakat içlerinden düşmanlık besledikleri ve sıla-i rahimi terk ettikleri zaman, Allahın lâneti onların üzerine olur. Allah onların kulaklarını sağır, gözlerini kör eder...
Hiç olmazsa birkaç senede bir, yıllık izinlerimizde memleketimize uğrayıp, akrabalarımızın, baba dostlarının gönlünü alalım... İnanın hiçbir şey kaybetmediğimiz gibi; çok şey kazanırız..
."Helal kazanarak fakirlikten korun!"
2016-07-09 02:00:00
Lokman Hakîm buyurdu ki: "Ey oğul! Helal kazanarak fakirlikten korun! Ben nice ağır yükler taşıdım. Kötü komşudan ağırını görmedim. Nice acılar tattım, fakat fakirlik gibi acı tatmadım.
Hazreti Lokman'ın ismi Kur'ân-ı kerîmde geçmektedir. Peygamber veya velîdir. Bu mübarek zat, Davud aleyhisselam zamanında, Arabistan'ın Umman tarafında yaşadı. Hazret-i Davud'la görüşüp ondan ilim öğrendi. Davud aleyhisselama peygamberliği bildirilmeden önce, müftî idi. Peygamberliği bildirildikten sonra fetvâ vermeyi bıraktı. Davud aleyhisselama ümmet oldu. Kendisine hikmet verildi...
Lokman Hakîm tabiplerin pîridir. Hikmetli sözleri ve oğluna verdiği nasîhatler meşhurdur. Buyurdu ki:
"Ey oğul! Hep üzüntülü olma, kalbini dertli kılma. İnsanların elinde olana tamah etmekten sakın. Kazâya râzı ol ve Allahü teâlânın sana verdiği rızka kanâat et."
"Ey oğul! Tövbeyi yarına bırakma, çünkü ölüm ansızın gelip yakalar."
"Ey oğul! Helâl lokma ye ve işlerinde âlimlere danış, işlerini nasıl yapacağını onlara sor."
"Ey oğul! Sakın kimseyi küçük görüp hakâret etme. Çünkü onun da senin de Rabbimiz birdir."
"Ey oğul! Helal kazanarak fakirlikten korun! Ben nice ağır yükler taşıdım. Kötü komşudan ağırını görmedim. Nice acılar tattım, fakat fakirlik gibi acı tatmadım. Yoksul düşen kimse üç musibetle karşılaşır:
Din zayıflığı: Çünkü fakirlik, insanı kötülüğe sürükler. Akıl zayıflığı: Çünkü ihtiyaç düşüncesi insanı şaşırtır. Mürüvvet ve insanlığı kaybolur: Bunlardan daha büyüğü de insanların maskarası olur..."
"Ey oğulcuğum! Üç şey vardır ki ancak üç şeyle bilinir: Kişinin yumuşak huylu olup olmadığı, ancak öfkelendiği zaman belli olur. Cesur insan ancak savaşta, tehlike anında belli olur. İyi arkadaş da, ancak ihtiyaç anında belli olur."
"Ey oğul! Dünya derin deniz gibidir. Çok insanlar onda boğulmuştur. Takva gemin, iman yükün, tevekkül hâlin, sâlih amel azığın olsun. Kurtulursan Allahü teâlânın rahmetiyle, boğulursan günahın sebebiyledir."
***
Hazret-i Lokman birisine şöyle nasîhatte bulundu:
"Yalandan çok sakın! Çünkü dini bozar ve insanlar yanında itibarı azaltır. Bununla hayânı, değerini ve makamını kaybedersin. Yalan söyleyen kimsenin nuru gider, kötü huylu olan kimsenin gam ve kederi çoğalır. Anlayışsız kimseye bir mesele anlatmak, bir kayayı yerinden ayırmaktan daha zordur."
Hazret-i Lokman Hakîm şöyle dua ederdi:
"Ya Rabbi, arkadaşlarımı gafillerden, seni unutmuş kimselerden yapma! Çünkü onlar, seni andığım zaman, bana bu hususta yardımcı olmazlar. Gaflette olduğum zaman, bana seni hatırlatmazlar. Senin emir ve yasaklarına uymayı, iyi işleri emrettiğim zaman bana itaat etmezler. Sustuğum zaman beni üzerler."
.En zor iş, din kitabı yazmaktır!
2016-07-15 02:00:00
"En zor iş insanlara İslâm'ı anlatmaktır. İyi bilmeden bir meseleyi söylerse, her kelimesinden mesul olur. Dediği doğru olsa içinde ufak bir menfaat yatıyorsa, her dediği zehirdir!.."
İslâm büyüklerinin vecîz sözleri pek çoktur. Bugün onlardan bir demet sunmak istiyoruz sizlere...
* Bir din büyüğü, talebesine yaptığı nasihatte buyurdu ki: Şu üç şeye dikkat et: 1- Paraya, mala, mülke gönül bağlama. 2- Öyle hayat sür ki, kimse senin yüzünden cehenneme girmesin. Kimse senin davranışına bakıp da Ehl-i sünnetten çıkıp dine hizmetten soğumasın. 3- Yanına kim üzülerek gelirse o kimse yanından neşe ile gülerek çıksın. Onu ferahlandır.
* Her Müslümanın gâyesi, "bir insanı daha, ateşten nasıl kurtarabilirim" olmalıdır.
* Din büyüklerini üzmekten, kedinin arslandan korkması gibi korkmalıdır. Bu korku nimettir. Eğer olmazsa felâkettir. Eğer biz onlara sahip çıkmazsak, yani onların sözlerine, yazılarına göre hareket etmezsek, onlar da yarın âhirette bize şefaat etmezler...
* Çok ibâdet yapsan da tövbe et. İnsan ibâdet yaparken de günâh işleyebilir. İbâdetini beğenmek günâhtır.
* Müslümanın, Müslüman kardeşine "Benim dediğim doğru, sen peki diyeceksin" demesi çok ayıp ve çirkindir. Kibirli olduğunu gösterir. Marifet zorla değil, isteğiyle peki, dedirtmektir.
* Şu beş şeyin kıymetini bilmelidir: Doğru îmân, Ehl-i sünnet olmak, evliyâyı tanımak, dine hizmet, saliha bir hanım.
* İslâmiyete uymayan bir kişinin yazdığı din kitabı zehirdir, çok zararlıdır. Bunun için rastgele din kitabı okuyanın îmânı bozulur. Bundan haberi bile olmaz.
* Eskiden, bir mümin, Allah dostu bir zatın, dünyanın öte ucunda olduğunu işitse bütün varını satıp yol parası yapıp ondan ilim ve feyiz alması için huzuruna giderdi. Allah adamlarına o kadar değer verirlerdi. Şimdi de o büyüklerin kitaplarına çok kıymet vermelidir.
* Mümine sert bakmak da kul hakkına girer. Ayrıca gıybet, kalp kırmak ve su-i zan da, kul hakkıdır. Bundan kurtulmanın tek yolu, hak sahibinden helâllik dilemektir. Haklı olsak bile yine de gidip "Sen haklısın, arkadaş beni affet" demeliyiz.
* Mühim olan kalbin temizliğidir. Kafayı çok bilgi ile işgal etmek değildir. Bir Allah adamının bir tek kelâmı ile bir insan hidayete erer. Lakin bir cahil ve habisin sözü ile felâkete düşer. Kalbin nurlanmasının nişanı icraattır.
* En zor iş din kitabı yazmaktır. Veyahut insanlara İslâm'ı anlatmaktır. İyi bilmeden bir meseleyi söylerse, her kelimesinden mesul olur. Dediği doğru olsa içinde ufak bir menfaat yatıyorsa, her dediği zehirdir. Yine her söylediği doğru ve hak da olsa, biraz gururlanarak söylerse dinleyenlere hiç faydası olmaz.
* Şu üç kimsenin hakkına riâyet etmeli, gevşeklik göstermemelidir: Anne-baba. Üstad. İşveren...
."Ben hayatta iken kimseye söyleme!"
2016-07-16 02:00:00
Bir seveni anlatıyor: "Abdülhakîm Arvasî hazretleri ile Eyüp Câmi-i şerîfinde öğle namazını kıldık. Sonra, hazret-i Hâlid'in türbesine girdik. Başka kimse yoktu..."
Kerâmet lügatte; hârika, yaratılışın ve imkânların üstünde olup, insanda hayranlık uyandıran şey mânâsına gelmektedir. Kerâmetin ıstılah mânâsı ise; Allahü teâlânın sevgili kullarında meydana gelen âdet dışı, alışılanın üstünde görülen, hârikulâde, tabiatüstü hâl demektir. Doğru bir itikâda, inanca sahip olan ve her işinde İslâmiyete uyan kimselere Allahü teâlânın âdeti dışında, yani fizik, kimya ile biyoloji kanunları dışında ikram ve ihsân ettiği şeylere "kerâmet" denir.
Evliyânın kerâmet göstermesi lâzım değildir. Bunlar zaten kerâmet göstermek istemez. Allahü teâlâdan utanırlar. Hatta çokları kendisinden hasıl olan, kerâmetten haberi bile olmaz.
Evliyânın kerâmetine inanmak lâzımdır. Evliyânın kerâmetine inanmayan Ehl-i sünnetten, hak yoldan ayrılır. Evliyânın kerâmeti olduğu âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler ile bildirilmiştir.
Gaybı sadece Allahü teâlâ bilir. Evliyânın bu şekilde gaybı bildiğine inanmak küfür olur. Ancak, evliyâlar Allahü teâlânın bildirmesiyle gaybdan haber verebilirler...
***
Evliyânın büyüklerinden Abdülhakîm Arvasî hazretlerinin uzun yıllar hizmetinde bulunan Kayserili pamuk tüccarı Abdülkâdir Bey vardı. Bu zat bizzat yaşadığı hadiseyi şöyle anlatmıştır:
Bir yaz günü idi. Abdülhakîm Arvasî hazretleri ile Eyüp Câmi-i şerîfinde öğle namazını kıldık. Sonra, hazret-i Hâlid bin Zeyd'in (radıyallahü anh) türbesine girdik. Başka kimse yoktu. Sandukanın ayak ucunda, yan yana diz üstüne oturduk.
-Yanıma sokul, gözlerini kapa! dedi. Gözlerimi kapayınca, hazret-i Hâlid'i ayakta duruyor gördüm. Yanımıza geldi. Uzun boylu, iri yapılı, seyrek sakallı idi. Elini öptüm. İkisi yavaş sesle konuştular. Ben işitmiyordum. Edeple seyrediyordum. Sonra "Gözünü aç!" dedi. Açtım. İkimizi sanduka yanında oturuyoruz gördüm...
Sokağa çıktık. İkindi okunuyordu. "Ne gördün?" dedi. Anlattım. "Ben hayatta iken kimseye söyleme!" dedi...
***
Büyük İslâm âlimi Hüseyin Hilmi Işık Efendi de buyurdu ki:
Hocam Abdülhakîm Arvasî hazretleri ben Ankara'dayken İstanbul’dan mektup yazardı bana. Bir mektubunda; "Bir gün gelecek, din bilgileri Hilmi’den sorulacak" diye yazmış. Ben bunu okuyunca, içimden; “Allah Allah! Efendi hazretleri bana şaka mı yapıyor acaba? Din bilgisi neredeee, ben nerede?” dedim. Ama dediği çıktı. Şimdi hakikaten soruyorlar. Hem de bütün dünyadan sualler geliyor. Efendi hazretlerinin kerâmeti bunlar işte..."
Allahü teala şefaatlerine nâil eylesin...
.Allah’a giden yolu kesenler!..
2016-07-22 02:00:00
Din büyükleri buyuruyor ki: "Kötü din adamları, din, iman hırsızlarıdır, Allah’a giden yolu kesen, Rabbine kavuşmak isteyen insanların önlerini kesen eşkıyalardır."
Dinimiz ilme ve âlime büyük önem verir. Bize ilmi bildiren âlimlerdir. Hadis-i şerifte, (Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir) buyuruldu. (Tirmizi)
Ancak, bir de İslam âlimi sanılan ve dinimizi içten yıkmaya çalışan hainler vardır. Bunların ihanetlerini her yerde açık açık söylemelidir. Çünkü, kötülerin kötülüğünü açıklamak, Müslümanları onların zararından korumaya çalışmak farzdır. Daha doğrusu bütün insanları bunların zararından korumaya çalışmalıdır. Çünkü, İslamiyet’i doğru duymak, doğru öğrenmek insanların hakkıdır. İslamiyet’i yanlış anlatan, nakledildiği gibi değil, çürük aklına, bozuk ilmine, iğrenç nefsine ve dünya menfaatlerine göre anlatan kötü din adamları, insanların en kötüsüdür. Kur'an-ı kerimde, Cuma suresi 5. âyetinde, kötü din adamları, kitap yüklü merkebe, Araf suresi 176. âyetinde ise, dilini sarkıtıp soluyan köpeğe benzetilmiştir. Hadis-i şerifte buyuruluyor ki:
(Bid'atler yayıldığı, sonra gelenler, öncekilere lanet ettiği zaman, doğruyu bilenler herkese bildirsin! Doğruyu bilip de gücü yettiği halde, doğruyu bildirmeyen kimse, Allahü teâlânın Muhammed aleyhisselama indirdiği Kur'an-ı kerimi gizlemiş olur.) [İbni Asakir]
Kötü din adamları, din, iman hırsızlarıdır, Allah’a giden yolu kesen, Rabbine kavuşmak isteyen insanların önlerini kesen eşkıyalardır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Âlimlerin kötüsü, insanların en kötüsüdür.) [Bezzar]
İlmi, mala ve mevkiye alet etmek uygun değildir. Allahü teâlânın kıymet verdiği ve her şeyin en şereflisi olan ilmi, mal, mevki kapmaya ve başa geçmeye vesile edenlere, bu ilim zararlı olur. Allahü teâlânın kıymet verdiği ilmi, Onun sevmediği yolda harcamak, çok çirkindir.
İslam âlimleri buyuruyor ki: "Şu iki kişinin çıkardığı fitneyi, şeytan bile çıkaramaz: Dünyaya düşkün âlim ve ilimsiz sofu."
Büyüklerden biri, şeytanın boş durduğunu, insanları aldatmakla uğraşmadığını görünce, sebebini sorar. Şeytan, "Zamanın din adamı geçinen, kötü âlimleri, insanları yoldan çıkarmakta bana o kadar yardımcı oluyorlar ki, bu önemli işi yapmama gerek kalmıyor" demiştir. Doğrusu, zamanımızda İslamiyet’in emirlerini yapmaktaki gevşeklikler ve insanların dinden yüz çevirmesi, hep din adamı perdesi altında söylenen sözlerden, yazılardan ve bu adamların bozuk niyetlerinden dolayıdır.
Büyük İslam âlimi Hüseyin Hilmi Işık Efendi (kuddise sirrûh) buyurdu ki: "Şunu hiç unutmayın ki, İslâmiyeti yücelten, iyi din adamları olduğu gibi, İslâmiyete en büyük zararı veren de kötü din adamları olmuştur!"
.Ömrümde hiç puta secde etmiş değilim"
2016-07-23 02:00:00
Resûlullah Efendimiz (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) Eshâbı ile oturuyordu. Hazret-i Ebû Bekr dedi ki: "Yâ Resûlallah! Senin hakkın için ki, ömrümde hiç puta secde etmedim!"
Hazret-i Ebû Bekr'in “radıyallahü teâlâ anh” annesi Ümmül Hayr Hâtun'un doğan her oğlu vefât ederdi. Ebû Bekr doğunca kucağına alıp, hemen Beyt-i şerîfe getirdi. Orada dedi ki:
"Ey, Beyt-i harâmın Rabbi! Ey Makâm-ı Mültezemin sâhibi. Senden ricâ ederim ki, yeni doğmuş bu çocuğu bana bağışlayasın. Mamur edesin!"
Birdenbire makâmdan [Beyt-i şerîften] bir beyâz el çıkıp, Ebû Bekr'in eline yapıştı. Bir ses işitildi ki:
"Ey Allahın kulu olan kadın. Kucağındaki çocuk kurtulacak. Allahü teâlânın Resûlünün dostu olacak. Resûlullahtan “sallallahü aleyhi ve sellem” sonra halîfesi olacak..."
Ümmül Hayr, bunu işitip, şükür secdesine kapandı...
***
Kâdı Ebül Hasen, Ebû Hüreyre'den “radıyallahü teâlâ anh” şöyle rivâyet etmiştir:
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bir gün Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmaîn” ile oturmuşlardı. Konuşma esnâsında, Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki:
-Yâ Resûlallah! Senin hakkın için söylerim ki, ben ömrümde hiç saneme [puta] secde etmiş değilim.
Hazret-i Ömer;
-Niçin Resûlullah hakkına yemin edersin. Bu kadar câhiliye zamanımız geçti, dedi.
Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü anh” dedi ki:
-Babam Ebû Kuhâfe, bir gün beni alıp, puthâneye götürdü. "Bunlar senin ilâhındır, bunlara secde eyle" dedi. Beni oraya koyup, gitti. Ben ileri vardım. Puta, "karnım aç, bana yiyecek ver" dedim. Cevap vermedi. Su istedim. Cevap vermedi. "Elbisem yok, bana elbise ver" dedim. Cevap vermedi. Elime bir taş alıp, "bu taşı senin üzerine atarım, eğer ilâh isen mâni ol" dedim. Cevap vermedi. Taşı atıp, puta vurdum. Yüzükoyun düştü. Babam gelip, gördü. Bana dedi ki: "Ey oğul. Niçin böyle edersin?" Elimden tutup, eve götürdü. Anneme durumu anlattı. Annem dedi ki: "Bunu kendi hâline koyalım. Bunun hakkında, Allahü teâlâ tarafından bana hitap gelmişti. Eseri zuhûr edecektir..." Sonra ben anneme sordum: "Benim için sana gelen hitap ne idi?" Annem dedi ki: "Seni doğurmam yakın olduğu gece, ağrı tutup, ızdırâba düştüm. Gaipten bir ses geldi ki: 'Ey hâtun! Müjdeler olsun sana ki, senden bir vücut zuhûra gelecektir. Yerde adı Atîk ve semâda Sıddîk ve Hazret-i Muhammed'e “sallallahü aleyhi ve sellem” yâr ve refîk olacaktır' dedi."
Ebû Hüreyre hazretleri der ki: "Ebû Bekr sözünü tamamladı. Cebrâîl aleyhisselâm nâzil olup, Resûlullaha 'Ebû Bekr gerçek söyler' diye üç kerre tekrar etti." [Menâkıb-ı Çihâr Yâr-i Güzîn]
.Dertliyken yapılan dua makbuldür
2016-07-29 02:00:00
"Allah’a dua etmeni, Onu çağırmanı sağlayan dert, dünya saltanatından daha iyidir. Dertsiz dua soğuktur. Dertliyken yapılan dua ise gönülden kopup gelir, makbuldür..."
Dua, Allahü teâlâya yalvararak murâdını istemektir. Cenâb-ı Hak, duâ eden Müslümanı çok sever. Dua etmeyene gadâp eder. Dua müminin silâhıdır. Dua, gelmiş olan dertleri, belâları giderir. Gelmemiş olanların da gelmelerine mâni olur. Allahü teâlâ, (Bana hâlis kalp ile dua ediniz! Böyle duâları kabul ederim) buyurdu. Bunun için, duâ etmek, namaz, oruç gibi ibâdettir.
Duanın kabul edilmesi için en başta, harâm lokmadan sakınmalıdır! Uyanık kalble ve kabul edileceğine inanarak duâ etmelidir. Belâ gelmeden önce çok dua etmelidir. Duaya hamd ve salevâtla başlamalıdır. Sebeplere yapışmadan istemek kuru bir temennîdir. Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsı ile duâ edenin duâsı kabûl olur...
Günahkâr Müslümanın duası, kabule şayan değilse de, Cenab-ı Hak, dua edenin elini boş çevirmez...
Mevlana Celaleddin-i Rumî hazretleri Mesnevi’sinde buyuruyor ki:
Adamın birisi, her gece kalkıp namaz kılıyor, Allah’ı anıyor, Ona dua ediyor, yalvarıp yakarıyordu. Şeytan ona bir gün vesvese verir:
“Ey ahmak kişi, her gece, Allah demenin, Onu zikretmenin ne anlamı var ki? Sabaha kadar uykusuz kalıp yalvarıyorsun, bütün kapılar yüzüne kapalıdır. Sana 'Ne istiyorsun' diyen var mı? Şimdiye kadar bir kapı açıldı mı? Buyur eden oldu mu? İstenmeyen yere gidilir mi? Allah senin bu yalvarıp yakarmana önem verseydi dileklerini kabul ederdi, bir cevap verirdi. Boşa kürek çekiyorsun...”
Adam, bu düşüncesini doğru bulup gönlü kırıldı, başını yere koyup zikretmeden hüzün içinde uyudu. Rüyasında ona;
"Neden Allah’ı zikretmeden uyudun bugün?” dendi. O da;
“Yalvarıp çağırmalarıma bir cevap gelmiyor ki... Kapıdan kovulduğumu anladığım için artık o kapıyı çalmıyorum” dedi.
Kendisine şöyle denildi:
"Senin Allah demen, Onun kabul etmesi, buyur demesi sayesindedir. Senin yalvarışın, Allah'ın senin ruhuna duyurmasındandır. Senin gayretlerin, Allah'ın seni kendine yaklaştırmasındandır. Senin korkun, sevgin, ümidin, Allah’ın lütfu iledir. Senin her 'Ya Rabbi' demenin altında, Allah’ın 'Buyur kulum' demesi vardır. Gafilin, cahilin gönlü bu duadan uzaktır. Gafiller dua edemez. Çünkü, 'Ya Rabbi' demeye güç yetiremez. Onun ağzında da, dilinde de kilit vardır. Dert içinde iken de ağlayıp sızlayamaz. Allah ona dert, ağrı, sızı, gam, keder vermez. Verse de o 'doktor' der, 'Allah' diyemez. Artık anla ki, Allah’a dua etmeni, Onu çağırmanı sağlayan dert, dünya saltanatından daha iyidir. Dertsiz dua soğuktur. Dertliyken yapılan dua ise gönülden kopup gelir, makbuldür..."
Adam rüyadan uyanınca, sevinir ve yeniden dua etmeye başlar ve muradına kavuşur.
.Resûlullahın hükmüne râzı olmayan münâfık!
2016-07-30 02:00:00
Bir münâfık ile bir Yahûdi, bir hususta anlaşamadı. Yahûdi davayı hâlletmek için, Resûlullah Efendimize; münâfık da Yahûdilerin reîsi Ka’b bin Eşref'e gitmek istedi!
Rivâyet edilir ki, bir perşembe gecesi, Habîb-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem”, Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hakkında "Yâ Rabbî! Şu iki kişiden hangisi sana sevgili ise dîn-i islâmı onun ile azîz eyle. Ömer bin Hattâb veyâ [Kıyamete kadar "Ebû Cehil" olarak anılacak olan] Amr bin Hişâm" diye duâ etti. Duâsı kabul oldu ve Ömer bin Hattab, iman ederek "Hazreti Ömer" oldu...
Resûl-i ekrem efendimiz Hazret-i Ömer'den onüç yaş büyüktür. Vâlideleri Halîme'dir. Ebû Cehil'in kız kardeşidir ve Hîşam'ın kızıdır. Otuziki yaşında İslâma geldi. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” îmâna geldiğinde, meşhur rivâyet üzere müminler, ricâlden [erkeklerden] otuzdokuz kişiydiler. Onunla kırk oldular. O gün bu âyet-i kerîme nâzil oldu:
(Ey Peygamberim “aleyhisselâm”! Sana yardımcı olarak Allahü teâlâ ve müminlerden sana tâbi olanlar yetişir.) [Enfâl-64]
Resûl-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” Hazret-i Ömer'e, "Fârûk" lakabını vermişlerdi. Sebebi şu idi ki; "hakkı bâtıldan ayırdı." Dîn-i islâmı kabul etti. Din onlar ile kuvvet buldu...
"Fârûk" lakabı almasına bir başka sebep de şudur:
Bir münâfık ile bir Yahûdi, bir hususta anlaşamadı. Yahûdi davayı hâlletmek için, Sultân-ı Enbiyâ hazretlerinin meclis-i şerîflerine gelmek istedi. Münâfık da Yahûdilerin reîsi Ka’b bin Eşref'e gitmek istedi. Sonunda, Resûlullahın katına geldiler. Davâyı Yahûdi'ye hüküm buyurdular. Münâfık o hükme râzı olmayıp, Hazret-i Ömer'in huzuruna davâyı halletmesi için geldiler. Yahûdi, hadiseyi ve davayı Resûlullah efendimize arzettiklerini ve Resûlullahın kendisinin lehine hüküm eylediğini, münâfığın ise buna razı olmadığını anlattı. Hazret-i Ömer o münâfıktan, anlaşmazlığı sual buyurdular ki, bu Yahûdi'nin anlattığı gibi midir? Münâfık, "Evet, öyledir. Ama ben Peygamberin hükmüne râzı olmayıp, geldim ki, sen hüküm edesin" dedi. Hazret-i Ömer buyurdu ki: "Siz yerinizde durunuz. Gelip, sizin için hükmedeceğim!"
Varıp, evlerinden kılıncını alıp geldi ve münâfığın boynunu vurdu. Buyurdu ki: "Allahü teâlânın ve Resûlünün hükmüne râzı olmayan kimseye ben böyle hükmeylerim!"
O vakit, Cebrâîl (aleyhissalâtü vesselâm) âyet ile gelip, Hazret-i Ömer'e "hak ile bâtıl arasını ayırt etti" demek olan "Fârûk" lakabı verildi.
Âyet-i kerîme meâlen şöyledir: (Şu kimseleri görmez misin, sana ve senden öncekilere indirilen kitaplara inandıklarını zannederler. Muhâkeme olunmak için tâgûta [Ka’b bin Eşref'e] gitmek isterler...) [Nisâ-59]
.Sen yeter ki samimi ol!..
2016-08-05 02:00:00
Bir kimse samimi bir şekilde, cenâb-ı Hakkın râzı olduğu yolda olmak isteyince, buna Allahü teâlâ, mutlaka râzı olduğu yolu göstereceğini vadetmektedir.
Bugün yeryüzündeki Müslümanlar değişik değişik yollar tutmuşlar, herkes benim düşündüğüm, benim fikrim doğru diyor. Bu kadar yanlış içinde, cenâb-ı Hakkın istediği, râzı olduğu, doğru yolu bulmak gerçekten zor. Ancak, bir kimse samimi bir şekilde, cenâb-ı Hakkın râzı olduğu yolda olmak isteyince, buna Allahü teâlâ, mutlaka râzı olduğu yolu göstereceğini vadetmektedir.
Büyük İslam âlimi Hüseyin Hilmi Işık Efendi (kuddise sirrûh), cenâb-ı Hakkın râzı olduğu yolu nasıl bulduğunu şöyle anlatır:
"Bizim çocukluğumuzda, orta ve liselerden Kur'ân-ı kerîm ve din dersleri kaldırılmıştı. Hiçbir hocamız din bilgisi vermiyordu. Onları yüksek, olgun tanıyor, çok saygılı olmak istiyordum. Fakat, mukaddesâtıma, dinime saldıranları görünce, hayâl kırıklığına uğruyordum. Küçük aklımla düşünerek, Müslümanlık olarak öğrendiğim bütün bilgilerimi inceliyordum. Hepsinin faydalı, iyi, kıymetli olduğunu görüyor, bunları fedâ edemiyordum... Birkaç sene önce, berâber oruç tuttuğumuz, namaz kıldığımız arkadaşlarım, iftirâlara aldanarak, ibâdetten vazgeçiyorlardı... 1929 senesinde, Askerî Lise'nin son sınıfında, onsekiz yaşında idim. Yatılı okuyordum. Bir Kadir gecesi, okulda yatmıştık. Uyuyamadım. Şaşkın olarak, yatağımdan fırladım. Bahçeye çıktım. Gökyüzü yıldızlarla dolu idi. Eyyüb Sultân'ın, yâni Hâlid bin Zeyd hazretlerinin türbesine karşı, Haliç'in ışıklı dalgaları, sanki bana, 'Üzülme, sen haklısın' diyorlardı. Hıçkırarak ağladım. Sonra da; 'Yâ Rabbî! Sana inanıyorum. Seni ve peygamberlerini seviyorum. İslâm bilgilerini öğrenmek istiyorum. Beni, din düşmanlarına aldanmaktan koru!' diye yalvardım. Allahü teâlâ, bu masum ve hâlis duâmı kabul buyurdu. Kerâmetler, hârikalar hazînesi, ilim deryâsı Abdülhakîm Arvasî hazretleri, önce rüyâda, sonra câmide karşıma çıktı. Bâyezîd Câmi'inde haftada üç gün vaazlarına, sonra evine gittim. Bana acıdı. Sarf, nahv, mantık, fıkıh öğretti. Çok kitap okuttu. Sohbetleri o kadar tatlı, o kadar faydalı idi ki, çok defa, sabahtan gece yarısına kadar yanından ayrılmazdım. Kalbim temizlendi. İslâmiyetin dünya ve âhıret saâdeti için, biricik kaynak olduğunu anladım..."
Bundan da anlaşılıyor ki, yeter ki insan, samimi, halis niyetli olsun. Büyüklerimiz "Niyet hayır, âkıbet hayır" buyurmuşlardır...
İç düşmanlarımız, maddî ve manevî kıymetlerimizi yıkarak, vatanımıza, milletimize, dışarıdaki düşmanların, asırlarca yapmak istedikleri, fakat yapamadıkları kötülüğü yapmak istiyorlar. Onların zehirli propagandalarına aldanarak, vaazlarını dinleyerek azîz ve sevgili îmânımızı kaptırmamaya, aldanmamaya çok dikkat etmeliyiz!
.Devlet başkanına beddua etmek!..
2016-08-06 02:00:00
Müslümanların sultanına, devlet başkanına itaat ve iyi dua etmek, Ehl-i sünnet itikadındandır. Fıkıh kitaplarında yazdığı gibi, sultana beddua etmek doğru değildir...
Dînimiz, kendi nefsine, çocuğuna, malına ve hayvanına bedduâ ve kötü sözü yasaklamıştır. Dilimizi bedduaya alıştırmamalıyız! Peygamber efendimiz buyurdu ki:
(Kendinize, çocuklarınıza ve mallarınıza beddua etmeyiniz! Duaların kabul olduğu bir vakte rastlar da, bedduanız kabul olur.) [Müslim]
Fâsıklara, bidat ehline ve kâfirlere de ismen lânet etmek uygun olmaz. Hele bir mümine kâfir demekten, ona lanet etmekten sakınmalıdır! Lanet, sahibine döner. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Kul, lanet ettiği zaman, lanet edilen buna müstahak değilse, kendine döner.) [Beyheki]
Haksız olarak yapılan beddua kabul olmaz. Bir hükümdar anlatır:
“Geçici zevk ve eğlencelerimiz bizi mühim işlerimizle uğraşmaktan alıkoydu. Askerlerimize gerekli önemi vermez olduk, maaşlarını azalttık. Yardımcılarımız azaldı. Ülkede yaşayan insanlara zulmettik. Zulmümüzden kurtulmak için beddua ettiler, rahatlık getirecek bir idare için yalvardılar. Bütün bunlardan daha önemli olarak layık ve ehil olmayan insanları büyük hizmetler için görevlendirdik; önemli işlerin başına getirdik. İşte bunun için koskoca devletimiz yıkıldı, mülkümüz çöktü.”
***
Müslümanların sultanına, devlet başkanına itaat ve iyi dua etmek, Ehl-i sünnet itikadındandır. Fıkıh kitaplarında yazdığı gibi, sultana beddua etmek doğru değildir, iyi dua etmek gerekir. (R. Nasıhin)
Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Sultanı zelil etmeye çalışanı, kıyametten önce Allahü teâlâ zelil eder.) [Deylemi]
(Sultana iyilik dileyen ve dua eden, hidayet bulur. Beddua eden ve iyilik dilemeyen, dalalete düşer.) [Deylemi]
Bedduada da istisnalar vardır. Mesela Allah ve Resulü ile İslam âlimleri, zalimlere, kâfirlere beddua etmiştir, lanetlemiştir, kahrolsunlar demişlerdir.
Âyet-i kerimelerde mealen buyuruldu ki:
(Bozgunculara lanet olsun.) [Rad 25]
(Biz, kitapta açıkça belirttikten sonra, indirdiğimiz açık delilleri ve hidayeti gizleyenler var ya, işte onlara, hem Allah lanet eder, hem de bütün lanet ediciler lanet eder.) [Bekara 159]
Peygamber efendimiz de beddua etmiştir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Bidat ehline lanet olsun!) [Deylemi]
(Paraya tapana lanet olsun!) [Tirmizi]
Peygamber efendimizin isim söyleyerek beddua ettikleri de olmuştur. Bir tanesi şöyledir: Ebu Leheb’in oğlu Uteybe, Tebbet suresi gelince, Resulullah efendimize hakaret etti. Resulullah çok üzülüp, (Ya Rabbi, buna bir canavar musallat et) dedi. Ebu Leheb’in oğlu Uteybe Şam’a giderken, bir gece, bir aslan gelip uyuyan arkadaşlarını koklayıp bıraktı. Sıra Uteybe’ye gelince onu parçaladı. (Mirat-i kâinat)
.Yanına yaklaşılamayan adamın hazin sonu!..
2016-08-12 02:00:00
Bir adam katır üzerinde Kâbe'nin yanından geçiyordu, ancak kibrinden kimse yanına yaklaşamıyordu. Etrafındaki hizmetçiler de herkese sert davranıyordu!
Büyüklük, izzet, azâmet ve üstünlük ancak Allahü teâlâya mahsustur. Resûlullah Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
(Allahü teâlâ buyuruyor ki: Kibriyâ, üstünlük ve azâmet bana mahsustur. Bu ikisinde bana ortak olanı, hiç acımadan Cehenneme atarım.)
(Kalbinde zerre kadar kibir olan Cennete giremeyecektir.) [Ölmeden tevbe ederse veya günâhı kadar Cehennemde yandıktan sonra Cennete girecektir.]
Hiçbir şeye gücü yetmeyen, zayıf bir kula kibirlenmek hiç yakışır mı? Bu, tıpkı bir hizmetçinin hükümdarın tâcını başına geçirerek, onun kürsüsünde oturup hükmetmesine benzer. Bir hizmetçi için bundan büyük cür'et düşünülebilir mi? Böyle bir hareket elbette cezâyı gerektirir.
Hükümdarın maiyetine hakaret eden, onlara üstünlük taslayan ve onları kendi idaresine almak isteyen kimse, bir noktada hükümdara ortak olmuş sayılır. Her ne kadar bu hükümdarın tahtına oturmak gibi değilse de ona yakındır. Bütün yaratıklar, Allahü teâlânın kullarıdır. Bunlar üzerinde azâmet yalnız O'na mahsustur. İnsanlara kibirlenmeye kalkışan, Allahü teâlâya ortak olmuş sayılır. Allahü teâlâ kibirli kimseleri sevmez, eninde sonunda onların cezâsını verir.
Bununla ilgili Amr bin Şeybe hazretleri şöyle bir hâdise anlatır:
"Mekke'de bulunuyorduk. Bir adamın katır üzerinde geldiğini, kibrinden gururundan kimsenin yanına yaklaşamadığını gördük. Kâbe'nin yanından geçiyordu. Etrafındaki hizmetçilerin bile herkese karşı sert davrandıklarını, adamın heybet ve ihtişam içinde olduğunu gördük... Aradan yıllar geçti, deve üzerinde Bağdat'a girdim. Orada başı açık, yalın ayak, uzun saçlı, pejmürde bir adam gördüm. Tanıyacak gibi oldum. Kendisine dikkatle bakıyordum. Adam, bakışımın sebebini sordu. Ben de kendisine;
- Seni birisine benzetiyorum, dedim ve kime benzettiğimi anlattım.
Adam da;
- İşte o gördüğün benim. Tevâzû gösterilmesi gereken yerde kibirlendim. Şimdi ise bu hâle düştüm, dedi.
Kibir, insanı, Allahü teâlânın bütün emirlerine muhalefete davet eder. Zira kibirli insan, başka birinden hak ve hakikati duysa, onu kabul etmek istemez, hemen karşısına çıkar. Bunun için, dînî konularda münazara edenler, hemen inkâra kalkışır. Hatta hakkı, karşıdakinin dilinden duysa hemen çeşitli yollardan, doğru olduğunu bile bile onu çürütmeye çalışır.
İblise, Âdem aleyhisselâma karşı secde etmesi emredildiğinde, "Ben ondan daha üstünüm. Beni ateşten yarattın, onu da topraktan yarattın" diyerek secde etmedi. Bu, başlangıçta Âdem aleyhisselâma karşı kibir iken, neticede Allahü teâlânın emrine karşı gelmekle, ebedî olarak lanetlendi...
.İmânı kâmil derecesine yükselten iki huy...
2016-08-13 02:00:00
Peygamber Efendimiz buyurdu ki: "İmânın kemâlini isteyen, tevâzu göstersin ve fakîr iken de sadaka versin! Bu iki huy, imânı kâmil derecesine yükseltir."
Kibir, en kısa şekliyle, insanın kendisini başkasından üstün görmesi demektir. Bu üstünlük çeşitli konularda olabilir. İbâdette olur, meslekte olur, değişik şeylerde olabilir. Dinimize göre, bu kötü bir huydur, harâmdır. Kibirle ilgili hadîs-i şerîflerde de Resûlullah Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
(Kibri ve hıyâneti ve kul borcu olmayan mümin, hesapsız Cennete girecektir.)
(Kendini beğenip, elbisesi içinde sallanarak yürüyeni Allahü teâlâ yerin dibine batırır.)
Kibrin aksine tevâzu denir. Muteber kitaplarda bunun da tarifi şöyle yapılıyor: Tevâzu; kendini hiç kimseden üstün görmemektir... Tevâzu edene hadîs-i şerîflerde büyük mükâfatlar bildirilmiştir. Peygamber efendimiz şöyle buyurmuştur.
(Tevâzu edene müjdeler olsun.)
(Tevâzu eden, helâl kazanan, huyu güzel olan, herkese karşı yumuşak olan ve kimseye kötülük etmeyen, insanların iyisidir.)
(Allah için tevâzu edeni, Allahü teâlâ yükseltir.)
(İmânın kemâlini isteyen, tevâzu göstersin ve fakir iken de sadaka versin! Bu iki huy, imânı kâmil derecesine yükseltir.)
Eskiden, âbidin biri [çok ibâdet eden] insanlardan, dünyalık meşgalelerden uzak bir şekilde ibâdet etmek niyetiyle dağa çıkar. Bir gece rüyâsında;
- Şehirdeki falan ayakkabıcıya git! Senin için duâ etsin, denir.
Âbid dağdan şehire iner, adamı bulur, ne iş yaptığını sorar. Adam gündüzleri oruç tutup, ayakkabı işlerinde çalıştığını, kazandığı para ile ailesini geçindirdikten sonra fazlasını tasadduk ettiğini, sadaka verdiğini söyler.
Âbid, adamın güzel bir iş yaptığını, fakat kendisinin dağda sırf ibâdetle meşgûl olmasını daha iyi bulur ve tekrar ibâdetine döner... Kendisi devamlı ibâdetle meşgul olduğu için, ayakkabıcıdan kendini üstün görür. Yine gece rüyâsında bu defa,
- Ayakkabıcıya git ve ona, "Bu yüzündeki sararma nedendir?" diye sor, denir.
Âbid gider ayakkabıcıya bunu sorar. Ayakkabıcı;
- Kimi görürsem, bu kurtulacak da, ben helâk olacağım der ve kendimden korkarım. Yüzümün sararması bundandır, der.
İşte o zaman âbid, ayakkabıcının bu korku ile üstünlük kazandığını anlar. Ayakkabıcının bu hâli tevâzu sahibi olduğu gösteriyordu. Devamlı ibâdet yapmasa da, âbid yaptığı ibâdetle kendisini üstün gördüğünden, kibirlendi, ayakkabıcıdan aşağı hâle geldi...
Allahü teala kibirden ve kibirlilerden muhafaza buyursun ve tevazu sahibi kimselerden eylesin.
.Her istediğini yemek israftır!
2016-08-19 02:00:00
Resûlullah Efendimiz buyurdu ki: "Abdestte fazla su kullanmak israf olur... Doyduktan sonra fazla yemek, acıkmadan yemek ve her istediğini yemek de israftır..."
İsraf, malı yok etmek, faydasız hâle getirmek, dîne ve dünyanın mubâh olan işlerine faydalı olmayacak şekilde sarf etmektir. Malı denize, kuyuya, ateşe ve elden çıkmasına sebep olan yerlere atmak, onu helâk etmektir. Kullanılamayacak hâle sokmak, kırmak, kesmek, hayvanları soğuktan, düşmandan korunacak yere koymamak ve açlıktan ölmelerini önleyecek kadar yedirmemek de, helâk etmektir. Elbise, ayakkabı gibi giyim eşyasını iyi kullanmayıp çabuk eskitmek, yıkarken suyu, sabunu çok harcamak, elektriği, doğalgazı boş yere yakmak, hep israftır... Abdestte ve gusülde, suyu sünnet olandan fazla kullanmak da israftır. Sa'd hazretleri, abdest alırken, Resûlullah Efendimiz görüp sordu:
-Yâ Sa'd! Suyu niçin israf ediyorsun?
-Yâ Resûlallah! Abdest alırken de israf olur mu?
-Büyük nehirde de olsa, abdestte fazla su kullanmak israf olur, buyurdu.
Doyduktan sonra fazla yemek, acıkmadan yemek ve her istediğini yemek de isrâftır. Resûlullah Efendimiz;
-Her istediğini yemek israftandır, buyurdu.
Sadaka vermekte de, israf vardır. En'âm sûresi, yüzkırkbirinci âyetinde meâlen, (Ekini hasat ettiğiniz zaman, fakirlerin haklarını verin ve israf etmeyin. Allahü teâlâ, israf edenleri elbette sevmez) buyuruldu. Bu da, (Sadaka verirken israf etmeyin) demektir. Sâbit bin Kays hazretleri, bir günde beş yüz ağacın hurmalarını toplayıp hepsini sadaka vererek evi için hiç bırakmayınca, bu âyet-i kerîme inmişti...
Mu'âz bin Cebel hazretlerinin bir hurma ağacı vardı. Hurmalarını toplayıp hepsini sadaka verdi. Hemen (Fakat, israf etmeyin) âyet-i kerîmesi geldi. İsrâ sûresi, yirmidokuzuncu âyetinde meâlen, (Ey Habîbim! Malını, kendine kalmayacak şekilde dağıtma!) buyuruldu.
Bir çocuk, Resûlullah Efendimize gelip, bazı lüzumlu şeyleri saydı sonra;
-Annem beni sana gönderip bunları istedi, dedi. Peygamber Efendimiz;
-Bugün bende bunların hiçbiri yok, buyurdu. Çocuk;
-O zaman gömleğini ver, dedi. Hemen, mübârek arkasından gömleğini çıkarıp çocuğa verdi ve evinde gömleksiz kaldı.
Bilâl-i Habeşî hazretleri, ezan okuyunca, cemâat her zaman olduğu gibi, Resûlullahı bekledi. Gelmeyince merak ettiler. Birkaçı evine bakıp, gömleksiz olduğundan gelemediğini anladı. O zaman, bu âyet-i kerîme geldi...
Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: (İki şeyden birine kavuşan insana gıpta etmek, buna imrenmek yerinde olur. Allahü teâlâ bir kimseye İslâm ilimlerini ihsân eder. Bu da, her hareketini, bilgisine uygun yapar. İkincisi, Allahü teâlâ, birine çok mal verir. Bu kimse de malını, Allahü teâlânın râzı olduğu, beğendiği yerlere harcar.)
.Sıhhatli beden mesut bir ömür...
2016-08-20 02:00:00
Sağlığı yerinde olan kişi, dünyanın en mesut, mutlu insanıdır. Dünyanın diğer mutlulukları, bundan sonra gelir. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: "Sıhhatli beden, mesut ömür, ilâhî birer nimettir."
Atalarımız, "Her şeyin başı sağlıktır" demişlerdir. Sağlık olmadan hiçbir şey yapılamaz. Dünya ve âhıret saâdeti buna bağlıdır. Sağlığı yerinde olan kişi, dünyanın en mesut, mutlu insanıdır. Dünyanın diğer mutlulukları, bundan sonra gelir... Sağlık sâyesindedir ki, kendimize, âile efradımıza, yurdumuza, milletimize, bütün insanlığa ve Rabbimize karşı olan vazifelerimizi en iyi şekilde ve gönül rahatlığıyla yerine getirebiliriz.
Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: (Sıhhatli beden, mesut ömür, ilâhî birer nimettir.)
Hastalıkların büyük bir kısmı temizliğe dikkat edilmemesinden ileri gelmektedir. Dış temizlik, yiyeceklerimizin, içeceklerimizin, giyeceklerimizin, teneffüs ettiğimiz havanın, vücudumuzun, oturup kalktığımız, gezip dolaştığımız, çalıştığımız, uyuduğumuz, yemek yediğimiz yerlerin temizliği, sağlığımızın korunmasında ve devamında büyük önem taşır. Bir Müslüman her şeyden önce bedenen ve rûhen temizdir. Temizlik, her türlü sağlığın garantisidir. Temizliğin olmadığı yerlerde, önce bedenî, sonra da bunu takiben rûhî hastalıklar, dert ve felâketler baş gösterir. Allahü teala Kur'ân-ı kerîmde meâlen (Temiz olanları severim) buyuruyor...
Müslüman, her hâliyle ve her şeyiyle temizdir. Giydiği, yediği, içtiği çevresi, evi, iş yeri, mahallesi, sokağı, caddesi, şehri, yurdu temizdir. Nerede temizlik yoksa, orada hastalık vardır...
***
Dünyada ilk defa karantina uygulaması Müslümanlar tarafından yapılmıştır. Halîfe Hazret-i Ömer, Şam'a gidiyordu. Orada vebâ hastalığı olduğu işitildi. Yanında bulunanların bazısı;
- Şâm'a girmeyelim, dedi. Bir kısmı da;
- Allahü teâlânın kaderinden kaçmayalım, dedi. Halîfe de;
- Allahü teâlânın kaderinden, yine O'nun kaderine kaçalım, şehre girmeyelim. Birinizin bir çayırı ile, bir çıplak kayalığı olsa, sürüsünü hangisine gönderirse, Allahü teâlânın takdîri ile göndermiş olur, buyurdu.
Abdürrahmân bin Avf hazretlerini çağırıp;
- Sen ne dersin? buyurdu. Hazreti Abdürrahmân;
- Resûlullahtan işittim. (Vebâ olan yere girmeyiniz ve vebâ olan bir yerden, başka yerlere gitmeyiniz, oradan kaçmayınız!) buyurmuştu, dedi.
Hazret-i Ömer de;
- Elhamdülillâh, benim sözüm, hadîs-i şerîfe uygun oldu, deyip, Şam'a girmediler... [Vebâ bulunan yerden dışarı çıkmanın yasak edilmesine sebep, sağlam olanlar çıkınca, hastalara bakacak kimse kalmaz, helâk olurlar. Vebâlı yerde, mikroplu hava herkesin içine yerleşince, kaçanlar, hastalıktan kurtulamaz ve hastalığı başka yerlere götürmüş, bulaştırmış olurlar.]
."Şehit olursam bu elbise kefenimdir"
2016-08-26 02:00:00
Sultan Alparslan’ın Mısır Seferine çıktığını öğrenen Diyojen son bir hamle yapmayı düşünüyordu!.. Azerbaycan’a kadar giderek Türkleri Anadolu’dan atmaya karar verdi.
Büyük Selçuklu Sultanı Muhammed Alparslan, Türk milletinin en büyük kahramanlarındandır. Böyle bir 26 Ağustos'ta (1071) Malazgirt'te Bizans ordusunu yenerek Türklere Anadolu kapılarını açmıştır...
Selçuklu Devletinin kurulmasında önemli rolü olan Horasan Valisi Çağrı Bey'in oğlu olan Alparslan, 20 Ocak 1029’da doğdu. İyi bir tahsil gördü, sayısız zafer kazanarak mertliği ve iyi kumandanlığı ile ün saldı. 27 Nisan 1064’te büyük bir törenle tahta çıktı. 1070 yılında, Horasan ve Irak ordularının başında Azerbaycan’a girdi, sınırdaki kaleleri fethetti ve "Mısır Seferi"ne karar verdi...
Alparslan’ın Mısır Seferine çıktığını öğrenen Bizans İmparatoru Romanos Diogenes (Romen Diyojen) son bir hamle yapmayı düşündü. Azerbaycan’a kadar giderek Türk kalelerini zapta ve Türkleri Anadolu’dan atmaya karar verdi. 13 Mart 1071’de 200.000 kişilik Bizans ordusu yola çıktı.
Bunu haber alan Alparslan da askerlerini topladı, atından inerek secdeye vardı ve; “Ya Rabbi! Seni kendime vekil yapıyor; azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve senin uğrunda savaşıyorum. Ya Rabbi! Niyetim halistir; bana yardım et; sözlerimde hilaf varsa beni kahret!” diye dua etti. Sonra atına binerek askerlerine döndü ve şöyle hitap etti: “Ey askerlerim! Eğer şehit olursam bu beyaz elbise kefenim olsun. O zaman ruhum göklere çıkacaktır. Benden sonra Melikşah’ı tahta çıkarınız ve ona bağlı kalınız. Zaferi kazanırsak istikbal bizimdir...”
Bu sözler orduyu coşturdu. Büyük şevkle ileri atıldılar. Alparslan son derece zekîce bir harp taktiği planlamıştı. 26 Ağustos Cuma günü hilal şeklinde yaydığı ordusuyla akşama kadar Malazgirt meydanında çarpıştı. Şaşkına dönen Bizans ordusu, hilalin içine düştü. 200.000 kişilik koca ordu perişan oldu. İmparator esir edildi. Bu zaferle Anadolu kapıları Türklere açılmış oldu...
Sultan Alparslan, tarihî zaferlerinin yanı sıra, medreseler kurmak, ilim adamlarına ve talebeye vakıf geliri ile maaşlar tahsis etmek, imar ve sulama tesisleri yapmak suretiyle de büyük hizmetler yapmıştır. İslamiyet’i içten yıkmaya çalışan bid'at fırkalarıyla çok mücadele etmiştir. Hatta bir gün; “Kaç defa söyledim. Biz, bu ülkeleri Allahü tealanın izniyle silah kuvveti ile aldık. Temiz Müslümanlarız, bid’at nedir bilmeyiz. Bu sebepledir ki, Allahü teala, halis Türkleri aziz kıldı” demiştir...
25 Kasım 1072’de 42 yaşındayken huzuruna bir hileyle çıkan Batıni fırkasına mensup Yusuf el-Harezmi adlı bir hain tarafından şehit edilen Alparslan, Tahran yakınlarındaki Rey şehrine defnedildi. Ruhu şad olsun...
.Verirken noksan, alırken fazla ölçenler!
2016-08-27 02:00:00
Allahü teala Kur'ân-ı kerîmde, Mutaffifîn sûresi, birinci âyetinde meâlen "Verirken noksan, alırken fazla ölçenlere acı azaplar yapacağım" buyuruyor...
Müslüman dürüst insandır. Kim olursa olsun hile yapmaz. Ölçüde, tartıda hile yapmanın, aldatmanın büyük günâh olduğunu bilir. Kur'ân-ı kerîmde, Mutaffifîn sûresi, birinci âyetinde meâlen, (Verirken noksan, alırken fazla ölçenlere acı azaplar yapacağım) buyuruldu. Bunun için büyüklerimiz, bu acı azaba düçar kalmaktan çok korkarlardı. Azaba düşmemek için de her aldıklarını biraz noksan, verdiklerini de, biraz fazla ölçerler ve "Bu az fark, Cehennem ile aramızda perdedir" derlerdi.
Bunu, tam doğru ölçememek korkusundan yaparlardı. Üç kuruşluk mal için, Cehennem azabını kazananlar ne kadar ahmaktır!..
Resûlullah Efendimiz, her ne satın alsaydı, parasını biraz fazla verirdi. Din Büyükleri buyuruyor ki:
- Fâsıkların, günâhkârların en kötüsü, alırken çok, satarken az ölçenlerdir.
Dünya işleri, âhiret için çalışmaya mâni olmamalıdır. Âhiret için ticaret yeri camilerdir. Münâfıkûn sûresinin, dokuzuncu âyet-i kerîmesinde meâlen, (Mallarınız ve çocuklarınız, Allahü teâlâyı, hatırlamanıza mâni olmasın!) buyuruldu.
Halife hazret-i Ömer tüccarlara;
- Ey tüccarlar! Önce âhiret rızkını kazanın! Sonra dünya rızkına çalışın! buyururdu. Ticaretle meşgul olan büyüklerimiz, sabah-akşam âhiret için çalışır, Kur'ân-ı kerîm okur, ders dinler, tövbe ve duâ eder, ilim öğrenir ve gençlere öğretirlerdi.
Peygamber Efendimiz, bir malın pahalı satılması için, herkesin yanında, onu yüksek fiyatla satın almaktan da menederdi. Müşteriler, böyle bir satış olduğunu anlarsa, satışı bozabilir. Piyasayı bilmeyenlere yüksek fiyatla mal satmak da haramdır.
Basra'da büyük bir tüccar vardı. İran'da bulunan adamlarından biri kendisine mektup yazarak;
- Bu sene şeker kamışı verimli olmadı. Başkaları duymadan, çok şeker al, dedi.
Tüccar da, çok şeker satın alıp, şeker piyasadan çekilince, pahalı satarak, çok kâr etti. Sonra; "Şeker kamışlarına âfet geldiğini Müslümanlardan saklayarak, onlara hıyanet ettim! Aman Allahım, ben ne yaptım, bu nasıl Müslümanlıktır..." diye düşündü ve otuz bin dirhemi, şekerlerini satmış olduğu kimselere götürdü. Her birine, "Bu para senindir" dedi. "Niçin?" dediklerinde, yaptığı yanlış işi anlattı. Hiçbiri almayıp, "Sana helâl olsun" dediler... Akşam evinde düşündü ki, "Belki utanarak almamışlardır. Din kardeşlerime hıyanet ettim" diyerek, ertesi gün tekrar götürdü. Her birine yalvararak otuz bin dirhem gümüşü taksim etti.
Bu zamanda böyle tüccarlar var mı dersiniz?..
.Ben bu belaya sabrederim!.."
2016-09-02 02:00:00
Hazret-i Osman'ın evini muhasara ettiler. "Niçin karşılık vermezsin" dediklerinde buyurdu ki: "Resûlullah benim ile sözleşmiştir. Ben bu belaya sabrederim."
Hazret-i Osman "radıyallahü anh" Aşere-i mübeşşeredendir. Yani cennetle müjdelenen on kişiden biridir. Üçüncü halîfedir. Resûlullahın iki kızını aldığı için "Zinnûreyn" (İki nûr sâhibi) denir. (Biri Rukayye, biri de Ümm-ü Gülsüm'dür "radıyallahü anhünne". Rukayye vefât edince hazret-i Ümm-ü Gülsüm'ü nikâhladılar.)
Zevcesi Rukayye “radıyallahü anhâ” ile iki kerre Habeşistan'a ve sonra Medîne-i münevvereye hicret eden Hazret-i Osman, çok zengin bir tüccar idi. Bütün malını, dîn-i islâm için sarf etti. Hilm ve hayâ ile meşhûrdur. Hicretin 24. sene başı olan Muharremin birinci günü halîfe seçildi. Kıbrıs adası onun Hilafetinde fetholundu.
Hazret-i Osman bütün malını ve mülkünü Resulullah "sallallahü aleyhi ve sellem" için feda etti. Mesela, Tebük gazvesinde, kendi ticaret malından üç bin deve, 70 at, on bin altın getirdi...
Resulullah efendimiz, "Mescidimizi genişletene, Cennette daha iyisi vardır, Cennet onun içindir" buyurunca, etrafındaki altı arsayı satın alıp mescide ekledi... Hadîs-i şerîflerle medh-ü senâ edildi... Namazda bir rekatte bütün Kur’ân-ı kerîmi okuyan dört kimseden biridir. Çok okumaktan iki mushaf eskitti... Böyle mübarek bir zatı, Kur’ân-ı kerîm okurken şehit ettiler...
***
Âişe-i Sıddîka “radıyallahü teâlâ anhâ” validemiz şöyle nakil buyurmuştur:
Bir gün Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki:
-Yâ Âişe! Dilerim ki, eshâbımdan bazısı buraya [yanıma] gelsinler. Onlara bazı söyleyeceklerim vardır.
Ben "Yâ Resûlallah! Ebû Bekr'i çağırayım mı?" dedim. Bir şey söylemedi. Bildim ki, onu dilemez. Dedim, "Ömer'i çağırayım mı?" Onun için de bir şey demedi. Bildim ki, onu dahi dilemez. Dedim, "Amcan oğlu Ali'yi çağırayım mı?" Ona da bir şey söylemedi. Dedim, "Osman'ı çağırayım mı?" O zaman "Çağır gelsin!" buyurdu. Çağırdım. Gelip Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” huzûr-ı şerîfinde durdu. Resûlullah hazretleri ona bazı şeyler söyledi. Onun rengi değişti. Bazı şeyler de söyledi. Rengi eski hâlini aldı...
Hazret-i Osman'ın evini muhasara ettikleri günde, ona "Niçin karşılık vermezsin" dediklerinde "Hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” benim ile sözleşmiştir. Bana çok söz söylemiştir. Ben bu belaya sabrederim" dedi.
Hazret-i Âişe “radıyallahü teâlâ anhâ” demiştir ki: "Benim zannım öyledir ki, hazret-i Habîb-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” o vakit ona böyle şehit olacağını haber vermiştir." [Şevâhid-ün nübüvve]
.Bizans'ın korkulu rüyası
2016-09-03 02:00:00
Seyyid Battal Gazi
Battal Gazi; bazı tarihçilere göre Arap, kimilerine göre de bir Türk alperendir. Ömrünü Bizanslılarla savaşarak geçirmiştir. Bu mübarek zat "Gazilerin Önderi" oluşunun yanında bir velîdir...
Bugün, Eskişehir'de "Seyyid Battal Gazi'yi Anma Haftası" başladı... Bu vesileyle bir nebze o mübarek zattan bahsetmek istiyoruz efendim...
Battal Gazi “rahmetullahi teâlâ aleyh” bazı tarihçi ve seyyahlara göre Arap, kimilerine göre Türk olan bir "alperen"dir. Ömrünü Bizans kâfirleri ile savaşarak geçirmiştir. Bu mübarek zat "Gazilerin Önderi" oluşunun yanında bir velîdir...
Battal Gazi yenilmezliği, cömertliği ve yardımseverliğinden dolayı nesilden nesile söylenegelmiş atı ve kılıcı ile de zihinlerde yer tutmuş bir serdengeçtidir... Ebu Muhammed Cafer bin Sultan Hüseyin bin Abbas el-Haşimi Türk menkıbesine göre Malatya’da doğmuş ve Abbasiler zamanında yaşamıştır. Mesleme kumandasındaki ordu ile 96 [m. 715] senesinde İstanbul'a gelmiştir. 121 senesinde şehîd oldu. Eskişehir'in Seyyidgazi kazâsındadır. Anadolu’da Seyyidgazi'den başlayarak Doğu Türkistan’a kadar onun için birçok "makam" vardır. Halkın sevgisi, İslamiyet için Rumlara karşı savaşından dolayı, Peygamber efendimizin sülalesinden geldiğini kabul etmiş ona "Seyyid" sıfatını vermiştir...
Anadolu’da İslamiyet için canla başla savaşması hayatının destanlaşmasına sebep olmuş ve Anadolu Türklüğünün yanı sıra, bütün Türk dünyasına "Seyyid Battal Gazi Destanı"nı kazandırmış, böylece Türk kültür tarihi içinde, müessir bir yer tutmuştur. Şahıs olarak destanının yanında Türk halk şiirine de geniş bir şekilde konu teşkil etmiştir.
Hacı Bektaş-ı Veli hazretlerinin bile onun makamını ziyaret ettiği "Velayetnamesi"nde zikredilmiştir. Hatta Evliya Çelebi, İstanbul’daki Kız Kulesi’nin, Kral Kantur’un kızını Battal Gazi'den korumak için onun Şam’da bulunduğu bir zamanda yaptırdığını yazmıştır...
"Battalname" İslam ruhu ile dolu Anadolu Türklerinin eseri olmakla birlikte, tarihî temeller üzerine kurulmuştur. İslam dininin ve İslam medeniyetinin unsurları açık bir şekilde eserde göze çarpmaktadır. Eserin asıl konusu İslam-Bizans mücadelesinden doğmuştur. Bilhassa Abbasi ordularında Türklerin oynadığı rol düşünülünce Bizans hudutlarında ve İslam ordularında yaşayan Türkler arasında böyle menkıbelerin varlığını kabul etmek gerekir.
Battalname’de, sınırlı da olsa, eski destan üslubunu hatırlatan bazı kısımlar vardır. Eser gerçek bir "halk destanı"dır. Kısacası "Seyyid Battal Gazi Destanı" şehirlerde yaşayan Müslüman ve medeni Türkler arasında ortaya çıkmıştır.
Müslümanların bu meşhur kahramanı; Bizans'ın "korkulu rüyası"nın ruhu şâd olsun...
."Bundan daha zor bir iş olur mu?.."
2016-09-09 02:00:00
Ömer bin Abdülaziz, hizmetçisine buyurdu ki: "Bütün Müslümanların haklarını koruma işi bana verildi. Bundan daha zor bir iş olur mu? Üzüntümün sebebi budur."
Süleyman bin Abdülmelik Emevî Halîfelerindendir. Bir gün vasiyetini yazıp vezirine verdi... Halîfe vefât ettiğinde vezir, ileri gelenleri toplayıp onların huzurunda, vasiyetnameyi açtı. Süleyman bin Abdülmelik iki oğlu olmasına rağmen kendisinden sonra, Ömer bin Abdülaziz'in halîfe yapılmasını istiyordu. Ömer bin Abdülaziz bunu duyunca, hilâfetin ağır yükü altına girmekten korkarak, halîfeliği kabul etmedi. Fakat, orada bulunanlar, ittifakla kabul etmesini istediler. Bunun üzerine mecburen kabul etti ve hutbeye çıkıp buyurdu ki:
- Ey insanlar! Bizimle beraber çalışacak kimselerde şu beş şartın bulunması lâzımdır: 1- Halkımız her hâlini bize ulaştıramaz, bunun için halkımın hâlini bana bildirmek. 2- Hayırlı işlerde bize yardımcı olmak. 3- Kimse hakkında gıybet etmemek. 4- Boş şeylerle meşgul olmamak. 5- Hayra delâlet eden işlerle meşgul olmak, zararlı şeylerden uzak olmak...
Sonra kendini hilâfet makamına götürmek üzere alay atlarını getirdiler. Yanındakilere sordu:
- Bu atlar nedir?
- Bunlar Halîfe'nin atlarıdır. Sizi götürmeye geldiler.
- Benim bunlara ihtiyacım yoktur. Benim bineğim bana yeter. Ayrıca, şu anda orada eski halîfenin çocukları oturuyor, onlar taşınana kadar ben yine eski kıl çadırımda kalırım.
Hizmetçisi, kendisini çok üzüntülü görünce sebebini sordu. Ömer bin Abdülaziz buyurdu ki:
- Doğu'dan Batı'ya kadar bütün Müslümanların haklarını koruma işi bana verildi. Bundan daha zor bir iş olur mu? Üzüntümün sebebi budur.
Ömer bin Abdülaziz hazretleri hilâfet makamına oturduğu gün, zamanının büyük âlimlerinden bazılarını çağırıp, onlardan nasîhat aldı. Âlimlere sordu:
- Halk hilâfeti büyük bir nimet olarak görüyorsa da ben taşıyamayacağım kadar ağır bir yük olarak görüyorum. Bu yükü nasıl taşıyabilirim, bu konudaki nasîhatleriniz nedir?
Âlimler kendisine şu nasîhatte bulundular:
- Yarın kıyâmet günü kurtulmak istersen, Müslümanların ihtiyarlarını baban, gençlerini kardeşin ve küçüklerini de evlâdın bil! O zaman bütün Müslümanlara kendi evindeki, ana-baba, kardeş ve evlat gibi muamele etmiş olursun!..
Ömer bin Abdülaziz hazretleri, üzerine aldığı bu mesuliyetten çok korkardı. Herkese nasıl adâletle muamele yapabileceğini düşünür, kendisini hiç düşünmezdi... Bir gün içki içmiş birini gördü. Ona ceza vermek isteyince sarhoş kendisine hakaret etti. Halife, ona ceza vermekten vazgeçti. Sebebini sorduklarında buyurdu ki:
- Araya nefsim girer, bana hakaret ettiği için ceza veririm diye korktum, onun için vazgeçtim!..
.Allah korkusundan titreyen kadın!..
2016-09-10 02:00:00
İsrâiloğullarından, hep kötülük yapmakla meşhur bir kimse vardı. Hiçbir günahı işlemekten çekinmezdi... Bir gün kendisine sıkıntıda olan bir kadın geldi ve yardım istedi.
Allahın rızası ve Cennet, nefse güç gelen şeylerin arkasında gizlidir. Tahammülü zor olan ve insanı en fazla nefse mağlup ettiren şey, şehvâni hislerdir. Bunlara karşı zafer kazanan, ebedî hayatın saadetine erişir.
Resûlullah Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Kureyş delikanlılarına şöyle hitap etmişti:
"Ey Kureyş gençleri! Irzınızı zinâdan muhafaza ediniz, zinâ etmeyiniz. Haberdâr olun! Kim ırzını muhafaza ederse, ona Cennet vardır."
Allahın Resûlü ebedî hayat teminatını bu şekilde ifâde buyurmuştur.
İnsanlar, muvakkat dünya hayatının servet ve malını korumak için, birçok çarelere başvurmaktadırlar. Ne kadar uğraşsalar, dünya yine fânidir. Ebedî hayatın korunması, daha büyük ve ciddi bir dikkat ister.
Peygamber efendimiz, Mekke'yi fethettiği gün devesinin üzerinde şöyle buyurmuştu:
"Hayat, âhiret hayatıdır."
Bu ulvî hayatı kazanmanın sebebi, Allahın rızasına vesîle olan ibâdetlere koşmak ve günahlardan kaçmaktır. Bu sebeptendir ki, Cenâb-ı Hak "Zinaya yaklaşmayınız. Çünkü o, şüphesiz bir hayâsızlıktır, kötü bir yoldur" buyurmaktadır.
Cenâb-ı Hak, âhiret hayatında kurtulan ve umduğuna nâil olan müminleri sayarken "Irzlarını koruyanlar" buyurarak felah yoluna işaret etmiş bulunmaktadır.
***
İsrâiloğullarından, hep kötülük yapmakla meşhur bir kimse vardı. Hiçbir günahı işlemekten çekinmezdi... Bir gün kendisine sıkıntıda olan bir kadın geldi ve yardım istedi. Bu kimse, eline fırsat geçtiğini düşünerek, muhtaç bulunduğu için yardım isteyen bu kadına, zina etmesine karşılık altmış altın vermeyi vadetti. Çaresiz kalan kadın, bu teklifi kabul etti. Ancak kadıncağız hem titriyor hem de ağlıyordu. Bunun üzerine adam sordu:
-Seni ağlatan sebep nedir?
-Bu, daha önce benim hiç yapmadığım bir iştir. Böyle büyük bir günâhı işleyeceğimden dolayı korkudan ağlıyorum.
Adam, böyle bir sözle karşılaşınca, utandı neye uğradığını anlayamadı. Hemen kendine gelip dedi ki:
-Sen Allah korkusundan böyle titriyorsun! Allahtan daha çok benim korkmam gerekir. Haydi git, verdiğim para da senin olsun. Tövbe ettim. Allaha andolsun ki, bundan sonra ona ebediyyen âsi olmayacağım.
Samimi bir şekilde, bir daha haram işlemeyeceğine dair Cenâb-ı Hakka söz verdi...
Bu kimse, o gece vefât etti. Sabah olduğu zaman kapısının üzerinde şöyle bir yazı görüldü: "Hiç şüphesiz ki, Cenâb-ı Hak bu kimseyi mükâfatlandırdı."
Halk bu işe çok şaştı. Çünkü onun yaşayışını biliyorlardı. Fakat başına gelen bu son hâdiseyi bilmiyorlardı...
.Anne bedduası alan genç!..
2016-09-16 02:00:00
Eskiden salih bir genç vardı. Bir gün annesi kendisine defalarca seslenmiş, o da ibâdet etmekte olduğundan; onu duyduğu hâlde cevap vermekte gecikmişti.
Cenâb-ı Hakkın rızâsı, dinine bağlı olan ana-babanın rızâsına bağlıdır. Allahü teâlânın gazabı, dinine bağlı olan ana-babanın gazabındadır. Peygamber efendimiz "Cennet ana-babanın ayağı altındadır" buyurmuştur. Yani, sana dinini îmânını öğreten ananın-babanın rızâsındadır. Bir kimsenin ana-babası zâlim olsalar dahi onlara karşı gelmek, onlara sert konuşmak câiz değildir. Çeşitli vesilelerle, onların elleri öpülüp, duâları alınmalı, haklarını helâl ettirmelidir.
Ana-baba, kızıp bir şey söylediği zaman onlara karşılık vermemelidir. Onların üzülüp bedduâ etmelerinden korkmalıdır. Yanlış bir iş yapıp onları üzünce hemen özür dilemelidir. İnsanın saâdeti ve felâketi onların kalplerinden gelen ve ağızlarından çıkacak olan sözdedir. Atılan ok tekrar geri gelmez. Onlar hayatta iken kıymetini bilip, hayır duâlarını almak lâzımdır. Vefâtlarından sonraki pişmanlık fayda vermez... Vefat etmiş iseler, arkalarından çok hayır hasenat yapmalıdır.
Din büyüklerimiz hep şu tehlikeye dikkat çekmişlerdir: "İmânlı olup, Cehennemden en son çıkacak olanlar; ana-babasının İslâmiyete uygun olan emirlerine âsi olanlardır..."
***
Eskiden Cüreyc isminde salih ve âbid bir genç vardı. Devamlı ibâdetle meşgul olurdu. Bir gün annesi kendisine defalarca seslenmiş, o da ibâdet etmekte olduğundan onun seslenişini duyduğu hâlde cevap vermekte gecikmişti. Bu duruma çok üzülen kadıncağız, oğlunun kadın iftirâsına uğraması için bedduâ ediverdi. Ana duası bu; hemen ok gibi hedefini bulmuş ve Cüreyc'e olan olmuştu!
O günlerde, kötü yola düşmüş bir kadın gelerek Cüreyc'i zinâya davet etti. Ancak, genç adam, Allahtan korkarak, kadının bu teklifini hiç düşünmeden reddetti. Cüreyc'den yüz bulamayan bu kadın, oradan ayrılıp bir çobanla zinâ etti ve hâmile kaldı. Neticede gayrimeşru bir çocuk dünyaya getirdi.
Halk, bu kadına çocuğun kimden olduğunu sorunca, "Cüreyc"den, diyerek ona iftirâ etti. Bunun üzerine halk ayaklandı ve Cüreyc'in ibâdetgâhını yıkıp dağıttılar. Kendisine olmadık hakaretler yaptılar.
Zinâyı yapan serbest, zinâdan kaçan mağdur vaziyete düşünce, geçirmekte bulunduğu bu acı ve o nisbette ağır imtihan karşısında, Cüreyc abdest aldı ve iki rekat namaz kılarak Allahü teâlâya yalvardı, yakardı... Sonra çocuğun yanına geldi ve kendini bu ağır töhmetten ve halkı da kötü zan taşımaktan kurtarmak için henüz konuşamayan çocuğa sordu:
- Ey çocuk! Söyle, senin baban kimdir?
Çocuk şöyle konuştu:
- Babam, falan çobandır!
Bu hadiseye şahit olan halk yaptıklarına pişman oldular ve gençten özür dilediler..
.Bu büyük serveti nasıl kazandın?"
2016-09-17 02:00:00
Abdurrahmân bin Avf hazretleri, Allah yolunda malını dağıtmaktan zevk alırdı. Eshâb-ı kirâmın en zenginlerinden olduğu hâlde, mala karşı en ufak bir sevgisi yoktu.
Abdurrahmân bin Avf hazretleri, Cennetle müjdelenen on kişiden biridir. Bütün muhârebelerde bulundu. Bedir Savaşında büyük kahramanlıklar gösterdi. Uhud Savaşında da yirmi yerinden yaralandı. Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Medîne'de kendisini Saîd bin Rebii hazretleri ile "kardeş" yaptı. Kardeşi, servetine onu da ortak yapmak istediğinde;
- Aziz kardeşim, Allah sana ve çoluk çocuğuna bereket ihsân etsin, malını çoğaltsın! Sen bana çarşının yolunu göster, ben orada ticâret yapar ihtiyaçlarımı karşılarım, dedi.
Bu sözü Peygamber Efendimize bildirilince, çok sevindi. Kendisine hayır duâ etti. Bu duâdan sonra yaptığı ticâret sebebiyle kısa zamanda çok zengin oldu.
Abdurrahmân bin Avf hazretlerine sordular:
- Bu büyük serveti nasıl kazandın?
Onlara şu cevabı verdi:
- Çok az kâra razı oldum. Hiçbir müşteriyi boş çevirmedim...
Bu mübarek zat, kazandığını Allah yolunda harcardı. Peygamber Efendimizden, "Abdurrahmân bin Avf, Cennete dizüstü girer" müjdesini alınca, malının tamamını dağıttı.
Tebük Harbi dönüşünde, Peygamber Efendimiz gecikince, namaz geçmesin diye, Abdurrahmân bin Avf hazretleri imâm yapıldı. İkinci rekâtte iken Resûlullah yetişip kendisine uydu. Namazdan sonra;
-Bir peygamber sâlih bir kimsenin arkasında namaz kılmadıkça ruhu kabzolmaz, buyurdu.
***
Abdurrahmân bin Avf hazretleri, Allah yolunda malını dağıtmaktan zevk alırdı. Eshâb-ı kirâmın en zenginlerinden olduğu hâlde, mala karşı en ufak bir sevgisi yoktu. Her zaman âhireti dünyaya tercih ederdi. En büyük arzusu, dinin emirlerine eksiksiz uyabilmekti... Bir gün bir yerde yemek ikrâm edilmişti. O gün de kendisi oruçlu idi. Tam iftâr edeceği zaman, bir hâtırasını anlatması istendi. Hemen anlatmaya başladı;
-Mus'ab bin Ümeyr şehit olduğunda, onu bir kumaş parçası ile kefenledik. Başını örttüğümüz zaman, ayakları açık kalıyor, ayaklarını örttüğümüz zaman başı açık kalıyordu... Sonra hazret-i Hamza şehîd oldu. Onu da zor şartlar altında defnettik. Onlar benden çok hayırlı oldukları hâlde, dünyayı bırakıp gittiler. Sonra bize dünya kapısı açıldı. Türlü türlü nimetlere kavuştuk. Bunların hesabını nasıl vereceğiz, deyip gözyaşı döktü...
Oruçlu olduğunu unutup, iftâr yemeğini bile yemedi. Zaten o günleri hatırlayınca yemek yiyecek hâli de kalmamıştı.
Abdurrahmân bin Avf hazretleri, Resûlullahın âhireti teşrîfinden sonra, kendisi için dünyanın hiçbir kıymeti kalmadığını söyler ve hep ağlardı. Allahü teala şefaatlerine nail eylesin...
."İçimde, hiç kimseye kötülük beslemem!.."
2016-09-23 02:00:00
Abdullah bin Selâm buyurdu ki: "Ben zayıf bir kimseydim. En kuvvetli ümidim, kalp selâmeti yani kimseye karşı içimde kötülük beslememem ve boş sözleri terk etmemdir."
Abdullah bin Selâm hazretleri, Eshâb-ı kirâmdan olup, Ensar'ın büyüklerindendir. Medine'deki Yahudi Benî Kaynuka kabilesinin âlimlerinden idi. İslamiyetle şereflenince, kendini tamamen dine verdi. Resûlullahı (sallallahü aleyhi ve sellem) bir gölge gibi takip etmeye başladı. Peygamber efendimiz onun hakkında buyurdu ki:
- Cennetlik birini görmek isteyen, Abdullah bin Selâm'a baksın!
Bir gün Resûlullahın huzuruna gelip gördüğü rüyayı şöyle anlattı:
- Yâ Resûlallah, rüyamda kendimi bir bahçede gördüm. Bahçenin içinde demirden bir direk vardı. Direğin bir ucu yerde, bir ucu gökte idi. Yukarısında bir kulp, bir çember vardı. Bana "Haydi bu direğe çık!" denildi. Ben de "Gücüm yetmez" dedim. Bunun üzerine yanıma birisi gelerek, sırtımdaki elbiseyi çıkardı. Böylece rahatça direğin tepesine çıktım. Kulpundan tuttum. "İyi tut, bırakma!" diye de tembih edildi. Böylece direğin kulpu elimde olduğu hâlde uyandım...
Peygamber efendimiz rüyasını şöyle tabir buyurdular:
- Gördüğün bahçe İslâm dinidir. Direk de İslâm dininin direği, tevhîdidir. O kulp da sağlam olan îmândır. Sen ölünceye kadar İslâm dini üzere yaşayacaksın!
Başka bir zaman da Peygamber efendimiz, Eshâbı ile sohbet ederken;
- Şu kapıdan ilk girecek olan, Cennet ehlinden biridir, buyurdu.
Eshâb-ı kirâm merakla kimin gireceğini beklerken, Abdullah bin Selâm'ın girdiğini gördüler. Daha sonra bu müjdeli haberi kendisine bildirerek sordular:
- Yâ Abdullah, bu dereceye hangi amel ile ulaştın?
- Ben zayıf bir kimseydim. En kuvvetli ümidim, kalp selâmeti yani kimseye karşı içimde kötülük beslememem ve boş sözleri terk etmemdir. Bundan başka beni kurtaracağından ümitli olduğum bir amelimi bilmiyorum.
Abdullah bin Selâm hazretleri nefsini kötü huylardan ve isteklerden tamamen temizleyip terbiye etmişti. Kendisi zengin olduğu hâlde, bazen Medîne çarşısında sırtında yük taşıdığı görülürdü... Bir gün yine onu bu hâlde görenler dediler ki:
- Senin çocukların, hizmetçilerin var. Bu işleri niçin onlara gördürmüyorsun?
- Evet bu işleri görecek kimselerim vardır. Fakat ben nefsimi denemek istiyorum. Böyle işler nefsime ağır geliyor mu, gelmiyor mu? Maksadım bunu anlamaktır. Peygamber efendimiz bir hadîs-i şerîfinde, "Kalbinde hardal tanesi kadar kibir, büyüklenme bulunan kimse, Cennete giremeyecektir" buyurdu. Başka bir hadîs-i şerîfte de, "Meyve veya herhangi bir şeyi kendi eliyle evine götüren, kibirden uzaklaşmıştır" buyurulmuştur. İşte bunun için yükümü kendim taşıyorum...
.Kıyâmet gününde amelleri tartılmayanlar
2016-09-24 02:00:00
Kıyâmet günü, dünyada felaketlere maruz kalmış olanlar getirilir. Bunların amelleri için mîzanlar kurulmaz, amelleri tartılmaz ve kendilerine mükâfatlar yağdırılır...
Önceki ümmetlerden birinin peygamberi, Allahü teâlâya şöyle niyaz eder:
"Yâ Rabbi! Mümin kulların sana itâat ederler. Emirlerini yerine getirirler. Yasakladığın şeylerden sakınırlar. Böyle olmakla beraber bunlar, birçok dünyalık nimetlerden mahrum olurlar, hatta belalara ve musibetlere maruz kalırlar. Buna karşılık imansızlar ise sana itaat etmezler. Yasaklarından kaçınmazlar. Senin emirlerini yerine getirmezler. Böyle olduğu hâlde bunlar, her türlü dünyalık nimetlere sahip olurlar. Belalardan, musibetlerden, felâketlerden uzak kalırlar. Bunun hikmeti nedir?"
Allahü teâlâ, bu peygamberine vahiy ile şu cevabı verir:
"Müminler benim kullarımdır. Belalar, felaketler, musibetler ve nimetler de benimdir. Her biri beni anar, tesbih eder. Müminin günâhı bulunur. Bazen ben onu bir kısım dünya nimetlerinden mahrum eder, musibetlere düçâr ederim. Bu hâl, onun günâhlarına kefâret olur, günâhları mağfirete uğrar. Böylece, günâhsız olarak bana gelir. Ben de kendisini iyi amelleri ile mükâfatlandırırım. İmansızlara da dünyalık nimetlerini bol bol verir, musibetlerden uzak ederim. Böylece bana gelirler. Ben de onları günâhları sebebiyle şiddetle cezalandırırım."
Kıyâmet günü olunca, dünyada iken iyi ameller işlemiş, fakat hiç felaketlere, belalara maruz kalmamış olanlar getirilir. Namaz, oruç, sadaka, zekât, hac gibi nice ameller mîzâna konur. Böylece mükâfatları ödenir... Yine, iyi ameller işlemiş olmakla beraber, aynı zamanda felaketlere de maruz kalmış olanlar da getirilir. Fakat bunların amelleri için mîzanlar kurulmaz, amelleri tartılmaz, defterleri açılmaz. Bilâkis, dünyada üzerlerine musibetlerin dökülmesi gibi, kendilerine mükâfatlar yağdırılır...
***
Allahü teâlâ, kıyâmet günü mazeret beyan etmemeleri için, dört insanı, dört sınıf insana hüccet olarak gösterir:
1- Zenginlere karşı, Süleyman aleyhisselâmı hüccet olarak gösterir ve (Sen, Süleyman'dan daha zengin değildin. Onun zenginliği onu, bana ibâdetten alıkoymadı da, seni mi alıkoydu?) buyurur.
2- Esir ve kölelere karşı Yûsuf aleyhisselâmı hüccet olarak gösterir ve (Yûsuf da bir esîr ve bir köleydi. Onun bu hâli, kendisinin bana ibâdet yapmasına mâni olmadı da, sizinki mi mâni oldu?) buyurur.
3- Fakirlere karşı İsâ aleyhisselâmı hüccet gösterir ve (Îsâ'nın fakirliği, kendisinin bana kulluk etmesine mâni olmadı da, sizinki mi mâni oldu?) buyurur.
4- Hastalara karşı da Eyüp aleyhisselâmı hüccet gösterir ve (Bunca ağır olmasına rağmen Eyüp'ün hastalığı, kendisinin bana kulluk etmesine mâni olmadı da, sizinki mi mâni oldu?) buyurur.
."İlim azalır, cehalet artar"
2016-09-30 02:00:00
Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Kıyamete yakın ilim azalır, cehalet artar. İlmin azalması, âlimlerin azalması ile olur. Cahil din adamları, kendi görüşleri ile fetva verir, insanları doğru yoldan saptırırlar."
Asr-ı saadetten uzaklaştıkça ilim azalacak, cehalet çoğalacaktır. Cahillik çoğalınca da, sapıklar türeyecek, halkı sapıtmaya çalışacaklardır. Bir hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Kıyamete yakın ilim azalır, cehalet artar. İlmin azalması, âlimlerin azalması ile olur. Cahil din adamları, kendi görüşleri ile fetva verir, insanları doğru yoldan saptırırlar." [Buhari]
Peki cehalet nedir ve cahillerin en bariz özellikleri nelerdir? Muteber kitaplarda buyuruluyor ki:
Câhiller şu alâmetlerle belli olur:
Birincisi: Her şeye öfkelenirler, sinirlenirler. İnsana, hayvana, hoşlanmadıkları bir şeyle karşılaştıkları her şeye kızarlar, öfkelenirler.
İkincisi: Faydalı, faydasız demeden akıllarına geldiği gibi konuşurlar. Akıllı olan bir kimse, Müslümana yakışmayan, faydasız söz söylemez, bilâkis ya dünya ile alâkalı veya âhıreti ile alâkalı sözler konuşur.
Üçüncüsü: Mallarını, mülklerini faydasız işlerde sarf ederler. Âhirette faydası olmayan, hattâ âhirete zarar verecek işler yapan yerlere yardım yapar.
Dördüncüsü: Herkesin yanında sırlarını söylerler. Müslüman nerede nasıl konuşacağını; her sözün her yerde söylenmeyeceğini bilir.
Beşincisi: Her insana itimat ederler. İtimat edilecek kimseyi iyi tanımak lâzımdır. Birkaç defa karşılaşıp konuşmakla kişi anlaşılamaz.
Altıncısı: Dostunu, düşmanını bilmezler. Müslümana yakışan, dostunu tanıyıp ona bağlanmak, düşmanını tanıyıp ondan da sakınmaktır.
İsâ aleyhisselâm buyurdu ki: "Allahü teâlâyı unutarak yapılan her söz boştur. Tefekkür ile geçmeyen her sükût hâli gaflettir. İbretli olmayan her bakış bir oyundur. Sözü Allahı zikir, sükûtu tefekkür, bakışı ibret olanlara ne mutlu!.."
Rebî bin Haysem hazretleri her sabah kalktığında bir kâğıt ile bir kalem alarak o gün konuştuğu her sözü yazar, akşam olunca da onlarla kendisini hesaba çekerdi. İşte zâhidlerin ameli böyleydi. Onlar, dillerini koruma hususunda, her türlü külfete katlanırlar. Dünyada kendi kendini hesaba çekerlerdi. Herkesin kendisini hesaba çekmesi gerekir. Zîrâ dünyada kendi kendini hesaba çekmek, âhirette hesaba çekilmekten çok daha kolaydır.
Evzâî hazretleri "Mümin az konuşur, çok iş yapar. Münâfık ise çok konuşur, az iş yapar" buyurdu.
Resûlullah efendimiz buyurdu ki: "Beş şey vardır ki münâfıkta bulunmaz. Bunlar; dinde bilgi sâhibi olmak, dilini fuzûliyattan, boş şeylerden korumak, güler yüzlü olmak, kalbinde nûr bulunmak ve Müslümanlar arasında sevilmektir."
.Allahü teâlânın onlarla işi yoktur!"
2016-10-01 02:00:00
"Âhir zamanda ümmetimden bazı kimseler mescitlerde halka olup oturacaklar, dünya kelâmı, dünya sevgisi konuşacaklardır. Onlarla mescitlerde oturmayınız. Allahü teâlânın onlarla işi yoktur."
Bugün "Camiler ve Din Görevlileri Haftası" (1-7 Ekim) başladı. Bu vesileyle bir nebze cami adabından bahsetmek istiyoruz efendim...
Allahü teâlânın en sevdiği yerler camilerdir, mescitlerdir... Câmilere, mescitlere giderken her adıma sevap verilir. Mescide giderken temiz ve yeni elbise giymeli, nereye girdiğinin şuurunda olarak, edep ve hürmetle sağ ayakla girmelidir. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki:
(Mescide giderken vakâr ile yürüyünüz, acele etmeyiniz. Yetişemediğiniz rek'atleri tamamlayınız.)
Mescide girerken Allahü teâlâya hamd, Resûlüne salât okumalı, Rabbinin fadlından ümitli olmalıdır... Camilerde dünya kelâmı konuşmamalıdır. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki:
(Âhir zamanda ümmetimden bazı kimseler mescitlerde halka olup oturacaklar, dünya kelâmı, dünya sevgisi konuşacaklardır. Onlarla mescitlerde oturmayınız. Allahü teâlânın onlarla işi yoktur.)
Câmiye, soğan, sarımsak gibi fenâ kokulu şeyleri yiyip gelmek câiz değildir. Yaptığı iş sebebiyle üzerindeki elbisesi kokan, balıkçı, ciğerci gibi kimselerin de bu elbise ile câmiye gelmesi uygun olmaz. İlâç sebebiyle kokulu bir şey yiyen de cemâate böyle gelmemelidir. Çünkü, pis koku, insanlara ve meleklere eziyet verir...
Abdest alıp ıslak ayakla camiye girilmemeli. Çıplak ayakla, kolları kısa ve başı açık namaz kılmak mekruhtur.
Sünnetle farz veya farz ile sünnet arasında konuşmamalı. (Pencereyi kapa, saftaki boşluğu doldur, buyurun siz geçin) gibi sözler söylememeli. Camide sünneti kılıp, farzı beklerken, dışarıdan gelenin selamını almak, sünnet ile farz arasında bir şey okumak, konuşmak ve dua okumak, zikir çekmek sünnetin sevabını yok eder...
Küçük mescidlerde, namaz kılanlar varken, yüksek sesle Kur’an-ı kerim okumamalı. Çünkü onların şaşırmasına sebep olabilir.
Camide kıbleye ayak uzatmamalı; uygunsuz şekilde oturmamalıdır...
Bir de sandalye ve tabure meselesi var... Diyanet İşleri Başkanlığının, cuma hutbesi olarak okuttuğu, müftülüklere gönderdiği tamimde ve Diyanet'in resmî web sitesinde, camilerde taburede, sandalyede namaz kılmanın, özellikle sabit oturakların bulunmasının yanlışlığı ve caiz olmadığı bildirilmektedir. Maalesef bazı kimseler kendi aklını ölçü kabul ediyor. "Niye olmasın, bal gibi olur" diyerek aklına göre hareket ediyor. Hazret-i Ali buyurdu ki:
"Din, akıl ve görüş ile olsaydı, mestin üstünü değil de altını meshetmek gerekirdi." Dinimizde akıl değil, nakil esastır...
."Hastalığını hemen tedavi etmelisin!.."
2016-10-07 02:00:00
"Sık sık hasta ziyaretlerine git! Cenaze namazlarında bulun! Kabirleri ziyâret et! Bu üç şeyi muntazam yaparsan bu hastalıktan kurtulursun! Sendeki dünya sevgisi yok olur."
Ebüdderdâ (radıyallahü anh) hazretleri, Eshâb-ı kirâmın büyüklerindendir. Bir gün, kendisine bir kimse gelerek dedi ki:
-Yâ Ebüdderdâ! Benim büyük bir hastalığım var. Bunun tedavisinde bana yardımcı ol!
-Hastalığın nedir?
-Benim kalbimde dünyaya karşı aşırı sevgi var. Dünya, âdeta kalbimi işgâl etmiş. İbâdetlerimden bir tat, lezzet alamıyorum.
-Ey kişi! Senin hastalığın hastalıkların en büyüğüdür. Bunu, hemen tedavi etmelisin! Yoksa, Allah korusun îmânını da kaybedebilirsin!.. Sana tavsiyem şudur: Sık sık hasta ziyaretlerine git! Cenaze namazlarında bulun! Kabirleri ziyaret et! Bu üç şeyi muntazam yaparsan bu hastalıktan kurtulursun! Sendeki dünya sevgisi yok olur. Kalbin nurlanır, basîret gözün açılır.
Adamcağız, bildirilen üç şeye bir müddet devam etti fakat kendi hâlinde herhangi bir değişiklik hissetmedi. Üzüntülü bir şekilde tekrar gidip dedi ki:
-Yâ Ebüdderdâ! Tavsiyelerini aynen yerine getirdim. Fakat kendimde hiçbir değişiklik görmüyorum!
-Bildirdiğim gibi, hastaları yokladın mı, cenazelerde bulundun mu, kabir ziyaretleri yaptın mı?
-Evet, devamlı bu üç şeyle meşgul oldum.
-Öyle ise sen, cenazeye bir hayvan ölüsüne gider gibi gitmişsin! Şimdi söyleyeceklerimi iyi dinle: Hasta ziyâretlerine gittiğin vakit, bir gün senin de onun gibi zayıf, hâlsiz, yatağa uzanmış olacağını düşün! Bir yudum suyu bile eline alıp içemeyeceksin, başkalarının yardımı ile içebileceksin! Bütün bu gerçeklere rağmen hâlâ dünyaya bağlanmaktaki maksadın ne? Görüyorsun ki, dünya zenginliği, insanın bu hâle gelmesine mâni olamamaktadır. Bunları, hastanın yanında düşün ve nefsine şöyle de: "Şunun hâline bak, ibret al! Senin de sonun budur, o hâlde dünya muhabbetinden elini çek!.." Cenaze namazına gittiğin zaman düşün ki bu kimseyi, bütün dünya nimetlerinden ayırmışlar. Tabutun içine koyup musalla taşının üzerine bırakmışlar. Yakınları, çok sevdiği ve bütün ömrünü onlar için harcadığı çocukları onu geriden seyrediyorlar... Mezarlığa vardığında, kabirde yatanların hâlini düşün! Bir gün sen de onlar gibi olacaksın! Nâzik bedenin çürüyüp böceklere yem olacaktır... İşte bu üç şeyi yaparken bunları düşünüp, kendini bunların yerine koyarsan, kısa zamanda bu tehlikeli hastalıktan kurtulursun!
O kimse, bu nasîhatlere aynen uydu. Çevresinde olanlara ibret nazarıyla baktı. Basîret gözü açıldı. Hakkı bâtıldan ayırdı. Bundan sonra bütün ömrünü, âhireti düşünerek, ona hazırlanmakla geçirdi...
.Mucizelerin en büyüğü Kur'ân-ı kerîmdir!..
2016-10-08 02:00:00
Bir gün Resûlullah efendimiz, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk'a bir âyetin manasını anlatıyordu. Hazret-i Ömer yanlarına gitti. Ancak bir saat dinlediği hâlde bir şey anlayamadı!..
Kur'ân-ı kerîm, Muhammed aleyhisselâmın mucizelerinin en büyüğüdür... Kur'ân-ı kerîmin insan sözü olmadığı tecrübe ile de ispat edilmiştir. Şöyle ki; bir Arap şairi, bir sayfada, edebî sanat inceliklerini göstererek, bir şey yazmış, bunun arasına birkaç satır hadîs-i şerîf ve başka yerinde de, aynı şeyi anlatan bir âyet-i kerîme yerleştirip, hepsi bir arada, İslâmdan ve Kur'ândan haberi olmayan, Arabîsi kuvvetli birisine, bir adamın yazısı diye okutturulmuştur. Okurken, hadîs-i şerîfe gelince, durmuş; "Burası, yukarısına benzemiyor. Buradaki sanat daha yüksek" demiştir.
Sıra, âyet-i kerîmeye gelince, şaşkın bir hâlde; "Burası hiçbir söze benzemiyor. Mana içinde mana var. Hepsini anlamaya imkân yok" demiştir...
Bugün piyasada bilhassa, Avrupa'da Kur'ân-ı kerîmin pek çok tercümesi vardır. Bu, hakkıyla yapılabilinir mi? Yapılamaz. Kur'ân-ı kerîm, hiçbir dile, hattâ Arapçaya da tercüme edilemez. Sebebi şu ki: Herhangi bir şiirin, kendi diline bile, tam tercümesine imkân yoktur. Ancak meâli ve îzâhı olur...
Kur'ân-ı kerîmin manasını anlamak için tercümesini okumamalıdır. Bir âyetin manasını anlamak demek, Allahü teâlânın, bu âyette, ne demek istediğini anlamak demektir. Bu âyetin herhangi bir tercümesini okuyan kimse, 'murâd-ı İlâhî'yi öğrenemez. Tercüme edenin, bilgi derecesine göre yaptığı meâli öğrenir... Kur'ân-ı kerîmin manasını, yalnız Muhammed aleyhisselâm anlar. Eshâb-ı kirâm, ana dili olarak Arabî bildikleri, edip ve beliğ oldukları hâlde, bazı âyetleri anlayamaz, Resûlullaha sorarlardı...
Bir gün Hazret-i Ömer, bir yerden geçerken, Resûlullah efendimizin, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk'a bir şey anlattığını gördü. Yanlarına gidip dinledi. Sonra, başkaları da gördü ise de, gelip dinlemeye çekindiler... Ertesi gün, hazret-i Ömer'i görünce dediler ki:
- Yâ Ömer, Resûlullah Efendimiz, dün size bir şey anlatıyordu. Bize de söyle, öğrenelim.
Hazret-i Ömer, onlara şöyle cevap verdi:
- Dün, Ebû Bekr, Kur'ân-ı kerîmden anlayamadığı bir âyetin manasını sormuş, Resûlullah, ona anlatıyordu. Bir saat dinledim, bir şey anlayamadım... Çünkü, hazret-i Ebû Bekr'in yüksek derecesine göre anlatıyordu. Hazret-i Ebû Bekr'in derecesi, Hazret-i Ömer'den çok daha yüksekti. Fakat, Hazret-i Ebû Bekr de, Cebrâîl aleyhisselâm da, Kur'ân-ı kerîmin manasını, esrârını, Resûlullaha sorardı...
Bugün bazı kimselerin "Kur'an-ı kerîmde şu, şu eksikler var..." gibi sözleri hain, sapık veya sinsi bir din düşmanı olduğunu göstermiyor mu?..
.Dinimizi nereden ve kimden öğreneceğiz?
2016-10-14 02:00:00
Kendilerine din adamı ismini ve süVeren el, alan elden üstündür
2016-10-15 02:00:00
Peygamber Efendimiz, Eshâbı ile konuşurken, kuvvetli bir genç, dükkânına doğru geçti. Bazıları; "Dünyalık kazanmaya gideceğine, buraya gelip birkaç şey öğrenseydi!" dediler.
Müslümanın kendine, evlâdına, ailesine ve borçlarını ödemeye lâzım olanları kazanması farzdır. Bunun için çalışan sevap kazanır. Özürsüz terk edene azap yapılacaktır. Hadîs-i şerîfte, (Beş vakit namazı kıldıktan sonra, çalışıp helâl kazanmak, her Müslümana farzdır) buyuruldu
Bir sabah, Peygamber efendimiz, Eshâbı ile konuşurken, kuvvetli bir genç, dükkânına doğru geçti. Bazıları;
- Erkenden dünyalık kazanmaya gideceğine, buraya gelip birkaç şey öğrenseydi iyi olurdu, dediler.
Resûlullah Efendimiz onlara buyurdu ki:
- Öyle söylemeyiniz! Eğer kimseye muhtaç olmamak ve ana-baba, çoluk-çocuğunu da muhtaç etmemek için gidiyorsa, her adımı ibâdettir. Eğer, herkese övünmek, keyif sürmek niyetinde ise, şeytanla berâberdir.
İsâ aleyhisselâm birine sordu:
- Ne iş yapıyorsun?
- İbâdetle vakit geçiriyorum.
- Nereden yiyip geçiniyorsun?
- Her ihtiyacımı kardeşim karşılıyor.
- O hâlde, kardeşin senden daha kıymetli ibâdet yapmaktadır.
Hazret-i Ömer buyurdu ki:
"Çalışınız, kazanınız 'Allahü teâlâ rızkımı çalışmadan gönderir' demeyiniz! Allahü teâlâ, gökten para yağdırmaz... Helâl kazanmak için alışveriş ederken, helâl kazanırken can vermeyi, başka şekilde ölmekten daha çok severim."
Lokman Hakîm, oğluna nasihat verirken buyurdu ki:
"Çalış, kazan! Çalışmayıp, herkese muhtaç kalanların dîni ve aklı noksan olur, iyilik etmekten mahrum kalır ve herkesten hakaret görür."
Büyüklerden birine sordular:
- Özü sözü doğru olan tüccar mı, yoksa geceleri namaz kılan, gündüzleri oruç tutan âbid mi yüksektir?
- Emîn olan tüccâr daha kıymetlidir. Çünkü, şeytanla her saat cihat etmektedir. Şeytan, alışverişte, tartmada onu aldatmaya uğraşmakta, o ise Allahü teâlânın emrini, rızasını gözetmektedir.
İmâm-ı Ahmed bin Hanbel hazretlerine sordular:
- Her gün sabahtan akşama kadar camide ibâdet edip 'Allahü teâlâ, benim rızkımı nereden olsa gönderir' diyen biri, nasıl bir kimsedir?
Hazret-i İmâm şöyle cevap verdi:
- Bu kimse câhildir. İslâmiyetten haberi yoktur.
İmâm-ı Evzâî hazretleri, İbrâhîm Edhem hazretlerini, sırtında bir yığın odun götürüyorken gördü.
- Niçin bu kadar sıkıntı çekiyorsun? Kardeşlerin, seni hiçbir şeye muhtaç bırakmıyor, dedi.
İbrâhîm Edhem hazretleri buna şöyle cevap verdi:
- Öyle söyleme, hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: (Helâl kazanmak için sıkıntı çekenlere Cennet vacip olur.)sünü veren câhil ve sapık kimselerin sözlerinden ve yazılarından din öğrenmeye kalkışmak, kendini Cehenneme atmaktır.
Bugünlerde değerli okuyucularımızdan (Sık sık "Tefsirden, meâlden, hadis kitaplarından din öğrenmeye kalkışmayın. Rastgele kitap da alınmaz" diyorsunuz. Peki, biz dinimizi nereden, nasıl öğreneceğiz?) diye soranlar oluyor.
Fıkıh, tefsir, hadîs ilimlerinde ve tasavvuf ilminde çok derin bir âlim olan, yüzden fazla kıymetli kitap yazmış bulunan Abdülganî Nablüsî hazretleri, bu konu ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
"Fıkıh bilgilerini derin âlimler, Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden çıkarmışlardır. Bunun için din bilgileri ancak fıkıh kitaplarından öğrenilir. Müctehid olmayanların tefsirden fıkıh bilgisi öğrenmesi imkânsızdır. Cehenneme gidecekleri hadis-i şerîfte bildirilen yetmiş iki bid'at fırkasının âlimleri, Kur'ân-ı kerîmden yanlış mânâ çıkardıkları için sapıttılar... Kur'ân-ı kerîmin hakîkî mânâsını öğrenmek isteyen, Ehl-i sünnet âlimlerinin kelâm, fıkıh ve ahlâk kitaplarını okuması lâzımdır..."
Fıkıh ilmi, insanların yapması ve yapmaması lâzım olan işleri bildirir. Fıkıh bilgileri, "Kitab", "Sünnet", "İcmâ" ve "Kıyâs"tan çıkarılır. Dînin hükümlerini bilen müctehid âlimlere "Fakîh" denir. Bir kimse Kur'ân-ı kerîmi, ihtiyaç miktarı ezberledikten sonra, fıkıhla meşgul olmalıdır! Çünkü, Kur'ân-ı kerîmi ezberlemek farz-ı kifaye, fıkhın kendine lâzım olan miktarını öğrenmek ise farz-ı ayndır. Hadis-i şerîfte buyuruldu ki: (İbâdetlerin en kıymetlisi fıkhı öğrenmek ve öğretmektir.)
Halk için yazılmış olan ve herkesin bilmesi ve yapması gereken "kelâm", "ahlâk" ve "fıkıh" bilgilerini kısaca ve açıkça anlatan kitaplara "İlmihâl" kitapları denir. Her Müslümanın, evinde mutlaka ilmihâl kitabı bulundurması, dinini ondan öğrenmesi lâzımdır. Kendilerine din adamı ismini ve süsünü veren câhil ve sapık kimselerin sözlerinden ve yazılarından din öğrenmeye kalkışmak, kendini Cehenneme atmaktır. [Seâdet-i Ebediyye]
Kitaplarını "Hakikat Kitabevi"nin bastırdığı büyük İslâm âlimi Hüseyin Hilmi Işık Efendi (kuddîse sirrûh) buyurdu ki:
"Benim kitaplarımda bana âit hiçbir bilgi yoktur. Hepsi, Ehl-i sünnet âlimlerinin yazılarıdır ve onun için de çok kıymetlidir... Eğer kitaplarımın içinde bana âit bir tek satır yazı olsa, o zaman hiç kıymeti kalmaz, çöplük olur, çöplük. Mücevher dükkânı ile çöplük bir olur mu? Mücevher ile çer çöp mukayese edilir mi hiç?.. Bizim kitaplarımız mücevher dükkânı gibidir. Bunlar ne güzel kitaplar yâ Rabbî! Bu kitaplar, Allahü teâlânın bu millete büyük bir nîmeti, lütfu, ihsânıdır kardeşim. Bunları okumak, kime nasip olursa, ona müjdeler olsun..."
.."O, sizin imanınızı bozmak istiyordu"
2016-10-21 02:00:00
Büyük İslâm âlimi ve velî Seyyid Fehîm Arvâsî hazretleri talebeleri ile Van Gölü kıyısında giderken, Akdamar adasındaki bir papaz su üstünde yürümeye başlar. Ve...
Allahü teâlâ, her şeyi bir sebeple yaratmaktadır. Bu sebeplere iş yapabilecek tesir, kuvvet vermiştir. Bu kuvvetlere tabiat kuvvetleri, fizik, kimya, biyoloji kanunları denir... Ancak Allahü teâlâ sevdiklerine ve seçtiklerine iyilik, ikrâm olmak için âdetini bozarak, bilinen tabiat, fizik kanunlarının dışında sebepsiz şeyler de yaratır. İşte bu fevkalade, tabiatüstü, tabiat kanunlarının üstündeki hâller, peygamberlerden zuhur ederse, buna "mûcize" evliyâda, veli kimselerde görülürse buna "kerâmet" ve sâlih müminde, Müslümanlarda görülürse "firâset" denir. Bu, tabiat kanunlarının üstündeki hâller, kötü kimselerde, hatta kâfirlerde de görülebilir. Bu âdet dışı şeyler, Müslüman olmayanlarda ve bozuk itikâtlı kimselerde ortaya çıkarsa, buna da "istidrâc" denir. Ancak, Allahü teâlâ, mûcize, kerâmet, firâsetten râzıdır, beğenir. Bu hâlleri onları sevdiği için, onları memnun etmek için vermiştir. Fakat, istidrâc, sihir, büyü yapanlardan râzı değildir, onları beğenmez. Bu hâlleri de sevmediği için vermiştir onlara. Müslüman olmayanlarda ve bozuk itikâtlı kötü kimselerde âdet dışı olarak zuhur eden şeyler, onlar için bir ihsân değil, âhıretteki azaplarını çoğaltıcı bir sebeptir...
***
Büyük İslâm âlimi ve velî Seyyid Fehîm hazretleri talebeleri ile Van Gölü kıyısında giderken, gölde bulunan Ahtamar (Akdamar) adasındaki bir papaz su üstünde yürümeye başlar. Bunu görünce, talebelerinden birinin hâtırına şöyle bir düşünce gelir:
"Allahın düşmanı dediğimiz papaz, su üzerinde yürüyor da, evliyânın büyüğü, Allahü teâlânın sevdiği, seçtiği kulu Seyyid hazretleri, acaba neden yürümeyip kıyıdan dolaşıyor?.."
Seyyid Fehîm hazretleri, bu düşünceyi anlayıp, mübârek ayaklarındaki nalınları ellerine alıp, birbirlerine çarpar. Nalınlar birbirine çarptıkça papaz suya batar. Boğazına kadar gelince, bir daha çarpar. Batar ve boğulur. Sonra, böyle düşünen talebesine dönerek şöyle buyurur:
- O, istidrac göstererek, sihir yaparak, su üstünde gidiyordu. Böylece, sizin imanınızı bozmak istiyordu. Nalınları çarpınca sihri bozularak battı. Müslümanlar sihir yapmaz. Allahü teâlâdan kerâmet istemekten de hayâ ederler!..
Sihir, büyü ve kerâmeti birbirinden ayırmak için dinimizi çok iyi öğrenmeliyiz. İslam âlimi kime denir, müctehid nedir, ictihad nedir... Bunlar iyi bilinmelidir... Bir kimse, namaz kılmıyorsa, dinimizce küfür sayılan şeyler yapıyorsa, açıktan günâh işliyorsa, bu kimse havada uçsa, denizin üstünde yürüse de makbul bir kimse değildir.
.Şu dört şeyi yapmadan uyuma!"
2016-10-22 02:00:00
"Ey Âişe! Geceleri Kur'ân-ı kerîmi hatmetmeden, benim ve diğer peygamberlerin şefâatlerine kavuşmadan, müminleri kendinden hoşnut etmeden ve haccetmeden uyuma!"
Hazret-i Âişe (radıyallahü anha), Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) mübarek zevcesi; Peygamberlerden sonra insanların en üstünü olan Hazret-i Ebu Bekir'in kızıdır... Bütün İslâm ilimlerine vâkıf, müctehid, zühd ve verâ sahibi idi. Onun vefâtında bütün Müslümanlar ağladı. Çünkü O, ümmül müminîn (Müminlerin annesi) idi... Resulullah Efendimizin güzelliğini en iyi görüp anlayan ve anlatanlardan biri de o idi. Bir gün Tâbiînden gençler gelerek, kendisine Resûlullahın ahlâkını sordular. Onlara buyurdu ki:
"Onun ahlâkı Kur'ândı. Kur'ân-ı kerîmin hoş gördüğünü kabul edip razı olurdu, hoş görmediğini kendisi de hoş görmez ve kaçınırdı."
Âişe vâlidemize hitaben, buyurulmuş çok hadîs-i şerîf vardır. Bunlardan bazıları şunlardır:
(Ey Âişe! Hiç hayâsız söz söylediğimi gördün mü? Kıyâmet gününde Allah katında en kötü insan, şerrinden kaçarak insanların terk ettiği kimsedir.)
(Ey Âişe! Allah, kullarına lütuf ile muâmele edicidir. Her işte yumuşak davranılmasını sever.)
(Ey Âişe! Yumuşak ol; zîrâ Allahü teâlâ bir ev halkına iyilik murâd ederse onlara rıfk , yumuşaklık kapısını gösterir.)
(Ey Âişe! Sana birisi, istemeden, bir şey verirse, kabul et; çünkü o, Allahü teâlânın sana gönderdiği bir rızıktır.)
Hazret-i Âişe bir gün Resûlullah Efendimize;
- Şehitlerin derecesine yükselen olur mu? diye sordu.
Peygamber Efendimiz;
- Her gün yirmi kere ölümü düşünen kimse, şehitlerin derecesini bulur, buyurdu. Sonra devamla;
- Ey Âişe! Geceleri Kur'ân-ı kerîmi hatmetmeden, benim ve diğer peygamberlerin şefâatlerine kavuşmadan, müminleri kendinden hoşnut etmeden ve haccetmeden uyuma, buyurdu.
Bunları söyledikten sonra namaza durdu. Namazını bitirip de hazret-i Âişe vâlidemizin yanına geldiğinde;
- Ey iki cihânın güneşi olan Efendim! Annem, babam, canım sana fedâ olsun. Bana dört şeyi yapmamı emrediyorsun. Ben bunları bu kısa müddet içinde nasıl yapabilirim, diye sordu.
Peygamber Efendimiz, tebessüm ederek buyurdu ki:
- Yâ Âişe! Üç İhlâs-ı şerîfi ve bir Fatihâ sûresini okursan, Kur'ân-ı kerîmi hatmetmiş; bana ve diğer peygamberlere salevât getirirsen, [Meselâ, Allahümme sallî ve sellim alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ cemî'il enbiyâi vel-mürselîn, denirse] şefaatimize kavuşmuş; önce müminlerin ve sonra da kendi affını dilersen, müminleri kendinden hoşnut etmiş; (Sübhânallahi velhamdülillahi ve lâ ilâhe illallahü vahdehü lâ şerîke leh. Lehül mülkü velehül hamdü ve hüve alâ külli şey'in kadîr) tesbihini okursan haccetmiş sayılırsın!
.Süte kattığın sular ineği götürdü baba!"
2016-10-28 02:00:00
Hile ile biriktirilen şeyler, ansızın gelen bir felâketle, birdenbire gider ve geride yalnız günâhları kalır. Eskiden bir sütçü, süte su katardı. Bir gün, ansızın sel geldi ve ineği boğuldu.
Dünyaya gelen herkesin belli bir ömrü, belli bir rızkı vardır. Kimse rızkını yemeden, bitirmeden ölmez. Hile ile fazla mal, para kazanmak mümkün ise de bu, insanın rızkını artırmaz. Bunlar, malın bereketini giderir. Nitekim Resûlullah Efendimiz "Ticârete hıyânet karışınca, bereket gider" buyurmuştur. Bereket demek, az malın çok faydası olması, çok işe yaraması demektir. Az bir mal, bereketli olunca, çok kimsenin rahat etmesine, çok iyi işlerin yapılmasına yarar. Bereketli olmayan, çok mal vardır ki, sahibinin dünyada ve âhirette felâketine sebep olur...
Hile ile biriktirilen şeyler, ansızın gelen bir felâketle, birdenbire gider ve geride yalnız günâhları kalır. Nitekim eskiden bir sütçü, süte su katardı. Bir gün, ansızın sel geldi ve ineği boğuldu. Adam şaşkın bir hâlde düşünürken, çocuğu dedi ki:
- Süte kattığın sular birikerek, gelip ineğimizi götürdü baba!
***
Malın ayıbını, kusurunu, müşteriden gizlememeli, hepsini, olduğu gibi göstermelidir. Kusuru gizlemek hainliktir, hıyânettir. Böyle yapan, malının kusurunu söylemeyen zâlim olur, günâhkâr olur. Malın iyi tarafını göstermek, karanlıkta göstermek hep zulüm olur, hile olur.
Resûlullah Efendimiz, buğday satan birisinin buğdayına, mübarek parmaklarını sokup, içinin yaş olduğunu görünce;
- Bu nedir? diye sordu. Satıcı:
- Yağmur ıslatmıştır, diye cevap verince:
- Niçin saklayıp göstermiyorsun? Hile eden, bizden değildir, buyurdu...
Müslümanın, her sanatta ve her işte hile yapmaması farzdır. Çürük iş yapması ve gizlemesi harâmdır. İmâm-ı Ahmed ibni Hanbel'e, gizli yama yapmayı sordular.
- Kendi giymesi ve müşterinin giymek istemesi ile câiz olup, hile olarak yapmak, yani gizli yamayı, yeni diye satmak günâhtır. Aldığı para haramdır, buyurdu.
Şu birkaç günlük ömürde malı, mülkü artırmak için, âhiretini ziyana sokmayı kim ister? Böyle düşünen bir satıcı hıyânet yapamaz. Resûlullah Efendimiz buyurdu ki:
"Lâ ilâhe illallah diyenler, dünyayı dinden üstün tutmadıkça, Allahü teâlânın gadabından, azabından kurtulurlar. Dîni bırakıp, dünyaya sarılırlarsa, bu kelime-i tevhîdi söyleyince, Allahü teâlâ, onlara 'yalan söylüyorsun!' buyurur."
Gayrimüslime de hile yapmak uygun değildir. Bu kâfirdir, gâvurdur diyerek, hile, hıyânet yapmanın câiz olacağını sanmak doğru değildir. Çok yanlıştır. Dinimiz, kâfir hakkına Müslüman hakkından daha çok önem vermiştir. Önem sırasına göre, önce hayvan hakkı, sonra kâfir hakkı, sonra da Müslüman hakkı gelir.
Müslüman hile yapmaz, başkalarının haklarına saldırmaz ve her yerde İslâmın güzel ahlâkını yaşayarak örnek olu
.Bütün günahları silen sevap!..
2016-10-29 02:00:00
Bir zamanlar, bir ülkenin padişahı kalbinden şöyle geçirmiş: "Şu muazzam ordumla Resulullah Efendimizin zamanında yaşasaydım ve Onun yanında harp etseydim..."
Dinimizde niyet çok önemlidir. Bir mubah, iyi niyet ile yapılınca sevap, kötü niyet ile yapılınca, günâh olur. (Ameller, niyete göre iyi veya kötü olur) hadîs-i şerîfi, mubahlara niyete göre sevap verileceğini bildirmektedir.
Dünya lezzetini tatmak için olan niyetine azap verilmez ise de, âhiret nimetlerinin azalmasına sebep olur. Başka niyetleri için azap görür. Bu kimse, sünnet olduğu için koku sürünür, şık giyinirse, câmiye saygı için, câmide yanına oturan Müslümanları incitmemek, temiz olmak, sıhhatli olmak, İslâmın vakârını, şerefini korumak için niyet edince, her niyeti için ayrı sevap kazanır...
İnsan, mubah bir işe başlarken, niyetine dikkat etmelidir. Niyeti iyi ise, o işi yapmalıdır. Niyeti, yalnız Allahü teâlâ için olmazsa, yapmamalıdır. Hadîs-i şerîfte, (Allahü teâlâ, sizin sûretlerinize, mallarınıza, bakmaz. Kalplerinize ve amellerinize bakar) buyuruldu...
Büyük İslâm âlimi Hüseyin Hilmi Işık Efendi (kuddîse sirrûh) bir sohbetinde buyurdu ki:
Allahü teâlâ, kullarının niyetini, amelinden daha makbul tutar. Niyet bozuksa, cenâb-ı Hak, ona sevap vermiyor. Mesela bir talebe, üniversiteye girse ve kendi kendine “Yâ Rabbî, ben bu okulu inşallah bitirince, bir mevki sahibi olunca, senin kullarına yardım edeceğim. Kazandığım parayla setr-i avret yapacağım, evlenince eşime, çocuklarıma iyi bakacağım. Elimdeki imkânlarla hem kendim, hem de başkalarının İslâmiyeti öğrenmesi için elimden gelen gayreti göstereceğim...” diye düşünse ve bu niyetle okusa, tâ ki mezun oluncaya kadar her günü, hatta her nefesi 'zikir' sayılır efendim. Her nefesine, 'zikir sevâbı' yazılır kardeşim...
***
Bir zamanlar, bir ülkenin çok ihlaslı bir padişahı varmış. Muazzam ordusuyla bir sefere çıkacakmış. Her şey hazır... Kendisi atıyla çıkmış bir tepenin üzerine, aşağıya doğru ovaya bakmış, muhteşem bir ordu. Kimse de yok yanında, tek başına. İçinden şöyle geçirmiş:
"Ya Rabbi! Şu muazzam ordumla, bu imkânımla beraber, Resulullah Efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında yaşasaydım da, Onun yanında, ben de emrinde olsaydım... Harplerinde yanında ben de mücadele etseydim..."
Sonra, yoluna devam etmiş...
Gel zaman, git zaman her fani gibi bu sultan da vefat etmiş... Hesap defteri açılmış. Bakmış ki günah çok, ancak sevap tarafı bomboş! Sadece bir sevap var; o gün yaptığı o halis niyet. Ve o bir sevap bütün günahlardan ağır geliyor... Hesap sonunda melekler onu doğru Cennete götürüyorlar...
.Sen güzel şeyleri israf ediyorsun!.."
2016-11-04 02:00:00
Hâtim-i Esâm hazretleri israf konusunda çok titiz idi. İlim sahibi bir zatın çok israf ettiğini duyar. Onun evine giderek "Ben Acemli bir kimseyim, bana dînimi öğret" der...
Hâtim-i Esâm hazretleri, evliyânın büyüklerindendir. Asıl adı "Hâtim bin Ünvan bin Yûsuf el-Esâm"dır. Belh şehrinde doğmuştur. Şakîk-i Belhî hazretlerinin talebesi, Ahmed-i Hadraveyh hazretlerinin de hocasıdır. 237 (m. 852) senesinde vefât etmiştir. Kendisine "Esâm" (duymaz) denilmesinin sebebi şöyle anlatılır:
Bir kimse onunla konuşurken kazayla yellenir. Hâtim-i Esâm o şahıs utanmasın diye "Yüksek sesle konuş, kulaklarım iyi duymuyor" der. İşte bu hasleti sebebiyle ona "Esâm" denilmiştir.
***
Bir kimse, Hâtim-i Esâm hazretlerinin huzuruna gelerek;
- Yâ Hâtim, namazı nasıl kılarsın? diye sordu.
Hâtim-i Esâm hazretleri şöyle cevap verdi:
- Namaz vakti gelince kalkıp hem zâhiren hem bâtınen abdest alırım.
- Bu abdest nasıl alınır?
- Zâhirî abdestte, abdest âzâlarımı bildirilen şekilde su ile yıkarım. Bâtınî abdestte ise, âzâlarımı, tevbe, pişmanlık ile dünya ve baş olma sevgisini, mahlukun övmesini, kin ve hasedi terk ederek yıkarım. Sonra Kâbe'yi gözümün önüne getirir, Allahü teâlânın beni gördüğünü düşünürüm. Cennetin sağımda, Cehennemin solumda, Azrâil aleyhisselâmın arkamda olduğunu ve sanki Sırat köprüsünde olduğumu, kıldığım bu namazın son namazım olduğunu kabul ederim. Sonra niyet eder tekbîr alırım. Namazda okurken tefekkür ederek okurum. Tevâzu ile rükûa giderim. Yalvarma yakarma hâlinde secde yaparım. Ümid ile teşehhüde otururum. İhlâs ile selâm veririm. İşte otuz seneden beri kıldığım namazlarım böyledir.
***
Hâtim-i Esâm israf konusunda çok titiz idi. İlim sahibi bir zatın çok israf ettiğini duydu. Onun evine giderek "Ben Acemli bir kimseyim, bana dînimi öğret" dedi. "Önce ne öğrenmek istiyorsun?" diye sorunca, Hâtim-i Esâm "Bana önce abdest almayı öğret" dedi...
O zât bütün uzuvlarını sırayla ve üç defa yıkadı. Abdesti tamamlayınca ona "Ben senin huzurunda bir abdest alayım da, benim yanlışlarımı düzelt" dedi. Hâtim-i Esâm abdest alırken kollarına gelince dörder defa yıkadı. Bunun üzerine o zât "Suyu israf ettin" deyince, Hâtim-i Esâm "Ben nerede israf ettim?" dedi. O zât da "Kolunu üç kere yıkayacağın yerde dört defa yıkadın" dedi. Hâtim-i Esâm da "Ben bir avuç suyu israf ettim. Sen ise çok ve güzel şeyleri israf ediyorsun" dedi...
O zât anladı ki; Hâtim-i Esâm dînî bilgi öğrenmeye değil, ders vermeye gelmiş! Evine girdi ve kırk gün kimsenin yüzüne bakamadı...
Hatim-i Esâm hazretlerinin hikmetli sözleri pek çoktur. Bir gün buyurdu ki:
"Nefsinden dört şey iste: Riyasız olarak iyi bir iş yapmayı, tamahsız olarak almayı, başa kakmadan vermeyi, cimrilik yapmadan yardım etmeyi."
."Evimiz, varlığınızla şeref kazansın..."
2016-11-05 02:00:00
Sevgili Peygamberimiz Medîne’ye "Hicret" etmişlerdi. Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyub el-Ensârî hazretleri çok sevinçliydi. Çünkü Resûlullah Efendimiz, onun evinde yedi ay misafir kaldılar.
Sevgili Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) "Hicret"i gerçekleşmiş ve Medîne’yi teşrif etmişlerdi... Bütün Müslüman kabileler, Resulullah Efendimizi misafir etmek için yarışıyorlardı... Neccâroğullarının reisi Hazret-i Ebû Eyyub da, akrabalarını toplamış; Resulullahı karşılamaya çıkmıştı. Bütün Medîneli Müslümanlar gibi, o da iki cihânın efendisini ağırlamak ateşiyle yanmaktaydı...
Zaman zaman, Resulullah Efendimizin devesi "Kusvâ"nın yularını yakalayanlar “Buyurunuz yâ Resulallah! Her şeyimiz; sizin yolunuza fedâ olsun!” diyerek, kendi evlerine götürmek istiyorlardı.
Fakat Kâinâtın Efendisi, kimsenin gücenmesini arzu etmiyorlardı. Kusvâ’yı işâret ederek buyurdular ki:
-Devemin yularını bırakınız! Kimin evinin önünde çökerse, orada misâfir olurum!
Gerçekten o kutlu deve de, sanki vazifesini biliyormuş gibi hareket ediyordu. Yorgunluğuna rağmen, yavaş ve asîl hareketlerle, epeyce dolaştı. Sonunda, iki yetime ait, boş bir arsa üzerinde durdu. Ağır ağır yere çöktü.
Resulullah Efendimiz devesinden inmediler. Hayvan tekrar ayağa kalktı, yürümeye başladı. Eski yere çöktü, bir daha kalkmadı ve tatlı tatlı homurdanmaya başladı. Bunun üzerine Sevgili Peygamberimiz, Kusvâ’nın üzerinden inip buyurdular ki:
-İnşallah yerimiz burasıdır. Burası kimindir?
-Yâ Resulallah! Amroğulları Süheyl ve Sehl’indir.
-Akrabalarımızdan hangisinin evi buraya daha yakındır?
Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyub el-Ensârî (radıyallahü anh) sevinçle cevap verdi:
-Buyurunuz yâ Resulallah! Buyurunuz ki fakir evimiz, varlığınızla şeref kazansın. İşte hemen şuracıkta... Bana müsaade ederseniz, devenin üzerindekileri oraya taşıyayım, dedi ve eşyaları indirdi...
Peygamber Efendimizin mübârek anne tarafları, aslen Medîneli ve Neccâroğulları kabilesine mensup idiler. Bu yüzden, akrabaydılar. Eşyalar hemen, evin alt katına taşındı. Böylece onüç yıllık çileli, işkencelerle dolu Mekke günleri bitmişti...
Peygamberimizin devesi Kusvâ’nın ilk çöktüğü yerde Mescid-i Nebî inşâ edilinceye kadar ağırlama ve evinde bulundurma şerefi Hâlid bin Zeyd hazretlerine nasip oldu...
***
Aradan yıllar geçti... Ebû Eyyub el-Ensârî hazretleri, 50 [m. 670] senesinde, Süfyân bin Avf emrinde İstanbul'u fetih için gelen mücahitlerin arasına katıldı. Ancak surlara yakın bir yerde dizanteriden vefât etti...
Evini Resulullah Efendimizin şereflendirdiği bu mübarek zatın kendisi de İstanbul'u şereflendiriyor. Nasibi olanlar Eyüp'teki türbesine gidip ziyaret ediyorlar. Ne mutlu onlara...
.Ebû Hüreyre'yi müminler sever
2016-11-11 02:00:00
"Resulullah Efendimiz (Allahım, şu kulunu ve annesini mümin kullarına, müminleri de onlara sevdir) buyurarak dua etti. Artık beni bilen ve gören her mümin sevdi..."
Eshâb-ı kirâmdan Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) hazretleri en çok hadîs-i şerîf rivâyet eden mübarek bir zattır... Hicretin 7. senesinde Müslüman oldu...
Yemen’den yetmiş kişiden fazla mümin, bir kâfile hâlinde Medîne’ye geldiler... Ebû Hüreyre bir an önce Peygamberimizi görmek, O’na kavuşmak aşkıyla yanıyordu. Yolculuğun uzun sürmesinden sıkılıyor, sabırsızlanıyor; "Ey yolculuk gecesi! Bıktım yolun uzunluğundan ve sıkıntısından. Fakat bu yolculuktur kurtaran beni, küfür inkâr yurdundan" manasında şiirler söylüyordu...
Nihayetinde Resûlullaha kavuştu ve bir daha Yemen’e dönmedi. Gece gündüz Resulullah efendimizin yanından hiç ayrılmadı. Peygamberimizin vefatına kadar dört sene böyle devam etti. Ebû Hüreyre şöyle demiştir:
-Benim çok hadîs rivâyet etmemin sebebi şudur: Ben fakîr bir kimseydim. Belli bir işim yoktu. Her zaman Resûlullah efendimize hizmet ediyordum. Muhâcirler çarşıda, pazarda alışverişle; ensâr da kendi malları, mülkleriyle uğraşırken, ben Resûlullah efendimizin yanında bulundum. Dolayısıyla diğerlerinden daha çok şey duydum.
***
Ebû Hüreyre bir gün kaftanının içinde küçük bir kedi taşıyordu. Resûlullah Efendimiz onu görünce "Nedir bu?" diye sordu. O da "Kedicik" diye cevap verdi.
Bunun üzerine Resulullah Efendimiz ona;
-Yâ Ebâ Hüreyre [Ey kedicik babası] buyurdu. Ebû Hüreyre o günden sonra bu isimle meşhur olup, esas ismi olan "Abdurrahmân" unutuldu...
***
Hazret-i Ebû Hüreyre, Müslüman olduktan sonra, annesinin de iman etmesini çok istiyor, bunun için çok uğraşıyordu. Fakat bir türlü muvaffak olamıyordu. Bu hususta şöyle anlatmıştır:
"Bir gün Peygamberimizin huzuruna girip dedim ki:
-Yâ Resulallah! Annemi İslâma davet ediyorum, bir türlü kabul etmiyor. Bugün de Müslüman olmasını söyledim. Bana hoş olmayan sözlerle karşılık verdi. Hidâyete kavuşması için dua buyurunuz.
Bunun üzerine Resulullah efendimiz (Allahım Ebû Hüreyre’nin annesine hidâyet ver!) diye dua buyurdu. Duâyı alınca sevinerek eve gittim. Eve varınca annem 'Ey oğlum, ben Müslüman oldum' dedi. Ben sevincimden yerimde duramıyordum. Tekrar Resulullahın huzuruna koştum, sevincimden ağlayarak annemin Müslüman olduğunu müjdeledim. Dedim ki:
-Yâ Resulallah! Annemi ve beni müminlerin sevmesi için, bizim de müminleri sevmemiz için dua ediniz.
Resulullah Efendimiz (Allahım, şu kulunu ve annesini mümin kullarına, müminleri de onlara sevdir) buyurarak dua etti. Artık beni bilen ve gören her mümin sevdi...
Evet, bu hadis-i şerif de bize gösteriyor ki; Hazret-i Ebû Hüreyre'yi ancak müminler sever. Ne diyelim; kişi sevdiği ile beraberdir...
.Mezhep imamları ve dinde reformcular...
2016-11-12 02:00:00
"Kur’ân-ı kerîmin mânâsını anlamak isteyen, mezhep imamlarının kitaplarını okumalıdır. Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere, kendi kafalarından mânâ verenlere 'dinde reformcu' denir."
Eshab-ı kiramın hepsi derin âlim, birer müctehid idiler. Din bilgilerinde, siyaset, idarecilik ve zamanlarının fen bilgilerinde ve tasavvuf marifetlerinde birer derya idiler. Bu bilgileri, Resulullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) kalplere işleyen, ruhları çeken sözlerini işitmekle, az zamanda edindiler. Her birinin mezhebi vardı... Tâbiinin ve Tebe-i tâbiinin arasında da müctehidler vardı. Bu müctehidlerin mezheplerinden yalnız dördü kitaplara geçip, dünyanın her yerine yayıldı. (Ehl-i sünnetin dört mezhebi; Hanefî, Mâlikî, Şâfi’î ve Hanbelî’dir) Bu dört mezhebin imamları "İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe, İmâm-ı Mâlik, İmâm-ı Şâfiî ve İmâm-ı Ahmed bin Hanbel"dir. Dört mezhebin imanları arasında esasta ayrılık yoktur. Birbirlerini din kardeşi bilirler. Birbirlerine uymayan işlerinde, zaruret olunca, birbirlerini taklit ederek yaparlar. Allahü teâlâ, mezheplerin böyle ayrı olmalarını istemiştir. Bu ayrılığın, Müslümanlara Allahü teâlânın rahmeti olduğunu, Peygamber efendimiz haber vermiştir... İmâm-ı Eş’arî ve İmâm-ı Mâtürîdî, Eshâb-ı kirâmın, Tabiînin, dört mezhep imâmının ve sonra Ehl-i sünnet âlimlerinin nakil ve tevâtür yoluyla bildirdikleri îmân ve îtikâd bilgilerini açıklamışlar, anlaşılmasını kolaylaştırmak için kısımlara bölmüşler ve herkesin anlayabileceği şekilde yaymışlardır. Bunlardan İmâm-ı Eş’arî, İmâm-ı Şâfiî’nin talebesi zincirinde bulunmaktadır. İmâm-ı Mâtürîdî ise İmâm-ı A’zam’ın talebesi zincirindedir. Daha sonraki asırlarda gelen Ehl-i sünnet âlimleri, bu iki imâmın koyduğu usullere uyarak Ehl-i sünnet îtikâdını nakletmişlerdir...
Büyük İslâm âlimi Hüseyin Hilmi Işık (kuddîse sirrûh) buyurdu ki:
"İmâm-ı âzam hazretleri, İslâmiyet bilgilerini beyan buyurmuş, kitabında yazmış. Onun beyanlarını da talebeleri alıp, kitaplarına yazmışlar. Demek ki, Kur’ân-ı kerîmin mânâsını anlamak isteyen, mezhep imamlarının kitaplarını okumalıdır. Çünkü mezhep imamları, kitaplarına yazdıklarını, doğrudan Eshâb-ı kirâmdan veyâhut da kendi hocalarından, yani hocaları vâsıtasıyla Eshâb-ı kirâmdan almış ve yazmışlardır. Eshâb-ı kirâm da doğrudan Resûlullah Efendimiz’den işitip aldılar. Velhâsıl bütün bu yazılanlar, hep Resûlullah Efendimizden öğrenilen bilgilerdir. Yetmiş iki fırka, hep kendi düşüncelerine, kendi kafalarına göre mânâ vermiş, Cehenneme gitmişlerdir... Biz, dört mezhepten birine uymayanlara, Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere, kendi kafalarından mânâ verenlere 'dinde reformcu' diyoruz kardeşim."
."Ya Resûlullah tenim siyah, Cennete girebilir miyim?"
2016-11-18 02:00:00
Peygamber Efendimizin huzuruna birisi gelip "Yâ Resûlallah, tenim siyah, fiziken de güzel değilim. Benim bu hâlim Cennete girmeye mâni midir?" diye sorar...
Dinimizde ırkçılık yoktur. Siyah bir Müslüman beyaz bir kâfirden çok üstün, çok daha kıymetlidir. Siyah olmak, imanın şerefini azaltmaz. Resûlullah Efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) çok sevdiği Hazret-i Üsame ve Bilâl-i Habeşi hazretleri siyah tenli idi. Ebu Leheb ve Ebu Cehil kâfirleri beyaz idi. Allahü teâlâ insanın rengine değil, iman ve takvasına kıymet vermektedir.
Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Rabbiniz bir olduğu gibi, babalarınız, dininiz ve Peygamberiniz de birdir. Arab'ın Acem'e, [Arab olmayana] Acem'in Arab'a üstünlüğü olmadığı gibi, kırmızının karaya, karanın kırmızıya üstünlüğü yoktur. Hiçbir milletin diğerine üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva iledir.) [İbni Neccar]
***
Resulûllah Efendimize yıllarca hizmetle şereflenen Enes bin Mâlik hazretleri anlatır: Peygamber Efendimizin huzurunda bulunurken, Sa'd Selemî adında birisi gelip dedi ki:
- Yâ Resûlallah, tenimin siyah, fiziken de güzel olmamam Cennete girmeme mâni midir?
Peygamber Efendimiz buna şöyle cevap verdi:
- Hayır, derinin siyah oluşu Cennete girmene mâni değildir.
Bunun üzerine Sa'd dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Bundan sekiz ay önce, ben cenâb-ı Hakka ve Resûlüne îmân ettim. Ancak, benim tenimin siyah oluşundan dolayı kimse beni kabul etmedi, herkes benden uzak durdu.
Peygamber Efendimiz, etrafına bakıp:
- Amr bin Veheb burada mı? diye sordu. Oradakiler:
- Burada yok, diye cevap verdiler.
Peygamber Efendimiz;
- Şimdi sen Amr bin Veheb'in evine git. Benden selâm söyle, Resûlullah, kızını bana vermeni istedi, diye bildir, buyurdu.
Amr bin Veheb'in güzel, iffetli bir kızı vardı. Siyah tenli kimse, hemen bildirilen yere gidip, kapıyı çaldı. Önce içeri almak istemediler. Sonra bir isteği vardır diye içeri aldılar. Fakat kendisinden çok sıkılmışlardı. Bir an önce niçin geldiğini bildirip, gitmesini bekliyorlardı. Nihayet Sa'd Selemî;
- Resûlullahın selâmı var, kızınızı bana vermenizi emir buyurdu, dedi.
Kızın babası, kızını, ilk defa gördüğü böyle siyahi birine vermeye razı olmadı ve onu geri çevirdi.
Sa'd evden çıktıktan sonra, talip olunan kız, babasına dedi ki:
- Babacığım sen ne yaptın? Ya bu kimseyi gerçekten Resûlullah gönderdiyse? Eğer o gönderdiyse nasıl olursa olsun evlenmeye râzıyım. Allahın Resûlünün uygun gördüğü şeye biz nasıl karşı gelebiliriz?
Kızının bu sözü üzerine, Amr bin Veheb hemen kalkıp Resûlullahın huzuruna gitti, yanına yakın bir yere oturdu...
Peki, bu evlilik gerçekleşti mi? Onun cevabı da yarına inşallah...
."Senin kızından daha hayırlısıyla evlendi!"
2016-11-19 02:00:00
Resulullah Efendimiz harp meydanındakilere buyurdu ki: "Siz onun kayınpederine gidip (Allahü teâlâ, Sa'd Selemî'yi senin kızından daha hayırlı biri ile nikâhladı) deyin..."
Dün, bir nebze bahsettiğimiz gibi; Amr bin Veheb, güzel kızını siyah tenli fiziken de pek güzel olmayan kimseye vermek istememişti. Ancak kızı, damat adayını gönderenin Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) olduğunu duyar duymaz bu evliliğe razı olmuştu. Babasını hemen Resulullah Efendimize gönderdi. O da durumu Resûlullaha şöyle arz etti:
"Yâ Resûlallah, yanlış bir iş yaptım affedilmem için geldim. O kimseyi geri çevirmemin sebebi, belki yanlış anlamış olabilir düşüncesiyle idi. Mademki siz uygun gördünüz, kabul ediyor, kızımı ona veriyorum..."
Kızın babasının bu sözleri üzerine nikâh kıyıldı. Ancak damadın hiç parası yoktu. Hazreti Osman, Abdurrahman bin Avf ve Hazreti Ali'den temin etti...
Hemen çarşıya çıkarak, hanımı için eşyalar aldı. Gözlerinden neşe ve sevinç akmaktaydı. Bu hâl içinde eve gitmekte iken kulağına bir ses geldi;
- Ey mücâhidler, hazırlanın! Resûlullahın emri ile savaşa gidiyoruz! deniliyordu...
Sa'd Selemi'deki neşe derhal cihat sevincine dönüştü. Ellerini kaldırıp şöyle dua etti:
"Ey yerlerin ve göklerin sahibi yüce Allahım. Ben seni ve Resûlünü çok seviyorum. Resûlünün emri her şeyin üzerinedir. Mademki savaş emri vermiş, evlilik işimi bırakıp, ben de harbe katılacağım..."
Sonra hemen gidip, iyi bir at, kılıç, mızrak ve bir kalkan aldı. Süvarilerin toplandığı meydana gitti...
Bir müddet sonra, Peygamber Efendimiz süvarilerin yanına geldi. Tam Sa'd hazretlerinin yanında durdu. Onun "Evlilik işini sizin cihat emriniz üzerine bırakıp geldim yâ Resulallah" demesi üzerine ona dua etti...
Ordu yola çıkıp düşman ordusu ile savaşa tutuşunca, Sa'd var gücüyle kendini ortaya attı. Kahramanca kılıç sallıyor, önüne gelen düşman askerini yere yıkıyordu... Bu şekilde epey vuruştuktan sonra, bir ses işitildi:
- Sa'd şehit düştü, Sa'd şehit düştü!..
Peygamber Efendimiz, Sa'd'ın şehid düştüğünü görünce, onu kucakladı. Yüzündeki tozu toprağı sildi ve;
- Kokun ne kadar güzel. Allaha ve Resûlüne sevgin ne kadar çok ey Sa'd, buyurarak bir müddet başında ağladı. Sonra mübarek yüzünde birden tebessüm belirdi ve yüzünü başka tarafa çevirdi...
Orada bulunanlar bunların hikmetini sordular. Buyurdu ki:
-Sa'd Selemî'yi sevdiğim için ölümüne ağladım... Onun yüksek derecesini görünce, gülümsedim... Cennette beraber olacakları huriler o anda yanına geldiler. Hayâmdan yüzümü başka tarafa çevirdim... Şimdi siz onun kayınpederine gidip "Allahü teâlâ, Sa'd Selemî'yi senin kızından daha hayırlı biri ile nikâhladı" deyin...
.Zaferlerle dolu kısa bir ömür...
2016-11-25 02:00:00
Sultan Alparslan, Malazgirt Zaferinden sonra 1072 senesinde çok sayıda atlı ile Maveraünnehr’e doğru sefere çıktı. Türkleri bir bayrak altında toplamak istiyordu. Ancak!..
Bugün, Büyük Selçuklu Sultanı Alparslan'ın vefat yıl dönümüdür. (25 Kasım 1072)
Muhammed Alparslan, Türk milletinin en büyük kahramanlarındandır. Malazgirt'te Bizans ordusunu yenerek Türklere Anadolu kapılarını açmıştır... Selçuklu Devletinin kurulmasında önemli rolü olan Horasan Valisi Çağrı Bey'in oğlu olan Alparslan, 20 Ocak 1029’da doğdu. İyi bir tahsil gördü, sayısız zafer kazanarak mertliği ve iyi kumandanlığı ile ün saldı. 27 Nisan 1064’te büyük bir törenle tahta çıktı ve büyük zaferlere imza attı...
Sultan Alparslan, tarihî zaferlerinin yanı sıra, medreseler kurmak, ilim adamlarına ve talebeye vakıf geliri ile maaşlar tahsis etmek, imar ve sulama tesisleri yapmak suretiyle de büyük hizmetler yaptı. Zamanında; İmam-ı Gazali ve İmam-ı Serahsi gibi büyük âlimler yetişmiştir...
Muhammed Alparslan, İslamiyet’i içten yıkmaya çalışan bid'at fırkalarıyla çok mücadele etmiştir. Hatta bir gün; “Kaç defa söyledim. Biz, bu ülkeleri Allahü tealanın izniyle silah kuvveti ile aldık. Temiz Müslümanlarız, bid’at nedir bilmeyiz. Bu sebepledir ki, Allahü teala, halis Türkleri aziz kıldı” demiştir...
***
Sultan Alparslan, Malazgirt Zaferinden sonra 1072 senesinde çok sayıda atlı ile Maveraünnehr’e doğru sefere çıktı. Türkleri bir bayrak altında toplamak istiyordu. Ordunun başında Buhara’ya yaklaştı. Amuderya Nehri üzerinde bulunan Hana Kalesi'ni muhasara etti. Kale komutanı, Batıni fırkasına mensup Yusuf el-Harezmi, kalenin fazla dayanamayacağını anladı ve teslim olacağını bildirdi. Hainin bir planı vardı! Alparslan’ın huzuruna çıkarıldığı sırada hançeri ile onu öldürecekti! Nitekim öyle yaptı. Huzuruna vardığında Sultana saldırdı. Hançeriyle onu yaraladı. Kendisi de anında orada infaz edildi...
Sultan Alparslan aldığı yaralardan kurtulamadı. Dördüncü günü, tarihe geçen şu ibretli sözleri söyleyerek şehit oldu:
“Her ne zaman düşman üzerine azmetsem, Allahü tealaya sığınır, O’ndan yardım isterdim. Dün bir tepe üzerine çıktığımda, askerimin çokluğundan, ordumun büyüklüğünden bana, ayağımın altındaki dağ sallanıyor gibi geldi. 'Ben, dünyanın hükümdarıyım. Bana kim galip gelebilir?' diye düşündüm. İşte bunun neticesi olarak, cenab-ı Hak beni aciz bir kulu ile cezalandırdı. Kalbimden geçen bu düşünceden ve daha önce işlemiş olduğum hata ve kusurlarımdan dolayı Allahü tealadan af diliyor, tövbe ediyorum...”
42 yaşındayken vefat eden Muhammed Alparslan, Tahran yakınlarındaki Rey şehrine defnedildi. Ruhu şad olsun...
.Van'dan doğan ve batmayan güneş...
2016-11-26 02:00:00
Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri, dört mezhebin fıkıh bilgilerinde mâhir, veliyyi kâmil tasavvuf ilminin mütehassısı bir mübarek zat idi. Van'da doğdu, Ankara'da vefat etti...
Efendim yarın Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin “rahmetullahi teâlâ aleyh” vefat yıl dönümüdür. (27 Kasım 1943) Bugün köşemizi o mübarek zattan bahsederek ziynetlendirmek istedik...
Zâhir ve bâtın ilimlerinde kâmil ve dört mezhebin fıkıh bilgilerinde mâhir, veliyyi kâmil tasavvuf ilminin mütehassısı, bu mübarek zat 1865 (H.1281)'te Van-Başkale'de doğdu. Seyyid olup; Hazret-i Ali'ye kadar bütün babaları âlim ve velî idi.
Abdülhakîm Arvâsî hazretleri 1878 (H.1295) yılında zamanının bir tanesi Seyyid Fehîm Arvâsî hazretlerinin huzuruna kavuştu. Onun sohbet ve teveccühleri ile gönlünü nurlandırdı. Zâhirî ve batınî ilimlerde icâzet aldı. Arvas'ta büyük ilmî faâliyetlerde bulunuyordu. Ancak 1914 yılında Birinci Dünya Harbinin başlarında Rus askeri Doğu Anadolu'yu işgâle başladı. Bir taraftan da Ermenileri silahlandırarak masum Türk halkı üzerine kışkırtıyorlardı. Hicret etmek zorunda kaldılar. Çileli bir yolculuktan sonra 1918 senesinin nisan ayında İstanbul'a ulaştılar... Eyüpsultan'daki Kaşgari Dergâhı'nın şeyhliği, imamlığı ve vâizliği ile vazifelendirildi. Bu arada Sultan Vahideddîn Han tarafından Süleymâniye Medresesine tasavvuf müderrisi (ordinaryüs profesör) olarak da tâyin edildi. Böylece hem çeşitli câmilerde vaaz ederek ve hem de üniversitede hoca olarak İslâmiyeti yaymaya, din düşmanlarını susturmaya ve sindirmeye başladı... Üniversite mensupları, fen ve devlet adamları, çözülemez sandıkları meseleleri sormaya gelir, sohbetinde, dersinde bir saat kadar oturunca, cevabını alır, sormaya lüzum kalmadan, o bilgileri öğrenmiş ve aldıkları feyizle nurlanmış olarak dönerlerdi... Çok mütevazı idi. "Ben" dediği hiç işitilmemiştir...
***
Dîni dünya çıkarlarına âlet eden yobazlara karşı yaptığı konuşmalar, iftiralara sebep oldu. Bunların tahriki ile Eylül 1943'te tutuklanarak İstanbul'dan İzmir'e götürüldü. Yakınları, kendilerinin Bursa'ya nakli veya İstanbul'a iadesi için birkaç defa teşebbüse geçtilerse de her defasında ret cevabını aldılar... Nihayet Ankara'ya nakline müsaade çıktı. Bu sırada hasta idi. On sekiz gün yattıktan sonra 27 Kasım 1943'te (H.1362) vefat etti... Keçiören'de dâmâdı İbrahim Arvas Beyin evinde gasil, techiz, tekfîn ve namazı edâ edildikten sonra Bağlum'a getirilerek defnedildi... Telkinini kimin vereceği, oğlu faziletli Ahmed Mekki Efendi'ye sorulunca; "Babam Hilmi'yi çok severdi. Telkinini o versin" dedi. Böylece telkin vermek ve kabr-i şerîfine girmek vazifeleri talebesi Hüseyin Hilmi Işık Efendi'ye (kuddîse sirrûh) nasip oldu. Allahü teala şefaatlerine nail eylesin...
.Hocasına sû-i zanda bulunan talebe!..
2016-12-02 02:00:00
Bir İslâm âlimi ders verirken, talebelere "Alâmetlere bakarak bir hâdise hakkında kati hüküm vermek doğru değildir" diyerek bir misâl verir. Ancak talebe verilen misali beğenmez!..
Müslüman hüsn-i zan sahibi olmalıdır, olayları iyiye yormalıdır. İslâm âlimleri "Bir Müslümanın bir sözünden veya bir işinden yüz şey anlaşılsa, bunlardan doksandokuzu küfre sebep olsa ve biri Müslüman olduğunu gösterse, bu bir şeyi anlamak, ona kâfir damgası vurmamak lâzımdır" buyurmuşlardır.
Kişi Müslümana sû-i zanda bulunabileceği gibi, Allahü teâlâya karşı da sû-i zanda bulunabilir, bundan da çok kaçmalıdır. Meselâ, günâhının affolunmayacağını zannetmek, O'na sû-i zan olur. Allahü teâlâ, şartlarına uygun tövbe yapılınca, her türlü günâhı muhakkak affeder...
Sû-i zan sebebiyle insanın başına birçok olay gelmektedir...
Bir İslâm âlimi ders verirken, talebelere "Alâmetlere bakarak bir hâdise hakkında kati hüküm vermek doğru değildir. Bundan kaçının!" diyerek şöyle bir misâl verdi:
"Evinize girerken, bir köpeği, burnunda yoğurt bulaşığı olduğu hâlde evden çıkarken görseniz eve girildiğinde de yoğurt çanağında köpeğin burnu girecek kadar oyuk olsa, yine de bizzat görmediğiniz için veya gören olmadığı için 'Muhakkak bu köpek bu yoğurda burnunu sokmuştur' diye kati bir hükümde bulunmayın!"
Talebenin birisi hocasına karşı itiraz mahiyetinde "Bu köpeğin bu yoğurda burnunu soktuğu apaçık meydanda iken, niye kati hüküm verilmezmiş?" diye düşündü... Bir zaman sonra, bu talebe, şehrin kenarında bulunan evinin yakınındaki ağaçlıkta bir hayvan kesmişti. O anda sıkıştığından, elindeki kanlı bıçak ile çalıların arasına ihtiyacını gidermek için gitti. O sırada şehirde bir kişi bıçaklanmış, bıçaklayan şahıs da kaçmıştı. Zaptiyeler, kaçan şahsı ararken, çalıların arasında bu kimseyi gizlenir hâlde görünce şüphelenip yanına vardılar. Elinde bıçak ve üzerinde kan izlerini görünce, suçlu zannı ile alıp götürdüler...
Talebe ne kadar "bu işle benim ilgim yok" dediyse de, elindeki bıçak ve üzerindeki kan izleri cinayeti bunun işlediğini gösteriyordu. Bu kimseyi nezarete attılar. Nezarette hayli sıkıntı çekti. Daha sonra mahkemeye çıkarıldı. Zamanın kadısı, ifâdeleri dinledikten sonra kararını şöyle açıkladı:
"Her ne kadar maznunun (zanlının) çalılıklar arasında gizlenmesi, elinde bıçak ve kan izlerinin bulunması hâdiseyi onun işlediği şüphesini kuvvetlendiriyorsa da, bıçaklarken bizzat gören şâhit olmadığı için beraatına karar verilmiştir..."
Talebe, alâmetlere göre karar vermenin muhakkak doğru olmayacağını anladı. Bu hâdise ona ders oldu. Hocasına yaptığı sû-i zannına tövbe ederek, bir daha kalben de olsa itirazda bulunmayacağına dair kendi kendine söz verdi...
."Merhaba, Rabbini arayan genç!.."
2016-12-03 02:00:00
İbni Semmâk hazretleri mescitte ders veriyordu. İnsanlar halka olmuş, anlattıklarını can kulağıyla dinliyorlardı. O sırada ayakları şişmiş, elbiseleri parçalanmış hâlde biri girdi içeri!..
Büyük velî Ma'rûf-ı Kerhî "rahmetullahi aleyh" "Bağdat'ın İmâmı ve Zâhidi" lakabıyla meşhurdur. 815 (H.200) senesinde Bağdat'ta vefât etti. İmâm-ı Ali Rızâ hazretlerinin hizmetinde bulunmuştur... İranlı Hristiyan bir anne ve babanın çocuğu iken, Hristiyanlığı öğrenmesi için bir râhibe gönderilir. Biraderi İsâ onun Müslüman oluşunu şöyle anlatır:
"Ben ve kardeşim Ma'rûf okula gidiyorduk. Râhip, çocuklara -Hâşâ- 'Allah üçtür: Baba, Oğul, Ruh'ül kudüs' derdi. Ma'rûf ise 'Allah birdir, Allah birdir' diye yüksek sesle bağırırdı. Râhib de onu döverdi... Bu hâl uzun zaman devam etti. Nihâyet bir gün öyle dövdü ki, her tarafı kan revan içinde kaldı. O da kaçtı ve bir daha geri dönmedi... Bunun üzerine annem onun için her gün gözyaşı dökerdi: 'Eğer oğlum sağ salim geri dönerse, o hangi dinde ise ben de o dîne gireceğim' derdi..."
***
Bundan sonrasını, Ma'rûf-ı Kerhî hazretleri kendisi şöyle anlatır:
-Ayaklarım şişmiş, elbiselerim parçalanmış bir hâlde Kûfe'ye geldim. Bir mescide gittim. Orada nur yüzlü bir zâtın etrafında insanlar halka olmuş, anlattıklarını can kulağıyla dinliyorlardı. O zâta yaklaştım ve dinledim. Şöyle diyordu:
-Kim Allahü teâlâdan tamamen yüz çevirirse, Allahü teâlâ da ondan tamamen yüz çevirir. Kim kalbiyle Allahü teâlâya kavuşmayı arzu eder ve O'na koşarsa, Allahü teâlâ onu rahmetiyle karşılar. Bütün herkesin kalbinde O'nun muhabbeti hâsıl olur, O'na gelirler. Dertlere ve belâlara sabreden kimseye de rahmetini ihsân eder...
Bu zât Muhammed ibni Semmâk hazretleriydi. Onun bu sözleri kalbime çok tesir etti. Benim gizli ve açık her şeyimi bilen, Rabbime kavuşmayı istedim. Allahü teâlâ da duâmı kabul buyurdu. Bu sırada İbn-i Semmâk âniden sustu. Sonra insana çok tesir eden bir sesle;
-Bağdâtlı genç nerede? diye sordu. Beni hemen yanına götürdüler. Başımı okşadı ve;
-Merhaba ey Rabbini arayan genç! Merhaba ey Allah'ın sevgisine ve muhabbetine kavuşan kimse, dedi...
Bu sözleri işitince, babama beni kötüleyen râhibi hatırladım ve ağlamaya başladım. Bunun üzerine;
-Sen ağlıyor musun? dedi.
-Evet efendim, dedim ve râhibin sözünü hatırladım. Tam bu sırada;
-Râhibin sözünü mü düşündün? diye sordu. Ben buna çok hayret ettim. "Evet" dedim. Bana;
-İman etmiş, tertemiz bir kul olarak Allahü teâlâya duâ et. Senin duân kabul olur, buyurdu ve ben de duâ ettim. Daha sonra râhibin Müslüman olup sâlihler arasına karıştığını öğrendim..."
Ma'rûf-ı Kerhî hazretleri, uzun seneler sonra; fıkıh, hadîs, tefsîr ve kelâm âlimi olarak memleketine döndü. Önce, sabırla onu bekleyen annesi daha sonra da bütün âilesi Müslüman oldu...
.Halis niyetle yapılan hizmetler zâyi olmaz
2016-12-09 02:00:00
Her müminin, Resûlullah Efendimizin dînine yardım etmesi, O'nun ahlâkı ile huylanması, O'nun getirdiği Kur'ân-ı kerîmi ve dini sevmesi ve hürmet etmesi lâzımdır...
Muhammed aleyhisselâm, gelmiş ve gelecek bütün insanlardan, bütün peygamberlerden her bakımdan üstündür. Peygamberlerden ve meleklerin üstünlerinden sonra, bütün yaratılmışların en üstünü de onun Eshâbıdır. Eshâb-ı kirâmın üstünlüğü ile ilgili, bir âyet-i kerîmede meâlen buyuruldu ki:
"Siz ümmetlerin hayırlısısınız." (Âl-i İmrân sûresi: 110)
O mübarek zatlar, Resulullah'a o kadar tâbi idiler ki her sözüne tereddütsüz "peki" derlerdi...
Peygamber Efendimizin vefâtından sonra, Eshâb-ı kirâmın hepsi, sonra da evlatları, cihat için, dîn-i islâmı dünyaya yaymak için, Arabistan'dan çıktı. İslâm ordusu, Asya'nın ötelerine, Afrika'ya, Kıbrıs'a, İstanbul'a, hâsılı her yere dağıldı.
Allahın dînini, O'nun kullarına tanıtmak için savaştılar ve canlarını feda ettiler... Dört Halîfe devrinde de Eshâb-ı kirâm, İslâm dînini yaymak, cihat etmek hususunda sözlerine sâdık kaldılar. Sözlerinden dönmediler. Hepsi ittifak hâlinde, yerlerini, yurtlarını terk ile Arabistan'dan çıkıp, her tarafa yayıldılar. Gidenlerin çoğu, geri dönmeyip, gittikleri yerlerde vefat edinceye kadar cihat etti ve İslâm dînini anlattılar. Böylece az vakitte çok memleket alındı. Fethedilen yerlerde İslâmiyet hızla yayıldı...
Her müminin, Resûlullah Efendimizin dînine yardım etmesi, O'nun ahlâkı ile huylanması, O'nun mübârek ismini çok söylemesi, ismini söylediğinde ve işittiğinde, saygı ile ve sevgi ile salât-ü selâm getirmesi, mübârek cemâlini görmeye âşık olması, O'nun getirdiği Kur'ân-ı kerîmi ve dini sevmesi ve hürmet etmesi lâzımdır...
***
Büyük İslâm âlimi Hüseyin Hilmi Işık Efendi (kuddîse sirrûh) buyurdu ki:
"Allah yolunda halis niyetle yapılan hizmetler zâyi olmaz kardeşim. Allahü teâlâ zâyi etmez. Rabbimize nasıl şükredeceğimizi bilemiyorum. Çok bahtiyârız. Nimetler içinde yüzüyoruz. Nereden geliyor bu nimetler? Hep Efendi hazretlerinden yani Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî hazretlerinden geliyor... Allahü teâlâ, bize ihsân ettiği nimetleri izhâr etmemizi, göstermemizi, belli etmemizi ister ve sever. Mücâhid olmak, Allah’ın dînine hizmet etmek, en büyük nimettir. Allah’ın dînine, yâni İslâmiyete yardım etmek Peygamber mesleğidir. Bu mübârek iş kimlere nasip oluyorsa, onlar da mübârek olur... Allahü teâlânın dînini anlatmakta, yaymakta iki ecir vardır. Birincisi, 'emr-i ma’rûf' yapmaktır. Yani birine bir kitap vermektir. Bu, emr-i ma’rûf sevâbıdır ve cihat sevâbından daha fazladır... İkinci ecir ise, eğer sizin emr-i ma’rûf yaptığınız kişi, bununla amel ederse, o amel edenin kazandığı bütün sevapların bir misli de size gelir. Ne büyük nimet..."
.Sen güzel huylu olarak yaratıldın"
2016-12-10 02:00:00
Resûlullah Efendimiz buyurdu ki: "Ben, lanet etmek için, insanların azap çekmesi için gönderilmedim. Ben, herkese iyilik etmek için, insanların huzura kavuşması için gönderildim."
Allahü teâlâ, sevgili Peygamberine (sallallahü aleyhi ve sellem) verdiği iyilikleri, ihsânları sayarak, kendine güzel huylar verdiğini, "Sen güzel huylu olarak yaratıldın" meâlindeki âyet-i kerîme ile bildirmektedir.
Muhammed aleyhisselâmın bin mucizesi görüldü. Bu kadar mucizenin en kıymetlisi, edepli olması ve güzel huyları idi.
Pazardan öte beri alıp torba içinde eve getirirdi. Fakîrle, zenginle, büyükle, küçükle karşılaşınca, önce selâm verirdi. Bunlarla müsâfeha etmek için, mübârek elini önce uzatırdı. Köleyi, efendiyi, beyi, siyahı ve beyazı bir tutardı. Çok mütevazı idi.
Mesela, her kim olursa olsun, çağırılan yere giderdi. Önüne konulan şeyi, az olsa da, hafif, aşağı görmezdi. Akşamdan sabaha ve sabahtan akşama yemek bırakmazdı. İyilik etmesini sever idi. Herkesle iyi geçinirdi. Güler yüzlü, tatlı sözlü idi. Söylerken gülmezdi. Üzüntülü görünürdü, fakat, çatık kaşlı değildi. Aşağı gönüllü idi, fakat, alçak tabîatlı değildi. Heybetli idi. Yani saygı ve korku hâsıl ederdi, fakat, kaba değildi. Nâzik idi. Mübârek başı hep önüne eğik idi. Kimseden bir şey beklemezdi. Resûlullah Efendimiz çok merhametli idi. Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden, Ebû Hüreyre hazretleri anlatır:
Bir gazâda, kâfirlerin yok olması için duâ buyurmasını söyleyince "Ben, lanet etmek için, insanların azap çekmesi için gönderilmedim. Ben, herkese iyilik etmek için, insanların huzura kavuşması için gönderildim" buyurdu. Enbiyâ sûresinin yüzyedinci âyetinde, (Seni, âlemlere rahmet, iyilik için gönderdik) buyurulmuştur.
Resûlullah Efendimiz çok cömert idi. Fakat, isrâf etmez, faydasız yere bir şey vermezdi. Herkese acırdı...
Bir gün hazret-i Ali (radıyallahü anh) Resûlullahın yanına gelip;
- Yâ Resûlallah! Bugün, çoluk çocuğuma nafaka yapmak için sekiz dirhem gümüş ödünç almıştım. Bunun yarısını size vereyim. Kendinize entari alınız, dedi.
Peygamber Efendimiz çarşıya çıkıp, iki dirhem ile bir entari satın aldı. Geri kalan iki dirhem ile yiyecek almaya giderken gördü ki, bir âmâ oturmuş,
- Allah rızası için ve Cennet elbiselerine kavuşmak için, bana kim bir gömlek verir, diyordu.
Almış olduğu entariyi bu âmâya verdi. Âmâ, entariyi eline alınca, misk gibi güzel koku duydu. Bunun, Resûl aleyhisselâmın mübârek elinden geldiğini anladı. Çünkü, Resûl aleyhisselâmın bir kere giydiği her şey, eskiyip dağılsa bile, parçaları da misk gibi güzel kokardı. Âmâ duâ ederek;
- Yâ Rabbî! Bu gömlek hürmetine, benim gözlerimi aç, dedi. İki gözü hemen açıldı...
Mevlid Kandilinizi şimdiden tebrik ederiz efendim...
."Fakirlik ve zenginlik imtihanını kazandın"
2016-12-16 02:00:00
Fakir, salih bir zat ile onun saliha bir hanımı vardı. Kadıncağız yün eğirir, kocası da onu pazarda satar, akşama onun parasıyla eve ekmek alır, böyle geçinip giderlerdi. Bir gün...
Şu kısacık ömürde, Allahü teâlânın kullarına iyilik edenler; güler yüz, tatlı dil ve güzel huy ile onlara kolaylık gösterenler ne bahtiyar insanlardır... Hadîs-i şerîfte, (İnsanlar Allahü teâlânın ıyâlidir, kullarıdır. Kullarına iyilik edenleri çok sever) buyuruldu.
Din büyüklerimiz buyuruyor ki: "İmandan sonra en büyük ibadet mümini sevindirmektir. Küfürden sonra en büyük günah bir müminin kalbini kırmaktır. İnsanları sevindirenleri Allah sevindirir. İnsanları üzeni Allah üzer. Allahü teâlânın üzdüğü kimseyi ise kimse tedavi edemez."
***
Fakir, salih bir zat ile onun saliha bir hanımı varmış. Kadıncağız yün eğirir, kocası da onu pazarda satar, akşama onun parasıyla eve ekmek alır, böyle geçinip giderlermiş... Bir gün adam yine iplikleri satmış. Akşama gelirken bir kimsenin, birini ayaklarının altına alıp fena hâlde dövdüğünü görünce koşmuş yanlarına, "Burada neler oluyor böyle?" diye sormuş. Üstteki adam "Bunun bana borcu var, ödemiyor. Onun için dövüyorum" demiş. Fakir zât "Onun borcu ne kadarsa ben vereyim, al cebimdeki bütün para bu, yeter mi?" demiş. Adam da, "Eh, yetmez ama idare eder" demiş...
Adam parasız eve dönmüş... Hanımına olayı anlatmış. Hanımı da "Sen hayırlı bir iş yapmışsın bey, üzülme" demiş...
O gece aç yatmışlar. Ertesi gün adam yine iplikleri alıp çıkıyor pazara, ama müşteri yok. Gezmiş dolaşmış artık akşam olmuş. Çaresiz evine dönerken elinde irice bir balıkla giden birini görmüş. Adam demiş ki; "Bugün akşama kadar gezdim ama bu balığı satamadım. Ha, hanım da benden yün iplik istemişti, sende var galiba" demiş. O da "var" deyince, bunlar balıkla yün iplikleri takas etmişler... Adamcağız eve gelince hanımına, "Bugün para kazanamadık ama en azından karnımızı doyuracak bir balık aldım. Pişir de yiyelim" diyor. Kadıncağız balığı temizlerken içinden bir kese altın çıkmaz mı? İkisi de seviniyorlar tabii... Artık tam zengin olduk derken, balığı satan adam geliyor ve diyor ki:
"Ben alışverişten vazgeçtim arkadaş. Al ipliklerini ver balığımı..." Adamcağız "Tamam da, biz balığı pişirip yedik, dolayısıyla onu midemden çıkaramam. Ama içinden çıkan altınları vereyim al git" diyor... İşte o an balıkçı, gerçek kimliğini açıklıyor ve diyor ki: "Ben bir meleğim. Beni Allahü teâlâ gönderdi. Senin borcu olan o adama yaptığın iyilik cenab-ı Hakkın çok hoşuna gitti. Seni imtihana tâbi tuttu. Hem fakirlik, hem zenginlik imtihanını kazandın. O altınlar senindir, güle güle harca!"
.Hiç kimsenin kimseye zulmetmediği bir dünya!
2016-12-17 02:00:00
Eğer gençler, İslam dinini iyi öğrenip, dinin emrettiği şekilde fen bilgilerine sarılırsa, dünyaya, tekrar adâlet, huzur gelir. Kimse kimseye zulmedemez. Rahat ve huzura kavuşulur...
İslâm dîni her hususta kusursuz ve her asrın şartlarına tamâmen uygun bir dindir. İlmi, fenni ve adâleti emreder, miskinliği meneder ve Avrupa'nın ancak ondokuzuncu asırdan itibâren tesis etmeye başladığı sosyal nizâmın kurucusu ve koruyucusudur. Eğer gençler, İslam dinini iyi öğrenip, dinin emrettiği şekilde fen bilgilerine sarılırsa, dünyaya, tekrar adâlet, huzur gelir. Kimse kimseye zulmedemez. Dünyada rahat ve huzur içinde yaşanıldığı gibi, âhirette de ebedî, sonsuz saâdete kavuşulur...
Mesela, Halife Ömer bin Abdülaziz zamanında, refah o kadar yükselmişti ki, Müslümanlar zekâtını verebilmek için, günlerce yol yürümek, zekât verecek kimse aramak zorunda kalıyorlardı. Çünkü herkes zengindi...
Dinli olsun dinsiz olsun, çok kimsenin ve Müslümân olmayan, hattâ İslâm düşmanı olan bazı milletlerin birçok işlerinde, muvaffak olmaları, rahat, huzur içinde yaşamaları, inanmadıkları, bilmedikleri hâlde, Kur'ân-ı kerîmin ahkâmına uygun olarak çalıştıkları içindir. Aksine, Müslümân olduklarını söyleyen, âdet olarak ibâdetleri yapan, çok kimselerin ise, sefâlet, sıkıntılar içinde yaşamalarının sebebi de, Kur'ân-ı kerîmin gösterdiği ahkâma ve güzel ahlâka uymadıkları içindir...
Bugün, ilim ve îmân silâhları çürümüş, hırs ve şehvetlerine kapılmış olan bazı câhiller, kâfirlerin bu hücûmları ile hemen bozuldu. Bunlardan bir kısmı, isimlerini siper edinip, Müslümân görünerek, fen adamı, kalem sâhibi ve din âlimi, hattâ Müslümânların hâmîsi şekline girip, temiz gençlerin îmânlarını çalmaya koyuldular. Kendilerinde bulunan ahlâksızlıkları, Müslümânlara, İslâm büyüklerine âtıf ve isnâd ederek, o temiz insanları kötülemeye, evlâtları babalarından soğutmaya uğraştılar. Tarihimize de dil uzatıp, parlak ve şerefli sayfalarını karartmaya, lekelemeye, vaka ve vesîkaları değiştirmeye kalkıştılar. Böyleleri için "Tam İlmihâl-Seadet-i Ebediyye" kitabında buyuruluyor ki:
"Herkes şunu iyi bilsin ki, bu milletin damarlarında dolaşan asîl kan, ne bugün, ne de, onların ümit ile bekledikleri günlerde, bu manâda aslâ garplılaşmayacak ve dinsiz olmayacak, zındıkların yalanlarına aldanmayacaktır!..
Bugün Müslüman ismi altında üç büyük İslâm fırkası vardır. Şiiliği Yahudiler, Vehhâbîliği ise İngilizler kurdu. İslâmiyeti Türkler korudu. Misyonerler Hıristiyanlığı, Yahûdîler Talmut'u; Hakîkat Kitâbevi ise İslâmiyeti yaymaya, masonlar da, dinleri yok etmeye çalışıyorlar. Aklı, ilmi ve insâfı olan, bunlardan doğrusunu izân, idrâk eder, anlar..."
Bunu anlamak o kadar zor mu?.. Orta Doğu'da kim kiminle iş birliği hâlinde; Ehl-i sünnet Müslümanları kim katlediyor? Her şey ayan beyan ortada değil mi?..
.Âriflerin ışığı velilerin önderi...
2016-12-23 02:00:00
Silsile-i aliyyenin yirmi üçüncüsü olan İmam-ı Rabbani hazretleri böyle bir 23 Aralık günü vefat etti. Cenaze namazını, oğlu Hace Muhammed Said kıldırdı. Vefatında 63 yaşında idi.
İmam-ı Rabbani hazretleri, (1563-1624) Hindistan'da yetişen en büyük velî ve âlimdir. Âriflerin ışığı, velilerin önderi, İslam’ın bekçisidir... Silsile-i aliyyenin yirmi üçüncüsü olan bu mübarek zat böyle bir 23 Aralık günü vefat etti.
İmam-ı Rabbani, "Rabbanî âlim demek olup, kendisine ilim ve hikmet verilmiş, ilmi ile amel eden, ilim ve amel bakımından eksiksiz ve kâmil, olgun âlim demektir. Hicri ikinci bin yılın müceddidi (yenileyicisi) olmasından dolayı "Müceddid-i elf-i sani", ahkam-ı İslamiye ile tasavvufu birleştirmesi sebebiyle, "Sıla" ismi verilmiştir. Hazret-i Ömer'in soyundan olduğu için, "Farukî" nesebiyle anılmış, Serhend şehrinden olduğu için de oraya nisbetle, "Serhendî" denilmiştir.
Bütün bu vasıflarıyla birlikte ismi, "İmam-ı Rabbani Müceddid-i elf-i sani Şeyh Ahmed-i Faruki Serhendi"dir...
Müslümanların zayıf düştüğü, küfrün, sapıklığın, zulmetin, felsefecilerin ve sapık kimselerin her tarafı kapladığı bir zamanda, binlerce kâfir, çok sayıda fâsık ve facir onun güzel hâllerini görüp, sohbetini işitip tövbe ederek salih Müslüman oldu. Uzaktan yakından pek çok kimse, rüyada ve uyanık iken onu görerek yanına koşmuş, huzuruna geldiklerinde gördüklerini aynen bulmuşlardır. Âlim, salih, genç, ihtiyar binlerce kimse onu görüp, sohbetinde bulununca, feyz alarak kalpleri zikreder olmuştur. Huzurundaki pek çok talebeyi hâllere, yüksek derecelere kavuşturmuştur...
***
İmâm-ı Rabbânî hazretleri vefât etmeden altı ay önce, Şabân ayının onbeşinci gecesi olan "Berât kandili" gecesini, kendi husûsi odasında ihyâ eyledi. O gece yarısı, kıymetli hanımının bulunduğu odaya geldi. Hanımı dedi ki:
- Bu gece ecellerin ve amellerin takdir edildiği gecedir. Kimbilir Allahü teâlâ kimin defterine ölecek ve kimin defterine de yaşayacak, diye kaydetti. Acaba bu gece kimlerin berâtı verilmemiştir?
İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu sözü duyunca buyurdu ki:
- Niçin tereddüt ve şüphe ile söylüyorsun? Ya isminin, dünyada yaşayacaklar sayfasından silindiğini görenin hâli nice olur?
Bunu söyleyince, esrâr yatağı olan kalbinden bir âh çekti. Böylece İmâm-ı Rabbânî hazretleri, o sene vefat edeceğine kerâmetiyle işaret buyurmuşlardı... Vefat ettiği safer ayının yirmi dokuzuncu salı günü, gece hizmetçilerine; "Çok zahmet çektiniz, bu sizin son zahmetinizdir" buyurdu... Cenaze namazını, oğlu Hace Muhammed Said kıldırdı. Vefatında 63 yaşında idi. Serhend'de evinin yanında defnedildi. Daha sonra Afganistan Padişahı Şah-i Zaman, kabri üzerine büyük ve çok sanatlı bir türbe yaptırdı. Allahü teala şefaatine nail eylesin. Amin...
.Sultan Alparslan'dan vezirine nasihat!..
2016-12-24 02:00:00
Büyük Selçuklu Sultanı Muhammed Alparslan bir gün vezirine der ki: "Sen bana niçin düşmanlık yapıyor ve saltanatıma göz dikiyorsun?" Bu sözü işiten vezir şaşırır!..
Devlet adamlığı ve devlet işleri büyük sorumluluk ister. İşinin ehli olmayan, inançsız, itikadı bozuk kimselerle çalışmak, onları tefrik edememek ve önemli mevkilere getirmek -velev ki o bir kişi dahi olsa- bütün ülkeye büyük zarar verir...
Büyük Selçuklu Sultanı Muhammed Alparslan bir gün vezirine der ki:
-Sen bana niçin düşmanlık yapıyor ve saltanatıma göz dikiyorsun?
Bu sözü işiten vezir yere kapanıp der ki:
-Ey efendimiz, bu nasıl sözdür? Ben bir bendeyim. Efendimize karşı ne kusur işlemişim?
-Senin kâtibin bir Bâtıni değil mi?
-Efendim o kim oluyor? Ateş olsa cirmi kadar yer yakar; zehir olsa, veremez bir zarar?
-Gidin, o kâtibi getirin!
Hemen gidip kâtibi getirirler. Alparslan sorar:
-Sen Bâtınisin, Bağdat halifesi hak değildir diyorsun, öyle değil mi?
- Hayır ben Bâtıni değil, Rafıziyim.
- Sanki Rafızilik Bâtınilikten üstün mü de bunu kalkan yapıyorsun be adam? Suç senin değil, seni işe alanındır.
Sultan, Rafıziyim diyen Bâtıniyi gönderdikten sonra, at kılından yapılmış bir kilim çıkarır, bir parça kıl çeker ve vezire der ki:
-Bunu kopar!
Vezir alıp koparır. 5 kıl verir, onu da koparır. 20 kılı büküp der ki:
-Bunu kopar bakalım!
Vezir koparamaz.
Sultan der ki:
-İşte düşman da tıpkı bunun gibidir: Bir, iki, beş olursa başa çıkmak kolay olur; fakat çoğalıp sırt sırta verdikleri zaman, onlar yerlerinden kaldırılamaz. Bunlar böyle tek tek aramıza girip, memuriyetleri ellerine geçirdikleri zaman, kısa bir sürede Irak'ta isyan zuhur eder ve gizli-açık düşmanlarla bir olurlar. Bizleri helak etmeye çalışırlar. Onun için hizmetçilerinizi iyi seçin! Bize muhalif olanları kendine yaklaşmaya yol verirsen, bu iş, hem kendine, hem de bana karşı ihanet olur...
Tarihte örnekleri çoktur. Zeki ve akıllı vezir, hükümdarı şöhret sahibi yapmıştır. Çünkü iyi yardımcılar, idareye daima iyi kimseleri almışlardır. Bid’at ehli, bozuk itikatlı kimselerden uzak durmuşlardır.
Kıssa olarak bildirilen âyet-i kerimelerden ibret, ders almak lazımdır. Neml suresinin (Hazret-i Süleyman “Kuşlar arasında hüdhüdü görmüyorum, kayıplara mı karıştı” dedi...) mealindeki 20. âyet-i kerimesi sultanlara, devleti idare edenlere memleketleri hususunda uyanık ve dikkatli olmalarına, halkın işlerini iyi yürütmelerine, tebasından yüksek mertebede olanların durumlarını araştırdığı gibi, aşağıdakilerin hâllerini de sorup öğrenmesine; hepsinin varlığından ve yokluğundan haberdar olması gerektiğine işaret etmektedir... Allahü teala, devletimizi idare edenlerin yâr ve yardımcısı olsun. Âmin...
."Kalbinizi düzeltirseniz işleriniz de düzelir!.."
2016-12-30 02:00:00
"Ey insanlar! İçinizi, kalbinizi düzeltin. Eğer kalbinizi düzeltirseniz, işleriniz de düzelir, azalarınız, gözleriniz, ayaklarınız, kulağınız, elleriniz hayırlı ameller işler..."
Emevî halifelerinden Ömer bin Abdülazîz hazretleri, gayet fazîletli, âlim, âdil ve eşine pek az rastlanan bir insandı. Bu mübarek zat, son cuma hutbesinde buyurdu ki:
"Ey Müslümanlar! Şunu iyi biliniz ki, hiçbiriniz lüzumsuz boş olarak yaratılmadınız, yaptığınız bütün işlerden âhirette hesaba çekileceksiniz! Allahü teâlâ mahşer yerinde hepinizin yaptıklarının hesabını görecektir... Âhiret korkunç bir gündür. Yürekleri parçalayan, çocukları ihtiyar yapan, kişiyi kardeşinden, evlâdından, anasından babasından ayıran, peygamberleri, melekleri titreten bir gündür...
Ey müminler! Âhiret âlemine gidenleri her gün uğurluyor ve kara toprağa bırakıp geliyorsunuz. Yataksız, yastıksız ve yalnız başına bırakıp geri dönüyorsunuz. Onların oradaki hâllerini hiç düşünmüyor musunuz?.. Onlar tanımadıkları bir âleme sefer etmişlerdir. Gelip geçici olan gaflet uykusundan uyanmışlardır. Fakat, pişmanlıkları bir fayda vermemiştir. Didinip çalışarak kazandıkları dünya malının kendilerine bir faydası olmamıştır. Dünyada iken bir incir çekirdeği kadar bile olsa ancak âhiret için yaptıklarından fayda görmektedirler. Düşünmeye değer bu hâllerden hiç ibret almadınız mı?..
Ölüm sizden dilediğini seçer. Dün geçti o sizin hakkınızda iyi bir şâhittir. Bugün önemli bir emânettir. Onun kıymetini bilmek ve değerlendirmek lâzımdır. Yarın ise, içinde hâdiselerle beraber gelmektedir. Ölümden kaçış yoktur.
Sizler bu dünyada, eşyalarını bineklerine yüklemiş yolcularsınız, yüklerinizi başka bir âlemde çözeceksiniz. Sizler, bu dünyada sizden öncekilerin yerine geçtiniz. Fakat sizler de yerlerinizi sizlerden sonrakilere vereceksiniz...
Ey insanlar! İçinizi, kalbinizi düzeltin. Eğer kalbinizi düzeltirseniz, işleriniz de düzelir, azalarınız, gözleriniz, ayaklarınız, kulağınız, elleriniz hayırlı ameller işler. Allahü teâlânın râzı olduğu işler ile meşgul olur, âhiret için sâlih ameller işlersiniz.
Her yolculuğun kendine has bir azığı, hazırlığı vardır. Âhiret yolculuğu için de, takvâyı azık edinin! Allahü teâlânın vereceği nimetleri görmüş gibi sevinin ve vereceği cezayı, azâbı da görmüş gibi korkun! Tûl-i emele yâni uzun emele kapılmayın, hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya sarılmak, bitmek bilmeyen istek ve arzuların peşinden koşmak, insanın kalbini katılaştırır. İnsanı, düşmanı olan şeytanın eline düşürür...
Ey insanlar, herkes uykudadır. Ancak ölüm ile uyanacaklardır. Uyanınca da Cennet veya Cehennemden birine gideceklerdir. Bu gerçeği görüp de buna hazırlanmamak, akılsızlık değil de nedir?!.."
."Sizden olan emirlere itaat ediniz!.."
2016-12-31 02:00:00
Resulullah Efendimizin mübarek Eshabı, bize emirlerimize, amirlerimize sövmemek, hilekârlık etmemek, asi olmamak Allahü teâlâdan çok korkup sabretmek lazım geldiğini bildirdiler.
Birlik ve beraberliğin sağlanması için âmire, emire itaatin önemi büyüktür. Dinimiz, cemiyetin huzur içinde yaşaması, kargaşadan uzak olması için âmirlerin meşru emirlerine itaati emretmektedir. Allahü teâlâ buyuruyor ki:
(Ey iman edenler! Allah’a, Resulüne ve sizden olan emirlere itaat ediniz.) [Nisa 59]
Resulullah Efendimizin mübarek Eshabı (aleyhimürrıdvan) bize emirlerimize, amirlerimize sövmemek, hilekârlık etmemek, asi olmamak Allahü teâlâdan çok korkup sabretmek lazım geldiğini bildirdiler.
Hazret-i Ebu Bekir, Şam'a gönderdiği bir zatla bir müddet yürüdükten sonra, o zat kendisine “Ey müminlerin halifesi artık dönseniz” dedi. Hazret-i Ebu Bekir “Resulullahın (Allah yolunda tozlanan ayaklara Cehennem ateşi haramdır) buyurduğunu işittim” diyerek kabul etmeyip, onunla beraber yola devam etti...
Halife Hazret-i Ebu Bekir, Hazret-i Ömer’e buyurdu ki:
"Ya Ömer, vasiyetimi tutarsan, ölüm gelince, senin için ondan daha sevimli bir şey olmaz. Eğer vasiyetimi tutmazsan, elbette mani olamayacağın ölüm gelince, senin nazarında ondan daha çirkin bir şey olmaz...
Allahü teâlânın senin üzerinde gece yapman gereken bir hakkı vardır ki onu gündüz kabul etmez. Gündüzün bir hakkı vardır ki onu da gece kabul etmez. Üzerine farz olan ibadetleri eda etmeden hiçbir nafile ibadetin kabul olmaz.
Ey Hattaboğlu Ömer! Geride bıraktıklarıma bakarak seni yerime geçirdim. Biliyorsun ki, Resulullah ile çok arkadaşlık ettik. O bizi daima kendisine, ehlimizi de ehline tercih ederdi. O derece ki, Onun bize verdiklerinden artanları biz tekrar Onun ehline hediye ederdik. Sen de bana arkadaşlık ettin. Benim daima benden öncekilerin izini, Resulullahın yolunu takip ettiğimi gördün. Ben asla hak yoldan sapmadım...
Ey Ömer! Senin kaçınmanı istediğim şeylerin ilki, nefsinin arzularına uymamandır. Çünkü her nefsin şehevi arzuları vardır. Onu yerine getirdiğin vakit, daha başkasını istemekte ısrar ve inat eder. Şu karınları şişmiş, gözleri dünyaya tamah etmiş, her birinin sevdiklerini kendisi için sevmiş olan kişilere karşı dikkatli olmanı, onları korkutmanı, kendinin de korkmanı istiyorum... Sen Allah’tan korktuğun sürece, onlar da senden korkar. Sen doğru olduğun müddetçe onlar da senin yolunda doğruluğa devam ederler. Sana vasiyetim budur..."
...Ve Hazret-i Ebu Bekir'den sonra Hazret-i Ömer halife olur... Bir gün bir kimse gelerek “Allah’tan kork ya Ömer” der. Oradakiler adama “Emir-ül müminine karşı, böyle konuşulur mu?” dediklerinde, Hazret-i Ömer onlara şöyle buyurur:
-Bırakın konuşsun. Eğer onlar bize söylemezse, onlarda hayır yok, onların doğru sözlerini kabul etmezsek bizde hayır yoktur!..
.xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx
Hazreti Ali'yi ağlatan rüya!
2017-01-06 02:00:00
Hazreti Ali, Cabir bin Abdurrahman'ın gördüğü bir rüyayı ağlayarak tabir etti: "Cami kürsülerinde, mihraplarda gördüğün putlar, en büyük felaket olup, din adına çıkıp konuşan, yazanlardır..."
İmanı olmayan kimsenin sonsuz olarak Cehennem ateşinde yanacağını Peygamber efendimiz haber verdi. Bu haber elbette doğrudur. Buna inanmak, Allahü teâlânın var olduğuna, bir olduğuna inanmak gibi lazımdır. Sonsuz olarak ateşte yanmak ne demektir? Herhangi bir insan, sonsuz olarak ateşte yanmak felaketini düşünürse, korkudan aklını kaçırması lazım gelir...
Ahir zamanda imanı kurtarmak çok zordur. İmanı korumak, elde tutulan kor ateş gibidir! Tutsan elini yakar, bıraksan söner. Bir nesne ne kadar kıymetliyse onun düşmanı o kadar çok olur. Kâinatta imandan daha kıymetli hiçbir cevher yoktur. Çünkü o kimin elindeyse o cennete gidecektir. Hiçbir ibadet cennete girmeye sebep değildir. İbadetler, sohbetler imanı korumak içindir. Onun için büyük âlim ve velî Abdülhakîm Arvâsî (kuddîse sirrûh) hazretleri "Benim davam imandır. İman gitti her şey bitti" buyurmuşlardır...
Yirmi dört saat boyunca asıl korkacağımız şey "Aman imanım zayi olmasın, aman iman hırsızları imanımı çalmasın" tehlikesi olmalıdır. İman hırsızları kimlerdir? En büyük hırsızlar kendi kafasına göre konuşan ve kendisini din adamı olarak tanıtan kimselerdir...
***
Cabir bin Abdurrahman "radıyallahü anh" bir rüya görüyor ve sabahı zor edip doğru mescide Hazreti Ali'nin "radıyallahü anh" yanına koşuyor. Namazdan sonra arz ediyor:
-Ya Emir-el müminin, bir rüya gördüm, çok korktum, lütfen bunu tabir ediniz... Büyük büyük inekler gördüm küçük inekleri sağıyor... Dereler gördüm kurumuş, damla su akmıyor ama kenarları yeşillik... Camiler gördüm mihraplarında, kürsülerinde koca koca putlar vardı...
Hazreti Ali, ağlamaya başlıyor ve buyuruyor ki:
-Bu rüyadakiler, bu ümmetin sonuna doğru başına gelecek felaketlere işaretlerdir!.. Birinci alamet, mevki sahibi olmuş, kendisine amirlik, yetki verilenler rüşvet almadan iş yapmayacaklar, rüşvetle geçinecekler, mevkilerini parayla değişecekler. İkinci alamet ise, içleri boş oldukları hâlde kendilerini çok faziletli zanneden ve zannettirenler olacak, herkes onlara etiketinden mevkiinden dolayı hürmet edecekler. İşte bunlar kendilerine verilen yetkilere, etiketlere, nüfuzlara dayanarak etraflarındakileri ezen zalim amirlerdir... Cami kürsülerindeki, mihraplardaki putlar ise en büyük felaket olup, din adına çıkıp konuşan, yazanlardır... Bunlar kendilerine inananların dinden çıkmasına, itikadlarının bozulmasına, mürted olmalarına sebep olacaklardır...
Allahü teala bizleri, öyle kimselerin şerrinden muhafaza buyursun!..
."Firavun'u helak edeceğim; ancak!"
2017-01-07 02:00:00
Firavun, çok cömert davranıyordu. Her gün 4.000 koyun, 400 sığır, 200 deve kestirir halk ve ordu bu sofrada her gün yemek yerdi. Cenâb-ı Hak Firavun'a 400 yıl ömür verdi...
Cömertlik ve yemek vermek; yedirmek en kıymetli hasletlerdendir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
"En kıymetli amel, bir mümini 'yemek yedirmek veya başka bir ihtiyacını görmek suretiyle' sevindirmektir."
Hükümdar, devleti idare edenler ellerinden geldiği kadar bol yemek yedirmelidirler. Peygamber Efendimiz "Allah’ın kullarına bol yemek yedirmek, saltanat ve idarenin ömrünü uzatır" ve "En iyiniz, yemek yedireninizdir" buyuruyor.
İnsan, ihsanın kulcağızıdır. Firavun, müsrif olmasına rağmen cömert de davranıyordu. Her gün 4.000 koyun, 400 sığır, 200 deve kestirir, bu oranda helva, tatlı, salata hazırlatır, bütün Mısır halkı ve ordu bu sofrada her gün yemek yerdi. Firavun, böyle sofra sayesinde 400 yıl yaşadı. Hazret-i Musa “Ya Rabbi, Firavun'u helak et” diye dua edince Hak teâlâ, Hazret-i Musa’ya buyurdu ki:
“Suda helak edip onun bütün malını senin kavminin ve askerinin rızkı yapacağım.”
Hazret-i Musa, Allahü teâlânın vaadinin gerçekleşmesini beklemeye başladı... Fakat aradan birkaç yıl geçmesine rağmen, Firavun hep ayakta duruyor, o sapıklıkla zaman geçiriyordu. Hazret-i Musa, 40 gün oruç tuttuktan sonra Tur-i Sina’ya gitti; Hak teâlâya şöyle yalvardı:
"Ya Rabbi, Firavun ilahlık davasını bırakmıyor; onu ne zaman helak edeceksin?"
"Ya Musa, senin için onu hemen helak etmem gerekiyor. Bir milyon insan için, helak etmemem gerekiyor. Herkes her gün onun nimetini yiyor. İzzet ve celâlim üzerine yemin ederim ki, benim kullarıma ekmeği ve nimeti bol olduğu müddetçe, ben onu helak etmem."
"Ya Rabbi, vaadin ne zaman tahakkuk edecektir?"
"Ya Musa, Firavun yemek ve nimeti halktan çektikçe, yemek vermeyi kıstıkça, ben de ömrünü azaltırım. Böylece çöküşü hızlanır."
Firavun, veziri Haman'a dedi ki:
-Musa, İsrailoğullarını kendi etrafında topladı, bizi rahatsız ediyor. Onunla işimizin nereye varacağını bilmem. Şimdi, hazineyi ve zahire depolarını dolu tutmamız gerekiyor; çünkü, hiçbir vakit hazırlıksız olmayalım. Bu sebeple, mutfak tahsisatını ve sofrayı her gün azaltmak gerekir ki, rahat olalım. O malın yarısını zahire temini maksadıyla bir tarafa koymak, yarısını azaltmak gerekiyor.
Bunları öğrenen Hazret-i Musa, böylece Allahü teâlânın vaadinin gerçekleşmesinin yakın olduğunu anladı. Çünkü aşırı tasarruf, mülkün çökmesine alamettir. Firavun suda boğulduğu gün, mutfağında iki cılız koyun kesilmişti...
Cenâb-ı Hak, ilahlık davası güden Firavun'a bile cömert davrandığından dolayı uzun bir ömür vermiştir. Bizim devlet adamlarımız ise hem imanlı hem cömertler. Garip gurebadan ve ülkemize sığınan milyonlarca mülteciden çok dua almaktalar
.Bütün nimetleri unutturan nimet!
2017-01-13 02:00:00
Müminler Cennette cuma günü Allahü teâlâyı görürler. O anda bütün nimetleri unuturlar. Çünkü, Cenâb-ı Hakkın cemâlini seyretmek, bütün nimetlerden daha tatlı gelir...
Allahü tealanın nimetleri boldur. Ancak o nimetlere kavuşabilmek için şu beş şeye devam etmelidir:
Kişi, bütün günâhlardan kaçmalıdır... Nefse, günahlardan kaçmak, ibadet etmekten daha güç gelir. Onun için günahtan kaçmak daha sevaptır.
Dünya malına muhabbet beslememelidir... Dünya malına sevgi, Allahü teâlâ ile aradaki perdedir.
İbâdetleri isteyerek, severek, istikrar üzere, devamlı yapmalıdır... Âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruldu ki: "İşte bu, sizin yapmakta olduğunuz iyi amel ve hareketleriniz sayesinde mirasçısı kılındığınız Cennettir."
Allahü teâlânın sevgili kullarını sevmeli ve onlarla beraber bulunmalı, sohbetlerini kaçırmamalıdır... Çünkü âhirette o mübarek zatlar şefaat edeceklerdir.
Çok duâ etmelidir. Çünkü Allahü teâlâ, duâ edenleri sever...
***
Bir gün, Cebrâil aleyhisselâm, Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) yanına parlak bir ayna ile geldi. Aynada siyah bir nokta vardı. Resûlullah efendimiz sordu:
-Yâ Cebrâil, bu parlak ayna nedir? Cebrâil aleyhisselâm;
-Bu ayna cuma günüdür. Oradaki siyah nokta da o günde mevcut bir saattir. Senin ümmetin bundan dolayı diğer ümmetlerden üstün kılındı. Bu günde edilen duâlar bu âna rastlarsa mutlaka kabul edilir. Bu anda neyin şerrinden emin olmak istenirse onun şerrinden muhâfaza olunur, diye cevap verdi.
Cennette Allahü teâlâ kullarına sorar:
-Benden ne istersiniz?
-Senin rızânı isteriz.
-Ben sizden râzıyım. Sizleri Cennet nimetlerine nâil ediyorum.
Cennette cuma günü, müminler, Allahü teâlâyı görürler. Onlar için cuma gününden daha sevimli ve daha güzel bir gün yoktur...
Allahü teâlâ meleklere emreder:
-Cennetteki kullarıma ikrâmda bulununuz!
Bu emir üzerine melekler çeşit çeşit, renk renk yiyecekler getirirler. Bunları yiyen Allah dostları, onların her lokmasında ayrı bir tat, ayrı bir lezzet bulurlar... Sonra içecek şeyler ikrâm edilir. İçtikleri her damlada bir diğerinde bulamadıkları lezzeti duyarlar... Sonra Allahü teâlâ onlara hitâben buyurur ki:
-Ben sizin Rabbinizim. Size olan vaadimi bugün yerine getireceğim. Ne isterseniz vereceğim.
-Ey Rabbimiz senin rızânı isteriz.
-Ben sizden râzıyım. Şimdiye kadar yaptığım ikrâmların hepsinden daha büyük ikrâmda bulunacağım.
Sonra cemâli önündeki perdeyi kaldırır. Bütün müminler diledikleri kadar nazar ederler. Sonra secdeye kapanırlar. Allahü teâlâ onlara seslenir:
-Kaldırın başlarınızı. Burası ibâdet yeri değildir. İbâdet yeri dünya idi.
Müminler Allahü teâlânın cemâlini görünce bütün nimetleri unuturlar. Cenâb-ı Hakkın cemâlini seyretmek, bütün nimetlerden daha tatlı gelir..
."Hâşâ zulmetmez kuluna Hüdâsı..."
2017-01-14 02:00:00
Allahü teâlânın emir ve yasaklarına riâyet edilmezse her tarafı terör, anarşi, hırsızlık, dolandırıcılık sarar. Kimsenin kimseye itimadı kalmaz. Kardeş kardeşten şüphelenir hâle gelir!..
Dinimizde, namazın ayrı bir yeri vardır. Müslüman, namazını her halükârda kılmalıdır. Hatta, geciktirmeden vakti girince hemen kılmalıdır. Çocuklarımıza, yemek yemesini öğretmeden önce, namazlarını vaktinde kılmalarını öğretmeliyiz, emretmeliyiz...
Dünyada bereket kalmadı. Rızıklar azaldı. Tâhâ sûresinde yüz yirmi dördüncü âyet-i kerîmesinde meâlen, "Beni unutursanız rızıklarınızı kısarım" buyuruldu. Bunun için, îmân rızkı, sıhhat rızkı, gıda rızkı, insanlık ve merhamet rızkı ve daha nice rızıklar azaldı. "Hâşâ, zulmetmez kuluna Hüdâsı, herkesin çektiği kendi cezâsı" sözü, Nahl sûresinin 34. âyetinden alınmıştır. Bugünkü küfür karanlıkları ve Allahü teâlâyı, Peygamberi, İslâmiyeti unutmanın bereketsizlikleri ve sıkıntıları içinde, insan, gece gündüz, kadınlı erkekli çalışıp, bir âilenin nafakasını, rahat yaşamasını temin edemez hâle gelmiştir. Allahü teâlâya inanmadıkça, O'nun bildirdiği İslâm dînine uymadıkça, O'nun Peygamberinin güzel ahlâkı ile bezenilmedikçe, dalâlet, felâket akıntısını durdurmak imkânsızdır...
Allahü teâlânın emir ve yasaklarına riâyet edilmezse, namaz kılınmazsa birçok belâ, musîbet gelir insanın başına. Bunlardan dördü şunlardır:
* Rızıklar daralır: İşte hepimiz şahidiz. Herkes geçim sıkıntısında. Eskiden evde bir kişi çalışır, rahat geçinilirdi. Şimdi, icâbında 2-3 kişi çalışıyor fakat yine de sıkıntıdan kurtulmak mümkün olmuyor.
* Hastalıklar artar: Bugün hemen her evde hasta var. Her ev sanki ilâç deposu...
* Emniyet olmaz: Her tarafı terör, anarşi, hırsızlık sardı. Kimsenin kimseye itimadı kalmadı. Kardeş kardeşten şüphelenir hâle geldi. İtimat, güven yok. Herkes malının ve canının derdine düşmüş.
* Merhamet kalkar: İş yerinde, evde, sokakta kimse kimseye merhametli davranmıyor. Hâl böyle olunca, iş yerlerinde, evlerde huzur mu kalır?
Hanım kocasını, çocuklar anne ve babalarını dinlemez. Komşular birbirini sevmez. Merhamet olmadığı için, insan komşusuna her türlü kötülüğü yapmaktan çekinmez. Herkes kendi rahatını düşünür. Ben rahat olayım da, isterse herkes sıkıntıda olsun, zihniyeti hâkim olur.
Halbuki, dînimize göre, Müslümanlar, bir vücudun organları gibidir. Birine bir zarar gelirse, bundan hepsi etkilenir. Hakiki Müslüman, bir Müslüman kardeşinin ayağına diken batsa, kendi ayağına batmış gibi o dikeni içinde hisseder. Bunlar, hep din bağı ile merhamet ile olan şeylerdir... Bugünkü yazımızı Veysel Kârânî hazretlerinin şu güzel duasıyla bitirelim:
"Ya Rabbi! Beni, göz pınarları kurumuş merhamet fukaralarından eyleme!.."
."Bize bir mucize göstermelisin!.."
2017-01-20 02:00:00
İslâm güneşi günbegün yükseliyor, Ebû Cehil de bu gidişattan son derece rahatsız oluyordu. Cahiliye hükümdarlarından Habib bin Malik'e bir mektup yazıp durumu bildirdi...
Ebû Cehil ve diğer müşrikler, Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) İslâmiyeti yaymasını engellemekten âciz kalınca, Onu şikâyet etmeye karar verdiler. İslâm güneşi günbegün yükseliyor, imâna gelenlerin sayısı her gün hızla artıyordu... Bütün bunlardan, son derece rahatsız olan Ebû Cehil, cahiliye hükümdarlarından olan Habib bin Malik'e bir mektup yazıp durumu bildirdi... Mektubu alan Habib bin Malik, on iki bin süvari ile birlikte hemen yola çıktı. Mekke yakınlarındaki "Ebtah" denilen yere geldiğinde durdu. Ebû Cehil ve Mekke'nin ileri gelenleri, yanlarına kölelerden ve kıymetli elbiselerden hediyeler alarak onu karşılamaya çıktılar... Habib bin Malik, Ebû Cehil'i sağ tarafına oturtup, ona sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmı sordu. Ebû Cehil;
- Onu, Benî Haşim kabilesinden olanlara sor! dedi. Bunun üzerine Habib bin Malik, Benî Haşim kabilesinden olanlara sordu. Onlar da;
- Biz, bu kimseyi çocukluğundan beri tanırız. Çok emin ve sadık birisidir. Hiç yalan söylemez. Fakat gel gör ki, kırk yaşına gelince, putlarımızı kötülemeye ve atalarımızın dini haricinde yeni bir din yaymaya başladı...
Habib bin Malik, bunları dinledikten sonra dedi ki:
- Gidin onu incitmeden bana getirin!
Sevgili Peygamberimiz, bu hadiseyi haber alınca hazret-i Ebû Bekir'i yanına alıp yola çıktı... Resûlullahın geldiğini gören hükümdar, hürmetle yerinden kalktı ve Peygamber efendimizi bir kürsüye oturttu. Resulullah efendimiz oturup yüzündeki nûr parlayınca, insanlar O'nun heybetinden susmaya ve mübârek yüzünü görmek için birbirinin üstünden boyunlarını uzatmaya başladılar. Habib bin Malik, başını kaldırıp dedi ki:
- Bilirsin ki, peygamberlerin mucizeleri vardır, bize mucize göstermelisin.
Fahr-i kâinât efendimiz;
- Peki ne istiyorsun? diye sorunca;
- Şu anda Güneş'in batıp yerine Ay'ın doğmasını ve yere inip ortadan yarılmasını, senin elbiselerinin içine girmesini, yarısının sağ yeninden yarısının da sol yeninden çıkmasını, sonra da başının üstünde birleşmesini ve senin peygamberliğine şahitlik yapıp eski yerine dönmesini; sonra da Güneş'in doğup eski yoluna devam etmesini, temin etmeni istiyorum!..
- Peki bu dediklerinin tamamı gerçekleşirse bana îmân edecek misin?
- Evet! Fakat kalbimde de bir müşkilim var. Onu da halledip cevaplamak şartıyla sana îmân edeceğim.
Allahın Resûlü, Ebû Kubeys Dağı'na çıkıp, iki rekat namaz kıldı. Dua etmeye başlayınca; ellerinde mızraklar taşıyan on iki bin melek ile birlikte Cebrâil aleyhisselâm geldi... "Şakk-ul-kamer" yani (Ay'ın ikiye ayrılması) mucizesine yarın devam edelim inşallah...
."Senin kötürüm bir kızın var!.."
2017-01-21 02:00:00
"Habib bin Malik'in kötürüm bir kızı vardır. Elleri ayakları ve gözleri olmadığı için devamlı evde sırtüstü yatmaktadır. Ben, ona eksik azalarını iade edip iyileştireceğim!.."
Bugün "Şakk-ul-kamer" yani (Ay'ın ikiye ayrılması) mucizesine kaldığımız yerden devam ediyoruz efendim...
Resulullah efendimiz, Ebû Kubeys Dağı'na çıkıp, iki rekat namazdan sonra dua etmeye başlayınca; ellerinde mızraklar taşıyan on iki bin melek ile birlikte Cebrâil aleyhisselâm yere inip dedi ki:
- Esselâmü aleyke yâ Resûlallah! Allahın sana selâmı var. Buyuruyor ki: "Habîbim! Korkma ve üzülme. Sen nerede olursan ol ben seninleyim. Habib bin Malik'in bugün senden istediği şeyleri, ezeli ilmim ve takdirim ile biliyorum. Onların yanına dön, hüccetini bildir, durumunu anlat ve peygamberliğini açıkla. Bilmiş ol ki ben; Güneş'i, Ay'ı, geceyi ve gündüzü senin emrine verdim. Habib bin Malik'in kötürüm bir kızı vardır. Elleri ayakları ve gözleri olmadığı için devamlı evde sırtüstü yatmaktadır. Ben, ona eksik azalarını iade edip iyileştireceğim. Bunu da ona haber ver!"
Resûlullah efendimiz, yüzündeki nûru, sevinci ve neşesi kat kat artmış vaziyette dağdan indi. Makam-ı İbrahim denilen yerde durdu. Parmağı ile Güneş'e süratle, batması için işaret etti. Güneş hemen battı ve hava zifiri karanlık oldu.
Hemen arkasından Ay doğdu. İyice yükseldikten sonra, Efendimiz, yere inmesi için parmağı ile işaret buyurunca, hemen yere inip titreye titreye sevgili Peygamberimizin önünde durdu. Sonra ortadan yarılıp, O'nun elbisesinin içine girdi. Yarısı sağ yeninden yarısı sol yeninden dışarı çıktı. Birleşerek parlak bir Ay oldu. "Allahtan başka ilâh bulunmadığına ve senin Allahın Resûlü olduğuna şehadet ederim. Seni tasdik eden kurtuldu, sana muhalefet eden kaybetti" dedi. Sonra, Güneş doğru ve eski hâlini aldı.
Habib bin Malik;
- Şimdi tek şartım kaldı, deyince, Resûlullah efendimiz;
- Onu da söyleyeyim; kötürüm bir kızın var. Allahü teala onun eksik olan azalarını iade etti, buyurdu.
Bundan sonra Habib bin Mâlik ayağa kalkıp;
- Ey Mekkeliler! İmândan sonra küfür, yakînden sonra şüphe olmaz. Biliniz ki, Allahtan başka ilah bulunmadığına ve Muhammed aleyhisselâmın O'nun kulu ve peygamberi olduğuna şehâdet ederim, dedi. Berâberindeki arkadaşları da Müslüman oldu.
Habib bin Malik, Şam'a döndü. Sarayına girince, kızı;
"Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resûlüh" diyerek onu karşıladı. Melik, "Kızım bu kelimeleri nereden öğrendin?" diye sorunca:
- Baba, uykuda birileri bana, "baban Müslüman oldu. Senin de eksik azalarını iade edeceğiz. Sen de iman et" dediler, ben de Müslüman oldum. Sabah kalktığımda gördüğün gibi, azalarımı sapasağlam buldum, dedi.
Bu duruma son derece sevinen Habib bin Malik, Allah için secdeye kapanıp şükretti. Yakîni de kat kat arttı...
.Anayasa olarak kabul edilen vasiyetname!..
2017-01-27 02:00:00
Osman Gazi'nin, oğlu Orhan Bey'e bıraktığı vasiyetnameye bütün Osmanlı sultanları, candan sarılmış; üç kıtaya yayılan devletin altı asır hiç değişmeyen anayasası olmuştur.
Bugün, Osmanlı Devleti'nin 718'inci kuruluş yıl dönümüdür... Dört yüz çadırlık bir beylikten devlet kuran Osman Gazi hazretleri 1257 yılında Söğüt’te doğup, 1326'da vefat etti. Türbesi Bursa’dadır...
1281 yılında babası Ertuğrul Bey vefat edince yerine geçti ve Osmanlı devletini kurdu. (27 Ocak 1299)
Osman Gazi hazretleri, cesur, zeki ve tam bir mümin idi. Çok cömert idi. Şeyh Edebali hazretlerinin kızı ile evlenip, bundan Alaüddin Paşa oldu. Ömer Bey'in kızı Bala Hatun'dan da Sultan Orhan oldu. Konya Selçuki Sultanı Alaüddin Şah'ın 1288 senesinde Sultan Osman’a gönderdiği takdir ve iltifat ve nasihatlerle dolu uzun mektubu ve Sultan Osman’ın edep ve nezaket dolu cevabı "Mirat-i kâinat" kitabında yazılıdır.
Ömrü, Rum kâfirleri ile savaşmakla ve İslamiyet'i yaymakla geçen Osman Gazi, Müslümanları rahata, huzura kavuşturmak için çalıştı. Büyük Allah adamlarından Şeyh Edebali hazretleri, damadı Osman Gazi'ye buyurdu ki:
"Ey oğul, artık Beysin! Bundan sonra öfke bize, uysallık sana. Güceniklik bize gönül almak sana. Suçlamak bize, katlanmak sana. Acizlik bize hoşgörmek sana, anlaşmazlıklar bize, adalet sana, haksızlık bize, bağışlamak sana. Ey oğul, sabretmesini bil, vaktinden önce çiçek açmaz. Şunu da unutma! İnsanı yaşat ki devlet yaşasın. Ey oğul, işin ağır, işin çetin, gücün kıla bağlı. Allah yardımcın olsun."
Osman Gazi, kayınpederinin nasihatine harfiyen uymuş ve bu da onun daima başarılı olmasını sağlamıştır... O da vefât edeceği zaman, oğlu Orhan Bey'e vasiyette bulunmuştur. Bu vasiyeti onun İslâmiyete olan sevgi ve saygısını ve Türk milletinin rahat ve huzurunu düşündüğünü ve insan haklarına olan gönülden bağlılığını açıkça göstermekdedir. İşte o vasiyet:
“Ey oğul! Allahü teâlânın emirlerine muhâlif bir iş işlemeyesin! Bilmediğini İslâm ulemâsından sorup anlayasın! İyice bilmeyince bir işe başlamayasın! Sana itaat edenleri hoş tutasın! Askerine in’âmı, ihsânı eksik etmeyesin ki, insan ihsânın kulcağızıdır. Zâlim olma! Âlemi adâletle şenlendir. Ve Allah için cihâdı terk etmeyerek beni şâd et! Ulemâya riâyet eyle ki, ahkâm-ı islâmiyye işleri nizâm bulsun! Nerede bir ilim ehli duyarsan, ona rağbet, ikbâl ve hilm göster! Askerine ve malına gurur getirip, İslâmiyet ehlinden uzaklaşma! Bizim mesleğimiz Allah yoludur ve maksadımız Allahın dînini yaymaktır. Yoksa, kuru gavga ve cihângirlik dâvâsı değildir. Sana da bunlar yaraşır. Dâimâ herkese ihsânda bulun! Memleket işlerini noksânsız gör! Hepinizi Allahü teâlâya emânet ediyorum...”
Osmanlı sultanları, bu vasiyetnâmeye candan sarılmış; üç kıtaya yayılan devletin altı asır hiç değişmeyen anayasası olmuştur. Ruhları şâd olsun...
.Aslanın pençesinden kurtulan talebe!..
2017-01-28 02:00:00
Büyük velî Mehmed Mâsum hazretleri bir gün abdest alıyormuş. Talebesi su dökerken, hemen çocuğun elinden testiyi kaptığı gibi duvara fırlatmış ve testi paramparça olmuş!..
Mürşid-i kâmil odur ki; iki talebesinden biri şarkta, biri garbda olsa, ikisine de aynı anda emr-i Hak vâki olsa, ikisinin de imdâdına yetişip îmânla vefât etmelerini temin eden kişidir. Nasıl ki, Azrâil aleyhisselâm aynı anda insanların ruhlarını alıyor;
Allahü teâlâ mürşid-i kâmillerin ruhuna da bir anda çeşitli yerlerde bulunma kuvveti vermiştir. İnsan demek, ruh demektir, beden değil. Ruh, biz dünyâya gelmeden evvel de vardı. Biz öldükten sonra yine devam edecek. Onun için, evliyaların ruhlarından daima istifâde etmek mümkündür...
Büyük İslam âlimi Hüseyin Hilmi Işık Efendi (kuddîse sirrûh) bir sohbetinde buyurdu ki:
Mehmed Mâsum hazretleri bir gün abdest alıyormuş. Talebesi su dökerken, hemen çocuğun elinden testiyi kaptığı gibi duvara fırlatıyor. Testi paramparça oluyor. Çocuğun da ödü patlıyor. “Eyvâh, ben ne kabahat yaptım acaba? Testiyi başıma çarpsaydı, bu kadar üzülmezdim” diye düşünüyor ve ağlaya ağlaya oradan çıkıyor. Doğruca Mehmed Mâsum hazretlerinin evine gidiyor. Hanımı çocuğu tanıyor “Niçin geldin yavrum, niye ağlıyorsun?” diyor. Çocuk “Efendi hazretleri bana kızdı” diyor. Hanım “Ne oldu?” deyince de “Abdest alıyordu, ben su döküyordum, birden elimden testiyi alıp duvara çarptı, testi duvarda paramparça oldu. Ne hata yaptım acaba? Söyleyin de beni affetsin” diyor...
Akşam Mehmed Mâsum hazretleri eve gelince hanımı "Sen bugün abdest alırken bir talebeye kızmışsın ve testiyi alıp duvara çalmışın. Ne kabahat yaptı ki?" diye soruyor. O mübarek de "Onun bir kabahati yok hanım" diyor. "E, o zaman niye ağlatıyorsun çocuğu?" diyor. "Ben onu ağlatmadım ki" diyor. "E ne oldu o zaman?" diye sorunca Mehmed Mâsum hazretleri buyuruyor ki:
-Tam abdest alıyordum. Hindistan’ın uzak bir yerinde beni seven talebelerimden biri ormanda giderken, aç bir aslan çıktı karşısına. Tam üstüne atılacak. O anda çocuk “Yâ Şeyhim kurtar!” dedi. Biz de Allahü tealanın izniyle o testiyi aslana fırlatarak talebemizin imdadına yetiştik...
Meseleyi anlayan hanımı durumu çocuğa bildiriyor...
Ve birkaç ay sonra o aslandan kurtulan talebe geliyor tekkeye. Ormanda yaşadıklarını bir bir anlatıyor arkadaşlarına...
Bir hadîs-i kudsîde Allahü teâlâ buyuruyor ki: (Bir kulum farzları kusursuz yapar ve nâfileleri de ilâve ederse, ben o kulumu çok severim. O kadar severim ki, onun işiten kulağı olurum.) Yâni bir anda işittiririm ona, bir anda dünyanın her yerine elini uzatırım. İşte evliyanın fırlattığı o testi dünyanın öbür ucuna bir anda öyle gider!..
.Nefislerini ayak altına alanlar!..
2017-02-03 02:00:00
Her Müslümanın mutlaka kibirden kaçınması, tevazu sahibi olması şarttır... Bütün Allah dostları, kibirden çok korkmuşlardır. Nefislerini ayaklar altına almışlardır...
Aklı başında olan, kendini ve Rabbini tanıyan insan, aşağılığını, âcizliğini, Rabbine karşı her an izhâr etmek mecburiyetindedir. Bunun için, her an, her yerde aczini göstermesi, tevâzu üzere bulunması lâzımdır.
Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki:
(Allahü teâlâ, tevâzu üzere olmayı bana emreyledi. Hiçbir kimse diğerine karşı büyüklenmesin!)
Bütün Allah dostları, kibirden çok korkmuşlardır. Nefislerini ayaklar altına almışlardır.
***
Benî İsrâil'den birisi yaptığı kötülüklerle meşhur olmuştu. Soylu bir âbid de ibâdetiyle şöhret bulmuştu. Kötü kimse, bir gün bu âbidin yanından geçerken, yaptığı bütün kötülüklerden pişman olmuş hâlde; "Gideyim, şu âbidin yanına oturayım, belki Allahü teâlâ onun hürmetine beni affeder" diye düşündü.
Gidip âbidin yanına oturdu. Âbid ise, üzerinde bulutun gölgelendirdiği, kıymetli bir kimse olduğu için, kerâmetiyle, iyiliği ile böbürlenerek "Bu fâsık, benimle niye oturuyor?" diyerek oradan kalktı. Kötü kimse de kabul edilmediğinin üzüntüsü ile geri dönüp gitti. Fakat âbidin üzerindeki bulut, kötü kimse ile beraber gitti... Zamanın peygamberine Allahü teâlâdan vahiy geldi:
"Fâsığın, kötü kimsenin yaptıklarını pişmanlığı hürmetine affettim. Kerâmeti görülen âbidin yaptıklarını da kibri sebebiyle yok ettim."
***
Bir gün iki kişi Peygamber efendimizin huzurunda birbirine üstünlük taslayarak biri diğerine "Ben falancanın oğlu falanım. Sen kimsin?" dedi.
Bunun üzerine Peygamber aleyhisselâm buyurdu ki:
(Mûsâ aleyhisselâmın yanında iki adam böyle birbirine karşı övünmeye kalkıştı. Hattâ biri dokuz batın geriye doğru saydı. Allahü teâlâ Mûsâ aleyhisselâma vahyetti: Ona söyle, iftihar ettiği dokuz kişi Cehennemdedir. Kendisi de onuncusudur.)
Babaları ile dedeleri ile övünmek ve tekebbür etmek, câhillik ve ahmaklıktır. Kabil, Âdem aleyhisselâmın oğlu idi. Kenan, yani Yâm da, Nûh aleyhisselâmın oğlu idi. Babalarının peygamber olması, bunları küfürden kurtaramadı.
İnsanın övündüğü dedeleri, bir avuç toprak oldu. Toprak ile övünmek akla uygun olur mu? Onların sâlih olmaları ile övünmemeli. Onlar gibi sâlih olmaya, onların yolunda bulunmaya çalışmalıdır.
İnsan vücudu her zaman beslenmesi, temizlenmesi, tamir edilmesi lâzım gelen harap bir makineye benzer. Böyle bir bedene sahip kimseye tekebbür etmek, büyüklenmek yakışır mı?
Her Müslümanın mutlaka kibirden kaçınması, tevazu sahibi olması şarttır... Cehennemde sonsuz yanmak korkusu içinde yaşayan bir kimse hiç tekebbür edebilir mi?
.Sabırlı olmayan muvaffak olamaz
2017-02-04 02:00:00
Sabretmek, kurtuluşa, başarıya sebep olan güzel huydur. Sabır, Peygamberlerin hasletlerindendir. Bunun için atalarımız "Sabır, acı ise de meyvesi tatlıdır" demişlerdir. Belalara sabretmek, kurtuluşa sebeptir.
Gelen bela ve sıkıntılara sabrederek göğüs germek büyük nimettir. Sabredemeyen felakete düçar olur. Bir hastalık, bir bela gelince bağırıp çağırmak fayda vermez. Aksine zararlı olur. Bunun tek çaresi Allahü teâlânın takdirine razı olmaktır. Sabırlı olmayan muvaffak olamaz...
Sabrın fazileti o kadar büyüktür ki, Allahü teâlâ, sabrı çok aziz eyledi. Herkes sabır nimetine kavuşamaz... Mukadder olan şey başa gelir, eğer sabredilirse ecri görülür. Sabredilmez, bağırılırsa, günaha girilir ve huzursuz olunur. Sıkıntı her ne kadar çok acı ise de, sabredilir ise, nimet olacağı bildirilmiştir.
Bu dünya zahmet ve belâ yeridir. Bu dünyaya gelen, musibetlere maruz kalacaktır. Dünya ve âhiret hayatını kazanmak isteyenin açlığa, insanların kötülemesine ve çeşitli musibetlere sabretmesi lâzımdır. Sabreden murâdına erer...
Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki:
“Sabredenin gideceği yer Cennettir.”
***
Büyük İslam âlimi Hüseyin Hilmi Işık Efendi (rahmetullahi aleyh) bir sohbetinde buyurdu ki:
Dünyadaki derd-ü belâlar hep nimettir. Öyle yazıyor Mektûbât’ta. Kıyâmette, karşılığında sevap verilecek. Ama derd-ü belâya sevap verilmez, derd-ü belâya sabredince sevap verilir, sabredene verilir. “Yâ Rabbî! Senden geldi bu bana, şükürler olsun” diyene, kıyâmette mükâfât var... Onun için birbirimizi incitmeyeceğiz. Birimiz birimizi incitirsek dahi, karşıdakinin buna sabretmesi lâzım. Hattâ ona duâ etmesi lâzım. Dînimiz böyle emrediyor. Müslümanlık budur, kardeşlik budur...
Büyük âlim ve velî Muhammed Masum hazretleri, vefatına yakın hadis kitabını aldı, açtı ve şu hadîs-i şerîfi okudu:
"Dünyada derd-ü belâ çekenler, hastalık, eziyet, işkence çekenler ve sabredenler; 'Yâ Rabbî! Ben buna müstahakım, ne yapsan yeridir, günahım çok' diyerek böyle sabredenler, kıyâmette çok sevâba kavuşacaklar. Öyle nimetlere kavuşacaklar ki, dünyada rahat, huzur içinde yaşayanlar, bunları görecekler de imrenecekler 'Ah keşke; dünyada bizim içimizdeki organları koparsalardı, doğrasalardı tüm vücudumuzu, onlara sabretseydik de şimdi biz de böyle nimetlere kavuşsaydık' diyecekler..."
İşte bunu okuyor ve kitabı kapatıyor. Kapatış, o kapatış. O akşam hasta oluyor, birkaç gün sonra da vefât ediyor. Muhammed Masum hazretlerinin son okudukları hadîs-i şerîf bu oluyor...
.Bu ecel teridir Kadın Efendi!.."
2017-02-10 02:00:00
"Kahvesini verdik. Hamamdan sonra kahve içmek âdeti idi. Yarım bardak sütlü maden suyu da içti. Oturduğu yerde iki rekat namaz kıldı. Bundan sonra ağırlaşmaya başladı..."
Sultan İkinci Abdülhamid Han, Osmanlı padişahlarının otuz dördüncüsü ve en yükseklerindendir. İslam halifelerinin doksan dokuzuncusudur... 1842'de doğdu. 1918 senesinin 10 Şubat'ında vefat etti. Çemberlitaş’ta, dedesi Sultan ll. Mahmud Han'ın türbesinde medfundur...
Abdülhamid Han; aklı, zekâsı ve ilmi fevkalade üstün bir padişahtı. Tahta oturduğunda; Batılıların asırlar boyunca İslamiyet'i yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı. İslam bilgilerini, yani din ve fen ve ahlak bilgilerini memleketin her yerine yaydı. Çok sayıda kültürlü din adamı yetiştirdi...
Abdülhamid Han'ın İslamiyet'e hizmeti, saymakla bitmez. Ne yazık ki, 1909'da (İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından darbe ile) tahttan indirilince, bütün bu ilerlemeler durdu ve memleket kana boyandı... Din işlerine de fesat karıştı. Onun zamanında yazılan din kitapları, bir ilim heyeti tarafından tetkik edilirdi. Tasdik edilip, izin verilenler bastırılırdı. Artık din kitapları salahiyetli âlimler tarafından kontrol edilmez oldu...
Cennetmekân, yurt dışına talebe göndermezdi. En modern şekilde tıp fakültesi kurdurup, dışarıdan hocalar, profesörler getirtirdi. Buna rağmen son zamanlarında bazı kişiler güya tahsil için Avrupa’ya kaçtılar. Ama maksatları başkaydı! İşte o kaçıp gidenler, Fransa'da mason oldular ve döndüklerinde Abdülhamid Hân'ı yıktılar!..
"Ulu Hakan" Abdülhamid Han'ın zamanı; çileler, entrikalarla dolu aydınların (!) gaflet içinde boğuldukları bir devir olarak tarihe geçmiştir...
***
II. Abdülhamid Hân 3 yıl Selanik'te tutulduktan sonra, Balkan Savaşları başlayınca 1912'de İstanbul'a getirildi ve Beylerbeyi Sarayı'na yerleştirildi... Rahatsızlığı ilerlemişti. Hayatında hiçbir sabah terk etmediği banyo ve duşa girmesi, zatürre hastası olan Sultanı iyice ağırlaştırmıştı... Doktorlar seferber oldu ancak verilen ilaçların hiçbir faydası olmadı... Son gününü Müşfika Kadın Efendi şöyle anlatır:
"O gün sabah banyosunu yaptı. Ben çamaşırlarını giydirdim Fakat baktım ki sırtı durmadan terliyor.
- Aman Efendiciğim, çok terliyorsunuz, dedim.
- Kadın Efendi, bu ecel teridir, cevabını verdi.
Elbisesini giydi. Kahvesini verdik. Hamamdan sonra kahve içmek âdeti idi. Yarım bardak sütlü maden suyu da içti. Oturduğu yerde iki rekat namaz kıldı. Bundan sonra ağırlaşmaya başladı... Ve çok geçmeden de rahmet-i Rahmana kavuştu..." Ruhu şad olsun...
.Şuurlu bir gençlik yetişiyor; ancak!..
2017-02-11 02:00:00
Bir zamanlar genç nesil tarihini, ecdadını, dedelerini, hatta kendi ana-babasını beğenmez olmuştu. Onları cahil, bir şeyden anlamaz örümcek kafalı görüyordu...
Şükürler olsun ki günümüzde şuurlu bir gençlik yetişiyor. Bir zamanlar öyle miydi? Genç nesil tarihini, ecdadını, dedelerini, hatta kendi ana-babasını beğenmez olmuştu. Onları cahil, bir şeyden anlamaz örümcek kafalı görüyordu...
O gençlerin o hâle gelmelerinin tabii ki sebepleri vardı. O duruma birkaç senede gelinmemişti. İslâm düşmanları, Müslüman evlatlarını o hâle düşürmek için hem içeride hem dışarıda yüzyıllarca çalışmışlardı. Mesela, İngiliz casusu Hempher hatıratında diyor ki:
"İstanbul'da, Basra'da uzun seneler, Müslüman kılığında, Müslümanları dinlerinden döndürmek; en azından saptırmak için uğraştım. Fakat gözle görülür bir netice alamamıştım. Bir ara ümitsizliğe kapılıp, Londra'ya döndüm. Hariciye Nezaretindeki bir yetkiliye;
-Bu işte başarılı olamadım, beni bu görevden alın, dedim.
Hariciye Nezaretindeki yetkili kimse bana şöyle dedi:
-Sen böyle birkaç senede netice alacağını mı zannediyordun! Bu ektiğimiz tohumların meyvelerini ne sen göreceksin ne de ben. Bunların meyveleri 150-200 yıl sonra alınacak..."
Hempher, 1700'lü yıllarda bu faaliyeti gösteriyordu. Gerçekten de iki asır sonra, 1900'lü yıllarda meyvelerini toplamaya başladılar...
Bugün de Müslümanlara gerici diyenler çıkıyor ve gençleri, İslâm yavrularını aldatmaya, bunların dinlerini, imânlarını çalarak, kendileri gibi felâkete sürüklemeye uğraşanlar oluyor. Böyleleri, yaptıkları din düşmanlıklarının mükâfatı olarak ele geçirdikleri mevki, makam, etiket ve unvan ile gençleri tuzaklarına düşürüyorlar. Din cahili bazı kimseler de, diplomalarına güvenip, kendilerini bilgin, fen adamı sanıyorlar. İlim, fen denizinden bir damla tatmakla, deryayı yuttuk sanıyorlar. Bu zavallılar; İslâm âlimlerinden, din bilgilerinden haberleri olmadığı için, işittikleri birkaç kelimeye, hayalleri ile manalar uydurarak "İşte Müslümanlık budur" diyorlar... Bunlara karşı İslâm dîninin emirlerini ve yasaklarını bildiren binlerce kıymetli kitap yazılmış olup; bunların çoğu, yabancı dillere çevrilerek, her memlekete yayılmıştır. [Mesela "Hakikat Kitabevi Yayınları" bu uğurda büyük hizmet vermektedir.]
Buna karşılık, bozuk kitapları hem de ücretsiz olarak neşrederek Müslümanları aldatmaya uğraşanlar da yok değil! Kıymetli gençleri, asil ve temiz yavruları, şehit evlatlarını, bozuk yazılardan ve sözlerden koruması için ve Müslümanlığın tam ve doğru anlaşılması için, Allahü teâlâya yalvarmalı ve onlara Ehl-i sünnet âlimlerinin eserlerini ulaştırmaya çalışmalıdır. Ehl-i sünnet âlimlerinin o pırlanta kitaplarının insanlara ulaşmasına vesile olanlara ne mutlu...
.Son pişmanlığın faydası olmaz!..
2017-02-17 02:00:00
Evde hiçbir şeyi kusurlu bulmamalıdır! Tenkit, münakaşa, bir yuvanın yıkılmasına veya huzursuz hâle gelmesine sebep olur. Yalnız karı-koca değil, hiç kimse tenkitten hoşlanmaz!..
Lafı eğmeden bükmeden başta söyleyelim. Hanımını idare edemeyen erkek acizdir... Dinimizin emir ve yasaklarına riayet eden bir Müslüman, hanımı ile iyi geçinir... Yeryüzünde dört dörtlük kadın olmaz. Hepsinin iyi yönü olduğu gibi, kötü yönü de olabilir. Kadından çok şey beklemek, dîni bilmemenin alametidir...
Kur'an-ı kerimde, insana gelen musibetlerin, günahları sebebiyle geldiği bildiriliyor. Fudayl bin İyad hazretleri "Eşim huysuzluk yapınca, dine aykırı bir iş yaptığımı anlardım. Hemen o şeye tövbe edince, eşimin huysuzluğu da giderdi. Böylece, tövbemin kabul edildiğini de anlardım" buyurdu. O hâlde erkek, eşiyle iyi geçinmelidir. Eve gelince hanımına selam verip hatırını sormalı, üzüntü ve sevincine ortak olmalıdır. Çünkü, o başkalarından ümitsiz ve yalnız kendisine alışmış bulunan dostu, dert ortağı, kendini neşelendiricisi, çocuklarının yetiştiricisi ve çeşitli ihtiyaçlarının gidericisidir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Kadınlarınıza eziyet etmeyin! Onlar, Allahü teâlânın sizlere emanetidir. Onlara yumuşak olun, iyilik edin!) [Müslim]
Güzel ahlaklı olan iki cihanda da rahat olur... Kusursuz kul olmaz. Kusursuz arkadaş arayan, arkadaşsız kalır, kusursuz eş arayan bulamaz...
Evde hiçbir şeyi kusurlu bulmamalıdır! Tenkit, münakaşa, bir yuvanın yıkılmasına veya huzursuz hâle gelmesine sebep olur. Şunu iyi bilmeli ki, yalnız karı-koca değil, hiç kimse tenkitten hoşlanmaz. Herkes takdir bekler. Fıtraten kadınlar süse düşkündür, giyimlerine dikkat ederler. Aldığı bir elbise için "Sana ne kadar da yakışmış" dersek, ne kaybederiz ki?..
Bilhassa kadınlar, basit şeylere çok dikkat ederler. Bayramlarda, mübarek gecelerde, evlenme yıl dönümlerinde ufak da olsa bir hediye vermeyi ihmal etmemelidir!
Büyük İslâm âlimi Hüseyin Hilmi Işık (kuddîse sirrûh) buyurdu ki:
"Hanım, evde hizmetçi değil, sultandır. Hanımını üzmek akıllı insanın yapacağı iş değildir. Bir Müslüman, hanımını nasıl üzer, aklım almıyor. Aklı olan karı koca, birbirini üzmez. Hayat arkadaşını üzmek, incitmek, ahmaklık alametidir. Zalim, huysuz kimsenin eşi, devamlı üzülerek sinirleri bozulur. Sinir hastası olur. Sinirler bozulunca, çeşitli hastalıklar hasıl olur. Hayat arkadaşı hasta olan bir eş, mahvolmuş, mutluluğu sona ermiş demektir. Eşinin hizmet ve yardımlarından mahrum kalmıştır. Ömrü, onun dertlerini dinlemekle, ona doktor aramakla, ona alışmamış olduğu hizmetleri yapmakla geçer... Evet, bütün bu felaketlere, bitmeyen sıkıntılara kendi huysuzluğu sebep olmuştur. Dizlerini dövse de, ne yazık ki bu pişmanlığının faydası olmaz!.."
."Evde huzur yoksa orası zindandır!.."
2017-02-18 02:00:00
Hazret-i Fatıma, ağlayarak babasının huzuruna gelir. Resulullah Efendimiz sebebini sorunca "Kasıtsız söylediğim bir sözden dolayı zevcim Ali bana kızdı. Onu üzdüğüm için ağlıyorum" der...
Efendim, dün kadının kocası üzerindeki haklarından bahsetmiştik. Bugün de bir nebze erkeğin hanımı üzerindeki haklarından behsedelim...
Muteber kitaplarda "Erkeğin hanımı üzerindeki hakkı daha çoktur" buyuruluyor. Kadın, kocasına, elinden geldiği kadar güler yüzlü davranıp, sevgi göstermeli, dili ile de onu incitmemelidir. Hadis-i şerifte buyuruluyor ki:
(Kıyamette Allahü teâlâ, kocasına dili ile eziyet eden kadının dilini 70 arşın uzun yapıp, boynuna dolar. Kocasına kötü gözle bakan kadını da başı kesik ve bedeni parçalanmış hâle çevirir.) [Şir'a]
Karı koca iyi geçinip, birbirlerinin rızalarını almaya çalışmalıdır. Birbirinin kötü huylarına sabretmelidir! Hadis-i şerifte, (Hanımının kötü huylarına katlanan erkek, belalara sabreden Eyyüb aleyhisselam gibi mükafatlara kavuşur. Kocasının kötü huyuna sabreden kadın da, Hazret-i Asiye gibi sevaba kavuşur) buyuruldu. (İ.Gazali)
Bir gün Hazret-i Fatıma, ağlayarak babasının huzuruna geldi. Resulullah Efendimiz buyurdu ki:
- Ya Fatıma, niçin ağlıyorsun?
- Kasıtsız söylediğim bir sözden zevcim Ali bana kızdı. Özür diledim. Fakat onu üzdüğüm için ağlıyorum.
- Kızım, bilmez misin, Allahü teâlânın rızası kocanın rızasına bağlıdır. Ne mutlu o kadına ki daima kocasının rızasını arar, kocası ondan razı olur. Kadınlar için en üstün ibadet, kocasına itaattir. Erkek, hanımından razı olunca, o kadın istediği kapıdan Cennete girmeye hak kazanır. Kocasını üzen kadın, onu razı edinceye kadar, Allahü teâlânın lanetinde olur. [R. Nasıhin]
Günümüzün çalışma şartları ağır, para kazanma çok zordur. İş ahlakı, güzel ahlak, yok gibidir. Erkek çoğu zaman bu şartlar karşısında bunalır, çok sıkıntı çeker. Evine, pestil olmuş bir vaziyette gelir. Bu hâlde eve gelen koca, haklı olarak hanımından en azından tatlı dil, güler yüz ve ilgi bekler. Bunu da göremezse dengesi iyice bozulur. Sözleri ve hareketleri normal olmaz. Hanıma düşen vazife, bu sayılanları yapamıyorsa hiç olmazsa susup, onu daha fazla üzmemelidir. Büyüklerimiz "Evinde huzuru olmayan, zindandadır" buyurmuştur.
Din büyükleri buyuruyor ki: "Şeytanlar kâfirlerle değil, Müslümanlarla uğraşır. Şeytan, avanesini sabah salar, gece rapor alır. Birisi 'namazını bozdurdum' der, birisi 'orucunu bozdurdum' der. Diğeri 'haram yedirdim' der... Şeytan hepsine de 'tamam' der. İçlerinden biri de 'ben, karı-kocanın arasını bozdum' der. İşte Şeytan buna çok sevinir 'aferin' diyerek onu alnından öper ve 'en büyük işi sen başardın, bu olunca hepsi zamanla bozulur' der... Onun için hep tetikte olmalı, Şeytan'a ve nefse bu fırsatı vermemelidir."
.Kalpleri parlatan ve sırâtı aydınlatan nur
2017-02-24 02:00:00
Namaza devam, kalbin nurlanmasına ve sonsuz saadete kavuşmaya vesîledir. Peygamber efendimiz "Namaz nûrdur" buyurdu. Yani, dünyada kalbi parlatır. Âhirette sırâtı aydınlatır.
Namaz kılmak, imânın şartı değil ise de, namazın farz olduğuna inanmak, îmânın şartıdır. Mükellef olan yani âkıl ve bâliğ olan her Müslümanın, her gün beş vakit namaz kılması "Farz-ı ayn"dır. Resûlullah efendimiz, (sallallahü aleyhi ve sellem) Eshâbına;
- Birinin evi önünde nehir olsa, her gün beş kerre bu nehirde yıkansa, üzerinde kir kalır mı? diye sordu. Eshâb-ı kiram efendilerimiz;
- Hayır, yâ Resûlallah! dediler.
Bunun üzerine Peygamber efendimiz;
- İşte, beş vakit namazı kılanların da, böyle küçük günâhları affolunur, buyurdu.
Ebû Bekr-i Sıddîk (radıyallahü anh) hazretleri de buyurdu ki:
"Namaz vakti gelince, melekler der ki: Ey âdemoğulları, kalkınız! İnsanları yakmak için hazırlanmış olan ateşi namaz kılarak söndürünüz."
Tembellikle namaz kılmayıp fakat, her namaz vaktinde namaz kılmadığı için üzülen, kâfir olmaz, ancak büyük günâh işlemiş olur. Hadîs imâmları, söz birliği ile bildiriyor ki: "Bir namazı vaktinde amden (kasten) kılmayan, yâni namaz vakti geçerken, namaz kılmadığı için üzülmeyen, kâfir olur veya ölürken îmânsız gider." Ya namazı, hâtırına bile getirmeyenler, namazı vazîfe tanımayanlar ne olur?
Büyüklerden biri İblis'e (şeytan) dedi ki:
-Senin gibi melun olmak isteyen, ne yapmalıdır?
İblis, bu soruya şu cevabı verdi;
-Benim gibi olmak isteyen, namaza ehemmiyet vermez ve doğru, yalan, her şeye yemin eder, dedi.
O mübarek zat da;
-Demek ki hiçbir namazı bırakmamalı ve her şeye yemin etmemelidir, dedi...
Namaza devam, kalbin nurlanmasına ve sonsuz saadete kavuşmaya vesîledir. Peygamber efendimiz "Namaz nûrdur" buyurdu. Yâni, dünyada kalbi parlatır. Âhirette sırâtı aydınlatır. Hele gençlerin ibâdet etmeleri, namaz kılmaları daha kıymetlidir. Çünkü, nefislerinin kötü isteklerini kırmakta ve ibâdet etmek istememesine karşı gelmektedirler.
Namazı doğru olarak kılmakla şereflenen bir kimse, çirkin, kötü şeyler yapmaktan korunmuş olur. Ankebût sûresinin kırkbeşinci âyetinde meâlen, (Doğru kılınan namaz, insanı fahşâdan ve münkerden her hâlükârda uzaklaştırır) buyuruldu.
İnsanı kötülüklerden uzaklaştırmayan bir namaz, doğru namaz değildir. Görünüşte namazdır. Bununla beraber, doğrusunu yapıncaya kadar, bildiği kadarını yapmayı elden bırakmamalıdır...
Âhirette önce namazdan sorulacaktır. Namaz imtihanını kazananın diğer imtihanları vermesi kolay olacaktır. Cenâb-ı Hak, cümlemizi namaz hesabını kolay verenlerden eylesin. Amin...
.Kalbin rızkı din ilmidir...
2017-02-25 02:00:00
Kişi kitap okumaz ise, rızıksız kalır. Kişinin manevi rızkı olmayınca da, günâh işlemeye başlar. Günâh işledikçe de kalbi kararır, artık haram işlemek ona normal bir iş gibi gelmeye başlar.
Bütün üstün sıfatların ve fazîletlerin aslı ilimdir. Aynı şekilde bütün kusur ve aşağılıkların anası cehalettir. Hadîs-i şerîfte, (Allahü teâlâ bir kulu aşağılamak isterse, ona ilim nasip etmez) buyuruldu. Allahü teâlâ bir kulunu yüceltmek isterse ona faydalı ilim verir, her ilmi herkese vermez. Allahü teâlânın aşağı kimselere vermediği ilim, iman ve marîfet yani Allahü teâlâyı tanıma ilmidir.
İlim başlı başına hayırdır. Çünkü ilim sahibi, haram ve helâli, dinin emir ve yasaklarını bilir ve bunlara aykırı iş yapmaz. İlim sahibi kendisinin kusurlarını da bilir. İlim sahibi, merhamet ve gufranı bol olan Allahü teâlâya döner ve ilmiyle amel ederse nûr üstüne nûr olur.
Câhil ise böyle değildir. Kişi, cahilliği sebebiyle her an harama, küfre düşmekle karşı karşıyadır... Kalbin rızkı din ilmidir. Kişi kitap okumaz ise, rızıksız kalır. Kişinin manevi rızkı olmayınca da, günâh işlemeye başlar. Günâh işledikçe de kalbi kararır, artık haram işlemek ona normal bir iş gibi gelmeye başlar. Bu hâle düşenin kalbi de ölür. Yâni kâfir olur dinden çıkar. Hadîs-i şerîfte, "Küçük günâha devam, büyük günâha sebep olur. Büyük günâha devam da küfre sebep olur" buyuruldu.
Harama, küfre düşmemek için dinimizi iyi öğrenmek lâzımdır. Bunun için de muteber bir ilmihâl kitabından her gün hiç olmazsa birkaç sayfa okumayı alışkanlık hâline getirmek lâzımdır. İslâm büyüklerinden birine talebeleri sordular:
- Efendim, her zaman sizi görüp, sohbetinizde bulunmak, mübârek sözlerinizden istifade etmek mümkün olmuyor, bizim hâlimiz ne olacak?
Bu zat talebelerine şöyle cevap verdi:
- Beni görmek isteyen, sohbetimizde bulunmak isteyen, kitaplarımızı okusun. Ben satırlar arasındayım.
"El mükâtebe nısful mükâleme" yâni okumak konuşmanın, sohbetin yarısıdır, buyurulmuştur.
***
Kişi ilmi ile amel ediyor, Allah rızâsı için Müslüman kardeşine muhabbet besliyor ise, ahirette büyük nimetlere kavuşur. Ahirette, bazı kimselerin hesabı, Sırattan geçmeleri o kadar süratli, o kadar kolay bir şekilde olacak ki, bunlar farkında bile olmayacaklar. Melekler bunlara soracaklar:
- Siz bu mertebeye nasıl kavuştunuz?
Onlar şöyle cevap verecekler:
- Biz dünyada sadece Allah rızâsı için birbirimizi severdik. Biz birbirimize gösterdiğimiz muhabbet sebebiyle bu derecelere kavuştuk.
Müslüman, her yaptığını Allah için yapmalıdır. Şu bir hakikat ki, bunu idrak ve elde etmek Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarına, ihlâs ile yönelmeye bağlıdır.
.Resulullaha suikast düzenleyen bedevî!..
2017-03-03 02:00:00
Bedevî bir kiralık katil, Peygamber efendimize suikast düzenlemek için Mekke'den yola çıktı. Birkaç günlük yolculuktan sonra, Medîne'ye vardı ve Resulullahın bulunduğu yeri öğrendi!..
Kureyş'in ileri gelenlerinden biri, İslâmiyetin çığ gibi büyüdüğünü görünce, Peygamber efendimizi öldürmeyi düşündü. Bu maksatla kiralık bir katil aramaya başladı. Fakat, bu işi yapmak kolay değildi. Çünkü, Eshab-ı kirâm, Peygamber efendimiz için canlarını vermeye hazırlardı... Kiralık katil arandığını işiten bir bedevî bu işe tâlip oldu. Aralarında şöyle bir konuşma geçti:
-Bu işi benden başkası yapamaz. Çünkü ben, insanların en katı kalplisi, en hızlı hareket edeni, düşmanı en seri şekilde yok edeniyim.
-Tamam, haydi göster o hünerlerini bakalım. Ancak kimseye bir şey söyleme! Bu işi hallet seni hayâl bile edemeyeceğin kadar zengin edeceğim!
-Sen hiç merak etme. Şimdiden bana vereceğin şeyleri hazırlamaya bak!
Kiralık katil, birkaç günlük yolculuktan sonra, Medîne'ye vardı. Yapacağı işi plânlamaya başladı. Peygamber efendimizin bulunduğu yeri öğrendi. Resulullah efendimiz, mescidde idi. Yanlarına doğru birisinin geldiğini görünce Eshâbına buyurdu ki:
-Bu gördüğünüz kimse, beni öldürmeye geliyor. Ancak, Allahü teâlâ beni onun kötülüğünden koruyacaktır.
Bu arada bedevî, mescide yaklaştı ve;
-Abdülmuttalib'in torunu hanginiz? diye sordu.
Peygamber efendimiz;
-Sorduğunuz kimse benim, diye cevap verdi.
Bedevî, Peygamber efendimize yaklaşırken Üseyd bin Hudayr hazretleri, elbisesinden hızla tutup çekti. O anda sakladığı hançer yere düşüverdi.
Hazret-i Üseyd, derhal bedevînin boğazına çöküp sıkmaya başladı. Bedevi:
-Ne olur, canımı bağışlayın, diye yalvarıyordu.
Hazret-i Üseyd, Peygamber efendimize sordu:
-Yâ Resûlallah! Bunu ne yapalım?
İşte orada, Peygamber efendimizle bedevî arasında şu konuşma geçti:
-Doğruyu söylersen senin için iyi olur. Maksadını zaten ben biliyorum. Söyle buraya niçin geldin?
-Ben doğruyu söylersem, bana bir şey yapmayacak mısınız?
-Evet emniyettesin.
Bedevî olup biteni başından sonuna kadar olduğu gibi anlattı...
Peygamber efendimiz buyurdu ki:
-Nereye gitmek istersen git! Fakat senin için hayırlı olanı yapmanı isterim.
-Benim için hayırlı olan nedir?
-Allahtan başka ilâh olmadığına ve benim Allahın Peygamberi olduğuma şehâdet etmendir...
Bedevî; "Yâ Resulallah! Senin yanına gelince, aklım başımdan gitti. Elim ayağım tutuldu. Sizlerin hak yolda, içinden geldiğim kavmimin ise, şeytanın yolunda olduğunu anladım" dedi ve Kelime-i şehâdet getirip Müslüman oldu..
."Hükümdar, ölümüyle bile bize ders verdi!.."
2017-03-04 02:00:00
Selahaddin-i Eyyûbî hazretleri ölmeden önce, şöyle vasiyet etti: "Beni ihtişamlı bir arabayla defnedileceğim yere götürün!.." Zamanın âlimlerine bu vasiyetin hikmeti sorulur...
Selâhaddîn-i Eyyûbî hazretleri, Eyyûbîler Devletinin kurucusudur. 1137’de Tekrit’te doğdu. 4 Mart 1193 târihinde Şam’da vefât etti. Bugün onun vefat yıl dönümüdür. Rahmetle yâd ediyoruz...
Selâhaddîn-i Eyyûbî, Mısır Sultânı olunca, Orta Doğu’da çıbanbaşı olan Haçlıları bölgeden atmak için, büyük bir faaliyet içine girdi. Bu durum, başta Papalık olmak üzere, Haçlıları telaşlandırdı... Büyük ordular topladılar, büyük savaşlar yapıldı. Ancak her seferinde bozguna uğradılar...
Selâhaddîn-i Eyyûbî, 1187 senesinde; Birinci Haçlı Seferinden beri işgâl altındaki Kudüs'ü hedef tâyin ederek, yola çıktı ve Haçlıları, bozguna uğratarak Kudüs şehrini teslim aldı... Mübârek Kudüs şehrini teslim alınca; Birinci Haçlı Seferi sonunda, Haçlıların Müslümanları câmilerde genç, ihtiyar, çocuk, kadın, erkek ayırt etmeksizin öldürüp, sokaklardan akan kan, atların karnına yükseldiği gibi, hunharca katliam yaptırmadı.
Kudüs’ün 89 yıl sonra tekrar Müslümanların eline geçmesi, İslâm âlemini çok sevindirdi. Ancak, Papalığın propagandasıyla Avrupa kıtası ve Hıristiyan âleminde Müslümanlar üzerine sefer hazırlığı başladı. Papa lll. Clemens’in teşvikiyle Fransa, İngiltere Kralları ile Almanya İmparatoru kumandasındaki Hristiyanlar Müslümanlar üzerine yürüdü ve Üçüncü Haçlı Seferi (1189-1192) yapıldı. Hıristiyan âleminin bütün imkânlarını seferber ederek hazırladığı bu Haçlı Seferi de hezimetle neticelendi. Selâhaddîn-i Eyyûbî, Filistin’deki hâkimiyetini kuvvetlendirdi. Kudüs’ü tahkim ettirip, Suriye’ye yerleşti...
Selâhaddîn-i Eyyûbî, 1193 Şubatında hastalandı. On dört gün yattı ve 4 Mart'ta vefât etti. Kabri Şam’da Medresetü’l-Aziziye’dedir.
Selahaddin-i Eyyûbî hazretleri ölmeden önce, şöyle vasiyet etti:
"Ben öldükten sonra cenazemin önünden askerlerim, daha sonra hizmetçilerim, daha sonra da hanımlarım yürüsün. Sonra da hazinede ne kadar altın ve mücevher varsa arabaya konulup yürütülsün. En son olarak da beni ihtişamlı bir arabayla defnedileceğim yere götürün..."
Hükümdar öldükten sonra bu söylediklerinin yapılıp yapılmaması konusunda ihtilaf çıkar. En sonunda, "vasiyettir, yapalım" derler... Cenaze töreni yapılır ve en son cenaze defnedildikten sonra, zamanın âlimlerine, "Hükümdar neden böyle bir vasiyette bulundu?" diye sorulur. Âlimler şöyle cevap verir:
-Hükümdar, ölümüyle bile bize ders verdi! Dünyanın her şeyi dünyada kaldı, ahirete giderken yanımızda hiçbir şey götüremeyeceğimizi anlattı...
.İnsanlara kızma, sana da kızarlar!"
2017-03-10 02:00:00
"Ey oğul! İnsanlara kızmaktan çok sakın, sana da kızarlar. Boş iş ve söze karışmaktan sakın, aşağılanırsın. Laf taşımak insanların kalbinde düşmanlığı arttırır."
Büyük âlim ve velî Ca'fer-i Sadık hazretleri 702 senesinde Medîne-i münevverede doğdu ve 765'te aynı yerde vefât etti. Kabri, Cennet-ül-Bakî’dedir...
İmâm-ı Câfer hazretleri, ilmi, babası Muhammed Bâkır’dan öğrendi. İlim ve fazîlette zamanının bir tanesi oldu. Bütün din bilgilerinde olduğu gibi, zamanının bütün fen ilimlerinde de söz sahibiydi. Yetiştirdiği talebeler, cebir ve kimyâ ilimlerinde çeşitli keşifler yapmışlar, bu ilimlerin temel sistematiğini kurmuşlardır. Fizik ve kimyâ ilimlerinin konusunu teşkil eden madde ve onlar üzerindeki bilgisi o kadar çoktu ki, bu hususlarda zamanında yaşayan herkese akıl, ilim hocalığı yapardı. "Kimyânın babası" sayılan Câbir de, Câfer-i Sâdık’ın talebesidir. En meşhur talebesi ise Hanefî mezhebinin kurucusu ve Ehl-i sünnetin reisi olan İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe Nu’mân bin Sâbit’tir.
Tefsir ilmindeki derecesi pek yüksek olan Ca'fer-i Sadık hazretleri, namaz kılarken kendinden geçip, düştüğü olurdu. Pekçok kerâmeti görülmüş ve menkıbeleri kitaplarda yazılmıştır. İnce mârifetleri bildiren sözleri nükte ve latîfeleri pek meşhurdur. Hikmetli sözleri çoktur. Buyurdu ki:
"Beş kimseyle berâber bulunmaktan sakının: Birincisi, yalan söyleyendir. Devamlı ona aldanırsınız. İkincisi ahmak, aklı az olandır. Sana iyilik yapayım derken, kötülük yapar. Üçüncüsü cimridir. En çok işine yarayacağı zaman seni bırakır. Dördüncüsü kötü kalpli kimse olup, menfaatine kavuşmak için seni harcar. Beşincisi fâsık, yani açıkça günah işleyendir. Seni bir lokma ekmeğe satar..."
"Bir mümin kardeşine âit sevmediğin bir iş duyarsan, birden yetmişe kadar özür kapısı araştır. Bulamazsan 'Belki benim anlayamadığım bir özrü vardır!' de ve o konuyu kapa."
"Ey oğul! İnsanlara kızmaktan çok sakın, sana da kızarlar. Boş iş ve söze karışmaktan sakın, aşağılanırsın. Laf taşımaktan çok sakın. Çünkü söz taşımak insanların kalbinde düşmanlığı arttırır. İnsanların ayıplarını görme, insanların ayıplarını gören onların hedefi olur..."
***
İmâm-ı Ca'fer-i Sâdık hazretleri, nasîhat vermek için, bir râhibe geldi. Kapı geç açılınca;
- Ey rahip niçin kapıyı geç açtın, beni kapıda beklettin? diye sordu.
Rahip şöyle cevap verdi:
- Kapı aralığından seni görünce, heybetinden çok korktum. Hemen abdest aldım. Tevrât'ta okumuştum ki, bir kimseden veya bir şeyden korkunca, abdest almalıdır. Abdest, insanı zarardan korur yazılı idi.
İmâm-ı Ca'fer-i Sâdık hazretleri, nasîhat edince, rahip hemen Müslüman oldu.
Bugün, Ca'fer-i Sadık hazretlerinin vefat yıl dönümüdür. Allahü teala şefaatlerine nail eylesin. Âmin.
..Dünyada unutmazsan ahirette unutulmazsın!
2017-03-11 02:00:00
"Ey müminlerin emîri! Emrinde olanların zararlarına sebep olma! Yoksa Allah onların haklarını senden alır. Emrinde olanları unutmazsan, sen de âhirette unutulmazsın!.."
İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe hazretlerinin talebelerinin en büyüğü olan İmâm-ı Ebû Yûsuf hazretleri, zamanının halîfesi Harûn Reşid'e yazdığı bir nasîhat mektubunda buyurdu ki:
"Ey müminlerin emîri! Allahü teâlâ sana öyle bir vazîfe verdi ki, sevâbı sevapların en büyüğü, cezâsı da cezâların en büyüğüdür. Allahü teâlâ seni Müslümanların işlerini görmekle vazîfelendirdi. Müslümanların işlerini görme hususunda, imtihâna tâbi tutuldun! Onların işlerini görmede, adâletle, doğrulukla hareket etmezsen, Allahü teâlâ bunun hesabını senden soracaktır...
Bugünün işini yarına bırakma! İstekler bitmeden ecel gelip çatar. Ecel gelmeden önce sâlih ameller işlemeye çalış! Çünkü ecel geldikten sonra sâlih amel işlenmez...
Çobanlar, mal sahiplerine, koyunların hesabını verdiği gibi, sen de, Allahü teâlâya, emrinde olanların hesabını vereceksin! Bu hesap çetin olacaktır...
Doğruluktan ayrılma, yoksa idâre ettiğin kimseler de doğruluktan ayrılır. Nefsinin isteklerine göre emir vermekten ve kızgınlık esnasında karar vermekten sakın! İki işten birini tercih etmen şart olsa, bunlardan biri dünya diğeri de âhiret işi olsa, âhiret işini tercih et! Çünkü dünya fâni, geçici, âhiret ise bâkîdir, yani devamlıdır. Allah korkusuyla titre, insanlara farklı muamele yapma!..
Dâima temkinli, dikkatli ol! Temkinli olmak, dil ile değil, kalp iledir. Allahü teâlâdan korkarak ve rahmetini umarak Allahü teâlâya sığın! Kim Allaha sığınırsa, Allah onu korur.
Kıyâmet gününü bilip de amel etmeyenin, o gün duyacağı pişmanlık bitmez. Öyle bir gün ki, o gün ayaklar kayar, insan kendini kaybeder, hesap çetin olur.
Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki:
(Kıyâmet günü herkes, dört suâle cevap vermedikçe hesaptan kurtulamayacaktır: Bunlar: 1- Ömrünü nasıl geçirdi. 2- İlmi ile nasıl amel etti. 3- Malını nerede nasıl kazandı ve nerelere harcadı. 4- Bedenini nerede yordu, hırpaladı?)
Ey müminlerin emîri! Bu suâllerin cevabını hazırla! Çünkü bugün amel defterine yazılan, dünyada işlediğin her şeyden, yarın âhirette hesaba çekileceksin! İşlediğin her şeyin, şâhitler huzurunda açığa çıkarılacağı günü hatırla!
Ey müminlerin emîri! Koruması emredileni koru, gözet! Bu işleri Allah rızâsı için yap! Eğer bunları yapmazsan yürümesi kolay olan yollar zorlaşır. Gözlerin etrafı görmez olur. Gerçekler kaybolur. Geniş yollar daralır. Emrinde olanların zararlarına sebep olma! Yoksa Allah onların haklarını senden alır. Emrinde olanları unutmazsan, sen de âhirette unutulmazsın!.."İlim talebesi olmak isteyen Padişah!..
2017-03-17 02:00:00
Akşemseddîn hazretleri, kendisine talebe olmak isteyen Fâtih'e buyurdu ki: "Talebelikle Padişahlığın bir arada yürütülmesi çok güçtür. Seni talebeliğe kabul edersem, düzen bozulabilir!.."
İstanbul’un manevî fatihi kabul edilen Akşemseddîn hazretleri, büyük âlim, üstâd, hekim ve velî bir zattır. Evliyânın büyüklerinden Şihâbüddîn-i Sühreverdî hazretlerinin neslindendir. Soyu, Hazreti Ebû Bekir'e ulaşır. Hocası Hâcı Bayram-ı Velî hazretleridir...
Osmanlı Sultânı İkinci Murâd Hân, Hâcı Bayram-ı Velî hazretlerini son derece severdi. Fırsat buldukça, sık sık görüşürdü. Bir görüşme sırasında, yanında dört yaşındaki oğlu Şehzâde Mehmed de vardı. Sohbet esnasında Hâcı Bayram hazretlerine dedi ki:
- Efendim, İstanbul’u alıp, kâfir diyârını İslâmın nûru ile nurlandırarak, çan çınlamaları yerine ezan seslerinin yükselmesini arzu ederim. Bu hususta duâlarınızı beklerim.
Hâcı Bayram-ı Velî;
- Allahü teâlâ, ömrünüzü ve devletinizi ziyâde etsin Sultanım. Yalnız, İstanbul’un alındığını sen ve ben göremeyiz, dedi ve Şehzâde Mehmed ile Akşemseddîn’i göstererek buyurdu ki:
- Ama şu çocukla bizim Akşemseddîn görürler.
Nitekim bu keramet yıllar sonra İstanbul'un fethiyle açığa çıkmış oldu...
***
İstanbul’un fethinden sonra, Fâtih Sultân Mehmed Hân, hocasını ziyârete gitmişti. Sohbet esnasında dedi ki:
-Muhterem Hocam! Elhamdülillah dua ve himmetlerinizle İstanbul’u fethettik. Artık beni talebeliğe, dervişliğe kabul buyurmanızı istirhâm ediyorum.
Akşemseddîn hazretleri;
-Sultânım, sen bizim tattığımız lezzeti tadacak olursan, saltanâtı bırakırsın. Devlet işlerini tam yapamazsın. Dîn-i İslâmı yayma işi yarım kalır. Müslümanların rahat ve huzur içinde yaşıyabilmeleri için, devletin ayakta kalması şarttır. Talebelikle Padişahlığın bir arada yürütülmesi çok güçtür. Seni talebeliğe kabul edersem, düzen bozulabilir, halkımız perişan olabilir. Bunun vebâli büyüktür. Allahü teâlânın gazâbına maruz kalabiliriz, diyerek teklifini reddetti.
Bu cevap üzerine Fâtih Sultân Mehmed Hân, çok üzüldü. Oradan ayrılırkan hocasına iki bin altın hediye etmek istemişse de, bunu da kabul ettiremedi...
Akşemseddîn hazretleri, bu görüşmeden sonra İstanbul'dan ayrılmaya karar verdi. Önce Beypazarı’na yerleşti. Orada bir mescid, bir değirmen yaptırdı. Halkın, etrafına toplanması üzerine İskilip’te Evlek’e, nihayet oradan da Bolu-Göynük’e gelip yerleşti. Oradayken Pâdişâhın kendisine gönderdiği bütün ihsân ve hediyeleri hayır işlerinde kullanmak üzere vakıflar kurdurdu. Bir taraftan da halkın terbiyesi ile meşgul oldu. 1459 yılında vefat edene kadar orada yaşadı. Fatih Sultan Mehmed tarafından yaptırılan türbesi, Göynük-Gazi Süleyman Paşa Camii’nin avlusundadır. Ruhları şad olsun...
.Bir mücahidin eşine yazdığı son mektup
2017-03-18 02:00:00
"Bugünlerde her zamankinden daha önemli muharebelere gireceğiz. Gidip de gelememek, gelip de bıraktıklarımı bulamamak var. Eğer ben ölürsem sakın gam yeme... Benim için ağlama..."
Bugün, Çanakkale Deniz Zaferinin 102. Yıldönümü... Hiç şüphe yok ki Çanakkale Savaşları, bir Türk destanıdır... Düşmanın Çanakkale önlerine yığdığı deniz kuvvetleri 18 zırhlı, 12 kruvazör, 17 muhrip, 12 denizaltı, 1 uçak gemisi 36 mayın gemisinden meydana geliyordu. Ayrıca 86 nakliye 222 de çıkarma gemisi vardı... İngiliz-Fransız filosunun 6 zırhlısı Türk topçularının isabetli atışları sonunda batırıldı. 9 saat süren bombardıman esnasında düşman 506 top kullandı... Nihayet Boğaz'dan geçemeyeceklerini anlayan İngiliz ve Fransızlar Gelibolu’ya asker çıkararak İstanbul’a karadan yürümeye karar verdiler. Ancak, burada da karşılarına vatan için can veren 250.000 Mehmetçik dikildi. Onlar da "etten kale" oldular ve geçit vermediler... Ve "Çanakkale geçilmez" diyerek çekip gittiler...
***
Çanakkale anlatmakla, yazmakla bitmez... Gümüşhane'nin Şiran ilçesinden "Yetimoğlu Mustafa"nın oğlu Üsteğmen Zahid, (Mülâzim-i Sani Zahit Efendi) Çanakkale’de şehit olan kahramanlarımızdan biridir. Vefatından önce hanımına yazdığı mektubu, buyurun ibretle okuyalım:
“Aziziye (Pınarbaşı) ilçesinin Kılıç Mehmet Bey Köyü’nden Ahmet Efendi kızı eşim Hanife Hanıma...
Bugünlerde her zamankinden daha önemli muharebelere gireceğiz. Eğer ben ölürsem sakın gam yeme... Beni ve seni yaratan Allah bizi nasıl dünyada birbirimize nasip etti ise, bana şehitlik rütbesini nasip ettiği takdirde elbette ruhlarımızı da birbirine kavuşturur. Vatan yolunda şehit olursam bana ne mutlu. Ancak, sana bir vasiyetim var:
Birincisi benim için katiyen ağlama...
İkincisi, eşyamın listesi ilişikte. Bunları sat, ele geçecek paradan mehrini al, artan parayla da bana bir mevlid-i şerif okut. Eğer bunlar sana olan borcumu ödemezse hakkını helal et ve ilk gece aramızda geçen sözü unutma...”
Zahid Üsteğmen, Çanakkale Savaşının son şehitlerinden olmuştur...
***
Bu hatıra da Yüzbaşı Hasan Bey’le alakalı...
Deniz Harekâtı’nda üstün başarılar gösteren Hasan-Mevkuf Batarya Kumandanı Yüzbaşı Hasan Bey’in kızı dünyaya gelmişti. İstanbul’dan Çanakkale Müstahkem Mevki Komutanlığına telgraf çekildi. Bu telgrafı alan Cevat Paşa atı ile bataryaya geldi ve Yüzbaşı Hasan Bey’e;
-Evlâdım Hasan, bir kızın dünyaya geldi, izinlisin, dedi.
Hasan Bey’in verdiği cevap bir fedakârlık ve feragat örneğiydi:
-Kumandanım! Cepheden ayrılıp da gidemem. Bildirebilirseniz, ismini Dîdar koysunlar!..
O gece Yüzbaşı Hasan Bey de şehitler arasındaydı... Bütün şehitlerimizin ruhları şâd olsun...
.Seni iman etmekten alıkoyan şey nedir?"
2017-03-24 02:00:00
Tay kabilesi üzerine sefer düzenlenmişti. Reisleri, Adî bin Hâtim Tâî kaçmış, kardeşi Sefane ise esir alınmıştı. Bu iki kardeş cömertliği ile meşhur Hâtim-i Tâî’nin çocuklarıydı!..
Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) emriyle zaman zaman Medîne dışındaki kabîlelere seferler düzenlenir, buralardaki halk İslâma davet edilirdi. Daveti kabul etmeyenlerle savaş yapılır, ganîmet ve esir alınırdı... Tay kabilesi üzerine yapılan seferde, reisleri, Adî bin Hâtim Tâî kaçtı. Kardeşi Sefane esir alındı. Babası cömertliği ile meşhur Hâtim-i Tâî idi. Bu sebeple, kendisine iyi muamele yapıldı.
Peygamber efendimiz, Sefane'yi kardeşini bulup getirmesi için serbest bıraktı. O da kardeşini bulup başından geçenleri anlattı. Adî bin Hâtim, kardeşinin anlattıklarından cesâret alarak, Medîne'ye gitti. Bundan sonrasını kendisi şöyle anlatır:
Medîne'ye vardığımda, Resûlullah mesciddeydi. Huzuruna varıp, selâm verdim ve kendimi tanıttım. Beni alıp evine götürdü. Yolda giderken, yaşlı bir kadın, ihtiyaçlarını arz etti. Onunla ilgilenip, ihtiyaçlarını giderdi. Bu hâli görünce "Bu, melik değildir" dedim... Eve varınca, içi lifle dolu bir minder gösterip;
-Buraya oturun! buyurdu. Ben oturmak istemedim. Isrâr edince mecburen oturdum. Kendisi de yere oturdu. Kendi kendime "Vallahi bu melik olamaz, melik olan kimse bu kadar tevâzu ehli olamaz!" dedim Bana;
-Yâ Adî bin Hâtim, Müslüman ol ki, selâmette olasın, buyurdu.
-Benim dinim vardır, dedim. Bunun üzerine:
-Senin dinini senden daha iyi bilirim. Sen Rakusiyye dininden değil misin? Kavminin dörtte bir ganîmetini yemiyor musun? Bu senin dininde sana helâl değildir, buyurdu. Ben içimden; "Vallahi doğru söylüyor. Bilinmeyen şeyleri biliyor. Bu peygamberdir" dedim. Sonra buyurdu ki:
-Yâ Adî bin Hâtim, seni İslâma girmekten alıkoyan nedir? Seni "Lâ ilâhe illallah" demekten uzaklaştıran nedir?
Bu kadar güzel yüzlü, tatlı sözlü bir kimse yalancı olamazdı. Hemen Kelime-i şehâdet getirip Müslüman oldum...
Resûlullah sonra beni, kabîleme İslâmiyeti anlatmak ve onların zekâtlarını toplamak için geri gönderdi. İlk zekât toplayan ben oldum. Kabîlemin Müslüman olmasına vesîle oldum...
Bir gün kabîlemden birkaç kişi ile beraber, hazret-i Ömer'in huzuruna gitmiştik. Kendisine sordum:
-Beni tanıdınız mı?
-Evet tanıdım! Sevgili Peygamberimize kavmin inanmadığı bir zamanda sen inandın, vefâkâr oldun! Kavmin sana zulmettikleri zaman onlara sabreden sensin! Muhakkak ki, kabîlesinde ilk zekâtı toplayıp, Peygamber efendimizi sevindiren de sensin, buyurdu.
Adî bin Hâtim hazretlerine Allahü teâlâ uzun bir ömür verdi. Hazret-i Ali'nin vefâtından çok sonra 120 yaşında Kûfe'de vefât etti. Allahü teala şefaatine nail eylesin...
.Birlik ve ittifak zafere götürür...
2017-03-25 02:00:00
Hazreti Ali zamanında, Hâricî kavgaları baş gösterdi. Fetih ve zaferin en büyük sebebi, ittifak ve birlik olduğundan, Hazreti Ömer zamanı kadar, memleket alınamadı...
Peygamber efendimiz “aleyhissalâtü vesselâm” hicretin, onbirinci senesinde, âhireti teşrîf buyurduktan sonra, Hazreti Ebû Bekir “radıyallahü anh” halîfe oldu... Hazreti Ebû Bekir zamanında, Müslümanlar, Arabistan yarımadasından dışarı çıktı. Resûl-i ekrem efendimiz âhireti teşrîf buyurunca, karışıklıklar baş gösterdi. Hazreti Ebû Bekir, yarımadada hâsıl olan bu karışıklıkları giderdi. Mürtedlerin terbiyesi ile uğraştı. Vakt-i saadette olduğu gibi, birliği temin etti. O mübarek insandan sonra halife olan Hazreti Ömer “radıyallahü anh” Eshâb-ı kirâmı cihâda ve gazâya teşvîk eden şu hutbeyi okudu:
"Ey Resûlün Eshâbı! Arabistan, ancak sizin atlarınıza arpa yetiştirebilir. Hâlbuki Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselâmın ümmetine, yeryüzünün her tarafında, yer, memleket vereceğini, Habîbine vadetmiştir. Hani, bu vadedilen memleketleri zapt ederek, dünyada ganîmete, âhirette gazâ ve şehitlik rütbesine nâil olmak isteyen erler nerede?.. Din uğruna can ve baş fedâ ederek, vatanlarını bırakıp, Allahü teâlânın kullarını zâlimlerin pençelerinden kurtaracak gâziler nerede?.."
İşte İslâm memleketlerinin, üç kıtada hızla genişlemesine, milyonlarca insanın küfürden kurtulmalarına sebep, Hazreti Ömer'in bu nutkudur. Bu nutuk üzerine, Eshâb-ı kirâm ölünceye kadar cihâd ve gazâ etmeye ahd ve ittifâk etti. Halîfenin gösterdiği şekilde ordular kurulup, Ehl-i islâm, yerlerini, yurtlarını terk ile Arabistan'dan çıkıp, her tarafa yayıldı. Gidenlerin çoğu, geri dönmeyip, gittikleri yerlerde, ölünceye kadar cihâd etti. Böylece, az zamanda çok memleket alındı...
O devirde iki büyük devlet vardı. Biri Rum İmparatorluğu, diğeri ise İrân devleti idi. Ehl-i islâm, ikisine de galip geldi. Hele Acem devleti, büsbütün ortadan kalktı. Memleketlerinin hepsi, Müslümanların eline geçti. Ahâlisi Müslümân olmakla şereflendi...
Hazreti Osmân ve Hazreti Ali zamanlarında da böyle gazâlar ve fetihler yapıldıyordu; ancak o devirde, halîfeye karşı gelenler türedi ve Hazreti Osmân'ı şehit ettiler. Hazreti Ali zamanında "Hâricî kavgaları" baş gösterdi. Ehl-i islâm arasında ayrılık başladı. Fetih ve zaferin en büyük sebebi ise, ittifak ve birlik olduğundan, bunların zamanında, Hazreti Ömer zamanı kadar, memleket alınamadı...
Hulefâ-i râşidîn (Dört Halife) zamanı, otuz sene idi. Bu otuz sene, Peygamber efendimiz zamanı gibi güzel geçti. Bu dört halîfeden sonra, Ehl-i islâm arasında, bid’atler ve yanlış yollar meydâna çıkarak, nice kimseler doğru yoldan ayrıldı. Allahü teala bu küfür bataklığında bizleri Ehl-i sünnet âlimlerinin yolundan ayırmasın. Âmin...
.Ben, baba bedduasına uğramış bir kimseyim!"
2017-03-31 02:00:00
Hazret-i Ali ve mübarek oğlu Hazret-i Hüseyin, Kâbe'yi tavaf ederken bir tarafı felçli bir kimse görürler. Adamcağızın yanık sesle dua etmesi dikkatlerini çeker!..
Bugün 3 Receb... Geçen çarşamba günü mübarek "Üç Aylar" başladı... Böyle mübârek günler, aylar ve geceler, insanlar için çok büyük kazançlara vesile olan fırsatlardır. Üç ayların ilkinin adı olan receb, "Tercib" kelimesinden gelmektedir. Bu da tazim ve hürmet manasına gelir. Allahü teâlâ, bu ayda oruç tutanların, bu aya saygı gösterenlerin günahlarını affeder, çok sevap ve üstün dereceler ihsan eder. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
"Bir kimse, Allahü teâlânın ayı olan receb ayında, bir mümin kardeşini gam ve üzüntüden kurtarırsa, Allahü teâlâ, ona Firdevs'te gözünün görebildiği kadar büyük bir köşk ihsan eder. Uyanınız, kendinize geliniz ve receb ayına hürmet ve ikram ediniz ki, Allahü teâlâ da size ikram ve ihsan etsin."
Din büyükleri buyurdu ki:
"Yıl, ağaç gibidir. Receb ayı, ağacın yapraklı olduğu, şaban meyveli, ramazan ise, meyvesinin toplanacağı zaman gibidir. Receb, Allahü teâlâdan mağfiret, şaban şefaat, ramazan sevapların kat kat olduğu aydır."
Zünnun-i Mısrî hazretleri buyurdu ki:
"Receb tohum ekme, şaban sulama, ramazan ise, hasat ayıdır. Yani ekip suladığını biçip toplayacak bir aydır. Herkes ektiğini biçer. Amelinin, ibadetinin karşılığını alır. Tohum ekmeyen, hasat mevsimi gelince pişman olur."
***
Hazret-i Hüseyin, şahit olduğu bir hadiseyi şöyle anlatır:
"Kâbe'yi tavaf ederken yanık sesle dua eden bir kimsenin sesini işittik. Babam bunu çağırmamı emretti. Sağ tarafı felç olmuş biri idi. Ona dedim ki:
- Sen kimsin, bu hâlin nedir?
- Ben Menâzil bin Lâhık'ım. Çalgı çalmakla, şarkı söylemekle şöhret salmış, 'Arabistan'ın Artisti' dedikleri bir kimseydim. Hep nefsin arzuları peşinde koştum. Recep ve şaban aylarında bile bu günahlara devam ederdim. Babam, beni bu günahlardan kurtarmaya çalıştı. Ancak, benim nasihate hiç tahammülüm yoktu. Babamı dövdüm. Üzüntülü ve kırık kalple;
-Bu aylarda oruç tutar, geceleri ibadet ederim. Beytullaha gidip şerrinden korunmak için Allahü teâlâdan yardım dilerim, dedi.
Bir hafta oruç tutup Kâbe'ye giderek, 'Ey Rabbim, hakkımı oğlumdan al, onu felç et' diye dua etti. Henüz duası bitmeden sağ tarafım felç oldu. Bunu görenler, bana 'Baba bedduasına uğramış kişi' derler.
- Peki, baban bu hâline ne dedi?
- Babamdan af ve özür diledim. Onun da babalık şefkati galip gelerek beni bağışladı. Ancak, beddua ettiği yerde, bu sefer şifa bulmam için hayır dua etmek üzere Beytullaha gelirken, yolda vefat etti. Şimdi çaresizim...
Babam (Hazret-i Ali) bu gence dua etti. Receb ayında yaptığı bu dua bereketiyle Allahü teâlâ ona şifa ihsan eyledi..."
"Üç Aylar"ınız mübârek olsun efendim...
Cihan Padişahını titreten mektup!..
2017-04-01 02:00:00
Beşiktaşlı Yahya Efendi bir gün sütkardeşi olan Kanunî'ye bir mektup yazar. İçinde çok ağır ifadeler vardır “Cihan Sultanı” okur okumaz hemen o mübarek zatın dergâhına gider!..
Devlet adamlarının istişare debilecekleri âlimlerin olması ve onların da hiç çekinmeden doğruları söylemeleri ne büyük bir nimettir... İmam-ı Rabbani hazretleri bu hususta buyuruyor ki:
"Dünyalık peşinde olan din adamlarının sözlerini dinlemek, kitaplarını okumak zehir yemek gibi zararlıdır. Kötü din adamlarının zararları bulaşıcıdır. Cemiyetleri bozar, milletleri parçalar. Tarihte İslam devletlerinin başlarına gelen felaketlere hep kötü din adamları sebep oldu. Devlet adamlarını doğru yoldan bunlar saptırdı."
***
Avrupalıların, "Büyük Türk" ve "Muhteşem Süleyman" lakaplarını verdiği, Kanuni Sultan Süleyman Han, büyük âlim ve velî Beşiktaşlı Yahya Efendi'yle sütkardeşti. Bu mübarek zat bir gün atıyla giderken iki papaz yolunu keser. Atın yularını tutup, şöyle derler:
-Yahya Efendi, Yahya Efendi! Söyle bakalım, sizin dininizde ölmüşlerden vergi almak var mıdır?
Mübarek, şaşırmış bir hâlde cevap verir:
-Hayır böyle bir şey yoktur.
-Ama sizin sultanınız bizim ölülerimizden bile cizye alıyor bu nasıl oluyor?..
Bunun üzerine Yahya Efendi hemen Padişaha bir mektup yazar. Mektupta çok ağır ifadeler vardır:
“Oturduğun o taht sana haram olsun, başına geçsin. Zulmün ölülere bile ulaşmış da haberimiz yok. Bu yaptığın zulüm nedir? Derhal o tahtı terk et!”
Koskoca “Cihan Sultanı” bu mektubu alır almaz derhal yanındakilerle beraber yola çıkıp Yahya Efendi'nin Beşiktaş'taki dergâhına gelir.
-Hayırdır ağabey! Ne suç işlemişim acaba? diye sorar.
Yahya Efendi hâlâ celallidir:
-Daha ne olsun! Memurların gayrimüslim vatandaşların ölmüşlerinden bile cizye alıyormuş! Böyle zulüm olur mu?
***
Padişah hemen yanında bulunanlara sorar ve bir ihmal olduğunu, kayıtların beş senedir yenilenmediğini anlar. Rengi sapsarı olur. Derhal kayıtları yenilettirir. Fazla alınan vergilerin hepsini iade ettirir ve helallik diler...
Kanuni Sultan Süleyman Han, bu arada tahta da oturmaz. “Memurlarımın bir hatasıdır” diye bir mazerete de sığınmaz ve doğruca Yahya Efendi'ye gidip;
-Dediklerini hallettim, şimdi tahtıma oturabilir miyim, ağabey? diye sorar. Bir “Gönül Sultanı” bir “Cihan Sultanı”na emreder:
-Git artık nasıl oturursan otur! Sen bir cihan sultanısın, bunun gereğini hakkıyla yerine getir!
Koca Kanunî dergâhtan ayrılırken, ülkesinde, kendisini ikaz edecek böyle âlimler bulunduğu için şükreder ve gözyaşlarını da tutamaz!..
.Müminlerin, cennette kavuşacakları nimetler
2017-04-07 02:00:00
Mahşerde, hesaptan sonra müminler Cennetin kapısına yaklaştıkları zaman bir de ne görsünler! Orada bir ağaç, ağacın altında da iki pınar vardır... Birinden içer, diğerinde ise yıkanırlar!..
Âhirette, mahşer yerindeki hesaptan sonra, cennetlikler toplanarak cennete doğru gönderilirler. Onun kapısına yaklaştıkları zaman bir de ne görsünler! Orada bir ağaç, ağacın altında da iki pınar vardır... Önce bu pınarların birinden içerler. Bununla, karınlarında ne varsa temizlenir. Sonra ikinci pınara gelirler. Onda da güzelce bir yıkanırlar. Vücutlarındaki kir vesâire çıkar. "Selâm size! Tertemiz geldiniz. Artık ebedî kalmak üzere girin Cennete" [Zümer 73] meâlindeki âyet-i kerimede belirtilen bu safhadır.
Sonra, kendilerine kırmızı yâkuttan asil binekler hazırlanır. Bunların ayakları inci ve yâkutlarla süslenmiş altından, yularları da incidendir... Cennetliklerin, her birine ikişer elbise giydirilir. Öyle ki, eğer bu elbiselerden bir tanesi yeryüzüne çıkarılmış olsa, bütün dünyayı aydınlatır. Her bir Cennetliğin yanında kendisine rehberlik edecek melekler bulunur. Her bir melek rehberlik edeceği mümini alarak cennete götürür. Mümin cennete girince, kendisine hemen bir köşk açılır. Sonra o köşke girer. Mümin, hemen oraya yerleşmek ister. Bunu gören melekler ona sorarlar;
- Ne yapmak istiyorsun? O da;
- Allahın hazırlamış olduğu bu şerefli yere konmak istiyorum, der. Melek ona şöyle söyler:
- Yürü! Senin için bundan daha iyisi vardır...
Biraz daha gidince, karşılarında çatısı inciden, kendisi altından bir köşk belirir. Ona yaklaşınca, ellerinde gümüşten aynalar, altından ibrikler bulunan inci taneleri gibi hizmetçiler onları karşılayarak cennetlik mümini selâmlarlar. O da onları selâmlar ve oraya konmak için hazırlığa girişirler... Fakat melekler yine ona;
"Yürümene devam et! Senin için ileride daha âlâsı vardır" derler.
Bunun üzerine mümin yoluna devam eder. Biraz gidince karşısına kırmızı yâkuttan yapılmış ve son derece şeffâf ve parlak bir köşk çıkar... Tarifsiz bir güzellikteki odaya girer. Bu odanın dört bin kanat penceresi vardır. Her biri de altındandır. İçinde, inci taneleriye süslenmiş altından bir yaygı bulunur. Bu yaygının üzerinde bir taht, onun üstünde de dünya çardaklarından yetmiş çardak buyüklüğünde bir minder vardır. Mümin bunun üzerine oturur. Canı her ne istediyse, meselâ meyve istediği zaman, arzu ettiği meyveler kendiliğinden onun önüne gelirler. Yâhut üzerinde oturmakta olduğu taht yürüyerek meyvelerin bulunduğu mahalle gider. Böylece o, hiçbir zahmet çekmeden istediği meyveyi rahatlıkla yer...
İşte bütün bu nimetler, takvâ sâhiplerine, çirkin amellerden kendilerini koruyanlara; dünyadaki birkaç günlük sıkıntıya sabredenlere mahsustur..
.Şükretme nimetine de şükretmek lazımdır!..
2017-04-08 02:00:00
Şükrün ilmi, nimeti Allahü teâlâdan bilmektir. Nimet umumi olunca, insanlar bunları görmez ve nimetin kıymetini bilmezler. Ancak kıymetini, o nimete kavuşmayan bilir.
Allahü teâlâya şükretmek, O'nun dînini kabul etmek ve dîninin ahkâmını yapmak demektir... Kur'ân-ı kerîmde buyuruldu ki: (Îmân ederseniz ve şükrederseniz neden size azap edeyim?)
Hadîs-i şerîfte de şöyle buyuruldu:
(Allah bir kula büyük veya küçük bir nimet verince "Allaha hamdolsun" derse, ona verdiğinden daha fazîletlisini verir.)
Şükrün ilmi, nimeti Allahü teâlâdan bilmektir. Nimet umumi olunca, insanlar bunları görmez ve nimetin kıymetini bilmezler. Ancak kıymetini, o nimete kavuşmayan bilir. Gençliğin kıymetini yaşlanmış olanlar, sıhhatin kıymetini hastalar, âfiyetin, rahatın kıymetini, belâya uğrayanlar bilir...
Din büyükleri buyuruyor ki: "Allahü teâlânın nimetleri sayılamayacak kadar çoktur. Bu bakımdan nimete şükretmek kolay değildir. O hâlde şükretmek büyük nimet olmaktadır. Şükretme nimetine de şükretmek lazımdır..."
***
Benî İsrâil'de bir âbid vardı. Allahü teâlâya beş yüz yıl ibâdet etmiş idi. Küçük bir adanın üstünde bulunurdu. Adanın denize yakın kısmında, bu âbid için tatlı su çıkıp akardı. Allahü teâlâ bu pınarın yanında bir de nar ağacı yaratmıştı. Bu ağaçta her gün bir nar yetişirdi. Âbid her akşam, o pınardan su alır ve o bir narı koparır ve orucunu açardı. Namaz kıldığı zaman duâsı "Yâ Rabbî, öldüğüm zaman, rûhumu secdede iken al" idi. Duâsı kabul oldu ve secdede iken vefat etti...
Allahü teâlâ kıyâmette onu diriltir ve "Kulumu, fadlım, ihsânımla Cennete götürün" buyurur. Fakat âbid "Ben ihsânla değil, amelimle Cennete girmek isterim" der. Allahü teâlâ, "Ey meleklerim, kulumu, üzerindeki nimetlerimle beraber hesâba çekiniz, onun yaptığı taat beş yüz yıllıktır" buyurur. Melekler, hesap ederler. Ölçerler ve yalnız göz nimetini, beş yüz yıllık ibâdetten fazla bulurlar. Allahü teala "Ey kulum, Cehenneme git!" buyurur. Melekler onu Cehennem tarafına sürüklerler. O zaman, "Yâ Rabbî, beni kendi fadlın, ihsânın ile Cennetine al" der. Allahü teâlâ buyurur ki: "Ey kulum, seni yoktan kim yarattı?" "Sen yarattın, yâ Rabbî." "Benim bu yaratmam senin tarafından mı, benim ihsânımla, rahmetimle mi oldu?" "Senin rahmetinle oldu yâ Rabbî." "Karalardan çok uzak adada, tatlı su yarattım. Senede bir defa meyve veren nar ağacından, her gün bir nar bitirdim. Sonra rûhunu secdede almamı istedin, öyle yaptım. Bütün bunları senin için kim yaptı?" "Hepsini sen yarattın yâ Rabbî." Bu cevaptan sonra Allahü teala ona şöyle buyurur: "Şimdi benim rahmetim ve fadlım ile Cennete gir!.."
.Cennetin kokusunu duyamayanlar!..
2017-04-14 02:00:00
"Dört çeşit insan Cennet kokusunu duyamaz. Bunlar; cimriler, yaptıkları iyiliği başa kakanlar, ömrü boyunca içki içenler ve ana-babasına karşı gelenlerdir."
Muteber kitaplarda buyuruluyor ki: "Alkollü içki içene her türlü günâhı işlemek kolaylaşır. Çünkü kişi aklını kaybettiği için harâmı, helâli, yanlışı, doğruyu ayırt edemez."
Hazret-i Osman İslâmiyeti tanımakla yeni şereflenmiş bir topluluğa şu nasîhatte bulundu:
-Ey insanlar! İçki içmekten sakının. Çünkü, şüphesiz ki içki, bütün kötülüklerin anasıdır... Bir zamanlar sizden önceki kavimlerden birinde bir âbid vardı. Devamlı ibâdetle meşgul olurdu... Bir gün bir mahalleden geçerken kötü yola düşmüş bir kadınla karşılaştı. Kadın, bir bahâne ile onu evine aldı. İçeride küçük bir de çocuk vardı. Bir kapta da içki bulunuyordu. Kadın, kapıyı iyice kilitledikten sonra hemen niyetini açığa vurdu:
-Ya benimle beraber olacaksın, yâhut şu içkiden içeceksin, yâhut da şu çocuğu öldüreceksin. Bunlardan birini yapmadıkça buradan çıkamazsın. Yoksa bağırıp etrafı velveleye verir, evime girip bana tecâvüze yeltendi derim. Kimseye de aksini inandıramazsın! Seni rezil ederim!
Kötü kadının bu tehdidi karşısında âbid düşündü. Kendi kendine "Zinâ yapamam... Çocuğu da öldüremem... Bâri onlara nazaran daha kolay atlatılacak bir günâh olan içkiyi içeyim de sonra tövbe ederim" dedi ve içkiden biraz içti.
Az sonra kafası dönmeye başladı. Kadın bir daha verdi. Derken, iyice kendini kaybetti ve kadınla da beraber oldu. Daha sonra da gördüklerini anlatır diye çocuğu öldürdü...
Ey insanlar! Görüldüğü gibi içki, insana en kötü şeyleri yaptırabiliyor. Bunun için, içkiden şiddetle kaçının. Zîrâ içki bütün kötülüklerin kaynağıdır. Allaha yeminle söylerim ki, kişinin kalbinde içki ile îmânın birlikte kalması zordur. Bu işi yapa yapa zamanla içki içmek normal bir iş hâline gelir. Bunun için, birinin gelmesiyle diğerinin orayı terk etmesinden korkulur!..
İçki içen kişi sarhoş olduğu zaman, kişinin dinden çıkmasına sebep olan, birçok küfür kelimeler, onun diline dolanır. Onları söylemeyi zamanla alışkanlık hâline getirir. Böylece ölümü sırasında da o küfür kelimeleri diline dolayıp îmânsız gitmesinden ve âhirette ebedî Cehennemlik olmasından korkulur. Çünkü insanlar en çok ölüm ânında îmândan çıkarlar. Bunun sebebi ise, hayattayken işlemiş oldukları günâhlardır. Dünyada işlemiş oldukları günâhlar sebebiyle ölüm ânında îmândan çıkanlar ise, hasret ve pişmanlık içinde kalırlar...
Resûl aleyhisselâm şöyle buyurdu: "Dört çeşit insan Cennetin kokusunu duyamaz. Hâlbuki Cennetin kokusu beşyüz senelik yoldan duyulacak derecededir. Bunlar; cimriler, yaptıkları iyiliği başa kakanlar, ömrü boyunca içki içenler ve ana-babasına karşı gelenlerdir."
.İslam terbiyesi ile yetişmeyen gençler!
2017-04-15 02:00:00
Her Müslümanın, gençliğe şuurlu olarak sahip çıkması lâzımdır. Çocuklarını İslâm terbiyesi ile yetiştirmesi şarttır. Peygamber efendimiz çocuk terbiyesi üzerinde çok durmuştur.
Müslümanlığı bozmak, yok etmek için, çeşitli isimler altında faaliyet gösteren misyonerlerin, hîleler ve plânlar ile hazırladıkları zehirli kitap ve dergiler, yaldızlı ilânlarla, reklâmlarla gençliğin önüne sürülüyor... Bunlar, Müslümanlığı dünyadan kaldırmaya uğraşıyor ve bütün gayretlerine rağmen, gençlerin; Müslümanlığı öğrenmek şöyle dursun, merâk edip araştırmaya başlamasına bile tahammül edemiyorlar. Ehl-i sünnet âlimlerinin sözleri kulaklarına gelince, tepeden tırnağa kadar gayz, kin ve intikâm ateşi ile kızıyorlar.
Dergilerinde, gazetelerinde, televizyonlarında sarık, tesbih, sakal resimleri yaparak, "hortlatılan kara kuvvet", "irticâ" diyorlar. İmânsızlıklarının cezâsı olarak, vücutları ve ruhları, Cehennem ateşinde, sonsuz yanacağı gibi, habis ruhları, dünyada da, böyle kızıp yanmaktadır. Her Müslümanın bunları bilip, gençliğe şuurlu olarak sahip çıkması lâzımdır. Çocuklarını İslâm terbiyesi ile yetiştirmesi şarttır. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) çocukların yetiştirilmesi üzerinde çok durmuştur. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
"Hanımının ve çocuklarının haklarını îfâ etmeyenin namazları, oruçları kabul olmaz."
Meselâ bunlara dinin emir ve yasaklarını öğretmek, dine uygun yaşamalarını sağlamak, çocukların haklarını ifâ etmektir. Meselâ, kızların, kadınların dine uygun olmayan elbise ile sokağa çıkmaları harâmdır. İnce, dar, süslü, renkli şeylerle örtünerek gezmeleri de harâmdır. Ana baba, bu şekilde giyinmeye rızâ gösteriyorsa, çocukların hakkını ifâ etmiş olmaz. Böyle gezenler, Allahü teâlâya âsi oldukları, günâha girdikleri gibi, bunların başında bulunan, baba, koca, kardeş ve amcadan hangisi, böyle gezmeye rızâ gösterir ise, bu da, isyân ve günâhta ortak olur. Çünkü, bu mahiyetindeki kimseleri haramlardan korumak zorunda idi. Korumadığında bunlara karşı haklarını yerine getirmemiş sayılır...
Gençlere, îmânı, farzları ve harâmları öğretmelidir. Bunlar öğretilmediği zaman, İslâmiyet yıkılır, yok olur. Allahü teâlâ, Müslümanlara (Emr-i ma'rûf) yapmayı emrediyor. Yâni, benim emirlerimi, bildiriniz, öğretiniz diyor ve (Nehy-i anilmünker) yapmayı emrediyor. Yâni, yasak ettiğim harâmları bildiriniz ve yapılmasına râzı olmayınız, diyor...
Büyük İslam âlimi Hüseyin Hilmi Işık (kuddîse sirrûh) buyurdu ki:
"Kitap hizmetleri çok hayırlı bir iştir kardeşlerim. Kurtuluş Ehl-i sünnet yolundadır, onu yaymakta, İslamiyet'i öğretmektedir. Allahü teâlâ bu dîne hizmet edenleri, sadece ibâdet ile meşgul olan, harâmdan sakınan âbidlerden daha çok seviyor..."
.Devletler, hep içeriden yıkılmıştır
2017-04-21 02:00:00
"Tarih boyunca cemiyetler, devletler hep içeriden yıkılmıştır. Fitne içeriden olur, dışarıdan olmaz. Birisi fitneye sebep olacak bir söz söylerse kim ona 'sus' derse yüz şehit sevabı alır."
Dinimizde yalan söylemek haramdır; ama harpte düşmana karşı helâldir. Hatta yerine göre farz olur. Müminleri zarardan kurtarmak için, dîni kurtarmak, İslâmiyetin bir emrini yerine getirmek için olursa sevaptır. Peygamberimiz (aleyhissalatü vesselam) bir hadîs-i şerîfte;
“Fitne uykudadır, uyandırana Allah lanet etsin” buyuruyor.
Büyük İslam âlimi Hüseyin Hilmi Işık (kuddîse sirrûh) bir sohbetinde buyurdu ki:
Bu asırda en büyük cihad fitneye sebep olmamaktır kardeşim... Şeyh Sa’dî Şîrâzî hazretleri "Gülistân" kitabında hep ahlâktan bahseder. İşte orada ne yazıyor biliyor musunuz? "Fitne çıkaran doğru, fitne çıkarmayan yalandan daha zararlıdır..." Doğru söz, ama fitneye sebep oluyor!.. Fitne çıkarmayan yalan söz, o kadar zararlı değildir. Bu çok mühim. Bilhassa düşmanlara doğru söylemektense, hiç söylememek daha iyi. Peygamber Efendimiz, iman etmeyen bir kabile reisini tatlı sözlerle karşıladı. Eğer ona sert söyleseydi, hakaret etseydi, Peygamberimize bir şey yapamazdı; ama gittiği yerde, kabilesindeki Müslümânlara eziyet ederdi. Sırf Müslümânlar rahat etsin diye ona mudârâ etti...
Demek ki her sözü söylemeyeceğiz, düşüneceğiz, ona göre konuşacağız...
Müminlere karşı güler yüzlü tatlı dilli olmak hususunda samimi olacağız, düşmana karşı da idareli olacağız, onları da kendimize düşman etmeyeceğiz. Çünkü münakaşa, dostun dostluğunu azaltır, düşmanın düşmanlığını arttırır.
Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselâm;
"Mudârâ, yani dünyayı verip âhireti kazanmak için gönderildim" buyuruyor...
Birbirinizle iyi geçinin, aranıza fitne girmesin kardeşim. Tarih boyunca cemiyetler, devletler hep içeriden yıkılmıştır. Fitne içeriden olur, dışarıdan olmaz. Birisi fitneye sebep olacak bir söz söylerse kim ona "sus" derse yüz şehit sevabı alır. "Birçok iyi şeyler yapmış, ondan bahsetmiyorsun, bir hata yapmış onu söylüyorsun!" deyip onu susturmalıdır...
Eshâbı kirâmın vefâtından sonra Medîne’de "Hurre vakası" oldu. Fitneciler bu fitnede çok Sahâbîyi, çok Tâbiîni şehid ettiler. Yezîd hükûmet reisi iken oldu bu hâdise. Yezîd'den sonra da Velîd devam etti zulme... Bunlar zâlimdi ve zulümleriyle meşhur oldular.
Peygamber Efendimiz; “Fitne çıktığı zaman evinizden sokağa çıkmayın!” buyuruyor. Neden? Çünkü fitne size de bulaşır, hatta ölüme kadar gidebilir. Fitneden çok korkmak lâzım kardeşim...
Allahü teala bizleri; fitneden ve fitnecilerden muhafaza eylesin!..
.Cömertlik kötü huyları örter...
2017-04-22 02:00:00
Hasislik, cimrilik ne fena bir huydur... Adamın biri evlenmiş ve hanımına demiş ki: "Bu evden bir çöp çıkarsa seni evden dışarı atarım..." Ancak kadın da çok cömertmiş...
Bugün 22 Nisan... Türkiye gazetesinin 48. kuruluş yıl dönümü... Gazetemizin kurucusu Rahmetli Enver Ören Ağabeyimizi; bir sohbetinde anlattığı menkıbeyle yâd edelim istedik. Çok cömert idi, en çok da cömertlikle alakalı menkıbeler anlatırdı...
***
Hasislik, cimrilik ne fena bir huydur... Adamın biri evlenmiş ve hanımına demiş ki: "Bu evden bir çöp çıkarsa seni evden dışarı atarım..." Ancak kadın da çok cömertmiş... Bir gün kapıya bir fakir gelmiş ve "Karnım çok aç Allah rızası için bana bir şey verin" demiş. Kadın da "Sen 'Allah rızası için' dedin" diyor ve gidiyor evden biraz çörek alıp getirip adamcağıza veriyor...
Fakir evden ayrılıyor fakat yolda kocası çörekleri fakirin elinde görünce tanıyor ve eve gelince "Ben tembih etmiştim, o çörekleri niçin verdin?" diyor. Hanım "Dinimiz, eğer birisi sizden Allah rızası için bir şey istese verirseniz ateş sizi yakmaz buyuruyor" diyor. Adam öfkeyle "Yâ öyle mi, peki gir bakayım şu kızgın fırının içine de görelim, ateş yakar mı yakmaz mı?" diyor. Kadıncağız "Olur, ama önce abdestimi alayım namazımı kılayım, yeni elbiselerimi giyineyim, ziynetlerimi takayım... Çünkü ben sevgilime gidiyorum" diyor...
Öfkesi aklını örten cimri ve acımasız adam, hanımını fırının içine atıp kapağını kapatıyor... Bir süre sonra fırının kapağını açıyor. Bir de ne görsün! Aman Allahım, fırının içi cennet bahçesi olmuş. Adam "Bu ne hâldir?" deyince, hanımı fırının içinden şöyle cevap veriyor:
"Ben sana demedim mi? Allah rızası için birisine bir şey verilirse Allah onu ateşte yakmaz! İşte gözlerinle gördün!"
***
Efendim, bir zamanlar bir hoca efendi varmış, "cömertlik şöyle faziletlidir, şöyle kıymetlidir..." der ancak kendisi hiç kimseye zırnık vermezmiş. Cimri mi cimri bu hoca bir gün İbrahim Ethem hazretlerine gelmiş "Efendim ben hacca gidiyorum dua buyurun" demiş. "Allah selamet versin" diye dua etmiş mübarek. Hoca da "Bana bir de nasihat verseniz" deyince İbrahim Ethem hazretleri "Birini kapat, birini aç!" demiş. "Anlayamadım efendim" deyince, mübarek "Anlamayacak ne var; ağzını kapat, kesenin ağzını aç" demiş...
Efendim, Hazret-i Ali buyuruyor ki: "El bahılü adüvullah velevkâne âbiden, es sahıyü habîbullah velevkâne fasıkan." Manası: Hasis, zekâtını vermeyen, kurbanını kesmeyen, hayır hasenat yapmayan, Allahın düşmanıdır, isterse evliya olsun... Cömert, Allahın dostudur, arada bir günah işlese de Allahü teala affeder. İnsanlar da onun bir kabahatini görse "adam cömert yahu dokunma" derler. Cimri biri çok büyük işler yapsa da "yahu bırak, hasis adamın teki" derler... Yani cömertlik kötü huyları, hasislik de iyi huyları örter...
Ruhu şâd olsun...
.Sana sığınana ihânet etme!.."
2017-04-28 02:00:00
"Sabredildiği zaman öfke baldan daha tatlı olur... İyi amellerin üstü örtülemez... Sana sığınana ihânet etme!.. Bir şey isteyeni boş çevirme!.. Gıybet eden insandan kaç!.."
Bizden önceki kavimlere gönderilen Peygamberlerden birisi, bir gün bir rüyâ gördü. Kendisinden, sabahleyin kalkınca karşısına ilk çıkan şeyi yemesi, ikinci olarak karşılaştığı şeyi gizlemesi, üçüncü olarak karşılaştığı şeyi kabul etmesi, dördüncü olarak, karşılaştığını yeise, ümitsizliğe düşürmemesi, beşinci olarak karşılaştığından da kaçması isteniyordu...
Sabah oldu. O peygamber (aleyhisselâm) kalkınca, karşısında gözüne ilk çarpan büyük bir dağ oldu. Hiç tereddüt etmeden onu yemek için yürüdü. Yanına yaklaşınca dağ birden küçüldü ve baldan daha tatlı bir lokma hâline geldi. Onu yiyerek yola koyuldu... Biraz gidince karşısına altın bir tas çıktı. Bir çukur açarak onu gömdü ve tekrar yola koyuldu. Fakat biraz gittikten sonra dönüp arkasına baktığında altın tasın toprağın üstüne çıkmış olduğunu gördü. Geri döndü. Onu tekrar gömerek yine yoluna devam etmek üzere hareket etti. Fakat biraz gidince yine dönüp geriye baktığında, altın tasın yine dışarıda olduğunu hayretle müşâhede etti ve yoluna devam etti... Biraz gidince, kendisine doğru gelen bir kuşla karşılaştı. Kuşun peşinde de bir şâhin vardı. Kuş;
-Ey Allahın nebîsi, beni kurtar, diyerek yardım istedi. Onu himâyesine aldı; yeninin içine sakladı. Şâhin;
-Ey Allahın nebîsi, ben açım. Rızkıma mâni olma! dedi.
Bu sırada Allahü tealanın nebîsi "Benden, üçüncü olarak karşılaştığımı kabul etmem, dördüncü olarak karşılaştığımı da yeise düşürmemem istenmişti. Üçüncü bu kuş. Onu kabul edip kurtardım. Dördüncüyü de ümitsizliğe düşürmemem lâzım" diye düşündü. Yanında bulunan etten biraz keserek beklemekte olan avcı kuşa attı. O da onu alıp gitti. Kuşu da salıvererek yola koyuldu... İlerlerken pis kokulu bir cîfe (pislik) ile karşılaştı. Ondan süratle uzaklaştı...
O gece rüyâsında kendisine gündüz olan hâdiselerdeki hikmet, sır şöyle izâh edildi:
"Bir dağ olarak gördüğün ve sonradan baldan daha tatlı bir lokma hâline gelen şey, öfke ve kızgınlıktır. Öfke, önce büyük bir dağ hâlindedir. Sabredildiği ve yenildiği zaman baldan daha tatlı bir lokma olur.
Altın tas, güzel ve iyi amellerdir. İyi ve güzel ameller, hareketler, davranışlar ne kadar örtülürse örtülsün, yine de açığa çıkarlar.
Sakladığın kuş, sana sığınana ihânet etmemeni, himâyene almanı öğretmek istemektedir.
Şahine et vermen; birisi senden bir şey istedi mi, kendi ihtiyâcın olsa bile onun hâcetini görmek gerektiğine işârettir.
Kendisinden kaçtığın pis koku ise gıybete işârettir. Gıybet eden insanlardan, pis kokulu cîfeden kaçarcasına kaç!.
.Adaletle hükmedersen ateşten kurtulursun!.."
2017-04-29 02:00:00
Bir gün Behlül Dânâ hazretleri, üstü başı tozlanmış bir hâlde sarayın kapısında görünür. Halife Harun Reşid ona nereden geldiğini sorunca "cehennemden" cevabını verir!..
Eskiden başarılı her devlet adamının arkasında, bir de manevî rehberi, yol gösterici bulunurdu. Asırlar boyunca devam edegelen tatbikatta, bu böyle olmuş; millet idaresini omuzlarına yüklenmiş olan devlet reislerine, birer manevî rehber kılavuzluk etmiştir. O mübarek zatları dinleyen devlet başkanları rahat etmiş, dinlemeyen de sıkıntıdan kurtulamamıştır...
Abbasi Halifesi Harun Reşid’in rehberi, Behlül Dânâ hazretleri idi. O, her fırsatta kinayeli ve mecazlı sözlerle Halifeyi ikaz ediyor; adaletten ayrılmaması için tembihlerde bulunuyordu...
Bir gün Behlül Dânâ hazretleri, üstü başı tozlanmış bir hâlde sarayın kapısında göründü. Halife uzun yoldan geldiğini tahmin ettiği Behlül’e sordu:
-Nereden geliyorsun böyle, ey Behlül?
-Cehennemden geliyorum, ya Harun!
-Hayrola, cehennemde ne işin vardı?
-Efendim, ateş lazım oldu, oraya ateş almaya gitmiştim.
-Alabildin mi bari?
-Alamadım; cehennemin bekçileri “Burada ateş yoktur. Ateşi herkes kendisi getirir” dediler. Bunun için eli boş döndüm.
-Peki öyleyse, ben ne yapayım ki oraya ateş götürmeyeyim?
-Oraya ateş götürmemek için, adaletle hükmet! Adalet ile idare edersen ateşten kurtulursun.
Harun Reşid bu "iğneleyici" ve "yol gösterici" cevap karşısında dakikalarca tefekküre daldı...
***
Yine bir gün Behlül Dânâ hazretleri kumlarla, çer çöple evler, köşkler yapıyormuş. Gören de onu oyun oynuyor zannedermiş. Halife Harun Reşid yanından geçerken soruyor:
-Ya Behlül ne yapıyorsun?
-Cennet için köşkler yapıyor satıyorum.
-Peki kaça satıyorsun?
- Bir altına.
Harun Reşid, "Bizim Behlül'e yine bir şeyler oluyor" diyerek yürüyüp gitmiş... Ertesi gün Harun Reşid’in hanımı da görmüş, o da sormuş:
-Behlül ne yapıyorsun?
-Cennet için köşk yapıp satıyorum.
-Peki kaça satıyorsun?
-Bir altına.
-Peki, alıyorum, buyur şu bir altını...
O akşam Harun Reşid, rüyasında Cennette bir köşk görmüş, güzel mi güzel, çok beğenmiş ve demiş ki: Bu köşk kimin? "Hanımınızın" demişler. Ertesi gün gördüğü rüyanın tesiriyle Behlül Dânâ hazretlerini aramış. Bakmış aynı yerde yine kumlardan, çer çöpten köşkler yapıyor. Halife soruyor:
-Behlül yine ne yapıyorsun?
-Cennet için köşk yapıyorum.
-Peki kaç para?
-Bin altın.
-Dün bir altın diyordun bugün bin altına çıkarmışsın. Bunun sebebi ne?
-Efendim, hanımınız dün görmeden aldı. Ama sen gördükten sonra istiyorsun. Onun için sana bin altın az bile!..
.İmandan kıymetli bir cevher yoktur!
2017-05-05 02:00:00
Ahir zamanda imanı kurtarmak çok zordur. İmanı korumak, elde tutulan kor ateş gibidir! Tutsan elini yakar, bıraksan söner. Bir nesne ne kadar kıymetliyse onun düşmanı o kadar çok olur.
İman, Muhammed aleyhisselamın, Peygamber olarak bildirdiği dini, akla, tecrübeye ve felsefeye uygun olup olmadığına bakmadan tasdik etmek yani kabul edip, beğenip, inanmaktır... Peygamber efendimiz, imanı şöyle tarif etti:
(İman; Allah'a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahiret gününe, [Kıyamete, cennete, cehenneme, hesaba, mizana] kadere, hayrın ve şerrin Allah'tan olduğuna, ölüme, öldükten sonra dirilmeye, inanmaktır. Allah'tan başka ilah olmadığına ve benim Onun kulu ve resulü olduğuma şehadet etmektir.) [Buhari, Müslim, Nesai]
Bir insanın Müslüman olabilmesi için, iman sahibi olması, yani dinimizin emir ve yasaklarına inanması şarttır. Yalnız inanması da kâfi değildir; bu emirleri beğenmesi ve sevmesi de şarttır. Bu da bir bilgi işidir. Yapıp yapmamak ayrı, bunları kabul etmek, beğenmek ve sevmek ayrı şeydir. Yapıp yapmamak günah ve sevapla ilgili, kabul etmek ve beğenmek imanla ilgilidir. İmanın altı esası bir bütün olup, çok önemlidir. Ufak bir şüphe götürmez. İnandığı hâlde, birini bile beğenmemek küfürdür. Hazret-i Ali, dirilmeye inanmayan birine buyurdu ki:
"Biz âhirete inanıyoruz. Diyelim ki, senin dediğin gibi tekrar dirilmek olmasaydı, inanıp ibadet etmekle bizim hiç zararımız olmazdı. Bizim dediğimiz gerçek meydana çıkınca ise sen sonsuz olarak azaba maruz kalacaksın!.."
Ahir zamanda imanı kurtarmak çok zordur. İmanı korumak, elde tutulan kor ateş gibidir! Tutsan elini yakar, bıraksan söner. Bir nesne ne kadar kıymetliyse onun düşmanı o kadar çok olur. Kâinatta imandan daha kıymetli hiçbir cevher yoktur.
***
Büyük İslam âlimi Hüseyin Hilmi Işık (kuddîse sirrûh) buyurdu ki:
"Peygamber aleyhisselâm buyuruyorlar ki: (Ey eshâbım, sizler, Allahü teâlânın emir ve yasaklarından onda dokuzunu yapsanız, birini yapmazsanız helâk olursunuz, yani yüksek dereceden aşağı dereceye düşersiniz. Ama âhir zamanda gelecek olan ümmetim, eğer emirlerden bir tânesini yapsa, kurtulurlar.) Peki, emirlerin onda biri nedir? Mübarek Hocam Abdülhakîm Arvâsî (kuddîse sirrûh) hazretlerine 'Âhir zamanda gelecek ümmetin kurtulmasına sebep olan o bir emir nedir?' diye sordum. Efendi hazretleri 'Doğru imândır' buyurdu. Âhir zamanda gelecek olan ümmetin en büyük derdi, imanını korumak olacak. Neden? Çünkü iman çok hassastır. Bir kelimeyle gelir, bir kelimeyle gider. İslâmiyetin bir emrini hafife almak, küfre sebep olan bir kelimeyi söylemek, imanı götürür. Bir tövbe etmekle de geri gelir. Öyleyse mümin rastgele yaşayamaz. Müminin en büyük korkusu, imanını çaldırmak korkusu olmalıdır efendim..
.O, ümmetimin ışığı olacaktır!"
2017-05-06 02:00:00
Eshab-ı kirâmdan sonra gelen müctehidlerin en büyüğü, İmâm-ı a'zam Ebu Hanife hazretleridir. Her işinde Peygamber efendimize tam manası ile tabi idi.
Bugün, Hanefi Mezhebi'nin kurucusu, İmâm-ı a'zam Nu'mân bin Sâbit hazretlerinin vefat yıl dönümüdür. (6 Mayıs 767) Bu vesile ile bir nebze o büyük zattan bahsetmek istiyoruz efendim...
Fıkıh ilmini kuran İmâm-ı a'zâm Nu'mân bin Sâbit hazretleri, İslâm âlimlerinin en büyüklerindendir. Kûfe'de doğdu, Bağdâd'da vefat etti...
Eshab-ı kirâmdan sonra gelen müctehidlerin en büyüğü, İmâm-ı a'zam Ebu Hanife hazretleridir. Bu büyük imam, her hareketinde, vera ve takva üzere idi. Her işinde Peygamber efendimize tam manası ile tabi idi. Öyle yüksek bir dereceye ulaşmıştı ki, buraya kimse varamadı.
Resûlullah efendimiz, İmâm-ı a'zâmın geleceğini haber verdi. Hadis-i şerifte;
"Âdem ve bütün Peygamberler (aleyhimüsselam), benimle övündüğü gibi, ben de, ümmetim içinde, soyadı Ebu Hanife, ismi Nu'man olan bir kimse ile övünürüm ki, ümmetimin ışığı olacaktır. Onları, yoldan çıkmaktan, cehalet karanlığına düşmekten koruyacaktır" buyuruldu...
İmâm-ı a'zâm hazretleri, Allahü tealanın rızasından başka bir düşüncesi olmayan büyük bir âlim idi. Dinden soranlara İslamiyeti dosdoğru şekliyle bildirir, taviz vermez, bu yolda hiçbir şeyden çekinmezdi. Onun fetvalarına herhangi bir siyasi düşünce ve şahsi dostluk ve düşmanlık gibi unsurlar asla girmemiştir. Zamanındaki siyasi olaylara hiç karışmamış, kendisine yapılan haksızlıklara, zulümlere rağmen talebelerini de karıştırmamıştır...
Devlete karşı hiçbir zaman isyanda bulunmamış, yanlışları nasihat ederek, ikaz ederek düzeltme yolunu tercih etmiştir. Kendisinden sonra mensupları da hep böyle davranmışlardır...
Bu mübarek zatın ömrünün son yıllarında Abbâsî devleti içinde karışıklıklar ve ayaklanmalar başgösterdi. İmâm-ı a'zâm bu karışıklıklara rağmen ders veriyor, talebe yetiştiriyordu... H. 145 yıllarında vukû bulan hâdiselerden sonra Halîfe Mansûr, onu Kûfe'den Bağdad'a getirterek, kendisinin haklı olarak halîfe olduğunu herkese bildirmesini, buna karşılık "Temyiz Reisliği"ni vereceğini bildirdi. İmâm-ı a'zâm, bütün zorlamalara rağmen hükûmet ve siyâset işlerine asla karışmayıp ilim yolunda kalmak istediğinden bu teklifi kabul etmedi. Bunun üzerine Halîfe Mansûr, o büyük imâmı hapsettirip işkence yaptırdı. Bir müddet sonra çıkardı ise de, tekrar hapse attırdı ve işkenceye devam ettirdi. Her gün vurulacak sopa adedini arttırdı. Nihayet o yüce imâm, zehirlenmek sûretiyle, (H. 150) senesinde, yetmiş yaşındayken şehid edildi. Allahü teala şefaatine nâil eylesin...
.Ölüler, dirilerden hediye bekler!..
2017-05-12 02:00:00
Bilhassa cuma günleri, Kur'ân-ı kerîm okuyup, bol bol hayır hasenat yapıp ölmüş yakınlarımıza ve bütün Müslümanlara göndermeliyiz. Kabir ziyaretlerini de ihmal etmemeliyiz...
Vefat eden kimseler, dört gözle dünyadaki yakınlarından gelecek hediyeyi bekler. Bilhassa cuma günleri, Kur'ân-ı kerîm okuyup, bol bol hayır hasenat yapıp ölmüş yakınlarımıza ve bütün Müslümanlara göndermeliyiz. Ara sıra kabir ziyareti yapalım. Mevta, cuma günü kabrini ziyaret edeni tanır. (Hindiyye)
***
Büyük velîlerden Salih-i Merrî hazretleri anlatır: Bir gece, seher vakti kalkıp, teheccüt namazını kıldıktan sonra, sabah namazını kılmak üzere camiye doğru yola çıktım. Yolumun üzerinde bir mezarlık vardı. İçimden "Sabah namazı vakti girene kadar şurada kalayım" diyerek mezarlığa girdim ve bir mezara dayanıp yere oturdum. Bu sırada kendimden geçip uyumuşum. Orada şöyle bir rüya gördüm: Bütün mevtalar mezarlarından çıktılar ve grup grup sohbet etmeye başladılar. Bu arada pejmürde kılıklı bir delikanlı da bir kenara çekilmiş üzgün üzgün oturuyordu. Çok geçmeden ortaya, içi çeşitli hediyelerle dolu ve üstleri mendillerle örtülü birçok tabak çıktı. Her ölü tabaklardan birini alarak kendi kabrine girdi. Sonunda yalnız o delikanlı kaldı. Kendisine hiç tabak kalmadığı için üzgün üzgün kabrine doğru gidiyordu. Ona yaklaşarak sordum:
-Seni üzgün görüyorum sebebi nedir? Ayrıca bu tabaklar neyin nesi?
-Gördüğün tabaklar dirilerin ölülerine gönderdikleri hediyelerdir. Diriler, ölüleri adına sadaka verince veya onlara duâ edince her cuma gecesi bu hediyeler gelir. Ben annemle hacca giderken öldüm. Daha sonra annem evlendi. O günden beri benim için bir sadaka vermedi, bir duâ etmedi. Dünyada annemden başka da kimsem yoktur.
Ona annesinin evini sordum, tarif etti. Namaz vakti uyandım. Namazımı kılar kılmaz tarif üzerine kadının evini buldum. Kapıya varınca kendimi tanıtıp sordum:
-Senin ölmüş bir oğlun var mı?
Derin bir iç geçirerek inledikten sonra, dedi ki:
-Evet, bir oğlum vardı...
Bu cevap üzerine rüyâmı kendisine anlattım. Sözlerimi duyunca çok ağladı. Sonra bana bir kese uzattı ve; "Bunları yavrum adına sadaka olarak dağıt. Artık ona hep duâ edecek ve adına sadaka vereceğim" dedi.
Ben de yanından ayrıldıktan sonra, verdiği altınları oğlu adına sadaka olarak dağıttım...
Bir hafta sonra cuma namazını kılmak üzere yine yola çıktım. Aynı mezarlığa girip sırtımı bir mezara dayadım. Bir önceki hafta olduğu gibi başım önüme düştü ve gözlerim dalıverdi. Rüyamda yine mezarlarından çıkarak yer yer kümelenmiş ölüler gördüm. Bu arada bir önceki hafta üzgün olarak görmüş olduğum o delikanlı da karşımda idi. Fakat bu defa bembeyaz elbiseler içinde ve yüzü gülüyordu...
.Bu dünya sıkıntı çekme yeridir!..
2017-05-13 02:00:00
Bu dünyaya gelen, bazı musibetlere maruz kalacaktır. Bir kimsenin ana-baba, kardeş, evlat veya dostlarından biri ölebilir. Sabretmezse devamlı huzursuz olur...
Dünya mihnet, sıkıntı üzerine kurulmuştur. Sıkıntının ise, sabretmekten başka çâresi, katlanmaktan başka kurtuluş yolu yoktur... Bir kimse Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) huzuruna gelip;
-Ey Allahın Resûlü, malım gitti, param bitti, vücudum hasta oldu, bunun mükafatı nedir? diye sordu. Peygamber efendimiz buna şöyle cevap verdi:
-Malı gitmeyen, parası bitmeyen ve hasta olmayan kimsede hayır yoktur. Zîrâ Allahü teâlâ bir kulunu severse, onu belâya müptela kılar. Ona bela verdiğinde, ona sabır ihsân eder.
Bu dünya zahmet ve bela yeridir. Bu dünyaya gelen, bu musibetlere maruz kalacaktır. Bir kimsenin ana-baba, kardeş, evlat veya dostlarından biri ölebilir. Kişi, çeşitli hastalıklara maruz kalabilir, iftiraya uğrayabilir, malını mülkünü kaybedip iflâs edebilir. Bu felaketlere sabretmezse devamlı huzursuz olur, doğru dürüst ibâdet edemez...
Allahü teâlânın gönderdiği bela ve sıkıntılara sabrederek göğüs germek büyük nimettir. Sabredemeyen felakete düçar olur. Maruz kalınan felaketler insanın ibâdet etmesini engelleyebilir. Bir hastalık, bir bela gelince bağırıp çağırmak fayda vermez. Aksine zararlı olur. Bunun tek çaresi Allahın takdirine razı olmaktır...
Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
-Kişinin Allah indinde öyle derecesi bulunur ki, ona ameliyle ulaşamaz. Fakat vücudu bir musibete maruz kalır. Bununla o dereceye ulaşır.
Yüce Allahın "Kim bir kötülük yaparsa onunla cezâlanır ve o, kendisine Allahtan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı bulamaz" meâlindeki kelâmı nazil olduğu zaman, Hazreti Ebû Bekir, Peygamber efendimize sordu:
-Yâ Resûlallah, bu âyetten sonra nasıl ferahlanılır?
Resûl aleyhisselâm ona cevaben buyurdu ki:
-Yâ Ebâ Bekir! Sen hiç hasta olmuyor musun? Senin başına hiç musibet gelmiyor mu? Sen hiç ezalara, cefâlara maruz kalmıyor musun? Hiç kederlenmiyor musun? İşte bütün bunlar senin kusurların, senin hatâların için birer kefaret olur, kusurlarının bağışlanmasını sağlar.
Habbâb bin Eret hazretleri anlatır:
-Bir defasında biz, Resûlullah efendimize gitmiştik. Kâbe'nin gölgesinde oturmaktaydı. Kendisine; "Yâ Resûlallah, bizim için Allaha duâ edip, yardım talebinde bulunuyor musunuz?" diye arz ettik. Bizim bu sözümüz üzerine Resûlullah efendimiz şöyle buyurdu:
-Sizden önceki kavimlerde, bazen bir adam getirilir, bir çukur kazılarak oraya konur, sonra da testere başına konarak iki şak edilirdi. Fakat bu azâp bile onu dîninden döndüremezdi!.
.İşte gençlere kurtuluş reçetesi!
2017-05-19 02:00:00
Şâh-ı Nakşibend hazretleri kaç yüz sene evvel, gençler için ellerini açıp şöyle dua etti: “Yâ Rabbî, kim bu büyükleri severse, onun kalbinden dünyâ sevgisini çıkar, kendi sevgini koy...”
Gençlik, ömrün en kıymetli zamanıdır. Yaşlılık zamanına "erzel-i ömür" derler, istediklerini yapamaz. Gençlikte ibâdet etmeyi büyük bir nimet bilmelidir, bu fırsatı elden kaçırmamalıdır. Gençliği zikir ile Allahü teâlânın nimetlerini düşünmekle, cenâb-ı Hakka ağlamak ve yalvarmakla ve kabir ve kıyâmetin azaplarını düşünmekle geçirmelidir. Bunu yapabilmek büyük nimettir!
Din büyükleri buyuruyorlar ki:
Müminler, kaybettikleri şu iki şey için, gözlerinden yaş yerine kan akıtsalar, geri getiremezler: "Firâk-ı ahbâb" ve "Firak-ı şebâb"... Yâni kaybettiği ahbaplar ve gençlik. Burada gençlikten maksat, geçen günlerdir. Dün geçti, bir daha geri gelmez. Ebû Turâb-ı Nahşebî hazretleri ne güzel buyurmuş: "Bugünü düşünürüm, dün geçti, yarın var mı?/Gençliğe de güvenmem, ölen hep ihtiyar mı?"
Bu dünyâda misâfiriz. İşte geldik gidiyoruz. Gideceğimiz yerde lâzım olan şeyleri burada toplamazsak, orada cezâsını görürüz. Hem o ceza, ebedîdir, sonsuzdur. Aklı olan, sonsuz olan azaptan kurtulmak için her çâreye başvurur. Hâlbuki çâresi, ancak dünyâda iken kâbildir ve çok kolaydır... Son pişmânlık fayda vermez. Fırsat elde iken kazanmalı...
***
Büyük İslam âlimi Hüseyin Hilmi Işık (kuddîse sirrûh) buyurdu ki:
"Kardeşim bu Yahûdiler, bir kelime için koca bir kitap yazarlar. Nasıl meselâ, bir köpeğe 'Arap' demek için roman yazarlar, tiyatro yaparlar, film çevirirler, gençleri bozmak için. Yâhut 'Allah Baba' dedirtmek için... Böylece bir mürşid-i kâmil görmeyen, dînini tam öğrenmeyen gençlerin îmânını çalarlar kardeşim... Bilmiyor çünkü. Doğrusunu bilseler, aldanmazlar. Sarıklı sakallı, hoca şeklindeki bir sanatçının yaptığı harekete, bir kahkaha atsa, mazallah küfre girer, îmânını kaybeder. Çünkü dînen kutsal olan şeylere saygısızlık, küfre sebep olur. Onun için böylelerini seyretmek uygun değil kardeşim...
Şâh-ı Nakşibend hazretleri kaç yüz sene evvel, ellerini açıp (Yâ Rabbî, ne olacak bu gençlerin hâli? Bunlar başka şeylerle uğraşıyorlar. Allah’ım, bana kuvvet ver, bana bir şey ihsân et ki, ben bu insanlara faydalı olayım. Bu gençlere yardımcı olayım, Cehennemde yanmasınlar) diye yalvardı efendim, günlerce, secdeye kapanıp cenâb-ı Hakka duâ etti... Çünkü onlar görürler. Cenneti, Cehennemi görüyorlar. Cehennemdeki ateşi görünce ciğerleri parçalanıyor. Onun için mübârek, (İmân edin de Cehennem ateşinde yanmayın) diyor... Ve duâsı kabul oldu. Duâ da şu: “Yâ Rabbî, kim bu büyükleri severse, onun kalbinden dünyâ sevgisini çıkar, kendi sevgini koy...”
Allah adamlarını sevenlere ne büyük müjde...
.En sevgili olanlar tövbekâr gençlerdir"
2017-05-20 02:00:00
Günahkâr bir genç, seher vaktinde şöyle dua eder: “Yâ Rabbi! Sabahleyin bana Ebû Türab Nahşebî hazretlerini görmeyi ve tövbe-i nasuh etmeyi nasip eyle!”
İnsan ne kadar büyük günah işlerse işlesin, pişman olur ve bir daha aynı günahı işlemezse, günahı affolur. Bir günah işleyince, hemen tövbe etmelidir. Genç iken yapılan tövbe daha kıymetlidir. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki:
(Her asırda, her zamanda, Allahü teâlâ katında en sevgili olanlar, tövbe eden gençlerdir.)
***
Evliyânın büyüklerinden Ebû Türab Nahşebî hazretleri, bizzat kendisinin şahit olduğu ibretlik bir hadiseyi şöyle anlatır:
Bir gün caddede yürüyordum. Mahalle halkının, bir kadınla münakaşa ettiklerini gördüm. Kadın beni görünce dedi ki:
-Ey Ebâ Türab! Fasık, günahkâr bir oğlum var. Dün gece yine şarap içmek istedi. Akşamdan sonra, Allahü teâlâ ona bir hastalık verdi. Şimdi yatıyor. Ancak oğlumu mahalleden atmak istiyorlar. Ne olur bize yardım edin!
Kalabalıktan rica ettim, hemen dağıldılar. Sonra gencin evine gittim. Genç beni görür görmez dedi ki:
-Hoş geldiniz yâ Ebâ Türab. Seher vaktinde; “Yâ Rabbi! Sabahleyin bana Ebû Türab hazretlerini görmeyi ve tövbe-i nasuh etmeyi nasip eyle!” diye dua ettim. Tövbem kabul olur mu acaba?
-Ey genç! Allahü teâlâ ziyadesi ile tövbeleri kabul edici ve mağfiret edicidir.
Genç, gözyaşları içinde tövbe etti ve ben de oradan ayrıldım. Daha sonra genç, annesine demiş ki:
-Anneciğim sana vasiyetimdir. Beni bu yataktan, mezellet toprağına indir. Anlıyorum ki, benim ölümüm bu hastalıktan olacak.
Annesi, onu yere indirmiş. Genç de şöyle duâ etmiş:
“Yâ Rabbi! Dertlilerin dayanağı, muhtaçların sığınağı sensin! Toprakla bir olmuş şu kuluna sevdiklerinin hürmetine merhamet eyle!”
Genç, o gece vefât etmiş. Aynı gece Resûlullah Efendimizi rüyada gördüm. Yanında iki yaşlı kimse vardı. Sağ tarafındakinin İbrahim aleyhisselâm, diğer tarafındaki ise, Musa aleyhisselâm olduğunu söylediler. Resûlullah Efendimiz bana buyurdu ki:
-Ey Ebâ Türab! Dün senin yanında tövbe eden genç, bu gece vefât etti. Hak teâlâ onu saâdete kavuşturdu. O gence izzet gözü ile bakın. Cenazesinde hazır bulunun!
Hemen uyandım ve kendi kendime dedim ki: “Yâ Rabbi! Ne kadar kerimsin ki, daha dün kötülüğü yüzünden, mahalleden çıkarmak istedikleri günahkârı samimi bir tövbe ile bu dereceye kavuşturdun!”
Bütün şehir halkıyla gencin cenaze namazını kıldık ve defnettik. Meğer herkese rüyasında bu tövbekâr gencin vefat ettiği ve cenazesine katılanların affedileceği müjdesi verilmiş!..
***
Bugünkü yazımızı Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin şu güzel sözüyle bitirelim:
"Çocukluğunda oyun, gençliğinde sarhoşluk, ihtiyarlığında tembellik... Ne zaman Allaha kulluk edeceksin?.."
.Din adamlarının iyisi insanların en iyisidir
2017-05-26 02:00:00
İmâm-ı Rabbânî hazretleri Mîr Sadr-ı Cihana buyurdu ki: "Dînini bilen ve seven, doğru dürüst din adamı bulunuz. İşbaşına, diyânet işlerine böyle sağlam kimselerin getirilmesine çalışınız!"
Devlet adamlarının istişare edebilecekleri âlimlerin olması ve onların da hiç çekinmeden doğruları söylemeleri ne büyük bir nimettir. Dünyalık peşinde olan din adamlarının sözlerini dinlemek, kitaplarını okumak zehir yemek gibi zararlıdır. Kötü din adamlarının zararları bulaşıcıdır. Cemiyetleri bozar, milletleri parçalar. Tarihte İslam devletlerinin başlarına gelen felaketlere hep kötü din adamları sebep olmuştur...
***
İmâm-ı Rabbânî hazretleri Mîr Sadr-ı Cihana yazdığı bir mektupta buyurdu ki: Allahü teâlâ, size selâmet versin! Mübârek bedeninize sıhhat ve âfiyet versin! İslâmiyyetin emir ve yasaklarının yayılması ve İslâm düşmanlarının yüz karalarının ortaya çıkarılması haberleri; biz kalbi yaralı, ciğerleri yanık Müslümânları çok sevindirdi ve cânımıza cân kattı. Bundan dolayı, Allahü teâlâya sonsuz şükürler olsun! Her şeye gücü yeten Allahü teâlâdan, bu sevindirici işlerin artmasını dua ederiz. Sevgili Peygamberi hürmetine duamızı kabul buyurmasını umarız. Müslümânların önlerinde bulunanların ve değerli âlimlerimizin bu sağlam dînin ve bu doğru yolun artması ve kuvvetlenmesi için gizli ve açık olarak durmadan çalışacaklarına inanıyorum.
Biz zaîflere bu konuda söz düşmeyeceğini de anlıyoruz. Yeni hükûmet adamlarının, iyi yaradılışlı oldukları için, din adamlarına ve din bilgilerine kıymet verdiklerini görüyoruz. Bunun için Allahü teâlâya nasıl hamd edeceğimizi bilemiyorum. Biliyorsunuz ki, geçen senelerde, din düşmanlığını körükleyenler, kötü din adamları idi. Yani İslâm düşmanları, din adamı şekline girerek yazıları ile, sözleri ile ve hükûmete yol göstererek, İslâmiyyeti yıkmaya önayak olmuşlardı. Şimdi, bu işte çok uyanık davranınız! Allahına inanan, dînini bilen ve seven, doğru dürüst din adamı bulunuz. İşbaşına, diyânet işlerine böyle sağlam kimselerin getirilmesine çalışınız! Satılmış din adamları, din hırsızlarıdır. Bunların düşüncesi, mevki ve paradır. Sandalye kapmak, şöhret salmak sevdâsındadırlar. Allahü teâlâ, Müslümânları, bunların fitnesinden korusun! Din adamlarının iyisi, insanların en iyileridir. Kıyâmet günü, bunların mürekkepleri, şehidlerin kanları ile ölçülecek, bunların mürekkepleri ağır gelecektir. İnsanların en kötüsü, kötü din adamlarıdır. İnsanların en iyileri de, iyi din adamlarıdır...
Şunu da arz edeyim ki, bazı niyetlerim, askerlerle görüşmeyi icap ettiriyor. Ramazân-ı mübârek ayında Delhi'de kalacağım. Ramazân-ı mübârekten sonra büyüklerin hûzuruna kavuşacağım. Vesselâm...
.Bu mübarek günleri iyi değerlendirelim...
2017-05-27 02:00:00
Resulullah efendimiz, yatsıdan sonra, vitirden önce, 20 rekât namaz kıldıktan sonra, "Ramazanda yirmi rekât teravih namazı kılanın, yirmi bin günahı affolur" buyurdu.
Rabbimize hamd olsun, bir ramazan-ı şerif ayına daha kavuştuk... Bu ayı fırsat bilmeli, Allahü teâlânın razı olduğu işleri yapmalıdır. İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
"Bu ayda yapılan, nafile namaz, zikir, sadaka ve bütün nafile ibadetlere verilen sevap, başka aylarda yapılan farzlar gibidir. Bu ayda yapılan bir farz, başka aylarda yapılan yetmiş farz gibidir..."
Teravih, ramazan ayının mühim sünnetlerindendir. Teravihin cemaatle kılınması, "sünnet-i kifâye"dir. Yani bir mahallede cemaatle kılınınca, diğerleri evde kılsa da, sünnet ifa edilmiş olur. (Nimet-i İslam)
İbni Abbas hazretleri bildiriyor ki:
Resulullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) yatsıdan sonra, vitirden önce, 20 rekât namaz kıldıktan sonra, (Ramazanda yirmi rekât teravih namazı kılanın, yirmi bin günahı affolur) buyurdu. (İbni Ebi Şeybe)
Teravihin 20 rekât oluşu ve cemaatle kılınması, hadis-i şerifle bildirilmiştir. Sünnet olduğu Eshab-ı kiramın icmaı ile sabittir. (Merakıl-felah şerhi)
Teravih namazı iki veya dört rekâtta bir selam verilerek kılınır, fakat iki rekâtta bir selam vermek daha iyidir.
Ta’dil-i erkân, Hanefî’de vacib, Şâfiî’de ise farzdır. Bunun için ta’dil-i erkâna riayet etmeli, teravihi hızlı kılmamalıdır...
Teravih namazına kalkarken ve teravih bitince okunacak dualar vardır.
Başlarken şu dua okunur:
"Sübhane zil mülki vel melekût. Sübhane zil izzeti vel azameti vel celali vel cemali vel ceberût. Sübhanel melikil mevcûd. Sübhanel melikil ma’bûd. Sübhanel melikil hayyillezi la yenamü ve la yemût. Sübbûhun kuddûsün Rabbüna ve Rabbül melaiketi verrûh. Merhaben, merhaben, merhaba ya şehre Ramezan. Merhaben, merhaben merhaba ya şehrel-bereketi vel gufran. Merhaben, merhaben, merhaba ya şehret-tesbihi vet-tehlili vez-zikri ve tilavet-il Kur’an. Evvelühû, ahiruhû, zahiruhû, batınühû ya men la ilahe illa hû." (Ramazanın onbeşinden sonra, "merhaben, merhaben..." yerine "elveda, elveda..." denir.)
Her dört rekatta selam verince şu dua okunur:
"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala Âli seyyidina Muhammed. Biadedi külli dain ve devain ve barik ve sellim aleyhi ve aleyhim kesira."
Teravih bitince de yukarıdaki dua üç defa okunur ve üçüncüsünde (kesira) yerine (kesiran kesira) denir. Devamında da şu dua okunur:
"Ya Hannan, ya Mennan, ya Deyyan, ya Burhan. Ya Zel-fadlı vel-ihsan nercül-afve vel gufran. Vec’al-na min utekai şehr-i ramezan bi hurmetil Kur’ân."
Allahü teala, cümlemizi ramazan-ı şerifin feyzinden ve bereketinden istifade edenlerden eylesin. Âmin...
.Rahmet kapılarının açıldığı ay!..
2017-06-02 02:00:00
Kısa kış günlerinde oruç tutulması daha kolay, yazın böyle uzun günlerinde sıcakta tutmaksa çok zordur. Elbette, zorluklar içinde yapılan ibadetin sevabı daha çoktur...
İslâmın beş şartından dördüncüsü, mübârek ramazan ayında, her gün oruç tutmaktır. Bu ayı, ahireti kazanmak için fırsat bilmeli, elden geldiği kadar ibadet etmelidir. Allahü teâlânın razı olduğu işleri yapmalıdır... Kur'an-ı kerim, bu ayda indi. Bin aydan hayırlı olan Kadir gecesi, bu aydadır. Bu ayda ibadet ve iyi iş yapabilenlere, bütün sene bu işleri yapmak nasip olur. Bu aya saygısızlık edenin, günah işleyenin bütün senesi, günah işlemekle geçer. İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
"Mübarek ramazan ayı, çok şereflidir. Bu ayda yapılan, nafile namaz, zikir, sadaka ve bütün nafile ibadetlere verilen sevap, başka aylarda yapılan farzlar gibidir. Bu ayda yapılan bir farz, başka aylarda yapılan yetmiş farz gibidir. Bu ayda bir oruçluya iftar verenin günahları affolur. Cehennemden azat olur. O oruçlunun sevabı kadar, ayrıca buna da sevap verilir. O oruçlunun sevabı hiç azalmaz..."
Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Ramazan ayı mübarek bir aydır. Allahü teâlâ, size ramazan orucunu farz kıldı. O ayda rahmet kapıları açılır, Cehennem kapıları kapanır, şeytanlar bağlanır. O ayda bir gece vardır ki, bin aydan daha kıymetlidir. O gecenin [Kadir gecesinin] hayrından mahrum kalan, her hayırdan mahrum kalmış sayılır.)
(Ramazan ayında ailenizin nafakasını geniş tutunuz! Bu ayda yapılan harcama, Allah yolunda yapılan harcama gibi sevaptır.)
Oruç, hicrî kamerî takvime göre tutulduğu için, ramazan ayı, yaza ve kışa gelebiliyor. Kışın kısa günlerde oruç tutulması daha kolay, yazın uzun günlerde sıcakta tutmaksa çok zordur. Elbette, zorluklar içinde yapılan ibadetin sevabı daha çoktur.
İmam-ı Rabbani hazretleri de buyuruyor ki: "Mâniler karşısında, ibadeti yapmak güçlüğü, sıkıntısı, o ibadetlerin, şanını, şerefini göklere çıkarır. Mani olmayarak, kolay yapılan ibadetler, aşağıda kalır."
Bu ayda özürsüz oruç tutmamak büyük günahtır. Hadis-i şerifte, (Özürsüz, ramazanda bir gün oruç tutmayan, bunun yerine bütün yıl boyu oruç tutsa, ramazandaki o bir günkü sevaba kavuşamaz) buyuruldu.
Bir mazeretten dolayı oruç tutamayanlar da bu aya hürmet göstermeli, açıktan, ulu orta fütursuzca herkesin gözü önünde yemekten kaçınmalıdır. Şu da var ki; başkaları oruç yerken oruç tutmak daha sevaptır. Hadis-i şerifte, (Oruçlunun yanında oruçsuzlar yiyince, melekler oruçluya dua eder) buyuruldu.
Allahü teala cümlemizi bu ayın feyiz ve bereketinden istifade edenlerden eylesin. Âmin...
."Açlık, Allah'ın bir hazinesidir"
2017-06-03 02:00:00
Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Açlık, hikmetin nuru, tokluk ise Allah'tan uzaklaşmadır. Sakın tıka basa yemeyin ki kalbinizdeki hikmetin nuru sönmesin!"
Orucun faydaları saymakla bitmez... Tıp uzmanları diyor ki: Oruçlu kimselerde adrenalin ve kortizon hormonları kana daha kolaylıkla karışmaktadır. Bu hormonlar, tesirlerini kanserli hücreler üzerinde de göstermektedir. Böylece bu hormonlar kansere karşı bir çeşit kalkan rolünü oynamakta, yani kanser hücrelerinin çoğalmasını önlemektedir. Oruç tutan bünye, âdeta bakıma girer, iç organları saran yağlar erir, vücudun zindeliği artar, direnme gücü kazanır, mide, böbrek, şeker, kalp ve karaciğer hastalıklarına karşı mukavemeti artar...
Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
"Açlık, hikmetin nuru, tokluk ise Allah'tan uzaklaşmadır. Sakın tıka basa yemeyin ki kalbinizdeki hikmetin nuru sönmesin!" [Deylemî]
Açlık, sinirleri uyanık, zinde tutar. Fazla tokluk ahmaklığa yol açar. Okuduğunu ezberlemesi ve hatırında tutması zor olur. Ebu Süleyman Dârânî hazretleri buyuruyor ki:
"Aç durmaya çalışın, çünkü açlık, nefsi uysallaştırır ve kalbi inceltir. Nitekim Peygamber efendimiz, "Kalplerinizi az gülmek ve az yemekle diriltin, açlıkla temizleyin. Bu sayede kalpleriniz saflaşır ve incelir) buyurmuştur.
Hazret-i Lokman Hakîm de oğluna, (Ey oğul! Mideyi tıka basa doldurduğun zaman düşünce uyur, hikmet dilsizleşir" diye nasihat etmiştir.
Bâyezid-i Bistâmî hazretleri de, "Açlık buluttur. Kul, ne zaman aç kalırsa kalp hikmet yağmuru yağdırır" buyurmuştur.
Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri de, "Bir insan, kalbi ile göğsü arasına bir yemek torbası asarsa, münacatın tadını alamaz. Kişi aç ve susuzken kalbi saflaşır ve incelir. Doyunca körleşir ve katılaşır" buyurmuştur. Bunun içindir ki kendisine dünya ve hazineleri sunulduğunda Peygamber efendimiz, "Hayır, istemem. Bir gün aç, bir gün tok olmak isterim" buyurmuştur. (Tirmizî)
Zünnûn-i Mısrî hazretleri, "Ne zaman doysam, ya isyanda bulundum veya isyana teşebbüs ettim" buyurmuştur.
Hazreti Âişe validemiz de, "İlk bid'at, doyasıya yemektir" buyurmuştur.
"Açlık, Allah'ın bir hazinesidir" buyuruluyor. Açlık sayesinde en azından konuşma ve şehvetler bertaraf edilir, çünkü aç olan bir kimsenin fuzulî konuşma şehveti harekete geçmez. Böylece dil, gıybet, kötü ve çirkin konuşmak, yalan söylemek, dedikodu gibi âfetlerden kurtulur. Yedi azanın bütün günahlarının sebebi, tokluktan hâsıl olan kuvvettir. Açlık onu bütün bu âfetlerden korur.
"Oruç tutun ki sağlığa kavuşun" hadis-i şerifi gösteriyor ki, vücut oruç, açlık ve az yemekle hastalıklardan kurtulup sağlığa kavuşur...
.Büyük sevaba kavuşmak için
2017-06-09 02:00:00
Bu ayda hem oruç tutup hem de günah işleyen kimse, oruç tutmakla hâsıl olan büyük sevaba kavuşamaz, fakat âhirette, niçin oruç tutmadın diye hesaba çekilmez.
Bu mübarek gün ve gecelerin kıymetini bilelim, bu ayda günah işlemekten daha çok sakınalım. Hem oruç tutup hem de günah işleyen kimse, oruç tutmakla hâsıl olan büyük sevaba kavuşamaz, fakat âhirette, niçin oruç tutmadın diye hesaba çekilmez. Oruç borcunu ödemiş olur, hattâ orucun bereketiyle diğer günahlardan da kaçma imkânı olur. İmam-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki:
"Bütün günahlara tövbe edip hepsinden kaçmak büyük nimettir. Bu yapılamazsa, bazı günahlara tövbe etmek de nimettir. Bunların bereketiyle belki bütün günahlara tövbe etmek nasip olur. Bir şeyin bütünü ele geçmezse, hepsini de kaçırmamalıdır."
Birkaç günaha müptela olan kimse, birinden vazgeçmek isterse ona "Diğerlerini bırakamadığına göre, bu günaha da devam et" denmez. Günah miktarı ne kadar azaltılırsa, o kadar iyi olur. Allah’tan korkup bir günahtan vazgeçmek iman alametidir. Hadis-i şerifte, "Ömründe bir defa Allah’ı anan veya Ondan korkan Müslüman, Cehennemden çıkar" buyuruldu. (Tirmizi)
Günah işleyen, oruç tutuyor veya zekât veriyorsa, "Aman bunları bari bırakma" demelidir! Bu ibadetleri de yapmazsa, dinden tamamen uzaklaşabilir. Korkutmaktan çok, müjdeleyici olmak gerekir. Peygamber efendimiz, "Allah’ın rahmetinden ümit kestirip, dinden nefret ettirenlere lanet olsun! Kolaylaştırın, güçleştirmeyin" buyurdu. (Buhari)
Bir genç, Peygamber efendimize "Şu üç günahı bırakamıyorum" dedi. O üç günah, yalan, zina ve içkiydi. Resulullah efendimiz, "Bu üç günahtan yalanı benim için bırak" buyurdu. O genç, kabul edip gitti. Daha sonra, diğer iki günahı işlemek isteyince "Bu günahları işleyip Resulullahın karşısına çıkınca 'Ben işlemedim' desem yalan söylemiş olurum. Eğer işlediğimi söylersem, beni cezalandırır" diye düşündü. Diğer iki günahtan da vazgeçti. (Şir’a)
Kelime-i şehadeti dil ile söyleyip kalp ile de tasdik eden Müslümandır. Günah işleyen, Müslümanlıktan çıkmaz. Bir hadis-i şerifte buyuruldu ki:
"Cebrail aleyhisselam, 'Ümmetine müjde ver ki, müşrik olarak ölmeyen Cennete girer' dedi. Ben, 'Zina ve hırsızlık eden de mi Cennete girer' diye üç defa sordum. 'Evet, zina ve hırsızlık eden de Cennete girer' dedi. Daha sonra, 'İçki içse de, yine sonunda Cennete girer' dedi." [Buhari]
Bu, Ehl-i sünnet itikadıdır. Günahları hafif görmek değildir. Bu inanış, insanı günaha sevk etmemeli! Her günah, kalbi karartır, insanı küfre sürükleyip Cehennemde ebedi kalmaya sebep olabilir. Her günahtan kaçınmalı, çünkü Allah’ın gazabı günahlar içinde saklıdır. Günah işleyen hemen tövbe etmelidir!
.İftar vermek ve dostlarla yemek...
2017-06-10 02:00:00
Hazreti Ali buyurdu ki: "Dostlara yedirdiğim bir ekmek, fakirlere verdiğim beş ekmekten daha kıymetlidir. Dostlarla yenilen yemek, köle azat etmekten daha makbuldür."
İnsanlara yemek yedirmek çok sevaptır. Hele oruçluya yedirmek daha çok sevaptır. Oruç tutanın sevabı kadar sevab alır, oruçlunun sevabından eksilme olmaz. Peygamber efendimiz, "Ramazan ayında bir oruçluyu su ile iftar ettiren, anasından doğduğu günkü gibi günahsız olur" buyurunca, Eshab-ı kiram “Su az ve kıymetli iken mi?” diye sual etti. Onlara cevaben "İsterse nehir kenarında versin, aynıdır" buyurdu. (V. Necat)
Yemek yedirmeyi nimet bilmelidir! Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
"Amellerin en faziletlisi, bir müminin ayıbını örtmek, karnını doyurmak ve bir ihtiyacını karşılamak suretiyle onu sevindirmektir." [İsfehani]
"Allahü teâlâ, yemek yediren cömertle meleklerine övünür." [İmam-ı Gazali]
"Misafir, sofrada bulunduğu müddetçe, melekler, ev sahibine dua eder." [Taberani]
"Cennette öyle güzel köşkler vardır ki, bunlar, tatlı konuşan, yemek yediren ve herkes uyurken namaz kılanlar içindir." [Tirmizi]
"Arkadaşına, sevdiği yemeği ikram edenin günahları affolur." [Bezzar]
Dost ve arkadaşlara yemek yedirmek, sadaka vermekten efdaldir. Hazreti Ali buyurdu ki:
"Dostlara yedirdiğim bir ekmek, fakirlere verdiğim beş ekmekten daha kıymetlidir. Dostlarla yenilen yemek, köle azat etmekten daha makbuldür."
Yemeğe çağırırken de, giderken de yalnız Allah rızasını düşünmelidir! Yemekte günah işlenen davetlere gidilmez. Fakirlerin davetine gitmeyip de, zenginlerinkine gitmek kibirdendir. Kendinden aşağı olanları ziyaret etmek de tevazu alametidir.
Düğün yemeğine davet olunanın gitmesi sünnet, başka ziyafetlere gitmek müstehaptır. Bazı âlimler ise, "Düğün yemeğine gitmek vacip, diğer davetlere gitmek sünnettir" demişlerdir.
Müslümanın Müslüman üzerindeki beş haktan biri, davetine icabettir. Yani davetini kabul edip gitmektir. Hadis-i şerifte, "Davete icabet ediniz" buyuruldu. (Müslim)
Külfete girenin davetine gitmek gerekmez. Cimrinin davetine de gitmemelidir! Peygamber efendimiz bu hususta, "Cömerdin yemeği şifa, cimrinin yemeği hastalıktır" buyurmaktadır. (Deylemi, Hâkim, İbni Lâl, Dare Kutnî, Hatib)
Samimi olarak davet edilen yere gitmelidir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
"Müslüman kardeşine ikram eden, Allahü teâlâya ikram etmiş olur." [İsfehani]
"Davete icabet etmeyen, Allah’a ve Resulüne asi olmuş olur." [Buhari] Yani, dinimizin bu konudaki emrine uymamış olur
.Din büyüklerine dil uzatmaktan sakın!
2017-06-17 02:00:00
"Gece gündüz, midenin ve nefsinin isteklerini düşünüyorsun. Bunlara kavuşabilmek için, biraz din bilgisi edinmişsin. Küçücük sermâyen ile kendini din adamı sanıyorsun!"
Bugün, Hakîkat Kitabevi yayınlarından "Fâideli Bilgiler" kitabından şu güzel cümleleri; din adamı kisvesiyle din büyüklerine dil uzatanların çoğaldığı şu günlerde siz değerli okuyucularımızla paylaşmak istiyorum efendim...
"Hadîkat-ün-nediyye"de Abdülganî Nablüsî “rahmetullahi aleyh” buyuruyor ki:
Selef-i sâlihînden çoğu, sıkıntılar çekti. Ağır ibâdetler yaptı. Sen onlar gibi yapma! Sen, Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiş olan kolaylık yolunu tut! O büyüklere de dil uzatma! Onlar senden daha çok bilgili ve anlayışlı idi. Sen, onların bildiklerini bilmiyorsun. Bilmediğin, anlamadığın şeylere karışma ve bunlara uyma! Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden anladığına güvenip de, o büyüklere karşı gelmekten de kendini koru! Onlar, Kur’ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfleri senden dahâ iyi anlamışlardı. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” zamanına, senden daha yakın oldukları için ve ma’rifetullah ile akılları aydınlanmış olduğu için ve sünnete çok sarılmış oldukları için ve ihlâsları, yakînleri, tevhîdleri ve zühdleri çok olduğu için senden ve senin gibilerden daha iyi biliyorlardı. Ey zavallı din adamı! Gece gündüz, midenin ve nefsinin isteklerini düşünüyor, onların arkasında koşuyorsun. Bunlara kavuşabilmek için, biraz din bilgisi edinmişsin. Küçücük sermâyen ile kendini din adamı sanıyorsun. Selef-i sâlihîn ile “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecmaîn” boy ölçüşmeye kalkışıyorsun. Ömürlerini ilim öğrenmekle ve öğretmekle geçiren, sâlih amellerle kalplerini temizleyen, helâl lokma yemek ve haramlardan kurtulmak için, şüphelilerden titizlikle sakınan, o din büyüklerine dil uzatma! Onlar senden çok yüksek idi. Senin bu hâlin, serçenin, yemekte, içmekte, doğan kuşu ile yarış etmesine benzemekdedir. O büyüklerin riyâzetleri, ibâdetleri, bütün sözleri ve ictihâdları, Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uygun idi...
Hadîs-i şerîfte, üçüncü asırdan sonra, yalan ve iftirânın çoğalacağı bildirildi. Bid’atler, dalâletler artacaktır. İ’tikâdda ve amelde, Selef-i sâlihînin yolundan ayrılanlar, sapanlar çoğalacaktır. Kitâba, Sünnete ve Selef-i sâlihînin icmâ’ına sarılan fıkıh âlimleri ve tasavvuf yollarının sâlikleri kurtulacak, bunlardan ayrılanlar felâkete sürükleneceklerdir. Fıkıh âlimleri ve tesavvuf yolunun mütehassısları kıyâmete kadar bulunacak. Fakat kimler olduğu kesin olarak bilinmeyecektir. Ancak, Müslümânların söz birliği ile şehâdet ettikleri kimseler belli olacaktır...
.Hiçbir Müslümâna lanet etme!.."
2017-06-23 02:00:00
"Yâ Alî! Hiçbir Müslümâna lanet etme. Lanet sana [edene] geri döner... Yâ Alî! Bil ki müminin üç alâmeti olur. Namaz kılmak, oruç tutmak ve sadaka vermek."
Hazreti Alî'den "kerremallahü vecheh" şöyle rivâyet edilmiştir:
Resûlullah "sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem" beni huzûr-u şerîflerine çağırdı. Buyurdular ki:
Yâ Alî! Sen bana Hârûn aleyhisselâmın Mûsâ aleyhisselâma olduğu gibisin. Fakat benden sonra Resûl gelmez. Sana vasiyet ederim, dinleyip, ezberlersen, şükredenlerden olursun ve şehit olursun. Allahü teâlâ hazretleri seni kıyâmet gününde fakîh ve âlim olarak diriltir.
Yâ Alî! Bil ki müminin üç alâmeti olur. Namaz kılmak, oruç tutmak ve sadaka vermek. Münâfıkın da üç alâmeti olur. Başkalarının yanında namazın rükû'unu ve secdesini tam yapar, tenhâda hiçbir rüknü yerine getirmez. Methettikleri zaman seve seve yapar. Allahü teâlâ hazretlerini açıkta çok zikreder. Yalnız kalınca Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerini unutur.
Yâ Alî! Hiçbir Müslümâna lanet etme. Hiçbir hayvana lanet etme. Lanet sana [edene] geri döner.
Yâ Alî! Her kim Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin nimetlerine şükrederse, belâlarına sabrederse, günâhlarına istigfâr ederse, hangi kapıdan isterse Cennete girer.
Yâ Alî! Beş şey gönlü rûşen eder, aydınlatır, karanlığını giderir: İlim meclisinde oturmak. Elini yetîm başına sürmek. Seher vaktinde çok istigfâr etmek. Çok yemeyi terk etmek. Çok oruç tutmak.
Yâ Alî! Eyyâm-ı beyd orucuna devâm et ki, ayın onüçüncü, ondördüncü, onbeşinci günleridir. Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri bu günlerde oruç tutanların yüzlerini beyâz eder. O sene tamâmen oruç tutmuş gibi olur.
Yâ Alî! Bir kimsenin üzerinden, ulemâ meclisinde oturmadan kırk gün geçse, onun gönlü [kalbi] kararır. Büyük günâh işler. Zîrâ ilim gönlü diri tutar. İlimsiz ibâdet olmaz.
Yâ Alî! Allahü tebâreke ve teâlâ bir kimseye bir sâlihâ ve mutî'a hanım verip, onun gönlünü hoş tutması ve imâm ile namaz kılması ve komşuları kendinden râzı olması, Allahü teâlânın ona ikrâmındandır.
Yâ Alî! Melekler istigfâr ederler o kimseye ki, onun evinde bal olur, zeytin olur ve çörek otu olur. İçinde sûret [canlı resmi] olan, şarap olan, köpek olan, ana-babaya âsi olunan ve misâfir gelmeyen eve [rahmet] melekleri hiç girmezler. Sefere veya cenge giderken Sûre-i Yasîni oku. On kerre innâ enzelnâ [Kadr] sûresini oku, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri düşmanların şerrinden emîn eder...
Yâ Alî! Benim vasiyetimi hıfz et. Nasıl ki ben Cebrâîl aleyhisselâmdan, O Rabbül âlemînden sübhânehü ve teâlâ hıfz etti. Yâ Alî! Sana bu vasiyette evvelin ve âhirin ilmini verdim. Her kim ki bunun ile amel eylerse, dünyada ve âhirette selâmet üzere olur. [Menâkıb-ı çihâr yâr-i güzîn]
.Birlik ve beraberliğin güçlendirilmesi için...
2017-06-24 02:00:00
Bayramlar; Müslümanların kaynaşması, dostlukların tazelenmesi, kırgınlıkların giderilmesi, birlik ve beraberliğin güçlendirilmesi için çok güzel bir vesiledir.
Atalarımız "Sayılı günler çabuk geçer" demişlerdir... Çok şükür, oruçlarımızı tuttuk; yarın da bayramın birinci gününü idrak edeceğiz inşallah... Dinimizde bayramların önemi büyüktür.
Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Ramazan ve Kurban Bayramının gecelerini ihya eden kimsenin kalbi, kalplerin öldüğü gün ölmez.)
(Rahmet kapıları dört gece açılır. O gecelerde yapılan dua, tövbe reddolmaz. Ramazan Bayramının ve Kurban Bayramının birinci geceleri, Berat gecesi ve Arefe gecesi.)
Bayramlar; Müslümanların kaynaşması, dostlukların tazelenmesi, kırgınlıkların giderilmesi, birlik ve beraberliğin güçlendirilmesi için çok güzel bir vesiledir. Bunun için, bayramlarda, ana-babayı, akrabayı, dostları ziyaret etmeli, bayramlarını tebrik etmelidir. Vefat eden yakınlarımızın kabirleri de ziyaret edilerek onlar da sevindirilmelidir. Bilhassa ana-babanın rızasını, duâsını almayı ihmal etmemelidir. Vefat etmişlerse, duadan mahrum bırakılmamalı; onların dostları, ahbabları ziyaret edilerek ahde vefa göstermelidir... Çocuklar sevindirilmelidir. Yetim, kimsesiz çocuklar aranıp bulunmalı, bayram sevincinden mahrum bırakılmamalıdır...
***
Adaletiyle meşhur Hazreti Ömer'in halifelik dönemiydi... Bir bayram gelmişti. Herkes çocuklarına yeni elbiseler almıştı. Hazreti Ömer'in oğlunun elbisesi eskiydi. Bayram günü çocuklar, eski elbiseli olan halifenin çocuğuyla alay etmeye başladılar. Çocuk, ağlayarak babasının yanına geldi.
Halife, oğluna şefkatle baktı... Beyt-ül-mâl (Hazine) Eminini çağırdı. Oğlunun ağlama sebebini anlattıktan sonra, gelecek ayın maaşından bir miktar avans vermesini istedi... Beytül-mâl Emini;
-Yâ Emirel-mü'minin, yaşayacağınızı muhakkak biliyor musunuz ki, gelecek aya mahsuben benden para istiyorsunuz? dedi. Hazreti Ömer;
-Bunu Allahü teâlâdan başka kimse bilemez, buyurdu.
-Ey Halife! Yaşayıp yaşamayacağınızı bilmedikten sonra, borç almanız ne size yakışır, ne de bizim vermemiz makûl olur. Öyle değil mi? dedi.
Hazreti Ömer, düşündü, tefekkür etti. Söylediğine pişman oldu... Böyle bir memuru olduğu için Rabbine şükretti. Ona da hayır duâda bulundu.
Allahü teâlâ o anda çocuğun kalbine bir yumuşaklık verdi. Babasının düştüğü müşkül durumu anladı ve hiç üzüntü duymadan neşe ile arkadaşlarının yanına döndü...
Bütün okuyucularımızın bayramlarını şimdiden tebrik ediyoruz efendim...
.Yakınlarını ve akrabanı ziyâret et”
2017-06-30 02:00:00
"Benim Horasan'da akrabâlarım, dostlarım vardı. Mekke'ye geldikten sonra hiç sıla-i rahm yapmadım. Onları arayıp sormadım, ziyâretlerine gitmedim. Nihâyet ömrüm sona erdi. Ve!.."
Allahü teâlâ, Müslüman olan ve salih olan akrabayı ziyareti emretmektedir. Hiç olmazsa haftada veya ayda bir ziyaret etmeli, kırk günü geçirmemelidir. Uzak memlekette ise, telefonla, mail atarak gönlünü almalıdır. Akrabası gelmese, cevap vermese de, giderek veya hediye, selam göndererek hâl hatır sormalı; irtibatı kesmemelidir... Allahü teâlâ Kur'an-ı kerimde mealen buyuruyor ki:
"Ey insanoğlu, malın ile akraba ve yakınlarını ziyâret et. Eğer malında cimrilik yaparak onlara bir şey götürmezsen, yahut onlara verecek kadar bir şeyin olmazsa, o takdirde hiç değilse ayaklarınla yürüyerek onlara ziyarette bulun."
***
Mekke'de Horasanlı emîn bir kimse vardı. Oraya gelen yabancılar, eşya ve emânetlerini ona bırakırlardı...
Bir defasında yine bir yolcu, kendisine onbin akçe emânet etmişti. Adam, bir müddet sonra emânetini almak üzere tekrar Mekke'ye geldiğinde, emânetçinin ölmüş olduğunu öğrendi. Meseleyi âile efrâdına anlattı. Fakat onlar, böyle bir emânetten haberlerinin olmadığını söylediler. O da Mekke'deki ulemâya durumu anlattı. Ne yapması gerektiği husûsunda fikirlerini sordu. Ulemâ ittifakla;
-Biz Horasanlıyı gâyet dürüst ve sâlih bir insan olarak biliriz. Hakkındaki kanâatimiz odur ki, o Cennetliktir. Sen, gecenin üçte biri, yâhut yarısı geçince, Zemzem kuyusunun başını git ve orada, "Ey filân oğlu filân! Ben emânetin sahibiyim!" diye seslen. Ümit ederiz sana bir cevap verilecektir, dediler.
Adam, üst üste üç gün böyle yaptı. Fakat ses sedâ çıkmadı. Âlimler bu duruma şaşırdılar.
-Bu durumda biz, Horasanlının Cehennemlik olmasından korkuyoruz. Merhût denilen bir vâdi vardır. Bu vâdîde bir kuyu bulunmaktadır. Gecenin üçte biri veya yarısı geçince onun başında, "Ey filân oğlu filân! Ben emânetin sahibiyim! diye nidâ et" dediler.
Adam, söylenilen saatte oraya gitti ve o şekilde seslendi. Daha birinci seslenişinde bir ses kendisine cevap verdi. Emânetçinin sesini tanıyan ve dehşete kapılan adam, ona sordu:
-Buraya atılmana sebep nedir?
-Benim Horasan'da akrabâlarım, dostlarım vardı. Mekke'ye geldikten sonra hiç sıla-i rahm yapmadım. Onları arayıp sormadım, ziyâretlerine gitmedim. Nihâyet ömrüm sona erdi. İşte Allahü teala beni bunun için cezâlandırdı... Senin emânete gelince, o olduğu gibi duruyor. Ben onu, evin filân yerine saklamıştım. Çocuklarıma söyle, emânetini bıraktığın gibi al!..
Adam, emânetçinin çocuklarına gitti ve söylenen yeri aradılar. Gerçekten parası olduğu gibi duruyordu
.Şeytan'ı perişan eden şeyler!..
2017-07-01 02:00:00
Evliyadan bir zat, hac zamanı Arafat'ta, insan kılığına girmiş olan İblis'i (Şeytan'ı) gördü. Zayıflamış ve benzi solmuş, gözü yaşlı ve kamburu çıkmış, perişan bir hâldeydi.
Din büyüklerinin en çok korktuğu, son nefes olmuştur. Mesela çok büyük bir âlim olan Ahmed ibni Hanbel hazretleri, tam sekerat hâlindeyken, birden can havliyle üç defa "Olmaz, olmaz, olmaz" diye bağırıp, tekrar yatağa düşer. Oğlu yanına yaklaşıp;
-Hayırdır babacığım, ne oldu? "Olmaz" diye bağırmanızın sebebi neydi? diye sorunca;
-Melun şeytan, “Müslümanlığı bırak, Hristiyan ol, Cennete gideceksin” dedi. Ben de "olmaz" dedim. O melun da defolup gitti, der ve Kelime-i şehadet getirip vefat eder...
Cüneyd-i Bağdadi hazretleri de, ölümüne yakın ağlamaya başlar. Talebeleri, neden ağladığını sorunca;
-Sonumdan korkuyorum. İnsanın ameli, ince bir iplikle tavana asılmış gibidir. Her zaman öyle gider ve gelir. Amelim yok demiyorum, ama sabit değil, nerede duracağı bilinmez. Allah korusun, sol tarafta durursa ne olur benim hâlim? Onu düşünüp ağlıyorum, dedi. Sonunda Kelime-i şehadet getirip vefat etti... İşte her mümin de, bu büyük zatlar gibi son nefesinde imansız gitmekten korkup çok dua etmeli, Allah’ın rahmetinden de ümidini kesmemelidir...
Büyük İslam âlimi Hüseyin Hilmi Işık (kuddîse sirrûh) buyurdu ki:
"İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin yolunun diğerlerinden farkı şudur: Diğer büyükler birini kurtarmak için 'Şöyle şöyle yap, kurtul' derler. Bu büyükler ise son nefesine kadar onu takip ederler, son nefeste îmânla ölmesine yardım edip, îmânla âhirete gönderirler."
***
Evliyadan bir zat, hac zamanı Arafat'ta, insan kılığına girmiş olan İblis'i (Şeytan'ı) gördü. Zayıflamış ve benzi solmuş, gözü yaşlı ve kamburu çıkmış, perişan bir hâldeydi. Mübarek zat, İblis'i tanıyıp, ona şöyle sordu:
- Niçin gözün yaşlıdır?
- Ticaret yapmak fikri olmadan, sırf Allah rızası için hac yapmaya gelenlerin, bu arzuları yüzünden diğerlerinin de haclarının kabul edilmesinden korktum. Onun için ağlıyorum.
- Seni zayıflatan nedir?
- Hacıları getiren atların inlemeden, kişneyerek gelmelerine üzüldüm. Halbuki benim yoluma gidenleri böyle götürselerdi, sevincim çok artardı.
- Peki, benzini solduran nedir?
- Müslümanların ibadetlerine devam etmeleri ve birbirleriyle yardımlaşmalarıdır. Şayet isyanda yardımlaşsalardı, sevincim artardı.
- Seni çökertip, belini büken nedir?
- Kulların, "Ya Rabbi! İman ile ölmemi nasip eyle" diye dua etmeleridir. Halbuki ben onları, kendi ibadetlerini beğendirip veya "Allah affeder" dedirterek yalan yanlış yaptırıp veya "sonra yaparsın" diye kandırıp imansız gitmeleri için çalışmaktayım. Allah’a böyle yalvaranların, benim bu iş için çalıştığımı anlamalarından, tedbir almalarından korkuyorum!
.Gâfiller ve câhiller arasındaki garipler
2017-07-07 02:00:00
"Sizler hayır işlemeye çok yardımcı buluyorsunuz. Onlar yardımcı bulamayacakları gibi, çeşitli engellerle de karşılaşacaklar. Gâfiller, câhiller arasında garip kalacaklardır."
Dinin emirlerine uymak isteyen bir mümin, zalimlerle, günâhkârlarla kötü kimselerle alışveriş yapmaktan kaçınmalıdır. Şüpheli şeylerden sakınmalıdır. Harâma yaklaşan zâten âsi, fâsık olur. Şüphe ettiği şeyleri, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından öğrenmelidir. Her kitaba güvenmemelidir. Kalbine sıkıntı getiren şüpheliyi almamalıdır. Zâlimlerle, hîle, hıyânet edenlerle, yemîn ile satanlarla, dükkânında harâm şey satanlarla alışveriş etmemelidir... Büyüklerimiz, "Bir zamanın gelme korkusu vardır ki, alışveriş edecek kimse bulunamayacaktır" buyurmuşlardır. Bugün bazı din câhili kimseler, yangına körükle gidip, "Bugün dünyanın her tarafı böyle oldu. Her yerdeki mala harâm karıştı. Harâmdan kurtulmak imkânsız oldu" diyorlar. Bu söz, çok yanlıştır. Hiç de dedikleri gibi değildir. Zorluk sıkıntı, vardır, ancak bunlardan birisini yapabilene çok sevap verilir. Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
-Bir zaman gelir ki, o zamanın Müslümanları, bugün sizin yaptığınız ibâdetlerin onda birini yaparsa, âhirette azaptan kurtulurlar.
-Ya Resûlallah bunun sebebi nedir, diye sorduklarında;
-Çünkü, sizler hayır işlemeye çok yardımcı buluyorsunuz. Onlar yardımcı bulamayacakları gibi, çeşitli engellerle de karşılaşacaklardır. Gâfiller, câhiller arasında garip kalacaklardır, buyurdu.
"Bu zamanda, dine uygun eksiksiz kim alışveriş yapabilir?" diyerek yeise, ümitsizliğe düşmek doğru değildir. Ne kadar yapılabilirse kârdır...
İnsanlara iyilik yapmak, onların ihtiyaçlarını görmek, onları sıkıntıdan kurtarmak çok sevaptır. Bunlar kaçırılacak fırsatlar değildir. Bu konu ile ilgili olarak, evliyânın ve İslam âlimlerinin büyüklerinden İmam-ı Rabbânî hazretleri, bir talebesine yazdığı mektupta, Allahü teâlânın kullarına hizmet etmeyi övmektedir:
"Allahü teâlânın, bir kuluna faydalı, güzel işler yapmayı, çok kimsenin ihtiyaçlarını sağlamasını nasip etmesi, çok kimsenin ona sığınması, bu kul için pek büyük bir nimettir! Allahü teâlâ, kullarına 'ıyâlim', aile efradım, demiş, çok merhametli olduğu için, herkesin rızkını, nafakasını kendi üzerine almıştır. Allahü teâlâ, bu ıyâlinden birkaçının rızıkları, nafakaları için ve bunların yetişmeleri, rahat yaşamaları için bir kulunu görevlendirirse, bu kuluna büyük ihsân etmiş olur. Bu büyük nimete kavuşup da, bunun için şükretmesini bilen kimse, çok tâlihli, çok nasipli, pek bahtiyârdır. Bunun kıymetini bilip, şükretmek, kendi sâhibinin, Rabbinin ıyâline hizmet etmeyi saadet ve şeref bilmek, akıl îcâbıdır."
.Din cahillerinin sözleri ve kitapları zehirdir!..
2017-07-08 02:00:00
Dünyalık toplamak için, dini âlet edenlerin ve kendilerine din adamı ismini verip, her akıllarına geleni yazanların hepsi, din hırsızıdır.
Bugün yeryüzündeki Müslümanlar çeşitli, fırkalara, gruplara ayrılmış durumdadırlar. Hepsi "İslâmın gerçek yolu benim yolumdur" diyor... Bu parçalanmanın, bölünmenin iki sebebi var:
Birincisi, benlik duygusu sadece ben bilirim düşüncesi. Asırlardır, âlimlerimizin bildirdiklerini, milyonlarca kitapta yazılı olanları bir tarafa bırakıp bu işin en iyisini ben bilirim. Kur'ân-ı kerîmden en doğru hükmü ben çıkarırım, anlayışıdır.
İkinci sebebi ise, Müslümanların birliğinden beraberliğinden korkan din düşmanlarının, bilerek Müslümanların arasına tefrika, ayrılık sokmalarıdır. Bazı gruplar incelendiğinde, çoğunun perde arkasında dış güçlerin özellikle İngilizlerin bulunduğu görülür. Meselâ, 1700'lü yıllarda yaşamış meşhur İngiliz casusu Hempher, hatırasında, Vehhabiliği nasıl kurduklarını, temelini nasıl attıklarını açık açık anlatmaktadır. Bunun gibi daha birçok fırkaları, bizzat kendileri, Müslüman kılığına soktukları adamları vasıtası ile kurdurmuşlardır...
Doğru olan ise Peygamber efendimizin dört halifesinin ve diğer Eshabının bildirdikleridir. Yâni bunların yoludur.
***
Resûlullah Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem ekseriya elinde asa taşırlardı. Bir gün kumlu bir arazide, elindeki asa ile yere düz bir çizgi çekti. O çizginin sağına ve soluna da, balık kılçığı gibi eğik çizgiler çizdi ve “Ey Eshâbım, yerde çizdiğim şu doğru çizgi, Allahü teâlânın râzı olduğu, beğendiği yoldur” buyurdu. Sonra yanındaki balık kılçığı gibi olan eğri çizgileri gösterip; “Bunlar da bozuk yollardır. Doğru yol, tektir. Geriye kalan yetmiş iki yol, bozuktur” buyurdu.
Eshâb-ı kirâm efendilerimiz; “Yâ Resûlallah! Bu doğru yol hangisidir?” diye sordular. Peygamber efendimiz cevap olarak; “Doğru yol, benim ve eshâbımın bulunduğu yoldur” buyurdu.
***
Eshâb-ı kirâm efendilerimiz bizzat Resûlullah efendimizden gördüklerini, işittiklerini bildirmişler, bu bilgileri de bize "Ehl-i sünnet" âlimleri ulaştırmıştır. Kaynağı Resûlullah efendimiz olmayan, her câhil, tuttuğu yolun, Kur'ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uygun olduğunu sanır ve iddia eder. Halbuki, anladığı Resûlullah efendimizin bildirdiği değil, kendi anladığıdır. Büyüklerin kitaplarında bildirdikleri doğru yoldan kıl kadar ayrılanların sözleri ve kitapları, zehirdir.
Hele dünyalık toplamak için, dini âlet edenlerin ve kendilerine din adamı ismini verip, her akıllarına geleni yazanların hepsi, din hırsızıdır...
.İkiyüzlü, sinsi din düşmanları!
2017-07-14 02:00:00
Çok kimse var ki; sorduğun zaman Müslümanım diyor. Fakat İslamı yaşamadığı gibi, yeri geldiğinde dinin emirlerini beğenmiyor. Bunlar, sinsi din düşmanıdırlar.
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerimde kâfirlerin, kendine ve Peygamberine düşman olduklarını bildiriyor. Allahü teâlânın düşmanlarını sevmek ve onlarla kaynaşmak, onları beğenmek insanı Allahü teâlâya ve O'nun Peygamberine düşman olmaya sürükler. Böyle bir kimse, kendini Müslüman zanneder. Namaz kılar ve her ibâdeti yapar. Hâlbuki, bilmez ki, böyle çirkin hareketleri, onun îmânını götürmektedir.
Şimdi zamanımızda, çok kimse var ki; sorduğun zaman Müslümanım diyor. Fakat İslamı yaşamadığı gibi, yeri geldiğinde dinin emirlerini beğenmiyor, tenkit ediyor. Bunlar, sinsi din düşmanıdırlar. Dinsizliklerini açıkça ortaya koyamadıkları için ikiyüzlülük yapıyorlar. Bunlar, yâni Resûlullahın bildirdiği İslâm dînini beğenmeyenler, zamana, asra ve fenne uymuyor diyenler, Müslümanlarla ve Müslümanlıkla, açıkça ve alçakça alay ediyorlar. Müslümanlığa gericilik; îmânsızlığa, dinsizliğe asrîlik, ilericilik, münevverlik diyorlar.
Bunlar, temiz yavruları, temiz gençliği aldatmak için, "İslâmiyette her şey 'miş' ile bitiyor. Şöyle imiş, böyle imiş diye, hep 'mış'a dayanıyor. Bir senet ve vesîkaya dayanmıyor. Diğer ilimler ise, isbât edilip, bir vesîkaya dayanmaktadır" diyorlar.
Bu sözleri ile, ne kadar câhil olduklarını gösteriyorlar. Bilmiyorlar ki, İslâmiyetten ayrı ve uzak gördükleri ilimler, fenler, vesîkalar, senetler, hep İslâm dîninin birer şubesi, birer dalıdır. Meselâ bugün liselerde okunan bütün fen bilgileri, kimya, biyoloji kitapları, ilk sayfalarında, "Dersimizin esası, müşahede yâni gözetleme, inceleme ve tecrübedir" diyor. Yâni fen derslerinin esâsı, bu üç şeydir. Hâlbuki bu üçü de, İslâmiyetin emrettiği şeylerdir. Meselâ, Eshâb-ı kirâm bir gün sevgili Peygamberimize sordu:
- Yemen'e gidenlerimiz, orada hurma ağaçlarını, bizim gibi aşılamadıklarını, başka türlü aşıladıklarını ve daha iyi hurma aldıklarını gördük. Biz Medîne'deki ağaçlarımızı babalarımızdan gördüğümüz gibi mi aşılayalım, yoksa, Yemen'de gördüğümüz gibi aşılayalım?
Resûlullah efendimiz, bunlara buyurdu ki:
- Tecrübe edin! Bir kısım ağaçları babalarınızın usûlü ile, bir kısım ağaçları da, Yemen'de öğrendiğiniz usûl ile aşılayın! Hangisi daha iyi hurma verirse, her zaman o usûl ile yapın!
Yâni tecrübeyi, fennin esâsı olan tecrübeye güvenmeyi emir buyurdu. Dünyanın her tarafında, kıyâmete kadar gelecek Müslümanların, tecrübeye, fenne güvenmelerini işâret buyurdu... İslâmiyet, bütün fen kollarında, ilim ve ahlâk üzerinde, her çeşit çalışmayı önemle emretmektedir. Bunlara çalışmak, farz-ı kifâye olduğu, kitaplarda yazılıdır...
.Peygamberlikten sonra en yüksek mertebe...
2017-07-15 02:00:00
Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Şehit, ölüm acısı duymaz, kabirde üzülmez, kıyametin dehşeti, hesap, mizan, sırat onu rahatsız etmez, doğruca Cennete gider."
Bugün, takvimlerde belirtildiği üzere "Şehitleri Anma Günü"dür... Bu vesileyle bugünkü yazımızda bir nebze şehitlik ve gâzilikten bahsetmek istiyoruz efendim...
Allah yolunda canını fedâ eden, dînini, vatanını, bayrağını, nâmusunu müdâfaa ederken ölen, haksız yere öldürülen Müslüman şehittir. Böyle bir muhârebeye katılan ve gazâdan sağ sâlim dönen Müslüman da gâzidir... Hükûmete karşı gelen âsiler veya yol kesici eşkıya tarafından öldürülenler de şehittir. Gâzilik ve şehitlik yüce bir mertebedir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
"Şehit, ölüm acısı duymaz, kabirde üzülmez, kıyametin dehşeti, hesap, mizan, sırat onu rahatsız etmez, doğruca Cennete gider."
"Bir kimse bir gâzinin başını gölgelendirse, onu da Allah kıyâmet günü gölgelendirir."
Şehitlik, Allah katında peygamberlikten sonra en yüksek mertebedir. Cennette, şehitler için sonsuz nîmetler hazırlanmıştır...
***
Eshâb-ı kirâmdan Abdullah bin Cahş hazretleri, Resûlullah’ın halasının oğlu ve kayınbirâderidir. Uhud Savaşında şehit olmak istiyordu. Arkadaşlarından Sa’d bin Ebi Vakkas hazretleri, bu arzusunu şöyle anlatmaktadır:
-Uhud’da, savaşın çok şiddetli devam ettiği bir andı. Birdenbire yanıma sokuldu, elimden tuttu ve şunları söyledi:
-Şimdi burada, sen duâ et, ben “âmin” diyeyim. Ben de duâ edeyim, sen “âmin” de! Bunun üzerine “peki” dedim ve şöyle duâ ettim: “Allah’ım, bana çok kuvvetli ve çetin kâfirleri gönder. Onlarla kıyasıya vuruşayım. Hepsini öldüreyim. Gâzi olarak geri döneyim!”
Benim yaptığım bu duâya, içten “âmin” dedi. Sonra da duâ etmeye başladı:
“Allah’ım, bana zorlu kâfirler gönder. Kıyasıya onlarla vuruşayım. Cihadın hakkını vereyim. Hepsini öldüreyim. En sonunda biri de beni şehit etsin. Sonra, benim dudaklarımı, burnumu, kulaklarımı kessin. Ben kanlar içinde, senin huzûruna geleyim. Bana 'Abdullah, azalarını ne yaptın?' diye sorduğunda, 'Allahım, ben onlarla çok kusur işledim, yerinde kullanamadım. Senin huzûruna getirmeye utandım. Sevgili Peygamberimin de bulunduğu bir savaşta, toza toprağa bulandım da öyle geldim' diyeyim...”
Gönlüm böyle bir duâya “âmin” demek istemiyordu. Fakat söz verdiğim için mecburen “âmin” dedim...
Bir ara baktım, Abdullah’ın elindeki kılıç kırıldı. Resûl-i ekrem efendimiz, ona bir hurma dalı verdi. Bu dal, bir mucize olarak kılıç gibi önüne geleni kesmeye başladı. Birçok düşmanı öldürdü... Savaşın sonuna doğru, nihâyet tam istediği şekilde, şehit düştü…
.Kâfirler, sonsuz azap çekecekler!
2017-07-21 02:00:00
"Peygamber, size ölüp, kemikleriniz çürüyüp, toz toprak olduktan sonra, tekrâr dirilerek kabirden kalkacaksınız dedi. 'Hiç böyle şey olur mu?' dediler!.."
Tarih boyunca, her asırda gelen câhiller, kendilerini akıllı, bilgili, eski insanları câhil sanmıştır. Âdem aleyhisselâmdan beri, dinsizler her asırda gönderilen dinleri, eski câhillerin sözleri diyerek bozmuşlar, inkâr etmişlerdir. Kur'ân-ı kerîmin birçok yerinde, dine inanmayanların böyle sözleri bildirilmekte ve cevap verilmektedir. Meselâ (Mü'minûn) sûresinde meâlen şöyle buyuruluyor:
"Nûh aleyhisselâma inanmadılar. Onları suda boğduk. Ondan sonra yarattığımız insanlara, içlerinden peygamber gönderdik ve Allahü teâlâya ibâdet ediniz. İbâdet edilecek, O'ndan başkası yoktur. O'nun azâbından korkunuz! dedik. Dinlemeyenlerden, öldükten sonra tekrâr dirilmeye inanmayanlardan, dünya nimetlerini bol bol vermiş olduğumuz birçoğu, bu peygamber, sizin gibi yiyip içiyor. Kendiniz gibi birçok şeye muhtaç olan birine inanırsanız, aldanmış, ziyân etmiş olursunuz. Peygamber, size ölüp, kemikleriniz çürüyüp, toz toprak olduktan sonra, tekrâr dirilerek kabirden kalkacaksınız diyor. Hiç böyle şey olur mu? Ne varsa, ancak bu dünyadadır. Cennet, Cehennem, hep buradadır. Bu dünya böyle gelmiş böyle gider. Öldükten sonra, bir daha dirilmek yoktur, dediler."
Din cahilleri o kadar cahilce, gülünç şeyler söylüyorlar ki, meselâ, gençlere çocuklara "Allah var olsaydı görürdük. Ananız babanız câhildir, gericidir. Siz ise, aydın kafalı, ilerici gençlersiniz" diyorlar. Böyle yalanlarla, gençlerin dînini, îmânını yok etmeye çalışıyorlar...
Bir zamanların komünist Rusyasında ateist bir öğretmen, ders arasında "Ben sizi görüyorum. Siz de beni görüyorsunuz. O hâlde, biz varız. Karşıdaki dağlar da var. Çünkü, bu dağları da görüyoruz. Yok olan şey görünmez. Görülmeyen şeye var denilmez. Bu sözüm, bir fen bilgisidir. İlerici, aydın olan kimse, fen bilgisine inanır. Gericiler, bu varlıkların bir yaratıcısı olduğunu söylüyorlar. Bu yaratıcının var olduğuna inanmak yanlıştır, gericiliktir" der. Bir Türkmen çocuğu söz isteyerek der ki: "Bunları akıl ile mi söylüyorsunuz? Sizde akıl olduğuna inanmak, bunları akıl ile söylediğinizi kabul etmek fenne uygun değildir. Çünkü, aklınız olsaydı, görürdük!.."
Öğretmen, bu haklı söze cevap veremeyip, mağlubiyetinden hâsıl olan öfke ile çocukcağızı, tekme tokat sınıftan atar ve o çocuk bir daha hiçbir yerde görülememişdir. [Se'âdet-i Ebediyye]
Bugünkü yazımızı Hazreti Alî'nin “radıyallahü anh” şu ibretli sözüyle bitirelim: "Müslümânlar, âhirete inanıyor. Kitapsız kâfirler, inkâr ediyor. Tekrâr dirilmek olmasaydı, inanmayanlar bir şey kazanmaz, Müslümânlar da, zarar etmezdi. Fakat, kâfirlerin dediği olmayınca, sonsuz azap çekeceklerdir..."
."Başımıza devlet kuşu kondu babacığım!.."
2017-07-22 02:00:00
Peygamber Efendimiz buyurdu ki: "Yâ Muâz! Üç gündür ben ve Eshâbım hiç yemek yemedik. Avludaki ağacınızda hurmalar varmış. Geldik ki bizi misâfir edesin!"
Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir gece eve geldi ve buyurdu ki:
- Yâ Âişe! Hiç yemeğin var mıdır?
Sözleri biter bitmez kapı çalındı. Kapı açıldığında, hazreti Ebû Bekir'in gelmiş olduğunu gördüler. Peygamber Efendimiz sordu:
- Yâ Ebâ Bekir! Bu vakitte gelmenizin sebebi nedir?
- Yâ Resûlallah! Üç gündür bir şey yemedim. Çok acıktım. Mübârek yüzünüzü görerek açlığımı unutmak için geldim.
Bu konuşma sırasında tekrar kapı çalındı, baktıklarında hazreti Ömer ile hazreti Ali'nin gelmiş olduğunu gördüler. Peygamber Efendimiz bunlara da;
- Bu gece vaktinde gelmenize sebep nedir? diye suâl edince, onlar da hazreti Ebû Bekir gibi cevap verdiler.
Peygamber Efendimiz:
- Üç gündür ben de bir şey yemedim. Karnım açtır, buyurdu.
Sonra hazreti Ali dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Dün yoldan geçerken Muâz bin Cebel'in avlusundaki hurma ağacında, hurmalar gördüm.
Peygamber Efendimiz;
- Kalkınız, Muâz'ın evine gidelim. Bizi hurma ile misâfir etsin, buyurdu.
Resûlullah Efendimiz ve üç büyük Eshâbı, hazret-i Muâz'ın kapısına vardılar. Önce Hazret-i Ebû Bekir:
- Yâ Muâz devlet kuşu başına kondu. Allahın Resûlü evini teşrif etti, diye seslendi. Kimse duymadı. Sonra hazreti Ömer ve hazreti Ali seslendi. Daha sonra Peygamber Efendimiz:
- Yâ Muâz! diye seslendi. Muâz hazretlerinin küçük kızı hepsini duymuş ve annesine "dışarıdan seslenenler var" diye söylemişti ancak gecenin bu saatinde kadıncağız hiç ihtimâl vermediği için, çocuğu rüyâ görüyor zannetmişti... Çocuk annesini inandıramayınca, babasına gidip;
- Babacığım, ne duruyorsun, başımıza devlet kuşu kondu. Allahü teâlânın Resûlü kapıda, seni çağırıyor, dedi.
Muâz hazretleri hemen kapıya koştu. Misâfirlerini içeri aldı. Peygamber Efendimiz buyurdu ki:
- Yâ Muâz! Üç gündür ben ve bu eshâbım hiç yemek yemedik. Avludaki ağacınızda hurmalar varmış. Geldik ki bizi misâfir edesin!
Hazret-i Muâz çok üzüldü ve;
- Yâ Resûlallah! Bugün hurmaları toplayıp bir kısmını yedik, geri kalanını da fakirlere dağıttık, dedi.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, evde gördüğü büyük bir sepeti hazreti Ali'ye vererek;
- Yâ Ali, bu sepeti al ve hurma ağacının yanına var. Benden selâm söyle, Resûlullah senden hurma istiyor de, buyurdu.
Hazreti Ali emredildiği şekilde gidip Resûlullahın selâmını söyleyince, ağaç hurma ile doldu. Sepeti doldurup getirdi. Herkes yediği hâlde hurmalardan hiç eksilme olmadı...
.Kâbe-i şerîfin duvarına asılan antlaşma metnine ne oldu?..
2017-07-28 02:00:00
"Yeğenime ve O'na inananlara yıllarca haksız yere zulmettiğinize herhâlde siz de inandınız. Bundan sonra artık, bu kuru inadınızdan vazgeçin!"
Kureyş kâfirleri, İslâmiyetin yayılmasını önlemek için, Müslümanların bulunduğu mahalleyi ablukaya aldılar. Buraya hiçbir malın girmesine izin vermiyorlardı. Bu yasağı bildiren bir antlaşma metni yazılmış ve Kureyş'in ileri gelenleri tarafından imzâlanarak Kâbe-i şerîfin duvarına asılmıştı... Birkaç sene süren bu ambargo sebebiyle Müslümanlar çok sıkıntılı günler geçirdiler. Müslümanlar bu sıkıntı içinde iken Allahü teâlâ, Peygamber efendimize, Kâbe-i şerîfteki, antlaşma metnindeki kelimelerin güveler tarafından tamamen yok edildiğini sadece "Allah" lafzının kaldığını vahiy yoluyla bildirdi.
Peygamber efendimiz, amcası Ebû Tâlib'e giderek bu durumu söyleyince;
- Ey yeğenim, bunları sana kim haber verdi?
- Bunları Rabbim haber verdi.
- Sen bugüne kadar hiç yalan söylemedin. İnanıyorum ki, bu söylediklerin gerçektir.
Ebû Tâlib, kardeşlerine gidip durumu anlattı. Kardeşleri;
- Peki ne yapmamızı istersin? diye sordular. O da;
- Şimdi güzel elbiselerimizi giyelim Mescid-i Haram'a gidip bu haberi orada bulunanlara anlatalım, onlar ilk olarak bizden duymuş olsunlar.
Onlara gitti ve dedi ki:
- Sizin de kabul edebileceğiniz bir teklif ile geldim.
- Hoş geldin, teklifin nedir?
- Ey Kureyş'in ileri gelenleri! Bugüne kadar, hiç yalan söylememiş olan yeğenim diyor ki: "Kâbe'deki, antlaşma yazısını, güveler tamamen yok ettiler, sadece Allah lafzı kaldı." Şimdi siz o antlaşmayı indiriniz, eğer yeğenimin dediği gibi güveler yazıları yok ettiler ise, vallahi son ferdimize kadar O'nu korur sizlere teslim etmeyiz. Hâl böyle olunca siz de artık insâfa gelip, yeğenimin dediklerini kabul edin! Yok dediği gibi çıkmazsa, Onu size teslîm edeceğim, isterseniz öldürürsünüz, isterseniz serbest bırakırsınız.
Müşrikler şöyle cevap verdiler:
- Sen gerçekten çok makul bir teklifte bulundun.
Antlaşmayı asılı yerden indirmesi için hemen bir adam gönderdiler. Antlaşma geldiğinde Ebû Tâlib:
- Okuyunuz bakalım, dedi.
Fakat, dikkatli baktıklarında okuyacak bir şey bulamamışlardı. Çünkü, Allah isminden başka ne varsa hepsi imhâ edilmişti. Peygamber efendimizin mucizesi ortadaydı... Ebû Tâlib bunların perişan hâline bakıp dedi ki:
- Yeğenime ve O'na inananlara yıllarca haksız yere zulmettiğinize herhâlde siz de inandınız. Bundan sonra artık, bu kuru inadınızdan vazgeçin! Bir daha da benden yeğenimi teslim etmemi istemeyin!..
Bu apaçık gerçekler karşısında, nasipsiz müşrikler, mucizeye "sihir" deyip, düşmanlıklarını daha da artırdılar...
."Hanımına verdiğin altınları niçin söylemiyorsun?.."
2017-07-29 02:00:00
Hazret-i Abbâs, Mekkelilerin zoruyla, Bedir Savaşına gitmiş, müşrikler safında yer almıştı. Müslümanlar harbi kazanıp birçok esiri Medîne'ye götürmüşlerdi. Esirler arasında o da vardı!..
Hazret-i Abbâs, Peygamber efendimizin amcasıdır. Küçüklükten itibâren onunla beraber büyümüşlerdi. Gençlik devresinde, ticâretle uğraştı ve çok zengin oldu. Peygamber efendimiz, İslâmiyeti anlatmaya başlayınca, hiç muhâlefet etmedi. Kendisi Müslüman olmadığı hâlde, akrabâlık şefkatinden dolayı, Peygamber efendimize destek oldu. "Akabe bi'atı"nda Peygamber efendimizin yanında bulunup, gelenlere tesirli konuşmalar yaptı. Onlara şöyle hitap etti:
-Ey Medîneliler, insanlar içinde en çok sevdiğim, bu kardeşimin oğludur. Eğer onu tasdîk edip, Allahtan getirdiklerine inanıyor ve beraberinizde alıp götürmek istiyorsanız, beni tatmin edecek sağlam söz vermeniz lâzımdır. Biliyorsunuz, o bizim yakın akrabâmızdır. Bizim korumamız altındadır... Bütün bunlara rağmen, bizlere yüz çevirmiş, sizinle beraber gitmeye karar vermiş bulunmaktadır. Bunun düşmanları çoktur. Düşmanlarından onu koruyabilecek güce sahip misiniz? Onu gereği gibi koruyamayacaksanız bu işten şimdiden vazgeçin!
Medîneliler;
-Biz, Resûlullahı, malımız, canımız pahasına da olsa koruyacağız. Bu sözümüzde sâdıkız, dediler.
Hazret-i Abbâs, bu söz üzerine, Peygamber efendimizi onlara emânet etti.
***
Hazret-i Abbâs, Mekkelilerin zoruyla, Bedir Savaşına gitmiş, müşrikler safında yer almıştı. Müslümanlar harbi kazanıp birçok esiri Medîne'ye götürmüşlerdi. Bu esirler arasında, Peygamber efendimizin amcası hazret-i Abbâs da bulunuyordu. Müslümanlar, fidye vererek ancak kurtulabileceğini bildirmeleri üzerine, Peygamber efendimize dedi ki:
-Yâ Resûlallah, ben Müslümanım. Kureyşliler beni zorla Bedir'e getirdiler. Benim de kurtulmam için para ödemem lâzım mıdır?
-Senin Müslümanlığını, Allahü teâlâ bilir. Doğru söylüyorsan Allah sana elbette onun ecrini verir. Fakat senin işin, görünüş itibârıyla aleyhimizdedir. Kurtulman için para ödemen lâzımdır.
-Yâ Resûlallah, ganîmet olarak aldığınız 800 dirhemden başka servetim yoktur.
-Yâ Abbâs! Sen Mekke'den çıkacağın gün, hanımına verdiğin altınları niçin söylemiyorsun. Sen hanımına, "bu seferde başıma ne geleceğini bilmiyorum. Eğer bir felâkete uğrar dönemezsem, şu kadarı senindir, şu kadarı Fadl içindir, şu kadarı Abdullah için, şu kadarı Kusem içindir" dediğin altınlar...
Bu sözler üzerine, hazret-i Abbâs çok şaşırdı ve;
-Yemin ederim ki, ben bu altınları hanımıma verirken yanımızda kimse yoktu. Bunu nereden biliyorsun?
-Allahü teâlâ haber verdi.
-Senin Allahın resûlü olduğuna şehâdet ederim yâ Resûlallah, diyerek Kelime-i şehadeti söyledi...
Ölüm, her Müslüman için hediyedir...
2017-08-04 02:00:00
Mümini rahatlandıran, ancak Allahü teâlâya kavuşmaktır. Allahü teâlâya kavuşturduğu için ölüm sevilir. Cenneti isteyen ve ona hazırlanan insan ölümü sever...
Bütün işlerin sonunun ölüm, duracağı yerin mezar, kendisine gelenlerin Münker ve Nekir, gideceği yerin kıyâmet, ebedî kalacağı yerin, Cennet veya Cehennemden biri olduğunu bilen bir kimse için ölümü düşünmekten daha önemli, ölüm için azık toplama çâresinden daha yüksek bir tedbir olabilir mi?.. İşte bunu yapanlar ancak akıllı olanlardır. Nitekim Peygamber efendimiz buyurdu ki:
(Akıllı şu kimsedir ki, nefsine hâkim olur ve ölümden sonrası için güzel amel işler, hazırlık yapar.)
Ölüme hazırlanan kimsenin kabri Cennet bahçelerinden bir bahçe olur. Ölümü unutup, bütün maksadı zevk ve sefâ olan, âhiret azığını hâtırına bile getirmeyenin mezarı, Cehennem çukurlarından bir çukur olur. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki:
(İnsanlara nasîhat için ölüm kâfidir.)
Ölmek, yok olmak değildir. Varlığı bozmayan bir iştir. Ölüm, rûhun bedene olan bağlılığının sona ermesi, rûhun, bedenden ayrılması, insanın bir hâlden, başka bir hâle dönmesidir. Bir evden, bir eve göç etmektir. Ömer bin Abdülaziz hazretleri "Sizler, ancak ebediyet, sonsuzluk için yaratıldınız! Lâkin bir evden, bir eve göç edersiniz!" buyurdu.
Ölüm, mümine hediyedir, nimettir. Günâhı olanlara musibettir. Sâlih olan mümin, ölüm ile dünyanın, eziyet ve yorgunluğundan kurtulur.
Müminin ruhunun bedenden ayrılması, esirin hapisten kurtulması gibidir. Mümin öldükten sonra, bu dünyaya geri gelmek istemez. Yalnız şehitler, dünyaya geri gelip bir daha şehit olmak ister. Ölüm, her Müslüman için hediyedir. Müminlere yapılacak ikrâmlardan birincisi, ölümdeki sevinçtir. Mümini rahatlandıran, ancak Allahü teâlâya kavuşmaktır. Allahü teâlâya kavuşturduğu için ölüm sevilir. Cenneti isteyen ve ona hazırlanan insan ölümü sever. Çünkü ölüm olmayınca Cennete girilmez.
Kur'ân-ı kerîmde buyuruldu ki:
(Habîbim de ki: Eğer ölmekten veya öldürülmekten kaçıyorsanız, bu kaçmanızın size hiçbir faydası olmayacaktır.)
Bir kimsenin îmânı son nefeste belli olur. Bir insan bu devlete kavuşunca, Allahü teâlânın ihsânları başlar. Bu anda elbette sevinir. Saâdet sâhibi şu kimsedir ki, Azrâil aleyhisselâm gelip, (Korkma, Erhamürrâhimîne gidiyorsun. Asıl vatanına kavuşuyorsun. Büyük devlete erişiyorsun!) der. Böyle kimseye, bundan daha şerefli bir gün yoktur...
TEŞEKKÜR
Babam Feyzullah Demirbaş'ın vefatı dolayısıyla cenazesine katılan; bizzat gelerek veya telefonla, e-maille taziyelerini bildiren, acımızı paylaşan başta büyüklerimiz olmak üzere tüm dost, akraba ve yakınlarımıza sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum...
.İnsan, bu dünya için yaratılmadı!
2017-08-05 02:00:00
Mümin, ruhunu teslim edeceği vakit, rahmet meleklerini, Cennet hûrilerini görüp, onların zevki ile can verme acısını duymaz.
Basîret sâhipleri için cenâze, ölü bir ibret levhasıdır. Cenâzelerde hatırlatmak ve gaflette olanları uyarmak vardır. Ne yazık ki, gaflettekiler dâima başkalarının cenâzelerini göreceklerini ve kendilerinin ölmeyecekmiş gibi kalacaklarını sanarak gafletleri artar. Kendilerinin de tabuta girip taşınacaklarını hesâba katmazlar. Bunu düşünseler de, çok daha sonra olacağını sanırlar. Tabutlarda taşınan dostlarının da, hayatta iken aynı görüş ve düşüncede olduklarını akıllarına getirmezler. Halbuki onların bu zanları boşa çıktı. Bir tabutun geçtiğini gören kimseye yaraşan, tabut içerisinde kendisini farz etmesidir. Çünkü mutlak surette kendisi de oradan geçecektir.
Ölümün her an geleceğini düşünmelidir. Sıhhatin, gençliğin ölüme mâni olmadıklarını hatırdan çıkarmamalıdır.
Ebû Turâb-ı Nahşebî hazretleri buyuruyor ki: "Bugünü düşünürüm, dün geçti, yarın var mı?/Gençliğe de güvenmem, ölen hep ihtiyar mı?"
Can verme acısı, dünya acılarının hepsinden daha acıdır. Fakat, âhiret azâblarının hepsinden daha hafiftir. Mümin, ruhunu teslim edeceği vakit, rahmet meleklerini, Cennet hûrilerini görüp, onların zevki ile can verme acısını duymaz. Ruhu tereyağından kıl çeker gibi, kolay çıkar. Nimetlere kavuşur.
Her Müslümanın, ölüme hazırlanması lâzımdır. Bunun için de, tövbe etmeli, kul hakkı altında kalmamaya dikkat etmelidir. Kimseye kötülük yapmamalı, herkesi tatlı dil ve güler yüz ile karşılamalı, kalp kırmamalı, kimse ile münakaşa etmemelidir. Allahü teâlânın haklarını da ödemek lâzımdır. Bu hakların en mühimi, İslâmın beş şartını yerine getirmektir...
***
Padişahın birisi çölden geçiyormuş. Dört direk üstü bez bir çardağın içinde birisi yatıyor. Adam, padişahı görünce ayağa kalkmamış. "Sen neden kalkmadın, beni tanımadın mı?" diye sormuş padişah. Adamcağız, "Tanıdım" demiş. "Peki, neden kalkmadın ayağa?" deyince, derviş "Neden kalkayım ki, sen de zavallı bir kulsun, ben de. Senden kimin menfaati varsa, o seni görünce ayağa kalksın" diye cevap vermiş.
Padişah afallamış, "Sen hikmet ehli, ermiş birisine benziyorsun; peki bana ne nasihat verirsin?" demiş. Derviş, "Arkana bak!" demiş. Padişah dönüp bakıyor, ancak arkasında kimse yok! "Kimse yok ki" deyince, derviş "İşte senin gören gözlerin farklı görüyor!" demiş. Padişah "Peki sen kimi görüyorsun?" deyince, derviş şu ibretli cevabı vermiş:
"Azrail aleyhisselamı görüyorum, senin ölüm saatini, tık tık işletiyor, sayıyor!.."
.Ailesiyle iyi geçinen herkesle iyi geçinir
2017-08-11 02:00:00
Büyük İslam âlimi Hüseyin Hilmi Işık "kuddîse sirrûh" buyurdu ki: Ailesiyle iyi geçinen herkesle iyi geçinir. Onun için, buna çok dikkat edin kardeşlerim."
Öncelikle, güzel ahlâka sahip olmak için kötü huyları teşhis etmek lâzımdır. Peki bu nasıl olacak? Bu teşhisi insanın kendisi yapar. Yâhut bir âlimin, rehberin bildirmesi ile anlar. İnsan kendi kusurlarını zor görür. Güvendiği arkadaşına sorarak da, kusurunu öğrenir. Sâdık olan dost onu tehlikelerden, korkulardan koruyan kimsedir.
Düşmanlarının kendisine karşı kullandıkları kelimeler de, insana ayıplarını tanıtmaya yarar. Çünkü düşman, insanın ayıplarını arayıp, yüzüne çarpar...
Başkasında bir ayıp görünce, bunu kendinde aramak, kendinde bulursa, bundan kurtulmaya çalışmak lâzımdır. (Mümin müminin aynasıdır) hadîs-i şerîfinin manası budur.
İsâ aleyhisselâma, "Bu güzel ahlâkı kimden öğrendin?" dediklerinde "Bir kimseden öğrenmedim. İnsanlara baktım. Hoşuma gitmeyen şeylerinden sakındım. Beğendiklerimi ben de yaptım" buyurdu.
Selef-i sâlihînin, Eshâb-ı kirâmın, velilerin hayat hikâyelerini okumak da, iyi huylu olmaya sebep olur...
Kendinde kötü huy bulunan kimse, buna yakalanmanın sebebini araştırmalı, bu sebebi yok etmeye, bunun zıddını yapmaya çalışmalıdır. Kötü huydan kurtulmak, bunun zıddını yapmak için çok uğraşmak lâzımdır. Çünkü, insanın alıştığı şeyden kurtulması güçtür. Kötü şeyler nefse tatlı gelir.
Büyük İslam âlimi Hüseyin Hilmi Işık "kuddîse sirrûh" buyurdu ki: "Kızdığı zaman, gücü kuvveti olduğu hâlde, hiç kötülük yapmayan, intikam almayan kimse, kıyâmette istediği Cennet köşküne gidecek. Kolay değil ama, kızdığı zaman kalp kırmayan kimse, ehl-i Cennettir... Ailesiyle iyi geçinen herkesle iyi geçinir. Resulullah efendimiz (Ailelerinize hakâret etmeyiniz. Ailelerinizle iyi geçininiz) buyuruyor. Onun için, buna çok dikkat edin kardeşlerim."
***
Bir zamanlar çok büyük bir âlim varmış, çok kitap yazmış. O âlimin bir özelliği varmış. Hiçbir zaman "ben" demezmiş. Şöhreti her tarafa böyle yayılmış... Bir gün mütevazı giyinmiş, bir köye gitmiş. Köyün medresesine gidince kürsüde hoca efendi onun yazdığı kitaptan anlatıyormuş. Ancak, hoca efendi bir yeri yanlış anlatıyormuş. Bu âlim dayanamamış ve hocayı ikaz etmiş. Tabiî hoca, o âlimi tanımadığı için "Sen kim oluyorsun da beni böyle ikaz ediyorsun, sonra sen bundan ne anlarsın?" demiş. Âlim zat, sabredemeyip "Bu kitabı ben yazdım" deyince, hoca efendi, "Bu kitabı yazan hiçbir zaman 'ben' demez. Sen bir sahtekârsın!" demiş. Âlim bu sözle kendisine gelmiş ve oradakilere şu ibretli sözleri söylemiş:
"Öfkelenince aklım başımdan gitti, örtülü olan kötü huyum ortaya çıktı ve beni rezil etti!.."
."Böyle askerlerle zafer kazanılmaz!"
2017-08-12 02:00:00
Batılıların "Muhteşem Süleyman" dediği Kanunî, haçlı saldırılarına son vermek için ordusuyla sefere çıkmıştı. Ordu, Belgrad'a doğru ağır ağır ilerliyordu...
Osmanlı'nın başında Kanuni Sultan Süleyman Han vardı... Batılıların "Muhteşem Süleyman" dediği Padişah, haçlı saldırılarına son vermek için ordusuyla sefere çıkmıştı. Ordu, Belgrad'a doğru ağır ağır ilerliyordu. Güzergâhta mecburen bağların ve bahçelerin aralarından geçiliyordu. Hava çok sıcak olduğundan asker susuzluktan kıvranıyordu.
Çok güzel üzümleri bulunan, bir bağdan geçerken, askerin biri dayanamayıp, bir salkım üzüm kopararak susuzluğunu giderdi. Sonra da, asmaya, bir kese içinde, yediği üzümün çok üzerinde bir para bağlayarak, yoluna devam etti.
Çok geçmeden mola verildi. Asker, kan ter içinde bir köylünün koşarak geldiğini gördü. Hıristiyan köylü ısrarla Padişah ile görüşmek istiyordu. Köylüyü Kanunî’nin huzuruna götürdüler. Padişah sordu:
- Nedir bu hâlin, kan ter içinde kalmışsın, yoksa askerler bir zarar mı verdi?
- Ben şikâyet için değil memnuniyetimi bildirmek için geldim. Böyle bir askeri, böyle bir komutanı tebrik etmemek insafsızlık olur.
- Askerlerim sizi memnun edecek ne yapmışlar?
- Askerleriniz bağımdan geçtikten sonra, asmanın dalında bağlı bir kese gördüm. İçini açtığımda para vardı. Dikkatli baktığımda, bir salkım üzümün koparıldığını fark ettim. Anladım ki koparılan üzümün parası olarak bırakılmış. Sizde böyle güzel ahlaklı asker olduğu müddetçe sırtınız yere gelmez.
Kanuni, derhal o askerin bulunmasını emretti. Hıristiyan köylü, bu askere ne gibi mükafat verilecek diye merakla beklemeye başladı... Nihayet asker bulunup, Padişahın huzuruna getirildi. Kanuni,
-Niçin izinsiz iş yaparsın? Parası verilmiş olsa bile, sahibinden habersiz mal almanın caiz olmadığını bilmiyor musun? diye askeri azarladı. Sonra da;
-Bu asker derhal ordudan uzaklaştırılsın! diye emir verdi.
Hıristiyan köylü heyecan ve şaşkınlıkla Kanuni’ye sordu:
- Ben bu askerin mükafatlandırılması için gelmiştim, siz onu niye cezalandırdınız?
"Muhteşem Süleyman"ın verdiği cevap çok manidardı:
- Böyle davranan bir askerle zafer kazanılmaz. Bunun için ordudan attım. Eğer aldığı üzümün parasını bırakmamış olsaydı, zalimlerden olurdu ve o zaman daha ağır cezaya çarptırılırdı...
."Yalanla îmân bir arada bulunmaz!"
2017-08-18 02:00:00
Hazret-i Âişe (radıyallahü anha) vâlidemiz buyurdu ki: "Eshâb-ı kirâm indinde yalandan daha kötü bir şey yoktur. Çünkü, yalanla îmânın bir arada bulunmadığını bilirlerdi."
Yalan, günâhların en çirkini, ayıpların en fenası, kalpleri karartan bütün kötülüklerin başıdır. Peygamber efendimizin en sevmediği huydur. Eshâb-ı kirâm da en çok yalana buğzederdi. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki:
(Îmân sâhibi, her hatâya düşebilir. Fakat, hâinlik yapamaz ve yalan söyleyemez.)
Abdullah bin Âmir hazretleri anlatır:
Ben küçüktüm. Resûl-i Ekrem evimize gelmişti. Oynamaya gidiyordum. Annem bana, "Abdullah gel, sana bir şey vereceğim" dedi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem, (Ona ne verecektin?) buyurunca, o da "Hurma vereceğim" dedi. Bunun üzerine Peygamber efendimiz buyurdu ki:
(Dikkat et, eğer bir şey vermeyip aldatmak için söyleseydin, sana bir yalan günâhı yazılırdı.)
Hazret-i Lokman Hakîm oğluna buyurdu ki:
"Oğlum, yalandan sakın, zira o serçe eti kadar tatlıdır. Ondan az kimseler kurtulabilir."
Hazret-i Âişe vâlidemiz "Eshâb-ı kirâm indinde yalandan daha kötü bir şey yoktur. Çünkü, yalanla îmânın bir arada bulunmadığını bilirlerdi" buyurdu.
Yalan söylemek harâmdır. Ancak üç yerde câizdir: Harbde, iki Müslümanı barıştırmak için, hanımı ile iyi geçinmek için. Zâlimden, bir Müslümanın bulunduğu yeri, malını, günâhını saklamak câizdir. İki Müslümanın, karı-kocanın arasının açılmasını önlemek için, malını korumak için, Müslümanın ayıbının meydana çıkmaması için ve bunlar gibi harâmları önlemek için, yalan câiz olur...
İyiliğe vesile olan yalan, fitneye sebep olan doğrudan makbul olduğu için, insanlığın faydası için bazı yerlerde yalan söylemekle insan yalancı olmaz.
***
Bir kimse, hükümdarın şahsına karşı büyük bir suç işler ve idâma mahkûm olur. Bu kimse nasıl olsa öldürüleceğim diye, "Hükümdar şöyledir, hükümdar böyledir..." diye ağzına gelen kötü sözleri haykırmaya başlar. Biraz sonra hükümdar gelir. Oradaki iki vezirden birine sorar:
- Bu adam deminden beri ne söylüyordu?
Birinci vezir der ki:
- Hükümdarım bu adam, "Affedenlerin yeri Cennettir" diyerek sizden af talebinde bulunuyordu.
Bunun üzerine hükümdar suçluyu affeder. Fakat ikinci vezir, ortaya atılıp der ki:
- Hükümdarım bu vezir yalan söylüyor. Bu adam size kötü sözler söylüyordu.
Hükümdar, doğru söyleyen vezire der ki:
- Ey vezir! Öteki vezir yalan söylemekle bu mahkûmu kurtarmıştı. Sen ise yersiz doğru söylemekle hem mahkûmun, hem de vezirin ölümüne sebep olmak istiyorsun!
.Güzel ahlâk, eziyetleri sineye çekmektir...
2017-08-19 02:00:00
Başkasının kötü ahlâkından şikâyet eden kimsenin kendisi kötü ahlâklıdır. Başkalarının kötülüklerinden bahsediyorsak, bu kendimizin kötü olduğunun alâmetidir...
Güzel ahlâk, ilim ve edep öğrenmekle, iyi insanlarla arkadaşlık etmekle elde edilir. Kötü ahlâk da bunun tersidir. Yâni cahil kalmak, edepsiz olmak, kötü insanlarla arkadaşlık etmekten hâsıl olur.
Cenâb-ı Hak, Peygamber aleyhisselâmı överken (Gerçekte sen büyük bir ahlâk üzeresin) buyurmaktadır. İyi insan, iyi ahlâklı insan demektir. Dinimiz iyi huylar edinmemizi, kötü huylardan kaçınmamızı emretmektedir.
Ahlâk hakkında İslâm âlimleri buyuruyor ki:
"Her binanın bir temeli vardır. İslâmın temeli de güzel ahlâktır."
"Kötü ahlâklı kimse, parçalanmış testiye benzer. Ne yamanır, ne de eskisi gibi çamur olur."
"Kötü ahlâk, öyle bir fenalıktır ki, onunla yapılan birçok iyilikler fayda vermez. Güzel ahlâk, öyle bir iyiliktir ki, onunla yapılan günâhlar affa uğrar."
"Güzel ahlâk, harâmlardan kaçıp helâli aramak, diğer insanlarla olduğu gibi aile efradıyla da iyi geçinip onların maişetlerini temin etmektir."
"Güzel ahlâk, Yaratanı düşünerek, yaratılanları hoş görmek, onların eziyetlerine sabretmektir."
Bir Müslümana çatık kaşla bakmak harâmdır. Güleryüzlü olmayan kimse mümin sıfatlı değildir. Herkese karşı güleryüzlü olmalıdır.
Başkasının kötü ahlâkından şikâyet eden kimsenin kendisi kötü ahlâklıdır. Başkalarının kötülüklerinden bahsediyorsak, bu kendimizin kötü olduğunun alâmetidir. Güzel ahlâk, eziyetleri sineye çekmektir...
Güzel ahlâklı olmanın alâmeti şunlardır: İnsaflı olmak, arkadaşlarının hatâsını görmemek, hüsn-i zan etmek, su-i zandan (kötü zandan) kaçınmak, arkadaşlarının eziyetlerine göğüs germek, onlardan şikâyetçi olmamak, hep kendi ayıp ve kusurlarıyla meşgûl olmak, kendi nefsini kınamak, güler yüzlü olup, herkesle yumuşak konuşmaktır.
Güzel ahlâklı kimse, edeplidir az konuşur, hatâsı azdır, gıybet etmez, Allah için sever, Allah için buğzeder, emanete riâyet eder, komşu ve arkadaşını korur. Bütün hasletlerin başı ise hayâdır...
Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:
(Sizin îmânca en güzeliniz, ahlâkça en güzel olanınızdır.)
(Din, güzel ahlâktır.)
***
Güzel ahlâklı bir kimsenin kötü huylu bir hanımı vardı. Gayet iyi geçiniyorlardı. Kötü huylu hanımla nasıl iyi geçindiği sorulunca, iyi ahlâklı kimse şöyle cevap verdi:
"İyilerle herkes geçinir. Marifet, kötü ile geçinebilmektir. Onun kötü huyuna sabredemezsem benim iyi huylu olduğum nereden belli olacaktır?"
.Nizâm ve intizâm doğruluk iledir...
2017-08-25 02:00:00
"Doğru olunuz, doğruluk gerçeği, gerçek de Cennet yolunu gösterir. Bir kimse doğruluktan ayrılmaz, doğruluğu düstur edinirse, Allah indinde o kimse sıddîklardan olur."
Dil, iyi kullanıldığı zaman saâdete, kötü kullanıldığı zaman felâkete götürür. Lokman Hakîm hazretlerine, "Sen bu makama nasıl yükseldin?" diye sorduklarında, "Doğru konuşup, emânete riayet etmekle ve faydasız sözü terk etmekle" buyurdu...
Yalancılık ne kadar kötüyse, doğruluk da o kadar iyi, güzel ve fazîletlidir. Peygamber aleyhisselâma olgunluğun alâmeti sorulduğunda, (Doğru konuşmak ve doğrulukla iş yapmaktır) buyurdu.
Sadâkat (doğruluk) hakkında İslâm âlimleri buyuruyorlar ki:
"En güzel amel doğruluk, en çirkini de yalancılıktır."
"Dünyada doğru insan görmedim diyen kimse, eğer kendisi doğru olsaydı, doğru olanları bulurdu."
"İslâm dini, üç temel üzerindedir. Bunlar; hak, sadâkat ve adâlettir."
"Bir insanda üç şey bulunduğu vakit, onun sâlih bir insan olduğu anlaşılır. Bunlar, nefsani arzulardan uzak olmak, Allah rızâsı için doğruluk, helâl ve temiz yemektir."
"Günâhların içinde bocalayan kimsenin doğruluğu bulması çok zordur."
Her şeyin başı doğruluktur. Her işin nizâm ve intizâmı doğruluk iledir. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:
(Şüphelendiğin bir şeyden uzaklaş! Şüphe vermeyene sarıl! Doğruluk, sükûn ve huzurdur.)
(Doğru olunuz, doğruluk gerçeği, gerçek de Cennet yolunu gösterir. Bir kimse doğruluktan ayrılmaz, doğruluğu düstur edinirse, Allah indinde o kimse sıddîklardan olur.)
Tam sâdık, tam doğru, yâni sıddîk olabilmenin şartları vardır: Doğru sözlü olmalıdır... Niyette ihlâs şarttır... Azminde doğru olmalıdır... Verdiği sözde durmalıdır... Doğru iş yapmalıdır...
Bütün işlerde doğru olmalıdır. Mevlânâ hazretleri Mesnevî'de buyuruyor ki: "Doğruluk ve yanıp yıkılmışlık velîlerin âdetidir..."
***
Hasan-ı Basrî hazretleri bir gün, kendisine zulmetmek isteyenlerden kaçıp, Habib-i Acemî hazretlerinin evine saklandı. Zâlimin zulmünden kurtulmak için yalan söylemek câiz olduğundan, "Soran olursa yok dersin" dedi. Biraz sonra peşindeki adamlar gelip sordular;
"Aradığınız adam içeride" diye cevap verdi. Adamlar içeriyi iyice aradılar. Bulamayınca, Habib-i Acemî hazretlerine;
"Seni yalancı, seni..." diye homurdanarak oradan ayrıldılar...
Hasan-ı Basrî hazretleri; "Senin yaptığın uygun muydu?" diye sordu. Habib-i Acemî hazretleri;
"Doğru söylemenin bereketiyle ikimiz de kurtulduk" diye cevap verdi...
Allahü teala doğruluktan ve doğrulardan ayırmasın...
."Kıyamete yakın ilim azalır, cehalet artar"
2017-08-26 02:00:00
Asr-ı saadetten uzaklaştıkça ilim azalacak, cehalet çoğalacaktır. Cahillik çoğalınca da, sapıklar türeyecek, halkı sapıtmaya çalışacaklardır. Sünneti bid’at gibi göstereceklerdir.
Bidat, "sonradan çıkarılan şey" olarak tarif ediliyor. Bu da ya âdette ya da ibadette olur... Sevap beklenilmeden, dünya menfaati için yapılan şeyler "âdette bidat"tir. Âdette bidat, bir ibadeti bozmazsa veya dinin yasak ettiği bir şey değilse günah olmaz. Mesela; ceket, pardösü giymek, çay ve kahve içmek böyledir...
Resulullahın ve dört halifesi zamanında bulunmayıp da, dinimizde, sonradan meydana çıkarılan, uydurulan inanışlara, sözlere, işlere, şekillere ve âdetlere ise "ibadette bidat" denir. İbadetlere bidat karıştırmak büyük günahtır. Bidatlerin bazıları küfür, bazıları ise büyük günahtır. Hadis-i şerifte, (Her bidat sapıklıktır) buyuruldu.
Bidat çıkaran, dinde noksanlık görüp bazı hükümleri değiştirmeye, yeni hükümler koymaya çalışır. Sahih hadisleri uydurma zanneder, İslam âlimlerini beğenmez. Bidat ehli kibirlidir... İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
"Bidat ehli, yapacağı değişikliklerle, dini düzelteceklerini, olgunlaştıracaklarını zannederek bidat çıkarıyor, bidatlerin zulmetleri ile sünnetin nurunu örtmeye çalışıyorlar. Bunlar, dinin noksanlıklarını tamamladıklarını iddia ediyorlar. Bilmiyorlar ki din noksan değil, kâmildir. Dini noksan sanıp, tamamlamaya [çağa uydurmaya, çeşitli bidatler çıkarmaya] çalışmak, Maide suresinin, (Bugün sizin için dininizi ikmâl eyledim. Üzerinize olan nimetimi tamamladım ve size din olarak İslamiyet’i vermekle razı oldum) mealindeki 3. âyetine inanmamak olur." (m. 260)
Peygamber efendimiz buyuruyor ki:
(Kıyamete yakın ilim azalır, cehalet artar.) Bundan anlaşılıyor ki, asr-ı saadetten uzaklaştıkça ilim azalacak, cehalet çoğalacaktır. Cahillik çoğalınca da, sapıklar türeyecek, halkı sapıtmaya çalışacaklardır. Sünneti bidat gibi gösterecekler, bidatleri de sünnetmiş gibi cilalayıp halka sunacaklardır. Yani hakkı bâtıl olarak gösterecekler, bâtılları hak olarak sunacaklardır. Böyle yapılınca da, o milletin sapıtması kaçınılmaz olur. Bir hadis-i şerif meali de şöyledir:
(Hidayete kavuşan hiçbir topluluk, hakkı bâtıl, bâtılı hak göstermeye çalışmadıkça, dalâlete düşmez, yani sapıtmaz.)
Bugünkü yazımızı; böyle bir 26 Ağustos'ta Malazgirt zaferiyle Anadolu kapılarını bizlere açan ve bidat fırkalarıyla çok mücadele eden Büyük Selçuklu Sultanı Muhammed Alparslan'ın bir sözüyle bitirelim:
“Biz, bu ülkeleri Allahü tealanın izniyle silah kuvveti ile aldık. Temiz Müslümanlarız, bidat nedir bilmeyiz. Bu sebepledir ki, Allahü teala, halis Türkleri aziz kıldı...”
.Bayram günlerinde sevinmek gerekir…
2017-09-01 02:00:00
"Birbirine dargın iki kişiden, hangisi önce selam verirse, günahları affolur. Verilen selamı öteki almazsa, melekler alır. Selam almayana da şeytan, sevinçle iltifatta bulunur."
Bugün Kurban Bayramının birinci günü… Bayram günlerinin fazileti büyüktür. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Rahmet kapıları dört gece açılır. O gecelerde yapılan dua, tevbe reddolmaz. Ramazan Bayramının ve Kurban Bayramının birinci geceleri, Berat gecesi ve Arefe gecesi.)
(Şu beş gecede yapılan dua geri çevrilmez: Regaib gecesi, Berat gecesi, Cuma gecesi, Ramazan ve Kurban Bayramı gecesi.)
Bayramda erken kalkmak, gusletmek, misvak kullanmak, güzel koku sürünmek, yeni ve temiz elbise giymek, sevindiğini belli etmek, yüzük takmak, karşılaştığı müminlere güler yüzle selam vermek, fakirlere çok sadaka vermek, İslamiyet'e doğru olarak hizmet edenlere yardım etmek, dargınları barıştırmak, akrabayı, din kardeşlerini ziyaret etmek, onlara hediye götürmek sünnettir. Bayram gecelerini ihya eden, büyük saadete kavuşur...
Bir hadis-i şerif meali şöyledir:
(Bayram gecelerini ihya edenin kalbi, kalplerin öldüğü günde ölmez.) [Taberani]
Bayram günlerinde sevinmek, neşelenmek gerekir. Hazret-i Ebu Bekir, kızı Âişe validemizin evine gidince, iki cariyenin tef çalıp oynadığını gördü. Ensar-ı kiramın kahramanlıklarını övüyor, destan söylüyorlardı. Hazret-i Ebu Bekir, Resulullahın evinde böyle şey yapılmasının uygun olmayacağını bildirerek, onların susmalarını söyledi. Düğünlerde ve bayramlarda, kadınların tef çalmaları caiz olduğu için, Peygamber efendimiz, Hazret-i Ebu Bekir’e, (Onlara mâni olma! Her kavmin bir bayramı vardır, bu da bizim bayramımızdır. Bayram, sevinç günleridir) buyurdu. (Buhari)
Dargın olanların, bayramı beklemeyip, hemen barışması gerekir. Allahü teâlâyı ve Peygamber efendimizi seven, insanların kusurlarına bakmaz, hoşgörülü olur. İyi insan, [mümin], herkesle iyi geçinir. Başkalarına sıkıntı vermediği gibi, onlardan gelecek eziyetlere de katlanır. Bir kusuru için kimseye darılmamak gerekir.
Dargınlık olsa bile üç günden fazla sürmemeli. Şayet bayrama kadar süren bir dargınlık olduysa, daha fazla gecikmeden barışmalı. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Birbirinizle münasebeti kesmeyin! Birbirinize arka çevirmeyin! Birbirinize kin ve düşmanlık beslemeyin! Birbirinizi kıskanmayın! Ey Allah’ın kulları kardeş olun! Bir Müslümanın diğer kardeşine darılarak üç günden çok uzaklaşması helâl değildir.) [Buhari]
(Müslümana üç günden fazla dargın duran Cehenneme gider.) [Nesai]
(Birbirine dargın iki kişiden, hangisi önce selam verirse, günahları affolur. Verilen selamı öteki almazsa, melekler alır. Selam almayana da şeytan, sevinçle iltifatta bulunur.) [İbni Ebi Şeybe]
Bayramınız mübarek olsun efendim...
.Hâbil’in kabul olan kurbanı ve Kâbil
2017-09-02 02:00:00
Hâbil ve Kâbil, Âdem aleyhisselâmın oğullarıdır. Bir gün ikisi arasında büyük bir ihtilâf çıktı. Kâbil haksız olmasına rağmen anlaşmazlığa son vermiyordu!..
Bugün Kurban Bayramının ikinci günü… Böyle bir günde size Âdem aleyhisselâmın oğulları Hâbil ve Kâbil'in adak kurbanından bahsetmek istedim efendim. Çünkü gerçekten ibretlik bir hadise...
Resûlullah efendimiz buyurdu ki: "Hayra delalet eden [yol gösteren, sebep olan, önderlik eden] o hayrı yapan gibi sevaba kavuşur. İyi bir çığır açana, onun sevabı ve kıyamete kadar onunla amel edenlerin sevabı kadar sevap yazılır. Kötü bir çığır açana da, onun günahı ve kıyamete kadar onu işleyenlerin günahı kadar günah yazılır."
Hâbil ve Kâbil, ilk insan ve ilk peygamber Âdem aleyhisselâmın oğludur. Bir arada büyüdüler. Ancak, bir gün ikisi arasında büyük bir ihtilâf çıktı. Kâbil haksız olmasına rağmen anlaşmazlığa son vermiyordu. Babaları nasihat etti ise de Kâbil iknâ olmadı. Bunun üzerine hazreti Âdem; “Mâdem bu ihtilâfa son vermiyorsunuz, Allahü teâlâ her şeyi en iyi bilendir. Bu işi halletmek üzere her biriniz Allah için birer kurban adasın” dedi... Babalarının bu sözünü kabul ettiler.
Hâbil’in mesleği çobanlıktı. Koyunların arasından en iyisini alıp getirdi. Kâbil ise çiftçilik yapmaktaydı. Biçtiği buğdayların arasından en cılızlarını, kötülerini ayırıp bir demet getirdi. Böylece her ikisi de kendi adaklarını bir tepenin üzerine koydular. Âdem aleyhisselâm duâ etti. Gökten bir parça ateş düştü ve Hâbil’in koyununu bir iz bırakacak kadar yaktı. O zamanki şeriate göre ilâhî bir hikmetle Allahü teâlâ kabul buyurduğu kurban üzerine bir ateş gönderir ateş onu yakıp yok ederdi. Kabul olmayan kurban ise olduğu gibi kalırdı. Böylece Hâbil’in haklı olduğu anlaşıldı. Fakat Kâbil’in niyeti temiz olmadığından bu anlaşmayı kabul etmedi. İşi daha da ileriye götürerek Hâbil’i öldürmekle tehdit etti. Hâbil; “Bana elini kaldırırsan, sana karşılık vermeyeceğim. Böyle bir şey yaparsan, yerin Cehennem olur” dedi.
Kâbil kininden vazgeçmedi. Bir gün ıssız bir yerde Hâbil’in başına vurarak öldürdü. Hâbil’in cesedini ne yapacağını düşünüyordu. Etrafına bakınırken bir karganın bir kargayı öldürdüğünü ve leşini toprakla kapattığını gördü. O da Hâbil’in cesedini toprağa gömdü ve oradan ayrıldı. Fakat huzuru kaçtı. Çok kötü bir iş yaptığından ve büyük bir günâh işlediğinden dolayı çok bedbahttı...
Peygamber efendimiz "sallallahü aleyhi ve sellem" Kâbil hakkında “Zulüm ile öldürülen her insanın kanından (günâhından) hazreti Âdem’in birinci oğlu Kâbil’e bir pay ayrılır. Çünkü cinâyeti âdet edenlerin önderi oldu” buyurdu.
.Bol rızık ve uzun ömür isteyenler...
2017-09-08 02:00:00
Allahü teâlâ, Müslüman olan ve salih olan akrabayı ziyareti emretmektedir. Hiç olmazsa haftada veya ayda bir ziyaret etmeli, kırk günü geçirmemelidir.
Salih akrabaları, arkadaşları, din kardeşlerini, komşuları ziyaretin önemi büyüktür... Allahü teâlâ, Müslüman olan ve salih olan akrabayı ziyareti emretmektedir. Hiç olmazsa haftada veya ayda bir ziyaret etmeli, kırk günü geçirmemelidir. Uzak memlekette ise, mektupla, telefonla gönlünü almalıdır. Akrabası gelmese, cevap vermese de, giderek veya hediye, selam göndererek, yahut mektup ile yoklamaktan vazgeçmemelidir...
Allahü teâlâ buyurdu ki:
"Ey insanoğlu, malın ile akraba ve yakınlarını ziyaret et! Eğer malında cimrilik yaparak onlara bir şey götürmezsen, yahut onlara verecek kadar bir şeyin olmazsa, o takdirde hiç değilse ayaklarınla yürüyerek onlara ziyarette bulun."
Peygamber efendimiz de buyurdu ki:
(Sıla-i rahm [yakınlarını ziyâret] hediye ile olur. Eğer bir kimse mal ile yardım etmeye kadir değilse ziyâretine gitsin. Eğer ziyâretine gitmeye kadir olamazsa bir işini görmek suretiyle yardım etsin. Yâhut herhangi bir şekilde hatır sormakla yardım etsin. Eğer çok uzakta bulunursa mektup yazıp göndermekle yardım etsin.)
Sıla-i rahim Arş'ta asılıdır. Gece gündüz oradan şöyle seslenir:
"Yâ Rabbî, senin rızân için sıla-i rahim yapanları kendine yakın et. Sıla-i rahimi terk edenleri kendinden uzaklaştır."
Hasan-ı Basrî hazretleri buyurdu ki:
"İnsanlar, ilmi öğrenip fakat amel etmedikleri; birbirlerini sadece lafta sevip, fakat içlerinden düşmanlık besledikleri ve sıla-i rahmi terk ettikleri zaman, Allahın laneti onların üzerine olur. Allah, onların kulaklarını sağır, gözlerini kör eder..."
Akrabâ, dost ziyâretleri, insanın ömrünün uzamasına sebep olur. Nice insanların, üç günlük ömürleri akrabâ ziyâreti sebebiyle 30 yıl uzamıştır.
Peygamber efendimiz buyurdu ki:
(Rızkının bol, ömrünün uzun olmasını isteyen, sıla-i rahm etsin!)
Bir gün Davud aleyhisselama iki kişi gelerek birbirlerinden şikâyetçi oldular. Hazret-i Azrail gelip;
-Bu iki kişiden birinin eceline bir hafta kaldı. İkincisinin ömrü de, bir hafta önce bitmişti; ama ölmedi, dedi. Hazret-i Davud, hayret edip sebebini sorunca Azrail aleyhisselam şu cevabı verdi:
-İkincisinin bir akrabası vardı. Buna dargın idi. Bu gidip onun gönlünü aldı. Bunun için Allahü teâlâ, bunun ömrünü 20 yıl uzattı...
Her sene gidemesek de birkaç senede bir, senelik izinlerimizde, fırsat buldukça memleketimize uğrayıp, akrabalarımızın, baba dostlarının gönlünü alalım...
.Cehennem ateşinin dokunmadığı insanlar!
2017-09-09 02:00:00
"Üç sınıf insana Cehennem ateşi dokunmaz: Bunlar, kocasına itaat eden kadın, ana-babasına iyilik eden evlât ve insanlara merhamet eden kimsedir."
Anaya, babaya iyilik ve ihsân, evlât üzerine farzdır. Allahü teâlâ İsrâ sûresinde buyuruyor ki:
(Ana ve babadan biri veya ikisi ihtiyârladığında usanıp da öf deme! Ağır söz söyleme! Onlarla yumuşak ve tatlı konuş!)
Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki:
(Üç sınıf insana Cehennem ateşi dokunmaz: Bunlar, kocasına itaat eden kadın, ana-babasına iyilik eden evlât ve insanlara merhamet eden kimsedir.)
Evlât, ana-babasına şefkat, merhamet ve sevgi ile bakınca ona, böyle bir bakışı için, kabul edilmiş bir hac sevâbı verilir. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem): (Babasına ve annesine merhamet nazarı ile bakan evlâda, hac ve umre sevâbı yazılır) buyurdu. Günde bin defa bakarsa da böyle midir? diye sorulunca: (Günde yüz bin defa baksa da...) buyurdu.
Birisi Peygamber aleyhisselâma dedi ki:
- Yâ Resûlallah, yanımda yaşlı anam vardır. Elimle yedirip içiriyorum. Abdestini aldırıyorum. Sırtımda gezdiriyorum. Hakkını ödemiş olur muyum?
Peygamber aleyhisselâm buyurdu ki:
- Hayır, yüzde birini bile ödemiş olamazsın. Ancak iyilik ediyorsun. Allahü teâlâ bu az iyiliğine karşılık çok sevâp ihsân eder.
***
Mûsâ aleyhisselâm bir gün, "Yâ Rabbî, bana Cennetteki arkadaşımı göster!" dedi. Allahü teâlâ: "Filân şehrin, filân çarşısına git. Orada bir kasap vardır. Yüzü şöyle, boyu şöyledir. Senin Cennetteki arkadaşın odur" buyurdu. Mûsâ aleyhisselâm o dükkâna gitti. Güneş batıncaya kadar orada kaldı. Akşam olunca, kasap, bir parça et alıp, zembiline (sepet) koydu. Dükkândan ayrılırken, Mûsâ aleyhisselâm, "Ey genç, misâfir için, yanında yer var mı?" buyurdu. Genç "evet" deyip, beraber gittiler... Eve gelince, genç, bu etten güzel bir çorba pişirdi. Sonra evin bir köşesinden bir zembil daha çıkardı. İçinde çok yaşlı, zayıf, güçsüz bir kadın vardı. Onu zembilden çıkardı. Bir kaşık alıp doyuncaya kadar ağzına yemek koydu. Sonra elbisesini yıkadı, kuruttu ve yine ona giydirdi. Sonra tekrar zembile yerleştirdi... Bu esnâda annesinin dudakları kımıldadı. Sonra adam zembili alıp yerine bıraktı...
Bunları gören Mûsâ aleyhisselâm: "Bu yaptıkların nedir?" diye sordu. "Bu benim annemdir. Çok yaşlandı. Gücü tâkati yok. Çarşıdan gelince, onu yedirmeden, doyurmadan, ne yerim, ne de içerim" dedi. Bunun üzerine Mûsâ aleyhisselâm, "O esnâda annenizin dudaklarını kımıldattığını gördüm" deyince "Yâ Rabbî, oğlumu Cennette Mûsâ aleyhisselâma arkadaş eyle, diye duâ eder" dedi. O zaman Mûsâ aleyhisselâm; "Gözün aydın olsun, Mûsâ benim ve Cennetteki arkadaşım sensin" buyurdu...
.Fakir ve dertlilerin kalplerini kırma!..
2017-09-15 02:00:00
Büyük velî Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (kuddîse sirrûh) buyurdu ki: "Define, yıkık yerlere saklanır. Sakın fakir ve dertlilerin kalbini kırma, ahlarını alma!.."
Müslüman, her bakımdan örnek insan demektir. Her geçimsizlikte, sıkıntıda kusuru kendisinde görür. Kimseyle münakaşa etmez. Kalpleri "Allah'ın evi" bildiği için bir kalbi incitmekten çok korkar.
İslam büyükleri buyuruyor ki: "Kalp, Beytullahtır. Yani (Allahın evidir.) Onun için kalp kırmamalı. Hattâ kâfirin kalbini bile kırmak câiz değildir..."
Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki:
(Bir Müslümânı haksız yere incitmek, Kâbe'yi yetmiş kere yıkmaktan daha günâhtır.)
Abdüllah Beylânî hazretleri diyor ki: "Dervişlik, yalnız namaz, oruç ve geceleri ibâdet yapmak değildir. Bunlar, herkesin yapacağı kulluk vazîfeleridir. Dervişlik, kalp kırmamaktır."
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî buyurdu ki: "Define, yıkık yerlere saklanır. Sakın fakir ve dertlilerin kalbini kırma, ahlarını alma!.."
Kendimiz yüzde yüz haklı bile olsak, eğer karşımızdaki mümin özür dilemişse, özrünü kabul etmelidir! Özrü kabul etmek ve kusurları affetmek, Allahü teâlânın sıfatlarındandır. Özür beyan eden Müslüman kardeşinin özrünü kabul etmemek, sû-i zan olur. Müslümâna sû-i zan ise câiz değildir.
Karşımızdaki insanı kendimizden aşağı görmek kibirlenmek olur. Kibir ise büyük günâhtır. Allahü teâlânın bütün sıfatları günahlara düşmandır. Ama kibirli olana, sivri dilli olanlara Allahü teâlânın zatı düşmandır. Allahü teâlâ "Kim bana bunda ortak olmaya kalkarsa onu hiç acımam Cehenneme atarım. Çünkü Kibriya ve azamet bana aittir" buyuruyor.
Kalp kırmaya sebep olan kötü huylardan biri de münâkaşadır. Hadîs-i şerîfte, (Haklı bile olsa, münâkaşadan vazgeçmedikçe, kişinin imânı tamam olmaz) buyuruldu...
Her çeşit kötülükten kaçarak iyi insan olmalıdır. Peygamber efendimiz ümmetine hitaben (İnsanların en iyisi, insanlara iyilik edendir. İnsanların en kötüsü, insanlara zarar verendir) buyurdu. O hâlde her Müslümân imânı düzelttikten sonra, iyi insan olmaya, insanları sevindirmeye çalışmalıdır! İnsanları sevindirenleri Allahü teala sevindirir. İnsanları üzeni Allahü teala üzer. Cenâb-ı Hakkın üzdüğü kimseyi ise kimse tedavi edemez...
***
İslam büyüklerinden bir mübarek zat buyurdu ki:
Üç "zâde"nin (çocuğun) kalbini kırmaktan çok sakınmak lazımdır.
1- Şehzâde. Babası, sultandır, padişahtır çünkü...
2- Seyyidzâde. Dedesi Resulullahtır "aleyhissalatü vesselam". Evlada yapılan babaya yapılmış demektir. Evlad-ı resulün (seyyidlerin, şeriflerin) kalbini kıran yanar.
3- Pirzâde. Babası hocandır. Ona yaptığın hocana gider. Artık onu üzenin akıbeti ne olur, kimse bilemez!..
.İmândan sonra en üstün ibâdet!..
2017-09-16 02:00:00
Cebrâil aleyhisselâm, 4000 âhiret senesinde iki rekat namaz kılar ve "Yâ Rabbi! Kâinat yaratıldığından beri acaba böyle namaz kılan başka bir kulun oldu mu, var mı?" diye sorar.
Âdem aleyhisselamdan beri her dinde namaz var idi. Her ümmete bir vakit farz idi; kimine sabah namazı, kimine akşam namazı... Her ümmete ayrı farz olan namazlar, Muhammed aleyhisselamın ümmetine hepsi birden farz oldu...
Dinimizde, imândan sonra en üstün ibâdetin namaz olduğu bildirildi. Resulullah Efendimiz bu hususta şöyle buyurdu:
"Ey ümmet ve eshâbım! Tamamıyla edâsına riâyet olunan namaz, Allahü teâlânın hoşnut olduğu bütün amellerin en efdalidir. Peygamberin sünnetidir. Meleklerin sevdiğidir. Rızkın bereketidir. Duânın kabûlüdür. Melek-ül mevt (Azrail aleyhisselam) arasında şefâatçidir. Kabirde ışıktır. Münker ve Nekir'e cevaptır. Kıyâmet gününde üzerine gölgedir. Cehennem ateşi ile kendi arasında siperdir. Sırat Köprüsü'nü yıldırım gibi geçiricidir. Cennetin anahtarıdır. Cennette başına taçtır. Allahü teâlâ mü'minlere namazdan ehemmiyetli bir şey vermemiştir. Eğer namazdan efdâl bir ibâdet olsaydı, en önce mü'minlere onu emrederdi. Zîra meleklerin kimi ayakta, kimi rükü'da, kimi secdede, kimi de teşehhüddedir. Bunların hepsini bir rek'at namazda toplayıp mü'minlere hediyye verdi. Zîra, namaz îmânın başı, gözün nûru ve Cehennemden kurtarıcıdır."
Namaz, çirkin, kötü ve yasak olan şeylerden insanları meneder. Günâhların kefâretidir. Güzelliği, diğer ibâdetlerden ayrı olarak, îmân gibi kendindendir. Kendisinde, en ziyâde ibâdetleri toplayan ve insanı Cenâb-ı Hakka en ziyâde yaklaştıran bir ameldir.
Din büyükleri, "Namaz hayattır. Namaz ve nefes aynı şeydir. İnsan nefes alıyorsa namaz kılar. Nefes almıyorsa kılmaz" buyuruyor...
Namaz kılmayanın hiçbir şükrü kabul olmaz. Duanın kabul olması için de namaz kılmak şarttır...
***
Cebrâil aleyhisselâm, 4000 âhiret senesinde iki rekat namaz kılıyor ve "Yâ Rabbi! Kâinat yaratıldığından beri acaba böyle namaz kılan başka bir kulun oldu mu, var mı?" diye soruyor. Allahü teâlâ da buyuruyor ki: "Âhir zamanda gelecek olan ümmet-i Muhammedden bir kulum; hatayla, kazayla, her türlü düşünceler içinde ve kaç rekat kıldığını bilmeyerek iki rekat namaz kılacak. Onun kıldığı iki rekat namaz, senin 4000 senede kıldığın namazdan daha makbûl olacak!.." Hazreti Cebrâil; "Yâ Rabbi neden onların namazları bu kadar kıymetli olacak?" diye sorunca, Allahü teala buyuruyor ki: "Çünkü onlar, düşmanımı yıkarak huzûruma gelecekler. Sende düşman yok ki! Dünya muhabbetinden vazgeçecekler, nefislerinin şerrinden kurtulacaklar, şeytanın aldatmasından vazgeçecekler..."
Böyle müjdeler olan bir ibâdete hiç ehemmiyet verilmez mi?..
."Her şeyimiz, sizin yolunuza fedâ olsun!"
2017-09-22 02:00:00
Sevgili Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Medîne’yi teşrif edince bütün Müslüman kabileler, kendisini misafir etmek için yarışıyorlardı...
Dün, hicri 1439 senesine girdik. Hicri yeni yılınız mübarek olsun efendim...
Müslümanlar için Mekke'de kalmak, tahammül edilemeyecek bir hâl almıştı. Eshab-ı kiram Peygamber efendimize durumlarını arz ederek, hicret için müsâade istediler ve Müslümanların çoğu, Medine'ye göç etti. Daha sonra da Resulullah Efendimiz hazret-i Ebû Bekir'le birlikte Medine'ye hicret ettiler...
Sevgili Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Medîne’yi teşrif edince bütün Müslüman kabileler, kendisini misafir etmek için yarışıyorlardı... Neccâroğullarının reisi Hazret-i Ebû Eyyub da, akrabalarını toplamış; Resulullahı karşılamaya çıkmıştı. Bütün Medîneli Müslümanlar gibi, o da iki cihânın efendisini ağırlamak ateşiyle yanmaktaydı...
Zaman zaman, Resulullah Efendimizin devesi "Kusvâ"nın yularını yakalayanlar “Buyurunuz yâ Resulallah! Her şeyimiz; sizin yolunuza fedâ olsun!” diyerek, kendi evlerine götürmek istiyorlardı.
Fakat Kâinâtın Efendisi, kimsenin gücenmesini arzu etmiyorlardı. Kusvâ’yı işâret ederek buyurdular ki:
-Devemin yularını bırakınız! Kimin evinin önünde çökerse, orada misâfir olurum!
Gerçekten o kutlu deve de, sanki vazifesini biliyormuş gibi hareket ediyordu. Yorgunluğuna rağmen, yavaş ve asîl hareketlerle, epeyce dolaştı. Sonunda, iki yetime ait, boş bir arsa üzerinde durdu. Ağır ağır yere çöktü.
Resulullah Efendimiz devesinden inmediler. Hayvan tekrar ayağa kalktı, yürümeye başladı. Eski yere çöktü, bir daha kalkmadı ve tatlı tatlı homurdanmaya başladı. Bunun üzerine Sevgili Peygamberimiz, Kusvâ’nın üzerinden inip buyurdular ki:
-İnşallah yerimiz burasıdır... Burası kimindir?
-Yâ Resulallah! Amroğulları Süheyl ve Sehl’indir.
-Akrabalarımızdan hangisinin evi buraya daha yakındır?
Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyub el-Ensârî (radıyallahü anh) sevinçle cevap verdi:
-Buyurunuz yâ Resulallah! Buyurunuz ki fakir evimiz, varlığınızla şeref kazansın. İşte hemen şuracıkta... Bana müsaade ederseniz, devenin üzerindekileri oraya taşıyayım, dedi ve eşyaları indirdi...
Peygamber Efendimizin mübârek anne tarafları, aslen Medîneli ve Neccâroğulları kabilesine mensup idiler. Bu yüzden, akrabaydılar. Eşyalar hemen, evin alt katına taşındı. Böylece onüç yıllık çileli, işkencelerle dolu Mekke günleri bitmişti...
Peygamberimizin devesi Kusvâ’nın ilk çöktüğü yerde Mescid-i Nebî inşâ edilinceye kadar ağırlama ve evinde bulundurma şerefi Hâlid bin Zeyd hazretlerine nasip oldu... Allahü teala şefaatlerine nail eylesin..
.Nefs, mahlukların en ahmağıdır!.."
2017-09-23 02:00:00
"Şimdiki insanların her tarafı nefs. Nefs-i mücessem olmuş. Sanki nefs, insan şeklini almış, karşımızda oturuyor!.. Nefs, mahlukların en ahmağıdır. Her istediği kendi aleyhinedir..."
Allahü teâlâ, bütün insanlara dünyada ve âhirette rahat etmeleri için saadet-i ebediyyeye kavuşmanın yolunu bildirdi. Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde sadece âhiret rahatı değil, dünyada da rahat edebilme yolları, nizamı bildirmiştir. Ehl-i sünnet âlimleri de bunların hepsini, keskin, ileri görüşleri ile bulup, milyonlarca kitap yazarak, bütün dünyaya yaydılar. Yani, Allahü teâlâ, insanları işlerinde başıboş bırakmamış, İslâmiyetin girmediği bir yer kalmamıştır.
İslâmiyeti dünya işlerinden ayırmak mümkün değildir. Aslında, yalnız dünya için çalışanlara verdiği dünyalıklar hakîkatte azap ve felâket tohumlarıdır. Mekr-i ilâhî ile istidrâc olarak, yâni Allahü teâlânın aldatarak, nimet şeklinde gösterdiği musîbetlerdir. Nitekim, Mü'minûn sûresi, ellialtıncı âyetinde meâlen buyuruldu ki:
(Kâfirler, mal ve çok evlat gibi dünyalıkları verdiğimiz için, kendilerine iyilik mi ediyoruz, yardım mı ediyoruz sanıyor. Peygamberime "sallallahü aleyhi ve sellem" inanmadıkları ve dîn-i islâmı beğenmedikleri için, onlara mükâfât mı ediyoruz, diyorlar? Hayır öyle değildir. Aldanıyorlar. Bunların nimet olmayıp, musîbet olduğunu anlamıyorlar.)
İnsanın nefsi, sahibini bu âhiret nimetlerinden mahrum bırakmaya çalışmaktadır. Zaten nefsin istekleri hep kendi zararına olan şeylerdir.
Bu hususta büyük İslâm âlimi Hüseyin Hilmi Işık (kuddîse sirrûh) buyurdu ki:
"Şimdiki insanların her tarafı nefs. Nefs-i mücessem olmuş. Sanki nefs, insan şeklini almış, karşımızda oturuyor!.. Nefs, mahlukların en ahmağıdır. Her istediği kendi aleyhinedir. Peki nefs olmasaydı, Allahü teâlâ nefsi yaratmasaydı, onun yerine içimizde bir 'melek' yaratsaydı, olmaz mıydı? Bu kötü nefsi içimize koyması adâletsizlik değil mi? diye bir düşünce gelebilir... Allahü teâlâ nefsi yarattı; ama birçok faydalar için. 'Onu şöyle kullanın' diye yol gösterdi. Nefsi yaratıp da nasıl kullanacağımızı bildirmeseydi, adâletsizlik olurdu. Fakat Allahü teâlâ nefsin kötülüklerini bize bildiriyor... Allahü teâlâ; 'Nefs benim düşmanımdır, ona uymayın!' buyuruyor. Bu, adâlet olur. Nefs olmasaydı, insanlar yaşayamazdı, yiyemez içemezdi. Babalarımızın, dedelerimizin nefsleri olmasaydı biz olmazdık. Allahü teâlâ, annenin yavrusuna olan merhametinden daha merhametlidir... Neden 'annenin merhameti' deniyor. Çünkü annenin merhameti fazladır. Ateşin içinde yanan bir çocuğu, babası kurtaramamış da annesi kurtarmak için ateşe kendini atmış ve kurtarmış. İşte Allahü teâlânın merhameti ondan daha fazladır..."
.O, cennet gençlerinin efendisi, seyyididir…”
2017-09-30 02:00:00
Hazret-i Hüseyin hep babasının yanında idi. Babası şehit olunca, Medine'ye geldi. Yezîd'e biat etmedi. Kufeliler kendisini çağırıp halife yapmak istedi. Ve...
Bugün, 10 Muharrem... Resûlullah efendimizin torunu Hazret-i Hüseyin'in (radıyallahü teâlâ anh) Kerbela'da şehid edilişinin yıl dönümüdür...
Hazret-i Hüseyin, Resulullahın torunu, Hazret-i Ali'nin ikinci oğludur. Hüseyin adını, Resulullah efendimiz verdi.
Resulullah efendimiz, Hazret-i Hüseyin doğduğu zaman, kulağına;
(O, cennet gençlerinin efendisi, seyyididir) diye seslenmişti.
Bir gün Peygamber efendimiz, Hüseyin'i sağ dizine oğlu İbrahim'i sol dizine aldı. Cebrail aleyhisselam gelip;
"Hak teâlâ, bu ikisinden birini alacaktır. Sen birini seç" dedi. (Eğer Hüseyin vefat ederse, benim canım yandığı gibi, Ali'nin ve Fatıma'nın da canları yanar. Eğer İbrahim giderse, en çok ben üzülürüm. Üzüntümü, onların üzüntüsüne tercih ediyorum) buyurdu. Üç gün sonra oğlu İbrahim vefat etti. Resulullah, Hüseyin yanına geldiğinde onu öpüp;
(Selamet ve saadet o kimseye ki, oğlum İbrahim'i ona feda ettim) buyurdu.
Hazret-i Hasan ve kardeşi Hazret-i Hüseyin Ehl-i beytin gözbebekleri, Eshab-ı kiramın büyüklerindendir. Peygamber efendimiz buyurdu ki:
(Fatıma, Cennet hatunlarının üstünü, Hasan ve Hüseyin de Cennet gençlerinin yüksekleridir.)
Peki, Hazreti Hüseyin gibi kıymetli bir zat nasıl ve niye şehid edildi?.. Muteber kitaplarda bu hususta buyuruluyor ki:
Hazret-i Hüseyin hep babasının yanında idi. Babası şehit olunca, Medine'ye geldi. Yezîd'e biat etmedi. Kufeliler kendisini çağırıp halife yapmak istedi. Kardeşi Muhammed bin Hanefiyye, İbni Ömer, İbni Abbas ve daha nice Eshab-ı kiram mâni oldular ise de, kabul etmeyip yetmişiki kişi ile Mekke'den Irak'a yola çıktı...
Irak Valisi Ubeydullah bin Ziyad, Ömer bin Sâd kumandasında bir ordu gönderdi. Ömer, geri dönmesini bildirdi ise de, İmam kabul etmeyip harp etti. Muharremin onuncu günü (H. 61) Kerbela'da şehit oldu. Yezîd bunu duyunca, çok üzüldü. "Allah İbni Mercane'ye (ibni Ziyad'a) lanet eylesin! Hüseyin'in isteklerini kabul etmeyip de onu şehit ettirdi. Böylece beni kötü tanıttı" dedi...
***
Yezid'in yaptıklarını hiçbir Müslüman savunmaz. Hiç kimse onu temize çıkartmaya çalışmaz. Fakat ölçüyü de muhafaza eder. Sevgide düşmanlıkta Resulullahın, birinci emaneti olan Kur'an-ı kerimin dışına çıkamaz...
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
"Evet, alçak Yezit, inatçı ve fasık idi. Ona da lanet edilmemesi Ehl-i sünnetin, kâfir bile olsa, bir kişiye lanete izin vermediği içindir. Ancak kâfir olarak öldüğü bilinen kimseye lanet etmek caizdir. 'Allahü tealayı ve Onun Resulünü incitenlere Allah lanet etsin' demek caizdir..."
.Sen, sabredicilere ikrâmımı müjdele!"
2017-10-06 02:00:00
En büyük sıkıntıyı Peygamberler ve Allahü teâlânın sevgili kulları çekmiştir. Peygamber efendimizi Taif’te çocuklara taşlattılar... Kendisini öldürmek istediler ancak o yine sabretti...
Bu dünyaya gelen, bazı musîbetlere mâruz kalır. Dünya ve âhiret hayatını kazanmak isteyenin açlığa, insanların kötülemesine ve çeşitli musîbetlere sabretmesi lâzımdır. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde buyuruyor ki:
(Ey müminler, itâat ediciyi âsiden ayırmak için sizi gazâda düşmandan korkmakla, yahut oruç, kıtlık ve açlıkla, zekât ve bir zarar neticesinde malın azalmasıyla, hastalık ve zayıflık gibi beden noksanlıklarıyla, gök ve yer âfetlerinden meyvelerinizin veya meyve yerinde olan evlâtlarınızın mahv ve noksanlığıyla imtihan ederim. Ey habîbim, sen sabredicilere ikrâmımı müjdele!)
Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) de sabır hakkında buyurdu ki:
(Sabır üçtür: Musîbete sabır, tâate sabır ve günâh işlememeye sabır. Musîbete sabredene, Allahü teâlâ üçyüz derece ikrâm eder. Her derece arası yerden göğe kadar mesâfedir. Tâ'ate sabredene, Allahü teâlâ, altıyüz derece ihsân eder. Her derece arası, yerin dibinden, Arş'a kadardır. Günâh işlememeye sabredene, Allahü teâlâ, dokuzyüz derece verir. Her derece arası, yerin dibinden Arş'ın üstüne kadardır.)
Müslümanlık sıkıntı yoludur. En büyük sıkıntıyı Peygamberler ve Allahü teâlânın sevgili kulları çekmiştir. Peygamber efendimiz, (En çok sıkıntıyı ben çektim) buyuruyor.
***
İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden Eyyûb aleyhisselâmın çok mal ve serveti ile on oğlu vardı. Sürü sürü hayvanları, bağları ve bahçeleri bulunuyordu... Allahü teâlâ, hazret-i Eyyûb'u imtihân etmeyi murâd etti. Onun mallarını çeşitli vesîlelerle elinden aldı. O sabretti...
Bir gün, hocaları ile ders okuyan on çocuğunu da depremde kaybetti. O, Allahü teâlâya teslimiyetini bildirdi... Bundan sonra vücuduna hastalık geldi. Akrabâları, komşuları yanına uğramaz oldu. Şehir halkı onu ve hanımı Rahîme Hatun'u şehirden dışarı çıkardılar. O, yedi yıl dert ve belâ içinde kaldı. Hâlinden hiç şikâyet etmedi... Bir gün Cebrâil aleyhisselâm gelerek Allahü teâlâdan;
"Ey Eyyûb! Belâ verdim sabrettin. Şimdi ben sıhhat ve nîmet vereceğim" haberini getirdi. Allahü teâlâ;
"(Ey Eyyûb!) Ayağını yere vur. Çıkan sudan gusleyle ve soğuğundan iç" buyurdu. Bu emr-i ilâhî üzerine Eyyûb aleyhisselâm ayağını yere vurdu. Biri sıcak, biri soğuk, iki pınar fışkırdı. Sıcak sudan gusledince bedenindeki; soğuk sudan içince içindeki hastalıklardan kurtuldu ve sıhhate kavuştu. Gencecik biri oldu. Allahü teâlâ mallarını iâde etti. Çok sayıda evlat ihsân etti...
Unutmayalım ki hepimiz imtihandayız. Allahü teala cümlemizi bu imtihanı kazananlardan eylesin
.Onun Resûlüne tâbi olmadıkça!..
2017-10-07 02:00:00
Cenâb-ı Hakk, Resûlüne tâbi olmayı, ona uymayı çok sever. Ona uymanın ufak bir zerresi, bütün dünya lezzetlerinden ve bütün âhiret nimetlerinden daha üstündür...
İmân etmek, Resûlullah efendimize tabi olmaya başlamak ve sonsuz saadet kapısından içeri girmek demektir. Allahü teâlâ onu, dünyadaki bütün insanları saâdete davet için gönderdi ve Sebe sûresi, yirmisekizinci âyetinde meâlen, (Ey sevgili Peygamberim! Seni, dünyadaki bütün insanlara ebedî saadeti müjdelemek ve bu saadet yolunu göstermek için, beşeriyyete gönderiyorum) buyurdu.
Bunun için, cenâb-ı Hakk, Resûlüne tâbi olmayı, ona uymayı çok sever. Ona uymanın ufak bir zerresi, bütün dünya lezzetlerinden ve bütün âhiret nimetlerinden daha üstündür. Hakiki üstünlük, onun sünnet-i seniyyesine tâbi olmaktır ve insanlık şerefi ve meziyyeti, onun dinine uymaktır...
Resûlullaha tâbi olmak, yani ona uymak, onun gittiği yolda yürümektir. Onun yolu, Kur'ân-ı kerîmin gösterdiği yoldur. Bu yola "Dîn-i islâm" denir. Ona uymak için, önce îmân etmek, sonra Müslümanlığı iyice öğrenmek, sonra farzları edâ edip harâmlardan kaçınmak, daha sonra, sünnetleri yapıp mekrûhlardan kaçınmak lâzımdır. Bunlardan sonra, mubâhlarda da ona uymaya çalışmalıdır...
Bazıları, Resûlullahın yolunda yürümedikleri hâlde, kendilerinde harikulâde hâller görülüyor. Peki, bu nasıl oluyor? Bu hâller, sıkıntı çekip ve mücâhede edip, nefislerini körleterek bu hâllere kavuşuyorlar ise de, bu hâl dine uyarak yapılmadığı için kıymetsizdir ve hakîrdir. Eğer bu çalışmalarına ücret hâsıl olursa, dünyada birkaç menfaatten ibâret kalır. Hâlbuki, dünyanın hepsinin kıymeti ve önemi nedir ki, bunun birkaçının itibârı olsun. Bunların bu hâllerine istidraç denir. Böyle hâller, papazlarda da, Hint Brehmenlerinde de görülür.
***
Büyük İslâm âlimi ve velî Seyyid Fehîm hazretleri talebeleri ile Van Gölü kıyısında giderken, gölde bulunan Ahtamar (Akdamar) adasındaki bir papaz su üstünde yürümeye başlar. Bunu görünce, talebelerinden birinin hâtırına şöyle bir düşünce gelir:
"Allahın düşmanı dediğimiz papaz, su üzerinde yürüyor da, evliyânın büyüğü, Allahü teâlânın sevdiği, seçtiği kulu Seyyid hazretleri, acaba neden yürümeyip kıyıdan dolaşıyor?.."
Seyyid Fehîm hazretleri, bu düşünceyi anlayıp, mübârek ayaklarındaki nalınları ellerine alıp, birbirlerine çarpar. Nalınlar birbirine çarptıkça papaz suya batar. Boğazına kadar gelince, bir daha çarpar. Batar ve boğulur. Sonra, böyle düşünen talebesine dönerek şöyle buyurur:
- O, istidraç göstererek, sihir yaparak, su üstünde gidiyordu. Böylece, sizin imanınızı bozmak istiyordu. Nalınları çarpınca sihri bozularak battı. Müslümanlar sihir yapmaz. Allahü teâlâdan kerâmet istemekten de hayâ ederler!..
."Bundan başka şeref ararsak!.."
2017-10-13 02:00:00
"Biz daha önce zelîl ve hakîr bir kavimdik. Allahü teâlâ, bizleri Müslümanlıkla şereflendirdi. Bundan başka şeref ararsak, Allahü teâlâ bizi zelîl eder, her şeyden aşağı eder..."
Bazı kimseler şerefi; mal, mülk sahibi olmakla, mevki, makama kavuşmakla olacağını sanmaktadır. Halbuki mal sahibi olmak, çok zengin olmak da üstün, şerefli olmayı, gerektirmez. Kârun'un çok malı vardı. Malı ile beraber kahrolup gitti.
Geçici olarak sahip olunan servet ile, mal ile kibirlenmek çok çirkindir. Zira varlığı ile kibrettiği malı telef olur, evi yıkılır da kendisi açıkta kalır.
Mal ile, evlat ile, mevki ile ve rütbe ile tekebbür etmek, kibirlenmek insana hiç yakışmaz. Çünkü bunlar, kendinde bulunan üstünlükler değildir. Gelip geçen, kendinde kalmayan, insandan çabuk ayrılan şeylerdir. Bunlar ahlâksızlarda, kötü kimselerde de bulunur. Bunlar üstünlük olsalardı, bunlara kavuşmayanların ve kavuşup da ayrılanların, çok aşağı kimseler olmaları lâzım gelirdi.
Mal ve mevki, makam hırsı kalp hastalıklarından, yani kötü huylardandır. Şu hadîs-i şerîfler "Hubbürriyâset" yâni baş olmak, amir olmak sevgisinin zararlarını açık bir şekilde bildirmektedir:
(İnsana zarar olarak, din ve dünya işlerinde parmakla gösterilmesi yetişir.)
(Medholunmayı sevmek, insanı kör eder ve sağır eder. Kabâhatlerini, kusurlarını görmez olur. Doğru sözleri, kendisine yapılan nasîhatleri işitmez olur.)
Mal, mülk, makam gelip geçici şeyler olduğu için üstünlük sebebi değildir. Gerçek manada şerefin ne olduğunu hazret-i Ömer'in şu menkıbesi bizlere ne güzel anlatıyor:
Hazret-i Ömer Şam'ı ziyaret ettiğinde, ordusunun kumandanı Ebû Ubeyde bin Cerrâh hazretleri büyük bir kalabalıkla karşıladı. Hazret-i Ömer ile kölesi beraberlerindeki tek deveye nöbetleşe biniyorlardı. Şehre girişte, sıra köleye gelince Halîfe devesinden indi. Yerine kölesi bindi. Devenin yularından tuttu. Ayakkabılarını çıkarıp deredeki sudan geçti. Uzaktan bakan, deve üstündeki köleyi Halife, devenin yularını tutan hazret-i Ömer'i ise köle zannediyordu. Bunu gören Ebû Ubeyde bin Cerrâh dedi ki:
-Efendim, bütün Şamlılar, bilhassa Rumlar, Müslümanların halifesini görmek için toplandılar. Size bakıyorlar. Bu yaptığınızı nasıl izâh edebilirsiniz? Sizi köle zannedecekler!..
Hazret-i Ömer'in bu sözlere verdiği cevap, tarihe şu altın harflerle geçti:
-Yâ Ebû Ubeyde! Senin bu sözünü işitenler, insanın şerefini, vasıtaya binerek gitmekte ve süslü elbise giymekte sanacaklar. Biz daha önce zelîl ve hakîr bir kavimdik. Allahü teâlâ, bizleri Müslümanlıkla şereflendirdi. Bundan başka şeref ararsak, Allahü teâlâ bizi zelîl eder, her şeyden aşağı eder!..
.Dil ile kalp iyi olursa bütün beden iyi olur"
2017-10-14 02:00:00
Hazret-i Lokman Hakîm buyurdu ki: "Dil ile kalp iyi olursa, bütün beden iyi olur. Bu iki uzuv kötü olunca da bütün beden kötü olur. İnsana bütün iyilikler ve kötülükler bu iki uzuvdan gelir..."
Bugün "Lokman Hakîm Hazretlerini Anma Günü"dür... Bu vesileyle sizlere o mübarek zatın meşhur nasihatlerinden bir demet sunmak istiyoruz efendim...
Lokman ismi Kur'ân-ı kerîmde geçmektedir. Peygamber veya velîdir. Bu mübarek zat, Davud aleyhisselam zamânında, Arabistan'ın Umman tarafında yaşadı. Hazret-i Davud'la görüşüp ondan ilim öğrendi. Davud aleyhisselama peygamberliği bildirilmeden önce, müftî idi. Peygamberliği bildirildikten sonra fetvâ vermeyi bıraktı. Davud aleyhisselama ümmet oldu. Kendisine hikmet verildi...
Lokman Hakîm tabiplerin pîridir. Hikmetli sözleri ve oğluna verdiği nasîhatler meşhurdur. Buyurdu ki:
"Ey oğul! Tövbeyi yarına bırakma, çünkü ölüm ansızın gelip yakalar."
"Ey oğul! Helâl lokma ye ve işlerinde âlimlere danış, işlerini nasıl yapacağını onlara sor."
"Ey oğulcuğum! Üç şey vardır ki ancak üç şeyle bilinir: Kişinin yumuşak huylu olup olmadığı, ancak öfkelendiği zaman belli olur. Cesur insan ancak savaşta, tehlike anında belli olur. İyi arkadaş da, ancak ihtiyaç anında belli olur.”
"Ey oğul! Dünya derin deniz gibidir. Çok insanlar onda boğulmuştur. Takva gemin, iman yükün, tevekkül hâlin, sâlih amel azığın olsun. Kurtulursan Allahü teâlânın rahmetiyle, boğulursan günahın sebebiyledir."
***
Hazret-i Lokman Hakîm şöyle dua ederdi:
"Ya Rabbi, arkadaşlarımı gafillerden, seni unutmuş kimselerden yapma! Çünkü onlar, seni andığım zaman, bana bu hususta yardımcı olmazlar. Gaflette olduğum zaman, bana seni hatırlatmazlar. Senin emir ve yasaklarına uymayı, iyi işleri emrettiğim zaman bana itaat etmezler. Sustuğum zaman beni üzerler."
***
Bir gün, Davud aleyhisselam, hazret-i Lokman'a buyurdu ki:
- Ey Lokman, bir koyun kesip vücudunun en iyi iki parçasını bana getir!
Hazret-i Lokman, gidip bir koyun kesti, dili ile kalbini alıp getirdi... Davud aleyhisselam başka bir zamanda da;
- Bir koyun kesip, en kötü iki yerini getir, buyurdu... Hazret-i Lokman, bir koyun kesip yine aynı iki uzvu yani dil ile kalbini getirdi.
Davud aleyhisselam;
- Her ikisinde de aynı uzuvları getirdin. Bunun hikmeti nedir? diye sordu.
Hazret-i Lokman Hakîm şöyle cevap verdi:
- Dil ile kalp iyi olursa, bütün beden iyi olur. Bu iki uzuv kötü olunca da bütün beden kötü olur. İnsana bütün iyilikler ve kötülükler bu iki uzuvdan gelir...
.Dilimizi bedduaya alıştırmamalıyız!
2017-10-20 02:00:00
Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Kendinize, çocuklarınıza ve mallarınıza beddua etmeyiniz! Duaların kabul olduğu bir vakte rastlar da, bedduanız kabul olur."
Günümüzde, çocuklarımızın, gençlerimizin dilinden düşürmediği bir kelime var: "Lanet!" Bazı televizyonlarda yerli ve yabancı film, dizi seyrederken sık sık rastlarsınız... Korku filmlerine de "Lanetli Ev", "Lanetli Aile" gibi isimler verirler...
"Lanet olsun" demek, "Allah’ın rahmetinden uzak olsun" demektir. Lanet etmek, beddua etmek iyi değildir. Dinimizde, Ebu Cehil ve Ebu Leheb kâfirlerine hatta şeytana bile lanet etmek ibadet değildir.
Önceki Peygamberler, kavimlerine lanet ettikleri hâlde, Peygamber efendimiz "sallallahü aleyhi ve sellem" lanet etmemiştir. Bir savaşta, kâfirlerin yok olması için dua etmesini istediklerinde (Ben lanet etmek için, insanların azap çekmesi için gönderilmedim. Ben, herkese iyilik etmek için, insanların huzura kavuşması için gönderildim) buyurdu. Nitekim Kur'ân-ı kerimde mealen, (Seni âlemlere rahmet, iyilik için gönderdik) buyuruluyor. (Enbiya 107)
Bu rahmet, yalnız insanlar için değil, bütün mahlukat içindir. Hatta kâfirler bile istifade eder. Allahü teâlâ, Peygamber efendimizin hürmetine bu ümmete genel bir ceza göndermiyor. Salih kimseler yeryüzünde var olduğu müddetçe, Peygamber efendimizin hürmetine bu ümmete genel azap gelmiyor...
***
Ağzımızdan çıkacak her kelimeye dikkat etmeliyiz. İbni Mübarek hazretleri, çocuğundan şikayetçi olan birine, "Çocuğa hiç beddua ettin mi?" dedi. O da, "evet" deyince, "Şikâyete hakkın yok! Çocuğun ahlakını kendin bozmuşsun" buyurdu.
Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Ana-babanın çocuğuna ve mazlumun zalime olan bedduaları, reddolmaz.) [Tirmizi]
***
Dilimizi bedduaya alıştırmamalıyız! Dînimiz, kendi nefsine, çocuğuna, malına ve hayvanına bedduâ ve kötü sözü yasaklamıştır. Peygamber efendimiz buyurdu ki:
(Kendinize, çocuklarınıza ve mallarınıza beddua etmeyiniz! Duaların kabul olduğu bir vakte rastlar da, bedduanız kabul olur.) [Müslim]
Fâsıklara, bid’at ehline ve kâfirlere de ismen lânet etmek uygun olmaz. Hele bir mümine kâfir demekten, ona lanet etmekten sakınmalıdır! Lanet, sahibine döner. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Kul, lanet ettiği zaman, lanet edilen buna müstahak değilse, kendine döner.) [Beyheki]
Bir Müslümanın başına bir musibet geldiğinde "Şeytanından bulsun" diye lanetlemesi uygun değildir. Bilâkis, "Allahım ona merhamet et, ona acı, Allahım günâhlarını affet" demelidir. Zaman, acıma zamanıdır...
.Uğursuzluğa inanmak şeytandandır!.."
2017-10-21 02:00:00
Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Uğursuzluk düşüncesinin, kendisini, ihtiyacı olan bir işi yapmaktan alıkoyan kimse, Allah’a şirk koşmuş sayılır."
Muharrem ayı bitti, bugün safer ayına girdik. Bazıları bu ayı uğursuz sayıyor. Safer ayının uğursuz olduğu doğru değildir. Zaten İslamiyette uğursuzluk diye bir şey yoktur. Böyle şeyler Yahudilikte ve Hıristiyanlıkta vardır. Mesela Hıristiyanlar "13" rakamının uğursuzluk getirdiğine inanırlar.
İmam-ı Gazali hazretleri, "Uğursuzluğa inanmak şeytandandır" buyuruyor. Eskiden, Arabistan'da yolculuğa çıkarken, bir kuş uçururlardı. Kuş sağa uçarsa, uğurlu sayıp, yola devam ederler, sola uçarsa, uğursuz sayıp geri dönerlerdi. Hazret-i İkrime anlatır:
"Bir kuş ötüp geçtiğinde, oradakiler yorumda bulundular. İbni Abbas hazretleri de, 'Hayra da, şerre de alamet değildir' buyurdu. Bir olayı hayra yormakta ise mahzur yoktur. Çünkü Peygamber efendimiz, gördüğü şeyleri hayra yorardı. Hiçbir şeyi uğursuz saymazdı." (İ. Ahmed)
Bir şeyi uğursuzluğa yormak uygun değil, ancak "Şu iş veya şu ev bana uğursuz geldi" gibi sözleri söylemekte mahzur yoktur.
Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Müslümanlıkta uğursuzluk [bir şeyi kötüye yorumlamak] yoktur.) [Mektubat-ı Rabbani 3/41]
(Uğursuzluğa inanan bizden değildir.) [Bezzar, Hadika]
(Bir şeyi uğursuzluğa yorma, hayra yor! Sizden biriniz, hoşuna gitmeyen uğursuzluk zannettiği bir şey görünce, şöyle desin: "Ya Rabbi! İyilikleri veren, kötülükleri defeden ancak sensin. Lâ havle velâ kuvvete illâ bike.") [Beyheki]
(Yumuşak muamele uğurluluk [iyilik], sert davranmak uğursuzluk [kötülük] getirir.) [Harâiti]
(Uğuru [hayrı] ve uğursuzluğu [şerri] en çok olan uzuv dildir.) [Taberani]
(Uğursuzluk düşüncesinin, kendisini, ihtiyacı olan bir işi yapmaktan alıkoyan kimse, Allah’a şirk koşmuş sayılır.) [İ. Ahmed]
***
Mektubat-ı Rabbanide bu hususta buyuruluyor ki:
"Günlerin uğursuzluğu, âlemlere rahmet olan Muhammed aleyhisselâmın gelmesi ile bitmiştir. Uğursuz günler, eski ümmetlerde vardı. Bir hadis-i şerif meali şöyledir:
(Günler, Allah’ın günleridir, kullar da, Allah’ın kullarıdır.) [1/256] Yani, Allahü teâlâ kulu da, günleri de, ayları da uğursuz olarak yaratmadı. Kul, dinimizin emrine uymayıp uğursuz şeyler yaparsa, uğursuz kimse olur. Bazı günlerde kötü şeyler yaparsa, o günler ona uğursuz gelmiş olur. Ruhul-beyan’da, Tevbe suresi, 37. âyetinin tefsirinde diyor ki: Resulullah teşrif edince, günlerin müminlere uğursuz olmaları kalmadı." | | |