ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026
ehlisunnnetde
Türkistan’ın işgali sırasında ‘Ceditçilik’ akımı
12 Mayıs 2024 02:00 | Güncelleme :12 Mayıs 2024 00:39
A -
A +
Dr. Mehmet Can
Türk dünyasındaki Müslümanların cehalet ve taassup yüzünden Rus sömürüsüne maruz kaldığını zanneden bazı kişiler, çeşitli arayış içerisine girdiler. 19. asırdan itibaren görülmeye başlayan ‘Ceditçilik’ (reform) hareketinin mensupları İslam’ı ve mevcut geleneği içinde bulundukları zaman diliminde yeniden değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorlardı. Oysaki eğitim zamanın şartlarına göre çeşitli değişikliğe uğrayabilir ama bunu din için söylemek mümkün değildir.
İslam’da reform isteyen Ceditçiler şunlardan teşekkül ediyordu: Şehabettin Mercani, Rızaeddin b. Fahreddin, İsmail Gaspıralı, Yusuf Akçura, Musa Carullah Bigiyev, Sadri Maksudi Arsal ve Zeki Velidi Togan. Bunlara karşı çıkıp eski düzeni korumaya çalışanlara da “Kadîmci” ismi veriliyordu.
İsmail Gaspıralı’nın fikirleri zamanla bütün Türk dünyasına yayıldı.
Türkistan “Türklerin yurdu” anlamına gelmektedir. Bu coğrafyanın dünya Türklüğünün beşiği olduğu yerli ve yabancı ilim- fikir adamları tarafından kabul edilmektedir. Geçtiğimiz asırda Ruslar tarafından işgal edilen Orta Asya’daki bölgede bugün Türk kavmi olan; Kazak, Kırgız, Özbek, Türkmen ve Uygurlar yaşamaktadır.
XIX-XX. asırlar arasında Türkistan felaket, facia ve ciddi bir buhranla karşı karşıya kaldı. Sosyal ve kültürel yönden büyük bir tahribata uğratıldı. Binlerce masum insan katledilerek yüz binlercesi başka coğrafyalara sürgüne zorlandı. Yersiz ve yurtsuz kalan Türkistanlılar yabancı memleketlerde vatan hasreti ile yanıp tutuşarak ahirete irtihal etti.
TÜRKİSTAN’DA DOĞANKÜLTÜR, SÜRATLE YAYILIYORDU
Herkeste hayranlık uyandıran, Türkistan bölgesinde doğan bozkır kültürü taşıdığı beşerî değerler sebebiyle süratle etrafa yayılarak kısa zamanda doğuda Moğolları ve Kuzey Çinlileri; batıda ise Hint-Avrupalıları tesiri altına aldı. 8. asırda Türkistan’da İslam’ın yayılmaya başlamasıyla birlikte Müslüman Araplar bu bölgeye “Bilâd-ı Türk” (Türk yurdu) ismini verdiler.
Ruslar ise 1716’dan itibaren bu gücün önünü kesmek, sahip oldukları yer altı kaynaklarını ele geçirerek stratejik üstünlüğe sahip lokasyonundan istifade etmek için gözünü iyice Türkistan’a dikti. Başlattıkları işgal siyaseti sonucunda 1834’te bozkır vilayetlerinin bir kısmına hâkim oldu. 1853’lü yıllarda Türkistan Hanlıkları ile Rusya arasındaki mücadele şiddetlendi. 1865’li yıllara gelindiğinde Rus güçleri Ural Nehri’ni geçerek, Aral, Balkaş, Issık Gölü çevresi ile Taşkent’e yakın toprakları ele geçirdi.
O devri Hive Hanı Ebu'l-Gazi Bahadır Han şöyle anlatıyor:
“Ruslar halktan bin kişiyi öldürdüler. Kız ve erkekleri esir aldılar. Arabalarına iyi malları yüklediler. Kilim, kaftan, döşek, yatak gibi şeylerin hepsini ateşe verdiler. Bunları yapmaları tam yedi gün sürdü. Ondan sonra nehir kıyısına yöneldiler. Hendek kazarak iki gün savaştılar. Halkın içtiği suları bitirdiler. Ruslar kan içmeye başladılar.” (Tsentralniy gosudarstvenniy voennno-istoriçeskiy arxiv TsGVİA, F.VUA,d. 1825,1-9)
Ruslar bu vahşi uygulamalar ile Türkistan coğrafyasının büyük bir kısmına hâkim oldu.
Buhara ve Hive Hanlıkları iç işlerinde serbest, dış işlerinde Rusya’ya bağlı “vasal” bir devlet hâline dönüştürüldü. Türkistan ve Step Genel Valiliği adı altında iki idari birime ayrıldı.
TÜRKLER DEVAMLI AŞAĞILANDI
Çarlık Rusya’sında büyük bir Türk düşmanlığı başladı. Halk rejimin her türlü baskı ve zulmüne maruz kaldı. Emperyalist Ruslar, işgal ettikleri toprakları elde tutabilmek için kendi halklarını bu bölgelere getirip yerleştirdi. Toprakların en mümbit olanlarını onlara verdi. Yerli halk baskı altında tutuldu, sindirilmeye çalışıldı ve devamlı aşağılandı.
REJİME KARŞI GELENLER TOPLUCA ÖLDÜRÜLDÜ
Münevverler, Rus işgaline karşı gelenler ve isyan edenler birer birer ya da topluca öldürülerek ortadan kaldırıldı. 19. yüzyılın ikinci yarısında Türk halklarının en önemli kültür ve siyaset merkezleri; Kazan, Kırım-Bahçesaray, Bakü, Ufa, Taşkent, Semerkant, Buhara ve Fergana gibi şehirlerdi. Aydınlar umumiyetle bu merkezlerde bulundukları için fikir, bilim ve edebiyat gibi siyaset de buralarda yapılıyordu. Çok sayıda gazete ve dergi yayınlanıyor, Türkçe eserler basılıyordu. Mesela Tercüman gazetesi Kırım Bahçesaray’da çıkarılıyordu.
ESAS GAYE TÜRKLERİ BÖLMEK
Türkistan Türklerini asimile ederek Rus potasında eritmek için var gücüyle çalışan misyoner Profesör Nikola İlminskiy’nin metoduna karşı Rusya'da mücadele edenlerin başında Gaspıralı İsmail geliyordu. “Biz dili bir milletiz. Moskova bizi parçalıyor. Dilimize uymayan kelimeler sokarak birbirimizi anlamayacak hâle getirmeye çalışıyor. Türklüğü bölmek, içimize nifak sokmak istiyor. Düşman uyumaz, uyanık olalım…” diyerek millî şuuru diri tutmaya gayret ediyordu.
Çarlık Rusya’sı Şarkiyatçısı N.P. Ostromuov ise Gaspıralı’nın bu maksatla kurduğu Usul-i Cedit Mektepleri ile ilgili olarak şu endişelerini dile getiriyordu: “Sayısı artan Müslüman mektep (usul-i cedit mektepleri) ve medreselerinin dikkatimizden kaçmaması ve denetimsiz bırakılmaması lazım. Onların başarılı olmayacağını düşünmek hatalı olur, kontrol altına almalıyız. Gelecekte bunu yapamayabiliriz. Eğer biz, Rusya’daki Müslüman okullarının yayılmasına göz yumarsak, gerekli tedbirleri almazsak bütün dünya Müslümanlarıyla birleşeceklerdir. İlk Genel Valimiz (Van Kaufman) bunu hesap etmemiş olabilir…”
CEDİTÇİLER ORTAYA ÇIKIYOR
Ancak Müslümanların cehalet ve taassup yüzünden Rus sömürüsüne maruz kaldığını düşünen bazı kişiler, bu durumu aşmak için çeşitli arayış içerisine girdiler. XIX. yüzyıldan itibaren Tatar-Kazan bölgesinde görülmeye başlayan Ceditçilik (reform) hareketinin mensupları İslam’ı ve mevcut geleneği içinde bulundukları zaman diliminde, yaşadıkları coğrafya ve şartlarda yeniden değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorlardı. Oysaki eğitim zamanın şartlarına göre çeşitli değişikliğe uğrayabilir ama bunu din için söylemek mümkün değildir.
İsmail Gaspıralı’nın eğitim için Kırım’da başlattığı fikir bütün Türk dünyasına yayıldı. O dönem Çarlık Rusya’sı içerisinde yaşayan Müslüman Türk gruplarda, meseleye toplumsal reform ve değişim taleplerini yansıtan bir düşünce olarak bakmaktaydı.
Ceditçiler şunlardan teşekkül ediyordu: Şehabettin Mercani, Rızaeddin b. Fahreddin, İsmail Gaspıralı, Yusuf Akçura, Musa Carullah Bigiyev, Sadri Maksudi Arsal ve Zeki Velidi Togan. Bunlara karşı çıkıp eski düzeni korumaya çalışanlara da “Kadîmci” ismi veriliyordu.
Rusya’da yaşayan Müslümanlar da “Kadimciler” ve “Ceditçiler” olarak iki ayrı kutba bölündüler. Kadimciler tamamen İslâmi prensiplere geri dönülmesi gerektiğini müdafaa ederken, Ceditçiler ise dinin rolünü kısıtlayarak günlük hayatın modern dünyaya göre tanzim edilmesini öne sürüyorlardı.
Esasında İsmail Gaspıralı’nın öncelikleri dinî konular değil aksine toplumsal meselelerdi. Zira Gaspıralı etnik ve lengüistik bağları öne çıkarıyordu. Yusuf Akçura ise açıkça medreselerin ıslah edilmesi gerektiğini söylüyordu. Musa Carullah daha da ileriye giderek eski âlimleri pervasızca eleştiriyordu. Bazı konularda içtihatlarda bulunduğunu iddia etmesi, muhafazakâr ulemanın reaksiyonuna sebep oldu. “Kadimciler” arasında yer alan Muhammed Murad-ı Kazani, Carullah’a reddiyeler yazdı.
CARULLAH REFORM FİKRİNİ AŞILIYOR!
Hakikat Kitabevi tarafından basılan “Fâideli Bilgiler” isimli kitapta şöyle diyor:
“Dinde reformcular din bilgilerinden hiç haberi olmadan kendi noksan akılları ve bozuk düşünceleri ile imanı değiştirmeye kalkışıyorlar. Çok haklı görünen ve pek gizli düşünce taşıyan bu fikri gençlere aşılamaya çalışıyorlar. Allahü tealanın dinine hem inanan hem de uyan bir Müslüman ile yalnız inanıp da İslamiyet’e uymayan Müslümanı karşılaştırıyor gibi görünerek, İslamiyet’e uymayı korumaktan ziyade İtikadı kıymetten düşürmeye, açıkçası Müslümanların imanlarını bozmaya çalışıyorlar. Nitekim koca reformcu Moskof Kazanlı Musa Carullah da ‘Rahmet-i İlahiyye Burhanları’ kitabında dünyada ilerlemiş kâfirlerin yanında geri kalan Müslümanlara mümin denilmeyeceği ve her din, her itikat olduğu için bir müşrikin, bir kâfirin kötü bilinmeyeceği yazılıdır. Musa Carullah Beykiyef dünyadaki Müslümanlara dinde reform fikrini aşılamaya çalışmaktadır...”
1910’lu yıllara gelindiğinde Kadimciler, Ceditçilerin dinden ayrıldıklarını söylediler. Bu durum, Osmanlı İmparatorluğu dâhil olmak üzere bütün Türk dünyasını etkiledi.
Ardından Usul-ü cedit mekteplerinin açılması hızlandı. Çok sayıda gazete, dergi çıkarılmaya başlandı. Çağatay dilinde neşredilen “Hurşid” gazetesinde, din adamı olan Mahmud Hoca Behbudi, hem çarlık yönetimine hem de muhafazakâr çevrelere karşı yazılar yazıyor, Ceditçiler için bir program tavsiye ederek bütün Müslümanların bir araya gelmeleri gerektiğini belirtiyordu.
Ceditçiler sadece ülkede eğitim ortamı oluşturmakla kalmıyor, teşekkül ettikleri organizasyonlar vasıtasıyla başta Türkiye olmak üzere çeşitli ülkelere talebe gönderiyordu. 1908 yılında Buhara’da “Terbiye-yi Etfal” (Çocukların eğitimi) isimli bir gizli cemiyet kuruldu. Cemiyet üyelerinden Abdürrauf Fıtrat, Osman Hoca… gizlice İstanbul’a gelerek “Buhara Ta’mim-i Maarif Cemiyeti” adında bir şube açtılar.
JÖN TÜRKLER VEİTTİHAT TERAKKİ İLE TANIŞTILAR
Bu cemiyetin üyeleri İstanbul’da yürüttükleri çalışma esnasında Osmanlıda ortaya çıkan Jön Türk Hareketi ve İttihat Terakki akımları ile tanıştılar. Ceditçiler tarafından Türkiye’ye gönderilen öğrencilerin ancak küçük bir kısmı Türkistan’a dönebildi. Büyük bir kısmı ise Birinci Dünya Savaşı ve hemen ardından başlayan Bolşevik Devrimi’nin meydana getirdiği kaos ortamı sebebiyle Türkiye’de kaldılar. İstanbul’da bulunanlar ise 1920’lerin ortasından itibaren Türkistan ile ilgili siyasi ve kültürel faaliyetleri şekillendirip, yönlendirmek için çalıştılar.
SOVYET RUSYA İDARECİLERİ SİLDİ, SÜPÜRDÜ
Bolşevik İhtilali ile idareyi ele alan Lenin ve Stalin tarafından Ekim 1924’te Buhara ve Harezm Hanlıkları ortadan kaldırıldı, toprakları Sovyetler Birliği’ne ilhak edildi. Yeni rejim 400 yıldan beri yaşayan Türkistan devletine son verdi. Ekim 1924’te beş cumhuriyete ayırarak parçaladı. 1927’den itibaren “sınıflar mücadelesi” adı altında iktisadi, kültür ve dinî hayatta tesirli olanlar tutuklanarak Sibirya ve Ukrayna’ya sürgüne gönderildi. Hapishanelerdekilerin bir kısmı kurşuna dizildi.
Sovyet rejimi 1928’de İslam aleyhine ciddi harekâta başladı. 17 binden fazla cami kapatıldı, çoğu harap edildi. Türkistan Müslümanlarının İslam âlemi ile münasebetleri yasaklandı. İslam’ı yok etme politikasını, Sovyet devletinin bir siyaseti olduğunu hiçbir zaman gizlemediler…
ASIL DEĞİŞİM NE ZAMAN YAŞANDI? - İstanbul Sözleşmesi’nin paratoner etkisi
5 Ocak 2020 02:00
A -
A +
Cihangir Yıldız
Ülkemizdeki klasik aile yapısını tehdit ettiği konuşulan İstanbul Sözleşmesi, gerçekten de ifade edildiği gibi toplumu tehdit eden bir muhtevaya mı sahip? Yoksa şu an bir hedef şaşırtmacanın malzemesi olarak mı kullanılıyor?
Bilindiği gibi, son zamanlarda “kadına yönelik şiddet” ifadesi sıkça dillendirilmeye, medya organlarında ve bilboardlarda mühim bir yer teşkil etmeye başladı. Masumane ve itiraz edilemez gözüken bu gerekçeyle, toplumsal ve sosyolojik dönüşüm hareketi hızlandı(rıldı).
Buna rağmen, bazı yazar ve araştırmacılar tarafından meşhur olan ismiyle “İstanbul Sözleşmesi” gündeme getirildi. Kadına karşı şiddet bahanesiyle asırlarca mukaddesimiz ve mahremimiz olan “aile” ve “kadın” mefhumlarının, Batı tarzı bir yapıya dönüştürülmek istendiği, bununla da ülkemizin tek teminatı olan nesillerimizin bozulacağı ima edilerek, gelecekteki toplumsal tehlikeye dikkat çekildi.
Peki, ülkemizdeki klasik aile yapısını ve nesilleri tehdit ettiği iddia edilen bu sözleşme, gerçekten de ifade edildiği gibi toplumu tehdit eden bir muhtevaya mı sahip? Yoksa şu an bir hedef şaşırtmacanın malzemesi olarak mı kullanılıyor?
Bu sorulara cevap aramadan önce, İstanbul Sözleşmesi'ni kısaca tanımaya çalışalım...
Bu sözleşmeye “İstanbul Sözleşmesi” denmesinin sebebi İstanbul’da imzaya açılmış olması. Sözleşmeye ilk imza atan taraf da Türkiye Cumhuriyeti. Sözleşme, 11 Mayıs 2011 tarihinde imzaya açılmış olsa da ülkemizde yürürlüğe girme tarihi 1 Ağustos 2014’tür. Bu tarihe özellikle dikkatinizi çekmek istiyoruz. Sebebini ise aşağıda izah edeceğiz.
Peki, meşhur olan ismiyle “İstanbul Sözleşmesi”nin muhtevasında ne var?
Sözleşme toplam 81 maddeden meydana gelmektedir. Sözleşmenin maksadı, “kadına yönelik şiddeti ve her türlü ayrımcılığı önlemek” şeklinde özetlenebilir.
Sözleşmenin 3/a maddesinde “Kadına yönelik şiddet” ifadesi “…ister kamu ister özel yaşamda meydana gelsinler, söz konusu eylemlerde bulunma tehdidi, zorlama veya özgürlüğün rastgele bir biçimde kısıtlanması da dâhil olmak üzere, kadınlara fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik zarar ve acı verilmesi sonucunu doğuracak toplumsal cinsiyete dayalı tüm şiddet eylemleri olarak anlaşılacaktır” şeklinde tarif edilmiştir.
Özetle ifade edilecek olursa; sözleşmenin maksadı doğrultusunda yapılacaklar, taraf devletler için tarif, teşvik ve tavsiye edilmektedir.
Sözleşmedeki maddelerin tamamına yakını “…gereken yasal ve diğer tedbirleri alacaktır” şeklinde bitmektedir. Yani, sözleşme, esasen ve temel olarak, geniş çaplı bir tavsiye mektubu mahiyetinde olup bilinenin aksine, icrai olarak herhangi bir somut olaya uygulanacak şekilde hiçbir müeyyide öngörmemektedir. Yani, daha anlaşılır şekilde ifade etmek gerekirse, “kadına yönelik fiziksel, cinsel vs. şekilde gerçekleştirilen şiddet eylemine… hapis veya … para cezası verilir” şeklinde hiçbir hüküm içermemektedir.
Sözleşmeyi kısaca ifade ettikten sonra asıl sualin cevabına gelelim:
Sözleşme feshedilirse, aile yapımızın ve nesillerimizin geleceği tehlikeden kurtulur mu?
Bu sorunun hukuki olarak tek cevabı var ki, maalesef, ülkemizde mer’i (geçerli) olan iç hukuk normlarımız sebebiyle hiçbir şey değişmezdi.
Çünkü her ne kadar, Anayasa’nın 90. maddesinin son fıkrasında düzenlenen “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir” şeklindeki anayasal kaide, milletlerarası sözleşmelerin aynen kanun gücünde olduğunu ifade etmekteyse de yukarıda izah etmeye çalıştığımız gibi İstanbul Sözleşmesi, amacı ve yapısı gereği, icrai olarak herhangi bir somut olaya uygulanacak şekilde hiçbir müeyyide öngörmemektedir. Sadece, geniş çaplı bir tavsiye mektubu mahiyetinde olup iç hukuk normlarının nasıl olması gerektiğini ifade etmektedir.
Peki, öyleyse tartışmaların kaynağındaki temel mesele nedir? Mevcut sosyo-kültürel tehlikenin boyutları ve bu tehlikeye karşı alınabilecek tedbirler nasıl izah edilebilir? Bunu tespit edebilmek için öncelikle iç hukuk normlarımızın kısa bir analizini yapmamız lazım.
Ülkemizdeki temel kanunlarla ilgili esaslı değişiklik hareketi ilk olarak Türk Medeni Kanunu değişikliği ile başlamıştır. Türk Medeni Kanunu 8 Aralık 2001 tarihinde değiştirilmiştir. Bu kanun, muhtevası bakımından bir toplumun temel dinamik ve unsurlarını barındıran bir kanundur.
Devamında, 12 Ekim 2004 tarihinde Türk Ceza Kanunu, 17 Aralık 2004 tarihinde Ceza Muhakemesi Kanunu ve 13 Aralık 2004 tarihinde Ceza İnfaz Kanunu değiştirilmiş, böylece ceza hukuku mevzuatımızın tamamına yakını yeniden düzenlenmiştir. Suçların tarif ve tanımı, işlenen suçlarda uygulanacak cezai yaptırımlar, şikâyet usulleri, muhakeme usulleri ve infaz rejimi yeniden dizayn edilmiştir.
Daha sonra da, 4 Şubat 2011 tarihinde Hukuk Muhakemesi Kanunu, 04 Şubat 2011 tarihinde Türk Borçlar Kanunu ve 14 Şubat 2011 tarihinde Türk Ticaret Kanunu bütünüyle değiştirilmiş, böylece, özel hukuka dair temel mevzuat hükümleri de yeniden inşa edilmiştir.
DELİL KÜLFETİ ORTADAN KALDIRILDI!
En sonunda ise, “Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair” 6284 Sayılı Kanun, 20 Mart 2012 tarihinde yayımlanıp yürürlüğe girmiş, bu kanunla birlikte, aile içerisindeki kadın-erkek ilişkileri yeni bir boyut kazanmış, evrensel hukuk prensiplerinden olan ve Mecelle’nin 8. maddesinde “Berâet-i zimmet asldır” şeklinde ifade edilen, “şüpheden sanık yararlanır” (In dubio pro reo) prensibi sarsılmıştır. Çünkü, 6284 Sayılı Kanun ile birlikte klasik manada, hukuktaki delil ve ispat külfeti ortadan kaldırılmış[1], kadın olan eşin (veya mesela bir komşusunun), tek taraflı soyut beyanı, delil olarak kabul edilerek, kamu otoritesi ve kamu gücü, koca aleyhine yani aslında aile bütünlüğü ve dolayısıyla çocuklar aleyhine kullanılabilir hâle getirilmiştir.
FEMİNİST RESTORASYON 2001 YILINDA BAŞLADI
Bu saydığımız temel kanunlarda da zaman içerisinde birtakım değişiklik ve tadilatlar yapılmış ise de kanunların ruhu itibarıyla hukuk sistemimizin restorasyonu, 2001 yılında değiştirilen yeni Medeni Kanun ile başlamış, 2012 yılında yürürlüğe giren 6284 Sayılı Kanun ile bugünkü hâlini almıştır.
Yani, aslında, İstanbul Sözleşmesi'nin yürürlüğe girdiği 2014 yılından çok daha önce, iç hukuk normlarımız, zaten bu sözleşmenin amaç ve muhtevasına uygun hâle getirilmiş durumdaydı.
Peki, İstanbul Sözleşmesi'nden çok daha önce, iç hukukumuzda meydana gelen bu mevzuat restorasyonu ne gibi düzenlemeler getirmişti?
Mesela eski Medeni Kanun’da karı ve koca kavramı mevcutken, yeni Medeni Kanun’da bunun yerine “eş” kavramı getirilmiştir. Daha da vahim olanı, “eş” kavramı, İstanbul Sözleşmesi ile “eş ve partner” hâline getirilerek, eşcinsel evliliklerin de önü açılmıştır!..
Eski Medeni Kanun’da koca evliliğin reisi olarak tanımlanmış ve ailenin iaşesi yükümlülüğü kocaya yüklenmişken[2], yeni Medeni Kanun’da aile reisliği müessesesi kaldırılmış ve ailenin iaşesi eşlerin sorumluğuna verilmiştir[3].
KADINI KORUMA ADINA KADINA ZARAR!..
Eski Türk Ceza Kanunu’nda aile içinde meydana gelen, tokat atma, saç çekme, itme ve benzeri basit darp olayları ancak mağdurun şikâyeti ile kovuşturulabilirken[4], yeni Türk Ceza Kanununda kamu davasına dönüştürülmüş[5], böylece eşler barışıp kadın şikâyetten vazgeçse dahi koca ceza almaktan kurtulamaz hâle getirilmiştir. Kadın, şikâyetten vazgeçtiği hâlde ceza alan kocanın olduğu bir ailede, aile birliğinin devamından bahsetmek mümkün müdür? Sosyolojik ve psikolojik olarak bu durum nasıl izah edilebilir? Görüldüğü gibi kadına yönelik şiddeti önleme gerekçesiyle yapılan bu değişiklik, son tahlilde ne kadını ne de çocuğu korumamış, aileleri yıkan, çocukları ana-babasız bırakan bir düzenleme hâlini almıştır.
Yine, eski TCK’da zina suç olarak düzenlenmişken[6], yeni TCK’da zina, suç olarak düzenlenmemiştir.
Yine, eski TCK’da bazı cinsel saldırı suçlarıyla ilgili olarak, taraflar arasında evlenme vukuu bulursa dava ve ceza tecil edilirken[7], yeni TCK’da bu müessese kaldırılmıştır...
Bu misallerin sayısını artırmak mümkün. Ama asıl konumuza dönecek olursak; aile, kadın, çocuk, eğitim, suç sosyolojisi ve benzeri konularla alakalı görüş beyan ederken veya bir çalışma yaparken, sadece 2014 yılında yürürlüğe girmiş olan İstanbul Sözleşmesi'ne odaklanmak, bizi asla doğruya götürmeyecektir. Bilakis, bizi, bir kısır döngü içerisinde bırakacaktır.
Bugün, “Aile, kadın ve nesiller” üçgeninde cereyan eden bütün tartışmaların hukuki altyapısının temel sebebi 2001 tarihinde başlayıp, 2012 tarihinde tamamlanan iç hukuk normlarında yapılan köklü değişiklikler olup, konunun hukuki olarak 2014'te yürürlüğe giren İstanbul Sözleşmesiyle doğrudan bir ilgisi bulunmamaktadır.
Bilhassa, Medeni Kanun, Türk Ceza Kanunu ve 6284 Sayılı Kanun’daki toplum dinamiklerine sosyolojik ve psikolojik olarak ters düşen, insanın yaradılışına, akla ve mantığa aykırı olan düzenlemeler değiştirilip, toplumumuzun sosyo-kültürel yapısına ve insan psikolojisine uygun hâle getirilmeden bir çözüm üretmek imkânsızdır. Bu sebeplerle, konuyu sadece İstanbul Sözleşmesi'ne odaklayıp, iç hukuk normlarındaki çarpıklıkları dikkatlerden kaçırmak doğru değildir.
Meseleyi, sosyoloji ve psikoloji ilimleri çerçevesinde ele almadıkça ve sadece 2014 yılında yürürlüğe giren bir milletlerarası sözleşmeye odaklayınca, yaşanan kaosa çözüm bulmak imkânsızdır. Belki de, meselenin İstanbul Sözleşmesi'ne odaklanmasının maksadı da paratoner gibi tepkileri çekip, asıl meselenin çözümüne engel olmaktır…
.....
[1] Bakınız; 6284 Sayılı Kanun m.8/3: “Koruyucu tedbir kararı verilebilmesi için, şiddetin uygulandığı hususunda delil veya belge aranmaz.”
[6] Gerçi, 765 Sayılı eski TCK’nın 440. maddesi Anayasa Mahkemesinin 23/06/1998 tarihli kararı ile iptal edilmişti.
[7] Bakınız; 765 Sayılı eski TCK. m.423/2 - m.434/1
‘İkinci Hukuk Restorasyonu’ şiddeti ve boşanmayı körükledi
26 Nisan 2020 02:00
A -
A +
Cihangir Yıldız
(Hukukçu)
e-mail: cihangir.yildiz@hotmail.com
Türkiye’de 2001 yılında yapılan Medeni Kanun Değişikliği ile yeni ve geniş çaplı “İkinci Hukuk Restorasyonu” başlamıştır. Bu tarihten sonra ülkemizde, kadın, aile ve şiddete dair hukuki ihtilaflar hızla artmıştır. Son olarak İstanbul Sözleşmesi’yle alevlenen tartışmalar toplum genelinde önemli bir gündem oluşturmuştur.
Bilindiği gibi, Tanzimat Fermanı, bilhassa Batı’nın şiddetli teşviki ile ilan edildikten sonra milletimizin sosyo-kültürel yapısı hızla Batı’ya yönelmiştir. Buna mukabil, 1876 tarihli Mecelle (yani Medeni Kanun), 1858 tarihli Arazi Kanunnamesi ve 1840-1851 tarihli Ceza Kanunnameleri gibi tamamen millî mevzuat çalışmaları yapılmıştır. Bu dönemde, yapılan çalışmalar şekli olarak Batı menşeli modern hukuk metodolojisi ile hazırlansa da muhtevası bakımından milletimizin sosyo-kültürel yapısına uyumluydu.
Sonrasında, Osmanlı Devlet Sisteminin siyasi olarak sona ermesinin akabinde, 1924 yılında Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun (yani 1924 Anayasası) yürürlüğe girmesi ile 1926’da İsviçre’den Medeni Kanun, 1928’de İsviçre’den Borçlar Kanunu, 1928’de Almanya’dan Ticaret Kanunu, 1928’de İtalya’dan Ceza Kanunu iktibas edilerek yürürlüğe girmiştir. Bu dönemde yapılan çok kapsamlı hukuk sistemi değişikliğine “birinci hukuk restorasyonu” diyebiliriz. Böylece, bu birinci hukuk restorasyonu ile iç hukuk mevzuatımız, muhteva olarak da modern Batı hukuk sitemine dâhil olmuştur.
İKİNCİ HUKUK RESTORASYONU
Cumhuriyetin ilk yıllarında yürürlüğe giren bu kanunlar, ülkemizde yıllarca uygulandıktan sonra, 2000’li yıllarda yeni ve geniş çaplı bir kanun değişikliği hareketi başlamıştır ki, buna da “ikinci hukuk restorasyonu” diyebiliriz. İşte, ülkemizdeki bu hukuk restorasyonu 2001 yılında yapılan Medeni Kanun Değişikliği ile başlamıştır. Bunu, 2004 yılında yapılan Ceza Kanunu Değişikliği, 2011 yılında yapılan Borçlar Kanunu ve Ticaret Kanunu değişiklikleri ile 2012 yılında 6284 Sayılı Kanun’un yürürlüğe girmesi ve son olarak ta 2014 yılında yürürlüğe giren malum İstanbul Sözleşmesi takip etmiştir.
Esasen, günümüze dair kadın, aile ve şiddete ilişkin konuların daha iyi anlaşılabilmesi bakımından, yapılacak hukuki analizleri 1924 tarihinden itibaren, hatta daha da ötesi 1839 yılından itibaren yapmak daha faydalı olacaksa da biz burada 2001 yılında başlayan “ikinci restorasyon” hareketine temas ederek bir izahat yapmaya çalışacağız. Zira, ülkemizde, kadın, aile ve şiddete dair hukuki ihtilaflar bilhassa 2001 yılından sonra artmış, İstanbul Sözleşmesi’yle alevlenen tartışmalar toplum genelinde önemli bir gündem oluşturmaya başlamıştır. Zaten, asıl mesele, yapılan bunca mevzuat değişikliğine rağmen bu problemlerin azalmak şöyle dursun bilakis artmasıdır.
REİS DEĞİL EŞ
Bu girizgâhtan sonra gelelim 2001 yılında başlayan kanun değişikliklerinin, önceki dönemle kıyaslanmasına… Muhteva olarak bir toplumun sosyo-kültürel dinamikleriyle doğrudan ilgili olmaları bakımından konuyu Medeni Kanun ve Ceza Kanunu çerçevesinde ele alacağız (İlgili yerlerin sonunda parantez içinde eski-yeni kanun madde numaraları belirtilmiştir).
Eski MK’da aile, sosyal bir yapı olarak tanımlanmışken, yeni MK’da daha çok bir şirket gibi tanımlanmış, eşler de bu şirketin ortakları olarak düzenlenmiştir.
Eski MK’da “karı” ve “koca” kavramı mevcutken, yeni MK’da “eş” kavramı getirilmiştir (e.151-y.185).
Eski MK’da koca “evliliğin reisi” olarak tanımlanmışken, yeni MK’da bu müessese kaldırılmış, eşlerin eşitliği prensibi getirilmiştir (e.152-y.186).
Eski MK’da ailenin iaşesi kocaya yüklenmişken, yeni MK’da bu sorumluluk bütün eşlere verilmiştir (e.152-y.186).
Eski MK’da evlenme yaşı erkek için 17, kadın için 15 ve olağanüstü sebeplerin varlığı hâlinde her iki cins için 14 yaş iken, yeni MK’da her iki cins için 17, olağanüstü sebeplerin varlığı hâlinde 16 yaş olmuştur (e.88-y.124).
Eski MK’da mal ayrılığı rejimi ile şahsi mülkiyet hakkı korunmuşken, yeni MK’da edinilmiş mallara katılma rejimine geçilmiştir (e.170-y.202).
Eski MK’da ailenin yaşayacağı evin seçimi koca tarafından yapılırken, yeni MK’da bunu eşler birlikte yapacaklardır (e.152-y.186).
Eski MK’da evlilik dışı soybağı, evlilik içi soybağından ayrı tutulmuşken, yeni MK’da bu ayrım ortadan kaldırılmıştır. (e.290-y.282).
Eski MK’da sadece kocanın soyadı kullanılırken, yeni MK’da kadına da kendi soyadını kullanabilme hakkı tanınmıştır (e.153-y.187).
Eski MK’da ev işlerinin sorumluluğu kadına verilmişken, yeni MK’da bu kaldırılmıştır (e.153-y.186).
Eski MK’da çocuk her hâlükârda babanın soyadını taşırken, yeni MK döneminde, Anayasa Mahkemesi kararı ve Yargıtay içtihatları doğrultusunda, boşanma hâlinde çocuğun, annenin soyadını kullanabilmesi mümkün hâle gelmiştir.
Eski TCK’da aile içinde meydana gelen basit darp olayları ancak mağdurun şikâyeti ile kovuşturulabilirken, yeni TCK’da kamu davası hâline dönüştürülmüş, böylece eşler barışıp şikâyetten vazgeçse dahi koca ceza almaktan kurtulamaz hâle getirilmiştir (e.456/4-y.86/3).
Eski TCK’da bazı cinsel saldırı suçlarıyla ilgili olarak, taraflar arasında evlenme vuku bulursa dava ve ceza tecil edilirken, yeni TCK’da bu müessese kaldırılmıştır (e.423-e.434).
Yeni MK’da evlilik yaşı büyütülerek gençlerin resmî olarak aile kurmaları geciktirildiği hâlde, hemen akabinde yürürlüğe giren yeni TCK’da 15-18 yaş aralığındaki kişiler arasındaki rızaya dayalı "cinsel birliktelikler" serbest bırakıldığından (TCK 104), evlilik gibi kurumsal bir müessesenin değil de "gayrimeşru ilişkiler"in önü açılmıştır.
2012 yılında yürürlüğe giren 6284 Sayılı Kanun ile birlikte, “Koruyucu tedbir kararı verilebilmesi için, şiddetin uygulandığı hususunda delil veya belge aranmaz” (m.8/3) kuralı getirilerek, klasik manada, hukuktaki delil ve ispat külfeti ile “yeterli şüphe” kavramı ortadan kaldırılmıştır.
EŞ CİNSEL EVLİLİKLERİN ÖNÜ MÜ AÇILDI?
Son olarak, 2014 yılında yürürlüğe giren İstanbul Sözleşmesi’yle “partner” kavramı hukuk literatürüne sokularak, evlilik dışı birlikteliklerle eş cinsel birliktelikler hukuki olarak tanınıp, güvence altına alınmıştır. Burada özellikle belirtmek gerekir ki, iç hukukumuza göre “eş cinsel evlilik” henüz mümkün değildir. Ancak, İstanbul Sözleşmesi'ndeki “partner” kavramı rastgele seçilmiş bir kavram olmayıp, bu husus ileride muhtemel yapılacak iç hukuk mevzuatı değişikliğinin bir ön hazırlayıcısı olabilir!..
ŞİDDET AZALMADI, ARTTI
En azından hâlihazırda yürürlükte olan Batı menşeli modern hukuk sistemimizin bütünü nazara alınarak şunu ifade etmek gerekir ki Cumhuriyet’in ilk yıllarında Batı’dan aynen iktibas edilen kanunların, 18. Yüzyıl’da şimdiye nispetle daha muhafazakâr ve kapalı olan Avrupa toplum yapısına göre şekillendiği düşünüldüğünde, Batı’dan aynen iktibas edilen eski kanunların, 2001 yılından sonra çıkarılan yeni kanunlara kıyasla, toplumumuzun şimdiki sosyo-kültürel yapısına daha uyumlu olduğu söylenebilir. Zira, ülkemizde müşahede ettiğimiz üzere, son dönemde yapılan iç hukuk değişiklikleri, şiddeti azaltmak şöyle dursun, şiddetin artması sonucunu doğurmuştur. En azından istatistikler bunu göstermektedir. Mesela, Türkiye’de 1995-2002 döneminde 200-300 bin aralığında seyreden suç sayılarının, yeni TCK’nun yürürlüğe girdiği 2004’ten sonra sürekli arttığı görülmektedir.(*) Yine, 2001 yılına kadar boşanma sayısı 30 bin’in altında iken, yeni MK’nın yürürlüğe girdiği 2002 yılında birden sıçrama yaparak 100 bin’li rakamlara ulaşmıştır.
Öyleyse, bir kısım çevrelerce, konunun sadece “kadına yönelik şiddet” gibi bir noktaya odaklanması yanlış olduğu gibi, bazı karşı çevrelerce problemin sadece “İstanbul Sözleşmesi”nde aranması da yanlıştır. Bu kısır tartışma bizi çözümden uzaklaştırmaktadır.
Şiddetin her türlüsü kötüdür. Şiddetin, cinsiyet ayrımı yapılmaksızın insana, hayvana ve hatta bitkilere karşı dahi uygulanması bizim toplumumuzun sosyolojik ve tarihî dinamiklerine zaten terstir. Mesela, Mecelle’nin 19. maddesindeki “Zarar ve mukâbele bi’z-zarar yokdur” yani “Birisine zarar vermek uygun olmadığı gibi, kendisine zarar verene de zararla mukâbelede bulunmak uygun değildir” prensibi bizim toplumumuzda asırlar öncesinden beri mevcuttur. Dolayısıyla, “şiddet” konusunda Batı’dan alacağımız bir ders bulunmamaktadır.
Bu sebeplerle meselenin sadece “kadına şiddet” odaklı tartışılmasından ziyade, genel olarak “kadın, aile ve şiddet” mefhumları üzerinde sosyolojik ve psikolojik analizler yapılmalı, bu konuların tarihimizde nasıl ele alındığı ve ihtilafların nasıl çözüme kavuşturulduğu incelenmeli, bu konularla ilgili muteber “tarihî hukuk kaynaklarımız” modern literatüre sokulmalı, son tahlilde de toplumumuzun sosyo-kültürel değerlerine uygun ve meseleyi çözüme elverişli hukuk kuralları konularak, çözüm hukuktan beklenmelidir.
…..
(*) U.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi Cilt XXVIII, Sayı 2, s.71-91
.
.
I. Dünya Savaşı'nda Rusya’daki esir Türk askerleri
Ruslar 1914’te Birinci Dünya Savaşı'nda, 70 bin kişiyi, zor şartlar altında yürüterek Azerbaycan’a kadar götürdüler. Burada 10-15 bin kadarını Nargin adasına doldurdular. Geri kalanları ise trenlere bindirerek Rusya içlerine, Sibirya’ya gönderdiler. Nargin Adası’nda ve yollarda büyük insanlık dramları yaşandı…
Moskova yakınlarında trenler dolusu Türk esiri, karantina olduğu gerekçesiyle kilitli vagonlarda haftalarca aç susuz bırakılırdı. Dışarı çıkamayan esirlerin çoğu açlıktan, susuzluktan ve hastalıktan hayatını kaybediyordu
Rusya’daki Türk esirler hakkında bugüne kadar yeterli araştırma yapmadı.
Türk milletinin tarihte maruz kaldığı en büyük felaket ve facialardan birisi de Birinci Cihan Savaşı’dır (1914-1918). Bu savaş neticesinde Osmanlı Devleti parçalandı. Yüz binlerce asker-sivil öldü. On binlercesi yurdundan yuvasından uzak diyarlara hicret etti. İki yüz bin asker de esir oldu. Anadolu’da hemen her aileden birkaç şehit ve esir vardır.
Bu savaşta esir düşen Osmanlı askerleri, dünyanın en ücra köşelerinde ağır hayat şartları altında yaşama mücadelesi verdi. Bu esirlerin 70 bin kadarı da Rusya’nın, Sibirya’nın uçsuz bucaksız coğrafyasındaki yirmi kadar kampa sürüldü. Esir kamplarında zor hava şartları, hastalıklar ve açlık neticesinde pek çoğu hayatlarını kaybetti.
Şu hususu üzülerek ifade edelim ki tarihçilerimiz bu Türk esirler hakkında bugüne kadar yeterli araştırma yapmadı. Edebiyatçılarımız da esirlerin hayat ve hatıralarını dile getiren ciddi eserler vermedi.
Bilindiği gibi Ruslar 1914’te Birinci Dünya Savaşında, Doğu Anadolu’nun büyük bir kısmını işgal ettiler. Esir aldıkları çoğu asker ve sivil olan 70 bin kişiyi, zor şartlar altında yürüterek Azerbaycan’a kadar götürdüler. Burada 10-15 bin kadarını Nargin adasına doldurdular. Geri kalanları ise trenlere bindirerek Rusya içlerine, Sibirya’ya gönderdiler.
İLK KAMP NARGİN ADASI
Rusya’nın Kafkasya coğrafyasındaki en büyük toplama kampı Nargin adasıydı. Burası, esirlerin Rusya, Sibirya içlerine sevk edilmeden önce kaldıkları son kamptı. Kamp, zorla götürülen esirler için kısa müddetli bekleme yeriydi ancak uzun süre kalanlar da olmuştu. Kalanlar, çoğunlukla küçük rütbeli askerler ve erler idi. Subaylar, firar edebilir endişesiyle Sibirya’nın iç kısımlarına gönderiliyordu. Nargin Adası’nda çok miktarda yılan vardı, bu yüzden “Yılan Adası” olarak da adlandırılıyordu. Türk esirlerce buraya “Cehennem Adası” adı verilmişti. Esirlerin doldurulduğu barakalar tahtadan yapılmıştı ve son derece dayanıksızdı. Şiddetli rüzgârlarda camları kırılıyor ve bütün soğuk hava koğuşlara doluyordu.
Adaya ilk gelenlere yatmak için içi saman dolu şilteler verilmişti. Hatta sonradan gelenlere şilte dahi verilmemişti. Doğrudan kuru tahta üzerinde yatıyorlardı. Bazen aşırı izdihamdan dolayı barakaların içlerinde yatacak yer kalmıyordu. Kampın yemekhanesi ve çamaşırhanesi de yoktu. Yemekler, mecburen yatılan yerlerde yeniliyordu. Kampların temizlik şartları çok kötü olduğundan bit, pire salgını başladı.
Adada esirlerin kullanabileceği iki adet tuvalet vardı. Deniz kenarında, çok pis, duvarı ve çatısı olmayan bu tuvaletleri geceleri kullanmak son derece tehlikeliydi, denize düşme riski vardı. Kampta içme suyu sıkıntısı da vardı. Su Bakü’den getiriliyordu. Suyun dağıtımı sırasında güçlükler yaşanıyordu, bu sebeple günlerce su içemeyenler dahi olabiliyordu.
AZERBAYCAN HALKININ TEPKİSİ
Nargin adasına doldurulan Türk esirleri, Azerbaycan halkını çok müteessir etti. Mesela “Hümmet” gazetesinin redaktörü Neriman Nerimanov, 28 Kasım 1917 tarihli “Gözyaşı Döktürten Cezire” başlıklı makalesinde konuyu şöyle dile getiriyordu:
“Keşke ben bu cezireye (adaya) gitmeseydim. Keşke bir deri bir kemik bedenleri, sıfatsız yüzleri görmeseydim. Keşke 'efendim su!' 'efendim yemek!' sözlerini duymasaydım. Keşke çıplak, dudakları soğuktan titreyen, yüzleri morarmış, annesiz babasız küçücük çocuklarla konuşmasaydım. Keşke hastanelerde başları tuğlanın üzerinde can veren yiğitlerle karşılaşmasaydım. 1200 insan evladı bugün ölüm sırasında duruyor. 6 bini ise buna hazırlanıyor. Tifo mu, veba mı veya başka bir bulaşıcı hastalık mı bunları adaya kurban edecek? Sadece açlık, susuzluk ve soğuk... Müslümanlar 'efendim su!' diyerek gözlerinize baktığında sanki 'Siz insan mısınız? İnsaniyete ait kanunlarınız var mı? Siz millet evladı mısınız? Zavallı millet evlatlarına cevabınız ne?' demek isterler. Her gün hastalar arasında vakit geçiren, türlü türlü hastaların inlemelerini duyan, onların son dakikalarını gören ben, kendimi tutamayarak ağladım... Ağlamamak mümkün mü? Emin olunuz siz de benim gördüğümü görseydiniz ve elinizden bir şey gelmediğini düşünseydiniz, siz de benim gibi ‘Keşke bu adaya gelmeseydim’ derdiniz...”
Osmanlı esirleri ana vatanlarından ayrıldıktan sonra, yollarda ve ulaştıkları Çarlık Rusyası coğrafyasında yaşayan Türk kardeşlerinden çok büyük ilgi ve yardım gördüler. Azerbaycan Türkleri “kardeş kömeyi (kardeş yardımı)” parolasıyla, tarihte eşi benzeri görülmemiş bir yardım çalışması başlattılar. Azerbaycanlıların kurdukları Millî Yardım Komiteleri, Nargin adasındaki esirlere gizliden, günlük ihtiyaçları için yardım ulaştırdıkları gibi, bazılarını da oradan kaçırarak ana vatanlarına ulaşmalarına yardımcı oldular.
ESİRLER SİBİRYA YOLUNDA
Nargin adası, Türk esirlerin Kafkasya’da kaldıkları son nokta idi. Bundan sonra kalacakları asıl kamplara doğru, trenlerle hareket eden esirler, uzun bir yolculuk yapacaklardı. Tepluşki adı verilen yük vagonlarında yolculuk yapmak çok zordu. Vagonun iki tarafında, ranza tarzında iki tahta sıra uzanmaktaydı. Isınma, vagonun ortasındaki büyük demir sobayla sağlanıyordu. İçerisi dışarıdan çok farklı değildi çünkü yakacak yoktu. Soğuk vagonlarda aylarca süren yolculuk, hastalıklara sebep oluyordu.
Vagonların bir köşesine tuvalet ihtiyacının karşılanması için bir kova konmuştu. Esirler, tuvalet için konulan bu kovada sırayla çamaşır da yıkarlardı.
Esirlerin bu soğuk vagonlarda karşılaştığı başka güçlükler de vardı. Mesela Moskova yakınlarında trenler dolusu Türk esiri, karantina olduğu gerekçesiyle kilitli vagonlarda haftalarca aç susuz bırakılırdı. Dışarı çıkamayan esirlerin çoğu açlıktan, susuzluktan ve hastalıktan hayatını kaybediyordu.
RUSYA’DA ESİR KAMPLARINDA ÇİLELİ HAYAT
Rusya’da kamplara trenlerle ulaşan esirlerin feci hayatları ile ilgili Moskova Bilimler Akademisi Şarkiyat Enstitüsünden Prof. Dr. Alfina Sıbgatullina şunları kaydediyor:
1914 yılının Aralık ayı sonlarında Samara’ya ulaşan ilk trenlerin birini karşılayan Samara Belediye meclis vekillerinden A.N. Naumov kendi hâtırâtında şöyle yazıyor:
“İlk vagonun sürgüsünü ve kapısını açtığımızda, biz hemen irkilerek geriledik; çünkü açık vagonlardan ayak ve kolları donmuş, gözleri açık kalmış birkaç ölü beden düştü. Sağ kalanların durumu da onlardan pek farklı değildi. Çoğunluğu tifüs hastalığından şuurunu kaybetmiş ve sayıklıyordu. Bazı vagonlar tamamıyla ölülerden ibaretti. Böyle ölü dolu vagonların şehrimize gelmesi, Samara halkını çok üzdü. Bazen vagonlardan çıkartılan cesetler istasyonda öylesine birikiyordu ki, belediye onları gömmeye yetişemiyor, bundan dolayı şehir dışında araziler kiralayıp Türklerin ölülerini orada istif ediyordu. Bu büyük ve korkunç istifler üzerine gazyağı dökülür ve orada yakılırlardı...”
Dr. Tülin Uygur da, İsveç Devlet Arşivi’ndeki Kızılhaç kayıtlarına dayanarak, Türk esirlerin çektikleri sıkıntıları şöyle dile getiriyor:
“1917 yılında esirler, Murmansk ve Karadeniz demir yolu inşaatlarında insafsızca çalıştırıldılar. İklim şartları ve hastalıklardan dolayı buralarda günde 30-40 esir ölmekteydi. Bir kampta, dışarısı eksi 40 derece soğukken, şu garip yazı göze çarpmaktaydı: ‘Fayans sobalar ısınma için değil havalandırma içindir, esirler kendi ısılarıyla ısınmalıdır.’ Uzun süre değiştirilmeden kullanılan elbiseler, rutubet ve pislik sebebiyle parçalanıyordu. Esirlere elbiselerini onarabilmeleri için iğne, iplik; yama yapabilmeleri için kumaş verilmediğinden, Sibirya’nın korkunç kış şartlarında yarı çıplak dolaşan savaş esirleri, yürekleri parçalıyordu. Bir kısmının paltosu, çoğunun da ayakkabıları yoktu. Ayaklarını saman ve paçavralarla sararak, soğuğa karşı korumaya çalışıyorlardı.
Hemen bütün kamplarda bit, pire gibi haşereler esirlerin vücudunu sarmıştı. Sabah akşam vücudunda ve elbiselerinde bit ayıklayan esirlerin görüntüsü o kadar tuhaftı ki, kimseye haber vermeden teftişe çıkan İrkut kampındaki general, esir barakasındaki bütün esirleri tuhaf bir şekilde bit ayıklarken görünce hemen 'bit ayıklama' yasağı getirdi.”
TOPLU ÖLÜMLER YAŞANAN KAMPLAR
Toplu ölümlerin meydana geldiği kamplardan birisi de Stretensk kampıdır. Bu kamp, Baykal Gölü'nün doğusundadır. Burada çoğu yarı çıplak olan esirler, üzerine, yatak olarak kullanılan saman dahi serpilmemiş, çıplak demir karyolalarda üst üste yatmaktaydılar. Kampın su ihtiyacını karşılamak için, kış kıyafetleri olmadan, zorla su taşımak üzere nehre gönderilen esirlerin el ve ayakları donarak kesiliyordu.
Türk savaş esirlerinin bulunduğu Samara eyaletine bağlı Totskoye kampı da toplu ölümlerin yaşandığı ve hayat şartlarının çok zor olduğu meşhur bir kamptı. Hava sıcaklığının eksi 50 dereceye ulaştığı kampta, yatak yapmak için saman, yakacak odun, su ve banyo bulunmaması, ilaç ve tıbbî malzemelerin yokluğu her türlü hastalığa sebep oluyordu.
Doktorlar, birkaç gün ömrü kalanları “az hasta”, birkaç saatlik ömrü kalanları “ağır hasta” ve nefrit, tüberküloz, dizanteri, kangren, lekeli humma, çiçek hastası olmayan herkesi de “sağlıklı” olarak ayırıyorlardı.
Günde 100-350 esir ölmekteydi; fareler ve köpeklerin kemirdiği istiflenmiş 2500 ölü, gömülmeden bekletiliyor, sonra kızaklara yükleniyordu, yükü iple kızağa bağlandıktan sonra ölülere mezar kazmakla görevli esir arkadaşları bu yükün üzerine oturuyordu. Bunu nasıl yapabiliyorlardı?.. Dışarıdan birisi bu soruyu sorabilirdi. Ama kampta kimse bu ceset yüküne bakmıyordu bile. Burada düşünce, duygu, mantık tamamen donmuştu. Herkesin tek arzusu, ölümün bir an önce gelmesiydi. Bu kampta kısa süre içinde, 25 bin savaş esirinin 17 bini ölmüştü.
Geçtiğimiz sene Türkiye’nin Bakü Büyükelçisi Erkan Özoral ile askerî ataşe Tuğgeneral Zafer Ocak, adayı ziyaret etti. Bakü Büyükelçimiz sayın Erkan Özoral’ın Nargin adasını ziyaret ettiği gibi, sayın Moskova Büyükelçimiz de, yüzlerce Türk esirin yakılarak gömüldüğü, Samara şehri belediye yetkililerini ziyaret edip oraya bir âbide dikilmesine vesile olursa, şehitlerimize vefâ borcu ödenmiş olur.
.
II. Dünya Savaşında Türkistanlı esir askerler
10 Mart 2019 02:00
A -
A +
Numan Aydoğan Ünal
İhlas Vakfı Türk Dünyası Koordinatörü
turkdunyasi@hotmail.com
1941 yılında Hitler Almanyası ile Stalin’in Sovyet Rusyası arasında savaş başladı. Birkaç milyon Türkistanlı, askere alındı. Askere alınanların çoğunluğu orta ve yüksekokul talebeleri veya ilk, ortaokul öğretmenleriydi. Savaş esnasında bunların çoğu öldü veya esir oldu. Çok az kimse yurduna geri dönebildi.
Millî Türkistan Ordusu ilk defa 2 Mayıs 1942 yılında Bryansk ormanlarında Kızıl Ordu’ya karşı çarpıştı. Yapılan savaşlarda çeşitli başarılar kazanıldı. Ruslar, Türkistan lejyonundan esir aldıkları askerleri “kara faşistler” diye hemen kurşuna diziyorlardı.
Esir Türkistanlılar, Yalta Anlaşmasına göre Sovyetler Birliği'ne teslim edilerek kurşuna dizildiler.
Bir zamanlar, Karahanlılar, Gazneliler, Selçuklular, Timurlular gibi devletlerin ve muhteşem medeniyetlerin kurulduğu, binlerce âlim ve evliyanın yetiştiği Türkistan, 19. asrın ikinci yarısından itibaren çok büyük felaket ve facialar yaşadı. Bütün Türkistan Ruslar tarafından işgal edildi. Türk tarih, kültür ve medeniyeti yok edildi. Son büyük felaket de II. Dünya Savaşında yaşandı...
1941 yılında Hitler Almanyası ile Stalin’in Sovyet Rusyası arasında savaş başladı. Birkaç milyon Türkistanlı, askere alındı. Savaş esnasında bunların çoğu öldü veya esir oldu. Çok az kimse yurduna geri dönebildi. Bu hususta Özbekistan eski Cumhurbaşkanı İslam Kerimov şöyle demektedir: “II. Dünya Savaşında bir buçuk milyon genç, yani yaklaşık Özbekistan nüfusunun %22’si, askere alınarak muhtelif cephelere sevk edildi. Savaş sonrasında bunlardan sadece 60 bin kadarı ülkesine geri gelebildi.” Yine Türkmenistan eski Cumhurbaşkanı Sefer Murat Türkmenbaşı da, II. Dünya Savaşında 740 bin Türkmen gencinin askere alındığını, bunların hemen hemen tamamının çeşitli cephelerde öldüğünü, binlercesinin de sakat kaldığını ifade ediyor.
II. Dünya Savaşında askere alınıp, teğmen rütbesi verilerek savaşa katılan ve esir olan, Özbekistan’ın büyük fikir ve dava adamı Dr. Baymirza Hayit’in, bu konuda çok kıymetli makale ve kitapları var. Dr. Baymirza Hayit şunları kaydediyor: “Haziran 1941’de Almanya ile Sovyetler Birliği arasında başlayan savaşın ilk yıllarında (1941-1943), Kızıl Ordu’da yaklaşık 5 milyon Türkistanlı vardı. Alman Savaş Daireleri’nin verdiği bilgiye göre, savaşın ilk yıllarında, Sovyetlerin batı cephesinde yaklaşık 2 milyona yakın Türkistanlı asker bulunmaktaydı. Torgao şehrinde yerleşen Alman Harp Esirleri Başkanlığı’nın 1943’te verdiği malumata göre de savaşın ilk yıllarında 1 milyon 700 bine yakın Türkistanlı asker, Almanlar tarafından esir alındı.
Savaş başlayınca 18-65 yaş arasındaki bütün Türkistanlılar cepheye sevk edildi. Askere alınanların çoğunluğu orta ve yüksekokul talebeleri veya ilk, ortaokul öğretmenleriydi. İçlerinde mühendis, doktor ve sanatkârlar da bulunmaktaydı. Askerlerin iklime uygun giyim-kuşamları yoktu. Ayrıca Rus komutanlar, Türkistanlı askerlerin eline iyi silah vermediler. Çoğunluğu, ellerinde tüfeğe benzer tahta parçaları taşıyordu. Almanlar ilk defa ön cephede bulunan Türkistanlılara ağır darbe vurdu. Bunun neticesinde Türkistanlıların bir kısmı öldü, büyük kısmı ise Almanlara teslim oldu veya onlara sığındı. Türkistan askerlerinin ekseriyeti Rusçayı bilmiyorlardı. Bu sebeple kendilerine ikinci sınıf asker gözüyle bakılmaktaydı. Her bir Türkistanlı Sovyet askerinin kafasında da 'neden ben bu uzak diyarda, buradayım?' sorusu vardı.”
MİLLÎ TÜRKİSTAN BİRLİK KOMİTESİ TEŞEKKÜL EDİYOR
II. Dünya Savaşında Almanlara esir düşen yüz binlerce Türkistanlı arasında olan tahsilli kişiler, doktor, öğretmen ve subay gibi münevverlerin katılmasıyla “Millî Türkistan Birlik Komitesi” kuruldu. Bu komitenin üyelerinden Zuhriddin Mirza Abid, kuruluş maksatlarını şöyle anlatıyor:
“Millî Türkistan Birlik Komitesi’nin tek gayesi, Türkistanlı esirlerin ihtiyaçlarının karşılanması, vatanları Türkistan’ın hürriyet ve istiklaline kavuşması, halkın kölelik ve zulümden kurtulmasıydı. Bu hareketin liderleri Mustafa Çokay ve Veli Kayyum idi. Mustafa Çokay, esir düşmüş binlerce Türkistanlıyı kurtarmak için esir kamplarını gezip, Alman devlet yetkilileriyle görüşmeler yaptı. Kamplardaki esirlerin acıklı hâlini görünce ‘bunları böyle görmektense ölmeyi tercih ederim’ diyordu.”
Nitekim kamplardaki bu feci durum, resmî raporlarda da yer bulmuştu. Alman Silahlı Kuvvetleri’nin Polonya’nın güney batısında bulunan Lamsdorf’daki 318 numaralı kampın resmî raporunda:
“Temmuz 1941 sonundan itibaren savaş esirleri kaldıkları yeri kazıp yiyecek arıyorlardı. İlk haftalarda esirlerin, hayvanlar gibi, otları, ağaç kabuklarını ve çiğ patatesleri yedikleri görülüyordu. Esirler arazide yiyecek bir şey bulamadıklarından ölmüş insan eti dahi yemeye başlamışlardı!..”
Esir kamplarında ölüm oranı çok yüksekti. Herhangi bir milletlerarası kuruluşun bu esirlere ulaşması mümkün değildi. Veli Kayyum, kamplarda yaşanan insanlık dramını, yazmış olduğu pek çok raporda dile getirdi.
Mustafa Çokay, esir düşen Türkistanlıları kurtarmak için canla-başla çalışıyordu. Esir kamplarını sık sık ziyaret ediyordu. 1941 senesinin Aralık ayında esirler arasında çok yaygın olan tifo hastalığına yakalanarak vefat etti. Cenazesi Berlin’deki Müslüman mezarlığına defnedildi. Mustafa Çokay’ın ölümü Türkistanlılar arasında büyük üzüntüye sebep oldu.
TÜRKİSTAN MİLLÎ ORDUSU KURULUYOR
Millî Türkistan Komitesi Üyesi Zuhriddin Mirza Abid, Millî Ordu’nun kurulması hakkında da şunları ifade ediyor:
"Mustafa Çokay’ın vefatından sonra Almanya’daki Türkistanlı esirler Veli Kayyum’a büyük bir bağlılık gösterdiler. Kendisine 'Ata' diye hitap etmeye başladılar. Esirler Veli Kayyum’a 'Siz atamızsınız! Siz bizleri kurtardınız. Allah’ın iradesiyle bize hayat bahşettiniz. Şimdi biz gönüllü olarak Millî Ordu, Millî bayrak ile Allah bizimle beraberdir sloganı ile halkımızın asıl düşmanı olan Sovyet emperyalizmine karşı mücadeleye ve ülkemizi azâd etmeye hazırız' diye tezahüratta bulundular.
Böylece esir kamplarında bulunan yüz binlerce Türkistanlı askerlerden bir “Millî Ordu” kurma fikri doğdu. Esirlere asıl düşmanlarının, anayurtlarını sömüren emperyalist gücün Ruslar olduğu anlatıldı. Türkistanlı aydınlar ve hocalar, esir Türkistanlılara tarihimizi, ulu ecdadımızı, dinimizi anlattılar. Türkistan’ın hürriyete kavuşmasının önemini dile getirdiler. Böylece esir Türkistanlı askerlerden, Millî Türkistan Ordusu teşekkül etmeye başladı. Türkistan Millî Ordusu’nun asıl gayesi, bu defa Almanlarla birlikte Rusya ile savaşarak ülkelerini esaretten kurtarmaktı.
Millî Türkistan Ordusu’nun mevcudu yaklaşık 180 bin kişi idi. Askerlerin sağ kol pazubentlerine 'Allah bizimle' yazılı armalar takıldı. Yemin merasimi, Kur’ân-ı kerim ve iki kılıca el basılarak Türk-İslam bayrağı altında yapılırdı. Özbekistanlı şair Abdulhamid Süleyman Çolpan’ın 'Ey Güzel Fergana' şiiri de millî marşları oldu. Ağustos 1942’de Veli Kayyum önderliğinde 'Millî Türkistan Mecmuası' neşriyata başladı.
Millî Türkistan Ordusu ilk defa 2 Mayıs 1942 yılında Bryansk ormanlarında Kızıl Ordu’ya karşı çarpıştı. Yapılan savaşlarda çeşitli başarılar kazanıldı. Ruslar, Türkistan lejyonundan esir aldıkları askerleri 'kara faşistler' diye hemen kurşuna diziyorlardı.
Almanların mağlup olmasıyla II. Dünya Harbi bitti. Maalesef Millî Türkistan Ordusu dağıldı. Türkistanlı askerler sahipsiz kaldı. Veli Kayyum da esir düştü. Müttefiklerin Nürnberg mahkemeleri kararı ile Alman komutanlarının kimi ölüme, kimi de ömür boyu hapse mahkûm edildi. Bunlar arasında bulunan Veli Kayyum kendini şöyle savundu:
'Ben Almanlarla iş birliği içinde olduysam bu, vatanım Türkistan için yapılan bir işti. Çünkü benim vatanım yıllardır Sovyetlerin korku zulmü altında ezilmekte. Ülkemin istiklali ancak Sovyetlerin mağlubiyeti sonucunda elde edilebilirdi. Onun için temiz bir niyetle bu işe giriştim. Ben faşist değilim. Çünkü kimseye zulmetmedim. Ben yalnız vatanım hür olsun diye mücadele eden biriyim. Biz sadece doğu cephesinde savaşa katıldık. Batı cephesinde bulunmadık...'
Mahkemedeki savcılardan üçü, ABD, İngiltere, Fransa, bu savunmayı kabul ederken Sovyet Savcısı, Veli Kayyum’un kendilerine teslim edilerek asılmasını talep etti. Ama diğer savcılar bu talebi kabul etmeyip kendisini batılıların elindeki hapishanelere gönderdiler. 1947 yılında hapisten çıkan Veli Kayyum, komite faaliyetlerini yeniden yürütmeye ve 'Millî Türkistan Dergi'sini çıkarmaya başladı. Veli Kayyum 15 Ağustos 1993 günü Düsseldorf’da vefat etti. Çok büyük bir cenaze töreniyle Müslüman mezarlığına defnedildi...”
YALTA ANTLAŞMASI VE HAZİN SON
Almanlar mağlup olup, II. Dünya Savaşı bittiğinde 70 binden fazla Türkistanlı asker, İngiltere ve Amerikalıların elinde esirdi. Müttefik devletler, Amerika, İngiltere ve Sovyetler Birliği, Şubat 1945’te Yalta’da toplanarak anlaştılar. Buna göre her bir devlet, savaşta esir düşen vatandaşını geri alacaktı. Bu karar batılı esirler için sevindiriciydi, fakat Sovyetler Birliği’nden onlara esir düşenler için ölüm fermanından bir farkı yoktu.
Dr. Baymirza Hayit Türkistanlı esirlerden 105 bine yakın kişinin listesini hazırlayıp Tiran’dan bir kurye ile Türkiye’de Genelkurmay’a ulaştırdı. Ankara’da konu ile alakalı olarak toplanan komisyon durumu görüşerek şu kararı verdi:
“Eğer bu esirler Türkiye’ye getirilirse aralarında 10 binden fazla casus vardır. Daha sonraları bu durumdan nasıl kurtuluruz. Bu sebeple Almanya’daki Türkistanlı esirler Türkiye’ye kabul edilemez.”
Yalta Anlaşmasına göre, Amerika, İngiltere, Fransa ordusunun elinde olan esir Türkistanlılar, zorla Sovyetler Birliğine teslim edilmeye başlandı. Almanya’da kendi lejyonunu kuran ve Kızıl Ordu’ya karşı çarpışan Türkistanlı ve diğer milletlerden 200 binden fazla esir, Sovyetler Birliğine dönmemek için direndi. Ruslar teslim aldıkları askerlerin bir kısmını kurşuna dizdiler, bir kısmını da Sibirya veya başka uzak yerlerdeki çalışma kamplarına sürgün ettiler. Rusların teslim aldıklarını kurşuna dizdiğini duyan askerlerin bir kısmı, daha teslim olmadan intihar etmeyi tercih ettiler.
ÇİLE DEVAM EDİYOR
Savaştan sonra Ruslar tarafında kalan veya kaçarak memleketine dönen bilhassa, Kırım, Kafkasya ve Ahıskalı askerler daha hazin bir manzarayla karşılaştılar. Evlerine vardıklarında ailelerinden hiç kimseyi bulamadılar. Zira Ruslar bu bölgeden yüz binlerce halkı, hayvan vagonlarına doldurarak Orta Asya’nın en ücra köşelerine sürgün etmişlerdi. Bunların da yarısı yolda öldü. Sağ kalanların da bir kısmı, iklim değişikliği, hastalık ve açlıktan hayatlarını kaybetti.
Ne yazık ki, Prof. Dr. İbrahim Şahin’in dediği gibi: “İkinci Dünya Savaşı, Türkiye dışındaki Türklüğün topyekûn iştirak ettiği ve sonuçlarına da herkesten çok muhatap olduğu bir savaştır. 1938-1945 yılları arasındaki bu savaşla ilgili olarak hazırlanmış hiçbir belgeselde, yazılmış hiçbir kitapta, romanda, hikâyede, şiirde, piyeste ve çekilmiş bir filmde, Türklerin bu savaşa iştiraklerinden ve bu savaşta yaşadıklarından hiç söz edilmez!”
Bugün Belçika’nın Liege şehri yakınlarında büyük bir Amerikan Mezarlığı var. II. Dünya Savaşında ölen bütün Amerikan askerlerinin mezarları burada. Çok bakımlı ve müstakil bir idaresi olan bu mezarlığa bir de büyük anıt dikmişler. Savaş ve ölen askerleriyle ilgili bütün bilgileri, memleketlerini, birliklerini bu anıta yazmışlar. Üzülerek belirtelim ki, II. Dünya Savaşında, Alman cephesinde hayatını kaybeden yüz binlerce Türkistanlı askerin ne bir mezar taşı, ne bir abidesi ne de Türk gençliğinin bu facialardan haberi var...
.
Rusya’da İslam’ın dünü ve bugünü
21 Nisan 2019 02:00
A -
A +
Numan Aydoğan Ünal
İhlas Vakfı Türk Dünyası Koordinatörü
turkdunyasi@hotmail.com
Rusya’da 1917’deki Bolşevik İhtilali’nden sonra bütün camiler, medreseler tamamen kapatılmış, her türlü dinî faaliyetler yasak edilmişti. Din adamları tarihin en büyük zulmüne maruz kalıp ya öldürülmüş ya da Sibirya’ya sürülmüştü. Bugün ise Rusya’da yeni yapılan camilerin sayısı 10 bine yaklaşmaktadır. Cami cemaatinin çoğunu ise gençler teşkil etmektedir.
Rusya’da Müslümanlar devamlı artarak gelecekte büyük bir potansiyel güç olacaktır. Ancak radikal, Selefî, reformist akımlardan da endişe edilmektedir.
Putin, bir toplantıda “İslamiyet Rusya’nın manevi hayatının ayrılmaz bir parçasıdır” demişti.
İslam tarihinin en önemli safhalarından birisi de Türklerin Müslüman olmasıdır. Seyyid Abdülhakim Arvâsi hazretleri de “Eshab-ı kiramdan sonra İslamiyet’e en büyük hizmeti Osmanlılar yapmıştır” sözüyle bunu ifade ediyor. Zira Türkler Müslüman olduktan sonra İslamiyet’in bayraktarlığını yaptılar. Karahanlılar, Gazneliler, Selçuklular, Osmanlılar ve Babürlüler gibi büyük İslam devletleri kurdular. İslamiyeti bütün Orta Asya, Rusya, Hindistan, Balkanlar-Rumeli ve Kafkasya’ya ulaştırdılar.
Sahası 17 milyon kilometrekare olup nüfusu yaklaşık 145 milyona varan Rusya Federasyonu ise hem komşumuz hem de Müslümanların yaşadığı bir ülkedir. Bugün Rusya Federasyonu’nda 30 milyona yakın Müslüman vardır ve Rusya İslam İşbirliği Teşkilatı’nın gözlemci üyesidir. Diğer mühim bir husus da ülkede Müslüman nüfus devamlı artmakta Hıristiyan nüfus ise azalmaktadır. Rusya’da Müslüman Türklerin büyük kısmı İdil-Ural, Moskova-S. Petersburg ve Kırım-Kafkasya bölgesinde bulunmaktadır. Bugün Rusya ile Türkiye arasında siyasi, ticari ve turizm yönünden her iki ülkenin faydasına çok güzel gelişmeler olmaktadır. Sovyetlerin dağılmasından sonra Rusya’daki Müslümanlar başta Türkiye olmak üzere dünyanın her tarafına seyahat edebilmektedir. Türkiye’den de Rusya’ya pek çok kimse giderek Sovyetler zamanında hiç göremedikleri akrabaları, yakınları ile buluşmakta, yeniden akrabalıklar kurulmaktadır.
Rusya’nın en büyük camisi olan Moskova Merkez Camii, Türkiye Diyanet Vakfı’nın büyük katkıları ile inşa edildi. Caminin açılışını Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin birlikte yaptılar. Putin, bir toplantıda “İslamiyet Rusya’nın manevi hayatının ayrılmaz bir parçasıdır” dedi. Putin’in İslamiyete müspet bakışı sebebiyle Müslümanlar da kendisine sempati beslemektedirler. Rusya’daki Müslümanlar Türkiye ile Rusya münasebetlerin artmasından son derece memnun kalmakta, Türkiye’deki gelişmeleri de yakinen takip etmektedirler. Sovyetlerin dağılmasından sonra Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı Rusya’daki birçok camiye imam göndermektedir. Ayrıca Türkiye Diyanet Vakfı Başkurdistan’ın Başkenti Ufa’da bir İslam Üniversitesi kuruyor. 3 Aralık 2018’de İhlas Vakfı Başdanışmanı Prof. Dr. Ramazan Ayvallı da Ufa’da Muhammed Murad-ı Kazâni hazretleri hakkında konferans vermişti.
İLK MÜSLÜMAN TÜRK DEVLETİ: İDİL-BULGAR HANLIĞI
İlk Müslüman Türk devletinin kuruluşu hakkında Prof. Dr.Ahmet Şimşirgil şunları kaydediyor: “Bugüne kadar ilk Müslüman Türk Devletinin Karahanlılar ve ilk Müslüman Türk Hükümdarının da Abdülkerim Satuk BuğraHan olduğu kabul ediliyordu. Son yapılan tetkik ve araştırmalar Rusya’nın Sibirya bölgesinde İdil ve Kama nehirlerinin birleştiği yerde bulunan Bulgar Hanlığı tabiat zenginliği, ulaşım yönünden bölgenin en zengin merkezi idi. Bulgar tüccarlarının Harezm ve Samani ülkesinde Müslüman tüccarlarla temasları neticesinde ülke topraklarında İslam kültürü yayılmaya başladı. Bu sıralarda İdil-Bulgar devleti tahtına çıkmış olan Almış Han da İslamiyet’e ilgi duydu. 920 yılında gördüğü bir rüya üzerine İslamiyet’le şereflendi. İslamiyeti devletin resmî dini olarak kabul etti. Bağdat’taki zamanın Abbasi Halifesi Cafer el Muktedir Billah’a iki name ve bir elçilik heyeti gönderdi. İlk defa bir Türk hükümdarının İslamiyeti kabul ettiğini ve Abbasi Halifesi’ne tabi olduğunu bildirmesi Bağdat’ta büyük memnuniyet uyandırdı. Bunun üzerine Halife de Bulgar Türk Devleti’ne büyük bir heyet ve hediyeler gönderdi. Heyet 922 yılının Mayıs ayında Bulgar şehrine ulaştı. Almış Han tarafından törenle karşılandı. Bu tarih her sene, Rusya Müslümanlarının dinî ve mahallî bir bayram günü olarak kutlanmaktadır. Tataristan’ın Bulgar şehrinde yapılan kutlama törenlerine Türkiye’den ve pek çok İslam ülkesinden davetliler katılmaktadır...”
Rusya Müslümanları Merkez Müftüsü Talgad Taceddin ise şunları söylüyor: “Hazreti Muhammed, Sibirya Bulgar Türklerine İslamiyet’i öğretmek için üç sahabe gönderdi. Bunlar Abdurrahman bin Zübeyir, Zübeyir bin Ca’de ile Talha bin Osman idi. Biz hazreti Peygamberimizin devrinde Müslüman olduk. Atalarımız Bulgar Türkleri, İslam dininin Avrupa’nın kuzey doğusuna ve Sibirya’da yayılmasında büyük rol oynamışlardır...”
İdil-Bulgar Türk Devletinin en önemli şehri Bulgar’dı. İlmî sahada çok gelişmişti. Tıp, tarih ve astronomi âlimleri yetişti. Bulgar başta olmak üzere diğer şehirlerinde de camiler, medreseler, hamamlar ve kervansaraylar yapıldı. Bulgar şehrinde bulunan en önemli mimari eserler Han Camii, Doğu Türbesi, Ak Saray, Kara Saray ve Han Saraylarıdır. Yaklaşık beş buçuk asır devam eden İdil-Bulgar Hanlığı Rusların devamlı saldırıları neticesinde 1399’da tamamen ortadan kaldırıldı. Dağılan İdil-Bulgar Hanlığı’ndaki halkın büyük bölümü Kama Nehri'nin kuzeyindeki Kazan Nehri boyuna göçerek yerleşti. Buraların Türkleşmesinde önemli bir rol oynadı. 1437’de Kazan havzasında kurulan Kazan Hanlığı’nın ana unsurlarını buraya göç eden Müslüman İdil Bulgar’ı ve Kıpçak Türkleri oluşturmaktadır.
KAZAN HANLIĞI
Kazan Hanlığı Ulu Muhammed tarafından İdil veya Kama Türkleri tarafından 1437’de kuruldu. Kazan’da sosyal ve kültürel hayat çok gelişti. Pek çok cami, medrese ve saraylar inşa edildi. Âlimlerin ve dinî müesseselerin bütün ihtiyaçları devlet bütçesinden karşılanırdı. Medreselerde danişmend, derviş, hoca-hafız, hâkim, kadı yetiştirilirdi. Her Kazanlı İslam dininin esaslarını öğrenene kadar cami, mektep ve medreselerde tahsil görürdü. Kul Şerif Camii ve Medresesi, en meşhur Kazan Hanlığı eseridir.
15 Ekim 1550 günü Moskova Ordusu kitle hâlinde Kazan şehrine saldırdı. Ruslar şehri ele geçirince insanlık tarihinin en karanlık sayfalarını teşkil eden korkunç bir katliam başladı, erkeklerden kimse sağ bırakılmadı, kadınlar ve çocuklar öldürüldü, ancak küçük bir Müslüman grup şehirden çıkarak mücadeleye devam etmek üzere ormanlara sığındı. Halkın bir kısmı da esir alındı. Kazan’ın bütün serveti yağma edildi, evler yıkılıp yakıldı. Bu suretle 115 sene yaşamış olan Kazan Hanlığı 15 Ekim 1552’de Moskova Çarı IV. İvan tarafından tamamen ortadan kaldırıldı. Kazan Hanlığının düşmesi Türk ülkeleri tarihi bakımından bir dönüm noktası teşkil eder. Ruslar Kazan’ı ele geçirdikten sonra halkı Ruslaştırmak ve Hıristiyanlaştırmak için, misyonerlik faaliyetlerine büyük hız verdiler. Bugün Kazan’da zorla Hıristiyanlaştırılmış 200 bin civarında Tatar olduğu tahmin ediliyor. Bunlara “Kreşin Tatarları” deniyor. "Tataristan’da, bir Rus’u kazır veya yıkarsan altından Tatar çıkar" sözü meşhurdur.
Büyük İslam âlimi ve evliyası, İmam-ı Rabbani Hazretleri’nin Mektubat’ını Farsça’dan Arapçaya tercüme eden son asrın Ehl-i sünnet âlimlerinden M. Murad-ı Kazânî hazretleri, reformcu din adamları; Şahabettin Mercani, Musa Carullah Beykiyef, Abdünnasır Kursavi ve meşhur Türk tarihçilerinden Prof. Dr. Zeki Velidi Togan, Prof. Dr. Abdulkadir İnan, Prof. Dr. Reşid Rahmeti Arat, Prof. Dr. Ahmet Temir, Prof. Akdes Nimet Kural da Rusya’nın İdil-Ural bölgesindendirler.
RUSYA’DA İSLÂMİYET’İN BUGÜNÜ
Moskova’da, gazeteci Agşin Kişiyev Rusya’daki Müslümanların durumunu şöyle kaydediyor: “Rusya Federasyonu’nda yaklaşık 30 milyon Müslüman yaşamaktadır. Rusya’nın genel nüfusu yılda ortalama 700 bin azalırken, Müslümanlar %4 oranında artmaya devam ediyor. Batılı uzmanlar Rus nüfusundaki bu değişimin çok ciddi milletlerarası sonuçları olacağını ileri sürüyorlar. Birleşmiş Milletler, şu anda yaklaşık 146 milyon olan Rus nüfusunun 2050 yılına kadar üçte bir oranında azalarak 95 milyona düşeceğini tahmin ediyor. Ruslar arasındaki doğum oranı her yıl düşerken Federasyon içerisindeki Müslümanlarda bunun tam aksi görülüyor. Dolayısıyla 40-50 sene içinde Rusya’daki Müslümanların çoğunluk olması ihtimal dâhilindedir. Prof. Dr. Paul Goble“Rusya’daki İslam” adlı kitabında bugün Moskova’da 2-2,5 milyon Müslüman olup, Paris’tekinden fazladır. Ayrıca S. Peterburg’ta 1-1,5 milyon Müslüman; Karalye, Kamçatka, Sakhalin Yarımadası gibi şimdiye kadar tek bir Müslümanın bulunmadığı yerlerde dahi artık çok sayıda Müslümanın yaşadığını belirterek; “Batı, Müslümanlar çoğunluk olup radikal Müslümanların Kremlin'in yönetimini ele geçirerek, nükleer silahlara sahip olabileceklerinden endişe duyuyor; bu sebeple Moskova hükûmetinin Müslümanları siyasi sisteme katması ve dinî inançlarıyla temel hak ve hürriyetlerine saygı duyması gerekiyor” demektedir.
Agşin Kişiyev şöyle devam ediyor:
“Ünlü Rus araştırmacı-yazar Yuriy Mihaylov, Kur'ân’ın Rusya’da doğru anlatılması durumunda Ortodoks halkın büyük çoğunluğunun İslamı severek kabul edeceğine inandığını belirterek: ‘Zira İslam dini Hıristiyanlıktan farklı olarak insanın sosyal hayatta çok aktif olmasını emrediyor. İslam dininde çelişkili hiçbir şey yoktur. Kur'ân’ın gerçekten yüce Yaratıcı tarafından insanlara gönderildiğini ve Muhammed’in (aleyhisselam) son peygamber olduğunu kabul etmek gerekiyor. Rusya’daki insanların çoğu manevi bir boşluk içindedir. Ortodoksluk’ta aradıklarını bulamayanlar çeşitli tarikatlara yönelerek kurtuluş yolunu bulmaya çalışıyorlar. İslam dini hakkında bazı İslam ülkeleri Rusça kitaplar basılıp burada dağıtılıyor. Hâlbuki bu kitaplar dikkatle incelendiğinde bunların Ruslara değil, kendi halklarına yönelik yazdıklarını görüyoruz. Bu kitapların kabaca Rusça’ya yapılan tercümelerini okumak Puşkin ve Dostoyevski’nin eserini okumaya alışık Rus aydınlarını dehşete dürüyor...”
1917’de Rusya’da Bolşevik İhtilali’nden sonra bütün camiler, medreseler tamamen kapatıldı. Her türlü dinî faaliyetler yasak edildi. Din adamları tarihin en büyük zulmüne maruz kaldı, öldürüldü veya Sibirya’ya sürüldü. Bugün ise Rusya’da yeni yapılan camilerin sayısı 10 bine yaklaşmaktadır. Cami cemaatinin çoğunu gençler teşkil etmektedir. İsteyen herkes hacca, umreye gidebilmektedir. Geçen sene Kurban Bayramı'nda Moskova Merkez Camii’nde 240 bin, S. Petersburg Camii’nde ise 150 bin kişi namaz kıldı.
Rusya’daki Müslümanların büyük çoğunluğu Sünni ve Hanefi akidesindendir. Cuma ve bayram hutbelerinde dört halifenin ismi okunmaktadır.
Netice olarak, yukarıda belirtilen hususlardan anlaşılıyor ki, Rusya’da Müslümanlar devamlı artarak gelecekte büyük bir potansiyel güç olacaktır. Ancak radikal, Selefî, reformist akımlardan da endişe edilmektedir. Nitekim geçen yıl Tataristan Müslümanları Dinî İdaresi, Nasiruddin el-Albani, Abdurrahman el-Sadi, Hasan el-Benna, Seyyid Kutub gibi bazı reformist yazarların kitaplarının basılmasını, yayılmasını yasak etti. Bu itibarla Ehl-i Sünnet âlimlerinin kitaplarının fasih ve edebi bir dille Rusça’ya tercüme edilerek basılması, Rus dili konuşanlar tarafından okunması çok büyük bir önem arz etmektedir.
.
Esas beka meselemiz: Dilimiz
12 Mayıs 2019 02:00
A -
A +
Numan Aydoğan Ünal
İhlas Vakfı Türk Dünyası Koordinatörü
turkdunyasi@hotmail.com
Bundan 30-40 sene önce uydurma dille mücadele eden çok kıymetli edebiyatçılarımız, yazarlarımız vardı. Maalesef bugün Türkçemiz sahipsiz ve garip kaldı. Dilimiz fakirleştirilerek kabile lisanına döndü. Artık gençlik, 1950’den önceki kitapları, gazeteleri okuyup anlayamıyor. Hâlbuki bir Fransız genci Victor Hugo’nun, bir Rus genci Tolstoy’un kitaplarını okur ve anlar.
Türk milletinin tarihte maruz kaldığı en büyük facialardan birisi de son yarım asırdan beri diline yapılan darbedir. Bu büyük darbenin sinsi ve planlı ismi “Öztürkçecilik”dir. Gerçekte ise Türkçeyi özünden uzaklaştıran yeni bir “uydurma” Türk dili meydana getirme hareketidir. Uydurma Türkçe öyle süratle yayılıyor ki eskiden dede ve torunun anlaşamadığından şikâyet ediliyordu, şimdi ise baba ile evladı dahi anlaşamıyor.
1920 yıllarının Türkçesi, Yahya Kemal ve Peyami Safa gibi şair ve edebiyatçıların kullandığı hakiki, zengin Türkçe idi. 1930-1950 arasında “Uydurma Türkçe” modası yayıldı. 1950’de Adnan Menderes iktidara gelince, 1920’lerin zengin Türkçesine tekrar dönüldü. 1960’ta 27 Mayıs darbesiyle, devlet eliyle tekrar uydurma dil furyası başladı.
Bundan 30-40 sene önce uydurma dille mücadele eden çok kıymetli edebiyatçılarımız, yazarlarımız vardı. Maalesef bugün Türkçemiz sahipsiz ve garip kaldı. Dilimiz fakirleştirilerek kabile lisanına döndü. Artık gençlik, 1950’den önceki kitapları, gazeteleri okuyup anlayamıyor. Hâlbuki bir Fransız genci Victor Hugo’nun, bir İngiliz genci Shakespeare’in, bir Rus genci Tolstoy’un bütün kitaplarını okur ve anlar.
TÜRK DÜNYASININ ALFABESİ TEKTİ
20. asrın başlarına kadar bütün Türk dünyasında aynı alfabe ve aynı dil kullanılıyordu. Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar Türkçe konuşarak gidilebiliyordu. İstanbul’da çıkan bir gazete, dergi, Kırım’da, Kazan’da, Bakü’de, Taşkent’te, Kaşgar’da; oralarda çıkanlar da İstanbul’da okunabiliyordu.
Ama öztürkçeciler, Türk diline girmiş binlerce Fransızca, İngilizce kelimelere bir şey demiyorlar, asırlarca yaşayan, halkın bildiği, kullandığı Arapça, Farsça kelimelere düşmanlık ediyorlar, inatla yeni kelimeler uyduruyorlardı. Bunların asıl maksadı, Türk milletini, tarihinden, Türk dünyasından ve İslâm âleminden koparmaktı.
ARAPÇA VE FARSÇAYA DÜŞMANLIK NİYE?
Bugün Türkçede, Fransızca telaffuzuyla “aktif”, “avantaj”, “bagaj”, “endüstri” “kampanya”, “konferans”, “direkt”, “normal”, “pozisyon”, “sosyal”, “reklam” gibi 7 bine yakın kelime her gün, herkes tarafından kullanılmaktadır. Öztürkçeciler, bu kelimeler yabancıdır diye hiçbirini atmıyor, seve seve kullanıyorlar. O hâlde Arapça ve Farsçaya düşmanlık niye?
Prof. Dr.Ali Fuat Başgil diyor ki: “Fransızca; Latince, Grekçe, eski Frank kelimelerden meydana gelmektedir. Fakat hiçbir Fransız’ın, yabancıdır diye bu kelimeleri atmak ve yerlerine kelime uydurmak hayalinden bile geçmez. Ya şu muazzam İngiliz-Amerikan dünyasına ne dersiniz? İngilizce; bir yarısı Fransız, öbür yarısı Alman kelimelerden teşekkül etmiştir. Fakat İngiliz-Amerikan milleti içinde hiç kimsenin ve hiçbir zümrenin çıkıp da, bunlar yabancı diye Fransızca ve Almanca kelimeleri dillerinden atmak, akıllarından geçmez.”
Ne acıdır ki Prof. Dr. Başgil’in 1960-70’li yıllarda Türk gençliğinin başucu kitabı olan “Gençlerle Başbaşa” adlı eserini bugünkü gençlik anlayamıyor. Bunun için de bu kitap, şimdi sadeleştirilerek basılıyor.
Prof. Dr. Ayhan Songar da bu hususta “Meşhur Redhouse İngilizce-Türkçe lügatinin 1890 yılında yapılan baskısının önsözünde, o zamanki konuşulan Türkçede vasati 100 bin kelime bulunduğu kayıtlıdır. Yine aynı tarihte İngilizcenin de 100 bin kelimesi vardır. Bu sebeple lügatin nâşiri, İngilizce ve Türkçe, dünyanın en zengin iki dili olduğunu söylüyor ve bu dillerin lügatini basmaktan şeref duyduğunu yazıyor. O tarihten bugüne kadar bir asır geçti ve bugün için elimizde, konuşulan Türkçenin 10 bin kelimesi kalmıştır. İngilizcenin kelime hazinesi ise bir milyona yükselmiştir” diyor.
Prof. Dr. Nuri Köstüklü de; bugün Amerika’da ilköğretim okulları ders kitaplarında 71 bin 681, Almanya’da 70 bin 400, Japonya’da 44 bin 224 kelime, Türkiye’deki ders kitaplarında ortalama sadece 5 bin kelime olduğunu kaydediyor.
Meşhur Amerikalı Dil Bilimci Prof. Dr. William D. Templeman; “Analar, babalar, hocalar, mektep müdürleri; çocuklarınızın üniversitelerde başarılı olmasını istiyorsanız kelime bilgilerine dikkat ediniz, kelime bilgisi fazla olan talebelerin hayatta da başarılı oldukları, Amerika’da yapılan sayısız tecrübelerle sabittir” demektedir.
TÜRK DÜNYASINDA UYDURMA KELİMELERİN HİÇBİRİ YOK
Sovyetlerin dağılmasından sonra Türk dünyası ile münasebetlerin artması neticesinde görüldü ki; 40-50 sene öncesine kadar Türkiye’de hiç kullanılmayan, Öztürkçeciler tarafından uydurulan “yanıt”, “kanıt”, “yapıt”, “sorun”, “olanak”, “öneri”, “öykü”, “doğa”, “sınav”, “birey”, “yaşam”, “önlem” gibi yüzlerce kelimenin hiçbirisi Türkistan, Azerbaycan, Kırım-Kafkasya, Başkurdistan-Tataristan, Balkanlar-Rumeli gibi ülkelerdeki Türklerin edebî eserlerinde ve konuşma dillerinde yoktur.
Ne yazık ki, son zamanlarda memleketimize okumak için Türk dünyasından gelen öğrenciler ve Türkiye radyo-televizyonlarını dinleyenler vasıtasıyla uydurma Türkçe, başta Azerbaycan olmak üzere diğer Türk cumhuriyetlerinde de yayılıyor.
YABANCILAR DA ŞAŞKIN!
Güzel Türkçemizin bozularak uydurma bir hâle getirilmesi, Türkologları ve Türkçe öğreten yabancıları da şaşkına çeviriyor. Mesela İstanbul’da üniversitelerde senelerce ders vermiş olan Prof. Dr. Fritz Neumark, 1960’lı yıllarda tekrar Türkiye’ye gelerek iktisat fakültesinde bir konferans veriyor. Konferansın sonunda bir asistanın sorusuna “Sorunuzu anlayamadım; zira 10 yıl önce ülkenizden ayrıldım, o dönemdeki dilinizi iyi biliyorum. Birkaç yılda değişen bir dille kalıcı bir eser vermek mümkün mü? Hangi insan, aklını peynir ekmekle yemeden, 10 yıl sonra yazdıkları kese kâğıdı yapılacaksa, ciddi eser vermeye çalışır” diyerek şaşkınlığını ifade ediyor.
Londra Üniversitesinde Türk dili Profesörü Dr. Margaret Bainbridge İstanbul’a gelip uydurukça dille karşılaşınca, Nihat Sami Banarlı’ya şöyle diyor: “Bu işin sonu ne olacak? Sizin, büyük, tarihî eser olan güzel diliniz böyle ziyan olup gidecek mi? İngiltere’de Türkçe öğrenmek isteyen fakülte talebesine hangi Türkçeyi öğreteceğiz! Sizin hakiki Türkçeniz, bundan 40-50 sene evvel konuşulan ve yazılan Türkçedir. Bugünkü diliniz ise artık tamamıyla uydurma, güzel ve akıcı olmayan bir dil. Ne sesi, ne üslûbu kalmış, ziyan olmuş bir lisan... Kemalini bulmuş Türkçeye nasıl kıyıyorsunuz? Bu güzel lisanı, kısa zamanda nasıl bu kadar mahvuperişan ettiniz? Bu, akıl alacak şey değil!”
Oxford Üniversitesi Türkçe profesörü Geoffrey Lewis, mizahî bir üslûpla ve âdeta alay ederek, uydurukça Türkçeyi tenkit edercesine ‘Trajik Başarı-Türk Dil Reformu’ isimli çok kıymetli bir eser yazdı. Prof. Lewis diyor ki: “Türkiye, dünyada 200 devlet arasında ana dilini yeterince öğretmeyen ve nesilleri birbirinden koparan tek devlettir.”
Edebiyatçı ve şair Attilâ İlhan’a Fransa’da Türkolog Prof. Carlier sitemle “Delikanlı, Türkçeyi ne yaptınız?” diye soruyor. O da, dil devrimi yapıldığını, bu sebeple Arapça, Farsça kelimelerin atıldığını söyleyince; Prof.Carlier “Batı ülkeleri, Fransa, İngiltere, İtalya ve İspanya, nasıl millet diline geçerken, Yunanca-Latince asıllı birçok kelime, hatta kuralı aldılar, kullandılarsa; Türkler de, Selçuklu-Osmanlı ümmet sentezinden, millet sentezine geçerken, dillerinde elbette Farsça-Arapça kelimeler bulunacaktır ve bunda yadırganacak bir şey yok; asıl yadırganması gereken, 'özleştirme' adı altında dilin budanıp kuşa çevrilmesidir; zira böyle yetiştirilen genç nesillerin, ecdadın dilini anlaması imkânsızdır. Bu da, kendi kurdukları Selçuklu-Osmanlı medeniyet sentezinden kopmalarına, boşlukta kalmalarına yol açar!..” diyor. Attilâ İlhan şöyle devam ediyor: “Ben Osmanlıca kelimeleri kullanırım. Nasıl İngilizce öğretiliyorsa gençlik bunu da öğrensin. Bu da babasının, ecdadının dili, işte kendi dili. Ben burada da ısrarlıyım. Onlar, Latince ve Yunancayı muhafaza ettikleri için bir Batılı genç asırlar öncesinde yazılmış bir kitabı rahatlıkla okuyabilmektedir. Bizse Arapça ve Farsçaya boykot ilan etmişiz. Bizim gençler elli yıl evvelini anlayamıyor. Bundan kurtulmak için okullarda Osmanlıca dersi koymak gerektir.”
Azerbaycan Yazarlar Birliği Başkanı Anar Rızayev de “Bu ne yaman tezat! Ben Yunus Emre divanını okuyup anlıyorum ama önsözünü anlamıyorum” diyerek uydurukçadan duyduğu üzüntüyü dile getirmektedir.
TÜRK İLİM VE FİKİR ADAMLARI NE DEDİLER?
Prof.Dr. Necmettin Hacıeminoğlu: “Türk dilinin sadeleşmesi hareketi, tam bir kültür ihtilali şekline dönüşmesi, 1960 yılından itibaren başladı. Devlet organlarının böyle bir kültür yıkımına öncülük etmeleri, Türkçenin çöküşünü büsbütün hızlandırmıştır. Eğer Türk milliyetçileri, bu gidişin karşısına dikilmezlerse, en geç bir nesil sonra Türkiye’de Türk dili ile yazılmış ilim, fikir, sanat eserine rastlamak mümkün olmayacaktır.”
Prof. Dr. Faruk K. Timurtaş: “Dil meselesi bir millî müdafaa meselesidir. Dilimizi korumak, vatanımızı korumakla birdir. Çünkü dil; vatan kadar, tarih kadar, gelenek ve töre kadar azizdir. Dil de bayrak gibi, aile gibi mukaddesattandır. Belki hepsinin ifadesi, aksi onda olduğu için hepsinden öndedir. Dil olmayınca millet olmaz, milliyet olmaz. Millî kültürün baş unsuru dildir.”
Prof. Dr. Mehmet Kaplan: “Komünist Rusya, Türk lehçeleri arasındaki küçük farkları kabartarak Özbekçe, Kazakça, Kırgızca, Azerice diye, lisan ilmine aykırı beş-on dil ortaya çıkardı. Maksadı Türkler arasındaki birliği parçalamaktı. Şimdi de biz Türkiye’de millî dilimizi 'öztürkçe', 'Arapça-Farsça' ve 'Osmanlıca' diye ayırmaya çalışıyoruz. Dil birliği ile millî birlik arasındaki münasebeti düşünürsek bu yolun nereye varacağı kolayca anlaşılır.”
Prof. Dr. Muharrem Ergin: “Türkçeden katledilip ölüme mahkûm edilen kelimelerimiz çok iyi bilinmelidir. Çünkü onlar savaşta birer birer şehit edilen neferlerimiz gibidir. Türkçe kurtarılmadan Türkiye kurtarılamaz.”
Peyami Safa: “Bir milletin bütün zekâsı, bilgisi, hassasiyeti dilinde toplanır. Dil onun varlığıdır, müdafaasıdır, başka millet üzerindeki tesirinin en güçlü silahıdır. Bir millet toprağını kaybedebilir, dilini unutmazsa o toprağa yeniden sahip olabilir. Dilini kaybeden bir millet her şeyini kaybetmiş demektir. Yeryüzünde tek bir memleket gösterilemez ki orada gençler kazara millî kütüphanelerine girerek bir tek eser okuyamadan çıkıp gitsinler. Böyle bir katliam hiçbir milletin tarihinde yoktur.”
Necip Fazıl Kısakürek “İdeolocya Örgüsü” kitabında diyor ki: “Kömür, toprak altında elmas oluncaya kadar binlerce yıl pişiyor. Dildeki kelimeler de öyle. Sonradan zorla dile sokulan unsurlar, o milletin ruh ve idrak temeline en korkunç bir suikasttır. Böyle bir lisanın adı da 'Türkçe' değil, 'Uydurukça'dır.”
Milletimizin esas beka meselesi “millî dil”dir. Devletimiz, ders kitaplarında, radyo-televizyon programlarında, hakiki Türkçeyi yeniden yaşatmalıdır. Aksi takdirde millî birliğimizin aslî unsuru olan dilimiz kaybolacak, bundan sonra ciddi fikir adamı, edip ve şair yetişmeyecektir..
.
Türkçemiz kasten nasıl fakirleştiriliyor?
23 Haziran 2019 02:00
A -
A +
NUMAN AYDOĞAN ÜNAL
turkdunyasi@hotmail.com
İhlas Vakfı Türk Dünyası Koordinatörü
Türkçemiz büyük bir tahribata uğratılarak, bozulup fakirleştirildiği, yozlaştırıldığı için ülkemizde artık kimse meramını doğru dürüst anlatamıyor, yabancı bir lisan da öğrenemiyor. Bundan 40-50 sene evvel bir lise mezunu dahi Fransızca öğrenir, Fransızca romanları okur anlardı...
12 Mayıs 2019 tarihli Türkiye gazetesinin Geniş Açı sayfasında neşredilen “Esas Beka Meselemiz: Dilimiz’’ başlıklı makalemiz, okuyucularımızdan büyük bir ilgi gördü. Bu makalede Türk milletinin tarihte maruz kaldığı en büyük facialardan birisinin de ‘’Öztürkçecilik’’ adı altında yapılan “uydurma dil” darbesi olduğunu ifade etmiştik.
Fransızca ve İngilizceden binlerce kelime alınırken, Arapça-Farsça, Osmanlıca diye yüzlerce kelime kasten kullanılmıyor, dilimizden atılıyor. Hatta Türkçe olan bazı kelimelerin yerine dahi, edebi değeri olamayan kelimeler uyduruluyor. Böylece Türk milleti tarihinden, edebiyatından ve Türk dünyasından koparılıyor, yeni nesiller artık ecdadının dilini, kitaplarını anlayamıyor.
Bu makalemizde de Türkçemizin kasten, şuurlu olarak nasıl fakirleştirildiği ve yozlaştırıldığı hakkında sayfamızın hacmi çerçevesinde birkaç misal vereceğiz.(*)
Neden: Öztürkçeciler dilimizde aynı manaya gelmekle beraber aralarında nüanslar da olan pek çok kelime yerine ısrarla sadece tek uydurma kelime kullanıyorlar. Böylece birçok kelimemiz kayboluyor, unutuluyor. ‘’Neden?’’ Türkçede, bir soru edatıdır. Ancak, “nedeniyle” uydurma olup, telaffuzu da zordur. 30-40 sene evvel dilimizde hiç kullanılmayan bu kelime bugün “sebebiyle, münasebetiyle, vesilesiyle, yüzünden, dolayısıyla, dolayı, ötürü, için’’ yerine kullanılmaktadır. Mesela, “sel nedeniyle”’ yollar kapandı cümlesinde “nedeniyle’’ yerine “sebebiyle, yüzünden, dolayısıyla’’ kelimelerinden birisi kullanılabilir. Yine “Bayram nedeniyle bazı yollar trafiğe kapatıldı” cümlesinde ise ‘’nedeniyle’’ yerine ‘’münasebetiyle, vesilesiyle, sebebiyle’’ bazı yollar trafiğe kapatıldı denilebilir; ancak bayram ‘’yüzünden‘’ yollar kapatıldı denilmez. Bir başka acayip ifade de; “sebebi nedir?’’, yerine “nedeni nedir?’’ deniliyor ki, bu da tam bir garabettir.
Atıyorum: ‘’Mesela, misal olarak faraza, söz gelimi, diyelim ki’’ gibi her zaman kullandığımız bu kelimelerin yerine “atıyorum’’ uyduruldu. Radyo-TV’lerde, açık oturumlarda konuşanlar ikide bir “atıyorum’’ diye söze başlıyorlar. Diğer bir garabet de bütün ecdadımızın ve Türk dünyasının asırlardan beri kullandığı hayatımızda mühim bir yeri olan “tayin olmak’’ yerine “atamak” diye bir kelime uyduruldu. Böylece ‘’atanmam çıkacak, atanamadım’’ gibi acayip ifadeler dilimize girdi. Daha da garibi, geçen gün haberlerde Bakan “20 bin öğretmen atıyoruz’’ dediğinde, ne anlaşılır? Sanki öğretmenler işten atılıyor. 20 bin öğretmen tayin ediyoruz denilirse, daha iyi olmaz mı?
Yaşantı-yaşam: ‘’Canlı, sağ, diri, ömür’’ gibi manalar ifade eden ‘’hayat’’ kelimesi yerine önce “yaşantı'' sonra ‘’yaşam’’ uyduruldu. Türkçede sonu “-ıntu, -intü, -üntü’’ ekleriyle türetilen bütün kelimeler, bir çirkinliği, kabalığı, rahatsızlığı ifade eder: Mesela, ‘’mıymıntı, askıntı, kaşıntı, üzüntü, kazıntı, tiksinti, bulantı’’ gibi... İnsan sevdiği kimseye hayatım, canım, ruhum der; yaşantım, yaşamım diyebilir mi? Son senelerde câhil bir kimsenin uydurduğu ''yaşamını yitirdi’’ ifadesine de uydurukçacılar dört elle sarıldılar. Artık radyo- televizyonda “vefat etti, öldü” gibi asırlardan beri kullanılan kelimelerimizin yerini bu acayip ifade aldı.
Saygın: “İtibar, muteber, muhterem’’ gibi kelimelerde, bir vakar, ciddiyet, ağırlık var. Bunların yerine ‘’saygın” uyduruldu. Bu da “dalgın, kırgın, baygın, bezgin, tedirgin, kızgın’’ vezninden bir kelime olup, rahatsızlık, huzursuzluk, güvensizliği çağrıştırmaktadır.
İzlemek: Bu kelime Türkçedir. Ancak, yanlış manalarda kullanılmaktadır. Dilimizde maddi bir varlığı adım adım takip etmek, izinin arkasından gitmek, iz sürmek gibi manalar ifade eder. Bunun ‘’takip etmek, seyretmek, dinlemek, bir hadiseyi gözlemek’’ yerine kullanılması yanlıştır. Mesela: “Afgan tazısı iyi iz sürer” denilir. “Sayın izleyiciler” denilince, iz süren insanlar anlaşılır. Maç, film seyredilir. Maksat öztürkçe olsaydı bakılır, gözlenir denilebilirdi.
Bağımsız: “İstiklal, hürriyet, müstakil'' yerine kullanılıyor. Bağımsızlık kelimesiyle istiklal gibi yüce bir fikrin mesajı verilemez. Bağımsız “Bakımsız, hazımsız, geçimsiz, kansız, cansız’’ gibi menfilik manalarını çağrıştırır. İstiklal ise kelime yapısı itibarı ile böyle bir olumsuzluk yoktur. Ayrıca, bağımsız müstakil yerine de kullanılıyor. Müstakil kat, müstakil arsa yerine de bağımsız kat, arsa, bölüm deniliyor. Daha da acayip olanı, alkolik olan bir kimseye de “alkol bağımlısı’’, uyuşturucu kullanana ‘’madde bağımlısı’’ deniliyor. Eskiden bu kelimenin yerine ‘’iptila, müptela’’ kelimeleri kullanılırdı, içki iptilası, uyuşturucu müptelası denilirdi. Uydurmacılık çıkınca zaten bu kelimeler de unutuldu.
Yetenek: “Kabiliyet, istidat, marifet, maharet, hüner, meleke’’ yerine uydurulan “yetenek” Türk dünyasının hiçbir lehçesinde yoktur. Sadece 30-40 seneden beri Türkiye Türkçesinde var. Teneke vezninden olan bu kelimeyi Azerbaycanlı bir hanım profesöre sorduğumda, bunu hiç duymadığını yukarıdaki kelimelerin yerine niçin bu kelimenin kullanıldığını bana sordu. Ben “Öztürkçe olması için” cevabını verdiğimde, “Mademki öztürkçe söylenmek isteniyor ‘becerikli’ desinler” demişti. Hanım profesör çok haklı idi. Çünkü öztürkçecilerin esas maksadı, bütün ecdat yadigârı bu kelimeleri ortadan kaldırmaktır.
Bay-Bayan: Ecdadımız edep ve terbiyenin bir ifadesi olarak insanlara “hanımefendi, beyefendi’’ diye hitap ederlerdi. Öztürkçeciler bunların yerine bay-bayan uydurdular. Birkaç sene evvel Meclis’teki kadın milletvekilleri iç tüzükte değişiklik yaptırarak bayan milletvekilleri yerine kadın milletvekilleri ifadesini koydurttular. Çünkü “bay-bayan” kelimeleri hafif kalıyor; ağırlık, ciddiyet ve vakar ifade etmiyor. Bu sebeple şimdilerde “bay-bayan” kelimeleri ancak tuvaletlerin kapısında kendine bir yer bulabilmektedir.
Umarım: Manevi kültürümüzde çok mühim yeri olan ‘’İnşallah’’ kelimesini unutturmak için ısrarla umarım kelimesi kullanıyor. Mesela, “İnşallah gelirsiniz” yerine “umarım gelirsiniz” deniliyor. Böylece bu mübarek kelime unutturulmak isteniliyor.
Zorunlu: ‘’Mecburi, zaruri, elzem’’ yerine kullanılıyor. Esasen “zor’’ kelimesi Farsçadır. Zoraki, zorla, doğrudur, ‘’zorunlu’’ ise uydurukça olur. Tesadüfe de ‘’rastlantı’’ deniliyor. ‘’Rast’’ da Farsçadır. Dershaneye, sınıfa derslik deniliyor ki, “ders ve sınıf’’ Arapçadır. Tespit yerine de “saptama’’ kullanıyor ki, bu da Arapça menşelidir. Şimdi bu kelimeler öztürkçe mi oldu?
Stres: “Gam, hüzün, tasa, dert, mihnet, elem, ızdırap, yeis, keder, kahır, efkar, kasvet, inkisar, melal’’ gibi insan hayatında mühim yeri olan bu kelimelerin yerine stres kelimesi kullanılarak, bu kadar kelime kayboluyor.
Sorun: “Mesele, dert, sıkıntı, müşkülat, problem, meşakkat, gaile’’ gibi pek çok kelimenin yerine kullanıyor. Diğer taraftan sorun, sormak fiilinin emir kipidir. “Çocuğa sorun, niçin ağlıyor?’’ denir. Bu uydurma kelimeyle, sormak, soru, sorun, sormayın kelimeleri ile birbirine karışıyor, anlaşma zorlaşıyor.
Kuşku: ‘’Endişe, korku, vesvese, vehim, işkil, ürkeklik, kuruntu’’ manalarına gelen bu kelimenin şüphe yerine kullanılması yanlıştır. ‘’Hiç kuşkum yok, kuşkusuz öyledir tarzındaki kullanışlar yersizdir. ‘’Şüphesiz, hiç şüphe yok'' denilmelidir.
Süper: “Fevkalade, harika, harikulade, mükemmel, muhteşem, nefis, enfes” yerine Latince menşeli Fransızca telaffuzlu “süper” kullanılarak bütün bu edebî ve tarihî kelimelerimiz unutturuluyor.
Sel-sal: Bütün Osmanlı ve Türk dünyası edebiyatında; hikâye, destan ve şiirlerde Fransızcadan alınan bu sal ve sel ekleri yoktur, sonradan uyduruldu. Kimyasal, fiziksel değil doğrusu kimyevi ve fizikidir. Prof. Dr. Ziyaeddin F. Fındıkoğlu “Latin gramerinin bu ‘sal ve sel’’ ekini Türkçeye niçin bulaştırıyorsunuz? Bu büyük yanlışlığın önüne geçmezseniz güzelim Türkçemizi sala bindireceksiniz, sonra onu sele vereceksiniz’’ diye feryat ediyordu. Nitekim öyle de oldu.
Amaç: Öztürkçecilerin Türkçe sandıkları Farsça menşeli “amaç” da, dilimizde “gaye, maksat, niyet, hedef ve kasıt’’ı kaybettiriyor.
Önermek: “Tavsiye etmek, teklif etmek, arz etmek ve teşvik” yerine kullanılıyor. Hâlbuki bu kelimelerin her birinin dilimizdeki kullanış yerleri farklıdır. Şimdi Meclis’te kanun teklifi yerine ‘’yasa önerisi‘’ denilmeye başlanıldı.
Doğa, uygar: Boğa vezninden ‘’doğa’’, aygır vezninden uydurulan ‘’uygar’’ kelimeleri hayvani mesajlar veriyor. Tabiat yerini alan “doğa”, edebî ve halk dilimizde olmadığı gibi, bundan türetilen tabii, tabiatıyla kelimeleri de kayboluyor. Medeni yerine uydurulan uygar kelimesi de hiç uygun bir ifade değil; medeni insan yerine, uygar insan demek yakışıyor mu?
Hukuk dilimiz de maalesef çok değiştirildi. Yarım asır önce hiç bilinmeyen kelimeler uyduruldu. Esas Teşkilat Kanunu-Anayasa; kanun yasa, kanuni yasal oldu. Kanunsuz iş yapma yerine, yasasız iş yapma demek yakışıyor mu? Bu gidişle Kanuni Sultan Süleyman’a da “Yasal Süleyman’’ derlerse, şaşmayın! Ayrıca, şahit tanık, müşteki yakınıcı, talep istem, maznun sanık, zabıt tutanak, gayrimenkul taşınmaz, menkul taşınır, Temyiz mahkemesi Yargıtay, istimlak kamulaştırma, hâkim yargıç, müddeiumumi savcı, gibi pek çok hukuki kelime ve tabirler tamamen değiştirildi. Böylece, Türkçemiz büyük bir tahribata uğratılarak, bozulup fakirleştirildiği, yozlaştırıldığı için ülkemizde artık kimse meramını doğru dürüst anlatamıyor, yabancı bir lisan da öğrenemiyor. Bundan 40-50 sene evvel bir lise mezunu dahi Fransızca öğrenir, Fransızca romanları okur anlardı. Millî Eğitim eski Bakanlarından Hasan Celal Güzel diyor ki, Türkiye’nin İngilizce öğretim neticesi bütün masraf ve gayretlere rağmen kocaman bir sıfırdır. Çünkü ana dilini iyi bilmeyen kimse yabancı bir lisan öğrenemez. Bu gidişle, yeni nesiller ecdadının eserlerini okuyup anlayamadığı gibi; bundan sonra da ülkemizde kıymetli fikir adamı, tarihçi, edebiyatçı, şairler de yetişemeyecektir.
.....
(*) Makalenin tamamı için “www.turkalemiyiz.com” sitemize bakınız.
Numan Aydoğan Ünal
İhlas Vakfı Türk Dünyası Koordinatörü
turkdunyasi@hotmail.com
.
Abdülhamid Han’ın Japonya siyaseti ve Ertuğrul Faciası
14 Temmuz 2019 02:00
A -
A +
NUMAN AYDOĞAN ÜNAL
turkdunyasi@hotmail.com
İhlas Vakfı Türk Dünyası Koordinatörü
Sultan Abdülhamid Han’ın Ertuğrul Gemisini Japonya’ya göndermesindeki esas maksadı, yakın dostluklar kurarak Osmanlı’yı ve İslamiyet’i Japonlara tanıtmak; ayrıca Uzak Doğu'da ziyaret edilen yerlerdeki Müslüman toplulukların hilafet merkezine bağlılıklarını kuvvetlendirmek ve onlara moral vermekti.
Sultan Abdülhamid Han, bir büyük siyasi dâhi idi. Osmanlı devletini 33 sene bolluk, bereket ve huzur içerisinde idare etti. Bütün dünya milletlerinin başta İngiltere ve Rusya olmak üzere siyasetlerini, maksat ve niyetlerini çok iyi biliyordu. Abdülhamid Han “İngilizlerin dostluğuna güven olmaz, bize tarihten beri düşman bir millettir. Başımıza gelen bütün felaketler onların yüzündendir. Amcamın tahttan indirilmesinde de İngiliz parmağı vardır. Benim en büyük siyasî muvaffakiyetim İngilizler ve Rusların birleşmesine mâni olmamdı. Ben her çareye başvurarak İngilizler ve Rusları bizimle alakalı olan hiçbir meselede birleştirmedim. İngilizler ve Rusların fiilen birleştiği gün kıyamet kopar, dünya kana boyanır” diyordu.
Sultan Abdülhamid Han Japonya içinse şunları söylüyordu: “Japonya’yı Osmanlı ülkesine benzetmek ve bunun padişahından onun imparatoru gibi başarı beklemek ne kadar uygun olur bilmem! Japonya Atlas Okyanusu’nun bir tarafına çekilmiş, adalara yerleşmiş, tek din, tek millet olarak millî birliğini sağlamış büyük bir cemiyet. Dünyada hiç benzemediği bir kıta varsa, o da bizim biçare memleketimiz. Kürt’le Ermeni’yi, Rum’la Türk’ü, Arap’la Bulgar’ı nasıl bir arada tutardım? Bizi her şeyden fazla felakete iten, büyük devletlerin entrikalarıdır. Bu devletler, tâbiiyetimizdeki milletleri, arka arkaya isyana teşvik etmek suretiyle, bizi her sene daha fazla sıkıntıya düşürmektedirler. Her sene, bu uğurda boşuna sarf ettiğimiz milyonlarla pek çok lüzumlu şeyler yapılabilirdi. Yani Osmanlı İmparatorluğu her çeşit dış baskıya açıktır. Bu göz önüne alındığında savunma harcamalarının da maliyetinin ne kadar yüksek olacağı tabiidir. Ancak, Japonya’nın bugünkü zenginliği düşünüldüğünde, savunma maliyetinin az olması ortaya çıkmaktadır.”
TÜRK-JAPON DOSTLUĞUNUN TEMELİNİ ATTI
Sultan Abdülhamid Han, Ertuğrul Fırkateynini Japonya’ya göndererek, bugüne kadar devam eden Türk-Japon dostluğunun temelini attı. 1878’de bir Japon harp gemisi İstanbul’a geldi. “Seiki” adlı bu geminin kaptanı Yarbay İnoue’ye Abdülhamid Han “Ben de ülkenize harp gemimizi gönderip imparatorunuza selamımı iletmek istiyorum. Lütfen sevgimi Japon imparatoruna söyleyiniz” deyip geminin subaylarına nişanlar verdi.
1887 yılının Eylül ayında, Japonya imparatorunun amcası olan Prens Komatsu’nun eşiyle birlikte İstanbul’a yaptığı ziyaret, iki ülke arasında siyasi gelişmeye vesile oldu. Misafir heyette bulunanlara Abdülhamid Han tarafından “Osmanî, Mecidî ve Şefkat” nişanları verildi. Komatsu ülkesine döndükten sonra Osmanlı Devleti'nde kaldığı süre içerisinde gördüğü yakın ilgiden dolayı Padişaha teşekkür için “Krizantem” nişanı gönderdi.
ERTUĞRUL FIRKATEYN-İ HÜMAYUNU
Ertuğrul Fırkateyni Sultan Abdülaziz Han döneminde yaptırıldı ve 19 Ekim 1863 Pazartesi günü Padişah huzurunda denize indirildi. Ertuğrul Harp Gemisi 79 metre boyunda, 15,5 metre genişliğinde idi. Mürettebat; gemi komutanı Miralay Osman Bey (seyahat esnasında Paşalığa terfi etti), 54 Subay ve 553 er olmak üzere toplam 607 kişiden ibaretti. Ertuğrul Fırkateyni 14 Temmuz 1889’da İstanbul’dan yola çıktı. Güzergâhı: Süveyş, Cidde-Aden-Bombay-Kolombo-Singapur-Saygon-Hongkong-Nagasaki-Kobe-Yokohama idi.
SULTAN’IN GAYESİ NE İDİ?
Sultan Abdülhamid Han’ın Ertuğrul gemisini Japonya’ya göndermesindeki esas maksadı, yakın dostluklar kurarak Osmanlıyı ve İslamiyet’i Japonlara tanıtmak; ayrıca Uzak Doğu'da ziyaret edilen yerlerdeki Müslüman toplulukların hilafet merkezine bağlılıklarını kuvvetlendirmek ve onlara moral vermekti. Bu sebeple Ertuğrul gemisi komutanına verilen talimatta, dinî vazifelerin dikkatle yerine getirilmesine dair 6. maddede şöyle deniliyordu:
“Her hâl ve mahalde mukaddes dinimizin farzlarının en güzel bir şekilde yerine getirilmesine dikkat ve riayet edilerek; bütün gemi mürettebatı beş vakit namazı cemaatle kılacaktır…”
Bu talimata uyarak başta gemi komutanı Osman Paşa olmak üzere, bütün mürettebat, her gittiği limanda cuma günü hep birlikte karaya çıkarak, oradaki camilerde namaz kılıp yerli Müslümanlarda iyi bir intiba bıraktılar.
GÜZERGÂHDAKİ MÜSLÜMANLARDAN BÜYÜK İLGİ
Ertuğrul gemisinin bu konuda gerçekten müspet bir tesir bıraktığı, gemi Komutanı Osman Paşa’nın raporlarından da anlaşılmaktadır. Osman Paşa “Her yerde güzel karşılandık. Bombay ve Kolombo’da 30 binden fazla Müslüman ziyarete geldiler. Gemi, Singapur’a varışından beri misafirlerle dolup boşalıyor. Müslüman halk, prensler, devletin ileri gelenleri, Malakka, Sumatra ve Cava’dan ziyaretimize koşuyor. Bendeniz, subaylar ve diğer gemi mürettebatı ziyafetlere davet ediliyoruz. Camilerdeki muhabbet, İslamî hissiyat ve padişaha yapılan dua tarif olunamaz” diyordu.
Bu itibarla halk “Ertuğrul”u mukaddes bir yer olarak görüyor, gemide secde-i şükür yapıyor ve dua ediyordu. Singapur sularındaki gemilere de Osmanlı sancağı çekiliyordu.
Diğer taraftan posta ile Bahriye Nezaretine gönderilen 21 Kasım tarihli raporda da seyahatle alakalı geniş bilgi verilmiştir. Bu raporda, Bombay, Kolombo, Singapur’da, sadece şehirlerden değil civarında bulunan kasaba ve köylerden de çok sayıda Müslüman gemiyi ziyarete gelerek, hem gemide hem de şehirdeki camilerde Ertuğrul mürettebatı ile namaz kıldıkları ve hutbelerde de Osmanlı Halifesinin ismini okudukları ifade ediliyordu.
28 Ekim 1889 tarihli Hindistan’da “Kasıdı Bombay” gazetesi, Ertuğrul’a büyük bir ilgiden söz etmektedir; mürettebatın cuma günü camilerde namaz kılmalarının ve ahlaklarının güzelliğinin Müslüman halk üzerinde büyük tesir bıraktığı ifade edilmektedir. Hassaten de leventlerin ahlaken İngilizlerden çok daha iyi olduğunu yazan gazetede, Hindistan Müslümanlarının, bu gemiyi ziyaret için meydana getirdikleri izdihamdan dolayı Osmanlı Halifesine olan yakınlık ve büyük sevgilerinin olduğunu kaydediyordu.
Diğer taraftan “Cerîde-i Bahriye” gazetesi de, yerli Müslümanların coşkusunu anlatan mahallî gazetelerdeki yazılarından iki tanesini seçip Türkçeye tercüme ederek yayınladı. Daha sonra bu yazılar, İstanbul’daki bütün gazetelerde de çıktı. Böylece Osmanlı dünyasındaki Müslümanlara İslamiyet’in birlik içinde ve Hilafetin de görev başında olduğu anlatılıyordu.
SELAMETLE JAPONYA’YA VARDI
Ertuğrul, 7 Haziran 1890’da son durağı olan Yokohama limanına ulaştı. Limana yaklaşırken burada beklemekte olan Japon, İngiliz ve Fransız donanmalarına ait gemiler tarafından karşılandı. Gemi komutanı Osman Paşa 13 Haziran 1890’da İmparator’a Padişah’ın mektubunu, nişanı ve diğer hediyeleri takdim etti. İmparator Meiji tarafından o gece verilen yemekte, Osman Paşa’ya “Sülilovan” nişanının büyük kordonu ve yanındaki subaylara da aynı nişanın üçüncü ve daha sonraki rütbeleri hediye edildi. Türk heyeti ayrıca imparatoriçeye de taç ile murassa gerdanlığı sundu.
GERİ DÖNÜŞ VE FACİA
Gemi, 15 Eylül 1890’da Yokohama’dan İstanbul’a hareket etti. Yokohama’dan Kobe’ye giderken 16 Eylül 1890 tarihinde Kashinozaki fenerini geçtiği sırada kayalıklara çarparak battı. Kazada gemi komutanı dâhil 586 kişi şehit oldu. 69 kişi kurtuldu. Şehitlerin 56’sı, kurtulanların da 6’sı subaydı.
Kazadan kurtulanlar, iki Japon harp gemisiyle İstanbul’a getirildiler. Bu iki Japon gemisi mürettebatına, çeşitli rütbelerden Osmanî ve Mecidî nişanları verildi. Ayrıca Japon gemilerinin komutanlarına Padişah tuğralı, elmas işlemeli, altın sigara kutusu hediye edildi. Japon imparatoruna verilmek üzere de Sultan Abdülhamid Han’ın teşekkürlerini ifade eden bir mektup gönderildi. Japonya’da Ertuğrul şehitleri için üç muhteşem abide yapıldı.
İslamiyet’i yaymak için, Abdülhamid Han tarafından Japonya’ya gönderildiği tahmin edilen ve o zamanlar orada yaşayan meşhur Türk seyyahı Abdurreşid İbrahim “Âlem-i İslam” isimli hâtıratında diyor ki:
“31 Mart Vakası esnasında ben Japonya’da bulunuyordum. 1 Nisan akşamından sonra idi, bizim bulunduğumuz misafirhane hizmetçisi 18 yaşlarındaki bir çocuk bile, elinde gazete, benim yanıma gelip ‘İstanbul’da vaziyet çok fena! Asker kargaşa çıkarıyor’ dedi. Çocuk bunu söylerken âdeta bir sıkıntı, bir ızdırap içinde bulunuyordu. Ertesi gün de her kimi gördümse bana taziye ediyorlardı: ‘Ne hâldir ve ne olacak’ diye büyük bir merak içinde telgrafları takibe devamla her gün ‘Aman ne yapalım, Allah vere de bir an evvel sükûnet olsa… Pek müteessir oluyoruz…’ derlerdi.
İstanbul’dan gelen üzücü haberler üzerine Kont Okoma, Türkiye’nin istikbali hakkındaki konferansında, Japon münevverlerini teskin etti. Prof. Tomidcu da 'Şark’ın ruhu Türkiye hükûmetidir' diyerek, Osmanlı’nın ve Abdülhamid Han’ın kıymetini dile getirdi.
Sultan Abdülhamid Han’ın tahttan indirilerek, hapsolunduğu havadisi gelince, ahbaptan iki adam bana gelerek 'Bu Peygamber halifesi olan adam niçin bu kadar tahkir olunuyor. Makamına hürmet lazım…' dediler. Gayet kederli olduklarını yüz hatları gösteriyordu. Hatta ben teskin ettiğim zaman 'Hilafet makamı büyük makam. Bu makama her hâl ve durumda ihtiram lazım…' diyerek üzülmekte idiler. Hatta benim tarafımdan az bir muvafakat görseler, mitingler yapıp Meclis-i Mebusan’a telgraflar çekmek fikrinde olanlar da varmış...”
Sultan Abdülhamid Han, Ertuğrul gemisini Japonya’ya göndermekle, Türk-Japon dostluğunun temelini attı. Güzergâhındaki Müslümanların Osmanlı halifesine bağlılığını ve sevgisini arttırdı. Japonların da; leventlerin yüksek ahlak ve karakterlerini görerek, Osmanlı’ya ve İslamiyet’e alaka, muhabbet duymalarını sağladı. Nitekim Sultan’ın tahttan indirilişine Japon halkının ve münevverlerinin üzülmeleri, bunu doğrulamaktadır.
.
BABÜRLÜLERİ NİÇİN ÖĞRENMEDİK? Bir dâhi hükümdar, bir büyük devlet…
11 Ağustos 2019 02:00
A -
A +
Numan Aydoğan Ünal - İhlas Vakfı Türk Dünyası Koordinatörü
Bizler tahsil hayatımızda; Yunan ve Roma tarihlerini okuduk. Milattan önce yaşamış olan Ostrogotlar, Lidyalılar, Medler, Persler, Sümerler, Etiler ve Babilleri iyi öğrendik. Babil kralı Hammurabi’yi ve kanunlarını ezberledik. Fakat büyük Türk Hakanı Babür Şah’ın adını, kurduğu Babürlü Türk Devleti’ni ve muhteşem eseri “Babürnâme”nin ismini hiç duymadık.
Tarihte, Türkler tarafından Türkistan’da Karahanlı,Selçuklu ve Timurlu; Anadolu’da Osmanlı; Hindistan’da da muhteşem Babürlü devletleri kuruldu. Üzülerek ifade edelim ki, gençliğimize Türk tarihi ve Türk-İslam medeniyeti gereği şekilde öğretilmiyor. Bizler tahsil hayatımızda; Yunan ve Roma tarihlerini okuduk. Milattan önce yaşamış olan Ostrogotlar, Lidyalılar, Medler, Persler, Sümerler, Etiler ve Babilleri iyi öğrendik. Babil kralı Hammurabi’yi ve kanunlarını ezberledik. Fakat büyük Türk Hakanı Babür Şah’ın adını, kurduğu Babürlü Türk Devleti’ni ve muhteşem eseri “Babürnâme”nin ismini hiç duymadık.
Bu sebeple Babür Şah ve devletinden bir nebze bahsedelim.
Babür Şah, 1483’te Türkistan’ın Fergana şehrinde doğdu. Asıl adı Zahirüddin Muhammed Babür’dür. Bu ismi babasının mürşidi, Semerkant’ın büyük âlim ve evliyası Hâce Ubeydullah-ı Ahrar hazretleri koydu ve kendisine dua etti. 1493’te padişah oldu.
Babür Şah, başlangıçta Semerkant’taki mağlubiyetlerden dolayı ümitsizliğe düştüğü bir sırada gördüğü rüyasını hatıralarında şöyle anlatıyor: “Bahçede akarsudan abdest aldım. Ölümü kabul edecek kadar ümitsizdim. İki rekât namaz kıldım. Allah’a yalvarırken uykuya dalmışım. Rüyamda Hoca Ubeydullah-ı Ahrar hazretlerinin ak ve kara nişanlı at üzerinde bana doğru geldiğini gördüm. ‘Endişe etme, padişahlık tahtını biz sana bahşettik. Onu artık hiçbir düşman senden alamaz, şimdi başını kaldır ve uyan’ buyurdular. Sevinçle uyandım. Kapım önünde beylerimi gördüm. Yere doğru eğilip beni selamladılar. Hepsinin kaçtığını sanıyordum. Sevindim. Düşmana galip geleceğime yeniden inandım. Atlara binip Andican yönüne doğru dörtnala gittik.”
Babür Şah bu rüyadan sonra yönünü, zaferler kazanacağı Kâbil ve Hindistan’a doğru çevirdi.
BÜYÜK ZAFERLER KAZANDI
Panipat Savaşı: 1504’te Kabil’i fethedip, kendisine başşehir yaptı. 1519’da Hayber’i geçerek Hindistan’a girdi. 22 Nisan 1526 günü Panipat Meydan Muharebesi’nde yüz bin asker ve bin zırhlı filden oluşan Ludi ordusunu, sadece 13.500 kişilik çok seçkin Türkistan askerleri ile 7 saatte imha etti. Bu savaşta Babür Şah’ın hizmetine girmiş olan Osmanlı subayı Mustafa Rumî’nin topçu taburunun da zaferin kazanılmasında büyük rolü oldu. 10 Mayıs 1526’da Agra’yı alarak başkent yaptı. 28 Nisan’da camilerde hutbe kendi adına okunmaya başlandı.
1526 senesi Türk tarihinin en parlak sayfasıdır. Babür Şah, tarihin en büyük meydan muharebelerinden birisini kazandığı gibi, bu fetihten sadece dört ay sonra Kanuni Sultan Süleyman da Mohaç Zaferi’ni kazandı. Prof. Dr. Enver Konukçu diyor ki: “Bizdeki Malazgirt Meydan Savaşı neyse, Hindistan’da da Panipat aynıdır. Malazgirt Anadolu’nun kapısını Türklere açtığı gibi Panipat Zaferi de Hindistan kapılarını Türklere ardına kadar açmıştır.”
Kanva Savaşı: 1527’de Biyane’de Hindular aralarında birleşerek iki yüz bin kişilik asker ve bine yakın savaş fili ile büyük bir ordu kurdular. Babür Şah savaş öncesinde Biyane Emirine şu mesajı gönderdi: “Ey Biyane Emiri, Türkler ile kavgaya girme; Türklerin çevikliği ve kahramanlığı malumdur. Eğer çabuk gelmez ve öğüt dinlemezsen malum olan beyana ne lüzum vardır?” İki ordu Kanva’da karşılaştı. Sabahın erken saatlerinde vuruşma başladı, düşman birkaç saat içinde yok edildi. Bu zaferden sonra Babür Şah “Gazi” unvanını aldı.
Babür Şah, bu galibiyetten sonra bütün İslam ülkelerine fetihnameler gönderdi. Fetihnamelerde şöyle deniliyordu: “Yüce Allah, fazlı ve keremiyle, bu kadar zor bir işi kolaylaştırdı. Kalabalık olan bir orduyu yarım günde yerle bir etti. Bu devleti (yani Hindistan’ı) kendi güç ve kuvvetimizden değil sırf Allah’ın lütuf ve şefkatinden ve bu saadeti de, kendi gayret ve himmetlerimizden değil Allah’ın kerem ve inayetinden biliyoruz...”
Yılmaz Öztuna diyor ki: “Tarihin gördüğü en muhteşem devletlerden birinin kurucusu olan Babür Şah, 2 bin 700 yıllık Türk tarihinin en seçkin şahsiyetlerinden biridir. Türk milletinin her alanda yetiştirdiği birkaç yüz dâhinin arasında en büyük yirmisi seçilse, Babür rahatça bunların arasına girer. Askerlikteki dehâsı yanında sanattaki kabiliyetlerinin çeşitliliği, uzun olmayan bir ömre sığdırabileceği şeyler, pek çok tarihçinin hayranlığını kazanmıştır. Babür Şah; mutasavvıf, edebiyatçı, şair, mimar, bahçe mimarı, nakkaş, hattat, zoolog ve botanikçidir. Din, ilim ve sanat adamlarını cömertçe himaye etmiştir. Türkçenin Çağatay lehçesinde, Nevâi’den sonra gelen ikinci büyük şairidir. En önemli eseri “Babürnâme” adlı hâtıratıdır. Babürnâme, Çağatay Türkçesi ile yazılmış ve çeşitli dillere tercüme edilmiştir. Türk dilinde bütün zamanlarda nesirle yazılmış eserlerin en mühim birkaçı arasında yer alır. Gerçek bir şaheserdir. Babürnâme’yi okumayan bir Türk aydını çok şey kaybetmiştir. Şiirlerini bir divanda topladı. Orijinal yazı stili “Hatt-ı Bâbûrî” adıyla meşhur oldu. Mükemmel şekilde Farsça ve Arapça bilirdi.”
Babür Şah ayrıca Hanefi mezhebine ait fıkıh bilgilerini içine alan “Mübeyyen” adlı eseri yazdı. Türkistanlı büyük tasavvuf âlimi Hâce Ubeydullah-ı Ahrar hazretlerinin Hanefî fıkhı üzerine yazdığı Farsça “Risale-i Validiyye”yi on bir günde Türkçe nazma çevirdi. Bu işi yapmasının hikmetini hâtıralarında şöyle anlatmaktadır:
“Cuma günü, ayın 23’ünde, vücudumda bir hararet peyda oldu. O derece ki, Cuma namazını mescitte ıstırapla kıldım. Öğle namazı ihtiyatını (zuhr-i âhir) kütüphanemde, bir müddet sonra zahmetle kılabildim. Salı gecesi, Safer ayının yirmi yedisinde Hâce Ubeydullah hazretlerinin “Validiyye Risalesi”ni çevirmek hatırıma geldi. Hazretin ruhuna iltica edip, gönlümden ‘Eğer bu manzume, o hazretin makbulü olur -nitekim Kaside-i Bürde makbul olup sahibi felç hastalığından kurtulmuştu- ve ben de bu hastalıktan kurtulursam, bu, nazmımın kabul olduğuna delil olur diye düşündüm. Bu niyetle risalenin nazmına başladım. Allah’ın inayeti ve hazretin himmetiyle perşembe günü, ayın yirmi dokuzunda rahatsızlığım biraz hafifledi; sonra bu hastalıktan kurtuldum.”
Babür Şah “Babürnâme”de, gördüğü, tanıdığı şahısları ve şehirleri bütün özellikleriyle mükemmel bir şekilde kaydetmektedir.
Mesela, Babürnâme’de Semerkant şehri hakkında da şunları kaydediyor:
“Semerkant kadar güzel bir şehir dünyada çok az bulunur. Hiçbir düşman, şiddet ve üstünlük ile bunu ele geçirmediği için, “Belde-i mahfuza” derler. Semerkant, Emir-ül müminin Hazreti Osman zamanında İslamiyet’i kabul etmiştir. Sahabeden Kusam bin Abbas buraya gelmiştir. Mezarı Ahen’in kapısı dışındadır. Ve hâlâ “Mezar-ı Şah” (Şah-ı Zinde) ismiyle maruftur. Ahalisi tamamen Sünnî, pak mezhep, şeriata bağlı ve dindardır. Hazreti peygamber zamanından beri Maveraünnehir’de o kadar çok İslam âlimi yetişmiştir ki, hiçbir vilayetten o kadar âlim çıktığı malum değildir. Kelâm âlimlerinden olan Şeyh Ebu Mansur Semerkant’ın Mâtürîd mahallesindendir. Kelâm imamları iki fırkadır. Birine “Mâtürîdiye”, diğerine de “Eş’ariye” derler. Mâturîdiye, bu şeyh Ebu Mansur tarafından kurulmuştur. Sahih-i Buhâri yazarı Hoca İsmail Hazretleri de Maveraünnehir’dendir. “Hidaye” sahibi, Fergana’nın Merginan vilayetindendir. İmam Ebu Hanife mezhebinde, Hidaye’den daha bir muteber fıkıh kitabı yoktur.”
BABÜRLÜ DEVLETİ’NDE KÜLTÜR VE MEDENİYET ÇOK YÜKSEKTİ
Babürlü devleti zamanında Hindistan’da büyük âlim ve evliyalar yetişti. Mesela Silsile-i aliyye büyüklerinden; Muhammed Bâkî-Billah, İslam dininde, “Kur’an-ı Kerim” ve “Sahih-i Buharî”den sonra kitapların en üstünü olan “Mektûbat”ın yazarı İmâm-ı Rabbânî Ahmed-i Farûkî Serhendî, Muhammed Masum Farukî, Seyfeddin-i Farukî, Seyyid Nur Bedâyunî, Mazhar-ı Cân-ı Cânân, Abdullah-ı Dehlevî; büyük Tefsir âlimi Senâullah-i Panî-Pütî ve meşhur hadis âlimi Abdülaziz Dehlevî de bu devirde yaşamışlardır.
Babürlü devletinde 16 büyük padişah hüküm sürdü. Bunlardan Babür Şah, oğlu Hümayun Şah ve Sultan Evrengzîb Âlemgîr Şah, İslâmiyet’e büyük hizmette bulundular. Evrengzîb Âlemgîr Şah “Fetava-i Hindiyye”, Cihangir Şah ise “Tüzük-i Cihangir” gibi çok kıymetli eserleri hazırlattılar. Babürlü devleti zamanında Hindistan’da çok kıymetli mimari eserler, camiler, saraylar yapıldı. Şah Cihan tarafından yaptırılan “Tac Mahal” külliyesi dünya mimari şaheserlerinden sayılmaktadır.
İÇKİYİ YASAK ETTİ VE VERGİLERİ KALDIRDI
Babür Şah, 1527’de halkına bir ferman göndererek kazanılan zafer ve fetihlere bir şükran borcu; gençlik yıllarındaki günahlarının tövbesinin kabulüne de sadaka olmak üzere; Hindistan’da içkinin yapılmasını, içilmesini yasak ettiğini ve ayrıca eski padişahlar tarafından şeriata aykırı olarak alınan aşırı vergilerin hepsini Müslümanlardan kaldırdığını artık hiçbir şehir ve kasaba, yol, geçit, uğrak ve limanlardan vergi alınmayacağını bildirdi.
Padişahlığının son zamanlarında Babür Şah’ın çok sevdiği oğlu Hümayun hastalandı. Doktorların bütün tedavilerine rağmen iyileşmedi. Babür Şah buna çok üzülüyordu. Kendisine, Hümayun’un şifa bulması için kıymetli bir nezir (adak) yapması söylendi. “O hâlde ben kendimi nezir edeyim” deyip, Hümayun’un başucuna geçti. Üç defa “ne derdin varsa ben üzerime aldım” dedi. Bunun üzerine Hümayun iyileşip kalktı, bu defa kendi ağırlaştı. Bundan sonra bütün devlet erkânına, Hümayun’u yerine veliaht tayin ettiğini, tahtı da O’na verdiğini söyledi. Hazır bulunan devlet adamlarının hepsi de ellerini uzatarak Hümayun’a biat ettiler. Babür Şah, 1530’da Agra’da vefat etti. Vasiyetine uyularak cenazesi çok sevdiği Kâbil’e getirilip türbesinde defnedildi.
Babürlü Devletinin Yıkılışı ve İngiliz Vahşeti
1857’de büyük bir İngiliz ordusu, Delhi’yi Babürlülerin elinden aldı. Son hükümdar II. Bahadır Şah tahttan indirildi. İngilizler Delhi’de evleri, dükkânları basıp, malları, paraları yağma ettiler. Kadınları, çocukları dahi kılıçtan geçirdiler. Şah’ın üç oğlunu şehit ettiler. Şah’ı ve hanımını sürgün ederek hapse attılar. II. Bahadır Şah hapiste vefat etti. Tarihî sanat eserlerini yıktılar. Eşi bulunmayan, kıymet biçilemeyen ziynet eşyalarını gemilere doldurup, Londra’ya götürdüler. Yılmaz Öztuna “Agra’nın fethinde Babür Şah’ın eline geçen ve oğlu Hümayun’a hediye edilen 146 kırat elmas, bugün 160 kırat hâlinde yeniden yontulmuş olarak İngiltere Kralı’nın tacını süslemektedir” diyor. Babür Şah da bu elmasın kıymeti hakkında, hâtıralarında “Bir ehli bunun için, bütün dünyanın iki buçuk günlük masrafını karşılar” dediğini ifade ediyor
.
Kafkasya’nın dünü ve bugünü
15 Eylül 2019 02:00
A -
A +
NUMAN AYDOĞAN ÜNAL
turkdunyasi@hotmail.com
İhlas Vakfı Türk Dünyası Koordinatörü
Kafkasya, Anadolu ve Türkistan için Ruslara karşı âdeta bir set idi. Şeyh Şamil’in esir düşmesinden sonra Ruslar doğuya doğru ilerlemeye başladı. Daha önce bir türlü giremedikleri tarihî Türkmen şehri Göktepe’yi ele geçirerek otuz beş bin kişiyi öldürdüler. Bundan sonra bütün Türkistan’ı, son olarak da Afganistan’ı işgal ettiler…
Karadeniz’in doğusuyla Hazar Denizi’nin batısında yer alan Kafkasya’nın, Türk-İslam tarihinde sosyal ve kültürel yönden çok mühim bir yeri vardır. Ayrıca, Asya ve Avrupa arasında stratejik bir öneme sahiptir. Kafkasya’da Avar, Adige, Çerkez, Çeçen, İnguş, Kabartay, Kumuk, Karaçay, Lak, Lezgi, Nogay ve Ahıska Türkleri gibi pek çok etnik grup ve diller bulunmakta. Ancak bu grupların hepsinin aralarındaki birlik ve beraberliği, Müslüman olmaları temin etmektedir.
İslam’ın ikinci halifesi Hazreti Ömer zamanında, 643 yılında İran fethedilerek Sasani Devleti ortadan kaldırıldı. Böylece, İslam ordularına Kafkasya yolu açıldı. Yine Hazreti Ömer’in zamanında, Suraka bin Ömer komutasındaki 5 bin kişilik bir İslam ordusu, Hazar Denizi kıyılarını fethederek Kafkas dağlarına ulaştı. Suraka bin Ömer’in vefatından sonra ordu komutanlığına tayin edilen Abdurrahman bin Rebîa yeniden kuzeye doğru ilerleyerek Derbent’i fethetti.
İslamiyet’in Kafkasya’da silinmez bir şekilde yerleşmesinde, Osmanlı devlet adamı Soğucak Valisi Ferah Ali Paşa’nın çok büyük rolü oldu. Ferah Ali Paşa, Kuzey Kafkasya’nın manevî fatihidir. Bölgenin en büyük şehri Anapa’yı kurdu. Pek çok Osmanlı askerini, Kafkasyalı kızlarla evlendirdi. İstanbul’dan hocalar getirterek yerli kabilelerin İslamiyet ile şereflenmelerini ve Osmanlı Devleti’ne bağlılıklarının artmasını sağladı. Ferah Ali Paşa’nın gayretleriyle İslamiyet Kafkasya’da hızla yayıldı.
RUSLAR HUZURLARINI KAÇIRDI
Kafkasyalı kabileler serbest, hür, bolluk, bereket ve huzur içinde yaşıyorlardı. 19.asrın başlarından itibaren ise Rusların Kafkasya’yı işgal hareketleri başladı. Bunun üzerine Müslüman Kafkas halkı, din gayreti ve vatan sevgisiyle Ruslara karşı koyarak kahramanlık destanları yazdılar. Bu mücadelede tasavvuf ruhunun ve azminin büyük tesiri vardı. Özellikle Mevlana Halid-i Bağdadî hazretlerine bağlı Nakşî-Halidî yolunun büyük rolü oldu.
İmam-ı Mansur Ruslarla mücadelede büyük başarı elde etti. Onun vefatından sonra da mahallî imamlar tarafından mücadeleye devam edildi. Gazi Muhammed’in 1832 ve onun yerine geçen Hamza Bey’in de 1834’te Ruslar tarafından şehit edilmeleri üzerine, Dağıstan mücahidleri Şeyh Şamil’i reis seçtiler. Şeyh Şamil, hem devlet başkanı hem tasavvuf şeyhi olarak 25 yıl gibi uzun bir müddet, 270 bin kişilik tam teçhizatlı Rus ordularına karşı mücadele vererek büyük zaferler kazandı. Üstün Rus kuvvetleri karşısında direnme gücü kalmayan Şeyh Şamil, 6 Eylül 1859 günü imzaladığı bir antlaşma ile iki oğluyla birlikte Ruslara teslim olmak mecburiyetinde kaldı.
OSMANLIDAN YARDIM İSTEDİLER
İmam Şamil, zalim, işgalci emperyalist Rus kuvvetlerine karşı büyük bir mücadele veriyordu. Ancak düşman kuvvetlerinin korkunç bir sayı ve silah üstünlüğü, onu mecburen İslam ülkelerini harekete geçirmek için diplomatik teşebbüslerde bulunmaya zorlamış, ama hiçbir netice alınamamıştı. Bu meyanda Şeyh Şamil’in mürşidi ve kayınpederi olan büyük İslam âlimi Şeyh Cemaleddin Gazi Kumukî hazretleri de Osmanlı Şeyhülislamının dikkatlerini Kafkasya üzerine çekmek üzere 1848’de aşağıdaki mektubu göndermişti.
“Bismillahirrahmanirrahim...
Ey kıymetli kardeşim!
Sizin ve padişahın yüce divanının âlimlerinin sessiz kalışına şaşıyorum. İçinde bulunduğumuz feci durumu bildiğiniz halde niçin Sultan’ı, yakınlarını, mühim kişilerini ve liderlerini ikna etmiyorsunuz? Susmaya hakkınız var mı? Kıyamet günü Allahü teâlâ sizi suale çekerse ne cevap vereceksiniz? Sizin hakkınızda kötü düşündüğümü gizlemeyeceğim. En büyük imam yüce halife sizi dinlediğinde ve siz de ona savaşa girmeyi tavsiye etmediğinize göre, başka türlü bir şey yapmanız gerekmez mi?
Ey ilmi ile âmil olan âlimler, ey kâmil müminler!
Sahip olduğunuz bütün imkânlarla İslam’ın düşmanlarına karşı savaşmak zorundasınız. Osmanlı “Bâb-ı âlî”sinden, burada savaşan kimselere yardım ve destek sağlamasını istemelisiniz. Hem askerî yardım yapılmasını hem de devlet adamlarıyla görüşerek Rus Çarının bize karşı yaptığı harekâta son vermesini sağlamalısınız. Sadece bu hakir size müracaat ediyorsa da bu mesaj buradaki bütün âlimlerin bir şikâyetidir. Talebimizi kabul ederseniz, Allah sizi mükâfatlandırsın ve cennetine koysun. Kabul etmezseniz Allah bize yeter. O, kendisine güvenilen kimselerin en iyisidir. Yüce Allah’ın dışında güç ve kuvvet yoktur. O, merhametlilerin en merhametlisidir.”
Şeyh Cemaleddin Kumukî hazretleri, Şeyh Şamil’in teslim olmasından sonra Türkiye’ye geldi.
1869’da İstanbul’da vefat etti. Kabri Karacaahmet mezarlığındadır.
O zaman Osmanlı tahtında bulunan Sultan Abdülaziz Han, memleketin idaresini Âlî ve Fuâd Paşaların ve bunların yetiştirdiği masonların ellerine bırakmak mecburiyetinde kalmıştı. Bunlar da İngilizlerin siyasetine göre hareket ediyorlardı. Şeyh Şamil, yirmi beş sene Ruslarla kahramanca cihat yaparak, ordularını perişan ederken, seyirci kaldılar, yardımda bulunmadılar. Şeyh Şamil’in esir düşmesine sebep oldular.
Kafkasya; Anadolu ve Türkistan için Ruslara karşı adeta bir set, baraj idi. Şeyh Şamil’in esir düşmesinden sonra Ruslar doğuya doğru ilerlemeye başladı. Daha önce bir türlü giremedikleri tarihî Türkmen şehri Göktepe’yi ele geçirerek otuz beş bin kişiyi öldürdüler. Bundan sonra bütün Türkistan’ı, son olarak da Afganistan’ı işgal ettiler.
Diğer taraftan 93 Harbi olarak bilinen 1877-1878 savaşında da İstanbul’da Yeşilköy’e, doğuda ise Erzurum’a dayandılar. 1914 Birinci Cihan Savaşında ise Trabzon, Erzincan, Muş ve Van’a kadar Doğu Anadolu’yu işgal ettiler. On binlerce insan öldü, yüz binlercesi muhacir oldu.
BAŞKA ÇARELERİ KALMADI
Kafkasya’dan ilk göç, çarlık zamanında oldu. Şeyh Şamil’in 1859’da esir olmasından sonra Ruslar, bütün Kafkasya’yı kontrol altına aldılar. Köyler yağmalanıp yok edildi. Hayvan sürüleri ve yiyecekler ellerinden alındı. Evleri, tarlaları harap edilen halk, açlık ve susuzluktan perişan oldu. Bu yüzden, vatan topraklarını terk etmekten başka çareleri kalmadı. Zaten Ruslar da halkın göçmesi için her gün baskı ve zulümleri artırıyordu. Kafkasyalılar, Karadeniz’in kuzey sahillerine adeta koyun sürüsü gibi sürüldü. Sahildeki bütün şehirler, köyler ve limanlar muhacirlerle doldu. Açlık ve hastalıklardan her gün yüzlerce insan ölüyordu.
Halk bir an evvel Osmanlı sahillerine ulaşmak için can atıyordu. Tekne sahipleri para hırsıyla teknelerine haddinden fazla insan alıyorlardı. 50-60 kişilik bir tekneye 300 kişi sıkıştırılıyordu. Türkiye sahillerine ulaşmak 5-6 gün alıyordu. Fırtına, açlık ve susuzluktan onlarca insan, özellikle kadın ve çocuklar teknelerde ölüyordu. Ölüler denize atılıyordu. Deniz adeta bir ceset tarlası gibiydi. Bu yüzden, bir zamanlar Çerkezler, atalarının balıklara yem olmasından dolayı Karadeniz’in balıklarını yemezlerdi!
Büyük zorluklarla, ölüm-kalım mücadelesi vererek Türkiye sahillerine ulaşan göçmenler hakkında, Samsunda görevli sağlık müfettişi Dr. Barozzi’nin 20 Mayıs 1864 tarihindeki raporunda şunlar kaydediliyordu: ‘’Talihsiz göçmenlerin içinde bulundukları durumu tarif etmeye kelimeler yeterli değil. Kapı eşiklerinde, dükkân önlerinde, yolların, meydanların orta yerlerinde, bahçelerde, ağaç diplerinde, her yer hasta, ölmek üzere ve ölmüş insanlarla dolu. 30 - 40 kişi alabilecek bir depo binası, önceki güne kadar hepsi hasta veya ölmek üzere olan 207 kişiyi barındırıyordu. Oradan, çürümekte olan birçok ceset çıkarttım. Bu olay göçmenlerin durumu hakkında bir nebze fikir verebilir.’’
Kafkasya’dan Osmanlı Devletine ulaşabilen yüz binlerce muhacir, Rumeli ve Anadolu’nun hemen bütün vilayetlerine yerleştirildiler. Ayrıca, bir kısım göçmen de Halep, Şam, Arabistan, Kıbrıs, Ürdün ve Cezayir’e gönderildi.
ÇİLE BİTMİYOR...
Osmanlı Devletine gelen muhacirler, daha sonra 1877-1878 Savaşı (Doksan Üç Harbi), Balkan Savaşları ve I. Dünya Savaşının getirdiği sıkıntıları da çektiler. Yunanların Anadolu’yu işgal faciasını yaşadılar. Mesela, Yalova’nın Reşadiye (Güney) köyü halkının tamamı, Dağıstanlı göçmenlerdendir. Bu bölgeleri işgal eden Yunanlar, diğer bütün köylerle beraber Reşadiye’yi de yakıp-yıkıp harabeye çevirdiler. Ayrıca, Türkiye’de 1930-1950 yılları arasında da Kuran-ı kerimin ve ezanın yasaklandığı, camilerin kapatıldığı, din adamlarının hapis edildiği devri gördüler. Kafkasyalılar kendi kendilerine: ‘’Biz, bu kadar eziyet çekerek buralara niçin gelmiştik!?...’’ diye sorarlardı.
Kafkasya’dan gelen ve Osmanlı topraklarında umumiyetle köylere yerleştirilen göçmenler, daha sonra şehirlere, yurtdışına giderek, kendilerini yeni bir sosyal hayatın içinde buldular. Şimdilerde ise gençler Kafkasya’yı sadece folklor, halk dansları, şarkılar ve türkülerle anıyorlar. Nitekim günümüzün meşhur şarkıcılarından Hadise de binbir zorlukla Kafkasya’dan gelerek Sivas’ın bir köyüne yerleşen ve daha sonra Avrupa’ya işçi olarak giden, göçmen bir ailenin Belçika’da doğan kızlarından biridir.
İKİNCİ BÜYÜK SÜRGÜN
İkinci Dünya Savaşı’nda Almanların mağlup olmasından sonra 23 Şubat 1944’te Sovyet Rusya aldığı bir kararla yüz binlerce Kırım, Kafkas ve Ahıska Türklerini hayvan vagonlarına doldurarak Sibirya ve Orta Asya’nın en ücra yerlerine sürgün ettiler. Sürgün edilenlerin çoğu yollarda ve gittikleri yerlerde açlık, susuzluk ve hastalıklardan öldüler.
... VE BUGÜN
Sovyetlerin dağılmasından sonra bütün Rusya ve Kafkasya’daki Müslümanlar rahat, huzurlu, güzel günlere kavuştular. Şimdi, Dağıstan, Çeçenistan, Karaçay başta olmak üzere bütün Kafkasya’da yeniden mescitler, büyük camiler ve Kuran-ı kerim mektepleri açılıyor. Müslüman halk hacca ve umre dâhil istediği her yere serbestçe seyahat edebiliyor. Türkiye’deki Kafkasyalılar da ata yurtlarına giderek bir asırdan beri görmedikleri akrabalarını, yakınlarını buluyor ve yeniden akrabalıklar kuruluyor
.
Kelimelerin köklerinde bir dünya saklı
1 Aralık 2019 02:00
A -
A +
Prof. Dr. Suat Ungan
Trabzon Üniversitesi (ummagan@gmail.com)
Her kelimenin arkasında bir kültür yatmakta, kelimeler o kültürü örtü gibi kaplamaktadır. O örtü simgesel bir görüntü oluşturarak kelimenin derin manasının sezilmesine engel olmakta, dilin mantığını, sebepler boyutunu biraz da gizemli hâle getirmektedir.
Konfüçyüs “Kelimelerin gücünü anlamadan, insanların gücünü anlayamazsınız” der. İnsanların akademik ve sosyal alanda başarılı olmaları için kullandıkları kelimelerin anlam dünyasına vâkıf olmaları, o kelimelerin etki alanlarını bilmeleri gerekmektedir. Her kelimenin arkasında bir kültür yatmakta, kelimeler o kültürü örtü gibi kaplamaktadır. O örtü simgesel bir görüntü oluşturarak kelimenin derin manasının sezilmesine engel olmakta, dilin mantığını, sebepler boyutunu biraz da gizemli hâle getirmektedir. Nasıl ki bir cevizin içine ulaşmak için kabuğunu kırmak gerekiyorsa dilin ve kültürün zevkini hissetmek için kelimelerin arka planına geçmek, onların anlam derinliklerine ulaşmak gerekmektedir.
Kelimelerimizin ilk hâlleri, geçmişin kültürel kodlarını bünyesinde barındırmaktadır. Bir kelimenin ruhuna nüfuz etmek için o kelimenin art zamanlı aşamalarını bilmek lazım. Halkın söylemleri ile zenginleşen ve çağrışım alanları farklılaşan kelimelerin geçmişle bağlantılarını sezmek, onların sihirli dünyasına adım atmayı kolaylaştırmakta, fertlerin kullandıkları kelimelerden daha fazla zevk almasına ve lisan bilinci yakalamasına imkân vermektedir.
Hangi seviyede olursa olsun, kullandığı kelimenin anlam derinliğini merak etmeyen kişilerin, eğitim hayatında başarısız olması kaçınılmaz olur. Dil ve kültür bilinci kelimeleri tanımakla başlar. Kelimenin varlığını, yapısını, mana dünyasını sorgulama melekesi kazanan bireyler, yaşadıkları hayatı, karşılaştıkları olayları, süreci ile birlikte değerlendirmek, hadiselerin arka planını görmek gibi bir alışkanlık kazanırlar ki bu da modern zamanlarda fertlerden beklenen tavrı sergilemelerinin yolunu açmış olur.
LİSAN ALIŞVERİŞİ
Toplumlar genellikle statü bakımından kendi dillerinden daha üst seviyede gördükleri cemiyetlerin lisanından kelime alırlar. Bu kelimeleri kullanan kişiler de kendilerini diğer kişilerden statü bakımından farklı görürler. Toplumun elit kesimi yabancı dillerden aldığı kelimeleri aslına uygun şekilde kullanmaya çalışırken halk, ağız özelliklerini bu sözcüklere katarak onu başka bir şekle sokar. Zamanla bu kelimeler aslından uzaklaşarak farklı bir şekle ve hatta farklı bir manaya dönüşürler. Dışarıdan alınan kelimelerin tesadüfi olarak bir araya gelmiş gibi görüntüsü olur ki bu da kelimelerin güzelliğinin ve faydasının ilk işareti olan çağrışım alanlarını daraltır. O kelimenin taşıdığı anlam ile onu kullanan kişilerin ifade etmek istedikleri mana arasında uçurumlar oluşur.
Eğitim sistemimizde sıklıkla kullanılan ve çocuklar üzerinde menfi etki bırakan tembel kelimesi de bu türden bir problemin kendisini oluşturmaktadır. Bir şeyi iki defa yapmayan anlamına gelen tembel kelimesi Farsça tenbelden bozmadır. Akıllı birisine kırk gün deli denilince kendisini deli sanmasındaki psikolojik tesir tembel kelimesi için de geçerlidir. Bu kelimeyi öğretmenlerin belirli öğrenciler üzerine devamlı kullanmaları öğrencilerin tembelliği kaçınılmaz görmelerine ve onu çok çabuk kabullenmelerine sebep olmaktadır. Eğitimde başarı, zekâdan önce çalışma, bir konu üzerinde tekrar etme ile ilgili bir durumdur.
Tembel kelimesinin bir şeyi iki defa yapmayan anlamı ötelenerek çocukları aşağılayacak tarzda söylenmesi onlar üzerinde baskı oluşturmaktadır. Tembel ve çalışkan sözcükleri yerine çalışan veya az çalışan tanımlaması yapılması daha uygun bir ifade olacak, böylece az çalışan çocuk daha çok çalışması gerektiğini yavaş yavaş bilinçaltına yerleştirecektir.
Enayi kelimesi de anlamsal boyutundan uzaklaşan kelimelerdendir. Enayi kelimesi için Ferheng-i Ziya’da ahmak, kendinden haberi olmayan anlamı verilmektedir. Nişanyan ise bu kelimenin Arapça enâ (ben) kelimesinden türediğini, enâ köküne -i-aidiyet ekinin gelmesi ve (y) kaynaştırma sesi ile ena(y)i (bencil, kendini beğenen) şekline dönüştüğünü söylemektedir. Kelimenin kök olarak ayı ile hiçbir alakasının olmadığı görülmektedir.
Bazı kelime ve söyleyişler iletişim aracı olarak kullanmalarının yanında kültürümüzün bekçiliğini yapmakta, insanımızın inanış biçimlerini, hayat tarzlarını, düşünme ve konuşma şekillerini temsil etmektedir. El pençe divan durmak sözcüğü de bunlardan birisidir.
El pençe durmak, el pençe beklemek kelimeleri aynı anlama gelecek şekilde kullanılmaktadır. Bu kelimelerin çağrışımları bizi kültürel mirasımızın izlerine götürmektedir. Penç Farsçada beş demektir. Pençe sözcüğü ile beş parmağın birleştirilmesi kastedilmektedir. Yahya Kemal “Vur pençe-i Ali’deki şemşir aşkına…” derken, Pençe-i Ali’den Hazreti Ali’nin beş parmağı ile kılıcı kavraması kastedilmektedir.
Gebe, gebermek sözcükleri de mana olarak bütünlük içindedir. Gebe sözcüğünün iri, şişkin anlamı vardır. Gebermek, şişmek anlamına gelir ki hayvanlar öldüğü zaman şiştikleri için halk arasında onlara şişmiş manasında gebermiş denilmektedir. Birisine geberesin denildiği zaman, edebiyatımızda sonucun söylenerek sebebin düşündürülmesi olan mecazımürsel sanatının bir türü yapılmakta, söylenen kişinin hem ölmesi istenmekte, hem de hayvan olduğu ima edilmektedir.
‘MUCİZE’NİN KÖKENLERİ…
İnanmakta zorlanılan durumlar için mucize tanımlamasını kullanılabilmektedir. Mu’cîz kelimesi insanı, benzerini ortaya koymaktan aciz bırakan anlamını içerir. Acz kökünden türemiştir. Beşerin (insanoğlunun) benzerini ortaya koyamayacağı unsur, insanüstü bir gücü işaret etmektedir ki bu da bazı kişilere özel olarak Allah’ın bahşetmiş olduğu olağanüstü duruma delildir. Bu durum da sadece peygamberler için kullanılması gereken bir sıfat olarak görülmelidir. Peygamberlik vasfı olmayan kişiler tarafında zuhur olan bazı tavırlar için mucize benzetmesi yapılması kelimenin mana dünyası ile uyuşmamaktadır.
Kitap, (ketebe) yazma manasını barındırmaktadır. Yazılmış olanların bir araya getirilmesi, (tedvin edilmesi) neticesinde ortaya çıkan nesneye kitap denilmektedir. Bu manada da kitap, yazma eylemi ile olan anlamından uzaklaşmakta, kitap kelimesi ile yazılanların birleştirilmiş ve başka şekle sokulmuş hâli kastedilmektedir.
Paça kelimesi Farsça ayak anlamına gelen pa, pay sözcüğüne ça küçültme ekinin getirilmesi ile oluşmuş, küçük ayak, ayakça anlamında kullanılmıştır. Bu ayağın pişirilmesi ile oluşan yemeğe de paça denilmektedir. Daha sonraları ise hayvan başı için kullanılan kelle kelimesi ile de birleşerek kelle paça kullanımı dilimize girmiştir.
Kelle kelimesinin Türkçede kelle vermek, kelle almak, kelle kesmek vs. kullanımları da vardır. Tokatlı Leali, İran bölgesinden Anadolu’ya gelip itibara ve makama nail olan şairler için “Rûmda kellelenmesün mi Acem/Buldu bu izzet ile çün ekrem” diyerek kellelenme sözcüğünü zenginleşme, makam ve mevkie ulaşma anlamında kullanmıştır.
Kemençe, Farsça yay anlamındaki kemân kelimesinden türemiş bir isimdir ki yine Farsça küçültme ça-çe ekini alarak küçük yaylı anlamında kemânçe, kemençeye dönüşmüştür. Bahçe kelimesinde de aynı durum söz konusudur. Bağ-çe (bahçemsi, bağ gibi) kelimesi bahçeye dönüşmüştür.
Ter yaş, ıslak, taze, nemli anlamları olan Farsça bir kelimedir. Yağ kelimesi ise Türkçedir. Tere yağ taze, nemli, yeni yağ anlamlarında kullanılmaktadır.
Türkçenin problemli seslemlerinden birisi yumuşak (g) sesidir. Bu ses bulunduğu kelimelerin birçoğunda düşmektedir. Ağabey (büyük abi) ve ağa bacı (büyük abla) sözcükleri de (ğ) sesinin düşmesi ile değişime uğraşım kelimelerdir. Ağabey kelimesi -ğ- sesinin düşmesi ve Osmanlıca yazımı sebebi ile zamanla abiye; ağa bacı kelimesi de abacıya dönüşmüştür.
Yabana atmak, kelimesi de okçulukla ilgili durumdan dilimize kazandırdığımız bir tabirdir. Bugün futbolda hedefinden çok farklı yerlere gönderilen top için, dağlara taşlara vurmak tabirinin okçuluktaki anlamını karşılayan bir ifadedir. Okçulukta hedef atışında karavana atmak denir ki bunun yerine salkıya atmak ifadesi de kullanılmaktaydı. Salkı(ya) atmak ise menzil atışında okun, ana taştan çok fazla sağa sola atılmasına, aykırı atmaya denirdi.
Yine halkımız arasında okunu atıp yayını asmak tabiri vardır. Bunun aslı yayını asmak değil yayını yasmaktır. Nakşî Ali Akkirmânî Aynu’l Hayat adlı mesnevisinde “İkilikten kurtarıp ola halâs/Diye bana okun atdın yayın yas”, beytinde olduğu gibi yayını yasmak, yayı boşaltmak, kiriş indirmek ve atışı bırakmak anlamlarını içermektedir.
“BUNDAN İYİSİ ŞAM’DA KAYISI”
“Bundan iyisi Şam’da kayısı” sözünün ise enteresan bir serüveni var. Bu ifadenin manasını anlamak için Şam şehrinin kayısı ile bağlantısına bakmak gerekmektedir. Yazar Amin Maalouf, “Doğu’dan Uzakta” adlı romanında Şam kayısısının beyaz renginin ve çok özel tadının olduğunu, bu kayısıları iş adamlarının hasat zamanından önce satın aldığı için halkın bu lezzetin farkında olmadığını söylemektedir. Kapitalist sistemin olmadığı geçmiş zamanlarda bu kayısıları birçok kişi tatmış, her şeyin en güzelinin Şam’daki kayısı olduğu manasında bu söylemi kullanmışlardır. Şam kayısısını tatmayanların bu söylemin manasına tam olarak vâkıf olmaları zor görünmektedir.
Günümüzde dilin iletişim boyutu ön plana çıkarılmakta, estetik, zevk boyutu ihmal edilmektedir. Dilin imkânlarını iyi kullanmak, kelimeleri sanatsal yönleriyle ifade etmek için sözcüklerin geçirmiş oldukları aşamaları bilmek, onların anlam derinliklerine vâkıf olmak gerekmektedir.
Dil zevki, kelime zevkinden başlar; insanların dünyası sahip oldukları ve kullandıkları kelimelerin dünyası kadardır. İnsanların ruhu gibi kelimelerin de bir ruhunun olduğu, bu ruhun bizim kültürel dünyamızın köklerini oluşturduğunu bilmemiz gerekir
.
Türk-İslam tarihinde altın bir sayfa
8 Aralık 2019 02:00
A -
A +
Numan Aydoğan Ünal
İhlas Vakfı Türk Dünyası Koordinatörü
Muhammed Masum hazretlerinin devrinde yaşayan Sultan Âlemgir Şah, ‘Fetâvâ-i Âlemgiriyye’ eserini hazırlattı. Bu eser Osmanlılardaki ‘Mecelle’ çalışması istisna edilirse İslam hukuk tarihinde eşine rastlanmaz hizmetlerden biridir. Fakat kitap ‘Fetâvâ-i Hindiyye’ adıyla meşhur olmuştur.
Türk-İslam tarihinde Hindistan’ın çok mühim bir yeri vardır. Türk devletlerinin hâkim olduğu zamanlarda Hindistan’da büyük âlim, evliya, devlet adamları ve sultanlar yetişti. Çağdaş olup aralarında manevi bağda bulunanların birisi, büyük İslam âlim ve evliyası, zamanının kutbu Muhammed Masum Farukî hazretleri diğeri ise Osmanlı padişahı Kanuni Sultan Süleyman gibi devrinin muhteşem hükümdarı Evrengzib Âlemgir Şah’dır.
Muhammed Masum hazretleri, İmam-ı Rabbani hazretlerinin üçüncü oğludur. 1599 senesinde Hindistan’ın Serhend şehrinde doğdu. Babasından sonra zamanının en büyük ikinci evliyasıdır. "Silsile-i Aliyye" denilen âlim ve evliyaların yirmi dördüncüsüdür. Kur'ân-ı kerimi üç ayda ezberledi. 16 yaşında bütün ilimlerin tahsilini bitirdi. Babası İmam-ı Rabbani hazretleri bir mektubunda buyuruyor ki: “Bu günlerde oğlum Muhammed Masum, ‘Şerh-i Mevâkıf’ı bitirdi. Yunan felsefecilerinin kusur ve hatalarını iyi anladı, faydası ve kârı çok oldu. Allahü tealaya bu ihsanlardan dolayı hamd ve senâlar olsun.”
İslam tarihinde rüşd ve hidayeti onunki kadar yaygın bir âlim ve mürşid görülmemiştir. Dokuz yüz bin kişi ona tâbi oldu. Talebelerinin kırk bini velî, yedi bini de mürşid-i kâmil, yani çok büyük âlim ve evliya oldu. Babası İmam-ı Rabbani hazretleri; “Sen zamanının kutbu olursun” buyurarak müjde verdi. Nitekim daha sonra bunu kendisi “Allahü teala’ya hamd-ü senalar olsun. Vadedilen ele geçti. Babamın müjdelediklerine kavuştum” diyerek belirtti.
Devrin Sultanı Âlemgir Şah da Muhammed Masum hazretlerinin müritlerinden ve halifelerinden biriydi. Yetişmesinde büyük rolü vardı, ona tam tâbi idi. Duasını alır, nasihat ve emirlerini dinlerdi. Başarıları ve hayırlı hizmetleri ile büyük bir İslam devletine sahip olması, Muhammed Masum Farukî hazretlerinin himmet, tasarruf ve teveccühleri sayesinde oldu.
Âlemgir Şah 1618’de Malva Duhad’da doğdu. Annesi Begüm Mümtaz Mahal’dir. Şah Cihan’ın üçüncü oğludur, Babür Şah’ın 5. kuşaktan torunudur. 31 Temmuz 1608’de 40 yaşında padişah oldu. Tahtta en uzun kalan Türk hükümdarıdır. Osmanlı Sultanı Kanuni’den daha fazla, elli yıla yakın hükümdarlık yaptı. 1707’de 90 yaşında iken Ahmet Nagar’da vefat etti. Ravza denilen yerde defnedildi. Âlemgir Şah’ın dört oğlu üç kızı vardı.
Çok iyi bir ilmî ve askerî eğitim gördü. Binicilik ve harp oyunları konusunda mükemmel yetişti. Tefsir, hadis, fıkıh üzerinde tam bir âlim idi. Türkçe, Farsça, Arapça ve Hintçeyi çok iyi bilirdi. Hat sanatını da öğrenerek "Hattat" pâyesini aldı.
Âlemgir Şah’ın en önemli özelliklerinden birisi tam bir cesaret ile gayesine erişmekte gösterdiği azim ve sebattır. Askerî sahada gösterdiği cesaret ve başarıyı diplomasi sahasında da gösterdi. Çok iyi bir hafızaya sahipti. Aynı zamanda yorulmaz bir liderdi. İktidarı zamanında kendisiyle görüşebilme fırsatı bulan İtalyan doktor Gemalli Careri, Âlemgir’in kendisine yapılan müracaatları tek tek okuduğunu, bunları cevapladığını ve bu işten büyük zevk duyduğunu kaydetti.
Devletin bütün ihtişamına rağmen Âlemgir’in sade bir hayatı vardı. Giyim kuşamı ve diğer her türlü işleri sade idi. Çok düzenliydi. Doksan yaşında vefat ettiğinde bedenî hiçbir bozukluğu yoktu. Okumayı çok severdi. Mektuplarının toplandığı “Ruk’at-i Âlemgirî” kitabı, uzun zaman, basit fakat güzel nesir yazma umumi ders kitabı olarak kaldı. Şiir söylemede de kabiliyetliydi.
Hemen hemen bütün Hint-İslam liderlerine ağır bir dille saldıran Will Durant, Âlemgir Şah için şu itirafı yapmaktan kendini alıkoyamadı: “Suç ve suçlunun üzerine gitmede hemen hiç cezaî metotlar kullanmadı. Dîni tarafından yasaklanan bütün yiyecek, içecek ve şatafattan uzak durdu.’’
Devlet hazinesinden para almaktan çekindiği için kendi eliyle Mushaf yazar, onu satıp geçimini bile temin ederdi. Kur'ân-ı kerimi, hükümdar olduktan sonra ezberleyerek hafız oldu. Farz namazları vakti girer girmez cemaatle kılardı. Cemaati hiçbir zaman terk etmedi. Cumayı mutlaka Mescid-i Kebir’de eda ederdi. Gecelerini ibadet, zikir, kıraat ve tefekkürle geçirirdi. Ramazan ayının son on günü mescidde itikâfa girerdi. Pazartesi, perşembe ve cuma günleri oruç tutardı. Daima abdestli olur, zikirlerini ihmal etmez, çok salevat getirirdi. Zühd ve fakr hayatını hiç terk etmedi. Arpa ekmeğine rağbet ederdi.
YAPTIĞI BÜYÜK HİZMETLER
Âlemgir Şah, dinî ve sosyal pek mühim hizmetler yaptı. Memleketin ileri gelen ulemasından meydana getirdiği kalabalık bir heyete, her türlü imkânları verip, büyük kütüphaneler kurdurdu. Müslümanların hukuki meselelerine kolaylık sağlamak üzere ‘’Fetâvâ-i Âlemgiriyye’’yi hazırlattı, Osmanlılardaki “Mecelle” çalışması istisna edilirse İslam hukuk tarihinde eşine rastlanmaz hizmetlerden biridir. Kendi adına izâfeten “Fetâvâ-i Âlemgiriyye” denilen fakat “Fetâvâ-i Hindiyye” diye meşhur olan bu hukuk kitabını, Kanun-ı Esasî yani Anayasa olarak kabul etti. Hanefi mezhebine göre hazırlanan bu hükümler, adil kadılar tarafından memleketin her tarafında tatbik edildi. Ayrıca hadis ilmine dair eser telif etti. Onu şerh edip Farsça’ya tercüme etti.
İslam hukukuna göre Müslüman olmayanlardan alınması gereken “Cizye” vergisi, Ekber Şah tarafından 1564 yılında kaldırılmıştı. Âlemgir Şah’ın emriyle 1679’da cizye yeniden alınmaya başladı. Devrinde milyonlarca gelir sağlayan akla hayale gelmedik çeşitlerde ve şekillerde sekseni bulan İslamiyet’in emretmediği vergiyi, mümin ve kâfir herkesten kaldırdı. Müslüman, kâfir herkesin gönlünü aldı. Bu uygulamalardan sonra hazine zayıflaması gerekirken zenginleşti.
Sultan Âlemgir, şehzadelik devresinde Hindu olan Dekken köylülerinin kalkınmasına çalışmış onlara tohum ve hayvan satın alabilmeleri için geniş ölçüde borç verdirmiş ve sulama işini önemle ele almıştır. Bu davranışı onun taassup sahibi olmadığını gösterir.
20 Şubat 1556 yılı başlarında çıkardığı bir fermanda şöyle demektedir: “İslam’a uygun olarak şuna karar vermiştir ki öteden beri var olan mabetler yıkılmayacaktır. Ancak yeni mabet yapılmasına da izin verilmeyecektir. Buyruğumuz şudur ki, bundan böyle kimsenin bu gibi yerlerde Brahmanların veya başka Hinduların işlerine, İslam’a aykırı olarak karışmamasını ve onları rahatsız etmemesini sağlayasınız.”
1663 senesinde Brahmanların, kocası ölen kadının kendini yakıp kül etme âdetini kesin bir şekilde yasakladığı için bu din mensuplarının sızlanmalarına sebep oldu. Bu yasak, mutaassıp Hindularca din işlerine karışma sayılırsa da insanî maksadı olup onların iyiliği içindi.
Âlemgir Şah, ayak altında kalarak sürünebilir endişesiyle paralar üzerine yazılan Kelime-i tevhidi kaldırdı.
Mecusi âdeti olduğu için, bid’at gerekçesi ile "21 Mart Nevruz’’ bayramını yasak etti. Tahta çıkışı ramazan ayında olduğu için bu ayın ilk gününü bayram ilan etti. Sarayda çalgı yasaklandı, sadece belirli saatlerde vurulan nevbete izin verildi ki, bu da askerî maksatlıdır. Devrinde çalgıcılar, müzik araç ve gereçlerini bin kişilik konvoyla mezara gömdüler.
Mekke ve Medine’de ikamet eden seyyidlere, mücavirlere, hademeye ve itikâf yapanlara nezir olmak üzere 63 bin altın gönderdiği “Âlemgirnâme”de kayıt edilmektedir. Ayrıca, Maveraünnehir uleması ile de yakın ilgilendiği, bu bölgedeki Türk din adamlarına para yardımı yaptığı kayıtlarda zikrolunmaktadır.
“Meâsir-i Âlemgirî’ye” göre Sultan Âlemgir’in yaptığı hayrat şu şekilde sıralanabilir:
Ramazanda 9 bin altın, diğer aylarda bundan biraz az olmak üzere nakdî yardımı ihtiyaç sahiplerine dağıtırdı. Başşehir Agra ve diğer birçok vilayette fakir fukara için bulgur haneler açtırdı. Yolcular için konak yerlerine kervansaraylar yaptırdı. Bütün camileri devlet hazinesinden tamir ettirdi. Ve Buralara imam, müezzin ve hatib tayin ederek onları maaş gibi daimi gelire bağladı. Ulemaya, fazilet ve ilimle uğraşan öğrencilere devlet kesesinden yardımlarda bulunurdu.
Müslüman halk Âlemgir Şah’ı velî olarak kabul ederdi. Kendisine ‘Pir’lik izafe ederek “Âlemgir Zinde Pir” derlerdi.
Bir keresinde, Agra Delhi bölgesinde yaşayan Sate Hinduları ayaklanmıştı. Müslüman askerler onların hazırladıkları büyü ve sihirlerden psikolojik olarak etkilenerek ürkmüşlerdi. Âlemgir Şah bu korkuyu ortadan kaldırmak için Müslüman askerlerin bayraklarına kendi eliyle Kur'ân-ı kerim âyetleri ve duaları yazarak askerlerin moralini düzeltti.
Âlemgir Han, Hinduların Müslüman olması için pek çok faaliyette bulundu. Bazen bizzat kendisi Müslüman olacaklara "Kelime-i Şehadet" söyletir, hil’at ve başka hediyeler verirdi. Yeni Müslüman olanlara İslamî isimler verip fillerin sırtında şehirleri gezdirtirdi. Âlemgir Şah’ın âdil idaresine hayran kalan Hindular, böyle merhametli bir Sultanın dinine girmek için âdeta yarışıyorlardı. Bundan dolayı, binlerce Hindu’nun batıl dinleri bırakıp hak din olan İslamiyet’i seçmelerine vesile oldu.
İslam’a yeni girenlere, günlük ihtiyacını karşılamak üzere çeyrek rupi para yardım yapılırdı. Taşrada yeni Müslüman olanlar sünnet edilir onlara hil’atlar giydirilir, bir aylık yiyecek parası hediye edilirdi.
Tarihçi Yılmaz Öztuna diyor ki: “Âlemgir Şah, tarihin en muhteşem ve en zengin hükümdarlarından biridir. Saltanatında, devletinin bütçesi, en büyük Hıristiyan devleti olan 14. Louis Fransa’sının bütçesinin on beş katı idi. İmparatorluğu o bugünkü Hindistan, Pakistan, Bangladeş, Doğu Afganistan Nepal, Butan ve Birmanya’nın Arakan eyaletinden oluşuyor, 4.600.000 küsur kilometrekare üzerinde yayılıyordu. O zaman 700 milyonu bulmayan bir dünyada, Âlemgir Şah’ın Hindistan Türk İmparatorluğu 170 milyondu. Nüfus bakımından dünya devletleri arasında birinci, kudret ve önem bakımından Osmanlı’dan sonra ikinciydi.”
Osmanlının Ehl-i Beyt sevgisi ve Nakibü’l-eşraflık
26 Ocak 2020 02:00
A -
A +
NUMAN AYDOĞAN ÜNAL
Hazret-i Hasan’ın çocuklarına ve torunlarına “Şerif’’, Hazret-i Hüseyin’in nesline de “Seyyid” denir. Osmanlı sultanları, seyyid ve şeriflere, başka hiçbir yerde misli görülmeyen bir sevgi ve saygı gösterirlerdi. Onların rahat ve huzur içinde yaşamaları için gereken her türlü hizmeti yaparlardı.
Ehl-i beyt, Peygamber Efendimiz Muhammed aleyhisselamın bütün aile fertlerine denir. Mübarek hanımları, kızı Hazret-i Fatıma ile Hazret-i Ali ve bunların evlatları olan Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin, onların çocukları ve kıyamete kadar gelecek torunlarının hepsine de “Ehl-i beyt” denir. Hatta Peygamberimizin temiz soyunun bağlı olduğu Haşimoğullarına da “Ehl-i beyt” denir. Eshab-ı kiramdan Selman-ı Farisi de Ehl-i beyt’ten sayıldı. Fakat özellikle “Ehl-i beyt” denilince, “Hazret-i Ali, Hazret-i Fatıma ve mübarek iki oğlu Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin” anlaşılır.
Resulullah efendimizin soyu, Hazret-i Fatıma’dan devam etti. Hazret-i Hasan’ın çocuklarına ve torunlarına “Şerif”, Hazret-i Hüseyin’in nesline de “Seyyid” denir. Seyyid ve şerifler halk arasında belli olmaları ve gerekli hürmetin gösterilmesi için yeşil sarık sararlardı. Seyyidlerin başlarına sardığı yeşil sarığa “Emir sarığı” denilirdi. Seyyid ve şerifleri toplumda kontrol eden “Sâdât Çavuşları” vardı. Bunların vazifeleri: Seyyid olmadığı hâlde yeşil sarık saranları tespit edip ve onları bu durumdan menetmekti. Ayrıca, devletin görevlendirdiği “Sâdât Müfettişleri” de vardı. Bunlar Seyyidler ile ilgili teftiş yaparlardı. Seyyidlerin ellerinde bulundurdukları hüccet belgelerinin (seyyidlik vesikası) doğru olup olmadığını araştırırlardı.
Seyyidlerin bir kısım imtiyazları vardı. Askerlikten, vergiden muaftılar. İhtiyacı olanlar ganimetten aldıkları paydan ayrı, hazineden maaş alırlardı.
Ülkemizde ne yazık ki Nakibü’l-eşraflık teşkilatı ve Sâdât-ı kiram hakkında pek az akademik çalışma ve araştırma yapılmıştır. Bu sahada ilk ciddi çalışmayı Prof. Dr. Murat Sarıcık yaptı ve “Osmanlı İmparatorluğunda Nakibü’l-Eşraflık Müessesesi” ismiyle kitaplaştırıldı. Ayrıca Dr. Ayhan Işık tarafından da “Meşihat Arşivi Belgeleri Işığında Seyyidler ve Nakibü’l-eşraflık Müessesesi” mevzulu bir doktora tezi hazırlandı.
Hadis-i şeriflerde Peygamberimiz buyurdular ki;
“Ehl-i beyti seveni Hak teala sever, buğzedene de buğzeder.’’
“İslam’ın esası, bana ve Ehl-i beytime sevgidir.”
“Allah’ın kitabı ve Ehl-i beytime uyan, hidayette olur, uymayan sapıtır.”
“Ehl-i beytim, Nuh’un gemisi gibidir. Tutunan kurtulur, tutunmayan, boğulur.”
Büyük İslam âlimi, Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri, İstanbul’da yazmış olduğu “Eshâb-ı kirâm” risâlesinde diyor ki:
“Resûlullahın mübarek kızı Hazret-i Fâtıma ile kıyamete kadar çocukları Ehl-i beyttirler. Bunları, asi olsalar da sevmek lâzımdır. Bunları sevmek, kalp ile beden ile ve mal ile yardım, hürmet ve haklarına riayet etmek, iman ile ölmeye sebep olur.”
TÜRKLER EHL-İ BEYTE ÇOK HÜRMET GÖSTERDİ
Tarihte bütün büyük Türk devletleri; Karahanlılar, Timurlular, Selçuklular ve Osmanlı Türkleri, Ehl-i Beyt’e yani seyyid ve şeriflere çok büyük muhabbet ve hürmet gösterdiler, her türlü hizmetlerinde bulundular.
1284’te Selçuklu Sultanı III. Keykubat cennetmekân Osman Gazi’ye mehter ve sancak göndererek Söğüt diyarını kendisine temlik etti. Gönderdiği fermanda ise Seyyidlerle ilgili özetle şu tavsiyelerde bulundu:
“Seyyidlere olan saygı, Sâdâtın risalet şeceresinin meyveleri, nübüvvet deryasının incileri ve Hazret-i Peygamber’in bize bıraktığı iki önemli emanetten biri olmalarından dolayıdır. Yani Peygamber’e hürmet ve tazimden dolayı onlara da hürmet göstermek gerekir.”
Osmanlı Sultanları, ülkelerine gelen seyyid ve şeriflere, başka hiçbir yerde misli görülmeyen bir sevgi ve saygı gösterirlerdi. Onların rahat ve huzur içinde yaşamaları için gereken her türlü hizmeti yaparlardı.
Mesela Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nden (Şimdiki adıyla T.C. Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri Başkanlığı) bir vesikada Buhara’nın büyük Nakşibendi âlimlerinden Seyyid Emir Gilal hazretlerinin nesebinden Seyyid Abdulvahid Efendi’ye hacca giderken ve hac dönüşü İstanbul’a uğradıklarında padişahın emriyle kendisine ve 12 müridine ihtiyaçlarını karşılamak için Maliye Nezaretinden gerekli tahsisat verildiği kayıt edilmektedir. (BOA. Nr. 21101)
NAKİBÜ’L-EŞRAF
Osmanlı Devleti seyyid ve şeriflere hizmet için Nakibü’l-eşraflık teşkilatını kurdu. Bu teşkilatın reisi (Nakib) seyyid ve şeriflerden seçilirdi. Nakibü’l-eşraf; Peygamber Efendimizin torunlarının işlerine bakar, neseplerini kayıt eder, doğumlarını ve vefatlarını deftere geçirir, onları adi işlere ve şanlarına uygun olamayan sanatlara girmekten menederdi. Fena hâllere düşmelerine mâni olur, haklarını korurdu. Ganimetten hisselerini alıp aralarında dağıtırdı. Bu sülaleden olan kadınların dengi olmayanlarıyla evlenmelerini menederdi. Bütün bu vazifeleri dolayısıyla Peygamber Efendimizin torunlarının umumi bir vasisi durumundaydı.
Nakibü’l-eşraflar’a, Padişahlar kıymetli hizmetleri dolayısıyla iltifat ederlerdi. Kendilerine yazılan ferman ve beratlarda makamlarına ve yaptıkları hizmetlerin mahiyetine uygun saygı, hürmet ifadelerini kullanırlardı.
İstanbul Müftülüğünde Meşihat Arşivi’nde toplam 39 adet Nakibü’l eşraf defteri mevcuttur. Bu defterlerde seyyid ve şerifler için düzenlenmiş siyadet hüccetlerinin (seyyidlik vesikası) suretleri kayıtlı bulunmaktadır. Hüccet içerisinde seyyid ve şeriflerin isimlerinin kolay bulunması için üzeri kırmızı çizgi ile çizilmiştir. Bu defterlerde siyadet hüccetlerin yanı sıra alfabetik olarak düzenlenmiş seyyid silsileler de kayıtlıdır.
İstanbul Müftülüğündeki bu defterlerin birincisi Nakibü’l-eşraf Muhterem Efendi’ye aittir. Seyyid Muhterem Taşkendî hazretleri, aslen Türkistanlı olup türbesi Cağaloğlu’nda Yerebatan Sarnıcı yakınındadır.
SEYYİD VE ŞERİFLERE HAS MAHKEME
Osmanlılar zamanında Suriye’nin Hama şehrinde seyyidler ve şeriflere mahsus bir mahkeme vardı, bütün evlatları orada kayıtlı olup yalancılar seyyidlik iddia edemezdi. Bu mübarek sülaleden doğan çocuklar iki şahit ile hâkim huzurunda tescil edilirdi. Sultan Abdülmecid Han zamanında mason Mustafa Reşid Paşa İngilizlerin emriyle bu mahkemeyi kaldırdı.
SEYYİDLERE NEDEN ZEKÂT VERİLMEZDİ?
Peygamberimiz seyyidlere zekât verilmeyeceğini buyurdu. İslam’da zekât, malın kiri olarak kabul edildiği için bu temiz-pak nesle zekât uygun görülmüyordu; ayrıca İslam hukukuna göre ganimetten gelen mallar beşe bölünür, beşte bir kısmı Ehl-i beyte verilirdi. Ancak, bugün seyyidlerin; böyle hakka sahip olmadıklarından dolayı, zekât alabileceklerini, İslam âlimleri ifade etmektedirler.
NAKÎBÜ’L-EŞRAF’IN KATILDIĞI MERASİMLER
Osmanlı devlet protokolünde Nakibü’l-eşraflar daima birinci sıradaydı. Aşağıda Nakibü’l-eşrafların Padişahla birlikte bulunduğu bazı merasimler: Kılıç Kuşandırma Merasimi: Tahta geçen padişahların kılıç kuşanma töreni Eyüp Sultan hazretlerinin türbesi önünde yapılırdı. Topkapı Sarayı’nda bulunan Hazret-i Ömer’in kılıcı yeni Padişah’a Nakibü’l-eşraf eliyle kuşandırılırdı. Yeni Padişahı Tebrik ve Biat Merasimi: Osmanlı Padişahlarının tahta geçme (Cülûs) merasimlerinde, padişaha ilk önce Nakibü’l-eşraf biat ve dua ederdi daha sonra saray mensupları sırası üzerine biat’a başlarlardı. Bayramlaşma Merasimi: Saraydaki bayramlaşma töreninde önce Nakibü’l-eşraf kurulan tahtın solunda bulunurdu. Bu sırada padişah, ona hürmeten ayağa kalkardı. Nakibü’l-eşraf padişaha doğru ilerlerken “Padişahım devletinle bin yaşa” diye dua ederdi. Nakibü’l-eşraflar böyle resmî merasimlere, resmî elbiseleriyle gelirlerdi. İstanbul Nakibinin resmî elbisesi Kazasker elbisesinin aynısı idi. Yalnız başına “örf” denen kavuk yerine “tepeli” adı verilen kavuğu giyer; üzerine de seyyidlere mahsus yeşil örtü sararlardı. Bed’-i Besmele Merasimi: Bir Osmanlı şehzadesi 5-6 yaşına basıp tahsil çağına gelince kendisine bir hoca tayin edilir, merasimle derse başlardı. Bu merasimine “Bed’-i Besmele” denirdi. Bu merasime Nakibü’l-eşraflar davet edilirdi. Mevlid Cemiyeti ve Hırka-i Şerif Ziyareti: Nakibü’l-eşraflar, her yıl Rebiül evvel ayında Peygamberimizin doğum gününü kutlama münasebeti ile Sultan Ahmed Camii’nde yapılan mevlid cemiyetine, sadrazamın mektupla daveti üzerine katılırlardı. Mevlid esnasında dağıtılan şeker ve şerbet Nakibü’l-eşrafa müstakil bir tabla ile sunulur, ayrıca özel olarak buhur ve gülsuyu ikram edilirdi. Mevlidin bitiminde Nakibü’l-eşraflar kendi hademeleri ve maiyeti ile camiden ayrılırlardı. Nakibü’l eşraflar her yıl ramazan ayında yine sadrazamın daveti üzerine Hırka-i şerif ziyaretine katılırlardı. Sefer-i Hümayun: Osmanlı padişahları, bizzat sefere çıkacakları zaman “Mukaddes Emanetler’’ arasında muhafaza edilen Hazreti Peygamberimizin sancağı olan “Sancak-ı Şerif”i Hırka-i şerifteki yerinden çıkarıp omzunda “Arz Odası”na getirerek, “Taht-ı Hümayun” sütununa dayardı. O sırada müezzin ve hafızlar Fetih ve Yasin surelerini okurlardı. Daha sonra, Sadrazam, Şeyhülislam’la birlikte “Arz Odası”na davet edilirdi. Padişah Sancak-ı Şerif’i öperek Sadrazam’a teslim edip muvaffakiyetler dilerdi. Sadrazam sancağı omzuna alınca, Şeyhülislam dua ederdi. Sadrazam sancağı Nakibü’l-eşraftan sonra seyyidlerin en büyük amiri olan “Alemdar”a teslim edip orta kapı dışında atına biner, “Sancak-ı Şerif Alayı’’ yürümeye başlardı. Sancak-ı Şerif’in etrafında olan seyyidler, şerifler ve Nakibü’l-eşraf tekbir ve salevat getirirlerdi.
Padişahlar bizzat sefere çıkarlarsa, Nakibü’l-eşraf maiyetinde olan bir kısım seyyidler de sefere giderlerdi. Sancak-ı Şerif ilk defa 1597 yılında Eğri seferine götürülmüştü. Sancağın yanında 300 kadar seyyid ve şerif bulunuyordu.
NAKİBÜ’L-EŞRAFLIK MÜESSESESİ NE OLDU?
Bunun cevabı olarak Prof. Dr. Murat Sarıcık kitabının sonunda şöyle veriyor: “Nikabet müessesesinin lağvı ile ilgili elimizde herhangi bir belge mevcut değilse de, bunun saltanatın ilgası ile kaldırıldığı açıktır.”
.
.
İSLAM’DA CİHAD Tarihte muhteşem zaferleri nasıl kazandık?
23 Şubat 2020 02:00
A -
A +
Numan Aydoğan ÜNAL
İhlas Vakfı Türk Dünyası Koordinatörü
İslam ordularının sefere çıkarken niyetleri “İ’lâ-yı kelimetullah” yani Allahü teâlânın Kur’ân-ı kerimdeki Cihad emrini yerine getirmek idi. Ölümden hiç korkmaz, şehit olmak için can atarlardı. Bu sebeple çok üstün düşman kuvvetleri karşısında dahi zaferler kazanılıyordu. Bunun misalleri çoktur.
Cihadı devlet yapar. Devletin izni ve kumandanının emri olmadan, herkesin başkasına saldırması, cihad olmaz. Çapulculuk, eşkıyalık olur.
Dua ordusunun askerleri, gazâ ordusu askerlerinin ruhu gibidir
Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerimin pek çok âyet-i kerimesinde cihadı emretmektedir. Mesela Tövbe suresinin 43. âyetinde mealen şöyle buyruluyor: “Ey Müminler! Gerek yaya gerekse binek üzerinde Allah yolunda sefere çıkın, mallarınızla, canlarınızla Allah yolunda cihad edin. Eğer bilirseniz bu sizin için çok daha hayırlıdır.” Yine Tövbe suresinin 73. âyetinde mealen: “Ey Yüce Peygamber! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara sert davran” buyurulmaktadır.
Büyük İslam âlimi İmam-ı Rabbanî hazretleri, zamanın Sultanı Selim Cihangir Han’a yazdığı mektupta buyuruyorlar ki: “Askerin, ordunun vazifesi devleti kuvvetlendirmektir. Bu parlak dinin yayılması devletin yardımı ile olur. (İslamiyet kılıçların altındadır) buyruldu. Devletin kuvvetlenmesi için yardım iki şekilde olur. Birincisi maddî sebeplerle olur. Bu da asker ile ordu ile (teknik, ekonomik vasıtalarla) yapılır. Bunların hepsi meydanda olan, görülen yardımlardır. Yardımın ikincisi, hakiki yardım olup, sebepleri yaratan tarafından yapılmaktadır. Âl-i İmran suresinin 126. ayetinde mealen; “Yardım ancak ve yalnız Allah’tandır. Bu yardıma dua ordusu vasıtasıyla kavuşulur” buyrulmaktadır.
İmam-ı Rabbanî hazretleri başka bir mektubunda da, “Kâfirlerle cihada girerken önce niyeti düzeltmelidir. Muharebeye girmekten maksat Allahü teâlânın ismini, dinini yaymak ve yükseltmek; din düşmanlarını zayıflatıp bozguna uğratmak olmalıdır” buyuruyor.
CİHADI DEVLET YAPAR
Son asır İslam âlimlerinden Hüseyin Hilmi Işık Hazretleri de “Tam İlmihal” kitabında, İslam’ın cihad emriyle ilgili şunları kaydetmektedir: “Cihad, insanların İslamiyeti işitmelerine ve Müslüman olmalarına mâni olan zalimleri, sömürücüleri ortadan kaldırarak, insanların Müslüman olmakla şereflenmeleri için yahut Müslümanlara saldıran kâfir, zalim ordularına karşı Müslümanların mallarını, canlarını ve ırzlarını, namuslarını korumak için, can ile mal ile propaganda ile harp etmek, savaşmak demektir.
Cihadı devlet yapar. Milleti sulh zamanında cihada hazırlamak, yetiştirmek, devletin vazifesidir. Müslümanların cihat yapması, cihat sevabına kavuşması, devletin cihat yapmak veya cihada hazırlanmak için yaptığı davete, çağrıya ve kumandanların emirlerine itaat etmesi, askerlik vazifesini yapması demektir. Devletin izni ve kumandanının emri olmadan, herkesin başkasına saldırması, cihad olmaz. Çapulculuk, eşkıyalık olur. Büyük günah olur. İbni Âbidin diyor ki: “Devletin harp etmesi, bunun için de, zamanın en mükemmel silahlarını yapması, milletin de, devlete yardım, itaat etmesi vaciptir.”
ALLAHÜ TEÂLÂNIN VAADİ
İslam ordularının, kendilerinden birkaç misli büyük olan düşman ordularına karşı zaferler kazanmalarının hikmeti neydi? Allahü teâlâ cihad eden İslam askerine yardım edeceğini Kur’ân-ı kerimin bazı surelerinde bildiriyor.
Bunlar mealen:
“Ey iman edenler! Eğer siz Allah’ın dinine yardım ederseniz Allahü teâlâ da size yardım eder, ayaklarınızı sabit kılar.” (Muhammed Suresi)
“Mallarını, canlarını feda ederek din düşmanları ile Allah rızası için cihad eden Müslümanlar, oturup ibadet edenlerden daha üstündür. Hepsine de, Cenneti söz veriyorum.” (Nisa Suresi)
“Eğer Allahü teâlâ yardım ederse, artık size galip gelecek hiç kimse yoktur.” (Âl-i İmran suresi)
“Yüz mümin, iki yüz kâfire galip gelir.” (Enfâl Suresi)
“Allahü teâlâ vaadinden dönmez.” (Rum Suresi)
Görülüyor ki Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerimde zaferi bizzat kendisi vadediyor. Bundan dolayı, savaşta askerlerin moral ve maneviyatlarının çok yüksek olması, en zor şartlarda dahi endişeye, ümitsizliğe düşmemeleri gerekir. İmam-ı Rabbanî hazretleri “Ümitsizlik küfürdür.” buyuruyor. Zafer için daima azimli, gayretli ve ümitli olmalı; Allahü teâlânın yardımını beklemelidir.
DUA, ASKERLERİN RUHU GİBİDİR
İmam-ı Rabbanî hazretleri Mektûbat’ında buyuruyor ki: “Dua; kazayı, belayı def eder. Dua ordusunun askerleri, gazâ ordusu askerlerinin ruhu gibidir. Gazâ ordusunun askerleri, onların kalıpları, bedenleridir. O hâlde, gazâ ordusunun askeri, dua ordusu olmadıkça, iş başaramaz. Çünkü ruhsuz bedene hiçbir yardımın ve kuvvetin faydası olmaz. Bunun içindir ki, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), gazâlarında ve sıkıntılı zamanlarında, muhacirlerin fakirleri hürmetine Allahü teâlâdan yardım dilerdi. Askeri, ordusu olduğu hâlde, muhacirlerin fakirlerini vesile ederek dua ederdi.”
Peygamberimiz Hazreti Muhammed (aleyhisselam), Bedir Harbi’nde devamlı şöyle dua ediyordu: “Allah’ım! Bana yaptığın vaadini yerine getir. Ya Rabbim, şu bir avuç İslam cemaatini helak edersen artık sana yeryüzünde ibadet edecek kimse kalmaz.”
Selçuklu Sultanı Muhammed Alparslan, 26 Ağustos Cuma günü Malazgirt Harbi’nden evvel askerlerini toplayıp atından inerek secdeye vardı. Sultan Alparslan “Ya Rabbi, sana tevekkül ediyor, azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve senin uğrunda cihad ediyorum. Ya Rabbi, niyetim hâlistir. Bana yardım et; sözlerimde hilaf varsa beni kahret!” diye dua etti.
Osmanlı Sultanı Murad-ı Hüdâvendigâr da Kosova Meydan Muharebesi’nde, savaştan önce komutanlarına şu konuşmayı yaptı: “Hepimiz biliriz ki, zafer ancak Allahü teâlânın yardımıyla gerçekleşir. Küffar ordusu bizden fazladır. Fakat Müslüman mücahid, kâfirden şecaatlidir. Beylerim, paşalarım, hadi göreyim sizi. Bu gece, asker evlatlarımı hoşça tutasınız. Onlara, Yüce Allah’ımıza dua etmelerini vasiyet edesiniz. Helalleşesiniz. Ola ki, yarın çoğumuz Cennet’te buluşuruz.”
ŞEHİTLİĞİN YERİ
Dinimizde şehitliğin çok mühim bir yeri vardır. Allahü teâlâ Kur’an-ı kerimde “Allah yolunda ölenlere ölü demeyiniz. Bilakis onlar diridirler. Ama siz bunu anlayamazsınız” buyurmaktadır. (Bakara: 154)
Peygamberimiz de muhtelif hadis-i şeriflerinde buyurdular ki: “Şehit, kabir azabından emindir. Yakınlarından yetmiş kişiye şefaat eder. Allahü teâlâ şehidin bütün günahlarını affeder. Hatta denizde şehit olanların kul haklarını da bağışlar.”
DÜŞMAN ÜSTÜNDÜ AMA…
Peygamberimizin sahabelerinin ve İslam ordularının, sefere çıkarken niyetleri “İ’lâ-yı kelimetullah” yani Allahü teâlânın Kur’an-ı kerimdeki Cihad emrini yerine getirmek idi. Ölümden hiç korkmaz, şehit olmak için can atarlardı. Bu sebeple, çok üstün düşman kuvvetleri karşısında dahi zaferler kazanılıyordu. Şimdi buna birkaç misal verelim:
Bedir (624): Komutan Peygamberimiz Muhammed aleyhisselam. Eshab-ı Kiram’ın mevcudu 313, müşrik ordusunun mevcudu 1000.
Mute (629): Komutanlar; Zeyd Bin Harise, Cafer-i Tayyar, Abdullah bin Revaha. Bunların şehadetinden sonra, Halid bin Velid. İslam ordusu 3 bin, Bizans ordusu 100 binden fazla. Yermük (636): Komutan Halid bin Velid. İslam ordusu 46 bin. Bizans ordusu 240 bin. Kadisiye (636): Komutan Sa’d bin Ebu Vakkas. İslam ordusu 34 bin. İran ordusu (Sasani) 120 bin.
Nihavend (642): Komutan Numan bin Mukarrin. İslam ordusu 30 bin. İran ordusu 150 binden fazla.
Malazgirt (1071): Komutan Muhammed Alparslan. Türk ordusu 40 bin, Bizans ordusu 200 bin. Kosova (1389): Komutan Murad-ı Hüdâvendigâr. Türk ordusu 60 bin, Haçlı ordusu 100 binden fazla. Mohaç (1526): Komutan Kanuni Sultan Süleyman. Türk ordusu 70 bin, Haçlı ordusu 100 bin. Panipat (1526): Komutan Babür Şah. Müslüman ordusu 13.500. Hint ordusu 150 bin.
MAĞLUBİYETİN SEBEPLERİ
Birinci Dünya Harbi’ne gönüllü olarak katılan Konyalı müderris Abdullah Fevzi Efendi hatıralarında İttihat ve Terakki devrindeki Osmanlı ordusunun başarısızlığının sebebini, komutan ve askerlerin İslamî değerlerden uzaklaşmasında görüyor, savaş zamanında orduda namaz kılan, oruç tutanların çok az olduğunu belirtiyor. Ayrıca, cihaddan maksadın sadece vatan ve istiklalden ibaret olduğu, Kur’an-ı kerimde emredilen İ’la-yı kelimetullah, Allahü teâlânın ismini ve dinini yüceltmek, İslam’ı yaymak ve şehitliğin yüksek fazileti gibi hususların düşünülmediği, aksine askerin bütün arzusu, savaşın bir an önce biterek evine, köyüne dönmek olduğundan, eskiden olduğu gibi büyük zaferler kazanılmadığını ifade etmektedir.
GÜNÜMÜZÜN EN MÜHİM CİHADI
Günümüzün en büyük savaş vasıtaları; güçlü ordular, atom bombası ve nükleer silahlardır. Bunlara sahip devletler, milletler, kendilerini her zaman güçlü ve emin görmektedirler. Yakın zamanın büyük fen ve İslam âlimi Hüseyin Hilmi Işık hazretleri, ‘Tam İlmihal’de diyor ki: “İstikbâlin harpleri, atom silahları ile yapılacak, atom kuvveti bulunmayan milletler, yaşamak hakkı bulamayacaktır. Müslümanların, düşmanda bulunan silahları öğrenmesi ve yapması, farzdır. O hâlde, bugün atom bombasını yapmaya ve bunun için lüzumlu matematik, fizik, kimya bilgilerini öğrenmeye çalışmak farzdır.
Önümüzde bulunan atom harbine hazırlanmazsak, dinimizi, milletimizi koruyamayız. Harp için, atom tesislerini hazırlamak, bunlardan sulh zamanında, insanların refah ve saadeti için istifade etmek, dînî vazifemiz ve ibadetimizdir. Devletin, milleti cihada hazırlaması, ibadettir. Hazırlamaması, büyük günahtır. İbni Âbidîn buyuruyor ki: (Düşman hücum ettiği veya hücum korkusu olduğu zaman, her Müslümanın harp etmesi farz-ı ayndır.) Bu sebeple, atom bombası ve nükleer silahlarla harp muhakkak olduğundan, buna hazırlanmak, farz-ı ayn hâline gelmiştir.”
Günümüzde kitap, gazete, radyo, TV ve internet gibi neşriyat ile yapılan emr-i maruf da, silahlı cihad gibi çok önemlidir. Bu gibi neşriyat vasıtalarıyla hem İslamiyet’i doğru anlatmak ve hem de din düşmanlarının yalan ve iftiralarına cevap vermek Müslümanlara farzdır.
.
DÜNDEN BUGÜNE ‘KUZEY EMPERYALİZMİ’ Rusların Türkistan’ı işgalinin neticeleri ağır oldu
15 Mart 2020 02:00
A -
A +
Numan Aydoğan Ünal turkdunyasi@hotmail.com İhlas Vakfı Türk Dünyası Koordinatörü
Rus halkı, küçük "knezlik"ler hâlinde yaşıyordu. 12. asrın ikinci yarısında Moskova Knezliği merkezî bir durumda olması dolayısıyla çok çabuk gelişti. Kısa zamanda diğer knezlikleri de hâkimiyeti altına almaya muvaffak oldu. Böylece bugünkü Rusya’nın temelleri atıldı…
On ikinci asırdan önce Rusya diye bir devlet yoktu. Bu asrın sonlarına doğru Rusya’da sırasıyla Peçenek, Hazar, Kuman Türklerinin hâkimiyeti mevcuttu. Ruslar bunlardan çok şey öğrendi ve yavaş yavaş teşkilatlanmaya başladılar.
Rus halkı, küçük "knezlik"ler hâlinde yaşıyordu. 12. asrın ikinci yarısında Moskova Knezliği merkezî bir durumda olması dolayısıyla çok çabuk gelişti. Kısa zamanda diğer knezlikleri de hâkimiyeti altına almaya muvaffak oldu. Böylece bugünkü Rusya’nın temelleri atıldı...
Ruslar devlet olunca Türklerle arasında mücadele başladı. İdil-Ural bölgesindeki ilk Türk devleti olan Bulgar Hanlığı 1399’da, Kazan Türk Hanlığı da 1552’de Ruslar tarafından ortadan kaldırıldı. Bu hanlıklar Ruslara karşı çok büyük mücadele gösterdiler fakat sonunda mağlup oldular. Daha sonra Ruslar 1556’da Hazar Denizi'nin kıyısındaki Astrahan’ı ele geçirdi. Buralarda çok büyük katliam yaptılar, taş üstünde taş bırakmadılar.
DON-VOLGA HAYALİ
Osmanlı Devleti tehlikeyi görünce Astrahan’ı kurtarmak ve Rusların Türkistan’a doğru ilerlemelerini engellemek için “Don-Volga’’ kanalı projesini hazırladı. Bu projenin esası Don ve Volga (İdil) nehirlerini birleştirmekti. Kuzeyden güneye doğru akan Volga Hazar Denizin’e, Don Nehir’i Karadeniz’e dökülür. Bu iki nehir denize dökülmeden önce Hazar Denizi’nin kuzey batısında birbirlerine 50 kilometreye kadar yaklaşırlar.
Kanuni Sultan Süleyman Han aynı projeyi gerçekleştirmeyi düşünmüştü. Ancak, ömrü vefa etmedi. Kanuni’nin ölümünden sonra oğlu Sultan II. Selim kanalın açılma vazifesini Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa’ya verdi. Osmanlı Devleti ve Kırım’dan yaklaşık yüz bin asker ve işçi ile kanalı kazmaya başladı. Ancak o sene bölgede hüküm süren çok şiddetli soğuğa işçiler dayanamadı; pek çok ölenler oldu. Ayrıca Kırım Hanı Devlet Giray da Osmanlı buralara yerleşirse kendi otoritesi sarsılır diye işi ciddiye almıyor, savsaklıyordu. Bu sıralarda Osmanlı Devleti’nin başına bir de Yemen meselesi çıkınca kanal inşaatı yarıda bırakıldı. Muazzam emekler boşa gitti. Bu kanalın açılamaması Türk tarihinin en hazin sayfalarından biridir.
Tarihçi Yılmaz Öztuna diyor ki: “Ruslar, gelişen teknik imkânlarla Don-Volga kanalını ancak 383 sene sonra açabildiler. Osmanlı Türklerinin 16. asırda bu işi projelendirip kazmaya başlamaları, Osmanlı Devleti’nin o günkü gücünü göstermektedir.”
Şayet bu kanal açılabilseydi Osmanlı donanması Karadeniz’den Azak Denizi’ne çıkıp oradan Don-Volga nehirlerinden geçerek Hazar Denizi'ne inecekti. Böylece hem Astrahan kurtulacak ve hem de Rusların Kafkasya ve Orta Asya’ya ilerlemesi durdurulacaktı.
ÇARLIK RUSYA’SININ TÜRKİSTAN’I İSTİLASI
Çarlık Rusya’sı zaman zaman mağlup olsa da hep ilerlemişti. Bilhassa, 19. asırda Rusya, dünyanın en hızlı büyüyen emperyalist gücüydü. Günde yüz kırk kilometrekareyi istila ediyordu. Rusya, sırasıyla 1865 Taşkent, 1866 Hokand, 1868 Semerkant, 1873-1875 Hive ve Buhara, 1879 Göktepe, 1882 Aşkabat ve 1884’te de Merv’i ele geçirdi.
Ruslar Türkmenistan’ın Göktepe şehrini işgal edince Türkmenler kadın-erkek büyük bir cesaretle çarpıştılar. Üstün ateşli silaha sahip olan Ruslar, kaleyi müdafaa eden 6 bin 500 ve Aşkabad’a doğru çekilen 28 bin Türkmen’in hepsini öldürdüler. Güzel Göktepe şehri harabeye döndü.
Türk Hanlıkları ülkelerini müdafaa için kahramanca savaştılar. Bütün bu işgal zamanında insanlık tarihinin en iğrenç, en korkunç zulümleri yaşandı; yüz binlerce insan katledildi, her tarafta oluk gibi Türk kanı aktı. Bütün evler yağmalandı, camiler, medreseler yıkıldı, din adamları öldürüldü veya Sibirya’ya sürgün edildi.
Dr. Baymirza Hayit bunlar hakkında “Türkistan’ın yüz yıllardır sakladığı Timur’dan da intikal eden bütün hazineler Ruslar tarafından yağmalandı. Buhara şehrinin işgalinden sonra yüz tren vagon altın ve mücevher Moskova’ya götürüldü” demektedir...
SOVYET RUSYA’SININ YAPTIĞI ZULÜMLER
1917 Çarlık Rusya’sının yıkılmasından sonra Türkistan Türkleri, bu defa da komünizm esaretinden kurtulmak için büyük bir millî mücadeleye başladılar. Basmacılar Harekâtı olarak anılan bu mücadele 1916’dan 1935’e kadar devam etti. Ancak, başarısızlıkla neticelendi.
Dr. Baymirza diyor ki: “Fergane Vadisindeki vahşet akıllara sığmazdı. 1917-1923 yıllarında Fergane Vadisinde nüfusun üçte biri katledildi. 1922-1935 yıllarında bir milyondan fazla Türkistanlı; İran, Afganistan ve Doğu Türkistan’a kaçtı. Ayrıca, 1923-1927 senelerinde 270 binden fazla insan Sibirya’ya sürgüne gönderildi. Basmacılar Harekâtı neticesinde 7 milyon Türkistanlı öldürüldü.’’
Sovyetler Birliği zamanında da Türkistan Türklerine daha büyük zulüm, facia ve felaketler getirdi. İslamiyet tamamen yasak edildi. İnsanları dinsizleştirmek için büyük propagandalar yapıldı; mezarlıklar, türbe ve camilerin tamamı yok edildi.
Çarlık zamanındaki Rus işgallerini iyi öğrenmek için Kazakistanlı Profesör Hamid Ziyayev’in hazırladığı ve Doç. Dr. Ayhan Çelikbay tarafından Türkçeye tercüme edilerek Türk Tarih Kurumu tarafından neşredilen “Türkistan’da Rus Hâkimiyetine Karşı Mücadele” kitabını, Sovyetler Birliği zamanında Türkistan’daki Basmacılar Harekâtını iyi anlamak için de Özbekistanlı büyük dava adamı Dr. Baymirza Hayit’in BKY tarafından yayınlanan “Ruslara Karşı Basmacılar Harekâtı’’ adlı eserini her Türk gencinin mutlaka okuması gerekir.
AÇLIK FACİASI
1929-1933 yılları arasında Sovyetler Birliği bütün Kazak, Kırgız halkının hayvanlarını ellerinden zorla alarak Kolhoz (devlet çiftliklerine) gönderildiler. Bu sebepten özellikle Kazakistan’da insanlık tarihinin en büyük açlık faciası yaşandı. Halk, kedi, köpek ve fareleri yedi, nüfusunun yarısı da açlıktan öldü. Bu büyük faciayı öğrenmek için de Kazakistanlı Damira İbrahim ve Vahit Türk’ün hazırladığı “Kazakistan’da Kızıl Kıtlık” kitabı okunmalıdır.
TÜRKİSTAN’DA SON BÜYÜK FELAKET
1939 yılında İkinci Dünya Savaşı başlayınca, Stalin Türkistan’da ne kadar Türk genci varsa hepsini askere alarak eğitimsiz ve silahsız olarak Alman cephesine gönderdi. Bunların da yüz binlercesi ya esir oldu veya öldü. Çok az kimse yurduna, ailesine geri dönebildi.
Bütün Türkistan’ın Ruslar tarafından işgal edilmesinin ve halka esir muamelesi yapılmasının sebeplerini Prof. Dr. Mehmet Saray şöyle ifade etmektedir:
1. Türkistan Türklerinin merkezî bir idareyi hâkim kılan tek bir devlet yerine, parçalanmış 3-4 küçük Hanlıklar hâlinde bulunmaları,
2. Osmanlı Padişahlarının, onların birlik ve beraberlik hâlinde olmaları için yaptıkları tavsiye ve ikazlara rağmen birbirileri ile uğraşmaları, varlık ve enerjilerini boşu boşuna tüketip zayıf düşmeleri,
3. Şii İran’ın Türkistan’ı Orta Doğu’ya bağlayan ticaret yollarını kapatması, böylece, Çin ve Hint mallarının Karadeniz ve Akdeniz limanlarına ulaşamaması; bu yoldan büyük ticaret kazançlar temin eden Türkistan halkının sosyal ve kültürel alanda gittikçe fakirleşmesi. Ayrıca Rusların ateşli silahlar ve iktisadi yönden üstün olması.
Bu hususta, tarihçi Ömer Faruk Yılmaz da "Belgelerle Osmanlı Tarihi" isimli kitabında İran’da Osmanlı Konsolosu olarak vazife yapan Binbaşı Ali Rıza Bey’in İran hakkında Sultan Abdülhamid Han’a sunduğu raporda şunlar kaydediliyor:
“Osmanlı Padişahları bütün gayret ve kuvvetlerini Avrupa’dan sel gibi akıp gelen Haçlılara mâni olmaya; himmet ve muhabbetlerini de daima Hindistan, Çin gibi Uzak Doğu'da bulunan Müslümanları yüce Hilafet merkezine bağlamaya muazzam bir azim ile çalıştıkları ortada iken, Safevilerin ‘Hilafet-i Muazzama’ya karşı meydana getirdiği Şii’lik, geçilmez bir derya hâline gelmekle, Hive ve Buhara’nın Rusya; Kaşgar Müslümanlarının; Çin ve Hind Müslüman ahalisinin İngiltere’nin eline geçmesine ve milyonlarca Müslümanın küffar elinde kalmasına sebep olmuştur ki, bu zararlar cihan ve insanlık baki kaldıkça izleri kalıp müminlerin kalplerinde de unutulmaz yaralar açacaktır."
...Ve Günümüzde
1979’da Sovyet Rusya bütün Afganistan’ı işgal etti. Afganistanlı mücahidler kahramanca savaşarak Rusları mağlup ettiler. İlk defa kesin olarak yenilen Ruslar geri çekilmek zorunda kaldılar. Bu yenilgi Sovyetlerin dağılmasına ve Türk Cumhuriyetlerinin kurulmasına yol açtı.
1990’lı yıllardan itibaren kurulan Türk Cumhuriyetleri ve Azerbaycan hatta Rusya Federasyonu içindeki Müslümanlar son asrın en huzurlu bir devrini yaşamaktadır. Artık her türlü dinî ibadetlerini rahatça yapabilmekte ve pek çok yeni cami ve medrese inşa etmektedirler. Aynı zamanda Sovyet zamanında mümkün olmayan tam bir seyahat hürriyetine sahiptirler. Türkiye’ye her gün bu bölgelerden yüzlerce Türk, vizesiz, okumak, ticaret ve sağlık için gelmektedir. Türklerin bundan sonra da böyle felaket ve facialara düşmemeleri için birlik ve beraberlik içinde olmaları ve asrın teknolojisine sahip bulunmaları gerekir...
.
.
Türkistan’dan Türkiye’ye manevi köprüler
14 Haziran 2020 02:00
A -
A +
Numan Aydoğan Ünal
İhlas Vakfı Türk Dünyası Koordinatörü
Anadolu’nun İslamlaşmasında, Pîr-i Türkistan Ahmed Yesevi hazretlerinin “Alperen” denilen dervişlerinin büyük rolü oldu. Bugün Anadolu’nun her yerinde halkın hürmet ve muhabbetle ziyaret ettiği pek çok mezar ve türbe, Alperenlere aittir.
On birinci asırda Türkistan’dan ilk büyük Türk göçü, Karadeniz’in kuzeyinden Balkanlara doğru oldu. Peçenek ve Kuman Türkleri Balkan yarımadasına yerleşti. Ne yazık ki, bunlar İslam diniyle şereflenemeyerek gelmişti. Etraflarını saran Hristiyan devletlerin baskısı ile kısa zamanda kimliklerini unuttular, ananelerini kaybettiler ve eriyip yok oldular.
Selçuklu Sultanı Muhammed Alpaslan, 1071 senesinde Malazgirt’te Rum İmparatoru Roman Diyojen komutasındaki, 200 binden fazla askere sahip Bizans ordusunu, 40 bin kahramanla mağlup etti. Böylece Anadolu’nun kapıları Türklere açıldı. Eğer bu muhteşem zafer kazanılmasaydı bugün biz Türkler Anadolu’da olamazdık.
Bu büyük zaferden sonra İslam ile şereflenmiş Oğuz, Türkmen, Özbek ve Avşar Türk boyları akın akın gelerek, süratle Anadolu’yu İslamlaştırmaya, Türkleştirmeye başladılar. 1071 senesinde Selçuklu şehzadelerinden Kutalmışoğlu Süleyman Şah, başşehri İznik olan Anadolu Selçuklu Devleti’ni kurdu. Türkler üç yıl içinde Malazgirt’ten Üsküdar’a ulaştı.
Bu hususta merhum Seyyid Ahmet Arvasi, “Muhammed Alpaslan’ın kazandığı Malazgirt zaferi, yalnız Bizans’a karşı kazanılmış muhteşem bir meydan muharebesinden ibaret değildir. Bu zafer, bütün Türk-İslam kültür ve medeniyetine ve daha nice maddi ve manevi fetihlere beşik olacak, mukaddes bir başlangıcın da besmelesi olmuştur. Yani bu zafer sevgili Anadolu’muzun Müslüman-Türk kanı ve imanıyla yeni baştan da yoğruluşunun ilk hamlesidir” demektedir.
YESEVÎ DERVİŞLERİ ANADOLU’DA
Anadolu’nun Türkleşmesinde-İslamlaşmasında, Pîr-i Türkistan Ahmed Yesevi hazretlerinin dervişleri, Alperenler ve Horasan Erenleri denilen müritlerinin büyük rolü oldu. Bugün Anadolu’nun her yerinde halkın hürmet ve muhabbetle ziyaret ettiği pek çok mezar ve türbe, İslam’ı yaymak için gelen Ahmed Yesevi’nin dervişlerinindir.
TÜRKİSTAN’DAN GELEN ÂLİM VE VELİLER
Türkistan’dan Anadolu’ya gelerek İslamî ilimlerin gelişmesine ve yerleşmesine vesile olan pek çok âlim ve evliya var. Bunların bazılarının hayatından kısaca bahsedelim:
Seyyid Burhâneddîn Tirmizî: 1165’te Türkistan’ın Tirmiz şehrinde doğdu. Tirmiz, bugünkü Özbekistan’da Ceyhun Nehri’nin kuzeyindedir. Büyük hadis âlimi İmam-ı Tirmizî hazretleri de buralıdır. Seyyid Burhâneddîn Tirmizî hazretleri Mevlâna Celalettin Rumî’nin hocasıdır. 1240’ta Kayseri’de vefat etti.
Mevlâna Celâleddin Rumî: 1207’de Güney Türkistan’ın Afganistan’daki Belh şehrinde doğdu. 1273’te Konya’da vefat etti. Büyük İslam âlimlerindendir. Mesnevisi çok meşhurdur.
Muhammed Hâdimî: Büyük velî, tasavvuf ve fıkıh âlimidir. Dedesi Hüsamettin Efendi Buhara’nın tanınmış âlimlerinden velî bir zat idi. Muhammed Hâdimî hazretleri 1701’de Konya’nın Hâdim ilçesinde doğdu. 1762’de burada vefat etti. Pek çok kıymetli eserleri vardır.
Muhammed Murâd-ı Münzâvî: İstanbul’un en büyük üç evliyasından biridir. 1643’te Buhara’da doğdu. 1741’de İstanbul’da vefat etti. 6 yıl da Bursa’da kaldı. Kur’ân-ı kerim tefsiri çok kıymetlidir. Tefsirinde Arapça, Farsça ve Türkçe bir aradadır. Türbesi Eyüp Sultan’dadır. Ziyaret edenler, feyzinden, bereketinden istifade etmektedir.
Baba Haydar Semerkandî: Ubeydullah-i Ahrâr hazretlerinin talebelerinin yükseklerinden ve halifelerindendir. Kanuni Sultan Süleyman bunun büyüklüğünü anlayıp kendisi için Eyüp Sultan’da bir cami yaptırdı. Vefat edinceye kadar bu camide imamlık yaptı, vaaz verdi. Kabri bu caminin yanındadır.
Molla Arap Bursevî: Babası Türkistan’dan Antakya’ya geldi. Kendisi burada doğdu. 1532’de Bursa’da vefat etti. Türbesi Molla Arap Camii’nin yakınındadır. Yavuz Sultan Selim’in Çaldıran Seferi’ne katıldı. Askere vaaz ve nasihat verdi. Kendisi dua eder; Padişah da “âmin” derdi. Çok kıymetli eserleri vardır.
Abdullah-i Kaşgârî: 1688’de Doğu Türkistan’ın Kaşgâr şehrinde doğdu. İstanbul’a gelip Eyüp Sultan’da yerleşti. Hacı Mürteza Efendi’nin yaptırdığı Kaşgârî tekkesinde uzun yıllar halkı irşat etti. 1760’ta vefat etti. Türbesi, tekkenin bahçesindedir.
Ali Semerkandî: Osmanlı devletinin kuruluş devri evliyalarındandır. Peygamberimizin manevi işaretiyle Ankara’nın Çamlıdere beldesine geldi. Yıllarca halkı irşat etti. İslamiyet’i yaymak için çalıştı. 1457’de burada vefat etti. Buranın adı “Şeyhler” idi, sonradan Çamlıdere’ye çevrildi.
Esseyyid Muhterem Taşkendî: Seyyid, âlim, Nakşibendî tarikatının büyüklerindendir. Özbekistan’ın Taşkent şehrinde doğdu. Yüksek dinî ilimleri memleketinde tahsil etti. Hac vazifesini yaptıktan sonra İstanbul’a geldi. Devrin padişahı Kanuni Sultan Süleyman, kendisiyle yakından ilgilendi. 39 sene Nakibüleşraflık vazifesinde bulundu. 1572’de vefat etti. Türbesi, Ayasofya Camii yakınındadır.
Seyyid Alâeddîn Semerkandî: Semerkant’ta doğdu. Semerkant, Buhara ve Taşkent gibi ilim merkezlerinde tefsir, fıkıh, tasavvuf ilimlerinde yüksek derecelere kavuştuktan sonra Karaman’a geldi. Büyük âlim ve velilerdendir. 1456’da vefat etti. Kabri Mersin’in Gülnar ilçesi Zeyne kasabasındadır.
Şeyh Seyyid Abdulkâdir-i Belhî: 1839’da Güney Türkistan’ın bugün Afganistan hudutları içinde kalan Kunduz şehrinin Hankâh köyünde doğdu. İngilizler Afganistan’ı işgal ettiğinde 300 kadar talebesiyle Konya’ya hicret etti. Buradan İstanbul’a geldi. Nakşibendî Müceddidî icazetini babasından aldı. Babasının vefatından sonra Muhammed Murad-i Buharî dergâhı şeyhliğine tayin oldu. Arapça, Farsça, Çağatay Türkçesi ve İstanbul Türkçesini çok iyi bilirdi. Sevdiklerine “kuzum” diye hitap ederdi. Manzum şeklinde çok eseri vardır. Kabri, Murad-ı Münzâvî Hazretlerinin türbesinin yanındadır.
Emir Sultan: Osmanlı’nın kuruluş döneminde yaşadı. İsmi Muhammed, lakabı Şemsüddîn idi. 1368’de Buhara’da doğdu. Seyyiddir. Buhara’da doğduğu için Muhammad Buharî, Seyyid olduğu için Emir Buharî, Yıldırım Bâyezîd Han’ın damadı olduktan sonra Emir Sultan denildi. 1430’da Bursa’da vefat etti. Türbesi, kendi ismiyle anılan semttedir.
Hacı Bektâş-ı Velî: Osmanlı kuruluş devri evliyasının büyüklerindendir. 1381’de Horasan’da doğdu. Seyyid olup soyu Hazreti Ali’ye dayanır. Küçük yaşta iken babası ilim öğrenmesi için Ahmed Yesevi’nin halifesi Şeyh Lokman-ı Perende’ye teslim etti. Tahsilini tamamladıktan sonra Anadolu’ya geldi. Sultan Orhan ile sohbet etti. Yeniçeri Ocağı kurulurken duada bulundu. Kırşehir’de vefat etti. Arapça Makâlât isimli bir kitabı vardır.
Ubeydullah-ı Ahrâr: Silsile-i aliyyenin büyüklerindendir. Müslümanların göz bebeğidir. Taşkent’te doğdu. 1490’da Semerkant’ta vefat etti. Yusuf-i Nebhanî hazretleri “Sokakta giderken ansızın atını istedi. Talebeleri ile Semerkant’ın dışına çıktı. Onlardan ayrılıp çok zaman sonra yanlarına geldi. ‘Türk Sultanı Muhammed Han, kâfirlerle harb ediyordu. Onun yardımına gittim. Galip geldi’ dedi. Fatih İstanbul’u bu suretle aldı” diye kaydetmektedir. Evliyalar, Allahü teâlânın izniyle bir anda bir başka yere gidebilirler. İslamiyet’te buna “tayyimekân” denir.
NAKŞİBENDİLİĞİN ANADOLU’YA GELİŞİ
Nakşibendîyye tarikatının Anadolu’ya gelmesine vesile olan evliyanın meşhurlarından Abdullah-i İlahî’dir. Kütahya’nın Simav ilçesinde doğduğu için Abdullah-i Simavî de denir. İstanbul’un Zeyrek medresesinde ilim tahsil ettikten sonra Türkistan’da Semerkant ve Buhara’ya gitti. Orada zamanın mürşid-i kâmili, büyük evliyası Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin sohbetinden feyz alıp tasavvufta yetişti. Semerkant’tan dönerken Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin müridanından Emir Ahmed Buhârî’yi de beraberinde getirdi. Emir Buhârî bir müddet Simav’da kaldıktan sonra 1447’de İstanbul’a geldi. Zamanın Padişahı II. Bâyezid Han, Fatih’te ilk Nakşibendî dergâhını yaptırdı. Daha sonra Ayvansaray ve Edirnekapı’da da birer Nakşî tekkesi kuruldu. Nakşibendiliğin İstanbul’da tanınmasında, yerleşmesinde Emir Ahmed Buhari’nin çok büyük rolü oldu.
Emir Ahmed Buhârî’nin müridanından Şevâhid-ün-Nübüvve’yi Farsça’dan tercüme eden Bursalı Lâmiî Çelebi, bu kitabın sonunda, mürşidi Emir Ahmed Buharî hakkında şöyle diyor: “Sonra gelen evliyanın büyüklerinden biri de Emir Ahmed-i Buharî hazretleridir. Zamanımız onun irşadıyla şereflendi. Diyarımız onun ayak basmasıyla mesut oldu. İstanbul halkına büyük bir himmet olmuştur. Avam ve havvas herkes onun sohbet meclisine koşmuştur. Tam bir ihlas ile onun huzuruna gelenler, muradına erer, Allahü teâlânın rızasına uygun bir kul olurlardı. Çünkü O, tasavvuf yolları rehberi, hakikat diyarının kumandanıydı. Allahü teâlânın lütfu ile güzel ahlak ve faziletlere sahipti. Kutbül irşad, gavs-ül evtad idi. Onun yolu sünneti seniyyeye uymak üzere kurulmuştu.
Bu fakir Lâmiî Çelebi, Seyyid Ahmed Buhârî hazretlerinin eşiğine yüz sürdüğünden beri, bizzat şahit olduğum ve onu seven güvenilir kimselerden işittiğim kerametlerini ve harikalarını yazsam büyük bir kitap olurdu. Fakat kendi zamanında bunların yazılmasına razı olmaz diye, hâllerini kısaca yazdım. Çünkü maksat onun rızasını gözetmektir. Bu “Şevâhid-ün-Nübüvve” kitabının tercümesine teşebbüste bulunmam da sırf onun işaretleri, manevi yardımları, himmetleri ve emirlerine itaat neticesinde olmuştur. Yoksa bu işi bu fakirin yaptığı zannedilmesin.”
Emir Ahmed Buhârî hazretleri 1516’da vefat etti. Türbesi, Fatih’te kendi ismiyle anılan camiinin bahçesindedir. Müridi Lâmiî Çelebi de 1472’de Bursa’da doğdu. Türk edebiyatının önemli şahsiyetlerindendir. Arapça ve Farsçayı çok iyi bilirdi. 1531’de Bursa’da vefat etti. Kabri Nakkaş Ali Camii haziresindedir.
Mevlâna Abdurrahman Camiî hazretlerinin yazdığı ve Lâmiî Çelebi’nin Farsçadan Türkçeye tercüme ettiği “Şevâhid-ün-Nübüvve” kitabının Farsça ve Türkçesi, Hakikat Kitabevi tarafından basılmıştır
.
Bağdat ve Orta Doğu’da Şia kıskacının mazisi
27 Eylül 2020 02:00
A -
A +
Numan Aydoğan Ünal
turkdunyasi@hotmail.com
İhlas Vakfı Türk Dünyası Koordinatörü
“Dar-üs-selâm” ve “Medinet-üs-selâm’’ isimleriyle anılan bereketli Bağdat diyarının huzuru, İran’ın asırlardan beri devam edegelen Şiî-Fars emperyalist politikası yüzünden sık sık bozuldu. Bağdat her defasında İran’ın saldırı ve işgallerinden Türk sultanları ve devletleri tarafından kurtarıldı.
Bugün Irak’ın başşehri olan Bağdat’ın, Türk-İslam tarihinde müstesna bir yeri vardır. Bağdat tarihte büyük bir ilim ve irfan merkezi idi. Başta evliyaların pîri Seyyid Abdulkadir Geylânî ve mezhep imamımız İmam-ı Azam Ebu Hanife hazretleri olmak üzere pek çok âlim ve evliya Bağdat’ta yaşadı. Kültürümüzde “Ana gibi yâr, Bağdat gibi diyar olmaz’’, “Yanlış hesap Bağdat’tan döner” gibi atasözlerimiz vardır.
Birinci Dünya Harbi’ne kadar bir Osmanlı şehri olan Bağdat, 1917’de İngiliz kuvvetlerince işgal edildi. “Dar-üs-selâm” ve “Medinet-üs-selâm’’ isimleriyle anılan huzurlu ve bereketli Bağdat diyarının düzeni, İran’ın asırlardan beri devam edegelen Şiî-Fars emperyalist politikası yüzünden sık sık bozuldu. Bağdat her defasında İran’ın saldırı ve işgallerinden Türk sultanları ve devletleri tarafından kurtarıldı. Şimdi bunlardan bahsedelim.
GAZNELİLER VE GAZNELİ SULTAN MAHMUD
Gazneli Devleti’nin en büyük hükümdarı olan Sultan Mahmud, Hindistan fatihidir. Her yıl İslamiyeti yaymak için Hindistan’a seferler yapardı. Bu maksatla 17 sefer yapmıştır. Şiîliğin Irak topraklarında yayıldığını öğrenen Gazneli Sultan Mahmud, Kirman Valisi Ebu Ali’ye gönderdiği mektupta şöyle diyordu: “Benim maksadım Irak’a gelip vilâyeti almak değildi. Hindistan’da her gün ortaya çıkan yeni hadiseler mevcut olduğundan, onlarla meşgul oluyordum. Irak’ta yaşayan Müslümanların çoğu bana mektup göndererek, Deylemlilerin halka açıktan açığa pek çok zulüm yaptıklarını yazdılar. Nerede güzel bir kadın, temiz bir çocuk görseler onları zorla götürüp, fesat çıkarıyorlar. Onlarla kadınlar gibi birlikte yaşıyorlar. Resulullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) dostlarına açıktan lanet okuyorlar. Hazreti Aişe (radıyallahü anha) hakkında çok kötü sözler söylüyorlar. Şehirlerde ve nahiyelerde Rafizîlik mezhebini açıkça methediyorlar. Yaratıcının var olmadığı hakkında açıkça sohbet ediyorlar. Namaz, oruç, zekât ve haccın tamamını inkâr etmektedirler. Bu haberin doğruluğu anlaşılınca, ben de bu mühim işi Hindistan’a gazâya tercih ettim.
Bu sebeple Irak’a yönelerek, hepsi Hanefî mezhebinden, temiz inançlı, dinlerine sadık Türk askerlerini, Deylemîler, Rafizîler ve Batınîler üzerine gönderdim. Neticede köklerini yeryüzünden kazıdılar. Bir kısmını kılıçtan geçirdiler, kimisini hapsettiler, bir kısmını da zincire vurup esir ettiler. Bir kısmı da dünyanın şurasında burasında âvâre oldu. Horasan ulemasını, hepsini Hanefî veya Şâfiî yapmaları için görevlendirdim. Her iki mezhep; Rafizî, Haricî ve Batınîlerin düşmanı ve Türklerin tabiatına uygundurlar.
Hepsinin Rafizî olduğunu anladığım ve işleri güçleri Türkler arasında karışıklık çıkarmak olan Iraklı kâtiplerin, ellerine kalem almalarını yasakladım. Allahü tealanın yardımıyla çok kısa zamanda Irak ülkesini onlardan temizledim. Belki Allah beni, kötülük yapanları yeryüzünden kaldırayım, doğruları koruyayım, adaletle yeryüzünü imar edeyim diye yaratarak insanlara emir tayin etmiştir.” (Prof. Dr. Ahmet Kartal-Nizamülmülk 2003: 81-82).
SELÇUKLULAR VE TUĞRUL BEY
10. asrın sonunda Bağdat’taki Abbasî halifesi, bütün siyasi güç ve kuvvetini kaybetmiş, hilafet merkezi Bağdat da dâhil olmak üzere İran ve Horasan’ın büyük bir kısmı ise Şiî inancının güçlü bir temsilcisi olan Büveyhi hanedanının hâkimiyeti altına girmişti. Sünnî İslam dünyası sosyal, siyasi ve dinî bakımdan tam bir çaresizlik içindeydi. Artık, Sünnî Müslümanlar hilafet müessesesini ve merkezini kurtaracağına inandıkları “sahib-i zaman”ın çıkmasını bekliyorlardı. Kurtarıcı olarak beklenen; Selçuklu Türklerinin üstün kabiliyetli, sabırlı, dirayetli ve cesaretli hükümdarı Tuğrul Bey’den başkası değildi…
Bağdat’taki devrin Abbasi halifesi El-Kaîm bi-Emrillâh da, gerek Sünni İslam dünyasını, gerekse kendi şahsında temsil edilen hilafet müessesesini, içine düştüğü bu buhrandan ancak Selçuklu Türklerinin kurtaracağına inanıyordu. Bunun için halife, devrin büyük şahsiyetlerini, âlim ve kadılarını Tuğrul Bey’e elçi olarak göndererek, onu Bağdat’a davet etti. Tuğrul Bey’in Oğuz Türklerinden oluşan 120.000 kişilik muhteşem bir orduyla hilafet merkezi Bağdat’a girmesi neticesinde âdeta yer yerinden oynadı. Şehirde büyük bir sevinç ve heyecan vardı. Ümit ve sabırla beklenen Allah’ın halis ordusu, İslam’ın kurtarıcıları Selçuklu Türkleri, Bağdat’a gelmişti.
Bağdat hilafet sarayında yapılması kararlaştıran tören için her şey çok önceden, bütün incelikleriyle planlandı. Başta halife olmak üzere şehrin bütün ileri gelenleri bu aziz misafirlerini ağırlamak için hiçbir fedakârlıktan çekinmediler. 25 Ocak 1058 Cumartesi günü Halife, Tuğrul Bey’e has olarak hazırlanan bir küheylan at gönderdi. Selçuklu Sultanı bu ata bindi, yanında sivil, asker ve Selçuklu beyleri olduğu hâlde merasimin yapılacağı saraya geldi. Abbasi halifesi El-Kaim bi- Emrillah sırtında Hazreti Peygamberin Bürde-i şerîfi (hırkası) elinde asası olduğu hâlde 3 metre yüksekliğindeki ulu saltanat tahtında oturarak Tuğrul Bey’i karşıladı ve önceden hazırlanmış, kıymetli taşlarla süslü, altından yapılmış heybetli bu tahta oturmasını işaret etti.
İslam halifesi, Selçuklu devlet ricali ve hilafet erkânı, asker ve sivillerden oluşan çok büyük bir kalabalık önünde Türk sultanına hitaben şu konuşmayı yaptı: “Müslümanların Emîri, senin hizmetlerine teşekkür etmekte ve başardığın işlerle iftihar etmektedir. Allahü teâlâ sana lütfettiği ülkelerin hepsinin idaresini senin uhdene vermiştir. Öyleyse insanlar arasında adaleti yay. Zulümden sakın! Sana uyanların iyiliği için her şeyi yap!…”
Bu konuşmalardan sonra sıra karşılıklı hediyelerin verilmesine geldi. İslam halifesi, Türk sultanına hil’at ve taç giydirdi ve bir de altın kılıç kuşattı. Kendisine gösterilen bütün bu izzet ve ikramlardan son derece memnun olan mütevazı Türk sultanı Tuğrul Bey, İslam halifesinin elini öptü.
DOĞU’NUN VE BATI’NIN HÜKÜMDARI
Bu muhteşem merasimden sonra Tuğrul Bey, İslam imparatorluğunun nâibi ilan edilerek kendisine bir de ahitname verildi. Halife onu, bütün İslam dünyası nâmına “Doğu’nun ve Batı’nın Hükümdarı” olarak selamladı. (Prof. Dr. Zekeriya Kitapçı)
10 Ocak 1058 tarihinde yapılan bu merasimden sonra İslam âleminin siyasi liderliği, Türk devlet ve sultanlarına geçti. 1517’de Yavuz Sultan Selim’in Mısır Abbasilerinden halifeliği teslim almasıyla, İslam âleminin hem dinî hem de siyasi hâkimiyeti Osmanlılarda birleşmiş oldu. Bu da 1924 tarihinde Osmanlı hilafetinin kaldırılmasına kadar devam etti. Böylece Türkler siyasi ve dinî olarak 860 sene İslam âleminin liderliğini yaptı. (Prof. Dr. Ergin Ayan)
OSMANLILAR, KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN VE SULTAN 4. MURAD HAN
Kanunî Sultan Süleyman Batı’da Hristiyan Avrupa devletleriyle mücadele ederken İran’daki Şiî Safevi Devleti de Roma – Cermen devletleriyle Osmanlılara karşı ittifak kurup, Doğu Anadolu’da hudut tecavüzleri yaptıkları gibi Sünnî halka da zulmediyordu. Safevilerin ajanları Osmanlı ülkesinde faaliyet gösterip Celaliler vasıtasıyla iç isyanlar çıkartıyorlardı. Kanunî Sultan Süleyman 11 Haziran 1534’te İstanbul’dan hareket etti. 27 Eylül’de Tebriz’e girdi. Safevilerin zulmünden bunalan şehir halkı, Sultan Kanunî ve Osmanlı ordusunu sevinçle, bir kurtarıcı olarak karşıladı.
Kanunî Sultan Süleyman, 30 Kasım 1534’de Bağdat’a girdi. Şehrin ahali, âlim, kumandan ve devlet adamlarının bulunduğu bir sırada, şükür nişanesi olarak bir dinî merasim yaptırdı, çeşitli ihsanlarda bulundu. Daha sonra Bağdat’ta Abdülkadir Geylânî ve İmam-ı Azam hazretlerinin kabirlerini, Kerbela’da Hazreti Ali ve Hazreti Hüseyin’in makamlarını ziyaret etti. Abdülkadir Geylânî hazretlerinin kabrine türbe ve yanına imaret yaptırdı.
SON FETİH
Doksan yıldır Osmanlı hâkimiyetinde bulunan Bağdat’ın, Safevilerin eline düşmesi bütün Sünnî İslam dünyasında büyük üzüntüye sebep oldu. 4. Murad Han daha genç yaşta olduğu hâlde Bağdat’ı geri alabilmek için derhâl harekete geçti. Sivaslı Abdülmecid Şeyhî Efendi’nin elinden Hazreti Ömer’in kılıcını kuşandıktan sonra 8 Mayıs 1638 tarihinde Bağdat’ı fethetmek niyetiyle Üsküdar’dan hareket etti.
Osmanlı ordusu İstanbul’dan hareketinden 197 gün sonra Bağdat önlerine ulaştı. İmam-ı Azam türbesinin bulunduğu yer, surların dışında olduğundan, daha önce ele geçirilmişti. Padişaha evvela İmam-ı Azam hazretlerinin türbesini ziyaret etmesinin iyi olacağı söylenince genç sultan ağlamaklı şekilde: “Bağdat şehri sapıkların pis ayakları ile kirlenirken İmamımızın kabrini ziyarete gitmekten hayâ ederim” cevabını verdi.
Kuşatma esnasında 18-20 okka gülle atan Osmanlı topları kaleyi şiddetle dövüyordu. Padişah da devamlı olarak siperleri gezip askerlere moral veriyordu. İranlılar ise Osmanlı mevzilerine karşı şiddetli taarruz ve baskınlarda bulunuyorlardı. Muhasaranın kırkıncı günü İranlılar teslim olmayı kabul ettiler. Böylece Bağdat tekrar Osmanlı Türklerinin hâkimiyetine girdi. (Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil)
Sultan Murad, kuşatma esnasında surda delik açarak askerlerin şehre girmesini sağlayan en büyük topu, Bağdat’ın savunması için orada bıraktı. Bağdat halkı daha önce böyle büyük bir top görmemişti. Bu top hâlen Bağdat’ta bir parkta bulunmaktadır. Halk, bu Osmanlı topunu sık sık ziyaret etmektedir.
Bağdat 1917’de İngiliz kuvvetlerince işgal edildi. 1921’de Irak devleti kuruldu. Bu tarihten sonra yine İran’ın emperyalist Şiî-Fars politikası neticesinde Şiîlik, başta Irak olmak üzere bütün Orta Doğu’da yayılmakta ve yerleşmektedir.
Son asrın büyük âlimlerinden Hüseyin Hilmi Işık hazretleri, “Faideli Bilgiler” kitabında diyor ki: “Bugün, Müslüman denilen üç büyük İslam fırkası vardır. Şiîliği Yahudiler kurdu. Vehhabîliği İngilizler kurdurdu. Ehl-i sünneti Türkler korumaktadır.”
Bugün Orta Doğu’da Sünnî İslamiyet’in yaşaması, huzur ve sükûnun sağlanması ancak sosyal, siyasî ve ekonomik bakımdan güçlü bir Türkiye’nin sayesinde olacaktır.
Bir İttihatçının kaleminden Abdülhamid Han’ın dinî hassasiyeti
15 Şubat 2021 02:03
A -
A +
Numan Aydoğan Ünal
İhlas Vakfı Türk Dünyası Koordinatörü
Sultan Abdülhamid, Kur’ân-ı kerim tercümesiyle alakalı şöyle diyordu: “Bu kadar tefsirler varken, tercümeye ne hacet? Hem tercüme edilirse, âyetlerdeki mânâlar kaybolur. Meselâ, ‘Elif Lâm Mim’ âyeti, nasıl tercüme olunur? Sonra, her âyet, kendinden evvel gelen bir âyeti izah eder. Bence böyle şeylere teşebbüs iyi değildir.”
Sultan Abdülhamid Han, 1909’da 31 Mart Vakası ile İttihat ve Terakki ileri gelenleri tarafından tahttan indirildikten sonra, Selanik’e götürüldü. Burada Alatini Köşkü’nde üç buçuk yıl kadar nezarette tutuldu. 1912’de Balkan Savaşı’nın başlaması sebebiyle, İstanbul’daki Beylerbeyi Sarayı’na getirildi. 1918’de vefat edinceye kadar burada kaldı.
Selanik’e götürüldüğü andan Beylerbeyi Sarayı’nda vefat ettiği güne kadar, Sermuhafız Rasim Bey; diğer muhafızlar Yüzbaşı Salih Bey, Mülazım Naci Bey, Mülazım Mahmut Esat Bey ve hizmetkârlardan Musahip Nuri Ağa, Şöhrettin Ağa ve Kahvecibaşı Ali Bey kendisine refakat ettiler.
Eski bir İttihat Terakki mensubu, tarihçi, gazeteci-yazar Ziya Şakir’in, 1930’lu yılların gazetelerinde tefrika edilen makaleleri, daha sonra “Abdülhamid Han’ın Son Günleri” ismiyle neşredildi. Bu kitap, yukarıda adı geçen şahısların bazılarının gündelik olarak tutup kendisine hediye ettikleri notlardan, bazılarının da gördükleri ve işittiklerinden, ayrıca Abdülhamid Han’ın hususi doktoru Âtıf Hüseyin Bey’in on dört defterlik hatıralarından faydalanılarak hazırlanmış. Adı geçen kitaptan bazı hususları, kısmen sadeleştirerek sunuyoruz:
İCTİHAD MESELESİ
Sultan Abdülhamid Han Selanik’te Alatini Köşkü’nde, muhafız subaya bir sohbette, İslam’da ictihad konusunda şunları söylüyor:
“Bizim dinimizde hiç müşkilat yoktur. Her şeyin kolayı bulunmuştur. Kıyasa tatbik olunarak her müşkil mesele hal olunur. Evvelce ictihad ile de şeriat meselelerinin halli mümkün olurmuş. Fakat şimdi bu kapı kapandığı için yalnız kıyas kalmıştır.
İranlılar, hâlâ ictihad ile hareket ederler. Bizde de Sultan Selâhattin zamanına kadar vardı. O zaman, istismar edildiği için kapandı. Bununla birlikte, bugün tekrar açılmasına lüzum yoktur. Çünkü kıyas tatbik edilerek her şeyin halli mümkündür. Kıyasta hiçbir şey noksan bırakılmamıştır.
Hind ulemasında, ismi iyice aklımda kalmadı; galiba Rahmetullah Efendi olabilir. Onunla Hoca İshak Efendi’nin bu hususta çok güzel eserleri vardır. Bu Hindli zât, Hindistan’da, bütün Hıristiyan papazlarından müteşekkil bir mecliste, bunların hepsini susturmuş. Mesele, İncil üzerine imiş. İncil’in içindekilerinin, akla aykırı şeylerden ibaret olduğunu birer birer ispat edince; papazlar cevaptan âciz kalarak “sehv-i kâtip, sehv-i kâtip” (kâtip hatası) demekle yetinmiş ve cevap verememişler. İshak Hoca, bu hususta meşhurdur.”
Muhafız subay: “Evet efendim… Fakat bu eserlerin maalesef bugün mevcudu kalmamıştır.” deyince; “Hayır, hayır, vardır. Sahaflarda bulunur. Ben tarif edip aldırayım da size vereyim. Bakınız, okuyunuz” dedim.
[Sultan Abdülhamid Han’ın bahsettiği Harputlu Hoca İshak Efendi’nin “Diyâ-ül-kulûb” adlı bu eseri Hakikat Kitabevi tarafından “Cevap Veremedi” adıyla basılmıştır.]
BUHARÎ-İ ŞERİF İFTİRASI
Abdülhamid Han’ı tahttan indirmek için ittihatçıların zorla hazırlattığı fetvada, Sultan’ın dinî kitapları yasak ettiği, yaktırdığı gibi aleyhine çirkin iftiralar da vardı. Abdülhamid Han Selanik’teyken muhafız subay kendisine: “İstanbul’da basılan bir gazetede, Buharî-i şerif kitabını toplattırarak bunun yerine Mısır matbaalarında basılan nüshaları medreselere dağıttığınızdan bahsediliyor” deyince: “Allah Allah! Bunu söylüyorlar ha… Pekâlâ, bunun sebebini araştırıp da bilenlerden hiç sormamışlar mı?..”
“Bakınız bu meseleyi ben size anlatayım: Malum ya, Buharî-i şerif tamamen Peygamberimizin hadisleri ile bunların tefsirlerinden ibarettir. İstanbul’da basılan nüshalar, âdi Acem matbaalarında, fena kâğıtlar üzerine basılmış ve tamamen yanlıştır. Hâlbuki hadis-i şerif çocuk oyuncağı değildir, bir tek ‘vav’ harfi koca bir hadisin manasını değiştirir. Okuyanların, dinleyenlerin fikrini ve muhakemesini altüst ederek yanlış anlaşılmalara sebep olabilir. Ben buna bir çare bulmayı düşünürken Şeyh Said Efendi Mısır’da hatasız, doğru Buharî-i şerif olduğunu söyledi. Hemen haber gönderdim, bir sûretini istinsah (kopya) ettirerek getirttim. Burada tetkik ettirdim. Sahih olduğuna kanaat hâsıl olunca bütün masrafını kendim karşılayarak Mısır matbaalarında bastırdım.
Basılan bu nüshaları getirttim. Saray kütüphanesinde muhafaza ettirdim. Arzu edenlere hayrat olmak üzere verdim. Zannediyorum ki bununla İslamiyet’e büyük bir iyilik ettim. Demek, bunu parmaklarına dolamışlar ha!”
[“Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye” kitabının 1083. sayfasında diyor ki: “Sahih-i Buharî'nin 1894 senesinde, Sultan Abdülhamid Han tarafından Mısır'da yaptırılan iki cilt baskısı, pek nefis ciltlenmiş, altın tuğra ve nukûş ile tezyin edilmiştir.”]
KUR’ÂN-I KERİM TERCÜMESİ VE SİNSİ İNGİLİZ OYUNU
Sultan Abdülhamid Han, Tercüman gazetesinde çıkan, Kur’ân-ı kerim tercümesiyle alakalı yazıya çok üzüldüğünü de şöyle anlatıyor:
“Bu kadar tefsirler varken, tercümeye ne hâcet? Hem tercüme edilirse, âyetlerdeki manalar kaybolur. Meselâ, “Elif Lâm Mim” âyeti, nasıl tercüme olunur? Sonra, her âyet, kendinden evvel gelen bir âyeti izah eder. Bence, böyle şeylere teşebbüs, iyi değildir.”
“Hâfız Paşa’nın Zaptiye Nâzırlığı zamanında idi. Beşiktaş’ta oturan hocanın biri, bir İngiliz Protestan rahibi ile kafa kafaya vermiş. Kur’ân-ı kerimi istedikleri gibi tercümeye koyulmuş. Bunu, Hâfız Paşa duymuş. Derhâl evi basmış, rahip ile hocayı tercüme yaparken yakalamış. Hocayı alıp götürmüş, hapse tıkmış. Bu vakadan, mühim bir mesele çıktı. O zaman İngiltere Sefiri Oytel idi. Benim ahbabım olmakla beraber, titiz, geçimsiz bir adamdı. Aksi gibi o esnada Ankara ve Erzincan konsolosları da, Türk kumandanlardan hakaret gördüklerinden şikâyette bulunuyorlarmış.”
ELÇİDEN SERT NOTA!
Oytel, bu üç meseleyi zihninde büyütmüş. Eğer bu meseleler hakkında yirmi dört saat içinde izahat verilip özür dilenmezse ülkesine döneceğine dair Bâbıâli’ye (hükûmete) sert bir nota vermiş. Bâbıâli, büyük bir telaş ile bana bunu bildirince, hemen sefire haber gönderdim. Yanında baş tercümanıyla gelerek Münir Paşa ile huzura çıktılar. Daha kapıdan girerken: “Gayrı resmî geliyorum” dedi.
Ben de, güya hiçbir şeyden malûmatım yokmuş gibi: “Buyurun, oturun. Sizi biraz dalgın görüyorum. Yoksa mühim bir şey mi var?” diye işi anlamamazlığa vurdum. Sefir, hemen şikâyete başladı: “Evet! Üç mühim mesele var. Eğer, Babıâli, bunları yirmi dört saate kadar arzumuza uygun surette halletmezse, İngiltere’nin şerefini muhafaza için pasaportumu alıp gideceğim ve münasebeti keseceğim, başka çare yoktur” dedi.
Ben gülerek cevap verdim: “Haa... Hatırlıyorum, Babıâli’den bana bir kâğıt gelmişti. Bir iki şeyden bahsediyorlardı. Fakat bunların içinde, mühim bir şey görmedim. Galiba, kâğıt da şurada olacak” dedim. Kalktım, masanın üstünden kâğıdı aldım ve izah etmeğe başladım: “Birincisi; bizim tebaamızdan olan bir hoca, bize şimdilik doğru görünmeyen bir harekette bulunmuş. Zaptiye Nazırı da bunu suçüstü yakalamış. Hocayı Şeyhülislam makamına teslim etmiş. Tabii, muhakemesi olur. Bu suçu sabit olmazsa, kurtulur. Aksi takdirde, ilgili kanuna göre cezasını bulur. Siz diyorsunuz ki, o ev basıldığı zaman, orada bir İngiliz bulunuyormuş. Pekâlâ, amma, o ev bir İngiliz evi değildir. Ve yapılan hareket de kapitülasyonlara aykırı değildir. Nitekim orada bulunan İngiliz, beş dakika bile tevkif edilmemiş, derhâl serbest bırakılmıştır.
ELÇİ KIPKIRMIZI OLDU
Gelelim diğerlerine; gerek Ankara vakaları ve gerek Erzincan kumandanı hakkında ciddî soruşturma yapılıyor. Eğer İngiliz konsoloslarının hakaret gördükleri sabit olursa, derhâl cezalarını göreceklerinden emin olabilirsiniz. Sizin çok önemsediğiniz işler, görüyorsunuz ki çok basit şeylerdir. Ve şu andan itibaren de hallolmuş demektir.
Sefirin, pek büyük bir mesele gibi gözünde büyüttüğü şeyleri ben böyle ehemmiyetsiz bir tavırla ve çok kolaylıkla halledince sefir, kıpkırmızı oldu. Hem kendi baş tercümanı, hem de Münir Paşa gülmeye başladı. Hele, sefirin gönlünü okşamak için: “Zaptiye Nâzırı Hâfız Paşa vazifesini yapmış. Emin olunuz ki, İngiltere hükûmetine ve tebaasına karşı katiyen hakaret yoktur. Böyle olmakla beraber, mademki arzu ediyorsunuz, ben Hâfız Paşa’yı size göndereyim de bir ‘pardon’ desin” dedim. Öfkeyle gelen sefir, memnuniyetle gitti. İşte böyle nazik meseleleri, ben bizzat idare eder ve Babıâli’yi (hükûmeti) müşkil vaziyetlerden kurtarırdım.
DUA İLE GELEN ŞİFA
Sultan Abdülhamid Han bir vesileyle, muhafız subayına diyor ki:
“Ben şimdi, beş vakit namazdan sonra “Kazâ-i hâcet” duasını okuyorum. Bu duanın vaktiyle de çok faydasını gördüm. Bu bana Süleymaniyeli Şeyh Ahmed Efendi isminde bir zatın yadigârıdır. Ne vakit başım sıkışsa okurum. Bakınız, size bu duanın menkıbesini anlatayım da, şaşınız. Bir tarihte sırtımda bir çıban çıktı. Bunu bütün doktorlar muayene ettiler, nihayet: ‘Şîr-i pençedir. Yarmak icap ediyor’ dediler. Ben, yardırmak taraftarı değildim. Tedavi ile geçiştirmek istiyordum. O esnada Doktor İsmet Paşa’yı tanıdım. İsmet Paşa da baktı. ‘Bir lapa tertip edeceğim, eğer onunla delinirse, ne âlâ, delinmezse ameliyat zaruridir’ dedi. Fena hâlde müteessir oldum, ‘Hele şu lapayı da koyalım da, Allah kerimdir’ dedim. Gece lapayı yaptılar, sırtıma koydular. Doktorlar da yanımdaki odada toplandılar. Neticeyi beklemeye başladılar. Eğer çıban sabaha kadar delinmezse ertesi günü mecburi ameliyat olacağım.
MEKTUP GELDİ
Bir taraftan can acısı, diğer taraftan da ameliyat endişesiyle neticeyi düşünürken, o esnada bir mektup geldi. “Açınız bakalım, nedir?” dedim. Mektubu açtılar. Süleymaniyeli Şeyh Ahmed imzalı Arapça bir mektup. Mektubu Esad Efendi’ye verdim. “Okuyacak hâlim yok, siz okuyunuz” dedim. Esad Efendi mektubu okumaya başladı. Mektup ‘evlâd’ diye başlıyor. Mektupla gönderdiği ‘Kaza-i Hâcet’ duasını her gün ve bilhassa başım sıkıldıkça okumamı tavsiye ediyor. ‘Efendi! Siz okuyunuz da, ben de okuduklarınızı tekrar edeyim’ dedim. Esad Efendi okumaya başladı. Ben de ona refakat ettim. Daha dua bitmeden uykuya dalmışım. Bir müddet sonra, sırtımdan sıcak sıcak bir şeyin aktığını hissederek uyandım. Bir de, ne bakayım? Hey Kâdir-i Hüdâ... O müthiş çıban delinmiş akıyor. Hemen ‘Doktorlara haber verin’ dedim.
Doktorlar geldiler, yarayı muayene ettiler. “Geçmiş olsun efendim. Çıban açılmış. Artık ameliyata hâcet kalmadı.” dediler. O günden beri, ne zaman bir şeye sıkılsam, bu duayı okurum
.
Batılıların gözünden mazideki hayvan sevgisi
20 Mart 2021 02:00
A -
A +
Numan Aydoğan Ünal
İhlas Vakfı Türk Dünyası Koordinatörü
Osmanlıyı ziyaret eden Avrupalılar, Türklerin hayvanlara gösterdikleri sevgiden hatıratlarında sık sık bahsetmektedirler. Mesela Fransa Elçisi olarak Türkiye’ye gelen Busbeck “Onların atlara nerede ise evlerine sokacak, hatta sofralarına alacak kadar şefkatli davrandıklarını gördüm” diye yazar.
Osmanlılar, kuşlar için câmi, türbe, han, hamam, medrese, çeşme ve bedesten gibi binaların özellikle güney cephelerine, âdeta dantel gibi işlenen zarif, estetik bakımdan mükemmel barınak, yuva yaparlardı.
Hayvan hakkı, kul hakkından daha önemlidir. Çünkü hayvanlarla nasıl helalleşeceksin?!.
Türk milletinin üstün vasıfları vardır; cömerttir, cesurdur, merttir, en mühimi de müşfik ve merhametlidir. Meşhur tarihçilerimizden Prof. Dr. Mükrimin Halil Yinanç diyor ki: “Türk’ün eşkıyası dahi merhametlidir.” Üstad Necip Fazıl da “Türk’ün sarhoşu dahi Allah! diye nâra atar” sözüyle Türk milletinin şuuraltında, sarhoşken bile, Allah korkusuna işaret eder. Türk milletinin merhameti fıtrîdir. Yani Allah vergisidir. Savaşta da gösterdiği asâletini, merhametini tarihçiler yazmaktadır.
İslamiyet tam bir merhamet dinidir. Kul ve hayvan haklarına riayet etmemek en büyük günahtır. Bu günahlar tövbe etmekle, pişman olmakla af edilmez. Hak sahiplerinin haklarını yerine getirmek ve helalleşmek lazımdır. Hayvan hakkı, kul hakkından daha önemlidir. Çünkü hayvanlarla nasıl helalleşeceksin?!.
Peygamberimiz Hazreti Muhammed (aleyhisselam): “Merhamet etki merhamet olunasın. Yeryüzündeki mahlûklara acımayana göktekiler acımaz. Her canlı hayvana yapılan iyiliklere de sevap vardır” buyurmaktadır. Deve, boğa, koç, horoz dövüştürmeyi İslamiyet yasak etmiştir. Bu dövüşler kumar olarak yapılırsa haram ve daha büyük günahtır.
Biz bu makalemizde Türk milletinin hayvan sevgisinden, merhametinden misalleri, özellikle Avrupalı seyyahların kitaplarından ve hâtıralarından vereceğiz. Osmanlı Devleti’ni ziyaret eden Avrupalılar, hâtıralarında Türklerin kuşlara, sokak kedi-köpeklerine, atlara, yük hayvanlarına gösterdikleri sevgiden, bakımları için kurdukları vakıflar ve tedavi merkezlerinden, hayvanları korumak için çıkartılan kanun ve vakfiyelerden sık sık bahsetmektedirler.
Kanuni Sultan Süleyman zamanında Fransa Elçisi olarak Türkiye’ye gelen Busbeck “Türkiye Mektupları” isimli eserinde Türklerin atlara davranışları hakkında şöyle diyor: “Türklerin at uşakları(bakıcıları), atları çocuk gibi okşar ve asla dövmezler. Oysa bizimkiler bu hayvanları ancak, bağırarak ve sopayla vurarak terbiye edeceklerini sanırlar. Türklerde yirmi yaşına gelmiş atları, benim sekiz yaşındaki atlarımla aynı zekâ ve fizikî kuvvette görmek mümkündür.
“NEREDEYSE ATLARI EVLERİNE SOKACAKLAR”
Türkler atlarını olabilecek bütün yumuşaklıkla terbiye ettiklerinden, Türk atları kadar yumuşak başlı, sahiplerini veya bakıcılarını daha iyi tanıyan başka hayvan yoktur. Kapadokya’ya giderken köylülerin taylara gösterdikleri ihtimamı, onları nasıl okşadıklarını, nerede ise evlerine sokacak ve hatta sofralarına alacak kadar şefkatli davrandıklarını gördüm. Bunun için atlar insanlara karşı derin bir sevgi gösterirler. Bu sebeple, çifte atan, ısıran veya inatçı ata pek rastlanmaz. Ama bizim usulümüz ne kadar farklı Tanrım! Bizdeki alışkanlığa göre at uşakları durmadan tehdit edici bir sesle bağırarak ve böğürlerine vurmaya hazır bir sopa bulundurmaktan başka uygulanacak bir şey yok sanıyorlar.”
“MÜSLÜMAN KEDİSİ”
Türk dostu Fransız yazar Claude Farrere, İstanbul’a ilk geldiğinde, bir kedi gemilerine girer, insanlardan hiç kaçmaz. Daha önce İstanbul’a gelmiş olan gemicilerden biri,“Bu Müslüman kedisidir” der. C. Farrere başlangıçta bu sözü yadırgar. Ancak şehri gezerken kendisi de durumu yakinen anlar. Hâtıralarında, İstanbul sokaklarında Müslümanların kedi ve köpeklerinin yanlarına yaklaşıldığında insanlardan hiç kaçmadıklarını; oysaki Müslüman olmayanların kedi ve köpeklerine yaklaşılınca, hayvanların selameti kaçmakta bulduklarını söyler.
17. asır ortalarında İstanbul’da bulunan Fransız şarkiyatçı ve arkeolog Antoine Galland da Türklerin kuşlarla, leyleklerle iç içe yaşadıklarını, onlara çok iyi davrandıklarını, bunların da insanlardan kaçmadıklarını, yuvalarını her yere; yollar üzerindeki ağaçlara, evlerin çatılarına ve direkler üzerine yaptıklarını kaydetmektedir.
Fransız yazarı Georges Castellan, 1811’de kaleme aldığı yazılarında “Bir Türk binası inşa edilirken güvercinlerin ve diğer kuşların susuz kalmamaları için münasip yerlere yalaklar yapmak, Türk sivil mimarisinin vazgeçilmez özelliğidir” ifadesini kullanmaktadır.
KUŞ AZADI ÂDETİ
Fransız seyyah Jean Thevenot, 1650 senesinde Türkiye’de gördüklerini şöyle anlatıyor: “Osmanlılar kuşlara ve hayvanlara çok şefkatlidir. İnsanlar kuş pazarlarına giderek kuşları satın alır, sonra da hemen azat eder, yani uçururlardı. Böylece bu kuşların mahşer günü kendilerine şefaat edeceklerine inanıyorlardı.” II. Bayezid Han, kendi ismiyle anılan caminin inşası esnasında hazırlanan “Bayezid Vakfiyesi”nde kuşlar için her yıl harcanmak üzere 36 altın lira yem parası tahsis etmişti.
Osmanlılar, kuşlar için câmi, türbe, han, hamam, medrese, çeşme ve bedesten gibi binaların özellikle güney cephelerine, âdeta dantel gibi işlenen zarif, estetik bakımdan mükemmel barınak, yuva yaparlardı. Bunlara “kuş evi” veya “âşiyan” denir.
Avrupa’da daha hayvan hakları yok iken Bursa’da “Gurabâhâne-i laklakan” ismiyle leylekler ve diğer kuşlar için hastane yapıldı. Bu hastanede sakat, yaralı, uçamayan, göç sürüleriyle gidememiş leylek ve diğer kuşların tedavi ve bakımları yapılırdı. Tarihçi ve edebiyatçıların eserlerinde sık sık konu edilen bu bina, yakın zamanda Bursa Büyükşehir Belediyesi tarafından restore edildi.
Kanuni Sultan Süleyman, Süleymaniye camisinin inşasında yük taşıyan hayvanların bakımları, taşıyacakları yüklerin ağırlıkları ile ilgili pekçok ferman çıkarmıştır. Osmanlı’da top çeken büyükbaş hayvanlar yaşlanınca kasaplara satılmaz; ölene kadar iyi bakılmaları için maaşa bağlanırdı.
Tarihçi Reşat Ekrem Koçu da şunları kaydediyor: “Osmanlı döneminde gemiler bakım için tersane havuzlarına alındığında, havuzun suyu bostan dolaplarıyla boşaltılırdı. Bu iş için dolap mandaları koşulurdu. Askerlik vazifesi tersaneye çıkanlardan nakdî bedel kabul edilmez, bir manda alınırdı. Bu şekilde askerlik süresini dolduran mandalara ‘terhis tezkeresi’ verilerek tören yapılırdı. Bu terhis tezkeresi, mandanın boynuzları arasına sırmalı bir kordon ile takılırdı. Köyüne gönderilen mandalar merasimle karşılanır, bir daha koşulmazdı.”
Sultan II. Mahmut zamanında, 18 Temmuz 1824’de (Sicil 154, Varak 23) verilen emirnâmede de şöyle denilmektedir: “İstanbul iskelelerinde kömür, kereste, kireç, zahire ve diğer malzemelerin taşınması için at ve eşeklerin her gün güneşin doğuşundan ikindi vakitlerine kadar çalıştırılmalarını ve cuma günlerinde bütün gün tatil yaptırılmalarını, yüklerini gerekli yerlerine götürdükten sonra geri dönerken onların üzerine binilmesini engellemek için semerlerin üzerine çakılan vukiyyeleri (demirden çiviler) çıkarmamalarını tembih ve sıkı bir şekilde kontrol edin.’’
İsveçli Ermeni diplomat D’ohsson diyor ki: “Türklerde hayırseverlik o derecedir ki, hayvanları bile içine alır. Hiçbir kimse hayvanlara kötü muamele etmez ve ettirmez. Bir kimse devesine, atına veya katırına fazla yük yüklese, hayvanı fazla yorsa, polis derhal buna müdahale eder, eziyeti önler ve hayvanı dinlenmeye sevk eder; buna salahiyeti vardır. Her gün bu gibi hareketlerin misalini görmek mümkündür ki, bütün bunlar, hiç şüphesiz, Türk milletini şereflendirmektedir.”
KÖPEKLER EVE SOKULMAZDI AMA...
D’ohsson daha sonra şöyle devam ediyor: “Temizlik kaideleri bakımından Türkiye’de köpekler eve sokulmaz ama millet bunları da beslemeye ve alıştıkları mahallerinde muhafazaya dikkat eder. Birçok vatandaş, Allah’ın günü onlara yiyecek götürür. Kedilere karşı hassastırlar. Bunda Peygamberin verdiği örneğinde tesiri vardır. Bütün muâsır (çağdaş) müelliflerin ittifak ettiğine göre, Hazreti Muhammed kedileri sever, okşar, hatta kendi eliyle onlara yiyecek verirmiş. Bu bakımdan müminlerin çoğu, evlerinde severek bir veya birkaç kedi beslermiş.
Müslümanların ava pek düşkün olmamasıda onların itikadı ile ilgilidir. Hatta sadece hayvanları öldürmek değil, onları hürriyetlerinden etmek de -hele etinin yenmesi yasak olunanlar için- insanlığa sığmayan bir şeydir. İçlerinden çoğu, bu gibi hayvanları avcılardan satın alır ve hemen âzâd ederler. Birçok şehirde, kafesler dolusu kuş satanlara rastlanır, bunlara ‘Âzâd Kuşu’ denir.”
HAYVANLARA “DİNLENME İZNİ”
Fransız tarihçi, yazar Elisee Reclus diyor ki: “Türkler fıtraten hayvanlara da çok merhametlidirler; mesela birçok bölgelerde eşeklere haftada iki gün dinlenme izni verilmektedir. Bir çınar dalına yahut evin damına tünemiş leyleğin yuvası da mesut bir aile manzarası arz etmektedir. Türklerle Rumların karışık olarak bulundukları köylerde bir evin hangi tarafa ait olduğunu anlamak için eve girmeye lüzum yoktur. Leyleğin damına yuva yaptığı ev Türk evidir.”
Osmanlılar, insan ve hayvan haklarına o kadar çok ehemmiyet verirlerdi ki bunlar için kanunlar çıkartmışlardı. Mesela Yavuz Sultan Selim’in kanunnamesinin bir maddesinde şöyle deniliyor: “Değirmencilerin tavuk beslemesi yasaktır. Ancak vakti bilmek için bir horoz besleyebilirler.”
İTTİHATÇILARIN KÖPEK İTLAFI
Ancak Abdülhamid Han tahttan indirildikten sonra Osmanlıda idareyi ele alan İttihatçılar, sadece insanlara değil hayvanlara da büyük zulüm yaptılar. Talat Paşa’nın Dâhiliye Nâzırı olduğu 1910 yılında, İstanbul’da tarihin en büyük köpek itlaf kampanyası başladı. Köpek toplama ekipleri, topladıkları hayvanları hayırsız adaya gönderdiler. Adada aç susuz kalan hayvanların havlamaları İstanbul sahilinden duyulurdu. O yıllarda İstanbul halkı bundan çok müteessirdi, sürgün köpeklere her gün sandallarla yiyecek götürürlerdi. Hayvanların hepsi ölünce sesleri de kesilmiş oldu. Münevver Ayaşlı diyor ki:
“İstanbul halkı, bu köpeklerin ahından dolayı başımıza büyük bir belâ gelir diye korkuyordu. Nitekim 1912’de Balkan Savaşı faciası olunca halk, başımıza bu felaket İttihatçıların bu zulmünden dolayı geldi diyorlardı
.
Dünden bugüne isim ve soyadlarımızın hikâyesi
9 Mayıs 2021 02:00
A -
A +
Numan Aydoğan Ünal
Türk milletinin soylarının isimleri ekseriya “Hocazadeler”, “Hafızgiller”, “Hacıoğulları” gibi millî ve manevi hüviyete sahipti. Soyadı Kanunu çıkınca bunlar yasak edildi. Nüfus müdürlükleri, vatandaşların birçoğuna ellerindeki hazır listelerinden kendileri seçip soyadları verirlerdi. Böylece “böcek”, “geyik”, “dana”, “tosun” gibi garip soyadları konuldu.
Çocuklarımıza millî ve manevi kültürümüze uygun adlar koymak çok önemlidir. Zira konulan isimlerin çocukların şahsiyetinin gelişmesinde mühim rolü vardır. İslam büyükleri ve millî kahramanlarımızın ismi verilen çocuklar, onları hatırlar ve onlar gibi olmaya özenirler. Tabii ki bir kimsenin Türk mü Müslüman mı olduğu da evvela isminden anlaşılır.
Peygamberimiz, “Kötü ismi olan bunu güzel isme çevirsin” buyurdular. Kendileri de çirkin isimleri değiştirirlerdi. Nitekim Hazreti Ömer’in bir kızının ismi Asıye idi Cemile yaptılar. Bir başka hadis-i şerifte de “Çocuğa güzel isim koymak evladın baba üzerindeki haklarındandır” buyurmuşlardır.
İmam-ı Rabbani hazretleri de kıymetli bir seyyidin kâfir soy ismini aldığını işitince çok müteessir olduğunu dile getirerek “Böyle isimleri almaktan, korkunç aslandan daha fazla kaçmak lazımdır. Böyle isimleri her çirkinden daha çirkin görmek lazımdır” buyurmuştur. (1. Cilt, 23. Mektup)
Dinimizin usullerine göre, yeni doğan çocuğun sağ kulağına ezan, sol kulağına kâmet okunarak ismi verilir.
HANGİ İSİMLERİ KOYMALI?
Çocuklara “Abdullah, Abdurrahman, Muhammed, Ahmed…” gibi isimleri koyanı Allahü teâlâ sever. (Tam İlmihal)
Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri “Ahmed” ismini çok severlerdi. Üç oğlunun ismi de “Ahmed” idi: Ahmed Mekkî, Ahmed Enver ve Ahmed Münir... “Yüz oğlum dahi olsa her birinin ismini Ahmed koyardım” derlerdi.
Bu mübarek isimleri alay ederek bozmak, mesela Mehmed’e “Memo”, Hasan’a “Hasso”, İbrahim’e “İbo” demek büyük günahtır. (Tam İlmihal)
Türkler asırlardan beri Peygamberimize olan muhabbet ve bağlılıklarından dolayı çocuklarına en çok Muhammed ismini veriyor. Ancak edep ve hürmetten dolayı Muhammed, “Mehmed” olarak telaffuz ediliyor. İslam âleminde böyle bir nezaket ve zarafet sadece Türklere mahsustur.
Bu isimlerden başka, çocuklara, Peygamberimizin sahabelerinin isimleri; Ebubekir, Ömer, Osman, Ali, Hasan, Hüseyin ve diğer sahabelerin, evliyaların isimleri konulabilir. Türk devlet adamları ve kahramanları Tuğrul, Çağrı, Selçuk, Timur, Alparslan, Orhan gibi isimler de verilebilir.
Ancak; çocuklara Müslüman olmayan hiçbir kimsenin ismi verilemez: Mesela Atilla, Cengiz, gibi…
Atilla; Orta Çağda Avrupa’yı ele geçiren Hunların reisi idi. Çok zalim ve kan dökücü idi. Allah’ın gazabı denirdi. (Kâmus)
Cengiz; Türk değil Moğol’dur. Kitapsız kâfirdir. İslam’a büyük zarar verdi. Milyonlarca Müslüman öldürdü. (Kâmus ve Kısâs-ı Enbiyâ)
VAHİDEDDİN HAN’IN HASSASİYETİ
Birinci Dünya Savaşının çok sıkıntılı günlerinde, Enver Paşa’nın amcası İttihatçı Halil (Kut) Paşa, cepheden İstanbul’a gelir. Devrin Osmanlı padişahı Sultan Vahideddin Han’ı ziyaret eder. Sultan, kendisine pek çok sualler sorduktan sonra “Oğluna Cengiz ismini koymuşsun. Cengiz’in Müslümanlara yaptığı zulmü bilmiyor musun?” deyince İttihatçı Halil Paşa bu sualin mahiyet ve ehemmiyetini idrak edemediğinden “Bu Cengiz Müslümandır” diyerek kaçamak bir cevap verir. Buradan Sultan Vahideddin Han’ın dinî konularda ne kadar hassas olduğu anlaşılmaktadır. (Yüzbaşı Selahattin’in Hatıraları)
TÜRK DÜNYASINDAKİ İSİMLER
Osmanlıda olduğu gibi Türkistan coğrafyasında da kullanılan isimler hemen hemen aynıdır. Mesela Türkistan’da o kadar çok Murat ismi var ki; birbirine karışmasın diye bu isme bir kelime daha ilave etmişlerdir: “Bayrammurat”, “Begmurat”, “Nurmurat”, “Şahmurat”, “Cumamurat”, “Sefermurat”, “Babamurat”, “Ağamurat…”
Türkmenistan’dan bir profesör İstanbul’a gelmişti. Kendisine “Biz tek millet, iki devletiz. Ceddimiz Osmanlının Kayı Boyu-Karakeçili Aşireti, ülkenizin Mahan bölgesinden Anadolu’ya geldiler. Sizde en çok kullanılan isim hangisidir?” deyince; o da “Murat; hatta Cumhurbaşkanımızın ismi de Sefermurat’tır” dedi. Bunun üzerine “Bizim de 36 Padişahımız var, beşinin adı Murat’tır. İşte bu da aynı millet iki devlet olduğumuzu teyid ediyor” dedim.
TÜRKİSTAN’DA GÜL SEVGİSİ
Yavuz Bülent Bâkiler, Sovyetlerin dağılmasından sonra Kırgızistan’a gittiğinde orada ilk dikkatini çeken, kız çocuklarına verilen “Gül”lü isimlerdir. Adını sorduğu pek çok kadın ve kızın isminin ya gülle başladığını veya gülle bittiğini işitince sevinçle şöyle der: “Gül, bizim kültürümüzde; tasavvuf edebiyatımızda Peygamberimizin sembolüdür.”
Bâkiler’in tespit ettiği yüze yakın güllü isimlerden bazıları şunlardır: “Gülay”, “Gülayşe”, “Gülzade”, “Gülmira”… “Lalegül”, “Nurgül”, “Meralgül”, “Nazlıgül”
ANADOLU’DA BAZI İSİMLERİN VERİLİŞ SEBEPLERİ
Anadolu’da bazı isimlerin çocuklara verilmesinin çeşitli sebepleri vardır. Mesela çocukları yaşamayanlar, erkek çocuklarına “Dursun”, “Durmuş”, “Durdu”, “Yaşar”; kızlara ise “Dursune”, “Yaşare” ismi verir.
Arka arkaya kızı olan bazı anne-babalar, bir sonraki çocuklarının erkek olması için kızlarına “Döne” ismini verirler. Ayrıca çok çocukları olan bazı aileler, bir daha çocuklarının olmaması için son çocuklarına “Yeter”, “Soner”, “Songül” gibi isimler koyarlar.
Bazı yerlerde de çocukları yaşamayanlar, yeni doğan çocuğu bir evliya türbesine götürüp dua eder ve çocuğu bu evliyaya sattık derler. Böylece çocuğun ismi “Satılmış” olur. Tabii ki bu gibi isimlerin manevi bir değeri olmamakla beraber, haram ve günah da değildir.
Bazı kimseler de memleketlerindeki evliyaların isimlerini koyuyorlar. Bu da güzel bir âdettir. Mesela Sahabelerden “Ukâşe” hazretlerinin türbesi Gaziantep ile Kahramanmaraş arasında bulunmaktadır. Bundan dolayı buralarda Ukâşe ismi çok yaygındır. Ancak Ökkeş diye telaffuz edilmektedir ki böyle söylemek uygun değildir. “Ukâşe” denilmelidir.
“Tâhâ” ve “Fehim” isimleri, Seyyid Tâhâ-yı Hakkâri ve Seyyid Fehim Arvasî hazretlerinden dolayı Van ve Hakkâri’de çoktur.
Son asır Harput evliyasından Osman Bedreddin hazretlerinden dolayı Elâzığ ili ve civarında “Bedreddin”, “Bedri”, “Bedriye” isimleri fazladır.
Bir de çocuklara doğdukları zamana göre isim verilmektedir. Şaban ayında doğana Şaban, ramazan ayında doğana Ramazan, bayramda doğana Bayram, Berat Gecesi'nde doğana Berat, Kadir Gecesi'nde doğana ise Abdülkadir ismi çok konulmaktadır.
“D” HARFİ DÜŞMANLIĞI!
Edebî, zengin lisanımızı uyduruk dile çevirenler, isimlerimizde de tahribat yaptı. Mesela, sonu “d” harfi ile biten isimler, “t” sesi ile yazılıp okunmaya başlandı. Böylece başta Peygamberimizin “Muhammed” ismi olmak üzere “Ahmed”, “Mehmed”, “Nihad”, “Bülend” gibi pek çok isim maalesef “Muhammet”, “Ahmet”, “Mehmet”, “Nihat”, “Bülent” şeklinde yazılır oldu.
Meşhur edebiyatçılarımızdan Nihad Sami Banarlı Bey bu hususta diyor ki: “D, yumuşak, ‘t’ sert harflerdir. ‘D’ler ‘t’ye çevrilince dilde sertleşme meydana geldi. Bilmem psikologlarımız ne derler ama biz, son zamanlarda sokaklara dökülen terbiye dışı, kaba, sert hareket ve sözlerde bu yanlış ve zevksiz dil sertleşmesinin büyük rolü olduğu inancındayız.”
Nihad Sami Banarlı Bey bu mevzuda, Abdülhak Hamid ile Müderris Ferid Bey arasında geçen şu nükteyi kaydediyor: Abdülhak Hamid ile Müderris Ferid Bey, isimlerinin son harflerinin “d”den “t”ye çevrilmesine dair emir geldiğinde; ismi Hamit kılığına sokulan şair, adı Ferit sertliğine bürünen müderris Ferid Bey’e; “Nihayet senin de kuyruğuna bir ‘it’ taktılar” deyince; Ferid Bey de “Benim hiç olmazsa ‘fer’imi bıraktılar. Senin adın hem ‘ham’ hem ‘it’e döndü” cevabını verir. (Nihad Sâmi Banarlı- Türkçenin Sırları)
“DİN”, “TİN” OLUNCA...
Milletimizin asırlardan beri çocuklarına verdiği “Seyfeddin”, “Nureddin” gibi pek çok ismin sonundaki “din” “tin”e çevrilince, kelimelerin sertleşmesinden başka, manaları da bozuldu. “Tin”in Türkçede bir karşılığı yoktur. Arapçada ise “incir” manasına gelir. “Seyf” ise Arapçada “kılıç” demektir, “Seyfeddin”; “dinin kılıcı” iken; “Seyfettin” yazılınca “incirin kılıcı”; “Nureddin” ise “dinin nuru” iken “incirin nuru” oldu. İsimlerin böyle bozulmasında mutlaka bir gizli maksat ve gaye olmalı!..
SOYADI
“Soy”u denilince; bir kimsenin sülalesi, ailesi, kavmi, ceddi, nesli anlaşılır. “Soyadı” ise bunları ifade eden kelimedir.
İsviçre’den alınarak 1934’te Meclis’te kabul edilen kanuna göre her Türk vatandaşına, bir soyadı alma mecburiyeti getirildi. Yine 1934 yılında çıkarılan kanunla da “Hacı”, “Hoca”, “Hafız”, “Zâde”, “Molla”, “Ağa”, “Paşa”, “Efendi”, “Bey”, “Beyefendi”, “Hanım” gibi unvanların kullanılması yasaklandı.
Türk milletinin soylarının adı ekseriya millî ve manevi hüviyete sahipti: “Hocazadeler”, “Hafızgiller”, “Hacıoğulları” gibi... Soyadı Kanunu çıkınca bunları almaları ve kullanmaları yasak edildi.
Nüfus müdürlükleri, soyadı almak için gelen vatandaşlara çeşitli zorluklar çıkarırlardı. Birçoklarına da ellerindeki hazır listelerinden kendileri seçip soyadları verirlerdi. Mesela: “Böcek”, “geyik”, “dana”, “tosun”, “koç”, “koyun”, “sülük”, “tavşan”, “tilki”, “ördek”, “taş”, “toprak”, “çamur”, “kavak” gibi çirkin ve garip soyadları zaman zaman medyada da haber olur. Mesela üniversitedeki hocalarımdan birinin soy ismi tosun, diğeri de karacaydı. Yine eski Meteoroloji Genel Müdürlerinden birinin soyadı geyikti.
Soyadı Kanunu çıktıktan sonra daha da çok Batılılaşmak için insanlara isimleri ile değil soyadlarıyla hitap edilmeye başlanıldı. Mesela, “Sayın Genel Müdür Geyik!” gibi…
Genç muhabir, spiker ve sunucular; babası yaşındaki kimselere sadece soyadları veya isim ile soyadlarını birlikte söyleyerek hitap ediyor. Yani “bey” demekten kaçınıyorlar. Bu da Türk örf ve âdetine hiç uygun olmuyor.
HAYIRLI BİR HİZMET
Şimdiye kadar bir kimsenin Nüfus Müdürlüğüne giderek soyadını değiştirmesi mümkün değildi. Mahkemeye gitmesi, dava açması, şahitler göstermesi gerekirdi.
Ancak; hükûmetimizin 2017 yılında çıkardığı kanunla isteyenlere, soyadlarını değiştirebilme imkânı verildi. Bugüne kadar 260 bin kişi soyadını değiştirdi. Bu kanun Türk milletinin çok hayrına olmuştur.
2019 TÜİK verilerine göre ülkemizde çocuklara en çok verilen isimlerin “Yusuf” ve “Zeynep” olduğu tespit edilmiştir. Bilindiği gibi Yusuf, peygamber ismi, Zeynep de Peygamberimizin kızının ismidir. Halkımızın çocuklarına böyle mübarek isimler vermesi de memnuniyet vericidir
Sinsi İngiliz siyaseti Mısır’ı ne hâle getirdi?
11 Temmuz 2021 02:00
A -
A +
Numan A. Ünal
Türk tarihinde çok önemli bir yeri olan Mısır, 1882 yılında İngiltere tarafından işgal edilince, sinsi bir siyaset neticesinde kimyası bozulmaya başladı. Osmanlı Devleti yıkıldıktan sonra da Mısır’ın başına geçen sosyalist ve reformist devlet ve din adamları, ülkeyi ihtilallere, savaşlara sokarak Müslüman halkı mağdur ettiler.
Mehmed Arif Bey, kaleme aldığı eserlerde Mısır’da din ve devlet adamlarının mason olmaları hakkında enteresan bilgiler veriyor.
Yavuz Sultan Selim Han Mısır’ı 1517’de fethetti.
Mısır’a İslamiyet’in ulaşması için ilk teşebbüs Asr-ı Saadet’te yapıldı. Peygamberimiz, sahabeden Hatip Bin Ebî Beltea vasıtasıyla zamanın Mısır hükümdarı Mukavkıs’a bir mektup göndererek İslam’a davet etti. Ülke daha sonra Hazreti Ömer’in halifeliği devrinde, 641 yılında Amr Bin As tarafından fethedilerek İslam ülkesi oldu.
Mısır zamanla büyük bir İslamî ilim ve medeniyet merkezi hâline geldi. İmam-ı Şafiî, Ahmed-i Bedevi, Abdûlvehhab-ı Şa’rânî, Ahmet Rıfaî ve Seyyidet Nefise gibi yüzlerce âlim ve evliya yetişti. Pek çok kıymetli kitaplar bu topraklarda yazıldı, basıldı.
Mısır’ın Türk tarihinde de çok önemli bir yeri vardır. Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim 1517’de Mısır’ı fethetti. Bu fethin neticesinde hilafet Abbasîlerden Osmanlılara geçti.
SİNSİ İNGİLİZ SİYASETİ
Ancak İngiltere’nin 1882 yılında Mısır’ı işgal etmesiyle, sinsi bir siyaset neticesinde Mısır’ın millî, manevi yapısı, kimyası bozulmaya başladı. Muhammed Abduh, Cemaleddin Efganî, Reşid Rıza gibi reformist ve mason din adamları, dergi ve kitaplarıyla Ehl-i sünnet itikadına büyük zararlar verdiler. Mısır’da İngiliz hayranlığı, Osmanlı Devleti ve milletine düşmanlık başladı. Osmanlı Devleti yıkıldıktan sonra da Mısır’ın başına geçen sosyalist ve reformist devlet ve din adamları, ülkeyi ihtilallere, savaşlara sokarak Müslüman halkı mağdur ettiler.
Abdülhamid Han, Mısır’ı İngiliz işgalinden kurtarmak için siyasi görüşmelerde bulunmak üzere Gazi Ahmed Muhtar Paşa’yı “Fevkalâde Komiser” olarak Mısır’a gönderdi. 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi’nde ordu komutanı olan Ahmed Muhtar Paşa’nın mühimme başkatibi ve bu savaşla alakalı “Başımıza Gelenler” isimli kıymetli hâtıratın yazarı Mehmed Arif Bey de, yine Paşa’nın yanında vazifeliydi.
Mehmed Arif Bey, Mısır’da kaldığı vakit “1001 Hadis” kitabını hazırladı. Bu eserde hadis-i şerifleri açıklarken İngilizlerin sinsi siyasetlerini, din ve devlet adamlarının nasıl mason olduklarını, halkın İslamiyetten nasıl uzaklaştırılarak Osmanlı düşmanı, İngiliz hayranı yapıldığını dile getirmektedir. Mehmed Arif Bey’in bu kitapta bahsettiği bazı önemli hususları özetleyerek aşağıda takdim ediyoruz.
DİN ADAMLARI FARMASON OLDU
Mehmed Arif Bey, Mısır’da farmasonluk faaliyetlerinin çok ileri bir safhada olduğunu özellikle de din ve devlet adamlarının mason olmaları hakkında şunları kaydediyor:
“Avrupalıların daha doğrusu dinsizlik âleminin İslam âlemine hücum vasıtası olan farmasonluk meselesi Mısır’da bulunduğum müddetçe tasavvurun üzerinde yerleşmişti. Mısır’ın meşhur âlimlerinden birisi ‘Bevvab-ı Azamlık’ masonluk rütbesini almıştı. (Bu Cemaleddin Efganî idi. Bir diğeri de Muhammed Abduh’dur. Kaynak: Les Franco Maçons ve Ed-dürer)
Mısır’ın bir kısım ileri gelenleri, manevi yönden bir hile olmak üzere mason localara girmeyi kurtuluş çaresi olarak düşünüyor ve bu hareketlerinde de İslamî bir mahzur görmüyorlar. Bu âlimlerden bazıları da ‘farmasonluk dine zarar veren bir şey değil; insanî kardeşlik kurmaktan ibarettir’ gibi sözlerle kendi kanaatlerini açıklıyorlar. Düşünmüyorlar ki kökü Avrupa’da, dalları memleketimizde bu nebat bize göre yıkılış, zehirli kavundan başka ne meyve verir? Hiç düşünmüyorlar ki Avrupalı Hristiyanlıkta; İsrail Yahudilikte ve bir Müslüman da İslamiyet’te kaldıkça; tabiat, yaradılış, milliyet itibarıyla kardeş olamazlar. Zira onların birlik ve beraberlikleriyle bizimkiler arasında çok fark vardır. Onların birleşme yönleri milliyet ve kavmiyet; bizim birleşmemizin esası ise sırf dindir. Biz İslamiyet’i kaybedersek zaten birleşme yönümüz olmadığından veya mahvolmuş olacağımızdan yakınlık duyduğumuz başka milletlerin kölesi ve mahkûmu oluruz.
Eğer masonluk, cemiyet içinde sırf eşitliğin meydana gelmesine hizmet etmekten ve kardeşlik bağı kurmaktan ibaret olsaydı; Mısır’da “Loca” cemiyetleri ayrı ayrı olmazdı. İngiliz Masonlarınınki başka, Fransızlarınki ise büsbütün başka taraftadır. Öyle bilmelidir ki, bu korkunç tarikat farmasonluk, dinler bilhassa İslam âlemi için kurulmuş siyasi bir teşkilattır. Hatta İngilizlerin meşhur hatibi Başvekil Gladiston; ‘Kur’ân var oldukça Müslümanların kökü kesilmez, dünyayı altüst etmek için yalnız bu kitap yeter’ demişti.
OSMANLI DÜŞMANLIĞI
İngilizler Mısır’ı işgal ettikten sonra, Osmanlı Devleti ve hilafet makamı ile halkın manevi ve dinî bağlarını koparmak için çok sert tedbirlere başvurmuşlardır. Mısır Müslümanlarıyla Türklerin görüşmemesi için büyük gayret sarf etmişlerdir. Bir Türk ile görüşen Mısırlı çok kötü akıbete uğratılmıştır. Türklerle görüşenler Rusya’nın Sibirya’sı sayılan Sudan ve Ekvator bölgesine sürülmüştür. Hatta Mısırlı bir Türk yabancı, yabancı bir Hristiyan Avrupalı ise Mısırlı sayılmıştır. Anadolu, Rumeli halkının perişanlık ve sefalet içinde bulunduğu propagandası köylülere, çiftçilere kadar yerleştirilmiştir.
İNGİLİZ HAYRANLIĞI
Mısır’ın ileri gelen din ve devlet adamlarınca Mısır’ı işgal eden İngiliz’in rızasını kazanmak için, başvurmadık aşağılık kalmıyor. Hatta İslam halkının arzusuna aykırı olarak, İngiltere Kraliçesinin büyük oğlu Veliaht Prens Digal Mısır’daki askerleri teftiş etmek ve otorite kurmak için Kahire’ye geldi. Hükûmet memurları, ileri gelen bütün eşraf; tüccar, Başkadı, El-Ezher Üniversitesi Başşeyhi (rektör), müftüler, cicili bicili büyük üniformalarını giymiş olarak prensi karşılamaya çıktılar. Bununla da yetinmeyerek prense tahsis edilen, Kahire’ye bir saat mesafedeki Tire Kasrı’na giderek prensin gelişini tebrik için koşuştular. Prensin huzuruna kabul olmak imtiyazına sahip olmadıklarından, yalnız teşrifat defterine isimlerini kaydederek döndüler.”
İNGİLİZ KORKUSU!...
Mehmed Arif Bey, Mısır devlet ve hükûmet adamlarının İngilizlerden ne kadar korktuklarına dair aşağıdaki bilgiyi kaydediyor:
“Mısır Matbaa Nazırı Cevdet Bey, Tacü’l-Arus’un (Ansiklopedik Arapça Lügat) yeniden basılmasına maddi ve manevi yardımda bulunuyor ve kitabın sonuna da ‘İngilizlerin Mısır’ı boşaltması için Osmanlı Devleti tarafından vazifelendirilen Gazi Ahmed Muhtar Paşa Mısır’a geldi’ ibaresinin yazılmasını istiyor. Ancak; El-Ezher Üniversitesi’nin büyük âlimleri, Ahmed Muhtar Paşa’nın İngilizlerin Mısır’dan tahliye edilmesi görüşmelerini yapmak üzere hilafet makamı tarafından gönderilmiş olduğunu yazamıyorlar. Bu ifadeyi yazmaktan çekinmelerinin sebebi ise şayet İngilizlerin Mısır’dan çıkması Mısır hükûmetinin arzusuna uygun değilse istenilmeyen bir şeyi yazmakla belki başlarına bela gelme korkusudur ki, Mısır’dan İngilizleri çıkarmayı istemek nerede?! Daha sonra bu ibareyi basılması için o zamanki Mısır’ın Başvekili Riyad Paşa’ya götürürler. Riyad Paşa da telaşla Cevdet Bey’i çağırarak, Ahmed Muhtar Paşa hazretlerinin İngilizlerin Mısır’dan çıkmaları görüşmesine gelmiş olduğu sözünün yazıdan çıkarılmasını rica eder. Cevdet Bey de artık mecburen bundan vazgeçer.
Mısır’daki hükûmet memurlarının ekserisi bir Avrupalının gözüne girsin de yüz bin Müslümanın ayakları altında ezilsin orasını hiç düşünmez. İleri gelen âmirler de bu durumdadır.”
HRİSTİYANLAŞTIRMA POLİTİKASI
Mehmed Arif Bey, İngilizlerin Mısır’da çocukları Hristiyan yapma çalışmalarını söyle dile getiriyor:
“Mısır’da Rakik (köle) teşkilatı ve bunun çeşitli yerlerde şubeleri var. Sudan’dan kaçırılan erkek ve kız çocuklar Cizvit, Firer gibi çeşitli okullara konur. Hükûmetin gözü önünde bu günahsız çocuklar cayır cayır Hristiyanlık dinine sokulur. Yine bunların bir kısmı da Hristiyan ailelere hizmetçi olarak verilir. Daha sonra Hristiyan edilerek, Avrupa’ya götürülenler iyice yetiştirildikten sonra misyoner olarak Sudan’a geri gönderilirler. Böylece Sudan içten fethedilecek.”
Mehmed Arif Bey, şöyle devam ediyor: “Evladını Firerler mektebinde okutmak isteyen fakat Hristiyanlık tehdidinden korkan ileri gelenlerden biri bir gün Firer mektebinin müdürüne dinle ilgili bir söz söylememek şartıyla oğullarımı Firer mektebine vereceğim teklifinde bulunduğunda; mösyö müdür birçok görüşmelerden sonra şunu söyler:
Mektebin kuruluş gayesine aykırı hareket mümkün değildir. Biz mutlak Hristiyanlığın yayılması uğrunda bu kadar külfeti göze almış bulunmaktayız. Çocukları hangi şekilde olursa olsun Hristiyanlık aşılamak esas vazifemiz gereğidir. Ona aykırı hareket elimizden gelmez. Ancak sizinle olan eski hukukumuzdan dolay mektepteki hocalardan dinle alakası olmayan filozof meşrepli birisi vardır. Onu tayin edeyim de belirli zamanlarda evinize gelip çocuklarınıza ders versin.’
Mısır ne hâle geldi? Avrupa’da tahsil görmüş o kadar gençlere, ihtiyarlara rastladık ki, babasından gördüğü âdetlerini terk etmiş, dînî ve millî duygularını kaybetmiş. Bu kimseler, toplantı yerlerinde vakit geçirmesinden dolayı farz olan namazlarını eda için kalkan ve abdest hazırlığında bulunan bir Müslümanı küçümseyerek, alay ederek rahatsız eder. ‘Riyakâr adam, cemiyet içinde namaz kılınır mı?’ diye tenkit ediliyor. Hâlbuki farz namazlarında riya olmaz.”
İNGİLİZLERİN DÎNÎ HAYATI
Mehmed Arif Bey, Müslüman olanlar dinden uzaklaştırılırken; İngilizlerin dinlerini ve ibadetlerini nasıl yaşadıklarından da şöyle bahsediyor:
“Bir kere de şu İngilizlerin hâline ibretle bakarım. Bunların Mısır’da ne kadar askeri varsa her pazar günü Abidin ve Nil Kasrı meydanına çıkarıyorlar. Haçı yere dikerek, binlerce Müslümanın gözleri önünde ayin yapıyorlar. Bu hususta kimseden sakınılmıyor. Acaba bu hâl bizim Müslüman efendi, bey ve paşaların dikkatle nazarını çekmiyor mu? Haftada bir kere de olsa cuma namazı için camiye gitmeyi kendilerine yakıştırmıyorlar. Mısır’da köy ve kasabaların hemen hepsinde Cizvit ve Firerlerin, hâsılı bütün Avrupa misyonerlerinin mektep adı altında yüksekokulları ve kiliselerini görürüz. Yukarı Mısır’da yazın sıcaklığı 40-45 dereceye çıkan yerlerde binlerce lira sarfıyla yapılan büyük mektepler, kubbeli kubbeli kiliseler acaba ne maksatla yapılıyor?”
Mehmed Arif Bey son olarak önemle şunları da ifade ediyor:
“İngilizler şark milletleri üzerinde otorite kurmak, hükümleri altına almak için, ceplerinde bir kuruş ve üzerlerinde bir gömlek şartıyla soyup soğana çevirmek niyetindedirler. Bunu bilsinler ki taklit etmek istedikleri garp milletleri, dinimizin, cemiyetimizin, servetimizin, istiklalimizin, hürriyetimizin aleyhindedirler. Dost ile düşmanı ayıramamak akılsızlıktan, ahlak bozukluğundan, rüşde erememekten, pis cahillikten doğar.
Mısır’da sekiz bin öğrenci El-Ezher’de, dokuz milyon Mısır Müslümanı İngiliz esareti altında bulunur. Tuhafı şurası ki, esaret altında olduklarının farkında bile olamazlar. Yalnız esir olduklarını bilseler, hakaret içerisinde yaşadıklarını bilseler, belki kurtulma ümidi olur. Ancak şimdi bunlarda böyle bir duygu yoktur.”
Mehmed Arif Bey şu önemli hususu da kaydediyor:
“Osmanlı Devleti’nin padişahları asrı, İslam’ın selamet ve emniyetiyle süslenmiş bir asrıdır. Osmanlı hükümdarlarının hepsinin Ehl-i sünnet itikadı sebebiyle, bozuk inanç sahiplerine karşı Muhammed ümmeti açıkça sıkıntı çekmez idi. Kısaca şu kadar denilebilir ki bu yüce devlet, İslam âlemi için Cenab-ı Hakk’ın ümmet-i Muhammed için bir ihsanı ve imdadıdır. Tarih incelensin, geçmişlerin eserleri gözden geçirilsin, iddiamızın doğruluğu ortaya çıkar.” (Kaynak: 1001 Hadis-Mehmed Arif, Tercüman 1001 Temel Eser).
.
“TÜRKLER DÜNYANIN EN MİSAFİRPERVER MİLLETİDİR” Türk-İslam kültüründe misafirlik
15 Ağustos 2021 02:00
A -
A +
Numan Aydoğan Ünal
A. Wambery hatıralarında diyor ki: “Dünyada Türkler kadar misafirperver, misafir özleyen bir millet daha yoktur. Özellikle Türklüğün öz vatanı olan Türkistan’da bu misafirperverlik kalem ve dille anlatılamaz.”
Osmanlı coğrafyasında yola, seyahate çıkan kimseye “seferî-misafir”, Türkistan’da “konak-mihman”, eski Türklerde de “konuk” denirdi. Seferîliğin İslam hukukunda hususi hükümleri olduğu gibi; örf ve âdetlerimizde de önemli bir yeri vardır.
Peygamberimiz Muhammed (aleyhisselam) hadis-i şeriflerinde “Üç dua vardır ki muhakkak kabul olur: Babanın-annenin evladına duası, misafirin duası, mazlumun duası.” “Misafir istemeyende hayır yoktur.”, “Evin zekâtı, onun içerisinde bir misafir odası bulundurmaktır” buyurdular.
Feridüddin Attar hazretleri “Cevahirname” isimli eserinde diyor ki: “Kardeş, misafiri hoş tut. Misafir Allah vergilerinden bir nimettir. Misafir rızkını beraberinde getirir. Sonra ev sahibinin günahını götürür.”
Şakîk-i Belhî hazretleri de, “Bana misafirden daha sevimli bir şey yoktur. Çünkü onun rızkını Allah verir; ecri, sevabı ise bana kalır” demiştir. Seyyid Abdülhakim Arvasî hazretleri sohbetlerinde nadiren “ben” derdi; “Misafir bulunan sofraya dokuz rızkın indiğini ben görüyorum” buyururlardı. Misafir on rızkı ile gelir, birini yer dokuzunu eve bırakır, meşhur atasözümüzdür.
Gazetemizin kurucusu, merhum Enver Ören Ağabey, çok misafirperverdi, evinden hiç misafir eksik olmazdı. Mümkün mertebe her davete icabet ederdi. “Şimdi evlere eskisi gibi pek misafir gelmediğinden, sıhhat, afiyet ve bereketi kalmadı” derlerdi.
İbni Fadlan, eski Oğuz Türklerinin Müslüman tüccarlara gösterdikleri misafirperverlik ve dürüstlük hakkında çok önemli bilgiler vererek; bir Müslüman, bir Türk’e konuk olacağını söyleyince O da hemen kendisine “Türk çadırı” kurar ve koyun keser.
İbni Battuta, Anadolu Türkleri ve Ahilerin misafir severliği ve cömertliği hakkında çok güzel tasvirler yapar ve Türkiye’yi bir “şefkat diyarı” olarak tanıdığını yazar.
Kaşgarlı Mahmud; “Konuk gelen eve kut (uğur) gelir. Konuk gelmeyen kara evler yıkılsa gerek” demektedir. Ayrıca, K. Mahmud Türkçe “Akı” kelimesi de cömert manasında kullanıyordu. Bu sebeple de Fransız Türkolog Jean Deny, “Ahi”lerin misafirperverliği gibi ismini de bu Türk ananesine bağlamaktadır
Yusuf Has Hacip de; “Beyler cömert olursa adları dünyaya yayılır; dünyada bu şöhret sayesinde korunurlar” der.
TÜRKLER DÜNYANIN EN MİSAFİRPERVERLERİ
Meşhur Macar Seyyah Arminius Wambery, Reşid Efendi sahte ismi ile Osmanlı pasaportu alır. İran’da hacdan ülkelerine dönmekte olan bir hacı kafilesine katılarak Türkistan halkının yaşayışlarını yakinen inceler. A. Wambery hatıralarında diyor ki: “Dünyada Türkler kadar misafirperver, misafir özleyen bir millet daha yoktur. Özellikle Türklüğün öz vatanı olan Türkistan’da bu misafirperverlik kalem ve dille anlatılamaz. Türkler, yeryüzünün neresinde olurlarsa olsunlar veya hangi hâl ve şartlar altında bulunurlarsa bulunsunlar, dünyanın en misafirperver milletidirler.”
Kırgızların bulunduğu obaları ziyaret ettiğinde de Kırgız kadınları için şöyle diyor: “Çadırların yanına yaklaşınca kadınlar çevreme toplanıp ellerindeki keçi tulumlarıyla bana su vermek için âdeta birbirleriyle yarışıyor; bu hakkı, hiçbiri diğerine bırakmaya razı olmuyordu. Bunun için de birbirleriyle kavga ediyorlardı. Bunlara göre bu sıcak mevsimde yolcunun susuzluğunu gidermeye hizmet etmek misafirperverliğin ilk şartıdır ve bir Kırgız’dan su istemek, onun için en büyük minnettarlıktır.”
Wambery, Türkistan seyahati esnasında Türk kabilelerinin, misafirleri evlerine götürmek için mücadele ettiklerini, herkesin misafiri kendi tarafına çekmek isterken, misafirin kolunun çıktığını ve hatta neredeyse aralarında kan dökülebileceğini ifade ediyor. Nihayet son çare olarak kura çekilmek suretiyle, misafirlerin obalara dağıtıldığını, böylece kavganın bittiğini kaydetmektedir. Wambery, ayrıca bu Türk kabilelerinde hiç masraf yapmadan bir yıl misafir kalınabileceğini ifade ederek, Avrupalıların misafirperver olmadıklarını, Fransızların “Misafir ve balık üç günden sonra zehirdir” atasözüyle dile getiriyor.
MİSAFİRE İKRAM VE HİZMET
Misafire izzet, ikram ve hizmet etmenin, Türk kültüründe önemli bir yeri var. Türkistan’ın büyük İslam âlimlerinden Ahmet Yesevî hazretleri “Divan-ı Hikmet” kitabında misafire hizmet hakkında şunlar kayıt edilmektedir: “Misafir sevinç ve güler yüz ile karşılanmalı. Herkes kendi hâlince misafir kabul etmeli. Misafir ne kadar fazla kalırsa ganimet bilmeli. Misafirliği uzatmalı. Misafir ne isterse yapmaya çalışmalı.”
“Süleyman bin Ceza hazretleri Ey Oğul İlmihalinde diyor ki: “Tanıdığın bir Müslüman sana gelince, elinden geldiği kadar iyi ve tatlı karşıla, yemek ikram eyle. Kapıya çık, kendisini karşıla. Selam verince, selamını al ve kendisine güzelce iltifatta bulunup: ‘Efendim safa geldiniz, hoş geldiniz’ diyerek odanın baş tarafına oturmasını teklif eyle. Sen aşağı tarafta otur. Dinden, ibadetten, haramların zararlarından, evliyaların hayatlarından anlat. Hemen yemeğini ver, belki acıkmıştır. Yanında fazla da oturma. Belki yorgundur. Yatmadan önce, kıbleyi, helayı, seccadeyi ona göster. Abdest suyunu, abdest havlusunu ve diğer ihtiyaçlarını temin eyle. Sabah olunca namaza kaldır, cemaatle namazı kılınız.”
İslamiyet’te, birkaç yerde hariç acele etmek caiz değildir. Ancak misafir gelince yemeğini acele vermek gerekir.
Sofrada yenilen yemekte şüpheli yiyecek varsa, misafirin hürmetine hepsi helal olur. Onun için İslam büyükleri misafirsiz sofraya oturmazlardı. Misafirle sofrada zaman durur, ömür uzun olur.
MİSAFİR VE YOLCULAR İÇİN SOSYAL TESİSLER
Türkistan’da ribatlar: Türkistan’da, yolcu ve misafirler için mükemmel sosyal tesisler kurulmuştur. Bu tesislere “Ribat” denilmektedir. İstahrî diyor ki: “Türkistan’da hiçbir şehir, kasaba, su kaynağı, sebil, önemli geçitler, hatta hiçbir köy yoktur ki, orada yolcu ve misafirlerin istirahatlerini temin etmek için bir ribat olmasın. Aşağı Türkistan’da, bu şekilde hizmet gören ribatların sayısı on bin kadardır. Yolcular bu ribatlarda dilediği kadar kalırlar. Buralarda onların yiyecek ve barınmaları temin edildiği gibi hayvanlarının bakımı da yapılmaktadır.”
Selçuklu ve Osmanlı’da kervansaraylar: Selçuklu ve Osmanlı devirlerinde de kervansaraylarda yolculara zengin-fakir, hür-köle, Müslüman-kâfir farkı gözetilmeden aynı muamele yapılıyor; tüccar, yolcu ve devlet adamlarının kendilerine ve hayvanlarına bedava bakılıyor; hasta olanların tedavisi ve başka ihtiyaçları da görülüyordu. Kervansaraylar bugün de bütün ihtişamlarıyla insanları hayran bırakan büyük medeniyet ve sanat abideleridir.
Kanuni Sultan Süleyman devrinde Avusturya imparatorunun elçisi olarak Türkiye’ye gelen O. G. Busbecq’in, hükümdarına yazdığı bir mektupta belirttiği müşahedeler, İstahrî’nin Türkistan’da ifade ettiklerine tam bir benzerlik göstermektedir. Busbecq hatıralarında, bu hanlar ve kervansaraylar hakkında takdirlerini şöyle ifade etmektedir: “Kervansaraylar; bunlar cidden büyük binalar. Hancılar; Hıristiyan, Yahudi, zengin, fakir herkesi misafir eder, hiç kimseyi reddetmezler. Kapıları aynı şekilde herkese açıktır. Paşalar, sancak beyleri, seyahatlerinde bu hanlara inerler, sanki kral saraylarında imiş gibi ben de bu hanlarda birçok resmî kabuller yaptım.
Büyük bir itina ile hana inen herkese istinasız yemek verirler. Yemek zamanı gelir gelmez, bir hizmetçi kocaman bir tahta tabla ile ortada görünür. Tablanın ortasında bir sahan, sahanın içinde etli bulgur pilavı bulunur. Ekmekler sahanın etrafına dizilmiştir. Bazen de bir parça bal gömeci vardır. Yemekleri hakikaten lezzetli idi. Çok hoşuma gitti. İşte hanlarda yolcular, bu surette bedava besleniyorlar. Fakat çok ciddi bir sebep olmayınca yolcular üç günden sonra gitmelidirler. Zira devamlı yolcular gelmektedirler.” (Prof. Dr. Zekeriya Kitapçı
.XXXXXXX
Türk dünyasında alfabe birliği nasıl bozuldu?
14 Kasım 2021 02:00
A -
A +
Dr. Mehmet Can
SOVYET RUSYA’NIN TÜRKİSTAN’DAKİ KÜLTÜREL ASİMİLASYON POLİTİKASI
Sovyet rejimi, hâkimiyeti altındaki Türk topluluklarının kullandığı Arap alfabesinin kaldırılmasını çok önemli görüyordu. Bu Komünist Parti’nin Türklere karşı uyguladığı asimilasyon politikanın esasını teşkil ediyordu. Lenin ve Stalin bizzat bu hususa çok ehemmiyet veriyordu. Komünizmin yayılmasına engel olan en önemli meselenin alfabe siyaseti olacağı düşünülüyordu.
Rus hâkimiyeti altında bulunan Hristiyan milletlerin de zaman zaman alfabelerinden şikâyet ettikleri bilinmekte idi. Ancak Moskova bu hususta hiçbir çalışma yapmadı. Ermeni, Gürcü, Grek alfabesine hiç dokunulmadı.
Karahanlılar, Türkçeyi Arap harfleri ile yazan ilk Türk halkı oldu.
Yirminci yüzyıl, Türk Dünyası açısından çok sıkıntılı bir dönem oldu. Bu devirde Lenin ve Stalin, Çarlık Rusya’sını çökerterek ülkelerine Marksist-komünist bir düzen getirdiler (1917). Yeni rejim de hâkimiyeti altındaki Türkleri bölüp parçalamak için ‘Çarlık’ın asimilasyon siyasetini aynen devam ettirdi. Yüz binlerce insan katledildi, on binlercesi sürgüne gönderildi. Türkistan; sosyal, kültürel ve fiziki yönden büyük bir tahribata uğratıldı.
Ruslar, kendi “Milliyetler Politikası”na göre Türk topluluklarının yaşadığı coğrafyayı parçaladı, Sovyet Cumhuriyetleri’ne dönüştürdü. Türk halkları, aralarına konulan fiziki sınırlar dolayısıyla birbirleri ile görüşmez-konuşmaz hâle geldi. Rejim tarafından verilen bilgiler dışında dünyadaki gelişmelerden hiç haberdar olamadılar. O dönemde Türkiye’den herhangi bir kimsenin Türk yurtlarına gitmesi ve oralardan da bir kimsenin Türkiye’ye gelmesi imkânsız gibiydi. Zira komünist rejim müsaade etmiyordu. İşte bu sebeplerden dolayı geçen asırda Türkistan coğrafyasında yaşayan Türkler hakkında yeteri kadar bilgi sahibi olunamadı, araştırma-inceleme, neşriyat yapılamadı.
Türkler tarih sahnesine çıktıkları ilk devirlerden başlayarak günümüze kadar siyasi ve sosyal hayatlarında çeşitli alfabeler kullandılar. Ancak bunlardan uzun süreli olanları Orhun, Uygur, Arap, Latin ve Kiril alfabeleridir.
10. yüzyılın ortalarında İslamiyet ile tanışan Karahanlılar, Türkçeyi Arap harfleri ile yazan ilk Türk halkı oldu. Meşhur “Divan-ı Lügati’-t-Türk” ve “Kutadgu Bilig” bu harflerle neşredildi. İki temel yazı dili, Çağatay ve Oğuz lehçeleri neredeyse 20. yüzyıla kadar devam etti. Bu alfabe vasıtasıyla kültür ve medeniyet tarihimize ait binlerce eser meydana getirildi.
ALFABE DEĞİŞTİRME TEŞEBBÜSLERİ
Sovyet rejimi, hâkimiyeti altındaki Türk topluluklarının kullandığı Arap alfabesinin kaldırılmasını çok önemli görüyordu. Bu Komünist Parti’nin Türklere karşı uyguladığı asimilasyon politikasının esasını teşkil ediyordu. Lenin ve Stalin bizzat bu hususa çok ehemmiyet veriyordu. Komünizmin yayılmasına engel olan en önemli meselenin alfabe siyaseti olacağı düşünülüyordu. Sovyetler, daha ilk yıllarında iktisadi durumları bozuk olmasına rağmen alfabe değiştirme projesine bolca para desteği sağlıyordu.
TÜRK MÜNEVVERLER KARŞI ÇIKTI
Rejim, hâkimiyeti altındaki Türk toplulukları için Latin alfabesini tartışmaya açtığında, Türkistan münevverlerinin çoğu bu teşebbüse karşı çıktılar. Böyle bir değişikliğin çok zararlı sonuçlara yol açacağını ileri sürdüler. Ne var ki, yeni alfabe muhalifleri rejimin düşmanı olarak görülüyor, devrim karşıtı damgası yiyordu.
Ruslar, ilk alfabe değiştirme işine nüfusunun büyük çoğunluğunu Türklerin oluşturduğu Yakutlar’dan başladı. İkinci icraatları ise, Azerbaycan’da oldu. Burada “yeni Türk alfabesi” 1922 yılında yani Türkiye’den altı yıl önce hazırlandı. Bunun 22 harfi günümüzde kullandığımız harflerin aynısıydı. Alfabe 33 harfliydi.
YENİ TÜRK ELİFBA KOMİTESİ
Yeni alfabeyi halka kabul ettirtmek için bir komite oluşturdular. Bu komite kurulmasından itibaren hızlı bir çalışma içerisine girerek, faaliyetlerini her tarafa duyurmaya başladı. Öncelikle Latin harflerine dayalı ‘Yeni Türk Elifbası’ kitapçıkları bastırılarak dağıtıldı. Daha sonra Arap alfabesi ile yazılan bazı kitaplar, yeni alfabe ile yayımlandı. Ayrıca komite, yeni alfabenin öğretilmesi maksadıyla çeşitli kurslar açtı ve çıkarmış olduğu “Yeni Yol”, “Işık Yol” gazeteleri ile de bu çalışmaları halka duyurdu. Maksatları Arap alfabesini kötülemek, yeni alfabeyi tanıtmaktı. Gazetenin ne adresi ne de kadrosu biliniyordu. Zira o dönemde gazetenin düşmanı çoktu. Azerbaycan’ın hemen hemen bütün illerinde, ayrıca; Nahcivan, Erivan ve Tiflis’te de şubeler açıldı. Ne yazık ki yeni alfabe kısa zamanda halka empoze edildi.
HEYET GÖNDERDİLER
Sovyetler kurultay yolu ile Azerbaycan’da hazırlanan Latin alfabesini Türkistan Türklerine de kabul ettirmek için Türk topluluklarının yaşadıkları coğrafyaya bir heyet gönderdi. Bunlar Türkistan’da yetkili kişilerle görüşecek, yeni alfabenin propagandasını yapacaktı. Heyet, Samed Ağa Ağamalıoğlu başkanlığında, Mirza Celil, Veli Huluflu ve Halid Said’den teşekkül ediyordu. Ayrıca bir doktor, mali işlerle ilgili bir memur, bir de kâtip vardı.
Başkan Samed Ağa Ağamalıoğlu Türkistan’da yetkililere şunları söyledi: “Yoldaşlar! Arap alfabesi ile yazılan edebiyatın yok olacağından korkmayın. Eğer eski edebiyata ait değerli eserler varsa gösterin. Milyarlara mâl olsa dahi hepsini bastıralım.”
“KARŞINIZDAKİNİN KİM OLDUĞUNU BİLMİYORSUNUZ!”
Bu konuşmaya Türkistan Cumhuriyeti Merkez İlmî Şûrası karşı çıktı. Bunun üzerine Samed Ağa Ağamalıoğlu sözlerine şöyle devam etti: “Görülüyor ki karşınızdakinin kim olduğunu bilmiyorsunuz. Ben Sovyetler Birliği hükûmeti adına konuşuyorum. Her cumhuriyet, kültürel işlerinde bağımsızdır. Bugüne kadar eski medreseleri, eski okulları, Kur’an kurslarını devam ettirmişsiniz. Bunda bütün suç sizindir. Merkez (Moskova) katiyen bundan sorumlu değildir. En büyük inkılap olan yeni alfabeye Moskova büyük destek verecektir. Buna emin olunuz. Bu inkılaba karşı çıkmak istiyorsanız çok büyük hata yapıyorsunuz...”
1926 BAKÜ TÜRKİYAT KONGRESİ
1924 yılının Ekim ayının 10’unda Samed Ağa Ağamalıoğlu ve diğer arkadaşları Bakü’ye geri döndüler. Tataristan ve Kazakistan’dan hoşnut kalmamışlardı. Oralarda yeni alfabeyi anlatmalarına, geniş görüşme yapmalarına imkân verilmemişti. Heyet, davetsiz bir misafir gibi karşılanmıştı. 1924’ün sonlarında Sovyetler Birliği’ne dâhil cumhuriyetlerden; Azerbaycan, Başkurdistan, Kırım, Dağıstan, sürekli rejimin siyasi baskılarına maruz kaldıkları için, yeni alfabeyi kabul etmeye hazır olduklarını, kurultayda destekleyeceklerini söylemişlerdi. Türkistanlılar ise endişe ve tereddüt içindeydiler. Acaba Arap alfabesi ile basılan neşriyat bundan sonra ne olacaktı? Bu hisle doluydular. Bunlardan Kazakistan ile Tataristan kabul etmeyeceklerini kesin bir şekilde ifade etmişlerdi.
TÜRKİYE CEPHESİ
Sovyetler kongrede herhangi bir sürprizle karşılaşmamak için son derece titiz davranıyorlardı. Türkiye’nin de kurultaydaki tavrı çok önem arz ediyordu. Bu maksatla Alman Türkolog’u Prof. Dr. Theodor Menzel’i Atatürk’ün itimadını kazanmış, Rus ve Avrupalı Türkologları onunla görüştürmüş, Türkoloji Kongresi ile ilgili onun tavsiyelerini de dinlemişti. Ayrıca Menzel, birkaç defa Rus Türkologlarını İstanbul'a davet ettirip onları yetkililerle görüştürdü. “Alfabe Reformu” ile alakalı araştırmalar yaptı, muhalif grupları tespit etti, bunları gereken yerlere bildirdi.
Menzel’den sonra Rus Türkolog Aleksandr Samoyloviç Ankara’ya gelerek o dönemin Millî Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi Tanrıöver’i ziyaret etti. Yakın dostu meşhur Türkistan tarihçisi Prof. Dr. Zeki Velidi Togan ile de görüştü. Kongre için çalışma yapmasını istedi.
KAFKASLARDAN ORTA ASYA İÇLERİNE…
1926 senesinde Azerbaycan’ın başşehri Bakü’de Birinci Türkiyat Kongresi’nde alınan kararla Arap alfabesinin Rusya’daki Türk topluluklarından kaldırılmasına, Latin alfabesine geçilmesine karar verildi. Hiç vakit kaybetmeden alfabe değişikliği Kafkaslardan Orta Asya içlerine doğru genişletildi. Yeni Türk Alfabesi Merkez Komitesi, ikinci kurultayını Ocak 1928'de Özbekistan'ın başkenti Taşkent'te topladı. O güne kadar yeni yazı hareketinin ağırlık merkezi Bakü idi, ondan sonra Türkistan oldu.
Ruslar, Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan, Kazakistan gibi Türk devletleri başta olmak üzere, bütün Türk yurtlarında yayımlanan tarihî, kültürel ve edebî eserlerin pek çoğunu milliyetçilik fikri taşıyor mantığı ile yasaklama yoluna gitti. Bunların yerine Sovyet, sosyalist, komünist fikrini empoze etti. Türk kabilelerin lehçelerinde ne kadar Arapça, Farsça kelime ve terim varsa yerine Rusça karşılıkları konuldu.
ERMENİ VE GÜRCÜ ALFABELERİNE DOKUNULMADI
Rus hâkimiyeti altında bulunan Hristiyan milletlerin de zaman zaman alfabelerinden şikâyet ettikleri bilinmekte idi. Ancak Moskova bu hususta hiçbir çalışma yapmadı. Ermeni, Gürcü, Grek alfabesine hiç dokunulmadı.
LATİN ALFABESİNE OLAN TAVIRLAR DEĞİŞTİ
Türkistan Türkleri yavaş yavaş yeni alfabeye geçerken, 1928 yılında Türkiye'de de harf devrimi yapılarak, Arap alfabesinden, Latin alfabesine geçildi. Bunun üzerine Rusların Latin alfabesine olan tavrı değişti. Zira bununla da Türkler arasında yeniden bir alfabe birliği meydana gelmiş oluyordu. Sovyetler Birliği Merkez Yürütme Kurulu, hâkimiyeti altındaki Türklerin Latin alfabesinde kalmasının büyük bir hata olacağını düşündü. 1939 yılında hiçbir mukavemetle karşılaşmadan Türk toplulukları için birbirlerinden farklı Kiril alfabesi getirildi. Ruslar, Türklerin hafızasını tamamen silmek için, bu son değişikliğe karşı çıkan münevverleri çeşitli bahanelerle ortadan kaldırıldı. Çünkü münevverler Türklüğün gelişmesine hizmet edecekti. Onları yok etmek Türk milletinin yolunu aydınlatacak ışıktan mahrum etme anlamı taşıyordu
Türk birliğine engel olan faktörler ve dil
9 Ocak 2022 02:00
A -
A +
Dr. Mehmet Can
Türkler, 20. asırda coğrafî, siyasî, sosyal ve kültürel yönlerden büyük bir parçalanma ve asimilasyona maruz kaldı. Savaş ve işgallerle coğrafyaları parçalandı, kültürel asimilasyona uğratıldılar. Alfabeleri Sovyet Rusya döneminde birkaç defa değiştirildi, dilleri bozuldu.
“Bizim konuştuğumuz Türkçe ile Türkistan’daki soydaşlarımızın dili de yüzde doksan nispetinde birbirinin benzeridir, aynıdır. Bizim uydurmacılığa sapmamız uzak diyardaki ırkdaşlarımızla da irtibatımızın kesilmesine sebep olur.”
Türk dünyasında bir asır evvel büyük bir birlik vardı.
Bugünlerde Kazakistan’da yaşanan üzücü hadiselerle sarsılan “Türk Dünyası”, sahası 11,2 milyon kilometrekareyi aşan büyük siyasî, coğrafî birliğin adıdır. Bu kültürel ve etnik birliğin sınırları Adriyatik Denizi kıyılarından başlar ve Çin'in başkenti Pekin yakınlarındaki meşhur tarihî Çin Seddi’ne kadar devam eder. Türkler, XX. asırda Doğu’da ve Batı’da, coğrafî, siyasî, sosyal ve kültürel yönlerden büyük bir parçalanma ve asimilasyona maruz kaldı. Savaş ve işgallerle coğrafyaları parçalandı, kültürel asimilasyona uğratıldılar. Alfabeleri Sovyet Rusya döneminde birkaç defa değiştirildi, dilleri bozuldu. Nihayetinde hem tarihleri ve hem de birbirleriyle irtibatları kesildi.
ALFABE BİRLİĞİ YENİDEN SAĞLANMALIDIR
1991 yılına gelindiğinde dünyada önemli gelişmeler oldu. Sovyetler Birliği dağıldı, Türk cumhuriyetleri bağımsızlıklarına kavuştu. İşe ilk olarak millî devletlerini oluşturmakla başladılar. Bunlardan kültürel yönden en mühimi sayılan ortak alfabe arayışı oldu. İlk önce Azerbaycan, Sovyetler tarafından kabul ettirilen Rus harflerini bırakıp, Latin alfabesine geçiş kararı aldı. Türkmenistan'da Cumhurbaşkanı Sapar Murat Türkmenbaşı' nın emriyle, ancak 2000 yılında geniş olarak Latin harflerini kullanmaya başladı.
Özbekistan ise, geçiş sürecinin eğitim-öğretimde uzun yıllara yayılması ve özellikle Latin alfabesine basın ve yayının teşvik edilip desteklenmemesi ile bu alfabenin geniş kitlelerce benimsenmesini geciktirdi. Bugün hâlâ bazı yayınlar Latin alfabesinin yanında, Kiril harfleriyle çıkmaktadır.
Kısa bir süre önce, Kazakistan Meclisi de aldığı bir kararla 2025 yılına kadar, Latin alfabesine geçilmesine kararlaştırdı. Kırgızistan ise hâla Kiril alfabesini kullanmaya devam etmektedir.
ALFABELERDE FARKLI HARFLER VAR
Ancak Türk cumhuriyetlerinde günümüzde kullanılan Latin temelli alfabelerinde, Türkiye’den değişik harfler bulunmaktadır. Alfabelerine beş harfin ("Ä ä", "Ñ ñ", "x x", "Q q", "W w") ilâve edilmesiyle farklılıklar ortaya çıktı. Mesela Azerbaycan, "Ä ä" harfi yerine "ə"yi.
Türkmenistan, “ı” yerine “y”, “y” yerine “Ϋ”, “c” yerine de “j” yi. Özbekistan ise “ş”, “ç” gibi harflerin İngilizcedeki yazılışları olan “sh” ve “ch”yi esas alırken bir yandan da yuvarlaklaşan “a” ile “o”nun tek kodla gösterilmesini “o” kabul ederek iki farklı harfi birleştirmiş oldu.
“Türk cumhuriyetlerinde, ortak Türk alfabesi önünde duran siyasî ve ekonomik sebeplerin dışında başka engeller var mı?” sorusuna cevap verebilmek için daha önce Arap, Latin, Kiril alfabesine geçiş sürecindeki uygulamaları hatırlamak gerekir. Geçmişin aksine günümüzde Türk cumhuriyetleri ortak Türk alfabesi konusunda, hevesli görünmektedirler. Türk birliğinin sağlanması için, “ortak bir alfabe” yeniden meydana getirilmelidir.
BİR ASIR EVVEL DİLDE DE BİRLİK VARDI
Türk dünyasında bir asır evvel alfabede olduğu gibi bütün Türk lehçeleri arasında da gramer ve kelime bakımından da büyük bir birlik vardı. Sadece ağız ve lehçelerde farklılık bulunmaktaydı. Osmanlı Devleti’nin son zamanına kadar, ‘bugünkü yaşadığımız mânâda’ Türk dilinde ‘arı Türkçecilik, öz Türkçecilik’ gibi bir tasfiyecilik teşebbüsü olmadı.
TÜRKİYE’DE ARAPÇA VE FARSÇAMENŞELİ KELİMELER ATILDI
Türkçede sadeleşme hareketleri Tanzimat ile birlikte başladı. Birinci Dil Kurultayı’nın ardından ‘dil devrimi’ni gerçekleştirmek için bu minval üzere hummalı bir şekilde çalışıldı. Bu devrimde en büyük gelişme 18 Ağustos 1934’te toplanan ‘İkinci Dil Kurultayı’nın ardından oldu. Birinci kurultaydan sonra üç kıtaya yayılmış muhteşem bir devletin dili olan Osmanlıca ‘yabancı’ dil olarak kabul edildi. Arapça ve Farsça menşeli kelimeler atıldı. ‘İkinci Dil Kurultayı’nın ardından yapılan ‘kılavuz’ hazırlama çalışması 24 Aralık 1934’ten 25 Mart 1935’e kadar devam etti.
BİRBİRİMİZİ ANLAYAMAYACAK HÂLE DÜŞERİZ
O dönemde buna birçok ilim adamı karşı çıktı. Bu hususta Prof. Dr. Necmettin Hacıeminoğlu şunları kaydeder: “Bizim konuştuğumuz bu dokuz asırlık Türkçe, yalnız Türkiye Türklerinin dili değildir. Türkistan, İran, Kafkasya, Kerkük, Kıbrıs ve bütün Balkan memleketlerindeki soydaşlarımız da halen aynı Türkçeyi kullanmaktadırlar. Eğer biz, otuz yıl önce başlatılan uydurmacılık akımına kapılırda yeni bir yazı dili teşekkül etmeye kalkışırsak en yakın komşumuz ve ırkdaşımız olan diğer Oğuz Türkleri ile aramızda olan dil bağı kopar. Bir nesil sonra onlarla anlaşamayız. Onlara yabancılaşırız.
DÜNYA TÜRKLÜĞÜNDEN KOPARIZ
Bizim konuştuğumuz Türkçe ile Türkistan’daki soydaşlarımızın dili de yüzde doksan nispetinde birbirinin benzeridir, aynıdır. Bizim uydurmacılığa sapmamız uzak diyardaki ırkdaşlarımızla da irtibatımızın kesilmesine sebep olur. Böylece bir nesil sonra Türkiye’de ayrı bir dil teşekkül eder. Ve biz yüz milyonluk dünya Türklüğünden tamamıyla kopmuş, ayrılmış sayılırız. Onlardan farklı, onlarla soy birliğimiz yokmuş gibi oluruz.”
Bir başka misal olarak Yavuz Bülent Bakiler, 1982 yılında Azerbaycan’dan Ankara’ya gelen şair Mehmet Aslan’ın kendisine söylediği şu hatırayı nakletmektedir:
“Siz Türkiye Türkleri olarak dilinizden ‘hayat’ gibi güzel bir kelimeyi atıyorsunuz. Yerine köksüz, ruhsuz, çıplak, bir ‘yaşam’ kelimesini getiriyorsunuz. Siz altı katlı apartmanın birinci katında oturan ve oturduğu katı yıkmaya kalkışan o evlada benziyorsunuz. Buna hakkınız var mı? Üst katta oturanları niçin düşünmüyorsunuz? Üst katlarda kimler var? Üst katlarda; Azerbaycan, Özbekistan, Uygur, Başkurt, Tatar, İran, Irak ve Balkan Türkleri var. Çünkü biz, de, Özbeklerde, Uygurlar da, Başkurtlar da, Tatarlar, da sizin şimdi ‘yaşam’ dediğinize, ‘hayat’ diyoruz. Sizin Türk dünyasında ‘dilde birlik’ idealini yıkmaya hakkınız var mı?”
HANGİ TÜRKÇEYİ ÖĞRETECEĞİME ŞAŞIRDIM
Londra Üniversitesi Türk Dili hocası Doç. Dr. İngiliz Miss Margaret Bainbridge ise Türkiye’ye geldiğinde meşhur edebiyatçılarımızdan Nihat Sami Banarlı’ya Türkçenin gidişatı hakkında üzüntüsünü belirterek şunları söylüyor: “Bu gidişin sonu ne olacak? Sizin büyük, tarihî eser olan güzel diliniz böylece ziyan olup gidecek mi? İngiltere’de Türkçe öğrenmek isteyen Türkçe öğrencisine hangi Türkçeyi öğreteceğime şaşırdım. Sizin divan şiirinizin güzelliğini ve Türkçenin eski ve yeni şairlerin elinde neler söylemeye muktedir bir lisan olduğunu biliyorum. Sinan Paşa gibi, Evliya Çelebi gibi eski şaheserleri meydana getirenler de beni kendilerine bağlamışlardır. Bununla beraber, sizin hakiki Türkçeniz bundan elli sene evvel konuşulan Türkçe ile yazan muharrirlerinizin dilidir. Bugünkü diliniz ise artık tamamıyla uydurma ve güzel olmayan bir dildir. Ne sesi, ne üslubu kalmış, ziyan olmuş bir lisan… Kemâlini bulmuş Türkçeye nasıl kıyıyorsunuz? Bu güzel dili kısa zamanda nasıl bu kadar mahvü perişan ettiniz. Bu, akıl alacak bir şey değil.”
TÜRKİSTAN TÜRKLERİ DE RUSLAŞTIRMA KURBANI OLDU
Rus Ortodoks misyoner Nikolay İlminsky, “Yabancı milletlerin eğitilmesi ve bunların Rusya’nın ruhuna yakınlaştırılması, istikbâl için büyük siyasî önemi olan bir vazifedir. İnanç ve dil bakımından Ruslarla kati olarak kaynaştırılmaları, yabancı milletlerin eğitim sisteminin erişmek istediği son gaye olmalıdır” demiştir.
Çarlık Rusya’sı zamanında Osmanlıcayı kullanmanın sosyal rolünü anlayan aydın insanlar, ilk önce bu dili gençlere öğretme işine giriştiler. Bulgar, Altın Ordu, Kazan Hanlığı devrindeki medreselerde İslam’ı öğrenmek için Arapça bilmek yeterli idi. Ancak 18. asrın sonlarından itibaren açılan birçok medreselerinde Arap ve Fars dilleriyle beraber Osmanlıcaya da önem verildi. 20. yüzyılın başlarında, medrese mezunları Osmanlıca şiir yazabilecek derecede öğrenmişlerdi.
TÜRKÇE KELİME KULLANMAK YASAKLANDI
Sovyet devrinde de, Türkçeyi unutturmak için mücadeleye başlandı. Türkiye hakkında yazı yazmak, Türkçe kelimeleri kullanmak yasak idi. Türkçe yazanlar mahkemece ‘Pan-Türkist’ suçlamalara maruz kalırlardı. 1930’lu yıllarda Türkiye ile bağlantısı olan çok insan öldürüldü. Sovyetler Birliği’ndeki Türk halkları için ortak konuşma dili Rusça kabul edildi.
Rusya’daki Türklerin kendi dillerine nasıl sarıldıklarını Rusların da bunu nasıl önlemek istediklerini belirtmek için meşhur Sovyetolog Helene Carrered Encusse’un ‘Empire Eclate’ adlı eserinden bir pasaj sunalım:
“Sovyetlerdeki etnik gruplar eğitim politikalarını düzenleyen kararlara doğrudan doğruya katkıda bulunamazlar, kendi okullarında her zaman kitap sıkıntısı çekerler. Oysa Ruslar Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri’nde okulları çok ileri eğitim araçları ile donatmışlardır. Sadece 1975 yılında toplan tirajı 11.616.000 olan 350 ders kitabı yayınlandı. Bu, aynı kitapları okuyacak öğrenci sayısından fazla idi. Fakat hepsi Rusça yazıldığı için Tatar eğitimciler kitap sıkıntısı çektiklerini, kendi dillerinde kitaplar yazılmasına izin verilmesini merkezden ısrarla istemiş, olumlu cevap alamamışlardır.
EMİR MOSKOVA’DAN GELİYORDU
Bu emir Moskova’dan geliyordu. Bunun sebebi ise, Ruslar Slav ırkındandırlar. En büyük rakipleri Türk ırkıdır. Birçok Türk memleketlerini işgal etmişlerdir ve büyük şanlı bir tarihi olan Türk ırkının kudretini bilirler. Rusya’da yaşayan Türkler arasında eskiden beri milliyetçilik ve ‘Türk Birliği’ fikri yaygındır. Bütün dünyadaki Türkler birleşmelidir. Birleşmenin vasıtası da ‘ortak dil ve alfabe’olacaktır. Çünkü alfabe ve dildeki farklılıklar Türkleri birbirinden hayli uzaklaştırmış durumdadır.”
.
Kazakistan’daki kaosun asıl sebebi
16 Ocak 2022 02:00
A -
A +
Numan Aydoğan Ünal
Sovyet komünist lider Stalin zamanında (1920-1933), Kazakistan halkının iki defa yaşadığı büyük açlık faciası, insanlık tarihinin en büyük trajedi ve soykırımlarından biridir. Bu facia, Kazak nüfusunun yaklaşık yarısının ölümüne sebep oldu.
Yakın zamanda Kazakistan’da meydana gelen müessif hadiseler başta Türkiye olmak üzere bütün Türk Dünyasını endişe ve üzüntüye sevk etti.
Sovyetlerin dağılmasından sonra kurulan Türk cumhuriyetleri içinde en müreffeh ve huzurlusu Kazakistan’dı. Bunda da kurucu ve ilk cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev’in büyük rolü vardı. Burada sadece birini zikredelim: Çölün ortasında dünyanın en modern şehirlerinden biri olan başkent Astana’yı inşa etti.
Kazakistan’da bu hadiselerin çıkmasında yabancı istihbaratların rolü olabilir. Ancak; küçük çaplı gösterilere aniden katılan ve kendi resmî binalarını yakan-yıkan, iş yerlerini talan eden on binlerce insan da kendi öz halkıydı. Sovyetler’den sonra pek çok kalkınma hamleleri yapıldı. Fakat, halka tarih şuuru, millî şuur verilemedi. Çarlar ve Stalin zamanında yapılan zulüm, işkence, sürgün, katliamlar; açlıktan korkunç ölümler millete anlatılmadı. Anlatılsaydı, öğretilseydi sadece “zamlar”dan dolayı kendi şehirlerini harabeye çevirmezlerdi.
STALİN DEVRİNDEKİ AÇLIK FACİASI
Bu makalemizde Stalin zamanında Kazakistan’da yaşanan insanlık tarihinin en korkunç açlık faciasından biraz bahsedelim: Sovyet komünist lider Stalin zamanında (1920-1933), Kazakistan halkının iki defa yaşadığı büyük açlık faciası, insanlık tarihinin en büyük trajedi ve soykırımlarından biridir. Bu facia, Kazak nüfusunun yaklaşık yarısının ölümüne sebep oldu. Komünizm devrinde bu facia hakkında konuşmak, yazmak yasak olduğundan, dünya kamuoyu bundan habersizdi.
Bu hususta ancak, Sovyetlerin dağılmasından sonra Türk cumhuriyetlerinde daha yeni yeni makaleler, kitaplar yazılmaya, filmler çevrilmeye başlandı. Günümüzde Kazak aydınları S. Eluvbay, T. Omerbekov M. Tatimov, T. Jurtbay ve P. Ayagan bu konuda araştırma yapmakta ve yazılar kaleme almaktadırlar.
S. Eluvbay diyor ki: “Hem 1920’li ve 1930’lu yılların başındaki açlık faciası, komünist iktidarın eliyle programlı olarak gerçekleştirildi. Planlı oldu diyorum çünkü Kazakistan’da Goloşyekin idaresindekiler, halkın ahırından hayvanlarını, kilerinden günlük yiyeceklerini, hatta o gün yemek için pişirdikleri yemeği sofradan veya kazandan toplattırmışlardı. Bu dediklerimi, bizzat yaşayan şahitlerden dinledim. Sovyet rejimi, halkın yaşadığı bu büyük açlık felaketini yok saymak için arşiv belgelerini raftan kaldırarak, halkın sesi olan yazarları susturarak, faciayı unutturmaya çalıştı.”
Smagül Eluvbay’ın bu büyük açlık faciasını dile getiren 1930’lu yıllarda yazdığı “Ak Boz Üy” romanı ancak Sovyetlerin dağılmasıyla 1990 yılında basılabildi. Bu roman 2015 yılında Gülzade Temenova tarafından Türkçeye tercüme edilerek “Arasat Meydanı” adıyla yayımlandı. Romanın “Kazakfilm” tarafından filmi de yapıldı.
KONUŞULMASI DAHİ YASAKTI!
Kazakistanlı Rus yazar Valeriy Mihaylov Fedoroviç, 1990 yılında Sovyetlerin son cumhurbaşkanı M. Gorbaçov’un sansürü kaldırmasından hemen sonra yayınlanan “Hronika Velikogo Djuta” (Büyük Afetin Kronolojisi) kitabında bu büyük açlık faciasında şöyle bahsetmektedir:
“1930’lu yıllarda yaşananlar hakkında ancak 1980’lerde birazcık bahsedilmeye başlandı. Sovyet rejimi yıllar boyunca bu hususun konuşulmasını yasaklamıştı. Ancak açlığı yaşayan insanlar bu yaşadıklarını hiç unutur mu? Açlığın canlı şahitleri her zaman aile ortamında çok gizli bir şekilde yaşadıklarını anlatabiliyorlardı. 1980 yılından itibaren kitabı yazmak için hazırlıklara başlamıştım. Kolay olmadı tabii… Girişi serbest olan Devlet arşivlerinde, açlık hakkında neredeyse hiç malzeme yoktu. Sanki 1930’lu yıllarda Kazakistan’da böyle bir hadise olmamış gibiydi.
Kazakistan’ın bağımsızlığından sonra yapılan araştırmalarda, 1920-1930 yıllarında 4,5-5 milyon Kazak vatandaşın açlıktan öldüğü anlaşıldı. Tabii ki, ikinci defa tekrar eden açlık felaketini önlemek mümkündü. Ancak Sovyet iktidarının esas gayesi çeşitli şekilde, öteki olarak bildikleri halkları esir etmek, hatta mümkünse yok etmekti. Hâlbuki 1931-1933 yıllarında buğday ambarları boş değildi. Halka yetecek kadar buğday, et, hayvanları koruyacak kadar yem, ot stoku vardı. Fakat bunları bilerek halka dağıtmadılar.” (Prof. Dr. P. Ayagan)
Son olarak bu büyük facia Damira İbrahim ve Vahid Türk’ün hazırladığı “Kızıl Kıtlık” kitabında dile getirildi: Kitapta, çekilen büyük açlık faciası ve faciayı yaşayanların hatıraları yazılmıştır. İnsanlar açlıktan ölmemek için kedi, köpek, fare, ölmüş hayvan yedikleri kaydedilmiştir. Bu kitap 2016 yılında Türkiye’de de basıldı.
FACİANIN SEBEBİ KOLHOZLAŞTIRMA
1917 yılında, komünist ihtilalinden sonra Sovyet rejimi kolhoz denilen çiftlikleri kurdurdu. Köylülerin bütün arazileri ve hayvanları ellerinden alındı. Çiftçi ailelerin bütün fertleri de bu kolhozlarda boğaz tokluğuna çalışmaya mecbur edildi. Asırlardan beri göçebe olarak yaşayan Kazakistan halkı, hayvanlarının elinden alınmasıyla âdeta ölüme terk edildi. Kolhozlaştırmanın esas maksadı ise nüfus politikası idi. Çarlar zamanından beri Ruslar her fırsatta Kazakistan bozkırlarında Rus nüfusunu çoğaltmaktaydı. 1917 komünist ihtilalinden sonra bu politika daha katı bir şekilde yapıldı. Kazaklar devamlı surette bu uygulamaya karşı çıktılar ise de bir türlü başarılı olamadılar. Böylece Kazak nüfusu aç bırakılarak, öldürülerek, yurtlarından terk ettirildi. Bu bakımdan Sovyet İhtilali’nden sonra da Kazak nüfusu azalmaya, Ruslar çoğalmaya devam etti.
KAZAK KOMÜNİST LİDERDEN STALİN’E MEKTUP
Büyük açlık faciası hakkında Komünist Partisi’nin mahalli Kazak liderleri ve halk tarafından Stalin’e gönderilen mektuplar Rus arşivinde bulunmaktadır. Kazakistan SSBC Merkez Komitesi yönetiminde bulanan ve kendisi de Kazak olan Turar Riskolov, Stalin’e hitaben yazdığı mektupta açlıktan dolayı büyük göçler ve ölümler olduğunu belirterek şöyle diyordu:
“Stalin yoldaş; yurtlarını terk ederek başka yerlere göç edenlerin çoğu yollarda ölmüş. Aç insanlar boğazından geçen her şeyi yemektedirler. O civarda kedi ve köpek hiç kalmamış, ne kadar hayvan varsa avlanmış. Kazakların yaşadığı çadırların etrafında köpek, kedi ve ufak başka hayvanların defalarca kaynatılmış kemikleri saçılmıştır. Göç etmeye mecbur olanların çoğu, çocuklarını rastgele yerlere bırakmak zorunda kalıyorlar. Başka yerlere göç edenler arasında çocuklarını beraberce götürebilenler yok denecek kadar azdır. Kazakistan’ın şehirlerinde, demir yolu istasyonlarında barınaksız, kimsesiz çocuklar kalabalıklar hâlinde dolaşıyorlar. Resmî kuruluşların verdiği bilgilere göre 1932 yılının sonunda kimsesiz kalan 50.000 Kazak çocuğu herhangi bir yere yerleştirilmemiştir.”
Turar Riskolov, Sultan Galiyev gibi Stalin’e yakın bir politikacı ve üst idarecilerindendi. Daha sonra komünist rejim tarafından ortadan kaldırıldı. Hiçbir izi ve esamesi kalmadı.
Eğer açlık faciası olmasaydı yaklaşık 20 milyon olan Kazak nüfusu bugün 40 milyon civarında olabilirdi.
Kazakistan hürriyetine kavuştuktan sonra Türkiye ile çok iyi münasebetleri oldu. Yüzlerce Kazak genci Türkiye’de öğrenim gördü. Pek çok Türk vatandaşı da Kazakistan’da iş kurdu
.
Türk milletinin açlıkla imtihanı
20 Mart 2022 02:00
A -
A +
Numan Aydoğan Ünal
Eskiler açlıktan ölmemek için kedileri,ölmüş at ve katırları, hatta çarıklarını yemek zorunda kaldılar. Asker ve muhacirlerimizin harplerde çektiği açlık hakkında, arşivlerimizde yüzlerce bilgi ve belge var…
Bugün Türkiye’de her yıl 44 milyar ekmek üretiliyor ama ne yazık ki 4 milyar ekmek çöpe gidiyor.
Ecdadımız, Doksan Üç Harbi, Balkan ve Birinci Cihan Savaşları’nda pek çok acı felaketler yaşadı. Osmanlı asker ve muhacirleri; kızgın çöllerde, soğuk dağlarda açlıktan ölmemek için kedileri köpekleri, çekirgeleri, ölmüş at ve katırları, çarıklarını, hatta atların gübreleri içindeki arpa tanelerini çıkarıp yediler. Bunları da bulamayanlar ağaç kabuklarını, yabani otları yediler. Bu arada bilmedikleri, tanımadıkları zehirli otları yiyip ölenler de çok oldu. Dağlarda, çöllerde kurtlara, kuşlara yem oldular. Savaşlardaki mağlubiyetlerin önemli sebeplerinden biri de açlık olmuştu...
Bugün ise askerimizin silah, teçhizat, giyim ve iaşesi mükemmeldir. Terörle mücadelede başarının en önemli faktörlerinden biri de budur. Eskiden asker ve muhacirlerimizin savaşlarda çektiği açlık hakkındaysa arşivlerimizde yüzlerce bilgi ve belge vardır…
BÖYLE FACİA GÖRÜLMEDİ!
Birinci Cihan Harbi’nde Ruslar Doğu Anadolu’yu işgal edip Ermeniler de Müslüman halka büyük bir soykırım başlatınca, canını kurtaran bütün Müslüman halk, yurtlarını ve yuvalarını terk ederek Kuzey Irak ve Anadolu içlerine hicret etmek mecburiyetinde kaldılar. Van’dan bütün ailesiyle hicret eden Abdülhakim Arvasi hazretleri, yaşanan hadiselerin vahametini ‘‘Âdem âleyhisselamdan beri böyle bir facia görülmedi’’ diyerek ifade etmişti. Eski Van milletvekillerinden ve hicret edenler arasında bulunan İbrahim Arvas Bey de hatıralarında şunları anlatmıştı:
‘‘1917 kışında yokluk ve açlık zirvedeydi. Bir teneke buğday dört sarı altın idi. Musul sokaklarında, bilhassa muhacir ve asker olarak, günde üç yüz kişi açlıktan ölüyordu. Musul kazaları bulunan Zaho, Duhuk, Erbil ve Akra’da da vaziyet aynıydı. Ölüler defnedilemiyor, mezarlara atılıyor, köpeklere ikram ediliyordu. Kerkük kaza ve köylerinde yaklaşık günde bin kişi açlıktan ölüyordu. Diyarbekir ve Adana’daki muhacirler de çok sıkıntı çektiler. Ama Musul’daki gibi hayvan leşleri, kedi ve köpek yemediler.
Musul merkezinde o zaman yüzden fazla milyoner tüccar vardı. Büyük çiftçiler ve pek çok zahire ambarları mevcuttu. Bunlardan hiç birisi ne bir askere ve ne de bir muhacire yardımda bulundular. Vicdanları asla tınmadı. Cenab-ı Hak adil-i mutlaktır. Bir gün gelir de Musullular veya evladı ahvadı intikamı ilahiye maruz kalacaklardır…” (İbrahim Arvas-Tarihî Hakikatler)
Kurmay Binbaşı Vecihi Bey, Birinci Cihan Savaşı’nda Filistin Cephesinde, Şeria’da karşılaştığı hazin bir vakayı hatıralarında şöyle dile getiriyor: “Tümenin iaşe durumu çok kötüydü. Her gün bir miktar çeşitli hububat karışımı, biraz un ve soğan veriliyordu. Bununla askere hem ekmek hem yemek, hem de çorba yapılıyordu. Un gelmediği günlerde buğday dağıtılırdı. Pirinç, çay, şeker, fasulye gibi erzakın yüzünü gören yoktu.’’ (Kurmay Binbaşı Vecihi Bey - Filistin Ricatı)
KUMANDAN PAŞA’NIN GIDASI: MISIR KOÇANI
Balkan Harbi sırasında savaş muhabiri olarak bulunan Fransız gazeteci Stephane Lausanne, Trakya’da Bulgarlar karşısında büyük bir bozgun ve hezimete uğrayan Abdullah Paşa komutasındaki Osmanlı Ordusu’nun içine düştüğü büyük açlık faciasından şöyle bahsediyor:
“Abdullah Paşa, Karargâhının bulunduğu Sakız Köyü’nde küçük bir eve kapanıp kalmıştı. Daily Telegraph gazetesi muhabiri Bartlett, Paşa’yı tesadüfen evinde ziyaret etmişti. Komutan âdeta açlıktan ölüyordu. Emir subayları, tırnakları ile evin bahçesini kazıp birkaç mısır koçanı bulmaya çalışıyorlardı. Buldukları kökleri un bulamacıyla pişiriyorlardı…
İşte yüz yetmiş beş bin kişilik orduya kumanda eden Abdullah Paşa’nın erzakı bu idi. Bartlett, yanında getirdiği birkaç konserveyi paşaya sundu. Abdullah Paşa onunla üç gün beslendi ve ‘Siz yetişmeseydiniz herhâlde açlıktan ayakta bile duramayacaktım’demişti.”
Stephane Lausanne şöyle devam ediyor:
“Bir subay da açlıktan bayılacak hâle gelmişti. Son tedbir olarak paltosunun iç cebine bir ekmek kabuğu saklamıştı. Sabahleyin bitkin bir şekilde ekmeğini çıkarmış, atın üstünde doğrulup yemeye hazırlanmıştı. Ancak, tam o anda yolun kenarında, sabahın alacakaranlığında ovaya serili duran cesetlerden daha donuk bir hâle gelmiş bir yaralıyı fark etmişti. Yaralı doğrulmuş, öylesine yalvaran bir tavırla elini uzatmış ki subayın yüreği parçalanmış. Elindeki ekmeği, bu son yiyeceğini ağzına götürememiş, bu zavallı yavrunun avucuna bırakmak istemiş, tam o anda da atı hareketlenmiş ve ekmek elinden kayıp çamurların içine düşmüştü. İşte tam o esnada yaralı asker kendini yere atmış, insan kanları ile karışmış çamurlar içinde bulunan bu ekmek parçasını yakalamış ve bir anda ağzına götürmüştü.” (Stephane Lausanne - Osmanlı’nın Bozgun Yılları)
ÖLMÜŞ KATIR VE BEYGİR ETİ YEDİRDİLER
1919 yılında İngilizler Antep’i işgal ettiklerinde şehrin ileri gelenlerinden bazılarını da yakalayarak Mısır’daki esir kaplarına gönderdiler. Bunlardan biri olan Eyüb Sabri (Akgöl) esaret hatıralarında diyor ki: “İngilizler kamptaki asker ve sivil esirlere ölmüş katır, beygir eti veriyorlardı. Ağustosun o müthiş sıcaklarında kokmuş bu etleri yemek mecburiyetinde kalan pek çok mazlum askerimiz dizanteri ve uyuza benzeyen palağra hastalığına yakalanarak öldüler.” (Esaret Hatıraları-Tercüman 1001 Temel Eser)
SIĞIR DERİLERİ NE OLDU?
Birinci Dünya Savaşı’nda yedek subay olarak askere giden Sivaslı Rıfat Erdal da hatıralarında “Erzurum ve Erzincan düştükten sonra, Erzincan-Sivas arasındaki dağlarda mevzilendik. Kış çok şiddetliydi. Askerlere yiyecek için haftada ancak zayıf bir sığır bulabiliyorduk. Sığırların derilerini de askerlerin çarıklarını tamirleri için parçalayarak dağıtıyorduk. Askerlerin niçin çarıklarını tamir etmediğini sorduğumda; çavuş, boynunu büktü ve ‘Efendim biz sığır derilerini erlere dağıtıyoruz ancak karınları aç olduklarından hemen közleyip yiyorlar’ dedi” ifadelerini kullanıyor. (Rıfat Erdal - Hayat Tarih Mecmuası)
ÇEKİRGENİN SERÇEDEN NE FARKI VAR?
Birinci Cihan Savaşı’nda Medine’yi savunan Fahreddin Paşa’nın askerleri açlıktan ve gıdasızlıktan ölmeye başlamıştı. Anadolu askeri çekirge yemezdi ama Fahreddin Paşa, oradaki askerî birliklere şu emri gönderdi: “Çekirgenin serçe kuşundan ne farkı var? Yalnız tüyü yok. O da serçe gibi kanatlı ve uçuyor. Bitki ile besleniyor. Yediği şeyleri itina ile seçiyor ve temiz şeyleri yiyor. Çekirgeleri doktorlarımıza incelettirdim. Doktorlar çekirgeden yüksek sitayişle bahsettiler, şifa ve gıda özelliklerini saymakla bitiremediler. Av etleri gibi bunlardan istifade etmeliyiz.” (Feridun Kandemir - Fahreddin Paşa’nın Medine Müdafaası)
VE BUGÜN…
Bütün şehirlerimizde her gün sabahın erken saatlerinde ekmek ve bazı yiyecekler dağıtım servisleri tarafından bakkal ve manavların dükkânlarının önüne bırakılıyor. Sabahleyin dükkânını açmaya gelen esnaf hiçbir kayıp ve çalıntı olmadan içeri alıyor. Bu da ülkemizde gıdaların ne kadar bol ve bereketli olduğunu gösteriyor.
Tarım ve Sağlık Bakanlıklarınca yapılan araştırmalara göre Türkiye’de her yıl 44 milyar ekmek üretiliyor. Bunun ancak 40 milyarı tüketiliyor. Her yıl, ne yazık ki 4 milyar ekmek çöpe gidiyor. İsraf edilen ekmek, ülke ekonomisinde yılda yaklaşık 700 milyon dolarlık kayba sebep oluyor. Geçmişte insanlar açlıktan, günümüzde ise çok yemekten ve obezitenin sebep olduğu hastalıklardan ölmektedir
.
Istılahlarımızda büyük tahribat
17 Nisan 2022 02:00
A -
A +
Numan Aydoğan Ünal
İngiliz filolog H. C. Hony diyor ki: “Türkçe ahenkli ve güzel bir lisandır. Başka lisanlardan kelime alırken sert ve çirkin sesleri yumuşatıp değiştirerek kulağa hoş gelir bir hâle sokmuştur. Hâlbuki yeni bulunan, diriltilen veya uydurulan kelimeler hemen daima tam manasıyla bir nefret örneğidir.”
Son zamanlarda “taarruz” da unutturularak yerine “saldırı” ifadesi kullanılmaya başlanıldı. Mesela “saldırı helikopteri” deniliyor. Oysaki saldırı hayvanlar için kullanılır; “köpek saldırdı” denilir.
Türkiye’de 1930-1950 yılları arasında ve 27 Mayıs 1960 ihtilalinden sonra, başta idare, hukuk, eğitim ve maliye olmak üzere ıstılahlarımızda (terminolojimizde) büyük değişiklikler yapıldı. Cumhuriyetin ilk yıllarında Meclis’e Kamutay, milletvekiline saylav, valiye ilbay, kaymakama ilçebay, maarif müdürüne kültür direktörü denilirdi. Çok şükür ki bunlar tutmadı. Bu makalemizde, bazı çevreler tarafından kasten ve ısrarla Türkçemizde değiştirilen tabir ve terimlerden (ıstılahlardan) misaller sunuyoruz…
BAKANLIKLAR
Adnan Menderes zamanında yani 1950-1960 yılları arasında bakanlıkların ismi şöyle değiştirildi: Başvekâlet, Başbakanlık; Başvekil, Başbakan; Dâhiliye Vekâleti, İçişleri Bakanlığı; Hariciye Vekâleti, Dışişleri Bakanlığı; Millî Müdafaa Vekâleti, Millî Savunma Bakanlığı; Ziraat Vekâleti, Tarım Bakanlığı; Sıhhat ve İçtimai Muâvenet Vekâleti, Sağlık Bakanlığı; Münâkalât Vekâleti, Ulaştırma Bakanlığı; İcra Vekilleri Heyeti de Bakanlar Kurulu oldu.
ASKERİYE
Osmanlı Devleti’ndeki Harbiye Nezaretinin ismi, cumhuriyet devrinde Millî Müdafaa Vekâleti, daha sonra da Millî Savunma Bakanlığı oldu. Ordunun en üst komuta kademesinin ismi Erkân-ı Harbiye Umumî Riyaseti Genelkurmay Başkanlığı; en üst komutanın unvanı da Erkân-ı Harbiye Reisi iken Genelkurmay Başkanı oldu.
Eskiden askere “nefer” subaya da “zabit” denilirdi; bugün bu ifadeler Osmanlıda olduğu gibi ülkemiz dışındaki Türk topluluklarında da aynen yaşamaktadır. Anadolu’da vatanî vazifeye giden erkeğe “asker” oldu; gelin olan kıza da “er”e gitti denilir.
Ordumuzda bugün istihkâm piyade, muhabere, levazım, içtima, nöbet, devriye ve terhis gibi tarihî ifadelerin hâlen kullanıldığını memnuniyetle görmekteyiz. Ancak askerî terminolojide önemli stratejik tabirlerden biri olan “müdafaa” çok önceden olumsuzluk ifade eden “savunma” olmuştu; son zamanlarda ise “taarruz” da unutturularak yerine “saldırı” ifadesi kullanılmaya başlanıldı. Meselâ “saldırı helikopteri” deniliyor. Oysaki saldırı hayvanlar için kullanılır; “köpek saldırdı” denilir, “köpek taarruz” etti denilmez. Bu gidişle “Büyük Taarruz”a “Büyük Saldırı” denilecek!..
Asırlardan beri Türk Ordusu’nun temel tabirlerinden biri olan harp “savaş”; talim “eğitim” oldu. Talim kelimesi halkımızın türkülerinde bile vardır: “Gemilerde talim var, bahriyeli yârim var…”, “Eğil dağlar eğil üstünden aşam; yeni talim çıkmış, varam alışam!” Talim eğitime çevrilince “talimgâh” eğitim alanı, “talimatname” de yönerge oldu.
“Harbiye”,“Harp Okulu” oldu. Eskiden beri burada okuyanlara “Harbiyeli” denilirdi. Bugün de yine öğrenciler kendilerine “Harp Okulluyum” değil “Harbiyeliyim” demektedirler.
SAĞLIK
1950’den 1960 yılına kadar tıpta ihtisas ve mütehassıs kelimeleri kullanılırdı. Daha sonra bunlar uzman ve uzmanlık oldu. Tıbbî branşların da isimleri değişti. Dâhiliye mütehassısı-iç hastalıkları uzmanı; cildiye mütehassısı-dermatoloji uzmanı; nisaiye mütehassısı-kadın hastalıkları uzmanı; bevliye mütehassısı-üroloji uzmanı; asabiye mütehassısı-nöroloji uzmanı, akliye mütehassısı-psikiyatri uzmanı oldu.
Tıpta, sağlıkta kullanılan terminolojinin esasen ekseriyeti Latince ve Yunancadır. Bundan dolayı doktorların raporlarını anlamak zordur. Yakın bir zamanda aldığım yarım sayfalık bir MR raporunda hemen hiç Türkçe kelime yok. Tıp camiamız takır takır yüzlerce yabancı kelimeyi kullanırken mütehassıs, ihtisas, teşhis, vak’a, müşahede… gibi kelimeleri ağızlarına almıyorlar!
Bütün Türk İslam âlemince bilinen ‘teşhis’e “tanı” denilmektedir. Pandemi dolayısıyla yeni bir kelime daha öğrendik; “bulaş”!.. Bulaşma ve sirayet kelimeleri varken bu kelime niçin uyduruldu? Son zamanlarda müşahede odası yerine “gözlem” ve “izlem” odaları yazılmaya başlandı. Sosyal hayatta vak’a hadise demektir. Tıpta ise belirli bir hastalığa vak’a denir. Şimdi bazı tıpçılar vak’a yerine de “olgu” demeye başladı.
İçkiye, uyuşturucuya müptela olana “bağımlı” deniliyor. Eskiden çok fazla içki içip ayakta duramayana sarhoş denilirdi. Trafikte tespit edilen yüksek promilli böyle bir sürücüye sarhoş değil alkollü deniliyor; mentollü gibi!..
Hastanelerimizde yeni bir bölüm daha gördük: “Girişimsel radyoloji”. Radyoloji Fransızcadan. Girişim ise Türkçe’dir. “Girişimsel” diye bir kelime niçin uyduruldu? Girişimsel radyoloji ne demektir? Anlayana aşk olsun!..
Hemşire: Türkçemizde kız kardeş, bacı demektir. Türk kültüründe önemli yeri vardır. Ecdadımız yabancı hanımlara hemşirem diye hitap ederlerdi. Sağlık teşkilatımızda ise hemşire, hastaları tedavi eden yardımcı tıp personelidir. Yakın zamana kadar hemşireler hep hanım idi. Bu ifade de hanımlara çok yakışıyordu. Şimdi sanki hiçbir unvan kalmamış gibi erkek yardımcı personele de hemşire denmeye başlandı. Hemşire deyince halkımızın aklına hanım gelir. Sağlık Bakanlığı, hanım ve erkek hemşirelere sağlık teknisyeni, sağlık teknikeri gibi veya başka uygun bir tıbbî unvan verebilir.
HUKUK
Dilimizdeki en büyük tahribat hukukî terminolojide yapıldı. Bugün hukuk fakültesinde okuyan gençlerin 1960’lı yıllardan evvelki hukukî mevzuatı, kanun metinlerini ve muhakeme kararlarını anlaması hemen hemen imkânsız hâle geldi.
Kanun-yasa; esas teşkilat kanunu-anayasa; Temyiz mahkemesi ise Yargıtay; kanun layihası, yasa tasarısı; kanun teklifi, yasa önerisi; kanun yapma, yasama; teşrîî masuniyet, yasama dokunulmazlığı; müzakere, görüşme; celse, oturum; takrir, önerge oldu. Hâkim, yargıç; şahit-tanık; zanlı, sanık; muhakeme, duruşma; ehlivukuf, bilirkişi; tahkikat, kovuşturma; nezaret, gözetim; örfî idare de sıkıyönetim oldu.
27 Mayıs İhtilâli üzerinde doktora yapmak isteyen bir gence, bu ihtilâl öncesi yaşanan hadiselerle alakalı olarak, “İcra Vekilleri Heyeti ile Erkân-ı Harbiye Riyaseti örfî idarede mutâbık” cümlesinden ne anladın? diye sorunca, “Sadece icrayı” dedi. Peki, icra nedir? “Avukatların borcunu ödemeyenlerden mal kaldırması” diye cevap verdi!
MALİYE
Mâlî mevzuatta da terminoloji çok değişti. 1960 yılına kadar devletin önemli müesseselerinden biri olan Divan-ı Muhasebat, Sayıştay, Şûra-yı Devlet, Danıştay oldu. Tahsisat, ödenek; tahsisat-ı mesture, örtülü ödenek; muhasip, sayman; muhasebe müdürlüğü, saymanlık; istihkak, hak ediş; tasdik, onama; vâridat, gelir; teftiş, denetim; müfettiş, denetçi; talimatname, yönetmelik; tamim, genelge; müteahhit, yüklenici; mukavele, sözleşme; gayrimenkul, taşınmaz; menkul, taşınır; mükellef, yükümlü; umum müdür, genel yönetmen…
The Oxford İngilizce-Türkçe lügatini hazırlayan İngiliz filolog H. C. Hony diyor ki: “Türkçe ahenkli ve güzel bir lisandır. Başka lisanlardan kelime alırken sert ve çirkin sesleri yumuşatıp değiştirerek kulağa hoş gelir bir hâle sokmuştur. Hâlbuki yeni bulunan, diriltilen veya uydurulan kelimeler hemen daima tam manasıyla bir nefret örneğidir. ‘İlk mektep, dâhiliye, hariciye, hâkim, celse, tâbiiyet...’ gibi kelimeler için kabul edilen ‘ilkokul, içişleri, dışişleri, yargıç, oturum, uyrukluk...’ kelimelerini, kulaklarım tırmalanmadan ve tüylerim ürpermeden dinlemek ve kullanmak benim için imkânsızdır. Edebî zevk sahibi Türklerin bu hususta ne düşündüklerini öğrenmek isterdim!
.
XXXX
.
.
TÜRK TARİHİNDEN HAZİN SAYFALAR Göçler-Sürgünler
19 Haziran 2022 02:00
A -
A +
Dr. Mehmet Can
Tehcir edilen halkların sığınağı hâline gelen Türkiye'yi, yıllardır çeşitli iddialarla karşı karşıya bırakan birçok gelişmiş ülke, ne yazık ki Türkistan, Kafkaslar ve Balkanlardan sürülen milyonlarca Türk’ün yaşadığı acıları bir türlü görmek istemedi.
Göçler ve mültecilik günümüzün en çok münazara edilen mevzularından biri. Ancak tarihe ve hassaten Türk tarihine baktığımızda da benzer hazin sayfaları görmek mümkün…
Bilindiği üzere, Şehzade Süleyman Paşa'nın 1352 yılında Rumeli'ye geçişi ve art arda devam eden fetihlerle Osmanlı kısa sürede Balkanların tek hâmisi hâline geldi. Türklerin Rumeli'ye yerleştirilmesi ve bölgenin yerli halkları olan Arnavutlar ile Boşnakların da İslam dinini seçmesi Balkan coğrafyasını ikinci bir Anadolu yaptı.
Fakat yaklaşık 500 yıllık Osmanlı idaresinin zayıflamasıyla Türkleri ve diğer Müslüman halklarını zor günler bekliyordu. 1912 yılında meydana gelen I. Balkan Savaşı'nın kaybedilmesiyle milyonlarca Türk, Boşnak ve Arnavut, Anadolu'ya göç etmek zorunda bırakıldı. Bu imkânı bulamayanlar ise çeşitli asimilasyonlara maruz kaldı.
Bu göçlerin en acı yanlarından biri ise Osmanlının meydana getirdiği Türk şehir mimarisinin en gözde örnekleri olan eserlerin yok edilmesi oldu. Ecdadımızın 15 bin 787 mimari yapı inşa ettiği Balkanlar'da tarihî eserler de sahipsiz kaldı. Gözü dönmüş düşman kuvvetleri Türk izlerini yok etmek için birçok tarihî cami, han ve hamamı yıktı-yaktı. Geriye kalan birçok eser ise aslından uzak görünümle restore edilip maksadı dışında kullanıldı.
Tehcir edilen halkların sığınağı hâline gelen Türkiye'yi, yıllardır çeşitli iddialarla karşı karşıya bırakan birçok gelişmiş ülke, ne yazık ki Türkistan, Kafkaslar ve Balkanlardan sürülen milyonlarca Türk’ün yaşadığı acıları bir türlü görmek istemedi.
İLK GÖÇ VE SÜRGÜNLER KAFKASYA’DAN BAŞLADI
Rus Çarlığına bağlı askerî birliklerin 1859 yılında Kafkasya'ya girmesi bu coğrafyada acı sonuçlar meydana getirdi. Rus birliklerine karşı verilen mücadeleyi kaybeden Kafkas halklarını büyük bir dram bekliyordu. Çar'ın Kafkasya temsilcisi Grandük Mişel'in 1864 Ağustosunda Batı Kafkasyalılara, "Bir ay zarfında Kafkasya terk edilmediği takdirde, bütün nüfus savaş esiri olarak Rusya'nın muhtelif mıntıkalarına sürülecektir" şeklindeki fermanı, bölgedeki sürgünleri ve göçü tetikledi.
KARADENİZ’İN AZGIN SULARINDA BOĞULDULAR
Rus Çarlığının emriyle 1864 yılında 1 milyon 500 bin Kafkasyalı yurdundan oldu. Tehcire zorlanan halkların birçoğu sürgün esnasında açlık ve zor şartlara yenik düşerek tıka basa doldurulan tren vagonlarında can verdi. Binlercesi de Karadeniz'in azgın dalgalarına dayanamayan gemilerin batmasıyla derin sularda boğuldu ve yüzlercesi kalıcı hastalığa yakalandı. Karadeniz'deki Taman, Tuapse, Anapa, Soçi, Sohum, Poti ve Batum gibi limanlardan Rus, Osmanlı ve İngiliz gemilerine bindirilen muhacirler, Trabzon, Ordu, Samsun, Sinop, Varna, Köstence ve İstanbul'a getirildi. Arşiv kayıtlarına göre, Kafkaslardan sürgün edilen insanların yüzde 30'una yakını, yolculuk tamamlanamadan öldü.
Kafkasya'da sürgünler 1864 yılıyla sınırlı kalmıyordu. 1864 sürgünüyle dünyaya savrulan Kafkasyalılar, tekrar ana vatanlarında toparlanma fırsatı bulamadan bu defa da 1943 ve 1944 yıllarında SSCB lideri Josef Stalin'in emriyle geniş çaplı bir sürgüne maruz bırakıldı. Bu sürgünde ise Kafkas halkları, asılsız bir şekilde II. Dünya Savaşı'nda Almanlarla iş birliği yapmakla suçlanıyordu.
AÇ KÖPEKLER İNSANLARI CANLI CANLI YİYORDU
Çerkezlerin Karadeniz sahillerindeki perişan hâline şahit olan Rus tarihçi Berje’nin şu sözleri bütün gerçeği gözler önüne sermektedir. “Novorossisk Körfezinde toplanmış 17 bin dağlının bende bıraktığı korkunç intibaı hiç unutmayacağım. Yılın bu sert zamanında neredeyse tamamen gıdasız kalan, tifüs ve çiçek salgınlarıyla kırılan bu halkın hâli içler acısıdır. Gökyüzünün altında, çıplak arazide yırtık elbiselerinin içinde yatan bir Türk kadınının, diğer yanında can çekişen annesinin göğsünden süt emmeye çalışan çocukların manzarası hangi kalbi sızlatmaz?”
Rus subay İvan Drozdov ise hatıralarında; “Erkek, kadın, çocuk, yaşlıların açlıktan ve hastalıktan bitkin cesetler hâlinde yürürken aç köpeklerin saldırısına uğrayıp canlı canlı yeniyordu” demiştir.
KARAÇAY VE BALKARLAR'IN SÜRGÜNÜ
SSCB'ye bağlı Karaçay Özerk Bölgesi, 2 Kasım 1943'te Sovyet askerlerince kısa süre içinde boşaltıldı. Emirlere uymayan Türk kökenli bu halk, anında infaz edildi. Karaçay halkından 32 bin 929'u çocuk olmak üzere 63 bin kişi tıpkı diğer Kafkas halklarına yapıldığı gibi hayvan vagonlarına doldurularak insanlık dışı bir muamele ile Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan'ın iç bölgelerine gönderildi. 8 Mart 1944'te ise Balkarlar, Karaçay halkının maruz kaldığı acı sürgünü yaşadı.
TAŞIN BİLE AĞLADIĞI KIRIM!
Stalin döneminde sürgün sadece Kuzey Kafkasya ile sınırlı kalmadı. Sürgün kararından en çok etkilenen bir diğer halk ise Kırım Türkleriydi. 18 Mayıs 1944 gecesi başlayan sürgün furyası, 3 gün içinde 220 bin Kırım Türkü'nün zorla yurtlarından koparılmasıyla neticelendi.
Orta Asya'nın ücra köşelerine götürülmek üzere ölüm katarlarına bindirilen Kırım Türklerinin yüzde 42'si zor şartlara dayanamayarak veya yapılan baskılar sonucu hayatını kaybetti. Vatanlarına dönmek için büyük bir mücadele veren Kırım Türkleri, hedeflerine ulaşmak için 1980'li yılları beklemek zorunda kaldı.
Yıllar sonra terk ettiği topraklarına gelen insanları başka bir hazin tablo bekliyordu. Kırım Türkleri yurtlarına döndükleri zaman evlerinin, iş yerlerinin ve topraklarının Ruslar ile Ukraynalılara dağıtıldığını gördüler.
ÖLÜM KATARLARINA DOLDURULAN AHISKA TÜRKLERİ
Gürcistan'ın Ahıska bölgesinde yaşayan ve “Osmanlı Türkleri” olarak da bilinen Ahıskalılar, 14 Kasım 1944 yılında tarihin en acı olaylarından birini yaşadı. Bütün Ahıska Türkleri sürgün edildi. Aradan geçen 65 yıla rağmen, hâlen yurtlarına dönemediler. Ana vatanlarından koparılan ve gittikleri yerde hayatta kalan Ahıskalıların torunları bugün Rusya Federasyonu, Özbekistan, Kazakistan, Türkiye, Ukrayna, Almanya, Fransa, İtalya ve ABD'de yaşıyorlar.
Stalin'in emriyle bir gece ansızın gelen haber üzerine doğup büyüdükleri vatanlarından zorla gönderilen Ahıska Türkleri, “ölüm katar” olarak adlandırılan hayvan vagonlarına istiflenerek bir bilinmez yolculuğa çıktı. Sibirya'ya ve Sovyetlerin iç bölgelerine gönderilen yaklaşık 100 bin Ahıska Türkü’nün birçoğu yolda hastalıktan, açlıktan öldü. Ayrı ayrı bölgelere dağıtılan Ahıska Türkleri yıllarca birbirinden haber alamadan yaşadı.
93 HARBİ FELAKET GETİRDİ
Balkan Yarımadası’ndan Anadolu topraklarına göç, 19. asırda, bilhassa 93 Harbi olarak bilinen Osmanlı-Rus savaşından sonra hız kazandı. Anadolu’ya âdeta bir göçmen akını yaşandı. 20. asırda ise büyük çaplı göç hareketleri farklı boyutlara geldi. Net bir rakam vermek güç olsa da Prof. Dr. Oya Dağlar Macar’ın belirttiği, Nedim İpek’in verdiği rakamlara göre 500 bin kişi; katliam, salgın hastalık gibi sebeplerden dolayı hayatını kaybetmiş yaklaşık 1 milyon 200 bin kişi de göç etmiştir.
CENAZELERİ DEFNEDİLEMEDİ!
Yığınlar hâlinde İstanbul’a akın eden askerler ve göçmenlerin bir kısmının hastalıktan ya da başka sebepten ölmesi üzerine şehir içinde ve dışında çok cesetler bulunuyordu. Cenazelerin açıkta kalarak defnedilememesi, şehrin sağlığı açısından büyük tehlike teşkil ettiği için derin çukurlar kazılarak kireç dökülmesi gerekiyordu. Ayrıca cenazelerin önceden yıkanmamasına dikkat edilmeliydi. Bütün bunlar o dönemde koleranın yıkıcı tesiri düşünülerek yapılmıştı.
BULGARİSTAN’DAN GÖÇLER
Rusların 1828'de Tuna'yı aşarak Edirne'ye kadar gelmesi ve Bulgarların Türklerin üzerine hücum etmesi sonucu 30 bin Türk, Anadolu'ya göç etti. 1876'da Rusya, Almanya ve Avusturya tarafından Balkanlar bölündü. Avusturya, Bosna-Hersek'i aldı, ayrıca Bulgarlar ve Sırplara, Rusya himayesinde hürriyet verildi.
Arşivlerde, 1885-1923 yılları arasında Bulgaristan'dan Türkiye'ye 500 bin kişinin göç ettiği belirtiliyor. 1923-1933 yılları arasında ise göç edenlerin sayısı 101 bin civarındadır. Yine Bulgaristan'dan 1934-1960 arasında 272 bin 971 kişi, 1968-79 yılları arasında da Bulgaristan'dan Türkiye'ye 116 bin 521 kişi Türkiye'ye göç etti.
YUNANİSTAN'DAN GÖÇLER
Yunanistan'dan Türkiye'ye ilk göçler 1820 yılında Mora isyanından sonra başladı. Avrupa'dan gelen gönüllü askerlerle Rum çeteciler, Teselya ve Ege adaları ile Mora'da oturan Türk ve Müslüman halka zulmetmeye başladı ve 32 bin Müslüman Türk’ü öldürdü. Rusya ile İngiltere arasında yapılan anlaşma ile 1826 yılında bağımsız Yunan devleti kuruldu ve Müslüman halkı Yunanistan'dan çıkarma kararı alındı. Bu kararla birlikte Türkler yüzyıllarca yaşadıkları coğrafyadan sürgün edilmeye başlandı.
Mora'nın ardından Girit'te de 1864 yılında Rumların sivil Türk halkına karşı katliamlara girişmesi üzerine, bu bölgeden Anadolu'ya ve İstanbul'a 60 bin kişi göç etti. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra da Yunanistan'daki Türklerden bir kısmı, Anadolu'ya kaçmak zorunda kaldı. Kurtuluş Savaşı'nı takip eden Lozan Antlaşması hükümlerine göre yapılan mübadelede ise Türkiye'ye 1923-1933 yılları arasında 384 bin kişi geldi. Yunanistan'dan göçler, 1934-1960 arasında da devam etti. Bu tarihlerde 23 bin 788 kişi Türkiye'ye geldi. 1960-1970 arasında ise 20 bin kişi Yunanistan'dan Türkiye'ye yerleşti.
.
Türkler dillerini kendi elleriyle öldürdü
3 Temmuz 2022 02:00
A -
A +
Numan Aydoğan Ünal
İhlas Vakfı Türk Dünyası Koordinatörü
Yabancı lisan âlimleri, Türkçenin geçen asırda bozulmasından duydukları üzüntülerini ifade etmişlerdi. Mesela Fransız Türkolog Jean Deny, lisanda yapılan tahribat hakkında “Dünya diller tarihinde bunun bir emsali, benzeri yoktur; Türkler dillerini kendi elleriyle öldürdüler” demişti.
Türkçe bugün dünyada en fazla konuşulan altıncı dildir. 12 milyon kilometrekarede 300 milyon insan Türkçe konuşmaktadır. Geçen asrın başlarına kadar Türk dünyasında yazı ve dil birliği vardı. Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar Türkçe konuşarak, yazarak gidilebilirdi. Ancak, son 60-70 senede Türkiye Türkçesi büyük bir tahribata uğratılarak, yeni uydurukça bir lisan meydana getirildi.
Yabancı Türkolog ve ilim adamları, anadilimiz Türkçenin mükemmelliği karşısında hayranlıklarını dile getiriyorlar; ancak, son asırda lisanımızda yapılan tahribatın ise büyük bir facia olduğunu ifade ediyorlar. Makalemizde bunlara bazı örnekler vereceğiz...
Mesela A. Toynbee, Orta Asya’dan gelen göçebe Türklerin sayı üstünlükleri olmamasına rağmen iki asır gibi kısa bir sürede Anadolu’yu Türkleştirmelerinin zorla ve kılıç kuvvetiyle olmadığını belirterek, “Bu Türk dilinin fevkalade gücü ile meydana gelmiştir” demektedir.
GRAMER KİTAPLARI ZEVKLE OKUNUR
Geçen asrın tanınmış filologlarından Alman Max Müller ise Türkçenin mükemmelliğini şöyle ifade ediyor: “Türkçenin bir gramer kitabını okuyanlar, bu dili öğrenmek niyetinde olmasalar bile, yine de zevk duyarak okumaya devam ederler. İsim ve fiillerin çekimindeki düzenli sistem ve gramerle ilgili diğer hususlardaki mükemmellik insanı hayrete düşürür. Türk dili, düşünceyi, duyguyu ve heyecanı en ince teferruatına kadar ifade edecek bir kudrete sahiptir.
Türk dilindeki ses ve şekil unsurlarının baştan sona kadar düzenli ve ahenkli bir sisteme göre birbirleriyle bağdaştırılması, insan zekâsının bu lisanla abideleşen bir başarısı olarak tecelli eder. Birçok dilde bu vasıflar perde arkasına gizlenmiş durumdadır. Karşınızda sisler içerisindeki seçilmiş kayalar gibi dururlar. Türk dilinde ise her şey apaçık ve aydınlıktadır. İnsan billurdan bir arı kovanındaki petekleri seyreder gibi dilin iç ve dış yapısını net olarak görebilir.
Türk lisanı, bir dil akademisi âlimlerinin uzun bir çalışması sonunda ve tatbiki bir şekilde meydana getirdiği mükemmel bir dil görünüşündedir. Kaldı ki hiçbir akademik kurul, Türk dili kadar güzel bir dil yapamaz.”
TÜRKÇE KOLAY ÖĞRENİLİYOR
Prof. Dr. Mustafa Argunşah diyor ki: “Türkçenin ses düzeni; ahengi, yapısı ve kurallarıyla dünyanın en seçkin dilleri arasında olduğunu yabancı ilim adamları da her gün söylenmektedirler. Bunları ‘milletler arası’ akademik toplantılarda tartışmaya açar ve sonuçlarını duyururlar. İşte bu araştırmaların sonuncusunda dünyada ana dilini en erken öğrenen çocukların Türk çocukları olduğu ortaya konuldu. Bu bizim çocuklarımızın üstün zekâlı oluşlarının değil, dilimizin matematik prensiplerinin öğrenmeye ve öğretmeye uygun olmasından ileri geliyor. ‘Milletlerarası Çocuk Dili Araştırmaları Derneği’nin (International Association for the study of Child Language) Almanya’nın başşehri Berlin’de yapılan 10. kongresinde Türk çocuklarının 2-3 yaşına kadar Türkçeyi temel dil bilgisi esaslarına uygun olarak konuştukları ortaya konuldu. Aynı araştırmada Alman çocukları için bu sürenin 4-5 yıl olduğu belirtiliyor.
O KADAR TATLI Kİ…
Kongrede dil profesörü Klann Delius, Türkçenin kolay öğrenilen bir dil olduğunu söylüyor ve şunları ekliyor: ‘Türkçenin şahıs ve zaman belirleyen ekleri düzenli lego taşlarının yan yana dizilmesi gibidir.”
İngiliz müelliflerinden Charles Mac Farlane’in 1829’da neşredilen “Constantinople et la Turque” isimli kitabında “Türk milletinin o kadar tatlı bir konuşma tarzı vardır ki, bütün medeni milletlere örnek olabilir” ifadesini kullanıyor.
Rahip Viguer de, 1780 yılında İstanbul’da basılan “Elements De La Langue Turque” kitabında “Türk dilini tetkik ederken konuşma lehçesinin muntazam ve fevkalade mükemmel sıra tertibi, kulağa hafifçe akseden muhteşem ve ölçülü sesleri, ahenk kanunu ve nihayet uzun ve kısa seslerin bir nevi mûsikiyi andıran tatlı akıcılığı karşısında hayran kalmamak kâbil değildir: İnsan bu dilin bir ilim heyeti tarafından özellikle yapılan mantıkî esaslardan doğmuş olduğuna hükmedecek hâle gelmektedir” demektedir.
17. asrın meşhur dilci ve şarkiyatçılarından Antoine Gattan, Doğu’ya gidecek yabancılara şu tavsiyede bulunur: “Mutlaka Türkçeyi öğreniniz ve Türklerle tercümansız konuşunuz; ancak o zaman Türk lisanının azamet ve ihtişamına doyamayacağınızı anlarsınız.”
DÜNYANIN EN AHENKLİ LİSANI
Hamdullah Suphi ise bir hatırasını şöyle anlatıyor: “Bir tren seyahatte yanımda tanınmış ediplerimizden biri ile gayet zevkli sohbete dalmıştık. Kompartımanımızda, yolda binmiş bir yabancı da vardı; konuşmalarımızı göz ucu ile hayranlıkla takip ediyordu. Bir müddet sonra gideceği yere inmek üzere hazırlandı. Kalktı ve ikimize doğru dönerek Fransızca: ‘Affedersiniz beyler, merakım o kadar fazlalaştı ki, sizi bir sualimle rahatsız edeceğim. Kusurumu hoş görünüz; konuşmanızı yol boyunca takip ettim. Anlamadığım hâlde zevkle dinledim. Hiç duyup işittiğim bir lisan değildi. Diliniz belli başlı Doğu-Batı dillerinden pek farklı... Mazur görünüz ve beni tatmin ediniz, nece konuşuyordunuz?” diye sıkılarak sordu. Ben de ‘Biz Türk’üz ve şu konuştuğumuz lisan da Türkçedir!’ dedim. Yabancı, büyük bir saygı ile eğildi ve ciddiyetle şunları söyledi: ‘Aman ne saadet, sizler dünyanın en ahenkli diline sahipmişsiniz meğer, bana kuş dili ve bülbül sesi gibi geldi, inanın bayıldım. Aman bu güzel dili bırakmayınız! Harikulade bir dile sahipsiniz, bununla daima övünebilirsiniz; bu büyüleyici ahenk hiçbir Batı dilinde yoktur!”
Prof. Dr. Mehmet Altan Köymen de, Almanya’daki bir hatırasını şöyle anlatıyor: “Hamburg Üniversitesinde verilen Türk dili konferanslarında, dünyaca meşhur bir matematik profesörü olduğunu sonradan öğrendiğim Alman âliminin de katıldığını görmek beni hayrete düşürmüştü. Dersten sonra Türkçe kurslarına katılmasının sebebini sordum. Bu Alman ilim adamının Türkçe kurslarına katılmasına ne kadar hayret etmişsem o da benim bu sualime o kadar hayret etmişti ve biraz da alınmıştı. Ben, bunun üzerine, Türkçede matematik dalında faydalanacağı eserler bulunmadığını söylemek zorunda kaldım. Maksadımı anlayan Alman profesörün bana verdiği şu cevap çok dikkate değerdi: ‘Ben Türk dili kadar ahenkli bir dile rastlamadım. Türkçe insanın kulağına tatlı bir melodi gibi çarpmaktadır. Bu dili öğrenmekten büyük bir zevk duyuyorum.”
“BU REFORM BÜYÜK BİR FELAKET OLDU”
Yabancı lisan âlimleri Türkçemizin geçen asırda bozulmasından duydukları üzüntülerini de dile getiriyorlar.
İngiliz Türkolog Prof. Geoffrey L. Lewis, 1999’da yayınladığı “The Turkish Language Reform: A Catastrophic Succes” (Trajik Başarı - Türk Dil Reformu) isimli kitabında ve İstanbul’da verdiği konferansta uydurukça Türkçeyi mizahi bir tarzda tenkit ederek, “Bu reform inanılmaz derecede başarılı etnik bir temizlik ve büyük felaket oldu. 1930’dan önce yazılmış her şey yeni nesiller için anlaşılmaz hâle geldi. Yedi asırlık kültür kayboldu. 1960'larda yayınlanan 1000 Temel Eser’in bile 2000'li yılların başında yeni tercümeleri yapıldı” ifadelerini kullanmaktadır.
Fransız Türkolog Jean Deny “La Reforma Actuel de la Langue Turque” (Türk Dilinin Gerçek Reformu) isimli eserinde, Türk lisanında yapılan tahribat hakkında “Dünya diller tarihinde bunun bir emsali, benzeri yoktur; Türkler dillerini kendi elleriyle öldürdüler” demektedir.
İngiliz Türkolog H.C Hony de, 1947 yılında neşredilen “Iras” başlıklı makalesinde “Türk dil reformunun esas maksadı; mazi ile alakayı tamamen kesmek, Osmanlı Devleti’nden kalan her şeyi söküp atmak ve Avrupalı sayılmaktır” tespitinde bulunmuştur.
Yine Oxford Üniversitesi Türkologlarından P. H. Anderson Londra’da yayınlanan Times gazetesinin edebiyat ilavesindeki makalede dildeki tahribatın Türkçeyi bozmasını şöyle dile getiriyor: “Türkçe, yapmacık ve ani bir değişikliğe uğratıldı. Bazı Türk aydınları buna ‘özleştirme’, ‘arıtma’ adını veriyor ve Türkçeyi ‘yabancı kelimelerden’ temizlemekle övünüyorlar. Hâlbuki İngilizce örneğinde olduğu gibi, bir lisanın gücünü, zenginliğini onun yabancı kelimelerden arındırılmışlığı ile değil, bilakis onları içine alarak kendisine mal ettiği yabancı menşeli kelimeler sağlar. Özleştirme Türkçeyi fakirleştirdi.”
DİLİNİZ ARTIK TAMAMIYLA UYDURMA!
Londra Üniversitesi Türkçe Profesörü M. Margaret, Nihat Sami Banarlı’ya “Bugünkü diliniz artık tamamıyla uydurma ve güzel olmayan bir dil; ne sesi, ne üslubu kalmış, ziyan olmuş bir lisan… Kemalini bulmuş Türkçeye nasıl kıyıyorsunuz? Bu güzel dili kısa zamanda nasıl bu kadar mahv-u perişan ettiniz!? İngiltere’de Türkçe öğrenmek isteyen talebelere hangi Türkçeyi öğreteceğimizi şaşırdık” demiştir.
DİVAN’I ANLIYORÖN SÖZÜNÜ ANLAYAMIYORUM
Azerbaycan’ın dünyaca tanınmış yazarlarından Anar Rızayev de Türkçenin bozulmasını, “Bu ne yaman tezattır? Ben Yunus Emre divanını okuyup anlıyorum ama ön sözünü anlayamıyorum” diyerek dile getirmektedir.
Bin yıllık Türk-İslam tarihinde; Karahanlılar, Selçuklular ve Osmanlılar zamanında “Öztürkçe” denilen “uydurma” kelimelerin hiçbiri yoktu. Bugün de Türkiye hariç Türk Dünyasının hiçbir yerinde bilinmemekte, kullanılmamaktadır... (Kaynak: turkalemiyiz.com
.
Stalin’in Türk aydını katliamı
24 Temmuz 2022 02:00
A -
A +
DR. MEHMET CAN
Sovyet devrinde Türkistan’da katledilen ilim adamlarının akıbetini rejim dışında hiç kimse tam olarak bilmemektedir. İşte bu yüzden Stalin’li yıllar insanlık tarihinin en yüz karası devirlerinden birisidir.
Sovyet Rusya idaresi altında yaşamış olan Türklere komünizmin yaptığı zulümler, çektirdiği işkenceler, millî münevverlerin öldürülmesi hâdisesi üzülerek belirtelim ki bugüne kadar üzerinde çok az durulan meselelerden birisidir. O dönemde Türkistan’da katledilen ilim adamlarının akıbetini rejim dışında hiç kimse bilememektedir. İşte bu yüzden Stalin’li yıllar belki de insanlık tarihinin en yüz karası devirlerinden birisidir.
1964’te Delhi’de toplanan Milletlerarası Müsteşrikler Kongresi’nde Sosyolog Prof. Dr. Fahri Fındıkoğlu: “Şimdiye kadar Stalin’in münevver katliamından habersiz olmak beni çok üzmektedir” demiştir. Filhakika, Türkistan’da cereyan eden gelişmeler aşağıda temas edeceklerimizle sınırlı değildir. Son asırda Türklere yapılan, akıllara durgunluk veren muamelelerden, asil ve fedakâr gençliğimizin haberdar olmaması da çok büyük eksikliktir.
BÜYÜK TEMİZLİK HAREKÂTI
Rus lider Stalin idareyi ele alınca diktatör, bir başka ifade ile istibdat dönemi başlattı. 1930’lu yıllarda Rus ideolojisini benimsemeyen, ona karşı gelen Türk münevverler yok edilmeye başlandı. “Büyük temizlik” adı verilen, toplu sürgünler, tutuklamalar ve katliamlar yapıldı. Milyonlarca insan ya doğrudan kurşuna dizildi ya da çok kötü şartlar altında hayvan vagonlarına tıka basa doldurularak vatanlarından uzaklaştırıldı. Stalin'in Sovyetler Birliği’ndeki terör saltanatı “Holokost” (Soykırım) olarak adlandırıldı. Türkistan’da, Hitler’in yirmi dört yıl boyunca Avrupalı Yahudileri öldürmesinden daha çok masum erkekler, kadınlar ve çocuklar öldürüldü.
1917-1930’lu yıllar Rus idaresinin Türkistanlıları asimile etmek için uğraştığı dönem oldu. Sovyetler, bir yandan mahvolmuş ekonomilerini düzeltmeye çalışırken, diğer taraftan da Rus usulü hayat tarzını Türk yurtlarına yerleştirmeye uğraşıyordu. Ancak oralarda Sovyet teorisine karşı ne bir ilgi duyuluyor, ne de karşılık buluyordu. Stalin kendi emellerine hizmet edecek münevverleri yüceltiyor, karşı gelenleri de ortadan kaldırılmasının emrini veriyordu.
Türkmenistan Devlet Başkanı Saparmurat Türkmenbaşı şunları kaydediyor: “Biz 74 yıl Sovyet döneminde her zaman baskı altında yaşadık. Bütün bunlara dayandık. En basiti, görüşümüzü beyan etme hakkından bile mahrumduk. Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin her seviyedeki idari toplantılarında, genel kurul ve kongrelerinde, mecliste Moskova’da mutlak surette Türkler tenkit ediliyordu. Bu âdet hâline gelmişti. Türklere, ‘geçmişin zararlı kalıntılarını terk edemediniz, sosyal düşünce yapınız gelişmemiş, iktisadi açıdan gerisiniz!’ denilerek, hor görüyorlardı.”
ESERLERİ ORTADAN KALDIRILDI, OKUNMASI YASAKLANDI
Türkistanlı aydınlar, Rusların esas gayesini kavramış, bu işin çok kötü sonuçlar getireceği görüşünde birleşmişlerdi. Zira şair ve hikâye yazarları kontrol altına alınmaya çalışılıyor, onlardan rejimin emelleri doğrultusunda hareket etmeleri isteniyordu. Muhalif olanların halk üzerindeki tesirlerini azaltmak için de kara propaganda yapılıyordu. Çünkü onlar rejimin gizli emellerini ifşa edecek, halkı uyandıracaktı. Gençler arasında Rus aleyhtarı fikirlerin her geçen gün yaygınlaşması Sovyetleri rahatsız etmeye başladı. Bu gidişatın önünü kesmek için asırlardan beri Türkler arasındaki kültür birliğini temin eden neşriyatları toplatıp, yerine Komünizmi empoze eden eserler getirmeye başlandı.
Azerbaycan’ın meşhur yazarlarından Azize Caferoğlu o dönemi şöyle dile getiriyor:
“Ben 1937'li yıllarda 15 yaşındaydım. O zamanlar birçok Türk şairin ve yazarın kitapları yakılırdı. Üvey annem, babamın şarktan topladığı kitapları din kitabı sanıp günahtır diye yaktırmamış, çaya bıraktırmış. Bir kısmını da bohçaya dürüp duvara saklamış. Birkaç yıl sonra köye varıp duvarı sökünce kitapların hepsinin karardığını, küle döndüğünü gördük. Bizim Azerbaycan Türklerinin de geçirdiği facia çok büyüktür. Daha önceleri biz ne Türk ne de Türkiye sözünü dilimize alamazdık.”
Amerikalı Strateji Uzmanı, Tarih ve Jeopolitik Doktoru, CIA ajanı Paul Bernard Henze ise “1930 yıllarında birçok Türkistanlı şair, tiyatro yazarları, gazeteciler büyük katliam esnasında yok edildiler. Eserleri de ortadan kaldırıldı ve okunması yasaklandı. Eskiden basılmış olan milyonlarca cildin ortadan kaldırılması lazımdı. Stalin’in idaresi altında yaşayan Türklerin alfabelerini değiştirmesi bu işi kolaylaştırdı. Türklerin varlığını, millî şuurunu, kimliğini de inkâr etme yoluna saptılar. Rus sınırları içinde “Türk’üm’ diyebilmek büyük suç sayıldı. Türk sözü ağza alınmaz oldu” diyor.
Bu akıl almaz baskılar yıllarca böyle sürüp gitti. Azerbaycan Türklerinin liderlerinden, Ebulfez Elçibey de tam bu noktaya parmak basıyor: “Ruslar bize Azeri derdi. Türk’üz diyeni küçük gördüler. Sen Türk değilsin, Hazarlısın dediler. Çok acı ama o dönemde Türklük duygusu bizim içimizde kaldı.”
ÖLDÜRÜLÜP KİREÇ KUYUSUNA ATILDILAR
Kırgızistan’ın Başşehri Bişkek’e otuz kilometre mesafede, bir dağın yamacında bulunan tuğla ocağına aralarında meşhur Cengiz Aytmatov’un babasının da bulunduğu 138 şair, yazar kurşuna dizilerek, topluca bir kireç kuyusuna atıldı. Bu hâdiseyi Ruslar yıllarca gizli tuttu. Ancak 1938’deki katliamın bir şahidi vardı: Tuğla ocağı bekçisi Hıdır Aliyev... Aliyev, saklandığı yerden inleyerek can verenlerin çığlıklarını duydu. Ölmeden önce, bugün Issık Gölü’nde yaşayan 80 yaşındaki kızına “Kızım! Kireç ocağında çok büyük bir katliam yapıldı. Şimdi bunu kimseye söylemezsin. Zaman ve zemin uygun olunca bunu herkes bilmeli” diye vasiyet etti.
Bu hadiseyi, Kırgızistan Cumhuriyeti hürriyetine kavuşuncaya kadar kimse öğrenmedi. Kırgızistan 1991’de Sovyetlerinden ayrılıp hür cumhuriyet olunca, katliam hükûmete bildirildi. İlk Cumhurbaşkanları Askar Akayev bu duruma bizzat el koyarak 1993’de kazı başlatılması için gerekli kararı çıkardı. Kazılar sonucunda bulunan toplu mezar sadece Kırgızistan’ın değil, bütün Türk cumhuriyetlerinin kanını dondurdu.
Cumhurbaşkanı Akayev, 1936-1938 yıllarına ait bütün KGB arşivlerinin taranmasını emretti. Yapılan arşiv araştırmaları ve DNA testleri sonucunda iki kadın cesedi dışında herkesin isimleri belirlendi. Hükûmet Araştırma Komisyonu bu mazlumların niçin ve ne şekilde cezalandırılarak öldürüldüğünü tespit etti.
Birisinin elbisesinin cebinden çıkan bir sararmış kâğıtta Sovyetlerin meşhur 58. maddesine istinaden; Basmacılık, Turancılık, Irkçılık, Troçkistlik (ajanlık) ve Pan-Türkizm suçlamalarıyla ölüm emirlerinin verildiği anlaşıldı. Başka birinin üzerinde çıkan isim listesinde de birçok cesedin sahiplerinin hüviyetleri tespit edildi. Bu katliamı KGB’nin bir gecede gerçekleştirdiği anlaşıldı.
ZALİME YARDIM EDEN ZULMÜNE MARUZ KALIR!..
Türkistan’da millî mücadele edenlerin yanında Rus ideolojisinin Türk yurtlarında yayılması için çabalayan Türk asıllı münevverler de bir hayli fazladır. Rejim sırlarının ortaya çıkmasından endişe ettiği için bunların birçoğunu sudan bahanelerle hunharca öldürdü. Bunlardan ilk akla gelen Türkologlar: Bekir S. Çobanzâde (Kırım), Veli Huluflu (Azerbaycan), Halid Said Hocayev (Özbekistan), Eziz Kubaydulin (Tataristan) ve Semed Ağamalioğlu’dur.(Azerbaycan) ve Sultan Galiyev’dir. (Başkurdistan). 12 Ekim 1937’de SSCB Yüksek Mahkemesi Askerî Komitesi, kurşuna dizilmelerini isteyerek, terörist bir teşkilatın üyesi olduklarını ilan edip, Sovyet hâkimiyetini yıkmak, Türkistan’ı Sovyetlerden ayırmak gibi ithamlarla suçladılar, idam ettiler.
.
Anadolu nere, Birmanya nere? Uzak Doğu’da Osmanlı esirleri
6 Kasım 2022 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:45
Sesli Dinle
A -
A +
Numan Aydoğan Ünal
İhlas Vakfı Türk Dünyası Koordinatörü
620 yıllık muhteşem Osmanlı tarihinde en büyük facia, İttihat ve Terakki’nin Birinci Dünya Harbi’ne devleti sokmasıdır. Bu harp neticesinde Osmanlı Devleti parçalandı; binlerce asker yaralandı, açlıktan, hastalıktan, soğuktan, sıcaktan şehit oldu. On binlercesi de esir düştü. Ruslar Doğu cephesinden esir aldıkları Osmanlı asker ve sivillerini önce Hazar Denizi’ndeki Nargin (Yılanlı) Adası’na, oradan da Sibirya’nın en ücra yerlerindeki kamplara dağıttılar.
İngilizler ise esir aldıkları Osmanlı askerlerinin bir kısmını Mısır, Irak, Kıbrıs ve günümüzde vergi kaçakçılığı polemiğiyle gündeme gelen Man Adası’na; on iki bin esiri de Uzak Doğu’da Myanmar’a (Birmanya); diğerlerini de Hindistan’daki çeşitli kamplara götürdüler. Bugün Müslümanların, çok zulüm, işkence gördüğü Arakan da Myanmar’da bir şehirdir.
ŞEHİTLERİ İLK ZİYARET EDENLER
Uzak Doğu’daki esir Türklerin mezarlarını Türkiye’den ilk ziyaret edenlerden biri kıymetli sanat tarihçilerimizden Dr. Emel Esin’dir. Dr. Esin, 1964 yılında kocası Seyfullah Esin, Türkiye’nin Hindistan büyükelçisi iken, Osmanlı şehitlerinin mezarını bulmak ve ziyaret etmek için Myanmar’a (Birmanya) gittiler. Myanmar hükûmet yetkilileri mezarların doğru-dürüst yerini bilmedikleri gibi şehitlik ve abide yapılmasına da taraftar değillerdi.
RANGOON ŞEHRİ MÜSLÜMANLARI İMDADA YETİŞTİ
Dr. Emel Esin diyor ki: “O zaman, Rangoon Müslümanları, imdada yetiştiler. Görüştüğümüz Birman Müslümanlarından öğrendiğimize göre, 1916 yılında Rangoon'a getirilen Türk esirleri muhtelif kamplara yerleştirilmiş. Başlıca kamp, Mandalay'ın yakınında Meiktila'da bulunuyordu. Burası, Onyedinci yüzyıldan beri Müslümanlarla meskûn bir yerdi. 1909 yılında Bengalli Müslümanlardan müteşekkil Doksanbirinci İngiliz Alayı için Meiktila kasabası güneyinde, bir de cami yapılmıştı. Bine yakın şehidimiz bu câminin yanında medfûndur.
Meiktila'nın ve Mandalay'ın kuzeyinde, Kaçin eyaletinde bir diğer eski Müslüman ili olan Schwebo'da 100 kadar şehit varmış.
Meiktila’nın güneyinde, Irrawady Nehri üstünde, Thayetmgo şehrinin kuzey batısında, Borstal Enstitüsü Çarşısı yanında bulunan bu kamptan bazı Türk esirleri kaçabilmiş. Müslüman aileler onları saklamış. Hatta Türk esirlerinden birkaçı Birman hanımlarla evlenmişler. O havalide yaşayan torunları bazen açık renk gözlü imiş.
ESİRLER ÇOK AĞIR İŞLERDE ÇALIŞTIRILMIŞLAR
Güney Şan vilâyeti bölgesinde, Heho'ya 18 mil mesafede, Aungban kasabasında, Kalao-Thoyi Heho demir yolunu inşa ile vazifeli yirmi kadar Türk mühendis ölerek oraya defnolunmuş. Türk esirlerine, Thazi-Schwen yaung demir yolu ve şoseler ile kanallar da inşa ettirilmiş. Türklere, mühendislikten gayri, ağır işler de gördürülmüş, Meiktilalı yaşlı bir zat olan Mustafa, alışmadıkları ağır işlerden avuçları kanayan Türk esirlerini hatırlıyordu.
Esaretten kaçtıkları için ceza olarak, ağır işlere çarptırılan ve mihnetten ölenlerden birinin mezarı Meitkila'nın 30 mil kadar güneyinde Kyaukse'dedir. Kyaukse Müslümanlarının anlattığına göre, üç Türk, Meiktila kampından kaçmışlar. Bir müddet, Cemal ve Biraderleri firmasının sahipleri olan Birmanyalı bir aile yanında Kyaukse'de saklanabilmişler, fakat İngilizler onları bulmuşlar. Esirlerden ikisinin akıbetinin ne olduğunu öğrenemedik. Üçüncüsü, Kyaukse civarındaki Sapaidun madeninde çalıştırılmış.
“EFENDİ”
Kyaukse Müslümanları bu Türk’ün ismini hatırlayamadıkları veya bilmedikleri için, kendisinden "Efendi" diye bahsediyordu. "Efendi" bilhassa okumuş kimselere o devirde verilen lakaptı. "Efendi" maden işinin mihnetine dayanamamış ve 1915-1917 yılları arasında, tam hatırlanmayan bir tarihte, Kyaukse Hastanesinde ölmüş. İngiliz polisi, Efendi'nin naaşını Kyaukse Müslümanlarına vermiş ve onlar İslâm usulünde defnetmişler. Bize bunları anlatan ve mezara götüren, Kyaukse İslam Mektebi eski müdürlerinden Saya Mahmood, “Efendi”nin naaşını yıkayan Hacı Yunus adlı merhumun oğlu idi.
Türklerin ölümüne bir sebep de Birmanya'nın tropikal ikliminde o devirde salgın olan dizanteri ve malarya gibi hastalıklar olduğunu söylediler. Birkaç Türk de, tayın (ekmek) ile doymayıp, makine yağı yiyerek zehirlenmişti.
ŞEHİTLİKLERE YERLİ MÜSLÜMANLAR SAHİP ÇIKMIŞ
Bir şubat sabahı, fahrî konsolosumuzun torunu Davud Ahmed Ginwalla, Seyfullah ve ben, uçak ile Rangoon'un 600 km kadar kuzeyinde Mandalay’a gittik. Bir taksi kiralayarak Mandalay'ın 130 km kadar güneyinde ve takriben 21 enlem ve 96 boylam derecelerindeki Meiktila'ya ulaştık.
Orada, Müslüman mezarlıklarını bir müddet araştırdıktan sonra Meiktila kasabasının güneyinde Bengal alayının Hind Timuroğullarının üslubunda olan câmiini bulabildik... Câminin önünde, iki yüz kadar Meiktilalı Müslüman, geleceğimizi duyarak, beklemekte idi. Başlarında, şehitlerin Meiktila'da geçirdiği yılları hatırlayan yaşlı Mustafa ve hayırsever müteahhit Ahmet duruyordu.
Meiktila Müslümanları şehitliğin bakımını 1920’den 1944 yılına kadar ifa etmiş ve bu vefakâr kimseler, aralarında vazife taksimi yapmışlar. Ahmed gibi zenginler masraf etmiş, gençler elleriyle çalışmış. 1922 yılında şehitliğe bir duvar yapmışlar. Ancak 1944 yılında, İngilizler ile Japonlar arasında cereyan eden muharebelerde, Japonlar şehitliğimizde siperler kazmış, mezar taşlarını setler yapmak için ve civardaki hava alanı inşaatında kullanmışlar. Kalan taşlar da Müslüman olmayan köylüler tarafından çalınıyormuş. Câminin imamı ve Mustafa, gençlerin yardımı ile bazı taşları cami avlusuna aldırmış.
ÇOK HAZİN BİR MANZARA
Şehitlik hazîn bir manzara arz ediyordu. Çorak bir arazîde, ekserisi devrilmiş, dikenler ve çalılar altına gömülmüş, çoğu kırık, çimentodan mezar taşları yatıyordu. Her taş, bir kaide üzerine tespit edilmiş takrîben 40 cm çapında, çimentodan birer toparlak teşkil ediyordu. Toparlağın en üstünde, bir âyetten mülhem olan (Furkân sûresi, 58. âyet-i kerîme meâli) ve Anadolu Türk mezarlarında çok rastlanan şu ibare vardı: “O yaşar ve ölümsüz olan O'dur.”
Hattat, şüphesiz ki Türk’tü. İngilizce yazıları ise, Türkçe bilmeyen biri, muhtemelen bir yerli Müslüman yazmış. Âyetin altında, solda Türkçe, sağda İngilizce olarak, yukarıdan aşağıya, şehidin numarası, rütbesi, alayı, tabur numarası ve mîlâdî târih ile ölüm günü yazılmıştı. Kaide üzerinde de, şehidin doğum yeri ve bir numara daha vardı…
Türkiye’ye döndüğümüz zaman, belki şehitlerin akrabasından bir kimse çıkar diye, bulabildiğim 86 taşın kırılmamış kısmındaki kayıtları yazdım. Gurbette ölen şehitlerin toprağından ve mezarların üstünde biten çalıların yaprağından da aldım.
Birmanyalı imam, Fetih Suresini okumaya başlayınca, 50 yıl [şimdi 90 yıl] evvel Türk kasabalarından, köylerinden, bu askerler yola çıkarken okunan Fetih Sûresinin uzak aksini sanki duyduk ve gözyaşlarımızı tutamadık.”
***
Mezar taşlarında isimleri ve memleketleri okunabilen şehitlerin birkaçı:
Er Hasan Mustafa (Afyonkarahisar), Er Salih Mustafa (Trabzon), Er Tevfik Eyüp (Çubuk), Onbaşı Feyzi Hüseyin (Burgaz), Er Hasan Mehmet (Adana), Er Mehmet Ali (Muğla), Er Mehmet Mustafa (Bursa), Onbaşı Tevfik Halit (Kastamonu), Çavuş İbrahim Osman (İzmir), Er Mustafa Salih (Beypazarı), Er Mustafa Hüseyin (Isparta), Onbaşı Bekir Süleyman (Malatya), Er Mehmet Halil (Erzurum), Er İsmail Durmuş (Konya)…
ŞEHİTLERİMİZ YETERİNCE ARAŞTIRILAMADI
Anadolu’da hiçbir aile yoktur ki bir veya birkaç evladını 1. Cihan Savaşı’nda şehit vermemiş olsun. Şu hususu da üzülerek ifade edelim ki; Türk tarihinin en hazin sayfalarından olan bugünkü sınırlarımızın dışındaki pek çok ülkeye götürülen ve oralarda şehit olan askerlerimizle ilgili yeterli çalışma ve araştırma yapılmadı.
Esaretten 5-10 sene sonra kaçarak evine, yurduna pek az asker dönebildi. Esirlerle mektuplaşmak, haber almak da çok zordu.
Endişem ve zihnimi meşgul eden, daima sizsiniz ve ne hâlde olduğunuzdur. Paranız var mıdır, maaşınız nasıldır? İdareniz ne yoldadır? Mektebe ve namaza devamınızı terk etmeyiniz. Duadan geri kalmayınız. Allah cümlemizin hâmisidir. Gözlerinizden öper, sizi Allah’ın avn-i inayetine terk ederim. Şimdilik benim vazifem sadece duadır.
Pederiniz
Hindistan’da Bellari’de, Osmanlı Esir Karargâhında 5401 numaralı Binbaşı Nazım Efendi tarafından”
Çiçek medeniyeti Osmanlı
27 Kasım 2022 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:44
Sesli Dinle
A -
A +
Numan Aydoğan Ünal İhlas Vakfı Türk Dünyası Koordinatörü turkdunyasi@hotmail.com
Erzurum’da Ziraat Fakültesinde okurken, aynı binada olan Edebiyat Fakültesindeki derslere de ara sıra girerdim. Bir gün, bu fakültede ders veren kıymetli edebiyatçılarımızdan, merhum Prof. Dr. Ali Nihat Tarlan Hoca öğrencilere “Yeşil renkli çiçek var mıdır?” diye sordu. Herhangi bir cevap veren olmadı. Bu defa kendisi; “Çocuklar, tabiatta yeşil çiçek yoktur. Allahü teâlâ, arı şaşırmasın, aldanmasın diye yeşil çiçek yaratmadı” dedi. O günden beri hocanın bu sözünü hiç unutmadım.
Meslek icabı gittiğim, ülkemizde ve dünyanın çeşitli yerlerinde; bağlarda, bahçelerde, ovalarda, dağlarda, çöllerde, göllerde hep hocayı hatırlayarak çiçeklerin rengine baktım. Hiçbir yeşil çiçeğe rastlamadım. Her şey zıddı ile kâimdir. Bitkilerin yeşil yaprakları, aksamları arasında, çiçekler de yeşil olsaydı, çiçeğin hiçbir cazibesi olmayacaktı…
Merhum Prof. Dr. Ali Nihat Tarlan Hocanın hatırası, bu makaleyi kaleme almama vesile oldu. Türk kültür ve medeniyetinde çiçeğin ve çiçekçiliğin çok önemli yeri vardır. Çiçekler bahçelerimizi, evlerimizi süslediği gibi edebiyatımıza, şiirlerimize renk ve şevk katmıştır. Türklerin iki meşhur çiçeği var; “gül” ve “lale”. Halkımız bu çiçeklere âdeta âşık olmuşlar; bunlar için şiirler, türküler söylemiş, kitaplar yazmışlardır. “Çiçek gibi temiz”; “Çiçek gibi güzel”; “Çiçek gibi kokuyor”; “Bir çiçekle bahar gelmez”; “Gülü seven dikenine katlanır”; “Dikensiz gül olmaz”; “Çalıda gül bitmez, cahile söz yetmez” gibi atasözlerimiz vardır.
TÜRK ÇİÇEKTEN AYRILMAZ
Son asır mütefekkirlerimizden A. Ragıp Akyavaş, Türklerin çiçeklerle olan münasebetine dair şunları diyor:
“Türk çiçeklerden, çiçek Türk’ten hiç ayrılmaz. Mabetlerimiz, evliyalarımızın merkatleri, mezar taşlarımız hep çiçeklerle süslenmiştir. Bu, ince bir ruhun ifadesi değil de nedir? Bizi anlamayan veya anlamak istemeyen Avrupalılar, ‘Türkler, harpten, vuruşup dövüşmekten başka bir şey bilmezler’ derler. Bu bir hezeyandır. Dinî ve millî bir taassupla savrulmuş, iftiradan başka bir şey değildir. Ruhumuzun derinliklerine inebilmiş olsalardı böyle söylemezlerdi. Bizi olduğumuz gibi bilmediler. Şöyle bir zahmet edip kütüphanelerimizi ve mesela Süleymaniye ve Fatih’teki Ali Emirî Efendi Kütüphanelerini ziyaret etselerdi çiçek üzerine nice yazma eserler görürlerdi. Milletimiz bir çiçek zevki, bir çiçek tarihi meydana getirmiştir. Şiirlerimizde, edebiyatımızda, çiçek kokusu bulunur.
Osmanlı Devleti bina mimarisinde zirvede olduğu gibi peyzaj, bahçe mimarisinde de dünyada önderdi. Sarayların bahçelerine ‘Has Bahçe’, yani padişahın bahçesi denilirdi. Diğer bütün bahçeler de imkân nispetinde bu bahçelere bakarak düzenlenirdi. Devletin âlim ve evliyaları da çiçekle meşgul olmuşlar, âdeta bir çiçek yetiştirme yarışına girmişlerdi. Osmanlı Devleti’nde çiçekçilikle alakalı pek çok kıymetli yazma eser kütüphanemizde bulunmaktadır. Bu kitaplarda çiçek yetiştiriciliği ve çiçeklerin özellikleri hakkında günümüz botanik kitaplarında bulunmayan bilgi ve belgeler vardır...”
ÇİÇEK GÜZELLİK YARIŞMASI
Günümüzde kedi-köpek güzellik yarışması yapılmaktadır. Osmanlı zamanında da çiçek güzellik yarışması yapılırdı.Zengin çiçek kültürümüzle alakalı olarak Prof. Dr. Nurhan Atasoy da şu ifadeleri kullanıyor:
“Farklı kültürden insanlar bir araya gelip âdeta bir meclis kuruyorlar ve herkes kendisinin yetiştirdiği en güzel çiçeği getirip gösteriyor. Sonra da o çiçeğin niye güzel olduğu tartışılıyor; kimi sapı güzel, kimi çiçeği güzel, kimi yaprağı güzel diyor. Bütün bunlar uzun uzun konuşuluyor, ardından çiçeğe bir isim veriliyor. Bunlar genellikle çok şairane isimler oluyor ve o cins çiçek, artık o isimle anılıyor. Mesela Ebussuud Efendi’nin elde ettiği ilk lale çeşidine ‘Nûr-i Adn’, yani ‘Cennet Nuru’ ismi veriliyor. Bizim müthiş zengin bir çiçek kültürümüz var…”
ŞÜKÛFENÂMELER
Osmanlı devrinde başta gül ve lale olmak üzere çiçekler hakkında pek çok kitap yazılmıştır. Bu kitaplara “Şükûfenâme” denilmektedir. Bunlara birkaç örnek verelim: Sultan III. Ahmed zamanında kaleme alınan “Defter-i Lâlezar-ı İstanbul” adlı kitapta binlerce lalenin ismi, yetiştiricileri ve özellikleri çok teferruatlı olarak anlatılmaktadır. “Ferahengiz” adlı çiçek kitabında ise Sultan I. Mahmud Han’ın da bu sanatla ilgilendiği, pek çok laleye isim verdiği kaydedilmektedir.Şehremini Camii imam-hatibi Ubeydullah Efendi “Netâyicü'l-Ezhâr” kitabında Sultan İbrahim Han tarafından 1641 yılında Sarı Abdullah Efendi’ye “Şükûfebaşıcılık” yani “Çiçek Yetiştiricilik Şeyhi” beratı verildiği yazılıdır. Bu eserde, çiçek yetiştiren 202 kimse hakkında geniş bilgi vardır.
Yazar, çiçeklerin isimlerini Elif-ba sırasına göre kaydetmiştir. (Prof. Dr. M. Ali Akbay)
Şimdi milletimizin âdeta bir sembolü hâline gelmiş olan “gül”den bahsedelim…
“Gül”ün Türk-İslam kültüründe çok önemli yeri vardır. Dünyada hiçbir millet Türkler kadar gül ile alakalı şiirler yazmamıştır. Âlim ve evliyalar da şiirlerinde güle yer vermişlerdir. Peygamber Efendimizin terinin gül gibi koktuğu kitaplarda yazılıdır. Gül koklanınca ve ellere gül suyu dökülünce Peygamberimiz hatırlanır ve salevat getirilir.
Nitekim Yunus Emre bir şiirinde:
“Sordum sarı çiçeğe
Gül sizin neniz olur?
Çiçek eydür ey derviş
Gül Muhammed’in teridür” demektedir.
Mevlâna Celaleddin-i Rumi Hazretleri de “Mesnevi”sinde diyor ki:
“Önemli olan gül tabiatlı olabilmektir. Yani bu dünya bahçesinde dikenleri görüp, onlardan incinip dikenleşmek değil, araya kış gibi çileler girse bile onları bahar iklimi ile kucaklamak, bütün âleme gül olabilmektir. Gül, o güzel kokuyu, diken ile hoş geçindiği için kazandı.”
Aziz Mahmud Hüdai hazretleri de gül ve gülümsemeyi şöyle dile getiriyor:
“Gül, ağlama gül bize.
Ele diken, gül bize.
Gül olanın yüzünde
Gül açılır, gül bize…”
Bütün Türk Dünyasında güle olan sevgiden dolayı çocuklara gül ile başlayan, gül ile biten pek çok isim verilmektedir: Gülay, Gülayşe, Gülzâde Gülbahar, Gülben, Gülcan, Gülizar, Gülsüm, Gülşen, Güldâne, Ayşegül, Lalegül, Nurgül, Meralgül, Nazlıgül…
Sanat tarihçisi Prof. Dr. Gül İrepoğlu, gül hakkında şunları kaydediyor:
“Gül ile İstanbul ayrılamaz. İstanbul şiirlerinde de her zaman gül vardır, edebiyatta da hep gül vardır. Pek çok sanat dalında gül vardır. Topkapı Sarayı’nın hemen altında Gülhane bahçesi var. Gülhane bahçesi, sarayın gül ihtiyacını karşılamak için yapılmış bir bahçe. O yetmemiş, Edirne’de de bir Gülhane yapılmış. O kadar çok gül tüketiliyor sarayda…
Gülün şöyle bir özelliği de var; gül yalnızca bir süs çiçeği değil aynı zamanda yenilen, içilen bir çiçek. Gül suyu, gül yağı, gül şerbeti, gül reçeli şeklinde… Bir de gül, şifalı bitki. Baş ağrısından ruhî bunalıma kadar iyi gelen bir çiçek. Onun için gülü de bu kültürün bir parçası olarak görmeliyiz…”
Evliya Çelebi de, eski payitaht Edirne’de karşılaştığı bir manzarayı şu ifadelerle anlatıyor:
“Edirne’deki Üç Şerefeli Cami’nin etrafı, âdeta bir çiçek deryası gibidir. Buradan toplanan çiçekler demetler hâline getirilerek namaz safları arasına konuluyor…”
Millî şairlerimizden Osman Yüksel Serdengeçti, Rumeli ve Balkanların hasretini dile getirirken şöyle diyor:
“Açmaz olmuş Kızanlık’ın gülleri,
Biz neyledik o koskoca elleri?”
“Kızanlık”, Bulgaristan’da kalan, gül bahçeleriyle meşhur bir Türk şehridir.
“LALE”YE GELİNCE…
Osmanlı tarihinde bir devre ve İstanbul’da da bir semte ismini veren lale de Türk kültürümüzün ayrılmaz bir parçasıdır.
Bütün Şükûfenâmelerde lalenin çeşitleri, yetiştirilmesi hakkında geniş bilgi bulunmaktadır.
Lalenin ana vatanı Orta Asya’dır. Buradan Türklerle beraber Anadolu’ya geldi. İstanbul’da ise ilk defa, şeyhülislam Ebussuud Efendi tarafından Bolu’dan gelen bir lale soğanının yetiştirilmesiyle başladı.
Üsküdar’daki büyük İslam âlim ve evliyası Aziz Mahmud Hüdai hazretlerinin de laleye çok önem verdiği; yetiştirdiği, teşvik ettiği şükûfenâmede yazılıdır.
Lale hakkında da önemli araştırmalar yapan Prof. Dr. İrepoğlu “Bizans’ın sanat eserlerinin hiçbirinde lale motifi yok. Bizans devrinde lale bilinmiyor; ama Anadolu Selçukluları laleyi kendi sanat eserlerinde kullanmışlar. Selçukluların harikulade çinilerinde, lale motifleri bulunmaktadır. Kubadabad Sarayındaki çinilerinde mükemmel sivri uçlu lale motifleri vardır. Osmanlı devrinde; İznik’teki sanat eserlerinde, İstanbul Rüstem Paşa Camiinde, Sultan Ahmed Camiinde, Topkapı Sarayı hareminde, Sultan 3. Ahmed Çeşmesi, Hürrem Sultan Türbesinde ve pek çok mezar taşlarında mükemmel, zarif, estetik lale motifleri vardır. Edirne Selimiye Camii’ndeki lalelerin güzelliği de insana heyecan verir” ifadelerini kullanıyor.
Prof. Dr. İrepoğlu şöyle devam ediyor:“Lalenin tasavvufta ve edebiyatımızda da çok önemli bir yeri vardır. ‘Lale’nin yazılışındaki harfler ile ‘Allah’ lafzının yazılışındaki harflerin aynı olması muhakkak ki laleye verilen kıymeti arttırmıştır. Tek bir sap üzerinde, tek bir çiçek açıyor. Bu da Allah’ın birliği ile özdeşleştiriliyor... Lalenin, Fuzuli ve Bâki’nin şiirlerinden günümüz şiirlerine kadar çok sevilerek adı geçmektedir…”
Osmanlı devrinde lale ile alakalı şiirler bestelenmiş, okullarda öğrencilere okutturulmuştur; mesela bunlardan biri:
Bir çiçeğim, adım lâle Gül menekşe, bana hâle Bahçelerin melîkesi Çıldırtırım ben herkesi.
Sarı, mor, al, beyaz, pembe,
Bulursun her rengi bende
İnce ruhlu eski Türkler
Sümbülden çok beni sever.
Halifeler ellerinde
İhtişamla taşırlardı
Sultanların bellerinde
Lâlelerden kemer vardı.
Renklerine bakarlardı,
Birçok isim takarlardı
Sim endamlı dûşîzeler
Şah Bânular neler neler
.
Batılılara göre Osmanlıların ahlak ve fazileti
8 Ocak 2023 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:44
Sesli Dinle
A -
A +
Numan Aydoğan Ünal
İhlas Vakfı Türk Dünyası Koordinatörü
Osmanlı Devleti’nde vazifeli bulunan yabancı diplomatların ve ülkemizi ziyaret eden seyyahların, Avrupa’da basılmış pek çok kıymetli hatırat ve makaleleri vardır. Bu eserlerde Türk halkının yüksek ahlakı, dürüstlüğü, merhameti ve temizliği dile getirilmektedir. Ayrıca Osmanlı Devleti’nde asayiş ve emniyetin çok mükemmel olduğu, özellikle cinayet, hırsızlık, dolandırıcılık gibi suçların neredeyse hiç görülmediği de ifade edilmektedir.
Bu makalemizde bunlara birkaç misal verelim:
ASAYİŞ VE HUZUR
İngiltere’nin Türkiye büyükelçisi Sir James Porter:
Osmanlı Devleti, halkının emniyetini korumak için aldığı tedbirler ve zabıta bakımından örnek alınacak mükemmeliyettedir. Yankesicilik, ev soymak, yol kesmek gibi hadiseler Osmanlıda yok gibidir. Harpte veya sulhta, yollar hep aynı derecede, evler kadar emniyetlidir. Bütün imparatorluğu tam bir emniyet içinde baştanbaşa dolaşmak her zaman mümkündür. Bilhassa hareketli ve işlek olan yollarda pek çok sayıda insanın gidip gelmesine rağmen, hemen hemen hiçbir hadisenin olmaması hayret edilecek derecededir. İstanbul’da hırsızlık çok nadirdir. Türklerin hırsızlık veya yankesicilik yaptıkları hemen hemen hiç vâki değildir. İstanbul’da, evlerin kapısını kapamadan tam bir emniyet içinde yaşamak mümkündür.
(Observations sur la Religion, lesLois. Le Gourvernement et les MoeursdesTurcs - 1769)
İsveç'in İstanbul elçiliğindeki diplomatı M. D’ohsson:
Gece olsun gündüz olsun imparatorluğun bütün şehirlerinde tam bir emniyet vardır. Bu, emniyet kuvvetlerinin sıkı çalışmasının neticesi olduğu kadar, Türklerin millî ananelerinin mükemmelliğinin de bir neticesidir. Bazen kara yollarında haydutlara rastlanır. Ama şehirlerde asayiş son derece mükemmeldir. Hele muazzam nüfuslu bir şehir olan İstanbul’da bu asayiş insanı hayrette bırakacak derecededir. Hırsızlık veya cinayet kadar ender duyulan bir kelime yoktur. Yankesicilik ve dolandırıcılık büsbütün nadirdir. Hem de, en pahalı eşyanın bulunduğu mağazaların korunmasında gösterilen ihmale ve buralarda olan aşırı izdihama rağmen!..
(Tableau general de I’Empire Othoman - 1791)
Fransız Şarkiyatçısı J.H.A. Ubicini:
İstanbul’da Müslümanların oturduğu taraflarda senede ancak bir-iki polis vakası görülmektedir. Hâlbuki Hristiyanların oturduğu Pera, Beyoğlu taraflarında, her gün yüzlerce hırsızlık, dolandırıcılık, cinayet vakaları meydana gelmekte, insanlar birbirini dolandırmakta, öldürmektedir. Buraları, Avrupa’nın büyük şehirleri gibi bir batakhane hâlindedir. İstanbul kısmında yüzbinlerce Müslüman sulh ve sükûnet içinde namusu ile yaşarken; Pera’da bulunan tahminen 30 bin Hıristiyan, bütün dünyaya bir namussuzluk, iffetsizlik ve serserilik numûnesi olmaktadır. Pera için İtalyanlar; “Pera, deisulirati il nido”, “Pera, serseriler yatağı” adlı bir şarkı yapmışlar ve bu şarkı oradakilerin ağzından düşmez olmuştur. (J.H.A. Ubicini - Lettres sur la Turquie - 1877)
AHLAK VE FAZİLET
İngiliz yazar H.A. M. Butler Johnstone:
Tüccarlara, Doğu’da uzun süre kalmış seyyahlara sorun; hepsi gerçek Türklerin adaletli oluşlarına, dürüstlüklerine, şehadet edeceklerdir. Tek bir örnek bütün bir gerçeği ifade eder. Onların arasında senet alıp vermek gibi bir âdet yoktur. Türk’ün sözü, onun senedidir. Borcunu reddetme ve sahtekârlık, onların arasında bilinmeyen bir şeydir. Bir defa bir grup Türk’le altı buçuk saat süren bir sohbete katıldım. Tanışma esnasında tercümanlığımı, İngiltere’de tahsil görmüş bir Türk amiral yapıyordu. Amiral İngilizceyi neredeyse benim kadar iyi biliyordu. Öyle ki, bütün sohbet esnasında kullandığım sadece bir kelimeyi tercüme edemedi. O kelime de “perfidy” (hıyanet, vefasızlık, sadakatsizlik) kelimesiydi. Sonradan anlaşıldı ki, Osmanlıcada böyle bir ifade yoktur. Bunu Osmanlıca olarak ifade etmek zordu. Çünkü Osmanlının karakterinde böyle bir şey yoktu. Osmanlı halkına gelince, dünyadaki en nazik, en temiz, en saygılı, en disiplinli millettir. (H.A. M. Butler Johnstone – Türkler, Karakterleri, Terbiyeleri ve Müesseseleri - 1876)
Alman gazeteci-yazar Hans Barth:
Eğer, yalnızca doğuda değil bütün dünyada beyefendilerden teşekkül eden bir halk varsa, bu, Türk halkıdır. Hakikat şudur ki; Türk’ün özellikle de Anadolu Türk’ünün sahip olmadığı siyasi ve sosyal fazilet yok gibidir. Türk halkının karakterini meydana getiren en bâriz vasıflar; nezaket, zerafet, hoşgörü, insan sevgisi ve mutlak bir namustur.
Bütün Türkler bir fikir üzerinde düşünceye dalmış kimselere benzerler. Hepsinin hareketlerinde aynı ciddiyet, konuşma, bakış ve mimiklerinde aynı itidal mevcuttur. İnsan, bütün Türklerin, paşadan küçük bir bakkala kadar aynı okulda yetişmiş, aynı asalet mertebesine sahip, büyük asilzade olduklarını zanneder; o kadar ki, İstanbul’da bir halk tabakasının bulunduğunun farkına bile varamaz. İstanbul halkı yeryüzünün en medeni, en dürüst halkıdır. Hiçbir semtinde ve hatta en kuytu köşesinde bile bir yabancıya zarar verdiği vaki değildir. İstanbul’da sokak kavgasına, maksatsız dolaşan serserilere, dedikoducu kadınlara, herhangi bir fuhuş belirtisine, hâsılı yüz kızartıcı hiçbir harekete rastlamak mümkün değildir. (Hans Barth - Türke, WehreDich - 1898)
Fransız edip ve yazarlarından G. J. Grelot:
Türklerin ellerindeki esirler zannedildiği kadar kötü muamele görmezler, hemen daima evin ikinci efendisi durumundadırlar. Ben bunların içinde öylelerini bilirim ki, efendilerinden son derece memnun oldukları için, hür kâğıtlarını alıp Avrupa’ya gittikten sonra, umdukları rahatı bulamayınca tekrar Türkiye’ye geri dönmektedirler. İstedikleri vakit kiliseye gidip ibadet etmekte tamamen serbesttirler. Hiçbir zaman, bir Müslüman-Türk’e köle olmak, zannedildiği gibi büyük bir talihsizlik değildir; efendileri tarafından dinlerinden döndürülmüş esirlere ender rastlanır. Her ne kadar dindar Müslümanlar ellerindeki esirlere günde hiç olmazsa üç defa hidayet teklifini vazife bilseler de, kölelerini zorla Müslüman ettiren hemen hemen hiç yok gibidir. (Relationnouvelled’un voyage de Constantinople - 1680)
İtalyan ediplerinden Edmondo de Amicis:
Türk ırkının ruh asaletini gösteren hissiyat, yani en küçük iyiliklere karşı besledikleri minnet ve şükran duygusu, ölmüşlere karşı duyulan hürmet vecibesi, büyük bir nezaketle yapılan misafirperverlik ve hayvanlara merhamet gibi faziletlerinin inkârı kabil değildir. Türk’ün, bütün sosyal sınıfları müsavi tutan şuuru da her türlü takdire layıktır. (E. de Amicis - Constantinople - 1883)
Fransız subay C. de Bonneval:
Hiçbir istinası olmamak şartı ile bütün Türkler hayırseverdirler. Ne din farkına ne de ihtiyaç sahiplerinin geçmişteki hal ve hareketlerine bakmaksızın bütün muhtaçlara yardım ederler. Çünkü onların nazarında herhangi bir günahkâr tövbe edip mükemmel bir velî olabilir. İşte bundan dolayı Türklerin hayrat ve hasenatından hiçbir kimse mahrum edilmez. Şunu da itiraf etmelidir ki; onlar bu iyiliklerini sadece insan cinsine değil hayvanlara ve hatta cansız mahlûkata bile yaparlar. (C. de Bonneval – Anecdotes Venitiennes et Turquesou Nouveaux Memoriesdu Comte de Bonneval - 1740)
TEMİZLİK VE SAĞLIK
Fransız seyyah M. de Thevenot:
Türkler hem vücutlarını tertemiz tutmak hem de sıhhatlerini korumak için hamama çok giderler. Onun için şehirlerde pek çok güzel hamamlar olduğu gibi, hemen her köyde de bir hamam vardır. Bütün bu hamamlar hep aynı şekilde yapılmıştır, aralarında sadece büyüklük ve süs bakımından farklar vardır.
Türkler çok yaşarlar ve az hasta olurlar; bizim memleketlerdeki böbrek hastalıkları ve daha bir sürü tehlikeli hastalıkların hiçbirini bilmezler. Öyle zannediyorum ki, Türklerin bu mükemmel sıhhatlerinin başlıca sebeplerinden biri de, sık sık hamama gitmeleri ve yiyip içmede ölçülü olmalarındandır. Çünkü az yemek yerler; Hıristiyanlar gibi karma-karışık şeyler yemezler, içki âlemleri yapmazlar ve daima idman yaparlar. (M. de Thevenot - Relationd’unvoyagefaitauLevant - 1665)
G. J. Grelot:
Dünyanın bütün milletleri içinde, temizliğe, İslam camiasındaki Osmanlı-Türkleri kadar riayet eden tek bir millet yoktur. Ülkenin belli başlı şehirlerinin hepsinde pek çok hamam vardır. Bu hamamlara Türkler gibi Hristiyan ve Yahudiler de dâhil olmak üzere her türlü insan kabul edilir. Çünkü bunlar halkın menfaati, herkesin temizliği ve sıhhati için yapılmıştır. Umumi helâlar çok temizdir; çünkü herkes buraları kirletmemeye dikkat eder. Ayrıca, meydancı denilen temizlik elemanı da haftada en az bir kere Perşembe günleri temizlik yapar. Umumi helaların içinde taharet için devamlı akan bir çeşme veya musluk vardır. Burada şunu itiraf etmeliyim ki, bütün Avrupa’da şehirlerimizde böyle bir kolaylık ve imkân yoktur. (G. J. Grelot - RelationNouvelled’unVoyage de Contantinople - 1898)
Seyyah Corneille Le Bruyn:
Türkler umumiyet itibariyle boylu boslu, güzel yapılı adamlardır. Hıristiyan Avrupa’nın tek bir şehrinde bile, bütün Osmanlı İmparatorluğundan daha fazla sakat ve biçimsiz adama tesadüf edilir. Ayrıca Türkler, güçlü-kuvvetli oldukları için çok yaşarlar. Her hâlde bunun esas sebebi de gayet sıhhî ve kaliteli gıdalar yemeleri; mideyi bozan, ciğerlere, kalbe ve beyne zarar veren çeşitli yiyeceklerden sakınmalarıdır. İşte bundan dolayı Türkler nadiren hasta olurlar. Bizlerin daima yakalandığımız taş, kum, damla vesaire hastalıklar onlarda hemen hiç görülmez. Türkler sıhhatlerini az yemeye ve temizlenmek için sık sık hamama gitmeye borçludurlar. Kadınlar da böyledir, boylarıyla yürüyüşlerinin ihtişamı erkeklerinkinden aşağı değildir. Uzun elbiselerinin de bu ihtişamda büyük bir rolü vardır. (C. Le Bruyn - Voyages de Cornielle Le Bruyn par la Moscovie, en Perse et auxİndesorientales - 1732)
Günümüzde ise maalesef bütün emniyet tedbirlerine rağmen cinayet ve hırsızlık vakaları her sene artarak devam etmektedir. Yabancı seyyah ve aydınların Osmanlı devrinde tespit ettikleri asayiş, yüksek ahlak ve fazilet maalesef bugün ülkemizde yoktur. Bunun sebebi de, Türk gençliğine, dini, tarihi, ecdadı ve dili doğru öğretilmemektedir!
.
Abdülhamid Han büyük bir siyasi dâhiydi
5 Mart 2023 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:40
Sesli Dinle
A -
A +
Numan Aydoğan Ünal İhlas Vakfı Türk Dünyası Koordinatörü
Sultan Abdülhamid Han’ın 33 senelik hükümdarlığında iç ve dış siyasette iki önemli hedefi vardı. İç siyasetteki gayesi, Balkanlarda kiliseler arasındaki ihtilafı körükleyerek birleşmelerine engel olmaktı. Ne yazık ki, İttihatçılar idareyi ele alınca büyük bir gaflet ve ihanetle çıkardıkları bir kanunla bu ihtilafı ortadan kaldırdılar. Bu sebeple Balkan devletleri birleşince, 1912 Balkan Savaşı mağlubiyeti geldi.
Abdülhamid Han’ın dış siyasetteki hedefi ise büyük Avrupa devletleri ile bir savaşa girmeyerek aralarındaki ihtilaflarından azami derecede istifade etmekti. Fakat İttihatçılar bu defa da ülkeyi Almanya safında Birinci Cihan Savaşına soktular. Neticede 9 milyon kilometrekare olan topraklarımız 780 bin kilometrekareye düştü.
Bazı tarihçilerimiz “Sultan Abdülhamid Han tahttan indirilmeseydi Birinci Cihan Savaşı çıkmazdı” diyorlar. Aşağıda Sultan’ın zamanın devletlerini nasıl hassas bir siyasetle idare ettiği anlatılmaktadır. Bugün de Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın benzer siyaseti takip ettiği görülmektedir.
ZİYA ŞAKİR’İN YAZDIKLARI
İttihat ve Terakki mensubu, gazeteci yazar Ziya Şakir’in “Abdülhamid Han’ın Son Günleri” isimli eserinde Sultan’ın tahttan indirildikten sonra iç ve dış siyasi meselelerde muhafız ve hizmetkârlarına anlattığı görüşleri şöyle:
Beni, 93 Harbine Mithad Paşa sürükledi. Eğer bana kalsaydı, işi sulh yoluyla hallederdim. 313 (1897 Osmanlı-Yunan savaşı) harbine gelince, ona da sebep olan doğrudan doğruya Yunanlılardır. Ben hiç harbi sevmem ve kati bir mecburiyet olmadıkça harp etmeyi istemem. Onun için, zamanımda birçok siyasi hadiselerin önüne geçtim. Şunu iyi bilmelidir ki, Avrupa bizi bir kaşık suda boğmak ister. Hepsi bizim düşmanımızdır. Kabahatimiz de Müslüman olmamızdır.
SULTAN’IN ÇEŞİTLİ MİLLETLERHAKKINDA GÖRÜŞLERİ
RUSLAR:
Benim en büyük siyasi muvaffakiyetim İngilizler ile Rusların birleşmesine mâni olmaktı. Ben, her çareye başvurarak, İngilizler ile Rusları bizim ile alakalı olan hiçbir mesele de birleştirmedim. İngilizlerle Rusların fiilen birleştiği gün kıyamet kopar dünya kana boyanır.
Bugün bir gazetedeki baş makaleyi iyi bulmadım. “Moskoflar şöyle, Moskaflar böyle” diye ağızlarına geleni yazmışlar. Bu gibi şeyler fayda yerine zarar getirir. 93’teki muharebenin sebeplerinden biri de yine bir gazete meselesidir. O zaman da Karagöz isminde bir gazete çıkıyordu. Bu gazete, ‘‘Devlet-i Aliye’’yi bir arslana, ‘‘Rusya’’yı da bir ayıya benzetmiş. Arslanı ayının üstüne bindirerek bir resim yapmış. Rus sefiri bunu görür görmez, gazeteyi kapıp Babıâli’ye gelmiş. Gazeteyi Sadrazamın masasının üzerinde açarak “Bu nedir?” demiş ve derhal protesto vermişti. Rus diplomatları yaman adamlardır. Alimallah şeytana çarığı ters giydirirler!
Ben Ruslarla iyi geçinme politikasını takip ederdim. Şimdiki Çar’ın pederi olan imparator, bana haber göndermişti. “Bizim Osmanlı hükûmeti ile aramızda ne mezhep ne de siyaseten artık hiçbir meselemiz yoktur. Osmanlı hükûmeti, benim hayırlı düşüncelerimden emin olsun” demişti.
Ruslar aleyhine yazılan bazı şeyler onların gücenmesine sebep olur. Herhalde bunlar yapılmamalı, Ruslar idare edilmelidir. Ben ne dün ne de bu gün Ruslarla harp edilmesine taraftar değilim. Ruslar iyi idare edilmek şartıyla daima bize iyi komşuluk ederler ve icap ederse yardımda da bunulurlar. Vakıa eski zamanlarda, Ruslardan az fenalık görmedik. Lakin bunu unutmak lâzımdır.
İNGİLİZLER:
İngilizlerin çok garip bir siyaseti vardır. Onlar, son sözü kendileri söylemek isterler. Bakınız daha donanmalarını hiçbir yerde kullanmadılar. Şöyle bir tarafta saklıyorlar. İhtiyatlı bulunuyorlar. Bundan maksat, hem dostları, hem düşmanları, yani iki taraf da tamamen yorgun bir hâle gelince, meydana çıkmak ve umumi vaziyete hâkim olmaktır.
Bosna-Hersek’in Avusturya’ya geçmesinin sebebi hep İngilizlerdir. Hatta şarki Rumeli’nin Bulgaristan’a ilhakında da İngilizler önayak olmuşlardır.
Kâinat, yansa, yıkılsa, Londra’da yine eğlenceler bakidir. İngilizler yine altın ve gümüş tabaklarda yerler, içerler, yine zevklerine devam ederler… Asıl düşünülecek biziz. Bakalım bizim hâlimiz neye varacak?
İngilizlerin ayağını memleketimizden kırıp çıkarmak için Yafa-Kudüs hattını da üç yüz bin lira gibi fahiş bir fiyatla İngilizlerden satın aldırdım. Hicaz şimendifer gazeteleri bana şiddetli bir hücumda bulundular. Times vesaire gibi gazeteler, beni bir İngiliz düşmanı olmak üzere ilan ettiler. İşte bakınız, bütün dediklerim, geldi çıktı. İngilizlerin bizim hakkımızda ne kadar fena fikir besledikleri tamamen anlaşıldı. Fakat zararı yok. İnşallah, bize verdikleri zarar, bu kadarla kalır. Yakında hayırlısı ile şu belâlardan kurtuluruz. Ne yapalım? Elimden başka bir şey gelmiyor. Yalnız, dua…
Vaktiyle, İngilizlerin teşvikiyle Ruslar Süleymaniye ve havalisine el atmak istediler. Mesele, âdeta büyük bir harbe sebep olmak üzereydi. Ben, ne yaptım yaptım: Vaktiyle Derviş Paşa’nın vücuda getirdiği bir haritayı ortaya koydum, şöyle ettim, böyle ettim, bir karış yer vermedim. Tahttan indirilinceye kadar o haritayı yatak odamda saklıyordum. Kim bilir ne yaptılar? Diğer birçok şeyler gibi şüphesiz onun da kıymetini bilmemişlerdir. İngilizlerin yaptığına da ne dersiniz? Bakınız, Sultan Osman ve Reşadiye gemilerimizi zapt ettiler. Ben bunu da pek hayırlı bir alâmet gibi görmüyorum. Bu da İngilizlerin bizim aleyhimizde bir öfke beslediklerine işaret eder. Zaten ben her zaman söylerim, İngilizlerin ipi ile kuyuya inilmez. İngilizlerin dostluğuna asla güven olmaz. Bize tarihten düşman bir millettir. Ben iki üç defa zararlarını gördüm. Hatta başıma gelen felaketler de onların yüzündendir. Amcam’ın hal’inde de İngiliz parmağı vardır.
İngiltere’deki Liberal Fırka (Parti) bizim düşmanımızdır.
ALMANLAR:
Almanların iki harp gemisi Çanakkale’ye iltica etmiş. Güya bunlar, ilan-ı harp haberini alır almaz Cezayir’i topa tutmuşlar. Tabii Fransız filosu haber almış, Alman zırhlıları da bizim tarafa kaçmış. Dün akşam geç vakit Boğaz’dan girmişler. Doğrusu bu hadise benim hiç hoşuma gitmedi. Böyle vakalar bizimle de harp çıkmasına sebep olabilir. Vaziyet pek karışık, Avrupa’da parlayan ateşten, bize de bir kıvılcım sıçramasından pek korkuyorum. Biz, Avrupa devletleri gibi değiliz. Bilhassa bugün, harp bizim için, bir felakettir. Eğer bizimkiler bu meselede tarafsızlığı muhafaza edebilirlerse, bu devlete en iyi hizmet ifa etmiş olurlar.
Almanların bize dost olduğu veya devamlı dost kalacağı ne malum. Bugün siyaset icabı birleşebiliriz. Fakat yarın da bir birimize kanlı bıçaklı düşman kesiliriz. Onları bu kadar içimize almak bütün sırlarımızı açmak büyük bir hatadır. O zaman da İngilizlere yüz verdiler. Âdeta donanmamızı İngilizlere teslim ettiler. İşte bakınız bugün İngilizlerle düşmanız. Tabii, İngilizler bunu hazmedemeyeceklerdir.
Almanlar, sermayelerine karşı çok haristir. Yarın en küçük menfaatlerine bir zarar olursa, bize zorluk çıkarabilirler. Gözümüzü dört açmalıyız. Harp de galip gelmeyi ne kadar düşünüyorsak, yarın siyasette de mağlup olmayı o kadar unutmamalıyız. Son pişmanlık fayda vermez. Bizim dostumuz, çok azdır!..
(Görüldüğü gibi Sultan Abdülhamid’in endişeleri doğru çıktı, İttihatçılar ve Almanlar Osmanlı devletini 1. Dünya Harbine sokarak on binlerce askerimizin şehit olmasına, yüz binlerce insanımızın da yurdundan yuvasından göç etmesine sebep oldular. Sonunda da Osmanlı devleti paramparça oldu…)
ERMENİLER:
Biz Ermenilere hiçbir zaman zulmetmedik. Bilakis çok lütuflarda bulunduk. Onları aramıza aldık. Vaktiyle en süfli hizmetlerde bulundukları hâlde sonraları içlerinden birçoklarını vezir bile yaptık. Şimdi bunları unutup da tarihlerinden mazilerinden bahsetmeye ne lüzum var?
YUNANLILAR:
Bizim hükûmet aleyhindeki komiteciler en ziyade İngilizlerle Yunanlar alakadar olurlar. Emin olun, bugün Avrupa’da bulunup da hükûmet aleyhinde çalışanları el altından himaye eden ve belki de onlara yardım eden İngilizler ve Yunanlardır. Ah bu İngilizler! Saman altından su yürütürler!
MUSEVİLER:
Bizdeki diğer milletler gibi Musevilerin de gizli emelleri vardır. Onlar da, Yafa ve Kudüs cihetlerinde yerleşmek, kendine merkez teşkil etmek istiyorlar. Bir tarihte bana da müracaat ettiler.
***
Sultan Abdülhamid Han, dış siyasetteki başarısının sırrını da şöyle ifade ediyor:
“Her vasıtaya müracaat ederek Ruslarla, İngilizlerin arasını açtım. Son zamanlarıma kadar bu iki hükûmetin birleşmesine mâni olmak için elimden gelen her şeyi yaptım. Bunda da en çok nasıl muvaffak oldum bilir misiniz? Daima Rusların izzeti nefislerini okşamakla!”
.
Sultan Abdülhamid’in sosyal ve dinî hassasiyetleri
16 Nisan 2023 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:39
Sesli Dinle
A -
A +
Türk Dünyası Koordinatörü
Numan Aydoğan Ünal
Osmanlı Devleti’nde padişahların sözlü ve yazılı emirlerine ‘‘irade-i seniyye’’ denirdi. Bu emirler saray başkâtibi tarafından kaleme alınır, daha sonra icap eden yerlere tebliğ edilirdi. Eski adı “Başbakanlık Osmanlı Arşivi” olan Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri Başkanlığında bulunan ve Başkâtip Tahsin Paşa tarafından kaleme alınan irade-i seniyyelerden Sultan Abdülhamid’in dinî hususlarda çok hassas olduğu, ülkenin her türlü sosyal, siyasi ve ekonomik meselelerini yakinen takip ettiği, ayrıca tebaasındaki bütün insanlarla ırk, din farkı ayırmadan alakadar olduğu anlaşılıyor. Abdülhamid Han’ın hassasiyet gösterdiği konulara dair bazı “irade-i seniyye”leri özetleyerek takdim ediyoruz...
RAMAZAN-I ŞERİFE DİKKAT
Abdülhamid Han, 1899 yılında yaklaşan ramazan ayı vesilesiyle Müslümanları şu ifadelerle daha dikkatli olmaya çağırıyordu: “Şerefle yaklaşmakta olan mübarek ramazan ayının bütün müminlerin mağfiretine, yüce Rabbimiz ve Peygamberimizin rızasına, iki cihan saadetine kavuşulmasına vesile olması için; bu ayın kudsiyeti dikkate alınarak, dine aykırı işlerden kati uzak durulmalı, oruç, namaz vesaire gibi dinî vazifeleri yerine getirmeye bir kat daha dikkat edilmelidir. Bu sebeple, bu konuya dair emir ve ikazların duyurulması, Padişahımız efendimiz hazretlerinin emir ve iradelerinin gereğindendir.” (10 Ocak 1899)
KUMAR OYUNU
İstanbul’un bazı gayrimüslim semtlerinde gizlice kumar oynandığı haberini alan Abdülhamid Han’ın bu suça mâni olunmasına dair emirleri de arşiv vesikalarında yer alıyor: “Kumar oyunu, esas olarak bütün ülkelerde yasak olmakla beraber, bu husus şeriatın haram kılmasıyla Osmanlı Devleti’nde bir kat daha mühimdir. Böyle olduğu hâlde Büyükdere ve bazı yerlerde kumar oynatılmakta olduğu Padişahımız tarafından haber alınmıştır. Kumar oyununa düşkün olanların er geç perişan oldukları ve birçok müptelanın zaruret tahriki ile rüşvet, cinayet veya intihara teşebbüs ettikleri yaşanan hadiselerden bilinmektedir. Padişahımız efendimiz Şer’an ve kanunen yasak olan kumarın Osmanlı devletinin hiçbir yerinde oynanmamakta olduğunu zannettikleri hâlde, sözüne güvenilir kişilerin ifadesinden kumarın bir vakıa olduğu anlaşılmıştır. Bu durum, Padişah nezdinde esefle karşılanmıştır. Şeriatın menettiği bir şeyin vâki olması, Osmanlı Hükûmeti’nce de caiz görülmeyeceğine göre, Zaptiye Dairesince gerekli tebligatın yapılıp kumar oyunun tamamen yasaklanması Padişahımız efendimiz hazretlerinin emir ve iradeleri gereğindendir.” (28 Eylül 1899)
KUR’ÂN-I KERİME HÜRMET
Sultanın, âyet ve hadislerin ayak altında kalmaması için ikazda bulunduğu irade-i seniyye şöyleydi: “Gazetelerde âyet ve hadislerin yayınlanması, bu tür mukaddes ibarelere hürmetsizlik olacağından daha önce yasaklanmıştı. Buna rağmen İzmir’de çıkan ‘Münteşir-i Hidmet’ gazetesinde, mübarek Kadir gecesi münasebetiyle bazı Kur’ân-ı kerim ayetlerinin yayınlandığı, Zat-ı Şahanelerine duyurulmuştur. Bu konuda yasağın titizlikle devam ettirilmesi ve bundan sonra gazetelerde âyet-i kerimeler ve hadis-i şerifler yayımlanmaması, Padişah efendimiz hazretlerinin emir ve iradeleri gereğindendir.” (12 Aralık 1904)
İÇKİ YASAĞI
Osmanlıda gayrimüslimlerin içkisine karışılmıyor ama umumi yerlerde alkol içilmesine de izin verilmiyordu. Sultan, buna dair bir irade-i seniyyesinde şu ifadeleri kullanmakta: “Sokakta, kahvehane ve meyhane gibi umumi yerlerde alenen içki içilmesi daha önce bir iradeyle yasaklanmıştı. Bu yasağın faydalı tesirleri görülmüş ve o zamandan beri cinayet vakaları bir hayli azalmıştı. Ancak, bir müddetten beri söz konusu yasağa itina gösterilmediği; açıktan içki içenlere mâni olan zabıta memurların nasihatlerine uyulmadığı, bazı uygunsuz sözler söylendiği tespit edilmiştir. Yukarıdaki hallerin menedilmesi Padişah efendimiz hazretlerinin emir ve iradelerinin gereğindendir.” (26 Temmuz 1903)
Abdülhamid Han’ın muhtemelen gayrimüslim olan bazı kişilerin Müslüman mahallelerinde meyhane açma teşebbüslerine dair bir irade-i seniyyesi ise şöyleydi: “Biri Aksaray’da Laleli Camii şerifi civarında, bir diğeri de Şehzadebaşı’nda İslam mahallesinde olmak üzere iki meyhane açılmasına teşebbüs olunduğu Zatı şahanelerin kulağına gitmiştir. Bu hâl, hürriyet ve müsavat hususlarında suiistimal derecesinde ileri gitmektir. Dinen caiz olmayan hâllerden sakınmak gerektiği için, camilerin yakınında ve İslam mahallelerinde meyhane açılmasına müsaade edilemez. Bu tür şeylere mâni olacak tedbirlerin alınması hususunda Şehremaneti (Belediye reisi) ile Zaptiye Nezareti’ne tebligat yapmak üzere hükümetçe bir karar alınması, Padişahımız efendimiz hazretlerinin emir ve iradelerindendir.” (17 Ekim 1900)
TESETTÜR, KILIK-KIYAFET
Aynı zamanda Müslümanların halifesi olan Sultan Abdülhamid, 1904’te bazı kadınların dine uygun giyinmediklerini fark etmiş ve bir irade-i seniyye buyurmuştu: “Müslüman kadınlardan bazılarının giydikleri gerek çarşaf ve gerek feraceler, örtünmeye uygun bir hâlde bulunmayıp çarşafların adi entari şeklinde, feracelerinin kolsuz ve mintansız bir suretle ve yaşmakların da gayet ince olduğu, Yıldız Sarayı’na dönüşte Zat-ı Şahanelerinin gözüne çarpmıştır. Feracelerin eskiden beri bir örtünüş şeklinin bulunduğu malumlarıdır. Bu sebeple İslamiyet’in şiarına yakışmayacak o gibi şeylerin katiyen menedilmesi ve örtünmenin gereklerine ihtimam gösterilmesi için hükûmetçe bir karar alınması ve bir de bazı kadınların, subayların ceketlerine benzeyen ceket ve manto giydikleri, bu hal uygunsuz olduğundan bunların yapılmaması Padişahımız efendimiz hazretlerinin emir ve iradeleri gereğindendir.” (12 Ocak 1904)
HIRİSTİYAN TEBAAYA YARDIM
Osmanlı İmparatorluğu’nda “zımmî” diye adlandırılan gayrimüslimlerin dinlerine tolerans gösteriliyor ve kendilerine de Padişah tarafından yardımlar yapılıyordu. Sultan Abdülhamid’in bu husustaki bir iradesi şöyle: “Maddi sıkıntı içinde bulunmalarından, Paskalya ve Hamursuz Bayramı’nın yaklaşmasından dolayı Padişah’tan bağış talep eden Rum Patrikhanesi’ne 75 bin, Ermeni Katolik Patrikhanesi’ne 25 bin, Hahamhane’ye 35 bin ve bu arada Ermeni Patrikhanesi’ne de 40 bin kuruş verilmesi hakkındaki hükûmet kararını arz eden 1 Nisan 1896 tarihli hususi Sadaret tezkeresinde icap edenlerin yerine getirilmesi, Padişahımız efendimiz hazretlerinin emir ve iradeleri gereğindendir.” (4 Nisan 1896)
ÇİNLİ MÜSLÜMANLARA YARDIM
Bütün dünyadaki müminlerin halifesi olan Sultan Abdülhamid Han, zor durumda kalan iki Çinli Müslüman hakkında şu yardım emrini vermişti: “Çinli Müslümanlardan Zore Hanım ve kızı Zübeyde, hacca gitmek üzere İstanbul’a geldikleri sırada yolda paraları çalınmış ve açıkta kaldıklarından Haseki Kadın Hastanesine yerleştirilmişlerdir. Söz konusu hanımların hacca gitme arzusunda oldukları Şehremaneti (Belediye reisi) tarafından bildirilmiş olup, Müslüman olmalarından ve Haremeyn-i Muhteremeyn’e gitmek istemelerinden dolayı kendilerine yardım yapılması ve kolaylık gösterilmesi gerekmektedir. Bunun için Dahiliye Nezareti ödeneğinden lüzumu kadar miktarın ayrılıp Hicaz’a gidebilmelerinin sağlanması Padişah efendimiz hazretlerinin emir ve iradeleri gereğindendir.” (11 Temmuz 1907)
ZELZELE YARDIMI
Padişah, 1894’te İstanbul ve çevresinde meydana gelen büyük zelzeleden sonra bizzat kendi de yardım yaparak şu irade-i seniyyeyi buyurdu: “Depremden zarar görenlere ve yaralılara yardım için Zat-ı şahanelerince ferman buyurulan 5 bin liralık makbuzların basılmak üzere bir numunesi matbaaya gönderilmiştir. Zat-ı şahanelerin bin lirası kendi adına, beş yüz lirası şehzadelere ve sultanlara mahsus olmak üzere bin beş yüz lira Sadaret makamına gönderilmiştir. Bu günden itibaren yardımın dağıtılmaya başlanması ve yarınki gazetelerde halka duyurulması padişah efendimiz hazretlerinin emir ve iradelerindendir.”
(16 Temmuz 1894)
TÜRKÇE HASSASİYETİ
Bir imparatorluk olan Osmanlıda farklı lisanlarda eğitim serbestti. Ancak gayrimüslim mekteplerinde Türkçe dersi de okutulması mecburi idi. Bu husustaki bir iradede şunlar kaydediliyor: “Avrupa devletleri yalnız ülkelerinde değil, geçici olarak işgal ettikleri yerlerde dahi kendi lisanlarının tahsillerini mecburi tuttukları gibi, Osmanlı ülkesinde de dillerini yaymaya çalışmaktadırlar. Bunun için Osmanlı Devleti’nde bulunan Hıristiyan mekteplerindeki talebeye ciddi surette Türkçe tedris ettirilmesi hususunun temini, bu mekteplerin Türkçe imtihanları sırasında Maarif Nezareti’nden bir müşahid bulundurularak talebelerin Türkçeyi öğrenme derecelerinin tespiti, nizamname gereği bu mekteplerin diğer zamanlarda da teftiş edilmesi, Türkçe öğretmeyen okulların kapatılması, Padişahımız efendimiz hazretlerinin emir ve iradeleri gereğindendir.” (25 Temmuz 1894)
KOLERAYA DAİR EMİRLER
Osmanlı, uzun yıllar kolera salgınlarıyla mücadele etti. 1800'lü yıllarda da imparatorlukta aralıklarla salgınlar yaşandı. Abdülhamid Han’ın 1893 yılında bu husustaki bir iradesi de şöyledir: “Koleraya yakalanan hastalar, Mekteb-i Tıbbiye’den kolera konusunda mütehassıs doktorlar tarafından muayene edilmeli ve tedaviye pek ziyade dikkat ve itina edilerek karantina usulünün terkine asla meydan verilmemelidir. Bir yerde kolera vakası zuhur eder etmez orası karantina altına alınmalıdır. Şu kadar ki, karantina dâhilinde kalacaklara yiyecek, içecek ve diğer levazım açısından hiçbir sıkıntı çektirilmeyerek bunlara iyi muamele edilmelidir. Bazı doktorlar, koleraya yakalanan kimselere yaklaşmayarak hastayı uzaktan ve sathi surette muayene ve tedavi etmektedirler. Bu durum asla kabul edilemez. Doktorlar, hastalara dikkat ve itina ile bakmalıdır.
Hasta olanların evleri, lağım atıkları, elbise ve eşyaları ilmin icap ettirdiği temizleme işlemlerinde kusur edilmemelidir. Koleraya tutulanlardan fakir ve işsiz olanlar, lazım gelen hastanelere nakledilip tedavilerine bakılmalıdır. Bunların evleri ve evlerinde kalan eşyaları için de gerekli fenni tedbirler derhal yapılmalıdır. Hastaları taşıyan arabalardan koleranın diğer bölgelere sirayet etmemesi hususuna özel surette dikkat edilmelidir. Bu konuların ilgili yerlere süratle ve tekraren tembih ve tavsiye edilmesi Padişahımız efendimiz hazretlerinin emir ve iradeleri gereğindendir.” (16 Eylül 1893)
*****************
Kaynak:
“Sultan Abdülhamid ve İstanbul’u”, Prof. Dr. Vahdettin Engin
.
Orta Asya’dan Anadolu’ya Türk dilinde bozulma
23 Nisan 2023 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:39
Sesli Dinle
A -
A +
Dr. Mehmet Can
mailmehmetcan@gmail.com
Tarih, uzun zaman başkalarının idaresinde kalmış milletlerin kendilerine mahsus kültürü ve dolayısıyla millî şuurlarını nasıl kaybettiğinin örnekleriyle doludur. Bilhassa Türk dünyası bu konunun işlenmesi için mükemmel bir laboratuvardır. Bu coğrafyada uygulanan stratejiler, meydana gelen değişmeler her sahada olduğu gibi dilde de etkisini göstermiş, bilhassa Türkistan’da Rus İhtilali sonrası suni devletlerle birlikte yeni lisanların ortaya çıkması yönünde gelişmiştir. Rus misyonerlerinin; her boyun kendi lehçesini canlandırması yönündeki telkin ve teşviklerinin, sosyalistler tarafından resmîleştirmesi neticesinde Türkistan Türkleri bugün kendi ana dillerindeki şive farklılıkları sebebiyle birbirleriyle anlaşamaz duruma itilmişlerdir. Bu hususta Kazan Türkoloji Enstitüsü Müdürlüğü de yapan Ortodoks misyoneri N. Ilminsky’nin eğitim ve dil konusundaki düşünceleri, çalışmaları dikkat çekicidir.
TÜRKLER ASİMİLE EDİLMELİDİR!
N. Ilminsky “Yabancı milletlerin eğitilmesi ve bunların Rusya’nın ruhuna yakınlaştırılması, istikbâl için büyük siyasî önemi olan bir vazifedir… İnanç ve dil bakımından Ruslarla kati olarak kaynaştırılmaları, yabancı milletlerin eğitim sisteminin ulaşmak istediği son gaye olmalıdır” diyerek, Türkistan Türklerini Ruslaştırma siyasetini başlatmıştır.
O, ortak bir Türk dili yerine her boy için boy şivesinin ana dil olarak kabul ettirilmesi fikrini müdafaa etmiştir. Onun öğrencilerinden olan ve Türkistan Vilayeti gazetesinin 1887-1917 yılları arasında başyazarlığını yapan N. P. Ostromov ise 34 yıl çalışarak “Sart Dili” adında uydurma bir dil oluşturmuş özbeöz Türklerden suni bir Sart milleti meydana getirme fikrini ortaya atmıştır. Bilhassa İlminsky, Ostromov, Samayloviç gibi Rus Türkologları siyasî talimatlar doğrultusunda Türk ve Müslüman coğrafyasında çeşitli suni diller ortaya çıkarmışlardır. Mesela Türkmen Türkçesi 1921’de, Kırgız Türkçesi ve Özbek Türkçesi 1923’te o cumhuriyetlerin dili olarak kabul edilmiş; Dağıstan Cumhuriyeti’nde ise resmî dil olarak Avar, Dargin, Lak, Lezgi, Tabasaran ve Çeçen gibi daha mikro düzeyde parçalanmalar gerçekleştirilmiştir. İmlâ meselesinde de Türkçenin öz karakterinden ziyade Rusça şeklini almakla Rusluk ruhunun korunması düşünülmüştür.
RUS COĞRAFYASINDA OSMANLI TÜRKÇESİNİN SOSYAL ROLÜNÜ ANLAYANLAR…
Çarlık Rusya’sı zamanında Osmanlıcayı kullanmanın sosyal rolünü anlayan münevver insanlar, ilk önce bu dili gençlere öğretme işine başladılar. Bulgar, Altın Ordu, Kazan Hanlığı devrindeki medreselerde İslâmiyeti öğrenmek için Arapça bilmek yeterli idi. Ancak, 18. asrın sonlarından itibaren açılan birçok medreselerinde Arap ve Fars dilleriyle beraber Osmanlı Türkçesine de önem verildi. 20. yüzyılın başlarında, medrese mezunları Osmanlıca şiir yazabilecek derecede öğrenmişlerdi. Osmanlıca, Kazan Üniversitesi’nde okutuluyordu.
TÜRKİYE’DE DE YENİ BİR UYDURMA DİL FURYASI BAŞLADI
Cumhuriyet döneminde Türkiye’de de, Türkçede tasfiyecilik hareketi 1930’dan, 1950’li yıllara kadar devam etti. 1960’lı yıllarda yeniden başladı. 1970’li yıllardan sonra tam manasıyla hızlandı. Âdeta yeni bir dil ortaya çıkarıldı. Uydurma kelimeler, Türkçe diye lisana sokulup birbirine yakın manalar, tek kelimeyle ifade edilerek dilimizin ifade gücü zayıflatıldı. Böylece kavramlar çarpıtılarak düşünce kabiliyetimiz köreltildi, Türkçenin ahengi ve musikisi bozuldu.
Mesela “âlemşümul” kelimesinin karşılığı olarak Fransızca, “universel” kelimesinden bozma “evrensel” kelimesi kullanılıyordu. Yine, “cité” kelimesi “site” yapılıyor ve “belde” karşılığı kullanılıyordu; “univers”, “evren” yapılıyor ve “cihan” kelimesi yerine konuluyordu; “encümen” atılıyor, yerine “comiission” kelimesinden bozma “komisyon” getiriliyordu. Misalleri alabildiğince uzatabiliriz. Yeni yeni kelimeler yapılırken tek ölçü şuydu: İslam kültürüyle alakası olan Arapça, Farsça kelimeler olmasın da ne olursa olsun…
TÜRK KÜLTÜRÜNE MÂLOLMUŞ ARAPÇA VE FARSÇA KELİMELER ATILMAKTA
Bugün Türk Dil Kurumu’nun verilerine göre Türkçede 5.000’nin üzerinde Fransızca kelime kullanılmaktadır. Her gün de dilimize yeni yeni İngilizce kelimeler girmektedir. Ancak bu kelimelerin hiç biri atılmamakta sadece Türk kültürüne mâl olmuş Arapça ve Farsça kelimelerin atılması bütün hızıyla devam etmektedir. Bu da samimi olunmadığını göstermektedir.
Ord. Prof. Ali Fuat Başgil, 1930’lu yıllarda Türkçenin devlet eliyle bozulmasından dolayı duyduğu endişeyi şöyle dile getiriyor: Sayısız fikir ve kalem sahibi nesillerin asırlar içinde göz nuru dökerek karınca sabrı ile işleyip şimdiki inceliğe eriştirdiği Türkçemiz…
Bugün hükûmet ve kanun zoru ile içinden çıkılmaz tenakuzlara saplandığı ve bir trajikomik mesele hâline konulduğu artık herkesçe ve her sınıf halkça bilinmektedir. Hakikatin yüzü pektir. Bunu inkâra mecal yoktur. Mızrak çuvala girmez. Güneş balçıkla sıvanmaz. Eğer bu memlekette insan hakkını ve ebedî insanlığın yüksek şerefini ve imtiyazını koruyan bir hakkaniyet kanunu varsa, bu kanunun kanatları altına sığınarak söylüyorum ki, memleket dili Türkçemiz, tarihin hiçbir devrinde ve hiçbir diyarında rastlanmadık bir hükûmet hatasının kurbanı olmaktadır. Tekrar ediyor ve dünya alimlerini şahit tutuyorum: Dil işi, bir hükûmet ve politika işi ve bir kanun mevzuu değildir. Dile müdahale ve dilde tasarruf, ilim, ihtisas ve kalem sahibi insanların işidir.
OSMANLI TÜRKÇESİ, EN ZENGİN DİLLERDEN BİRİYDİ
Yine Cumhuriyet döneminde dilde sadeleştirme adı altında başlayan faaliyet neticesinde Türkçedeki kelime mevcudundaki azalmayı Prof. Dr. Ayhan Songar da şu şekilde izah ediyor: Meşhur Redhouse İngilizce-Türkçe Lügatinin 1890 yılında yapılan baskısının önsözünde, o zamanki konuşulan Türkçede ortalama yüz bin kelime bulunduğu kayıtlıdır. Yine aynı tarihte İngilizcenin de yüz bin kelimesi vardır. Bu sebeple lügatin nâşiri, İngilizce ve Türkçenin dünyanın en zengin dilleri olduğunu söylüyor ve dillerin lügatini basmaktan şeref duyduğunu yazıyor. O tarihten bu tarihe kadar bir asırdan fazla zaman geçti ve bugün için elimizde Türkçenin on bin kelimesi kalmıştır. İngilizcenin kelime hazinesi ise bir milyona yükselmiştir. Bu zaman zarfında biz onda bire düşüyoruz, İngiliz dili on defa katlanıyor.”
İşte bu yüzden gençliğimiz, değil Yunus’u, Nedim’i, Bâki’yi, Fuzuli’yi, meşhur şairlerimizden Necip Fazıl Kısakürek’in şiirlerini bile anlayamayacak hâle sokuldu. Bu hususta yazar Sâmiha Ayverdi de “Bugün İngiliz milletine Shakespear’i, İngiliz edebiyatı ve tarihinden silmek şartıyla Hindistan’ı kazanmayı tekrar teklif etseler, hiçbir İngiliz vatandaşı milletlerinin gururu olan büyük şairlerini feda edip yerine altın kaynağı olan Hindistan’ı istemez” ifadelerini kullanıyor.
MAKSAT TÜRKLERİN KÜLTÜREL BAĞLARINI KOPARMAK
Maalesef muhteşem mazi ve tarihimiz ile geleceğimiz arasına aşılması zor bir uçurum koymuş bulunuyoruz. Gençliğin kendi ecdadının yazmış olduğu bir neşriyatı okuyup-anlayamamasın yegâne sebebi kelime mefhumunun kıtlığıdır. Bu durum yabancı ilim adamları tarafından da esefle karşılanmıştır.
Mesela bunlardan Oxford Üniversitesi Profesörlerinden Geoffrey Lewis’in, Türk dilinin son 50-60 yılda içine düştüğü acı ve hazin durumu dile getiren ve Türkçeye “Trajik Başarı” diye tercüme edilen kitabının İngilizce orijinal adı, “The Turkish Language Reform : A Catastrophic Success”dir ki bunun “Mahveden Başarı” diye tercüme edilmesi daha uygun olurdu; mahveden veya felakete sürükleyen başarı daha doğrusu… Lewis, Türk lisanındaki bu değişiklerin maksadını, “Türkiye’nin İslamî doğu ile olan bağlarını koparmak ve Batı dünyası ile olan münasebeti kolaylaştırmaktı” şeklinde yorumlamıştır.
O KİTABI TÜRKÇELEŞTİRECEK KİMSE BULAMADIK!
Lewis’in, “Trajik Başarı” diye Türkçeye tercüme edilen bu kitabının 180. sayfasında, 7 Mayıs 1995 tarihli Cumhuriyet gazetesinden alınmış, M. Fuat Andic’ın ibret verici aşağıdaki bir yorumu da bulunmaktadır:
“Galiba geçen sene idi. Babıâli’de (İstanbul Fatih ilçesi Cağaloğlu semti) Yakup Kadri’nin bir kitabını, ‘Erenlerin Bağından’ı arıyorum. Hiçbir yerde yok. Onun birçok kitabını basmış yayınevi, ‘Erenlerin Bağından’ı neden basmadınız sualime, ‘O kitabı Türkçeleştirecek kimse bulamadık!’diye cevap verdi. 1930’lu yıllarda basılan ve benim orta mektepte okuduğum bir kitabı bugün Türkçeleştirmek lazımmış. Çincemi yazmış acaba Yakup Kadri? Üstelik o Türkçeyi anlayıp da uydurma dile çeviren bulunamıyor!..”
TÜRKÇE GIRTLAĞINA İP DOLANMIŞ BİR ADAM GİBİ
Dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir milletin başına gelmemiş böylesi bir fâciaya, ne yazık ki Türk milleti kurban edildi. Kelime hazinesi zayıflatılan gençlik, okumaktan, öğrenmekten, araştırmaktan ve milli değerlerini, kültürünü tam manası ile bilmekten mahrum bırakıldı. Bugün Türkçe gırtlağına ip dolanmış bir adam gibi, yerden yere sürükleniyor, komaya sokulmuş bir hasta gibi can çekişiyor. Bu millî şuur manzumesi içinde zaman kaybetmeden müdahale gerektirir. Çünkü bu şüphe götürmez bir hakikattir. Bahusus lisanın kıymet ve ehemmiyetini, devlet düzeninde, teessüsünde ne kadar mühim olduğunu Çin filozofu Konfüçyüs şöyle ifade etmektedir:
“Bir memleketin idaresini ele alsaydım, yapacağım ilk iş, hiç şüphesiz dilini gözden geçirmek olurdu. Çünkü dil kusurlu ise, kelimeler düşünceyi iyi ifade edemez. Düşünce iyi ifade edilmezse, vazife ve hizmetler gerektiği gibi yapılamaz. Vazife ve hizmetin gerektiği şekilde yapılmadığı yerlerde âdelet, kaide ve kültür bozulur. Âdet, kaide ve kültür bozulursa adalet yanlış yollara sapar. Adalet yoldan çıkarsa, şaşkınlık içine düşen halk ne yapacağını, işin nereye varacağını bilmez. İşte bunun içindir ki, hiçbir şey lisan kadar mühim değildir.”
2 Temmuz 2023 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:38
A -
A +
Numan Aydoğan Ünal
Türk Dünyası Araştırmacısı
Osmanlı Türkleri ile Türkistanlılar aynı din ve aynı mezhebe mensuptu. İnsanlık tarihinin en büyük devletlerini kurdular. Aralarındaki mesafenin çok uzak olmasına rağmen muhtelif konularda münasebetlerinin olduğuna dair Osmanlı Devlet Arşivlerinde kayıtlar bulunmaktadır. Bunlara dair aşağıda birkaç misal verelim:
PADİŞAHIN MEKTUBU ÜZERİNE SERBEST BIRAKILAN İTALYANLAR
Yıl 1863... Padişah Abdülaziz Han... Osmanlının hâlâ 3 kıtada hükmünün ve Türk-İslam âleminde sözünün geçtiği günler... Aynı tarihlerde Türkistan'da Buhara Hanlığı hüküm sürüyor. İtalya Devleti ile Buhara Hanlığı arasında ticari münasebetler var.
İtalya'dan Gavas, MeezaveLita isimli 3 tüccar, ticaret için Buhara'ya gidiyor. Ancak İtalyan tüccarlar orada bir şüphe üzerine tutuklanarak hapse konuluyor. Bütün İtalya kamuoyu tüccarların kurtarılması için İtalyan hükûmetine baskı yapıyor. İtalyan hükûmeti ise tüccarların serbest bırakılması için yaptığı teşebbüslerden bir türlü netice alamıyor. Çaresiz kalan hükûmet, tüccarların tahliyesi için Osmanlı Devleti'ne başvuruyor; Osmanlının tüccarların serbest bırakılması için gerekli teşebbüslerde bulunmasını talep ediyor.
İtalyanların bu arzusu üzerine Sultan Abdülaziz Han, Buhara Hanı’na bir “name-i hümayun” (padişah mektubu) göndererek tutuklu bulunan 3 tüccarın serbest bırakılmasını istiyor. Buhara Hanı, Osmanlı Sultanının mektubunu alır almaz hapisteki tüccarları derhal serbest bırakıyor. İtalya'nın Torino şehrinde bulunan Osmanlı sefiri, tüccarların serbest bırakılmasından sonra saraya gönderdiği mesajda; İtalyan tüccarların serbest bırakılması için Padişahın Buhara Hanı’na yazdığı “name-i hümayun”un istisnasız bütün İtalyan gazetelerinde yayınlandığını, tahliyeden dolayı İtalyan kamuoyunda büyük bir sevinç ve memnuniyet meydana geldiğini gazetelerde Osmanlı'ya teşekkür yazıları çıktığını belirtiyor. (1863-11667)
AFGANİSTAN’I İKAZ
Rusya’nın Afganistan’ı istila emellerini iyi anlayan Osmanlı hariciyesinin, zamanın sultanı Abdülhamid Han’a sunduğu raporda şöyle deniliyordu:
“Orta Asya’yı işgal eden Rusya’nın asıl niyeti, Afganistan’ı da ele geçirerek Hindistan’a inmektir. Afganistan 5-6 milyon nüfusa sahip olup hemen hemen tamamı Hanefi mezhebindendir.
Ruslar, Afganistan halkının kahramanlıklarını ve dindarlıklarını iyi bildiklerinden ve ayrıca mesafenin uzaklığı sebebiyle silah ve mühimmat sevkinin zorluğundan dolayı, onlarla doğrudan harbe girmeyi göze alamamaktadır. Bunun için propaganda ile Afganistanlıları aldatmaya çalışmaktadırlar.
Diğer taraftan Afgan Sultanı Şir Ali Han da İngilizlere düşmanlığından dolayı Rusya taraftarı bir politika takip ettiğinden, Rusya’nın asıl maksadının ne olduğunun kendisine anlatılması için Meclis-i Maarif azası Ahmet Efendi’nin Bombay Başkonsolosu Hüseyin Efendi ile Kâbil’e gidip Şir Ali Han’la görüşerek takip edilen Rusya taraflı politikadan vazgeçmeleri istenir.”
Bu rapor üzerine Abdülhamid Han, Meclis-i Maarif âzâsı Ahmet Efendi’yi Kâbil’e göndererek Şir Ali Han’a Rusya’nın emellerini anlatmakla vazifelendirir. Afgan Hanı ve ailesi için hediyeler hazırlatılır. Ahmet Efendi deniz yolu ile Hindistan’a hareket eder.
HİNDİSTAN’DA SEVGİ SELİ
Ahmet Efendi 26 günde Hindistan’a varır. 40 bini aşkın Hintli Müslüman İstanbul’dan gelen Osmanlı elçisi Ahmet Efendi’yi görmek için limanda toplanır. Bu durumu gören İngiliz Vali Mr. Grand, Ahmet Efendi’nin bulunduğu gemiyi iskeleye yanaştırmayıp kendisini başka küçük bir vapurla gizlice karaya çıkarır.
Bu sebeple limanda Ahmet Efendi’yi göremeyen Hintli Müslümanlar, gece boyunca Osmanlı Konsolosluk binası önünde toplanıp fenerler yakarak halifeye dua ederler. Müteakip gün, Cuma namazında elçi Ahmet Efendi’yi görmek için 70 binden fazla Müslüman toplanır. Mr. Grand, Ahmet Efendi’ye gösterilen bu çok büyük ilgi ve sevgiden endişelenerek, bir an evvel Hindistan’ı terk etmesini söyler. Ahmet Efendi, tahsis edilen özel bir trenle Hindistan’da daha fazla bekletilmeyerek Afganistan’a gönderilir.
Ancak; 60-70 sene sonra Rusların kesif propagandaları ile Afgan devlet adamları ve ordusunun bazı komutanları komünist Rusya’nın güdümüne girer ve Sovyet ordusunu Afganistan’a davet ederler. Rus ordusu Afganistan’ı işgal eder. Ülkede iç harp, daha sonra kardeş kavgası başlar ve neticede Afganistan bugünkü içinden çıkılmaz durumlara düşer. (1877-16642/3)
KÂŞGAR HANLIĞINA YARDIM
Rusların Batı Türkistan’daki Müslüman hanlıklarını birer birer istila etmeleri üzerine, Doğu Türkistan’daki Kâşgar Han’ı Yakup Bey, tehlikeyi görerek, Doğu Türkistan’daki gelişmeleri, Kâşgar devletinin içinde bulunduğu durumu ve ihtiyaçlarını iletmek için, Büyük Elçi Seyyid Yakup Töre’yi bir mektupla Osmanlı Padişahı Sultan Abdülaziz Han’a gönderdi.
Yakup Han, Sultan Abdülaziz Han’a gönderdiği mektupta özetle şöyle diyordu:
‘‘Duyduğumuza göre bütün Müslümanların halifesi olarak Zat-ı şahaneniz, himmetinizi İslam’ın hayrına sarf etmektesiniz. Bu arada biz de, sizlere niyazda bulunmayı ganimet bilerek yüce katınızda kulluğumuzun kabulü ümidiyle bu mektubu göndermeye cesaret ettik. Biz acizleri de himaye ediniz ki başımız dik olsun. Diğer istekleri Elçimiz Seyyid Yakup Efendi şifahi olarak arz edecektir…’’
16 Haziran 1873 günü Yakup Han’ın Elçisi Seyyid Yakup Töre’yi, padişah Abdülaziz Han kabul etti. Elçi ülkesinin meselelerini etraflı olarak Padişaha arz etti. Acilen askerî sahada Osmanlı devletinin yardımına ihtiyaçları olduğunu ifade etti.
Padişah Sultan Abdülaziz Han’ın emri üzerine Kâşgar’a derhal bütün edevatıyla beraber 6 adet Krupp topu, 300 tüfek ile kapsül, barut imal vasıtaları ve ustaları ve Ayrıca Kâşgar ordusunu eğitmek için 4 emekli Osmanlı subayı, Enderun’dan Murat Efendi’nin başkanlığında gönderildi. Osmanlı heyeti, Süveyş Kanalı’ndan geçerek Hindistan’ın Bombay şehrine geldi. Buradan Kâşgar’a ulaşan Osmanlı Heyeti Yakup Bey tarafından yüz pare top atışıyla selamlandı.
Yakup Han, daha sonra 1875 yılında Osmanlı Padişahına bir teşekkür mektubu göndererek şunları yazdı:
“Ben ömrüm oldukça Hilafetinize duacıyım. Vereceğiniz her türlü emri yerine getirmek için hazırım. Büyük ihsanlarınız bütün Türkistan âlemine yeni bir hayat vermiştir. Şimdi bütün Müslümanlar yüzlerini size çevirmiş bulunmaktadır. Herkes Zât-ı âlilerine tebaa olma arzusu ile doludur. Ümit ederim ki kısa bir zamanda bütün Türkistan Halifelik makamıyla irtibat kurarlar. Bu suretle dünya ve din işlerinin en yüksek ve en temiz vazifesi olan İslam birliği teşekkül eder.”
Bu mektuba verilen cevapta Osmanlı Padişahı Yakup Han’dan şu isteklerde bulundu: “Kâşgar’da hutbe Osmanlı Halifesi adına kesintisiz okutulacak, Para Halife adına basılacak, Osmanlı sancağı, Herhangi bir değişiklik yapılmadan orada da dalgalanacak.”
Yakup Han bundan sonra Osmanlı subayların yardımlarıyla, büyük bir gayretle ordusunu yetiştirmeye koyuldu. Bu aktif çalışmalar kısa zamanda netice vermeye başladı. Nitekim Kâşgar ordusunun mükemmel eğitimini görmüş olan yabancı müşahitler, durumu takdir ve hayranlıkla raporlarında zikretmişlerdir.
OSMANLI DEVLETİ’NDEN BAŞKA BİR İSTEK
Kâşgar Kadısı Abdullah Efendi, Kâşgar ve civar memleketlerde Sakal-ı şerif bulunmadığı için Osmanlı Padişahından Sakal-ı şerif talep ediyor. Bunun üzerine, Sadrazam’ın emriyle Eski Ali Paşa’daki ‘‘Hırka-i Saadet Dairesi’’nden senetle ilgili şahsa Sakal-ı şerif teslim ediliyor. (1895)
HAZİN SON!..
1876 sonlarında aniden taarruza geçen Çin kuvvetleri önce Urumçi’yi daha sonra ise Turfan’ı ele geçirdi. Merkez kuvvetlerinin başında bulunan Yakup Bey, harp devam ederken güvendiği komutanlarının mağlubiyet haberleri gelince son derece üzüldü. İşgalcilere karşı ordusunun başında karşı hücuma geçmeye hazırlanırken aniden rahatsızlanarak vefat etti. Batı Türkistan’da Türklerin birbirlerine düşmeleri sebebiyle meydanın Rusya’ya kaldığını görmüş olan oğulları ve komutanları, bu acı tecrübelere rağmen kendileri de birbirlerine düştüler ve neticede Çinliler hiç zorlanmadan 1878 başında yeniden doğu Türkistan’ı ele geçirdi…
ESÂRET ZİLLETİ: “ÇAR'A DUA”
Büyük İslam âlimi Abdülhakîm Arvâsî hazretleri buyurdular ki: “Bir millet için en büyük zillet, düşman işgali altında kalmaktır.” Türkistan’da Müslümanlar hutbelerde kendi hanları ve Osmanlı halifesine dua ederlerken, Rus işgali altına girince Çar’a ve ailesine dua ettirilmek mecburiyetinde bırakıldılar. Sultan Abdülhamid Han zamanında Osmanlı Devleti’nin Tiflis Başkonsolosluğu tarafından Hâriciye Nezâretine Çar’a yapılan duanın metni gönderilmiştir.
Bu üzücü dua metninin sadeleşmiş hâli şöyledir: “Ya Rab, yüce hükümdarımız haşmetli imparator Aleksandr Aleksandroviç hazretlerini avn-i ilâhîye mazhar ederek zât-ı şahanelerine, İmparatoriçe Marya Teodona ve Velîahd Nikola Aleksandroviç hazretlerine ve hükümdarın diğer evlâdına, nesline rauf ve rahîm ol. Âmin. Çar hazretlerinin cümle tebaasına merhametle muamelesini ve idaresinde daima muvaffakiyetini nasib eyle. Âmin. İmparator ve imparatoriçe hazretleriyle diğer İmparatorluk hânedân âzâlarını her türlü âfât-ı araziyye ve semâviyyeden, âfetlerden ve hased ve insanların zararlarından muhafaza eyle. Âmin.
Çar hazretlerinin ömrünü uzun eyle ve Haşmetlerinin ve İmparator hânedânının ilelebed idaresi altında bulunmayı ve tebaası olmamızı nasip eyle. Âmin.
Doğum günlerini ve tahta geçtiği güne tesadüf eden günleri hepimiz için mukaddes günlerden eyle. Âmin.
Vekillerini ve devlet adamlarını ve diğer sâdık memurlarını muhafaza ve İmparator hazretlerini de daima düşmanlarına karşı muzaffer eyle. Âmin.
Tayin ettiği hükümet erbâbını, hükümdarın rızâsına uygun hareket etmekte muvaffak kıl. Âmin.
Adaletinde, küçük büyük, erkek ve kadın, bütün tebaasının yükselmesini nasip eyle. Âmin.” (1877-259/1)
***
Kaynak:
Osmanlı Devleti ile Kafkasya, Türkistan ve Kırım Hanlıkları Arasındaki Münasebetlere Dair Arşiv Belgeleri.
Rus İşgali Devrinde Osmanlı Devleti ile Türkistan Hanlıkları Arasındaki Siyasi Münasebetler-Prof. Dr. Mehmet Saray
.
RUSLARA DÜNYAYI DAR ETTİ Kafkas mücahidi Şeyh Şamil
23 Temmuz 2023 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:38
Sesli Dinle
A -
A +
Dr. Mehmet Can
mailmehmetcan@gmail.com
Ruslar, 1783’te işgal edilen Kırım gibi, bütün Kafkasları da ne pahasına olursa olsun temizleyecek, Hazar Denizi’ni bir Rus gölü hâline getirecekti. Bunun için Çar, yerli halkın imha edilerek kalanların da topluca sürgüne gönderilmesi emrini veriyordu. Bunlara karşı Şeyh Şamil büyük bir mücadele hazırlığı yapıyor, ezan sesinin dağlarda yankılanmaya devam etmesi için gayret gösteriyordu. İmamlığa seçilişinden beş yıl sonra “İmam Şamil” adı bütün Kafkasya, Dağıstan ve Çeçenistan’da muhabbetle dillerde gezmeye başladı.
Şamil’e gösterilen bu sevgi Rus Çarı ve ordusunun yüreğine korku salıyordu. Zira tesirli ve cezbedici hitabeti dinleyenlerde büyük heyecan oluşturuyor, Müslüman olarak yaşayan bu insanlara birer kıvılcım saçıyordu. Onlara sürekli bu uğurda düşmana karşı çarpışmanın mükafatının cennet olduğunu bildiriyor, dinin emirlerine uymanın, yasaklardan kaçınmanın ancak hürriyet ile mümkün olabileceğini nakşediyordu. Öyle ki bu uğurda gecesini gündüzüne katarak, istirahatini dahi terk ederek kısa zamanda küçük de olsa nizamlı bir ordu meydana getirdi. Tecrübeli yardımcılarını ordunun başına geçirdi. Üstün hizmet gösterenlere altın ve gümüşten yapılmış nişane vererek şöyle diyordu:
“Sonunu düşünen kahraman olamaz. Kuvvet ve yardım ancak Allahü teâlânındır.”
Rus komutanlar, İmam Şamil ve askerleri ile mücadele edemiyordu. Hatta o ara Rus Çarı Nikola, Kafkas Orduları Başkumandanı General Feze’yi Şeyh Şamil’e gönderip, teslim olmasını istiyor, Şamil şu tarihî cevabı veriyordu: “Ben Kafkas Müslümanlarının hürriyete kavuşması için silaha sarılan gazilerin en aşağısı Şamil. Allah’ın himayesini Çar’ın efendiliğine feda etmeye yemin eden, özü-sözü doğru bir Müslüman’ım...”
ŞEHADET MÜMİNLER İÇİN EN BÜYÜK RÜTBE
Rusya, Şamil ve mücahitleri ne olursa olsun yok etmeliydi. Bunun için daha detaylı planlar yapıp daha fazla asker gönderdiler. Şeyh’i yenme hevesine kapılan Rus generallerden biri de Grabe idi. 30 bin kişilik ordusu ile önemli bir merkez olan Ahulgunda’yı kuşattı. Bu esnada Şeyh Şamil en yakınlarını şehit verdi. Şehadet müminler için en büyük rütbe idi. O da yakınları gibi aynı akıbet için mücadele ediyordu. Bu savaşta Şamil’in hanımı, Cevheret ile bir oğlu, bacısı Nefiset ve amcası şehit düştü. Sığındıkları kalede her gün yeni şehitler veriyorlardı. Cephaneleri ve erzakları bitmek üzereydi. Rus ordusu ise devamlı takviye alıyordu. Bu hâldeyken bile Şamil, teslim olma teklifini reddediyordu.
OĞLUNU ESİR VERDİ
Ruslar, Şeyh Şamil ve yanındaki mücahitlerin kalede olduğunu biliyordu. Bu durumdan istifade ederek sinsi plan yapıyordu. Şamil’in oğlunu rehin aldıkları takdirde kaledekilerin serbestçe çıkıp gitmelerine izin vereceklerdi. Şamil ise mücahitlere şöyle diyordu: “Bu bir hiledir. Ruslar oğlumu almakla iktifa etmeyecekler...”
Ancak bazı arkadaşları böyle düşünmüyordu. Onların bu hissiyatını fark eden Şamil, büyük bir fedakârlıkta bulundu; sırf arkadaşlarının kalbine bir şüphe girmesin diye o sırada sekiz yaşında olan oğlunu esir verdi.
Bu sırada Şamil dizleri üzerine çökerek, gözyaşları içerisinde Yüce Allah’a yürekleri sızlatan şu duayı yapar: “Ya Rabbi! Sen Hazreti Musa’yı Firavun'un elinden korudun. Oğlumu da Rusların nezdinde muhafaza eyle…”
Ne var ki Ruslar sözlerinde durmadılar. Ş. Şamil’in oğlunu esir aldıktan sonra daha büyük bir kuvvetle taarruza geçtiler. Bu esnada oğlu Muhammet yaralandı.
OSMANLIDAN YARDIM İSTEDİ
Büyük İslam âlimi Mevlâna Halid-i Bağdadi hazretlerinin halifesi Şeyh Cemaleddin Gazi Kumuki, damadı ve talebesi İmam Şamil emperyalist Hıristiyan Rus kuvvetlerine karşı büyük bir mücadele verirken İslam memleketlerini harekete geçirmek için diplomatik teşebbüslerde bulunuyordu. Ancak kendisi hiçbir netice alamıyordu. Osmanlı
Şeyhülislamı’nın da dikkatlerini Kafkasya üzerine çekmek üzere şu mektubu gönderdi:
“Bismillahirrahmanirrahim. Ey sevgili ve şerefli kardeşim!
… Sizin ve padişahın yüce Divanı’nın, âlimlerin içerisinde bulunduğumuz duruma sessiz kalışına şaşıyorum. Bunu bildiğiniz hâlde niçin Sultanı, yakınlarını, önemli kişileri ve liderleri ikna etmiyorsunuz? Susmaya hakkınız var mı? Kıyamet günü Allahü teâlâ sizi suale çekerse ne cevap vereceksiniz? ‘Ne yapıyordunuz ne söylüyordunuz; neyi emredip, neyi yasaklıyordunuz?’ diye sorulduğunda ne söyleyeceksiniz? O hâlde bu soruya bir cevap hazırlayınız.
Ey âlim kardeşim! Hakkınızda kötü düşündüğümü gizlemeyeceğim. En büyük imam yüce Halife sizi dinlediğine ve sizin de O’na savaşa girmeyi tavsiye etmediğinize göre başka türlü bir şey yapmanız gerekmez mi? Verdiğiniz sözü yerine getirmenizin tam zamanı değil mi?
Ey ilmi ile âmil olan âlimler, ey kâmil müminler! Sahip olduğunuz bütün imkânlarla İslam düşmanlarına karşı savaşmak zorundasınız. Osmanlı Bab-ı âlisinden burada savaşan kimselere yardım ve destek sağlamasını istemelisiniz. Hem Allah’ın koruduğu askerî birlikler göndererek bize yardım etmeniz, hem de Sultanlar arasında yapıldığı gibi görüşmeler yapmak suretiyle Rus hükümdarının bize karşı sürdürdüğü askerî faaliyetlerine son vermeye mecbur etmeniz zaruridir.
Dağıstanlı âlimlerle yaptığım bir görüşmenin ardından size bildirmek istediğim bunlardan ibarettir. Sadece bu hakir size müracaat ediyorsa da bu mesajı bütün âlimlerin bir şikâyeti olarak kabul edebilirsiniz. Talebimi kabul ederseniz, Allah sizi mükâfatlandırsın ve cennetine koysun. Kabul etmezseniz Allah bize yeter. O, kendisine güvenilen kimselerin en iyisidir. Yüce Allah’ın dışında güç ve kuvvet yoktur. O, merhametlilerin en merhametlisidir.”
YARDIM YAPILMADI
Şeyh Cemaleddin Gazi Kumuki hazretlerinin Osmanlı Şeyhülislamına gönderdiği mektubuna ne cevap verildiğine ne de herhangi bir yardım yapıldığına dair arşivlerde bir kayıt yok. Zira o sıralarda Osmanlı tahtında Sultan Abdül’aziz Han bulunuyordu. Abdül’azîz Hân, zamanında memleketin idaresi Alî ve Fuâd Paşa’nın ve bunların yetiştirdiği masonların ellerindeydi. Bunlar da İngiliz’in siyasetine göre hareket ettiler. Şeyh Şamil, yirmi beş sene Ruslarla kahramanca cihât ederek ordularını perişan ederken, seyirci kaldılar. Şeyh Şamil'in kuvvetleri Ruslara karşı âdeta bir set, baraj idi. Bu sebeple Ruslar, doğuya ve güneye ilerleyemiyordu.
RUSLARA ESİR DÜŞTÜ
Kırım Savaşı sırasında ölen Çar I. Nikolay’ın yerine oğlu II. Aleksandr, Çar oldu. Bu, Kafkasya ve dolayısıyla Dağıstan tarihinde mühim bir dönüm noktasıydı. Babasının yaptığı yanlışları tespit eden yeni Çar, Kırım’ın açtığı yararları sarmak için hemen Kafkasya’ya yöneldi. Yeni bir komutan tayin etti: General Prens Baryatinsky… Bu Şeyh Şamil ve Kafkas direnişini etkisiz hâle getirecek olan kişiydi. Zira Kafkasya’ya tam hâkim biriydi. Hiç vakit kaybetmeden bütün Güney’i kuşatma altına aldı. Maksat Türkiye ve İran’dan aktarılması muhtemel silah yolunun önünü kapatmaktı. Büyük paralar dağıtarak uzun savaş yıllarının yorgunluğuna katlanamayacak duruma gelmiş kabileleri Şamil’in etrafından koparmaya çalıştı.
Bunlarla iktifa etmeyen General Prens, çok sinsi başka planlar yaptı. İtibar gerektiren yerlere itibar, baskı gerektiren kimselere baskı uyguladı. Halka toprak dağıttı. Zekice bir politika takip ediyordu. İmam Şamil de elbette boş durmuyordu. Son damla kan akıncaya kadar “cihat” çağrısında bulunuyordu.
RUSLARA DÜNYAYI DAR ETTİ
General Prens, Kafkaslardaki Rus kuvvetlerini beş gruba ayırdı. Bunlardan General Baron Vrevski, üç hafta içinde Kafkas dağlarını aşarak güneybatı ve kuzeydoğu kısımlarını işgal etti. Şeyh Şamil’e karşı şiddetli bir saldırı başlattı. Tam yirmi sene aralıksız Rus ordularıyla savaşan Şamil, Ruslara dünyayı dar etti. Ne var ki Ruslar mertçe çarpışmak yerine sinsice taktiklerle, kalleşlikle adam elde ederek netice almaya çalışıyordu. Öyle ki bazı insanlara bol para ve makam-mevki vererek onlardan gizli bilgileri elde etmeye uğraşıyordu. Şamil bu hainler yüzünden yenik düşecekti!..
BEN GÖRMEYECEĞİM AMA…
Şeyh Şamil’in birlikleri büyük bir Rus ordusu ile çatışmaya girdi. Rusların sayısı 70 bindi. Şamil’in etrafı on binlerce asker tarafından çevrildi. “Teslim ol” çağrıları yapılıyorsa da o reddediyordu. Daha fazla dayanamayan Şamil, Ruslara esir düştü. Huzuruna çıkarıldığı Rus Prens Baryatisky’nin kibirli tavrına karşı şöyle diyordu:
“Evet, General ben sana baş eğmedim. Bir gaye uğruna çalıştım. Benim hedefim istiklaldi. Kafkasların hürriyetiydi. Ben vatanseverim. Otuz beş yıl Rus boyunduruğuna karşı geldim. Her zorluğa göğüs gerdim. Fakat ben görmesem de bir gün gelip bu dağların, bu vadilerin, bu derelerin istiklal güneşi doğacaktır.”
Bir gün Rus Çarı esaret altında olan Şamil’i yemek yemek için karşısına alır. İştahlı yemek yediğini görünce yanındakilere, “Korkarım bu adam birazdan bizi de yer” deyince Şamil şu cevabı verir: “Korkmayın! Dinimizde domuz etini yemek haramdır.”
İMAM ŞAMİL İSTANBUL’DA…
İmam Şamil, Rusların haritada göstermediği, Sibirya’da bulunan Perim’e götürülerek bir ormanın içerisinde tutulur. Kışları -40-50 dereceleri gören bu coğrafya da on sene boyunca esarette kalan Şamil, Sultan Abdülaziz’e Hac yapma arzusunu bildirir, oğlunun serbest bırakılması için Çar nezdinde aracılıkta bulunmasını ister. Bunun üzerine Osmanlı padişahı devreye girerek Gazi Muhammet’in Rusya’da rehin hayatına son verdirir. İstanbul’a gelen Şamil Kafkasya’da yıllardan beri cereyan eden, bugün de Rus harp okullarında okutulan mücadele azmi ve şanlı şahnâmesini gözyaşları içerisinde takip eden Türk milletinde hayranlık oluşturur. Onun Rus esaretinden kurtulup, ana vatanının şefkatli ve sıcak kollarına atıldığı gün İstanbul yerinden oynar.
BABAM SULTAN MAHMUT MEZARINDAN ÇIKSA…
Şamil’i getiren Rus vapuru, Dolmabahçe Sarayı önüne demirlendiği vakit saraydan yedi çift muhteşem saltanat kayığı suları yararak ailesini selamlar. Sultan Abdülaziz’in huzuruna çıkan Şamil, şu iltifata da mazhar olmuştu. Abdülaziz Han “Babam Sultan Mahmut mezarından çıksa idi ancak bu kadar sevinç ve heyecan duyabilirdim” diyerek Kafkasya’nın kahramanına karşı ruhunda taşıdığı hudutsuz muhabbeti ve hayranlığını ifade eder.
ŞEYH ŞAMİL MEKKE’DE
Peygamberimizin şanıyla şereflenen bu mukaddes Mekke’de ise Şamil’in şöhreti o kadar büyük ki, bütün halk etrafına toplanır. Hep dünyayı elinin tersiyle itip Allah için mücadele eden Şeyh Şamil, bu mübarek beldede ruhunu teslim eder. Yıkanıp kefenlenirken vücudunda otuza yakın yara izi görülür. Tekfin işini yapanlar o esnada oğluna şu kalpleri titreten sözü söylerler: “Babanın ellerini kokla. Bu mübarek koku ancak şehadet katına çıkanlardan tüter. Senin baban Allah’ın çok kıymetli kullarından olan o kutlu şehitler topluluğunun öncülerinden biridir.”
İmam Şamil çok sevdiği, uğruna ömrünü adadığı Sevgili Peygamberimizin beldesi ve Cennet-ül Baki mezarlığına defnedilir. Ancak günümüzde mezarının yerinde yeller esmektedir. Zira diğer mezarlar gibi yerle bir edilir.
.
Türk dünyasında Hulefa-i raşidin sevgisi
8 Ekim 2023 02:00 | Güncelleme :8 Ekim 2023 01:20
Sesli Dinle
A -
A +
Numan Aydoğan Ünal Türk Dünyası Koordinatörlüğü turkdunyasi@hotmail.com
Türk tarihinde en büyük vakıa Türklerin İslam’la şereflenmesidir. Araplar İslamiyet’i dört asır boyunca Afrika’dan Türkistan’a kadar ulaştırdılar. Türkler ise on asırdan beri İslamiyet’e hizmete devam etmektedirler. Son asrın büyük İslam âlimlerinden Abdülhakim Arvâsi hazretleri “Sahabe-i kiramdan sonra İslamiyete en büyük hizmeti Osmanlılar yaptı” demiştir. Türkistan’da, Hindistan’da kurulan Türk devletleri, Anadolu Selçuklu, Anadolu Beylikleri ve Osmanlı, Eshâb-ı kirâma ve Ehl-i beyte her zaman büyük hürmet ve muhabbet göstermişlerdir.
İslam âlimlerine göre kadın ve erkek, çocuk veya büyük bir Müslüman, Peygamber Efendimizi çok az da olsa, bir kere görürse, kör olan bir kere konuşursa ve iman ile vefat ederse, buna “sahabe” denir. Eshâb-ı kirâmı görenlere de “tâbiîn” denir. Mezhep imamımız İmam-ı Azam Ebu Hanife Numan Bin Sabit ve büyük hadis ve tefsir âlimi Haseni Basri hazretleri tâbiîndendir.
Eshab-ı kiram için Kur'ân-ı kerimde mealen “Allah onların hepsinden razıdır. Onlar da, Allahü teâlâdan razıdır” buyurulmuştur. Peygamber Efendimiz hadisi şeriflerinde “Eshabımın her biri gökteki yıldızlar gibidir. Herhangisine uyarsanız, Allahü tealanın sevgisine kavuşursunuz” ve “Beni gören veya beni görenleri gören bir Müslümanı cehennem ateşi yakmaz” buyurmuştur.
Eshab-ı kiramın en üstünleri Peygamber Efendimizin dört halifesi Hazreti Ebubekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman ve Hazreti Ali’dir. Bunlara Arapça "Hulefa-i raşidin"; Farsça "Çihâr yâr-i güzîn" denilir. “Hulefa” kelimesi halifeler, “raşid” ise doğru yolda kemale gelmiş demektir. "Çihâr yâr-i güzîn" ise farsça seçilmiş dört dost manasına gelir.
Peygamber Efendimiz pek çok hadisi şeriflerinde dört büyük halifeyi çeşitli vesilelerle meth etmiştir: “Ümmetimin en çok merhametlisi Hazreti Ebu Bekr’dir”
“Allah’ın Dininde en kuvvetliniz, Ömer-ibnül Hattab’dır.”
“Hayâda en sadık olanınız, Osman bin Affan’dır.”
“Ümmetimin en çok ikram edeni ve âlimi, Ali bin Ebi Talib’dir.”
Türk dünyasında yetişen âlim, evliya ve şairler de eserlerinde; kitaplarında, Hülefa-i raşidine büyük muhabbet göstermişlerdir. Şimdi bunlara birkaç misal verelim:
Ahmet Yesevi hazretlerinin talebelerinden ve Horasan erenlerinden, Anadolu alpereni Hacı Bayram Veli hazretleri “Makâlat” isimli eserin başında Allahü tealaya şükür, Peygamberimize selam ve salattan sonra; Onun Eshabı ve Ehl-i beyti için "Onlar tam olgunlaşmış, temiz mübarek zatlardır” ifadesini kullanmaktadır. Peygamberimiz ve dört kıymetli halifesinin aralarındaki birlik ve beraberliğini ifade etmek için de “El”i misal vererek “Muhammed aleyhisselam baş parmak: Hazreti Ebu Bekir şehadet parmağı; Hazreti Ömer orta parmak; Hazreti Osman yüzük parmağı; Hazreti Ali küçük serçe parmak gibidir” demektedir.(*)
Pir-i Türkistan Ahmed-i Yesevi hazretleri ise “Divan-ı Hikmet”inde diyor ki:
“Gördüğü an inanan Eba Bekr-i Sıddık’dir;
Üstün olup dayanan Eba Bekr-i Sıddık’dir.
İkincisi yâr olan adaletli Ömer’dir;
Mü’minlere yâr olan adaletli Ömer’dir.
Üçüncü yâr olan hayâ sahibi Osman’dır;
Her nefeste yâr olan hayâ sahibi Osman’dır.
Dördüncüsü yâr olan Hak arslanı Ali’dir;
Hem Mirac’da yâr olan Hak arslanı Ali’dir.”
Yine Türkistan âlimlerinden meşhur "Emali Kasidesi"nin sahibi Siraceddin Ali Ûşî hazretleri de şunları kaydediyor:
“Ebû Bekr-i Sıddîk’ın, Eshâbın tamamından,
Üstünlüğü açıktır, bir ihtimal olmadan.
Ömer ibni’l Hattâb’ın, Osmân ibni Affân’dan,
Rüchânı, fadlı vardır, bir şüphe bulunmadan.
Osmân-ı Zinnûreyn de, doğrusunu istersen,
Üstündür muharebe safındaki Alî’den.
Üçünden sonra üstün, bu ümmetin içinde,
Kerrâr olan Alî’dir, bu da mühimdir dinde.’’
Anadolu Evliyalarından Erzincanlı Terzi Baba ismiyle meşhur Hayyât-ı Vehbi hazretleri de “Miftah-ı Kenz” adlı divanında şunları kaydediyor:
“Ebu Bekr ü Ömer, Osman, Ali’dir.
Bunları kim ki sevmezse, şakidir.
Bunlardır cümle Eshab içre efdal
Nebiler zümresinden sonra ekmel’’
Yine Anadolu evliyalarından Osman Bedreddin Erzurumî Hazretleri de der ki:
‘‘Ebubekir, Ömer, Osman ü Hayder,
Bunlardan razi ol Allahü Ekber.
Bunlar hem sakı-i Kevser’dir ey can
Bunları sevmek oldu derde derman.”
İSİMLERE BÜYÜK HÜRMET
Tarihte ve günümüzde pek çok Türk ailesi, çocuklarına Sahabelerin, dört halifenin, Hazreti Hasan ve Hüseyin isimlerini koyarak bunlara olan muhabbet ve bağlılıklarını göstermektedirler. Türkiye’de ve bütün Türk dünyasının bütün cami ve mescitlerinin duvarlarında Allahü tealanın, Peygamberimizin, dört halifenin, Oniki İmam'dan Hasen ve Hüseyin hazretlerinin isimleri bulunmaktadır. Bu levhalar duvarlara halifelerin hilafet sırasına göre yani en başa Hazreti Ebubekir, daha sonra Hazreti Ömer, Hazreti Osman, Hazreti Ali isimleri gelir. Bu sıraya riayet etmek Ehl-i sünnetin şiarındandır.
Bu isimlerin yazıldığı dünyanın en büyük hat sanatı levhaları, Ayasofya Camii'nde bulunmaktadır. 7,5 metre çapındaki bu levhaları meşhur Osmanlı hattatlarından Kazasker Mustafa İzzet Efendi yazdı. Mesela Allah ismindeki “Elif” harfi 5 metre 60 cm’dir. Ayasofya Camii 1934'te müzeye çevrildiği zaman bu levhaların hepsi yere indirildi. Ancak kapılardan çıkarılamayınca daha sonra tekrar eski yerlerine konuldu
Emekli öğretmen merhum Bülent Gencer Bey anlatmıştı: "Son asır İslam âlimlerinden merhum Hüseyin Hilmi Işık Hoca Efendi ile İstanbul İmam Hatip mektebinde derslere giriyorduk. Bir ikindi namazında cemaat dağıldıktan sonra, mescitte sadece ikimiz kalmıştık. Hüseyin Hilmi Efendi, 'burada bir sıkıntı var, ruhum daralıyor, acaba sebebi ne olabilir?’ dedi. Birlikte mescidin içinde sağa sola dolaşırken, halifelerin levhalarını göstererek ‘Buldum! İsimleri sırasına göre dizilmemiş’ ifadesini kullandı. Hemen masa ve sandalye getirdik, ben sandalyeyi tuttum, onlar sandalyeye çıkarak levhaları halifelik sırasına göre düzenlediler ve ‘Elhamdülillah, şimdi rahatladım, huzur buldum’ dediler...”
Seyyid Eyyûb bin Sıddîk tarafından Osmanlıca hazırlanan "Menâkıb-ı Çihâr yâr-i güzîn" isimli eser, Hakikat Kitabevi tarafından sadeleştirilerek basıldı. Bu kitapta Hulefâ-i Râşidîn hazretlerinin üstünlükleri ve kerametlerinden geniş olarak bahsedilmektedir.
.....
(*) (Prof. Dr. Esat Coşan-Makâlat Hacı Bektaş Veli Kültür Bakanlığı Türk Klasikleri Eserleri no:10 sayfa:46)
.
Zengezur Koridoru ve dağılan Türk birliği
8 Ekim 2023 02:00 | Güncelleme :8 Ekim 2023 01:22
Sesli Dinle
A -
A +
Dr. Mehmet Can
mailmehmetcan@gmail.com
İnsanın umumi olarak içerisinde yaşadığı coğrafyanın ehemmiyetini tam manasıyla anlayabilmesi için öncelikle iyi bir tarih bilgisine sahip olması gerekir. Aksi hâlde çevresindeki gelişmeler, meydana gelen olaylar dikkatini çekmez, olup bitenler sıradan bir mevzu gibi görünür.
Ülke olarak son yıllarda gündemimizi meşgul eden pek çok mesele var. Bunlar arasında hayati görülen “Zengezur Koridoru”dur. İşin hazin olan tarafı, basın-yayın organlarında her gün karşımıza çıkan bu mevzu hakkında yeteri kadar malumat sahibi değiliz.
OSMANLI’YA VE İSLAM ÂLEMİNE AÇILAN BİR KAPI İDİ
Rus Çarları ilk zamanlar Kafkasya’nın coğrafi zenginliğinden pek haberdar değildi. Bu bölgeyi sürgün yeri olarak görüyorlardı. Çok geçmeden kıymetini anlamaya başladılar. Zira bu bölge sadece Osmanlı ve İslam âlemine açılan bir koridor değil, aynı zamanda sıcak denizlere inme kapısıydı. Dünya ticaretinin can damarı kabul edilen “İpek Yolu”nun kontrolü buradan geçiyordu.
KAFKASLARIN İŞGALİNE HUKUKİ BİR ZEMİN OLUŞTURDU
Tahta yeni geçen Sultan I. Abdülhamid’in temsilcisi Sadrazam Muhsinzade Mehmed Paşa ile Rusya 1774’te “Küçük Kaynarca Antlaşması"nı imzaladı. Osmanlı bununla hızla prestij kaybedecekti. Rus ticaret gemileri Karadeniz ve Akdeniz’de rahat bir şekilde hareket edebilecek, istedikleri zaman Boğazlardan geçebilecekti.
Yani Osmanlı Türk yurdu olan Karadeniz’de üstünlüğünü kaybetti. Rus Çarı I. Petro’nun büyük hayali sıcak denizlere inme ülküsünün önü açıldı. Kafkasların işgaline hukuki bir zemin oluşturuldu.
OSMANLI DEVLETİ’NİN ÖNÜ KESİLDİ
Bölgede bulunan, Elbruz Dağı'ndan doğup Azak Denizi’ne akan “Kuban Irmağı” (870 km) Osmanlı ile Rusya arasında sınır kabul edildi. Böylece Osmanlının Kafkaslara yardım etmesinin önü kesilmiş oldu. Ruslar, hâkimiyetini güçlendirmek için Kafkasya’nın doğu ve batısında hızla nüfuzunu arttırmaya başladı. Tehlikeyi sezen bölge halkı bu yanlış politikanın kötü sonuçlar getireceği kanaatindeydi. Nitekim öyle de oldu.
KAFKASYA’YI MEZARA ÇEVİRDİLER
Kafkasya’ya “Hristiyan”, “medeniyet” ve “ticaret” perspektifinden bakan Ruslar, Şeyh Şamil’in efsanevi direnişi ile karşılaştı. Ardı kesilmeyen Rus birliklerinin vahşi saldırıları neticesinde biçare halk çok büyük zayiat verdi. Yüz binlerce masum insan şehit edildi. Kafkas cephesi âdeta mezara çevrildi.
BİR KAFKASLININ ÖLÜMÜ YÜZLERCE RUS ASKERİNİN HAYATINI KURTARIR
Son derece başarılı bir askerî geçmişi olan, askerler tarafından çok sevilen General Yermolov Kafkas-Rus Savaşı sırasında zalimce metotlar uyguladı. Bu kendisine büyük şöhret kazandırdı. Kendisi “Ben istiyorum ki adımın sebep olacağı korku, sınırlarınızı kalelerimizden daha iyi korusun. Benim bir sözüm Dağlılar (Kafkasyalılar) için ölümden daha kaçınılmaz ferman olmalıdır. Bir dağlının ölümü yüzlerce Rus askerinin hayatını kurtarırken, binlerce Müslümanın da bize ihanet etmesini önler” diyordu.
İran da öteden beri Kafkasya ve Türkistan’a alaka duyuyor; bu coğrafyalara Şiiliği yerleştirmek istiyordu. Diğer tarafından İngilizler İpek Yolu’nun güvenliği için, Rusya’nın Kafkasya’da güçlenmesini engellemek için stratejik hesaplar yapıyordu.
HANÇER GİBİ…
Ruslar, uzun mücadeleden sonra Kafkaslarda hâkimiyeti sağlamayı başardı. Coğrafyanın büyük çoğunluğuna hâkim olduktan sonra Ermeni nüfusunu Azerbaycan topraklarına yerleştirdi. Ruslar burada gizli planlar yaparak Ermeni vilayetini kurdu. Esas gaye Türkiye ile Türk cumhuriyetleri arasındaki kara bağlantısını kesmekti. Başarılı da oldular. Böylece Ermeni devletinin temeli Azerbaycan topraklarında atılmış oldu.
Rus idarecileri 28 Kasım 1920'de Türkiye için önemli olan Zengezur bölgesini Ermenistan'a hediye etti. İran'a sınır kapısı açılmış oldu. Bu durum karşısında Kazım Karabekir, “Biz ne bekliyorduk, bunlar ne yaptılar. Bu bizim için çok ağır bir darbe oldu” dedi.
RÜŞVET, GASP, ZULÜM BAŞLADI
Sonraki yıllarda Türkiye’den, Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Türkmenistan’a gidecek olan vasıtalar günlerce hudut kapısında bekletildi. İstanbul’dan hareket eden bir vasıta dokuz günde Türk cumhuriyetlerine giderken böylece sınırda aylarca sıra beklemek zorunda kaldı. Ermenistan geçmelerine engel oldu.
Bunu anlamak için var sayalım ki Osmaniye başka bir ülke. Adana’da oturan bir vatandaş, Gaziantep’teki akrabasını ziyaret edebilmek için günlerce Osmaniye önlerinde çırpınıp duruyor. Bu zulüm, işkence ve insanlık dışı bir muameledir!
UYUYAN DEVİ UYANDIRMAK İSTEMEDİLER
1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla meydana gelen süratli değişimler âdeta baş döndürdü. Kültür ve kardeşlik bağlarımızın bulunduğu Orta Asya Türk cumhuriyetleri hürriyetine kavuştu. Gelişmeler ülkemize yeni ufuklar açtı. Dünya siyasetindeki ağırlığı arttı. Bu bazı ülkeleri rahatsız etti. İstiyorlardı ki Türkiye ile Türk cumhuriyetleri Sovyet Rusya devrinde olduğu gibi, görüşmesinler, konuşmasınlar. Yani kardeş cumhuriyetlerin jeostratejik imkânlarından istifade edenler, onları sömürenler, uyuyan bir devin uyanmasını istemiyordu.
Bugün Türkiye ile Türk Cumhuriyetleri arasında gerek dış ticaret gerekse kültür bakımından güzel ve dikkate değer gelişmeler yaşanmaktadır. Filhakika verilen kavgaların temelinde bu yatmaktadır.
ZENGEZUR KORİDORU TÜRKİYE İÇİN NE İFADE EDİYOR?
Zengezur Koridoru Osmanlı döneminde Türkistan’a açılan bir kapı olmasının yanında aynı zamanda Türklerin Kafkaslardaki hâkimiyeti elinde bulundurması için büyük önem taşıyordu.
Bu koridor ile Sovyet Rusya’nın birbirinden kopardığı Türkiye ile Türk Cumhuriyetlerinin kara bağlantısı yeniden sağlanmış olacak. Bütün bölge ülkeleri bundan istifade edecek. Böylece iş birliği ve ticaret artacak, Türkiye’nin Çin’e kadar olan kapısı yeniden aralanacak. Ticari tırlar, araçlar hiçbir engel ile karşılaşmadan doğrudan Orta Asya’ya gidebilecek. “Orta Koridor” olarak ifade edilen "Tarihî İpek Yolu” yeniden canlanacak.
Dünyanın üretim üssü bugün Çin’e kaymış durumda. Dolayısıyla Pekin’den çıkan tırlar, Kazakistan’ın Aktav Limanına yanaşacak, mallar oradan gemi ile Bakü’ye; Zengezur Koridoru'ndan geçerek Türkiye üzerinden Avrupa’ya kısa zamanda ulaşacak.
İRAN ZENGEZUR KORİDORU'NA NEDEN KARŞI?
Zengezur Koridoru’nun hayata geçirilmesi ile birlikte, Türkiye ve Türk Cumhuriyetlerinin İran’a olan ihtiyaç azalacağı, Çin’den Avrupa’ya ihraç edilen mallar için en güvenli yolun Zengezur olacağı ortada. Tahran yönetimi, bu koridor ile güvenlik endişesi taşıyor. Yani Azerbaycan’ın daha da güçleneceği ve dolayısıyla İran’da yaşayan 18-25 milyon arasında Azerbaycan Türkü’nün milliyetçilik duygularının artacağını düşünüyor.
Şayet bu koridor hayata geçirilirse, Türkiye bölgenin parlayan yıldızı olacaktır. Ve aynı zamanda Sovyet Rusya Lideri Stalin tarafından öldürtülen; “Kalbin zorlansa da hiç umutsuz olma, yolda ateş olsa da geri hiç dönme" diyen Özbek Türkü Mahmud Maksud’un temennileri gerçeğe dönüşecektir.
.
Millî kültür unsuru alfabelerin dünü ve bugünü
1 Ocak 2024 02:00 | Güncelleme :1 Ocak 2024 01:37
A -
A +
Dr. Mehmet Can
Dilini ve alfabelerini kaybeden topluluklar başkalarının esareti altına girer; köklerinden uzaklaşır, yabancı tesir ve ideolojilere hizmet eder. Bu işin ehemmiyetini idrak eden devletler, her zaman mazisine sıkı sıkıya sarılmışlardır. Zira ilim, edebiyat, şiir ve sanat gibi asli kültür kaynakları gelecek nesillere alfabe ile aktarılır.
Dünyada insanlar arasındaki iletişimi sağlayan en önemli unsurların başında alfabe gelir. Alfabesiz bir millet düşünülemez. Dilini ve alfabelerini kaybeden topluluklar, başkalarının esareti altına girer. Köklerinden uzaklaşır, yabancı tesir ve ideolojilere hizmet eder. Ve nihayetinde millî şuur topyekûn ortadan kalkar. Bu işin ehemmiyetini idrak eden devletler, her zaman mazisine sıkı sıkıya sarılmışlar, ele geçirdikleri coğrafyalarda meseleye kuyumcu hassasiyeti ile yaklaşmışlardır. Zira ilim, edebiyat, şiir ve sanat gibi asli kültür kaynakları gelecek nesillere alfabe ile aktarılır.
Bugün dünyadaki alfabeler 14 ana başlık altında toplanmaktadır. Bunlar arasında en çok kullanılanları; Latince, Çince, Arapça, Kiril, Hindistan ve Nepal’de kullanılan Devanagari alfabeleridir. Bunların dışındakiler Ermeni alfabesi, Gürcüce, Japonca karakterler ve Korece’dir... Bu alfabelerin ortak noktası hiçbirisinin birbirine benzememesi, kullanan devletler tarafından değişikliğe uğratılmadan asırlarca, nesilden nesile aktarılmalarıdır.
ÜÇ BİN 500 YILDIR KULLANILAN ÇİN YAZISI
5 ila 7 bin karaktere sahip olan Çin alfabesi, Çinlilerin MÖ 12. yüzyılda aldıkları, 3500 yıllık bir geçmişi olan, büyük değişikliğe uğramadan günümüze kadar kullanılagelen alfabedir. Hâlen Çin başta olmak üzere; Hong Kong, Makao, Tayvan, Singapur ve Burma’da resmî olarak kabul edilmektedir. Bir Çinli öğrencinin ilk okulu bitirebilmesi için bin iki yüz karakter bilmesi gerekiyor. İşte bu yüzden eğitimli bir Çinli beş bin ila yedi bin karakterini bilir.
24 işaretten oluşan Grek alfabesi, Yunanistan’da MÖ 1000 civarında geliştirilen yazı sistemidir. Bugün modern Avrupa alfabelerinin doğrudan veya dolaylı olarak atasıdır. Yunanistan başta olmak üzere Hristiyan olan çoğu yerde biliniyor.
Sağdan sola yazılan İbrani alfabesi 22 harften oluşmaktadır. İsrail’in resmî alfabesidir. Roma devirlerinde MÖ 6. yüzyılda kullanılmaya başlamıştır. Tarih boyunca çok az değişiklik geçirmiştir. Bugün İsrail’in yanı sıra ABD, Kanada, Almanya, Avustralya ve Birleşik Krallık’ta konuşulur.
TÜRKLERİN EN UZUN MÜDDET KULLANDIĞI ALFABE ARAP (KUR’ÂN-I KERİM) ALFABESİ
Arap alfabesi 28 harften meydana gelmektedir. 10. yüzyılın ortalarında İslamiyet’le şereflenen Karahanlılar, Türkçeyi Arap harfleriyle yazan ilk Türk halkı oldu. Kaşgârlı Mahmud’un yazdığı meşhur “Divan-ü Lügati-t-Türk” ve Yusuf Has Hacib’in kaleme aldığı “Kutadgu Bilig” Arapça ile yazılan ilk Türkçe metinlerdir. Türklerin kullandığı en uzun süreli ve en yaygın yazıdır. Yani onuncu asırdan başlayarak, yirminci yüz yıla kadar gelmiş Müslüman Türk devletleri Selçuklular, Anadolu Beylikleri ve Osmanlı İmparatorluğu da doğuşundan batışına kadar Arap alfabesine sımsıkı sarıldılar.
Türklerin Arap harflerini kullandıkları dönemde İstanbul’da basılan bir dergi; Taşkent, Semerkant, Kazan ve Tebriz’de okunabiliyordu. Kazak, farklı bir ses çıkarmakla birlikte aynı şeyleri anlıyordu. Kırgız, farklı telaffuz etmesine rağmen kelimeye aynı manayı veriyordu.
15. asırda yaşayan Ali Şir Nevai’nin Arap alfabesi ile yazdığı eserler Türk dünyasının her yerinde okunabiliyordu. Hatta bu devirde İstanbul’dan kalkıp Afganistan’ın Herat şehrine giden Osmanlı edip ve şairleri, oradakilerle rahat bir şekilde sohbet edebiliyordu. Yani kültür birliği vardı.
LATİN ALFABESİ
Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihe karışması ile 1928’den beri Türkiye’de de kullanılan Latin başka bir ifade ile Roma alfabesi, antik Roma tarafından Latince yazmak için kullanıldı. Görsel olarak Eski Yunan alfabelerine benzer.
Aşağı Volga bölgesinde yaşayan Kuman (Kıpçak) Türkleri arasında Hristiyanlığı yaymaya çalışan Fransiskan misyonerleri Türkçe öğrenerek dinî metinleri Kıpçak Türkçesine çevirmişler ve bunları Latin harfli Codex Cumanicus adı verilen bir kitapta toplamışlardır.
KİRİL YAZISI
Kiril alfabesi, Doğu Ortodoks inancının Slavca konuşan halkları için MS 9-10. yüzyılda geliştirilen yazı sistemidir. Şu anda 50’den fazla dilde bilhassa Belarusça, Bulgarca, Kazakça, Kırgızca, Makedonca, Rusça, Sırpça, Tacikçe (Farsça lehçesi), Türkmence, Ukraynaca ve Özbekçe olmak üzere birkaç alfabeden biri olarak kullanılmaktadır.
Geçtiğimiz asırda Arap alfabesini kullanan, bugünkü Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ve Kafkasya bölgesinde yaşayan Türk asıllı topluluklara Ruslar tarafından zorla kabul ettirildi. Yazı ilk defa Çuvaşlara (Saha Türkleri) dayatıldı. 14. yüzyılda Arap harflerini kullanan Müslüman Volga Bulgarlarının torunları olan Çuvaşlar arasına 18. yüzyılın başlarında Hristiyanlığı yaymak için giden Rus misyonerleri bu dili Rus harfleri ile yazdılar.
Amerikalı strateji uzmanı Paul Bernard Henze, bu hususta şunları kaydediyor: “Komünist Rusya, Rus olmayan milletlerinin kültürel hürriyetini gittikçe daralttı. Onlara daima şüphe ile baktı.” (Bilal N.Şimşir-Türk Yazı Devrimi)
Zira Rus idareci ve müsteşrikleri (şarkiyatçı) istila ettikleri bir coğrafyada uzun süreli kalmanın yegâne yolunun kültür emperyalizmi olduğunu çok iyi hesap etmişlerdi. O bölgede yaşayan insanları kendilerine benzetip aynı dili konuşur hâle getirmedikçe kolay yönetemeyeceklerini biliyorlardı. İşte yirminci asırda hâkimiyeti altına aldıkları, kendinden olmayan milletlere Kiril alfabesini dayattı. Gayeleri onları kolayca Ruslaştırmak ve nihayetinde yutmaktı. Meşhur Rus Türkolog Prof. N. A. Baskakov bu hususu şöyle itiraf ediyor:
“Arap alfabesi bazı halklar tarafından kullanıldı. Kiril harfleri yalnız onların gelişmesini sağlamakla kalmadı, aynı zamanda Rusçayı ilerletmelerine, Rus kültürünü benimsemelerine de büyük yardımı dokundu(!)…” Koskoca bir yalan olarak tarihe geçti.
Yine Sovyet devlet adamı ve devrimci, Samed Ağamalioğlu da şöyle diyor: “Moskova’nın böyle bir karar vermesi sadece idaresi altında yaşayan Türk halklarını birbirinden uzaklaştırmak değil, aynı zamanda bize göre onların Türkiye ile olan bağlarını koparmaktı.” (Mehmet Can-SSCB Hâkimiyeti Altındaki Türk Topluluklarında Yapılan Alfabe Değişikliklerinin Türk Kültürüne Etkisi-Akçağ Yayınları)
ALFABE NEDEN DEĞİŞTİRİLİR?
Alfabe bir milletin dinî ve sosyal hayatına bağlı çok önemli bir kültür unsurudur. Bu yüzden alfabe değiştirmek milletler için tarihî değişmenin başlangıcı sayılmıştır. Bu hususta Japon Profesör Takata şunları kaydediyor:
“Bizim Japonların zayıf zamanlarında düşmanlarımız aramıza sızmışlar, kendi bozuk fikirlerini yaymak için durmaksızın milletimizin içine ayrılık tohumu ekmekteler. Her yerde fitne uyandırmak için çareler aramakta ve her nevi sebeplerle teşebbüs etmekte asla ve kata tereddüt etmiyorlar; maksatları bizi birbirimizden ayırmak, bu suretle kuvvetimizi azaltmak, nihayet bizim ruhumuza tasallut ederken akıbet bizi kendilerine esir etmekten başka bir şey değildir. Şimdi o bedler (kötü) bizim iki bin seneden beri kullanmakta olduğumuz yazımıza tasallut etmek istiyorlar. İnsanların avam kısmına karşı birtakım deliller ile bizim hiyerogliflerimizin ağır/zor olup okumak-yazmak için başka bir hurufat kabul etmemizi tavsiye ediyorlar.
MAKSATLARI BİZİ BÖLMEK
Doğru, bugün dahi kullanmakta olduğumuz hiyeroglif esasen bizim kendi hurufatımız değildir, biz iki bin seneye yakındır bunu kullanmaktayız. Şimdi âdeta bizim kendi malımız, hukukumuz gibi olmuştur. Zira biz pek çok ilave ve ıslahatta bulunmuşuz. Bugün milyonlarca kitap bizim lisanımızda bu harflerle basılmıştır. Elli milyondan fazla ahali bu harflerle okuyup yazıyor. Hiç bunu (başka harflerle) değiştirmek mümkün olur mu? Bunun mümkün olmayacağını o bedbinler de bilirler, onların maksatları zaten bizi bölmek, bunun için ortalığa bu gibi bir meseleyi çıkarmışlar, bizim Avrupa-perest akılsız ahmaklarımız, olup olamayacağını, fayda ve zararı düşünmezler, yalnız o bedbinlerin sözlerine kapılırlar. Bunlar hep körlerdir, onların bu sözlerine itibar olunmaz. Onlar vatan düşmanlarıdır, zira düşmanların sözüne kapılmışlar.” (Abdureşid İbrahim-Âlem-i İslam)
KÜTÜPHANELER BİR GECEDE TUĞLA YIĞININA DÖNDÜ
Cemil Meriç de Türkiye’de yaklaşık bin yıldan fazla kullanılan Arap alfabesinin kaldırılmasını şöyle değerlendiriyor: “Harf inkılâbından sonra kütüphanelerimiz bir gecede tuğla yığınına dönmüştür. ‘Arap alfabesi zordu, okuma yazma öğrenilmiyordu’ deniliyor. Kolaylığın ilerleme ile alakası var mı? Alfabenizin öğrenilmesi zor ise değiştirmezsiniz, ıslah edip ona göre bir öğretim sistemi tatbik edersiniz. Japonlar hâlâ dünyanın en sıkı eğitim sistemlerinden birine sahip olduklarından gurur duyarlar. Latin alfabesine göre öğrenilmesi zor olan dilleriyle Latin alfabesi kullanan birçok Avrupa ülkesinden fazla sanayileşmiş olmaları bunun delilidir.” (Mustafa Armağan-Harf İnkılabı Halkın Tarihle Münasebetini Kesmeye Yaradı-Derin Tarih dergisi)
BASİT ESKİ METİNLERİ OKUYAMIYORUZ
Türkiye’de bir lise öğrencisi, tarihî eserlerin üzerindeki ve Osmanlı Devlet Arşivi’ndeki basit metinleri okumaktan âciz. Günümüzde hâlâ Arap alfabesini kullanan Afganistan, İran ve Doğu Türkistanlı bir genç İstanbul’da Osmanlı çeşmeleri üzerindeki metni şakır şakır okuyor. Biz ise hayranlıkla bakıyoruz. Bu ne yaman tezat? Diğer taraftan bir Rus Tolstoy’u, bir İngiliz Shakespeare’i, bir Fransız Victor Marie Hugo’yu ve eserlerini anlıyor. Bu durumu Sâmiha Ayverdi şöyle ifade ediyor:
“İngiliz milletine Shakespeare’i edebiyat ve tarihlerinden silmek şartıyla Hindistan’ı kazanmayı tekrar teklif etseler, hiçbir İngiliz vatandaşı milletlerinin iftiharı olan büyük şairlerini feda edip, yerine altın kaynağı olan Hindistan’ı istemez. Hâlbuki biz evlatlarımıza değil Fuzuli’yi, Nedim’i, Baki’yi okutup, anlatamayız.”
ECDAT ESERİNİ OKUMAKTAN ACİZ KAÇ MİLLET VAR?
Peyami Safa da şunları söylüyor: “Yeryüzünde millî kütüphanelerindeki eserlerin dilini ve harflerini bilmeyen, bunları okumaktan âciz bir tek millet var mıdır? Tarihinden, edebiyatından, ilmî, felsefî ve dinî eserlerinden, millî kültür hazinelerinden haberi olmayan bir milletin bir toprak parçasında rastgele toplanmış bir kuru kalabalıktan farkı nedir? Avrupalılar okullarında Shakespeare’e, Milton’a, Schiller’e, Voltaire’e dair bilgi verirken talebeye bu okul kütüphanesindeki eserleri de okutur. Bir kitabın bir parçası değil, tamamı okutulur. Bugün 20 yaşlarında Türk genci Naima’yı, Fuzuli’yi, Cevdet Paşa tarihini orijinalinden okuyamaz.” (A. Özkul-Medeniyetimizle Kesilen İrtibatı Yeniden Kurmak-Keşkül Dergisi)
Meşhur İngiliz tarihçisi Arnold J. Toynbee “A Study History” isimli kitabında harf inkılâbını değerlendirerek “Türkler harf inkılâbıyla, kendi kaynaklarına el atma hususunda yabancılardan farksız oldular. Bundan sonra Türk kütüphanelerini yakmaya lüzum kalmamıştır. Çünkü harf inkılâbı ile bu hazineler, örümceklerin yuva yaptığı raflarda kapanıp kalmaktan başka bir şeye yaramayacaktır” ifadelerini kullanıyor.
Emre Aköz de bir yazısında özetle şunları ifade ediyor: “Japonya, Çin, Hindistan, Rusya, Yunanistan, İsrail. Bu ülkelerin hepsi küresel ekonominin küçüklü büyüklü üyeleri... Yani dünyayla bütünleşme konusunda temel bir problemleri yok. Ancak çarpıcı bir ortak noktaları var. Hiçbirinin alfabesi ötekine benzemiyor.”
Tarihî ve kültürel zenginliğimiz; arşiv ve kütüphanelerimizin incelenmesi ecdat dilinin bilinmesi ile mümkündür. Ancak Türkiye’de Arap harfleri ile yazılmış eserleri okuyup inceleyecek pek az kimse vardır. Bunun için bu alfabeyi bilen uzman gençler yetiştirmelidir. Bu suretle medeniyetimizin öğrenilmesi istikbalimize katkı sunması bakımından fayda mülahaza edecektir.
.
Türk ülküsü yolunda bir ömür
28 Ocak 2024 02:00 | Güncelleme :28 Ocak 2024 09:33
A -
A +
Dr. Mehmet Can
Türkistan’ın piri Hoca Ahmed Yesevi bir şiirinde şöyle der:
Neler gelse görmek gerek o Hüda’dan/Yusuf’unu ayırdılar Kenan’dan/Doğduğum yer o mübarek Türkistan’dan/Bağrıma taşlar vurup geldim.
Eski çağlardan beri Türk kavimlerinin yurdu olarak bilinen, geçtiğimiz asırda Ruslar tarafından işgal edilen “Uluğ Türkistan” ismi siyasi endişe ve içerisinde Türk kavramı geçtiği için yasaklandı. Yerine Orta Asya ismi getirildi. Bilhassa Sovyetler Birliği devri Josef Stalin terörünün “Uluğ Türkistan”ın her tarafında hissedildiği bir dönem oldu. Halk, “Basmacı”, “Pan-Türkist”, “Pan-İslamist” ve “Emperyalistlerin ajanı” gibi uydurma suçlarla, sudan bahanelerle ya zindanlarda çürütüldü ya da sürgüne zorlandı. Bu vahşi uygulamalar ile “Türkler” yer yüzünden silinmek istendi.
Tarihte Türkleri birleştiren asli unsurlara bakacak olursak, karşımıza şu üç önemli tablo çıkar: XIX. yüzyıla kadar ortak alfabenin hâkim olması, müşterek bir tarih ve aynı dile mensup bulunmalarıdır.
MUAZZAM GÜCÜN ÖNÜ KESİLMEK İSTENDİ
XIX-XX. yüzyıl bu muazzam gücün önünün kesilmeye çalışıldığı bir dönem oldu. Osmanlı İmparatorluğu ateşler içerisinde, savaş meydanlarında, binbir zorlukla mevcudiyetini korumaya çalışırken, Türkistan Türkleri de bundan farksızdı. Zulüm altında kanlara boyanmışlardı. Gözlerini Osmanlı İmparatorluğu üzerine çevirmişlerse de durum bundan ibaretti.
Çare olarak Ruslara karşı hürriyet mücadelesi vermeleri, başlarının çaresine bakmaları gerekiyordu. Lakin müşterek bir tarih ve düşünce altında yaşamış olmalarına rağmen Rus emperyalizminin boyunduruğundan nasıl kurtulacaklarına dair sistemli bir programları yoktu! Lenin ve Stalin bu eksikliği gördü. Orta Asya havzasında meskûn halkın yaşadığı ve yaşattığı millî şuuru ortadan kaldırmadıktan sonra bu topraklarda uzun vadede kalamayacaklarını çok iyi hesap etmişlerdi.
KIZIL ORDU KATLİAMA BAŞLADI
Komünist Bolşevik Partisi, kendilerindeki önceki sömürgeci Çarlık rejiminin siyasetini aynen benimsedi. Rus göçmenlerini Türkistan’a doldurdu. Burada hâkimiyeti tamamen ele geçirmek için gayretlerini attırdı. Cephe Komutanı Frunze orduya şu emri veriyordu: Bu seferin maksadı, bütün Türkistan’ın işgal edilmesi ve Türkistan yerli halkının Sovyet hükûmetine dâhil edilmesidir!
Çarlık rejimi altında ezilen mazlum Türkler, idareyi ele alan Bolşeviklerin beyanatına göre hürriyetlerine kavuşacaklar, kendi geleceklerini tayin edebileceklerdi. Tabii, bunların hepsi oyalamadan, vakit kazanmaktan ibaretti. Kızıl Ordu, vakit kaybetmeden insanlık dışı katliamlar yaptı. 10 binden fazla Türk’ü öldürdü, yüz binlercesini başka coğrafyalara sürgün etti.
TÜRKİSTAN MİLLÎMÜCADELESİ BAŞLIYOR…
Dayanılmayacak hâl alan bu duruma karşı Türkistan liderleri mücadele başlattı. “Basmacı” kelimesinin tam karşılığı “eşkıya”dır. Ruslar, Türkçe olan bu kelimeyi, 1918-35 yılları arasındaki Türkistan hürriyet mücadelesini dünyaya karşı bir eşkıya hareketi olarak gösterme gayesi ile kullandı. Oysa bu harekatın maksadı Rus zulmü altında ezilen Türkistan’ı hürriyete kavuşturmaktan başka bir şey değildi. Bu teşebbüsün maksadı Sovyet gizli raporlarına da şu şekilde kaydedilmişti: “Türkistan Türkistanlılarındır. Türkistan’ı Rusya’dan kurtarmak gerekir...”
BEŞ PARÇAYA BÖLDÜLER
İdeolojik kampanya ve gizli polis operasyonları bütün Türk yurtlarına yayılıyordu. Rusların anarşist olarak nitelendirdikleri, Türklerin safında olanlar büyük işkenceden geçiriliyor, sorgusuz sualsiz hapsediliyordu. Kaçmayı başaranlar ise ya Türkiye’ye ya Afganistan’a ya da Pakistan’a hicret ediyordu.
1930’lu yıllara kadar devam eden mücadele giderek zayıflamaya başladı. Stalin’in tasfiye harekâtında öldürülen Özbekistan’ın meşhur şairi Abdülhamit Çolpan’ın bütün ülkede ezber hâline gelen “Kurtuluş umudu hiçe karıştı; senin son canını da düşman aldı...” sözü gerçeğe dönüşüyordu.
Sovyet diktatörü Stalin, Uluğ Türkistan’ı; Azerbaycan, Özbekistan, Türkmenistan, Kazakistan ve Kırgızistan olarak beş parçaya böldü. Silindir gibi halkın üzerinden geçti; dilini, dinini, örf-âdet ve ananelerini tahrif ederek, asimile etti.
BÜYÜK FİKİR VE MÜCADELE ADAMI: DR. BAYMİRZA HAYİT
Komünizmin bu ağır, kanlı esaretine daha fazla dayanamayan, ana vatanını terk etmek mecburiyetinde kalan yüzlerce münevver vardı. Hâl böyle olsa da “Türkistan ideali” ölmemişti. Onu yaşatacak, gelecek kuşaklara aktaracak, destansı trajedilerin elbette şahitleri vardı. Onlardan birisi de Dr. Baymirza Hayit’ti.
Hayit, Bolşevik İhtilali’nden yaklaşık iki ay sonra yani 17 Aralık 1917’te Özbekistan’ın Nemangan şehri, Yargorgan köyünde doğdu. Babası oğluna “Dünyaya bereketi ile geldi” diyerek “Baymirza” ismini koydu. (Bay: zengin, Mirza: Şehzade, prens) Adının hakkını verecek kadar zengin bir fikir ve mücadele dünyası olan Hayit fukara bir hayat yaşadı, bütün eserlerini ve ilmî çalışmalarını, hepsinden önemlisi millî mücadele ruhunu sınırlı burslar dışında hanımı Dr. Ruth Hayit’in imkânları ile gerçekleştirebildi.
Türkistan millî mücadelesi başladığında küçük yaşlarda olan Baymirza, Ruslara karşı çarpışan yakınlarının, bu harekâta gösterdikleri gayrete şahit olmuş, kardeşlerinin hayat şartları onun dünya bakışında derin izler bırakmıştı.
KANLI BAYRAM HEDİYESİ
Baymirza Hayit henüz 5 yaşındayken çok sevdiği ağabeyi Narmirza 1922’de Ruslar tarafından esir alınınca başı kesilerek, hunharca şehit edildi. Bunun hikâyesi oldukça trajiktir: Baymirza babası ile Kurban Bayramı namazından dönerken eve geldiğinde Rus askerleri tarafından bir kutu getirilerek, bayram hediyesi olduğu söylenir. Kutuyu açtığında bez parçasına sarılmış oğlunun kesik başını gören anne Rabahan Hanım baygınlık geçirir, kocası Hayitmirza Bey de hıçkırarak ağlayıp Allah’a yakarır…
İşte 20. asrın en önemli Türkistan tarihçisi Baymirza Hayit, kendi ana vatanı Özbekistan’da böyle trajediler ile biten bir döneme şahit oldu. Bu hadiseyi hatırladığı zaman hasta yüreği zorlanıyor, gözyaşlarını tutamıyordu.
YİRMİ İKİ YAŞINDAYURDUNDAN KOPARILDI…
Gördükleri ve duydukları ile Türkistan’ın sefalet ortamında yetişen Baymirza Hayit, İkinci Dünya Savaşı sırasında (23 Aralık 1939) 22 yaşındayken yurdundan koparılarak Sovyet ordusuna alındı, Polonya cephesine yollandı. Harp boyunca çok sayıda Sovyet askeri, Nazi Alman ordusuna esir düştü. O esirler arasındaki Türk asıllıların sayısı da bir hayli fazlaydı. Bunlardan Baymirza Hayit de değişik esir kamplarında bulundu. Çeşitli cephelerde yurdunu esaretten kurtarmak için Sovyet ordusuna karşı çarpıştı. Burada çok sayıda Türkistan Türkü’nün ölümüne ve ağır sıkıntılar çektiğine şahit oldu. Olanların hepsi onun ruhunda ve yüreğinde derin izler bıraktı.
O DÖNEME IŞIK TUTTU
O yıllarda, Türkistan’daki gelişmeleri objektif bir şekilde ele alan ilmî eserlerin sayısı çok azdır. Bu hususta en ciddi neşriyat, 1954 senesinde Sir Olaf Caroenum’un iki ciltlik “Sovyet İmparatorluğu Sömürülen Topraklar” eseri ile Baymirza Hayit’in kitaplarıdır.
Hayit uzun senelerin yorucu ve zahmetli çalışmaların neticesinde Rus ihtilalinden önceki ve sonraki Sovyet Türkistan’ını, İngiliz ve Alman kaynaklarından topladığı vesikaları derleyerek 1956 yılında neşretti. Bunu bir sohbetinde şöyle ifade etti: Türkistan’ın meselelerine ne kadar derinlemesine baktıysam o kadar çok “tarihin balta girmemiş ormanı”na daldığımı hissettim.
TÜRKİYE’DEKİ GENÇLER
NE ZAMAN TÜRKİSTAN’I TANIRSA…
Hayit bir üzüntüsünü de şöyle belirtiyordu: Kendi hayatımı anlatmadığım, mazlum Türklerin başından geçen, geçmekte olan hadiselere ait eserim şimdiye kadar Avrupa ve Amerika basınında bomba gibi tesirler bıraktığı hâlde, bize kardeş, dost olan, bizi ve bizim davamızı kökünden anlaması gereken bir memlekette yani bizim Türkiye’de ne yazı ile ne de söz ile bir kelime dahi bahsedilmemesi beni ziyadesiyle müteessir etmektedir. Türkiye’deki gençler ne zaman Türkistan’ı tanımaya başlarsa o zaman kurtuluş başlamıştır.
DOĞDUĞU TOPRAKLARA SON ZİYARETİ
Vatan hasreti, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra (1991) Özbekistan Yazarlar Birliği Abdulhamit Çolpan ödülüne layık görülmesiyle son buldu. Doğduğu topraklardan ayrılışının üzerinden 50 yıl geçmişti. Vatanına yeniden dönüşü onun hayatındaki sarsıcı dönüm noktalarından birisi oldu. Yol arkadaşı Prof. Dr. Ayfer Kaynar uçaktaki o anları şöyle dile getiriyor: Son derece heyecanlı, içi kıpır kıpırdı. Kim bilir aklından neler geçiyordu? Herhâlde karışık duygular içindeydi. Yere ayak basınca eğildi ve toprağı öptü...
Etrafı devlet yetkilileri tarafından sarıldı. Kendisine gösterilen izzet, ikram sanki geçen yılların telafisi gibiydi. Taşkent’teki protokol ziyaretinden sonra doğduğu Fergana vadisine ulaştı. (Burası Türkiye köyleri gibidir. Doğduğu ev hâlen durmaktadır.)
“DERHÂL ÖZBEKİSTAN’I TERK EDİN!..”
Etrafına toplanan coşkulu kalabalığa, sürekli Türkistan davasını ihtiva eden konuşmalar yaptı. Çok geçmeden kötü bir haber geldi:
Derhal Özbekistan’ı terk edin!..
Ne olduğunu kimse anlamadan, bütün etrafındaki yetkililer kayboldu. Herkes rejimden korktu.
Bu duruma kızan Hayit yetkililere “Kim böyle ahlaksızca emri verdi? Sizlerin savaşa katılan askerleriniz ile bizim Türkistan’ın istiklali için savaşan askerlerimiz arasında büyük fark var. Sizin gazileriniz Komünist Partisi ve Stalin için savaşacağız diye yemin ettiler. Biz ise Allah için, Türkistan’ın hürriyeti için yemin ettik!” dedi. Fakat bu karar dönemin Cumhurbaşkanı tarafından verilmişti.
ELVEDA DOĞDUĞUM TOPRAKLAR!
Zor şartlar altında Fergana vadisinden, Taşkent’e hareket ederler. Gün ağarırken girdikleri şehirde bir taşın üstüne oturup vatandan ikinci defa bu şekilde ayrılmak, doğduğu Özbekistan’a veda etmek Hayit’e çok zor geldi. İltica ettiği, uzun yıllar kaldığı Almanya Köln’de 13 Ekim 2006’da 88 yaşında vefat etti.
Aynı akıbete düçar olan dava arkadaşları gibi hep Türkistan hasreti ile yanıp tutuştu. Oradan gelecek haberlere, gül fidanları arasından esen rüzgârın kokusuna hasret kalarak baki âleme göç etti.
Peki Türkistanlılar onu alkışladı ama anladı mı? Bu sorunun cevabı hep muamma olarak kaldı
.
Abdülhamid Han’ın ‘intizamlı’ saray hayatı
11 Şubat 2024 02:00 | Güncelleme :11 Şubat 2024 00:57
A -
A +
Numan Aydoğan Ünal
İhlas Vakfı Türk Dünyası Koordinatörü
Sultan Hamid’in en ehemmiyet verdiği şey, her işte olduğu gibi fevkalâde intizamdı. O devirde Osmanlı hükûmetinin hiçbir dairesinde, MabeyinBaşkitâbet’inin intizamını aramak ve bulmak mümkün değildi. Bu dairenin kapısından giren bir kâğıt, hiç kimsenin ehemmiyet vermeyeceği derecede âdi bir şey olsa bile derhal üzerine “saat ve dakika” işareti konulurdu.
Sultan Abdülhamid; üşenmeden, yorulmadan, bu yüzlerce evrakı gözen geçirirdi. Bunlardan icap edenleri, kendi yanında alıkoyar; lazım gelenlere ayrı ayrı cevap verirdi.
“Evhamlı” diye iftira edilen Abdülhamid Han, gerçekte vakur ve çok cesur idi.
Eski bir İttihat Terakki mensubu, tarihçi, gazeteci-yazar Ziya Şakir’in, 1930’lu yılların gazetelerinde tefrika edilen makaleleri, daha sonra “Abdülhamid Han’ın Son Günleri” ismiyle neşredildi. Adı geçen kitaptaki bazı hususları dikkate şayandır.
Sultan Hamid'in en dikkate şayan hususiyeti, her gün hiç şaşmayan devamlı meşguliyeti idi. Bu meşguliyet, daha banyoda iken baş gösterirdi. Banyodan çıkan Sultan Hamid, sevgili hanımı Müşfika kadın efendi ve sadık kalfası Sırrıcemal kalfanın yardımlarıyla iyice kurulandıktan sonra, oradaki bir şezlonga uzanır, henüz gelmiş olan sabah gazetelerini uzun uzadıya ve büyük bir dikkatle gözden geçirirdi.
Gazeteleri okurken, siyasi havadis ve haberlere katiyen ehemmiyet vermezdi. Çünkü bunların en mühimleri, hususi surette daha evvel kendisine arz edildiği için tekrar bunları okumakla vakit kaybetmek istemezdi. En ehemmiyetle okuduğu şeyler; dâhili havadislerle zabıta vakaları idi. Zabıta vakalarına ehemmiyet verdiği de sebepsiz değildi. Mesela; falan yerde bir cinayet, veyahut sirkat vakası olmuş, faili de ele geçmemiş. Sultan Hamid, derhal buna işaret koyardı. Artık her gün gazetelere bakar, o failinin bulunup bulunmadığına dair bir havadis arardı. Eğer üç beş gün aradan geçer de henüz failin yakalanmasına dair gazetelerde bir havadis göremezse, derhal Zaptiye Nâzırı Şefik Paşa’yı saraya çağırır -dolaylı- sorguya çekerdi.
Hünkâr, gazetelerini okuyup bitirdikten sonra elbiselerini giyinir; kendisine yardım ettiklerinden dolayı Müşfika kadın efendi ile Sırrıcemal kalfaya teşekkür eder; dar bir koridordan, nöbet odasının duvarına bitişik, küçük bir salona geçerdi. Ve nöbet odasının zilini çekerdi. Bu zilin çekilmesi; artık Sultan Hamid’in işe başlamış olmasına alâmetti.
EVRAKLAR GETİRİLSİN!
Zil çekilir çekilmez, nöbet odasında bekleyen musâhiplerden biri, içeri girerdi. Sultan Hamid bu musâhibe “Evrakı getirsinler!” derdi. Musâhip, süratle nöbet odasına girer, beş on dakika, bazen de yarım saatten beri orada bekleyen başkâtibe, veyahut nöbetçi kâtibine ‘‘Efendimiz evrakı istiyorlar’’ diye haber verirdi.
Sultan Hamid’in istediği evrak; bir gün evvel, ikindi vaktinden itibaren başkitâbet dairesine gelir ve bazen adedi yüzleri geçen resmî ve hususi “maruzat”tan teşekkül eden evrakın “mühim ve acil” olanları gecenin hangi saatinde olursa olsun Sultan Hamid’e arz edilirdi. Ancak, mühim ve acil olmayanları, başkâtibin masası üzerinde biriktirilirdi.
Başkitâbet’e teslim edilen evrak, ister resmî ve ister hususi olsun; üzerine derhal saat ve dakika yazılırdı. Başkâtibin masası üzerinde, “resmîler” bir tarafa “hususiler” de diğer tarafa ayrılırdı. Sabaha karşı, her iki evrak kümesi, hülâsaten bir deftere kaydedilirdi. Ve Sultan Hamid uykudan kalktığı zamana kadar beklenirdi.
Sultan Hamid, uykudan uyanıp da “harem kapısı”nın açılmasını emrettiği dakikada; bir gün evvel ikindiden itibaren o dakikaya kadar birikmiş olan evrak, kaydedilen hülâsa defteriyle beraber bir torbaya yerleştirilir. Başkitâbet dairesinde bulunan “etüv” makinesinden (dezenfekte cihazı) geçirilirdi. Başkâtip eğer izinli ise, nöbetçi kâtiplerinden biri bu torbayı alır, nöbet odasına gelir. Orada, Sultan Hamid’in banyodan çıkarak nöbet odasına geçip zil çekmesini beklerdi.
Zil çekilip de musâhip vasıtasıyla haber gelir gelmez; başkâtip derhal huzura girerdi. Oradaki bir yazı masasının üzerinde torbayı açarak evrakı çıkarır; bu evrakın hülâsalarını ihtiva eden defteri, hünkâra takdim ederdi.
Hünkâr, evvelâ bu deftere göz gezdirirdi. Kendince mühim gördüğü kâğıtlar varsa, evvelâ onları okumayı tercih ederdi. Sonra, sırasıyla diğerlerini isterdi.
Sultan Hamid; üşenmeden, yorulmadan, bu yüzlerce evrakı gözen geçirirdi. Bunlardan icap edenleri, kendi yanında alıkoyar; lazım gelenlere ayrı ayrı cevap verirdi.
Bu cevapları, kendi yazmazdı. Söyler, yazdırırdı. Ve, söyleyerek yazdırdığı bu cevaplar o kadar düzgün çıkardı ki, ekseriya başkâtip veyahut alâkadar kâtipler tarafından bunların bir kelimesini tebdil veyahut tashihe ihtiyaç kalmazdı.
FEVKALÂDE İNTİZAM
Sultan Hamid’in en ehemmiyet verdiği cihet, her işte olduğu gibi saray kitâbet dairesinde de fevkalâde intizamdı. O tarihte Osmanlı hükûmetinin hiçbir dairesinde, MabeyinBaşkitâbet’inin intizamını aramak ve bulmak mümkün değildi.
Bu dairenin kapısından giren bir kâğıt, hiç kimsenin ehemmiyet vermeyeceği derecede âdi bir şey olsa bile, gene derhal üzerine “saat ve dakika” işareti konulur, son derecede muntazam olan evrak defterine kaydedilir, mutlak ve mutlak, Sultan Hamid’e verilirdi.
Başkitâbet dairesinin bu intizamını, bizzat sultan Hamid temin ederdi. Çünkü, muhtelif vasıtalarla, sık sık kontrol ettirirdi.
Aynı zamanda, kendisi de bu intizama fevkalâde riayet ederdi. Yanında alıkoyduğu evrakın işi bittikten sonra, bunları bir zarfa doldurur, zarfın üzerine kendi eliyle tarih, saat ve dakika yazar, imza yerine de “malûm” kelimesini koyar, en emin bir adamıyla başkâtibe gönderirdi.
Muamelesi biten ve sarayda kalması icap eden kâğıtlar, “Evrak Hazinesi” denilen taştan yapılmış, demir kapılı, demir parmaklıklı, sağlam kilitli büyük bir odada muhafaza edilirdi. Yangın tehlikesinden masun kalması için, etrafı tamamıyla açık olan bu oda, Sultan Hamid’in otuz üç senelik saltanat hayatına ait bütün evrak ve vesaikin, hakikaten çok ciddi ve son derece muntazam bir hazinesi idi.
Bu uzun ve derin düşünceli hükümdar, devletin en mühim siyasi hadisesinden, kendisine takdim edilen en basit ve sefil bir jurnal kâğıdına kadar büyük bir dikkat ve ehemmiyetle bütün bunları burada muhafaza ettirmişti. Mesela, yirmi sene evvel, herhangi bir meseleye ait olursa olsun, el kadar bir kâğıt parçasını arayıp bulmak, en nihayet on dakikalık bir işti.
Tetkik edilecek evrak çok olduğu zaman, Sultan Hamid’in bu meşguliyeti bazen saatlerce sürerdi. Bu müddet zarfında, mütemadiyen kahve ve sigara içerek başını kâğıtlardan kaldırmayan hünkâr, çok tabiidir ki dimağında mühim bir yorgunluk hissederdi. Onun için bu işlerini bitirir bitirmez, bahçede hafif bir gezinti yapar, dimağ yorgunluğunu gidermek için kendi hususi marangozhanesine girerdi.
MARANGOZHANEDE ÇALIŞIRDI
Bu marangozhane, ikametgâhının arka tarafında, büyücek bir salondan ibaretti. Fakat Avrupa’dan getirtilmiş olan en kıymetli marangoz aletleri mevcuttu. Sultan Hamid, hakikaten bir hayli sanatkârane eserler vücuda getirmişti. Ve bunların hemen hepsini de şehzadelerine, Sultanlarına, yerli ve ecnebi dostlarına hediye etmişti.
1897 Yunan Harbi başladığı zaman, Sultan Hamid pek endişeli ve heyecanlı günler geçirmişti. 93 Rus Harbinin mağlûbiyet acısını bir türlü unutamayan hünkâr, bu harpte de mağlûbiyet ihtimalini düşündükçe, artık hiçbir yerde durup oturamayacak hâle gelmişti. Fakat ordunun zafer haberleri tevâli etmeye (artmaya) başlar başlamaz artık son derecede neşelenmişti. İşini gücünü bırakıp marangozhaneye kapanarak yeni bir işe girişmişti.
Bu yeni iş, baston yapmaktan ibaretti. Padişahın, marangozhaneye kapanarak birçok bastonlar yaptığını gören ve duyan saray halkı “Allah, Allah... Efendimiz, bu kadar bastonu ne yapacak, acaba?” diye, telaşa düşmüşlerdi.
Harp, bir ay sürmeden bitmişti. Sultan Hamid, bu harpte yaralananların hemen hepsini İstanbul’a getirtmiş; muhtelif hastanelere yerleştirmişti. Yıldız sarayının karşısında geçici bir hastane yaptırarak bir kısmını da bu hastanede tedavi ettirmişti.
Bir gün, bu hastaneyi bizzat ziyaret etmişti. Yaralı nefer ve zabitlerin karyolalarını birer birer gezmişti. Bunlara ayrı ayrı iltifatlarda bulunduktan sonra, bastonla yürüyebilecek kadar iyi olanların isimlerini tespit ettirerek, marangozhanesinde, kendi eliyle yapmış olduğu bastonları, bunlara hediye olarak göndermişti…
Ziya Şakir’in yukarıdaki yazılarından Sultan Abdülhamid’in devlet ve millet işlerinde ne büyük bir hassasiyet gösterdiği ve askerlerine de ne kadar çok merhametli olduğu anlaşılıyor.
SULTAN ABDÜLHAMİD HAN'IN CESARET VE VAKÂRI
Düşmanları tarafından “korkak ve evhamlı” diye iftira edilen Abdülhamid Han, gerçekte vakur ve çok cesur idi. Aşağıdaki iki hadise onun bu hususiyetlerini açıkça göstermektedir:
Amiral Sir Henry Woods, Dolmabahçe Sarayında bir bayramlaşma esnasında meydana gelen zelzelede şahit olduğu bir hadiseyi şöyle anlatıyor:
“Ünlü İstanbul zelzelesi, böyle bir muâyede (bayramlaşma) sırasında oldu ve ben, Muâyede Salonu'nda idim. Sadrâzam ve nâzırlar tebriklerini arz etmiş, en kıdemli vezirlere sıra gelmişti ki, ortadaki muazzam avizenin zangırdadığını duydum. Baktım, diğer âvizeler de sallanıyordu. Büyük âvizeden büyük bir parça kopmuştu, teşrifat-ı umûmiyye nâzırı Vezir Münir Paşa'nın tepesine düşmek üzere idi. Zeminin, ayağımın altında gidip geldiğini hissettim.
Japonya'da ve Güney Amerika'da pek çok zelzele görmüştüm. Zelzele olduğunu hemen anladım. Sıvalar düşmeye ve pencere damları çatlamaya başladı. O anda büyük panik oldu. Sivil ve asker, Dolmabahçe Camii avlusuna açılan pencerelere koşup oradan dışarıya atlamak istiyorlar, tavanın başlarına yıkılacağından korkuyorlardı. Heyecanını gizleyen ve itidâlini kaybetmeyen tek şahıs, Sultan II. Abdülhamid idi.
Yaşlı hâriciye nâzırı Said Paşa ile birkaç kişi, Pâdişâha, salonu terk etmesi için yalvarıyorlardı. Abdülhamid Han, kulak asmadı. Tahttan kalktı. Hünkâr başimâmını çağırdı. Duâ etmesini emretti. İmâmın dâvûdî sesiyle yaptığı duâyı hiç unutamayacağım, tüylerim diken diken oldu. Duâ bitti ve zelzele de bitti. (Amiralin burada bahsettiği dua Kur’ân-ı kerim tilavetidir.)
Padişah, muâyedenin devamını emretti. Hiçbir şey olmamış gibi tebrikleri kabule başladı. Ama kısa fasılalarla yer sarsıntısı da devam ediyordu ve herkesin korkudan benzi solmuştu. Tavana yakın husûsi bölmelerdeki elçiler, korkudan ne yapacaklarını şaşırmışlar ve paniğe kapılmışlardı.”
*******************************
**RESİM ALTI
Sultan Abdülhamid ve uzun yıllar Osmanlı İmparatorluğu’nu idare ettiği Beşiktaş’taki Yıldız Sarayı…
.
Türk kültürüne vurulan büyük darbe: Uydurma Türkçe
10 Mart 2024 02:00 | Güncelleme :10 Mart 2024 01:15
A -
A +
Dr. Mehmet Can
Türkiye’nin bugün önünde duran en mühim meselelerin başında dil meselesi gelir. Lisanı paramparça edilmiş bir millet o yarayı tedavi etmeden başka hangi derdine çare bulabilir? Asırlardır değişik coğrafyalarda kendine yer edinmiş olan Türkçe bugün maalesef komada yatan bir hasta gibidir. İhata ve ifade gücü zayıflamıştır.
Hiçbir memlekette “Öz İngilizce”, “Öz Fransızca”, “Öz Almanca” ifadesini duyamaz, göremezsiniz. Biz de onlarca mana ifade eden kelime “Öz Türkçe” adı altında atılmış, yerine ne olduğu belli olmayan şeyler getirilmiştir. Edebî zengin Türkçemiz daha fazla kan kaybetmeden istikbalimiz ve ikbalimiz için yabancı ideolojilerin tasallutundan kurtarılmalıdır.
Millî kültüre bağlılığı ortadan kaldırmak emperyalistlerin her zaman ana hedefidir.
Büyük medeniyetler kurarak bütün insanlığın huzur ve asayişini temin eden Türk milleti geçmişte zelzele, sel ve çeşitli tabiat hadiseleri ile karşı karşıya kaldılar. Metanet ve vakur duruşları ile yıkılan, harap olan yerleri eskisinden daha iyi hâle getirdiler. İşte bu üstün vasıflarından dolayı isimlerini tarihin altın sayfalarına yazdırdılar.
Elbette emperyalist güçler böylesi muazzam bir milleti, yeryüzünden silmek, ayağına çelme takmak için mücadele etti. Bir fikir perişanlığı içerisine çekerek mazi ile bağları koparılmak istedi. Tarihimizin hor görülmesi, yaşayan Türkçemizin her geçen gün karanlığa gömülmesi, Türk zevkine ve ruhuna aykırı birtakım garabetlerin ortaya çıkarılması işte bu düşüncenin bir mahsulüdür.
Türkiye’ye sızan fikir cereyanları ve onların kasıtlı temsilcileri ülkemizin sınır bekçisi olan “Millî kültür”ü akamete uğratmak için var güçleri ile çalışmaktadırlar. Arşaruni isimli bir Ermeni’nin “Türk Kültür İdeolojisinin Buhranı” isimli makalesinde Özbek Türklerinin meşhur şairi Abdülhamid Çolpan’a söylediği şu sözler işin mahiyetini bütün yönleriyle ortaya koymaktadır: “Sizin millî kültürünüz kaynayan deniz dalgaları arasında yüzen bir samandır, ki yok olmaya mahkûmdur boşuna çırpınıyorsunuz...”
Bu bahtsızları rahatsız eden, Sibirya’nın güneyindeki Sayan Dağları’nda yaşayan Tuvalı ile Anadolu dağlarında yaşayan bir Türk’ün karşılaştıklarında birbirine benzer bir dil konuşması, Tanrı Dağları’ndaki bir yer ismi ile Türkiye’deki yer isimlerinin benzerlik göstermesidir.
TÜRK DİLİNİN DÜNÜ NASILDI?
Görüldüğü üzere millî kültüre bağlılığı ortadan kaldırmak emperyalistlerin her zaman ana hedefi olmuştur. Bu maksatla yaptıkları, yapacakları kötülüklerin sınırı yoktur. Türk edebiyatının önde gelen yazarlarından Ömer Seyfettin’in yazılarında bahsettiğine göre 1918-19 yıllarında Azerbaycan’dan İstanbul’a gelen tiyatro grupları çeşitli oyunlar sergilemişlerdir. İstanbullu münevverler adlarını yeni işittikleri Azerbaycanlı Türk yazarların eserlerini sahnede seyretme imkânı bulmuşlardır. Bu oyunu seyredenlerden Ömer Seyfettin Azerbaycan Türkçesi ile İstanbul Türkçesi arasında mühim sayılabilecek esaslı bir lehçe farkı olmadığını şöyle anlatmaktadır:
“Azerbaycanlıların tiyatrosuna gidenler ancak ehemmiyetsiz bir ‘şive farkı’ karşısında kalmışlardır. Hâlbuki İstanbulluların şivesine Kastamonuluların şivesi daha uzaktır. Kelimeler hemen hemen bir, cümlelerin teşkili bir. Yalnız ‘kendim’ yerine kullandıkları ‘özüm’ gibi lafız müstesna! Bu kadar ehemmiyetsiz bir fark, hatta fark bile sayılmaya değmez. ‘Ben şunu demek isteyirem ki…’ dedikleri zaman ‘Ben şunu demek istiyorum ki...’ demek istediğini hemen anlıyorsunuz.” (Ömer Seyfettin, “Lisan Bağı” Tercüman-ı Hakikat, 5 Şubat 1919.)
Yine Ömer Seyfettin o devirde diğer Türk coğrafyalarında konuşulan ve yazılan Türkçelerle İstanbul Türkçesi arasındaki farkların anlaşmayı engelleyecek boyutta olmadığını da şöyle ifade ediyor:
“Kazan, Orenburg lehçeleri biraz fazla fark gösterir. Şimalde (Kuzey) kendilerine ‘Tatar’ namı veren Türklerin lisanlarında ‘g’ler eskisi gibi durur. Fakat Anadolu, Cenubi (Güney) Kafkasya, Azerbaycan, Türkistan, Özbekistan lehçelerindeki fark manayı anlamayacak kadar değildir. Vaktiyle benim (1910’lu yılları kastediyor) İstanbul’daki gazetelerde neşrettiğim makaleleri buradaki gazeteler aynen sütunlarına naklediyorlardı. Demek oranın okurları bizim İstanbul lehçesini pek güzel anlıyorlarmış.” (Ömer Seyfettin, “Yarınki Turan Devleti” 24 Kasım 1914.)
TÜRK DİLİ ZENGİNDİR!
Afganistan’ın Herat şehrinde doğan, Türk kültüründe önemli bir yere sahip olan Ali Şir Nevai billur bir pınar gibi olan Türkçe hakkında şunları kaydediyor: “Türk dili kelime bakımından zengindir. Acemi şairler bu güçlükten yılarak kolay tarafa kaçıyorlar.”
Gençliğinde Farsça yazmış olmasına rağmen Türkçeye niçin döndüğünü ise şu şekilde ifade ediyor: “Gökteki yıldızlardan daha parlak, içine yabancı ayağı girmemiş, yabancı eli değmemiş bir gül bahçesine rastladım. Fakat bu hazinenin bekçisi olan ejderler kan dökücü idi. Güllerin dikeni de sayısızdı. Düşündüm ki tabiat sahibi kişiler bu ejderin zehri korkusundan bu hazineye girememişler. Ve gönlüme öyle geldi ki şairlerin büyükleri bu dikenlerin korkusu ile bu bahçeden bir gül bile koparamadan göçüp gitmişler.”
NEREYE BU GİDİŞ?
Bugün Türk lisanı iki büyük tehlike ile karşı karşıyadır. Birincisi başka kültürlerin baskısı altında kalmak, bir diğeri ise tabii olarak dildeki kısırlaşmadır. Can çekişen Türkçeyi, bu ana davaya sahip çıkıp onu iç ve dış düşmanların kanlı ellerinden kurtarmadıkça tarihte olduğu gibi Türk kültürünün geniş coğrafyalara yayılması imkânsız gibidir. Zira lisan ve dilin kelimeleri ait olduğu medeniyeti besleyen ve yaşatan, aynı zamanda o milletin vitrini hükmündedir.
TÜRK LİSANI KOMADA
Bugün ülkemizin önünde duran en önemli meselelerin başında dil meselesi gelir. Dili paramparça edilmiş bir millet o yarayı tedavi etmeden başka hangi derdine çare bulabilir? Asırlardır değişik coğrafyalarda kendine yer edinmiş olan Türkçe bugün maalesef komada yatan bir hasta gibidir. İhata ve ifade gücü zayıflamıştır. Koşar adımlarla kifayetsiz, iptidai bir dil olma yolunda ilerlemektedir. Evet lisan canlı bir organizma gibidir; zamanla değişir, gelişir.
Ancak 1950-60’lı yılların şiir gibi olan Türkçesi ile günümüzde konuşulan dil arasında büyük uçurumlar var. Bugün maalesef biz bu tehlikeyi göremiyor, sezemiyoruz. Düşmanlar bilmektedir ki bir memleketi topyekûn ele geçirmek için ordusunu bozmaktan, topraklarını işgal etmekten daha tesirli olan şey dilini ve dolayısıyla mazisini tahrip etmektir.
“ÖZ İNGİLİZCE”, “ÖZ ALMANCA” VAR MI?
Bugün imparatorluk dilimiz Türkçe gırtlağına ip dolanmış bir adam gibidir. Yerden yere sürükleniyor ve her parçası bir tarafta kalıp organik bütünlüğünü kaybetme bahtsızlığı ile karşı karşıya. Yeryüzünde hiçbir millet gösteremezsiniz ki ataları ile bağlarını topyekûn koparmaya hevesli olsun. Ve yine hiçbir memlekette “Öz İngilizce”, “Öz Fransızca”, “Öz Almanca” ifadesini duyamaz, göremezsiniz. Bizde onlarca mana ifade eden kelime “Öz Türkçe” adı altında atılmış, yerine ne olduğu belli olmayan şeyler getirilmiştir.
Buna birkaç misal: “Kelime-i tevhid”deki kelimeyi “sözcük”, “Kanûnî Sultan Süleyman”ın kanununu “yasa” yaptılar. Şimdi biz kalkıp “Yasalı Sultan Süleyman” mı diyeceğiz?
Yine köklü bir üniversitemizde yapılan doktora çalışmasının başlığına bakalım: “Katlıdizeylerin çokdeğişkenliliği yükseltilmiş çarpımlar üçköşegencil gösterilim yoluyla ayrıştırımı: Kavramcıl taban ve uygulayışlar.”
Nereye bu gidiş? Türk kültürüne karşı topyekûn taarruz edenler, ey soğuk illerden buz giyerek gelenler! Türk kültürü üzerinden elinizi çekin artık! Bu milletin şah damarı, varlık sebebi olan dil ile uğraşmayın. Ve yine bunları görmezden gelip, katliamı seyredenler! Bilmelisiniz ki böyle devam ederse, bundan sonra ne Fuzuli ne Yunus Emre ve ne de Necip Fazıl Kısakürek’in şiirlerini okuyup, anlayan çıkar!
BUNLARI ANLIYOR MUSUN?
1963’te Frankfurt’ta toplanan Milletlerarası Petrol Kongresi’ne Rus mühendis ve delegeleri de iştirak ederler. Türkiyeli bir talebe Cumhuriyet gazetesinin o zamanki nüshasını Azerbaycan Türklerinden bir mühendise sunarak, “Bunları anlıyor musun?” diye sorar. Mühendis gazeteyi evirir, çevirir aralarında şu ibretlik konuşma geçer:
“Pek anlamıyorum ama bir şey anladım. Bizim sekiz sene savaşarak yendiğimiz devrik cümleleri şimdi size satmaya çalışıyorlar. Siz dilin bünyesinin nereye kadar gideceğini bilmezsiniz, biz ise biliyoruz.” (Prof. Dr. Zeki Velidi Togan, Türklüğün Mukadderatı Üzerine. Yağmur Yay. 2. Bs.)
Yine Londra Üniversitesi Türkoloji hocalarından Dr. Margaret Bainbridge, Türkçenin yıkılışı hadisesini esefle mütalaa ederek fakülteye ders vermek üzere getirmek istedikleri Türk gençlerinin dillerini bilmediklerini üzüntü ile ifade ediyor.
Geçmişte Erzurum Üniversitesi’nin Türkoloji bölümünün başına Mr. Mundy isminde bir İngiliz’in, direktör yardımcılığına Zaharyadu isimli bir Yunanlı kadının getirilmesi ne kadar düşündürücü ve hazindir. (S. Ayverdi-Millî Kültür Meseleleri ve Maarif Davamız. Kubbe Altı Yay.)
Yarından tezi yok, ihtisas sahası ne olursa olsun her Türk münevverinin bu kanayan, üzerine tuz basılan yaranın tedavisi için hâl çaresi araması, kollarını sıvaması gerekir. Aksi hâlde:
Öyle bir musikiyi örten ölüm
Bir teselli bırakmaz insanda
Muhtemel görünmüyor henüz gönlüm
Çok saatler geçince hicranda
Düşülür hayale zevk alınır
Belki hâlâ o besteler çalınır
Gemiler geçmeyen bir ummanda.
Diyen Yahya Kemal’in şiirindeki; “teselli, muhtemel, hicran, umman” kelimeleri yeni nesiller tarafından ne bilinecek ne de bir mana verilebilecektir. Edebî zengin Türkçemiz daha fazla kan kaybetmeden istikbalimiz ve ikbalimiz için yabancı ideolojilerin tasallutundan kurtarılmalıdır
.
Enver Ağabey'den bir yâdigar: Duvarında ve gönlünde Türk dünyası haritası vardı
22 Nisan 2024 02:00 | Güncelleme :22 Nisan 2024 04:30
A -
A +
NUMAN AYDOĞAN ÜNAL İhlas Vakfı Türk Dünyası Koordinatörü
Türk - İslam kültürüne ve Türk dünyasına büyük bir muhabbeti olan gazetemizin kurucusu merhum Enver Ören, Sovyetler’in dağılmasından sonra 1993 yılında, muhteşem bir Türk dünyası haritası hazırlattı.
20. asır, Türk tarihinin en hazin devresidir. Bütün Türk dünyasında; Türkistan, Azerbaycan, Kırım’da; Osmanlı coğrafyasında; Bulgaristan, Yugoslavya, Romanya’da ve Rusya’daki Türk toplulukları komünizmin ezici esareti altında idi. Türkiye’de de tek parti iktidarının baskısı vardı. 1932’den 1950 yılına kadar ezan okumak, Kur’ân-ı kerim okumak yasak edilmişti. Camiler ve medreseler kapatılmıştı. Din adamı yetiştiren hiçbir mektep yoktu.
1940’lı yıllarda, Alparslan Türkeş, Zeki Veli Togan, Hüseyin Nihal Atsız, Necdet Sançar, Reha Oğuz Türkkan, Fethi Tevetoğlu, Cemal Oğuz gibi, komünizm ve faşizmle mücadele eden vatanseverler; milliyetçi, ırkçı ve Turancı gibi ithamlarla hapislere atılmış, tabutluk denilen yerlerde çeşitli işkencelere maruz kalmışlardı. 12 Eylül 1980 darbesinde de milliyetçi, antikomünist ülkücü gençler, Seyyid Ahmet Arvasî gibi mütefekkirler hapislere atılmış, çeşitli işkenceler görmüştü. Bütün bu milliyetçi ve fikir erbabının ve gençlerin tek gayesi, esir, mazlum Türklerin sesini duyurmak ve halkımızı komünist, faşist tehlikelere karşı uyarmaktı.
Ülkemiz gençliğinin, Türk dünyasından ve Türkistan’dan hiç haberi yoktu. Basında, okullarda ve derslerde de hiç bahsi geçmezdi. Bu diyarlara gidip gelmek, oralardan haber almak âdeta imkânsızdı.
1990’lı yıllara gelince Sovyet Rusya’da beklenmedik gelişmeler oldu. Sovyetler dağıldı, komünizm çöktü. Azerbaycan ve Türkistan’da müstakil Türk Cumhuriyetleri kuruldu. Ayrıca on binlerce Türk’ün yaşadığı Bulgaristan, Romanya, Yugoslavya’da da komünist, sosyalist rejimler dağıldı. Buralardaki Türkler de rahat bir nefes almaya başladı. Böylece Türk dünyası ve Türk toplulukları ülkemizin gündemine girdi.
Türk dünyası ve topluluklarına sosyal, ekonomik ve kültürel yönden hizmet etmek, Türkiye Cumhuriyeti hükûmetlerinin millî ve resmî ideolojisi hâline geldi. Bugün Türkiye’nin gayretleriyle münasebetler daha da gelişerek Türkiye, Azerbaycan, Kırgızistan, Türkmenistan, Kazakistan arasında “Türk Devletleri Teşkilatı” kuruldu. Günümüzde hamdolsun, Türk dünyası Türkleri ile Anadolu Türkleri her gün daha yakinen tanışmakta, kaynaşmakta, gönül birliği ve akrabalık kurmaktadır.
İLK TÜRK DÜNYASI HARİTASI
Türk-İslam kültürüne ve Türk dünyasına büyük bir muhabbeti olan merhum Enver Ören abi, Sovyetler’in dağılmasından sonra 1993 yılında, Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş’ın nezaretinde 1/11.000.000 ölçekli muhteşem bir Türk dünyası haritası hazırlattı. O zaman, tirajı milyona yaklaşan Türkiye gazetesinin bütün abonelerine ve okuyucularına hediye olarak verildi.
Harita, bütün Türk devlet ve topluluklarını açık ve net bir şekilde göstermesi bakımından halkımızdan büyük bir ilgi gördü. Türk dünyası haritasını çizen, Türkiye gazetesinin eski köşe yazarlarından ressam-karikatürist Muammer Erkul, bu çalışmayla ile ilgili şunları söyledi:
1993 yılı idi. Sovyetler Birliği yeni dağılmıştı. Türkiye gazetesinde çizim ve tanıtım işleri yapıyordum. Bir gün haber verdiler. Türkiye gazetesi “Türk Dünyası Haritası” hediye edecekmiş. Cağaloğlu’ndaki Türkiye gazetesi merkez binasına gittim. Her güzel yeniliği teşvik eden ve çalışanları motive eden merhum Enver Ören abi, hepimizin moral kaynağı idi. Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş da Türkiye gazetesinin o zamanlar başdanışmanı olup nazik ve kibar bir kimseydi. Merhum Enver Ören abi, bir Türk dünyası haritası hazırlanmasını ona söylemiş. Prof. Nevzat Yalçıntaş, Türk dünyasını gayet iyi, neredeyse adım adım bilirdi. Yapılacak çizim işini bana anlatarak birçok harita verdi.
Hemen işe koyuldum, gece gündüz çok uğraştım. Haritanın çizimini yaptım. O zamanlarda işler, şimdiki gibi bilgisayarda olmuyordu. Büyük ebatta bir harita çizdim, sonra haritanın filmlerini de hazırlattım. Sağ alt köşesine ismimi yazmama da izin verildi. O gün dünyanın en mutlu insanı ben oldum. Daha sonra bu haritadan milyonlarca basıldı. Gazete ile birlikte bütün abonelere ve okuyuculara dağıtıldı. Büyük bir emek ve gayretle hazırlamış olduğumuz bu ilk Türk dünyası haritası, rahmetli Enver ağabey ve Türkiye gazetesi için yüz akı olan işlerden biriydi...
HARİTANIN DETAYLARI
Haritada nüfusları yaklaşık 300 milyonu bulan Türkiye ve Türk devletleri muhtelif renklerle, Türk toplulukları ise yatay çizgilerle gösterilmiştir. Bu haritaya göre Türk devletleri toplulukları şunlardır:
TÜRK CUMHURİYETLERİ: Türkiye, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan, Kazakistan ve Doğu Türkistan (Hâlen Çin esareti altında).
Tacikistan Cumhuriyeti’nde de çok miktarda Türk yaşamaktadır.
TÜRK TOPLULUKLARI
Moskova-San Petersburg: Bu iki eyalette yerli Müslüman Tatarlar ve Türk Cumhuriyetleri ve Azerbaycan’dan gelmiş on binlerce Türk bulunmaktadır. Moskova Merkez Cami’de 260 binden fazla Müslüman, cemaatle bayram namazı kılmaktadır.
Doğu Sibirya: Altay, Tuva, Hakasya, Yakut Türkleri (Şamanist ve Hristiyan)
Ahıska Türkleri: Bütün Türkistan, Rusya ve Azerbaycan’da.
Kırım yarımadası: Kırım Müslüman Türkleri ve Karaim Türkleri (Yahudi).
Balkanlar-Rumeli: Bulgaristan, Bosna Hersek, Makedonya, Yunanistan, Romanya, Gagavuz Türkleri (Hristiyan)
Orta Doğu: Lübnan; Suriye; Lazkiye, Halep ve Humus. Irak; Kerkük, Musul, Erbil. İran; Tahran, Tebriz, Erdebil, Urumiye, Türkmen Sahra Türkleri.
Avrupa: 1960’dan itibaren çalışmak için Almanya’ya, Fransa’ya, Hollanda’ya ve Belçika’ya giden Türkler.
Ülkemizdeki insanların, Türk dünyasından hiç haberi yokken, Sovyetler dağılır dağılmaz, merhum Enver Ören abi, çok kısa zamanda böyle mükemmel bir Türk dünyası haritası hazırlatarak milyonlarca vatandaşımızın, Türk topluluk ve cumhuriyetlerini, tanımasına, sevmesine vesile oldu. Buradan da merhum Enver abinin ne kadar uzak görüşlü ve idealist bir kimse olduğu görülüyor. Ruhu şad olsun
.
27 Mayıs’ın mağdur ve mazlum Başvekili Adnan Menderes
26 Mayıs 2024 02:00 | Güncelleme :26 Mayıs 2024 00:35
A -
A +
Numan Aydoğan Ünal
İhlas Vakfı Türk Dünyası Koordinatörü
Adnan Menderes, milletine olduğu gibi, aile ve evladına da çok merhametli, şefkatli idi. Yassıada’da hapisteyken sadece elli kelimelik mektup yazmaya izin verilirdi. Bu da kontrol edilirdi. O zaman ortaokul talebesi olan oğlu Aydın’a gönderdiği mektup oldukça hüzünlüdür.
Adnan Menderes, daima güler yüzlü; nazik, zarif bir Osmanlı beyefendisi idi. Yassıada’da kendisine hakaret eden, hakir gören hâkim ve savcılara bile gösterdiği nezaket, mahkeme zabıtlarından görülebilir.
Cunta, 27 Mayıs’ı “Anayasa ve Hürriyet Bayramı” ilan etmişti.
Adnan Menderes, memleketimizin yetiştirdiği kıymetli bir devlet ve siyaset adamıdır. Gençlik yılları harplerde geçen, I. Dünya Savaş’ında Filistin’de askerlik yapan, Yunanlılarla savaşta rol oynayan ve hep siyasetin içinde yer alan Menderes, 1946’da Demokrat Parti’yi kurdu. Aynı sene “açık oy, gizli tasnif” şeklinde yapılan şaibeli seçimlerde bile partisi altmış iki milletvekili çıkarmayı başardı. İlk serbest genel seçimlerin yapıldığı 1950 yılında toplam oyların %53’ünü alarak Demokrat Parti kazanınca Menderes de Başvekil oldu.
Türk halkı kendisini çok sevdi, hizmetlerini takdir etti. İktidarı zamanında ülkemizde ekonomik ve sosyal yönden çok mühim gelişmeler görüldü. Halkın refah seviyesi yükseldi, huzura kavuştu. Ne yazık ki, 27 Mayıs 1960’ta meşum askerî bir darbe ile Demokrat Parti iktidarı devrildi. Adnan Menderes tutuklanıp pek çok zulüm, işkence ve hakaret gördü. Daha sonra Yassıada’da adalet ve hukuk dışı uydurma bir mahkeme tarafından yargılanarak; Hariciye Vekili Fatin Rüştü Zorlu, Maliye Vekili Hasan Polatkan ile birlikte idama mahkûm edildi. Bu darbe ve yargılamalar Türk hukuk tarihine kara bir leke olarak geçti.
İNÖNÜ HEYKELİNE BAK!
Biz de o sıralar Erzincan sivil lisesinde son sınıfta talebe idik. 27 Mayıs sabahı sınıf arkadaşımla okula giderken ihtilali duyduk. Çok müteessir olduk, endişelendik. Sebep ve neticesinin ne olacağını merak ediyorduk. Okulumuzun tam karşısında, yüksek bir platform üzerinde, İsmet İnönü’nün dev bir heykeli vardı. Demokrat Parti zamanında çok bakımsızdı; üstüne başına kuşlar konar kalkardı. Oradan geçerken, arkadaşım aniden bana dönerek “Heykele bak, heykele!.. Mesele anlaşıldı. İhtilali İnönü yaptırmış!” dedi. Darbe olur olmaz, sabah erkenden yüksek bir iskele kurmuşlar, heykeli yıkayıp kuş pisliklerini temizliyorlardı. İhtilali yapan askerdi. Fakat tahrik ve teşvik eden basındı. Gazeteler her gün pek çok yalan, iftira haberlerle halkımızın huzurunu bozdular. Askerimizi, gençlerimizi, devletine düşman ettiler. İhtilalden sonra şehirlerin ana caddeleri üzerine ‘‘Vatandaş okuduğun gazeteyi buraya at!’’ yazılı büyük kutular koydular. Toplanan gazeteleri köylere gönderiyorlardı. Çünkü köylülerin ekseriyeti Demokrat Parti’yi tutar, Adnan Menderes’i çok severlerdi. Gazete propagandasıyla bu sevgiyi yok etmeye çalışıyorlardı.
HAYIRLI HER İŞE HAYIR!
O zaman bizler de sınıfta her gün DP-CHP münakaşası yapardık. Memur ve subay çocuklarının hemen hepsi İnönü’yü desteklerdi. Biz de birkaç arkadaşla Adnan Menderes’i savunurduk. Münakaşa konularından birisi, İstanbul’da yeni açılan ‘‘Vatan ve Millet’’ caddeleriydi. Halk Partisi’ni tutanlar “İstanbul mahvoldu, perişan oldu, şehri yıktılar, harap ettiler, bu yollara ne lüzum var; tayyare mi inecek!” diyorlardı. Biz ise İstanbul’u hiç görmediğimiz, bilmediğimiz hâlde, bu caddelerin kıymetini, önemini anlatmaya çalışıyorduk.
Bir diğer münakaşa konusu ise şeker fabrikalarıydı: Adnan Menderes’in iktidar olduğu 1951-1956 yılları arasında Adapazarı, Amasya, Konya, Kütahya, Burdur, Susurluk, Kayseri, Erzincan, Erzurum, Elâzığ ve Malatya’da şeker fabrikaları yapıldı. Bu fabrikaların kurulması, pancar yetiştiren çiftçiye gelir, halkımıza da önemli istihdam imkânı sağladı. Halk partililer “Bu kadar şeker fabrikasına ne lüzum var? Şekeri denize mi dökeceğiz!” derlerdi. Hâlbuki CHP iktidarı devrinde halkımızın şeker bulamayıp dut kurusu, kuru üzüm ile çay içtiği çok söylenirdi.
EĞİTİMDE TARİHÎ BİR HİZMET
Menderes, 1950’de iktidara geldiğinde Türkiye ekonomik, teknik ve sosyal bakımdan en geri kalmış bir Afrika ülkesinden farksızdı. Yol, su, elektrik yoktu. Halk mutsuz, sağlıksız ve fakirdi. Bu şartlar altında Doğu Anadolu’da mükemmel bir üniversite kurabilmek kolay bir iş değildi. Vatan ve millet aşkıyla yanan Adnan Menderes, 31 Nisan 1957’de Meclis’ten 6990 Sayılı Kanun’la Erzurum’da bir üniversite kurulması kararını çıkarttı. Daha sonra ismine ‘‘Atatürk Üniversitesi’’ denildi. Aynı senenin 25 Temmuz günü Cumhurbaşkanı Celal Bayar’la birlikte Erzurumluların coşkun sevgi gösterileri arasında üniversitenin temelini attılar. 1958-1959 eğitim yılında da Şair Nefi Ortaokulu’nda, Fen-Edebiyat ve Ziraat Fakültelerinde öğrenim başladı. 1963 yılında da kampüste yeni yapılan ilk binalara geçildi. 1964 yılında biz de burada Ziraat Fakültesi’nden mezun olduk.
AKADEMİK VE MALİ DESTEK
Üniversitenin açılış yıllarında özellikle Ziraat Fakültesi için akademik personel bulmak zor olabilirdi. Adnan Menderes, ABD’nin orta kesiminde bulunan ve Erzurum gibi kara iklimine sahip ‘‘Nebraska Üniversitesi’’ ile bir ‘‘İş Birliği Anlaşması’’ yaptırdı. Buradan önemli ölçüde akademik ve mali yardım alınmasını sağladı. Ziraat Fakültesindeki bir kısım hocalarımız Nebraska Üniversitesi’nden geliyordu. Çok kaliteli akademisyenlerdi. Kendilerinden çok istifade ettik. Prof. Fensky, Prof. Carter, Prof. Aleksandr isimli hocaları hatırlıyorum. Üniversitede Ziraat ve Fen-Edebiyat dekanlıklarından başka bir de “Nebraska” grubu dekanlığı vardı.
Bugün Atatürk Üniversitesi, ülkemizin en büyük, en modern ve en planlı kampüsüne sahiptir. Öyle ki, Erzurum merkezinin yarısı şehir, diğer yarısı üniversite kampüsüdür. 23 Fakültesi, yaklaşık 2.800 akademik personeli, 60 bin kayıtlı öğrencisiyle, Ülkemizin en başarılı üniversitelerinden birisidir. 300 bin civarında mezun vermiştir, bunun 7 bin kadarı tıp doktorudur. Yeni açılan üniversitelerimize de akademik kaynak sağlamıştır. Günümüzde Anadolu’da pek çok üniversitede, Erzurum’da yetişmiş akademisyenler mevcuttur.
MÜKEMMEL BİR HATİPTİ
Adnan Menderes, daima güler yüzlü; nazik, zarif bir Osmanlı beyefendisi idi. Yassıada’da kendisine hakaret eden, hakir gören hâkim ve savcılara bile gösterdiği nezaket, mahkeme zabıtlarından görülebilir. Mükemmel bir hatip idi. Türkçeyi çok güzel kullanırdı. Akıcı bir üslubu vardı. Öz Türkçe denilen uydurma lisana karşıydı. 27 Mayısçıların idareyi ele alır almaz, ilk yaptıkları işlerden biri de dili bozmak oldu. Terminolojiyi, kelimeleri değiştirmeye başladılar. Mesela “İcra Vekili Heyeti-Bakanlar Kurulu”, “Erkanı Harbiye Riyaseti-Genelkurmay Başkanlığı”, “Temyiz Mahkemesi-Yargıtay”, “Divan-ı Muhasebat-Sayıştay…” bunlardan bazılarıdır.
Adnan Menderes, seçimi kazanınca TBMM’de milletvekillerine şöyle hitap etti:
“9. Büyük Millet Meclisinin muhterem azaları;
Tarihimizde ilk defadır ki yüksek heyetiniz millî iradenin tam ve serbest tecellisi neticesinde millet mukadderatına hâkim olmak mevkiine gelmiş bulunuyor. Türk milletinin hakiki mümessilleri olan sizleri selamlamakla derin bir gurur ve iftihar duymaktayız.
Demokrat Parti’nin gayritabii siyasi şartlar içinde devam eden beş yıllık çetin mücadeleleri, 14 Mayıs seçimleriyle en muvaffakiyetli suretle sona ermiş ve artık memleketimizde normal siyasi hayat başlamıştır. Şüphe yok ki; 14 Mayıs bir devre son veren ve yeni bir devir açan müstesna ehemmiyette tarihî bir gün olarak daima anılacaktır. Bu tarihî gün hatırasını, yalnız partimizin değil, Türk demokrasisinin bir zafer günü olarak yâd ediyoruz.”
MÜŞFİK BİR BABAYDI
Adnan Menderes, milletine olduğu gibi, aile ve evladına da çok merhametli, şefkatli idi. Yassıada’da hapisteyken sadece elli kelimelik mektup yazmaya izin verilirdi. Bu da kontrol edilirdi. O zaman ortaokul talebesi olan oğlu Aydın’a gönderdiği mektup şöyleydi:
“Aydın’ım,
Ara sıra mektuplarını alıyor, pek seviniyorum. Ben de işte doğrudan yazıyorum. Annene yazdıklarımı kim bilir kaç defa okuyorsundur. Metin, sabırlı ol. Derslerine çalış. Sınıfta sakın kalmayasın. Seni, sizleri ne kadar özlediğimi bilemezsin. Annenin mektupları bana şifa. Sen de arada yaz. Seni ne kadar sevdiğimi bilirsin. İşte o sevgi ile seni kucaklar, binlerce öperim, gözümün nuru evladım.” (04.08.1960)
Merhum Adnan Menderes diğer oğlu Yüksel Menderes’e yazdığı vasiyetinde de şunları kaydediyordu: “Allah’ımdan vasiyetimin sana ulaşmasını niyaz ediyorum. Beşerî zaaflılarım dışında benim suçlu olduğuma katiyen inanmayınız. Ümidinizi hiçbir zaman kaybetmeyiniz. Bütün bu olanlardan sonra benim mefkûrem olan millet ve vatana hizmetten asla vazgeçmeyiniz. Ruhumla sizin yanınızda olacağım. Sizi şefkatle anıyorum. Ben hakkımı helal ediyorum. Siz de helal ediniz.” Görülüyor ki, bütün bu olanlara rağmen Adnan Menderes davasından, idealinden vazgeçmiyor.
ZEYBEĞİMİ VURDULAR!
Ancak Menderes, 17 Eylül 1961 günü idam edildi ve İmralı Adası’nda diğer iki arkadaşının yanına defnedildi.
Şair Necip Fazıl Kısakürek de Menderes’in ardından şu mısralarla başlayan “Zeybeğin Ölümü” adlı bir şiir kaleme aldı:
“Zeybeğimi birkaç kızan, vurdular
Çukurda üstüne taş doldurdular
Ya bir de kalkarsa diye kurdular
Zeybeğim Zeybeğim ne oldu sana
Allah deyip şöyle bir doğrulsana!
…”
UYDURMA BAYRAM
Menderes’e karşı ihtilal yapan cunta, daha sonra 27 Mayıs’ı “Anayasa ve Hürriyet Bayramı” ilan etti. Halkımızın hiç itibar etmediği bu uydurma bayram, 1963’ten 1980’li yıllara kadar devam etti, Kenan Evren tarafından kaldırıldı. Bugün 27 Mayıs’ı yapanların milletimiz-devletimiz ve kanun-hukuk nezdinde hiçbir itibarları yoktur. Ama halkımızın gönlünde taht kuran Adnan Menderes’in ismi pek çok şehrimizde üniversite, havalimanı, cadde ve bulvarlarda yaşamaktadır. Yarın onun darbeye maruz kaldığı 27 Mayıs’ın yıl dönümü. Bu vesileyle mazlum Adnan Menderes’i rahmetle yâd ediyoruz. Ruhu şad olsun
.
İhmal edilen millî kültür meselemiz
23 Haziran 2024 02:00 | Güncelleme :23 Haziran 2024 02:05
A -
A +
Dr. Mehmet Can
Türkiye’nin maddi kalkınma için büyük gayret gösterdiği inkâr edilemez. Ne var ki kültür meselesinin yıllardır ihmal edildiği her platformda dile getirilmektedir. Burada sorulması gereken esas soru şudur: Asırlardır bütün insanlığa merhem olan millî ve manevi kültürümüz, niçin ve nasıl ihmal edilir? Buna kim engel oluyor?
Bugün bizde bir lise talebesi kendi millî kültür meselelerini yakinen bilmez. Öğrenciler Batılıların kurduğu devletleri, Antik Çağ’da yaşamış olan milletleri en ince teferruatına varıncaya kadar bilmeye mecbur tutulur ama ne hikmetse değerlerimiz okullarımızda hakkıyla okutulup öğretilmez.
Stalin’in şu sözü meşhurdur: “Bana mektepleri verin, size komünizmi ebediyen garanti edeyim.”
Asırlarca insanlığın hayran kaldığı, ilim ve fikir adamlarının hayat bulduğu, endişelerin yerini huzurun doldurduğu Türkiye; iktisadi, teknoloji ve sağlık sahalarında takdire şayan ilerlemeler katetmektedir. Bu gelişmeler bilhassa garip, mağdur ve mazlum İslam âleminde, gönül coğrafyamızda büyük bir umutla takip edilmektedir.
Bunu hazmedemeyen, geçmişte merhametli Türklerin şefkat kanatları altında huzur bulan zavallılar, bu teşebbüslere engel olmak için hâl çareleri aramakta, cemiyetin gündemini malayani şeylerle tıka basa doldurularak toplum mühendislerinin esareti altına itmeye çalışmaktadır.
EMPERYALİSTLERİ RAHATSIZ EDEN ŞEY NEDİR?
Tarihe baktığımızda Orta Çağ’ın en büyük seyyahlarından, 1304’te vefat eden Faslı İbn Battûta “Seyahatname” isimli meşhur eserinde özetle şunları söylüyor: “Türkler iyi karakterli, kuvvetli ve cesur insanlardır. Hırsızlıkla ilgili cezaları çok ağırdır. Öyle ki hayvanları bile bekçisiz, çobansız otlayabilmektedir. Ben dünyada Türkler gibi ahlaklı, merhametli, gariplere karşı şefkatli cömert bir halk görmedim…”
Yine Fransız Şarkiyatçı Abdolonyme Ubicini “La Turquie Actuelle” (Bugünkü Türkiye) adlı eserinde; “Ne gariptir, ben İslam memleketlerini gezdim. Barbar dediğimiz Müslüman Türklerin şehirlerinde ne kaba kuvvet ne de cinayet gördüm. Herkesin hakkına saygı gösteriyorlar. Gariplere yardımcı oluyorlar. Büyük küçük, Hıristiyan, Yahudi veya Müslüman, hatta imansız, müşrik olsun aynı adaleti ve merhameti buluyor” demektedir.
ASLAN ZİNCİRE VURULUYOR!
Dünyaca meşhur Romancı ve Yazar Calaude Farrare de şunları kaydediyor: “Büyük Türklerin karşısında titremiş olan Avrupa, 18. asırdan itibaren intikamını almaya başladı ve Türkleri her fırsatta küçük düşürmekten geri durmadı. Bu sivri bir bıçaktır ki, milletlerin içine kadar işler…”
Binaenaleyh herkesin açıkça bilmesi, acil tedbir alması gereken bir gerçek vardır ki, oda bizim için ölüm kalım meselesidir. “Bugün milletimiz hakkıyla; tarihini, dilini, dinini bilmiyor; yüksek idealli bir nesil teşekkül ettiremiyor. Dolayısıyla gençliğin gündemi boş şeylerle tıka basa dolduruluyor.”
ÜMİT TÜRKİYE!
İlahiyat Profesörü Ramazan Ayvallı hoca Mısır’da, üniversitede ders verdiği yıllarda bir müderrise “İslam âleminin hazin hâli ne olacak?” diye soruyor, o da şu cevabı veriyor: “El emel fi Turkia, el emel fi Turkia” yani “Ümit Türkiye, ümit Türkiye.”
Büyük İslam âlimi H. Hilmi Işık Efendi de bir şiirinde şu mısralara yer veriyor: “Uyan sevdiğim gençlik, bütün ümmîdler sende,
Uyan ey Anadolu, ey azîzler diyârı!
Asr-ı se’âdetdeki adâlet, yeryüzünde,
Yeniden te’sîs olsun, gelsin İslam baharı.
Ceddinin torunusun o kan damarındadır,
İstersen neler olur, rûhları yanındadır.
Resûlullahın aşkı, kalbinde, kanındadır.
O senden yüz çevirmez, ara hakiki yârı!..”
İNSAN KALKINDIRILMAZSA…
Bu hususu Sâmiha Ayverdi şöyle ifade etmektedir: “Fabrika, baraj, köprü, su tesisleri, santraller, muhakkak ki siyasi bir iktidarın takdire lâyık gayret ve himmet eserleridir. Fakat asıl gayret ve himmet isteyen insandır. Onu kalkındırmadan, kafasını da ruhunu da kontrollü, düzenli ve şuurlu bir seviyeye getirmeden yapılan her maddi hamle, akamete uğramaya mahkûmdur.”
Türkiye’nin maddi kalkınma için büyük gayret gösterdiği inkâr edilemez. Ne var ki kültür meselesinin yıllardır ihmal edildiği her platformda dile getirilmektedir. Burada sorulması gereken esas soru şudur: Yüz yıllardır bütün insanlığa merhem olan millî ve manevi kültürümüz neden ve nasıl ihmal edilir? Buna kim engel oluyor?
TÜRKİYE’NİN BÜYÜMESİNİ İSTEMEYENLER…
Filhakika millî kültüre düşmanlık edip Türkiye’nin büyümesini istemeyenler cemiyetimizi, tarihinden, edebiyatından, gelenek ve göreneklerinden uzaklaştırarak sığ, dar ve gerçeklikten uzak bir atmosfer içerisine sokmaya çalışmaktadır. Milletin varlığını ağaca benzetecek olursak ağacın kökü tarihi, gövdesi milleti, dalları genç nesiller, yaprakları kültürü, meyveleri de medeniyeti temsil eder. Kök, bunların hepsini besleyen aslî unsurdur. Ağacın kökü kurutulur ise gerisinin ne önemi kalır?..
MAZİLERİNE SARILDILAR
Almaya iki büyük cihan harbinde iki defa başarısızlığa uğradı. Fakat köklerine sarılmak suretiyle kendini toparladı, kurtuldu. Bugün dünya ekonomi ölçeğinde Çin’den sonra üçüncü sırada yer almaktadır. Biz ise Süleymaniye, Sultanahmet gibi sanat şaheserimizi, bütün insanlığa mâl olmuş ilim ve fikir adamlarımızı görmeyen göz, hissetmeyen gönülle uçurumun ucuna doğru itilmesine göz yumuyoruz. Kurtuluş yolunu idrak eden Almanlar da bir zamanlar aynı dalalet içerisindeydiler. Fakat gün oldu mazi hazinelerini keşfetti. İlerleme güçlerinin kaynağını buradan aldı.
Yine II. Dünya Savaşı’nda mağlup olarak teslim olma mecburiyetinde kalan Japonların lideri Hirohito’nun halkına son konuşmasına bir bakalım:
“Bugün imparatorluğumuzun içerisinde bulunduğu ağır vaziyeti gördükten sonra savaş meydanlarında şehit olan halkımızın durumunu düşünmek, onların üzüntülü ailelerinin hâli yüreğimizi acıtıyor. Milletimizin maruz kalacağı sıkıntı elbette büyük olacaktır. Ancak gelecek nesiller için buna mecburuz. Bütün gücünüzü istikbal için birleştirmeye gayret edin. Aksi hâlde Japon milleti çökmekle kalmayacak, tarihten silinecektir…”
Nitekim Japonya hızlı bir şekilde toparlanmayı başardı. GSYH bakımından ekonomik olarak ABD, Çin ve Almanya’dan sonra dördüncü, OECD tarafından koordine edilen PİSA (Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı) verilerine göre 15 yaşındaki Japonlar bilgi, kültür ve beceri sıralamasında dünyada üçüncü sırada yer almaktadır.
O HÂLDE NE YAPMALIDIR?
Dünyanın her tarafında eğitimin yegâne gayesi iyi vatandaşlar, cemiyete faydalı fertler yetiştirmektir. Bunların temeli de hiç şüphesiz bilumum kültür faaliyetleri ve bunlarla ilgili her türlü müesseseleri aynı maksat etrafında toplamaktır. Memleketin istikbale uzanması ancak genç nesilleri yetiştirmekle mümkündür. İşte bu maksatla Millî Eğitim Bakanlığı’mız her yıl milyonlarca lira harcamaktadır. Çünkü toplumun değişik alanlarında çalışan; doktor, öğretmen, hâkim, mühendis gibi çeşitli meslek grupları millî eğitimin çarkından geçmektedir.
Toplumların ruhi derinliğini okulların teşekkül ettirdiği düşünülürse; ilk, orta ve lise kitaplarımız gözden geçirilirse nasıl bir insan yetiştirildiği ortaya çıkar.
Binaenaleyh Sovyet Rusya lideri Stalin’in şu sözü meşhurdur: “Bana mektepleri verin, size komünizmi ebediyen garanti edeyim.”
BUGÜN BİZDE BİR LİSE TALEBESİ!..
Bugün bizde bir lise talebesi kendi millî kültür meselelerini yakinen bilmez. Ancak Batılılar veya Rusların kurduğu devletleri, Antik Çağ’da yaşamış olan: Fenike, İskitler, Asur, Babil, Medler, Persler, Sümerler en ince teferruatına varıncaya kadar bilmeye mecbur tutulmaktadır. Ne hikmetse Türk İmparatoru Tuğrul Bey’in Bağdat Seferi, Babür Şah’ın Hint ordusunu mağlup ederek kazandığı zafer, bütün insanlığa faydası olan Müslüman bilim adamları ve büyük sosyologlarımızdan Seyyid Ahmet Arvasi gibi değerlerimiz okullarımızda, ders kitaplarında hakkıyla okutulup öğretilmez.
MİLLÎ EĞİTİME BÜYÜK GÖREV DÜŞMEKTEDİR
Milli eğitim sadece bakanlık müesseselerinden ibaret olmadığına göre tiyatrolar, filmler, hususi yayınlar, çocuk edebiyatı, radyo ve TV gibi mecralarda dünyadaki medeni milletlerde olduğu gibi gerçekten Türk millî kültürünü yaymaya, zenginleştirmeye dahası bütünlüğümüzü muhafazaya, halkı vatanperver olmaya teşvik etmek acaba kimin görevidir? O hâlde bu soruya herkesin bir cevap araması, hâl çaresi bulması gerekmektedir.
YARINDAN TEZİ YOK…
Bu maksatla yarından tezi yok ilk, orta ve lise hocalarından başlayarak millî şuur aşılayacak faaliyetler tertip edilmelidir. Gençliğin alaka ve enerjisini üstüne çekecek bir uğraş bularak onu tarihteki büyüklüğünün farkına vardırarak; milletlerarası arenada ses getirecek kadrolar yetiştirmelidir. Bunu yaparken de düşmanın bizi çökertmek için ortaya koyduğu silahları, millî hasletleri tezyif eden, küçük düşüren kasıtlı elleri gözler önüne serilmelidir…
Bu itibarla kültür alanındaki inkişaf her şeyden evvel bir “millî” eğitim politikası ile mümkündür. Türkiye’nin maddi ve manevi, sosyal, kültürel, içtimai ve iktisadi alanda yükselmesi ancak doğru, kendine has bir eğitim politikası ve çalışmaları doğrultusunda olabilir. Aksini düşünmek hayalperestliktir.
Dış güçler tarafından ülkemizin her yıl biraz daha zor duruma düşürülmek istendiği herkesin malumudur. Bunun önünde duran asıl tehlike ise yıllardır süregelen yanlış kültür politikamızın bir an önce düzeltilmesi, acil tedbirler alınmasıdır. Millî kültürümüzün gelişmesi ancak bu şekilde mümkün olacaktır. Aksi hâlde yapılan bunca masraf, mali fedakârlıklar hiçbir zaman fayda vermeyecektir.
“Biz ki çağlara mühür vuran nesillerdeniz/İstanbul'da sur söyler, Çanakkale'de deniz/Ne madalya ne ünvan ne hesap, sırf Allah'ındır.../Sırtına dünya konsa, şikâyet yok Bahadır/Anadolu tetikte, Anadolu ayakta/Diriler kahkahada, ölüler ağlamakta/Denilirse inanma; “Daha dur, az daha dur”/Kaybedecek ânın yok, zaman hızlı bahadır!..” Yoksa yarın geç olabilir…
.
Ortak alfabe meselesi ve Osmanlı Türkçesi
29 Eylül 2024 02:00 | Güncelleme :29 Eylül 2024 08:10
A -
A +
Mehmet Kenan Dokumacı
mkdokumaci@gmail.com
Türk devletlerinin ortak alfabe olarak Latin harfleri üzerinde çalışmaları, netice vermesi zor bir yol gibi görünüyor. “Bütün Türkler bizim kullandığımız Latin alfabesini kabul etsin” dense de alfabede birçok sesin karşılığı bulunmadığı için genel kabul görmekten uzak kalıyor. Kullandığımız Latin alfabesinde, Osmanlı Türkçesinde bulunan tam on bir sessiz harfin karşılığı yer almıyor.
Osmanlı Türkçesi alfabesi, bütün Türkler arasında en azından resmî alfabelerinin yanı sıra ortak bir alfabe olarak kabul edilip müşterek kültür mirasımızı teşkil eden eski eserler tekrar yaygınlaştırılabilir.
Bir milletin alfabesi, hangi kültüre ait olduğunu gösteren bir bayrak gibidir.
Türk ülkelerinin ortak bir alfabeye sahip olmaları son bir asırdır arzu edilmekte, bu yolda bir ilerleme sağlanması için samimi talep oluşmakta ama her seferinde bu isteğin fiiliyata geçmesi bir türlü mümkün olmamaktadır. Türkçe konuşan ülkelerin bir alfabe birliğine gitmeleri, milliyetçi aydınlarımız arasında hep gündemde kalan bir mesele olmuştur.
Ancak Osmanlı Türkçesini kullandığımız devirde böyle bir mesele yoktu. Kullandığımız alfabe, bütün Türk dünyası için de ortak alfabe idi. Şimdi Türk cumhuriyetleri peyderpey Latin alfabesine geçiyor. Fakat alfabe birliği yine de sağlanamıyor. Zira her ülke kendine göre diğerlerinde olmayan harfleri, alfabelerine alıyor; bazı harfleri de farklı sesler için kullanıyor.
Türk devletlerinin ortak alfabe olarak Latin harfleri üzerinde çalışmaları, netice vermesi zor bir yol gibi görünüyor. Zira hiçbiri kendi kültür alfabelerini, kabul etmiş oldukları Latin alfabelerine tam olarak çevirmiş değildir.
9-11 Eylül 2024 tarihlerinde Bakü’de, üzerinde anlaşılan, yine Latin esaslı 34 harfli “Ortak Türk Alfabesi”, TDK Başkanı’nın ifadesine göre, bir “çerçeve alfabe” vasfında. Yani belki hiçbir ülke tarafından aynen kullanılmayacak. Fakat ülkeler, alfabelerine alacakları harfleri bu çerçeve alfabeden seçecekler. Demek ki, yine alfabe birliği tam manasıyla sağlanamayacak. Zaten her ülkenin kendi statükosu, bu çerçeve alfabeyi aynen kullanmaya bir mukavemet gösterecektir. En büyük mukavemet de Latin harflerini en önce kullanmaya başlayan ülkelerde ortaya çıkacaktır. İdeolojik mukavemetleri bir yana bırakalım, elde bu kadar basılı eser bulunurken bütün bunları yeni çerçeve alfabe ile basmak veya basmayıp ikisinin birden kullanılmasının ortaya çıkaracağı kargaşayı tahmin etmek bile zor!
Türkiye olarak, bütün Türkler bizim kullandığımız alfabeyi kabul etsin dense de birçok sesin karşılığı bulunmadığı için genel kabul görmekten uzak kalıyor. Zira bugün kullandığımız Latin alfabesinde, Osmanlı Türkçesinde bulunan tam on bir sessiz harfin karşılığı bulunmuyor.
ALFABE EDEBİYATI İFADEDE YETERSİZ KALIYOR
Kullandığımız alfabe, edebiyatımızı ifadede yetersiz kalıyor. Türkiye’de kullanılan Latin alfabesinin büyük bir eksikliği; sad, dad, zâl, zı, kaf, tı, ayn, se, sağır kef (kâf-ı nûnî), ha ve hı harflerini kaybetmiş olmamız.
Bu ne ma’nâya geliyor, birkaç misalle görelim:
Hâtıb (ha ve tı ile): Odun toplayan, oduncu
Hâtıb (hı ve tı ile): Hitâb eden
Hatîb (hı ve tı ile): Hutbe okuyan, güzel ve düzgün konuşan
Kesif (kef ve peltek se ile): Yoğun
Kesif (kef ve sin ile): Kirli, bulanık
Hasret (ha ve sin ile): Ayrı kalmak, kavuşamamak
Hasret (hı ve sin ile): Zarara, ziyana uğramak
Hasr etmek (ha ve sad ile): Mahsus kılmak, vakfetmek
Bu kelimeler karıştırıldığı için, bir müddet sonra kullanılamaz oluyor. Kullanılınca da ayırt edilemiyor. Eski telaffuzları kulaktan öğrenenler, bir müddet daha bu kelimeleri kullanır. Ancak aradan yüz sene geçince ne telaffuz kalır ne dil! Hâlihazırda lisanımız bu vaziyette...
Yukarıdaki kelimeler Arapça diyebilirsiniz. Bir de Türkçe kelimeler arasındaki karışıklıktan misâl verelim:
Bin (kâf-i nûnî ile): Bin sayısı
Bin (nun ile): Üzerine çıkmaktan emir
Bu kâf-i nûnî, ne Arapçada ne de Farsçada var. Türkçeye mahsus bir harf iken, o da Latin esaslı alfabede yer bulamamış.
Ayrıca günümüzde yapılan birçok hata da yine kullanmakta olduğumuz alfabeden kaynaklanıyor. Birkaç misal de bunun için verelim…
İnsan ismi olan “Âdem” kelimesindeki uzatma işareti çoğu zaman ihmâl ediliyor ve yokluk manasına gelen “adem” ile karıştırılıyor. Hâlbuki Âdem kelimesi medli elif ile, adem kelimesi ise ayn ile yazılır. Dünya Müslümanları, bunu ‘Adam’ diye yazıyor. Biz de “Âdem”i Adam diye okuyoruz. Zamanında Endonezya Dışişleri Bakanı Âdem Mâlik’in ismini Adam Mâlik diye senelerce telaffuz edip durduk; hem de devlet radyo ve televizyonundan.
Peltek se ile yazılan “sevâb” kelimesi, ecir, iyi işlere verilen karşılık demek iken, bunun “savab” diye telaffuz edilmesi yine çok yapılan bir hatadır. Hâlbuki “savab” sad ile yazılır ve “doğru, haklı” manalarına gelir ve “hata”nın zıt anlamlısıdır.
HARFLER ATILINCA…
33 harfli alfabemizden 11 harf atılmış. Yani tam üçte biri. Harflerdeki bu azalma, kelime haznesine de aks etmez mi?
Şimdi İngilizceden ve Japoncadan üçte bir harf atılsa, o çok öğünülen kelime hazneleri ne olur? Veya şöyle düşünelim. Bugün kullandığımız alfabeden yaklaşık üçte birini, yani 9 harf atsak ne yaparız? Ortada dil diye bir şey kalır mı?
“Peki, çare ne?” diyeceksiniz. Çare, en azından Osmanlı Türkçesi alfabesinin, bütün Türkler arasında, resmî alfabelerinin yanı sıra ortak bir alfabe olarak kabul edilip bu alfabe ile yazılan ve müşterek kültür mirasımızı teşkil eden eserlerin tekrar yaygınlaştırılması olabilir.
Osmanlı Türkçesi alfabesi, bütün Türk Dünyası için resmî olmasa da bir “Ortak Kültür Alfabesi” olarak kabul edilse, faydalı olmaz mı? Vakit daha geç olmadan bu alternatif yol değerlendirilmeli ve her ülkenin mevzuatında, buna mâni hükümler varsa, bir an evvel kaldırılmalıdır. Her şeyi devletten bekleme alışkanlığı da bırakılıp bu hususta sivil toplum kuruluşları da inisiyatif almalıdır.
ALFABE BİR KÜLTÜR İŞARETİ
Alfabe, evvelemirde bir kültür işaretidir. Bir milletin alfabesi, hangi kültüre ait olduğunu gösteren bir bayrak gibidir. Kiril alfabesi deyince hemen hatırımıza Ruslar, Latin alfabesi deyince Hristiyan Batı dünyası, Arap alfabesi deyince de Müslümanlar gelir.
Alfabe, ait olduğu kültürü, yeni nesillerin beynine âdeta kazıyarak yerleştirir. Kur’ân-ı kerîm talebeleri eğer başka bir alfabe öğrenmeden bu işe başlamışlarsa, küçük yaşta aldıkları bu altyapıyı, ömür boyu unutamazlar. Belki de onun için toplumda, hangi alfabeyi önce öğretmeli tartışması devam ede gelmektedir.
LATİN ALFABESİNE GEÇME MODASI
Osmanlı Devleti’nin yıkılmasından sonra bütün dünyadaki Müslümanlar, Arap alfabesinden Latin alfabesine geçmek modasıyla karşı karşıya kaldılar. Ülkeler, farklı zamanlarda, farklı metotlarla bu safhayı yaşadı. Bazı ülkelerde iki alfabe aynı anda kullanılırken bazı ülkelerde Arap alfabesi yasaklandı. Hatta bazılarında mevcut eserler toplatılıp imha edilerek milletin geçmişle bağlantısının koparılması gibi uygulamalar da görüldü.
Arapça, bütün insanlığa, Rabbimizin son kitabının lisanıdır. Ona “yabancı” demek, geçmişimize hakarettir. Arapça ve Farsça, ana dilimiz olmasa da bizim kültür dillerimizdir. Batı kültürünün tesirinde kalanlar Latinceye özeniyor ve hiç yadırganmıyor. Biz de kültürümüze sahip çıkmalı değil miyiz?
“Arap alfabesi, Türkçeyi tam ifade etmiyor” diyenler var. Farsçada g, p, ç, j harfleri için ilaveler yapılmış. Türkçede, Farsçaya ilave olarak “sağır kef (kâf-ı nûnî)” kullanılmış. Urducada, Uygurcada başka ilaveler var. İstenirse yeni ilaveler yapılabilir. Latin alfabesi de her dilde, ilavelerle kullanılıyor. Osmanlı, gerektiği kadar ilavelerle bu harfleri kullanmış. Dünyanın bütün dilleri için de kullanılabilir. Doğu Türkistan Uygur Türklerinin 20. asırda kabul ettikleri yeni alfabelerinde ince ve kalın sesliler dâhil en ince teferruatına kadar bütün harfler var. Günlük yazışmalarda bu kadar teferruata ihtiyaç olmasa da gerektiğinde her türlü sesin, Arap alfabesiyle de ifade edilebileceğinin bir numunesi olarak görülebilir.
“ALJAMIEDO” DEVRİ
Dünya hep bugünkü gibi değildi. Bir zamanlar, Avrupa dilleri de Arap harfleri ile yazılırdı. Bu metinlere “Aljamiedo” ismi veriliyor. Arapçanın, ilim dili ve üst kültür tanındığı devirler…
Osmanlı Türkçesi, istenirse, harekesiz olarak, büyük bir süratle yazılabilir. Bu tarz yazı, steno yerine geçer. Harekeler konur ve daha detaylı yazılırsa, istenen hassasiyet sağlanır. Böylece not tutulurken çabukluk sağlanır. Sonradan harekeler ilave edilerek yazı tamamlanır. Latin harflerinde bu imkân yoktur. Sesli harfler yazılmadan çabukluk sağlansa bile sonradan sesli harfleri yazmak için boşluk bulunamaz.
Kur'ân-ı kerîmi okumayı, bütün dünya Müslümanları, küçük yaşta öğrendikleri için kendi öz dillerini bu harflerle yazdıklarında, kendi aralarında ortak bir alfabeye sahip olmuş olurlar.
Alfabe, her milletin kendi inandıkları semâvî kitapları ile yakından alakalıdır. Bu aynı zamanda bir kültür tercihidir. Bunun için geçmişten günümüze İranlılar, Türkler, Hint Müslümanları, Kürtler, Çerkezler, Boşnaklar, Arnavutlar, Berberîler, daha birçok kavimler, hatta Müslüman İspanyollar hep Kur’ân-ı kerîmin indirildiği Arap alfabesini kullanmışlar, kendi dillerine uygun harfler ilâvesiyle, kendi alfabelerini meydana getirmişlerdir. Kitaplarında, Kur’ân-ı kerîmin kelimelerini, yani Arapça kelimeleri, kendi telaffuzlarına göre değil de asli hâliyle yazmaya itine göstermişlerdir. Böylece Arapça kelimeler, bütün Müslümanlar arasında birliği sağlamıştır. İlâve ettikleri harfler de hangi kavme ait olduklarını bildiren birer işaret olmuştur.
YABANCI DİL ÖĞRENMEK ZORLAŞIYOR
Eksik harflerin alfabemizde bulunmaması ve telaffuzunun da zamanla unutulması, yabancı dil öğrenmemizi de zorlaştırıyor. Çok emek verip İngilizce öğrenenler bile, her cümlede geçen "the" kelimesini telaffuz edemiyor.
Avrupa dillerinde boğaz harfleri var. Fakat biz bunları alfabeden çıkarttığımız ve telaffuzunu da unuttuğumuz için, ancak tecvit öğrenenler, bunları kolayca çıkarabiliyor.
Lâtin alfabesinde de Q, X, W gibi sessiz harfler olduğu gibi, bazı sesler iki, hatta üç harfle ifade edilebiliyor. Bunlar alınmamış, on bir sessiz harf de atılmış olunca Türkçe ifade kabiliyeti bakımından bir kabile diline benzemeye başlıyor. Hâlbuki günümüz Türkçesine göre eksik harfleri olan Orhun alfabesinde bile, on sessiz harfin hem kalını hem incesi var.
Bu makalemiz, okuyucularımıza bir ufuk açar ve bu mühim mesele üzerinde düşünmeye sevk ederse, vazifesini yapmış olacaktır…
.
Osmanlı sancağı, Balkanlarda dalgalanmaya devam ediyor
22 Eylül 2024 02:00 | Güncelleme :21 Eylül 2024 22:59
A -
A +
Dr. Mehmet Can
mailmehmetcan@gmail.com
Ecdat toprakları olan Balkan coğrafyası, iyi tahlil edilmeli ve mazide yaşanan acılar -tekrar düçar olmamak adına- bütün gençliğe hakkıyla anlatılmalıdır. Şayet bunlar yapılırsa Balkanlar, ülkemizin idealleri arasında yer alan “21. Yüzyıl Türk Asrı” çalışmalarında kilit bir rol oynayacaktır.
Balkan coğrafyasında Türkiye’ye karşı büyük bir muhabbet var. Mesela Kuzey Makedonya sokaklarında âdeta kendinizi Türkiye’de hissediyorsunuz. Halk huzur içerisinde...
Osmanlı devrinde Balkan coğrafyasından birçok vezir, büyük âlim ve şair çıktı.
Balkanlarda doğan ve Türk edebiyatında mühim bir yere sahip olan Yahya Kemal Beyatlı “Türk’ün gönlünde nehir varsa Tuna’dır, dağ varsa Balkan’dır” der.
Balkan yarımadası yeşilliklerle kaplı, üç yanı denizlerle sarılı, çileli başını bir diğerinin üzerine koymuş dağ silsilesi ile çevrilidir. Öyle ki tabiatın güzelliği hemen esir alır kendine, bir yılan gibi çöküverir.
İçinden bir zamanlar ecdadımızın atlarını suladığı, mahsullerini yetiştirdiği ve birçok hadiselere şahitlik eden “Tuna”, “Vardar” ve “Meriç” nehirleri geçer. Stratejik açıdan Asya, Avrupa ve Afrika’nın kavşak noktasındadır. Bu öneminden dolayı tarih boyunca istilaların, ticari çıkarların mağduru olmuştur.
OSMANLI GELMEDEN ÖNCE BÖLGEDE VAZİYET NASILDI?
Osmanlı Devleti, Balkan coğrafyasına gelmeden evvel bölgede Avrupa devletlerinin düşünce temelini oluşturan Yunan, Roma ve Bizans medeniyetleri hüküm sürmekteydi. Sırplar, Hırvatlar ve Boşnaklar devlet kurdularsa da kısa ömürlü oldu.
Bilhassa Bizans devrinde Bulgarlara büyük zulümler yapıldı. Tam 14 bin kişi esir alınarak gözleri çıkarıldı. Her yüz esirden birisinin tek gözü sağlam bırakıldı ki mağlup olan orduyu ana yurtlarına geri götürebilsin. (Barbara JELAVICH, C:1, S:18–19)
OSMANLI GELDİ, HUZUR GELDİ
Osmanlının hedefleri arasında Balkan coğrafyası önemli bir yere sahipti. Emperyalist devletlerin aksine bölgeye “İ'layı Kelimetullah” yani İslam dinini yayma gayesi vardı. Bu maksatla seferler düzenledi. SultanI. Murad, 1360’ta Bursa’dan çıkarak önce Edirne’yi daha sonra ise Meriç Nehri’ni aşarak 1371’de Bulgaristan, Makedonya ve Sırbistan topraklarına hâkim oldu. Yıldırım Bayezıd Han ile devam eden fütuhatlarla Balkan coğrafyasında genişleme sürdü. Sayısız cami, medrese, han, hamam ve çeşme yaptırıldı. Her lisandan, her cinsten ve her dinden insan huzur ve asayiş içerisinde hayat sürdü.
Dünya tarihine ana hatları ile bakıldığında, Osmanlının dışında çeşitli etnik grupların yüz yıllardır bir arada barış içerisinde yaşadığı başka bir devlet görülemez.
Avrupa devletleri ise bir coğrafyayı işgal ederken her zaman bölgedeki yer altı ve yer üstü zenginliklerini kendi halkının rahatı için kullandı. Bugün Afrika ve Orta Doğu’daki pek çok ülke bunun ispatıdır.
Emperyalistler, Haçlı seferleri ile Osmanlının ilerlemesini durdurmak istedi. Zira onların ilerlemesinin önünde en büyük engeldi. Osmanlı girilen mücadeleyi Varna Savaşı (1444) ile galibiyetle neticelendirdi. Bunlarla iktifa edilmeyerek 1453’te İstanbul, 1463’te de Bosna alındı. 1526’da Kanuni Sultan Süleyman Mohaç Meydan Muharebesi ile Balkanların büyük bir kısmına hâkim oldu. (Yeri gelmişken şunu da belirtelim ki aynı yıllarda Büyük Türk Hükümdarı Babür Şah da Hint ordusunu mağlup ederek Babür İmparatorluğu’nu kurdu.)
XVI. asırda başlayan yükselme devri boyunca Balkan coğrafyasından birçok vezir, büyük âlim ve şair çıktı. Mesela Sultan Kanuni’nin ölümünden bir sene evvel yani 1565 yılında, torunu ile evlendirip sadrazamlığa tayin ettiği Sokullu Mehmed Paşa, büyük âlimler Ahmed Cevdet Paşa, İsmail Hakkı Bursevi, Hüseyn Hilmi Işık Efendi ve şair Yahya Kemal Beyatlı bunlardan sadece birkaçıdır.
BALKANLAR ÖLÜM SOLUYAN TOPRAKLAR HÂLİNE GELİYOR…
Rusya XVIII. yüzyılın başlarından itibaren bilhassa Osmanlı Devleti’nin zayıflamasından faydalanarak Balkanlar başta olmak üzere güneye inme politikası gütmeye başladı. 26 Temmuz 1774’te imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması ile istila planlarını sezdirmeyerek, Kırım’da takip ettikleri gizli siyaset ile halkı sıkıştırıp yurtlarından kaçırarak, yerlerine Rusları iskân etmek istedi. Türkleri Ortodoks kilisesinin rehberliğinde Ruslaştırmaya çalıştı.
Rusların tek bir maksadı vardı: Müslümanlardan arındırılmış, bölgede Rus çıkarlarını gözeten ve Slav ırkının hâkim olduğu büyük bir Bulgaristan Cumhuriyeti’nin Balkanlarda kurulması... (1912’ye gelindiğinde ise Bulgaristan Rusya’nın gözünden düştü. Bu sebeple Balkan Harplerinde Çar’ın desteği görülmedi.)
BESLE KARGAYI OYSUN GÖZÜNÜ!
Fransız İhtilali ile ortaya çıkan fikir akımları, XIX. yüzyılın başlarından itibaren Osmanlı halkı arasında yayılmaya başladı. Sırp, Rum, Rumen, Bulgar ve Ermenilerde milliyetçilik cereyanları kuvvetlendi. Bu milletler, Osmanlıdan ayrılarak bağımsız devlet kurmak için ayaklanmaya başladılar. Düşmanlar zafere çabuk ulaşamadı ise de Balkan Müslümanlarını büyük oranda etkiledi.
TÜRKLER ÇOK BÜYÜK KAYIPLAR VERDİ
Türkler, Sırp isyancıların saldırılarına uğrayarak çok acı kayıplar verdiler. Katliamlardan kurtulanların bir kısmı Bosna Hersek’e, bir kısmı da Rumeli’ye hicret etmek zorunda kaldı. Sırbistan’da kalanlar ise kalelere sığınarak canlarını zor kurtardı. Bulgar ve Rusların iş birliği ile başka bölgelere göçe zorlandı.
TÜRKLERİ YERYÜZÜNDEN SİLMEYE KARARLILAR!
Kadim Osmanlı topraklarını terk eden halkın bir bölümü Tuna’yı geçerek Karadeniz sahillerinden gemilere bindirilerek Rusya’ya götürülüyordu. Boşalan topraklara Bulgarlar yerleştiriliyordu. Kırım Harbi (1853-56) neticesinde Balkanlara ve Anadolu’ya doğru Rus yayılışı geçici olarak durduktan sonra Ruslar Balkan politikasına bir müddet ara vererek Asya’ya yöneldi. Böylece Osmanlı Devleti’nin siyasi hudutları haricinde Kırım, Kafkasya, Türkistan ve diğer Türk illerinde huzur ve sükûnet içinde yaşamakta olan yüz binlerce Türk de göç etmek zorunda kaldı. (Bu dönemi “Türk’ün Gözyaşı Asrı XX. Yüzyıl” kitabımızda geniş hatları ile ele aldık) 1855 tarihinden itibaren Kafkas bölgesinden göçe zorlananlar Rumeli, Bulgaristan, Sırbistan ve Arnavutluk sınırı boyunca iskân edildiler.
Türk göç tarihinin önemli halkalarından birisini teşkil eden “Osmanlı-Rus Savaşı” (Doksanüç Harbi) Türk ordusunun Ruslar karşında çözülüp çekilmesi ile izah edilemez. Bu büyük sosyal ve siyasi hareket iyi tahlil edilmelidir. Bunun altında yatan esas sebepleri kavrayabilmek için sosyo-politik durumların yanı sıra ideolojik kökenleri de iyi bilmek icap eder. Rusların bu savaştaki esas gayesi “Çok milletli Osmanlı toprakları üzerinde tek milletli bir devlet kurmak” için teşebbüs edilen askerî bir operasyondu. Savaşın asıl ağırlığının Türkistan, Tuna ve Edirne vilayetlerinde toplanması bize bunu açıkça göstermektedir.
MUHACİRLER AKIN AKIN GELİYOR!..
Baskılardan ve düşman ayağı altında ezilmekten kaçan muhacir akını devam ederken halk tecavüz ve katliamlarından kurtulmak için mal, mülk ve hatta çocuklarını geride bırakarak kitleler hâlinde, yalın ayak Plevne istikametine doğru akın akın yol alıyordu. 28 Eylül 1877 tarihi itibarıyla 40 binden fazla muhacir Bulgaristan’ın başşehri olan Sofya etrafına yerleştirildi. Ruslar hemen Sofya etrafını kuşattılar. Büyük sıkıntı baş göstermeye başladı.
Amerikalı Tarih Profesörü Justin McCarhy “Ölüm ve Sürgün (Osmanlı Müslümanlarının Etnik Kıyımı 1821-1922)” eserinde İngiltere Konsolos raporuna göre o günkü durumu özetle şöyle ifade ediyor:
“Kavala ve Drama bölgelerinde Bulgar komitacıların ve yerli Hristiyan halkın elinden cefa çekmemiş bir Türk köyü kalmadığını söylesek abartmış sayılmayız. Birçok Türk köyünde erkekler kitleler hâlinde katledildiler. Diğerlerinin de ırzına geçmeler, talanlar yer aldı. Hristiyan müttefiklerin hepsi Müslüman köylerinin kitle hâlinde katledilmesine iştirak ettiler. Neredeyse hiçbir Müslüman’ı sağ bırakmadılar. Erkeklerin hepsi camilere, samanlıklara doldurularak diri diri yakıldılar…”
HRİSTİYAN VE YAHUDİLER YERLERİNİ TERK ETMEDİ!
Hâl böyleyken bir yandan da halk varını yoğunu ortada bırakıp doğdukları topraklara veda ederken, şehirde sadece ihtiyar ve kimsesiz kadınlar kaldı. Diğer Hristiyan unsurlar ve Yahudiler şehri terk etmeye yanaşmadı.
Edirne ve Sofya arasına 150 binden fazla muhacir yığıldı. Bunların 73 binden fazlası ölüm tehlikesi ile karşı karşıya kaldılar. Osmanlı tarafından kurulan yardım komisyonları vasıtasıyla muhacirler korunmaya ve boş evlere yerleştirilmeye başlandı.
Yazar Münevver Ayaşlı hâtıralarında o günü şöyle kaydediyor: “Balkan harbi bir faciaydı. Mağlubiyetten başka orduda kolera da başlamış, kolera İstanbul’a da sirâyet etmişti. İstanbul’a lepiska saçlı, boncuk mavisi gözlü, çıplak ayakları çamur içinde güzel çocuklar yaya olarak geliyordu. Öküz arabalarında ise ihtiyarlar, hastalar ve yatak yorganları vardı. Rumeli boşalıyordu. İstanbul’da yer kalmamıştı. Selâtin câmilerine tıka basa Rumeli muhâcirleri dolduruyorlardı.”
Bu çekilmez ızdırap ve çilelere maruz kalanların torunları belki de bu durumlardan yeterince haberdar değildir.
PEKİ BALKANLARDA BUGÜN VAZİYET NASIL?
Partizan grubuna komutanlık eden Josip Broz Tito 1918’de Yugoslavya’yı kurdu. 1980’de ölümünden sonra Yugoslavya dağıldı. Bosna Hersek, Hırvatistan, Slovanya, Sırbistan, Kuzey Makedonya, Karadağ ve Kosova her biri bağımsız devletler oldular.
Bu ülkeler arasında eskiden olduğu gibi serbest gidip gelme imkânı ortadan kalktı. Çizilen sınırlara hiçbir güvenliği olmayan gümrük kapıları konuldu. Öyle ki bir devletten diğerine kaçak girmek isteyen birisi hiçbir zorluğa katlanmadan elini kolunu sallaya sallaya hududun öbür tarafına geçebilir. Kapılarda sadece araçlara bakılmakta, kontrol yapılmadan pasaportlara bakıp gönderilmektedir.
Balkan coğrafyasında Türkiye’ye karşı büyük bir muhabbet var. Mesela Kuzey Makedonya sokaklarında âdeta kendinizi Türkiye’de hissediyorsunuz. Halk huzur içerisinde, ekonomik olarak iyi bir durumdalar. Osmanlı camileri, çeşmeler, hanlar, hamamlar hâlâ ayakta, minarelerden ezanlar okunmaktadır. Şehirlerdeki canlılık hemen dikkat çekiyor. Yol boyunca tabiat güzelliği âdeta rehabilitasyon ve rekreasyon merkezi gibi insanı tedavi ediyor. Ülkemizin medar-ı iftiharı TİKA ecdat yadigârı eserler restore etmiş. Coğrafyanın Anadolu şehirlerinden farkı yok. Her yerde elma, armut bahçeleri var. Çok yağış alan bir bölge olması hasebiyle ormancılık, hayvancılık gelişmiş.
Şehirlerdeki tertip, temizlik ve düzen hemen göze çarpıyor. Bilhassa yerli halk Sancak bölgesini ikinci İstanbul olarak nitelendirmekteler. Meydanlarda mutlaka bir Türkiye Türkü ile karşılaşmak mümkündür. Bölgede; TİKA, Yunus Emre Enstitüsü ve Maarif Vakfı okulları ile sosyal ve kültürel hizmetler yapılmaktadır.
Şayet ecdad toprakları olan Balkan coğrafyası iyi tahlil edilir, -aynı acılara yeniden düçar olmamak için- bütün gençliğe hakkıyla anlatılırsa, ülkemizin idealleri arasında yer alan “21. Yüzyıl Türk Asrı” çalışmalarında kilit bir rol oynayacaktır…
.
Sovyet esaretindeki Türkistan
1 Eylül 2024 02:00 | Güncelleme :1 Eylül 2024 01:04
A -
A +
Numan Aydoğan Ünal
İhlas Vakfı Türk Dünyası Koordinatörü
Sovyetler zamanında Türkistan’daki camiler, medreseler ve türbeler âdeta harabeydi. Hiçbir tamir, restorasyon yapılmıyordu. Altyapı, yol, kaliteli sosyal tesisler yoktu. Dr. Emel Esin ise kocası Seyfullah Esin’le çok zor şartlarda Türkistan’ı gezebildi. Seyahat esnasında Türkistan’ın Türk mimari ve sanat eserlerini inceleyip çalışmalarını kitaplaştırdı.
1902’de Türkistan’da iki yüzden fazla medrese vardı. Bu medreselerde verilen tahsilin kalitesine, oralardan mezun olan kimselerin Şark kültürüne ait derin bilgisi şahittir. Rus harflerinin kabulünün, Müslüman-Türk kültürüne büyük zararı olmuştur.
Türkistan halkının yaşayış tarzı Anadolu halkına çok benzer.
Ata yurdumuz Türkistan hakkında Osmanlılar zamanında, mesafenin uzak olmasından dolayı çok fazla ilmî araştırma ve çalışma yapılamadı. 20. asırda ise bütün Türkistan, komünizm esareti altında idi. Türkiye’den Türkistan’a, oradan Türkiye’ye gidip gelmek, araştırma yapmak hemen hemen imkânsızdı. Türkistan’ın tarihi, medeniyeti ve sosyal hayatı ile alakalı hiçbir bilgimiz yoktu. 1990’lı yıllarda Sovyetlerin dağılmasından sonra Türkistan’ın kapıları açıldı; yeni Türk devletleri kuruldu; vizeler kalktı, karşılıklı kültürel, turistik ve ticari seyahatler başladı.
Türk kültür ve sanat tarihçisi merhume Dr. Emel Esin, hem bir diplomat kızı hem de bir diplomat hanımı olduğundan, babası ve kocasının vazifeleri dolayısıyla birçok ülkeyi gördü. Sovyet rejiminin en şiddetli hüküm sürdüğü bir zamanda, Türkistan ile ilgili ilk ciddi çalışmayı yaptı.
1955 Mayıs ayında, kocasının Türkiye’nin Moskova Büyükelçisi olarak bulunduğu sırada, diplomat olmalarına rağmen, çok büyük zorluklarla vize alıp, eşi ile Türkistan’a 15 günlük bir seyahat yaptı. Taşkent, Semerkant, Buhara, Hive ve Yesi’de araştırmalarda bulundu.
Sovyetler zamanında Türkistan’daki camiler, medreseler ve türbeler âdeta harabeydi. Hiçbir tamir, restorasyon yapılmıyordu. Altyapı, yol, kaliteli sosyal tesisler yoktu. Dr. Esin, kocası Seyfullah Esin’le çok zor şartlarda Türkistan’ı gezebildi. Türbeleri ziyaret etmek, fotoğraf çekmek yasaktı, bu sebeple tarihî eserleri karakalemle çizdi. Seyahat esnasında Türkistan’ın sosyal hayatını, Türk mimari ve sanat eserlerini inceledi. Çalışmalarını “Türkistan Seyahatnamesi” adıyla kitaplaştırdı.
Dr. Emel Esin’in Türkistan Türklerinin sosyal hayatı ve mimari eserleriyle ilgili bazı tespitlerini aşağıda özetliyoruz:
TÜRKLERE İLGİ VE SEVGİ:
Türkistanlılar, Dr. Emel Esin ve kocasına yakın sevgi ve alaka gösteriyor; Türk halkını ve Türkiye’yi çok merak ederek çeşitli sualler soruyorlar: “Sizinle anamız bir, atamız bir; Türk Halkı hemisi Müslüman mıdır?”, “Türk mekteplerinde balalar Türkçe mi okur, ecnebi tilinden mi?”, “Türkiye’de teknika nicedir?”, “Nazım Hikmet’i Türkiye’de nasıl bir kişi bilirsiniz?..”
Bir Tatar gencinin de babası çok hastaymış; “İstanbullulara rastladığımın haberini babama götürsem, belki sevincinden iyileşir” deyince, “Babanız nerededir?” sorusuna Tatar genci “Kazan”da diyor.
Bir Özbek genci de: “Nazım Hikmet’in Türkiye hakkında söyledikleri doğru mu; Türk’ün Yüreği adlı filmde gördüklerimiz hakikat midir?” diye soruyor.
Bir tiyatro salonunda Özbekler, Kazaklar, Kırgızlar, Tatar ve Başkurtlar etraflarına toplanıyor; birtakım telaffuz farklılıklarına rağmen, hep birbirlerini anladıklarının farkına varan bir Özbek genci: “Hemisi Muhammed tili” diyor. Dr. Emel Esin: “Türkistan dili, Türkçenin Şark lehçesidir. Bizim Türkçeye çok benzer. Türkistan’da Türkçeye Türkçe denildiği gibi Ana-atatili, Muhammed tili denildiğini de duydum.”
HİVE’DE BİR ANADOLU TÜRKÜ
Dr. Emel Esin, Hive ziyaretinde Hüseyin Efendi isimli bir Anadolu Türkü’yle karşılaşıyor. Eski bir Türk subayı olan Hüseyin Efendi, 1. Cihan Harbinde Ruslara esir düşmüş. Sibirya’dan dönerken Hiveli bir Özbek kızıyla evlenip orada kalmış. Sibirya’da esir Alman arkadaşlarından öğrendiği Almancayı okullarda öğretiyor.
Dr. Emel Esin: “Karşımıza çıkarılan birtakım mânilere rağmen, Hüseyin Efendi ile görüşmek kısmet oldu. Yaşlı ve yorgun halli bir adamdı. Kırk senedir konuşmadığı Anadolu Türkçesini unutmuştu. Hive şivesiyle konuşuyordu. Türkiye hakkında söylediği tek söz şu idi: “İstanbul mezarlıklarında selviler vardı, burada hiç yoktur.” Hüseyin Efendi bizi akşam yemeğine davet etmişti. Yolda yürürken içinde üç genç olan bir cip hızla gelerek yanımızda aniden durdu. “Ata!” diye, Hüseyin Efendi’yi çağırıp, kendisine bir şeyler söylediler. Hüseyin Efendi bize döndü ve “Benim için artık gitmek gerek!” dedi. Ellerimizi sıkıp ayrıldı.” Bundan, Sovyet rejiminin ne kadar şiddetli olduğu anlaşılıyor. Muhtemelen bunlar istihbarat elemanları olup, Hüseyin Efendi’yi yabancılarla görüşmemesi için ikaz etmişlerdir.
KEŞKE HANIMI DA GETİRSEYDİM!
Dr. Emel Esin’e kalabalık bir tren istasyonunda Türkistanlı bir genç nereli olduğunu soruyor. “Türk’üm!” deyince; “Allah’a şükür sizleri gördüm; keşke hanımı da getirseydim, o da sizleri görürdü!” Meğer ailesi Kafkas hududumuz civarında bir köyden gelmiş. Fakat, kendisi ömründe Türkiyeli bir kimse görmemiş. Muhtemelen bu, Orta Asya’ya sürülen bir Ahıska Türkü’nün oğludur. Bu temiz Türk genci gece saat ikiye kadar yanlarından ayrılmıyor. Bir ara dağarcığını açıp kendilerine birer portakal veriyor. Onlar da etrafında toplananlara Türk sigarası ikram ediyorlar; ay yıldızı görünce hiç kimse sigarayı yakmıyor, mendillerine sarıp saklıyorlar. (O zamanlar Türk sigaralarının üzerinde ay yıldız vardı.)
KILIK KIYAFET
“Türkistan halkının yaşayış tarzı Anadolu halkına çok benzer. Bilhassa Kayı Han kabilesinin vatanı Türkmenistan da bize çok yakındır. Çiçekli mintanlar, şalvarlar, hırkalar, kadınların başlarında yemeliler, hotozlar veyahut bizde Yörüklerde olduğu gibi toğulgalar giyilir. Türkistan’da ayaklarına çizme ve başlarına takke, kalpak veya kürklü keçe külahlar giyerler.”
ALFABE DEĞİŞİKLİKLERİ
“20. asırda Türkistan’ın iki kere alfabesi değiştirildi. Bakü’de 1920 Kongresi kararı ile Arapça alfabe kaldırılıp Latin alfabesi kabul edildi. 1940’ta yeni bir değişiklik yapıldı, Türk lehçelerine göre Rus Kiril alfabesi kabul edildi. 1902’de Türkistan’da iki yüzden fazla medrese vardı. Bu medreselerde verilen tahsilin kalitesine, oralardan mezun olan ve bugün hayattaki kimselerin Şark kültürüne ait derin bilgisi şahittir. Rus harflerinin kabulünün, Müslüman-Türk kültürüne büyük zararı olmuştur. Bu sebeple genç müsteşrikler artık eski eserleri ve el yazmalarını okuyamıyorlar.”
DİVAN-I HİKMET
Dr. Emel Esin “Bana iki kitap çok tesir etti, gençliğimden beri okurum. Birincisi Kur’ân-ı kerim, ikincisi Ahmed Yesevi’nin ‘Divan-ı Hikmet’idir. Divan-ı Hikmet esrarlı bir eserdir. Şair, hayatının safahatını, hatta ölümünü anlatır” der. Bu sebeple Türkistan’a geldiklerinden beri Divan-ı Hikmet kitabını bulmaya çalışıyorlardı. Türbenin yanında bir Kazak gencine, “Acaba Ahmet Yesevi’nin Divan’ı buralarda bulunur mu?” diye soruyorlar. Kazak bir genç hemen “Bekleyiniz!” deyip gidiyor. Uzunca bir zaman geçtikten sonra, göğsünde sakladığı el yazması bir divanla geri dönüyor: “Hazreti Sultan’ın Hikmet’ini al, özünün olsun, sizde durması yahşi olur” diyor.
MİMARİ ESERLER
Dr. Emel Esin, Türkistan’da başta Semerkant olmak üzere Buhara, Harezm, Şehr-i Sebz ve Yesi şehirlerindeki muhteşem mimari ve sanat eserlerini inceleyerek, bunların tarihî ihtişamını ve bakımsızlıktan harabe olmalarının hazin hâlini de dile getiriyor.
Şimdi bunlara birkaç misal verelim:
Şah-ı ZindeKülliyesi: Burada birçok türbe bulunmaktadır. Kusem bin Abbas’ın türbesi de buradadır. Eshab-ı kiramdan ve Peygamberimize en çok benzeyen yedi kişiden biri olan Kusem bin Abbas, cihat için geldiği Semerkant’ta bir Kurban Bayramı günü şehit oldu. “Şehitler ölmez, onlar canlıdırlar” âyetine dayanarak Semerkantlılar buna Şah-ı Zinde (Canlı Şah) adını vermişler. Bundan dolayı mezarlık da bu isimle anılmaktadır. Mezarlığa kapıdan girilince soldaki türbelerden biri Kadızâde Rumî’nindir. Kadızâde Rumî aslen İznikli idi. Uluğ Bey rasathanesinde müdürdü. Bundan sonra Timur Han’ın hanımı Olcay Türkan Hatun ve çocukları ve torunlarının türbeleri gelir. Bütün türbeler, kabartma çiniler, çini mozaikler ve reyhanî yazılarla tezyinatlıdır. Eski çinilerin renkleri Timur devrinin parlak renklerinden başka, koyu mavi ve su yeşilidir.
Registan Medreseleri: Semerkant meydanında muhteşem üç medrese vardır: Uluğ Bey, Tilla-kâri, Şirdar. Bu medreselerin iç ve dış duvarları, firuze, lacivert ve beyaz renkte sırlı tuğlalardan yapılmış büyük mozaiklerle kaplıdır. Binaların en yüksek kısımlarında, sülüs hatlı ayetler var. Kasnakları uzun kufi yazılar kuşatıyor. Uluğ Bey medresesindeki takın üzerinde; “Âlimin öbür insanlara nispeten üstünlüğü, ayın on beşinde kamerin diğer yıldızlar arasında parlayışı gibidir”; Şirdar medresesi üzerinde “İnsanların en hayırlısı, insanlara en çok faydası olandır” hadis-i şerifleri yazılıdır. Tilla-kâri medresesinde ise “Hakikaten hayatta olan ancak O’dur ki ölmez ve bakidir” âyeti yer almaktadır. Semerkant kubbelerinde “El Beka Lillah” en çok görülen yazıdır.
Ahmed Yesevi Türbesi: Emîr Timur devrinin tamamen ayakta kalan nadir eserlerinden biri olan bu binanın heybeti önünde hayrette kaldık. Boz tuğladan inşa edilmiş, kısmen çini ile kaplı dikdörtgen bir bina idi. İki kule arasında yükselen 40 metre boyundaki pıştakın (öntak) azameti, Ktesifon ile ölçülebilir. Sivri kemerli bu tak, abidevi bir medhal (giriş) teşkil ediyordu. Binanın mihveri üzerinde iki kubbe vardı; büyük kubbe mescit, küçük kubbe türbe üzerinde yükseliyordu. Büyük tak üzerinde: “El-Mülkü lillah”, “El-İzzu lillah”, “Subhanallah” ve “Elhamdülillah” yazılıdır.
Bibi Hanım Camii: Semerkant’tadır. Azametine rağmen Türkistan’ın en zarif binasıdır. Türk üslubunda yüksek duvarlı, dört köşeli bir camidir. Duvarların beyaz zemini, mavi ve turuncu kalem işleriyle süslenmişti. Taç Mahal, Sultanahmed gibi Türk-İslam şaheserlerine tercih edenler vardır.
Ulucami: Buhara’dadır. Ulucami’nin firuze rengi çini ile kaplı muazzam kubbesi Buhara’nın her tarafından gözüküyor. Caminin minaresi baştan aşağı kabartmalı çini ile kaplıdır. Bütün Türkistan minareleri gibi kalın ve kuvvetlidir. Tuğladan yapılan ulu minare, şeklen İstanbul’un Bayezid yangın kulesine benzer. Ulucami, 1180 senesinde inşa edilmiş. İç kısmı eflatun mermerdenmiş. Cengiz, Buhara’yı işgal ettiği zaman içine atla girmiş.
Turabek Hanım Camii: Harezm’de bulunmaktadır. Kubbesi yıldızlı çini mozaikle kaplıdır. Türkistan sanatının en güzel eserlerinden biridir. Konya’da 13. asırdan kalma Karatay türbesi kubbesini hatırlatır.
Dr. Emel Esin Türkistan seyahatinden sonra hazırladığı eserinde: “Bu memleket, bize muhabbet ve hüzün ile karışık derin bir tesir bırakmıştı. Asırdîde bir kültürün ölüşünü, Türkistan’daki kadar bariz hiçbir yerde görmemiştik” demektedir.