ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026
ehlisunnnetde
.
SORULARLA İSLAMİYET / SUAL-CEVAB
Müslümanlar niçin geri kalmıştır
Sual: İslamiyet ilerlemeye engel midir? Müslümanlar niçin geri kalmıştır? CEVAP İslamiyet, faydalı her yeniliği emreden bir dindir. Bundan dolayı, ilim adamlarına çok önem verilmiş, ilmi, fenni ve teknik tecrübeler yapılmış, müslümanlar, tıpta, kimyada, astronomide, coğrafyada, tarihte, edebiyatta, matematikte, mühendislikte, mimarlıkta ve bunların hepsinin temeli olan, güzel ahlak ve sosyal bilgilerde, en mükemmel dereceye vasıl olmuşlar, bugün de tazim ile yâd edilen kıymetli âlimler, hakimler, mütehassıslar, üstadlar yetiştirmişler, dünyanın hocası, medeniyetin rehberleri olmuşlardır.
O zaman, yarı vahşi olan Avrupalı, fen bilgilerini İslam üniversitelerinde öğrenmiş, hatta Papa Sylvester gibi, Hıristiyan din adamları da Endülüs üniversitelerinde okumuştur. Bugün, hâlâ Avrupa’da kimyaya, Chemie ve cebire, [Arabi El-cebir kelimesinden] Al-gebra ismi verilmektedir. Çünkü bu ilimler, önce müslümanlar tarafından dünyaya öğretilmiştir.
Avrupalılar, dünyayı tepsi gibi dümdüz ve etrafı duvarla çevrili zannederken, müslümanlar, ilk olarak, dünyanın yuvarlak olduğunu ve döndüğünü buldular. Musul civarında, Sincar sahrasında, meridyenin uzunluğunu ölçtüler ve bugünkü rakamları elde ettiler.
Bugün insaflı Hıristiyanların kabul ettiği gibi, hakiki Rönesans,İtalya’da değil, Abbasiler zamanında, Arabistan’da başlamıştır ki, Avrupa’daki Rönesans’tan çok çok öncedir.
Müslümanların son zamanlarda, ilim sahasında en büyük rehberi, Osmanlılar idi. Bütün Hıristiyan âlemi bu İslam devletinin, dünyadaki terakkilere ve keşiflere kayıtsız kalması için siyasi ve askeri hücuma geçtiler. Bir taraftan, haçlı saldırıları, bir taraftan da, bunların ihdas ettikleri, bid'at sahibi müslümanların yıkıcı ve bölücü çabaları, Osmanlıların fen ve teknikte rehberlik yapmalarına mani oldu. Türkler, dışardan ve içerden yapılan saldırılardan dolayı, çok zarara uğradılar. Tesirleri fazla olan yeni silahlar yapamadılar. Ülkelerinin büyük kaynaklarından layığı ile faydalanamadılar. Kendi vatanlarında sanayii ve ticareti yabancılara kaptırdılar. Fakir düştüler.
Dinimiz, İslam ahlakında ve ibadetlerde en ufak bir değişiklik yapmayı şiddetle men etmiştir. Dünya işlerinde, fen bilgilerinde ise, her değişikliği yapmayı, bütün yeni keşifleri öğrenmemizi ve yapmamızı emretmiştir. Osmanlı Devletini ele geçiren sözde aydınlar, dinimizin bu emrinin tam tersini yaptılar. Masonlara aldanarak din bilgilerini değiştirmeye, dinin esaslarını yıkmaya çalıştılar. Avrupa’nın fende ilerlemesine, yeni keşiflere gözlerini kapadılar. Hatta fen bilgilerine, modern tekniğe uymak isteyen büyük Türk sultanlarını şehid ettiler. Masonların elinde maşa olarak, ilerlemeyi, teknikte değil de, dinde reform yapmakta, bölücülükte aradılar.
İngilizler, asırlardır İslam ülkelerini kana boyamakla kalmamış, İskoç masonları, binlerce müslümanı ve din adamlarını aldatarak, mason yapmış, (insanlığa yardım, kardeşlik) gibi laflarla, dinden çıkmalarına, dinsiz olmalarına sebep olmuştur. İslamiyet’i büsbütün yok etmek için, bu masonları maşa olarak kullanmışlardır. Böylece, Reşit Paşa, Ali Paşa, Fuat Paşa ve Mithat Paşa, Talat Paşa gibi masonlar, İslam devletlerini yıkmakta kullanılan paşa unvanlı maşalardır. Efgani ve Abduh gibi masonlar ve yetiştirdikleri çömezler de, İslam bilgilerini bozmaya, içten yıkmaya alet olmuşlardır.
1846’da sadrazam olan mason Reşit Paşa,iş başına gelir gelmez, hariciye nazırı iken, Lord Rading ile el ele verip, hazırlamış olduğu ve ilan ettiği Tanzimat kanununa istinat ederek, mason locaları açtı. Çeşitli hıyanet ocakları çalışmaya başladı. Gençler, din cahili olarak yetiştirildi. Londra’dan alınan planlarla, bir yandan idari, zirai, askeri değişiklikler yaptılar. Bunlarla gözleri boyadılar. Öte yandan da, İslam ahlakını, ecdat sevgisini, milli birliği parçalamaya başladılar. Yetiştirdikleri kimseleri işbaşına getirdiler. Bu yıllarda Avrupa’da, yeni buluşlar, ilerlemeler oluyor; büyük fabrikalar, teknik üniversiteler, modern harp vasıtaları kuruluyordu. Osmanlılarda bunların hiçbiri yapılmadı. Hatta, Fatih devrinden beri medreselerde okutulmakta olan fen, hesap, hendese, astronomi derslerini büsbütün kaldırdılar. Din adamlarına fen bilgisi gerekmez diyerek, bilgili âlimlerin yetişmelerine mani oldular. Sonradan gelen İslam düşmanları da, din adamları fen bilmez, din adamları cahildir, gericidir diyerek müslüman yavrularını İslamiyet’ten uzaklaştırmaya çalıştılar. İslamiyet’e ve müslümanlara zararlı olan, İslamiyet’in öğrenilmesine mani olan şeylere uygarlık, ilericilik dediler. Çıkardıkları her kanun müslümanların, devletin aleyhine idi. Vatanın asıl sahibi olan müslüman Türkler, ikinci sınıf vatandaş haline getirildi.
Din ve dil birliği Hıristiyanlık dininde, akla uygun bir esas kalmamış, hurafeler, karmakarışık bir merasim halini almıştır. Bundan başka, aynı dinde, hatta aynı mezhepte bulunan hıristiyanlar, başka başka hükümetlerin idaresinde yaşamaktadır. Avrupa hükümetleri, bunun için, başka bir bağ aramışlardır.
Böylece, Avrupa’da, din birliği ölmüş, milliyet hissi doğmuştur.
İslamiyet, ticaret, sanayi ve sosyal nizamı da kurduğundan, milliyet düşüncesini de içine almaktadır. Müslümanlar arasında ayrı milliyetler kurmaya ihtiyaç kalmamıştır. Bunun içindir ki, ilmihal kitaplarında, Din ve millet, ikisi birdir denilmektedir.
Eğer müslümanlar, bölünmeseler, İslamiyet’in, milliyeti temsil etmesinden istifade ederek, yeryüzündeki sağlamlaşmamış birçok milliyetlere galebe çalmanın yolunu bulurlar.
İslamiyet’in milliyeti temsil etmesinde, lisan birliği de hatıra gelir ise de, beş vakit namazda okunan ezan ve Kur'an-ı kerimlerin bütün İslam ülkelerinde Arabi olması, bu beraberliği de temin etmektedir.
Bunun içindir ki, İslam düşmanları, bir milleti İslamiyet’ten ayırmak, din birliğini yok etmek için, o milletin dilini, gramerini, alfabesini değiştirmeye çalışıyorlar.
Bir milletin dinine, imanına vurulacak en büyük darbe de, bu yoldan geliyor. Nitekim, Sicilya ve İspanya müslümanları böylece Hıristiyan yapılmıştır. Ruslar da, yıllarca Türkistan’daki müslümanların din ve imanlarını yok etmek için, bu keskin silahla saldırmışlardır. Zindanları, elektrik fırınları, Sibirya sürgünleri ve toptan imha faciaları, bu keskin silah kadar tesir edememiştir.
Celal Nuri bey (İttihad-ı İslam) adındaki kitabında, müslümanlar için Arapça’yı, müşterek lisan olarak
tavsiye etmektedir. Yavuz Sultan Selim Han bunun için çalışmıştı. Bunu temin etmek içindir ki, tarih boyunca bütün İslam ülkelerinde din kitapları arabi olarak yazılmıştı. Arabi, bütün İslam ülkelerinde bir din lisanı olmuştur. Cennette de, herkesin arabi konuşacağını hadis-i şerifler haber vermektedir. Bu, her müslüman milleti Araplaştırmayı istemek değildir!
Dünya devletleri arasında İngilizce ortak bir dil halini almaktadır. Bugün ilim ve fen sahibi bir kimsenin, bir veya birkaç yabancı dil öğrenmesi zaruret halini almıştır. Bir hadis-i şerifte, (Bir kavmin dilini öğrenen, onların zararlarından korunmuş olur) buyuruluyor. Bunun içindir ki, gençlerimizin Arabi’nin yanında, Avrupa dillerini de öğrenmeleri faydalı olup, sevap kazandıran çok işlere sebep olabilir. Avrupalıların asırlardan beri bize yabancı gözü ile bakmaları, milliyet hissinden ziyade, İslam dinini bilmemelerinden ileri gelmektedir. (Faideli Bilgiler)
Din cahilleri Din cahilleri, tâ ilk asırdan beri, İslamiyet’i yok etmek için çalışıyorlar. Şimdi de, çeşitli adlarla, çeşitli planlarla saldırıyorlar. Cehenneme gidecekleri bildirilmiş olan itikadı bozuk kimseler de müslümanları doğru yoldan ayırmak için, hile ve iftira yapıyorlar. Böylece, İslam düşmanları ile işbirliği yaparak, Ehl-i sünneti yıkmaya uğraşıyorlar. Bu saldırıların öncülüğünü İngilizler yaptı. Bütün kaynaklarını, hazinelerini, silahlı kuvvetlerini, donanmasını, tekniğini, politikacılarını ve yazarlarını bu işte kullandı. Böylece, dünyanın en büyük iki İslam devleti olan Hindistan’daki Gürganiyye ve üç kıta üzerine yayılmış bulunan Osmanlı İslam devletlerini yıktı.
Her yerde İslam’ın değerli kitaplarını yok etti. İslam bilgilerini birçok yerlerden sildi, süpürdü. İkinci Cihan Harbinde, komünistler yok olmak üzere iken, bunların kuvvetlenmelerine, yayılmalarına sebep oldu. İngiliz Başbakanı James Balfour, 1917’de, müslümanların mukaddes yerleri olan Filistin’de Yahudi devletinin kurulması için çalışan Siyonizm teşkilatını kurdu. İngiliz hükümeti, bu işi senelerce destekleyip, 1947’de İsrail devletinin kurulmasını sağladı. Yine İngiliz hükümeti, 1932’de, Arabistan Yarımadasını Osmanlılardan alıp, Süudlara teslim ederek, İslamiyet’e en büyük darbeyi vurdu.
İşte İngiliz siyaseti 1944’de Japonya’da vefat eden Abdürreşid İbrahim efendi, 1910’da İstanbul’da basılan Âlem-i İslam kitabının ikinci cildinde, (İngilizlerin İslam düşmanlığı) yazısında diyor ki:
(Hilafet-i islamiyyenin bir an önce kaldırılması, İngilizlerin birinci düşüncesidir. Kırım muharebesine sebep olmaları ve burada Türklere yardım etmeleri, hilafeti yıkmak için bir hile idi. Paris muahedesi, bu hileyi ortaya koymaktadır. Her zaman Türklerin başına gelen felaketlerde İngiliz parmağı vardır. İngiliz siyasetinin temeli, İslamiyet’i yok etmektir. Bu siyasetin sebebi, İslamiyet’ten korkup müslümanları aldatmak için, satılmış vicdansızları kullanırlar. Bunları İslam âlimi, kahraman olarak tanıtırlar. Sözün özü, İslamiyet’in en büyük düşmanı İngilizlerdir.) (Faideli Bilgiler)
Sömürgeler bakanlığı kurdular Osmanlıların her sahada ilerlemelerine ve bu kadar başarılı olmalarına rağmen yıkılmalarının sebebini, yirminci asrın tanınmış psikologlarından Amerikalı Terman şöyle anlatıyor:
Osmanlı orduları Avrupa’da ilerliyor, Viyana elden gidiyordu. Viyana gidince, bütün Avrupa’nın Müslümanların eline geçmesi çok kolay olacaktı. Osmanlılar, Avrupa’ya İslam medeniyetini getiriyor; ilim, fen, ahlak nurları, Hıristiyanlığın kararttığı, uyuşturduğu yerlere, zindelik, insanlık, huzur, saadet saçıyordu. Asırlarca, diktatörlerin, kapitalistlerin, papazların zulümleri altında inleyen kimseler, İslam ahlakı ile, insan haklarına kavuşuyordu. Avrupa diktatörleri ve öncelikle Hıristiyan kiliseleri, Osmanlı ordularına karşı son gayretlerini harcıyorlardı. Bir gece, İstanbul’daki, İngiliz sefiri, Londra’ya tarihi mektubunu yolladı. Buldum... Buldum!.. Osmanlı ordularının ilerleme sebebini buldum. Onları durdurmanın yolunu buldum diyerek şöyle yazıyordu:
(Osmanlılar ele geçirdikleri her yerde din, ırk farkı gözetmeksizin, seçtikleri çocukların zekalarını ölçüyor, ileri zekalıları ayırarak, medreselerde okutup, İslam terbiyesi ile yetiştiriyorlar. Bunlar arasından da seçtiklerine, saraydaki Enderun denilen yüksek okulda, o zamanın en ileri bilgilerini veriyorlar. İşte, Osmanlı siyaset adamları, başkumandanları; böyle seçilen, yetiştirilen keskin zekalı şahsiyetlerdir. Sokullular, Köprülüler böyle yetişmiştir. Osmanlı akınlarını durdurmak, Hıristiyanlığı kurtarmak için biricik çare, Enderun mekteplerini ve medreseleri dağıtmak, onları içerden yıkmaktır.)
Bu mektuptan sonra, İngiltere’de, Sömürgeler Bakanlığı kuruldu. Burada yetiştirilen casuslar ve Hıristiyan misyonerleri ve masonlar, yalan propaganda ve yaldızlı vaatlerle avladıkları cahilleri, Osmanlı devletinin kilit noktalarına yerleştirmeye ve bu kuklaların eli ile; medreselerden fen, ahlak derslerini kaldırmaya, Müslümanları cahil bırakmaya uğraştılar. Nihayet tam başarı sağladılar. İslam devleti yıkıldı. İslamiyet’in dünyaya neşrettiği saadet, huzur nurları söndü.
Yabancı dil öğrenmek
Sual: Yabancı dil öğrenmek iyi olur mu? CEVAP Elbette iyi olur. Öncelikli olarak Arapça ve İngilizce öğrenmelidir. Bir hadis-i şerif meali şöyledir: (Bir kavmin dilini öğrenen, onların zararlarından korunmuş olur.) [F.Bilgiler]
Eshab-ı kiramdan Zeyd bin Sabit hazretleri buyuruyor ki: (Resulullah bana Yahudi dilini öğrenmeyi emretti, ben de öğrendim. Yahudilere gönderilen mektupların çoğunu bana yazdırırdı. Onlardan gelen mektupları bana okuturdu.) [Tirmizi]
Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri de buyuruyor ki:
İslam dininin üstünlüklerini, rahat ve huzur kaynağı olduğunu ve medeniyete, fende ve ahlakta ilerlemeye ışık tuttuğunu dünyaya bildirmek için, kısacası, İslamiyet’e ve bütün insanlara hizmet etmek için, yabancı dil öğrenmek muhakkak lazımdır.
Başarının sebebi
Sual: Japonya, Amerika ve Avrupa'nın dinleri bozuk olduğu halde, dünya işlerinde nasıl başarılı oluyorlar? CEVAP
Kur'an-ı kerim insanlara iki yol gösterir: 1- Ahiret yolu: İnanarak, severek tatbik eder. Dünyayı da, ahireti de kazanır. 2-Dünya yolu: İnanmasa da, gösterdiği yolda giderse dünyada kazanır, başarılı olur. Aspirin gibidir. Müslümanlar da içse faydasını görür, kâfirler de içse faydasını görür. Kur'an-ı kerimin gösterdiği yolda giden, kâfir de olsa faydasını görür. Allahü teâlâ, (Sadece Müslümana veririm) demiyor, (Çalışana veririm) buyuruyor. Dünyayı kim isterse, ona veririm buyuruyor. Ahireti isteyene ise, hem dünyayı hem ahireti veririm buyuruyor.
Kur'an-ı kerimin bildirdiği güzel ahlaka, çalışma prensiplerine uymayan bir millet başarılı olamaz. Başarılı olan gayrimüslimlerde, dürüstlük, çalışkanlık, temizlik var, yalan yok. İnsanların haklarını veriyorlar. Bunlar, Kur'an-ı kerimin emrettiği şeylerdir. Kim uyarsa, o kazanır. Eczaneden bir kutu ilaç alsak, tarifesini okuruz. Tarifeye uygun kullanılırsa faydalı olur, tarifeye uyulmazsa ölüme kadar götürür. Bunun gibi, dünya işlerinin de tarifesi vardır. Dünyadaki bütün işlerin tarifesi Kur'an-ı kerimde bildirilmiştir. Herkes, ona uyduğu kadar başarılı olur. Gayrimüslimlerin başarıları bu yüzdendir. Onların dünya için yaptığı faydalı işlerin hiçbirinin Kur'an-ı kerime aykırı olduğu gösterilemez.
Bazı gayrimüslim fen adamları, dinlerinden uzaklaşınca, başarılı oluyor. Müslüman ismini taşıyan bazı cahiller de, İslamiyet'ten uzaklaşınca başarısız oluyorlar. Buradaki inceliği iyi anlamak gerekir.
Lord Davenport: “İlme ve irfana, Müslümanlardan daha derin saygı gösteren bir millet gelmemiştir.”
Sual: Bazı kimseler, "cemiyet, toplum hayatına karışmış dinî düşünce ve metotlar, toplumun gelişmesini önleyen zincir gibidir" diyorlar. Gerçekten İslamiyet ilerlemeye mâni midir?
Cevap: Resulullah efendimiz; (Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya işlerinize çalışınız!) buyuruyor. İmâm-ı Münâvî'nin bildirdiği hadis-i şerifte; (Elhikmetü dâlletül-mü'min) buyuruluyor. Yani, (Hikmet, fen bilgileri, müminin kaybettiği malıdır. Nerede bulursa alsın!) buyuruluyor. İslam dininin, cemiyetlerin kalkınmasını desteklediğini, medeniyete ışık tuttuğunu, dost düşman bütün ilim adamları, söz birliği ile söylemektedir. İngiliz lordlarından Lord Davenport, Londra’da basılan, İngilizce Hazret-i Muhammed ve Kur’ân-ı kerim ismindeki kitabında; “İlme ve irfana, Müslümanlardan daha derin saygı gösteren bir millet gelmemiştir” sözü ile başlayarak, İslâmiyetin cemiyetlerin ilerlemesine, yükselmesine önderlik ettiğini, vesikalarla uzun anlatmaktadır.
Amerika'da, Teksas Teknik Üniversitesi profesörlerinden, Amerikan târihçisi Dr. Kiris Traglor, 1972 senesinde büyük bir topluluğa yaptığı konuşmasında, Avrupa rönesansının ilham ve gelişme kaynağının İslâmiyet olduğunu, Müslümanların, İspanyaya ve Sicilya’ya gelerek, bugünkü modern teknik ve gelişmenin temellerini attıklarını söylemiş ve fende ilerlemenin, kimyada, tıpta, astronomide, denizcilikte, coğrafyada, kartografya ve matematikte terakki etmekle, ilerlemekle mümkün olduğunu ve bu bilgileri, Avrupa’ya, Kuzey Afrika ve İspanya yolu ile, Müslümanların getirdiklerini bildirmiştir. Eğer Müslümanlar, bilgilerini kıymetli tirşe kâğıtlara ve papirüslere yazmasalardı, bugünkü modern basın nasıl meydana gelirdi ve faydalı olabilirdi, demiştir. Bu konuşmanın metni, Pakistan’da çıkan, haftalık İslâm Dünyası gazetesinin, 26 Ağustos 1972 tarihli sayısında yayınlanmıştır. İlimde, kuru bir etiketten başka nasibi olmayan cahil bir İslâm düşmanının yalanları, bu hakikati elbette örtemez. Güneş balçıkla sıvanamaz.
***
Sual: Ayağa giyilen mest üzerine mesh müddeti ne kadardır?
Cevap: Mest üzerine mesh müddeti, mukim olan için yirmi dört, misafir için, üç gün üç gece, yani yetmiş iki saattir. Bu müddet, mesti giydiği zaman değil, mesti giydikten sonra, abdesti bozulduğu zaman başlar.
Aşağıdaki bilgiler bilim tarihi uzmanları olan Will Durant, Thomas Arnold ve Alfred Guiloume’nin birlikte hazırladıkları “Garbın İslam’dan öğrendikleri” adlı eserin 1. Bölümünden alınmıştır:
“İslamiyet gerek fertlere ve gerekse cemiyetlere daima hareket enerjisi, fikri, gelişme ve adalet getirmiştir. İslam dinini kabul eden fertlerde ve cemiyetlerde büyük tekamüller görülür. Tarihte İslam dinini kabul eden cemiyetlerin ne büyük bir hızla ilerledikleri derhal göze çarpar.
İslam dininin zuhurundan sonra Arapların ilerlemesi tarihin hiçbir devrinde rastlanamayan bir hadise olduğu gibi, İslamiyeti kabul eden diğer milletlerin tarihlerinde de çok büyük ilerlemeler olmuştur. İslam dininin zuhuru sıralarında Arap Yarımadasının kuzeyinde bulunan Bizans ve Sasani İmparatorlukları o zamanın en büyük iki devleti idiler...”
Amerikalı medeniyet tarihçisi Will Durant “The Age of Faith” adlı eserinin 22. Sayfasında 325-476 yılları arasındaki Roma İmparatorluğunu anlatırken bunların komşularından birinin İran olduğunu kaydettikten sonra ilerideki Arap Fütuhatını kastederek “Onların batısında Araplar vardı, çoğu parasız bedevilerdi. En akıllı devlet adamı bile bu koyu göçebelerin Roma İmparatorluğunun yarısını ve ayrıca bütün İran’ı zapt etmeyi hedef edecekleri fikrine gülerdi.”
Aynı kitabın 155. Sayfasında ise şunlar yazılıdır:
“565 yılında büyük bir imparatorluğun başkanı olan Jüstinyen öldü. 5 yıl sonra dörtte üçü çöl olan, göçebe kabileler tarafından seyrekçe yerleşmiş bütün servetleri Ayasofya mabedini güçlükçe döşeyebilecekleri ülkede Hazreti Muhammed doğdu. O yıllarda hiç kimse bir asır içinde bu göçebelerin Bizans’ın Asya’daki topraklarının yarısını, bütün İran, Mısır, Kuzey Afrika’nın büyük bir kısmını fethedeceklerini, yollarının İspanya’ya kadar uzanacağını tahayyül edemezdi. Arap Yarımadasının bu coşkunluğu ile Akdeniz dünyasının yarısını fethedenleri ve hidayete getirenleri (Fethedilen yerlerin İslamiyetle şereflenmeleri) Orta Çağ tarihinin en fevkalade hadisesidir.”
The Legacy of İslam isimli eserde bu mevzuda şu yazılara rastlanıyor:
“İslamiyet Mekke’deki santralden bir elektrik akımı sürati gibi yayılarak Suriye’de parıldadı. Bütün genişliği ile Kuzey Afrika’yı baştan başa geçti. Sonra Cebelitarık Boğazı'nı atladı. Pirene’nin kapılarına koştu...” Aynı kitabın 44. Sayfasında ise Müslümanların 827-878 yılları arasında İspanya’dan Provence (Fransa’ya Kuzey İtalya’ya ve İsviçre’ye) akınlarda bulundukları zikredilmektedir.
The Age of Faith isimli kitabın 292. Sayfasında ise 732 yılı sıralarında Müslümanları Cebelitarık’ın 1000 mil kuzeyinde Fransa içlerinde harp ettikleri kaydolunmuştur.
“The Age of Faith” isimli kitabın 292. sayfasında 732 yılında Müslümanları Cebelitarık’ın 1000 mil kuzeyinde Fransa içlerinde harp ettikleri kaydolunmuştur. İslam dininin zuhurunu takip eden yıllardaki İslam fütuhatının bir kısmı şu şekilde hülasa edilebilir. 633 Bizans ile harp edilişi Ecnadin Zaferinin kazanılması... Şam’ın fethi 636 Yermük Zaferi Suriye’nin fethi... 637 Sasanilerin yenilmesi, Kudüs’ün fethi... 638 Antakya ve Halep’in fethi... 639-642 Mısır ve İskenderiye’nin fethi... 642 Sasanilerle Nihavend Savaşı, Sasani İmparatorluğunun yıkılışı... 643 Trablusgarp’ın fethi... 646 İran’ın, Türkistan’ın ve Eskişehir’e kadar Anadolu’nun fethi... 646-666 Doğu Anadolu’nun fethi... 647 Tunus Cezayir ve Fas’ın fethinin başlaması... 649 Kıbrıs’ın fethi... 651 İran’ın fethinin tamamlanması... 652 Herat ve Belh’in fethi... 654 Rodos’un fethi... 655 Bizans donanmasının bozguna uğratılması... 660 İndus kıyılarına varış... 664 Kabil’in fethi... 668 İslam ordularının Trakya’ya çıkmaları ve İstanbul’un ilk defa kuşatılması. Karaköy’ün fethi Galata’da Arap Camiinin inşası... 670 Mısır’dan Cezayir’e kadar Kuzey Afrika’nın fethi... 698 Fas’ın fethi... 700 Transoxlana fethi, Çin hudutlarına varış... 705-715 Batı Türkistan’ın tamamen fethi... 706 Türkistan’ı geri almaya gelen Çin ordusunun yenilmesi. Derbend ve Azerbaycan’ın fethi... 708-715 Sind ve Pencab bölgelerinin fethi... 709 Buhara’nın fethi... 711 İspanya’ya giriş... 713 İslam ordularının İspanya’dan Pireneler’i aşıp Fransa’ya girmeleri ve doğudaki ordularının Fergani’yi fethi... 716-717 Balear Adalarının fethi... 737 Avignon’un fethi... 751 Çin içlerinde ilerleme... 809 Karsiha’nın fethi... 810 Sardunya’nın fethi... 823 Girit’in fethi... 831 Palermo’nun fethi... 841 Bari’nin fethi... 843 Messina’nın fethi... 846 Roma’nın kuşatılması... 870 Malta’nın fethi...
Hicret’in 622 yılında vuku bulduğu göz önünde tutulursa kısa zamanda ne kadar büyük işler başarıldığı yukarıdaki tarihlerden anlaşılır. Türklerin de Müslümanlığı kabul ettikten sonra çok büyük ilerleme gösterdikleri ve Orta Asya’dan Avrupa’da Viyana kapılarına dayandıkları bilinmektedir.
Müslümanlığı kabul eden milletlerin hepsinin Müslümanlığı kabul ettikten sonra büyük ilerlemeler yaptıkları görülmektedir. Bugünkü müspet ilimler fizik, kimya, tıp, astronomi, cebir, hendese, geometri, trigonometri, botanik, zooloji, jeoloji ve diğer ilimlerin kurucusunun İslam âlimleri olduğu, bilim tarihi uzmanlarının ortak görüşüdür. Bu görüşlerle ilgili 230 sayfa belge ve bilgi “İslam Âlimlerinin İlme Hizmetleri” fotokopi olarak arşivimde mevcuttur.
“Avrupa halkı bütünüyle cehalet karanlığı içerisinde yuvarlanmaktaydı. Işığını ancak iğne deliğinden görebiliyordu. İşte böyle bir anda İslam ufuklarından parlak bir nur göründü. İlim, edep, ışıkları gayet parlak bir surette kendini göstermeye başladı." (Sayfa 369)
775 yılından 13. Yüzyılın ortasına kadar İslam ülkelerinde pek büyük bilginler ve fikir adamları yetişmiştir. Hatta denilebilir ki, bu müddet zarfında fikir ve kültür bakımından İslam âlemi Hıristiyan âleminden üstündür. E Rennan sayfa 77-242
“Unutmamalıyız ki, çağdaş ilimlerin temellerini atma şerefi Hazreti Muhammed'e (sallallahü aleyhi ve sellem) inananlara aittir. Bugün istifade ettiğimiz şeylerin hiçbirini ne Hıristiyanlığa ne kiliseye borçlu değiliz.” Miralay Enkersal sayfa 45
Başarının sırrı nedir? Müslümanlar âlemlere rahmet olarak gönderilen güzeller güzeli Sevgili ve Şerefli Peygamber Efendimizin ahlakı ile şereflendiğinde fertler ve Müslüman ülkeler son derece her konuda zirveye yerleşmiştir. Ve bu şereften uzaklaşınca İslam ve Müslüman düşmanlarının postalları altında ezilmiş ve sömürülmüştür. İslam Dünyasının kurtuluşunun yolu Sevgili ve Şerefli Peygamber Efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) ahlakı ile şereflenmektir. Başka yollar çıkmaz sokaktır. Batı’yı taklit eden batmaya mahkûmdur. Graudy’nin görüşüne göre: “Batı medeniyeti komada hatta bitkisel hayattadır. Batı ve taklit edenler çökmektedir..."
İSLÂMİYET ve GERİ KALMAK
.Sual : İslâmiyet İlerlemeye Engel midir? Müslümanlar Niçin Geri Kalmıştır? CEVAP : İslâmiyet, faydalı her yeniliği emreden bir dindir. Bundan dolayı, ilim adamlarına çok önem verilmiş, ilmî, fennî ve teknik tecrübeler yapılmış,müslüman Araplar, tıpta, kimyada, astronomide, coğrafyada, târihte, edebiyatta, matematikte, mühendislikte, mimarlıkta ve bunların hepsinin temeli olan, güzel ahlâk ve sosyal bilgilerde, en mükemmel dereceye vâsıl olmuşlar, bugün de ta’zîm ile yâdedilen kıymetli âlimler, hakîmler, mütehassıslar, üstâdlar yetiştirmişler, dünyanın hocası, medeniyetin rehberleri olmuşlardır. O zaman, yarı vahşî olan Avrupalı, fen bilgilerini İslâm üniversitelerinde öğrenmişler, hattâ Papa Sylvester gibi, Hıristiyan din adamları da Endülüs üniversitelerinde okumuştur. Bugün, hâlâ Avrupa’da kimyaya, Chemie ve cebire, [Arabî El-cebir kelimesinden] Al-gebra ismi verilmektedir. Çünkü bu ilimler, önce müslüman Araplar tarafından dünyaya öğretilmiştir. Avrupalılar, dünyayı tepsi gibi dümdüz ve etrafı duvarla çevrili zannederken, müslümanlar, ilk olarak, dünyanın yuvarlak olduğunu ve döndüğünü buldular. Musul civârında, Sincar sahrasında, meridyenin uzunluğunu ölçtüler ve bugünkü rakamları elde ettiler. Bugün insaflı Hıristiyanların kabûl ettiği gibi, hakîkî Rönesans, İtalya’da değil, Abbasîler zamanında, Arabistan’da başlamıştır ki, Avrupa’daki Rönesanstan çok çoköncedir. Müslümanların son zamanlarda, ilim sahasında en büyük rehberi, Osmanlılar idi. Bütün Hıristiyan âlemi bu İslâm devletinin, dünyadaki terakkîlere ve keşiflere kayıtsız kalması için siyâsi ve askerî hücûma geçtiler. Bir taraftan, haçlı saldırıları, bir taraftan da, bunların ihdâs ettikleri, bid’atsahibi müslümanların yıkıcı ve bölücü çabaları, Osmanlıların fen ve teknikte rehberlik yapmalarına mâni oldular. Türkler, dışardan ve içerden yapılan saldırılardan dolayı, çok zarara uğradılar. Te’sîrleri fazla olan yeni silahlar yapamadılar. Ülkelerinin büyük kaynaklarından lâyıkı ile faydalanamadılar. Kendi vatanlarında sanayii ve ticâreti yabancılara kaptırdılar. Fakir düştüler. Dînimiz, İslâm ahlâkında ve ibâdetlerde en ufak bir değişiklik yapmayı şiddetle men etmiştir. Dünya işlerinde, fen bilgilerinde ise, her değişikliği yapmayı, bütün yeni keşifleri öğrenmemizi ve yapmamızı emretmiştir. Osmanlı Devletini ele geçiren sözde aydınlar, dînimizin bu emrinin tam tersini yaptılar. Masonlara aldanarak din bilgilerini değiştirmeye, dînin esaslarını yıkmaya çalıştılar. Avrupa’nın fende ilerlemesine, yeni keşiflere gözlerini kapadılar. Hattâ fen bilgilerine, modern tekniğe uymak isteyen büyük Türk sultânlarını şehîd ettiler. Masonların elinde maşa olarak, ilerlemeyi, teknikte değil de, dinde reform yapmakta, bölücülükte aradılar. İngilizler, asırlardır İslâm memleketlerini kana boyamakla kalmamış, İskoç masonları, binlerce müslümanı ve din adamlarını aldatarak, mason yapmış,(insanlığa yardım, kardeşlik) gibi lâflarla, dinden çıkmalarına, dinsiz olmalarına sebep olmuştur. İslâmiyeti büsbütün yok etmek için, bu masonları maşa olarak kullanmışlardır. Böylece, Reşît Paşa, Ali Paşa, Fuât Paşa ve Mithat Paşa, Talat Paşa gibi masonlar, İslâm devletlerini yıkmakta kullanılan paşa ünvanlı maşalardır. Efgânî ve Abduh gibi masonlar ve yetiştirdikleri çömezler de, İslâm bilgilerini bozmaya, içten yıkmaya âlet olmuşlardır. 1846’da sadrazam olan mason Reşit Paşa, iş başına gelir gelmez, hâriciye nâzırı iken, LordRading ile el ele verip, hazırlamış olduğu ve ilân ettiği Tanzîmât kânûnuna istinâd ederek, mason locaları açtı. Çeşitli hıyânet ocakları çalışmaya başladı. Gençler, din câhili olarak yetiştirildi. Londra’dan alınan plânlarla, bir yandan idârî, zirâî, askerî değişiklikler yaptılar. Bunlarla gözleri boyadılar. Öte yandan da, İslâm ahlâkını, ecdâd sevgisini, millî birliği parçalamaya başladılar. Yetiştirdikleri kimseleri işbaşına getirdiler. Bu yıllarda Avrupa’da, yeni buluşlar, ilerlemeler oluyor; büyük fabrikalar, teknik üniversiteler, modern harb vâsıtaları kuruluyordu. Osmanlılarda bunların hiçbiri yapılmadı. Hattâ, Fâtih devrinden beri medreselerde okutulmakta olan fen, hesâb, hendese, astronomi derslerini büsbütün kaldırdılar. (Din adamlarına fen bilgisi lâzım değildir) diyerek, bilgili âlimlerin yetişmelerine mâni oldular. Sonradan gelen İslâm düşmanları da,(din adamları fen bilmez, din adamları câhildir, gericidir) diyerekmüslüman yavrularını İslâmiyet’ten uzaklaştırmaya çalıştılar. İslâmiyet’e vemüslümanlara zararlı olan, İslâmiyetin öğrenilmesine mâni olan şeylere uygarlık, ilericilik dediler. Çıkardıkları her kânûn Müslümanların, devletin aleyhine idi. Vatanın asıl sâhibi olan müslüman Türkler, ikinci sınıf vatandaş hâline getirildi. İrtica, İlerici, Gerici Sual:İrticânın Müslümanlıkla İlgisi Var mı? CEVAP: İslâmiyet gelmeden önce, Arabistan halkı çok vahşî idi, gerici idi. Kâ’beyiçıplak olarak tavâf eder, tesettüre riâyet etmezlerdi. Putlara tapar, kız çocuklarını diri diri toprağa gömerlerdi. Şarap içer, kumar oynarlardı. Her türlü rezâlet var idi. İslâmiyet gelince, yavaş yavaş bunların hepsi kaldırıldı. İnsanlar medenîleşti. Resûlullahın vefâtından sonra, İslâmiyeti bırakıp irtidât edenlere, eski kötü hayata dönenlere mürted ve mürteci adı verildi. Bu irtidâta irticâ dendi. Bu bakımdan her müslüman, kötü olan bu irticânın düşmanıdır. Bu tabîrler, Tanzimata kadar bu manâda kullanıldı. Devrimcilerin ve evrimcilerin tepkisiyle, etki ve yetkisiyle Tanzimattan sonra, İslâmiyetibırakmaya değil, müslümanca yaşamaya irticâ dendi. Namaz kılan, oruç tutan, içki içmeyen, karısını kızını açık gezdirmeyen müslümana da mürteciya’nîgerici dendi. Mürtede, aslını inkâr edene, ahlâk ve ma’neviyattanımayana, edep yoksunu soysuza, sarhoşa, ayyaşa, Türk düşmanına, hattâ müslümanolmıyan Avrupalıya ilerici denmeye başlandı. Kötülükler hüner sayıldı İslâm düşmanları, asırlar boyunca yaptıkları savaşlarla ve acı tecrübelerle anladılar ki, îmânını yıkmadıkça, müslüman milleti yıkmaya, imkân yoktur. Her ilerlemenin ve yükselmenin hâmîsi ve teşvîkçisi olan İslâmiyeti, gericilikgibi göstermeye yeltendiler. Genç nesillerin, bilgisiz, dinsiz kalmasını, onlarıma’nevî cepheden vurmayı hedef edindiler. Kötülükleri hüner, îmânsızlığı moda şeklinde gösterdiler. Ateistlerin, ilerici dedikleri Avrupalı ve Amerikalı, Cennete, Cehenneme inanıyor, Kiliseler dolup taşıyor. Avrupalıların ahlâksızlıklarına ilericilik diyerek sarılanlar, Avrupalı gibiâhirete inanan müslümanlaragerici diyerek saldırdılar. İslâmiyetten haberleri olmayanlar, Avrupa’yı, Amerika’yı taklîd etmeye ilericilik,müslüman olmayagericilik diyorlar. Hâlbuki kendileri, fen, tıb, hesâb bilgilerinde ve teknolojide, Avrupalılar, Amerikalılar gibi çalışmıyorlar. Ahlâksızlıklarını taklîd ediyorlar. Bunlara göre, okuma yazma bilmiyen, ilimden, san’attan haberi olmayan, fakat kendi taşkınlıklarına katılan ilerici ve aydındır. Üniversiteyi bitirmiş, ilim, san’at, ticâret sâhibi, ahlâklı, fazîletli, vergilerini veren, kânûnlara uyan ve herkese iyilik eden, hakîkî bir müslüman, bu taşkınlıklara katılmadığı için, gerici olmaktadır. Böyle ilericiler, gençleri fuhşa, tembelliğe, dünyada felâkete, âhirette de sonsuz azâblara sürüklüyorlar. Âile yuvalarının yıkılmasına sebep oluyorlar. Kısacası, gayrı müslimlerin yalnız ahlâksızlıklarını taklîd edenlere ilericidiyorlar. Müslümanlar gibi, Cennete, Cehenneme inanan Avrupalılara, Amerikalılara da gerici demediklerine göre, müslümanlara, kendi ahlâksızlıklarına uymadıkları için gerici diyorlar. Târihimize de dil uzatıp, parlak ve şerefli sayfalarını karartmaya kalkıştılar. Böylece, gençleri dinden, îmândan ayırmaya, İslâmiyeti yok etmeye çalıştılar. Güzel ahlâkı ve yiğitliği ile dünyaya şân ve şeref saçan, ecdâdımızın sevgisini genç kalblere yerleştiren mukaddes bağları çözmek, gençliği dedelerinin şerefinden mahrûm bırakmak için vicdânlara hücûm ettiler. Bu maskeli dinsizler, böylece, bir taraftan ilimde, fende geri kalmamıza çalışıyorlar, diğer taraftan da, İslâmiyet geriliğe sebep oluyor, Batı sanayiineyetişebilmemiz için, bu kara perdeyi kaldırmamız, şark dîninden, çöl kânûnlarından kurtulmamız gerekir, diyorlardı. Bu sûretle maddî ve ma’nevîkıymetlerimizi yıkarak, vatanımıza dışardaki düşmanların, asırlarca yapmak isteyip yapamadıkları kötülüğü yaptılar. Müslümana, dinci, köktendinci, çağdışı, gerici, irticâcı, çember sakallı,örümcek kafalı, yobaz, mürteci, bağnaz, mutaassıp, tutucu, muhafazakâr,softa, aşırı sağcı, anormal insan, ilkel, şerî’atçı, tarîkatçı, hilâfetçi,padişahçı, saltanatçı,fundamentalist, radikal gibi yaftalarla saldırıyorlar, tesettürü, tesbîhi, takkeyi bahâne ederek dîni kötülüyorlar, Müslümanlığa şark dîni, hortlatılan kara kuvvet, Kur’ân-ı kerîme çöl kanûnu, ibâdete müzik karıştırmaya uygar batı dîni, harâm işleyenlere san’atçı diyorlardı. Bazı Dînî Ta’bîrler Allah’ın emir ve yasaklarına İslâmiyet denir. İbâdetleri yapıp harâmlardan kaçan müslümanaSâlih denir. Dînimizin bildirdiklerinin hepsine inanan ve İslâmiyet’e uyana Müslüman denir. Nefsine ve fenâ arkadaşlara uyarak ba’zıfarzları yapmayan veya birkaç harâm işliyenmüslümanaFâsık denir. Müslüman olmayana, Kâfir denir. Müslümanları aldatmak için müslüman görünen kâfire Münâfık denir. Müslümanlıktan ayrılıp, kâfir olana, irtidâd etti denir. İrtidâd edene Mürteddenir. Allah’ın emir ve yasaklarına İslâmiyet denir. İbâdetleri yapıp harâmlardan kaçan müslümanaSâlih denir. Dînimizin bildirdiklerinin hepsine inanan ve İslâmiyet’e uyana Müslüman denir. Nefsine ve fenâ arkadaşlara uyarak ba’zıfarzları yapmayan veya birkaç harâm işliyenmüslümanaFâsık denir. Müslüman olmayana, Kâfir denir. Müslümanları aldatmak için müslüman görünen kâfire Münâfık denir. Müslümanlıktan ayrılıp, kâfir olana, irtidâd etti denir. İrtidâd edene Mürteddenir. Mürted,müslüman evlâdı olduğu hâlde, müslümanlıktan haberleri olmadığından ve hiçbir din âliminin kitabını okumadığından ve okusa da anlamadığından, yalnız bir lutfe, bir teveccühe ve dünyalığa kavuşmak için ve akıntıya kapılmış olmak için, Müslümanlığı beğenmeyen, terakkiye mâni diyen ahmak kimsedir. Kendini samîmî müslüman bildiği hâlde, âyet ve hadîse kendi görüşü ilema’nâ vererek, îmânı bozulan, küfre düşen kimseye Mülhid denir. AllahüTeâlâ’ya, İslâmiyet’e, helâle, harâma inanmayan dinsiz kâfire Zındık denir. Zındık, münâfık gibi düşüncesini gizli tutar. Zındıklar, komünist olabilir, mason olabilir, ateist olabilir. Yobaz, bütün hakîkatler kendisine gösterildiği hâlde, kabûl etmeyen, kendi indî ve hatâlı görüşünde körü körüne ısrar ve inat eden kaba, câhil kimse demektir. Yobazların din yobazı, fen yobazı, devrim yobazı, laiklik yobazı gibi birçok çeşidi vardır. Yobazların her çeşidi zararlıdır. Din ve Fen Din düşmanları, temiz gençleri aldatmak için, (İslâmiyet ilerlemeye engel olmaktadır. Hıristiyanlar ilerliyor. Her nevi fen vasıtası yapıyorlar. Tıpta, savaşta, haberleşmelerde kullandıkları fen aletleri, gözlerimizi kamaştırıyor. Biz de Hıristiyanlara uymalıyız.) gibi sözlerle, İslâmiyetteki güzel ahlâki, kardeşliği bıraktırmaya uğraşıyorlar ve Avrupalılara, Amerikalılara benzemeye ilericilik diyorlar. Gençleri, kendileri gibi İslâm düşmanı yapmaya, felakete sürüklemeye çalışıyorlar. Hâlbuki İslâmiyet, fende, sanatta ilerlemeyi emrediyor. Hıristiyanlar ve bütün gayr-i müslimler, babalarından, ustalarından öğrendiklerini yapıyorlar. Önceki neslin yaptıklarını, ufak tefek ilavelerle, tekrar yapıyorlar. Öncekiler yapmasalardı, bunlar hiçbirini yapamazdı. (Tekmil-i sinaattelahuk-i efkar iledir.) sözü asırlarca önce söylenmiştir. Yani sanatın, fennin, tekniğin ilerlemesi, fikirlerin, deneylerin birbirlerine eklenmesi ile olur. Fendeki Yenilikler Tarih gösteriyor ki, fendeki yenilikleri, hep müslümanlar yaptı. Fen bilgilerini, fen aletlerini yüz sene evvelki hâle kadar yükselttiler. Bu terakkilere, hep İslâm dini ve bu dini tatbik eden İslâm devletleri sebep oldu. Hıristiyanlar, haçlı seferleri ile İslâm devletlerini yıkamadıkları için, siyasi oyunlarla, yalanlarla, hilelerle, içerden yıktılar. Bunların topraklarında, muhtelif rejimler kurdular. Fakat, İslâmiyeti yok edemediler. Müslümanlardan kalan, fendeki keşiflere, ilaveler yaparak bugünkü terakkiyi kendilerine mal ediyorlar. Yalnız kendi keyiflerini, zevklerini, menfaatlerini düşünenler kötülüklerini ortaya koyduğu için, fen ve sanatı emreden İslâmiyete gericilik diyorlar. Yahudiler, Hıristiyanlar, hatta başka din mensupları da Cennete, Cehenneme inanıyor,mabedleri dolup taşıyor. Bu inananlara gerici demediklerine göre, fenne, sanata değil, zevk ve safaya, ahlâksızlıklara ilericilik dedikleri anlaşılıyor. Böyle asilsiz ve haksiz yalanlara, İslâmiyete küstahça, ilk saldıran İngilizlerdir. [İngiliz Casusunun İtirafları kitabında kâfi bilgi vardır.] Şimdi Müslümanların İslâmiyetin emrettiği, fen bilgilerine de sarılmaları, yine büyük sanayi kurarak yeni aletler yapmaları, Hıristiyanlardan üstün olarak, bütün beşeriyeti saadete kavuşturmaları gerekir. Fennin İlerlemesi ve İslamiyet Sual: Fen İlerledikçe Dinin Zayıflayacağı Doğru Mudur? İslâmiyetin Fen Bilgilerine Bakış Açısı Nasıldır? CEVAP: Kesinlikle yanlıştır. İslâmi ilimler, (Akli ilimler) ve (Nakli ilimler) olmak üzere ikiye ayrılır: Nakli ilimler, aklın ve dimağ gücünün dışında ve üstündedir. Bunlar, (edile-i şeriyye) denilen dört kaynaktan meydana çıkmıştır. Bunlara (Din bilgileri) denir. Akli ilimleri, his organları ile duyularak, akil ile incelenerek, tecrübe edilerek ve hesaplanarak elde edilir. Bu ilimler, nakli ilimlerin anlaşılmasına ve tatbik edilmesine yardımcıdır. Öğrenilmeleri farz-i kifayedir. Bu ilimler, matematik, mantık ve bütün tecrübi ilimlerdir. Bunlara (Fen bilgileri) de denir. Demek ki (fen bilgileri) islâmi ilimlerin bir koludur. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Hikmet, yani fen ve sanat müminin kaybettiği malidir. Nerede bulursa alması gerekir.) [İbniAsakir] Bir İslâm şehrinde, fennin yeni bulduğu bir alet, bir vasıta yapılmayıp, bu yüzden bir müslüman zarar görürse, o şehrin idarecileri mesul olur. Fennin ilerlemesi, her yeni buluş, Allahüteâlânın varlığını, bir olduğunu, kudretini ve ilmini daha fazla meydana çıkarmakta, İslâmiyeti desteklemektedir. Büyük İslâm âlimi Seyyid Şerif Cürcani hazretleri buyuruyor ki: (Akli olan, iyi düşünen bir kimse için, astronomi ilmi, Allahüteâlânın varlığını anlamaya çok yardim eder.) Astronomi ve Anatomi İmam-i Gazalî hazretleri de buyuruyor ki: (Astronomi ve anatomi bilmeyen, Allahüteâlânın varlığını ve kudretini iyi anlayamaz.) KadiBeydavi hazretleri,Neml suresindeki (Dağları, yerinde duruyor görüyorsun, Hâlbuki bunlar bulut gibi hareket etmektedir.) ayet-i kerimesini açıklarken dünyanın nasıl döndüğünü açıklamaktadır. İmam-i Razihazretleri de, Enbiya suresinin 33. ayet-i kerimesinin tefsirinde; ayin, güneşin, yıldızların mihverleri ve yörüngeleri etrafında döndüklerini daha önceki âlimlerden alarak bildirmektedir. Fen adamları, İslâm kitaplarını okuyunca Kur'an-i kerimin her tecrübeyi, her buluşu, daha önceden aynen haber vermiş olduğunu görerek hayran kalmaktadır. Fen bilgilerini iyice tedkik eden bir fen adamının Allahüteâlânın varlığını inkar etmesi mümkün değildir. Bazı fen adamlarının dinsiz olmalarına ise, papazların ve cahil halkın bâtıl inanışları ve yanlış anlayışları sebep olmuştur. İnsaflı fen adamları, eğer, Kur'an-i kerimden çıkarılan, fenne bağlı bilgileri, bunların inceliğini, doğruluğunu, okuyup anlasalar, hepsi de hakikati görüp seve sevemüslüman olur. Hıristiyanlığın akla ve ilme aykırı hükümlerini okuyan bazı ilim adamları şüpheye düşmekte veya inkarcı olmaktadır. Akıllı kimse, gökteki aya, güneşe, yıldızlara, yeryüzündeki bitki, hayvan veacaip değişmelere baksa, Allahüteâlânın varlığına, birliğine ilim ve iradesinin kemaline, akılları durduran hikmetinin sonsuzluğuna, kudretini büyüklüğüne ve nihayetsizliğine iman eder, nimetlerine şükreder. Fen bilgileri, doğru iman sahibelerinin imanını kuvvetlendirir. İmanı bozuk olanlara faydası olmaz. O hâlde önce doğru imanın ne olduğunu öğrenmek gerekir. *
İslam düşmanları temiz gençleri aldatmak için, (İslamiyet ilerlemeye engel olmaktadır. Hıristiyanlar ilerliyor. Gözleri kamaştıran her türlü fen vasıtası yapıyorlar. Biz de Hıristiyanlara uymalıyız) gibi sözlerle, İslamiyet’teki güzel ahlakı, kardeşliği bıraktırmaya uğraşıyorlar. Dinimizin ilme ve alimlere verdiği önem açık bir şekilde ortadadır. İslami hükümlerle yönetilen ve 600 yıl dünya üzerinde süper güç olarak hüküm süren Osmanlı İmparatorluğu, yetiştirdiği alimler ve bıraktıkları şaheserlerle bugün dahi avrupalıları, amerikalıları hayrete düşürmektedir. (İslamiyet ilerlemeye engel olmaktadır)sözü kuru bir iftiradan başka bir şey değildir. Çünkü İslamiyet, fende, sanatta ilerlemeyi emrediyor. Peygamber efendimiz, (İlim Çin’de de olsa talep edin! Öğrenin!) buyuruyor. Çin, eskiden olduğu gibi yine müslüman değildir. Çin’den alınacak ilim, elbet fen ilmidir. Her türlü teknolojidir. Bazı din simsarcıları da batıdan geldi diye fen vasıtalarına zararlı diyor. Böyle söylemek, böyle düşünmek çok yanlıştır. (Fen ve sanat müminin yitik malıdır. Nerede bulursa alsın!) hadis-i şerifine uymamız gerekir.
Bütün bu gerçeklere rağmen, akla hemen gelen, yine din düşmanlarının kasıtlı olarak körpe beyinlere kazıdığı şu soru oluyor: "Matbaa Türkiye’ye niçin geç girdi, Avrupa ile aynı anda girmedi?"
Matbaanın geç gelmesiyle Müslümanlığın hiçbir ilgisi yoktur. Yeni keşfedilen bir aletin hemen bütün dünyaya yayılması nasıl beklenebilir? Bu alet önce defalarca tecrübe edilir, eksiklikleri tespit edilip giderilir, sonra ilk olarak keşfedildiği ülkede yaygınlaşır, daha sonra zamanla diğer ülkelerde yayılır.
Mesela televizyon 1920’li yıllarda keşfedilmiş ve ilk TV yayınları İngiltere’de yapılmıştır. Türkiye’de ise ilk televizyon yayını 1968’de başlamıştır. Bu dönemde Türkiye, İslamiyet ile idare edilmiyordu. Suçu Müslümanlığa bulmak çok yanlış olur. Buna rağmen yarım asırlık bir gecikme olmuştur ki, o tarih için, teknolojinin ilerlediği bir dönemde hiç de küçümsenecek bir gecikme değildir. Din düşmanlarının maksadı matbaanın geç gelmesi değil, bir bahane bulup Müslümanlığı kötülemektir.
Matbaacılığın Türkiye’ye gelmesinin gecikmesine, kitaplar matbaa ile basıldığı takdirde işsiz kalacaklarından korkan kitap müstensihleri, yani para karşılığında kitap yazanlar da sebep olmuştur. Bunlar, matbaanın Türkiye’ye gelmemesi için çeşitli propagandalar yapmışlar, divitlerini bir tabuta koyarak, Bab-ı âli’ye kadar yürümüşlerdir. Hatta bazı cahillerden faydalanarak bunların, (Matbaacılık İslamiyet’e aykırıdır) şeklinde konuşmalarını sağlamışlardır.
Bu kimselerin İslamiyet’i şahsi menfaatlerine alet etmek istediklerini gören Osmanlı Padişahı sultan üçüncü Ahmed Han, sadrazamı Damat İbrahim Paşa’nın da yardımı ile bu işi halletmek için, İslam dininin en büyük reisi olan Şeyh-ül-İslam’dan matbaacılık hakkında bir fetva istemiştir. O zamanki Şeyh-ül-İslam Abdullah Efendi tarafından verilen fetvada, (İlim, fen ve ahlak kitaplarını, matbaada, az zamanda ve kolaylıkla çok kitap basmak, faydalı kitapların ucuz elde edilmelerine ve her yere yayılmalarına sebep olacağı için, matbaa yapılması caiz ve güzeldir) denilmiştir. (Behcet-ül-fetava s.262)
O zamanın Müslümanları buna mani olsa bile, suçu, mani olanlara mı, yoksa Müslümanlığa mı yüklemek gerekir? Daha sonra Anadolu’ya matbaa girdiğine göre Müslümanlığa suç bulmak çok yanlıştır, kasıtlıdır.
Matbaa 1447’de keşfedilmiş ve Türkiye’de ise bu tarihten yaklaşık 200 sene sonra kullanılmaya başlanmıştır. O tarihte haberleşme ve ulaşım vasıtalarının ne kadar zayıf olduğu ve yukarıda bildirilen diğer sebep de düşünülürse, bu gecikmenin İslamiyet ile hiç ilgisinin olmadığı anlaşılır.
Matbaanın bilime elbette katkısı vardır; fakat matbaa ile bilim arasında direkt bir bağlantı kurmak da doğru olmaz. Matbaa keşfedilmeden önce de, birçok keşifler yapılmıştır. Şu anda matbaa her yerde kullanıldığı, hatta diğer haberleşme ve ulaşım vasıtaları da hızla geliştiği halde teknolojide geri kalmış birçok ülke vardır.
Bütün bunlar gösteriyor ki, (Matbaa, Anadolu o zaman Müslüman olduğu için Türkiye’ye geç geldi) demenin de, (Matbaanın geç gelmesi geri kalmamıza sebep oldu) demenin de kasıtlı bir iddia olduğu meydandadır.
Aradan zaman geçti, batı düşman koltuğuna İslam'ı oturttu. .... Batı matbaa'ya adım attığı yıllarda, Osmanlı bunu niçin karşı geldi O devirde on binlerce kişi yazma ... Batının bu faaliyetine birde içerdeki satılmış idareciler
.
Müslümanlar Hiçbir Zaman Karanlıkta Olmadı.
Sizleri selâmların en güzeli ile selâmlar, en kalbî muhabbetlerimi her birinize ayrı ayrı arz ederim.Değerli kardeşlerim! Toplumun önünde yürüyen insanların, yükleri ağır sorumlulukları da çok fazladır. Bu insanların hata yapma şansları yok dense yeridir. Hatasız diyemeyiz, çünkü hatasızlık insanın vasıf değildir. Elbette ki hatasız kul olmaz ama en asgaride olmalıdır. Hele bir insan İslami kimliği ile toplumun önünde bulunuyorsa, çok daha dikkatli olması gerekir. Bir noktaya dikkatinizi çekmek istiyorum. 20. yüzyılın baş belası rejimler, Komünizm ve onun karşısına çıkarılan Faşizm. Bu iki ideoloji 20. yüzyılı kan gölüne çevirdi. İnsanlık ne yaptı Komünizm'i ve Faşizm'i ilkesel olarak en ince ayrıntısına kadar inceledi, tartıştı ve sonuca ulaştı. Ne Komünizm, nede Faşizm insanlığa bekledi refahı getirmedi, getiremezdi.
Aradan zaman geçti, batı düşman koltuğuna İslam'ı oturttu. İslam'a karşı yüzlerce yılın birikimi bir kinle saldırdılar. İslam'a karşı peşin hükümle hareket ettiler, Komünizm'e, Faşizm'e ve diğer ideolojilere gösterine hoşgörü İslam'a gösterilmedi. İslam onlar için gericilik, kan ve şiddeti körükleyen bir din olmaktan öteye gidemedi.(!) Batı Komünizm'e, Faşizm'e, yaptığını gibi, İslamiyet'i fikir ve düşünce ekseninde tartışmadı. Bütün insanlığın kurtuluşu için gönderilmiş bir dini, kişileri indirgeyerek tartışma konusu yaptılar. İslam dini eşittir Müslümanları uygulamaları… En güzel örneği de İslam dini eşittir terör olarak değerlendirdiler. Hâlbuki kişinin yaptığı bir hata bir düşünceye mal edilebilir mi Edilemez. Ama ettiler. Üzülerek belirteceğiz ki; Müslümanlar batının bu yaklaşımına zemin hazırladı. Yaklaşık iki yüz yıldır Müslümanlar ciddi manada temsil sorunu yaşamaktadır. Temsil makamına oturan yâda oturtulanların yanlışları İslam dinine mal edilmeye başlandı. Müslüman olan İngiliz pop şarkıcısı Yusuf İslam'ın söyleyip söylemediği bilinmeyen ancak yerinde bir tespit olduğu için sizlerle paylaşacağım ben İslam dinini, Araplar ve Türklerden görüp öğrenmiş olsaydım, Müslüman olmazdım. sözü, temsildeki yetersizliği en güzel şekilde anlatmaktadır. Yıllardır eli kalem tutan, yazar, çizer, edebiyatçı, sanatçı, ilim adamı, devlet adamı, siyasetçi, bilimci… Kısaca aydın(!) geçinenlerin tamamına yakını bilerek yada bilmeyerek büyük bir yalanın içinde bulunuyorlar. Nedir bu yalan Osmanlıyı yıkan İslam dinidir. Yâda Osmanlıyı perişan eden dini uygulamalardır. Bu tespit tamamen hilafı hakikat olup, en küçük bir haklılık payı olmayan bir iddiadan başka bir şey değildir. Her aklıselim şu soruyu sormalı. Bu kadar hayatı bir konu niçin gündeme gelmez. İnsanlara bunun bir yalan olduğu niçin anlatılamadı Bunun çok sayıda sebebi sayılabilir. Bir tanesini sizinle paylaşacak olursak yürek adamı çıkmadı diyebiliriz. Nasıl olur demeyin Bundan yüz yıl önce yaşanan bir hadiseyi sizinle paylaşalım da adam var mı yok mu anlayalım. Sultan Abdülhamid diyor kiJapon imparatoru benden İslamiyet'i ülkesinde anlatacak ilim adamı istedi. Ben İslamiyet'i hakkıyla anlatacak bir adam bulup gönderemedim. Düşüne biliyor musunuz koskoca Osmanlı imparatorluğu… Osmanlı denince akla İslamiyet gelir. Böyle bir devlette İslami anlatacak insan bulunamıyor.
Bir başka hadise, Osmanlı niçin geri kaldı. Batı sanayi devrimini gerçekleştirirken, Osmanlı buna niçin kayıtsız kaldı. Onu da Sultan Abdülhamid'den dinleyelim: Ben batıya, insanları gönderiyordum ki, batının fennini, tekniğini öğrenip yurdumuza dönsünler de onlardan istifade edelim. Benim gönderdiklerim, batının ilmini fennini öğreneceği yerde, onların ahlaksızlıklarını, sapıklıklarını öğreniyor, memlekete döndüklerinde, batılı gibi giyinmek, batılı gibi içki içmek, batılı gibi yaşamaktan başka bir şey öğrenmediklerini görüyordum.
Bu iki örnek, Osmanlı'da insanın ne kadar bozulduğunu gözler önüne sermektedir. Müslümanlar dinin emir ve yasaklarına riayet etmez, peygamberin yolundan gitmezse, meydana gelen olumsuzlukların sorumlusu Müslümanlar mıdır, yoksa İslam dini ve onun aziz peygamberi mi Osmanlı imparatorluğu kuruluşundan Kanuni'ye kadar geçen zaman da İslami kurallarla yönetilen bir imparatorluktu. Bazı tarihçiler, Osmanlı'nın İslam'ı yönetim içinde olmadığından hareket etsek, en azından Kanuni'ye kadar İslam'a aykırı hiçbir karar alınmamıştır. Kararlar şeyhülislam fetvası ile uygulamaya konulurdu. Osmanlı İslam'ı kuralları uyguladığı dönemde zirvedeydi. Ne zaman bundan uzaklaşılmaya başlanıldı, ardından zayıflama geldi. Osmanlı yükseliş dönemine dâhil uyguladığı İslam dinine bağlılık ve dinin kurlarını uygulama, devam etmiş olsaydı, bugün Osmanlı dimdik ayakta olabilirdi Batı dünyası içinde bulunduğu sefaletten kurtulmak için arayış içine girer. Batı, arayış içinde bocalarken, Osmanlı'da insanlar sorunsuz, refah düzeyi çok yüksek bir hayat yaşıyorlardı. Batı içine bulunduğu durumdan çıkmak için çabalarken, Osmanlı dünyanın hep böyle döneceğini düşüncesindeydi.
Osmanlı şunu düşünemedi; insan hayatında olduğu gibi, devletlerin hayatı da bisiklet teorisi gibidir. Ne kadar hızlı gidersen git, pedal çevirmeyi bıraktığın anda düşmen kaçınılmazdır. Biri iki metrede düşer, daha hızlı olan da beş metrede düşer. Sonuçta pedal çevirmeden bisikletin iki tekeri üzerinde durması mümkün değildir. Osmanlı, gücüne, kuvvetine, güvenerek batıdaki gelişmeleri kulak ardı etti. Hâlbuki İslam dini, ilmi Müslüman'ın yitik malı olarak vaaz etmektedir.
Bağdat'ta, Buhara'da, Şam'da, Mısır'da hatta İstanbul'daki bir kütüphanede olan kitap kıta Avrupa'sının tamamında yoktu. Bu İslam dininin okumaya, öğrenmeye, ilme verdiği değerin göstergesidir. Batı'da meydana gelen aydınlanma ve bilimsel gelişmelerin temelinde İslam dini ve Endülüs gerçeği vardır. Endülüs İslam âlimleri bilimsel çalışmaları, o kadar ileri boyutlara ulaşır ki; laboratuarlarda suni bulut ve gök gurultusu meydana getirerek deneyler yapıyorlardı. Bu gerçeği Nobel ödüllü Fransız Fizikçi Pierre Cuirie şöyle dile getirmektedir : Endülüs'ten bize otuz kitap kaldı, atomu parçalayabildik. Eğer yakılan bir milyon kitabın yarısı kalmış olsaydı, bugün çoktan uzayda galaksiler arasıda seyahat ediyorduk. Batı, yüzlerce yıl boyunca, okullarında ders kitabı olarak İslam âlimlerinin eserlerini okuttu. İbn Sinâ, İbn Rüşd, Fârâbi, İbn Haldun, Gazali bu âlimlerden sadece bir kaçıdır. Yıllardır aydınlar(!) ağızlarına sakız yapmışlar ortaçağ karanlığı Allah aşkına nedir bu ortaçağ karanlığı İlim adamı olmuş, bir de unvanı var Profesör. Müslümanları dolaylı olarak da İslam dinini ne ile suçluyor Dogmalar, bizi ortaçağ karanlığına götürür. Ortaçağ karanlığına dönmemek için İslam dininin kurallarına, şeriatçılara yol vermeyeceğiz. Bu cümleleri aklı başında bir ilim adamının söylemesi mümkün değildir. Ne diyelim Bu ve benzeri yalanlara karşı sesiz kala, kala, insanlar inanmaya başladı. Medya'ya bakıyorsunuz, aydınların(!) kahır çoğunluğunun bu söylemleri açıkça yâda ima yolu ile söylediğini görmekteyiz.İslam dinini kontrol altına tutmalıyız, yoksa ortaçağ karanlığına gideriz. Kitap yüklü merkepleri biliyor musunuz Değerli kardeşlerim! Bu söylemi söyleyenlere ne diyelim Bir mümin olarak kitabımız ne diyorsa bizde onu deriz. Kur'an bunlara kitap yüklü merkep diyor. Evet, en güzel ismi Kur'an–ı Kerim vermiş, bunlar kitap yüklü merkeplerin ta kendileridir. Niçin mi? Osmanlı ve İslam âleminin orta çağda bulunduğu seviyeye, bugünün modern dünyası henüz ulaşmış değildir. Selçuklular ve Osmanlılara bakalım. Mal ve can güvenliği o kadar ileri seviyededir ki; insanlar ülkenin başından sonuna kadar seyahate ederde, en küçük bir saldırı ve tecavüze maruz kalmazlar. Bizde seyahat özgürlüğü, can ve mal güvenliği bu seviyedeyken, batıda halkın hayat hakkı ile bir hayvanın hayat hakkı arasında fark bulunmuyordu Aynı yıllarda Batıda insanlar sefalet ve açlık içinde birbirlerini yiyerek karınlarını doyurmaktadırlar. Kimin kime gücü yetiyorsa, efendi o oluyordu.
Bizde; rahat ve huzurlu bir yaşam vardır, geçim sıkıntısı diye bir şey söz konusu değildir. Devlet her tarafı, aş evleri, imaretler, hanlar, hamamlarla donatmıştır. İnsanların refahı yükselmiş sırada hayvanların yaşam şartlarının yükselmesi vardır. Bunun için yapılarda, özellikle de camilerin burçlarına kuşlar için barınaklar yapılmıştır.. Bizde; hayvanlara verilen değer, batıda insana verilmiyordu. Batı; açlık ve sefalet içinde bulunuyor. Haçlı seferlerinin önemli sebeplerinden biri yağma yapmaktı, seferler boyunca ne kadar vahşilikler yaptıkları ortadadır. Bizde; hastalıklar tedavi edilir, hastalığa sebep olan mikroplara karşı ilaçlar bulunurdu.Batı'da; hastalar yerine göre öldürülür, yakılır, bu yolla hastalığın bulaşıcılığından korunmuş olacaklardı. Bizde; temizlik en ileri boyutta uygulanırken, batı pislikten meydana gelen hastalık sonucunda nüfusunun üçte birini veba kurban vermektedir. Bizim ilim adamlarımız, dünya haritası çizerken, gök bilimleri ile uğraşırken, batı, dünya dönüyor diyen insanları idam etmekle meşguldü Kitap yüklü merkep'lere deriz ki sadece biz değil keşke bütün dünya Ortaçağdaki Osmanlı ve Selçuklular gibi olabilsek.17. Yüzyılda yaşamış ünlü Fransız düşünür Montaigne şunları söylüyor.
Selim Şam'a girdiğinde, Şam'-ın bağları, bahçeleri meyvelerle doluydu. Selim'in askerleri, Şam'-ın bağlarından tek bir meyve dahi aldığı görülüp duyulmadı. Şam'da ki, bütün dükkânların kapıları açık olduğu halde, dükkânlardan zayi olan tek bir mal olmadı. Bunları biz söylemiyoruz, batılılar söylüyor.
Bir tarafta Yavuz Selim'in ordusu, diğer tarafta, Amerika, Fransa ve İngiliz ordusunun Irak'ta yaptıkları! Böyle bir hakikati insanlar nasıl göremez Hele, hele eli kalem tutan, yazar çizer takımı, anlamak mümkün değil. Bakın şu Fransız Montaigne başka ne diyor:Osmanlıda biri hızsızlık yapsa, biri birinin malına tecavüz etse, onun cezası, dayaktır, kolunun kesilmesidir. Şayet bunu savaşta yaparsa cezası katlanır, ölümle cezalandırılırdı. Düşüne biliyor musunuz Osmanlı sefere çıkıyor, düşman topraklarından geçerken, halkın, malına, mülküne, bağına, bahçesine, canına, namusuna en küçük bir yanlışlık yapanının cezası ölümdür. Bir de 21. yüzyıla bakalım. Irak'ta, Afganistan'da, Bosna'da, Çeçenistan'da, Filistin'de, katledilen çocukların, kadınların sayısı oldukça fazla. Irzına geçilen, çocuk, kız, kadının haddi hesabı yok. Hangisi ortaçağ karanlığı ?
Batı bundan bir üç yüz veya dört yüz sen önce tuvaleti, yıkanmayı, temizlenmeyi bilmezken, İstanbul sokaklarında yere tükürmek abes olarak görünürdü. Devlet sokaklardaki tükürükleri temizlememek için insanlar görevliler tayın ederdi.
Fatih'in İstanbul'u fethinde şehirde yaşayan gayrı Müslim insanlara verdiği özgürlük ve imkânları, bu günün devletleri rüyalarında göremiyor.Fatih'in İstanbul'un gayrı Müslim halkına tanıdığı özgürlüğü, bugün Türkiye cumhuriyeti kendi vatandaşına tanımıyor.Nerde ortaçağ karanlığı Osmanlı her bakımdan zirvede olduğu için, sonradan gelen işin ehli olmayan yöneticiler, bunun hep böyle devam edeceğini zannettiler. Batı ortaçağ karanlığından kurtulmak için uğraşırken, Osmanlı içinde bulunduğu aydınlığın zevkini yaşıyordu. Batı bir yandan çırpınırken, bir yananda yeni arayışlar içine girdi. Önce dinden kurtulmak istedi.
Batıda yaşanan ortaçağ karanlığının en büyük nedeni, sapık din anlayışıdır. Batı şunu gördü, insanlar inançsız olamaz, insanların inanç ihtiyacını gidermek için önlerine bir şeyler koymak lazım. Hıristiyanlığı, kiliseye hapsettiler, insanlara da dediler ki; din ihtiyacı olan gitsin kiliseye, ihtiyacını orada gidersin. Kilisenin dışında din olmayacak. Bu kavga bayağı devam etti, sonuç da batı insanı bu yeni din anlaşışını benimsedi.
Batıdaki yeni durum beraberinde birçok düşünce ve akımı da beraberinde geliştirdi. Batı fikir ve düşünce yapısını, ezilmişlik, aşağılanmışlık üzerine kurdu. Bir yandan sefaletten, diğer yanda da Osmanlı hegemonyasından kurtulacaktır.
Batıdaki bu gelişmeye, Osmanlı kayıtsız kaldı. İş başına gelen idareciler, hadislere uzun vadeli bakamadılar. Çok konuşulan bir konudur matbaa hadisesi. Batı matbaa'ya adım attığı yıllarda, Osmanlı bunu niçin karşı geldi O devirde on binlerce kişi yazma kitaplar sayesinde iş imkânı bulmuştu. Kiminin geçimi, kiminin de özel uğraşısıydı. Osmanlının ve İslam coğrafyasının yazı ile bir sorunu yoktu. Batı kendiside olmayan bir şeyi bulmuş ve ona sarılmıştı. Osmanlıda, insan hakları, yönetim şekli gibi konularda hiçbir sıkıntı yoktur. Çünkü Osmanlıda hukuk değil, adalet vardı. Adalet terazisi herkesi aynı kefede tartardı. Batıda öyle değildi. Batı demokrasiyi, insan haklarını keşfetmeye başlayınca, Osmanlı bunlara duyarsız aldı. Niçin Çünkü ihtiyacı yoktu. Netice itibariyle; batıda meydana gelen olaylara kayıtsız kalmanın meydana getirdiği olumsuzluklar ortaya çıktığında iş işten çoktan geçmişti.
Osmanlının en büyük dezavantajlarından biri uzun yıllar batıyı kontrolü altında tutması nedeniyle, batılı aydın (!) ve devlet idarecilerinde oluşan Osmanlı düşmanlığıdır. Batı öyle bir noktaya gelmişti onlar için ne olursa olsun Osmanlı yıkılmalıdır. Ne zamanki güç dengesi batıdan yana döndü, bütün güçlerini Osmanlıyı yıkmak için seferber ettiler. Batının bu faaliyetine birde içerdeki satılmış idareciler eklenince, Osmanlı'nın mukadderatı kaçınılmaz oldu. Osmanlı'nın yıkılmasında dinin en küçük bir etkisi olmamıştır. Şu manada olmuştur. Osmanlı ne zaman dininin kuralarını göz ardı etmeye başladı, bünye zayıflamaya başladı ve kaçınılmaz son gelip çattı.
Osmanlı'nın son yüzyılında dinin yaşanıp yaşanmadığına vereceğimiz şu örnek ışık tutacaktır. Birçoklarının göz ardı ettiği bir hususu bilgilerinize sunacağız. Cumhuriyeti kuran Mustafa Kemal'in ailesi ile Osmanlı hanedanının aile yapısına bakalım. M. Kemal'in annesi Müslüman, çarşaflı namazında niyazında bir kadındır. Kız kardeşi kapalı, İslam ahlakı ile ahlaklanmış bir hanımefendidir. Ya hanımı, oda tesettürlü bir hanımefendidir.
Ya Sultan Vahdettin, Sultan Reşat'ın aileleri İslami ölçüde tesettürde olanı yok denecek kadar azdır. Namaz kılanların sayısı da son derece azdır. Buradan şu sonucu çıkarıyoruz Batı sapık ve bağnaz dinini kiliseye hapsetti, dininden uzaklaştıkça yükseldi. Bizde insanlığı karanlıktan nura çıkaran güzel dinimizden uzaklaştıkça alçaldık. Mesenlin özü budur. Tarihini bilmeyen siyaset adamı devleti batırır!
Osmanlı'nın yükselme devrini Kanuni ile noktaladığımızda, bu dönemin yaklaşık 250 yıl olduğunu görürüz. Bu dönemde on padişah görev yapmıştır. Sultanların görev suresi ortalama 25 yıla denk düşmektedir. Kanuni'den sonra ki 350 yılda da 26 padişah iş başına gelmiştir, her birinin iş başında kaldıkları süre, ortalama 13 yıldır. Bu rakamlar istikrarın bozulduğunun, taht kavgalarının ayyuka çıktığını göstermesi açısından önemlidir.
19. yüzyılda İstanbul boğazında yapılan saraylara bakalım. Bir tarafta borç batağına saplanmakta olan bir devlet, diğer tarafta boğazda yapılan ihtişamlı saraylar. Neymiş, batıya güçlü görünecekmişiz. Burada, işin ehli olmayan, tarih bilmeyen idarecilerin devleti ne durumlara düşürdüğünü görüyoruz.
Cevdet Paşa ne diyor Tarih bilmeyen siyasetçi ile pusula okumasını bilmeyen kaptanın farkı yoktur. İkisi de gemiyi karaya oturtur.
Batıya güçlü görünmek için seçilen yolu görüyor musunuz Hanedan mensuplarını daha iyi saltanat içinde yaşatmak için yapılan harcamalar, diğer tarafta Yavuz Sultan Selim han... Çevresi ne diyordu Yavuz'a: Venedik elçisi huzura çıkacak, izin verirseniz güzel elbiselerimizi giyelim, bizi güzel giysiler içinde görsün. Yavuz Selim Han, heyete izin verir. Elçi huzurdadır, bütün heyet de en güzel giysileri içindedir. Oda ne Yavuz Selim Han'ın her zamanki gibi eski giysileri içinde, tahta oturuyor. Kılıcı tahtın basamaklarında, pencereden içeri giren güneş ışığı kılıcın keskin yüzünü parıldatıyordu.Görüşme sonrasında sadrazam Venedik elçinse sorar Görüşme nasıl geçti Venedik elçisi Sultanın hemen yanı başında duran kılıcın parlaklığı gözümüzü öyle aldı ki, başka bir şey göremedik.
Boğaz kıyılarına sarayları konduranların az bir tarih bilgileri olmuş olsaydı, büyük devlet olmanın, batıya kafa tutmanın yolu saraylardan, ihtişam içinde ki bir hayattan geçmediğini bilmeleri gerekirdi. Tarih bilselerdi, Yavuz Selim Han örneğinden bunu anlayacaklardı. Eşek eşektir, hiç altın semer ile eşekten at olur mu Bu kokuşmuşluğu, İslamiyet mi meydana getirdi İslamiyet mi onlara dedi ki; matbaaya karşı olun. İslamiyet mi onlara dedi ki, daha rahat yaşamak için boğaz kıyılarını saraylarla donatın.
Batılı devletler Osmanlı ile birlikte bütün İslam coğrafyasını esir aldı. Bu esaret bugünde maalesef devam etmektedir. Niçin bu esaretten kurtulamıyoruz gibi bir soru sorulacak olsa, birçok nedeni var deriz. Bunlardan bir tanesi belki de en önemlisi benden, senden, bizden kaynaklanmaktadır.
Biz bir tarafa, dinimizi, vatanımızı, ülkemizi koyalım, diğer tarafa da nefsimizi. Allah için elimizi vicdanımıza koyarak cevap verelim. Tercih etmek durumunda kalsak, hangi birimiz nefsini ikinci plana atar Hiç birimiz demek doğru bir yaklaşım olmaz, ama çok rahat kahır çoğunluğumuz diyebiliriz.
Karşımızda bir Sultan Abdülhamid Han gerçeği var. Ne yapmıştı Abdülhamid Han Bakıyoruz ki; Mason'u, Siyonist'i, Müslüman'ı, Şeyh Efendisi, Hoca Efendisi, Hacısı, Milliyetçisi, Ateisti tüm kesimler Abdülhamid'e cephe almış. Bu çeteyi anlamak mümkün değil. Bugün ülkemizin yaşadığı soruların temelinde Sultan Abdülhamid Han'ın tahttan indirilmesi yatmaktadır. Yanlış duymadınız, evet Sultan Abdülhamid han tahtan indirilmemiş olsaydı bugün Ortadoğu coğrafyası böyle olmayacaktı.
Başka neler olacaktı:Musul ve Kerkük'le ilgili bu sorunlar yaşanmayacaktı. Filistin de İsrail sorunu olmayacaktı. Ortadoğu da bu kargaşa olmayacaktı. Ülke içinde yaşanan bir çok insan hakları ihlali olmayacaktı. Sanayileşme ve ekonomik kalkınmayı daha önce gerçekleştirmiş olacağımızdan, ekonomik sorunlarımız halledilmiş olacaktı. Sultan Abdülhamid'i tahtan indirerek, Osmanlının ipini çektiler.
Sultan Abdülhamid'den sonra, idariyi ele alan İttihat–ı Terakki cemiyeti, öyle işler yaptı ki sanki devleti kurtarmaya değil de yıkmaya gelmişlerdi. Önce İngiliz'lerin yıllardır beklediği ama Abdülhamıd'in yapmadığı, Şerif Hüseyin'i serbest bıraktılar. Serbest kalan şerif Hüseyin'in ilk işi Arap ülkelerini İngiliz'in desteği ile Osmanlıya karşı ayaklandırmak oldu.
Birinci dünya savaşının ayak sesleri duyuluyordu. Almanya ile ittifak kurmaları en büyük yanlışlarındandı. Bu yanlışların yanına birde birinci dünya savaşına katılma kararı ve cihad ilanı imparatorluğun sonunu getirdi.Birinci dünya savaşında, Cemal Paşa komutasında ordu Sına yarım adasında İngiliz–Fransız–Arap organizasyonuna mağlup oldu. Bir orduda Enver Paşa komutasında Kafkas dağlarında perişan oldu. Ülkenin yetişmiş, kalifiye evlatlarından 250 bin insanı Çanakkale'ye gömüldü. Üç cephede iki malubiyet, bir zafer… Birinci dünya savaşının sonunda teslim bayrağını çeken bir ülke…
Sultan Abdülhamid'i tahtan indirenler, koro halinde özür dilemeye, yanlış yaptık demeye başladılar. Ne yazık ki özür için geç kalınmış, iş işten geçmiştir. Abdülhamid'in karşısında olan askerler de ondan özür diledi… Şair özür diledi… Edebiyatçı–yazar özür diledi… Hoca Efendiler, Şeyh Efendiler özür diledi… Be mübarek adamlar… Takıldınız, Siyonist'in, Mason'un, Batı hayranı vatan hainlerinin peşine ülkeyi uçurumdan aşağı yuvarladınız, sonra kalkıp özür diliyorsunuz. Olacak iş mi ?
Abdülhamid'in tahtan indirilmesine destek verip, alkış tutanların her biri toplumun önünde giden, insanlara liderlik eden kişilerdi. Aklı başında kimse çıkıp ta demedi ki; siz ne yapıyorsunuz Bu yaptığınız vatana, devlete ihanettir. İhtirasları onların gözlerini kor etmiş, hakikatleri göremez olmuşlardı. Bundan yüz yıl önce yapılanların faturası hala ödeniyor. Bu hadiseye sebep olanlar, kul hakkından nasıl kurtulacak. Bu millet yapılanların bedelini halen ödüyor. İnşallah tarih tekerrür etmez.
Birinci dünya savaşı sona ermiş, Osmanlı teslim bayrağını çekmiştir. İttihat-i Terakki cemiyetinin elebaşları olanların her biri bir tarafa kaçtı. Cemal Paşa, Enver Paşa ve Talat Paşa yurt dışına kaçtılar. Padişah Sultan Reşat görevden uzaklaştı. Yazarı, aydını her biri bir tarafa çekildi. Enver Paşa şöyle demektedir: Bütün yaptıklarımın hesabını vermeye hazırım. Bizim asıl mesuliyetimiz, Sultan Abdülhamid'i anlamamak ve Siyonizm'e alet olmamızdır. Acıdır, fakat hakikat budur. Devlet mağlup olmuş, her taraftan işgal orduları saldırmış. Ortada ne doğru dürüst bir ordu var, nede devlet yapısı. Böyle bir ortamda Sultan Vahdettin devletin başına geçer.
Üç yüz yıldır biriken sorunlar bir anda Vahdettin'in üzerine yıkıldı. Vahdettin'in adeta bir günah keçisi olup çıktı. Bakın yalanın kuyruklusuna Vahdettin ülkeyi sattı. Vahdettin devletin başına geçtiği zaman, satılacak ülke mi kalmıştı ki; onu satsın. Ne doğru dürüst bir ordu, nede nizam intizam… Savaşının mağlubiyeti, sonrasında galip devletlerin her biri bir taraftan ülkeyi işgale başlamıştı.
Bu şuna benzer; küme düşmesi matematiksel olarak kesinleşen bir futbol takımının başına bir teknik direktör getiriyorsunuz. Takım kümeye düşüyor, sonrada kalkıp bu teknik direktörü başarısızlıkla, takımı kümeye düşürmekle suçluyorsunuz. Kimse demiyor ki; yahu bu adamın bir suçu yok, teknik direktör olduğu zaman, takım kümeye düşmeyi garantilemiştir.
Kahraman kime denir Başkaları için kendini feda eden kişiye kahraman denir. Bu manada Sultan Vahdettin kahramandır. Çünkü ülkesi için kendini feda etmiştir. Biz ne yaptık, cumhuriyet kurulduğu günden bu yana Vahdetine yapmadığımız küfür ve hakaret bırakmadık.
Değerli kardeşlerim!Ben bir kişiyim, benden ne olur demeyin. Güzel bir Allah dostunun sözü var. Elimizde üç tane bir olsa ve her biri tek olarak kullansa, değerleri birden öteye geçemez. Fakat birlikte hareket ettirsek ve üç tane biri omuz omuza verdirsek, yüz ön bir değerine ulaşırlar. Bizler geçmişimizi öğrenmeli, geçmişte düşülen hatalara düşülmemesi için ikaz ve uyarılarımızı her fırsatta yapmalıyız. Herkes evinin önünü temizlese sokak tertemiz olur.
İslamiyet ile bilim birbirlerine mani midir, çelişir mi?
Soran : Sorularlaislami...
Tarih: 15.11.2011 - 00:00 | Güncelleme:
Cevap
Değerli kardeşimiz,
İlim, Allah'ın kainatta koyduğu kanunların insanlar tarafından keşfedilmesidir. Bu bakımdan fenni ilimlerin her biri Allah'ın varlık ve birliğini ve sonsuz gücünü bizlere göstermektedir.
Din bilimle ters düşmez. Çünkü bilimin gerçekçi olarak ifade ettiği konularda dinle tamamen ittifak etmektedir. Bu bakımdan dinimiz mutlak doğru olan bilimsel çalışmaları hiç bir zaman reddetmediği gibi aksine kabul etmektedir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de geçen bir çok bilimsel ayetler mevcuttur ve bugün bilim de bunu teyid etmektedir.
Bilimin her yaptığı çalışma doğru sonuçlar vermeyebilir. Mesela, bugün bilim tarafından doğru kabul edilen bir olgu yarın reddedilebilir ve ona zıt bir olgu kabul edilebilir. Ancak Kur'an-ı Kerim'de geçen ifadelerin hiç birisinin aksi isbat edilememektedir. Demek ki bilimsel çalışmalarımızda Kur'an-ı Kerimi kendimize kılavuz edinmeliyiz ki doğru neticelere varabilelim. Aksi takdirde Kur'an-ı Kerim'e zıt düşen hiç bir çalışma bilim tarafından geçerlilik kazanamayacaktır.
Terakkinin kaynağı ilimdir. İnsanlar için kaçınılması gereken en büyük düşman cehalettir. Çünkü bütün terakki ve tekamüllerin engeli, bütün tedennilerin kaynağı cehalettir. Kur'an, yüzlerce ayet-i kerimesinde insanları dinî ve dünyevî ilimleri öğrenmeye teşvik eder. Bunlardan ikisini takdim edelim:
"Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" (Zümer, 39/9)
"Kadın ve erkek her Müslüman'a ilim öğrenmek farzdır." (İbn Mace, Mukaddime, 17)
Bilindiği gibi, Peygamber Efendimiz (asm), Medine-i Münevvere'ye teşriflerinde ilk iş olarak mescit ile birlikte medresesini tesis etti. O medresede okuyan o günün talebelerine "Ehl-i suffa" deniliyordu. Bunlar bütün hayatlarını ilim ve irfana vakfetmişlerdi. Günümüze kadar gelen bütün İslâm mektep ve medreselerinin temeli bu Suffa Medresesidir.
Eğer din gelişmeye engel olsaydı, Asr-ı saadetteki gözler kamaştıran o terakki, Avrupa'nın üstadı olan Endülüs'teki o tekamül, dünyayı hayrette bırakan Selçuklu ve Osmanlı medeniyetleri vücuda gelebilir miydi?!. İslâm aleminde İmam Gazali, İbn-i Sina, Farabî, İmam Rabbani, Mevlâna Celaleddin Rumî gibi binlerce ulema ve hükema yetişebilir miydi?!.
İslâm'ın ilme karşı olmasının düşünülemeyeceğini Bediüzzaman Hazretleri şöyle dile getiriyor:
"Köle efendisine ve hizmetkâr reisine ve veled pederine nasıl düşman ve muarız olabilir? Halbuki İslâmiyet, fünunun seyyidi ve mürşidi ve ulûm-u hakikiyenin reis ve pederidir." (Muhakemat, 10)
Günümüz Müslümanlarının, bilim ve teknoloji sahasında istenilen seviyeye gelmedikleri bir gerçektir. Fakat bu geri kalmışlığın sebeplerini, İslâmiyet'e mâl etmek ve onda aramak gerçeği kesinlikle aksettirmez. Bazı çevreler, fennin her keşfini, dine karşı kazanılmış bir zafer gibi ilan ediyorlar. Bu, fenni inkar eden bir batıl din için doğru olabilir. Ama, bir Müslüman bu tür gelişmeleri, "Allah'ın kudret kitabı olan şu kainattan bir sırrın daha çözülmesi" şeklinde değerlendirir. Yeni keşifleri duydukça, Allah'ın ilmine ve hikmetine karşı hayranlığı ve hayreti daha da artar.
Konunun çok önemli bir yanı da şudur: Hakk kitaplarının en sonuncusu ve en mükemmeli olan Kur'an-ı Kerim'de insanları fen bilimlerinden yasaklayan bir tek hüküm mevcut değildir. O halde bazı kimselerin İslâm'ın bilim ve tekniğe karşı olduğunu iddia etmeleri tamamen dayanaksız ve kasıtlıdır. Müslümanların İslâm ruhundan uzaklaştıkları, daha doğrusu, planlı bir şekilde uzaklaştırdıkları son bir asırlık dönemi esas alıp, on dört asrın bütün terakki ve tekamüllerini görmezlikten gelmek insaf ölçülerine sığmaz.
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
Bizi geri bırakan İslâm mı?
"Madem El-Hakku Ya`lu haktır. Neden kâfir, müslime; kuvvet hakka galibdir?" (Sözler, Lemeat, s. 725)
Bir zamanlar sıkça gündeme taşınan, şimdi de yer yer nükseden bir hastalık var: Dinin, terakkiye mani olduğunu sanmak ve Hristiyan ülkelerden geri oluşumuzun sebebini İslâm dininde aramak.
Bu iddiaya cevap vermeden önce bazı noktalara işaret etmek isterim. Bunlar arasından geçireceğimiz hat bizi sorunun ilk cevabına ulaştıracaktır.
Birinci Nokta:
İslâm dini ilk zuhur ettiği dönemde Müslümanlar bir süre müşriklerin baskılarına, zulümlerine maruz kalmışlar, daha sonra devlet haline gelmiş ve bir asır öncesine kadar sürekli ilerlemişlerdir. Asr-ı saadetin bir iman, ahlak, fazilet,adalet ve huzur asrı olması bunun ilk delilidir. Daha sonra Endülüs Emevî devletinin Avrupa’ya ilimde önder olması, Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluklarının hem ilim hem de sanatta yükseldikleri şahikalar bu tür iddialarla örtülecek, saklanacak cinsten değildir.
Burada İslâm ve Müslüman kavramlarını birbirinden ayırma gereği ortaya çıkıyor. İlerleyen de Müslümanlardır, gerileyen de. İslâm ne ise odur.
“Bugün sizin dininizi ikmal ettim (kemale erdirdim). Üzerinize nimetimi tamamladım. Ve sizin için din olarak İslâm’ı beğendim. (İslâm’a razı oldum.)”(Mâide, 5/3)
O zaman şu sorunun cevabını aramak gerekiyor:
- İmparatorluklar kurduğumuz dönemlerde mi İslama daha çok bağlıydık, geri kaldığımız dönemlerde mi?
Bir Diğer Nokta:
Geri kalışımızın sebebi olarak İslâm’ı gösterenlerin, Müslümanları bir tarafa bırakıp İslâm üzerinde konuşmaları ve “Kur’anın şu hükümleri, Resulullahın şu hadisleri terakkiye manidir.” diye yola çıkmaları ve delillerini ortaya koymaları lazım gelir.
Meselâ, yalanı, zulmü, içkiyi, kumarı, zinayı, stokçuluğu, faizi, gıybeti, ırkçılığı kısacası her türlü kötülüğü yasaklamanın terakkiye engel olduğunu ispat etmeleri gerekir.
Üçüncü Nokta:
Hristiyanların bizden ileri olmalarını İslâm’a hamledenlere bir vazife daha düşüyor. O da bu günkü teknolojinin, maddî kalkınmanın esaslarını İncil’de arayıp bulmak ve “Biz bunlardan yoksun olduğumuz için geri kaldık.” diye bir gerekçe ile ortaya çıkmak. Bunu yapmaları mümkün değil. Zira İncil’de ne iktisadi hayata ne de devlet yönetimine dair bir tek ayet mevcut değil.
Son bir noktaya da işaret edip cevabına geçelim:
Bu iddiayı ortaya atanların, dünün çalışkan, cevval, hamiyetli, dürüst, vatansever insanını, bugünün hak hukuk tanımaz, soygunculuğu hüner sayan, şehvet düşkünü, her şeyi nefsine feda eden, egoist insanı haline getiren eğitim düzeninin İslâmdan kaynaklandığını da ispat etmeleri gerekir.
Şimdi, söz konusu sorunun cevabını Nur Müellifinin tespitlerini esas alarak ortaya koymaya çalışalım:
Nur Külliyatı'ndan Lemaat adlı eserde şöyle bir soruya yer verilir:
Bir zaman bir sâil dedi: "Madem El-Hakku Ya'lu haktır. Neden kâfir, müslime; kuvvet hakka galibdir?"
Yani, “Madem ki hak üstündür, ona üstün gelinmez. Kâfirlerin Müslümanlara, kuvvetlinin haklıya galip gelmesine ne dersiniz?”
Bu sorunun cevabı dört ayrı yönüyle çok öz ama çok doyurucu olarak verilir.
Önce vesileler üzerinde durulur ve bu hikmet dünyasında vesilelerin, sebeplerin çarpıştığına dikkat çekilir. Müslüman olsun kâfir olsun, her kim ulaşmak istediği sonucun ön şartlarını yerine getirir, sebeplerine vesilelerine tam riayet ederse başarı onun olacaktır. Hangi üründen hangi şartlarda hangi tekniklerle ve nasıl bir planlama ile verim alınacağı bellidir. Bu şartlara kim uyar, bu vesileleri kim yerine getirirse başarı onundur.
Soruda geçen kuvvet kavramına da şöyle değinilir: “Kuvvetin bir hakkı var, bir sırr-ı hilkati var.”
Başarılı olmak, düşmanınıza, yahut rakiplerinize galip gelmek istiyorsanız kuvvetli olmaya çalışmanız gerekir. Zira, kuvvetin de bir hakkı vardır. O hakkı kim elinde tutarsa galip gelmesi kuvvetle muhtemeldir. Çelikle tahtayı çarpıştırırsanız tahtanın mağlup düşeceği bellidir.
İkinci olarak, mesele insandaki sıfatlar alemi yönünden ele alınır.Bütün güzel sıfatlar Allah kelamında zikredilmiş ve Resulullah (asm.) tarafından da en güzel şekilde sergilenmiştir. Şu var ki uygulamada nefsin, şeytanın, bozuk toplum yapısının ve daha nice faktörün tesiriyle, bir Müslüman bu güzel sıfatların tümünü hayatında sergilemeyi başaramayabilir. Yine bir gayri müslimde, gördüğü eğitimin ve toplum yapısının bir ürünü olarak bazı güzel sıfatlar bulunabilir. Bunlar ondaki müslim sıfatlardır. Bir iş görüleceği zaman, kalplerdeki inançlar değil, bu sıfatlar çarpışırlar.
Ticaret hayatını örnek verelim: Bilgi, dürüstlük, çalışkanlık, mesai tanzimi, prensiplilik gibi sıfatlar ticaretin sonucuna doğrudan tesir ederler. Bir gayri müslim bu sıfatlara sahipse ve yine bir Müslüman bu sıfatlardan mahrumsa o gayri müslimin Müslümandan daha zengin olması beklenen bir sonuçtur. Burada kâfir Müslümana değil, müslim sıfatlar gayri müslim sıfatlara galip gelmişlerdir. Ve sonuç, sıfatlar aleminde, yine hakkın olmuştur.
Bu konu işlenirken fikrimize ufuklar açan şöyle bir tespite yer verilir:
“Hem dünyada, hayatın hakkı şamil ve âmmdır. O rahmet-i âmmenin bir cilve-i manidar, onun bir sırr-ı hikmeti var; küfür mani değildir.”
Hayatın hakkı umumidir, şamildir. Yani bu noktada mümin, kâfir, insan, hayvan farkı yoktur. Kime hayat verilmişse ona rızk da verilir. Rızk; imanın ve ibadetin değil hayatın hakkıdır. Onların hakkı ahiret yurdunda ebedi saadettir.
Bu ufukta düşüncelerimizi şöyle sürdürebiliriz:
Allah’ın her isminin tecellisi için farklı aynalar, ayrı zeminler söz konusudur. Bunların çoğu, kişinin inancıyla ilgili değildir. Meselâ, Rezzak isminin tecellisinden daha fazla nasip almak isteyen bir çiftçi bunun için gerekli şartları yerine getirdiğinde tarlasına daha fazla mahsul verilir. Burada kişinin inancına bakılmaz. Yine, Şafi isminin kendisinde tecelli etmesini isteyen birisi, hastalığına faydalı ilacı kullanır. Onun şifa bulmasında da inancına bakılmaz. Çünkü kişi bu ismin tecellisini istemeyi bilmiştir ve bunun karşılığı olarak kendisine şifa ihsan edilmiştir. Bu yola girmeyen bir insan, kâmil bir mümin de olsa, şifaya kavuşmayabilir.
Buna göre bir Müslüman dünya hayatında İlâhî isimlerin feyzinden faydalanmayı diliyorsa, o tecellilere layık bir ayna olma yolunu tutmalıdır. Bunu yapmazsa sonuç alamaz. Ama aynı mümin ibadet, salih amel ve ihlas şartlarını yerine getirmekle ahiret yurdundaki İlâhî lütuflara talip olmuş olur.
Bu şartları yerine getirmeyen bir insan da dünyada ne kadar başarılı olursa olsun, cennetten nasip alamaz.
Aynı parçada konunun bir üçüncü boyutuna da dikkat çekilir:
Allah’ın iki ayrı kanunlar manzumesi olduğu nazara verilir. Bunlardan birisi insanın iradî fiillerini nizam altına alan Kur’an hükümleridir. Diğeri ise kâinatın ve içindeki eşyanın nizamını sağlayan kanunlardır. Birincisi bildiğimiz şeriattır. İkincisine de şeriat-ı tekvini deniliyor. Tabiat kanunları bu ikinci şeriattandır.
Kur’an hükümlerine itaat ve isyan edenlerin mükafat ve cezalarını ekseriyetle ahirette görecekleri, tekvini şeriata uyanların yahut uymayanların ise büyük çoğunlukla karşılıklarını bu dünyada görecekleri ifade edilir. Buna göre tekvini şeriata uymayan bir mümin cezasını başarısızlık, sefalet, perişanlık olarak bu dünyada çeker. Bu kanunlara uyan bir gayri müslim ise İlâhî iradeye bilmeyerek de olsa uygun hareket etmesinin mükafatını bu dünyada görür.
Bu üç madde başarının yahut başarısızlığın telem sebepleridir. Ve olayların çok büyük çoğunluğu bu maddelerin biriyle yahut bir kaçıyla açıklanır. Şu var ki, bazen bütün şartları yerine getirdiğiniz halde mağlup düşebilirsiniz. Burada İlâhî takdirin gizli bir rahmet hikmet cihetini aramakla mükellefiz. İşte cevabın dördüncü bölümünde bu noktaya işaret edilir; konunun kader ve İlâhî irade yönüne dikkat çekilir.
Dördüncü maddede, batılın kısa süreli de olsa bazen hakka galip gelmesinin, hakkın inkişafına yardım ettiği, onu daha da güçlendirdiği, parlattığı nazara verilir.
Bu maddenin şu noktadan önemi büyüktür:
Bir hadisi-i şerifte “Belaların çoğu peygamberlere, sonra derecesine göre Allah’ın diğer sevgili kullarına gelir.”(Tirmizi, Zühd 57; Ahmed b. Hanbel, I/172, 174) buyrulur. Peygamberlerin çoğunun ümmetlerinden, hakaret görmeleri, ülkelerinden kovulmaları, işkencelere tabi tutulmaları Rabbanî bir sır İlahî bir hikmettir. Onların çektikleri sıkıntılar, Nur Müellifinin ifadesiyle birer menfi ibadettir. Sabır esasına dayanan, tevekkül ve rıza esasına dayanan ama katlanılması oldukça zor olan bu ibadetin mükafatı da aynı ölçüde büyüktür. Bu sıkıntılarla başta peygamberler olmak üzere Allah’ın sevgili kulları hem manen terakki ederler, hem de çoğu zaman bunun karşılığı olarak hak davaları geç de olsa insanların kalplerinde yer tutar. Onlara zulmedenler kabirlerinde azap çekerlerken, onların ümmetleri yer yüzünde hakkı yaşar ve yaşatırlar.
Bir bitkinin gelişmesinde gecenin ve gündüzün ayrı faydaları olduğu gibi insan ruhunun inkişafında da celal ve cemal tecellilerinin, tesirleri öyledir.
Bu bir İlâhî hikmettir. Ve Hak dostlarına, bu sır ile gelen bela ve musibetlerin ilk üç maddeyle bir ilgilisi yoktur.
.
Genetik kopyalama ve çeşitli bilimsel gelişmeler ile ilim, dinin yerini alabilir mi?
Soran : Sorularlaislami...
Tarih: 08.04.2006 - 00:00 | Güncelleme:
Cevap
Değerli kardeşimiz,
Allah'a, dine, madde ötesine inanmayan veya inancı zayıf olanlar, devamlı bir bekleyiş içinde oluyorlar ve Auguste Comteun yıllar önce ileri sürdüğü kehanetinin; yani "dinin yerini bilimin alacağı" günün gelmesini bekliyorlar. İlim adamları bir buluş yaptıklarında veya ilim ile teknoloji el ele vererek "insanın aya ayak basması" gibi bir olayı gerçekleştirdiklerinde, heyecana kapılıyor ve “Acaba o gün geldi mi, artık dinden kurtulmanın kesin bir kanıtını bulduk mu?” diye sormaya, bazıları da “bulduk, bulduk” diye çığlıklar atmaya başlıyorlar.
Son günlerde genetik kopyalama usulü ile bir koyunun ve bir de maymunun benzerleri dünyaya gelince, buna benzer psikolojik hâller ve heyecanların yaşandığı görüldü. Feminist geçinen bir bayan yazar da “Artık kadınların çocuk sahibi olabilmek için erkeklere ihtiyaçlarının kalmadığını, tam özgürlük ve eşitliği yakalamanın bir aşamasını daha gerçekleştirdiklerini” ilan etti. Bu baylara ve bayanlara göre mevcut, yaratılmış bir hücre ile genetik özellikleri taşıyan DNA'dan temizlenmiş bir yumurtanın özel ortamlarda döllendirilmesi sonucu bir benzer koyunun elde edilmesi, -haşa-“yaratma” sayılıyor. Keza çocuk için erkeğin spermine ihtiyaç kalmayınca, aile hayatına da gerek kalmıyor.
Allah'ın yaratması ile boy ölçüşmek cüretini gösteren insanın: Yarattığını var olanlardan değil yoktan yaratması gerekir. Çünkü var olanın fiziki, biyolojik, kimyevi yapısını değiştirmek, yaratmak değildir. Kendilerinin de ifade ettikleri gibi, bu ancak bir kopyalamadır.
Bazı kadınlar istisna tutulursa, bütün dünyanın kadınları; erkeklere insanlıkta kendilerine eşit, fert ve cemiyet hayatını, kültür ve medeniyeti gerçekleştirmede kendini tamamlayan karşı cins olarak bakmaktadırlar. Kadınlar ve erkekler, insanın iki cinsi olarak birbirlerine sevgi ve saygı duymakta, her biri diğerini, mutlu bir hayat için, yerine başkası konamaz bir şart olan aile hayatının temel unsurları olarak görmektedirler.
Genetik kopyalama yoluyla bir hayvanın, aynı özellikleri taşıyan bir eşini, bir kopyasını elde etmekte sakınca olmayabilir -yine de düşünülmesi ve tartışılması gerekir- ancak, bunu insana uygulamaya kalkışırlarsa, ortaya çok sayıda sakınca çıkar:
İnsanın beynine bağlı, beyni ile ilgisi bulunan zekâsı başta olmak üzere, insanî özelliklerine genetik kopyalamanın nasıl tesir edeceğini şimdiden bilmek de tahmin etmek de -ilmen- mümkün değildir. Çünkü deneyler hayvan üzerinde yapılmaktadır ve insan, hayvan değildir.
Bu işlemin insana uygulanmasının sonuçlarını görmenin tek yolu, insan üzerinde deneyler yapmaktır; böyle bir deneye ne ahlak ne din ne de hukuk izin verir.
Allah isterse insanı, bir erkeğin spermi ve bir kadının yumurtası olmadan da yaratabilir; nitekim Hz. Âdemi böyle yaratmıştır. O isterse bir kadının yumurtası olmadan bir kadın yaratabilir; nitekim Hz. Havva annemizi böyle yaratmıştır. O isterse bir erkeğin spermi olmadan bir erkek yaratabilir; nitekim Hz. İsa'yı böyle yaratmıştır. O isterse yaşlandıkları için sperm ve yumurtadan mahrum bulunan yaşlı bir çifte (Hz. Zekeriya peygambere) bir çocuk verebilir; nitekim Hz.Yahya'yı böyle vermiştir.
Not:
İslam dininin akla önem vermesi ve insanı düşünmeye sevk etmesi, arıdan sivrisineğe, insanın ana rahmimde geçirdiği safhalardan, ağaçların her baharda yeniden dirilmesine kadar birçok fiziki olay üzerinde tefekküre teşvik etmesi gösteriyor ki, hak din fenne karşı olamaz. Fennin en ileri hududunun peygamber mucizeleriyle çizilmiş olması da bize ders veriyor ki, hak din insanoğlunu bu yolda ilerlemeye teşvik eder. Mesela, Hz. İsa (as)'nın bir mucizesi ölüleri diriltmesidir. İnsanoğlu tıp ilminde bu noktayı yakalayamasa da buna yaklaşmaya çalışmalıdır.
Konunun bir başka boyutu da şöyle düşünülmelidir:
Diğer hayvanları belli görevleri yapacak şekilde yaratan, onların beden yapısından ruh dünyalarına kadar her şeylerini buna göre tanzim ve takdir eden Allah, insanoğlunu arza halife yaratmış ve ona cüzi irade vermekle sadece bir sahada değil, dilediği her sahada çalışmaya, yeni şeyler ortaya koymaya onu teşvik etmiştir. İnsan fen sahasında her ne ortaya koyuyorsa, kendisine ihsan edilen bu kabiliyet ve hürriyet sayesindedir. Onun fen sahasındaki her buluşu yahut ilerlemesi bu İlâhî takdire dayanır. Böyle bir insanın kalkıp, ulaştığı bir fenni buluşu öne sürerek dine meydan okuması nankörlüktür ve haddini bilmezliktir.
1883’te Fransız düşünür Ernest Renan, Sorbonne’da verdiği bir konferansta “İslam terakkiye mani midir?” sorusunu sorar ve bu çerçevede terakkiden kastının bilimsel düşünce olduğunu söyler. Bu sözleri ve akabinde Le Monde Gazetesi’nde yazdığı aynı cihetteki makalesi özellikle dönemin Müslüman aydınları tarafından teyakkuz ile karşılanır. Bunlardan biri dönemin önemli İslamcı düşünürlerinden Cemaleddin Afgani’dir. Gazeteye gönderdiği bir mektup ile Renan’ın düşüncelerine muhalefet etmiştir. Terakki kavramını modernleşme bağlamında kullanan Renan verdiği karşı cevapta özetle şöyle der: “Müslümanlar, Müslümanlığa dayanarak kalkınamazlar. Müslümanlığın zayıflaması sayesinde kalkınabilirler. İslamiyet’in ilk kurbanları Müslümanlardır. Müslümanı dininden kurtarmak, ona yapılabilecek en büyük iyiliktir.”
O yoğun tartışmalardan günümüze değişen fazla bir şey olmadı. Batı, genel itibariyle Doğu, özelde İslam coğrafyası için ortaya koyduğu kaideler içerisinde bir karşıtlık üretti. Bunu 19. Yılın son çeyreğinden itibaren Şark Meselesi olarak adlandırmaktaydı. Ki bu, egemenlik sahalarının önünde engel olarak gördükleri kudretli gücün (Osmanlı’nın) ayak bağı olmasının engellenmesi üzerine kuruluydu. Fiili işgal ve ertesindeki Yakındoğu’da yeniden yapılandırmanın ötesinde olan şey daha vahimdi: Gerektiğinde icbar edileceği bir yazgıyı yaşamaya zorlanan Müslümanların zihinsel dönüşümü. Buna Batı’da Stockholm Sendromu adı da verilir. Yani insan tekinin kendine kastedene tutkunluğu. Bu noktada en cazibeli terim büyük merhaleler kat etti: Terakki yani İlerleme. Öncelikle Batı karşısında nasıl geri kalındığı psikolojik, sosyolojik ve tarihsel yöntemlerle Doğu’da yaşayan her insanın aklına bilimsel verilerle işlendi. Bunun sonucu tam bir aşağılık kompleksi oldu. Bu travma ya da Daryush Shayegan’ın üzerinde durduğu gibi ‘kültürel şizofreni’ toplumun düşünme kanallarını alt üst ediyordu. Bundan kurtulmanın yolu da yine Batı tarafından reçete edildi. İlerlemeye yani aydınlanmaya ket vuracak her türlü değerin yeniden ele alınması ve gözden geçirilmesi gerekiyordu. Aksi takdirde arkaik ve tarih dışı olarak kalma korkusu ince ve sağmal yöntemlerle bu coğrafyanın insanına benimsetildi. Düşünmelerine ve bir çıkış yolu bulmak için hareket etmelerine gerek yoktu. Sorunu vazedenlerin çıkışı da gösterecek doneleri hazırdı.
Modernleşmeye gönüllü ve kronik bir istekle akredite olacak yığınların üretilmesi artık başka bir evreye geçileceğinin en önemli göstergesiydi. Bu üretimin başat yöntemleri eğitim yoluyla kobaylar gibi kullanılan yeni nesillere enjekte edildi. Yeni kuşaklar geçmişin hikâyeleri ile kendinden geçiyor, geleceğin dünyasını ise ancak Batılaşma yoluyla kurabileceklerine ikna ediliyorlardı. Muasır Medeniyetler seviyesine bir an önce ulaşmak için terk edecekleri artık küçük tortular kalmıştı. Hayata müdahalesi ortadan kaldırılmış ve gelenekle yani kadimle bağı kopartılmış din. Uzun yıllar boyunca bu tedrici arındırma yöntemiyle din, bir yaşama ve hayatı anlama, değerler üzerinden kurma biçimi olmaktan çıkarılıp sıradan ritüeller manzumesi haline getirildi. Artık hiç bir Müslüman, günlük hayatında ritüeller hariç dini fazla dikkate almıyor, siyasi, ekonomik, sosyolojik ve eğitim gibi yaşamın bütününü ilgilendiren alanlarda Batılı paradigmanın gösterdiği çerçevede hareket ediyordu. Bu durum ahir zamanların bir icabı olarak hiç de rahatsız edici bulunmuyordu. Program ve yöntemi Batı tarafından belirlenen böylesi bir konseptte İslam’ın ayrık ve aykırı olarak rahatsız edici bir görüntüsü varsa bu durum İslamizasyon adı altında hızlı bir biçimde törpülenebilirdi. Kapitalist her türlü değer, başına İslami kavramı getirilerek içselleştirildi. Çünkü zihnî arka planında gayet profesyonelce işlenmiş bir örgü olarak, ilerlemenin önündeki en önemli engel olan İslam, yeni kombinizasyona uygun hale getirilerek aşılabilirdi. Bu dışarıdan bir müdahale olarak belirmedi. Kendilerine öğretilen yeni bir okuma biçimiydi. Geç kalmışlardı, geri düşmüşlerdi ve çok aceleleri vardı.
Kadim tarihlerinde Müslümanlar bir müşküle düştüklerinde neyi Allah’ın rızasına uygun yapmadık da bu durum başımıza geldi sorusu üzerinden kendilerini inşa ederlerken son dönemlerde “bizi, ilerleyen Batı karşısında ne geri bıraktı” sorusunu sordular ve hedefe varoluşlarının gayesi olması gereken dini koydular. Bu din ya ıslah edilip Batılı parametrelere uygun hale gelmeliydi ki içtihat uygulamalarını bu yönde kullandılar ya da dini hayatlarına müdahil olmaktan çıkardılar. Dine karşı birinci tutumları, ikinci vahameti doğurdu ve anlam dünyalarına kaosu kurtarıcı olarak soktular. Bu bir akıl tutulmasıydı. Ardından gelen kişilik kırılmaları olmak istedikleri şeyin ucuz bir kopyası olmaktan öte götürmedi onları.
Misalen ülkemizde son yıllarda süregelen din eksenli tartışmaların konularına bakıldığında bu açıkça görülebilir. Kur’an mealleri üzerine kurulu yeni dini yorumlar hep bir telaşın, geç kalmışlığın ürünü olarak belirdi. Yüzlerce mealin dolaşıma sokulması, önüne gelenin kendini hüküm çıkarma makamında görme küstahlığı, tıpkı modern öncesi Avrupa’da İncil’in başına gelenleri hatırlattı. Kutsal metinler sıradanlaştırılarak piyasa tarafından kullanılabilen popüler metinler haline getirildi. Artık Tanrı, ihtiyaç hasıl olduğunda göreve çağrılacak robotik bir imgeye indirgendi. Yaşamın bütün boşluklarını olabildiğince bilimsel yöntemlerle kapatmaya çalışan Modernite özellikle Müslüman dünyaya avunabilecekleri birçok şeyi bahşetti. Müslümanları tarihin çeperindeki taşıyıcılar olarak gören yeni anlayış, uydurma efsanelerle ilerlemenin mutmain müminlerini yarattı. Bunlardan en yaygını, eğer Endülüs’teki gelişmeler olmasaydı Batı bu duruma gelmeyecekti avuntusu. Oysa bilginin Müslüman bir zihinde işlenmesi ile müşrik bir zihinde işlenmesi arasındaki derin ayrım es geçiliyordu. Müslümanlar doğayı korunacak ve dost olunacak Allah’ın bir emaneti olarak görürken, Batılı kurgu, doğayı içindeki sırları açığa çıkarmak için işkence edilmesi gereken bir unsur olarak algılamaktaydı. Batı’nın 300 yıllık sömürgeci kabiliyeti(!) ile toparladığı sermaye birikimi, kavram dünyamıza armağan ettiği jenoside türü ahlak ve iz’an dışı uygulamaların bizim tarihi tecrübemizde yer almamasının bir anlamı olduğu hiçbir zaman düşünülmedi. Modernitenin üç atlısından biri olan İngiltere’nin Hindistan’ı işgal ettikten sonra yaptığı uygulamalardan biri olan şu örnek hangi Müslümanın aklının ucundan geçebilirdi ki? Kurdukları bir şirket (East India Company) kanalıyla bölgeyi yönetmeye başlayan İngiltere, buradaki Hintlileri köle gibi çalıştırmaya başladı (ki Hintliler İngilizlere “sahip” diye hitap edebilirdi). Yoğun ormanlar bizzat Hintlilere kestiriliyor ve limanlara götürülüyordu. Gemilerle İngiltere’ye taşınan tomruklardan buradaki fabrikalarda mamul maddeler üretiliyor ve gerisin geri Hindistan’a taşınarak moda adı altında Hindistanlılara satılıyordu. Hindistan ağacından yapılmış masa, sandalye, koltuk, aksesuar vb. leri, efendilerine özenen köleler tarafından iştiyakla satın alınıyordu. Hatta bu mamulleri elde etmek için yalnız babanın çalışması yetmiyor, bütün bir aile aynı döngünün içinde eriyip gidiyordu. Modernitenin kendisi harici olarak gördüğü toplumların belleğini kaşıması böyle oldu. Kendinden kuşku duymaya, yüzyıllardır yaslandığı değerleri küçük görmeye ve bir çıkış yolu olarak önce bir müddet köle olmaya rıza gösteren şuur kaybı.
Modern zamanlar olarak inşa edilen bu dünyaya verebileceğimiz bir umut ve teklif var mıydı? Neyi öngörüyoruz. Birbirinden koparak yabancılaşan, yabancılaştıkça düşman üreten bir zaman ve mekan koridoru insanlığı ele geçirirken, bizim bu anomaliye söyleyecek bir sözümüz nedir? Bu ve benzeri sorulara cevap arayarak başlayabiliriz.
.
Bilim ve din çelişirse ne yapacağız?
Soran : Anonim
Tarih: 29.02.2024 - 11:41 | Güncelleme:
Soru Detayı
- Diyelim ki Müslüman bir bilim insanı, dünyanın en saygın ve prestijli üniversitelerinin/bilim merkezlerinin birinde, evrim konusunda çalışıyor; ve bu çalışmaları yaparken, tüm insanlığın soyunun Hz. Âdem ve Hz. Havva'dan gelmesinin imkansız olduğu ve insanların maymundan evrildiği sonucuna varıyor. Bu çalışma, dünyanın diğer tüm bilim adamları tarafından da kabul görüyor.
- Şimdi, böyle bir durumda ne yapacağız?
- Eğer tevil etmeden "Evrim teorisi doğruymuş, Hz. Adem'in ilk insan olduğu da doğru değilmiş" diye kabullensek, dinden çıkacağız. Eğer ayet ve hadisleri tevil edip evrimi onaylarsak, bu sefer de 1500 yıllık İslam tarihindeki neredeyse tüm müfessir ve alimleri yalancı çıkarmış olacağız. Onlara olan güven sarsılacak.
- Her ikisini de yapmayıp bilimi reddetsek, bu sefer de ecnebilerin "cahil, yobaz, bilim karşıtı Müslüman" algısını haklı çıkarmış olup, bilime şeytan gözüyle bakacağız ki, bu devirde bilimi reddetmek intihardır.
- Ayrıca, velev İslam dininin bilimle çeliştiği bir duruma rastlayan bir kimse dinden çıksa, neden sorumlu olacak? O adamın suçu ne?
- Yanlış anlamayın sakın, bunların sadece bir "diyelim ki"den ibaret olduğunu biliyorum ve niyetim kötü değil. Sadece merak ettiğim için soruyorum.
Cevap
Değerli kardeşimiz,
Bu tip meseleler ve sorular yeni değildir. İslamiyet’in geldiği yaklaşık 1450 yıldan beri benzer sorular gelmiş ve İslam âlimleri bunlara cevap vermiştir.
Siz soruyu soruyor cevabını da kendinize göre veriyor ve bir çıkmaza giriyorsunuz. Sorularımızı ehline sormalı ve cevabını da onlardan almalıyız.
Sorunuz şu:
- Bilim ve din çelişirse ne yapacağız? Tüm insanlığın soyunun Hz. Âdem ve Hz. Havva'dan gelmesinin imkânsız olduğu ve insanların maymundan evrildiği sonucuna varıyor.
Cevap:
Bazı kimseler, tüm insanlığın soyunun Hz. Âdem ve Hz. Havva'dan gelmesinin imkânsız olduğu ve insanların maymundan evrildiği sonucuna varsalar, bunun bir Müslümanın yanında hiçbir kıymeti yoktur. Bir paçavradan ibarettir. Çünkü ilk insanın doğrudan topraktan ve en mükemmel şekilde yaratıldığı ile ilgili ondan fazla ayet vardır. Bunda müsterih ol. Endişeye mahal yok. Bilimin de böyle bir şey dediği yok. O düşünce ateistlerin hezeyanlarından başka bir şey değildir.
Şu sözünüz de çok enteresan: Bu devirde bilimi reddetmek intihardır.
Siz bilim adamını ilah, onların sözünü de değişmez kanunlar şeklinde görüyorsunuz. Böyle bir bilim anlayışı olabilir mi? Siz böyle bir bilim tarifine nereden aldınız? Esas intihar, bilimin değişmeyeceğine inanmaktır.
Bilimin tarifi şöyledir:
Her an yanlışlığı ispatlanabilen değer hükümlerine bilim denir. Bilim, her an yanlışlığı ispatlanabilecek bir bilgidir.
Burada tavsiye edilen yolu ve metodu biz kendimiz takip etmeyeceğiz. Çünkü biz o sahanın mütehassısı değiliz. İslam bilim adamlarının takip edeceği metoda göz atacağız.
Metot şudur:
Ayet ve hadislere bakılır. Oradan yeterli cevap alınamazsa, İslam âlimlerinin benzer konularda ittifak ettikleri görüşleri değerlendirilir. Sonuçta bilimin o günün şartlarında ortaya koyduğu hükümler İslam’ın açık hükümlerine uymuyorsa "bilimin görüşü bu, İslam’ın görüşü de bu" denir.
Mesela, bilimsel olarak dendi ki Kuran’ın şu ayeti orijinal değildir. Biz bunu böyle tespit ettik.
Böyle bir sonuç Kuran’ın açık hükmüne terstir. Çünkü bu konuda ayet vardır. Allah, Kuran’ı biz indirdik onu biz koruyacağız(bk. Hicr, 15/9; İnsan, 76/23) buyuruyor.
Buradan çıkacak netice şudur:
Bu konuda bilim X ayetinin yanlış olduğunu söylüyor. İslamiyet doğru olduğunu beyan ediyor. Peki burada biz nasıl davranacağız?
Biz diyeceğiz ki, “Kuran’ın beyan ettiğine inanıyorum. Bu konuda bilimin de görüşü budur.” deriz.
Burada dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta da bir şeyi bilmek ayrıdır, inanmak ayrıdır. Bir kimse Hristiyanlığı bilmekle Hristiyan olmayacağı gibi, İslamiyet’i bilmekle de Müslüman olmaz. İmanın belirli şartları vardır; onun yerine getirmeden olmaz.
Söz gelimi siz bir öğretmen veya öğrencisiniz. Kitaptan evrimi anlatacaksınız. Kitapta insanın, maymun ve daha aşağı yapılı canlılardan evrimleşerek meydana geldiğinden söz ediliyor. Siz bunu böyle bilip anlatacaksınız. Siz derseniz ki "Ben burada bahsedilene inanıyorum. Kuran’ın bildirdiğini kabul etmiyorum." Böyle bir inanç insanı dinden çıkarır.
Ancak, siz derseniz ki, "Bilim bu konuda böyle diyor, ben Kuran’ın bildirdiği neyse ona inanıyorum." Sizin imanınız tamamdır.
Sorunuzun ikinci şıkkı şöyle:
- İslam dininin bilimle çeliştiği bir duruma rastlayan bir kimse dinden çıksa, neden sorumlu olacak? O adamın suçu ne?
Cevap:
Kuran’ın hiçbir ayeti veya kelimesi değişmemiştir. Koyduğu hükümler ve bildirdiği esaslar da değişmemiştir. Her Müslüman bunu böyle bilir ve böyle inanır.
Kuran’ın ayetlerinde teşbihler vardır; yani benzetmeler. Halk arasında şöyle bir söz vardır: “Baba evin direğidir.” Bu bir teşbihtir; yoksa baba evin ortasında dikili bir direk şeklinde anlaşılmaz.
Bunun gibi, böyle benzetmeler bazen farklı tarzlarda yorumlanabilir. Bu yorumlarla bilimin bazı teori ve öngörüleri uyuşmayabilir. O zaman bir Müslümana düşen, "Bilim böyle diyor, Kuran böyle diyor. Allah’ın muradı, yani kastettiği ne ise ben ona inanırım." demesidir.
Bilimle din çatışması İslamiyet’te yoktur, diğer batıl dinlerde vardır. Bilimlerin konusu kâinattaki varlık veya onların davranışlarıdır. Bu varlıklar Allah’ın kudret sıfatının eseridir, Kuran da Allah’ın kelam sıfatından gelir. Birisi kâinat kitabı diğeri Kuran, her ikisi de Allah’ın kitabı. Bunlar birbirine ters olabilir mi?
Kâinat kitabı ile Kuran kitabı arasında görünüşte bir terslik var gibiyse, bu durumda iki şey vardır:
Ya henüz bilim doğruya ulaşamamıştır. Bu durumda bilimin doğruyu bulmasını bekleriz.
Ya da Kuran ayeti yanlış anlaşılmış olabilir. Doğru anlayış ve açıklaması vardır.