|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
İSLAM’I UYANDIRMAK” Çok Partili Yaşama Geçilirken İslamcı Düşünce ve Dergiler 2. Cilt ISBN: © 1. Basım, Nisan 2018 “İSLAM’I UYANDIRMAK” Çok Partili Yaşama Geçilirken İslamcı Düşünce ve Dergiler “İSLAM’I UYANDIRMAK” Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e İslamcı Düşünce ve Dergiler / Editör: Lütfi Sunar 1. Basım, XII+500 s., 16,5x24 mm Kaynakça ve dizin var. ISBN-978-605-68401-2-8 (2.c) / 978-605-68401-0-4 (Tk) Yayına Hazırlayan Hüsniye Gülsev Koç İç Tasarım ve Uygulama Furkan Selçuk Ertargin Kapak Tasarım Seyfullah Bayram Baskı ve Cilt Limit Ofset - Metin Eskibağ / Sertifika No: 28397 Editör: Lütfi Sunar KÜTÜPHANE BİLGİ KARTI ilem.org.tr idp.org.tr İÇİNDEKİLER YENIDEN ÇIÇEKLENME VE BIÇIMLENME: 1940’LARDA YENI BAŞLANGIÇLAR Asım Öz Hassas Bir Muhalefet Politikası Geçiş Sürecinde Dindar-Milliyetçi Dergiler ........................5 Mahmut Hakkı Akın İslamcılığın Fetret Devri, Büyük Doğu Dergisi ve Necip Fazıl Kısakürek .............................101 Bayram Ali Çetinkaya İslâmcılıktan Sekülarizme Şemseddin Günaltay’ın Zihinsel Dönüşümü ............................123 Yasin Özdemir Hareket Mecmuasında Milliyetçi-İslamcı Düşünce: 1939-1953 Dönemi .......................................................................................................................................................................189 Birsen Banu Okutan Hareket’in Çalışma Sesi: Akif ’i Yeniden Anlamak ........................................................................................207 Kâmil Büyüker Mecmua İçinde Ansiklopedi, Ansiklopedi İçinde Mecmua: İslam Türk Ansiklopedisi/ Muhîtü’l- Maârif Mecmuası (1940-1948) ..........................................227 Fahrettin Gün Eşref Edip Fergan’ın Hayatı, Eserleri ve Sırât-ı MüstakîmSebilürreşad Mecmuası ...............................................................................................................................................................251 Mine Alpay Gün Ömer Rıza Doğrul ve Selamet Mecmuası ...............................................................................................................269 Ali Özcan Tek Kişilik Kültür ve Medeniyet Ordusu: Serdengeçti Dergisi...........................................................289 VI İslam’ı Uyandırmak - II MILLIYETÇI MANEVIYATÇI SENTEZ: SOĞUK SAVAŞIN KURULUŞ YILLARINDA İSLAMCILIK Ertuğrul Meşe 1960 Öncesi İslamcı Dergilerde Antikomünizm ...........................................................................................323 Yasin Beyaz Büyük Doğu Dergisinin İslam Dünyasına Bakışı (1943-1960).........................................................353 Güngör Göçer Cehil ve Kızıl Taassuba Karşı Olan Bir Dergi: Hak Mecmuası .........................................................393 Kamil Coştu Ehli Sünnet Dergisi ve Abdurrahim Zapsu’nun Dini İçerikli Yayıncılık Serüveni ......................................................................................................................................419 Yusuf Turan Günaydın İslam’ın Nuru Dergisi (1951-1953) Tarihçesi ve Tasavvuf Alanına Katkısı Üzerine Bir İnceleme ..............................................................................................................................................437 Elyesa Koytak İkinci Yeni ve İslamcılığın Doğuşu: Sezai Karakoç’un Şiir Sanatı Dergisi ...........................465 Yazar Bilgileri ...................................................................................................................... 487 Dizin ...................................................................................................................................... 493 İslamcı düşüncenin Türkiye’deki tarihsel gelişimini incelemek, sadece belli kaynaklara, kişilere ve dönemlere bakılarak altından kalkılamayacak kadar kapsamlı bir iştir. İslamcı düşünceye dair değişimin ve birikimin seyrini takip edebilmek için yazılı kaynaklardan sesli ve görsel kaynaklara, siyasi eylemlerden tebliğ çalışmalarına, birebir tanıklıklardan saha ve derin arşiv çalışmalarına kadar birçok farklı alanda araştırma yapmak gereklidir. Bununla birlikte “İslamcı” ya da “İslami” denilen bir toplumsal kesimin teori ve tecrübelerinin bir arada okunması gibi İslamcılık üzerine yapılmış çalışmaların çoğunlukla ihmal ettiği süreçler de bu araştırmalara dâhil edilmelidir. Bu bağlamda siyasî ve fikrî bir iddiayı anlamak, anlatmak ve tarihsel süreçte ortaya çıkan şekil alışlarını gözlemlemek için başvurulacak kaynaklar arasında, dergilerin önemi ve değeri tartışılmazdır. Türkiye’de İslamcı düşüncenin bir asırdan uzun zaman dilimine yayıldığı düşünülünce dergiler üzerinden yapılacak bir çalışmanın oldukça zahmetli olacağı ve tüm dergilerin okunması ve değerlendirilmesi bir yana, sadece adlarının tespit edilmesinin bile ciddi, nitelikli ve uzun soluklu bir çalışmayı gerektirdiği unutulmamalıdır. Dergiler bağlamında yapılacak araştırmalarda dikkat edilmesi gereken hususlardan biri, bu kaynakları incelerken nasıl bir yol izleneceğinin belirlenmesidir. Bu bağlamda dergilerde konu edilmiş meselelerin ve yer alan gündemlerin ele alınış biçimlerini incelerken konjonktürel şartlara hapsolmadan, dergilerin kendilerini konumlandırdıkları zemini de hesaba katarak değerlendirme yapılmalıdır. Dahası İslamcılığın uzun soluklu bir seyir izlediği tarihsel süreçte, dergilerin; nasıl bir misyon üstlendikleri, benzerlerinden nasıl farklılaştıkları, yaşanan değişim karşısında nasıl bir tavır takındıkları, bu değişimin neresinde yer aldıkları ve değişime nasıl bir katkı sundukları karşılaştırmalı bir biçimde okunmalı ve genelleyici ve kolaycı söylemlerden kaçınılmalıdır. Sunuş VIII İslam’ı Uyandırmak - II Elinizdeki bu çalışma, 2013 yılından itibaren İLEM tarafından yürütülen ve 1908’den günümüze İslamcılığın yüz yıllık seyrini birincil kaynaklar etrafında incelemeyi hedefleyen “İslamcı Dergiler Projesi”nin ikinci aşamasının bir çıktısıdır. 1960-1980 Arası İslamcı Dergiler adıyla yayımlanan ilk eserde, bugünün Türkiye’sini siyasî alandan toplumsal alana kadar belirleyen bir tarihsel sürece odaklanılarak İslamcı dergilerin bu dönemdeki tanıklıkları, ulus devletten çok partili hayata geçerken yaşanan siyasî kırılma ve değişim karşısındaki tavırları, İslam dünyasının sömürge sonrası oluşan birikimiyle birlikte yeni bir dil kurma çabaları ve böylece eylemci-aktivist bir dilin kendini nasıl inşa ettiği gibi meseleler tartışılmıştır. Elinizdeki bu eser, 11-12 Mart 2017 tarihlerinde gerçekleşen 2. İslamcı Dergiler Sempozyumu’nda sunulan tebliğlerin gözden geçirilip geliştirilerek dergilere ait görsel malzemelerle zenginleştirilmesi ile hazırlanmıştır. Bu kitap, 1960 öncesi dönemin önemli dergilerinin temel dinamiklerini, kurucu isimlerini ve tartışma alanlarını incelemektedir. İslamcılık düşüncesinin ilk defa dergilerde filizlendiği ve biçimlendiği 1908’den 1960’a kadar uzanan dönemdeki İslamcılık düşüncesinin ve yayıncılığın dönüm noktaları olarak “II. Meşrutiyet”, “Cumhuriyet” ve “Çok Partili Hayata Geçiş” dönemleri belirlenmiştir. Fikirleriyle ve eserleriyle Türkiye’deki İslamcılık düşüncesinin kurucularından ve ana temsilcilerinden biri olarak kabul edilen merhum şair Mehmet Akif ’in “Hüsran” şiirinin “Ben böyle bakıp durmayacaktım, dili bağlı/İslam’ı uyandırmak için haykıracaktım” dizeleri, bu eserin isminin ilham kaynağı olmuştur. Dönemin temel eğilimlerinden biri, Akif ’in de dediği gibi “gür hisli, gür imanlı beyinler” yetiştirmektir ve bunun için gerekli olan “hür fikri” yayabilecek araçlara yani dergilere önemli bir misyon yüklenmiştir. Bunun bir sonucu olarak dergicilik faaliyetinin hayli velûd olduğu 1908-1960 arasındaki döneme odaklanan bu eser, iki ciltten oluşmaktadır. İslam’ı Uyandırmak: Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e İslamcı Düşünce ve Dergiler adlı birinci ciltte, “Erken Dönem İslamcılık ve İslami Yayıncılık”, “Kurucu İsimler”, “Erken Dönem İslamcı Dergilerdeki Tartışmalar”, “Sırât-ı Müstakîm - Sebilürreşad: İslamcı Düşünce ve Dergiciliğin Prototipi”, “Meşrutiyet Dönemi İslamcı Dergileri” başlıklı bölümler bulunmaktadır. İslam’ı Uyandırmak: Çok Partili Hayata Geçerken İslamcı Düşünce ve Dergiler adlı ikinci cilt ise, “Yeniden Çiçeklenme ve Biçimlenme: 1940’larda Yeni Başlangıçlar”, “Milliyetçi Maneviyatçı Sentez: Soğuk Savaşın Kuruluş Yıllarında İslamcılık” adlı bölümlerden oluşmaktadır. İslamcılık çalışmaları alanında uzman, kırktan fazla akademisyenin makalelerini içeren bu eserde, Mehmet Akif, Eşref Edib, Bediüzzaman Said Nursi, Said Halim Paşa, Ahmet Hamdi Akseki, Ömer Rıza Doğrul, Şemseddin Günaltay, Sunuş IX Emrullah Efendi, Abdurrahim Zapsu, Ziya Şakir, Osman Yüksel Serdengeçti gibi farklı dönemlerde İslamcılık düşüncesini şekillendiren, eserleriyle ona katkı sunan öncü isimlere yakın bir okuma yapılmıştır. Bu bağlamda İslamcılık düşüncesinin oluşumunda, gelişiminde ve aktarımında önemli işlevlere sahip olan Sırât-ı Müstakîm, Sebilürreşad, Volkan, Teârüf-i Müslimîn, İslam Türk Mecmuası, Hareket, Serdengeçti, Hikmet, Şiir Sanatı, Ehl-i Sünnet, Cerîde-i İlmiyye, Hak, İslam’ın Nuru ve Şiir Sanatı gibi dergiler odağa alınmıştır. Çalışmanın nihaî amacı, dergileri zengin bir perspektiften tarihî bir sorgulama yaparak incelemek ve böylece İslamcılık düşüncesinin belli kırılma noktalarını, temayüllerini ve diğer toplumsal aktörlerle olan ilişkisini göstermektir. Bu bağlamda bu ve benzeri kaynak eserlerin, yeni düşünce ve çalışmaların meydana çıkmasına katkı sağlamasını hedeflemekteyiz. Birçok bakımdan öncü nitelik taşıyan bu metinler, kendilerinden önceki birçok bilgiyi tashih etme, genelleyici ve sınırlandırıcı söylemleri sorgulama ve İslamcılık düşüncesine dair genel geçer yargıları yeniden gözden geçirme imkânı sunmaktadır. Bu çalışmanın kendisinden sonra gelecek çalışmalara örneklik teşkil etmesi ve İslamcılık düşüncesinin kaynaklarının daha nitelikli ve derinlikli çalışmalarla ele alınmasını teşvik etmesini ümit etmekteyiz. Kuşkusuz gayret bizden tevfik Allah’tandır. VI. BÖLÜM YENIDEN ÇIÇEKLENME VE BIÇIMLENME 1940’LARDA YENI BAŞLANGIÇLAR Giriş İslâmcılık meselesi Türkiye’de 2000’lerden itibaren 1946’daki çok partili hayata geçişten sonraki “yeniden İslâmlaştırma” tezviratını hatırlatırcasına yıllar ilerledikçe büyüyen bir kartopu gibi daha sıklıkla gündeme gelir oldu. Bu mesele ile ilgilenenlerdeki çeşitlenme, meselenin siyasî aktörler nezdinde gündem maddesi haline gelmesi, İslâmcılığa dönük alakanın detaylandırılması, sayıları artan yeni tartışma platformlarının ortaya çıkışı vb. gibi örnekler bu bağlamda değerlendirilebilir. Artık dikkatli okur ve yazarlar, gerek akademik sahanın biçimsel çerçevesi içinde, gerekse –hiçbir konfor ve itibar vaat etmeyen ‘yerler’ dâhil–, alternatif kamusal ortamlarda İslâmcılıkla alakalı çalışmaların dergiler zemininden hareketle yapılmasının dönemlerin farklılıklarının ve sürekliliklerin kavranması noktasında daha doğru neticeler sunacağını kabul etmektedir. Bununla beraber süreli yayınlar konusunu bütünüyle kuşatmak bugün için hayli çaba gerektiren oldukça meşakkatli ve ciddi problemler içeren bir iştir. Elbette geçmişin yanı sıra güncel bağlamın ve ikisi arasındaki ilişkiden bağımsız bir şekilde kavranamayacak olan dergi analizlerinin, çoğu zaman “indirgemeci” ve “özcü” bir dergi tasavvuru/tahayyülü ile malûl olduğu da göz ardı edilemez. Zira “geçmiştekilere ilişkin şimdiki zaman” zaviyesinden bakıldığında hangi derginin İslâmcılık cereyanının temsilcisi olduğu yahut bugün anladığımız Hassas Bir Muhalefet Politikası Geçiş Sürecinde Dindar-Milliyetçi Dergiler Asım Öz “[O] zamanlar din ve milliyet esaslarına bağlı olanlar bir cephe oluşturuyorlardı.” Sezai Karakoç* * Karakoç (1989h, s.10). Metinde farklı dönemlerde kaleme alınan yazı ve kitaplardan yapılan alıntılardaki kelimelerin yazımı ve imlası büyük ölçüde günümüzdeki yaygın kullanım şekline dönüştürülmüştür. 6 İslam’ı Uyandırmak - II manada böylesi bir cereyanın her dönem içinde kuvvetli bir damar olarak var olup olmadığı oldukça tartışmalıdır. Kültürel tecrübemizi ören kavramların bu süreçte ne ölçüde işlevsel olduğunu ise ayrıca ele almak gerekir. Çünkü bilhassa İkinci Dünya Savaşı sonrası siyasî ve toplumsal şartlarda yayımlanan dergileri tarihî bağlamına oturtarak tartışmaya açtığımızda, ilgili yayınları salt İslâmcılık cereyanı zaviyesinden alımlama teşebbüsü bizleri alt edilemez çelişkilere sürükleyecektir. Bu bakımdan bu yazıda, Türkiye’de, İslâmcılıkla alakalı çalışmaların detaylandırılması bağlamında gündeme gelen ve bilhassa günümüzdeki algılanma şekliyle bu cereyana tam manasıyla ait görülemeyecek ancak bunun dışında da tutulamayacak dindar- milliyetçi dergilerin çok partili hayata geçiş sürecindeki öncelikleri, ufukları, talepleri, tartışmaları, polemikleri öne çıkarılacaktır. Böylelikle gerek Türkiye İslâmcılığının Cumhuriyet sonrasındaki kurucu dergileri olarak kabul edilen yayınlardan gerekse daha ufak dergilerde işlenen bazı konulardan hareketle, dönemin dindar-milliyetçi çevrelerinin fikrî ve siyasî önceliklerinin neler olduğu fark ettirilmeye çalışılacaktır. Buna göre, çoğunlukla (bazen de haksızca) İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki1 yönlendirici yahut aktörlerin niyetlerini ve iradî seçimlerini tümüyle yok sayan siyasî gelişmelerle bağlantılı olarak ele alınıp nesneleştirilen söz konusu dergilerin, bugün tasavvur edildiği nispette kuvvetli bir “İslâmcılık” cereyanını teşekkül ettirdiğini veya böylesi bir anlayışı temel aldıklarını söylemek oldukça abartılı olacaktır. Bu alandaki baskın söylemlerin ve uygulamaların büyük bir kısmı, dinle alakalı taleplerini önceki dönemlerden kalan unsurlarla kamusallaştırmaya devam ederken aynı zamanda 1960’lara ve sonrasına uzanan birtakım polemiklere de sahip görünmektedir. Diğer bir deyişle, dindar- milliyetçi dergilerin bu dönemdeki yayın anlayışı iki kutup arasında gelip gitmektedir: Dergiler bir yandan İslâm’la alakalı bilgiler (tefsir, siyer, din eğitimi, ilmihal bilgileri, İslâm tarihi, tasavvuf, adabı muaşeret vb.) işlerken bir yandan da kendilerinin ayırt edici grup kimliklerine kamusal alanda saygı duyulup tanınmasını talep etmektedirler. Bu noktada da aktüel siyasî gelişmeler yanında yakın tarih eleştirisi, masonların ve Yahudilerin icraatları, Siyonizm, CHP yergisi, laiklik, dil devrimi, din eğitimi, dinde reform, bâtıni yorumların ve batılılaşmanın eleştirisi, komünizmin zararları, İslâm medeniyeti söylemi ve insanlığa kazandırdıkları vb. konulara temas söz konusudur (Tunaya, 2003, ss. 177-188). Şüphesiz bu sarkaç gibi sallanma hali, yalnızca bu döneme özgü değildir ve büyük 1 İkinci Dünya Savaşı’nın Türkiye’ye etkileri hakkında bkz. Güngör (1986, s. 132). Hassas Bir Muhalefet Politikası: Geçiş Sürecinde Dindar-Milliyetçi Dergiler 7 oranda sonraki on yıllardaki dergilerde de canlı bir ruh ve düşünce dünyası şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Yirminci yüzyılın başlarında toplumsal hafıza kavramını kuramsallaştıran Maurice Halbwachs, insanların, bireysel hatıraları biriktirmenin yanı sıra aile, din ve sosyal sınıf başta olmak üzere çeşitli topluluklara katılımı üzerinden hatıra biriktirme, bunları yerelleştirme ve sonradan geri çağırma yetenekleri olduğundan bahseder. Ayrıca toplumsal hafızanın, kuşaklar boyunca aktarılıp canlı tutulabildiğinden söz ederek paylaşılan birtakım hatıraların, değerlerin ve kavramların bireyleri yönlendirme kabiliyetine vurgu yapar.2 Buradan hareketle denilebilir ki bahsettiğimiz iki ağırlık merkezi hem yıllar boyunca referans noktası olan dindar-milliyetçi dergilerin karakteristik vasfını oluşturmuştur hem de bu cepheye mensubiyetin, hangi tecrübeleri paylaşmak anlamına geldiğini de büyük ölçüde belirlemiştir. Genel Çerçeve İçin Birkaç Not Bu temel dayanak noktalarından hareketle şekillenen elinizdeki metni farklılaştırdığını ümit ettiğim bazı hususlar üzerinde durmak isterim. “İslamcı dergi” denildiğinde bir yanda İslâm’la ilgili olduğu düşünülen söz ve eylemler; diğer yandaysa gerçekte arzu edilene nazaran çok azı somutlaşabilen niyetler yahut epik beklentiler olmak üzere iki temel husus kast edilmektedir. Her iki boyutu dikkate aldığımızda hiç kimse 1940’lardan 1960’lara uzanan zaman diliminde hangi derginin niçin İslâmcı kategorisine dâhil edildiği ya da dışarıda bırakıldığı konusunda kati bir hüküm veremez.3 Hatta bizzat aktörlerin kendileri dahi bu kavramla kendilerini tanımlama konusunda mesafeli hatta reddiyeci bir tutuma kadar uzanan değişik yaklaşımlara sahip olduklarından bu kavramın şemsiyesi altında toplanmaktan hoşnut olmayacaklardır. Dönemle ilgili olarak ister madunların isterse muktedirlerin gizli senaryolarını gündeme getiren mekanik izahları bir tarafa bıraktığımızda, dindar ve milliyetçi dergilerin temelinde din ve vicdan hürriyetinin genişletilmesi talebi daima öne çıkmaktadır. Bu çerçevede önce Türkiye’de İslâmî hayatın önündeki engellerin kaldırılmasının akabinde 2 Maurice Halbwachs’ın, Hafızanın Toplumsal Çerçeveleri (2016), ve Kolektif Hafıza (2017) adlı eserlerine bakınız. 3 Mesela Cemil Koçak, İkinci Dünya Savaşı yıllarındaki İslâmcı dergileri incelerken Büyük Doğu’ya merkezî bir önem atfeder. Sebilürreşad ve Millet dergilerini de tahlil eder fakat Hareket dergisinden bahsetmez. Bkz. Koçak (2015, ss. 284-312). 8 İslam’ı Uyandırmak - II belki de bununla eş-zamanlı olarak İslâm âlemi ile münasebetlerin arttırılmasının ne kadar önemli olduğunun vurgulandığını görebiliriz. Elbette burada dönemin siyasî muhalefetinin de etkisiyle karşı olunan hükümeti veya iktidarı eleştirirken nispeten gerçekçi veya ayrıntılı politikalar önerisi sunmak yerine sloganlarla ve CHP’den şikâyeti ve yakınmayı içeren mağduriyet duygusuyla hareket ediliyor olmasının payı yabana atılamaz. Çok partili hayata geçiş sürecine ve ilk uzun demokrasi tecrübesine yakından bakıldığında bu özelliğin belirgin bir hat şeklinde karşımıza çıktığı söylenebilir. Hal böyle olunca bilhassa 1952 sonbaharında vuku bulan Malatya Hadisesi’nden4 sonraki menfî gelişmelerin uzun vadede yol açtığı tahribat üzerinde durulamamış ve “despot CHP” “mağdur millet” dilemmasının ötesine geçilememiştir. Dönemin dinî aktörlerinin farklı anlayışa veya usule sahip olmaları göz ardı edilemese de bu farklılıkların 1960’ların ikinci yarısından itibaren karşımıza çıkan manzara neticesinde gerçekleşmediği belirtilmelidir. Tek Partili yılların ardından gelen “çoğulcu devirde” söz konusu dergileri çıkaran aktörlerin tutum ve davranışlarını neden-sonuç ilişkileri bağlamında mekanik bir biçimde izah edip açıklama kolaycılığından vazgeçilerek, kimi durumlarda onların dahi niyet etmedikleri, öngörülmemiş sonuçların ortaya çıkışından bahsedilebilir. Dergileri yayımlayanlar örneğin Cumhuriyet Halk Partisinin nasıl davranacağı hakkında birtakım ön-görülerde bulunarak yayınlarını bu çerçeve içinde şekillendirirler. Bu manada yaptıklarıyla yapamadıklarıyla her dergi, 1946’nın açtığı imkânlar doğrultusunda aslında bir bakıma 1950 sonrasına hazırlanmıştır. Devrin iktidarının attığı birtakım adımlar (Türk Ceza Kanunundan 163. maddenin çıkarılması gibi) hakkında eleştirel yazılara yer vererek dönemin siyasî gelişmelerini kendilerince anlamlandırmışlardır. Çok partili hayata geçiş yılları olarak anılan 1940’lar aynı zamanda Türkiye’de süreli yayınların yeniden hayat bulduğu ve çeşitlendiği zamanlar olması hasebiyle önem arz eder. Zaten ister yüksek tahsil çağında olsun isterse öğrenim hayatından sonra olsun bir dergi çıkarmak, Hasan Âli Yücel’in de belirttiği üzere, “sosyal, politik ve kültür alanlarında iddia sahibi olanların iddialarını yaymak ve teyit etmek için ellerinde bir neşir vasıtası bulundurmak isteğinden doğar” (Koçak, 2015, s. 158). Tek Parti devrinin zorunlu kıldığı radikal uygulamaların akabinde muhtelif iddiaları içeren fikrî ve siyasî cereyanları çeşitlendiren yayın hayatının canlanması İslâmî içerikli yayınları da içeren dergi alanında tezahür et4 Bu konuda bkz. Kısakürek (2012), Karakoç (1989f, ss. 9-11), Karakoç (1989g, ss. 6-9), Üzmez, (1996), Yalman (1997), Öz (2010). Hassas Bir Muhalefet Politikası: Geçiş Sürecinde Dindar-Milliyetçi Dergiler 9 miştir (Örnek, 2015, s. 158). Bununla beraber, 1931 yılında çıkan Matbuat Kanununun 28 Haziran 1938’de yapılan düzenlemelerle birlikte hükümete gazete ve dergilerin yayımlanması konusunda önemli yetkiler verdiğini de göz ardı etmemek lazım. Mesela yayımlanacak olan derginin, çıkacağı yerin en büyük mülkî amirinden (Vali yahut Kaymakam) izin alması, basılacak olan yayının bir bankadan çıkacağı yerin nüfusuna göre garanti mektubu almaları şartının yanında kötü şöhretli birilerince yönetilmemesi gerekiyordu (Koçak, 2009, s. 353). Aslında bu İkinci Dünya Savaşı yıllarında mevcut durumun şu ya da bu aktörlerce, sarsılmaya açık olması, şeyleri ters yüz etme veya radikal bir şekilde dönüştürme potansiyelinin bulunması, kelimenin gerçek anlamıyla kriz momentinin (Lefebre, 2017, s. 12) varlığından kaynaklanmaktaydı Dolayısıyla açılan imkânlar açısından bu dönem Henri Bergson’un durée [süre] kavramındansa anlık tercihlere öncelik vermeyi bir seçenek olarak dayatmıştır. Geçmiş ile geleceğin birbirine tosladığı bir geçittir ele almaya niyetlendiğimiz dönem. Bu kritik yıllar, Batıcılığı savunan grupların devlete, topluma ve Müslümanlığa karşı en etkili silahı konumundaki basının kısmen de olsa farklılaşması ve madunlarca bir “tebliğ” aracı olarak kavranışının ve buna dair içerden yapılan eleştirilerin başlangıcıdır. Genel hatlarıyla dönemin dindar-milliyetçi dergileri Cumhuriyet devrinin en uzun ilk demokrasi tecrübesi olması bakımından öne çıkan Demokrat Partili yıllardaki birtakım gelişmelere de ışık tutacak mahiyettedir. Bununla beraber Türkiye’de dindar ve milliyetçi içerikli dergilerin dönemsel temayüllerinin zihniyet tarihi bakımından ne anlam ifade ettiği tam olarak ele alınmış sayılmaz. Dönemler bakımından çok değişik görünümler alabilen temayüllerin genel çizgilerini bile ortaya çıkarmak kolay değildir. Siyasî ve sosyal gelişmelerdeki birtakım boşlukları doldurmak için süreli yayınların işin içine katılmış olması nasıl ele alınırsa alınsın yararlıdır. Diğer taraftan dönemin süreli yayınlarına dair çeşitli yaklaşımlar ortaya konulurken Osmanlının son zamanlarından itibaren gündeme gelen üç tarz-ı siyasetten herhangi birini merkeze alarak yapılan incelemelerin meseleyi tümüyle kavramaya katkı yapmadığı/yapmayacağı da ortadadır. Zira bu izahların değişim ve dönüşümleri daha iyi anlamayı sağlayan imkânlar temin etmek yerine bunları berhava eden bir boyutu vardır. Nitekim 1940’lardan 1960’lara kadar uzanan zaman diliminde yayınlanan dinî ve millî yönü baskın olmaları hasebiyle “İslâmcı” addolunan dergilerin böyle bir açıdan ele alınmasıyla elde edilen sonuçlar, klasik ve yaygın ama aynı zamanda dönemlere göre değişiklikler arz eden hükümler mecellesinin yeniden gözden geçirilmesini sağlayacak yönde ciddi birtakım kanıtlar sunabilecektir. 10 İslam’ı Uyandırmak - II Hiç şüphesiz fikrî ve siyasî yönelimi ne olursa olsun tüm dergiler zamanla kendi kişiliklerini kazandığından dolayı bizler bu kişiliğe bağlı bir yorum ortaya atmaya çalışırken dergileri statik bir biçimde ele almamak durumundayız. Her dergi her yeni sayısında kültürel hafızaya bir şeyler katarken aynı zamanda hayattan ve ülkeden kendilerine parçalar katmaktadır. Ama hepsi bu mu acaba? 1940 ile 1960’lar arasında Türkiye’de çıkan ve “İslâmcı” dediğimiz dergilere5 göz atacak olursak çok daha önemli bir sorunla karşılaşacağız: Bir derginin kolaylıkla siyasi akımlardan herhangi birine kolaylıkla dâhil edilmesinin zorluğu. Cumhuriyet gazetesinde dış politika yazıları yazan Ömer Rıza Doğrul’un aynı zamanda Selâmet mecmuasını çıkarmasını hatırlayabiliriz mesela. Dergilerin sonraki okuyucularına öğrettiği en önemli nokta bu zaten; kendilerine atfedilenlerin üstünde bambaşka bir “kendi yaşama payları” (Uyar, 1968) var onların. Süreli yayınların bilhassa polemikleriyle meşhur olanlarının statik olarak ele alınmamaları gerektiğinden bahsettik. Sözgelimi 1934 yılında Ömer Rıza Doğrul’un Hazreti Muhammed’in Hayatı kitabı vesilesiyle, Eşref Edip’e üstelik de hürmetkâr bir dille, “Biz her ne şekil ve surette olursa olsun memleket dâhilinde dinî neşriyat yapılarak dinî bir atmosfer yaratılmasına ve gençlik için dinî bir zihniyet fideliği vücuda getirilmesine taraftar değiliz” cevabını veren Dâhiliye Vekâleti Matbuat Umum Müdürlüğünün 1934 tarihli bu açıklamasından beş yıl sonra Hareket dergisi, dokuz yıl sonra Büyük Doğu dergisi ardından da diğer dergiler birbiri ardınca yayımlanmaya başlayacaktır. Yaklaşımların yıllar içinde değişmesi sadece dönemin idarî mekanizmasıyla sınırlı değildir. Bir zamanlar Meşrutiyeti İslâmî ilkelere dönüş olarak telakki eden Eşref Edip’in II. Abdülhamit hakkındaki görüşleri aradan geçen yıllar içinde bilhassa 1950’li yıllarda köklü bir biçimde değişmiştir (Debus, 2009, s. 49). İslâmî ilimler mirasına yaslanan ve kendisini Müslüman toplumun irşat edicisi konumuna yerleştiren Ehli Sünnet yahut bir durumu, bir hissi gerilimi başkalarına iletmek ve bu deyişe imkân tanıyan Serdengeçti dergisinde, geçmiş sayıların yanılgılarından, ufak, önemsiz görünen sapmalarından doğan, bunlarla durmadan ileriye doğru beslenen bir yaşama payı vardır. Sözgelimi din eğitimi, tarihî yapılar ve cemiyetler konusunda yıllar içinde farklılaşan hatta birbiriyle çelişen değerlendirmeler de göze çarpar Örneğin Hareket dergisinde Sabahattin Ali’nin Nurettin Topçu’nun zihnindeki yeri ile Ahmet Kabaklı’nın onu ele alışını karşılaştırdı5 Eleştirelliğin yüksek olduğu 1970’lerde, Cumhuriyet öncesinde ve sonrasında İslâmcı basından bahsetmenin fazla iyimserlik olduğu ifade edilirdi. Bkz. Doğan (2017, s. 12). Hassas Bir Muhalefet Politikası: Geçiş Sürecinde Dindar-Milliyetçi Dergiler 11 ğımızda karşımıza çıkan fark göz ardı edilemez. 1950’lerde köylü dindarlığının Hareket dergisinde bilhassa Mehmet Kaplan’ın yazılarında hurafe zaviyesinden ele alınışıyla Serdengeçti dergisinde geleneğin yeni nesillere aktarımında köydeki hocaların mühim yerine ilişkin yapılan vurgunun temelden ayrılmasını da eklememiz gerekir. Bu tespit ve tasvirler üzerinden ayrıntılara dikkatle eğildiğimizde matbu yayınlarda karşımıza çıkan yaklaşım kaynaklı kusurlar, bu yüzden vazgeçilmez oluyor, hayatın gerçekleri çerçevesinde zamanla özellik haline bile geliyor. Dergilerin onların olumlu yanlarıyla, getirdikleri yeniliklerle olduğu kadar belli meselelerdeki kusurlarıyla da toplum hayatımızda yerlerini buldukları tartışmasız bir gerçek olarak kabul edilmelidir. Zira dergiler, baştan tasarlananın aksine, umulanın dışına, bazen uzağına taşarak farklı bir ses olabilmektedirler. Fakat mahiyeti değişmekle beraber her halükârda halkı/milleti eğitmek/bilinç kazandırmak ve İslâm’a dair bilgileri yaymak bu dergilerin temel görevi olarak kabul edilebilir. Tekrar etmek gerekirse, dönemin dergileri bir nitelikler mozaiği değildir; birbirinden ayrı meselelere odaklanmaların oluşturduğu parçalı bir bütündür. Dindar-milliyetçi dergiler bir geometri terimi gibi zekânın sahip olduğu bir birlik/bütünlük olmayıp, kesişen değişik görüş perspektiflerinin ufkuna açık bir bütündür. Fikrî, siyasî ve hissî ayrılıklar, dergilerin birbirleri hakkındaki kanaatlerini önemli ölçüde belirler. Bu açıdan dergilerle münasebetimizin bir düşünce nesnesiyle ilişki hüviyeti kazanabilmesi için ayrıntılara fazlasıyla duyarlı bir algı geliştirmek durumundayız. Unutulmamalıdır ki, dergiler bir momentten diğerine geçişi gösteren düşünce nesneleridir. Son derece canlı hatırası bulunan dergilere baskın tartışma konusu olan temaların ötesinde uzanmayı deneyerek dip akıntı şeklindeki bazı meseleleri de açıklığa kavuşturmak gerekir. Hiç şüphesiz bu açıklamalar dergilerin çözümlemesini tüketme iddiasında değildir. Ancak bu hassasiyetin dindar-milliyetçi dergi algımıza dair statikliği ortadan kaldıracak yeni tartışma konularını da beraberinde getireceği için ayrıcalıklı bir vurgusunun olduğu da yadsınamaz. Son kertede her algı belirli bir ufukta ve nihayet dünyada yer alır (Ponty, 2017, s.12). 1940’lardan 1960’lara uzanan zaman diliminde, Türkiye’de dinî neşriyatın niteliklerini süreli yayınlar üzerinden ortaya çıkarmaya matuf bir çabada karşımıza çıkan ilk husus, bu dönemdeki dergilerin bugün olduğu gibi çok kolay bir biçimde, milliyetçi, İslâmcı yahut Kemalist şeklinde nitelendirilemeyeceğine dikkat edilmesi gerektiğidir. Söylemlerin keskinliği içinde rakip yayın organları- 12 İslam’ı Uyandırmak - II nın ciddi bir biçimde takip edildiği nazar-ı itibara alınırsa dönemin dindar-milliyetçi dergilerde ele alınıp tartışılan konuların hakkıyla kavranabilmesi için başta gazeteler olmak üzere diğer dergilerin de bir biçimde dikkatlice incelenmesi zorunluluk arz eder. Dönemin dergilerini dikkatli bir biçimde okurken, yavaş yavaş o yıllarda şekillenmeye başlayan konumların siyasi momentin de etkisiyle yıllara hatta aylara göre farklılık arz ettiği kanaatine varmamak neredeyse imkânsızdır. Bu yıllarda dergilere yansıyan dinî anlayışın genel hatlarıyla gelenekçi ve ıslahatçı olmak üzere iki ana başlık altında toplanabilmesi mümkünse de her dergide şu ya da bu ölçüde Meşrutiyet döneminde daha belirgin hale gelecek olan dinî ıslah/tecdit düşüncesinin birtakım tortulaşmış unsurlarına rastlanabilir. Bunun ötesinde daha avamî diyebileceğimiz yaklaşım tarzı da yok değildir. Dergilerin dünyası ise dini, vicdanı, hayatı ve anlayışı siyasetin yol açıcılığından da istifade etmek suretiyle kuvvetlendirme isteğini yansıtır. Bilhassa büyük bir rahatlığın geleceğinin umulduğu çok partili hayata geçişle birlikte, Türkiye’de rüzgârın artık din hürriyetinden yana esmeye başladığı, milletin ve devletin harabeye dönen dinî hayatın yeniden ihya ve inşasını arzuladığı hemen hemen tüm dergilerde dile getirilir olmuştur. Buna göre, vicdan terbiyesi vurgusu ile Türk milletini var kılan İslâm’ın doğru bir biçimde anlaşılmasını sağlamak fakat aynı zamanda İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki dekolonizasyon siyaseti çerçevesinde İslâm âlemindeki milletleşme ve bağımsızlaşma hareketlerinin doğurduğu yeni fırsatları Türkiye’nin çıkarları için kullanmak şeklinde özetleyebileceğimiz bir tutum ve tavrın varlığından bahsedebiliriz. Dolayısıyla dönemin Türk yahut millet vurgusu aynı zamanda ülke içinde İslâmî bir vicdan ve bilinç yaratma konusuna da önem vermesi bakımından üzerinde durulmayı hak eden bir boyut taşır. Toplum ve kültür farklılıklarının bilincinde olan bu yaklaşım tarzı, aynı zamanda Cumhuriyet devrinin erken yıllarındaki birtakım uygulamalardan ayrışmayı içerdiği gibi daha İslâmî vurgulu bir şekillenmenin açığa çıkması olarak da ele alınabilir. Milliyetçi ruhu ve kültürel bilinci içermesinden dolayı siyasî meşgalesi öne çıkan dönem dergileriyle teorik yanı baskın olan dergilerin yahut tümüyle dinî içeriklilerin kesişme noktalarının hayli fazla oluşu göz ardı edilemez. Çok partili hayata geçiş sürecinde yayınlanan dindar- milliyetçi dergilerin bir ucunda irşat diğer ucundaysa polemik6 ve ideolojik yönü hayli sert ve 6 Bu mahiyetteki Büyük Doğu, Serdengeçti ve Sebilürreşad dergilerini sürekli takip eden ve eski sayılarını biriktiren gençler, siyasi kişiliklerini ve üsluplarını büyük ölçüde bu dergilerden hareketle oluşturmuşlardır. Dergilerin kimliği tanımlayan zihinsel süreçleri temsil edişine ilişkin bir örnek için bkz. Mısıroğlu (2011, s. 88). Hassas Bir Muhalefet Politikası: Geçiş Sürecinde Dindar-Milliyetçi Dergiler 13 katı tutum içerisindekiler yer alır. Diğer yandan irşadı öne çıkaran dergilerde, Kur’an, hadis, fıkıh, ahlak, İslâm tarihi gibi konularda ahaliyi bilgilendirme ve bilinçlendirme faaliyeti öne çıkarken, polemik yönü baskın olan dergilerde ise, siyasi muhalefet, tek partili yılların İslâm karşıtı uygulamalarının eleştirisi, İslâm âleminin meseleleri, matbuat hayatı ele alınır (Ünal, 2015, s. XIX).7 Ayrıca yayın ve fikir hayatına yeni katılan kimi dergilerde bu iki tutum ve tavır eşit orandayken bazılarında ağırlık noktaları dönemin tartışmalarına göre değişiklik arz edebilmektedir. İkinci Dünya Savaşı sırasında ve savaştan sonra, Türkiye’de önemli bir dinî basın gelişti ve çok partili yıllara gelindiğinde, kendini tamamen veya esas itibariyle, dinî konulara ve fikirlerin yayılmasına adamış pek çok dergi bulunuyordu (Lewis, 1993, s. 429). Bu çerçevede 1939’dan 1950’lerin sonuna uzanan hassas dönemde yayımlanan ve dindar-milliyetçi olarak tanımlanabilecek dergilerin derinlikli bir incelemesi karşımıza çıkan müşterek noktalarla farklılıkların tespitini yapmak açısından yararlı olacaktır. Bu yüzden dindar ve milliyetçi bir bakış açısıyla ve değişik sayılarında ideolojik cereyanlar, tarih, millet, milliyetçilik, İslâm, din eğitimi, laiklik, vicdan terbiyesi, İslâm âlemi, siyasî partiler vb. konulara temas eden Hareket, Selâmet, Ehli Sünnet, Serdengeçti ve İslâmın Nuru gibi dergilerin belli sayıları dönemin momentlerini kavramak için vazgeçilmez önemdedir. Dolayısıyla elinizdeki çalışmanın ana kaynağını bahsettiğim dergiler oluşturmaktadır. Elbette bu dergilerin toplamının İslâmcı benliğin yaslandığı en güçlü dayanak olan Büyük Doğu’nun yarattığı epik ve nobran etkiyi meydana getirmediği ortadadır. Fakat bu sayede Büyük Doğu ve Sebilürreşad dergilerinin bilinirliği üzerinden biçimlenen dönemin dergilerine dair algı da nispeten farklılaşabilecektir.8 Kayıp ve hatırlama, hafıza ve tekrar meselelerinin önem taşıdığını göz ardı etmeksizin fakat herhangi bir indirgemeci tutuma yaslanmadan farklı dergiler bütüncül bir şekilde kavranmaya çalışılmalıdır. Nasıl ki bu dergileri pür-İslâmcı olarak telakki etmek yanlışsa, aynı şekilde milliyetçiliğin kanıtlarını bulmak üzerinden çerçevelemek de indirgeyici bir tavra sahip olmak anlamına gelir.9 Belki bir senfonik bütünlükten söz etmek için dindar-milliyet7 Bu yüzden siyasi muhalefeti baskın olan dergileri çıkarmak kadar okumak da tehlike arz eder. Sözgelimi Sezai Karakoç lise yıllarında Büyük Doğu’yu takip ettiği ve okuduğu için büyük sıkıntılar yaşamıştır. Bkz. Karakoç (1989b, s. 11). 8 Büyük Doğu ile Sebilürreşad dergilerinin bu dönemdeki faaliyetleri için bkz. Beyaz (2013 ve 2016), Gün, (2001), Debus, (2009). 9 İslâmcılar, 1990’larda oluşum halindeki bu dergilerle ilgilendiklerinde, dergileri din anlayışı ve milliyet- 14 İslam’ı Uyandırmak - II çi kavramını kullanmak en azından bir nebze de olsa bize bir imkân sunabilir. Değişim ve tekrarı, özdeşliği ve farkı, tezatları ve süreklilikleri gün yüzüne çıkarmak maksadıyla adı anılan dergilerin dönemin hareketli armonisi içerisinde dindar-milliyetçi melodi bağlamında nasıl bir ritim tuttuklarının kavranması devrin tasviri açısından anlamlı olacaktır. Kaynaklarla Gelecek Arasında Dönemin Dergilerinin Öncelikleri Her dergi belli toplumsal ve siyasî şartların neticesinde yayın hayatına başlar ve bir dergiyi çıkarmak onu sürekli kılmak oldukça zordur. Bu yüzden öncelikle 1940’ların Türkiye’sinde bir derginin çıkarılıp hayatiyetini sürdürmesinin zorluklarını gündeme almak icap eder. Önemli meseleler arasında kâğıt bulmayı10, dağıtımı, abonelik sistemini ve şüphesiz siyasî sindirmeyi muhakkak zikretmek gerekir. Dergileri çıkaranların sosyoekonomik yapıları çok güçlü olmadığından dergilerin zamanında çıkmaması, yazın tatile girmesi ve ülkede siyasî hayatın hareketlendiği yıllarda kendilerini kapatmalarını hatırlayabiliriz. 1940’lı yıllarda Cumhuriyet’in daha seküler bir forma sokmaya çalıştığı millet anlayışının büyük şehirler dışında nüfuzun büyük çoğunluğunu oluşturan yoksul köylülerce kabul edilip benimsendiğini söyleyemeyiz. Türkiye’nin değiştiği 1945 sonrasında köyden şehre göç yanında köyün ve şehrin meseleleri de bilhassa dinî hayatın mahiyeti dergilerde ele alınmıştır. Okuryazarlık oranının oldukça düşük olduğu okuma yazma bilenlerin oranının % 30 civarında (Demirel, 2011, s. 83) olduğu yıllarda daha bireysel bir form olan süreli yayınların çok geniş bir okuyucu kitlesine ulaşamaması sebebiyle tirajlarının düşük kalmasına sebep olmuş bu ise dergilerin hayatını sürdürmesini zorlaştırmıştır (Sitembölükbaşı, 1995, s. 185). Bununla birlikte çöküş halinde bir mekân olarak tasvir edilen şehre nazaran köyün dinî inanışlarını muhafaza ederek nispeten menfî cereyanların teçilik açısından ele almışlardır. Dolayısıyla tüm dikkatlerini benimsedikleri ilkelerin mümkün kıldığı deneyimler üzerine yöneltmiş olduklarını vurgulamak gerekir. Bkz. Türkmen (1993, 28), Bircan ve Atalar, (2017, ss. 236-241). Farklı bir değerlendirme için bkz. Çekmegil (1996, ss. 27-28, 1992, 14). 10 Samet Ağaoğlu, Demokrat Parti devrinde kâğıt darlığının arttığı bir dönemde Sanayi Bakanlığı yapmıştır. Bu görevindeyken, dergilerine ve kitaplarına kâğıt tahsisi için başvuranların hemen hepsine, ideal, inanç ayrılığı göstermeden istediklerini yerine getirmeye çalıştığını anlatır. Onun bunu söylemesinin sebebi ise Varlık dergisini çıkaran Yaşar Nabi Nayır’ın, 27 Mayıs darbesinin ardından Ağaoğlu’nu kurucuları arasında da yer aldığı Türk Edebiyatçılar Birliği’nden çıkartma girişiminin baş aktörlerinden biri olmasıdır. Bkz. Ağaoğlu (2013, s. 21). Hassas Bir Muhalefet Politikası: Geçiş Sürecinde Dindar-Milliyetçi Dergiler 15 sirinden bir derece korunmasında bir aktör olarak köy hocalarının ve yüzyıllardır varlığını koruyan geleneğin hakkı teslim edilir. Arzu edilen yahut dönemin okuryazar dindar-milliyetçilerinin zihnindeki din adamı vasfından uzak olan fedakâr köy hocaları, az bilgilerine rağmen Anadolu’nun imanının muhafazasını sağlamışlardır. Bu tasvire göre köy hocalarının dinî hakikatleri basitleştirerek müşahhas misallerle anlatmalarında Ahmediye, Muhammediye, Siyer-i Nebi gibi kitaplar önemli bir rol oynamıştır. Ne var ki, şehrin delişmen havası yavaş yavaş köylere de sirayet ettiğinden köylü dindarlığını taklitten kurtaracak ve İslâm davasının daha güçlü savunulmasını mümkün kılacak çalışmaların yapılması gerekliliği de fark edilmeye başlanır. Bunun yanında şehirlerde camileri dolduran ve dinini muhafazaya çalışan bir kitlenin az olmakla beraber artma istidadında olduğu belirtilir. Halkın dinî inanış ve yaşayışının dinî ve millî bünyeyle zıt olan tek parti devrinde bozulmuş olmasına rağmen bununla mücadeleyi elden bırakmamak gerektiğinin altının çizilmiş olması, bahsettiğimiz kriz momentleri göz ardı edilerek kavranamaz. Bu zaviyeden memleketin perişanlığını görerek milletin uçuruma sürüklendiğini anlayan bir kısım münevver ve din adamının bilhassa demokrasi devrinden itibaren kürsüde, dergide ve neşriyat sahasında bulunmak suretiyle çıkış yolu aradıklarına dikkat çekilirse dinî hayatın yeniden inkişaf edeceği temennisinin izhar edilişi daha kolayca anlaşılır olacaktır. Okuryazarlık oranının düşük olması, dergileri dağıtan firmaların art niyeti, siyasî ve aktüel hayattaki olumsuzluklar en önemlisi de maddî imkânsızlıklar karşısında henüz geniş zümreleri kuşatamayan bu faaliyetlerin ümit bahşedici olduğunun üzerinde durulması bu yıllarda ülkenin alttan alta hareketlendiğini ve dönüşümün eşiğinde olunduğuna dair beklentiyi bir nebze de olsa anlaşılır kılar (Yalçıntaş, 1952, s. 5). 1940’ların son üç yılında ve 1960’ların başlarına kadar bayilerin bir dergiciye neler yaşattığı Serdengeçti sayfalarından, Türkiye’nin ve dünyanın aldığı yön, Selâmet’ten, fikrî meseleler Hareket’ten, şabloncu din telakkisi Ehli Sünnet’ten, ilim ve ihtisas vurgusu ise bir tür erken İslâm dergisi olarak da ele alınabilecek olan İslâmın Nuru sayfalarından incelenebileceği gibi dinî muhtevalı dergicilikteki değişim de bu dergilerin tümü dikkate alınarak tasvir edilebilir. Ayrıca 1940’lı yıllardan itibaren dinî tavır içindeki pek çok dergiye gerek yazı bakımından Ahmet Hamdi Akseki’nin gerekse neşriyat bakımından Diyanet İşleri Başkanlığının katkısı vardır. Bunlar Mayıs 1950’den sonra Türkiye’de dinî uyanışın yeniden başladığını belirten çalışmalarla (Türkiye’de İslâmiyet’in uyanması, 1952, s. 6) birlikte düşünüldüğünde dönemin gelişmeleri daha iyi kavranacaktır. Şimdi sırasıyla dönemin dergilerinin genel özelliklerini ve üzerinde durdukları konuların belirgin hallerini tasvir etmeye çalışalım. 16 İslam’ı Uyandırmak - II Hareket: Fikir, Sanat ve Başka Bir Siyaset Nurettin Topçu, erken Cumhuriyet devrinde fikrî yörüngesine oturamayan, yerini ve mücadele biçimini tayin edemeyen yayın hayatının kargaşa ortamını fark eder. Bunun için yıllarca yalnız kalmak pahasına “İslâmî denen neşriyatın büyük çoğunluğu Ortaçağ tipinde vesikalardır” sözünü sarf etmek durumunda kalır. Topçu’nun sürgün olduğu İzmir Lisesi’nde öğretmenlik yaparken Şubat 1939’da çıkarmaya başladığı Hareket dergisi fikrî bir yayın olmasıyla dönemin diğer dergilerinden ayrı bir yerde durmaktadır. Topçu genel olarak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra teşekkül eden yeni basın gücünün ve gazetecilik yapma şeklinin millet varlığına karşı oluşmuş organize bir tehdit olduğu kanaatindedir. Bu sebeple “karakter yapmak” ve “şahsiyet yaratmak” vurgusu ilk sayısından itibaren oldukça bariz olan derginin, Temmuz 1947 tarihli sayısının kapağındaki görselin altında yer alan “Başkaları gibi düşünmeyen adam” ibaresi bir bakıma derginin ve Nurettin Topçu’nun dönemin diğer dindar-milliyetçi dergilerden ve kişiliklerinden farkını ortaya koyan bir ifadedir. Nitekim yıllar sonra kaleme alınan bir yazı bu hususu özellikle belirtecektir: O muhafazakâr ve dindardı, ama başkaları gibi değil; o sosyal adaleti savunuyordu, ama başkaları gibi değil; o hem hürriyetin hem de otoritenin değerini biliyordu, ama başkaları gibi değil; güncelin, heveslerin ve modanın peşine takılmayan, çamurların içinde tekmelense dahi ölmeyen hakikati realitenin üstüne yerleştiren adam, çok kere kendi devrinin âsi, zaman zaman geçimsiz, haşin adamı oluyor başkaları gibi düşünmenin gelip geçiciliğine düşmüyor, ideallerini ve ulvî değerlerini asla yere indirmiyordu. (Civelek, 2016, s. 16) Uzun vadeli hedefleriyle kendinden söz ettiren Hareket dergisi, ne irşat yapan ne de aktüel siyasî tartışmalara cevap üretmeye çalışan bir dergi hüviyetinde olmayıp meseleleri fikrî zaviyeden ele almak niyetindedir ve iddiasındadır. Bundan dolayı fikir mücadelesini bihakkın yerine getirmeyen dergiler ve geniş manasıyla neşir faaliyetleri, bu dergi çevresince bilhassa bânisi Nurettin Topçu nezdinde sorunlu bulunur ve bunlar hakkında çoğu zaman genel tenkitler dile getirilir. Fakat ciddiyetten ve fikir haysiyetinden uzak neşriyat hayatı konusunda ise daha özel ifadelere rastlanır. Zira onun nezdinde neşriyatın fikrin; bilhassa Rönesans fikrinin yaygınlık kazanması açısından önemli bir rolü vardır. Bu noktada dinî olduğu iddiasıyla yola çıkanların ayrıca bir sorumluluğu da bulunmaktadır. Uzak hedef olarak millete dayanan bir Rönesans hareketi, ancak ciddi neşir faaliyetleri ile anlam kazanacaktır. Bu düşünce tarzından dolayı neşir hayatıyla fikrî ve ahlakî donanım arasında kopmaz bir bağın kurulması mütema- Hassas Bir Muhalefet Politikası: Geçiş Sürecinde Dindar-Milliyetçi Dergiler 17 diyen telkin edilir. Hareket yazılarında gençliğe aşılanması lazım gelen iman ve mefkûreye işaret edilirken memleket gençliğinin hangi ellerin hatası yüzünden yarım asırdan fazla zamandır çorak ve sonu belli olmayan yollarda ne gibi gafletlere büründüğü gösterilmeye çalışılır. Tanzimat sonrasındaki Osmanlıcılık, Türkçülük ve İslâmcılık11 gibi fikir akımlarını eleştiren derginin ilk sayısında yer alan şu satırlar bunu doğrular mahiyettedir: Biz Tanzimat’tan bugüne kadar Türk cemiyetinin yaptığı pek çok tezatlı tecrübelerden ders alarak, bu tecrübelerin her sahadaki neticelerini karşılaştırdıktan ve Şarkla Garb’a aynı dikkatli gözlerle baktıktan sonra kendimize dönmek ve böylelikle bulunan samimi bir milliyet mefkûresi içinde gençliği, demokrasinin, yaşatıcı kuvvetlerimizi ilaya uğratan ilim, sanat ve ahlak hareketleri yolunda fertlerin ve zümrelerin üstünde yaşayan hakikatlere muhteris kılacak bir derunî mücadeleye hazırlamak mecburiyetindeyiz. Hareket sahasında yegâne hâkim mefkûrenin bu vatan çocuklarının şuurunda ‘saadet mefkûresi’ olmaktan çıkarak ruhî ve hayatî kuvvetlerimizin hangileri olması lazım geldiğini, âleme de örnek olabilecek bir Rönesans hareket içinde kendimizi bulurken hangi yollardan giderek, hangi metotlarla bu gayelere ulaşabileceğimizi göz önüne aldığımız anlarda düşündüklerimizi bu sütunlarda söyleyeceğiz. (Topçu, 1939a, ss. 5-6) Hareket, Türkiye’de halen inkişaf etmekte olan ideolojik cereyanlardan Anadolucu milliyetçiliğin ülkeyi selamete götürebileceğine inanır. Derginin fikrî yönü, milleti millet yapan siyasî ve fikrî kıstaslar konusundaki tartışmalardan ve mücadeleden bağımsız olarak ele alınamaz. Bu çerçevede Topçu’nun, derginin ilk devresinde kaleme aldığı “Rönesans Hareketleri”, “Asrımızın Hareket Adamları”, “Siyaset ve Mesuliyet” gibi yazılarının 1960’larda Yarınki Türkiye adıyla kitap şeklinde okurlarla buluştuğunu kaydetmeliyiz. Cumhuriyet devrinde yayımlanan dindar-milliyetçi süreli yayınların ilki olan Hareket dergisinde aktüel gelişmelerden ziyade düşünce ve sanat dünyasıyla ilgili konuların ön planda olduğu söylenebilir. Bununla birlikte “Ayın Hercümerci” gibi sayfaları dönemin 11 Bu yıllardan itibaren Nurettin Topçu mütemadiyen İslâmcıları eleştirecektir. İlk dönemde İslâmcıların, bir memleket çocuğunu yetiştiren emek ve toprağın hakkını inkâr ettiklerini öne çıkarılacaktır: “İslâmcılar ümmet devrinin artığı ile millet kuvveti yaratacaklarını sanırlarken, bir coğrafya ve iktisadın yaşattığı asıl millî tarihi unuttular. Emek yani bütünüyle hareketin insan iradesinin ilk ve esaslı kaynağı olduğunu bilmediler.” Topçu (1939b, s. 76). Yıllar sonra Orhan Okay’a 29 Nisan 1957’de yazdığı mektubun bir yerinde: “Dinsiz milliyetçi bir hoyrat, milletten uzaklaşan dinci bir sahtekârdır” dedikten sonra sözü İslâmcılara getirecektir: “Turancılar gibi bizim İslâmcıların da sefaleti bundandır. Hiçbirisi Allah’ı bilmiyor. Millet çocuklarının sefaletine bütün ruhuyla uzanmayan insanda iman olur mu?” Okay (2016, s. 96). 18 İslam’ı Uyandırmak - II matbuat ve sanat dünyasında olup bitenleri kavramaya imkân tanıyan küçük notları ihtiva ettiği kadar genç kalemlerin temrin sayfası olarak da işlev gördüğü açıktır. Derginin bu dönemi, 12 sayıdan oluşan birinci devre (1939-1942), 28 sayıdan oluşan ikinci devre (1947-1949) ve 7 sayıdan oluşan (1952-1953) olmak üzere üç devreden oluşur. Bu dönemde çıkan sayılar ağırlıklı olarak Türkiye tarihinin en önemli değişikliklerinden birinin yaşandığı 1950 öncesinde yayımlanır. Çok partili hayata geçişten sonraki sayılarında dönemin aktüel tartışmalarının daha çok yer tuttuğunu da belirtmek gerekir. Hareket, maziyi toptan gömmek isteyen Batıcılarla olduğu kadar, milletin davasını sahiplenmiş gözüken fakat davayı içerden karartan ruhsuzlarla da mücadele azmini ön-planda tutar. İslâm davasını müdafaa niyetiyle ortaya atılanların toplumu sömürme gayretiyle gerek ibadethanede gerekse neşriyat sahasında eşi görülmedik müptezel faaliyetlerde bulunmaları dergi tarafından görmezden gelinmez. Dergide, çok partili hayata geçilirken meydana gelen serbestlikten faydalananların hac kervanları, dernekler, cemiyetler ve neşir vasıtalarıyla toplumu aydınlatmak yerine, onları sömürdüklerine dikkat çeken yazılara rastlanması sebepsiz değildir. Dini ticaret metaı yapan Babıali esnafının menfaatine düşkünlüğü ve riyakârlığının neşir serbestliği ile ayyuka çıktığına dikkat çekilmiş olması, dönemin diğer basın eleştirileriyle birlikte düşünüldüğünde daha da anlamlı hale gelecektir (Topçu, 1949, ss. 14-15; 1969, s. 4); Kabaklı, 1947, s. 11). Yakından bir mukayese yapmayı tercih edersek aşikâr olan nokta şudur: Hareket dergisi perspektifinden meseleye bakarsak, bu dönemde yayımlanan dergileri ve kitapları “İslâmî uyanış” yahut “İslâm’ın yeniden inkişafı” çerçevesinde ele almak mümkün olmadığı gibi, “sahte hareket teşekküllerinin” İslâm’ın ruh ve ahlak cephesini fakirleştirdikleri dahi gündeme getirilebilir. Bu eleştiri aynı zamanda dönemin dindar-milliyetçi dergilerinin bütünlüklü ve uyumlu olmayıp daha ziyade parçalı ve uyumsuz unsurlardan mürekkep olduğuna işaret etmesiyle 1960 sonrası ikliminin nüve halinde bu yıllarda var olduğunu akla getirir. Yaz tatillerinde yayınlanmayan Hareket dergisi, 1942’ye kadar düzenli çıkmaz, bu tarihten itibaren tekrar yayın hayatına başlayan dergi yeni devrede, felsefe, eğitim, aydınlar, sanat ve edebiyat meselelerini önceden olduğu gibi öne çıkarır. Dergide dönemin dindar-milliyetçi dergilerinin İslâmî içerikli kitap tahlillerinden ziyade Türkiye’nin sanat ve fikir ortamındaki tartışmalar önemli bulunduğundan Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Yaban romanı sanat kudreti ve taşıdığı fikir bakımından tetkik edilmeye değer bulunur. Bu tetkikin bizzat kendisi Hareket dergisinin millet anlayışını belirgin kıldığı kadar duyarlı olduğu ko- Hassas Bir Muhalefet Politikası: Geçiş Sürecinde Dindar-Milliyetçi Dergiler 19 nuları anlamamız açısından da önem arz eder. Söz konusu yazıda romanın Anadolu halkının bir tek meziyetini, bir tek güzel vasfını yansıtmaması eleştirilir. Anadolu köylüsünün melek olmadığı ortadadır fakat yazarın sandığı kadar kötü olmadığı dile getirilerek, Anadolu’nun Yakup Kadri gibileri asla affetmeyeceği belirtilir (Bornovalı, 1942, s. 237). Gene bu dönemde Rus yazar Dostoyevski üzerinde durulmuş olması da millî kimlik, milletin ıstırabı ve Batıyla hesaplaşma motivasyonu açısından kaydedilmesi gereken bir hususiyettir. Derginin bu döneminde neşriyat eleştirileri yanında ilim zihniyetine vurgu yapan yazılara da yer verilir. Milliyetçi fikir dergilerinden Birlik’in bütün memleket meseleleri üzerinde duracağına dair duyurusu da yer alır. Avrupa eleştirisi, Gandi’nin mücadelesi gibi hususlara devam edilirken, Nurettin Topçu, dönemin maarif tartışmalarından ahlak terbiyesinin okullarda verilme metoduna dair son derece mühim bir yazı kaleme alır. Ahlakî terbiyede örnek olmanın önemine değinen Topçu, ahlak eğitiminin ailenin geçirdiği dönüşümden dolayı ailede verilemeyeceğini açıkladıktan sonra mektebe ve muallime düşen sorumluluklara dikkat çeker (Topçu, 1943, s. 290). Eğitim konulu yazıların hayli yekûn tuttuğu Hareket’te, Avrupa gibi makine aşığı değil, ruh ve vicdan aşığı insanlar yetiştirmek isteniyorsa, Avrupa’dan alınan öğretim metotlarının değiştirilmesi gerektiğinin altı çizilir. Vaktiyle Fransa’dan alınan öğretim metotlarının Türkiye’yi “dar kafalılıkta çığırından çıkmış olan medreseden kurtarmak için büyük rol oynadığı” fakat medresenin yerine gelen mektebin de mana ve değer bakımından eskisinden pek farklı olmadığı hatırlatılacaktır (Topçu, 1943c, s. 335). Hareket’in Mart 1947’de çıkan 13. sayısı: “Dört yıldan beri, birçok sebepler yüzünden neşriyatını durdurmuş olan Hareket, yeni ve geniş bir kadro ile tekrar okuyucularının karşısına çıkıyor. Onun bundan böyle arızasız olarak devamı, bilhassa okuyucularının elindedir. Hareket’i seviyorsanız onu başkalarına da sevdiriniz. Bu sizin fikirlerinizin cemiyete intişarı ve kök salması demektir” ifadeleriyle başlar. Dergide, eğitim, edebiyat ve sanat dünyasıyla felsefe ve düşünce meseleleri ele alınıp incelenir. Bu devrede ve genel olarak dikkat çeken hususlardan birisi de şudur: Dönemin irşat ve siyasî yönü önde olan dergilerinde din eğitimi ve vicdan hürriyeti konuları gerek siyasi partilerin meseleyle ilgili tekliflerinden gerekse basın hayatına yansımalarından ötürü mutlaka öne çıkarken Hareket dergisinde liselerde edebiyat öğretimi ve kitapları üzerine yazılar daha yoğundur. Kabul etmek gerekir ki bu esaslı farklılık, Hareket’in sanat ve edebiyat eğitimini esas alan romantik yaklaşımından kaynaklanmış olabileceği gibi dönemin siyasi muhalefetini sahici bulmamasıyla da ilintili olabilir. Ayrıca 20 İslam’ı Uyandırmak - II ruhu selamete erdirecek bir eğitim sistemi için Avrupa’dan alınan programların bırakılıp, kendi millî benliğimiz için ders programlarının yapılmasını için çalışılması gerektiği belirtilir. Çelişkili yaklaşımların terk edilerek İslâm ahlakını benimsememizi sağlayacak “devrim hareketi” oluşturmadan kendimize dönüşün mümkün olmadığı vurgulanır (Topçu, 1943a, s. 261). Öte yandan dergideki kimi metinlerde tek partiye dayanan sistemden toplumsal hürriyeti esas alan demokrasi sistemine geçiş yönündeki gelişmelerin memleket maarifini olumlu yönde etkilediğine işaret olunarak yanlış politikalar eleştirilmiştir: Dün tarih tanımayan, mukaddesat tanımayan, aile tanımayan inkılapçı okulun aileden tamamen ayrılması, aileye kıymet vermeyen komünizm cereyanlarının, bunca genç ruhlara zehir gibi nüfuzuna sebep oldu. Bugüne kadar boşuna vakitler harcandı, gençlik israf edildi. Çeyrek asırda uçuruma yaklaşan ahlakımızı kurtarıcı adımların bugün atılabilmesi, üzerinde ehemmiyetle durulacak çok manalı bir hadisedir. (Bornovalı, 1947, s. 10) Hareket, öteden beri eskimiş olduğuna kanat getirilen ideallerin son zamanlarda tekrar kuvvetle müdafaa edilir olduğu bu dönemde yaptığı ideolojik cereyanlar konulu anketlerle fikri açıdan durduğu yeri belirgin kılar. 1947’de dergide yapılan ikinci ankette bazı ideolojilerin memlekete zararları bilindiği halde, bunların sebepleri vazıh olarak anlaşılmadığından onlara karşı yıkılmaz bir cephe oluşturulamadığına dikkat çekilir. Anket sorularında ele alınan ideolojik cereyanlar, Komünizm, Kemalizm, Türkçülük ve İslâmcılıktır. İslâmcılıkla alakalı olarak hazırlanan soru şöyledir: “Memlekette bir İslâmcılık cereyanı görülüyor. İslâm dininin eski temelleri üzerinde tekrar kalkınması mı, yoksa İslâm’da bir reform hareketi yapılması mı istenilmektedir?” (Hareket, 1947, 5) Her ne kadar soruları oldukça esaslı olan bu anketin cevapları dergide yayımlanmamış olsa da derginin ideolojik cereyanlar içerisinde İslâmcılık hakkındaki kanaatlerinin müspet olduğu söylenemez. Hele hele derginin İslâm’ı siyasî ve sosyal anlamıyla kavrayan bir “entelektüel İslâmcı” mecra olarak nitelemesi en azından bu yıllar açısından söz konusu edilemez. Burada konuyu derginin bir sunuş yazısı üzerinden bir miktar da olsa somutlaştırmak mümkün. Eylül 1947 tarihli “Okuyucularımıza” başlıklı sunuş metninde dergi, Turancılık, komünizm ve softa dincilik gibi çeşitli zihniyetlerin memleketin gençlerinin kalplerini, şuur ve iradelerini Türkiye’den uzaklaştırmak istediklerine dikkat çekerek kendi konumunu şöyle tasvir eder: “Hareket, bu iç ve dış âlemlerin gürültüsü arasında hepimizi bu vatan üzerinde birleştirecek gerçek milliyetçiliğin neşir organıdır. Boş gürültülere, ferdî ihtiraslara kapılmadan sağlam düşünce temellerine dayanan bir fikir istikametinde ilerliyor. Bunu şimdiye kadarki neşriyatıyla Hassas Bir Muhalefet Politikası: Geçiş Sürecinde Dindar-Milliyetçi Dergiler 21 göstermiştir.” (Hareket, 1947, 7, 2). Anlaşılacağı üzere Hareket, milliyet fikrinden uzak cereyanları kendi milletlerinden koptukları için eleştirir. Bu bakımdan dönemin gelişmeleri ele alınırken herhangi bir dergi hakkında kavramsal açıdan İslâmcı nitelemesinde bulunmadan evvel o derginin kendisini nasıl tanımladığına bakılmalıdır. Derginin yeni nesil yazarları milliyetçi olmanın bir kültür, bir şuur ve irade meselesi olduğunun altını çizerek, mensup olduğu milleti tanıyan, seven ve onu yükseltmeye çalışanları milliyetçi olarak tanımlama eğilimindedir. Genel olarak Hareket dergisinde hiç kimsenin doğuştan milliyetçi olmadığı, insanın milletinin mazisini, halini tanıdığı, geleceğini düşündüğü ve milletinin ıstıraplarını yüreğinde duyduğu ölçüde milliyetçi olduğu vurgulanır. Şüphesiz bunların başka ideolojik cereyanlarca da paylaşılmasından yola çıkılarak başka cereyanlar da buradan hareketle kendilerinde millî bir boyut bulabilir ki, dönemin genel tartışmaları açısından bu son derece isabetli bir yaklaşım olacaktır. Derginin 5. sayısında Demokrat Parti yanlısı Yolumuz Demokrasiye Doğru dergisindeki “Atatürk’e dil uzatanların, dili koparılır, kalem tutanların da kalemi kırılır” ifadesindeki “diller koparılır, kalemler kırılır” ibareleri eleştirilir ve şu sorulur: “Acaba bu cümle Demokrat Parti’nin programına ilave edilen bir madde midir?” (s. 6). Hareket’in bu hususa özellikle dikkat çekmiş olması derginin siyasî muhalefet bakımından ne Demokrat Parti’yi ne de Millet Partisi’ni önemsemeyişinden kaynaklanır (Kayalı, 2016, s. 347). Zira Hareket, Türkiye’deki esas tartışmanın İkinci Grubun siyasî alandaki yeri bağlamında yapılması gerektiği kanaatindedir. 1948’de Hüseyin Avni Ulaş12’ın vefatı üzerine Mart ve Nisan sayılarında kapsamlı sayılabilecek bir dosya hazırlayan Hareket dergisinde erken Cumhuriyet devrinin eleştirisi yapılır. 1945’lere kadar çileli bir hayat sürdüren Ulaş’tan hareketle kaleme alınan şu satırlar her devre ayak uyduran siyaset piyasasının ele alınışında farklılığıyla öne çıkar: 1945 senesinde bazı siyasî kımıldamalar ve bu arada ikbal mevkilerinde yaşamış saltanat, sürmüş fakat hesaplarını vermemiş aynı zamanda bugünün beğenilmeyen her hareketini tam bir uşak ruhu ile desteklemiş olanların muhalefet şerefini kendilerine mal etmek istedikleri görülmüştür. Yirmi beş sene her nevi zulme hedef olmuş, fakat şahsiyetinden fedakârlık yapmamış olan hakiki muhaliflere bir nevi tuzak kurmak isteyen, menfaatleri ve putları müşterek olan, sözde muhaliflerle muvafıkların sistemli hareketleri resmen ortaya çıkmadan evvel, Hüseyin Avni ile sık sık konuşurduk. O, yurdumuzun bugünkü siyasi sefaletini o günden görebilen insandı. (Bornovalı, 1948a, s. 7) 12 Hüseyin Avni Ulaş’ın hayatı ve mücadelesi için bkz. Çelik (2017). 22 İslam’ı Uyandırmak - II Buradan yola çıkarak şu tespiti yapmaya bir mani yok: Hareket dergisinin yayın hayatına başladığı ilk yıllardan itibaren fikrî mücadelenin ve muhalefetin odağı olmak istediği açıktır. Aynı esnada Mahatma Gandi, Hüseyin Avni Ulaş ve Mehmet Akif sayılarının veya bu kişilerle alakalı yazıların dergi sayfalarında yer bulması, derginin muhalefet çehresini gözler önüne serer. Dergi bilhassa Hüseyin Avni Ulaş üzerinden hem yeni demokratik çok partili düzeni hem de daha evvelki tek partili yılları eleştiriye tabi tutar. Lütfü Bornovalı, her ikisiyle bağlantılı sayılabilecek uzun bir kitap eleştirisi de kaleme alır. Enver Ziya Karal’ın Türkiye Cumhuriyeti Tarihi kitabını ideolojik tarihçiliğin bir neticesi olarak değerlendiren Bornovalı sonraki yıllarda dindar-milliyetçi dergilerin olmazsa olmaz unsurları arasına girecek olan yakın tarih eleştirisinin bilhassa İkinci Grubun hakkının müdafaasının kudretli bir örneğini sunar ve tahlilini şöyle bitirir: Böyle bir kitabı hazırlamaktan maksat, ilim adı altında propaganda nasıl yapılır, memlekete hizmet etmiş memleket büyükleri nasıl unutturulur, kalpleri memleket ve millet aşkı ile çarpan kahramanlar nasıl lanete gark edilir, millete ait hizmet ve fedakârlıklar muayyen şahıslara nasıl hasredilir, bir memleketin maddi ve manevi bütün varlıkları bir zümrenin menfaatine nasıl tahsis edilir, ilim ve tarih namına ne türlü abideler meydana getirilir, değersiz vaka ve hadiselere nasıl ehemmiyet verdirilir, bunları göstermek için ise, bu hususta tam bir ehliyet gösterilmiştir. Böyle değil de, kitabı ciddiye alarak dikkatle tetkik icap ederse, bu takdirde mevcut eksiklik, yanlışlık ve ehliyetsizlikleri yeni bir cumhuriyet tarihi kitabı ile tamamlamak icap edeceğini belirterek sözlerime son vereceğim. (Bornovalı, 1948b, s. 12) Serdengeçti: “Tanrı Dağı Kadar Türk, Hira Dağı Kadar Müslüman” 1940’ların ikinci yarısından itibaren siyasî tarihimizde efsaneleşen ve bir hücum dergisi (Karakoç, 1989c, hüviyetindeki Serdengeçti, hem yazar kadrosu hem de söylemi bakımından dindar- milliyetçi bakış açısını neredeyse tek başına yansıtır. Düzensiz çıktığından 1947 ile 1962 yılları arasında toplam 33 sayısı yayımlanan dergi, günümüzde vatan, millet, komünizm gibi konular üzerinden Cumhuriyet Halk Partisi eleştirisini gündemin ortasına yerleştiren aykırı söylemine bakılarak sadece Türkçü bir yayın organı olarak algılanmakta ve adı, bir hâle ile çevrelenmekteyse de dikkatli bir okuma derginin farklı konumunu daha da görünür kılabilir. Şunu da kaydetmek gerekir ki dergiye dair yaygın algı, Serdengeçti üzerine yapılan çalışmaların söylemiyle de desteklenmektedir (Özcan, 2010). “Allah’a millete, vatana koşanların dergisi” sunumuyla 1947’de “maddi Hassas Bir Muhalefet Politikası: Geçiş Sürecinde Dindar-Milliyetçi Dergiler 23 imkânsızlıklar” içinde yayımlanan Serdengeçti’nin künyesinde, “sahibi ve yazı işlerini fiilen idare eden” olarak Osman Yüksel adı yer alır. Kendisini, “Tanrı dağı kadar Türk, Hira dağı kadar Müslüman” şeklinde tanımlayan ve milliyetçi gören dergi, milliyetçiliği bir vasıta değil, millet, milliyet, vatan ve mukaddesat gibi kimsenin itiraz edemeyeceği hassas, muteber kelimelerin müdafaası olarak ele alır. Bu kavramların arkasına sığınıp, oradan şahsi menfaatlerini müdafaa edenlerle ihtiraslarını yurtseverlik şeklinde gösterip milliyetçiliği büyük servetlere, yüksek makamlara erişmek için vasıta olarak kullananları oldukça sert bir dille eleştirir (Serdengeçti, 1947, s. 3).13 Milliyetçilik üzerinden söz alan dergi sayfalarında gerek siyasî gerekse dinî tartışma alanına ama ayrıca derginin hangi şartlar altında çıkarıldığına dair konular ağırlıklı bir yer tutar. Zaman zaman oryantalistlerin Asya’nın yeknesaklığı Avrupa’nın bireyliği zaviyesinden bilhassa da Binbir Gece Masalları ile Robenson Crouse karşıtlığı üzerinden zihniyet eleştirisi gündeme getirilir. Mustafa Kemal’in önderliğindeki millî kıyamın Anadolu’daki tekkeleri, türbeleri ve dervişleri ortadan kaldırdığını fakat zihniyeti değiştiremediği söylenerek dönemin umumi durumu eleştirilir. Eski Şark tembelliğinin, vurdumduymazlığının tekkelerin yerini alan kahvelerle, Hızır’a karşı piyango çekilişleriyle, şans, talih ve sürpriz gibi kelimelerle devam etmekte olduğuna işaret edilir. Yarının sağlam Türkiye’sinin bilinenlerin, görülenlerin üzerine kurulacağı vurgulanır (Değişmeyen zihniyet, 1947, s. 5). Bunun için de başta manevî emperyalizm olmak üzere millî kültüre saldıran tüm unsurlara karşı “Mehmetçik heyecanı ve inadıyla” karşı koyacaklarını ilan eder (Yüksel, 1949, s. 3). Serdengeçti’nin tipik bir İslâmcı yayın olarak görülmesi mümkün değil fakat dönemin genel iklimi içerisinde ırkçılığa yakın duran milliyetçi dergilerle bir tutulması da mümkün değildir. Dünya ve Türkiye meselelerini ele alan derginin ikinci sayısında “Bundan sonraki sayılarımızda da Kur’an-ı Kerim’in nur ve ışık saçan ayetlerinin aydınlığı altında dünya hadiselerini ve kendi dertlerimizi görmeye, göstermeye çalışacağız” (s. 6) demiş olması derginin dünya görüşü açısından göz ardı edilmemesi gereken bir noktadır. Dergiyi dindar-milliyetçi kategorisinde ele alıp değerlendirmeyi mümkün kılan esas nokta derginin dünya meselelerini yorumlarken ortaya koymuş olduğu yaklaşım tarzıdır. Osmanlı bakiyesi topraklarla ilgilenilmesi gerektiğini hatırlayan Serdengeçti, Balkanlar’dan Filistin’e, Filistin’den Hindistan’daki müstevlilere karşı mücadele eden Müslümanların gözlerini Türkiye’ye dikerek yardım beklediklerini ve on13 Dergi, Hareket dergisi tarafından da takdirle karşılanmıştır: “Birinci sayısı çıkan bu tok sözlü dergiyi, bilhassa milliyetçi ve ahlakçı karakteri sebebiyle, bütün okuyucularımıza tavsiye ederiz. Yabancı adlı ve yabancı ruhlu neşriyatı takipten ötürü tövbe edenler aradıkları hür sesi onda bulacaklardır” (Hareket, 1947, 3). 24 İslam’ı Uyandırmak - II lara mensup olduğumuz din adına el uzatmamak gerektiğini hatırlatır (Yüksel, 1947a, s. 9). Türklerin Müslüman olmalarının kendilerine kazandırdığı hususiyetler zaviyesinden Türkiye’nin medeniyet ve manevi varlığına dikkat çeken dergi, Anadolu Selçuklu Devleti ile Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasına sahip çıkar. Bu sahipleniş aynı zamanda derginin Türkçülüğünü anlamak bakımından da önemlidir. Zira dergi tipik manada bir Türk vurgusundan ziyade İslâm’la içli dışlı bir milliyetçi anlayışı sahiplenir. Sözgelimi bir Çinliye oydurulan birkaç taş parçasından ibaret Orhun Yazıtlarının İnce Minare, Yeşil Türbe ve Süleymaniye yanında hiçbir kıymetinin bulunmadığı ifade edilir. Dönemin Cumhuriyet Halk Partisi içerisindeki tartışmalara da temas edilen bir metinde, Cengiz Han’ı Türk diye sahiplenmenin yanlışlığı, Anadolu’da Selçukluların ve Osmanlıların yaptıkları, Halkevi ve vezin milliyetçilerinin aklıselimi, vatanın ve milletin sesini susturmaları, hakikatin sesi, mukaddesat vb. konulara dikkat çekilir. Ardından müdafaası yapılan dindar milliyetçilik çerçevelenir: Onun için biz Türk deyince aynı şuurla İslâm diyoruz! Türkçülüğümüz Taşkentleri, Buharaları, Semerkantları, Bağdatları, İslâm-Türk merkezlerinde yükselen büyük medeniyetleri, kütüphaneleri yakıp yıkan İslâm-Türk âlemini bir daha kalkamayacak kadar yerlere seren Cengizlere, Timurlara kaside yazan bir Türkçülük değildir. Hunharlığın, zorbalığın her türlüsünden nefret ediyoruz! Zulmün millisi, dinisi olmaz! Zulüm, zulümdür.[…] Mehmetçiğin can verdiği bu topraklar üzerinde merasim milliyetçilerinin apartmanları yükseliyor. Bir Peker çıkıyor. Müslüman olman bu milletin meclisinde, Müslümanlığa sövüyor. Onu komünizmle bir tutuyor. Ve bizim milletvekillerimiz susuyorlar. Milletin vicdanına, imanına hürmetsizlik, saygısızlık olsa olsa bu kadar olur. Bir uçuruma doğru yuvarlandığımız artık bugün meclis tarafından da anlaşılmış bulunuyor. Başta Hamdullah Suphi olduğu halde akıl ve fikir sahibi dürüst vatanseverler bu mesele üstünde ısrarla duruyorlar. Fakat yine de Halkevi milliyetçileri, vezin kafiye milliyetçileri ortaya çıkıyorlar. Hamdullah Suphi diyorlar, Müslümanlığa hizmet etmek istiyorsa, Yenişehir’de yapılacak caminin iane defteri açıktır, oraya para yatırsın! Bu efendiler bilmelidirler ki: Türkiye’de uyanan yeni din hareketi Yenişehir’e bir cami yaptırmaktan, iane toplamaktan ibaret değildir.[…] Ebedi ve ezeli kıymetlerinden uzaklaştırılan, mukaddesatı ayaklar altında çiğnenen bu milleti kaybettiği büyük imanını arıyor. Beyhude yere onu isimlere taptırmaya kalkışmayınız. Bu millet ancak Allah’a tapar. Kendisine hizmet edenleri de asla unutmaz, sever, sayar. Fakat bu millet putperest değildir efendiler. Biz Milli Mücadele’yi hangi ruhun başardığını biliyoruz! Onu merasim milliyetçilerinden, derme çatma kitaplardan öğrenecek değiliz. Biz de aynı ruhu yaşıyoruz, aynı imanı taşıyoruz. (Nereye gidiyoruz?! 1949, ss. 3-4) Hassas Bir Muhalefet Politikası: Geçiş Sürecinde Dindar-Milliyetçi Dergiler 25 Çıkışından itibaren “Hakk’a tapan, halkı tutan yalın kılıç” milliyetçiliği savunan dergi, mukaddesata içten ve gönülden bağlı olduğunu mütemadiyen vurgular. Serdengeçti, Komünizm karşısında “Bu vatanı herkesin bol bol karnını doyurduğu, gelişip semirdiği bir devlet çiftliği haline getirenlerle” de de mücadele ettiği iddiasındadır. Millî kelimesinin, düpedüz kumar olan piyango biletlerine dahi ad olmasını eleştirerek, milliyetçiliği ayağa düşürenlere ve kumarın istismarcılığına ad yapanlara yüklenir. Ona göre şayet devlet gerçekten komünizmle mücadele etmek istiyorsa, milliyetçi fikir cephesinin önüne bir set gibi dikilmekten vazgeçmeli ayrıca bu cepheyi takviye edip desteklemelidir. Zira kanun çıkararak, hapse atarak komünizmle mücadele etmek mümkün değildir çünkü kanunlardan evvel vicdanlar, fikirler ve imanlar vardır (Milliyetçilik ve Komünizm istismarı, 1949, s. 9.). 1945-1950 döneminde görece çoğullaşan sadece siyasî hayat ve partiler değildi. Cumhuriyet’in kuruluş sürecinin, Tek Parti döneminin ve İkinci Dünya Savaşı’nın endişeli günlerinin biriktirdiği basıncın azalmasıyla gündelik hayatta, toplumsal ilişkilerde bir canlanma yaşandı. Dünya biraz daha yakına geldiğinden meseleler çeşitlendi. İşte bu bağlamda siyasetten popüler kültüre hemen her şeyin olanca cazibesiyle serpilmeye başlayışı (Cantek, 2013), çeşitli halleriyle Serdengeçti sayfalarına yansır. Cumhuriyet Halk Partisi, Sovyetler, demokrasi, cumhuriyet, Türk Ocakları, Diyanet, Millet Partisi, Demokrat Parti, altı ok, sağ, sol, gündelik hayat, Babıali, Nazım Hikmet’in açlık grevi, Ocak 1949’da Cumhuriyet Halk Partisinin kurduğu hükümetin başbakanı olan Şemsettin Günaltay eleştirisi, üniversite, seçimler gibi konular ise derginin “Gülünç Hakikatler” başlıklı mizah sayfasında ele alınır. Komünizmle mücadele edilmek isteniyorsa, Anadolu’da yan yana yürüyen sefalet ve sefahatin önlenmesi gerektiği “Mabetsiz Şehir” başlıklı heyecanlı yazıda anlatılır. 1950 yılının Eylül ayında çıkan 11. sayısında Büyük Doğu dergisindeki gibi “Hadiselerin Muhasebesi” başlıklı farklı bir bölüme yer veren Serdengeçti, burada Kore meselesini, Pakistan’ı, Af Kanununu, Tevfik İleri’yi ve Barış Sevenler Derneğini ele alır. Bu bölümdeki konular hem derginin hem de dönemin diğer dergilerinin ortak konuları olması bakımından kayda değerdir. Kore’ye asker gönderilmesi meselesini Soğuk Savaş üzerinden ele alan dergi, netice olarak Türkiye’nin Bolşevizm’i temsil eden Rusya’ya karşı, demokrat cepheyi temsil ve takviye eden Amerika’nın yanında yer almasını tabiî ve zarurî bulur. Türklerin millet olarak her gün bir hususiyetini kaybettiği ifade edilirken tek partili yılların yol açtığı menfî gelişmeler eleştirilir. Vicdanlarda, gönüllerde ve zihinlerde yer eden kültür emperyalizmi- 26 İslam’ı Uyandırmak - II nin siyasî emperyalizmden daha tehlikeli olduğuna dikkat çekilir. Gerek Türkiye gerekse Pakistan üzerinden yapılan yorumlar İslâm âlemi fikrinin dönemin Serdengeçti gibi milliyetçi olarak bilinen dergilere kadar sirayet ettiğini ortaya koyacak mahiyettedir: Bütün dünyanın önünde hürmetle eğildiği eski Türk-Müslüman hasletlerine bugün hasret çekiyoruz. Ailede, cemiyet ve iş hayatında bozguna uğradık. Asrileşmek, modernleşmek maskesi altında garbın bütün muzahfaratını memlekete ithal ettik. Vatanı kurtaran ruhu, millî mücadele ruhunu öldürdük. Bütün bunlara rağmen, mukallitlerin, dejenerelerin bozamadığı, ecdadına, tarihine sadık, köküne bağlı münevver bir gençlik kitlesi vardır ki, bütün ümidimiz bundadır. Bunlardadır. Bütün Müslüman Anadolu halkı ve onun hakiki temsilcileri olan bu gençlik, başta, büyük İslâm devleti Pakistan olmak üzere diğer İslâm memleket ve milletleriyle kendini bir sayar, bir görür, kardeş bilir. Bizim bütün temennimiz genç İslâm devletlerinin Türkiye’nin düştüğü hataya düşmemesidir. Bu bir nevi Frengi hastalığıdır. Şark milletlerini içten yıkmak, içten tahrip etmek isteyen bir hastalık… Nasıl emperyalist gruba karşı siyasi müstevlilere karşı vatanımızı müdafaa etmiş, istiklalimizi kazanmışsak, kültür istismarcılarına, manevî emperyalizmine karşı da, aynı hiddet ve şiddetle bizim varlığımızı, kültürümüzü, bizi diğer milletlerden ayıran hususiyetlerimizi, yüksek hasletlerimizi korumak, müdafaa etmek zorundayız. Yoksa kendine has, ayrı bir düşünüşü, ayrı bir dini ve kıymetler nizamı olmadıktan sonra, ayrı bir devlet kurmanın, ayrı bir bayrağa sahip olmanın, kupkuru bir siyasi istiklalin hiçbir manası yoktur. Artık ayılmamızın, kendi kendimize gelmemizin, kendi kendimizi bilmemizin zamanı çoktan geçmiştir. İman, kalp, gönül birliğini hareket haline, siyasi bir vahdet haline getirmemiz lazımdır. Tarih ve coğrafya birliği zaten mevcuttur. […] Biz tarihin, coğrafyanın bahşettiği bu imkânlardan faydalanmalıyız. Artık fertler gibi milletler de ayrı ayrı, tek başına yaşamayacak bir hale gelmişlerdir. Bizden olmayanlarla yaptığımız siyasî anlaşmalar, antlaşmalar sadece ve münhasıran menfaate dayanır. Bu menfaat ortadan kalkınca her şey biter; dost düşman, düşman dost oluverir. İslâm memleketleri için böyle bir tehlike yoktur. Yeter ki, bu milletleri idare eden hükümetler, milletlerinin kalbinde yaşayan bir imanı, bu birlik, beraberlik, kardeşlik aşkını tam manasıyla temsil edebilsinler. Bunu dünya milletleri arasında siyasî bir vahdet, bir kuvvet haline getirebilsinler… Genç Pakistan bu sahada ilk ve büyük adımı atmış bulunuyor. Diğer İslâm devletlerinin ve hele başta Türkiye’nin bundan ibret alması lazım. Tekrar ediyoruz: Tarihin, coğrafyanın, hepsinin üstünde büyük bir dinin birleştirdiği bu milyonlarca insanı birbirinden ayırmaya, bu milletleri temsil eden hiçbir idarenin hiçbir hükümetin hak ve salahiyeti yoktur. (Büyük İslâm devleti Pakistan, 1950, s. İslâm birliğini müdafaa eden Mehmet Akif ’in dizelerinin de yer aldığı bu metin, dönemin başka dergileriyle birlikte ele alındığında İslâm âlemi fikrinin Hassas Bir Muhalefet Politikası: Geçiş Sürecinde Dindar-Milliyetçi Dergiler 27 izinin sürülmesini sağlayacaktır. Bir başka önemli nokta Tevfik İleri’nin Maarif Vekâleti görevine getirilmesi dergi tarafından sevinçle karşılanmış olmasıdır. Daha evvel bakanlığa getirilenlerin hemen hepsinin kendi şahsî ihtiraslarını millî ihtiraslar haline getirdikleri fakat İleri’nin halk çocuğu olmasından dolayı memlekete hizmet edeceğinin altı çizilir. Değerlendirmede İsmet İnönü zamanında gerek ilköğretim tedrisat müdürü İsmail Hakkı Tonguç gerekse Hasan Âli Yücel’in eğitim alanındaki politikaları eleştirilir. Demokrat Parti’nin 27 yıllık CHP devrinin ardından iktidara yürüyüşü ve maarif kadrosunun başına Tevfik İleri’yi getirmesi hayati derecede önemli bulunur. Derginin, İleri’nin bakanlığa getirilmesini önemsemesinde milliyetçi, vatanperver ve Bolşeviklik karşıtı olması etkili olmuştur. Serdengeçti’de Sabahattin Ali14’nin çıkardığı Marko Paşa, Yurt ve Dünya, Adımlar, Varlık başta olmak üzere solla şu ya da bu şekilde ilişkisi olan tüm yayınlar, Hasan Âli Yücel, Köy Enstitüleri “Sovyet üniforması giymiş bir Rus” oldukları zannıyla eleştirilir. Nurettin Topçu’nun İstanbul’da yayınladığı Hareket dergisi ise millet ve vatan yolunda, ağır başlı ve muhtevalı bir dergi olması hasebiyle okurlara tavsiye edilir (Sayın okurlarımıza, 1947, s. 16). Nurettin Topçu’nun “İsyan Ahlakı” yazısı kaynağı belirtilmeden derginin 1949 tarihli 6. sayısının girişinde yayınlanır. Büyük Doğu, Orhun, Mücadele ve Bizim Türkiye milli cephenin mücadele organları olarak selamlanır. Büyük Doğu şu cümlelerle dergi okuyucularına tavsiye edilir: “Büyük İslâm davasını, aslî kaynaklarına kadar inerek, büyük bir heyecan, sonsuz bir aşk, cesaret ve dirayetle müdafaa eden, zamanımızın köhne, sahte kıymet ve kuvvetlerine karşı, amansız bir mücadele açan bu mecmuayı hararetle tavsiye ederiz.” Buna karşın Necip Fazıl’ın karakteri hakkında gerek şifahen gerekse mektupla soru yöneltenlere: “Bu dava, şahıs ve şahıslar davası değildir. Büyük Doğu’ya büyük davaya bakınız” denilir (Serdengeçti, 1950, s. 16). Bazı yazılarda Alexis Carrel’in İnsan Denen Meçhul kitabına atıf yapılmış olması bu metnin 1940’lardan sonra İslâm dünyasının genelinde ortak kültürü oluşturan kitaplar arasındaki müstesna yerini gözler önüne serer. Ayrıca o yıllarda çıkan kitaplardan bazıları dergi sayfalarında tanıtılır fakat bunların fikrî ve edebî yönü kuvvetli değildir. Mehmet Akif ve Fevzi Çakmak derginin öne çıkardığı iki isimdir. Dergi, yıllar ilerledikçe millî cephede artan derneklerin ve yayınların birleştirmekten ziyade ayırıcı bir rol üstlendiklerini 14 Osman Yüksel’in Sabahattin Ali ile ilişkisi ve tartışmaları için bkz. Yüksel (1949, s. 12). 28 İslam’ı Uyandırmak - II bunun altında ise kişilerin önderlik etme ihtirasının yattığını ifade eder. Türlü hizipler, ihtiraslar, karşılıklı ithamlar, iç tüzük-dış tüzük münakaşaları, usul hakkında nutuklar, beyannameler kişiler arasındaki dostluğu bozulmasını ve düşmanlığın ortaya çıkmasına neden olduğunu ifade eden kısa sunuş yazısı neticede dava şuurunun kaybolduğunu, sevginin yerini intikama, dinin ise kine bıraktığına dikkat çeker. Serdengeçti, didişme ve çekişmenin sadece gençler arasında olmayıp yaşlılar arasında da vuku bulmasına hayıflanır. Davanın ne derneklerle ne partilerle ne gazeteler ne mecmualarla değil fedailerle yürüdüğünü hemen herkesin unutmuş olmasından duyulan üzüntü ve derginin tuttuğu yol şu satırlarla belirgin hale gelir: Serdengeçti, birçok müracaat ve ısrarlara rağmen hiçbir partiye girmeyecek, hiçbir dernek kurmayacak veyahut kurulan derneklere ve cemiyetlere katılmayacaktır. Bu türlü teşekküller, ihtiras adamı, partici, nutukçu, alayişçi, nümayişçi yetiştiriyor. Biz bunlardan nefret ediyoruz. Biz parti adamı değil, memleket adamı, nutukçu, söz adamı değil, iş adamı, politikacı değil, gönül adamı, samimi adamı arıyoruz, istiyoruz. Bizim cemiyetimizin, bizim derneğimizin yeri (lokalimiz) birbirimizin kalbi, gönlüdür. Biz Serdengeçtiler birbirimize, defterle, adresle, kayıtla kuyutla değil, kayıtsız şartsız bağlıyız… Tüzüklerle müziklerle işimiz yok… Biz bizi biliriz… Gözümüzden biliriz, yüzümüzden biliriz… Tüzüğümüz Tanrı buyruğudur. Yazımızı o yazmıştır. Bu yazı alnımızın yazısıdır. Dertlerimiz, kederlerimiz, kaderlerimiz birdir. Biz Allah yolunda birleştik. Allah yolunda birleşenler ayrılmazlar. (Merhaba arkadaşlar, 1951, s. 2)15 Tok sesli muhalefetiyle kendisinden söz ettiren Serdengeçti dergisindeki kimi yazılar Varlık ve Ulus’ta tartışma konusu olur. Falih Rıfkı Atay ile Melih Cevdet Anday dönemin dergilerini konu alan yazılarında Serdengeçti, 1946 yılı başlarında yayımlamaya başlayan Millet16 ve Büyük Doğu gibi yayın organlarından da bahsederler. Atay, halkın basılan her şeyi hakikat sanmasından dolayı Serdengeçti, Büyük Doğu’nun binlerce sattığını iddia eder (Serdengeçti’nin cevapları, 1947, s. 14). Bununla birlikte Osman Yüksel’in çıkardığı dergi neşriyatına muntazam devam edemez. Bazı zamanlar parasız bazı zamanlar hürriyetsiz kalması bunun sebeplerindendir, vurdumduymaz bayilerin derginin parasını yollamamaları ise dergiyi maddi açıdan sıkıntıya sokar. 15 Önderlerini hasedin bürüdüğü bir ümmetin yürüteceği faaliyetlerin gayesine erişemeyeceği de hatırlatılır. Oruç (1952, s. 15.) 16 Millet dergisi ve çok partili hayata geçiş sürecindeki tartışmalardaki konumu ve savunduğu fikirler hakkında bkz. Koçak (2015, ss. 299-300). Hassas Bir Muhalefet Politikası: Geçiş Sürecinde Dindar-Milliyetçi Dergiler 29 CHP’nin umdelerinden laiklik konusu 1946 sonrasının en önemli tartışma konularından biri haline gelir. Bu yüzden dergiler ve siyasî partiler hem kendi içlerine hem de kamuoyunda bu tartışmaların doğrudan muhatabı olurlar. Cumhuriyet devrindeki laiklik uygulamalarının ritimleri analiz edilirken, bunların gündelik hayatta sebep olduğu zulümler ve yanlışlıklar derginin temel üslubu zaviyesinden ele alınarak ortaya konur. Serdengeçti dergisinde siyasi laiklikle vicdan terbiyesinin ayrı ayrı mütalaa olunması gerektiği gibi hususlara temas edilmeden mesele misakı millî ruhu, millî mücadele, İstiklal Mahkemeleri, Mehmet Akif, Hüseyin Avni Ulaş’ın mücadelesi zaviyesinden anlatılır. CHP’nin laiklik ve kıyafet inkılabı perdesi arkasında, milletin inancına müdahale ettiği çeşitli örneklerle perçinlenir. Serdengeçti dergisinin bu konularda yazıp çizdikleri sonraki yılların kamusal tartışmalarının üslubunu ve içeriğini önemli ölçüde belirlemiştir. Dergide millî mücadeleyi başarıya ulaştıran kuvvetin, irtica dedikleri kuvvet olduğu, Birinci Meclisin açılış töreni üzerinden anlatılır. Buna göre milletin istiklalini ve istikbali için öncelikle imansızlar saltanatını devam ettirmek isteyenlere karşı mücadele edilmesi gerektiği savunulur. Vatanı ve milleti kurtaranın CHP’nin altı oku değil din ve iman gayreti olduğunun vurgulanmış olması derginin siyasi tartışmalara doğrudan dâhil olmasından kaynaklanır (Serdengeçti, 1949, İmansızlar saltanatı, 1949, ss. 3-4). Henüz çok partili hayata geçilmediği yahut CHP’nin iktidarda bulunduğu bu yıllarda gazetelerde aşırı sağı temsil iddiasıyla Arapça ezan okuyanlar, tasavvufla ilgilenenler üzerinden birtakım uygulamaların hayata geçirilmek istendiğinin farkında olan Osman Yüksel, dergisinde bunların kesinlikle aşırı solu temsil eden münevverler kadar memlekete zarar veremeyeceğine işaret eder. Başka devletlerle ilişkili olduğu düşünülen münevverlere karşı fikir yoluyla mücadelenin zor hatta imkânsız olduğu buna mukabil cahil yığın üzerinde etkili olsa dahi meczupların dünya ölçüsünde bir kültür ve anlayışları olmadığından ihtilal metotları ve taktiklerinin bulunmadığına dikkat çekilir. Zira memleket için başında meczupların bulunabileceği mahalli hareketlerden ziyade .başımda münevverlerin bulunabileceği dünya ölçüsünde bir yığın kaynaşması daha tehlikelidir (P.S., 1949, s. 12). Selâmet :İlmî ve Siyasî Bir Mecmua 23 Mayıs 1947 Cuma günü “dini, ilmi, ahlaki, siyasi haftalık mecmua” mottosuyla “İslâm dâvalarını büyük bir hassasiyetle incelemek ve bütün tarih boyunca İslâmiyet’in beşeriyete olan hizmet ve faydalarını belirtmek maksat ve gayeleri ile” yayın hayatına başlayan Selâmet’in sahibi ve başmuharriri Ömer 30 İslam’ı Uyandırmak - II Rıza Doğrul’dur.17 Dönemin artan süreli yayınlar ortamında18 neşredilmeye başlanan dergi, uzun zaman kültürel hayatımıza damga vuran kişi odaklı yahut tek sesli bir yayın olarak anılabilir. Zira yazı işlerini idare eden Ömer Rıza Doğrul aynı zamanda derginin her şeyidir. Dergi hem din anlayışıyla hem de aktüel meselelerin ayrıntılarıyla ilgilenir hem siyasi hem ilmi bir dergi hüviyetindedir (Subaşı, 2004, s. 10). Zaten Ömer Rıza Doğrul, dergide ele aldığı temalar üzerinde yıllarca çalışmıştır. Din, Kur’an, Peygamberin hayatı, tarih vb. konular ele alınmakla kalmaz, aynı zamanda bunlar yenilikçi İslâm düşünürleri zaviyesinden yeniden değerlendirmeye tabi tutulur. Kardeşler Basımevinde basılan Selâmet, “Yolumuz ve Amacımız” başlıklı sunuş yazısında, tek gayesinin selâmetin manalarını gerçekleştirmek olduğunu açıklar. Aklı terbiye etmek, aydınlatmak ve geliştirmek suretiyle hem yurt hem insan hem de dünya için özlenen güzel günleri çağrıştırdığından derginin adı Selâmet konulmuştur. Neşir hayatının uzun sürmesi umulan derginin ilk sayısında hemen her dergi gibi okurlarına hizmet etmek ve faydalı olmak için intişar ettiğini belirtir. Tabii bunu açıklarken, “okurlarının her müşkülünü halletmeye çalışmak ve onlara her yardımda bulunmayı vazife bileceğini, okurlarının her sualine en salahiyetli kalemlerin yazacağı cevapları” sunacağını ifade eder. Selâmet dergisinde ilmî isteğin tatmini öncelikli hedef olduğundan bu yolda gösterilecek her arzunun memnuniyetle karşılanacağı üzerinde tekrar tekrar durulur. İlmî yayınlarla tekâmül edeceği öngörülen derginin intişarının dönemin gazetelerinde de haberleri yapılmış olmalı ki, bu konu dergi sayfalarına da yansımıştır (Sayın okurlarımıza, 1947, s. 16). İslâm düşünüş tarzının mutlaka yeni bir kalkınmaya aday olabilmesi için meseleleri Kur’an zaviyesinden ele alıp kavramaya çalışan Selâmet, “halis muhlis” bir din telakkisi için İslâm mütefekkirlerinin ve dünyadaki ilim ehlinin çalışmalarına dikkatle eğilir. Kur’an-ı Kerim tefsirine, hadislere ve İslâm âlimlerinin metinlerine yer vererek dinî şuuru canlandırmaya gayret eder. Selâmet, görenek tarafgirliği, ataları sorgusuz sualsiz kabul etmek, efsunlu oluş, üfürükçülük, nazar boncuğu takmak ve büyü yapmak gibi hususlardan hareketle İslâm dininin bütün hurafeleri baltaladığını ve hepsini yok etmek için uğraştığını gündeme getirerek Müslümanlık telakkisinin yenilenmesinin zaruretini anlatır (Peygam17 Derginin çıkışı günümüzün yerleşik kanaatlerini sarsacak gelişmelere de sebep olmuştur. Zira Selâmet, Cumhuriyet, Vatan, Vakit ve Akşam gazeteleri tarafından tebrik edilmiştir. 18 Selâmet’i tanıtan Vakit gazetesinde şu vurgular yapılır: “Din konusu günün meselesi olduğuna bakarak bu vadide çıkarılmaya başlayan dergilerin sayısı çoğalmıştır” (Teşekkür, 1947, s.10). Hassas Bir Muhalefet Politikası: Geçiş Sürecinde Dindar-Milliyetçi Dergiler 31 berimizin dilinden dersler, 1947, ss. 9). Dergide Fahreddin Razi19, Mustafa Abdürrazık Paşa, A. Cressy Morrison, Zeki Pakalın, Ali Abdülvâsi Çelebi, Sadi Şirazi, Mevlana, Zeki Ali, Ebu’l’ulâ Mardin gibi müelliflerin yazıları yer alır. 1946 sonrasında Türkiye’de dinî konularla ilgili çok sayda tartışma yapılır, bunların bir kısmı mecliste vuku bulur ve etkisi yıllarca sürecek olan birtakım kararlar alınır. Dergi ve gazetelerde, din ve vicdan hürriyetinin sağlanması, dinî vazifeler ve törenlerde devlet yöneticilerinin bulunmaları, dine karşı gösterilen saygının azamî derecede olması, radyolarda dinî yayınların konumu gibi örmekler üzerinden hakiki laiklik tartışmasının yapılmaya başlanması dönemi aşan etkiler doğuracaktır. Dergiye göre dünyanın en laik milletleri olarak gösterilen Fransa, İngiltere ve Amerika’daki uygulamalar cihetinden medeni âlemde durumun mahiyeti gözler önüne serilir. Ne var ki Türkiye’de laiklik kelimesi ortaya çıktığından beri, kelimenin yanlış anlaşılması yüzünden baş gösteren acayip haller birçok kimseyi özellikle de devlet yöneticilerini dinlerine olan bağlılıklarını belirtmelerini engellemektedir. Zira ilgili görevliler dinlerine bağlılıklarını açıkladıkları takdirde laikliğe aykırı bir harekette bulunmuş olacaklarını sanarak bu bağlılığı açıklamaktan korkmaktadırlar. Sözgelimi bir vali, Cuma veya bayram namazlarına iştirak ederse, laikliğe uygun düşmeyen bir harekette bulunmuş olacağını, bu hareketiyle hükümet nezdinde mimlenmiş olacağını sanarak vicdanını baskı altında tutmayı tercih ederek büyük bir ıstırap çeker. Benzer bir durum Türkiye’yi İslâm memleketlerinde temsil eden bazı elçiler için de geçerlidir. Buna benzer durumları analiz eden Selâmet, memleketimizde laiklik hakkında beslenen kanaatlerin kökünden yanlış olduğunu, dindarlıkla laiklik arasında hiçbir aykırılık olmadığını savunur. Bir insanın hem laik hem de dindar olabileceğini çünkü laikliğin dini devlet işlerine karıştırmakla ilgili olduğunu iddia eder. Gene dergiye göre, devlet işlerini din endişesiyle değil, dünya endişesiyle evirip çevirmek olan laiklik, devlet işleri dışında hiçbir hükme sahip değildir. Onun için herhangi bir insan devlet işlerini başardıktan sonra bütün dinî vazifelerini tam bir hürriyet içinde ve her yurttaştan farksız bir surette başarabilir ve dindarlığını seve seve açıklayabilir. Kaldı ki dünyanın en laik milletleri bu şekilde hareket ettikleri gibi, bundan da zerre miktarı çekinmezler. Selâmet, 19 Derginin ikinci sayısında, dergi okurlarından Mehmet Nuri Haktanır’a verilen cevapta, Razi’nin tefsirinin çok büyük olduğu, bu tefsirin baştanbaşa tercüme edilmesinin bir ömürlük iş olduğu ifade edilirken, Selâmet mecmuasının “tefsirin özünü vermeye” ve “milletin irfanına katkı sunmaya” matuf yayınlar yapacağının vurgulanmış olması, İslâmcı olarak anılan dergilerin dinî neşriyata bakış açılarını yansıtması bakımından kaydedilmesi gereken bir özelliktir. (Sayın okurlarımıza, 1947, s. 16). 32 İslam’ı Uyandırmak - II dünyadaki örnekleri saydıktan sonra Türkiye’de laikliğin adeta bir kâbusa dönüştüğü, bu yüzden de Allah’ın adını anmanın kabahat sayılır hale geldiğini oysa durumun bambaşka bir mahiyeti olduğunu hatırlatmayı öne çıkarır. Bu çerçevede kaydedilmesi gereken husus, dergide gündelik hayatta bir umacı, bir korkuluk, bir ceberut gibi giren yanlış laikliği atarak hakiki laikliği yaşatmak sırasının geldiğinin vurgulanmasıdır. Dergiye göre hurafelerden silkinen Türk milleti, laiklik namına türetilen hurafelere de pabuç bırakmadan doğru yolu tutacaktır (Hakiki laikliğe doğru, 1947, s. 3). Selâmet dergisinin 13 Temmuz 1947 tarihli sayısı, sonraki yıllarda memleketin önemli tartışma konuları arasında ayrılmaz bir yer edinecek olan din eğitimi ve laiklik konularına temas eder. Fahrettin Kerim Gökay’ın Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan konuyla ilgili yazısı dergi tarafından olduğu gibi iktibas edilir. Bu yazıda müellif, çocuklara dinî terbiye vermenin anayasaya ve laikliğe aykırı olmadığını bundan dolayı da Türk vatandaşının kendi çocuğuna insanlığın en tabiî ihtiyacı olan dinî terbiyeyi vermek suretiyle ahlakî varlığını kuvvetlendirmek zaruretini duymasının yadırganmaması gerektiğini hatırlatır. Gökay, Fransız Devrimi sonrasındaki gelişmelerden 1943’teki İkinci Maarif Şurasındaki ahlak tartışmasına, Kemalist devrimlerin din sahasında halkın hislerine hürmetkâr oluşundan, batıl itikatlara yol açan kurumların ilgasına, Seyyid Bey’den Diyanet İşleri Teşkilatının kurulmasına kadar pek çok meseleye temas eder. Sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin kelime manasıyla dinsiz olmayıp, din ile dünya işlerini ayırdığını, adalette ve tedrisatta birliği kabul ettiğini tüm dünyaya ilan edişi üzerinde durur. Ayrıca siyasî zaferini kazanan Cumhuriyet’in kuruluşunun üzerinden bir çeyrek asır geçtikten sonra vatandaşlığı pekiştirecek bir din eğitiminin verilmesinden endişe duymanın gereksiz olduğunu anlatır. Gökay’a göre tekâmülün ve toplumsal dayanışmanın millî cemiyetimizde bir zaruret olarak belirttiği çocuklara, dinî terbiye verilmesi hususu mutlaka selim usullerle sağlanmalıdır. Camide olsun okulda olsun kimsenin rejim ve devrim aleyhine bir kelime söylemesi mümkün olmadığından dini terbiyeden kaygılanmaya gerek yoktur. Söz konusu yazının İkinci Dünya Savaşı sonrası düzenle alakasını da kurmak mümkündür: Dini, halk için bir afyon telakki eden, din aleyhinde müzeler, sergiler kuran İkinci Dünya İhtilali’nin de halkın ihtiyacı karşısında realitenin hükmüne boyun eğmek zaruretini duyduğunu unutmayalım. İmam ve Hatip mektebini açmak, burada orta mektep mezunu gençlerimizi memleket ve millet sevgisiyle, ilim ve fennin açık düsturlarıyla yetiştirmek suretiyle manevi hayatımızın mühim bir cephesini tamamlamış olacağız. (Gökay, 1947, s. 16) Hassas Bir Muhalefet Politikası: Geçiş Sürecinde Dindar-Milliyetçi Dergiler 33 Bir milletin varlığını muhafaza edebilmesi için dinin gerekli olduğunu hatırlatan yazılarla birlikte Selâmet dergisinde laikliğin yanlış anlaşılmasından kaynaklanan sorunlara temas eden ve ilmî manada laikliğin ne olduğunu izah etmeye çalışan metinlere sıklıkla rastlanır. Burhan Felek, Cumhuriyet’te yayımlanan ve Selâmet tarafından iktibas edilen yazısında Cumhuriyet’in ilk yıllarında korkulan irticanın üzerinden hayli zaman geçtiği ve halkın softalığı, milliyetçiliği ve dini bihakkın kavradığı üzerinde durarak, hükümetin din tedrisatını kendi murakabesi altında hususî ellerde serbest bırakmasının yerindeliğine değinir. Buna göre, artık Türk yavrularının vicdanının şunun bunun kontrolsüz telkinlerine açık bırakılmaması gerekmektedir. Bu yüzden mesele ihtiyarî bir şekilde de olsa din tedrisatının mektep programlarına sokulduğunda çözülmüş olacaktır. Bu suretle tedrisat devlet kontrolünde olacağı için her türlü gizli maksat tehlikesi de bertaraf edilir. Felek’e göre, hususi din derslerinin paralı olması halindeyse başka bir tehlike baş gösterecek, parası olmayan fakir tabakanın çocukları vicdan terbiyesinden mahrum kalacaktır. Bu ise, cemiyet açısından zararlıdır zira esasen vicdan terbiyesi sadece sınırlı bir zümre için değil kitleler için gereklidir. Bütün bunlardan dolayı hükümetin yakın bir gelecekte bu işi bizzat eline almasının gerektiği anlatılır. Söz konusu yazıya göre, memleket sathına dağılmış yeri yurdu belli olmayan binlerce özel din dershanesini kontrol etmektense, bunu bizzat hükümetin yapması daha normal ve rahat olur. Bu yüzden Felek, okullarda resim ve müzik gibi zevk terbiyesini geliştiren derslerin yanında bir de gönüllü vicdan terbiyesi kurslarının açılmasında hiçbir sakınca görmez (Felek, 1947, s. 3). Buna mukabil, dergi dini siyasete alet etmemek ve dini devlet siyasetine karıştırmamak noktalarında erken cumhuriyet devrinin temel yönelimini kabul eder, hilafetin ilgası ve meşihatın kaldırılmasıyla siyasî alanda elde edilmek istenen netice zaten hâsıl olmuştur. Selâmet, hilafet ve meşihat makamlarını “birer dinî müessese olmaktan ziyade birer siyasî müessese ve dinî istismar eden birer siyasî müessese” şeklinde değerlendirdiği için, bunların ortadan kaldırılmasıyla dinin hürriyetine kavuştuğunu ve hakikî hüviyetiyle görünmek ve vazifesini ifa etmek imkânını elde etmiş olduğu kanaatine ulaşmakta bir sakınca görmez. Hemen akabinde ise vidan hürriyeti ve vicdanları beslemenin lüzumu çerçevesinde yapılması gerekenlere işaret eder: Dinin asıl vazifesi vicdanları beslemek ve canlandırmaktır. Vicdanları beslemenin ve canlandırmanın hedefi ise evvela bu hayata ve bu milletin hayatında dinden faydalanmak, onu ahlaki manevi ve ruhani bir kuvvet olarak yaşatmak ve bununla cemiyeti korumak ve zırhlamaktır. Bu böyle olduğuna göre vicdanları beslemek, 34 İslam’ı Uyandırmak - II geliştirmek ve aydınlatmak icap ettiği aşikârdır. Bizse her nedense, vicdanın yalnız varlığını kabul ediyor, fakat onun bu ihtiyaçlarına göz yumuyorduk. Onun kendi kendine besleneceğini, gelişeceğini ve aydınlanacağını zannedecek derecede toyluk ve sadelik gösteriyorduk. Şimdi ise, vicdanın varlığını kabul ettiğimiz gibi hayat hakkını tanımak yolunu da tutmuş bulunuyoruz. Fakat henüz bu yolda müspet adımlar atmak imkânını elde ettiğimizi iddia edecek konumda değiliz. Bize kalırsa laikliğin bizim memleketimizde yanlış anlaşılmasının ve bu yolda batıl telakkilere saplanmamızın en mühim sebebi, vicdan terbiyesini ihmal etmemizdir. Hâlbuki vicdan bizim millî hayatımızda en mukaddes destektir. Milletvekillerimiz Cumhuriyete ve vatana hizmet edeceklerine ve bu yoldan asla dönmeyeceklerine yemin ettikleri zaman bütün millete namus ve vicdanları üzerine söz veriyorlar. […] Bu böyle olduğuna göre bunu hudayinabit bir halde bırakmak doğru olur mu? Ve milleti vicdan terbiyesinden mahrum bırakmak vicdana karşı bir saygısızlık teşkil etmez mi? (Hakiki laikliğe doğru 2, 1947a, s. 3) Türk inkılabının başardığı değişikliği ve gerçekleştirdiği hedefleri fırsat buldukça ele almaya çalışan dergiye göre, hakiki laikliğin uygulanmamasından kaynaklan vicdan terbiyesinin ihmali, toplumsal hayatta maddeye fazla ehemmiyet vermenin, merhametsizliğin ve saldırganlığın artmasına sebebiyet vermiştir. Millî birliği ve kaynaşmayı sağlamak noktasında laikliğin yanlış anlaşılıp yanlış tatbik edildiğine işaret olunması, laiklik namına esassız birtakım telakkilere saplanıp kalınmasının eleştirilmesi dinin toplumsal manada bir araç olarak görüldüğünü düşündürür. Selâmet dergisine göre Türk kültürünün ve milliyetçiliğin kökleşmesi sürecinde manevî ve ruhanî unsurların ihmal edilmesi mukaddesata karşı saygısızlığı, umumî ahlak seviyesinin düşmesini, ahlaksızlığın avam tabakası arasında yayılmasına sebep olduğundan 1940’ların sonuna doğru daha evvelden tutulan yanlış yoldan geri dönülmesi zarureti hâsıl olmuştur. Türk ruhuna ve kültürüne iyiden iyiye işleyen İslâm’ın hayatın her safhasına kök saldığı ortadayken dine mesafeli olunması anlaşılabilir gibi değildir. Dolayısıyla mevcut laiklik uygulamalarından dönülmesi konusunda herhangi bir tereddüde mahal olmadığı gibi, oluşan zararları telafi etmek için en kuvvetli ve tesirli tedbirlere başvurarak vicdan terbiyesi kâmil hale getirilmelidir (Hakiki laikliğe doğru 2, 1947, ss. 16). Elbette dergide vicdan terbiyesinin nerede ve nasıl verileceği konusu da ele alınmıştır. Selâmet, bunun ilkokuldan üniversiteye kadar tüm okullarda kademelendirilerek verilmesini savunur. Zira bu terbiye çocukluk çağında başka yetişkinlik çağında da başka türlü telkinlerle yaşatılabilir. Her çağdaki telkinlerin mutlak surette birbirini besleyip destek olması vurgulanırken, ev ve okul birlikteliğinin sağlanmasının gerektiği açıklanır. Dini terbiye işinin hükümet mekteplerine girmesini ve dini tedrisatın hükümet okullarında yapılmasını Hassas Bir Muhalefet Politikası: Geçiş Sürecinde Dindar-Milliyetçi Dergiler 35 daha sonra da din âlimleri ve muallimleri yetiştirmek maksadıyla hükümetin nezareti altında yeni müesseselerin teşekkül ettirilmesiyle işin en mühim hedeflerinin gerçekleşmiş olacağına dikkat çekilir (Cemaat teşkilâtı kurmak meselesi, 1947, s. 3). O yıllarda Millî Eğitim Bakanlığının 3 Ağustos 1947 tarihli tebliği çerçevesinde özel din bilgileri dershanelerinin programlarıyla bu programlar doğrultusunda hazırlanacak kitapların vasıf ve şartlarının tespiti için bir danışma heyeti de oluşturulur. Bu heyette Ahmet Hamdi Akseki, Ömer Rıza Doğrul, Albüllatif Nevzat Ayas, Burhan Toprak ve Yusuf Ziya Yörükan bulunur. İlkokul mezunlarına okutulacak kitapların vasıfları sadedinde çocuğun seviyesinin gözetilmesi suretiyle, “canlı”, “lirik” ve “itinalı bir dile” vurgu yapılmış olması kaydedilmelidir. Okuma kitaplarına kaynaklık teşkil etmesi için, birtakım ayet ve surelerin meali ile Yunus Emre, Süleyman Çelebi, Sadi, Mevlana, Mehmet Akif gibi müelliflerin eserlerinin adı anılır (Din tedrisatı için hazırlanacak eserler, 1947, s. 2). Ne var ki bunların doğrudan dinî muhtevalı olmadıkları dahası din öğretimi ihtiyacını karşılamak için gerekli olan mütehassıslıktan uzak olduklarına dönük eleştirilerin de gündeme gelmiş olduğu ayrıca ifade olunmalıdır.20 Dolayısıyla dönemin dergilerindeki dinî neşriyat başta olmak üzere eğitim, din ve Diyanet İşleri Başkanlığı odaklı tartışmalar o yılların CHP’sinin din öğretimi çerçevesinde yapmayı planladıklarından bağımsız olarak ele alınamaz. Okullarda din öğretimi yapılmasının siyasi açıdan tehlikeli olup olmadığı noktasında da birtakım izahları yapıldığı Selâmet’te Türk inkılabının akide kaynaklı mezhebî ayrımları ortadan kaldırmış olmasından dolayı, okullarda vicdan terbiyesinin verilmesinin siyasî açıdan mahzur teşkil etmeyeceği kanaatindedir. Bu bakımdan dergideki laiklik tartışması bağlamında gündeme alınan mezhep konusu Cumhuriyet Türkiye’sinin genel uygulamalarına karşı çıkmak şeklinde olmayıp, bunların zaten yerleşiklik kazandığını düşüncesini besleyecek mahiyettedir. Selâmet dergisinin genel tutumuna bakıldığında derginin laikliğin siyasi boyutuyla vicdan terbiyesi kısmını ayrı ayrı değerlendirdiği görülecektir. Bunları dikkatli bir biçimde takip eden okur için söz konusu yazılar, farklı bir anlayıştan laikliği temellendirmeye matuf olarak gündeme getirildiğini fark edecektir. Dergi laiklik kavramını ele alıp irdelemek suretiyle onu şuna dönüştürmek ister: Hakiki laiklik zaviyesinden uygulamaların analiziyle karşılaşılan hayati sorunların aşılması. Buna göre, Türk inkılabı, hilafeti ilga etmekle Sünnîler ve 20 Bu eserlerin dinî olmadıkları çerçevesinde gündeme getirilen bir eleştiri için bkz. Zapsu (1947, s. 1). 36 İslam’ı Uyandırmak - II Alevîler arasındaki bütün ihtilafları ortadan kaldırmış, bütün Türkleri Cumhuryet’e ve onun anayasasına bağlamıştır. Aslında bu konuda gerçekçi hareket etmesinin de payının var olduğu yadsınamaz bu konuda. Nitekim Sünnilik ve Şiîlik meselesini İran’da yayımlanan Terakki dergisi üzerinden ele alırken hilafet ve imamet tartışmasının lüzumsuz olduğuna temas edilmiş olması önemlidir. Selâmet, devrin milliyet devri olduğunu, bundan dolayı da her milletin önce tam hürriyet ve tam istiklaline kavuşmak emelinde olduğunu hatırlatır.21 Bunun İslâm milletleri için de geçerli olduğunu, milletler arasında sağlam dostlukların ve verimli münasebetlerin kurulabileceğini ama herhangi bir İslâm milletinin halifelik iddiasıyla diğer milletlerin bağımsızlıklarına tecavüz edeceği devrin ebediyen kapandığını gündeme getirir. Bunun için Şiîler ve Sünnîler arasında halifelik yüzünden ortaya çıkan ihtilafların da maziye ait ve unutulmaya ait hatıralar arasında yerini alması gerektiğini ve eski taassupları hatırlatacak yayınlar yapmanın manasız olduğunu uygun bir dille anlatır (Sünnilik- Şiilik ayrılığına dair, 1947, s. 3). Dergiye göre Türk inkılabı bununla da yetinmemiş, fıkhı da kaldırarak Medeni Kanun’u kabul etmiş ve böylece onların gündelik hayatları bu kanunla düzenlenir olmuştur.22 Siyasal laikliğin bariz ve üst düzeyde kabul edildiğini işaret eden bu yargılar temsil gücü yüksek bir örnek olarak bize önemli malzemeler sağlayacak niteliktedir. Bu yüzden Selâmet, idarî ve gündelik hayat tarzı bakımından Türkler arasındaki her türlü ihtilafın ortadan kalktığını ifade ederek birlikteliğin perçinlendiği kanaatini benimsemiş gözükmektedir. Türkler arasında hüküm süren din ve mezhebin tekleşerek İslâm’ın millî din haline gelişinin altını çizen dergi, Türk’ün dinî ve milliyeti arasında tam manasıyla kurulan ahenkten dolayı Türk milletinin bütün okullarında dinî ve vicdanî terbiye vermenin bir siyasî ihtilaf doğurması ihtimalinin bahis mevzuu olamayacağını iddia eder. Dergiye göre hal ve vaziyet bu minvalde olduğundan, din ve vicdan terbiyesinin nerede verileceği ile ilgili tereddütler gereksizdir. Çünkü 21 Derginin vatan sevgisini ayrı, din sevgisini ayrı telakki etmeni ve hangisini diğerine üstün olduğunu bahis mevzuu etmenin yersiz olduğunu uzun uzadıya anlatan bir yazı neşrettiğini de hatırlamamız lazım. (Vatan sevgisi ve din sevgisi, 1947, s. 3). 22 Bunları Bernard Lewis’in, erken Cumhuriyet devrinin din politikaları bağlamında söyledikleriyle düşünmek faydalı olabilir: “Kemalist din politikasının temeli laiklik idi, dinsizlik değildi; amacı İslamlığı yıkmak değil, onu devletten ayırmak - siyasal, toplumsal ve kültürel işlerde dinin ve onun temsilcilerinin yetkisine son vermek ve bunu inanç ve ibadet konularına hasretmek - idi. Böylece İslamlığı, çağdaş, Batılı ve bir ulus devletteki dinin rolüne indirger iken, Kemalistler aynı zamanda dinlerine daha modern ve daha milliyetçi bir şekil vermeğe de teşebbüs ettiler” (Lewis, 1993, s. 408). Hassas Bir Muhalefet Politikası: Geçiş Sürecinde Dindar-Milliyetçi Dergiler 37 laiklik memleket sathında çok hayırlı bir değişiklik vücuda getirmiş, mezhep ayrılıklarını yok ederek Türk milletinin birliğini temin etmiştir. Bu kıymetli amile karşın birtakım sorunların doğabileceğinin gündeme getirilmesi Türkiye’deki bazı uygulamaların altında yatan siyasî niyeti anlamamıza da katkı sunacak mahiyette olup, dinden bahseden her derginin özellikle siyasî manada İslâmcı olarak anılmasının ciddi birtakım sorunları beraberine getireceğini de gündeme almamızı mümkün kılacaktır: Fakat bu hayırlı tesirin ve bu değerli değişikliğin hazırladığı feyizli zemini boş bırakmak, çok büyük bir hata olur. Çünkü bu zemin boş kalmaz ve oraya millî ruhun reddettiği birtakım fena tokumlar ekilir ve bu fena tohumlar, habis mahsuller verir. Bunun böyle olacağı şimdiden görüldüğü için, bu zemine kendi dinî ve vicdanî terbiyemizin özlü ve feyizli tohumlarını serpmek ve bunların kutlu mahsulünü almak millî bünyemizi ve millî birliğimizi büsbütün sağlamlaştırır ve milletin habis tohumlardan korunma imkânlarını kat kat arttırır. Onun için biz dinî ve vicdanî terbiye işi üzerinde zerre kadar tereddüt etmeden sağlam adımlar atmak zorundayız ve bu işi neticelendirmekle çok büyük bir iş başarmış ve laikliği de tekâmül ettirmiş olacağız. (Doğrul, 1947f, ss. 3) Ne var ki meselenin bu boyutunu göz ardı eden yaklaşımlar söz konusu yıllardaki bu tartılmaları İslâmcılık olarak yansıtmayı tercih ediyorlar. Metnin dikkatli bir biçimde okunması hâkim olan modalara mesafeli olunması gerektiğini gösterecektir. Selâmet laik düzenin kabulü konusunda birtakım işaretler sunuyor olması bakımından oldukça dikkat çekici yorumlar sunar. Vicdan terbiyesinin gerekliliği üzerinden mevcut laiklik uygulamalarının eleştirildiği dergide Türkiye özelinde dinin siyasetten uzak tutulması tavsiye edilirken İslâm âlemi ile ilgili gelişmeler ele alınırken, daha dinî bir dilin kullanıldığı göz ardı edilemez. Pakistan’ın siyasî sahada bir İslâm devleti şeklinde teşekkül edişi alkışlanmakla birlikte, din adamlarının siyasetten uzak fakat İslâm’ın hakikatlerini iyi anlayıp anlatmalarının elzem olduğunun ifade edilmesi bu çerçevede ele alınabilir (Erkul, 1947, s. 2). Son tahlilde bu durum, laikliğin din ve mukaddesat düşmanlığı şeklinde anlaşılıp uygulanmasından kurtulma siyaseti veya dinin özel alana çekilişinin kabul edilmesi şeklinde yorumlanabilir. Ancak gerek Selâmet’in gerekse diğer dergilerin devlet yönetimini dinin emir ve nehiyleri doğrultusunda biçimlendirmek gibi bir niyetlerinin olmadığını bu manada II. Meşrutiyet devrindeki siyasî prensiplerden önemli ölçüde ricat edildiğini söylemek lazım. 38 İslam’ı Uyandırmak - II Ehli Sünnet: İman ve Ahlak Cephesini Kuvvetlendirecek “Seyyar Din Dershanesi” “İlmi, ahlaki ve içtimai mecmua” vurgusuyla yayımlanan Ehli Sünnet, hakikî İslâmiyet, tefsir, hadis, ahlak, fıkıh, dini kurumların zayıflığı, dinî yayınların iyileştirilmesi ve aktüel konulardaki yazılarıyla öne çıkan dergilerden biri olup 1947 ile 1953 yılları arasında kendisinden söz ettirmeyi başarır. İlk yıllarda öğrencilere ve eğitim seviyesi düşük olanlara yönelik yayın yapan dergi zamanla sayfa sayısını arttırarak daha ilmi bir seviye yakalamaya çalışmıştır. Büyük Doğu Cemiyetine de üye olan Abdurrahim Zapsu tarafından çıkarılan Ehli Sünnet dergisinin yayımlanmaya başlaması çok partili hayata geçilirken karşılaşılan sorunların nasıl çözüleceğini ifade etme düşüncesinden bağımsız ele alınamaz. Derginin gayesi, mekteplerde din öğretilmemesinden dolayı dinlerini öğrenemeyen Müslüman çocukların dini bilgi ihtiyacını Ehli Sünnet itikadı dairesi içinde karşılamaktır (Zapsu, 1947a, s. 3). Zira okulda öğretilmeyen bilgileri anne ve babaların öğretmesi için önce onların dini bilmeleri gerekir. Bunun için dergilere ihtiyaç duyulmuş fakat söz konusu yayınları çıkaranların kahir ekseriyeti mütehassıs kişilerce neşredilmediğinden birtakım falsolar vermişlerdir. İlk merhalede halk tarafından rağbet gören bu dergiler zamanla halkın sevgisini kaybetmişlerdir (Ehli sünnetin gayesi, 1948, s. 5). İşte bu ortam içerisinde salahiyet ve ihtisasa dayanmak suretiyle önce haftalık olarak yayın hayatına başlayan dergi 1948-1949 yıllarında on beş günlük olmuş, 1950 sonlarına doğru aylık çıkmak durumunda kalmış, 1951’den 1953 sonuna kadar bu şekilde yayınlanmıştır. Zaman zaman üç bin beş yüz ile dört bin beş yüz arasında bir ulaşan derginin aboneleri, derginin zamanında ulaşmayışı, abone sahibinin oğlunun askere gidişi, başka mecmuaların çıkması, ekonomik durum ve yeni yazıyı okuyamama gibi gerekçeler ileri sürerek aboneliklerini iptal ettirmiş olsalar da yayın hayatını sürdürmüştür (Mücahedemiz, 1952, s. 4). Bunların sayıları altı yüz civarındadır fakat dergiyi çıkaranlar derginin yirmi milyonluk bir ülkede hiç olmazsa elli altmış bin abonesinin olmasını arzu ederler fakat bu gerçekleşmez. Bunun sebeplerinden biri derginin çıkışını hiçbir gazetenin duyurmaya yanaşmaması bir diğeri ise Türkiye dâhilindeki dağıtım bayilerinin iman muarızı zümrelerin elinde bulunmasıdır (Zapsu, 1950b, 4 senelik muhasebe, ss. . Dikkat edilirse bazı dergilerin çıkışı dönemin gazetelerinde sevinçle karşılanmış bazıları ise hiç duyurulmamıştır. O yıllarda herhangi bir gazetenin bir dergiyi tanıtması o derginin kültürel hafızada yer edinip tanınması açısından oldukça önemlidir. Ayrıca Ehli Sünnet’in de tıpkı Serdengeçti gibi şikâyetçi ol- Hassas Bir Muhalefet Politikası: Geçiş Sürecinde Dindar-Milliyetçi Dergiler 39 duğu dergilerin dağıtım sorununun neredeyse o yıllardan bu yana değişmeden olduğu gibi kaldığını söylemek de mümkündür. Ehli Sünnet, yayın hayatına başlamasının sebebi olarak demokratik hayata geçilmesinin ardından, halkın din ve iman ihtiyaçlarının karşılanmasını vatani ve dini bir vazife telakki etmesini zikreder. Bu açıdan Necip Fazıl kadar inkılapçı bir mizacı olmasa da dindar kişiliğinden dolayı CHP’ye muhalifliğinin (Karakoç, 1989a, s. 7) dile getirdiği meseleler açısından öneminin altının çizilmesi gerekir. Fakat bu noktada, o yıllarda “din kültüründen mahrum birtakım arkadaşların ortaya atılarak bu konuyu adeta bir menfaat vesilesi yaparak, dine, İslâmiyet’e uymayan şeyleri dine mal ederek bilir bilmez meseleler çıkarmaları”na (Muhasebemiz, 1952, s. 9) temas edilmesi dikkat çekmektedir. Bundan dolayı dergi, kimi zaman kendisini “seyyar din dershanesi” olarak takdim etmekte bu derginin her Müslümanın evinde bulunmasının şart olduğu hatırlatılarak derginin abone sayısı arttırılmaya çalışılmaktadır. Ehli Sünnet dergisi de tıpkı Selâmet gibi başka gazetelerden, memleketin maarif ve siyasî hayatındaki gelişmelere ışık tutmak maksadına binaen zaman zaman makaleler iktibas eder, diğer dergilerde olduğu gibi Diyanet İşleri Başkanlığı, din hürriyeti, millet, mukaddesat ve Ahmet Hamdi Akseki konulu yazılara yer verir. 1950 Mayıs’ı öncesindeki tavır ve tutumuyla bu tarihten sonrakiler arasında bariz bir farklılık hemen göze çarpar. Memleketin seçim sürecinde olduğu hararetli günlerde Ehli Sünnet, şiddetli siyaset cereyanı karşısında okurlarının herhangi bir tarafa temayül etmemeleri noktasında uyarma gereği duyar. Din ile dünyanın birbirinden ayrıldığını bundan dolayı din cephesinin siyasi bir kanaat izhar ederek perişan olmaması gerektiği vurgulanır. Şu satırlar hem dönemin ruhunu yansıtır hem de temkin siyasetinin yansıması olarak da okunabilir: Halis bir niyetle ve iman icabı size şu ricada bulunuyoruz; Memur diye Halk Partisinin siyasetine alet olmayınız, aynı zamanda muhalif hiçbir partide de faaliyet göstermeyiniz. Bugün din ile siyaset tamamen birbirinin zıddı haline getirilmiştir. Din adamları siyasetle iştigal etmemeli, onlar memleketin çok muhtaç bulunduğu halkının iman ve ahlak cephelerini kuvvetlendirmeye çalışmalıdırlar. Bu tavsiyemiz gerek memleketin gerek imanın gerek kendi şahsımızın menfaatini vazıhan göstermektedir. Bunu yazmakla biz ilmî ve dinî vazifemizi yapmış oluyoruz. (Muhterem din adamlarımıza, 1950, s. 2) Ehli Sünnet bu konudaki yaklaşımını genel olarak muhafaza etmekle birlikte 1950’nin sonraki aylarında din ve laiklik konusunda daha cesur yazılara yer vermiştir. Bu tavır değişikliği sadece Ehli Sünnet dergisine münhasır olmayıp başta 40 İslam’ı Uyandırmak - II Sebilürreşad olmak üzere birçok dergide karşımıza çıkan beklenen bir durumdur. Ezanın aslına döndürülmesi, Adnan Menderes’e duyulan güveni arttırmış, din eğitimi ve Diyanet başta olmak üzere öne çıkan konular dahası CHP ile sürdürülen mücadeledeki özgüven artık Türkiye’nin değiştiğine hamledilmiş ve bu yöndeki her adım dinî hayatının inkişafı çerçevesinde yorumlanır olmuştur (Tebrik, 1950, s. 2). Bunun da etkisiyle Ehli Sünnet, bu yıllarda başörtüsü meselesini ilk defa gündeme getiren dergilerden biri olmuştur. Dergi, Pakistan’a resmi bir gezi için giden Türkiyeli üç kadının Muhammet Ali Cinnah’ın kabrini ziyaret esnasında başlarını örtmüş olmaları Demokrat Parti yanlısı yayın yapan Zafer gazetesine verdiği cevapta: “Başörtüsüne dil uzatmak medeni Garp ahlakına dahi uymayan gülünç ve çirkin bir geriliktir” ifadelerine yer verir (Behçet, 1952, s.y.). Her ne kadar sırf ilmî ve dinî mevzuları yaymak gayesiyle yola çıkmış ve bunu programlı bir biçimde yaptığı iddiasında olsa da Ehli Sünnet dergisinde, Kemalizm, anti-Kemalizm, cemiyetler, Doğu medreselerinin konumu, Kur’an’ın Türkçeye tercüme edilmesi mevzuu, Bâtıni temayüller, Bolşeviklik, masonluk, sağcılık, solculuk, Tek Parti döneminde Diyarbakır başta olmak üzere bölge illerindeki uygulamalarının eleştirisini konu edinen yazılar dönemin genel tartışma konuları hakkında malumat edinmeyi mümkün kılar (Zapsu, 11953a, s. 10-12) “Mecmuamız siyasi değildir” diyen Ehli Sünnet, kendisini İslâm dünyasındaki gelişmeleri Kur’an kardeşliğinin bir gereği olarak okurlarına ulaştırmakla mükellef görür (İslâm âlemi Pakistan, 1952, s. 14). Dergi bir okuyucunun sorusu üzerine fıkıh konularını ele alırken, bu konularda hassas olmanın son derce önemli olduğunu bu çerçevede gerek Ehli Sünnet mecmuasına gerekse İstanbul müftüsü Ömer Nasuhi Bilmen’in Büyük İslâm İlmihali eserine alaka gösterilmesinin “Türkiye Müslümanlarının” hakikaten dinlerinde ne kadar hassas olduklarının ispatı olduğunu kaydeder (Fıkıh, 15 Şubat 1953, ss. 9-10). Burada Türk yerine Türkiye tabirinin kullanılmış olması da dönemin genel seyri içerisinde oldukça farklı bir duyarlığın yansıması olarak ele alınabilir. Fakat bunun her zaman bu şekilde kullanılmadığını da belirtmek icap eder. Zira birkaç satır sonra “bin seneden beri büyük bir medeniyet meydana getiren Türk Müslümanlığının bugün her vakitten daha dinç” olduğu söylenir. Buna göre, dinin her zaman diri kalması için cahil yobazlardan ve din düşmanı mütecavizlerden muhafaza edilmesi şarttır. Dergide İslâm âleminden haberlerin yanında Hristiyanlık, Cizvitler, masonluk ve radyoda dini neşriyata dair değinilere ve yazılara da yer verilir. Memleketteki din anlayışı, evliyalık, mevlidi şerif, Hz. İsa’nın refi, Peygamberin şefaati ve kabir ziyareti gibi konular ele alınır. Hassas Bir Muhalefet Politikası: Geçiş Sürecinde Dindar-Milliyetçi Dergiler 41 İslâmın Nuru: Milletin Şuur Hareketi 1951 yılının Nisan ayında Ali Kemal Belviranlı tarafından, “dinî, ilmî, ahlakî ve edebî mecmua” alt başlığıyla yayınlanmaya başlayan İslâmın Nuru dergisi, takdim yazısında Türk matbuatının bir parçası olarak, sosyolojik bir yaklaşımla toplumsal hayatı dinî, iktisadî, hukukî ve siyasî veçheleriyle tahlil etmeye çalışacağını belirtir.23 Günün yaşanan hadiselerinin hayatımız üzerindeki tesirinin başka olaylardan fazla olması hasebiyle, derginin bunlara öncelik vereceğini fakat bunu yaparken memleketin asırlık davası olan ilmî ölçülerden asla şaşmamaya gayret edeceğinin altını çizer. İlim ve sanat hayatında hiçbir değeri olmayan sözlere kulak asmadan, memlekette çok ciddi bir ilim hareketi uyandırmaya çaba harcayacağını ilan eder. Böylece İslâm’ın en sağlam ilmî hakikatlere dayandığını ve İslâm dışındaki bütün diğer dinlerin bu noktada bir şey yapamaz halde olduğu iddia eder. Türk milletinin şuur hareketini temsil etmek misyonuyla yayın hayatına başlayan dergi, bütün öteki toplumsal kurumların faaliyetlerini hesaba katmak suretiyle çalışacağını açıklar. Türk toplumsal yapısının en kusursuz seviyeye yükselmesi için kanunların müsaade ettiği her çareye başvurarak, meselenin uzmanı ehil kişilerle ilimi tetkikler ve anketler tertipleyeceğini duyurur. İslâm dininin ilimle ve ilmin İslâm diniyle alakasının bulunduğunu en kör olanlara dahi kabul ettirecek tarzda ilim esaslarına sadık kalacak bir neşir faaliyeti içerisinde olmayı vadeder. Tantavi Cevherî’den yapılan tefsir tercümesini de dikkate alırsak derginin önceleri bilimsel tefsir akımının etkisinde olduğunu söyleyebiliriz. Zaten dergi heyeti, tefsir kısmını sunarken hemen sayfanın başına koydukları notta, birkaç seneden beri Müslümanlar arasında şöhret bulan Cevherî’ye atıf yaparak, onun tefsirini “uzun seneler uğraşarak ve her ilme ait bahsi en salahiyetli mütehassıslara yazdırarak kaleme almış” olduğu belirtilmekte ve şöyle devam edilmektedir: Bundan dolayı size takdim ettiğimiz bu tefsir- aynı zamanda- en yeni keşiflere dayanan bir muhitülmaarif (ansiklopedi) malumatını muhtevi olacaktır. Bu tefsir hakkında bir fikir vermek için, muhterem müfessir Tantavî’nin hacca giderken Cidde şehrinde dünyanın dört bir köşesinden gelen Müslüman âlimleriyle (Hilkat ve tabiat) hakkında yaptığı bir münakaşayı burada iktibas ediyoruz. (Tefsir, 1951, s. . 23 Ehli Sünnet dergisi, Diyanet İşleri Başkanlığının dini mecmualara yardım etmeye karar verdiğini ve bu noktada ilk olarak 3.600 lirayı İslâmın Nuru dergisine verdiğini belirtir. Makamın kadirşinaslığına bütün dini mecmuaların müteşekkir olduğunu kaydeder (Mühim bir istihbar, 1953, s. 10). Dönemin dergilerinin Diyanet tarafından desteklenmesi hakkında ayrıca bkz. Lewis (1993, s. 429). 42 İslam’ı Uyandırmak - II Savunduğu ve iyiliğine inandığı her umdeyi Türk cemiyet hayatına tavsiye edeceğini, okuyucularının her derdine ortak olmaya çalışacağını beyan eden İslâmın Nuru’nda bütün İslâm dünyasının en yüksek bilginlerinin daima yazı yazmak yardımında bulunacaklarının ilan edilmesi, 1940’lardan itibaren doğrudan doğruya İslâmî iddialı olarak yayın hayatına atılan dergilerin şu ya da bu düzeyde İslâm âlemi ufkunun bulunduğunu söylememize imkân tanır. Ayrıca dergi bu yönüyle kendisinden sonra yayımlanmaya başlayacak olan İslâm mecmuasını akla getirir. Zira o dergide de İslâm dünyasından önemli müellifler derginin tahrir heyeti olarak okuyuculara ilan olunacaktır. Fakat bu noktadaki ilmî olma vurgusunun abartıya kaçacak derecede olduğu da göz ardı edilemez: “Mecmuamız Türk cemiyet hayatının ve İslâm âleminin ortaya atacağı ve önümüze çıkaracağı her meseleyi, önce müşahede, sonra tavsif, daha sonra büyük dinimizin- her ilmi açıklamayı gölgede ve geride bırakan-kendi nurlu izahını ileriye sürecektir (Takdim, 1951, s. 2). Dönemin dergilerindeki müsteşrik eleştirisinin bu dergide de süreklilik arz ettiğini, onların ilmî hakikat zannederek Müslümanlık aleyhindeki bazı tan ve tarizlerine cevap vererek bunları ya cahil yahut garazkâr olduklarının ispat ve teşhir edileceğinin altının çizilmesinden hareketle söyleyebiliriz. Havasa, münevverlere yani şuura hitap etmeyi arzulayan İslâmın Nuru dergisi, tefsir, hadis, siyer, kelam, tasavvuf gibi İslâmî ilimlere dair metinlerin yanında klasik şiirler, okuyucu mektupları, müstakil incelemeler, Arapça dersleri, hutbe ve dönemin aktüel gelişmelerini konu edinen haberlerle makalelere yer verir. Derginin devam edebilmesi ve yaşaması, umumî rağbete mazhariyeti için okurların dergiye abone olmaya çağrıldığını ve bunun sadece dergiyle sınırlı kalmadığını ifade etmeliyiz. Zira bir süreli yayının birkaç kişinin omuzlarında ilanihaye taşınabilmesi imkân dâhilinde değildir (Çantay, 1952, s. 41). İmkân ve enerjisini irşada teksif eden İslâmın Nuru, ilmî, ahlaki ve edebi yayınlarını geçmişteki âlimlerin ve dönemin isimlerinin yazılarına yer vererek bütünlüklü kılmaya gayret eder. Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hasan Basri Çantay, Ahmet Naim, Mehmet Akif, Ömer Nasuhi Bilmen, Hamit Çağıl, Ali Ulvi Kurucu, İsmail Ezherli, Numan Kurtulmuş, Ali Nihat Tarlan, Muhammed İkbal, Ömer Kirazoğlu, İmam Gazali, Şakir Berki, Hakkı Süha Gezgin, Alexis Carrel, Haluk Nurbaki, H. Hüsnü Erdem, Abdurrahman Gürses, Zekai Konrapa, İzmirli İsmail Hakkı, Meşkure Sargut, Ahmet Hamdi Akseki, Tahirül Mevlevi, Kamil Miras, M. Fuat Çam- Hassas Bir Muhalefet Politikası: Geçiş Sürecinde Dindar-Milliyetçi Dergiler 43 dibi, Mahmut Kirazlı, Ali Fuat Başgil24, M. Asım Köksal, Kemal Özkaragöz gibi müelliflerin yazılarına yer verilir. Meşrutiyet devrinden sonra Mehmet Akif ’in çıkardığı dergilerde makaleleri tercüme edilen isimlerden birinin Abdülaziz Caviş olduğunu biliyoruz. İslâmın Nuru, onun İslâm’ın hakikatini en ilmî şekilde anlatan kalemlerden biri olduğu düşüncesiyle, İslâm düşüncesi konulu metinlerini Mehmet Akif tercümesiyle okurlarıyla yeniden buluşturmuştur (Caviş, 1952, s. 40-42). Esasında yayımlanmış metinlerin yıllar sonra yeniden okuyucularla buluşturulması tarihsel hafıza ve kültürel miras bakımından önemli olmakla birlikte, dönemin dergilerinin fikrî kuvvet, kudret ve insicamının II. Meşrutiyet devrindekiler kadar olmadığı şeklindeki tespitin büyük ölçüde haklılığını akla getirir (Tunaya, 1996, s. 182). Derginin kapaklarındaki levhalar her sayı devam etmiş ve böylelikle abidevi eserlerden birinin resmi ve yazılardan da mübarek isimler sunulmuştur. Ayrıca kapaklardaki cami görselleri ile 1950 sonrasında artan cami yapımını ve bununla beraber yaygınlaşan dernekleri de bir arada düşünebiliriz. Derginin hayır derneklerinin önemine vurgu yapmış olması bunu mümkün kılmaktadır. Sanat zevkine değinen İslâmın Nuru, Avrupa ve Amerika büyüklerinin ev ve müzelerinin hüsnü hat ve tezyinatla dolu olduğu bilgisini aktararak okurlarının, kapaklardaki levhaları kullanmak istediklerinde nasıl bir yol takip edeceklerini de açıklar. Şu var ki, Türkiye’de olup bitenler, İslâmın Nuru dergisine sekizinci sayıya kadar doğrudan yansımaz, bu sayıda Millî Eğitim Bakanlığı’nın İstanbul, Ankara, Kayseri, Adana, Isparta, Kayseri ve Maraş’ta açtığı İmam Hatip Okulları açmasından duyulan memnuniyet izhar edilir. Okulların memleket evladına çok büyük hizmetinin olacağı vurgulanırken İmam Hatip mezunlarının her mesleğe girebileceği ve yedek subay olma hakkına sahip olduklarının da belirtilmiş olması dikkat çekmektedir (Haberler, 1951, s. 2). Sonraki sayılarda mektep, cami, kütüphane, hastane yaptırmak, faydalı ve ilmi eserler neşretmek, talebe okutmak gibi hayırlı işleri yapmak ve idame ettirmek üzere her yerde hayır cemiyetleri kurulması gerekliliğini okuyucularına duyurur (Haberler, 1952, s. 2). Hiç şüphesiz dergi kadrosunun mahalli hayır işlerini, ilme, ahlaka ve imara hizmeti her vatandaşın dinî ve millî vazifesi telakki etmesinin etkisi vardır. Bu yüzden her şeyi devletten beklemenin doğru olmadığı, milletin ruhundaki hayırlı işler 24 Ali Başgil, çok partili hayata geçişten sonra dönemin pek çok dergisine yazılarıyla katkı sunmuş ya da bu dergiler onun yazılarını özellikle kriz zamanlarında iktibas ederek yayımlamışlardı. Başgil’in yazıları için bkz. Aşçı (2000). 44 İslam’ı Uyandırmak - II yapmak hasletini geliştirmenin lazım olduğu vurgulanır (Haberler, 1952, s. 2). Ne var ki derginin bu kanaati Ehli Sünnet dergisi tarafından paylaşılmaz, zira ona göre devlet muktedir olmasından dolayı halkın birtakım ihtiyaçlarını tabii olarak karşılamak durumundadır. Vakıf, dernek gibi oluşumlar yurt, bina yapımı gibi işlerle meşgul olmak yerine ilmî yetkinliği sağlayacak kültürel faaliyetlerin bânisi olmalıdırlar. Uzun zamandır hakkında farklı açıklamaların yapıldığı ve bunun yaygınlık kazandığı din ve milliyet meselesi İslâmın Nuru dergisine yansıyan tartışma konularındandır. Selâmet dergisinin din ve vatan sevgisinin ayrılamayacağını vurgulayan 1947’deki yaklaşımının bir benzerini 1950’lerin ilk yarısında yayımlanan İslâmın Nuru’nda da görebiliriz. Dergide yayımlanan metinde bir insanın “dinci” olarak itham edilmesinin yanlışlığı mevzubahis edilirken, milliyeti taziz eden insanların bir kısmının dinci birtakımının milliyetçi olarak ayrı zümreler şeklinde düşünülmesinin millet camiasını dağıtıcı teşekküllerin esası olduğu belirtildikten sonra, dindar insanların daha sağlam milliyetçi oldukları ifade olunur. Fransa, Anglosaksonlar ve Amerika’dan örnekler getirilir ve şöyle devam edilir: Bizde de öyledir: Dindar bir Türk, manen daha sağlam bir Türk’tür. Zira milliyet, sosyal kıymetler sıralanışından müteşekkil bir iç kuruluşun terkibidir. Bu içtimaî değerlerin başında kutsiyet hükümleri gelir. Kutsiyet hükümlerinin kaynağı dindir. Allah ve iyilik esasları ruhumuza en derin, en manevî ve en insanî değerleri bağışlar. Türk’ün dinini mühmel[manasız] sayan fert, hangi payede sanılırsa sanılsın, sadece Türk bile değildir; zira bu vatanda yüzde 99 yurttaş Müslüman oğlu Müslümandır. (Tanrıkulu, 1952, s. 20) Benzer şekilde Ehli Sünnet dergisinde de, İslâm’ın vatan mefhumunu imandan saydığı, imanı olanın vatanına değer vereceği belirtilir (Sayın Adnan Menderes’e, 1951, s. 2). Müşterek bir gayret ve devamlı bir himmetin mahsulü olan dergi, 24. sayısından sonra yayınına “hem hazırlıklarını ikmal etmek hem de arzu ettikleri bazı imkân ve hallerin tahakkukunu birlikte görmek ümidiyle kısa da olsa bir müddet için ara vermeyi zarurî” bulmuştur (Haberler, 1953, s. 2). Ne var ki bu ara veriş keyfiyetinin ayrıntıları bir türlü açıklanmamış ve dergi bir daha yayınlanmamıştır. Muhtemelen derginin kapanışı 1952 sonbaharında vuku bulan Malatya Hadisesinden sonra ülkenin içine girdiği durumdur. Derginin Diyanet tarafından desteklendiği şeklindeki açıklamayı da dikkate alırsak bu ihtimal daha da kuvvetlenir. Hassas Bir Muhalefet Politikası: Geçiş Sürecinde Dindar-Milliyetçi Dergiler 45 Asya’nın Uyanışı, İslam Âlemi Fikri ve “Nezih Ümmetçilik” İkinci Dünya Savaşı atmosferi içerisinde dönemin polemik yönü baskın olan dergilerinde olsun diğerlerinde olsun dünya siyasetiyle alakalı hayli metin ve tahlil yayımlanır. Bu yıllarda Hareket dergisinde Avrupa zihniyet dünyasının inhisarı, Türkiye’nin kendine mahsus bir farklılıkla dünyaya katkıda bulunma iktidarından yoksun oluşu konuları işlenir. Batının insanlığa önderlik edecek ruhi ve ahlaki değerlerden yoksun olduğunu vurgulayan Hareket’te, Türkiye’nin Batı dünyasından farklı temellere dayanan bir medeniyete bağlanması gerektiği ele alınan öncelikli konulardan biri olur. Ahlaki yönü önde olan bu medeniyet ise ancak Türkiye ile ruh yakınlığı olan Doğu milletleriyle beraber kurulabilir. Dergide Mahatma Gandi’den söz eden metinlerin hayli yekûn tutması hatta onun ölümünden sonra derginin arka kapağındaki resminin altına önce “merhum” ifadesinin yazılıp dergi basıldıktan sonra üzerinin çizilmiş olması da (1948, s. 13) Gandi’nin dergiyi çıkaranların imgesinde ne kadar kalıcı izler bıraktığını gösterir. Bu durum Asya’nın uyanışı vurgusuyla birlikte ele alındığında bir sürekliliği de anlatır. Kendi düşünce yapısıyla tutarlı bir uyanış siyaseti arayışındaki Nurettin Topçu, daha savaş devam ederken Avrupa’yı ve Batıcılığı oldukça sert bir biçimde eleştirerek şunları yazacaktır: Artık biliniz ki ruhumuza Avrupa’dan, Garptan yama eklenmeyecektir. Avrupa milliyetlerini kurmuş olan yaşatıcı kuvvetlerden artık ne Hıristiyanlık ne de sömürgecilikten ayrıldığı anda iflasa mahkûm olan insanlığın katili büyük sanayi bizim milletimizle ilgili kıymetler değildir. Bizim milletimizi onlar yaşatmamıştır. Bin yıllık tarihi olan Anadolu milleti, İslâm dini ile Eti ekonomisinin, her ikisi de Asyalı olan kuvvetlerin çocuğudur. Soyumuz Asya’nın olduğu gibi ahlakımız, ekonomimiz de Asya’nın namuskâr eseridirler…Bu inkılap, bu uyanış ve kendimize dönüş hareketi ancak hasta Avrupa’nınkinden ayrı, kendi ruhumuza bağlı yeni bir ahlâk, namuskâr bir ekonomi ve onlarla birlikte ruhu tanıtacak bütün ilimlerin canlandırılması, mekteplerimizde bunların okutulmasıyla başlayacaktır. Ve bu uyanış Asya’ya, güneşin doğduğu tarafa gözlerimizi çevirip Çinli ile Hintli de sevmek, evet onların asırlarca süren mazlum ve esir yaşayışlarından iğrenmeyerek onları tanımak ve sevmek gayesine doğru ilerleyecektir. Millet fikrinin bizde Avrupa fikrinden son ve kati vedalaşma zamanı gelmiştir. (Topçu, 1943a, s. 261) İkinci Dünya Savaşı’nı dikkate aldığımızda belki burada bir miktar Necip Fazıl üzerinde de durmak icap eder. Bu yıllarda Necip Fazıl önce Haber sonra Son Telgraf ardından da Büyük Doğu dergisinde yazmıştır. Onun yazıları hem 46 İslam’ı Uyandırmak - II savaşın nasıl yorumlandığı hem de daha sonra Soğuk Savaş adıyla bilinecek olan yıllardaki siyasi tercihleri anlamlandırmak bakımdan son derece önem arz eder. Bilindiği üzere bu yıllarda Türkiye’de oluşmaya başlayan farklı kamuoyları İkinci Dünya Savaşının tarafları arasındaki seçimlerle de yakından bağlantılıydı. Dönemin siyasi ve fikri aktörlerinden bazıları Sovyetler Birliği’ni, bazıları Anglosakson dünyayı, bazıları da faşistleri tercih etmenin yararlı olacağı kanaatindeydi. Bunların dergileri ve gazeteleri meselelerin siyasi veçhesini daha belirgin olarak sunmasının yanında alternatif kamuoylarını da gündeme getiriyordu. İşte bu ortam içerisinde Necip Fazıl’ın İkinci Dünya Savaşı sürecindeki fikirlerini ele almak gerekliliği bulunmaktadır. Bu yüzden Son Telgraf’taki yazıları elimize oldukça geniş bir materyal sunmaktadır. Kendisinin yıllar sonra kaleme alacağı Babıâli’deki anlatımlarını dikkate alırsak, Türk basını İkinci Dünya Savaşının hemen başlarında üç ayrı kampa bölünür. Bunlar hak ve hürriyet cephesi olarak demokrasileri tutanlar, Nazilere yapışmaya kalkanlar ve Sovyetlere ümit bağlayanlar. Necip Fazıl’a göre demokrasiyi tutanlar, “hava civacılar”, Nazileri tutanlar “muhteris köleler” Sovyetleri tutanlar ise “dirilişsiz ölüm davetçileridir”. Elbette bu üç tasnif esas alınırsa onun, bu gruplaşmalar içerisinde yer almadığı düşünülebilir fakat gerçek böyle değildir. Necip Fazıl, savaşın ilk yıllarından itibaren demokrasileri destekleyerek Almanya karşıtı fakat son kertede Batıyı öne çıkaran bir siyasi tercih ortaya koymuştur. Bu dönemde Almanya’nın kabuğunu çatlatma ve kendisine yeni alanlar açma arayışıyla başlattığı savaş, Batı demokrasilerince totalitarizmin acımasız saldırganlığı olarak takdim edilebilmiştir. Bundan dolayı İngiliz ve Fransızların, Asya, Ortadoğu ve Afrika’da oluşturduğu emperyalist ve sömürgeci statülerinin üstü kolaylıkla örtülmüştür. Almanya karşısında oluşturulan blok, faşizmin kötülüklerden bahsederek kendisine taraftar toplarken, insanlığın hak ve hürriyet ihtiyacını vurgulayarak demokrasi cephesini genişletirken aynı zamanda Nazilik ve Faşizm üzerinden tek boyutlu bir dünya anlatısı sunuyordu. Necip Fazıl, her ne kadar İngiltere ve Fransa’yı “hava civacılar” olarak nitelese de, onları kendilerini sundukları biçimde kabul ederek bir bakıma Batı dışı coğrafyada yaşanan sömürgecilik ve emperyalizmle doğrudan bağlantılı gelişmeleri ikincil kılmış yani sonradan belirgin kılacağı Büyük Doğu perspektifiyle hareket etmemiştir. Şüphesiz onun ilk devre Büyük Doğu dergisinden itibaren sık sık karşımıza çıkacak olan bu tercihlerinde konjonktürel olanın her daim belirleyici olması etkili olmuştur (Türinay, 1994, s. 144).25 25 Derginin ikinci devresinden itibaren Nizamettin Nazif ve yıllar sonra Selâmet dergisini çıkaracak olan Ömer Rıza Doğrul İslâm âlemi konulu metinleriyle Büyük Doğu sayfalarında yer alacaklardır. Hassas Bir Muhalefet Politikası: Geçiş Sürecinde Dindar-Milliyetçi Dergiler 47 Meseleye bu zaviyeden baktığımızda Topçu’nu mazlum milletlerin uyanışına yüklediği anlam onun metinlerinde yoktur. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra İslâm ülkelerindeki fiilî sömürgeciliğin sona erdirilmesi, dekolonizasyon mücadelesi dönemin dergilerinde şu veya bu düzeyde ele alınıp işlenen konular arasındaydı. Sözgelimi Selâmet dergisi bu konuda çok sayıda haber, yazı ve portre yazısına yer vermiştir. Dergi, Birinci Dünya Harbi’nin sonlarından itibaren İslâm âleminin manzarasının, Batı âleminin yükselişi karşısında hep gerileyen, hürriyet ve istiklalini durmadan kaybeden ve artık ne zaman bir daha kalkınacağı belli olmayan bir çöküntü halinden başka bir şey olmadığını ifade eder. Dahası bu içler acısı durumdan dolayı, dönemin fikri ve siyasi önderlerinin İslâm âleminin tekrar kalkınarak bir araya gelmek için birtakım girişimlerde bulunabileceği noktasında çok umutlu olmadıklarını hatırlatır. Selâmet’e göre İkinci Dünya Savaşının ardından bu karabasan günleri geride kalmış artık İslâm âlemi bambaşka bir havaya bürünmüştür. Ömer Rıza Doğrul’un 1947’deki ifadeleri bu hissiyatı iyi yansıtmaktadır: Birinci Dünya Harbinden yirmi beş sene geçmeden, yirminci asır ilk yarısını tamamlamadan bütün durum değişmiş ve İslâm âlemi baştanbaşa uyanmış ve baştanbaşa kalkınmıştır. Daha dün bağımsız ve yarı bağımsız İslâm memleketleri sayılı iken bugün bağımsızlık ve hürriyet havası âdeta bütün İslâm âlemini kaplamış ve dünya yeni bir İslâm kalkınmasının şahidi olmak gibi eşsiz bir bahtiyarlığa kavuşmuştur. (Doğrul, 1947c, s. 2) Hiç şüphesiz İslâm âlemiyle arasına ciddi bir mesafe koyan Türkiye’de İkinci Dünya Savaşından sonra gerek Soğuk Savaş’ta Amerika’dan yana tercihte bulunulması gerek Filistin ve Pakistan’da yaşanan gelişmeler bazı politikaların farklılık göstermeye başlamasına sebep olmuştur. Türkiye’nin Tek Parti devrinde uyguladığı katı laiklik politikalarından vazgeçmesi, Diyanet’in artan etkisi, din ve vicdan özgürlüğü, din eğitimi, cami yapımı gibi alanlarda kısmî de olsa birtakım iyileştirmeler yapması ile yeni İslâm âlemi fikrinin eşzamanlı olarak birbirlerini besleyecek şekilde geliştiğini dikkate almak lazımdır (Kara, 2016, s. 115). Dolayısıyla dönemin gazete ve dergilerinde, canlanan yeni fikir ve onun iç politikadaki yansımalarıyla irtibatlı yazılara hatta siyasî açıklamalara rastlanır.26 26 Dönemin CHP milletvekili Hamdullah Suphi Tanrıöver bu bağlamda şunları ifade edecektir: “Benim mensup olduğum nesil ihtiyarlamıştır, büsbütün çekilip gitmek üzeredir. Gençlerimizin bu İslâm dünyasıyla bizden fazla alakadar olmasını hayati bir zaruret addediyorum. Mensup olduğumuz dinin kuvveti yalnız öbür medeniyetler arasında hususiyeti pek çok olan bir ayrı medeniyet vücuda getirmedi. Hâlâ onun çok büyük bir hayatiyeti var.(…) Biz, İslâmî şarkın bin senelik tarihinde gayet büyük 48 İslam’ı Uyandırmak - II Dönemin dindar-milliyetçi dergilerinin genelinde İkinci Dünya Savaşının akabinde bu yılların öncelikleri zaviyesinden yapılan İslâm âlemi analizleri Müslümanların birlikteliği fikrinin tekrar öne çıkması bakımından müstesna bir kavrayışa tekabül eder. Türkiye başta olmak üzere İslâm ülkelerinin birbirleri ile sıkı işbirliği içerisinde olmalarının sağlayacağı yararlara vurgu yapan dergilerde, millî ve İslâmî unsurların aynı potada eritilerek sömürgecilere ve komünistlere karşı bir mukavemet oluşturulması gerektiğinin altı çizilmiştir (Sitembölükbaşı, 1995, ss. 186). İslâm âlemi fikrini aydınlatmak üzere geniş çapta yapılan tartışmalar barındıran Selâmet, “İslâm Âleminin Davaları” bahsinde birinci sayısında Filistin, ikinci sayısındaysa Pakistan meselesini etraflıca ele almıştır. Bu konulardaki yazıların isimsiz olması, müellifinin derginin başyazarı oluşundan kaynaklansa gerektir. Osmanlı Devletinin çözülüp parçalanmasına kadar ortada bir Filistin meselesinin olmadığını anlatan cümlelerle başlayan yazı, Birinci Dünya Savaşı, Balfour Deklarasyonu, Siyonizm gibi çok temel konulara temas ettikten sonra İkinci Dünya Savaşı yıllarında vuku bulan hadiseler hakkında genel bilgiler sunar. İsimsiz olarak yayımlanan metnin giriş kısmındaki şu vurgu dikkat çeker: Filistin meselesi, İslâm âleminin en büyük davalarından biridir. Siyonistler burada bağımsız bir devlet kurarak bütün bitişik memleketleri sömürmek ve iktisadî kuvvetlerine güvenerek alabildiğine genişlemek emelindedirler. Siyonistlik bu davayı kazanmak için komünistlikle de elbirliği yapmaktadır. Bu davada Araplar ve Müslümanlar haklı, Siyonistler mütecavizdirler. Arapların ve Müslümanların davayı kazanmaları, bizim de onları desteklememiz icap eder. (Filistin meselesi, 1947, s. 5)27 Filistin meselesini, yalnızca Filistin Araplarını ilgilendiren bir mesele olarak görmenin yanlışlığının altının çizildiği yazıda, meselenin Arap dünyasını ve İslâm âlemini ilgilendiği üzerinde durulur. Kurulan Arap Birliğinin ilk işlerinden birinin Filistin davasını benimseyerek meselenin bütün Arapları ilgilendirdiğini açıklamış olmasına da temas edilir. Öte yandan İslâm âleminin bu davada, Arapları yalnız bırakmaması meseleyle ilgili farkındalığın artmasına vesile olmuştur. Bu noktada Soğuk Savaş döneminde daha da belirgin hale gelecek olan komünizm karşıtlığının bu mesele özelinde nasıl gündeme dâhil edildivazifeler görmüş, medeniyetler kurmuş, üç kıta üstünde nizam tesis etmiş birçok dinlere aman vermiş koskoca tarihe malik olan bir milletiz. Bu eski büyük İslâm dünyasına ve doğmak üzere olan yeni İslâm devletlerine karşı vazifelerimiz var” (1947, s. 15). 27 Selâmet’ten bir yıl sonra yeniden yayın hayatına dönen Sebilürreşad’ın daha birinci sayısında açtığı başlıklardan biri Filistin’le alakalıdır (Atilhan, 1948, s. 7). Hassas Bir Muhalefet Politikası: Geçiş Sürecinde Dindar-Milliyetçi Dergiler 49 ğine bakmamız icap eder. Selâmet dergisindeki Filistin meselesi hakkındaki ilk yazıda, meselenin Ortadoğu’nun selameti açısından önemine temas edilmiş, kurulacak Siyonist bir rejimin bütün Ortadoğu için olduğu kadar Türkiye için de büyük bir tehlike arz ettiği çeşitli argümanlarla işenmemiştir. Ne var ki mesele sadece bunlarla sınırlı olmayıp, tehlikeyi büyüten bir başka amil olarak komünizm tehlikesine dikkat çekilecektir. Dergiye göre, Filistinli Araplar arasında komünizmin yayılması son derece büyük bir problemdir. Siyonistlerle bir araya gelecek olan komünizmin bölge açsından oluşturacağı riskleri ele alırken meseleyle ilgili ayrıntılı tahliller yapmadan bir kuşatma siyasetinin gündeme geldiği belirtilir. İngiltere’nin Filistin meselesinde ne Arapları ne Yahudileri memnun edecek bir hal çaresi oluşturamadığı için konuyu Birleşmiş Milletlerin gündemine taşıdığı ifade olunurken komünizm bahsi tekrar açılır. Buna göre komünistler, Filistin’de bütün İslâm âlemini, Arap âlemini ve Ortadoğu’yu içinden kundaklayacak bir fesat merkezi kurmayı hedeflemektedirler. Oysa Arap ve İslâm âleminin temennisi Filistin’in bağımsızlığına kavuşması, Arap ve Müslüman olarak varlığını sürdürmesidir (Filistin meselesi, 1947, s. 15). Siyonizm ve sömürgecilik aleyhine büyük bir karşı çıkışı bulunan Selâmet, dönemin Ortadoğu’sundaki gelişmeleri günü güne takip edip Türkiye’ye aktarması bakımından dönemin diğer dindar- milliyetçi dergilerinden farklılaşmaktadır. Bu çerçevede Kudüs müftüsü ve Filistin Araplarının milli lideri Hacı Emin El-Hüseyni28’nin, Siyonizm’le mücadelesinden dolayı İslâm âleminin en tanınmış ve sevilmiş şahsiyetlerinden olduğunun vurgulanmış olması göz ardı edilmemelidir. Filistin’de silahlı mücadelenin yolunu açan El-Hüseyni’nin çeşitli ülkelerde bulunduktan sonra tekrar Mısır’a gelmesi ve Kral Faruk tarafından himaye edilmesi bütün boyutlarıyla dergi sayfalarına yansır (Hacı Emin el-Hüseynî, 1947, ss. 4). 1947’de Filistin meselesinin Birleşmiş Milletler genel kurulunda görüşülmesinin ardından, Amerika ile Sovyetler Birliğinin Filistin’in taksimi projesini desteklemelerini eleştiren dergi, bu durum karşısında İslâm âleminin üzerine düşen birliği sağlayarak, Filistin’in hürriyetini, bütünlüğünü ve bağımsızlığı davasını müdafaa etmekten geri kalmaması gerekliliği üzerinde durur (Doğrul, 1947j, s. 2).29 Hindistan’daki bağımsızlık savaşının sonlarına yaklaşıldığı bir dönemde Selâmet, Hindistan içerisinde Hindularla Müslümanlar arasında baş gösteren 28 Selâmet’in 21 Kasım 1947 tarihli 27. sayısının kapağında bir çerçeve içinde Hacı Emin El Hüseynî fotoğrafı bulunur. 29 Ayrıca bkz. Doğrul (1947k, s. 2). 50 İslam’ı Uyandırmak - II ayrılık ve anlaşmazlıklara temas eder. İslâm Birliğinin kurmak için çaba gösterdiği Pakistan’ın henüz teşekkül etmediği bir zaman diliminde yayımlanmış olması bakımından da önemlidir. Bölge hakkında hayli malumat sunan yazıda, gerek Hintlilerin gerekse Müslümanların endişeleri yansıtılır, ardından da Pakistan taraftarlarıyla Hint Millî Kongresi arasındaki anlaşma ihtimalinin tümüyle ortadan kalkmadığına dikkat çekilir. Birlik ruhunun galebe çalması yahut Müslümanların meskûn olduğu bölgelerde muhtariyet temini gibi birtakım ihtimaller söz konusu edilir. Ne var ki iki taraf arasında güven tesis edilemediği takdirde ayrılığın kaçınılmaz olacağı ve bununla birlikte Pakistan’ın İslâm âlemi namına bir dava haline geleceğinin altı çizilir (Pakistan meselesi, 1947, s. 13).30 Selâmet, sayfalarında İslâm âlemini gösteren bir haritaya da yer vererek, bir görsel hafıza oluşturmuş, dost ve düşman bölgeleri belirterek tarihi hafızayı tazelemiştir. Böylelikle ilk defa 1960 sonrası dergilerde gündeme geldiği sanılan İslâm âlemi fikrinin esasında 1940’ların ikinci yarısından itibaren tedavülde olduğunu anlamamıza da katkı sunar. Müslümanların nerelerde yaşadıklarını izah eden bu haritada,31İslâm’ı benimseyenlerin yaşadıkları yerler çoğunluk, büyük azınlık ve azınlık olmak üzere üçe ayrılmaktadır. Dünyada 450 milyonu aşan nüfuslarıyla Müslümanların çok büyük varlık teşkil ettiklerine dikkat çeken dergi, İslâm âleminin yeni bir kalkınma ve ilerleme devri yalamakta olduğunu bunun da bağımsız milletlerin çoğalmasıyla ilişkili olduğunu savunur. Bu çerçevede Mısır’dan Fas’a, Endonezya’dan Irak’a, Cezayir ve Tunus’tan İran32’a, Çin Müslümanlarından Afrika’ya kadar İslâm memleketlerini ansiklopedik olarak tanıtır. İslâm âlemini meşgul eden ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinde 30 Dergi, ayrıca 24 milletin katılımıyla Delhi’de toplanan Asya Milletleri Konferansını, milletlerin sömürgecilik karşıtı mücadelelerinin bir devamı olarak değerlendirmiştir. Burada Batının liberal dünya görüşünün etkisiyle doğan her milletin kendi kaderini tayin hakkı üzerinde durulmaktadır. Buna karşın, konferansta Batı aleyhinde hemen hiçbir nümayişin yapılmayışına dikkat çekilmiş olması dikkat çekmektedir. Asya ruhunun yeni uyanışının dünyayı yeni bir kuvvetle karşılaştırdığı üzerinde durulurken de, bu kuvvetin Batı dünyasına karşı hasım olmayıp yalnız Batı’nın dünya işlerini idaresini tenkit ettiği vurgulanır. (Asya milletleri konferansı, 1947, s. 10). 31 İslâm âlemi hakkında fikir vermek için, Müslümanların nerelerde yaşadıklarına dair bilgiler de aktarılır. Cenevre Üniversitesi’nden Zeki Ali’nin bir eserine dayanarak verilen bilgilerde Türkiye, Asya, Kıbrıs Avrupa listesinde yer alır (1947, s. 10). Pakistan kurulduktan sonra bu ülkeye dair haberler dönemin süreli yayınlarında artar. Sözgelimi 1949’da Serdengeçti dergisinde, Muhammed Ali Cinnah üzerine bir habere ve muasırlarının hakkında söylediklerine yer verilir. (Pakistan’ın kurucusu, 1949, s. 19). Ayrıca bkz. (Pakistan’a selam, 1949, s. 4). 32 Selâmet, 1947’de “dost ve kardeş İran’da” neler olup bittiğini, nelere değer verildiğini, neler düşünüldüğünü anlamak az çok anlamak için Tahran’da çıkan Terakki adını taşıyan haftalık mecmuayı takip ettiklerini ifade eder (Sünnilik- Şiilik ayrılığına dair, 1947, s. 3). Hassas Bir Muhalefet Politikası: Geçiş Sürecinde Dindar-Milliyetçi Dergiler 51 davaların her birine azami ehemmiyeti gösteren Selâmet, bu meselelerin İslâm milletlerinin uyanışı ve esaret altında yaşamak istemeyişi nokta-i nazarından sevinç ve iftihar verecek bir terakki olarak ele alır (Doğrul, 1947c, s. 2). İkinci Dünya Savaşının ardından İslâm âlemi fikrinin yeniden gündeme gelişinin oluşturduğu umudu Selâmet şu şekilde yansıtır: İslâm âlemi baştanbaşa bir medeniyet âlemidir ve onun her bölümünde en şerefli abideler ve müesseseler hâlâ yaşar. İslâm âleminin her bölümünde göze çarpan bu medeniyet izleri ve eserleri gerçi maziye aittir ve İslâm âleminde son asırlarda bir gerileme ve alçalma devri geçirmiş, hatta bir aralık İslâm âleminin en büyük kısmı yabancı esareti altında kalmış ve onun bir daha kalkınamayacağı sanılmıştı, fakat bu gerileme ve alçalma devri geçmiş, kurtulma, kalkınma ve ilerleme devri başlamıştır. Onun için kısa bir zaman önceye kadar esaret boyunduruklarında yaşayan Müslümanların çoğu bugün hürriyetlerine ve bağımsızlıklarına ya kavuşmuşlardır yahut kavuşmak üzeredirler. […] Bu hal, yirmi beş yıl evvel, ancak bir rüyadan ibaretti. Bugün ise, çok şükür bir hakikattir. Bizim gibi yirmi beş yıl evvelki hali gören ve bilen yaşlılar, o zaman adeta meyus oluyor ve şairler onların bu ıstırabını terennüm ediyorlardı.[…] Yirmi beş yıl evvelki hal, gerileme ve alçalma devrinin, en şiddetli ve en buhranlı safhasını yaşatıyordu. Onun için İslâm âlemi, istilaları, esaretleri, ıstırapları yenmeye başlamış, hürriyet ve istiklalini kazanmak için her yerde savaşlar açmış, neticede İslâm âleminin manzarası değişmiş, hür ve müstakil milletler çoğalmış ve onun kalkınması durmadan gelişmiştir. Bu gelişmelerin devam edeceğini gösteren belirtiler pek çoktur. Onun için yaşadığımız devir, İslâm âleminin uyanma ve gelişme devri sayılmaya layıktır. Bu uyanma ve gelişmenin yeryüzündeki bütün Müslümanlar hakkında olduğu gibi bütün insanlık hakkında hayırlı olacağı şüphe götürmez. Çünkü Müslümanlar dünya barışının en kuvvetli desteği olarak yer alacaklar ve barış içinde gelişmek, barış içinde yükselmek için, eskisinden daha feyizli bir medeniyet kurmak için çalışacaklardır. (Bugünkü İslâm âlemi, 1947, ss. 5, 15) Dergide, İslâm âleminin büyük bir kalkınma yaşadığı33 mütemadiyen vurgulanırken, Türkiye’yi İslâm memleketlerinde temsil edenlerin durumu ve radyo yayınlarının dini hayatı ihmal etmesi dikkate alınması gereken iki mühim konu olarak ele alınır. Bu aslında sadece Selâmet dergisine özgü bir durum ola33 Bundan üç yıl sonra Büyük Doğu, İslâm âlemindeki bağımsızlık hareketlerinin çoğunun sureta bir bağımsızlık olduğuna temas ederek, Batılıların zihniyet düzleminde hâlâ işgalci konumlarını sürdürdüklerine dikkat çekerek, abartılı bağımsızlık vurgusunun yanlışlığını hatırlatır. Esasında bu tartışmanın iki kutbunu esas aldığımızda bu değerlendirme tarzının 1970 sonrasında da benzer bir sürekliliği muhafaza ettiğini rahatlıkla söyleme imkânı elde ederiz. (Binatlı, 1950, s. 9). 52 İslam’ı Uyandırmak - II rak da görülemez zira diğer dergiler de bu konuyu kimi zaman başka ülkelerdeki durum üzerinden kimi zaman da özellikle Ankara Radyosunda Cumartesi günleri yayınlanan “Çocuk Saati” programı özelinde tartışılır. Çocukları eğlendirirken onlara yüksek duygular, faydalı ve doğru fikirler aşılamanın gerekliliği vurgulanır (Terbiyeci, 1947, s. 17). Ortadoğu’da Türklerin İslâm dinini terk etmiş hatta dinsizliğe sapmış sayılmasının sebepleri ile hayli meşgul olduğunu belirten Ömer Rıza Doğrul, İslâm dünyasındaki görevlilerin burada tertiplenen dini törenlere iştirak etmemelerini çok sorunlu bulur.34 Oysa resmî görevliler Cuma ve bayram namazlarına iştirak etmeyi ve bu münasebetle yapılan törenlerde görünmeyi laiklik telakkisine aykırı bulmasalar, içinde yaşadıkları İslâmî muhitlerle kolayca kaynaşacaklardır. Bu yüzden bunu tashih etmek, Türkiye’deki laiklik hakkında doğru dürüst bir kanaat oluşmasına da zemin hazırlayacaktır. Ortadoğu’ya yayın yapan radyomuzun da millî hayatı aksettirirken dinî hayatı tamamen ihmal etmesi Türkiye’nin İslâm ile alakasını kestiğine dair bir zehap uyandırmaktadır. Bunun yerine Türk radyosu bir camiden bayram namazının edasın ait bir yayın yapsa, bayram sabahı bir camide irat olunan bir hutbeyi neşretse memleketin temsili noktasında çok kayda değer bir hizmet ifa etmiş olacaktır (Doğrul, 1947f, s. 3). Türk inkılabını sahiplenen derginin Türk milliyetçiliği ile birlikte “İslâm milliyetçiliği”ni müdafaa ediyor olması da üzerinde durulmayı hak eder. Dergiye göre, bütün İslâm milletlerinin dini olan İslâm doğru anlaşılmalı, bu dinin mensupları arasında sağlam bir kardeşlik kurulmalı, itikat birliğinin doğurduğu bütün bağlantılarla kardeşlik hukuku perçinlenmelidir. Zira “ittihâd-ı İslâm” peşinde koşarak, bütün Müslümanları birleştiren bir tek devlet kurmak hayalini besleyen kimsenin kalmadığı bir zaman diliminde yaşanmaktadır. Her milletin kendi kaderine hâkim olmak prensibinin egemen olduğu bir dünyada İslâm ümmetçiliğinin bütün hedefi, Müslüman milletlerin birbirlerine karşı iyi hisler beslemeleri, birbirine iyi muamelede bulunmaları ve yardımlaşmaları gerektiğindeyse birbirlerini desteklemeleridir. Bunu “masum ve nezih ümmetçilik” olarak tanımlayan Ömer Rıza Doğrul, Halil Nimetullah Öztürk’ün Selâmet dergisine karşı dile getirdiği hakikatten uzak mesnetsiz vehimlerini irdelerken hem milliyetçilik hem de ümmetçilik konusunda ne düşündüğünü belirginleştirir: 34 Ömer Rıza Doğrul daha evvel Büyük Doğu’da yazdığı bazı metinlerde de Türkiye’nin Arap dünyasında yanlış tanındığını hatta Cumhuriyet devriyle birlikte İslâm ile tüm bağlarını kopardığının düşünüldüğünü ifade ederek, İslâm âlemi ile birbirini daha yakından tanımaya vesile olacak politikaların gerekliliğine dikkat çekmiştir. (Doğrul, 1946, s. 9). Hassas Bir Muhalefet Politikası: Geçiş Sürecinde Dindar-Milliyetçi Dergiler 53 Tecavüzi mahiyeti haiz, hiçbir emel beslemeyen Müslüman milliyetçiler arasında en sağlam dostluğun kurulmasından, en kuvvetli barışın hüküm sürmesinden başka bir hedef gözetmeyen masum ve nezih ümmetçilik, her bakımdan saygı değer, geliştirilmesi gereken bir realitedir. Çünkü milliyet esasını layıkıyla tanıyan ve yalnız onun ifratlarına ve taşkınlıklarına karşı gelen, inziva ve infirada imkân vermeyen, dostluk, kardeşlik, elbirliği ve yardımlaşma unsurlarını kuvvetlendiren mühim, kudretli ve verimli bir hakikattir. (Doğrul, 1947g, s. 2) Daha ziyade çok partili hayata geçerken, tok sözlü muhalefetiyle CHP eleştirileri, laikliğin yumuşatılması, din eğitiminin mutlaka yeniden okullarda verilmesi istikametindeki etkili kısa metinleri ve cesur mizahları dolayısıyla hatırlanan Serdengeçti dergisinde İslâm âlemi konulu yazılar babında Pakistan diğer ülkelerin daima önündedir. Dergide, Doğu Türkistan, Boşnaklar ve Tunus üzerine yazılar bulunuyorsa da bunlar süreklilik arz etmez fakat Pakistan gerek siyasi gerekse kültürel boyutlarıyla mütemadiyen ele alınır. Bu bağlamda 1950’de Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinden ekseriyeti kız olmak üzere bir grubun Pakistan’a gidişi eleştirilir. Zira bu ülkeye gidenlerin Müslümanlıkla zerre miktarı alakasının bulunmadığı kanaati halimdir dergide. Oysa Müslüman Pakistan’a gidenlerin hepsi bu grupta bulunan Yaşar Doğu gibi “Müslüman Türk karakterini” nefsinde toplaması gerekir. 1940’larda gene bu coğrafyaya giden Falih Rıfkı Atay gibilerin bu toprakları temsil edemeyeceklerinin belirtildiği satırlar ise Selâmet dergisinin İslâm dünyasında Türkiye’yi temsil eden dış işleri görevlileri hakkındaki kanaatleri ile paraleldir. Dergide yayımlanan yazıya göre, Falih Rıfkı Atay, Pakistan kurulmadan evvel yaptığı gezide, kendisinin boynuna “Müslüman Kardeş, Müslüman Kardeş” diye sarılanlara “Biz Türk’üz, Biz Türk’üz” şeklinde cevap vermiştir. Hâlbuki Pakistanlıların, Türkleri övmeler Müslümanlıktan kaynaklandığı için onlara yapılan mukabele doğru değildir. Bu yüzden Pakistan’a gidenler Müslüman Türk’ün kalbinde olanı aksettirecek vaziyette olmalıdır. Serdengeçti’ye göre ne karargâhlarını Beyoğlu’na kuran günlük gazetelerin ne yabancılaşan münevverlerin hakiki Türklük ve Müslümanlıkla alakası yoktur. Dergi, Türkiye’nin İstanbul’un matbuat hayatından ve Ankara’nın asfalt caddelerindeki sahnelerden çok uzaklarda olduğunu öne sürer: İşte bizim sesimiz, Türk’ün kaybolan sesi çok uzaklardan ve çok derinlerden geliyor. Biz, soyuna, köküne, dinine ve imanına bağlı münevver Türk gençliği, imanımızın, kitabımızın, tarihimizin yayıldığı bütün memleketleri, milletleri kendimize kardeş biliyoruz! 54 İslam’ı Uyandırmak - II Başta Pakistan olmak üzere bütün İslâm âlemine nutuklarla, siyasetlerle, o gazetelerle değil, kalpler ve gönüllerle bağlıyız. (Pakistan’a gidenler, 1950, s. 7)35 Pakistan’ın karşılaştığı müşküller ve Hindistan’ın kuvvet kullanarak Keşmir üzerinden bu ülkeyi baskı altına almaya çalışması karşısında Serdengeçti dergisinin tavrı, başta Türkiye olmak üzere bütün İslâm devletlerinin Pakistan’ı desteklemeleri gerektiği şeklindedir. Müslüman Türk halkının reyi ile iktidara gelen Türk hükümetinin Hindistan ve Pakistan ihtilafında Müslümanlığının gereği olarak Pakistan’ı tutmak mecburiyetinde olduğu belirtilir. Dergiye göre hükümet, resmen ve siyaset icabı diyerek müstenkif kalsa bile Müslüman Türk halkı Pakistanlı kardeşlerinin yanındadır (Hindistan ve Pakistan, 1952, s. 6). Cumhuriyet Halk Partisi yetkililerince yapılan “Türkiye İslâm birliğine inanmıyor” şeklindeki, açıklamanın, Türkiye ve gerçek Türk-Müslüman milletinin kanaatiyle alakasının bulunmadığı, Pakistan düşmanlığı yapan gazetelerin Hindistan’ı savunmalarının altında yatan hususlar derginin tartışma sütunlarına yansır. Gazetelerde kalem oynatanların mevkilerini din düşmanlığı yaparak mukaddesatı çiğneyerek elde ettiği fakat Türkiye’nin 14 Mayıs’tan sonra bambaşka bir memleket haline geldiği belirtilir. Türkiye’de İslâmî hareket kuvvetlenir, kanun nizam haline gelirse, o zaman bu basma kâğıt tüccarlarına iş kalmayacağı beklentisi aşikâr bir şekilde telaffuz edilir. Dergiye göre İslâm âlemi Endonezya’dan Fas’a, Cezayir’den Pakistan’a, Afganistan’dan Tunus’a, Irak’tan Pakistan’a kadar uyanmıştır. Bilhassa Türkiye’de içten içe kaynayan, yanan iman alevleri bize mesut bir günün geleceğini müjdeler (Türkiye İslâm blokuna inanmıyormuş!, 1950, s. 10). Serdengeçti dergisinde İsrail sorunu “Arap ve İslâm Âlemi” başlıklı sütunda ele alınır. Ortadoğu’da Arapların birlikte hareket edememeleri, Arap zenginlerinin lüks içinde yaşamaları eleştirilirken yönetimlerin krallıklardan halkı idaresine dayanması böylelikle de millet devlet bütünleşmesinin sağlanması teklif edilir. Ortadoğu’da İngiltere ve Fransa’nın oluşturduğu boşluğu Sovyetlerle Amerikalıların doldurmaya çalıştığı ve bütün kavgaların bu rekabetten çıktığı ifade edilmektedir. Ortadoğu devletleri ve bilhassa Arapların kendi boşluklarını doldurabilecek kudretten yoksun olduklarını belirten Osman Yüksel, muhtelif tazyik merkezlerinden bu boşluklara doğru politika, menfaat ve ideolojik cereyanların estiğini ifade eder. Bu cereyanlar ve rekabetler karşısında Ortadoğu’nun 35 Dergi bu sayısında ayrıca 17 Aralık 1949’da Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesi Konferans Salonu’nda Pakistan Sefiri Mian Beşir Ahmet tarafından “Mevlana’nın Hayatı ve Pakistan Milli Şairi Muhammed İkbal’e Tesiri” başlıklı konferansın metnine yer vermiştir. (ss. 11-12) Hassas Bir Muhalefet Politikası: Geçiş Sürecinde Dindar-Milliyetçi Dergiler 55 karmakarışık hale gelmesi karşısında İsrail’in güçlenmesi kolaylaşmıştır. Bölgenin içler acısı halinden kurtulmasının yegâne yolu ise İslâm ülkelerinin birleşerek kuvvetli ve kudretli bir varlık halinde dünyanın karşısına dikilmeleridir. İslâm ülkeleri kendi aralarındaki ihtilafları, dostça halletmeli gürültüye ve başka devletlerin müdahalesine meydan vermeden çözmelidirler. Batıdan Doğu’ya, Cava’dan Atlantik kıyılarına kadar yaşayan Müslümanlar birleşmelidir. Türk, Arap, Hint, İran, Afgan ve Pakistan milletleri tarihlerine yaraşır bir şekilde tekrar uyanmalı muazzam birliğe doğru omuz omuza yürümelidir (Serdengeçti, 1957, s. 13).36 Ehli Sünnet dergisinde, M. Raif Ogan tarafından çıkarılmaya başlayan İslâm Dünyası dergisi tebrik edilir. İslâm âlemindeki uyanış olarak ele alınan gelişmeler ya başka gazete dergilerden ya da Anadolu Ajansının haberlerinden hareketle dergide yer alır. Bunlar içinde Hindistan, Keşmir ve Pakistan37 meselesi daima bir adım öne çıkar. Bunun dışında Ehli Sünnet dergisinde Kuzey Afrika, Suudi Arabistan, Irak, Amerika, Batı Afrika, Fas, Mısır, Suriye, Tunus, Libya, Endonezya ve Filistin gibi bölgelere dair haberlere yer verilmiş olması dönemin dergileriyle ortak noktalarının bulunduğunu gösterir. Ehli Sünnet dergisinde yer alan 24 Kasım 1952 tarihli bir habere göre İstanbul’da açıklama yapan Pakistan Büyükelçisi Gazanfer Ali Han, iki ülke arasındaki dostluğa vurgu yapar. Büyükelçi ayrıca İran Başbakanı Musaddık ve Ayetullah Kaşani hakkında son derece olumlu değerlendirmelerde bulunur ve bunlar dergiye olduğu gibi yansır (İslâm âlemi Pakistan, 1953, s. 14).38 Kıbrıs bağlamında ise Türkçe ibadet konusunda eleştirel mahiyeti bulunan bir yazıya yer verilir, din alanında ihtisasa hürmet etmek gerektiği vurgulanır (Sütunlar arası tezvirata cevap, 1953, s. 14). İslâm âlemini ilgilendiren hadiseler İslâmın Nuru dergisinin ilk sayısında ele alınır. Hollanda sömürgeciliğinden kurtulan Endonezya’nın mücadelesi, milli kalkınması, İslâm kültürünü ilerletmek ve onu harici tesirlerden muhafaza et36 Ayrıca bkz. Yalçıntaş (1959, ss. 5-6). 37 Derginin başyazarı, Ömer Rıza Doğrul, İsmail Hakkı Akyüz ve Ali Vasfi Atahan’la birlikte Pakistan’da düzenlenen İslâm Kongresine katılmıştır. Karaçi’deki toplantılarda bilhassa Halk Partisinin müfrit politikalarının Türkiye’nin İslâm âlemindeki itibarını olumsuz etkilediği üzerinde durulmuştur (Zapsu, 1951a, s. 12; İç haberler, 1951b, s. 16). Dergide Pakistan’ın Ortadoğu müsteşarı Muhammed Esed’in 11 Ekim 1951’de Ankara’ya geldiği belirtilmiştir. 12 Ekim 1951’deki Konya Mevlana ziyareti haberleştirilmiş ve Muhammed Esed hakkında bazı bilgiler verilmiştir (Pakistan Dışişleri Bakanlığı Ortadoğu müsteşarı Muhammed Esed Ankara’da, 1951, s. 14). 38 Buna mukabil Ehli Sünnet vurgusuyla öne çıkacak olan Büyük Doğu dergisi, İran’da Musaddık’ın İngilizler eliyle devrilmesine dair yaptığı yayınlarda bağımsızlık yanlısı Musaddık yerine İran Şahını destekler mahiyette çokça metin yayımlamıştır. İki örnek için bkz. Korok (1952a, s. 5), Korok (1952b, s. 5). 56 İslam’ı Uyandırmak - II mek şeklinde özetlenir. Ayrıca İslâm gözüyle uluslararası ilişkilerin mahiyetinin analiz edildiği bir metinde sömürgecilik siyasetinin doğuşu, İslâm dünyasına etkileri, dünya savaşlarına yol açan boyutları ele alınarak medeniyetin kurtulmasının yolunun sömürgeciliğin terk edilmesiyle başarılabileceğine dikkat çekilir (Erdem (mtc), 1951, s. 12-14). Pakistan’ın39 yüz yüze kaldığı güçlükler, bu ülkedeki sosyal ve ekonomik faaliyetler yanında Suudi Arabistan, Veft Partisinin iş başına geldiği Mısır ve bilhassa 1947’lerde Selâmet dergisinin yazılarını neşrettiği Taha Hüseyin’in Milli Eğitim Bakanı oluşu ile İran’ın büyük bir ilerleme vadisinde diğer Müslüman memleketlerden geri kalmayışı ele alınır (Özkaragöz, 1951, ss. 17-18). Pakistan’ın beşinci bağımsızlık yılındaki etkinlikler de derginin sonraki sayılarında yer bulur. Buradaki metinlerde, “Türkler için atan milyonlarca tertemiz Müslüman kalbinin bulunduğu” Pakistan’ın Türkiye’de pek az tanınmasının üzüntü verici olduğu ifade edilir. Bunun için her şeyden evvel, imkânlarla dolu geleceği sezebilmek, Batı hayranlığından kurtularak uyanmak ve gerçekleri olduğu gibi görebilmek gereklidir. Bu noktada İstanbul Üniversitesi rektörü Kazım İsmail Gürkan’la birlikte kutlama törenlerine katılan Ali Fuat Başgil, Türkiye-Pakistan Kültür Cemiyeti’ne mühim vazifelerin düştüğünün altını çizer, ona göre bu cemiyet, broşür, katalog, rehber hatta aylık bir dergi neşretmek ve konferanslar tertip etmek suretiyle Türkiye’yi uyandırabilir, “Pakistan Türkiye’ye, Türkiye’yi de Pakistan’a yakından ve doğru olarak tanıtabilir ve bu sayede iki kardeş memleket arasında bilgiye müstenit esaslı bir iş ve İstikbal birliği kurulmasına yol açabilir” (Başgil, 1952c, Pakistan intibalarım, s. 19).40 Başgil ayrıca, bu ülkenin doğuşunun İslâm dünyası hatta insanlık için arz ettiği öneme dikkat çekerken meseleyi Türkiye’nin geleceği ve İslâm dünyası içindeki yeri zaviyesinden ele alır. Ardından Türkiye’de gerek resmi mahfillerde gerekse bazı izanı kıt yarım münevverler muhitinde İslâm dünyası bahsinde bir nevi fobinin hüküm sürmekte olduğunu hatırlatma gereği duyar. Başgil, sözünü ettiği mahfil ve muhitlerin İslâmî fikir ve realitelerden ürkmesini kuduz hayvanların sudan ürkmesiyle bir tutar. Dünya Müslümanlarının Türkiye hakkında hüküm verirken batı uşaklığı yapanlara değil, “Büyük İslâm dünyası için kalbi atan milyonlarca sağlam seciyeli ve soylu insanlara” bakılması gerektiğini ifade 39 Pakistan’ın bağımsızlığına kavuşmasının beşinci yılında, derginin baş sayfalarında böylesi kardeş bir ülkenin vücut bulmasından duyulan memnuniyeti anlatan ifadelere yer verilir. (Haberler, 1952, s. 2). 40 Burada Başgil’in yapmış olduğu konuşmanın tam metni derginin daha sonraki sayılarında “Pakistan’da Müslüman Milletler Kongresindeki Konuşmanın Tam Metni” başlığıyla tekrar yayımlanır. Bkz. (1952d, ss. 20-24), (1952e, ss. 19-21), (1952f, ss. 15-17). Hassas Bir Muhalefet Politikası: Geçiş Sürecinde Dindar-Milliyetçi Dergiler 57 eder. Zira “Türk milletini İslâm dünyasına bağlayan on dört asırlık bir mazi ve yer götürmez vukuatla dolu bir tarih vardır” (Başgil, 1952d, s. 23). İlginç noktalardan biri de Başgil’in konuşmasının devamında, İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünyanın iki kuvvet kutbuna ayrıldığını, bunların ise diyanetin temsil ettiği maneviyat kuvveti ile pratik ifadesini komünizmde bulan materyalizm olduğunu belirtir. Demokrasinin bir kuvvet olduğunu fakat asli değil tali bir kuvvet olduğunu hatırlatan Başgil, demokrasinin maneviyat cephesine katılmadığı takdirde maddeciliğe saplanıp kalacağının altını çizer. Demokrasilerin maneviyata sarılmadıkları müddetçe komünizme sürükleneceklerine dikkat çeken Başgil, demokrasinin kamu işlerinde sadakatin önemli olduğunu fakat maneviyattan yoksun fazilet, feragat ve sadakatin bir hayalden ibaret olacağını da söylemekten geri durmaz. Dahası Türkiye’deki sorumlu makamların Batı demokrasilerinde sezilen uyanış hareketlerinden ders alarak, maneviyata kıymet vermelerini ve İslâm dünyasının hadise ve meseleleriyle daha yakından ilgilenmelerini tavsiye eder (Başgil, 1952c, s. 20). Meşrutiyet sonrası düşünce dünyasında İslâm âleminin tuttuğu yeri milliyetçilik ve İslâmcılık üzerinden kısmen temas eden başka bir yazıdaysa, Türkiye’nin yakın geçmişte tarihi hakkını bol keseden harcamasına rağmen Müslüman milletler içerisinde oldukça mühim bir yere sahip olduğu ifade edilir. Türkiye’nin kendi varlığıyla nüfusunun çoğunluğunun Müslüman oluşundan güç alarak İslâm âlemine yönelmesi gerektiği tarihsel arka plana dayalı olarak önerilir. Türkiye’nin geçirdiği türlü buhranlar ve baskılar neticesinde kıymet hükümlerinde hâsıl olan sarsıntılardan dolayı, maşeri vicdanda henüz sulh ve sükûna kavuşulamadığı tespit edilir. 14 Mayıs 1950’deki hürriyet inkılabının vadettiği asude ve muvazeneli hayat layıkıyla temin edilememiştir. Türkiye’nin İslâm dünyasıyla gereği gibi ilgilenmemesinin sebepleri babında tek parti devri uygulamalarının eleştirisi yapılır: İslâm Türk Cemiyeti bir çeyrek asırlık baskı devrinin vicdanında açtığı yaralarını tedavi ile meşguldür. Bu sebeple dâhilî acılardan [ ] İslâm âlemine ait pek mühim hayati ihtiyaçlarını gereği gibi düşünememekte ve mesela büyük İslâm kongreleri hakkında iyice tenvir edilememektedir. Hâlbuki Türkiye, İslâm şarkın batıya karşı vaktiyle kahraman Osmanoğulları’nın yiğit omuzlarında yüklenen uç beyliği vazifesini, tarihinin bugünkü dönüm noktasında, yeni ve derin şartlar içinde, deruhte etmiş bulunuyor. (Tanrıkulu, 1952, s. 26) Dünyayı meşgul eden davalar, iktisadî, toplumsal olaylar ve ortaya çıkan yeni akideler insanın mustarip ruhunda meydana getirdiği akisler zaviyesinden ele alınmanın ötesinde çok ayrıntılı olarak dergi sayfalarına yansımaz. Sos- 58 İslam’ı Uyandırmak - II yal adaletin birtakım vehimli fikirlerle, bir sınıf veya zümrenin diğerine karşı ayaklanmasını teşvik etmekle elde edilemeyeceği bunun ancak İslâm dininin prensiplerinin uygulanmasının neticesinde bir sonuç olarak karşımıza çıkacağı üzerinde durulur. Buna göre, şayet Müslüman toplumlarda sosyal adalet görülmüyorsa veya tatmin edici bir mahiyet arz etmiyorsa bu, İslâm dininin emrettiği vecibeleri layıkıyla yerine getirmemiş olmaktan ileri gelir (Yazır, 1952, s. 30). İslâm’ın bir medeniyet olarak kavranmasının yansıması olan metinlere de rastlanan İslâmın Nuru’nda, bu konu Pakistan ve Endonezya gibi yeni devletlerin İslâmî esaslar üzerine bina edilmesi çerçevesinde ele alınır. İslâm medeniyetinin dünyayı aydınlatmaya devam ettiği özgüvenli bir şekilde ifade edilirken, Türkiye’de Tanzimat’tan sonra yaygınlık kazanmaya başlayan birtakım yaklaşımların eleştirildiğini görürüz. Bilhassa Pakistan’ın kurulmasını çok önemli bulan Ali, Fuat Başgil, bu davaya temel teşkil eden başlıca noktayı Müslümanlık olarak sunar ve biz Türklerin de bu topraklar üzerinde dünkü ve bugünkü varlığımızı İslâm’ın feyzine borçlu olduğumuzu işaret eder. Bunu hakiki manasıyla anlamak ve teslim etmek için bayağı menfaat endişelerinden ve çirkin politika ihtiraslarından sıyrılıp bu konuda kafa yormak lazımdır (Başgil, 1952a, s. 11). Çok Partili Hayata Geçiş Sürecinde Dergilerde Din, Eğitim ve Siyaset Bu dönemde genel olarak sosyalist fikirlere karşı olunmasının sebebi İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşan Soğuk Savaş cephesi, Sovyetler Birliğinin Türkiye’ye yönelik politikası (Karakoç, 1989d, s. 6), Sovyetlerin egemenliği altındaki Türklerin ve Müslümanların muhatap olduğu kimlik kaybına sebep olan uygulamalar, sürgünler ve katliamlar geleneksel Moskof algısını canlandırmış, 1940’lardan itibaren varlık kazanan Türkiye solunun dine dair menfi dili sola ilişkin reaksiyonu daha da arttırmıştır. Bu açıdan dönemin siyasi yönelimli dindar-milliyetçi dergilerinin sol karşıtı bir çizgiyi isteyerek benimsemiş olmaları şaşırtıcı değildir. Selâmet ve Ehli Sünnet dergileri çok partili hayata geçilmeden evvel oldukça temkinli davranmışlar, başta CHP olmak üzere dönemin siyasî yapılarıyla polemiğe girmekten kaçınmışlar ama din eğitimi, Diyanet İşleri Başkanlığının konumu, laiklik, vicdan hürriyeti, ders kitapları vb. konularında kanaatlerini açıklamaktan geri durmamışlardır. Sözgelimi Ömer Rıza Doğrul, Selâmet dergisinde, ezan ve kametin tercümelerini tetkik eden alay müftüsü Ha- Hassas Bir Muhalefet Politikası: Geçiş Sürecinde Dindar-Milliyetçi Dergiler 59 san Feyzi Akıncı’nın “bunları doğrultmak gerekir” dediği yazısı (Akıncı, 1947, s. 3), üzerinden Türkçe ezan meselesini ele alır. Türkçe ezan ve kamette hangi kelime konulursa konulsun, ezandaki yanlışlığın, eksikliğin gene aynen kalacağını belirtir. Çünkü Türkçe ezan, Ezanı Muhammedi’ye asırların ona verdiği o heybetli sesi bir türlü veremez. Dönemin şartları icabı, her ne kadar ezanın Türkçe okunmasına karşı değiliz demiş olsa da, bu uygulamanın lüzumsuz bir külfet, faydasız bir teşebbüs olduğuna inandığını söylemekten geri kalmamıştır. Çünkü ona göre “Türk’ün bildiği ve benimsediği Ezanı Muhammedî Arapça değil, fakat İslâmcadır, İslâmca olduğu için hem Arapçadır, hem Türkçedir, hem Acemcedir. Hatta hem Hintçe, hem Çincedir. O, bir müşterek dildir ki bu camiaya bağlı olanların hepsi anlarlar, kelimelerini belki akılları kavrayamaz, fakat ruhları bu kelimelerin iç yüzünü kavrar” (Doğrul, 1947i, s. 2). Türkçe ezan uygulamasını benimsemediğini ifade eden ama bunu söylerken farklı bir direnme şeklini izhar eden bu yazı genel olarak tek partili yıllardaki korunma amaçlı, meydan okumadan direnmeye dayalı mücadele anlayışının da yansıması niteliğindedir (Demirel, 2011, s. 88). Selâmet, Cumhuriyet Halk Partisinin 1947’deki kurultayında konuşulmak üzere hazırlamış olduğu yeni tüzük tasarısının gazetelerde tartışılmasının ardından bu partinin halkçılık bilhassa da laiklik çerçevesindeki din siyasetini değerlendirir. CHP’nin halkçılık maddesinde Türk halkını maddeten ve manen benimseyen bir yaklaşım ortaya koyarken, laiklik bahsinde Türk milletinin canla başla bağlı olduğu mukaddesat sahasında ona yabancı kalmak bir yana adeta ondan yüz çevirmesinin anlaşılabilir olmadığının altını çizer. Partinin Türk milletine uymak yerine kendi arzu ve iradesini ona yüklemek yolunu tutmak konusundaki ısrarının halktan yabancılaşmak olarak ele alır. Kendini yenilemeye çalışan partinin vicdan hürriyeti konusunda sağ eliyle verdiğini sol eliyle almakla çelişkili bir siyaset ürettiği üzerinde dururken, Türk halkını yabancı kültür ve dilin etkilerinden korumanın manasının belirsizliğini gündeme getirir. Türk’ün İslâmcılığının zaten kendi kendine Türkleşeceği kadar Türkleştiğini, bununla kalmayıp bu damgayı İslâmlığın tümüne bastığını ifade eder. Ardından da Türkün İslâmcılığının beynelmilel bir vasıf kazandığını fakat Halk Partisinin öteden beri ısrarla bu konulara millete aykırı tavır aldığını ifade eder. Dergiye göre bunun altında yatan esas sebep CHP’nin “Türk vicdanını benimsememesi ve bu vicdanın derinliklerinden ilham alamamasıdır” (Halk partisinin siyaseti, 1947, ss. 5, 15). Selâmet, Türk’ün ruhuna giremeyen CHP’nin, Serbest Fırka ardından da DP kurulduktan sonra müthiş bir darbe yemesinin altında yatan hususu şu sa- 60 İslam’ı Uyandırmak - II tırlarda daha da belirgin hale getirir: “Türk İslâm’dır ve İslâmcıdır; Türk İslâmlığı ve İslâmcılığı o derece benimsemiş ve bunlar onun vicdanında o derece yer etmiştir ki Türk’e yaklaşmanın ve Türkü anlamanın çaresi onun vicdanına girmek ve onun vicdanını yaşamaktır (Halk partisinin siyaseti, 1947, s. 15). Öteden beri tutulan yolun laiklik olmadığı, Türk milletine dinini unutturmaya dönük bir siyaset olduğunu mütemadiyen ele alan Selâmet’in bu konulardaki yayınları ülkedeki gelişmelere bağlı olarak haftadan haftaya daha da dini bir hüviyet kazanmaya başlar. Kur’an tefsirlerini tümüyle yeni harflerle yayınlama şeklindeki tavır bir müddet sonra surelerin aslının yazımını da içerir hale gelir. Laikliğin yepyeni bir taassup vücuda getirmesi, bu taassuba yar olan yeni yobazların eski yobazlara rahmet okutturacak uygulamalara yol verdiği şeklindeki eleştirilerde bunu rahatlıkla görebiliriz. Laikliği dinsizlik olarak telakki edenlere göre, memleketin muhtaç olduğu ilmî ve dinî kurumlar ortadan kaldırılır ve bunların yerini tutacak kurumlar kurulmazsa er geç bu millet Müslüman olduğunu unutacak ve o zaman mesele kendiliğinden çözüme kavuşmuş olacaktı. Hâlbuki unutturmak odaklı bir siyaset hiçbir zaman herhangi bir millete dinini unutturamamıştır. Zira bir millet için olmazsa olmaz ve uğruna her fedakârlığı göze alacağı bir müessese varsa, bu dinden başkası olamaz. Bu yüzden Türk milletinin dinini unutturma siyasetine karşı durmadan mukavemet ederek, bu siyasetin kofluğunu ve boşluğunu anlatmak için elinden gelen her şeyi yapması çok tabiî karşılanmalıdır (Dini unutturmak siyaseti artık tamamıyla iflas etmiştir, 1947, s. 3). Memleketin din davasına dair konuların 1947’den itibaren CHP’nin de gündeminin asli bir parçası olması, memleketi dinsizliğe sürüklemenin yahut dini unutturmak siyasetinin artık sürdürülemez olduğunun farkına varılması bir yana bizzat CHP’lilerce de hoş görülmediğinin ilan edilmesine yol açmıştır. Din, vicdan terbiyesi ve laiklik konularının CHP kurultayında açıkça konuşulması ve memleketin münevverlerinin din davasını tanımak lüzumunu hissetmeleri din meselesi konusundaki yayınların siyasetle daha çok iç içe kılmıştır. Memleketin ve halkın din ihtiyacının karşılanması konusundaki mutabakat üzerinden yürütülen tartışmalar birtakım pratik uygulamalara kapı aralayacaktır. Vakıfların Diyanet İşleri Teşkilatına bağlanması, resmî okullarda din tedrisatının yapılması, İmam Hatip mekteplerinin açılması bir ilahiyat fakültesinin kurulması bu dönemde yapılan tekliflerden birkaçıdır (Doğrul, 1947l, s. 2). Ne var ki, bütün bu teklifler tümüyle laiklik çerçevesini zorlamayacak ölçülerde bir din siyasetinin uygulamaya konulmasını sağlamıştır. Hassas Bir Muhalefet Politikası: Geçiş Sürecinde Dindar-Milliyetçi Dergiler 61 Ehli Sünnet, milletin dini işlerinin kendisine bırakılmaması karşısında, bu işleri devletin yürütmesinin zaruri olduğunu, din derslerinin devlet mekteplerinde okutulmasıyla ilgili tartışmalarda dile getirir. Devletin vakıfların idaresini cemaate vermek yerine bilfiil idare ettiğini bundan dolayı milli devletin din tedrisatını bünyesine almasının gayet tabiî olduğunu Abdurrahim Zapsu, Prof. Dr. Nuri Bülent Esen’e yazdığı bir mektupta dile getirir. Çok partili hayata geçilirken ilk mekteplerin dördüncü ve beşinci sınıflarında seçmeli din derslerinin okutulmasına dönük itirazı ele alan mektupta, devletin ve hükümetin laik olabileceği ama milletin laik olamayacağının da belirtilmiş olması sonraki yıllarda devam eden laiklik tartışmaları açısından da kaydedilmesi gereken bir noktadır (Zapsu, 1953e, s. 11). İstanbul’un Ayasofya’da sembolleşmiş olmasından dolayı müze halindeki mabedin cami olması talebi gerek yazılar gerekse Türk Milliyetçileri Derneğinin İstanbul Şubesinin açıklamalarına yer verilmek suretiyle dillendirilir (T.M.D beyannamesi, 1952, s. 5). Diyanet Teşkilatına, Şemsettin Günaltay ve partisinin propagandasını yapanlara karşı hakiki Müslümanların yerleştirilmesi talep edilir (Zapsu, 1953b, s. 12) Bununla birlikte Demokrat Parti’nin birtakım uygulamaları ve Diyanet İşleri Başkanlığı eleştirilir. Bilhassa Diyanet İşleri Başkanlığı makamında oturanların bu makamın vakarına uygun hareket etmelerinin şart olduğu vurgulanır. Dönemin Diyanet İşleri Başkanı Eyüp Sabri Hayırlıoğlu’nun tutum ve tavırlarıyla Ahmet Hamdi Akseki’ninkiler karşılaştırılarak vakar isteği dile getirilir (Zapsu, 1952b, s. 2). Bu yıllarda ve sonraki yıllarda DP’nin 1946-50 yılları arasında, sürekli olarak bahsettiği hürriyet yokluğu ve baskıya sebep olan başta anayasa olmak üzere kanunları ve düzeni değiştirme yolunu tutmamış olması eleştirilmiştir (Karakoç, 1989d, s. 6). İstanbul’un fethinin beş yüzüncü yılı Müslümanlık âleminde büyük bir mucizenin tahakkuku olarak ele alınmış, bu kutlamalara bütün Müslüman memleketlerinin temsilcilerinin katılmamasından duyulan üzüntü Ehli Sünnet’in 1 Haziran 1953 tarihli 135. sayısına yansımıştır. Daha sonraki sayılarında, İslâmî neşriyatın önemine dikkat çeken dergi, sadece mabetlere veya kurumlara odaklanarak bir şeyler yapmanın noksan olduğu gerekçesiyle eleştirilerini sürdürür. Sözgelimi Anıtlar Derneğinin halktan topladığı paralarla birçok cami inşa ettirdiğini oysa önce camilere gidecek insanların yetiştirilmesi gerektiğini Sovyet Rusya’daki camilerin durumunu örnek vererek açıklar. İslâm evlatlarının dinlerinden döndürüldüğü bir vasatta hangi hususlara öncelik tanınması gerektiği şu şekilde anlatılır: 62 İslam’ı Uyandırmak - II İslâm evlatlarını imandan çevirmek kastıyla dinsizler tarafından sistemli bir surette neşriyat vardır. Bu neşriyata cevap vermek, tamir ve inşa edilmekte bulunan ibadethanelere devam edecek imanlı kimseler yetiştirmek lazımdır. Ve imanlı kimselerin imanlarını zehirleyen neşriyata karşı mukabil müdafaa neşriyata hizmet etmelidir. Ruh ölüyor kalıba önem veriliyor. Bir vücut ruhla beraber bulunursa insandır. Kendisinde ruh bulunmayan bir cesede hizmet etmek kokmuş şeylerle iştigal etmek olur. Ruh zayıf olursa vücudun şişmanlığı ona şeref vermez, ruh kuvvetli olursa vücudun zayıf olmasında bir mahzur yoktur. (Zapsu, 1953f, s. Dergiler çok partili hayata geçildikten sonra, CHP karşısında millî cephe adı altında din eğitimi başta olmak üzere dinî hayatın meselelerini ele alan tüm kesimleri mukaddesatçılık şemsiyesi altında bir araya getirmeye çalışmışlardır. 1950’lerde din öğretimini hangi kurumların yapacağına dair tartışmaların artması İmam Hatiplerle İlahiyat Fakülteleri dışında birtakım kurumsal arayışların gündeme gelmesine neden olur. Bu yüzden Ehli Sünnet dergisinde İmam Hatip meselesine temas eden yazılara sıkça rastlanır. İmam Hatiplerin adından da anlaşılacağı üzere bu memlekette otuz yıllık “mukaddesat yıkıntısı” karşısında baş gösteren mecburi bir ihtiyacın hasılasıdır. Hükümetin ve diğer partilerin bu konuda daha fazla teki gelmemesi için bu okulları açmak mecburiyetinde kaldığını savunan dergi, İmam Hatip mekteplerinin mutlaka Diyanet İşleri Başkanlığına bağlanmasını savunur, okulların Maarif ’te yer aldığı müddetçe bunlardan müspet netice elde edilemeyeceğinde ısrar eder (Zapsu, 1953a, ss. 5-9). Zira İmam Hatiplerin kültür dersleri ve İslâmî dersler bakımından ikiye ayrılmış olması sorunları daha da gün yüzüne çıkartacaktır. Laik Türkiye’nin Maarif Vekâletinin emri ve programı ile yedi senede İslâm kültürü mütehassısının yetişmesi mümkün değildir. Dergi, gerek programı gerekse bağlı olduğu makam açısından buradan yetişse yetişse İmam Hatip memuru yetişir, der (Zapsu, 1952c, ss. 4-10). Abdurrahim Zapsu, Ehli Sünnet dergisinde bu konuyu gerek yaşanan olaylar gerekse kendi tecrübeleri zaviyesinden ele alır. Bırakın Anadolu’yu İstanbul’da dahi bu mektep için adam akıllı bir bina bulunamaması, talebelerin aç, perişan, yersiz yurtsuz dolaşmaları, bu müessesenin sahipsiz kaldığının delilidir (Zapsu, 1953b, s. 12). Ayrıca ona göre vaktiyle Ahmet Hamdi Akseki, İmam Hatiplerden ve İlahiyatlardan mezun olan talebelere, bunların ne okuduğunu ne nasıl yetiştiğini bilmediği gerekçesiyle hiçbir vazife vermeyeceğini Maarif Vekili Hasan Âli Yücel’e anlatmıştır. İmam Hatiplerin ve İlahiyatların Diyanete değil Maarif Vekâletine bağlanması Halk Partisi döneminde olduğu gibi Demokrat Parti döneminde de varlığını korumuştur. Bu gelişmeleri özetleyen Zapsu’ya göre halk kendi dini tedrisatına önem vermeli, kanunların gösterdiği müsaade Hassas Bir Muhalefet Politikası: Geçiş Sürecinde Dindar-Milliyetçi Dergiler 63 dâhilinde İslâm kolejleri açabilmelidir. İhtirastan ve siyasetten tamamen uzak kalarak açılacak olan bu kolejlerin önünde kanuni bir engel bulunmadığını düşünen Zapsu, halkın kendi korkaklığını ve ürkekliğini hükümete mal ettiği kanaatindedir. Onu kolej fikrine yakınlaştıran ise memleketin manevi cephesinin çökmek üzere olduğu yıllarda açılan İmam Hatip Okullarıyla İlahiyat Fakültesi, laik mektepler olmalarından yani özü itibariyle din eğitimi müesseseleri olmayışlarından dolayı İslâmî eğitimi yürütebilecek kapasitede değildir (Zapsu, 1953g, s. . Dolayısıyla din eğitimi ihtiyacını İmam Hatiplerle ve İlahiyatlarla karşılamanın mümkün olmadığının telaffuz edildiği bu yılların tartışma konuları sonraki yıllardaki birtakım kurumsal arayışların da habercisi gibidir.41 Ehli Sünnet İslâm koleji bahsinin ele aldığı ikinci yazıda, Cumhuriyet Halk Partisinin, İslâm kültürü vermek yerine ibadet serbestisi getirmesini sorunlu bulur. Çünkü kültür olmadığı takdirde birtakım şeklî unsurları yerine getirmiş olmak nitelikli bir durumun oluşmasına imkân tanımayacaktır. İslâm kültürünün alınabileceği yerler ise İslâm kolejleri olduğu için, Müslümanlar taşa, toprağa verecekleri parayı imana, ilme ve mefkûreye vermelidir. Bu sayede hakiki Müslümanlık ispat edilmiş olacağı gibi Türk nesli zamanın icaplarına göre de terbiye edilmiş olacaktır (Zapsu, 1953h, s. . Dergilerde, dönemin gelişmeleri içerisinde mühim bir yeri olan hacca gitmek meselesi de ele alınır. Vatandaşların lüzumsuz ve son derece eziyetli maceralara başvurarak “dinî seyahatlerini” yapmaları din ve vicdan hürriyeti zaviyesinden değerlendirilir. Hacca gitmek isteyen bir Türk’ün huzur ve emniyet içinde hac yapabilmesinin yolunun açılarak, insanların vicdani bir ihtiyacını azami hürriyet içinde tatmin etmesine imkân verilmesinin gerektiği üzerinde durulur. Şayet mesele bu şekilde mütalaa olunursa hem emniyet ve güven tesis edilmiş olacak hem de birçok israf önlenmiş olacaktır. Bu konu da tıpkı din öğretimi meselesinde olduğu gibi din ve vicdan hürriyeti ile devletin Türk vatandaşlarının hukukunu koruyup gözetmesi çerçevesinde ele alınır (Hacca gitmek meselesi, 1947, s. 3). Ömer Rıza Doğrul, hacca gitmenin önündeki engellerin kalkmasının ardından, bu hürriyeti nizamlı bir hale getirerek memleket bakımından ona en faydalı şekli vermek gerektiği hususuna dikkat çekerek, bu konularda neler yapılabileceğini ele alır. Ona göre, hacca tam emniyet ve huzur içinde gidip gelebilmesi için bu işin Türk deniz işletmesi tarafından yürütülme41 Müslüman kolej fikrinin sonraki serencamı bilhassa 12 Eylül sonrası için bkz. Kara (2016, ss. 401-408). 64 İslam’ı Uyandırmak - II si icap eder. Bu yüzden Doğrul’un konuyla ilgili metinlerinde Türk armatörlerinin faaliyete geçmelerinin çok isabetli olacağı üzerinde durulur. Zira bu yapıldığı takdirde hem millî serveti muhafaza edilecek hem de yurttaşlar eziyetsiz bir şekilde kendi bayrağının şerefli himayesi altında gidip geleceklerdir (Doğrul, 1947d, s. 2)42 Serdengeçti dergisindeyse hac konusunda eleştirel bir yazı yayımlanır. Şerif Korkut yazısında, haccın farz oluşundan önce memleketin içinde bulunduğu kötü duruma dikkat çekerek, Diyanet İşleri’nin hac serbestisi konusundaki çalışmalarından rahatsız olduğunu belirtir. Teşkilatın disiplinsizce hac akınını desteklemek yerine milleti irşada koşmasının öne alınmasını teklif eder. Dergi ise yazının manevi mesuliyetini yazarın kendisine yükleyerek bir şerhle ilgili metni yayımlayarak mesele hakkındaki görüşünü okurlarıyla paylaşır. Buna göre, hac zengin olan her Müslümana farzdır fakat öncelikle helal paraya hacca gidilmelidir. Ardından da kişi kendi çevresindeki fakirleri doyurmalıdır. Son olarak da hacca gidiş gelişi devletin tanzim etmesi sağlanmalı, yabancı firmalara imkân sağlanmamalıdır (Hac hakkında, 1950, s. 6). Siyaset ve Babıali kaldırımlarında mukaddesat düşmanlığı yapanların hali, irtica yaygarası koparanlar, inkılapçılık ve Kemalizm maskesi altında milletin imanına, vicdanına sövülmesi genel hatları itibarıyla Allah, vatan ve millet düşmanlığı çerçevesinde ele alındığını söyleyebiliriz. Müslüman Türk’ü İslâm dünyasından koparmanın altında Siyonizm’in tasavvur ettiği dünyanın bulunduğu da yer alır. Bunun yanında dergi kimi sayılarında Risale-i Nur hareketinin liderine duyduğu sempatiyi aşikâr kılmaktadır. Said Nursi’ye dair yahut onun talebelerinin metinlerinin yayımlandığı dergi Sebilürreşad ve Eşref Edip43 ölçüsünde olmasa da sayfalarını Said Nursi ile ilgili bahislere seve seve açar. Said Nursi üzerine metinlerin 1950 sonrasında daha bariz hale geldiği ve bunun 1960’lara kadar devam ettiğini söyleyebiliriz. İslâm ve millet karşıtı eğilimlerle mücadele eden Osman Yüksel Serdengeçti, Said Nursi’nin eserlerini tam manasıyla okuyamamakla beraber, onun kurtarıcı ruhu ve mücadeleci hayatını öne çıkarır. Onun yılmazlığını ve sebatkârlığından etkilenmesinin boyutlarını dergide yayımlanan yazılarda fark etmemek mümkün değil (Serdengeçti, 1952, ss. 7-28). Genel olarak çok güçlü bir mücadele azmi ve polemikçilikle 42 1950 sonrasında yayın hayatına başlayan İslâmın Nuru dergisi ikinci sayısından itibaren neredeyse tüm sayılarında hac yollarının açılmasından duyulan sevinç ve heyecanı yansıtan bir hatıra dizisine yer verir. Bkz. Öz (1951, ss. 15-17). 43 Bu konuda bkz. Edip (2011). Hassas Bir Muhalefet Politikası: Geçiş Sürecinde Dindar-Milliyetçi Dergiler 65 kendisinden bahsettiren Serdengeçti, Türkiye’deki dini hayatın önündeki engeller, irtica söylentisi, Ceza Kanununun 163. maddesi ve bu maddenin kabulüne oy veren DP vekillerinin bu maddeyi hararetle savunmaları, DP’nin vaatlerini tutmamaları ve milletin muhabbet ve teveccühünü kaybetmeye başlamaları konusunda kendi kadrosunun yazılarına yer vermenin yanında Eşref Edip’in öteden beri Sebilürreşad sayfalarında sürdürdüğü CHP eleştirilerini de okuyucularına ulaştırır. Edip, siyasi partiler konusunda en ağır eleştirileri din karşıtı bir siyaset izlemesinden dolayı CHP’ye yöneltir. Hatta zaman zaman İsmet İnönü’den partisinin bu yöndeki uygulamalarına son vermesini talep eder, “yüzde yüz Müslüman Türk” olan halkın dinine müdahale etmemesi için CHP uyarılır ve bu politikaların hesabının sandıkta sorulacağı ifade edilir. Bununla birlikte CHP karşısında konumlanan DP de Eşref Edip tarafından kabul görmeyecektir. Çünkü Celal Bayar partinin laiklik konularında CHP’den farklı düşünmediğini tekrar tekrar ortaya koymuştur. 1950 öncesinde mecliste laiklik maddelerine kararlı bir biçimde karşı çıkan Millet Partisi’ni destekleyen Edip (Debus 2009, ss. 216-217), DP’nin 1950’deki seçim zaferinden sonra Adnan Menderes özelinde DP’yi açıktan destekler. Bu yüzden Kasım Gülek’in Kırklareli’nde DP’yi eleştirirken CHP’nin dine saygılı olduğunu belirtmesi karşısında öfkelenir ve öteden beri bu partinin İslâm, laiklik, din hürriyeti ve İslâmî şiarlar konusunda yaptıklarını tek tek hatırlatır. Halk Partisinin din ve vicdan hürriyeti bahsinde, din müesseseleri, din erbabı üzerinde yapmış olduğu baskıların komünist diyarlar dışında dünyanın hiçbir yerinde yapılmadığının altını çizer. DP’nin açıktan desteklenmediği söz konusu yazıda, Müslüman halk CHP’nin dindarlık üzerinden siyasete soyunması karşısında uyarılır (Edip, 1952, ss.14-15). Şüphesiz bu teyakkuz halinin en önemli sebebi erken cumhuriyet devrinin radikal uygulamalarıdır. Serdengeçti, Ali Fuat Başgil’in laiklik ve din hürriyetini ele alan bir yazısını da sayfalarına taşıyarak, dönemin siyasi tartışmalarındaki konumunu da belirgin kılmıştır (Başgil, 1952b, ss. 4-5). Tüm bunlardan dergilerin zamana bağlı bir uğraş olduğunu da anlayabiliyoruz. Zira her dergi, aktüel olayları kendine göre bir elemeden geçirerek, kendi tutumuna göre eleştirerek, sonunda bir özümlemeye vararak ortaya koyar. Bundan ötürüdür ki günübirlik sayılan olayları daha geniş bir süreye yaymak, temel gerçeklerle genelleştirmek zorundadır. İslâmın Nuru’ndaki; “Küfre müstenit ideolojilerin, münkir ekollerin, kitapsız doktrinlerin insanlığı çöküşe götürdüğü” şeklindeki sert ideolojik muhalefet söylemi (Ali Kemal, 1952, s. 3), derginin genelinde bulunmayıp birkaç yazıda karşımıza çıkar ki bu da derginin çıkış 66 İslam’ı Uyandırmak - II yazısında belirttiği ilmi olmak anlayışının bir yansımasıdır. Belki bu yüzden, dergi “Türkiye’de ve dünyada bir eşinin olmadığı” böbürlenmesi içerisindedir. Memleketteki dini neşriyat üzerine çok nadir de olsa birtakım değerlendirmelerin yapıldığı dergi, yayın dünyasında vuku bulan gelişmelerden endişelenir. Bunun sebebi ise, dini neşriyatın menfaatçiler tarafından kâr getirir bir istismar kaynağı oluşu ile hedefini ve gayesini şaşırıp hiç arzu edilmeyen istikamet dışı yönelişlere kapı aralamasıdır. Bu sahanın, ehliyetsiz ellerde renksiz bir kıvamda yoğruluşu kimi zaman da “taşkın, kinci ve maksatlı taktiklere alet edilişi”, “itibar ve sürüm hacminin kifayetsizliği yüzünden umulan tesir ve rolü üstlenememiş oluşu; bilhassa aydın sınıfa hitap eder seviyeye bir türlü ulaşamayışı ve hissedilip durmakta olan ruh boşluğunu dolduracak münderecatta, yani eğitici, öğretici, yetiştirici, telkin edici, inandırıcı, birleştirici, dünü ve bugünü uzlaştırıcı öz ve karakterde olmayışı” dergiyi çıkaranların endişelerini arttırır. Dolayısıyla dini neşriyatın içler acısı konumu, insanların ne okuyayım, ne okutayım sorularına tatmin edici bir cevap verilememesine de sebep teşkil etmekte olup, tereddüt ve kötümserlik çıkmazında bocalamayı arttırmaktadır (Ünaldı, 1952, s. 47). İslâmın Nuru son sayısında Ali Fuat Başgil’in “Diyanet İşleri Teşkilatına Dair Yeni Bir Kanun Tasarısı” başlıklı metnine yer vermiştir. Hazırlanan fakat konuşulma imkânı bulunamayan bir metnin unutulup gitmesine razı olmayan Başgil, okuyuculardan gerek adresine gönderilecek mektuplarla gerekse yazacakları makalelerle tasarıyı ve fikirlerini tenkit etmelerini beklediğini açık yüreklilikle ifade eder. Zira o bu tenkitler sayesinde yanıldığı noktaları öğreneceğiniz ve doğru yolu görmekle bahtiyar olacağının farkındadır. Tasarıda Diyanet İşleri Teşkilatı, ilmî, malî ve idarî muhtariyet sahibi bir kurum olarak tanımlanır. Merkezi İstanbul’da bulunacak olan teşkilat üyelerinin siyasî partilere giremeyeceği ve siyasetle uğraşamayacağı gibi hükümleri ihtiva eden tasarının oldukça kapsamlı olduğu hemen dikkat çekmektedir. Belki de en az tasarı kadar önemli olan tasarının ön kısmında Başgil tarafından verilen bilgilerdir. Başgil, burada 1950 yılının Mayıs ve Haziran aylarında Yeni Sabah gazetesinde neşrettiği din hürriyeti ve laiklik konularına dair yazılarında Diyanet İşleri Başkanlığına yeni bir veçhe verilmesi için, bu kurumun tıpkı üniversiteler gibi muhtariyete kavuşturulmasını ve Yüksek Diyanet İlimleri tedrisatına mahsus bir “İslâm İlimleri Külliyesi” kurulması gibi Diyanet’in içinde çalkalandığı müşkülleri ve ana meseleleri ele alıp incelediğini hatırlatır. Kendisinin yazılarını dikkatle takip eden o zamanki Diyanet İşleri Reisi Ahmet Hamdi Akseki bir gün Başgil’e telefon açarak, ileri sürdüğü fikirler ve müdafaa ettiği esasların birçoğunda onunla mutabık olduğunu söyler. Hassas Bir Muhalefet Politikası: Geçiş Sürecinde Dindar-Milliyetçi Dergiler 67 Akseki, bu çerçevede İstanbul’da kurduğu komisyona Başgil’in de katılarak hep birlikte çalışmalarını ister. Başgil, bu teklifi memnuniyetle kabul eder ve yeni teşkilat kanunu üzerinde geniş bir fikir teatisinde bulunurlar. Bu çerçevedeki toplantılarda fikirler ve meseleler Başgil’in ifadeleriyle “imanlı ve faziletli insanlara mahsus bir vakar ve sükûnet içinde, temaşası bile insana zevk veren bir hak severlik ve hakikat ararlık terbiyesiyle müzakere edilir”. Neticede Diyanet İşleri Teşkilatının muhtar haline konulması, İslâmî vakıfların bu teşkilata bağlanması ve Türkiye’de muhtar bir İslâm İlimleri Külliyesi kurulması gibi büyük meselelerin esasları üzerinde umumi bir anlaşmaya varılır. Bunun üzerine bir teşkilat kanunu tasarısı hazırlanması için Nevzat Ayas (Bursa Milletvekili), Seniyüddin Başak (Evkaf Müsteşarı) ile Ali Fuat Başgil’den oluşan üç kişilik bir komisyon kurulur. Ahmet Hamdi Akseki Ankara’ya döndükten sonra defalarca bu konuyla ilgili olarak Başgil’le görüşür ona mektuplar yazarak, kanun tasarısını bir an evvel hazırlamaya teşvik eder. Başgil, tasarıyı kısım kısım hazırlar, her kısmı komisyon arkadaşlarıyla konulur, onlardan gelen düzeltme önerilerini dikkate alarak son şeklini verir. Hazırladığı tasarıyı Ahmet Hamdi Akseki’ye gönderen Başgil, aldığı son mektupta Akseki’nin tasarıdan çok memnun olduğunu ve Ankara’da tasarıyı müzakere etmek için yeni bir komisyon teşekkül ettireceklerini ve bu komisyona kendisinin de davet edildiğini kaydeder. Ne var ki çok geçmeden Ahmet Hamdi Akseki vefat eder ve hazırlanan tasarı bir kenara bırakılır. Kanun tasarısının kendisinden ziyade Akseki’ye ait olduğunun altını çizen Başgil, tasarının baştan sona onun kıymetli teşviklerinin ve onunla fikir birlikteliklerinin mahsulü olduğunu belirtir. Tıpkı Selâmet dergisinde Ömer Rıza Doğrul’un Akseki’yi müdafaa edişi gibi onun gayretlerini şu satırlarla özetler: Ahmet Hamdi merhum, Diyanet mevzuunda, çok canı yanık bir Müslümandı. O, bütün bir baskı devrinin Müslümanlığa karşı reva gördüğü türlü haksızlıklara, eli kolu bağlı bir mazlum vaziyetinde senelerce şahit olmuş ve yüreğinin yağını eritmişti. İstiyordu ki, fani ömrünü, bütün hayatınca taziz ettiği Müslümanlığa karşı, büyük bir hizmetle bitirsin ve İslâm tarihinde yeni ve mesut bir fasıl açarak bu memleket Müslümanlarının kalbinde daim yaşasın. (Başgil, 1953, s. 7) Adnan Menderes’in millî vicdanın hilafına kanunları kaldırmanın demokratik bir idarenin başta gelen vazifesi olduğunu ve milletim rüştünü ispat eden inkılabın Demokrat Parti sayesinde güç kazandığını ifade eden konuşması Serdengeçti dergisince takdirle karşılanır. Menderes’i eleştiren gazete ve dergilerin yanlış yolda oldukları, memleketin hakiki sahibi olan milletin Menderes’in arkasında olduğu vurgulanır (Yaşa be Menderes, 1952, s. 25). 68 İslam’ı Uyandırmak - II 1952’den itibaren DP ve diğer partilerin mücadeleleri günden güne sertleşmiş bu ise Tek Parti yıllarının siyasî retoriğinin yeniden gündeme gelmesini sağlamıştır. DP’nin tarikatçı, gerici ve mürtecileri destekleyen bir parti hüviyetine büründüğü şeklindeki açıklamalar sadece CHP tarafından değil bir zamanlar milliyetçi olarak bilinen Millet Partisi tarafından da dile getirilir olmuştur. Bu tutum, dönemin dergilerinde bu partiye dönük eleştirilerin kaleme alınmasını beraberinde getirmiştir. Millet Partisi’nin yarattığı büyük hayal kırıklıkları babında Serdengeçti dergisinde yer alan ifadeler uzun bir alıntıyı hak etmektedir: Şüphesiz ki Millet Partisi, Mareşal ve Kenan Öner zamanında muhafazakâr, vatansever bir hüviyet ve haysiyet taşıyordu. Biz bütün vatansever ve milliyetçiler partiye girmemekle beraber mevcut partiler içinde Millet Partisi’ni tutuyorduk. Bu iki büyük adamın ölümünden sonra Millet Partisi’nin başını tutanlar, türlü dalavereler çevirerek, Partinin muhafazakâr, mukaddesatçı diğer partilerden kendisini ayırıcı millî ve dinî çizgilerini sildiler. Kendilerine ‘mürteci’ diyenler varmış gibi –hem deseler ne çıkar- biz mürteci değiliz, biz inkılapçıyız yollu, CHP’nin salon ve meydan hatipleri gibi nutuk çekmeye başladılar. Böylece bastıkları dalı kestiler. (Tarikatları D.P. İdare Ediyormuş (!), 1952, s. 2.) Aslında Necip Fazıl üzerinden önce 1951 yılında ardından da 1952 sonlarında vuku bulan olaylar hem onu hem de dindar çevrelerin itibarını ciddi ölçüde sarsmıştır. Böylelikle Demokrat Parti hükümetini destekleyen ve zaman zaman da onu yönlendirmeye çalışan çevrelerin iddialarına büyük bir darbe indirilmiş, Celal Bayar’ın öteden beri laiklik üzerinden yapmış olduğu açıklamalar hayata geçirilmiş ve kimsenin dinî talepler konusunda fazla ileri gitmesine müsaade edilmeyeceğini belirtilmiştir. Ayrıca Demokrat Parti bununla, her dinî gelişmeyi gericilik telakki eden çevrelere de, “irticai gelişmeler” mevzubahis olduğunda, kendisini destekleyen yayıncıların dahi gözünün yaşına bakmayacağını ilan ederek sistemin güvende olduğu mesajını vermeyi arzulamıştır. “Türk milleti Müslümandır Müslümanlığın bütün icaplarını yerine getirecektir” diyen Adnan Menderes dahi buna benzer açıklamalarının tam tersi istikamette açıklamalar yapmış olması bu olayların Türkiye’ye, dindarların taleplerine ve çok partili hayata ciddi ölçüde etkilediğini gösterir. Hemen her türlü İslâmî yayın ve teşekkülün Malatya Hadisesi bahanesiyle kapatılması 1960 darbesine kadar CHP’nin tekrar dirilmesinin sebeplerinden biridir. Bu bakımdan yayın hayatı sona eren dergiler bir tarafa hücum vasfı önde olan Serdengeçti dergisi bile Kasım 1952’deki Malatya Hadisesinden sonra yıllarca yayınlanmaz, bu tarihten sonraki ilk sayısı ise ancak Mart 1956’da çıkar. Bilindiği üzere dergiyi çıkaran Hassas Bir Muhalefet Politikası: Geçiş Sürecinde Dindar-Milliyetçi Dergiler 69 Osman Yüksel, bu olaydan dolayı tevkif edilmiş, bir sene kadar hapishanede kaldıktan sonra tahliye edilmişti. Tahliyesinden bir müddet sonra Malatya Hadisesi sanıklarından birinin ölmesi üzerine mahkemede olay çıkarmış ve tekrar tutuklanmıştı. Dergi, 1956 tarihli ilk sayısında yer alan “Yıllardan Sonra” başlıklı yazıda 1940’lardan itibaren yüz yüze kaldıkları baskı ve yıldırma politikalarını hatırlatarak, Allah, millet ve vatan davasından vazgeçmeyeceğini, sinmeyeceğini belirtir. Artık bu yıllar derginin Adnan Menderes’ten ümidinin kesildiği zamanlara rastlar, zira dergiye göre DP yüksek tazyik merkezinin etkisi altında kaldığından dolayı kendisinden beklenmeyen birtakım menfi uygulamalarda bulunmaktadır. Dergi, 1950 öncesine göre özellikle kalkınma hamleleri ve din hürriyeti alanında CHP ile kıyaslanmayacak icraatlar yapan DP’nin, 1952’den sonra ciddi ölçüde farklılaştığı kanaatindedir. Bu partinin daha evvel, nüfusun çoğunluğunu köylülerin oluşturduğu memlekette ortaokullarda din derslerinin konulması, ezanın kendi diliyle okunması, radyoda haftada bir dini konuşmalara müsaade edilmesi gibi faaliyetlerle, yeni imam, yeni vaiz kadroları vererek Diyanet İşleri bütçesini yükseltmek gibi hususlarda hayli yardımlarının olduğu inkâr edilmez. Ne var ki dinî neşriyatın heyecanını Türk Ceza Kanunun 163. maddesi gibi ağır hükümlerle kırmış olması karşısında sessiz kalınmaz. Kaldı ki zaten Celal Bayar’ın rejimin temel ilkeleri ve laiklik konusunda CHP çizgisinden farklı olmadığı bilinmektedir. DP iktidarının bu yöndeki uygulamalarının oluşturduğu hayal kırıklığı şu satırlara çok açık bir biçimde yansır: Hakikaten asırlarca ihmal edilmiş köylülerimizin, köylümüzün dertlerini dinlemek, yaralarına merhem olmak için köye ciple giden DP iktidarı dinî neşriyat, matbuat hürriyeti, hâkim teminatı, Seçim Kanunu gibi meselelerde şehirde bizleri yaya bıraktı. Bir iş yapamaz, yürüyemez hale geldik, getirildik. Maalesef 1950- 1952’ye kadar devam eden o iki yılı bütün hayatımızda hasretle arayacağız. […] Gerçi bu türlü tedbirlerin alınmasında, Ticanî hareketleri, Malatya Hadisesi gibi neticeleri maalesef dine, dindarlara ve dinî neşriyata bağlanan bazı taşkınlıklar, şaşkınlıklar amil olmuştur, ama hadiseler bu kadar izam edilmemeli her şey akıl, mantık, izan, insaf, kanun çerçevesinde halledilebilmeliydi. (Mabetsiz Şehir Mabede Kavuşuyor!, 1957, ss. 3-4) 1952 Malatya Hadisesinden sonra basında dini içerikli dergilere karşı estirilen olumsuz hava eleştirilir. Dört beş serseri ahmak ve ne yaptığını bilmeyen budalalarca suikasta uğrayan Vatan gazetesi yazarı Ahmet Emin Yalman’ın Türk milletinin hissiyatını baltalayan ve mukaddesatına karşı mücadele eden bir kişiliğe sahip olduğu ve vuku bulan olay karşısında Türk adaletinin en doğru kararı 70 İslam’ı Uyandırmak - II vereceği ifade edilir. Daha evvelki sayılarda farmasonluğun Türk’ün din, millet, namus ve iffetine karşı taarruzuna karşı uyanık olmanın ve benliğini muhafaza etmenin lüzumu üzerinde duran derginin meselenin çetrefil bir hal almasından dolayı bir miktar geri adım attığı düşünülebilir. Buna karşın, ortaya çıkan pek çok vicdansız kalemin bu olay vesilesiyle dini yayın organlarını da içine alacak şekilde yaydıkları irtica söylentisinin memleketin, din, vicdan, namus, kişisel hürriyet gibi hususları ayaklar altına alarak terör icat etmeye çalıştıklarına dikkat çekilir. Nerede bir olay olursa hemen ardından dindarları irtica damgasıyla lekelemek isteyenlerin ortaya çıktığı bundan dolayı şartlar ne olursa olsun mücadelenin ilimle ve fikirle yürütülmesinin gerektiği vurgulanır (İftiradan sakınalım, 15 Kasım 1952, s. 2). Söz konusu yazarlar Malatya Hadisesi üzerinden kimde din ve iman namına bir şey varsa onu lekelemeye çalışmak suretiyle Ehli Sünnet, Sebilürreşad, İslâmın Nuru, Serdengeçti, Büyük Cihad ve Yeşil Nur gibi iman ifade eden neşriyatı birer suç unsuru olarak göstermektedirler (Vicdansız neşriyata son verelim, 1953, s. 2.). Türk fikir hayatında meydana getirilen terörle, dergileri çıkaranların vatan haini, yazılarının ise birer suç unsuruna dönüştürülmesi karşısında adli makamların derhal harekete geçirilmesini hükümetten talep eden Ehli Sünnet dergisi, fikir hürriyetiyle, okumakla, yazmakla, neşriyat serbestisiyle cinayetler arasında bir bağ kurulmuş olmasını manasız bulduğu gibi kötü niyetli birtakım amaçlarla birlikte ele alır. Buna göre, basının bu yönde yazılar neşretmiş olmasının altına yatan sebep, suikastı tertipleyenlerin evlerinde dini mecmuaların çıkmış olmasıdır. Suikastın üzerinden geçen iki aya yakın bir zaman zarfında yayın yapan basının argümanlarını tek tek irdeleyen Ehli Sünnet, gazetelerin basit mantığına göre, bu kişilerin evlerinde dini mecmualar çıktıysa, bunlar cinayet ilhamını dergilerden almışlar yani onların tesiri altında kalmışlardır, şeklindeki “inkılap yobazlığını” eleştirir. Her geçen gün yaşanan olaylar neticesinde “vatanperverlerin mücrim, mücrimlerin vatanperver” haline getirilmesinden tedirgin olmaya hatta korkmaya başladıklarını belirten dergi Adnan Menderes’ten yaşananları bir an evvel neticelendirmesi ve adaletin tecellisini memleketin selameti namına rica edilir (Zapsu, 1953d, ss. 8-16). Laikliği dinsizlik sanarak, İslâm dinini Türk milletinin ruhundan söküp atmak şeklinde özetlenebilecek uygulamaların Malatya Hadisesinden sonra tekrar telaffuz edilmesi, olaya karışanlardan birkaçının İslâm dinini yaşatmak için kurulan teşekküllerden Türk Milliyetçiler Derneği44 ile de irtibatlandırılması bu 44 Milliyetçiler Derneği, Demokrat Parti iktidarının ilk yıllarında; 1951’de kurulmuş ve iki yıl gibi kısa bir zamanda memleketin her tarafında seksen şubesi ve on binden fazla üyesiyle en çok faaliyet gösteren Hassas Bir Muhalefet Politikası: Geçiş Sürecinde Dindar-Milliyetçi Dergiler 71 derneğin “Son Hadiseler ve Biz” başlığıyla bir bildiri yayınlamasını zaruri kılar. Ehli Sünnet, hem bu bildiriden bahseden hem de olayı analiz eden bir yazıya sayfalarında yer verir. Türklüğün savunulduğu yazıda, Milliyetçiler Derneğinin, “Biz Türk milletiyiz” gibi aşırı bir iddiaya kapı aralamasının yanlışlığı belirtilir, derneğin gözeteceği esas prensibin siyasi bir hüviyet kazanmaya doğru sinsi sinsi yürüyen bir tarikat olmamak olduğu telkin edilir. Allah yolunda, fazilet yolunda hırsa ve tahakküm sevdasına kapılmayarak apaçık ve şerefli bir şekilde yürüyenlere ise başarılar dilenir (Kaflı, 1953, ss.14-16). Bu husus bile dönemin etkili kurumları üzerinden üstelik de zor zamanlarda yürütülen çekişme siyasetinin dergilere sirayet ettiğinin göstergelerinden biridir. Hatırlanacağı üzere 1952 yılı sonundaki Malatya Hadisesinden sonra Büyük Doğu Cemiyeti45, İslâm Demokrat Partisi ve Milliyetçiler Derneği kapatılmış, ardından da dindar-milliyetçi neşriyat yapan dergilerin önde gelen kadroları hapsedilmiştir. Hadise dolayısıyla din ve milliyet ile dindar ve milliyetçiler aleyhinde pek çok menfi neşriyat yapılmış, henüz tahkikatı sona ermemiş hadiseler hakkında hâkimlerden önce birtakım peşin hükümler verilmiştir. Gazeteciler ise olayı tahlil edip ondan makul neticeler çıkarmak yerine46 Malatya hadisesi ile Büyük Doğucular, İslâm demokratları ve milliyetçiler arasında hemen bağ kurmuş, dindarlık, yobazlık, ırkçılık, milliyetçilik üzerinden tezvirata başlamıştır (Son hadiselerin tahlili, s. 3). Hareket dergisi olayları tahlil ederken, pusuda bekleyen solcuların bu olayı bir fırsat bilerek, din ve milliyetçilik aleyhinde kıyam ettiklerine dikkat çeker. Oysa aynı gazeteciler komünist neşriyat konukurum olmuştu. Gençleri etrafında toplayan bu dernek, Erol Güngör’e göre inkılapçıların batılılaşma konusundaki ön-kabullerinin çözülmesinde ve elitist bir rejim yerine halkçılığın kuvvet kazanmasına sebep olmuştur (1986, s. 183). Dernek için ayrıca bkz. Karakoç (1989h, s. 10), Civelek (2016, ss. 30- 31), Cinisli (2017, ss. 71-72). 45 Türkiye’de uzun yıllar siyasi partiler Cemiyetler Kanununa göre kurulduğu için çok partili hayata geçiş sürecinde kurulan Büyük Doğu Cemiyeti doğrudan doğruya siyasi parti hüviyeti taşıyordu aslında. Ayrıca Necip Fazıl üzerinden 1951’den itibaren başlayan itibarsızlaştırma siyaseti bu olaydan sonra doruk noktasına ulaşmıştır. Özellikle genç nesiller arasında Büyük Doğu Cemiyeti’ne ısınma aşamasında olan birçok genç Risale-i Nur’a yönelmiştir. Sezai Karakoç, gençlik arasında Said Nursi’nin tanınmaya başlamasının Büyük Doğu’dan sonra olduğunu fakat Necip Fazıl aleyhine basındaki yayınların artmasıyla Nurcuların sayısında artma hatta patlama olduğunu ifade eder. Ona göre, önceki kuşaktan olan Said Nursi’nin İslâm âlimi görünümü, münzevi ve skandalsız hayatı kumar hadisesi üzerine ağır basmış, bir nevi yavaş yavaş Büyük Doğu’ya alışmaya başlayan gençler Risale-i Nur hareketine transfer olmuşlardır. Bkz. Karakoç (1989e, s. . 46 Nurettin Topçu, Malatya Hadisesi üzerinden, sadece hislere ve önceden verilmiş hükümlere dayanan irtica tanımları üzerinden kopartılan fırtınaları tasvir ederken Ulus ve bir kısım İstanbul gazetelerinden söz açar. Onların dinî konulara dair anlayışsızlıklarına ve kültürsüzlüklerine değinir (2014, s. 224). 72 İslam’ı Uyandırmak - II sunda hiç ses çıkarmayıp Kemalizm’e bürünmüş komünizme kol kanat germektedirler. Derginin bu meseleye odaklanması bu yıllarda yayımlanan dergilerin tümünde sol ve sosyalist fikirlere karşı olmak şeklinde özetleyebileceğimiz bir müşterekliğin varlığından kaynaklanır. Diğer taraftan bu hadiseden dindar ve milliyetçilerin de alacakları büyük bir dersin olduğunu ifade eder. Fikir yerine silah ve cebir kullanmak her ne surette olursa olsun, kullananların aleyhine döneceği için, dindar ve milliyetçilerin maddi kuvvet aleyhtarı olmaları gerekir. Bununla birlikte yaşanan hadiseden dolayı Türkiye’de dindarlık ve milliyetçilik müdafaasının zor bir döneme girdiği tespiti yapılır ki, bu gerek kapatılan neşriyat vasıtaları ve kurumlar gerekse DP’nin yönelimleri açısından bakıldığında isabetli bir yorumdur. Hareket’in mevzu hakkındaki analizi şu pasajla sona erer: Bütün bunlar dindarlara ve milliyetçilere azami ihtiyatı tavsiye eden hakikatlerdir. Partiler, çok çabuk fikir ve kanaat değiştiriyorlar. Bundan dolayı asla onlara güven olmaz. Milliyetçilik ve dindarlık katiyen siyasi bir partiye mal olmamalıdır. Bu iki kıymet serbest bir fikir olarak kalplerde yaşamalıdır. Bugünkü matbuata da güven olmadığını açıkça görmüş bulunuyoruz. Bunlara rağmen din ve milliyetçilik kalplerde tesirini gösterebilir. Dostluk, insanlık, ilim ve sanat yolları açıktır. Dindarlar ve milliyetçiler siyasilere ve gazetecilere karşı, imanlarını muhafaza ederek son derece sakin bir tavır takınmak mecburiyetindedirler. (Son hadiselerin tahlili, 1953, s. 4). Osman Yüksel, Necip Fazıl gibi isimlerin hapsedilmelerini vakitsiz gelen baharda açan çiçeklerin ardından gelen soğukla kurumalarına benzetir. Serdengeçti, hem Milliyetçiler Derneğinin kapatılmasını gözleriyle görmüş olmasından hem de Malatya hadisesinden dolayı haksız yere tutuklanmasından dolayı DP’ye oldukça sert eleştiriler yöneltir. Bu partinin sık sık CHP’nin Tek Parti yıllarında yaptığı zulümleri hatırlatmasını manasız bulur zira mevcut parti benzer uygulamalara imza atmış olmasından dolayı CHP ile neredeyse aynı safta yer almıştır. Bu yüzden 1959’da bu partinin kendisini ve iktidarını korumak için mütemadiyen kanunlar çıkarmasını doğru bulmaz. Şayet DP, yeniden eski yıllara dönmeyi arzu ediyorsa üst üste hatalar yapmaktan vazgeçmeli, kalkınma politikalarını ve din hürriyetini öne çıkarmalıdır. Ancak bunlar yapıldığı takdirde CHP tekrar Türk milletinin başına musallat olmaz (Serdengeçti, 1959, ss. 3-4). Serdengeçti, 27 yıllık CHP idaresinin devamlı ve ısrarlı din düşmanlığının ardından gelen serbestliğin İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki düzenin yürütücüsü konumundaki Atlantik’ten gelen telkinlerle ve halkın gittikçe artan sabırsızlığıyla Türkiye’de din meselesinin yeniden ele alınmak mecburiyetinde Hassas Bir Muhalefet Politikası: Geçiş Sürecinde Dindar-Milliyetçi Dergiler 73 kalındığı düşüncesindedir. İmam Hatip okullarının açılması, mekân meselesi, din derslerini okutacak eleman, dersler, kitaplar gibi pek çok hususun 1940’larda gündeme gelmiş olmasına karşın bu konudaki kalıcı uygulamaların ancak DP devrinde hayat bulduğunu ama asıl meselenin bu muhafazakâr parti tarafından da halledilemediğini ifade eder. Bina sıkıntısı, İmam Hatip okullarına giden çocukların köylü halk çocuklarından oluşması, ders programlarının yerli yerine oturmaması, İmam Hatip okullarının yönetici ve öğretmenlerinin dava şuuruna sahip olmayışları, daha da önemlisi burada okuyanların istikballerini ne olacağının belirsiz olması gibi hayatî meseleler çözülmeden İmam Hatip okullarının nitelikli bir hale kavuşması mümkün değildir (Çıkmaz sokak: İmam Hatip okullarının hali, istikbali?!: mabetsiz şehir mabede kavuşuyor!, 1957, ss. 6-7). Dinî Neşriyat Hayatıyla İlgili Tartışmalardan Bir Kesit Türkiye’de öteden beri din, millet ve mukaddesat odaklı teşebbüslerin görünürlük kazanmasıyla birlikte farklı cepheler arasında birtakım hizipleşmelerin vuku bulduğu biliniyor. Hemen her dergi, dernek ya da kurum bu alanı tümüyle temsil etmeye soyunduğundan husumetler kaçınılmaz oldu. Dönemin dergilerinin birbirleri ile tartışmaları dinî söylem alanında her derginin sadece kendisinin egemen olmak istediğini söylemeyi mümkün kılar. 29 Ağustos 1947 tarihli Selâmet dergisinde yer alan yazı bunun tipik bir örneği olarak ele alınabilir. İmzasız yazıda, o dönemde ortaya çıkan ve kızıl yaftalarının içine bir besmele yazmak suretiyle kendini ispat etmeye çalışan “ipsiz, sapsız, adsız kimseler” neşrettikleri varakparenin ilk sayısında şerefli insanlara, fazilet ve irfan abidelerine hücum etmekte oldukları belirtilir. Halka, ilim, fen, iktisat, hukuk ve diğer sahalarda müesseseler kurup işleteceklerini, halka faizsiz kredi ve sermaye sağlayacaklarını, hayatı en az yüzde elli ucuzlatacaklarını, adalete susayanlar için dava ve danışma odaları kuracaklarını ilan eden bu kimseler dergi nazarında “neredeyse devlet içinde devlet kuracaklarını anlat”mak suretiyle normal bir mecmua yayınının ötesinde birtakım amaçlar koymuşlardır. Daha da önemlisi, bunlar bir mecmuanın normal kazancıyla ölçülemeyecek birtakım habis ve melun kaynaklara güvenerek büyük propagandalara alet olmak üzere yayın hayatına atılmış olduklarını ilan etmektedirler. Burada dinî söylem bakımından önemli olan husus ise, derginin “İslâm dinini bütün saffet ve samimiyeti ile açıklamaya çalışan, kara taassubu ve kara 74 İslam’ı Uyandırmak - II kuvveti ortadan kaldırmak için bir ömür sarf ederek muvaffak olan ve en nihayet hakiki İslâm’ın doğuşuna yardım etmekle çalışmalarının bahtiyar bir neticeye vardığını gören İslâm ve Türk muharrirleri ve mütefekkirleri” içinden iki şahsa; Diyanet İşleri Reisi Ahmet Hamdi Akseki ile Selâmet dergisi başyazarı Ömer Rıza Doğrul’a yani “münevver Müslümanlara” saldırmış olmasıdır. Selâmet’e göre, memleketin neşriyat hayatının en tanınmış iki simasına yöneltilen bu saldırı “kızıl münafıklıktan” başka bir manaya gelmez. Kapağında kızıl bir zemin üzerine güzel bir besmele ile çıkan dergiden hareketle, dini bir çıkar meselesi olarak gören çevrelere hücum eden Selâmet, dini neşriyat alanına dâhil olan söz konusu dergiyi yayınlayanları mütareke yıllarında İstanbul’da kurulan Teali İslâm Cemiyeti ile bir tutar. “Adeta devlet içinde devlet kurmayı vadeden bir programla” kamuya çıkan yeni dergiye sert bir şekilde hücum eden Selâmet, “bir vatan hizmeti” olarak okurlarının dikkatini “Bu kızıl münafıkların üzerine” yöneltir (Kızıl münafıklara hazer, 1947, ss. 2, 15.).47 Ehli Sünnet, adından da anlaşılacağı üzere Ehli Sünnet mezhebine zarar veren Bâtıni yorumlar konusunda son derece hassas olup bu konuda gördüklerini tenkit etmekte ısrarlıdır. Bu konuda 1940’ların ikinci yarısında “Yeşil Hoca” adıyla bilinen Şemsettin Yeşil çevresine bilhassa Hakikat Yolu mecmuasına dönük eleştirilerin dergi sayfalarında hayli yoğun olduğu görülür (Oruç, 1947, s. 4).48 “Fitneye Lüzum Yoktur” serlevhasıyla sunulan yazıların devamlılık arz etmesi hemen dikkat çekmektedir. Bunun dışında birkaç defa dergide adı anılan Ziya Şakir’in zehirli kitaplarının her yeri istila ettiği fakat bunların yaydığı yanlış fikirlerin tashihi için hiçbir şey yapılmadığı oysa bunlara karşı kolayca broşürler hazırlanabileceği belirtilir (Diyanet İşleri makamını tenkit ediyorum, 1952, s. 9). Bunların da etkisiyle Ehli Sünnet dergisinde dönemin İstanbul müftüsü Ömer Nasuhi Bilmen birçok defa takdirle anılır (Bu rezalete ne zaman son verilecek?, 1949, ss. 15-16). Bilmen’in özellikle ashabı kiram konulu bir kitap yazmasına sebep olan Şemsettin Yeşil’in ashabı kiram hakkında yanlış değer47 Sonraki sayılarında bu konuyla alakalı bir mektuba da yer verir dergi: Kızıl münafıklara cevap, (1947, s. 3). Bu konudaki tartışmalar memleketimizdeki dini neşriyat sahasındaki tartışmaların öteden beri aynı üslupla yapıldığının bir işaretidir. 1960 sonrasında örneklerine bolca rastlayacağımız bu dil, kişilere birtakım iftiralar atmaktan çekinmeyişiyle de dikkat çekmektedir. Ayrıca bkz. Kızıl münafıklara en son sözümüz (1947, s. 3). 48 Diyanet İşleri Başkanlığı, Şemsettin Yeşil’in, yanlış bir usulle ve kifayetsiz bilgi ile yazdığı ve bazı yerlerde Sünnilik dışında yorumlar ihtiva eden Namaz Surelerinin ve Fatiha-yı Şerif’in Manası (1944) adlı kitabı için Basın ve Yayın Umum Müdürlüğünün talebi doğrultusunda eleştirel bir rapor hazırlamıştır. Bkz. Koçak (2015, ss. 82-83). Hassas Bir Muhalefet Politikası: Geçiş Sürecinde Dindar-Milliyetçi Dergiler 75 lendirmelerde bulunması mesele birkaç defa dergiye konu olur. Ashabı Kiram Hakkında Müslümanların Nezih İtikatları kitabında Bilmen maksadı arz başlıklı kısmında sahabenin kutsiyeti, fazilet, olgunluğu üzerinde durulduktan sonra kitabı yazmasına sebep olan hususu şöyle açıklar: Ancak, şu günlerde gerek bazı matbuat sütunlarında ve gerek bazı risalelerde ashabı kiramdan bazıları hakkında yanlış mütalaalar yürütüldüğüne, yanlış hükümler verildiğine muttali oldum, hatta bu bapta yazı yazanların bazıları, fikirlerinin, kanaatlerinin doğru olup olmadığını ulemayı-ı İslimiye’den ve bilhassa müftülüğümüzden sormaya lüzum görmüş bulundular, bunlara cevap verilmesi, o yazıları okuyup müteessir olmuş zatlar tarafından da istenildi. (Bilmen, 2010) Ömer Nasuhi Bilmen’in kitabını tenkit eden Şemsettin Yeşil’in, Müslümanlar arasına fitne ve fesat sokmak için birtakım faaliyetlerde bulunduğunun altını çizen Ehli Sünnet, Türkiye’de din ve diyanet konusunda müftülüklerin söz sahibi olduğunu, bunların salahiyetlerine tecavüz edenlerin mücrim ve şüpheli kimseler olduğuna hükmeder (Yeni bir mezhep ve tarikat propagandası, 1948, s. 11). Bu konuda daha ayrıntılı bir eser yazmak istediğini fakat resmî ve ilmi vazifelerinin çokluğu ve tamamlamaya çalıştığı bir kısım ilmi eserlerin mevcudiyetinden dolayı bunu gerçekleştiremediğini belirtmektedir. Hareket dergisinde ise 1947’de vuku bulan bu olay mezhep kavgası olarak ele alınır. Dergilerin, “kızıl münafık”, “Tanrı merdudu” veya “Mason” ifadeleriyle birbirlerine yüklenmelerini eleştirilir: O din risaleleri ki bize yirmi sekiz senelik bir inkisarın ilk acı tepkileri gibi görünmüştü. On sekiz milyonluk bir temayül gibi görünmüştü. Bunlar İslâm’ın büyüklüğünü haykıracak. Kara iftira ciltleri altından tezhipli ayetler çıkacak mendebur bir nisyan başını alıp gidecekti. Zehî gaflet! Zehî tegafül! Lekesiz insan kaldı mı ki? Namuslu dindar hani ya ki? Mümin olmak için isimdeki, kıyafetteki hatta mizaçtaki yeşillik yeter mi ki!...(Kabaklı, 1948, s. 15) Selâmet dergisinde, oldukça erken tarihlerde, “Haftanın İslâm Şahsiyeti” üst başlığı altında “Üstat Ahmet Hamdi Akseki” başlıklı bir yazı neşredilmiştir. Metindeki “Onu ilk tanıdığım günden beri gözüme çarpan en belli başlı vasfı” yahut “Bahriye Mektebindeki muallimliği sırasında kendisini bir iki defa ziyaret ettiğimi ve evinde misafir kaldığımı hatırlıyorum” şeklindeki ifadeler, yazının Ömer Rıza Doğrul tarafından kaleme alındığı ihtimalini kuvvetlendirmektedir.49 Yazı49 Derginin ikinci sayısındaki “Abdurrahman Azzam Paşa (1947)” başlıklı yazının da hatıralarla bezeli olduğunu hatırlatalım. 76 İslam’ı Uyandırmak - II da, Akseki’nin ilmi faaliyetleri Meşrutiyet devri İslâmcılarından İzmirli İsmail Hakkı, Ferit Kam, Mehmet Akif, Ahmet Naim gibi isimlerle münasebetlerine kısmen temas edildikten sonra Millî Mücadeleye katılmak için Ankara’ya geçişi üzerinde de durulmaktadır. “Hamdi Efendinin Bahriye Mektebinden nasıl ayrıldığını ve Ankara’ya nasıl sıçradığını, eskisi gibi, teferruatıyla hatırlamıyorum” cümlesinin ardından gelen şu satırlar, kendisi ıslah hareketinin en önemli kişilerinden olan Ahmet Hamdi Akseki’nin Ankara’da önce Şeriyye Vekâletinde Tedrisat Umum Müdürlüğünde sonra Diyanet İşleri Reisliğinin çeşitli kademelerinde ardından da Diyanet İşleri Reisi olarak görevlendirilmesinin ne kadar isabetli olduğunu anlatmaya matuf olması bakımından kaydedilmeye değerdir: Katiyetle bildiğim bir şey varsa Millî Mücadele yıllarında milletle beraber olduğu ve o cephede canla başla çalıştığıdır. Onun gibi İslamiyet’in saf ve temiz ruhunu benimseyen ve yaşayan, mücahit zihniyetli, inkılapçı kafalı bir şahsiyetin mütarekeci İstanbul’da kalmasına imkân yoktu. Onun için kimseye belli etmeden İstanbul’daki memuriyetini vesairesini feda ederek kalkmış soluğu Ankara’da ve mücahitler safında yer almıştı. […] Onun olgun gençlik mevsiminde Diyanet İşleri Reisliğine gelmiş olması bu müessese namına olduğu kadar İslâmiyet namına da, Müslümanlar namına da gıptaya değer bir hüsnü talih meselesidir. Yeni Diyanet İşleri Reisimizin altmıştan, beli yetmişten fazla eser sahibi olduğunu söylemek, onun ne kadar verimli ve feyizli bir kafa ve kalem sahibi olduğunu belirtmeye kâfidir. (Üstat Ahmet Hamdi Akseki, 1947, s. 4) Ehli Sünnet dergisi tıpkı Selâmet gibi Akseki konusunda hassas olduğu için ona dönük tahkir ve tezyiflere derhal cevap vermeye gayret eder. Sözgelimi “İslâm davasını kendi nefsinden bile kıskanan” Necip Fazıl’ın Büyük Doğu’da Ahmet Hamdi Akseki’ye çatmasını iyi karşılamaz. Dolayısıyla dönemin dergilerindeki tartışmalarda şu ya da bu ölçüde Akseki önemli bir yer tutar gibi gözükmektedir. Zira Akseki, hem en kuvvetli din âlimlerinden biridir dolayısıyla Garp ve Şark’ı bilmektedir hem de tek parti devrinde Türkçe Kur’an konusunda çok büyük mücadele vermiş ve bu konudaki uygulamalara hayat hakkı tanımamıştır. Bu yüzden Türkçe ibadete karşısındaki tavrından dolayı tüm Müslümanlar onu takdir etmek durumundadır. Dinsizliğin kutbu bulunan İnönü ile imanın bir kutbu olan Akseki, bu meselede çok tartışmışlar fakat muvaffak olan Akseki olmuştur. Derginin başmuharririnin kaleminde çıkan satırlar şöyle sona erer: “Bugün de Akseki müfrit Kemalistler ve şefçiler karşısında bir kale gibi Hassas Bir Muhalefet Politikası: Geçiş Sürecinde Dindar-Milliyetçi Dergiler 77 duruyor, din için çalışan bütün kalem sahiplerinden rica ediyorum. Bastığımız dalı ezmeyelim ve incitmeyelim” (Bastığımız dalı ezmeyelim ve incitmeyelim, 1950, ss. 12-13). Ahmet Hamdi Akseki, Selâmet’in sonraki sayılarında “Dini Musahabeler” başlığıyla birtakım yazılarıyla da görülecektir. Derginin 6. sayısında yer alan “Kur’an Saadet Kaynağıdır” başlıklı ilk yazısının başında Akseki, “memleketimizin en yüksek faziletli ve en kıymetli İslâm âlimi sayılmaya layık” bir şahsiyet olarak takdim edilir (s. 3). Devamındaysa, okuyuculara Akseki’nin bundan böyle dergiyi kıymetli eserleriyle taltif etmeyi vadettiği duyurulur. “Kur’an’dan İlhamlar” başlığı altında, Kur’an’ın görenek ve taassup düşmanı, ilerinin ve ilerlemenin yanında olduğunun vurgulanmış olması, esasen derginin Meşrutiyet dönemi İslâmcılığının yaklaşımlarını belli ölçüde benimseyerek Cumhuriyet devrinde de müdafaa ettiğinin göstergelerinden biridir. Ataların, sırf ata olmalarından dolayı her yaptıklarının doğru kabul edilmesinin yanlışlığı ifade edilirken, onların yalnızca kendi devirlerini temsil ettikleri bundan dolayı da kendi zamanlarını yaşattıkları, başka bir devir ve zamanı yaşatmalarına imkân bulunmadığı Bakara Suresi 170. ayeti çerçevesinde izah edilir. Maide Suresinin 171. ayetinden ilhamla yapılan yorumlar modern İslâm yorumlarına zemin teşkil eden ve sadece çok partili hayata geçiş yıllarıyla da sınırlandırılması mümkün olmayan bir bakış açısını yansıtması bakımından önem arz eder: İslâmiyet durmayan yenilik demektir. Çünkü yenilik hamlesini daima muhafaza eden dinamik bir manevî kuvvettir. Allah’ın gönderdiği ve Peygamberin getirdiği her şey bu mahiyettedir. Hepsi de hareketi emreder, hepsi de ilerlemeyi gözetler. Daima ilerlemek, daima yaratmak, daima önde yürümek İslâm’ın en belli başlı vasfıdır. Görenekçilere ve mutaassıplara göre istikbal ileride değil, mazidedir. Bahtiyarlık ilerinin vadettiği bir şey değil, mazinin hakkıdır ve onun için ancak maziye sarılmakla onu elde etmek mümkündür. Hayır, Kur’an böyle demiyor, ona göre istikbal ve en parlak istikbal, ilerdedir. Ve durmadan ilerlemektedir. Bahtiyarlık da durmadan ilerlemenin neticesidir. Allah’ın bildirdiği ve Peygamberin getirdiği de budur. Onun için bunlara uymak gerekir. (Kur’an görenek ve taassubun düşmanı, ilerinin ve ilerlemenin taraftarıdır, 1947, s. 6) Derginin ilim dili ve delilleriyle Allah’ı ispat babında bir dizi yazıyı sayfalarına taşıması da yukarıdaki anlayışla birlikte düşünüldüğünde mesele biraz daha aydınlığa kavuşacaktır. İslâm medeniyetinin modern dünyaya katkıları, Avrupa ilerlemesinin altında yatan ilmi ruhun İslâm’dan kaynaklandığı gibi konular üzerinden, Avrupa’nın ilimde hakikî üstadının Yunanlılar değil, Müslümanlar olduğu şeklindeki anlatımlar bir yandan şerefli maziyi hatırlatmayı diğer taraf- 78 İslam’ı Uyandırmak - II tan da şerefli maziyi hale kavuşturulması gereken büyük bir iş olduğunu vurgulamaya yöneliktir (Doğrul, 1947a, s. 2). Selâmet’in İslâm âleminde uzun yıllar devam eden mukallitlik eleştirisi ve hayat ile beraber her dem yenileşmeye yapmış olduğu vurgu dikkat çekmektedir. Derginin banisi açısından hurafeler din anlayışından özellikle de taklit olgusundan ayrıştırılamaz. Dinî anlayış, gündelik hayatın işleyişinde insanlarla ve nesnelerle kurulan münasebette ortaya çıkar. Mukallitliği, ölüm, gerileme, alçalma ve mazinin artıklarıyla geçinen “zavallı ve yoksul bir uyuklama devri” olarak tasvir eden dergide, artık yeni dönemin farklılaşmaya başladığı üzerinde de durulur. Ömer Rıza Doğrul, Muhammed İkbal’in İslâm’da Dini Düşüncenin Doğuşu adlı eserinden bir tercümenin yer aldığı dördüncü sayısında, İkbal’i önemsediğini belirttikten sonra ıslahatçı düşünürlere inandığını vurgulayıp bunların kimler olduğunu şöyle sıralar: Bugünse çok şükür, bir uyanma ve kalkınma devridir ve bu devri birçok İslâm memleketlerinde Seyyid Cemaleddin Afgani, Mısır’da Muhammed Abduh, Hindistan’da Muhammed İkbal, memleketimizde Mehmet Akif50 gibi büyük adamlar açmışlardır. Muhammed İkbal bunlar arasında müstesna bir durumu haizdir. Çünkü tam manasıyla filozof kafalı bir adamdır ve halis muhlis bir İslâm mütefekkiridir. (Doğrul, 1947b, s. 2) Bu alıntıda karşımıza çıkan vurgular Selâmet’in aynı zamanda Meşrutiyet devri İslâmcılığının belli konular özelinde halefi olarak görülmesinin yanlış olmadığını akla getirmesi başta olmak üzere birçok bakımdan üzerinde durulmaya değer bir konudur. Bilindiği gibi II. Meşrutiyet döneminde İslâmcılar bir yandan Yeni Osmanlıların varisi olmuşlar diğer yandan da İslâm âleminin dini tecdidi gerçekleştirmesinin şart olduğu düşüncesinden hareketle bilhassa Mısırlı düşünürlerden etkilenmişlerdir. Geri kalmışlığın sebebi olarak görülen hurafeler ve gelenekçilik eleştirisi Selâmet sayfalarında kendisine yer bulmuştur. Ne var ki aradan geçen yıllar içerisinde bizzat Ömer Rıza Doğrul’un kendi serencamını da işin içine katmak kaydıyla bu yönelişin hangi noktalarda farklılaştığına 50 Dergi 26 Aralık 1947 tarihli sayısını Mehmet Akif ’e ayırır. Bu sayının açılış yazısında, İslâm’ı unutturmak siyasetinin yere serildiği ve Akif ’in özlediği inkılabı başarmak hızının canlandığı vurgulanır. Buna göre Akif ’in istediği inkılap, milleti refah ve saadete kavuşturacak bütün vasıtaları seferber eden ilim ve fazilete dayanan bir inkılaptır. Türk milletinin ve İslâm âleminin onun davasını gerçekleştirmek için çalıştığını ve İslâm’ın mukadderat ufkunda yeni güneşler doğduğuna dikkat çekilir (Doğrul, 1947m, s. 2). Hareket dergisi 1947’de Mehmet Akif için hazırladığı özel sayıda Akif ’i bir inkılapçı olarak öne çıkarır. Onun inkılapçılığının gösterişten ziyade kafalarda ve kalplerde yapılmasını istediğine dikkat çeker. Akif ’in kolay inkılapların zararını kuvvetle sezişi ve esaslı inkılapların uzun zaman alacağını Cemaleddin Afganî ile ilgili kanaatinde açıkça söylediğini hatırlatmaktadır (1947, s. 4) Hassas Bir Muhalefet Politikası: Geçiş Sürecinde Dindar-Milliyetçi Dergiler 79 da dikkat kesilmek icap eder. Henüz Muhammed İkbal’51den bir eserin Türkçeye tercüme edilmediği yıllarda Selâmet, mütefekkirin temel eserinden bir bölümü “İslâm Kültürünün Ruhu” başlığıyla yayımlamasıyla önemli bir başlangıca da imza atacaktır. Zira tercümesinin güç olduğu belirtilen bu eserin tümü ancak 1960’larda Sofi Huri tarafından tercüme edilerek okuyucularla buluşacaktır.52 Dergi, İslâm âleminin sorunlarının çözümü noktasında, ulemadan ziyade mütefekkirleri öne çıkarma gayreti içindedir. Çünkü değişen zamanda mücadelenin çetinleştiği bir ortamda İslâm âleminin ihtiyacı yalnız bilmek değil, daha fazla yol yahut çıkış yolu bulmaktır. Bu yüzden İslâm’ın terakkiye engel olmadığını anlatacak mütefekkirlerin öne çıkmış olmasını çok tabiî karşılar. Taassup ve cehaletten kurtulamayan İslâm âleminin kalkınmasının mümkün olmadığını ifade eden ve “devrin yüzünü ağartan mütefekkirlerden” Musa Carullah konulu yazı bunu net bir biçimde ortaya koyar. İslâm anlayışına günün idrakini ve bugünün ihtiyacını hâkim kılan Musa Carullah, Muhammed Abduh, Cemalettin Afgani, Muhammed İkbal gibi isimlerle bir arada anılır. Bu düşünürler, ‘yaşadıkları devrin irfanını alıp İslâm’ı o irfanın yürüyüş ve duyuşu ile kavrayıp, dini bugünün ruhunu aydınlatan bir ilham kaynağı olarak Müslümanlara yeniden sunmayı” başarmışlardır (Doğrul, 1947ı, s. 2).53 İlim tahsili, âlimler, ilmin sevabı, ilim adamlarının aydınlatıcı oluşu, ilim meclisleri, abid ile âlim farkı, ilmin kalbi diriltmesi, ilmin edebi, ilmin dünyaya egemen olmaktaki yeri, İslâm’ın ilimle dünyayı kucaklaması ve medeniyet kurması gibi konular mütemadiyen ele alınıp işlenir. İslâm âleminin gerileme sebepleri bağlamında tenkit zihniyetinin terk edilmesi, kelam ve fıkıh gibi ilimlerin öğretilmesinde takip edilen usullerin aşırılıkları gibi konulara temas eden oryantalistlerin metinlerinden yapılan tercümelere yer veren Selâmet, bu konularda Tantavi Cevherî gibi bilimselci tefsir anlayışını gündeme getiren isimlere yakın durmaktadır (Müsteşrik gözüyle İslâm âleminin gerileme sebepleri, 1947, s. 16). Ayrıca akıl bahsinde Reşit Rıza’nın Türkçeye yıllar sonra kazandırılacak olan Muhammedi Vahiy (El-Vahy El-Muhammedi) adlı eserine atıf 51 Derginin sonraki sayılarında Muhammed İkbal’i ve eserlerini tanıtan bir yazı da yayınlanacaktır. Bkz. Muhammed İkbal (1947, s. 12). 52 Ehli Sünnet dergisi, 1950’lerde bu yayınlardan haberdar olarak, bu kitabın bazı kısımlarının Selâmet’te neşredildiğini belirtecektir (Pakistan’ın millî şair ve mutasavvıfı İkbal’in 15. ölüm yıldönümü, 1953, s. 15). 53 Buna mukabil Musa Carullah’ın ölümü üzerine Büyük Doğu’da çıkan haberde, Musa Carullah düşünceleri bakımından yüzeysel ve “reform taraftarı” olarak nitelendirir. Bu da aslında 1960’ların ikinci yarısında kamuoyunda daha yoğun bir biçimde tartışılmaya başlanacak olan kanaatlerin nüve halinde bu dönemde var olduğunu gösterir. Bkz. Be. De. (1947, s. 9). 80 İslam’ı Uyandırmak - II yapılmış olması derginin fikri kaynaklarının Mısır’la bağlantısını kavramamız bakımından mühim bir göstergedir. Bunun dışında Selâmet, Hz. Peygamber54 ve sahabe hayatından birtakım örneklerle İslâm tarihindeki çatışma ve ayrılıklara dair yazılara yer verir. Ayrıca birinci ve ikinci sayının son kısmında Babanzade Ahmet Naim’in İslâm Ahlâkının Esasları, Mehmet Akif Ersoy’un yazılarından derlenen Kur’an’dan Ayetler ve Nesirler ile Ömer Rıza Doğrul’un İslâm’ın Özü ve Kur’an’ın Ruhu kitaplarının kapakları yer alır. Sonraki sayılarda da bu kitapların kapakları zaman zaman dergi sayfalarına taşınır, bu durum bize Selâmet’in yayın çizgisi hakkında genel bir fikir verir. Osmanlı İslâmcılığından Cumhuriyet devrine intikal edenlerin bir kısmını dönemin şartları çerçevesinde tekrar kamuoyunun gündemine taşımak diyebiliriz buna. Ayrıca telif ve tercüme kitaplar üzerine tanıtıcı veya eleştirel mahiyeti bulunan yazılara ve pasajlara rastlanır dergide. Sözgelimi Arap şairi İmrul Kays’ın Mualleka’sının Şerafettin Yaltkaya tarafından Yedi Askı adıyla yapılan ve Millî Eğitim Bakanlığınca neşredilen klasikler arasında yer alan eseri okurlara tavsiye edilir (Okurlarımıza cevaplar, 1947, s. 16). Arap âleminde edebi tefsir akımının etkili isimlerinden Taha Hüseyin’in Peygamber Efendimizin devrini ve hayatını anlatan eseri Ömer Rıza Doğrul tarafından tercüme edilerek dergi okurlarının istifadesine sunulmuştur (Taha Hüseyin, 1947, s. 4). Yayın dünyasının nabzını elinden geldiğince tutan Selâmet, İslâm düşüncesini canlandırmak ve yaşatmak için okurlarıyla münasebetini mektuplar vasıtasıyla da artırmaya gayret eder. Kudret Temizer’in Hilmi Ziya Ülken’in İslâm Düşüncesi kitabından bir bahis üzerine gündeme getirdiği hususları derginin esas gayesiyle birlikte düşünmek mümkün. Mektupta, Ülken’in Kur’an’ın metninden hareketle bütünlüklü bir felsefi sistem çıkarmanın mümkün olmadığına dair kanaatlerinin yanında nasih-mensuh, muhkem ve müteşabih ayetler bahsindeki kanaatleri gündeme gelir. Cevapta, Hilmi Ziya’nın eserinde mektupta nakledilenlerin hakikaten bu şekildeyse bundan bir mana çıkarmanın mümkün olmadığı ifade edildikten sonra, Kur’an’da birbirini nakzeden ayetlerin bulunmadığı üzerinde durulur. Ayrıca, Hilmi Ziya her ne kadar muhkem-müteşabih bahsine temas etmek istemişse de bu bahsi sarih bir 54 Sonraki yıllarda yaygınlık kazanacak olan siyer yazımı bu yıllarda da gündeme gelmiştir. Dergi okur mektuplarına verilen cevapta, “Peygamber Efendimizin hayatını yazmak, bizim de en büyük isteklerimizdendir. İlk fırsattan istifade ederek bu işe teşebbüs edeceğiz” denildiğini burada anmamak olmaz” denir. Bkz. (Sayın okurlarımıza, 1947, s. 16). Selâmet, Mısır liberalleri arasında zikrettiği Hüseyin Heykel Paşa’nın siyerinden de övgüyle bahsetmiştir. Hazreti Muhammed Mustafa adıyla Türkçeye çevrilen bu eserin memleket okurlarınca ve münevverlerince geniş bir rağbetle karşılandığının altı çizilmiştir. Bkz. (Üç Mısırlı önder, 1947, s. 6). Hassas Bir Muhalefet Politikası: Geçiş Sürecinde Dindar-Milliyetçi Dergiler 81 surette kavrayamadığından anlatamadığı, bu yüzden de anlaşılmasına imkân bulunmayan yazılar yazdığı ve Kur’an ayetlerini “bir hayli tahrif ettiği” iddia edilir (İslâm düşüncesi adlı eserin bir fıkrası hakkında, 1947, s. 15). Bekleneceği üzere okurlara verilen cevaplar içerisinde yayın meselelerinin yekûnu fazladır. Ömer Rıza Doğrul’un Tanrı Buyruğu adlı eserinin baskısının olup olmadığı, İslâm Tarihinde İlk İhtilaflar ve İhtilaller adlı eserin Âsarı İlmiye’den temin edilebileceği, Şerafettin Yaltkaya’nın bir eserinin basılmış olup olmadığı gibi hususlar zikrolunabilir. Bunlar arasında Muhammed Abduh’la alakalı olanı dikkat çekmektedir. Osmaniye’den İbrahim Özen, İnönü Ansiklopedisi ile İslâm-Türk Ansiklopedisi’nde Abduh’un birbirini tutmayan iki (1845- 1849) doğum tarihiyle karşılaşmış olduğunu, bunlardan hangisinin doğru olduğunu soruyor. Suali cevaplayanın ismi yer almamış olsa da, cevaplama tarzından Ömer Rıza Doğrul olduğunu çıkarabiliyoruz. Doğrul, İslâm-Türk Ansiklopedisi’ndeki Muhammed Abduh maddesinin kendi kaleminden çıktığını ve kendisinin güvendiği kaynakların üstadı yakından tanıyan ve hal tercümesini yazan talebesinin eseri olduğunu bunların ise, Abduh’un aşağı yukarı 1849 senesinde doğmuş olduğu noktasında birleştiklerini kaydediyor. Reşid Rıza, Asım Paşa, Şeyh Ebu Hatve, Mustafa Abdurrazzık Paşa, Osman Emin’in yanı sıra müsteşriklerin çıkardıkları İslâm Ansiklopedisi’nin 1849 tarihini kabul ettiklerini aktardıktan sonra, Muhammed Abduh’un doğum tarihini 1845 olarak kaydedilmiş olmasını bir tertip sehvi saymanın doğru olacağını belirtir (Okurlarımıza cevaplar, 1947, s. 16). Muhammed Hüseyin Heykel’in siyerini Hazreti Muhammed Mustafa adıyla tercüme eden Ömer Rıza Doğrul, bu eser hakkında sağda solda yapılan tartışmalardan hareketle Selâmet dergisine gönderilen bir soruya hayli tafsilatlı sayılabilecek bir cevap verir. Doğrul, Heykel Paşanın İtalyan oryantalist Caetani tarafından ileri sürülen iddiaları benimsediğini ileri sürenlerin her iki müellifi de okumamış birtakım cahiller olduğunu belirtir. Kendisinin Caetani’nin bütün yalanlarını teker teker teşhir etmeye çalıştığını ve bu yolda pek çok metin kaleme aldığını, bundan dolayı bu hücumların muhatabı kılınmasının arkasındakilerin “kızıl münafıklar” dediği kimseler olduğuna dikkat çeker. Şuurlu bir Müslüman’ın bunların söylentilerine ve iftiralarına kulak asmaması beklentisini ifade eden Doğrul, metnin ilk kısmında daha ziyada Mustafa Sabri Efendi üzerinde durur. Ona göre her yenilikle mücadele etmek ve her yeniyi boğmak için saldırmak Mustafa Sabri’nin biricik işidir. Zira o gerek Türkiye’de gerekse 82 İslam’ı Uyandırmak - II Mısır’da İslâm âleminin yararına olabilme potansiyeli taşıyan her kişi ve eserle “kapkara bir taassupla” “en karanlık en kötü irticanın mümessili” sıfatıyla mücadele etmiştir. O, Mustafa Sabri ve arkadaşlarının, Şeyhülislâm Hayri Efendi’nin medreseleri yenilemek ve İslâm’ın irfan hayatını canlandırmak için gerçekleştirdiği programı yakmak suretiyle medreselerin ortadan kaldırılmasına zemin hazırladıklarını iddia eder. Bunun yanında Mustafa Sabri Müslümanları irşat için, onların kalkınmaları için çalışıp çabalayan gerek klasik dönemin gerekse modern dönemin pek çok âlim ve mütefekkir hakkında ağza alınmayacak sözler sarf etmekten geri kalmamıştır. Ebussuud Efendi, İbn Teymiye, İbn Kayyım, Gazali, Musa Carullah, Mustafa el-Meraği bunlar arasındadır. Mustafa Sabri’nin Mısır’da yaptıklarının da farkında olan Ömer Rıza Doğrul, onun her tefekkür cereyanına, her yenilik hareketine, her yenileşme ve canlanma teşebbüsüne karşı gelerek teceddüt rehberi olarak tanınan bütün şahsiyetlere hücum ettiğini örneklerken, Mehmet Akif ’in kendisinden tercümeler yaptığı Mehmet Ferid Vecdi’den de bahseder. Sonra sözü Heykel Paşa’nın Mısır’ın bütün ilim ve edebiyat âlemindeki itibarlı konumuna getiren Doğrul, müellifin eseri intişar ettikten sonra en geniş rağbeti kazandığını söyler. Ardından eseri nasıl tercüme ettiğini de anlatır Selâmet okuyucusuna verdiği cevapta. Doğrul, eseri daima Asrı Saadet kitabıyla karşılaştırdığını, ona uymayan her noktayı bir haşiye yazmak suretiyle izah ettiğini ve bunların eserde mühim bir yer tuttuğunun altını çizer. Bunu okuyuculara da eserin ilk sayfasında izah ettiğinden, yaptığı tercümenin her türlü tecavüzden uzak kalması gerektiğini hatırlatarak bu konuyu şu cümle ile bitirecektir: “Hücum edenler körü körüne hücum ettikleri için bu hakikati de göz önünde tutmuyorlar. Çünkü hücumları, ilim adamı hücumu değildir, münafık hücumudur (Hazreti Muhammed Mustafa eserine dair, 1947, s. 16). Bilmen’in bu yıllarda üzerinde çalıştığını ifade ettiği eseri Hukuku İslâmiyye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kamusu’dur. Mezhepler arası mukayeseli sistematik bir İslâm hukuku kitabı olan bu kitap Harf devriminden sonra Türkiye’de İslâm hukuku sahasında kaleme alınmış ilk ve en muhtevalı eserdir. İlk olarak, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi tarafından 1949-1952 yılları arasında basılan eserin daha sonra sekiz cilt halinde birçok baskısı yapılmıştır. Derginin Şubat 1952 tarihli 106. sayısında Bilmen’in uzun yıllar çalışarak kaleme aldığı Hukuku İslâmiyye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu adlı eserin neşriyle ilgili bilgilere yer verilmiş olması da önem arz eder. Dört ciltlik eserin müsveddelerini Ebul’ulâ Mardin’in tetkik etmesi rica edilmiştir. Eseri baştanbaşa tetkik eden Mardin, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanlığına söz konusu eserin fakülte Hassas Bir Muhalefet Politikası: Geçiş Sürecinde Dindar-Milliyetçi Dergiler 83 tarafından bastırılmasında büyük fayda gördüğünü belirten bir rapor kaleme aldığı ve eserin başka hususiyetleri Sıddık Sami Onar, Hüseyin Nail Kubalı ve Hıfzı Veldet Velidedeoğlu tarafından anlatılır. Diyanet İşleri Başkanlığı personelinin mesleki gelişimlerinin nasıl olması gerektiğine dair tekliflerin yer aldığı Ehli Sünnet hemen her sayısında dergiyi güçlükle çıkardıklarını belirtme zarureti duymuş, dergiye abone olanların abone ücretlerini vaktinde ödemeleri noktasında birtakım hatırlatmalarda bulunmuştur. Ayrıca Ehli Sünnet, İlim Yayma Cemiyetinden55 1947’den beri İslâm kültürü ve diğer ilmi meseleleri gündeme getirme ve yayma konusunda gösterdiği faaliyetten dolayı derginin satılmayan koleksiyonlarından yüz adedini cemiyet namına satın alarak İstanbul ve Türkiye’nin diğer şehirlerindeki mevcut umumi kütüphanelere birer koleksiyon hediye etmelerini talep eder. Meselenin lüzumunu maddeler halinde açıklayan Abdurrahim Zapsu, bu hizmetin aynı zamanda İlim Yayma Cemiyeti için “büyük bir reklam” olacağının altını çizer. Fakat cemiyet yetkilileri, Abdurrahim Zapsu ve Ehli Sünnet mecmuasına, içinde bulundukları mali durumdan dolayı söz konusu talebi yerine getiremeyeceklerini belirtirler. Zapsu ise, buna üzülür ve reklama ehemmiyet vermeyen müessesenin ölmeye mahkûm olduğunun altını çizer (Tarihi bir vesika, 1953, ss. 9-10). Dergi sonraki sayılarında 1950’lerin başında kurulan bu cemiyetin gerek İmam Hatip Okulları gerekse diğer faaliyetler için yapmış olduğu yardımların kayda değer olduğunu fakat cemiyetin esas vazifesinin Türkiye’de otuz seneden beri ihmal edilen İslâm kültürü olması gerektiğini belirtecektir. İslâmî din ilimlerinin yok edildiği, hakki âlimlerin kalmadığı ilim meydanındaki boşluğu dolduran cahillerin çeşitli suretlerde vuku bulan neşriyatına karşın aynı sistemle cevap vermek ve bunlara karşı ilmen mücadele etmek elzemdir. Bunun da yolunun âlim yetiştirmek, İslâm hakkındaki menfi neşriyata karşı ilmi müdafaa yapmak daha da önemlisi “İslâm dininin ilmi ve kültürel esaslarını yayacak kitap, broşür ve mecmua neşretmek ve bunu yapanları desteklemek yanlış hareket edenler varsa onlara rehberlik yaparak gayeye hizmet ettirmek”ten geçtiği kanaatini izhar eder. Cemiyetin Müslümanlardan topladığı bağışları hükümetin yapması gereken işlere sarf ederek hem manen hem de kanunen yanlış yaptığını hatırlatır. Zira İmam Hatip Okulları tıpkı Köy Enstitüleri, muallim mektepleri ve diğer orta ve lise okulları gibi devletin bir kurumu olup, bunlarla ilgili çalışma55 Cemiyetin kurulma gayesi ve çalışmaları için bkz. Uslu (2015, ss. 172-175). 84 İslam’ı Uyandırmak - II lar yapmak devletin vazifesi olup cemiyetin vazifesi değildir. Gene aynı şekilde, cami yapmak veya tamir etmek devletin vakıflarla ilgili kurumlarının vazifesidir, bunlar için cami kapılarına makbuzlu dilenciler ikime edilmesi İslâm’ın şan ve şerefine aykırı olup, ilim kelimesine de asla yakışmaz. Ayrıca eski eserlerin tercümesi de bu cemiyetin vazifesi değildir çünkü bugünkü kültür seviyesine göre imanları tahrip eden ve ilim namına körpe dimağlara aşılanan esasız ve köhne nazariyeleri çürütmekte bu eserler yetersizdir (Zapsu, İlim Yayma Cemiyeti’nden ne bekliyoruz?, 1953, ss. 9-10). Muhtemelen İlim Yayma Cemiyetinin dergi koleksiyonlarını almaması üzerine kaleme alınan bu yazı56, cemiyetin mevcut faaliyetlerini eleştirmenin yanında İslâm kültürü için yapılması gereken fakat maddi sebeplerle yerine getirilemeyen faaliyetleri de gündeme getirir. Yazıda, İslâm kültürü ve ilimleri için açılan ilahiyat fakültesinin ve İmam Hatip Okullarının eleman bulamamaktan kaynaklanan yetersizliğinin altı çizildikten sonra meselenin yeniden basın bürosuna gelmiş manidardır. Buna göre bir basın bürosu teşekkül ettirilerek, haftalık, on beş günlük ve aylık çıkan bütün gazete ve mecmualar tetkik edilerek bunların içinde ilme aykırı ve imanı yıkan neler varsa önce bunlar tespit olunmalı ardından da ilmi cevaplar verilmelidir. Böylece ilmi hakikateler ortaya konacağı gibi, yanlış fikrî cereyanlar tashih edilerek genç ve körpe dimağlara aşılanan İslâm kültürü aleyhindeki yanlış fikirler de doğru sahaya girmiş olur. Söz konusu yazıda dönemin diğer dergilerinden farklı olarak sinema ve tiyatronun yanında çocuk romanlarıyla mecmualarının olumsuz etkilerine dikkat çekilmesi göz ardı edilmemesi gereke bir farklılıktır. Bu çerçevede sinema ve tiyatrolarda bilerek bilmeyerek imanı zedeleyen sahnelerin tetkik edilmesi ile çocuk yayınlarının tetkik ve tenkide tabi tutularak ilim yoluyla ıslah edilerek milli terbiyeye hizmet eder hale getirilmesi önerileri dikkat çekmektedir. İslâmî kolejlerin açılması, müfredat programları, Şark ve Garp âleminden İslâm kültürünü takviye edecek eserlerin tercüme edilmesinin gerekliliğinin fark edilmiş olması gibi hususlar 1960’lar sonrasını anlamak açısından önem arz eder (Zapsu, İlim Yayma Cemiyetinden ne bekliyoruz?, 1953, ss. 11-12). İstanbul Edebiyat Fakültesinde kurulmakta olan İslâm Tetkikleri Enstitüsü’nde Zeki Velidi Togan, İslâm tetkikleri sahasında doğuda ve batıda tanınmış olan 56 Zira dergi daha evvelki sayılarında İlim Yayma Cemiyetinin, kuruluş beyannamesine yer vermiş İmam Hatip talebeleri için yaptığı yardımlardan sitayişle söz etmiştir. Bkz. (İlim Yayma Cemiyeti beyannamesi, 1952, ss.14-15). Ayrıca Eşref Edip’in Büyük Doğu’da neşredilen İlim Yayma Cemiyetinin tesisinin büyük bir nimet olduğunu anlatan yazısı da iktibas edilmiştir. Bkz. (Hayır hasenat seferberliği, 1952, ss.12-13). Hassas Bir Muhalefet Politikası: Geçiş Sürecinde Dindar-Milliyetçi Dergiler 85 kişileri konferans vermeleri için davet edeceklerini belirtir. Bu çerçevede Alfred Guillame yanında Süleyman Nedvi, Taha Hüseyin, Emin el-Huli, Ahmet Emin gibi isimlerin zikredilmesi ama aynı zamanda meseleleri koyu din ve mezhep taassubundan ari olmalarının dikkate alınacağının altının çizilmiş olması da kaydedilmesi gereken bir noktadır. Ehli Sünnet ise bu konferansları önemli bulmakla birlikte, İslâm kültürünün türlü badirelerden geçtiği ve mekteplerde okutulmadığı Türkiye’de hangi sebebe binaen bir tetkik enstitüsünün açıldığına anlam veremez. İslâmî derslere kürsü ihdas edilmeden yani kelam, hadis, siyer, fıkıh, fıkıh usulü ve İslâm felsefesi gibi dersler okutulmadan neden tetkikata lüzum duyulduğunu sorar (Prof. A. Guillaume’un konferansları ve Prof. Zeki Veldet Togan’ın konuşması, 1953, ss.13-14). Ehli Sünnet, dinî neşriyatın artmasıyla beraber meydana gelen olumsuzluklara temas edilir, bunun için dini neşriyat sahasındaki yanlışlıkları düzeltmek için “Dinî Neşriyat Kanunu” çıkarılmasının elzem olduğunu ve bu kanunla bütün dini neşriyatın Diyanet İşleri tarafından kontrole tabi tutulmasını savunur (Zapsu, 1950a, ss. 11-12). Ehli Sünnet’i çıkaran Abdurrahim Zapsu, fikir ve iman sahasına münhasır yayın hayatı boyunca, Türk Müslüman yavrularının her türlü ihtiyacını kimseden korkmadan ve çekinmeden açıkladığını bununla beraber kanunların suç sayabileceği bir cümle de kurmadığını (Zapsu, 1953ı, s. 16)57 belirterek dönemin dergilerinin niyetleri ile filli hayat arasında nasıl bir dil tutturmak zorunda kaldıklarını belirgin kılar. Hac dönüşündeki mesaisini hem mütefekkirlerin ihtiyaçlarını karşılamaya harcayacağını hem de her türlü iftiralardan korunabilmek için tefsir gibi daha mukaddes bir noktaya teksif edeceğinin altını çizer. Türkçedeki mevcut tefsirlerin gençlerin ihtiyacını karşılamaktan uzak olduğunu Konyalı Mehmet Vehbi Efendi, Ömer Rıza Doğrul, Elmalılı Hamdi Yazır ve Hasan Basri Çantay örnekleri üzerinden çok kısa bir şekilde izah eder. Zapsu’nun dönemin kültürel seviyesine uygun olarak gençlerin ihtiyaçlarına uygun bir tefsirin lüzumlu olduğuna dikkat çekmiş olması sonraki yılların yayın faaliyetleri açısından da önemlidir (Zapsu, 1953i, s. 16). Tahirül Mevlevî, Türk Dil Kurumu tarafından yayımlanan Edebiyat ve Söz Sanatı Terimleri Sözlüğü’ndeki tabirlerin pek garip tariflerinin çok eksik olduğunu gördüğünü belirterek bir eleştiri yazısı kaleme alır. Mevlevî’nin, uydurulan 57 Zapsu, kendisine din simsarı isnadında bulunan müfterilerden bahsederek, dergiyi tekaüt maaşının imkânlarıyla çıkardığını fakat mali durumundan dolayı artık buna imkân kalmadığını ifade edecektir (a.g.s.). 86 İslam’ı Uyandırmak - II terimlerin ahenksizliğinin eskilerin edebi zevkini tırmalayacak ölçüye varması bir yana tariflerin eksik ve yanlış yapılmış olmasının da yenilere bir şey öğretemeyecek halde bırakılmasından duyduğu üzüntüyle kaleme aldığı eleştiri yazısı dini içerikli dergilerin kültürel meselelere dair duyarlılıklarını anlamak bakımından mühimdir. Türk edebiyatına hizmet emeliyle yazılan birkaç satırda şerh yerine önerilen açımlamak kelimesi ile mecazı mürsel için gündeme getirilen ad değişi üzerinde durulur. Uydurma ve lüzumsuz bulunan açımlamak, açımlayıcı ve açımlama kelimeleri yerine ilmi ıstılahlar zümresinden şerh ve şarih tabirlerinin kullanılmasının ne kadar doğru ve gerekli olduğu anlatılır (Tahirül Mevlevi, 1951, s. 37). Yine bu dergide Hasan Basri Çantay’ın Kur’an-ı Hâkim ve Meal-i Kerim adını taşıyan tefsiri, “Türk ufkunda yeni bir ses” olarak takdim edilir. Tefsir, berraklığı, sadeliği, gerçekliği ile tebarüz; ilmî oluşu ile tebellür eden bu eser, hakkın, hakikatin bendi, hikmet ve edebiyatın kendisi görülür. Tefsirin dilimizin en sahih ve en güzel ifadesiyle kaleme alındığı ve her Türkün zevkle okuyup anlayabileceği mümtaz ve müstesna bir eser olduğu da vurgulanır (Haberler, 1953, s. 2). Hasan Basri Çantay’ın tefsiri Ehli Sünnet dergisinde de birçok defa duyurulur. Bu tefsirin, Ömer Rıza Doğrul’un Tanrı Buyruğu’ndan farkı anlatılırken vaktiyle Ahmet Hamdi Akseki’nin Hasan Basri Çantay’a tefsirin Kadıyanilik unsurları içerdiğine dair bir mektup yazdığı kaydedilir. Sebilürreşad dergisinde çıkan yazı ise ayrıca iktibas edilir. Bu yazıda, Osmanlı’nın son zamanlarıyla Cumhuriyet devrinde kaleme alınan bazı eserler üzerinde de durulur. Konyalı Mehmet Vehbi Efendi’nin, İsmail Hakkı Beyin, Musa Kazım Efendinin, Elmalılı Hamdi Yazır’ın ve Kâmil Miras’ın gayretleri takdir edilir. Kur’an-ı Hâkim ve Meal-i Kerim’in halkın da münevverlerin de hep birden aradığı faydayı temin edeceği belirtilir (Kur’an-ı hâkim ve meali kerim, 1952, ss. 11-12). Derginin aynı sayısında, halk ve münevverler arasında mühim bir gedik açıldığı ve bunun da çoğu zaman halkın mukaddesatına karşı çıkan gazeteciler vasıtasıyla yapıldığına değinilmiş olması dönemin yayın organlarının öne çıkardıkları mevzuların tespiti bakımından kayda değerdir. Diğer taraftan Serdengeçti’nin kütüphanesinde bulunan ve satılmakta olan kitapların listesine bakıldığında dönemin milli cephesi rahatlıkla görülebilir. Bu listede, Ziya Gökalp, Kâzım Karabekir, Samiha Ayverdi, Ahmet Hamdi Akseki, Hilmi Ziya Ülken, Cevat Rifat Atilhan, Samiha Ayverdi, Arif Nihat Asya, M. Sait Çekmegil, Osman Yüksel Serdengeçti, Mevlana Muhammed Ali gibi müelliflerin kitapları yer alır ( 15-16, 29). Serdengeçti dergisi de diğer dergiler gibi Diyanet İşleri Başkanlığının Ahmet Hamdi Akseki’nin gayret ve himmet- Hassas Bir Muhalefet Politikası: Geçiş Sürecinde Dindar-Milliyetçi Dergiler 87 leriyle meydana getirdiği yayınları hayırla anar ve tanıtımını yapmayı dini, milli ve vatani bir vazife addeder. İslâm âleminin en salahiyetli âlimlerince yazıldığı belirtilen eserler ise şunlardır: Azzam Paşa Ebedî Risalet (Çev. Hasan Hüsnü Erdem), İmam Nevevi, Riyazüs Salihin, (Tercüme: H. Hüsnü Erdem ve Kıvamüddin Burslan), Ahmet Hamdi Akseki, İslâm Dini (İtikat-İbadet- Ahlak), Ahmet Hamdi Akseki Askere Din Kitabı, R. Balaban İlim-Ahlak-İman, Muhammed El-Behiy İslâm Düşüncesinin İlahî Tarafı (Tercüme: Fuat Sezgin). Her eserle ilgili oldukça muhtasar bilgilerin verildiği tanıtma yazılarından kitapların tercüme ve telif sürecinde Ahmet Hamdi Akseki’nin ne kadar etkili olduğunu anlamak mümkündür (Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kitap neşriyatı, 1952, s. 14). Serdengeçti, Mart 1956 tarihli 21. sayısında yayın hayatı günden güne zorlaştığından okuyucularına, abonelerine ve bayilerine uyarılarda bulunur. Ayrıca derginin son sayfasında Serdengeçti yanında Büyük Doğu, İslâm, Ocak, Kopuz ve Toprak adlı süreli yayınların okunması ve okutulmasını isteyen bir duyuruya yer verilir. 1940’larda yayın hayatının hareketlilik kazanmasına sebep olan olaylar arasında Maarif Vekâletince Hollandalı müsteşriklerce hazırlanan ve Leiden’de yayınlanan Encyclopaedia of Islam’ın (İslâm Ansiklopedisi) tercüme, tadil, telif ve ikmal suretiyle neşredilmesi kararı da yer alır. Bu karar Eşref Edip başta olmak üzere, dindarlar tarafından eleştirilir. Onların karşı çıkışlarında Encyclopaedia of Islam’ın gerçekten bir İslâm Ansiklopedisi olmayıp, İslâm’a karşı bir ansiklopedi olduğu, kısmen misyonerlerin çabalarına yardımcı olmak, kısmen de İslam dininin temelini yıkmak amacını taşıyan, Hıristiyan misyonerlerin bir eseri olduğu şeklindeki açıklamalar öne çıkıyordu. Bu yüzden İslâm’a karşı olduğu iddia edilen bu projeyi desteklediğinden dolayı Maarif Vekâleti eleştirilir. Ardından 1941’de Türk-İslâm Ansiklopedisi adıyla rakip bir ansiklopedi yayınlamaya başladılar. Aradan geçen yıllar içinde yayın hayatı aksamadan devam eden ilk ansiklopedi üzerine pek çok bir eleştiri metni kaleme alınır. Bunlar arasında Serdengeçti dergisi de bulunur. Buradaki eleştiride ilk önce, söz konusu ansiklopedinin İslâm ve Şark âleminin Batı tarafından siyasî bakımdan hemen hemen tamamen boyunduruk altına alındığı yıllarda siyasi, dini ve ideolojik maksatlarla kaleme alındığı üzerinde durulur. Ayrıca ansiklopedinin yazı heyetinin İslâm dinine karşı pek hayırlı duygulara sahip olmayan müsteşriklerden müteşekkil olduğuna da dikkat çekilir. Türkiye’deki yerli müsteşriklerin bu ansiklopediyi Türkçeye aktarmaya karar vermelerinin yanlışlığı “Allah”, “Kader” ve “Muhammed” maddeleri üzerinden ortaya konur. Müellif, meseleyi binlerce sayfa tutan ansiklopedide Hz. Muhammed için 17 sayfa ayrılırken Atatürk maddesi için 90 sayfa 88 İslam’ı Uyandırmak - II ayrılmış olması açısından da ele alma zaruretini hisseder. Atatürk’e ayrılan geniş yeri tenkit etmediğini belirten müellif, adı İslâm Ansiklopedisi olan bir kitapta İslâm peygamberine de en az bu kadar yer ayrılmamış olmasını tenkit ettiğini belirtir. Allah ve Muhammed maddelerini tadil etmeden neşreden yerli müsteşriklerin, bu hareketleriyle Avrupalı müsteşrik ağabeylerinin garazkâr fikirlerini aynen kabul ve tasdik ettiklerini ya da aksi söz konusuysa, acizliklerini ve cehaletlerini itiraf etmiş olduklarını ve her iki halde de Hak ve hakikat karşısına çıkacak yüzlerinin bulunmadığı kaydedilir. Netice olarak İslâm Ansiklopedisi adı altında İslâm dinini küfür gözüyle tetkik eden bu eserin çok zararlı olduğuna işaret edilir. Okumuş zümrenin ve gençliğin zihninde zararlı etkiler icra edecek olan bu esere karşı vaktiyle Eşref Edip tarafından Türk-İslâm Ansiklopedisi adıyla ve kıymetli din âlimlerinden mürekkep bir heyetin idaresi altında neşredilmeye başlanan eserin iki cilt çıktıktan sonra karşılaştığı imkânsızlıklar yüzünden faaliyetini tatil etmek zorunda kaldığı hatırlatılır. ‘Evin çatısını yelin, temelini suyun götürdüğü’ zor zamanlarda daha zengin bir içeriğe sahip hakiki bir İslâm Ansiklopedisi’nin neşrine yeniden başlanmasının zaruri olduğuna dikkat çekilmiş olması da dönemin arayışları ve zaruretleri bakımından önem arz eder (Münekkit, 1959a, ss. 13-14). Serdengeçti bu yazının dışında müsteşriklerin garazkâr eserlerinin Türkçeye çevrilip neşredilmesi çerçevesinde bir yazıya daha yer verir. Abdullah Cevdet, Hüseyin Cahit Yalçın gibi isimlerin yaptıkları tercümeler milletin iman ve akidelerini sarsmıştır. Brockelman’ın İslâm Milletleri ve Devletleri Tarihi adlı eserinin Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi tarafından neşredilmesi de oldukça sert bir biçimde eleştirilir. Kaynakları Arapça olan İslâm tarihine ilişkin doğru dürüst bir tek eser bile neşretmeden, garazkâr bir müsteşrikin kitabının Türkçeye aktarılmasının aklıselime muvafık olmadığı belirtilir. Ardından eserin ihtiva ettiği yanlış ve iftiralardan birkaç örneğin verildiği yazıda, Peygamberimizin ve dinimizin tarihini bize, acem dillerinden ve garp dillerinden aktarılan müsteşriklerin eserlerinden öğrenip durmaya çalışmanın yanlışlığı vurgulanır (Münekkit, 1959b, s. 7). Sonuç 1940’lardan 1960’lara uzanan zaman diliminde dindar-milliyetçi dergiler genel olarak laiklik nikabına bürünen din karşıtlığını çeşitli boyutlarıyla eleştirerek milletin nasıl tanımlanması gerektiği şeklindeki soruya kendi zaviyelerinden cevap üretirler. Bu yanıyla o tarihten günümüze uzanan bir tartışmanın ipuçla- Hassas Bir Muhalefet Politikası: Geçiş Sürecinde Dindar-Milliyetçi Dergiler 89 rını sunarlar. Dine ve din ehline karşı, masonluk ve komünizm kaynaklı olduğu düşünülen saldırıların bertaraf edilmesi için her durumda siyasî ve dinî açıdan şuur kazanılması salık verilir. Bu çerçevede, İkinci Dünya Savaşı sonrasında genel olarak komünizme karşı olmak siyasî ve dinî birtakım gerekçelerle belirginlik kazanmış bu aynı zamanda İslâm’a dönüş için bir vesile addedilmiştir. Yine 1940’lardan itibaren gündeme gelen Filistin meselesi üzerinden geliştirilen Siyonizm eleştirileri ise kimi zaman gerçeklikten uzak birtakım değerlendirmelerin daha doğrusu komplocu söylenti kombinasyonlarının dönemin dergilerinde geniş yer tutmasına sebebiyet vermiştir. Din ve vicdan hürriyeti dönemin en önemli meselesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Vicdan terbiyesi, seçmeli din dersleri, İmam Hatip okullarıyla devam eden bu tartışma vesilesiyle tek parti devrindeki yanlış laiklik uygulamalarından dolayı milletin manevî açıdan sarsıldığı ve bunun yeniden inşa edilmesi gerektiği ileri sürülür. Laiklik sorunu özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında, sürekli tartışılan merkezi konulardan biridir. Doğrul’un da belirttiği üzere devlet yönetimi ve devlet dışındaki farklılık kavranamadığı müddetçe hakiki laiklik uygulamalarına hayat verilemez. Somut bir tecrübenin konusu olan laiklik bahsinde çeşitli kalemlerin yazıları bulunuyorsa da hem bu dönemde hem de 1960 sonrasında laiklik konulu tartışmalar esasen Ali Fuat Başgil’in mütalaaları ekseninde biçimlenmiş ve onun 1954’te yayımlanan Din ve Laiklik kitabının temel çerçevesini aşamamıştır (Başgil, 1954)58. Başlı başına bir hikâye olan bu durum Türkiye’deki belli tartışmaların her dönemde niçin asla kurtulamadığımız daimi ikametgâh oluşunu da açıklar aslında. Başgil ana hatları bakımından laikliğe karşı olmadığının altını çizmekte ancak Türkiye’de çok partili hayata kadar kavranış ve uygulanış şekli bakımından ciddi birtakım problemlerin varlığına işaret etmektedir. Ona göre gerçek manada laikliğin olabilmesi için devletin ve dinin karşılıklı bağımsızlıklarının bulunması icap eder. Yanlış laikliğin boyunduruğundan kurtulma sürecinde Diyanet İşleri Başkanlığının özerkliği, İmam Hatip Okullarının ve Kur’an kurslarının Diyanet’e bağlanması yolundaki ısrarlı talepler bu bağlamda hatırlanabilir. Bununla birlikte Ceza Kanununun 163. maddesinin de etkisiyle İslâm’ın siyasî prensiplerinden ve bunların devlet 58 Nurettin Topçu, Din ve Laiklik kitabını beğenmekle birlikte bu kitapta birtakım ilmi hatalar bulunduğu kanaatindedir. Bunun üzerine bir tanıtma ve tenkit yazısı kaleme alır fakat yazının kendi adıyla çıkmasının Ali Fuat Başgil’e ayıp olacağını düşünerek, söz konusu yazının Orhan Okay adıyla çıkmasını arzular. Bunun üzerine Okay, yazıyı Peyami Safa’nın Türk Düşüncesi dergisine gönderir. Ne var ki yazı bir mürettip hatası olarak Orhan Oktay imzasıyla yayımlanır. Konunun ayrıntıları için bkz. Okay (2015, ss. 63-68). 90 İslam’ı Uyandırmak - II şeklinin bileşeni oluşundan söz edilmemesi, dönemin dindar-milliyetçi dergilerinin ortaya koyduğu algının son kertede bireysel ve dar anlamda cemaatçi bir yapısının olduğunu düşünmemizi mümkün kılar. Ayrıca bu yıllardan itibaren her kritik dönemde karşımıza çıkacak olan siyasî baskınların her dönemde katlandığı da bir vakıadır. 1940’ların sonundaki Büyük Doğu bir dışarda tutulursa Hareket dergisi dışında felsefi ve edebi metinler neşreden dindar-milliyetçi dergi neredeyse yoktur. Meşrutiyet dönemi İslâmcılarının bazı metinlerinin yeniden basımının dışında, fikri, edebi, sanatsal ve hayatın diğer alanlarına dair oylumlu metinlerin neşredilmediğini kaydetmek gerekmektedir. Sanat ve edebiyat sayfalarının 1940’ların Türkiye’sinde çıkan edebiyat ve kültür dergilerine göre hayli zayıf olduğu söylenebilir. İslâm’ı bizatihi teceddüt ve terakki telakki eden Selâmet kimi zaman bir şiire kimi zaman ise hattatların yahut musikişinasların hayatı hakkında birtakım malumatlar vermekle yetinir. Bu dönemde yayımlanan şiirler ya gazel formunda ya da naat biçimindedir. İslâm dünyasındaki mimarî eserler babındaysa cami, medrese ve türbe gibi yapılara temas edilmiştir. Ayrıca o yıllarda yapılmakta olan Şişli Camiî’nin günden güne tekemmül ettiğini fakat kemalini bulması için halkın müzaheretine ihtiyaç duyulduğunun altını çizen bir habere yer verilmiştir (1947, 16, 10). Memleketin en güzide yapıları olan camilerle ilgili müstakil yazılara sayfalarında yer ayıracağını ilan eden dergi, camilerin muhteşem bir mimarlık abidesi olduğunu vurgulamış, mimarlıkla el ele veren sanatların milli kültürü zenginleştirdiğini belirtmiştir. Radyo neşriyatını, bir milletin kültürünü aksettirmesi bakımından önemseyen dergi, din edebiyatı ve musikisi bakımından dünyanın en ileri milletinin radyosunda dinî neşriyat yapılmamasını tenkit eder (Doğrul, 1947h, s. 2). Sayfalarında fotoğrafa fazla yer vermeyen Selâmet, bu konudaki tercihiyle Hareket ile Büyük Doğu arasında bir yerde konumlanır. 1939’da Birinci Neşriyat Kongresinin düzenlendiği ve 1940’larda edebî bakımdan yenilikçi dergilerin neşredildiği dünya edebiyatından klasikler başta olmak üzere ciddî tercümelerin yapıldığı nazarı itibara alınırsa dönemin dergilerinin kültürel meseleler açısından son derece fakir olduğu ciddi bir sıçrama yapamadıkları görülür. Bu dönemde yayımlanan kitap tetkiklerinin sınırlılığı da tartışma götürmez. Bundan dolayı da Nurettin Topçu’nun dinî neşriyat alanına dair yapmış olduğu tespitlerin pek de haksız olmadığını söylemek gerekmektedir. Ortaokul yıllarında eski Sebilürreşad dergilerini gözden geçiren, lise yıllarında Büyük Doğu’yu takip eden (Karakoç, 1988, s. 13) Sezai Karakoç, Büyük Doğu’nun dergi ve gazete olarak yayımlandığı 1950’lerde Hassas Bir Muhalefet Politikası: Geçiş Sürecinde Dindar-Milliyetçi Dergiler 91 matbuat dünyasına bilfiil katılmış (Karakoç, 1989a, s. 7) olması hem bu yayını sanat ve edebiyat açısından kuvvetlendirmiş hem de 1960 sonrasının edebiyat temelli damarının oluşmasına zemin hazırlamıştır. Ayrıca Hareket dergisinin ele aldığımız dönemdeki Dostoyevski ilgisi de 1960 sonrasında devam artan siyasî tartışmalarla birlikte yeniden gündeme gelmiştir. Bunun nedeni açıktır: her dönem, kendi söylemini üretir ve kendi kültür sanat anlayışını ortaya koyar. Bu dönemin sonunda 1960 yılının Nisan ve Mayıs aylarında dönemin siyasî ve askerî gelişmelerinden dolayı ancak iki sayı çıkabilen Diriliş dergisi 1940 sonrasından kalan mirası ve yeni duyarlılıkları derli toplu bir biçimde yansıtır. Zira dergide dönemin iki etkili figürü Necip Fazıl ile Nurettin Topçu’nun eserlerinin tanıtımı yanında Türk Düşüncesi, Türk Yurdu ve Sebilürreşad ile Hilâl dergilerine aynı sayıda yer verilmiş olması dindar ve milliyetçi yaklaşımın kabul edilmesinden kaynaklanır. Ayrıca sanat odaklı haberlerle Batı düşüncesinden Türkçeye kazandırılan eserlerin dergi sayfalarında tanıtılması da 1960 sonrası gelişmelerin habercisi olarak okunabilir. Bununla birlikte İslâm âleminden yapılan tercümeler yayın hayatına dâhil olmaya ve bir etki oluşturmaya başlar. Hatta derginin Mayıs 1960 tarihli 2. sayısında Türk Yurdu için “Gittikçe İslâmî mefkûreye yaklaşan” ifadesine yer verilir. Dönemin dergileri zaman ve mekân bağlamında farklı şekillerde düşünüldüğünde 1960 sonrasında Türkiye’de gündeme geldiği varsayılan pek çok konunun 1940’ların ikinci yarısıyla 1950’lerde zaten yazılıp çizildiği fark edilecektir. İster sıradan isterse fikri yönelimi baskın bir dergi olsun tek parti tahakkümünün ardından bir ümit gibi beliren demokrasi hareketinin çökertilmesine yol açan 27 Mayıs 1960’a kadar yayımlanan dergiler, İslâm davasını müdafaa ederken, dindarlıkla millî kimliği bir arada mütalaa etmiş, inanç mücadelesi ile millet mücadelesi birbirinden ayrılmamıştır. Ne var ki, bu birliktelik sanıldığı gibi İslâm âlemi ve ümmet tahayyülünün kaybı manasına gelmemektedir. Her ikisi birbirini besleyen, bütünleyen ve geliştiren daha gelişkin bir bakış açısına yol açmaktadır. İslâm âleminin sömürgecilikten kurtulmasıyla/intibahıyla gün yüzüne çıkan somut meseleleriyle ilgilenilmesi meselenin boyutlarını ortaya koymaktadır. Avrupa sömürgecilerine karşı geliştirilen anti-emperyalist söylem aynı zamanda Türkiye’nin bu bölgelere olan tarihsel sorumluluğuyla da birleştirilir. Müslümanları maddeten ve manen birleştirecek işlere dair haberler de yer alır dergi sayfalarında. Bunlar gerek yabancı basından alan çeşitli yorum ve haberlerle desteklendiği gibi müstakil uzun yazılar şeklinde de okurların karşısına çıkabilmektedir. İslâm âleminin içinde bulunduğu kötü durum yanında Pakis- 92 İslam’ı Uyandırmak - II tan gibi umut verici yeni gelişmeler dergi sayfalarında sürekli bir biçimde yer alır. İslâm âleminin birliğine atfedilen öneme uygun olarak uluslararası kongre ve konferanslara dair haberler İslâm dünyasının birliği düşüncesinin dergilerde belli bir ağırlığa sahip olduğunu kanıtlar. Öyle ki Ömer Rıza Doğrul, Mehmet Akif ’in vefatının üzerinden geçen on iki yılın ardından İslâm âleminin birlik olmaya doğru emin adımlarla yol aldığını söyleyecektir. İkinci Dünya Savaşı sonrası yönelişlerin bu yöndeki faaliyetleri çok taraflı olarak kolaylaştırmış ve hızlandırmış olduğu da açıktır. Gerçekçi olup olmadığı bir yana bir iki istisna hariç dergilerin tümü tıpkı meşrutiyet devrinde yayın hayatına başlayan Sırât-ı Müstakîm gibi İslâm âlemine hizmet maksadıyla tesis olunmuş intibaı uyandırmaktadır. İslâm âleminin uyanışı yeni bir dönemin başlangıcı olarak selamlanırken, önceki yıllarda olduğu gibi Müslümanların tembelliği ve uyuşukluğu konularına temas edilmemiş olması bu dönemin İslâm âlemi tasavvuru bakımından da üzerinde durulmayı hak ettiğini gösterir. Hiç şüphesiz dönemin fikrî tarihini yazmak için hafıza, sezgi ve beklenti ufku üzerinden dergilerin koleksiyonlarının hem tek tek hem de karşılaştırmalı olarak incelenmesi yerleşik hale gelmekle kalmayıp yaygınlık kazanan kimi kanaatlerin sorgulanmasına kapı açacaktır. Kaynakça Abdurrahman Azzam Paşa (1947). Selâmet, 2, 4. Ağaoğlu, S. (2013). İlk köşe edebiyat hatıraları. (s. 219). İstanbul: YKY. Ak, S. (2016). Necip Fazıl ve Büyük Doğu. İstanbul: Büyüyenay. Akıncı, H. F. (1947). Okuttuğumuz ezanlar yanlış mı?. Selâmet, 24, 3. Âlemşümul ızdırabın sebepleri. (1951). M. Hüsnü Erdem (Trc.). İslâmın Nuru, 7, 12-14. Ali Kemal. (1952). Gayemiz İslâmiyet, tabii bir dindir. İslâmın Nuru, 13, 3. Armağan, M. (2010). Türkçe ezan ve Menderes. (ss. 103-165). İstanbul: Timaş. Asya Milletleri konferansı. (1947). Selâmet, 3, 10. Aşçı, A. (2000). Ali Fuat Başgil bibliyografyası. İstanbul: Kubbealtı. Atilhan, C. R. (1948). Filistin için cihad-ı mukaddes. Sebilürreşad, 1, 7. Bastığımız dalı ezmeyelim ve incitmeyelim. (1950). Ehli Sünnet, 92, 12-13. Başgil, A. F. (1952a). İslâm medeniyetine kuşbakışı bir nazar. İslâmın Nuru, 11, 11. Başgil, A. F. (1952b). Laiklik meselesi ve din hürriyeti. Serdengeçti, 15-16, 4-5. Başgil, A. F. (1952c). Pakistan intibalarım. İslâmın Nuru, 17, 19-20. Başgil, A. F. (1952d). Pakistan’da Müslüman Milletler kongresindeki konuşmanın tam metni. İslâmın Nuru, 18, 23. Başgil, A. F. (1952d). Pakistan’da Müslüman Milletler kongresindeki konuşmanın tam metni. İslâmın Nuru, 18, 23. Hassas Bir Muhalefet Politikası: Geçiş Sürecinde Dindar-Milliyetçi Dergiler 93 Başgil, A. F. (1952e). Pakistan’da Müslüman Milletler kongresindeki konuşmanın tam metni. İslâmın Nuru, 19, 19-21. Başgil, A. F. (1952f). Pakistan’da Müslüman Milletler kongresindeki konuşmanın tam metni. İslâmın Nuru, 18, 15-17. Başgil, A. F. (1953). Diyanet İşleri teşkilatına dair yeni bir kanun tasarısı. İslâmın Nuru, 24, 7. Başgil, A. F. (1954). Din ve Laiklik içtimaî ve hukukî etüd. İstanbul: Fakülteler Matbaası. Behçet, S. (1952, 1 Mayıs). Başörtüsü meselesi ve Türk kadınını tanımayanlar. Ehli Sünnet, (s.y). Beyaz, Y. (2013). Necip Fazıl’ın düşünce dünyası. İstanbul: İşaret. Bilmen, Ö. N. (2010). Ashabı kiram hakkında Müslümanların nezih itikatları. İstanbul: Hisar. Binatlı, N. A. (1950, 6 Ocak). Endonezya istiklâli münasebeti ile. Büyük Doğu, 13, 9. Bircan, A. B. & Atalar, M. K. (2017). Ercümend Özkan ile İslâmî hareket üzerine. (ss. 236-241) Ankara: Anlam. Bornovalı, L. (1942). Yaban. Hareket, 8, 237. Bornovalı, L. (1947). Eğitimde demokrasiye doğru. Hareket, 12, 10. Bornovalı, L. (1948a). Partiler karşısında Hüseyin Avni. Hareket, 14, 7. Bornovalı, L. (1948b). Türkiye Cumhuriyeti tarihi hakkında. Hareket, 22, 12. Bu rezalete ne zaman son verilecek?. (1949). Ehli Sünnet, 53, 15-16. Bugünkü İslâm âlemi. (1947). Selâmet, 3, 5;15. Burhan Felek. (1947). Din öğretimi hakkında. Selâmet, 10, 3. Büyük İslâm devleti Pakistan. (1950). Serdengeçti, 11, 8. Cantek, L. (2013). Cumhuriyet’in büluğ çağı. İstanbul: İletişim. Caviş, A. (1952). İslâm’ın düşüncesi. Mehmet Akif (Trc.). İslâmın Nuru, 11, 40-42. Cemaat teşkilâtı kurmak meselesi. (1947). Selâmet, 20, 3. Cinisli, R. (2017). Bir devrin hafızası. (ss. 71-72). İstanbul: Doğan. Civelek, M. (2016). Kırk yıl sonra dün gibi Nurettin Topçu. (ss. 16-31). İstanbul: Dergâh. Çantay, H. B. (1952) İslâmın nuru. İslâmın Nuru, 18, 41. Çekmegil, M. S. (1992). 1960’larda İslâmî yyanış. Haksöz, 14. Çekmegil, M. S. (1996). Son çeyrek yüzyılda bizdeki gelişmeler. Değişim, 32, 27-28. Çelik, M. (2017). Erzurumlu Hüseyin Avni Ulaş. İstanbul: Dergâh. Çıkmaz sokak: İmam Hatip kullarının hali, istikbali, mabetsiz şehir mabede kavuşuyor!... (1957), Serdengeçti, 23, 6-7. Debus, E. (2009). Sebilürreşad: Kemalizm öncesi ve sonrası dönemdeki İslâmcı muhalefete dair karşılaştırmalı bir araştırma. (s. 49). (Atilla Dirim, Çev.). İstanbul: Libra. Değişmeyen zihniyet (1947, 27 Nisan). Serdengeçti, 1, 5. Demirel, T. (2011). Türkiye’nin en uzun on yılı, Demokrat Parti iktidarı ve 27 Mayıs darbesi. (ss. 83-88) İstanbul: Bilgi Üniversitesi. Din tedrisatı için hazırlanacak eserler. (1947). Selâmet, 21, 2. Dini unutturmak siyaseti artık tamamıyla iflas etmiştir. (1947). Selâmet, 30, 3. Diyanet İşleri Başkanlığının kitap neşriyatı. (1952). Serdengeçti, 14, 14. Diyanet İşleri makamını tenkit ediyorum. (1952, 15 Mayıs). Ehli Sünnet, 113, 9. Doğan, D. M. (2017). Modernleşmenin bedeli. (s. 12). Ankara: Atlas. 94 İslam’ı Uyandırmak - II Doğrul, Ö. R. (1946, 13 Eylül). Biz ve komşularımız. Büyük Doğu, 46, 9. Doğrul, Ö. R. (1947a). İlmî mazimiz ve âtimiz. Selâmet, 3, 2. Doğrul, Ö. R. (1947b). İslâm düşüncesinde dinamiklik. Selâmet, 4, 2. Doğrul, Ö. R. (1947c). Üç büyük dava. Selâmet, 12, 2. Doğrul, Ö. R. (1947d). Hacca gitmek meselesi. Selâmet, 14, 2 Doğrul, Ö. R. (1947e) Vicdan terbiyesi nerede verilir?. Selâmet, 16, 3. Doğrul, Ö. R. (1947f). Vicdan terbiyesi nerede verilir?. Selâmet, 17, 3. Doğrul, Ö. R. (1947g). Millet ve ümmet. Selâmet, 18, 2. Doğrul, Ö. R. (1947h). Radyomuz dinî neşriyat yapmalıdır. Selâmet, 19, 2. Doğrul, Ö. R. (1947ı). Musa Carullah. Selâmet, 19, 2. Doğrul, Ö. R. (1947i). Ezan ve kâmet hakkında. Selâmet, 25, 2. Doğrul, Ö. R. (1947j). İslâm milletlerinin birliğini belirten muhteşem bir manzara. Selâmet, 29, 2. Doğrul, Ö. R. (1947k). Mukaddes bir cihad. Selâmet, 30, 2. Doğrul, Ö. R. (1947l). Kurultayda din davası. Selâmet, 31, 2. Doğrul, Ö. R. (1947m). Akif ’in davası. Selâmet, 32, 2. Ehli sünnetin gayesi. (1948, 1 Ocak). Ehli Sünnet, 27, 5. Erkul, E. (1947). Dünya sulhu için dinden faydalanmak. Selâmet, 16, 2. Eşref Edip. (1952). H.P. dinsizleri, dinimizi nasıl mahvetmek istediler?. Serdengeçti, 15-16, 14-15. Eşref Edip. (2011). Risale-i Nur müellifi Said Nur, hayatı, eserleri, mesleği. İstanbul: Beyan. Fıkıh. (1953, 15 Şubat). Ehli Sünnet, 130, 9-10. Filistin meselesi. (1947). Selâmet, 1, 5. Gökay, F. K. (1947). Din terbiyesi laikliğe aykırı değildir. Selâmet, 7, 16. Gün, F. (2001). Sebilürreşad dergisi ekseninde çok partili hayata geçerken din, siyaset ve laiklik, (1948- 1954). İstanbul: Beyan. Güngör, E. (1986). Dünden yarından tarih, kültür, milliyetçilik. (ss. 132-135). İstanbul: Ötüken. Haberler. (1951). İslâmın Nuru, 8, 2. Haberler. (1952a). İslâmın Nuru, 10, 2. Haberler. (1952b). İslâmın Nuru, 17, 2. Haberler. (1953a). İslâmın Nuru, 23, 2. Haberler. (1953b). İslâmın Nuru, 24, 2. Hac hakkında. (1950). Serdengeçti, 12, 6. Hacca gitmek meselesi. (1947). Selâmet, 11, 3. Hacı Emin El-Hüseynî. (1947). Selâmet, 3, 4. Hakiki laikliğe doğru 2. (1947a). Selâmet, 15, 3 Hakiki laikliğe doğru 2. (1947b). Selâmet, 15, 16. Hakiki laikliğe doğru. (1947). Selâmet, 4, 3. Halbwachs, M. (2016). Hafızanın toplumsal çerçeveleri. (B.Uçar, Çev.). Ankara: Heretik. Halbwachs, M. (2017). Kolektif hafıza. (B. Barış, Çev.). Ankara: Heretik. Halk partisinin siyaseti. (1947). Selâmet, 27, 15. Halk partisinin siyaseti. (1947). Selâmet, 27, 5;15. Hassas Bir Muhalefet Politikası: Geçiş Sürecinde Dindar-Milliyetçi Dergiler 95 Hazreti Muhammed Mustafa eserine dair. (1947). Selâmet, 17, 16. Hindistan ve Pakistan. (1952). Serdengeçti, 15-16, 6. İftiradan sakınalım. (1952, 15 Kasım). Ehli Sünnet, 126, 2. İslâm âlemi Pakistan. (1952, 15 Kasım). Ehli Sünnet, 126, 14. İslâm âlemi Pakistan. (1953, 1 Ocak). Ehli Sünnet, 128, 14. İslâm Düşüncesi adlı Eserin bir fıkrası hakkında. (1947). Selâmet, 2, 15. Kabaklı, A. (1947). Ayın hercümerci. Hareket, 12, 11. Kabaklı, A. (1948). Mezhep kavgaları. Hareket, 11, 15. Kaflı, K. (1953, 15 Ocak). Sütunlar arası tezvirata cevap. Ehli Sünnet, 129, 14-16. Kara, İ. (2016). Cumhuriyet Türkiyesi’nde bir mesele olarak İslâm 2. (ss. 401-408). İstanbul: Dergâh. Kara, İ. (2016). İslâm dünyası fikri yeniden ne zaman ortaya çıktı?. Derin Tarih, 56, 115. Karakoç, S. (1988, Ağustos). Hâtıralar, II yanlışlıklar komedyası ya da trajedisi. Diriliş, 2, 13. Karakoç, S. (1989a). Hâtıralar, XXXIV Gaziantep. Diriliş, 34, 7. Karakoç, S. (1989b). Hâtıralar XXXVIII Gaziantep (Ergani). Diriliş, 38, 11. Karakoç, S. (1989c). Hâtıralar XLIII Ankara. Diriliş, 43, 8. Karakoç, S. (1989d). Hâtıralar, XLIV Ankara. Diriliş, 44, 6-7. Karakoç, S. (1989e). Hâtıralar XLVI Ankara. Diriliş, 46, 8. Karakoç, S. (1989f). Hâtıralar LII Ankara- SBF yılları. Diriliş, 52, 9-11. Karakoç, S. (1989g). Hâtıralar LIII Ankara-SBF yılları. Diriliş, 53, 6-9. Karakoç, S. (1989h). Hâtıralar LVIII Ankara- SBF yılları. Diriliş, 58, 10. Kayalı, K. (2016). Türk entelektüellerinin siyasetle imtihanında ayrıksı bir Figür: Nurettin Topçu. Nurettin Topçu Sempozyumu Tebliğler. (s. 347). Erzurum: Erzurum Büyükşehir Belediyesi-Atatürk Üniversitesi. Kısakürek, N. F. (2012). Cinnet mustatili. İstanbul: Büyük Doğu. Kızıl münafıklara cevap. (1947). Selâmet, 18, 3. Kızıl münafıklara en son sözümüz. (1947). Selâmet, 19, 3. Kızıl münafıklara hazer. (1947). Selâmet, 15, 2;15. Koçak, C. (2009). Geçmişiniz itinayla temizlenir. (s. 353). İstanbul: İletişim. Koçak, C. (2015a). Tek-parti döneminde muhalif sesler. (ss. 82-83). İstanbul: İletişim. Koçak, C. (2015b). Tek-Parti döneminde muhalif sesler. (s. 158). İstanbul: İletişim.Koçak, Koçak, C. (2015b). Türkiye’de iki partili siyasî sistemin kuruluş yılları (1945-1950) dönüşüm, ordu, din, hukuk, ekonomi, politika. (cilt 4, ss. 284-312). İstanbul: İletişim. Korok, D. R. (1952a, 4 Ağustos). İran’da yeni diktatörya ve Musaddık. Büyük Doğu, 79, 5. Korok, D. R. (1952b, 27 Ağustos). İran’daki Musaddık-Kaşani komedyaları. Büyük Doğu, 102, 5. Kur’an görenek ve taassubun düşmanı, ilerinin ve ilerlemenin taraftarıdır. (1947). Selâmet, 1, 6. Kur’an-ı Hâkim ve Meali Kerim. (1952, Eylül). Ehli Sünnet, 121, 11-12. Lefebre, H. (2017). Ritimanaliz, mekân, zaman ve gündelik Hayat. (s. 12). (A. L. Batur,Çev.). İstanbul: Sel. Lewis, B. (1993). Modern Türkiye’nin doğuşu. (M. Kıratlı, Çev.). Ankara: Türk Tarih Kurumu. Mabetsiz şehir mabede kavuşuyor!... (1957). Serdengeçti, 23, 3-7. Merhaba arkadaşlar. (1951). Serdengeçti, 13, 2. 96 İslam’ı Uyandırmak - II Mısıroğlu, K. (2011). Geçmiş Günü Elerken I. (s. 88). İstanbul: Sebil. Milliyetçilik ve Komünizm istismarı. (1949). Serdengeçti, 7, 9. Muhasebemiz. (1952, 15 Aralık). Ehli Sünnet, 127, 9. Muhterem din adamlarımıza. (1950, 15 Nisan). Ehli Sünnet, 82, 2. Mücahedemiz. (1952, Ocak). Ehli Sünnet, 105, 4. Mühim bir istihbar. (1953, Şubat). Ehli Sünnet, 130, 10. Münekkit. (1959a). İslâm’a Suikast. Serdengeçti, 31, 13-14. Münekkit. (1959b). İslâm’a suikast II. Serdengeçti, 32, 7. Müsteşrik gözüyle İslâm âleminin gerileme sebepleri. (1947). Selâmet, 3, 16. Nereye gidiyoruz?!, (1949). Serdengeçti, 4-5, 3-4. Okay, M. O. (2016). Anadolu’dan hatıralarla Nurettin Topçu’nun mektupları. (s. 96). Ankara: Cümle. Okurlarımıza cevaplar. (1947a). Selâmet, 4, 16. Okurlarımıza cevaplar. (1947b). Selâmet, 6, 16. Oruç, M. (1947). Bay Şemsettin Yeşil’e cevap. Ehli Sünnet, 24, 4. Oruç, M. (1952). İslâm ulemasını saran korkunç hastalık: Hased. Serdengeçti, 15-16, 15. Örnek, C. (2015). Türkiye’nin Soğuk Savaş düşünce hayatı. (s. 320). İstanbul: Can. Öz, A. (2010). Saatçi Musa. İstanbul: Beyan. Öz, T. V. (1951). Hac Hatıralarım. İslâmın Nuru, 2, 15-17. Özcan, A. (2010). Osman Yüksel ve Serdengeçti. İstanbul: Türk Edebiyatı Vakfı. Özkaragöz, K. (1951). 1951 başında İslâm dünyasına umumî ve kısa bir bakış. İslâmın Nuru, 1, 17-18. P.S., (1949). Meczup ve münevver. Serdengeçti, 6, 12. Pakistan meselesi. (1947). Selâmet, 2, 13. Pakistan meselesi. (1947). Selâmet, 2, 13. Pakistan’a gidenler. (1950). Serdengeçti, 9, 7. Pakistan’a selam. (1949). Serdengeçti, 8, 4. Pakistan’ın kurucusu. (1949). Serdengeçti, 4-5, 19. Pakistan’ın milli şair ve mutasavvıfı İkbal’in 15. ölüm yıldönümü (1953, 1 Mayıs). Ehli Sünnet, 133, 15. Peygamberimizin devrinden ve hayatından canlı sayfalar 1. Selâmet, 8, 4. Peygamberimizin dilinden dersler. (1947). Selâmet, 13, 9. Ponty, M. M. (2017). Algının önceliği. (Y. Yıldırım, Çev.). (s. 12). İstanbul: Alfa. Prof. A. Guillaume’un konferansları ve Prof. Zeki Veldet Togan’ın konuşması. (1953, 1 Haziran). Ehli Sünnet, 135, 13-14. Sayın Adnan Menderese. (1951). Ehli Sünnet, 1951, 104, 2. Sayın okurlarımıza. (1947). Selâmet, 1, 16. Sayın okurlarımıza. (1947). Serdengeçti, 2, 16. Serdengeçti’nin cevapları. (1947). Serdengeçti, 3, 14. Serdengeçti, O. Y. (1947, 27 Nisan). Yolumuz- bizim milliyetçiliğimiz. Serdengeçti, 1, 3. Serdengeçti, O. Y. (1952). Saidi Nursi’nin huzurunda. Serdengeçti, 15-16, 7-28. Serdengeçti, O. Y. (1957). Orta Şark’ta çıban başı İsrail. Serdengeçti, 23, 13. Serdengeçti, O. Y. (1959). İktidar ve muhalefet. Serdengeçti, 28, 3-4. Sisteme geçerken İslâmcı dergiler 3. Haksöz, 28. Hassas Bir Muhalefet Politikası: Geçiş Sürecinde Dindar-Milliyetçi Dergiler 97 Sitembölükbaşı, Ş. (1995a). Türkiye’de İslâm’ın yeniden inkişafı (1950-1960). (s. 185) Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı İSAM. Sitembölükbaşı, Ş. (1995b). Türkiye’de İslâm’ın yeniden İnkişafı (1950-1960). (s. 186). Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı İSAM. Son haddiselerin tahlili. (1953). Hareket, 4, 3. Son hadiselerin tahlili. (1953). Hareket, 4, 4. Subaşı, N. (2004). 1960 Öncesi İslâmî neşriyat: sindirilme, tahayyül ve tefekkür. Modern Türkiye’de siyasi düşünce İslâmcılık. (s. 222). İstanbul: İletişim. Sünnilik- Şiilik ayrılığına dair. (1947). Selâmet, 28, 3. Sünnilik- Şiilik ayrılığına dair. (1947). Selâmet, 28, 3. Sütunlar arasız tezvirata cevap. (1953, 1 Ocak). Ehli Sünnet, 128, 14. T. M. D Beyannamesi. (1952, 1 Mayıs). Ehli Sünnet, 112, 5. Taha Hüseyin. (1947). Peygamberimizin devrinden ve hayatından canlı sayfalar 1. Selâmet, 8, 4. Tahirül Mevlevi (1951): Sözlüğe dair. İslâmın Nuru, 1, 37. Takdim. (1951). İslâmın Nuru, 1, 2. Tanrıkulu, H. (1952). Bir dinci daha sağlam bir milliyetçidir. İslâmın Nuru, 10, 20. Tanrıkulu, H. (1952). Pakistan kongresi. İslâmın Nuru, 17, 26. Tanrıöver, H. S. (1947). Türkiye’de din meselesi. Selâmet, 30, 15. Tarihi bir vesika. (1953, 15 Mayıs). Ehli Sünnet, 134, 9-10. Tebrik. (1950, 14 Ekim). Ehli Sünnet, 91, 2. Tefsir. (1951). İslâmın Nuru, (1), 8. Terbiyeci. (1947, 27 Nisan). Çocuklarımıza neler öğretiyoruz?. Serdengeçti, 1, 17. Teşekkür. (1947). Selâmet, 3, 10. Topçu, N. (1939a) Rönesans hareketleri. Hareket, 1, 5-6. Topçu, N. (1939b). Bizde milliyet hareketleri. Hareket, 3, 76. Topçu, N. (1943a). Avrupa. Hareket, 9, 261. Topçu, N. (1943b). Okulda ahlak. Hareket, 10, 290. Topçu, N. (1943c). Orta öğretim. Hareket, 11, 335. Topçu, N. (1949). Amerikan mektupları X, Müslüman İstanbul ve şimdiki dindarlık. Hareket, 25, 14-15. Topçu, N. (1969). Hareket’in otuz yılı. Hareket, 37, 4. Topçu, N. (2014). İradenin davası& devlet ve demokrasi. (s. 224) İstanbul: Dergâh. Tunaya, T. Z. (1996). Türkiye’nin siyasî hayatında Batılılaşma hareketleri. (s. 182) İstanbul: Arba. Tunaya, T. Z. (2003). İslâmcılık akımı. (ss. 177-188) İstanbul: Bilgi Üniversitesi.. Türinay, N. (1994). Necip Fazıl ve politika. Bütün yönleriyle Necip Fazıl. (s. 144). Ankara: Türkiye Yazarlar Birliği. Türkiye İslâm blokuna inanmıyormuş!. (1950). Serdengeçti, 14, 10. Türkiye’de din meselesi. (1947). Selâmet, 30, 4-5. Türkiye’de İslâmiyetin uyanması. (1952) Serdengeçti, 17, 6. Türkmen, M. G. (1993). Çok partili sisteme geçerken İslâmcı dergiler 3, Haksöz, 28. Uslu, İ. (2015). Sabahattin Zaim kitabı, hayatım ve Türkiye. (ss. 172-175). İstanbul: Timaş. Uyar, T. (1968, Nisan). Dergilerin düşündürdüğü. Papirüs, 23. 98 İslam’ı Uyandırmak - II Üç Mısırlı önder. (1947). Selâmet, (4), 6. Ünal, K. Y. (2015). Hareket Mecmuası indeksi (1939-1953) Bir Rönesans hareketinin işaretleri, Hareket (1939-1943), XIX. Ünaldı, K. (1952). İslâmın nuru. İslâmın Nuru, 13, 47. Ünaldı, K. (1952). İslâmın nuru. İslâmın Nuru, 13, 47. Üstad Ahmet Hamdi Akseki. (1947). Selâmet, 1, 4. Üzmez, H. (1996). Malatya suikastı. İstanbul: Timaş. Vatan sevgisi ve din sevgisi. (1947). Selâmet, 29, 3. Vicdansız neşriyata son verelim. (1953, 15 Ocak). Ehli Sünnet, 129, 2. Yalçıntaş, N. (1952). Dinî hayatımız. Serdengeçti, 17, 5. Yalçıntaş, N. (1959). Ortadoğu ve meseleleri. Serdengeçti, 30, 5-6. Yalman, A. E. (1997) Yakın tarihte gördüklerim ve geçirdiklerim. (cilt 2). İstanbul: Pera. Yaşa be Menderes. (1952). Serdengeçti, 15-16, 25. Yazır, M. (1952). Dünya meseleleri ve Müslümanlık. İslâmın Nuru, 17, 30. Yeni bir mezhep ve tarikat oropagandası. (1948). Ehli Sünnet, 49, 11. Yüksel, O. (1947, Mayıs). Manevî emperyalizm. Serdengeçti, 2, 3. Yüksel, O. (1947a, 27 Nisan). Kanlı Balkanlar. Serdengeçti, 1, 9. Yüksel, O. (1949). Sabahattin Ali faslı. Serdengeçti, 6, 12. Zapsu, A. (1947a). Okuyucularımızla başbaşa. Ehli Sünnet, 1, 3. Zapsu, A. (1947b). Milli Eğitim Bakanlığına ikinci açık mektup. Ehli Sünnet, 17, 1. Zapsu, A. (1950a). Dini neşriyat. Ehli Sünnet, 91, 11-12. Zapsu, A. (1950b). 4 senelik muhasebe. Ehli Sünnet, 93, 8. Zapsu, A. (1951a) Pakistan seyahat notları. Ehli Sünnet, 96, 12. Zapsu, A. (1951b). İç haberler. Ehli Sünnet, 96, 16. Zapsu, A. (1951c). Pakistan Dışişleri Bakanlığı Ortadoğu müsteşarı Muhammed Esed Ankara’da. Ehli Sünnet, 103, 14. Zapsu, A. (1952a, Ocak). İmam Hatip mektebinin hali. Ehli Sünnet, 106, 2. Zapsu, A. (1952b, 1 Haziran). Vekar istiyoruz. Ehli Sünnet, 114, 2. Zapsu, A. (1952c, 15 Haziran). İmam Hatip mektepleri ve ben. Ehli Sünnet, 115, 4-10. Zapsu, A. (1953a). Tevhidi Tedrisat kanunu ve İmam Hatip mektebi. Ehli Sünnet, 105, 5-9. Zapsu, A. (1953b, Ocak). Diyanet İşleri riyasetinin dikkatine. Ehli Sünnet, 128, 12. Zapsu, A. (1953c, 15 Ocak). Sayın T. Melen’e ikinci mektup. Ehli Sünnet, 129, 10-12. Zapsu, A. (1953d, 15 Ocak). Vicdansızca mantıklar. Ehli Sünnet, 129, 8-16. Zapsu, A. (1953e, 1 Haziran). İlim Yayma cemiyetinden ne bekliyoruz?. Ehli Sünnet, 135, 9-12. Zapsu, A. (1953e, 13 Mart). Prof. Nuri Bülent Esen’e ikinci mektup. Ehli Sünnet, 131, 11. Zapsu, A. (1953f, 15 Haziran). Anıtlar derneğinden ne bekliyoruz?. Ehli Sünnet, 136, 8. Zapsu, A. (1953g, 15 Temmuz). İslâm koleji. Ehli Sünnet, 137, 8. Zapsu, A. (1953h, 15 Ağustos). İslâm koleji 2. Ehli Sünnet, 138, 8. Zapsu, A. (1953ı, Aralık). Şükran. Ehli Sünnet, 140, 16. Zapsu, A. (1953i, Aralık). Mütefekkirlere tefsir hülasası. Ehli Sünnet, 140, 16. VI. BÖLÜM YENIDEN FİLİZLENME VE BIÇIMLENME: 1940’LARDA YENI BAŞLANGIÇLAR ~ Büyükdoğu, 1959, Mart 13, 2. ~ ~ Büyük Doğu, 1965, Eylül 22, 1(1). ~ Giriş Türkiye modernleşmesinin önemli bir düşünce hareketi olan İslamcılık, Cumhuriyet’in ilanından sonra ciddi bir kriz ile karşı karşıya kalmıştır. İslamcılık düşüncesini besleyen gazete ve dergilerin kapatılması, İslamcılık düşüncesi etrafındaki tartışmalara katkı yapan aydınların yeni kurulan rejim ile anlaşmazlığa düşmeleri ve siyasetten el çektirilmeleri ve yeni rejimin laiklik anlayışı gibi sebepler, İslamcılık hareketinin bir fetret devrine girmesine sebep olmuştur. Özellikle matbuat yasağına bağlı sansür uygulamaları dolayısıyla dergilerde ve kitaplarda süre gelen ilmi birikim devam edememiştir. Bu gelişmelere bağlı olarak İslamcılığın kamusal alanda örgütlenmesi ve sürekliliği de mümkün olmamıştır. Bu kesinti, 1930’lu ve 1940’lı yıllarda dindarlığın geleneksel formlar dahilinde toplumda içine kapanmış bir vaziyette devam etmesiyle sonuçlanmıştır. Burada “fetret devri” tanımlaması, Cumhuriyet’in kurulmasının ardından bir düşünce ve siyasi hareket potansiyeli olan İslamcılığın ciddi bir kesintiye uğramasına odaklanmaktadır. Öyle ki bu yazıda da takip edilebileceği üzere çok partili hayata geçiş aşamasında yavaş yavaş görünür hale gelen bu hareket açısından Cumhuriyet öncesi tartışmalara ve meselelere dönüş yapma imkanı bulunamamıştır. Bu durum, aradaki fetret devrinde rejimin bir bütün halinde din meselesine yaklaşımından ve buna bağlı olarak gerçekleşen laiklik uygulamalarından kaynaklanmaktadır. İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesinin ardından Türkiye’de çok partili hayata dönülmesi kararı alınmış ve demokratikleşmeye ilişkin adımlar atılmıştır. Bu İslamcılığın Fetret Devri, Büyük Doğu Dergisi ve Necip Fazıl Kısakürek Mahmut Hakkı Akın 104 İslam’ı Uyandırmak - II süreçte matbuat yasağının kalkmasıyla birlikte İslamcılık düşüncesi ve hareketi için de yeni bir dönem başlamıştır. Bu dönemde dikkat çeken sembol isimlerden birisi Necip Fazıl Kısakürek’tir. 1943 yılından itibaren yayınlanmaya başlayan Büyük Doğu dergisi, zamanla İslamî hassasiyetleri vurgulaması açısından dikkat çekmiş ve çok yüksek tirajlara ulaşmıştır. Dergi, belli dönemlerde sansüre maruz kalmış, Necip Fazıl da hapis cezalarına çarptırılmıştır. Büyük Doğu dergisinin 1943-1960 arası dönemi, İslamcılık düşüncesi açısından ilgi çekici ve değerlendirmeyi hak eden bir dönemdir. Necip Fazıl Kısakürek’in dindar kesimi bilinçlendirme yönünde davası adına kaleme aldığı eserlerin neredeyse tamamı bu dönemde bölümler halinde Büyük Doğu dergisinde yayınlanmıştır. Büyük Doğu, sadece bir dergi olmanın ötesine geçerek teşkilatlanmaya ve hatta siyasi partileşmeye doğru hamle de yapmıştır. Gerek dergide kaleme alınan yazılar, gerekse Necip Fazıl’ın bu dönemdeki hikayesi, İslamcılık düşüncesi ve hareketi açısından tek parti dönemi sonrasını açıklamada önemli bir yerde bulunmaktadır. Çünkü hem Necip Fazıl’ın hem de Büyük Doğu hareketinin sonraki İslamcılar üzerinde önemli etkileri olmuştur. Bu durum, 1960’lı yıllardan itibaren Büyük Doğu çizgisini benimsemeyen ve Necip Fazıl’a daha eleştirel bir konumda bulunanlar için de geçerlidir. Ne var ki Necip Fazıl üzerine yapılan bir çalışmada onun nevi şahsına münhasır karakteri ve kendi hikâyesi de göz önünde bulundurulmalıdır. Ayrıca, 1940’lı yılların başından 1960 yılına kadar devam eden, yaklaşık yirmi yıllık dönem değerlendirilirken bugünün siyasi ayrışmaları üzerinden anakronik bir yorumlamaya tabi tutulmamalıdır. Bu durum Necip Fazıl Kısakürek ve Büyük Doğu dergisi için de geçerlidir. Büyük Doğu’nun Ortaya Çıkışı Adı Necip Fazıl Kısakürek ile özdeş hale gelen Büyük Doğu dergisi, 1943 yılının Eylül ayında ilk sayısını yayınlamıştır. Bu dergi, Necip Fazıl’ın daha önce 1936 yılında İktisat Vekili Celal Bayar’ın yardımlarıyla çıkardığı ve tamamen bir edebiyat dergisi hüviyetine sahip olan Ağaç dergisinden yedi yıl sonra çıkmıştır. Okay (2015, ss. 27-37) ara vermeler, kapatılmalar, Necip Fazıl Kısakürek’in hapishane cezaları, gazeteye dönüşme gibi kesintilerle derginin 1943 ile 1978 yılları arasında on beş ayrı dönemde toplamda 512 sayı çıktığını tespit etmiştir. Bu dönemler içinde dergiye asıl karakterini veren, başka bir deyişle Büyük Doğu’yu “Büyük Doğu” yapan dönemler özellikle Takrir-i Sükûn kanunun kaldırılma- İslamcılığın Fetret Devri, Büyük Doğu Dergisi ve Necip Fazıl Kısakürek 105 sından sonraki dönemlerdir. Dergi, ilk dönemlerinde ciddi bir edebiyat dergisi olarak çıkmıştır. Üstelik bugünden yapılan bir okumayla özellikle muhafazakâr kesimden okuyucuları şaşırtacak bazı isimlerin dergide yazılarının yayınlanması dikkat çekicidir. Böylesi bir anakronizme düşülmesinde Türkiye’deki siyasi kültür bölünmüşlüğünün, Necip Fazıl’ın 1934 yılında Nakşibendi şeyhi Abdülhakim Arvasi’yi tanımasının ardından yaşadığı ihtida sürecinin sanki içinde yaşadığı çevreden tamamen koptuğu ani bir dönüşüm zannedilmesinin payı büyüktür. Bu zannın oluşmasında ve gelişmesinde Necip Fazıl’ın da önemli bir rolü olduğu belirtilmelidir.1 Hatta Necip Fazıl Kısakürek’i ve Büyük Doğu hareketini Türkiye’deki siyasi kültür bölünmüşlüğünün önemli üreticileri arasında kabul etmek gerekmektedir. Necip Fazıl Kısakürek’in bugün hâlâ ilgi gören ve okunan pek çok kitap çalışması, tefrika halinde Büyük Doğu dergisinde yayınlanmaya başlamıştır. Dergide yazılan yazıların toplanarak kitap haline getirilmesi, hem Necip Fazıl sağken hem de vefat ettikten sonra devam etmiştir. Çöle İnen Nur, İdeolocya Örgüsü, Tanrı Kulundan Dinlediklerim, Çerçeve 1-6, Hadiselerin Muhasebesi 1-3, Vesikalar Konuşuyor, Son Devrin Din Mazlumları, Savaş Yazıları 1-2, Ulu Hakan Abdülhamid Han, Veliler Ordusundan: Halkadan Pırıltılar ve başka pek çok kitabı Büyük Doğu Dergisinde yayınlanan yazılarından oluşmuştur. Necip Fazıl Kısakürek, bu yazıların çoğunda ve kitap haline gelmemiş bazı yazılarında dönemine göre müstear isimler de kullanmıştır. Kısakürek’in kullandığı müstear isimlerden bazıları şunlardır: “‘Büyük Doğu’, ‘B.D.’, ‘Be.De.’, ‘Ne. Fe. Ka’, ‘Dedektif X Bir’, ‘Prof. H. H.’, ‘Prof. Ş. Ü.’, ‘Adıdeğmez’, ‘Zabıt Katibi.’” Necip Fazıl Kısakürek’in Büyük Doğu’nun ikinci dönemi itibariyle (1945 yılının Kasım ayından itibaren) müstear isim kullanımının artması dikkat çekmektedir. Bu durumun önemli sebeplerinden birisi, yıllar geçtikçe Büyük Doğu dergisinde CHP iktidarına karşı muhalif üslubun ve İslamî vurgunun artması ve bu sebebe bağlı olarak yazar çeşitliliğinin azalmasıdır. Bir başka sebep de Necip Fazıl’ın zor karakteridir. Çünkü pek çok yazarla şahsi meseleleri yüzün1 1950 öncesinde dergide yazıları yayınlanan isimlerden bazıları şunlardır: Oktay Akbal, Sait Faik Abasıyanık, Cahit Sıtkı Tarancı, Özdemir Asaf, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Ziya Osman Saba, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Hüseyin Cahit Yalçın, Mustafa Şekip Tunç, Burhan Asaf Belge, Kazım Nami Duru, Nizamettin Nazif, Salih Zeki Aktay, Ziya Şakir, Peyami Safa, Reşat Ekrem Koçu, Ömer Rıza Doğrul, Samiha Ayverdi, Hilmi Ziya Ülken, Ali İhsan Sabis, Abdülkadir Kemali Öğütçü, Mehmet Vehbi Çelik, Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, Celal Sılay, Cevat Rifat Atilhan, Nurettin Topçu, Cahit Tanyol, Suphi Nuri İleri, Abdürrahim Zapsu, Samet Ağaoğlu vd. (Okay, 2015, s. 32). 106 İslam’ı Uyandırmak - II den yolları ayrılmıştır. Hatta 1960’lı yılların sayılarında mason olarak itham ve ifşa edilen isimlerin bir kısmının Büyük Doğu’nun ilk devrelerinin yazarları olmaları da manidardır. Kadrodaki azalmalara bağlı olarak bazı sayılardaki yazılara bakıldığında neredeyse derginin tamamının bir hafta içinde Necip Fazıl Kısakürek tarafından yazıldığı görülmektedir. 1949 ve 1950 yıllarındaki pek çok sayıda bu durumu tespit etmek mümkündür. Bu sayıların çoğunda dergideki yazıların yarısından fazlası Necip Fazıl’ın kaleme aldığı yazılardır. İlk devrelerde Büyük Doğu dergisinin daha çok edebi bir dergi hüviyetine sahip olduğu söylenebilir. Derginin bütün tarihi boyunca sayılara göre bazen azalan, bazen de artan edebi bir yönü daima olmuştur. Zamanla Büyük Doğu, daha çok siyasi dergiye dönüşmüştür. Hatta derginin tam anlamıyla “İslamî ve siyasî” bir dergi haline geldiğini iddia etmek de mümkündür. Edebi dergiden İslamî ve siyasî bir dergi haline geçme sürecinde derginin ilk devresinin tek parti dönemine (17 Mayıs 1943-5 Mayıs 1944), ikinci devresinin ise çok partili hayata geçiş dönemine (2 Kasım 1945-13 Aralık 1946) denk gelmesi ve katı laiklik uygulamalarıyla oluşan havanın devam etmesi göz önünde bulundurulmalıdır. Devam eden devrelerde CHP’ye muhalif tavır taviz verilmeksizin devam etmiştir. Bu değişimin yaşanmasında Necip Fazıl’ın aldığı hapis cezalarının önemli bir yeri olduğu tespit edilebilir. İlerleyen devrelerde yazı dizisi olarak yayınladığı ve daha sonra kitap olarak da yayınlanan Cinnet Mustatili kitabı önemli bir kaynaktır. Cezalar, baskılar ve tehditler, Necip Fazıl’ın daha da fazla işine sarılmasına ve Büyük Doğu’yu bir siyasi hareket kaynağı olarak kurmasına sebep olmuştur (Bk. Kısakürek, 2010a; 2011a). Cezalar ve sansür yoluyla izlenen yıldırma siyaseti onu daha da kavganın içine çekmiştir. Hasımlarına karşı polemikçi ve alaycı bir üslup kullanmış ve kalem kavgalarına girmekten çekinmemiştir. Hatta pek çok gazeteci ve yazar onunla polemiğe girmemeye çalışmışlardır. 17 Eylül 1943 tarihinde ilk sayısı yayınlanan Büyük Doğu dergisinin ilk devresinin son sayısı 5 Mayıs 1944 tarihinde yayınlanmıştır. Otuz sayı çıkan bu ilk devre, daha sonraki devrelerdeki dergilerle karşılaştırıldığında oldukça farklıdır. Yine de Takrir-i Sükun kanununun devam ettiği ve dindar kesim için “Allah demenin yasak” kabul edildiği ilk devrede ilk sayılarda az bulunsa da zamanla artan bir İslamî hava hissedilmektedir. Bir yandan da rejim, Büyük Doğu’nun çıkışına kayıtsız kalmamış ve takipte olmuştur. Derginin ilk sayısı yayınlandıktan beş ay sonra 1944 yılında Başbakanlık Basın ve Yayın Umum Müdürlüğü tarafından dergi incelenmiş ve bir rapor hazırlanmıştır. Bu raporda dergiye İslam propagandasının serpiştirildiği belirtilmiş ve rapor şu cümlelerle sonuçlandırılmıştır: İslamcılığın Fetret Devri, Büyük Doğu Dergisi ve Necip Fazıl Kısakürek 107 Büyük Doğu; yazıları, şiirleri, fıkraları, hikayeleri, resimleri, karikatürleri, fotoğrafları ve bütün hacmi ile, gençliğe; din maskesi, Allah formülü altında inançsızlık aşılamakta, Türk devrimini bayağılaştırmakta… Cihan efkarı umumiyesi karşısında büyük Türk cemiyetini bozuk, düzensiz göstermekte.. Sonra da birtakım kelime oyunları ile Türk milletini, gençliğini rejimine, kendine inanmaktan uzaklaştırmaktadır. (Karaca, 2009, s. 15) Dönemin siyasi yöneticilerinin de takip ettikleri ve rahatsız oldukları dergide İslam propagandası adına “Tanrı Kulundan Dinlediklerim” başlıklı yazılar, derginin “Doğudan-Batıdan” adlı bölümünde Doğu kaynakları arasında kabul edilebilecek Mevlana’nın Mesnevi’sinden, Süleyman Çelebi’nin Mevlüd’ünden, mutasavvıfların eserlerinden parçalar, özlü sözler ve son sayılarda peygamberin hadisleri yer almıştır. Sonraki devreler ve sayılarla kıyaslandığında İslamî vurgunun az olması dönem ve konjonktür ile doğrudan ilişkilidir. Ancak bu dönemde daha sonraki sayılarla çelişkili bir şekilde dikkat çeken bazı yazılar vardır. Kazım Nami Duru’nun hatıraları, II. Meşrutiyet’i ve İttihad ve Terakki’yi savunan bir yazı dizisidir. Dergide Abdülhamid’in rejime karşı bir sembol olarak “ulu hakan” diye kurgulanması sonraki devrelere aittir ve Rıza Tevfik Bölükbaşı’nın “Abdülhamid’in Ruhaniyetinden İstimdat” adlı şiirinin 1947 yılında dergide yayınlanması üzerine dergi kapatma cezası almıştır. Derginin ilk devresinde dikkat çekici bir anekdot da Atatürk ile ilgilidir. Atatürk’ün vefatının beşinci yılında 19 Kasım 1943 tarihli 10. sayıda yer alan ve Necip Fazıl’ın 1001 Çerçeveden sütununda kaleme aldığı “Atatürk Dirilecektir!!!” başlıklı yazıdır: Bir gün Atatürk dirilecektir!!! Evet laf ve hayal yahut fikir ve remz aleminde değil, doğrudan doğruya madde ve hakikat dünyasında Atatürk hayata dönecektir!!! Bir gün Atatürk, Etnografya Müzesindeki taş sandukasının kapağını kaldırıp, ufki vaziyetten şakuli hale geçecek; ve sırtında mareşal üniforması, Ankara’da Atatürk Bulvarında görülecektir… İşte o gün başımızda bulunacak olan şahsiyet, günün gerektireceği üstün kurtarıcılık vasıflarına göre, ruhu ile olduğu kadar maddesi ile de Atatürk’ten başkası olmayacaktır… (Kısakürek, 1943, s. 2) Yukarıda da değinildiği gibi böyle bir yazının Büyük Doğu’da yayınlanması, bugün pek çok insanı şaşırtabilir. Hatta daha sonra Büyük Doğu Yayınları tarafından “1001 Çerçeveden” başlıklı sütunda yazılan yazılardan oluşan Çerçeve başlıklı kitap serisine bu yazı konulmamıştır (Bk. Kısakürek, 2010b). Yakup Kadri Karaosmanoğlu (2013, s. 143), Atatürk’ün vefatının birinci yılında sınırlı sayıda seçkin insanın bulunduğu anma töreninde Behçet Kemal Çağlar’ın ağıtı dışında Atatürk lehinde en ateşli konuşmayı yapan ismin Necip Fazıl Kısakürek 108 İslam’ı Uyandırmak - II olduğunu kaydetmiştir.2 Bu makalenin devamında da görüleceği üzere Büyük Doğu, ilerleyen dönemlerinde Atatürk’ün şahsını bir mesele olarak ele alma girişiminde bulunmuş ve böyle bir tartışmayı başlatmayı arzu etmiştir. Atatürk karşıtlarının en çok önemsediği kaynaklardan birisi olan Rıza Nur’un Hayat ve Hatıratım adlı eserinden parçalar, henüz 1950 seçimleri yapılmadan önce Büyük Doğu dergisinde yayınlanmaya başlamıştır. II. Dünya Savaşı yıllarında çıkan ilk devrenin sayılarında açık bir şekilde Mihver devletleri karşıtlığı ve Amerika Birleşik Devletleri ile İngiltere’ye destek vurgusuyla demokrasi taraftarlığı hâkimdir. Dünya basınından Almanya’yı hicveden karikatürlere hemen her sayıda yer verilmiştir. Amerika Birleşik Devletleri ile ilişkiler konusunda da Büyük Doğu’nun izlediği siyaset antikomünizm ekseninde değerlendirilmesi gerekmektedir. Sovyetler Birliği doğrudan derginin hedefindeyken Amerika Birleşik Devletleri konusunda ihtiyatlı bir çizgi takip edilmiştir. Ancak A.B.D.’nin din özgürlüğü konusundaki olumlu siyaseti, derginin bir sayısına kapak bile olmuştur. Necip Fazıl’ın S.S.C.B. karşısında A.B.D.’yi ihtiyatlı bir tavırla kısmen kabul etme anlayışı, hem Demokrat Parti döneminde hem de 1960 sonrasında sol hareketin Türkiye’de özellikle gençler arasında yayılması sırasında da takip edilebilir. Derginin ilk devresinin kapatılma kararını Vekiller Heyeti almıştır. “Din propagandası yapmak ve bir hadis delaletiyle, Allah’a itaat etmeyenlere itaat edilmeyeceğini belirtmek” sebebiyle derginin kapatılmasına karar verilmiştir. Derginin daha sonraki kapatılmalarında da “irtica” vurgusu, az ya da çok bir şekilde devam etmiştir. İlk kapatılmada Necip Fazıl, doğrudan dönemin Milli Eğitim Bakanı olan Hasan Âli Yücel’i itham etmiştir (Kısakürek, 2010c, s. 186). Derginin devam eden sayılarında özellikle eğitim meselesi, 19 Mayıs gösterilerinde kısa etekli, şortlu kız öğrencilerin görselleri kullanılmak suretiyle ve özellikle köy enstitüleri üzerinden Hasan Âli Yücel’i hedef almıştır. Kız öğrencilerin giyim kuşam meselesi ile adı zamanla komünizm ile özdeşleştirilen köy enstitüleri, dönemin dindar kesimi üzerinde derin izler bırakmıştır. Hasan Âli Yücel’in Milli Eğitim Bakanlığını bırakmasından sonra da şahsı üzerinden polemik devam ettirilmiştir. Bunu, derginin 1970’li yıllarındaki sayılarda yayınlanan köy 2 1940 yılında Necip Fazıl’ın dönemin başbakanı ve İsmet İnönü’ye en sadık isimlerden birisi olan Refik Saydam ile görüşmeleri olmuştur. Refik Saydam, takdir ettiği Necip Fazıl’ın CHP milletvekili olmasını arzu etmiştir. Ayrıca 1947 seçimlerinde CHP Genel Sekreteri Memduh Şevket Esendal tarafından milletvekili adayı olarak gösterilmiştir. Ona göre her iki milletvekili adaylığı girişimi de İsmet İnönü tarafından engellenmiştir (Bkz. Kısakürek, 2011b, ss. 20-21). İslamcılığın Fetret Devri, Büyük Doğu Dergisi ve Necip Fazıl Kısakürek 109 enstitülerine ilişkin evraklarda bile görmek mümkündür. Büyük Doğu, dindar ve muhafazakâr kesimin siyasal hafızası açısından son derece önemli ve kritik bir yerde durmaktadır. Çok Partili Hayata Geçiş ve Büyük Doğu’nun Aslî Karakterini Kazanması Tek parti döneminin baskıcı ortamı ve çok partili hayata geçiş sürecinde ve sonrasında yaşanan ılımlı havayı Büyük Doğu’nun ilk dönemlerinde net bir şekilde görmek mümkündür. Bu yüzden derginin edebi bir dergi olmaktan dini ve siyasi bir dergi olmaya doğru değişiminde çok partili hayata geçiş sürecinin ılımlı havasının etkisi reddedilemez. Bu dönemde dergide Risale-i Nur’dan, Abdülhakim Arvasi’den, Gazali’den ve İmam-ı Rabbani’den yazılar parça parça yayınlanmıştır. Özellikle İmam-ı Rabbani’nin Mektubat adlı eseri, “Allah’ın ve peygamberin kitabından sonra dinin en büyük eseri” olarak tanımlanmıştır. Bu tercihler, Büyük Doğu’nun İslam anlayışını anlamak açısından önemlidir. Çok partili hayata geçiş sürecinde derginin CHP karşısında ilk kurulan muhalefet partileri olan Nuri Demirağ’ın genel başkanı olduğu Milli Kalkınma Partisi ile Celal Bayar’ın genel başkanı olduğu Demokrat Parti’yi hakiki anlamda muhalefet olmamaları ithamıyla ciddiye almayan tavrı dikkat çekmektedir. Necip Fazıl Kısakürek’in geçmişte İş Bankasında memur olarak çalışırken Celal Bayar ile yakın bir ilişkisi olmuştur. Daha önce de belirtildiği gibi onun çıkardığı ilk dergi olan Ağaç dergisine maddi desteği sağlayan isim Celal Bayar olmuştur. Atatürk’ün son başbakanı olan Celal Bayar, İsmet İnönü’nün cumhurbaşkanlığı sırasında kısa bir süre başbakanlığa devam etmişse de daha sonra bu görevden azledilmiş ve kenara çekilmiştir. Bayar’ın kenara çekildiği (ya da itildiği) bu yıllarda kendisini sıkça ziyaret edenlerden birisi yine Necip Fazıl Kısakürek’tir. Ancak o, DP’nin 1946 seçimlerinden sonraki muhalefetini sürekli eleştirmiştir. DP’den herhangi bir ümidinin olmadığını, bu partinin CHP iktidarını kuvvetlendirmek ve muhalefetmiş gibi yapmakta olduğunu iddia etmiştir. Böylece DP’nin daha önce Atatürk döneminde denenen Serbest Cumhuriyet Fırkası gibi güdümlü bir muhalefet olduğunda ısrar etmiştir. Ona göre çok partili hayata geçişte CHP’ye karşı temeli olan bir anti tez oluşmamıştır. Necip Fazıl, bu temelin kendi mücadelesinde ve Büyük Doğu düşüncesinde olduğunu hayatı boyunca savunmuştur. 110 İslam’ı Uyandırmak - II Necip Fazıl’ın ve Büyük Doğu dergisinin 1946-1950 arasında DP’ye ihtiyatlı bir tavır takınması da bugünün muhafazakâr okuyucusunun kafasında soru işaretleri ortaya çıkarabilecek bir durumdur. DP’nin Adnan Menderes ile özdeş kabul edilmesi ve Necip Fazıl’ın Menderes ile ilişkileri akla gelmektedir. Benim Gözümde Menderes kitabında bahsettiği üzere Kısakürek, Menderes’i başbakanlığı öncesinde pek de tanımamaktadır. Nitekim derginin sayıları incelendiğinde 1950 yılında başbakan olmasına kadar Menderes’in DP içinde de çok fazla öne çıkan bir isim olmadığı tespit edilebilir ki bunu Necip Fazıl kendisi de yazmıştır. 1950 sonrasında ikili arasında daha yakın bir ilişki kurulmuştur. Büyük Doğu’nun günlük gazete olarak çıkmaya başladığı 1952 yılındaki bir başyazısında Necip Fazıl, net bir şekilde Adnan Menderes’in şahsını DP’den ayrı gördüğünü ve ona değer verdiğini ifade etmiştir (Kısakürek, 2013, s. 16). Aralarındaki ilişkinin daha sonra başbakanlığa bağlı örtülü ödenekten Büyük Doğu için para yardımı yapılması gibi yönleri de bulunmaktadır. Bu ilişkiler yüzünden 27 Mayıs darbesinden sonra Necip Fazıl da Yassıada’da yargılananlar arasında bulunmuştur. 1950 öncesi geçiş döneminde, matbuat ile ilgili yasakların kalkması ve ılımlı bir havanın oluşması dolayısıyla İslamî hassasiyetlere sahip dergilerde bir artış görülmüştür. Eşref Edip Fergan, Sebilürreşad’ı, Ömer Rıza Doğrul da Selamet dergisini çıkarmaya başlamışlardır. Özellikle İslamcılık düşüncesinin en önemli taşıyıcılarından ve pek çok meselenin tartışılmasına ön ayak olan Sebilürreşad dergisinin, 1948 yılından itibaren yeniden çıkmaya başlaması ve bu dönemde II. Meşrutiyet ile birlikte çıkan ilk döneminden içerik olarak farklılaşması üzerinde durulması gereken bir konudur. Cumhuriyet’in kurulmasının ardından Şeyh Said İsyanı üzerine Takrir-i Sükun kanununa dayanarak kapatılan dergi, yirmi üç yıl sonra çıktığında aradan geçen zamanın dindar kesimler üzerindeki tahribatına daha çok odaklanmıştır. Bu yüzden çok partili hayata geçiş döneminde İslamcılık düşüncesinin daha da muhafazakârlaştığı, ötelenen dini değerleri muhafaza etme ve “öteki” olarak tanımlanan dindar insanların hassasiyetine odaklandıkları tespit edilebilir. Bu yüzden tercümeler ve telif yazılar yoluyla Meşrutiyet ve savaş dönemlerinin Sebilürreşad dergisinde başlayan pek çok tartışma devam edememiş, dergi yıllar sonra yeniden çıktığında CHP’nin özellikle de laiklik siyaseti karşısında daha reaksiyoner ve dindarların hassasiyetlerini gözetici bir yöne doğru değişim göstermiştir (Bkz. Fergan, 2005; Gün, 2001). Bu fetret devrinden çıkış çabasında memleketin manzarası, din eğitiminin yasaklandığı, din dolayısıyla devam eden geleneksel alana ve sembollere rejimin müdahale ettiği bir buhran havasını yansıtmaktadır. İslamcılığın Fetret Devri, Büyük Doğu Dergisi ve Necip Fazıl Kısakürek 111 Büyük Doğu dergisi, en başından itibaren tasavvuf merkezli bir çizginin takipçisi olmuş ve geleneksel halk İslam’ını savunmuştur. Cumhuriyet dönemi İslamcılık düşüncesine etkileri açısından Sebilürreşad ile kıyaslandığında Büyük Doğu’nun iki derginin de yayınlandığı zamanlarda halk nezdinde daha çok karşılık bulduğu ve etkili olduğu tespit edilebilir. İslamcılık düşüncesi ve hareketi açısından Necip Fazıl’ın 1948 yılında derginin “Hadiselerin Muhasebesi” başlıklı bölümünde kaleme aldığı şu cümleler, geçmişten günümüze İslamcılık hareketinin kendi içinde tartıştığı bazı meseleleri anlama açısından da manidardır: İslamiyet: Elimize bu ismi taşıyan bir gazetecik sıkıştırdılar. Baktık: Evet, adı İslamîyet; fakat ruh, ona ve onun edeblerine en zıd duygu kutbuna bağlı… Bu gazetede Kur’an ayetleri, ayniyle ve asli harfleriyle klişeleştirilmiş… Bu muazzam ve eşsiz suçu işleyen ve bu mevzuda gerekli İslamî edeb ve anlayıştan mahrum ola, sadece “İslamiyet” isimli ceride değildir. Daha niceleri vardır ki, kapağına mukaddes kelimeleri koyar, yahut sureleri latin harfleriyle yazmak gafletini gösterir. Yahu bu nihayet gazetedir; elden ele dolaşır, üstlerinde müvezziler hora teper, uyur; sonra da onlar okkaya satılır ve –Allah korusun-en adi yerlerin abdesthanelerine kadar düşebilir! İadeler okkaya satılmayarak yakılsa bile, matbaadan çıkıp idarehaneye dönünceye kadar gafil ellerde ne muamelelere uğramaz? Hiç mukaddes kelimeler, tek zerre İslam zevki taşıyanlarca, adi bir neşir vasıtasıyla ayniyle ve asliyle dercedilebilir mi? (…)Bir gazetede, değil bir ayeti, herhangi bir mukaddes kelimeyi veya ismi, mukaddeslerin en mukaddesi olduğu halde şamil ve umumi kullanma zarureti bakımından “Allah” kelimesi müstesna, kullanmamak lazımdır. Siz hiç Büyük Doğu’da bugüne kadar Peygamberler peygamberinin has ismini gördünüz mü? Daima bir tavsif, bir tarif, bir ima, bir işaret yoluyla; yalnız o kadar… İslam anlayışı budur… Mukaddes kelimeler latin harfleriyle yazılamaz; asıllarıyla ise bir gazeteye asla konamaz. (Kısakürek, 2010c, s. 229) Yukarıdaki uzun alıntıdaki ifadeler ve bu ifadeler etrafında ortaya çıkabilecek tartışmalar hâlâ güncelliğini korumaktadır. Zaman, kullanılan araçlar ve formlar değişse bile tartışmanın içeriğinin neredeyse aynıyla devam ettiği rahatlıkla iddia edilebilir. Hatta 1949 yılında İzmir’de yaşanan bir deprem sonrasında dergide Necip Fazıl’ın kaleminden “akılcı ile sırcı” tartışmışlar ve bu tartışmadan sırcı galip çıkmıştır (Kısakürek, 2010c, ss. 291-293). Büyük Doğu dergisi, başından itibaren ve DP döneminde Kur’an-ı Kerim’in radyolardan Arapça ya da Türkçe fark etmeksizin okutulmasına sert tepki göstermiştir (Bkz. Kısakürek, 2010d, s. 67). Necip Fazıl da bu tartışmalarda çok keskin ve katı bir üslup kullanmaktan çekinmemiştir. Kendisi, siyer çalışmasın- 112 İslam’ı Uyandırmak - II da ve başka bazı yazılarında hazreti peygamberin adı geçen yerlerde adını yazmamış; “Hz. M…….” şeklinde bırakmıştır. Elbette bu tavırlarda bir hürmetin, belki tasavvufi bir terbiyenin izleri takip edilebilir. Necip Fazıl’ın da bu amaçla ve hürmetinden dolayı böyle bir tavır takındığından şüphe edilemez. Cumhuriyet öncesindeki Sebilürreşad gibi dergilerden Büyük Doğu dergisini ayıran en temel özelliklerden birisi buradadır. Bilindiği gibi Sebilürreşad’da özellikle Mehmet Akif ’in ayet tercümeleri ve tefsirleri ilk sayfada yer almıştır. Ayrıca halkın büyük çoğunluğunun kabul ettiği ve dayandığı geleneksel İslam anlayışına ilişkin keskin bazı eleştiriler ilk defa Sebilürreşad’da gündeme getirilmiştir. Bu yüzden Büyük Doğu ile Sebilürreşad ve Meşrutiyet döneminin geleneksel İslam anlayışına da eleştirel bir şekilde yaklaşan düşünürlerinden Necip Fazıl epey ayrı düşmektedirler. Bu arada Sebilürreşad’ın 1948 sonrasındaki döneminde de ayet, ayet meali gibi Necip Fazıl’ın basılı olarak yayınlanmasını onaylamadığı şeyler yayınladığı belirtilmelidir. Osmanlı ya da Meşrutiyet İslamcılığı ile Cumhuriyet İslamcılığı arasında bir süreklilikten ziyade kopuştan bahsedilebilir. Büyük Doğu, Cumhuriyet dönemi İslamcılığı açısından önemli bir kaynaktır. Bir kısmının daha sonra kendisi ile yolları ayrılmış olsa da pek çok yazarın ve şairin ilk yazılarını yayınlayan, onlara İslamî kimlikleriyle var olma konusunda cesaret aşılayan isimlerin başında Necip Fazıl Kısakürek gelmektedir. Bu durum, 1960 sonrasında İslamcı düşüncede çeşitlenmenin artması ve yeni nesillerin daha aktif hale gelmesi açısından da geçerlidir. O, rejim tarafından ötelenen geçmişi kutsayan ve köklerini bu geçmişten alan halkın geleneksel İslam anlayışına sorgusuzca bağlıdır. Bu bağlılığın yanında ötelenmiş dindar insanların diyemediklerini diyebilen, haykıramadıklarını haykırabilen bir karaktere sahiptir. Onların değerlerine bağlıdır; ancak onlardan da değildir. Hayat tarzı ve içinde yetiştiği çevre açısından hücum ettiği kesime oldukça yakındır. İslamcılığın fetret devrinden çıkış sürecinde yeniden bir inşa söz konusudur ve bu inşada Büyük Doğu oldukça önemli bir yerde bulunmaktadır. Bu yüzden Yıldırım’ın da tespit ettiği gibi, “Osmanlı İslamcılığının tartıştığı temel kaynaklara dönüş, tasavvufa mesafeli bakış, İslam’ın ilerlemeye engel olup olmaması, içtihat, tembellik konuları Necip Fazıl’ın ilgisini çekmediği gibi artık aktüel kıymetini de yitirmiştir” (Yıldırım, 2016, s. 114). Bu durumu net bir şekilde Necip Fazıl-Mehmet Akif karşılaştırmasında görmek mümkündür. İslamcılığın Cumhuriyet’in kurulmasından hemen sonra başlayan fetret devri, daha İslamcılığın Fetret Devri, Büyük Doğu Dergisi ve Necip Fazıl Kısakürek 113 çok halkın değerlerinin ve geçmişinin ötelendiği bir siyaset anlayışına reaksiyoner, kısmen popülist bir form kazandırmıştır. Fetret devrinden çıkıp yeni bir devrin başlaması kavşağında ise Necip Fazıl ve Büyük Doğu bulunmaktadırlar. Demokrat Parti Döneminde Büyük Doğu 1950 yılı, Türkiye açısından önemli değişimlerin yaşandığı bir tarihe karşılık gelmektedir. Aynı zamanda 1950, Büyük Doğu dergisinin sadece bir dergi olmaktan çıkıp bir harekete dönüşme konusunda önemli adımların atıldığı yıldır. Büyük Doğu Cemiyeti kurulmuş ve 1950 yılından itibaren teşkilatlanmaya başlamıştır. Cemiyetin ilk teşkilatı 17 Şubat 1950 tarihinde Kayseri’de açılmıştır. Teşkilatlanma birkaç il ve ilçede devam etmişse de yurt çapında yayılamamıştır. Kayseri’nin Necip Fazıl’ın hayatında önemli ve değerli bir yeri bulunmaktadır (Kısakürek, 2011a, s. 330; 2014b, ss. 189-197). Daha da ilginç ve pek bilinmeyen bir ayrıntı, 15 Haziran 1951 tarihinde “Büyük Doğu Partisi Ana Nizamname Projesi”nin dergide yayınlanmasıdır. Nizamname projesinde partinin fikriyatını yansıtan dokuz madde belirlenmiştir: “1. Ruhçuluk, 2. Ahlakçılık, 3. Milliyetçilik, 4. Cemiyetçilik, 5. Şahsiyetçilik, 6. Keyfiyetçilik, 7. Nizamcılık, 8. Müdahalecilik ve 9. Sermeye ve Mülkiyette Tedbircilik.” Bu arada partinin düşman olduğu ve karşısında durduğu şeyler de maddeler halinde tanımlanmıştır: 1. Her türlü Allahsızlık, 2. Her türlü ahlaki kayıtsızlık, 3. Bütün derece ve istihaleleri ile materyalistlik ve komünistlik, 4. Kozmopolitlik, 5. Başıboş ferdçilik, 6. Teftişsiz ve murakabesiz taklitçilik, 7. Fikir ve ilimde posacılık ve kışırcılık, 8. Sahte ve köksüz inkılapçılık, 9. Züppe Garp hayranlığı, 10. Bütün ahlak dışı tecellileri ile eyyamgüderlik ve istismarcılık, 11. Dehhameleşmiş sermaye istipdadı ve içtimai adaletsizlik. Gerek Büyük Doğu Cemiyetinde, gerekse partileşme çabasında İdeolocya Örgüsü’nde açıklanan ilkeler ve yönetim şekli hayata geçirilmeye çalışılmışsa da bütün bunlar projeden ibaret kalmıştır. Necip Fazıl başından itibaren DP’yi CHP karşısında gerçek bir antitez olarak kabul etmemiştir. Bu, Adnan Menderes ve Tevfik İleri gibi isimlerle samimi hukukunun ve onlara duyduğu güvenin ötesinde bir durumdur. Bu yüzden derginin ilk sayılarından itibaren başlayan ve her zaman en başta yer alan bölüm “İdeolocya Örgüsü” olmuştur ve yazılar kitap haline geldiği zaman Necip Fazıl bu kitabı en önemli ve temel eseri olarak gördüğünü söylemiştir. Ancak sonuçta Necip Fazıl ve etrafında bir örgütlenme gerçekleşmemiştir. 114 İslam’ı Uyandırmak - II 14 Mayıs 1950’de DP’nin iktidara gelmesi, yine Necip Fazıl’ın ceza alması yüzünden çıkamadığı bir tarihe denk gelmiştir. DP’nin iktidara gelmesini “CHP’nin kaybetmesi” anlamına geldiği için olumlu gören Kısakürek (2010d, s. 60), “bu milletin istediği DP değil, sadece istemediği CHP ve kadronun çerçevelediği 27 yıllık gedik rejimiydi. DP gelsin diye CHP gitmemiş; CHP gitsin diye DP gelmiştir” sözleriyle ifade etmiştir. DP iktidarında Büyük Doğu, önemli bir tartışmayı başlatmak için harekete geçmiştir. 24 Kasım 1950 tarihinde Serbest Cumhuriyet Fırkası olayından sonra Türkiye’yi terk eden ve Bulgaristan’da Yarın adında Atatürk ve CHP karşıtı bir gazete çıkaran Arif Oruç’un yazıları yayınlanmaya başlamıştır. 24 Kasım 1950 tarihli Büyük Doğu dergisinde ilk yazı şu başlıkla birlikte verilmiştir: “Birinci Cumhurreisi Meselesi Halledilmeden Bu Memlekette Hiçbir Dava Konuşulamaz!” Bu mesele birkaç açıdan dikkat çekicidir. Büyük Doğu, doğrudan Atatürk’ün şahsı manevisini eleştirerek gündem oluşturmaya çalışmıştır. Bu arada, henüz bu tarihte DP’nin “Atatürk’ü Koruma Kanunu”nu çıkarmadığı da belirtilmelidir. Devam eden sayılarda kısa alıntılar ve yazılar yoluyla bu mesele üzerinde durulmuştur. Necip Fazıl, Büyük Doğu’nun ilk devresinde yazdığı “Atatürk dirilecektir” yazısından, sekiz yıl sonra Atatürk karşıtı bir konuma geçiş yapmıştır. Ancak bu polemiğin devam etmediği dikkat çekmektedir. Hem derginin ilerleyen sayılarında hem de DP’nin çıkardığı kanun dolayısıyla yeniden bu konuya dönülmemiştir. Ayrıca belirtilmesi gereken bir başka konu da Necip Fazıl’ın okuyucularına “merhum Arif Oruç” diye takdim ettiği sol görüşlü gazeteciyle düşünce açısından uyuşmasının hiçbir şekilde mümkün olmamasıdır.3 DP’nin iktidara gelmesinin ardından yaşanan değişimle Büyük Doğu açısından ortam daha da rahatlamıştır. Bir taraftan Büyük Doğu Cemiyeti teşkilatlanmaya başlamış, bir taraftan da derginin satış rakamları çok yükselmiştir. 1951 yılının Mart ayında Necip Fazıl’a ve Büyük Doğu’ya ciddi şekilde zarar veren, teşkilatlanmanın zayıflamasına ve derginin tirajının düşmesine “kumarhane baskını” olayı sebep olmuştur. Beyoğlu’nda Necip Fazıl’ın da içlerinde bulunduğu yirmi kişilik bir grup, gizli bir kumarhanede basılmış ve fotoğrafları çekilmiştir. Bu olay sonrasında basında Necip Fazıl’ın üzerine daha çok gidilmiş ve belli kalem sahipleri tarafından kendisiyle alay etmek için “süper mürşid” lakabı 3 Arif Oruç, SCF olayının ardından 1931 yılında “Laik Cumhuriyet İşçi ve Çiftçi Fırkası” adında bir parti kurma girişiminde bulunmuştur. 1933 yılında Bulgaristan’a sürgün edilmiştir. Türkiye’ye döndükten sonra 1949 yılında Müstakil Sosyalist Partisi’ni kurmuş ve 9 Ekim 1950 tarihinde vefat etmiştir (Bkz. Tunçay, 2005, ss. 287-293). İslamcılığın Fetret Devri, Büyük Doğu Dergisi ve Necip Fazıl Kısakürek 115 takılmıştır (Bkz. Karaca, 2009, ss. 23-24). Olayın Necip Fazıl’a ve Büyük Doğu’ya zarar verdiği muhakkaktır. 1951 yılında Başbakan Adnan Menderes’in DP İzmir İl Kongresindeki sözleri, “Müjdeler Olsun!” başlığıyla Büyük Doğu’da haber olmuştur. Bu konuşma, DP dönemi açısından değerlendirmeyi hak eden bir konuşmadır. Menderes’in sözleri şu şekildedir: “Şimdiye kadar baskı altında bulunan dinimizi baskıdan kurtardık. İnkılap softalarının yaygaralarına ehemmiyet vermeyerek ezanı Arapçalaştırdık. Mekteplerde din derslerini kabul ettik. Radyoda Kur’an okuttuk. Türkiye bir Müslüman devletidir ve Müslüman kalacaktır. Müslümanlığın bütün icapları yerine getirilecektir.” Necip Fazıl, Menderes’in bu sözlerini “Hiroşima’ya atılan atom bombası ile eş kabul etmiştir (Kısakürek, 2011b, ss. 147- 148). Bütün DP dönemi boyunca bu sözler yerine getirilmemiş, Menderes bir daha bu konuşmasına benzer başka konuşmalar yap(a)mamıştır. DP hükümeti 163. Maddeyi kaldırmamakla dindarlar lehine ciddi ve dişe dokunur bir iş beceremediği gibi Malatya Hadisesi gibi bazı olaylar sonrasında kopan irtica yaygarasıyla tek parti döneminin baskıcı havasına kolayca dönüş yapılmıştır. 1952 yılında Necip Fazıl’ın talebi üzerine Menderes, yardımcısı Samet Ağaoğlu (Necip Fazıl’ın edebiyat çevresinden yakın arkadaşıdır) aracılığıyla kendisiyle görüşmüş ve Büyük Doğu’nun günlük gazete olmasına gizli bir şekilde maddi destek vermiştir. 1952 yılında başlayan ve DP’nin askeri darbeyle iktidarını kaybettiği 1960 yılına kadar Necip Fazıl, belli zamanlarda Adnan Menderes’ten yardım talep etmiştir. Menderes maddi yardımlarıyla gazete olarak çıkan Büyük Doğu, Necip Fazıl’ın iddiasına göre 1952 yılının sonlarında meşhur Malatya Hadisesi’nin yaşanması ve Beyoğlu’ndaki mason locasından gizli bir şekilde masonlara ait bir listenin kaçırılarak Büyük Doğu gazetesinde yayınlanması dolayısıyla kapatılmıştır. Necip Fazıl, başbakanlık desteğiyle Büyük Doğu’nun çıkarılması olayını Menderes’in dümen suyuna girmekten çok, Menderes’i kazanmak şeklinde değerlendirmiştir. Çünkü ona göre paragrafın başında değinilen İzmir İl Kongresi’ndeki sözler bir daha tekrarlanmamış ve DP iktidarı boyunca din meselesi bazı rahatlamalara rağmen önemli bir mesele olarak kalmaya devam etmiştir. 1952 yılında gazeteye dönüşen Büyük Doğu, 1954 yılında tekrar dergi olarak yayınlanmaya devam etmiştir. Necip Fazıl’ın Büyük Doğu’yu gazeteye dönüştürme arzusu daima olmuştur. 1954 yılında derginin yazar kadrosunda ve konularda yeniden bir çeşitlenme dikkat çekmektedir. Mustafa Şekip Tunç, Ali Nahit Tarlan, Asaf Halet Çelebi, Nahid Sırrı Örik ve İbrahim Hakkı Konyalı bu dönemde dergiye düzenli yazı yazan isimler arasındadırlar. Ali Fuad Başgil’in 116 İslam’ı Uyandırmak - II “Din ve Laiklik” üzerine bir yazısı da bu dönemde yayınlanmıştır. Antik Yunan filozofları üzerine kısa değerlendirmeleriyle Büyük Doğu yazı kadrosuna dahil olan bir isim de Sezai Karakoç’tur. Bu yazıların yayınlandığı dönemde Karakoç’un henüz Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesinde lisans öğrencisi olduğu da belirtilmelidir. Dergide tasavvuf tarihinden hikayeler ve veliler, sürekli olarak birkaç sayfada aktarılmıştır. CHP’ye, İttihat ve Terakki’ye, masonluğa ve diğer matbuata karşı hücum tutarlı bir şekilde devam etmiştir. Bu dönemin en önemli gündemlerinden birisi, Necip Fazıl’ın hayatı açısından da son derece önemli bir yeri bulunan Ahmet Emin Yalman’ın Hüseyin Üzmez tarafından vurulduğu ve Necip Fazıl’ın azmettirici olmakla itham edildiği Malatya Hadisesi’dir. Çünkü hadisenin üzerinden epey bir vakit geçmesine rağmen yargılamalar devam etmiştir. Okuyuculara dava hakkında bilgi verildiği gibi, Necip Fazıl’ın savunmaları da yayınlanmıştır. Esasen Necip Fazıl’ın Ahmet Emin Yalman ile kalem kavgalarının epey bir mazisi vardır. 1952 yılında Yalman’ın gazetesi Vatan’ın düzenlediği güzellik yarışmasında genç kızların müstehcen kıyafetlerinde ay ve yıldız figürü bulunmasına tepki gösteren Necip Fazıl, “Türk Gençliği! Bayrağını ve Milli Namusunu İstismar Edenlere Karşı Neredesin?” başlıklı başmakalesinde Türk gençliğini göreve çağırmıştır: Türk gençliği! Yağmur suyu kadar şeffaf ve temiz, tülbent gibi beyaz ve muattar annelerin sütünü emmiş olan aziz varlık! Bayrağını ve namusunu bu türlü istismar edenlere karşı bir demokrasi zaruretiyle ses çıkarmayan hükümete mukabil, kanun dairesinde sana terettüb eden vazifeyi hatırlamıyor musun? Niçin lanetini (sade mektup ve telgrafla değil), büyük meydanları yırtan topluluklarla yükseltip Vezüv yanardağını söndürecek tarzda Bâbıâli sefalethanelerini, mânâ lâvlarına boğmuyorsun? (Kısakürek, 2013, s. 156) 1945 yılında üniversiteli gençler komünizm karşıtı bir gösteriyle Tan Gazetesine saldırdıklarında da Necip Fazıl bu kalkışmayı destekleyen ve öne çıkan isimlerden birisi olmuştur. Yukarıda birkaç cümlesi alıntılanan yazıdan üç ay sonra Ahmet Emin Yalman, Malatya’da suikasta uğradıktan hemen sonra Cumhuriyet gazetesinde olayın azmettiricisinin Necip Fazıl ve Büyük Doğu olduğu yazılmış ve memlekette basın üzerinden bir irtica yaygarası başlatılmıştır (Bkz. Kısakürek, 2011b, ss. 173-176). Necip Fazıl’ın hayatındaki uzun hapishane tecrübelerinden birisi Malatya Hadisesi dolayısıyla olmuştur. Ancak güçlü müdafaası ve haksızlığa uğraması dolayısıyla kendisini destekleyen dindar kesimin gözünde daha da değer kazandığı söylenebilir. Ancak bu olay ve yaşadıkları, Necip Fazıl’ın gözünde Menderes’in değerini düşürmüştür. Hapishanedeki def- İslamcılığın Fetret Devri, Büyük Doğu Dergisi ve Necip Fazıl Kısakürek 117 terine “Elveda Adnan Bey! Meğer sen, aldatıcı serapların en kahrediciymişsin!” şeklinde bir not düşmüştür (Kısakürek, 2011b, s. 177). Ayrıca Malatya Hadisesi üzerinden oluşan havayla DP içinde başta Tevfik İleri olmak üzere dindar insanlar üzerine gidilmiş, bu isimlerden bir kısmı partiden uzaklaştırılmıştır. Tevfik İleri, bakanlıktan azledilmiştir. 1955 yılında Necip Fazıl’ın ısrarlarıyla Adnan Menderes, Büyük Doğu’nun çıkması için yeniden örtülü ödenekten yardım yapma kararı almışsa da 6-7 Eylül olayları yüzünden bu girişim akim kalmıştır. Sonra 1956 yılında başbakanlıktan konuşulanın çok altında bir ücret verilerek Büyük Doğu yeniden gazete olarak çıkmaya başlamıştır. Dört ay kadar süren bu devre, Necip Fazıl’ın, Fuad Köprülü’nün DP’den istifası üzerine yazdığı bir yazı yüzünden ceza almasıyla sonuçlanmıştır (Kısakürek, 2014a, ss. 59-60). Görüldüğü gibi Menderes ile Necip Fazıl’ın ilişkisinin karşılıklı araçsal bir yönü bulunmaktadır. Başbakanlık marifetiyle üretilen bu destekler sayesinde Büyük Doğu çıkmakta ve Büyük Doğu’nun destekçisi olan azımsanmayacak bir kitlenin desteği DP’ye yönelmektedir. Necip Fazıl da kendi zaviyesinden inandığı davaya ait doğruları yazma imkânı bulduğu için bu araçsal ilişkiyi kabul etmiştir. Ayrıca onun bu dönemlerdeki yazılarında Menderes konusunda dikkatli, bazen uyarıcı ve desteğini esirgemeyen bir üslup kullandığı dikkat çekmektedir. Ancak bu konuda sadece Necip Fazıl’ın yazdığı kitaplar üzerinden bir tahlil yapılması yanıltıcı olabilir. Çünkü Necip Fazıl, Adnan Menderes’e yazdığı mektuplarda gerekli yardımın yapılmadığından şikayetle sürekli para istemiş, durumuna göre bazen acziyetini açıkça ifade ederek himmet isteyen bir üslup kullanmıştır (Bkz. Karaca, 2009). Bu mektuplar ile Necip Fazıl’ın Menderes ile ilişkisini aktarışı arasında net tezatlar olduğu belirtilmelidir. Öyle ki mektuplardaki ifadeler, pek çok Necip Fazıl hayranını şaşırtabilecek tarzdadır. DP döneminde Büyük Doğu’nun son çıkışı yine siyasilerin desteğiyle olmuştur. DP’nin önemli isimlerinden milletvekili Mükerrem Sarol, tedarik ettiği parayı Necip Fazıl’a vermiş ve 1959 yılında Büyük Doğu, tekrar dergi olarak çıkmaya başlamıştır (Kısakürek, 2011b, s. 274). 1959 yılında çıkan sayılar, Büyük Doğu’nun DP dönemindeki son sayılarıdır. Derginin bu dönemdeki sayılarında yazı kadrosundaki iki isim dikkat çekmektedir. İlk sayfada Nurettin Topçu’nun daha sonra kitap olarak da yayınlanan Maarif Davamız adlı eseri, haftalık olarak tefrika edilmiştir. Bir diğer dikkat çeken isim ise “Türkçülüğe Karşı Haçlı Seferi ve Çektiklerimiz” başlığıyla dergide düzenli olarak yazıları yayınlanan Nihal Atsız’dır. Türkiye’de milliyetçilik düşüncesinde Necip Fazıl’ın da Nihal Atsız’ın da önem- 118 İslam’ı Uyandırmak - II li yerleri vardır. Ancak bu iki isim, milliyetçilik açısından birbirlerinden ayrılan yorumlara sahiptir. Hatta Necip Fazıl’ın İslam temelli milliyetçilik anlayışı, siyasi tarihimizde 1940’lı yıllarda etkili olan ırkçı yoruma önemli bir darbe vurmuştur. Büyük Doğu hakkında en çok dava 1959 yılında açılmıştır. Necip Fazıl’ın dergi üzerinden Menderes’e son hitaplarından birisi olan “Ya Öl, Ya Ol!!!” başlıklı yazı, 22 Mayıs 1959’da yayınlanmıştır (Kısakürek, 2010d, ss. 257-259). Aynı yılın Ekim ayında dergi kapatılmıştır. Başbakanlık desteğiyle 1952’de ve 1956’da gazete; 1959’da da dergi olarak çıkan Büyük Doğu için Necip Fazıl’a toplamda 147.000 lira ödeme yapılmıştır. Necip Fazıl, kendisine başbakanlık örtülü ödeneğinden yapılan bu ödemeler dolayısıyla 27 Mayıs darbesi sonrasında tutuklanmış, cezaevinde kalmış ve Yassıada’da yargılanmıştır. Burada değinilmesi gereken önemli konulardan birisi de 27 Mayıs’a giden süreçte 1960 yılı baharında artan öğrenci olayları üzerine Necip Fazıl’ın Tevfik İleri ve Adnan Menderes ile görüşmeleridir. O, Menderes’e üniversitelerde devam eden öğrenci gösterilerine şiddet kullanarak mukabele etmesini tavsiye etmiştir: “Hükümet kuvvetlerine karşı fiile karşı duran Halk Partisi sevk ve idaresindeki sözde gençlik yığınından bir buçuk ölü yerine 150 ölü verdirilseydi ortada bir hükümet bulunduğu anlaşılır ve hiçbir şey olmazdı” (Bkz. Kısakürek, 2010a, ss. 245-246; 2010c, s. 291). Necip Fazıl, darbeden 6 gün önce 21 Mayıs tarihinde hükümete karşı gerçekleşen “Harbiye Nümayişi”ne katılan Harbiyeli öğrencilerin törenle, trampet sesleriyle elebaşlarının üniforma işaretlerinin sökülmesini ve askeriyeden ihraç edilmelerini; darbe hazırladıkları ithamı ile CHP’nin ve diğer muhalefet partilerinin kapatılmalarını da teklif etmiştir. Bu tekliflerin ne kadar sağlıklı olduğu elbette tartışmalıdır. Darbeye giden süreçte ciddi bir otorite boşluğu olduğu muhakkaktır. Ancak sonuçta darbe gerçekleşmiş, hem DP yöneticileri, hem de Necip Fazıl cezalar aldıkları gibi zor bir süreç yaşamışlardır. Necip Fazıl, DP dönemini, partiyi iktidara taşıyan üç seçim üzerinden tahlille üçe ayırmış; 1950-54 arasını “hedefsiz gayret”, 1954-57 arasını “boşuna zahmet” ve 1957-60 arasını da “boyuna gaflet” devresi olarak tanımlamıştır (Kısakürek, 2010c, s. 132). Necip Fazıl’ın CHP iktidarı döneminde aldığı hapis cezası toplam 8-9 ay kadardır. DP iktidarı döneminde ise 1 yıl 10 ay hapis yatmıştır (Kısakürek, 2010c, s. 280). Benzer bir durumu başka din adamları için de söylemek mümkündür. Bu yüzden bazılarının gündelik siyaset tartışmaları üzerinden yüzeysel bir şekilde iddia ettikleri gibi DP döneminin ne kadar dindarların lehine ve İslamcılığın gelişmesine katkıda bulunduğu tartışmalı bir konudur. İslamcılığın Fetret Devri, Büyük Doğu Dergisi ve Necip Fazıl Kısakürek 119 On yıllık DP iktidarı dönemi, Büyük Doğu dergisi açısından çalkantılı pek çok olayın yaşanmasına sebep olmuştur. Derginin kısa süreli de olsa gazeteye dönüşmesi bu dönemde gerçekleşmiştir. Dindar kesim açısından çok partili hayata geçiş sürecinin kısmi rahatlama siyaseti bu iktidar döneminde de devam etmiştir. Adnan Menderes ve birkaç nüfuzlu DP’li ile kurduğu ilişkiler yüzünden Necip Fazıl’ın iktidara daha yaklaştığı bir döneme karşılık gelmiştir. CHP iktidarında CHP’ye hücum eden Necip Fazıl, DP iktidarında da CHP’ye hücum etmeye devam etmiştir. Dergi yaklaşık yedi aydır çıkmadığı halde 27 Mayıs sabahı ilk kapatılan dergiler arasında zikredilmiştir. Sonuç Necip Fazıl, kendi davası olarak tanımladığı, Büyük Doğu davasını bir İslam metafiziği ve tasavvufu temelinde inşa etmeye çalışmıştır. Bu çabanın onun hayatında ve eserlerinde karşılığı net bir şekilde görülebilir. Davasını da daima “İslam” diye adlandırmıştır. Elbette onun düşüncesi ve mücadelesi de kendi sınırlılıkları dahilinde bir yorumdur ve bu sınırlılıklar dahilinde değerlendirilmeyi hak etmektedir. Bu yorumun en önemli temellerinden birisi geleneksel tasavvuf inancına dayanmasıdır. Hatta benimsediği geleneksel yorumu ve tasavvufu tartışmaya açmaksızın İslam davasının temeli olarak kabul etmiştir. Bir yönden Necip Fazıl, kendisinden önceki İslamcılık hareketinin, Cumhuriyet’in kurulmasından sonra eser üretilmeyen sükût devrinin bir devamcısıdır. Ancak bir yönden de tezleri ve tartışmalarıyla bir gelenek oluşturması engellenen aynı İslamcılık hareketinden ayrı değerlendirilmesi gerekmektedir. İslamcılık tarihindeki bu kopuşun üzerinde önemle durmak gerekmektedir. Necip Fazıl, “İslamcılığın muhafazakârlaşması” noktasında önemli bir figürdür ve Türkiye’de İslamcılık, muhafazakârlık ve milliyetçilik düşüncelerinin önemli bir sentezcisidir. Ayrıca o, Cumhuriyet dönemi İslamcılığının kurucu isimlerinin başında gelmektedir. Büyük Doğu’nun kendisinden sonra bir gelenek inşa edip etmediği tartışmalı olsa bile düşünce ve siyaset dünyasına etkisi çok geniş çaplı olmuştur. Necip Fazıl düşüncesinin ve eyleminin önemli bir yönü de karşısında konumlandığı düşünceler ve kurumlarla diyalektik bir ilişki kurmasıdır. Büyük Doğu dergisinde ve Necip Fazıl’ın bütün hayatında tutarlı bir şekilde devam eden karşıtlık, derginin 1947 yılındaki bir sayısında şu şekilde ifade edilmiştir: “7 sınıf düşmanımız var: 1. Bütün CHP, 2. Bütün muhalefet madrabazları, 3. Dönmeler, 4. Komünistler, 5. Dinsizler, 6. Sünnet ehline zıt sözde Müslüman- 120 İslam’ı Uyandırmak - II lar, 7. Eserden, nefesten ve şöhretten mahrum sanatkar ve mütefekkir kopyaları.” Hayatı boyunca zıddına hücum etmiş ve yukarıdaki tasnif içinde gördüklerine kendisiyle tutarlı bir şekilde karşı çıkmıştır. Büyük Doğu’nun, teşkilatlanma ve hatta partileşme amacı gerçekleşmemişse de Necip Fazıl, ötelenmiş dindar kesimin öfkesini dile getirme konusunda öncü olmuştur. Sadece bir reaksiyoner olmamaya, bir düşünce ve duruş inşa etmeye çaba gösterdiğini de hakkını teslim ederek söylemek gerekmektedir. Bunları ne kadar gerçekleştirdiği tartışılabilir ancak İslamcılık hareketi açısından kendisinden sonra gelenlere hem bir alan açtığı hem de bir şekilde tesir ettiği kabul edilebilir. Bu yüzden Necip Fazıl ve Büyük Doğu, Cumhuriyet dönemi İslamcılık hareketi açısından inkâr edilemeyecek kritik bir noktada bulunmaktadır. Yaşarken gündelik siyasetin önemli bir figürü olduğu gibi yazılarıyla ve yayınlarıyla siyasete etki etmeyi de başarmıştır. Büyük Doğu, bugünün İslamcılık hareketinin hikayesi açısından da önemli bir hafızaya karşılık gelmektedir. Öyle ki bugün siyaset ve din üzerinden yaşanılan tartışmalarda aşağı yukarı benzer bir yapıya sahip olunduğu söylenebilir. Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarı döneminde Necip Fazıl’ın yeniden yükselişinin sosyal gerçeklik alanında da bir karşılığı olduğu sosyolojik olarak tespit edilebilir. Kaynakça Fergan, E. E. (2005). CHP ve din. İstanbul: Beyan. Gün, F. (2001). Sebilürreşad Dergisi ekseninde çok partili hayata geçerken İslamcılara göre din-siyaset-laiklik (1948-1954). İstanbul: Beyan. Karaca, A. (2009). Necip Fazıl-Adnan Menderes ilişkisi. Ankara: Lotus. Karaosmanoğlu, Y. K. (2013). Politikada 45 yıl (7. baskı). İstanbul: İletişim. Kısakürek, N. F. (1943). Atatürk dirilecektir!!!. Büyük Doğu, 10, 2. İstanbul. Kısakürek N. F. (2010a). Cinnet mustatili: Yılanlı kuyudan (16. baskı). İstanbul: Büyük Doğu (e-kitap baskısı). Kısakürek, N. F. (2010b). Çerçeve 3 (4. baskı). İstanbul: Büyük Doğu. Kısakürek, N. F. (2010c). Hadiselerin muhasebesi 1 (3. baskı). İstanbul: Büyük Doğu. Kısakürek, N. F. (2010d). Hadiselerin muhasebesi 2 (2. baskı). İstanbul: Büyük Doğu. Kısakürek, N. F. (2011a). Babıali (15. baskı). İstanbul: Büyük Doğu. Kısakürek, N. F. (2011b). Benim gözümde Menderes (8. baskı). İstanbul: Büyük Doğu (e-kitap baskısı). Kısakürek, N. F. (2013). Başmakalelerim 1 (4. baskı). İstanbul: Büyük Doğu. Kısakürek, N. F. (2014a). Başmakalelerim 2 (4. baskı). İstanbul: Büyük Doğu. Kısakürek, N. F. (2014b). Hitabeler (11. baskı). İstanbul: Büyük Doğu. Okay, O. (2015). Necip Fazıl: Sıcak yarada kezzap (2. Baskı). İstanbul: Dergâh. Tunçay, M. (2005). Türkiye Cumhuriyeti’nde tek parti yönetiminin kurulması (1923-1931) (4. baskı). İstanbul: Tarih Vakfı. Yıldırım, E. (2016). İslamcılığın iki kurucusu: Mehmet Akif-Necip Fazıl, İstanbul: Pınar. ~ Şemsettin Günaltay, (1341), Zulmetten Nura. Evkaf-ı İslamiye Matbaası. ~ ~ İbrahim Arvas, (1959), Şemsetttin Günaltay’a, Büyük Doğu, 10(9). ~ Giriş İslâmcılık, XIX.-XX. yüzyılda, İslâmı bir bütün olarak (inanç, ibadet, ahlak, felsefe, siyaset, eğitim) yeniden hayata hakim kılmak ve akılcı bir metotla Müslümanları, İslâm dünyasını Batı sömürüsünden, zalim ve müstebit yöneticilerden, esaretten, taklitten, hurafelerden. kurtarmak; medenileştirmek, birleştirmek ve kalkındırmak uğruna yapılan aktivist, modernist ve eklektik yönleri baskın siyasî, fikrî ve ilmî çalışmaların, arayışların, teklif ve çözümlerin bütününü ihtiva eden bir hareket olarak tarif edilebilir. İslamcılık için, İslam dünyasında “tecdid, ıslah, ittihad-i İslâm (çoklukla Panİslâmizm karşılığı kullanılır), ihya...’: Batıda ‘Panİslâmizm’ özellikle yeni araştırmalarda ‘modern İslâm(iyet), İslâmdareformist düşünce...’ gibi kelime ve terkipler kullanılmaktadır. (Kara, 1978, XV) Bu hareket, Mısır’da Cemaleddin Efganî (1839-1897), sadık öğrencisi Muhammed Abduh (1845-1905), Hindistan’da Seyyid Ahmed Han (1817- 1898), Seyyid Emir Ali (1849-1828), Türkiye’de Sırât-ı Müstakîm-Sebilürreşad, Beyanü’l-Hak, Volkan, Cerideye-i Sufiye, Ceride-i İlmiye, Hikmet gibi dergilerde kümelenen kişilerin öncülüğünde ortaya çıkmış ve gelişmiştir.1 İslâmcılık fikrinin etkin savunucularından Sadrazam Said Halim Paşa da, İslâmlaşmayı, İslâmiyetin inanç, ahlak, yaşayış ve siyasete ait esasların tam olarak tatbik edilmesi olarak kabul etmektedir. Bu fikre göre, Müslüman olduğunu 1 Daha fazla bilgi için bkz. Tunaya (1988, s. 10), Bolay (1995, ss. 37-40), Mardin (1993, s. 12). İslâmcılıktan Sekülarizme Şemseddin Günaltay’ın Zihinsel Dönüşümü Bayram Ali Çetinkaya 124 İslam’ı Uyandırmak - II söyleyen kimsenin, kendisini inandığı dinin esaslarına göre hissetmesi, düşünmesi ve hareket etmesi gerekir. İslâmiyet’in ahlak ve hayat siyasetine kendini tamamen uydurmadıkça, insanın kendisinin Müslümanlığını söylemesi o kişiye bir şey kazandırmaz ve aynı zamanda hiçbir mutlulukta sağlamaz. Sadrazam Said Halim Paşa, İslâmlaşma adlı eserinde, Müslüman tipini ortaya koyarken şu cümleleri oldukça düşündürücüdür. “Bir Kant’ın yahut bir Spencer’in ahlâk görünüşüne inanan, sosyal hayatta Fransız, siyasette İngiliz usulünü kabul eden bir Müslüman, ne kadar bilgili olursa olsun, ne yaptığını bilmeyen bir kimseden başka bir şey değildir” (1991, ss. 184-185). 1908-1918 yılları arasında İstanbul’daki münevverlerin, İslâmiyetin Osmanlı toplumundaki yeri konusundaki tartışmaları, fikir cepheleşmelerine sebep olmuştur. Ortaya çıkan tartışmaların bir bakıma beklenmedik tarafı, Osmanlı uleması içinde önde gelen bazılarının, reformcu akıma yaklaşmış olmalarıdır. Bu akım, İslâm Dünyası’nda, Mısırlı âlim Muhammed Abduh gibi kişiler tarafından 19. yüzyıl sonu ile 20. yüzyıl başlarında olgunluğa kavuşmuştur. Reformist İslâm düşüncesi karşıtları, görüşlerini Beyanül-Hak’ta dile getirmekteydi. Başlarında da Jön Türk liderlerinin ülkeyi terk etmesinden sonra- 1919-1922 yılları arasında Şeyhülİslâmlık yapacak olan Mustafa Sabri Efendi bulunmaktaydı. Bu çevreler, “İslâmiyet’te içtihat kapısının yeniden açılması” yolundaki öneriden özellikle rahatsız olmaktaydılar. Gerçek anlamda muhafazakâr kişilerle birlikte kitleler için de, böyle bir teklif, İslâmiyet’in aşırı ölçüde rasyonalizasyonu ya da onun birtakım yerel uygulamalar sonucu kazanılmış olan donanımın tahribi anlamına gelmekteydi. Aynı öneri, ulema açısından geleneksel kanunî aygıtın parçalanması anlamını taşıyordu. Dini yasaların Ortodoks yorumu İslâm Fıkıh mezheplerinin kurucuları tarafından ortaya konulan görüşlerden kaynaklandığına göre, daha serbest yorumların aşırı bir şekilde yapılması bu mezheplerle iplerin koparılması anlamına gelmekteydi. Bu tür yönelimler içinde bulunanlar, “mezhepsiz” olmakla suçlanıyordu. Buna karşılık, daha ileri görüşlü ulema ile birlikte sıradan insanlar, kendi görüşlerini Sırât-ı Müstakîm (daha sonra Sebilürreşad) dergisinde dile getiriyor ve Abduh’un Selefiyye okulu yanında yer alıyorlardı. Bu gurubun liderleri arasında şair Mehmet Akif de bulunuyordu. Onun epik yapıtı Safahat, toplumsal-dinî reform programını çağrıştırabilecek yönler taşımaktaydı. Yine, aynı grup içinde bulunan Mardinizâde Ebülüla, Said Halim Paşa, Bereketzâde İsmail Hakkı, Manastırlı İsmail Hakkı, Ferid Kam, Ahmed Naim, M. Hamdi, Ahmed Hilmi, İslâmcılıktan Sekülarizme Şemseddin Günaltay’ın Zihinsel Dönüşümü 125 İzmirli İsmail Hakkı ve M. Şemseddin gibi entelektüel İslâmcılar bulunuyordu. Çalışmamızın konusu olan ve aynı zamanda bu ekol içerisinde bulunan M. Şemseddin, 1914 yılında yayınlanan Zulmetten Nura adlı eserinde, Osmanlı’da o dönemde geçerli olan İslâmiyet’in yine o zamanlar öğrenilen Batılı ideoloji açısından en ilerici taraflarının yeniden sahiplenmesine yönelik bir program oluşturmaktadır.2 İslâmcıların Panİslâmizm üzerinde direnmelerinde, İslâm’ın modern uygarlığa bir engel olmadığı, gerçekte Avrupa kültürünün kaynağı ve başlangıcı olduğu şeklindeki endişeli ısrarlarında, 19. yüzyıl Müslüman Hindistan’ın savunucularını ve romantik yazarlarını kuvvetle andırıyorlardı; şüphesiz onlardan az etkilenmemişlerdi. Onlara göre Osmanlı İmparatorluğunun gerileme nedeni, İslam’ın terki idi. İslam ile tarihî hukuk ve geleneksel İslâm değil, bizzat kendilerinin yeniden keşfedilip yorumladıkları eski ve gerçek İslam anlayışını kastediyorlardı. Siyasal ve toplumsal konularda rehberlik için Batıya gitmeye hiç gerek yoktu; çünkü siyasal ve toplumsal gelişmenin bütün unsurları, bunları bizzat Batı’nın da kendisinden iktibas ettiği İslâm’ın geçmişinde bulunabilirdi. Bilim ve teknoloji Batı’dan alınabilirdi; bunların benimsenmesine ve ilerlemesine İslâm hiçbir engel göstermezdi. Fakat devlet, hukuk, toplumsal gelenek eğitim ve temel bağlılıkta İslâm egemen kalmalıydı (Lewis, 1991, ss. 233-234; Çetinkaya, 1999, ss. 171-172) İslâmcı akım, bu görüşünü çeşitli deliller üzerine dayandırmak istemiştir. Şöyle ki; Batı’nın ahlak ve maneviyat alanındaki geriliğinin en büyük nedeni laiklik sistemini kabulde olduğu düşünülüyordu. Batı, dini devletten ayırmıştı. O kadar ki din ve ahlaktan kurtulan siyaset başıboş kalmıştır. Bunun yanında Batı, zalimdir. Zira bu derece makineleşmiş ve maddeleşmiş bir dünyada adalet ve hakkaniyet duyguları bir hayal haline gelmiştir. Batı istismarcıdır, o yalnız kendi insanlarını değil, Doğu’yu işgal etmiş ve ilerlemesine engel olmuştur, sömürmüştür. Batı, devletlerarası ilişkilerde bencil ve kindardır. Maneviyat alanında Doğu, Batı’nın bulunduğu seviyenin çok üstündedir. Bu açıdan Batı, Doğu’ya muhtaçtır. İslâmcılar, bu tür görüşleri yanında Müslümanların içinde bulundukları durumu gizlememişlerdir. M. Şemseddin’e göre, Batı büyük bir medeniyet yolunda hızla ilerlerken,Osmanlı İmparatorluğu “Lale Devri’ni küşat etmişti”. 2 Bu konu ile ilgili daha geniş bilgi için bkz. Mardin (1992, ss. 227-228), Mardin Türkiye’de Din ve Siyaset, ss. 18-21, Akşin (1987, s. 246), Durmuş, (1994, s. 57), Türköne (1993, s. 94), Çetinkaya (2000, ss. 33-39). 126 İslam’ı Uyandırmak - II Sonunda yeniden kalkınabilmesi için ahlaken nefret ettiği Batı’nın metot ve vasıtalarına muhtaçtır. İslâmcı cephenin Batılılaşma prensibi, şu suretle açıklık kazanmıştır: Batı’nın ahlakını, sosyal fikirlerini bir tarafa bırakmak, hatta Batı’nın ahlak buhranından kendimizi korumak gerekir, fakat teknik ilerlemelerini almak şarttır. Bize düşen müspet ve menfi durumları büyük bir dikkatle tespit ve ona göre hareket etmektir. Böyle bir kaide ile Batı medeniyetini Osmanlı ülkesi içine nakletmek arasında derin farklar vardır. Bu suretle İslâmcılık cereyanı tam manasıyla gelenekçi oluyordu. İslâmcılık cereyanının gelenekçiliği, Batılılaşma metodunu da açıklamıştır. İslâmcılara göre, Batılılaşma, iki esasa dayanmaktadır: Birinci esas, taklitten kaçınmaktır. Taklit, iki bakımdan yersiz, faydasız ve zararlıdır. Mehmet Akif durumu acı bir eleştiriye tabi tutmaktadır...“Dini taklit, adetleri taklit, kıyafeti taklit, selamı taklit, kelamı taklit, hülasa her şeyi taklit bir milletin fertleri de insan taklidi demektir ki, kabil değil, gerçek bir sosyal topluluk vücuda getiremez, binaenaleyh yaşayamaz.” İkinci esas ise, “Batıdan alınacakların ülkenin kendi gelişme sürecine ve gerçek ihtiyaçlarına göre yapılmasıdır. Bu ise ancak teknik alanda olmalıdır.” (Tunaya, ss. 82-84; Mardin, 1993, s. 28). İslâmcılar, Osmanlı İmparatorluğu’nun ve bütün İslâm dünyasının kurtuluşunu İslâmcı bir Rönesans formülüne bağlamaktadırlar. Onlara göre, bu memleketlerin yeniden kalkınmaları ve yükselmeleri, ancak İslâmlaşmakla mümkündür (Tunaya, sç 28). Mümtaz Turhan da, İslâmcıların koyu şeriatçı ve daha mutedil ve müsamahalı dintaraftarları olmak üzere ayrıldığını, ancak hepsinin de İslâmiyetin gelişmeye ve ilerlemeye engel olmadığı konusunda birleştiği tespitini ortaya koymaktadır (Turhan, 1978, s. 202). İslâmcılar, özelikle Balkan Savaşı’nın ve Rumeli’nin kaybından dolayı, Hristiyan Avrupa’ya karşı bir cephe almak gerektiğine inanmışlardır. Batı’ya karşı bu kin ve nefretleri, onları İslâmcı Türklere ve milliyetçilere daha çok yaklaştırmıştır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, İslâmcı akımlar, ilerlemek amacıyla Avrupa’nın bilim ve tekniğine ihtiyaç duyarken, Doğu’nun (İslâm’ın) da ahlak ve terbiyesinin Avrupa’ya (Avrupalı’ya gerektiği için) ihracına inanmışlar ve bunun için de var güçleriyle mücadeleye soyunmuşlardır. Bu tez ile de İslâmcıGarpçılığa ulaşanlar olmuştur. Mesela, bunlar (İslâmcı-Garpçılar) Osmanlı İmparatorluğu’ndaki gerilemenin temelinde, hurafelerin, batıl itikatların ve dervişliğin yattığını ileri sürmüşlerdir. Bu noktada M. Şemseddin ile Dr. Abdullah İslâmcılıktan Sekülarizme Şemseddin Günaltay’ın Zihinsel Dönüşümü 127 Cevdet’in benzer görüşleri vardır. Nitekim M. Şemseddin bu konunun üzerinde titizlikle durmuş, Hurâfâttan Hakîkate adlı eserini bu amaçla kaleme almıştır (aktaran Tunaya, 1962, ss. 74-75). İslâmcı cereyanın Türkçülük akımına karşı almış olduğu cephenin karşı istikametinde İslâmcı-Türkçüler, milliyetin İslâm’a aykırı olmadığı fikrini savunmuşlardır. Onlara göre milliyet duygularının yok olması mümkün değildir; yaşanılan çağ, “milliyet asrıdır.” 20. yüzyıl medeniyetinin insanları din duygularından ziyade, milliyet fikrine yakın olmaktadır. Her kesim kendi dili ve kültürü etrafında toplanmaktadır.3 Türkçü akımın lideri ve ideoloğu, hiç şüphesiz Ziya Gökalp’tir. O, 1915’te Üç Cereyan başlığı altında birçok makaleler yazdı. Makalelerini, “Muasırlaşmak, İslâmlaşmak ve Türkleşmek” çerçevesinde ele alıp, bir “telif ” (Kara, 1978, s. 24) peşindedir. Üç Cereyan adını taşıyan kitabından bazı cümleleri burada anmak, bu akımı değerlendirmemiz açısından yararlı olacaktır: Türk lisanı da, Türk kavramı gibi İslâm medeniyetine girdikten sonra huruf ve ıstılahca İslâmî bir şekil aldı. O halde, beynelmilliyet ruhunu ibdâ eden âmil “kitap” ve dolayısıyla “medeniyet”tir, dindir. Binaenaleyh Türklükle İslâmlık, biri “milliyet”, diğeri “beyn’el-milliyet” mahiyetinde oldukları için aralarında asla tearuz yoktur. Türk mütefekkirleri, Türklüğü inkâr ederek beyne’l-edyân bir Osmanlılık tasavvur ettikleri zaman İslâmlaşmak ihtiyacını duymuyorlardı. Hâlbuki Türkleşmek mefkuresi doğar doğmaz, İslâmlaşmak ihtiyacı da hissedilmeye başladı. (Gökalp, 1976, ss. 1, 11, 18-19, 53-55) Günaltay, üç fikirde birleşmeyi, kurtuluş yolu olarak görmüştür. İslâmlaşmanın, çağdaş olmanın ve Türkleşmenin hakiki ihtiyaçtan doğduğunu savunmuştur (Maziden atiye, ss. 241-316). Şemseddin Bey, üç düşünce akımını birleştirmede, Gökalp’ın fikrine katılmıştır. Yalnız temel nokta olarak İslâmcılığı ele almış ve Batılılaşma ile Türkleşmeyi ona bağlamıştır. Böylece Günaltay, “Gökalp’in üçlüsünden sıra itibariyle ayrılır.” Modern İslâmcılar arasında o dönemde Günaltay’dan başka aşırı tenkitler yapanın bulunmadığı bir gerçektir (Ülken, s. 391; Bolay, 1979, s. 405; Mardin, 1992, s. 228). İkinci Meşrutiyet dönemindeki bu fikir akımları ve ideolojiler, bu dönemin, düşünce bazında dinamik ve aksiyoner bir yapıda geçmesine sebep olmuştur. Özellikle, bu dönem hakkında yapılan araştırma ve çalışmaların yeterince olmaması, düşünce hayatımızın en hareketli ve yoğun bir zaman dilimini yeni 3 Bkz. Şeyh Muhsini Fani (1311-1329, s. 53); Tunaya (1962, s. 83). 128 İslam’ı Uyandırmak - II kuşaklar tarafından bilinmemesine yol açmıştır. Meşrutiyet öncesi ve sonrası düşünce cereyanları üzerinde durmamızın nedeni, araştırmamızın konusu M. Şemseddin Günaltay’ın bu dönemde, fikirlerinin yoğunlaşması, düşünce ve birikiminin alt yapısının oluşmasından kaynaklanmaktadır. İlmî ve Siyasî Hayatı Şemseddin Günaltay, 1883 yılında (bugün Erzincan’a bağlı) yeni adı Kemaliye olan Eğin’de dünyaya geldi. Ailesi, Uygur ve Çağatay Türkleri’nin yaşadığı topraklar olan Urik adlı bir köydendi. Babası huzur derslerine çıkmış müderris Ethem Efendi, annesi Saliha Hanım’dır. Günaltay’ın babası, ulema sınıfında önemli bir yeri ve şöhreti olan dar gelirli bir aileden gelmekteydi. Böyle bir aile çevresinin Şemseddin üzerindeki etkisini, şu olay açıkça ortaya koymaktadır. “Bir gün Eğin eşrafından bir zat kendi çocuklarına bırakacağı malı mülkü saydıktan sonra, Ethem Efendi ben öyle bir şey bırakıyorum ki, hem ona, hem de torunlarının torunlarına yeter” der. Onun bıraktığı miras ilimdir. İktisadî birikimlerinin karşısında bilim birikiminin değeri üzerine verilmiş bu dersi, Şemseddin hiçbir zaman unutmayacaktır. Günaltay, Üsküdar’da Ravza-i Terakki’de Vefa İdadisi’nde okuduktan sonra Dâru’l-Muallimin-i Aliye (Yüksek Muallim Mektebi’ne) girmiş, fen kolundan mezun olmuştur. Bilimsel çalışmalar yapmak maksadıyla yurt dışına giderek, İsviçre’nin Lozan Üniversitesi’nde fizik alanında öğrenim görmüştür. Yurda döndükten kısa bir süre sonra, Midilli İdadisi Müdürlüğü’ne atanmış, fakat bu görevde fazla kalmayarak, Kıbrıs İdadisi’nde öğretmenlik, İzmir Gelenbevi Lisesi’nde müdürlük yapmıştır. 1914’te, Darülfünun’un Edebiyat Fakültesinde Türk Tarihi ve İslâm Kavimleri müderrisi olarak dersler vermiş, sonra da İlahiyat Fakültesi dekanlığına atanmıştır. 1915’te, İttihat ve Terakki Fırkası’ndan Ertuğrul (Bilecik) mebusu olmuş ve bu görevi 1920’de Meclis-i Mebusan dağılıncaya kadar sürdürmüştür. Aynı zamanda Darülfünun’daki derslerini de ihmal etmemiştir. Günaltay, bir müddet İttihat ve Terakki’nin başkanlık görevinde bulunduktan sonra 1918’de kurulan Teceddüd Fırkası’nın kurucuları arasına katılmıştır. Mütarekeden sonra kurulan Divan-ı Harp’te, harp sorumlusu olarak, İttihad ve Terakki’nin ileri gelenlerini sorgulayan komisyonda görevlendirilmiştir (1918). Mütareke günlerinde İstanbul Darülfünun’unda, milli davayı kuvvetle savunan ve gençlere yol gösteren başlıca hocalardan biri olmuştur. İslâmcılıktan Sekülarizme Şemseddin Günaltay’ın Zihinsel Dönüşümü 129 Ankara Hükümeti, 1920’de kurulduktan sonra, İstanbul Belediye meclis üyeliğine ve reis vekilliğine seçilmesinin ardından Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin İstanbul şubesinde faaliyetlerini sürdürmüştür. Mustafa Kemal’in emriyle, İstanbul Cumhuriyet Halk Partisi teşkilatını kurmaya memur edilmiştir. 1923’te, II. Büyük Millet Meclisi’ne Sivas milletvekili olarak giren Günaltay, Sivas ve ardından Erzincan milletvekilliğini 1954 yılına kadar sürdürmüştür. Milletvekilliğiyle birlikte İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’’nde Tarih Profesörü olarak görevde bulunmuş, dersler vererek öğrenciler yetiştirmiştir. Hasan Saka’nın istifasından sonra 15 Ocak 1949’da, Türkiye Cumhuriyeti’nin 14. Başbakanı sıfatıyla tek parti devri Halk Partisi’nin son hükümet başkanlığına seçilmiştir (15.1.1949-22.5.1950). Ankara İlahiyat Fakültesi’nin açılması ve dinî eğitime ağırlık verilmesi, çok partili sisteme geçilip serbest seçimlerin yapılması ve 1946’da seçimlerde şaibelerin son bulması onun Başbakanlık döneminin önemli olaylarındandır. 14 Mayıs 1950 seçimlerinde Demokrat Parti’nin çoğunluğu almasıyla Başbakanlıktan uzaklaşıp, 1950 seçimlerinde Erzincan Milletvekili olarak Meclis’e girmiş; 1954 seçimlerinde milletvekili seçilememiştir. Günaltay, 1958-1959 yıllarında Cumhuriyet Halk Partisi İstanbul İl Başkanlığı’nda bulunduktan sonra 27 Mayıs 1960 İhtilali’nde, kurucu meclis üyeliğinde görev almış; 1961 yılında, Cumhuriyet Halk Partisi’nden İstanbul Senatörü olmuştur. Ancak bu göreve başlamadan vefat etmiştir. (19 Ekim 1961), Cenazesi Ankara Cebeci Asri Mezarlığı’na defnedilmiştir.4 Günaltay, hayatı boyunca ilimden ve ilim çevresinden bir an için dahi olsa ayrılmamıştır. Yaşamının büyük bir bölümünü politika oluşturmuşsa da o, politika içinde dahi ilmî çalışmalarını sürdürmüş, araştırmalar yapmıştır. Millet Meclisi’ndeki konuşmalarında da sık sık tarihî olaylardan, araştırmalardan bahseden ve bunları gündeme getirmekten çekinmeyen bir tavra sahip olmuştur. İlimden ve araştırmalarından uzak kalmadığının en somut kanıtı, onun 1930’da Türk Tarih Kurumu’nun kurucu üyeleri arasında yer almış olmasıdır. Günaltay, 1941 yılından itibaren vefat tarihi olan 1961’e kadar bu kurumun başkanlığını yapmıştır. Tarih kongrelerine katılmış, tebliğler sunmuştur. Türk Tarih Tezi’nin geliştirilmesinde ve resmî tarih kitaplarının yazılmasında etkin görevler almıştır (Kara, 1978, ss. 403-404). 4 Daha fazla bilgi için bkz. Türk Ansiklopedisi, (1970), Günaltay, s. 174; Meydan Larusse, Günaltay, 5, s. 433; Günaltay (1988) Ana Britanica, Günaltay (1988, X, 159-160), Çubukçu (1973, s. 185), Coşkun (1991, s. 174), Sitembölükbaşı (1995, s. 23). 130 İslam’ı Uyandırmak - II Şemseddin Günaltay, Batı taklitçiliği karşısında milletin uyandırılması, Batılıların ve Batıcıların iddialarının aksine İslâm’ın gelişmeye engel olmadığı, yanlış anlayışlardan kaynaklanan aksaklıklar bulunduğu, İslâm’ın ana kaynaklarından öğrenilmesi gerektiği, Türk Milleti’nin İslâm Medeniyeti’nin oluşmasında ve yerleşmesinde önemli roller üstlendiği gibi konular üzerinde durmuştur. Türk ve İslâm tarihi alanındaki çalışmaları, Cumhuriyet döneminde daha çok Anadolu, Mezopotamya ve İran’ın ilk çağ tarihi üzerinde yoğunlaşmıştır (Küçük, 1997, s. 121; Günaltay, 1331, s. 98; Günaltay, 1923, ss. 8-153). Şemseddin Bey’in ilmi şahsiyetinde, “ilim ve fende çağdaş uygarlığı benimsemek” düşüncesi yatmaktadır (Çubukçu, 1973, ss. 185-187). O, fikir ve siyasette olduğu gibi, bilimsel yöntemde de Batı’nın metodunu benimsemiştir. Şemseddin Günaltay’ın hayatı boyunca bulunduğu bilimsel ortamlar ve siyasal çizgisinden de anlaşılacağı gibi çok aktif, hareketli, geniş ufuklu bir insan profili çizmektedir. Dolayısıyla, onun yaşadığı dönemlere ilişkin yorumları ve tavırları açıklanmaya muhtaçtır. Ayrıca, Günaltay’ın Osmanlı-Türkiye Cumhuriyeti dönemi düzleminde takip ettiği yaşam çizgisi, o dönemin aydınlarının fikriyatı ve topluma sunduğu projeler hakkında önemli ipuçları verecektir. İslâm, İlerlemeye Engel midir? İnanmak, insana özgü bir meleke olup, insanın mevcudiyetini kendisine kanıtlamış bir düşünce eylemidir. Günaltay, insanlık tarihinde insanların inançlarını değerlendirirken, her toplumun ve insanın mutlak bir inanca bağlı olduğunu bize kadar ulaşan bilgi, belge ve bulgulardan öğrendiğimizi belirtmektedir. En fanatik ateistler bile bir varlığa inanma ihtiyacından kurtulamamış; kendilerini bu duygudan kurtaramamışlardır. Demek ki, inanma ihtiyacı insan için gerekli olan ve aynı zamanda dinsizliğe karşı gelen bir isyandır. Günaltay, dinin fert ve cemiyet hayatındaki fonksiyonu üzerinde dururken, mülhit ve ateistlerin fikir babalarından sayılan Dante’den (1265-1321) alıntılar yapmıştır. O’nun Dante’nin düşünceleriyle dinin gerekliliği meselesini işlemesi, enteresan bir yöntem olarak görülmektedir (1331, ss. 55-56). Düşünürümüz, dini, tarihin her devresinde insanlığın maneviyatına, hatta maddiyatına hâkim olarak görülen tek âmil şeklinde vasıflandırmaktadır. Dünya üzerinde yetişmiş büyük mütefekkirlerin birçoğu, dini incelerken şu İslâmcılıktan Sekülarizme Şemseddin Günaltay’ın Zihinsel Dönüşümü 131 soruları sormuşlardır: Din toplum ruhundan doğmuş bir şey midir? Veya haricî bir kaynaktan mı doğmuştur? Veyahut insanlığın idrakinin alamayacağı bir sebepten mi ortaya çıkmıştır? Durkheim (1858-1917) ekolü ise, dinlerin tahlil ve izahında yeni bir yol açmış, daha çok ibtidai dinlere tatbik edilen metotların dışında, meseleyi sosyolojik boyutuyla ele almış ve fikirler ileri sürmüştür. Mütefekkirimize göre, din, tamamıyla cemiyet hayatıyla ilgili olup toplumun içinde bulunan fertlerin zorunlu olarak kabul ettikleri birtakım telakki ve amellerin heyet-i mecmuasından ibaret olan içtimaî bir müessesedir (Günaltay, ss. 56-59; Mert, 1994, s. 96). Bu tanım, Günaltay’ın dönemine kadar İslâm literatüründe hâkim olan klasik din tanımının çerçevesini aşmış bir tanım olup, daha çok sosyolojik açıdan yapılmıştır. Ve diğerlerine (İslâm âlemine) göre oldukça bilimsel, genel ve kapsamlıdır. Osmanlı İmparatorluğu’nun son zamanlarında ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında -hatta sonraki yıllarda bile- münevverlerimiz tarafından, toplumumuzun gerilemesi, ilim ve fendeki donukluğumuz, yeni fikirlerin ve mucitlerin arasında insanlarımızın olmayışı gibi meselelerimizin sebebi, hep İslâm’a ve Müslümanlara mal edilmeye çalışılmıştır. Bu çevreler, İslâm dininin bizzat kendisinin, bu duruma sebep olan fikir, Müslümanları da bu ortamın müsebbibi kimseler olarak suçlamışlardır. Tabii ki, bu düşüncede olan mütefekkir ve münevverlerimiz bir fikrin mümessilleri olarak, bu nitelendirmelerde bulunmuşlardır. Millî kültür ve dini kaygı içerisindeki mütefekkir ve aydınlarımız ise, bu fikirlere oldukça seviyeli ve ilmi cevaplarını Sırat-ı Mustakim ve Sebilürreşad gibi süreli yayınlarda vermişler ve ithamların ilmî dayanaklardan yoksun olduğunu ispatlamaya çalışmışlardır. Şemseddin Bey, konu başlığı olarak da aldığı soruya çok açık ve kesin cevap vererek meseleye eğilmiş, konuyu derinlemesine izah etmiştir. Ona göre, İslâmiyet, ilmin düşmanı değil, bilakis ilmin hamisidir. Fennin dayanağı nasıl akıl ise, İslâm’ın teklifi de aklı kullanmaktır. “Kişinin dini aklıdır. Aklı olmayanın dini yoktur”5 hadisi bu gerçeğin anlatılmasına yardımcı olacak en somut delillerdendir (Günaltay, s. 73). Düşünürümüz, Mutezile gibi düşünerek akıl ile nakil çatışırsa, aklî delilin tercihi ve naklî delilin ise tevilinin İslâm’ın esasında olduğunu savunmuş5 Günaltay’ın kullandığı bu hadis muhteva olarak makuldur. Ancak, metin açısından Hz. Peygamber’e nisbeti mevzûdur. Bkz. el-Elbânî, 1988, I, 13; Yıldırım (1996, ss. 211-212). 132 İslam’ı Uyandırmak - II tur. İstidlal ve içtihat, metotlarının kullanılmasına dinen memur olduğumuz, İslâm’ın esaslı noktalarındandır. Dolayısıyla yeni yeni ortaya çıkan mesele ve problemlerin çözümsüz olmayacağı, kıyas, içtihat yollarıyla bunların üstesinden gelineceği aşikârdır. Böylece ilerlemeyi engelleyici ve sınırlandırıcı bir sıkıntının İslâm dininde yerinin olmadığı bir gerçektir. Yeni nesillerin eğitim ve öğretiminin yapılması, ancak Müslüman kadınların ilim, irfanla donatılıp geleceğin insanlarını yetiştirebilecek bir seviyeye ulaştırılmasıyla mümkündür Günaltay, ss. 99-100; Çubukçu, 1986, s. 210; Mert, 1994, s. 74). Bu nokta, özellikle 20. yüzyıla kadar ihmal edilmiş ve toplumun gerilemesinde etkili olmuş bir faktördür. Günaltay, bu açık kapatılmadığı müddetçe, ilim ve teknoloji transferinin sürekli Avrupa da olacağını; bunun için yurt dışına öğrenciler gönderilmesinin gerekliliğini; kurtuluşumuzun da bu olacağını, aynı zamanda bunu İslâm’ın bize emrettiği bir emir olduğunu savunmuştur. İslâm’ın ilme ve ilerlemeye mani olduğunu iddia edenler, İslâm’ın bu husustaki fikirlerini ve emirlerini tetkik etseler ileri sürdükleri düşüncelerin ne kadar haksız olduğunu göreceklerdir. Ayrıca, İslâmiyet’te insanların eşitliğini sürekli belirtmesine rağmen, ilim erbabına imtiyaz payeleri verilmiş ve toplum içerisindeki statülerini en üst düzeyde tutulmuştur. Yine bu din ki, müntesiplerine “Hiç bilenlerle, bilmeyenler bir olur mu?” (Zumer/9) ilahi prensibini getirmiştir. Günaltay, bu konudaki görüşlerine şunları da eklemiştir: “Ancak İslâm milleti, derin bir uykuda bulunmaktadır. Bundan dolayı bu millet uykudan uyanmak ve varlığını tehdit edenlere karşı ilmî çalışmalarını arttırmak zorundadır. İlmî, dinî ve fennî diye ayırıp, fennî ilimler karşısında bulunanlar veya Müslümanları böyle algılayanları uyarmak lazımdır. Gerek fen ilimleri, gerekse dinî ilimler, Müslümanların ilerlemesi için gereklidir” (Günaltay, ss. 100-159). Görüldüğü gibi Günaltay, ilimlerin seküler bir çerçevede tasnifine karşıdır. Zaten böylesi bir ayrım Müslümanların tarihte geri kalışlarının miladını oluşturmuştur. Eğitim Sisteminin Modernleştirilmesi Eğitim ve öğretim meselesini sürekli işleyerek bu konudaki hassasiyeti gösteren Günaltay, Gerek makalelerinde, gerekse eserlerinde ve hatta meclis kürsülerinde bunu gündeme getirmiştir. O, toplumun dayanağı olan kitleyi münevver ve üretken olarak yetiştirmek, bütün hükümetlerin ve yöneticilerin en önemli görevlerinin başında geldiğini belirtmiştir (s. 301). Bunun için de, öğretmenlerin nitelikli ve kaliteli yetiştirilmelerini daima savunmuştur. İslâmcılıktan Sekülarizme Şemseddin Günaltay’ın Zihinsel Dönüşümü 133 Bu fikirlerden de anlaşılıyor ki, maarifin temelini oluşturan öğretmenlerin tedrisatı ve yetiştirilmeleri meselesi, 20. yüzyıl Türkiye’sinde sık sık işlenip aynı zamanda da fikrî tartışmalara sebep olurken, bugün de hâlâ tazeliğini korumaktadır. İçinde bulunduğumuz yıllarda Milli Eğitim Bakanlığı’nın, öğretmen yetiştiren kurumların ve öğretmenlik mesleğinin saygınlığının korunması ile ilgili çalışmaları gündemine alması, bu konuya olan hassasiyeti birlikte getirmektedir. Şemseddin Günaltay, eğitim konusunda, bizzat gidip gördüğü Bulgaristan ve İsviçre örneğini vermiştir. Cumhuriyet’in ilk yıllarında henüz ilçelerde dahi ilkokulların olmadığı bilinirken, aynı dönemde İsviçre’nin köylerinde bile mükemmel bina ve her türlü araç gereçlerle donanımlı ilkokulların olduğu bir vakıadır. Ayrıca, bu okullarda okuyan öğrencilerin tüm okul ve eğitim masrafları devlet tarafından finanse edilmekte olup her türlü kitap ve kütüphane ihtiyaçları karşılanmaktadır. Mütefekkirimiz, öğretmenliğin özel ve saygın bir meslek olduğunu bunun içinde her önüne gelenin, “alettayın bir mektep şehadetnamesi veya sathi bir imtihana istinaden tayin edilen muallimlerin” muallim yapılmamasını, bilmek ile “ta’lim”in farklı durumlar olduğu inancını belirtmiştir. Yine, okullarda uygulanan programların insanımıza uygun olmayışını; “körpe zihinlerin” ne kadar faydasız ve gereksiz bilgilerle meşgul edildiğini şiddetle eleştirmiştir (Günaltay, s. 303). Ayrıca, o, ezberciliğe dayalı bir eğitim anlayışını değil, analitik düşünceyi temel alan bir anlayışı benimsemiştir. Günaltay’ın (o dönemde) maarifimizi tenkit ettiği konularla6 , eğitim sistemimizin bugünkü meseleleri (sıkıntılar) arasında bir paralellik kurmak mümkündür. Burada, eğitim konusunda getirilen yapıcı müspet eleştirilerin güncelliğini koruması sebebiyle, Zulmetten Nura adlı eserden şu cümleleri aktarmak yerinde olacaktır: Tedrisatımız, öteden beri memlekete müstehlik yetiştirmek esasına istinad ettirmiştir. Mektepten çıkan her şakird, devlet kapısından başka sığınacak bir yer bulamıyor. Çünkü okuduğu şeylerle kendi kendine geçinmek iktidarından mahrum bulunuyor.Programlar, memlekete müstehlik yetiştirmek esasından inhiraf etmeyecekse, fazla mektep yişadi ati için faydadan ziyade muzarat-ı mucip olabilir. Hele İstanbul’daki tedrisatla Van’daki tedrisatın, İzmir’le Erzurum mektepleri programlarının birbirinin aynı olması kadar garip şey olmaz. (Günaltay, 1331, s. 304)7 6 Bu dönemdeki eğitim ve öğretimin muhtevası ve hedefleri ile ilgili ileri sürülen öneriler ve yapılan tartışmalar için bkz. Sarıkaya (ss. 113-117). 7 Krş.için bkz. Aydın (1988, s. 245). 134 İslam’ı Uyandırmak - II Günaltay, okul programlarının hazırlanmasında, yörenin ihtiyaçlarının göz önünde bulundurulması gerektiğini, aynı zamanda bu hazırlanan müfredatlarla mektepten çıkan insanımızın tüketen bir yapıdan ziyade, faydalı ve üretken olarak topluma entegre olmasının gerekliliğine inanmaktadır. Onun eğitim programları ve müfredatları hakkındaki bu tespiti yerinde bir düşüncedir. Zira memleketin tümünde aynı programların uygulanması birtakım sıkıntıları da beraberinde getirmektedir. Yine bu bağlamda, öğretmenlik mesleğinin de, iş bulamayanların veya açıkta kalanların yaptığı bir meslek olmaktan çıkarılıp, aslî mevkiine çıkartılması gerekmektedir. Münevver öğretmenlerimiz sayesinde insanımız, köylümüz, şehirlimiz... tembellikten, aşiret baskısı ve benzeri zararlı akımlardan kurtulacak; halkımızın içerisinde yerleşmiş olan hurafeler, batıl inançlar mezhep taassuplarının ve itikatlarının kaynakları da kurutulacaktır. Maarif meselesinde, yalnızca çocukların eğitimi ve terbiyesi değil, büyüklerin (olgunların) de eğitimleri ve topluma faydalı olarak yetiştirilmeleri gerekmektedir (Günaltay, 1923, ss. 310-311). Çocukların eğitimlerinin okul ve aile işbirliğiyle gerçekleşmesi halinde, daha fazla fayda temin edilecektir. Bu noktada, öğrenci velilerine ve okul idarecilerine büyük görevler düşmektedir. Büyüklerin eğitimleri ise, okuma-yazma kursları veya meslek kursları şeklinde yapılabilir. O günün şartlarında Günaltay’ın teklifleri, eğitimde radikal bir reform örneğidir. Bu düşünceler, hâlâ modern zamanlarda bile güncelliğini kaybetmiş değildir. Tasavvuf Kültürü, Tekkeler ve Tarikatlar Bilindiği gibi önceleri toplumsal bazda önemli fonksiyonlar icra etmiş olan tekkeler, 18. yüzyıldan sonra bozulmaya, çürümüşlüğe ve miskinliğe yuva olmaya başlamıştır. Ele aldığımız dönemde, bu mesele, iyice su yüzüne çıkmış ve Osmanlı entelektüelleri arasında üzerinde en çok durulan konuların başında gelmiştir. Günaltay, gerileme ve tükenmenin sebepleri içerisinde tekkelerin menfi yönde büyük bir fonksiyon icra ettiğini düşünmektedir. Ona göre tekkeler, Osmanlı İmparatorluğunun, diğer devletler karşısında güç kaybetmesiyle birlikte, esas vazifelerini yerine getirmemiş; atalet, miskinlik, asker kaçaklarının sığındıkları mekânlar haline dönüşmüştür (Günaltay, 1331, ss. 192-193).8 8 Tarih boyunca tekkelerin sosyal hayattaki misyonları ve son dönemlerde içinde bulundukları durumlar için bkz. Kara (1980, ss. 147-188). İslâmcılıktan Sekülarizme Şemseddin Günaltay’ın Zihinsel Dönüşümü 135 Tarihi süreç içeresinde, tekkeler, insanlarımıza, içtimai münasebetleri izah eden, kişilik haklarını anlatan, toplum içindeki sosyal statülerinin gereği olan şahsiyeti kazandıran, sıcak sevgi yuvaları olmuşlardır. Ayrıca milletimizin savaşlar, felaketler ve musibetler karşısında sabırlı ve metanet sahibi olmaları, manevî ve ruhî olgunluğa ulaşmaları, bu sivil toplum ocaklarında gerçekleşmiştir. Ancak, diğer kurum ve teşkilatlardaki (askerî, idarî, iktisadî...) gerileme, dağılma ve koordinasyon eksikleri, bu “kâmil insan” yetiştirme hedefi içerisindeki sevgi ve kardeşlik yuvalarının da bozulmasına zemin hazırlamıştır. Düşünürümüzün eserlerinde, şahsî ve siyasî emellere en uygun ortamı hazırlayanların tarikat ve tekkelerin olduğu yaygın olarak dile getirilmiştir. Ona göre, Fatımîlerin kurucusu olduğu Murabıtlar’ın dervişlikten şeyhliğe, şeyhlikten de saltanata geçişi bu yolla gerçekleşmiştir. Bu tezi doğrulayacak olaylara İslâm tarihinde sıkça rastlanıldığı bir gerçektir. Osmanlı yerleşim yerlerinde derviş kıyafet ve giysilerine bürünmüş insanlar olmuşsa da, bunların devleti sarsacak boyutta bir etkisi olmamıştır. II. Beyazıt’ın (1447-1512) idarî yönetimdeki etkinliğinin yeterli olmamasından yararlanan irşat postundan devlet tahtına çıkan İsmail Safevî (?-1578), Osmanlı beldelerine çeşitli şekil ve kıyafette mürşit, şeyh adı altında çok sayıda “derbederi” sokmayı başarmıştır. Bunlar, Anadolu’daki bir kısım cahil halk tarafından kabul görmüş, hatta bazı isyanlar çıkarmaya bile teşebbüs etmişlerdir. Cemiyetin bozulmasına, fesat tohumlarının ekilmesini çok sayıdaki insanın kanının akıtılmasına bu cahil, Rafizî softaları neden olmuştur.9 Fakat tekke ve tarikatların toplumlara etkisi, Şemseddin Bey’den verdiğimiz örnekler dikkate alınıp da, hep olumsuz telakki edilmemelidir. Büyük düşüncelerin ilham kaynağı olan Cüneydi Bağdadîler (ö.297/909), Beyazıd-ı Bistamîler (ö.234/848), Ahmed Bedevîler (596/1200-675/1276), Rabiatü’l-Adevîler (ö.135/752-753) milletimizin ruh güzelliklerine güzellik katmışlar, ulvi faziletleri yaygınlaştırmaya çalışmışlardır. Yine, Mevlana Celaleddin-i Rumî (1206- 1274), Yunus Emre (ö.1320), Hacı Bayramı Velî (753/1352-833/1430) gibi Anadolu evliyaları ve tekke erbabının hizmetlerinin unutulması mümkün değildir. Tekkeler, ancak ahla,klı necip nesillerin yetiştirilmesi, nefislerin tezkiye edilmesi, ruhların hayat ve huzur bulması amacı gözetilerek tesis edilmişlerdir. Zaman içerisinde bu yüksek amaçlar saptırılarak, tarikatler çizgilerinden 9 Bu konuda geniş bilgi için bkz. (Ocak, 1999). 136 İslam’ı Uyandırmak - II uzaklaştılar, nur saçan mekânlar yerine, karanlık, miskinlik, atalet yerlerine dönüştüler. Artık tekkelerde İsmail Ankaravî ve Şeyh Galip (1757-1799) gibi münevver mutasavvıfların sayısı, yok denilecek kadar azalmıştır. Tekkelerin birçoğunun, amaç dışı kullanım yerleri haline dönüşmesi, özellikle Osmanlı’nın son yüzyılı içerisinde daha belirgin bir hal almıştır (Günaltay, ss. 194-197). Hatta II. Abdülhamit (1842-1918), tarikatların çoğunun asıl hizmetlerinin dışına çıkması, kendileri arasında kavgalara kadar varan mücadelelerini de göz önünde bulundurarak, birkaç tasavvuf ekolünün dışındakilerin faaliyetlerine sınırlandırmalar getirmiştir. Cumhuriyet’in ilk yıllarında ise, tekke ve zaviyelerin 30 Kasım 1925 tarih ve 677 no’lu karar ile kapatılmasına karar verilmiştir.10 Zamanın şeyhlerinden birisi bu kapatılma kararı konusunda “Tekkeler kendi kendilerini zaten daha önce kapatmışlardı” diyerek, bu cemiyetin ıslah yuvalarının hazin durumuna işaret etmiştir.11 Ancak, tekkeler, zamanın başbakanı Şemseddin Günaltay’ın 21 Ocak 1950 tarihli yazısı ile Meclis’e gönderilen “bazı türbelerin açılması” ile ilgili kanun tasarısının, 4 Mart 1950’de kabul edilmesiyle tekrar açılmıştır (M. Kara, 2013, ss. 346-347).12 Şemseddin Günaltay, tekkelerin eski kimliklerine kavuşturulup, ıslah edileceğini ve tekrar “feyizli müesseseler” haline dönüştürüleceğini savunmuştur. Bununla birlikte o, kendi zamanındaki tekkelerin işlev ve durumlarını da sorgulamayı ihmal etmemiştir: “Gerilemiş medreseler son asırlarda Gelenbevî (1730-1790) gibi nadir bir kaç zat yetiştirmiş olduğu gibi, tekkeler de ihtimal ki birkaç mümtaz sima yetiştirmiş; ihtimal ki bugünde bozulmamış, çığırından çıkmamış bazı tarikatlar kalmıştır. Tekkelerin bugünkü hali zamanın ihtiyaçları, asrın medeniyetiyle telif edilebilir mi?”13 Düşünürümüz, İslâm tasavvufunun 10 Geniş bilgi için bkz. Ortaylı (1994, s. 30), Sakalla (1994, ss. 206-213), Gündüz (1989, ss. 165-180), Ceylan (1991, I, s. 334). 11 Diğer taraftan bu döneme yakın bir zamanda yaşamış Kuşadalı İbrahim Halvetî (1188/1774- 1262/1845) bile yaşadığı zamandaki tekkelerden şikayet etmektedir. O, tekke devrinin kapandığını belirtirken, bu düşüncesinin gerekçesini şöyle ifade etmiştir: “Zamanımızda tekkelerde sulûk ve irşâd etvârı yok. Tekkeleri meyhâne, kerhâne ediyorlar”. Geniş bilgi bkz. Öztürk (1982, ss. 89-90). 12 Tekkelerin yeniden açılmasına neden olan olay şöyle gerçekleşmiştir: “...Mayıs 1949’da Başbakan Günaltay, İstanbul ‘daki gezisini sürdürürken Süleymaniye Camii yanındaki Sinan’ın türbesini ziyaret etmek istediğinde, vali türbenin kapalı olduğunu hatırlatır. Başbakan: ‘Sinan’ın türbesi kapalı olur mu? Mimar Sinan gibi büyük bir dahînin türbesinin kapalı olmasına Türk vicdanı razı olmaz. Bu nevi Türk büyüklerinin türbelerinin açılması için Meclis’e bir kanun sevkedecektir. Türbelerimizi çocuklarınız görüp gezsinler. İstanbul’un sahibi olduğumuzun delili bunlardır.” Bkz. Kara, (2013, ss. 345-346). 13 Bkz. Günaltay (1331, ss. 194-197), ayrıca bkz. M. Kara (2013, ss. 311-312). İslâmcılıktan Sekülarizme Şemseddin Günaltay’ın Zihinsel Dönüşümü 137 adeta uygulama mekânları olan tekkelerin zamanın ve toplumun değişim şartlarına göre yeniden yapılanması gerektiğini belirtmiştir. Felsefe ve Kelam gibi İslâm düşüncesinin üç saç ayağından birisi olan Tasavvuf, aynı zamanda sosyal bir kurumdur. Günaltay’ın da işaret ettiği gibi sosyal kurumlar, toplumların nefes alıp vermesine yarayan oksijen çadırı konumundadır. Önemli olan bu müesseselere, aksiyoner bir konumuna tekrar kavuşturacak bir kimlik kazandırmaktır. O halde, çağdaş tasavvuf ekolleri, her türlü bağnaz, batıl inanç ve hurafelerden uzak, İslâm’ın özüne bağlı, Kur’an-ı Kerim ve Sünnetin yolundan ayrılmayarak, toplumun her kesimine -siyasî bir kaygı taşımadan- ulaşma metotlarını araştırmalı ve bu çerçevede faaliyetlerini yapmalıdırlar. Aksi takdirde, Müslümanları eğitme, yetiştirme ve aydınlatma işlevi yerine, kitleyi karanlığa, batıl ve hurafelere (İslâm dışı inançlara) sürükleyebilirler. Mütefekkirimizin fikirlerinde bu ve benzer kaygıların varlığını görmek mümkündür.14 Düşünürümüz, hurafelere ve batıl inançlara karşı daima bir savaşçı gibi mücadele vermiştir. Bunu gerçekleştirirken de düşüncelerinden taviz vermeye hiç yanaşmamıştır. Ona göre, mistisizm Doğu’nun en eski adetlerindendir. Budizm ve Brahmanizm’in savunmuş olduğu öğretilerdeki riyazâtlara ve çilelere tahammül ederek; bu yöntemleri kabullenmiş insanlarımız, zelil ve sefil hallere düşmüşlerdir. Uzak Doğu’nun tembel, sefil ve cahilleri derviş kisvesi altında toplumun inançlarına, İslâm inancında mevcut olmayan itikatları sokmaya çalışmışlar ve bunda da nispeten başarılı olmuşlardır. İslâmiyet’in temiz, pak, mücadeleyi ön plana alan anlayışı, yosunlaşmış, tortulaşmış kalıntıları kökünden söküp atmıştır. Cahiliye Arap toplumunun adet, gelenek ve inançlarının, Hz. Muhammed (s) tarafından doğrusuyla düzeltilmesi, İslâm’ın bu konuda göstermiş olduğu duyarlılığı ortaya koyması açısından kayda değer bir noktadır. Ashab-ı Suffe’nin ilim, irfan, kulluktaki bilinç ve ulaştıkları makam, “dört halife”nin ve sahabenin zühd, takva ile birlikte ticarette ve geçimlerini sağlarken yapmış oldukları icraatlar, bizler için gerçek numunelerdir. Günaltay, gerçek Müslüman fertlerin, bir taraftan cihad ve ilimle meşgul olurken diğer taraftan ziraat, sanat ve ticaretle iştigal etmelerinin, Allah katında ki şerefinin, riyakâr yalancı ve riyakâr tembellere göre kat kat fazla olacağını ifade etmiştir. O, türbeler ve kabirleri ziyaret konusunda da çok sert eleştiriler ge14 Bkz. Günaltay (ss. 191-197). 138 İslam’ı Uyandırmak - II tirmiştir. Tekke ve türbeler gibi ziyaret mekânlarına derin bağlılık, eski mitolojilerden ve özellikle Hıristiyanlık’tan bizim toplumumuza girmiştir. Bugün, bu ziyaretlerin yansımaları daha değişik boyutlara ulaşmıştır. Türbeler ve tekkelere kurban adamalar, mum yakmalar, bez bağlamalar, okunmuş şekerlerin türbelerde para karşılığı verilmesi... vb. İslâm dışı dinlerin mensuplarının davranışlarını çağrıştırmaktadır. Şemseddin Bey, türbe ve tekkelere adanan adaklar, dökülen paralar, harcanan ve israf edilen maddî imkânların değişik verimli alanlara aktarılmasının (harp sanayisi) daha faydalı sonuçları doğuracağı görüşünü ileri sürmüştür. Ayrıca, o, tenkitlerini bitirmeyerek bu mevzu ile ilgili olarak kaleme aldığı Hurâfâttan Hakîkate adlı eserinde şu sonuçlara varmıştır: İslâmiyet, Hristiyanlık ve diğer dinler gibi kerametlere, olağanüstü olaylara, insanüstü güçlere büyük derecede önem vermemiştir. Bir insan havada uçsa, su üzerinde yürüse, ateşe girse, karnına şiş soksa, göğsüne kılıç saplasa ve daha başka neler yapsa ârif bir mürşit olması gerekmez. Batılı ilim adamları da manyetizma, hipnotizma gibi alanlarda maharet göstermektedirler. Hürmet ve aşırı saygı gösterilen türbelerde gömülü olan zevat, gerçekten evliya-ı kiram olsa bu yapılan davranışlardan şüphesiz manen azap duyarlar. Kurtuluş çaresini ölülerden bekleyen insanlar, diriler arasında yaşamaya layık değildir. Hakikatte, İslâm’da ölülerden faydalanma değil, ölülere faydalı olma vardır. İnanç alanındaki yozlaşma, bu düşünceyi tersinden okumaktadır. Günaltay, bu mevzudaki düşüncelerini, İslâm’ın saf, temiz, necip inanç ve ibadetleri, Hint ve Yunan ananeleri ile karıştırarak, karma bir kültür yaratmaya çalışanları lanetleyerek noktalamıştır (1997, ss. 283-295). Mütefekkirimiz, bu fikirlerine dayanak olarak da Peygamberimizin “kabirlerin üzerinde mescit yapanlara, kandil yakanlara Allah lanet etsin” (Tirmizi, Cenaiz, 16) hadisini vermektedir. O, batıl inanç ve hurafelerin, cahil kimseler tarafından diğer toplum ve dinlerden alınarak, İslâm inançları gibi gösterilmesini şiddetle eleştirmiştir. İçtihatın Gerekliliği Bilindiği gibi İslâmcıların kahir ekseriyeti, İslâm toplumlarının ayağa kalkması ve ilerlemelerini sağlamaları için üç öneride bulunmuşlardır. Bunlar, Kur’an ve sünnete dönüş, içtihat kapısının açılması ve cihad. Bir İslâmcı olan Günaltay da İslâmcılıktan Sekülarizme Şemseddin Günaltay’ın Zihinsel Dönüşümü 139 bu fikirleri, hayatı boyunca konuşma ve yazılarında seslendirmekten geri kalmamıştır. O, kaleme almış olduğu eser ve makalelerde, gerilemenin (inkıraz), hurafelerin ve ataletin sürekli karşısında olmuştur. Hayatını, adeta bu mücadeleye adamıştır. İçtihat ve içtihadın gerçekleşmesi meselesiyle de oldukça fazla ilgilenmiştir. Bundan dolayı Gotthard Jaschke, Günaltay’ın ”reformculuk ve milliyetçilik arasında bocaladığı” ileri sürmüştür (Yeni Türkiye’de İslâmcılık, s. 13). Zira Günaltay, İslâm reformistlerinin öncüleri Cemaleddin Efganî (1838-1897) ve öğrencisi Muhammed Abduh’un (1845-1905) fikirlerinden etkilenmiştir.15 Günaltay’ın özellikle Abduh’a karşı sempatisini, eserlerinde görmek pekâlâ mümkündür. Muhammed Abduh, Cemaleddin Efganî’nin en ateşli öğrencisi idi. Muhammed Abduh, gerekçeleri kültürel olmaktan çok dinsel olan Mısır reformculuğunun kurucusu olmuştur. Hocasının fikirlerini savunanların en başında gelen Abduh, İslâm medeniyetinin gelişmemesinin en büyük sebebini, Şeriat’ın donmuş halinde görmektedir. Bunun için, dört büyük mezhebin ve ulemanın yetkilerinin kayıtsız şart kabul edilmesi ve onların arkasından körü körüne gidişi, eleştirmektedir. Günaltay’ın fikirlerinde büyük etkisi olan Abduh, çözüm olarak şu reçeteyi sunmuştur: Ulemaya bağımsız içtihat kapılarını açmak ve bu yolda zamanın şartlarına ve Müslümanların saadetine uygun yeni “icma”lara ulaşmak gerekir. Onun ideali, bunun sonucunda selefi salihinin yoluna ulaşmayı amaç edinen bir din anlayışına varmaktır. Muhammed Abduh’un başarısı, Sünni Müslümanlara Batı yolunun kapısını açmak ve bu yolda onları birkaç adım ilerletmek olmuştur. Türkiye’nin modernizmin etkisine girmesi, Tanzimat’la birlikte Batı’ya yönelişle başladığı kabul edilmektedir. Jaschke, “Muhammed Abduh’un anladığı anlamda bir reform, Birinci Dünya Savaşı’ndan önce Türkiye’de hiç bahis konusu olmamıştır.” fikrini ileri sürmektedir (ss. 13-14). Abduh’un kısa olarak vermeye çalıştığımız bu fikirlerinin Günaltay’ın düşüncelerindeki etkisini ortaya koymak yerinde olacaktır. Bu bağlamda, düşünürümüzün en son düşüncelerini ifade ettiği, TBMM’de 1949 yılında “Türk Ceza Kanunun bazı maddelerinin değiştirilmesi” hakkında yaptığı konuşması önemlidir. Günaltay, bu konuşmasında şu fikirleri savunmuştur: 15 Bkz. Günaltay (1977, ss. 301-302). 140 İslam’ı Uyandırmak - II Arabistan’ın Hicaz çöllerinde yetişmiş olan İmam Malik’in bin bu kadar sene evvel o zamanın ve muhitin icap ve ihtiyacına göre yaptığı içtihatlarına ittiba edecek değiliz. Yine söyleyeyim, Afrika’da Berberîler arasında yaşayan İmam-ı Hanbeli’nin, memleketinin icap ve ihtiyaçlarına göre kurduğu esasları kabul edecek değilim. Bizim kabul edeceğimiz kanunlar, bu memleketin ihtiyaçlarını bilen yine bu memleketin en güzide evlatları olarak seçilip B.M. Meclisi’ne gelen milletvekillerinin tanzim edecekleri kanunlardır. (T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, Dönem VII., İçtima: 3, XX, s. 596) Şimdi, Şemseddin Günaltay, içtihat mevzuunda ortaya koymuş olduğu tetkiklerin tahliline geçebiliriz. Ona göre, içtihat her çağ için gerekli olan bir ihtiyaçtır. İnsanların uygarlık alanında terakkiyâtı ile birlikte insanların ihtiyaçları ve hem cinsleriyle olan ilişkileri de o oranda artış göstermektedir. Afrika’nın iç kısımlarında yaşayan bir yerli ile Nil çevresinde yaşayan bir ferdin ahlak ve yaşayışları, ihtiyaçları, geçim şekli, hayat standardı büsbütün farklıdır. Birkaç esaslı örfe dayalı kabile reislerinin keyfi yönetimleri, bedevîlerin kendi aralarındaki hayatlarının intizamını yeterli ölçüde sağladığı halde, ciltler dolusu hatta kütüphaneler dolusu kanunlar, uygar insanların ihtiyaçlarını ve ahengini temin edemiyor. İhtiyaçların çeşitlenmesi ve artışı toplum içindeki muamelelerin de genişleme ve artmasını, buna bağlı olarak da örf ve nizamların genişlemesini gerektirir. Daha başka ihtiyaçlara, daha önceki zamanlara göre, içtihat edilerek vâz olunmuş usuller yeni sıkıntı ve problemleri çözemez; yeni yeni ihtiyaçlar, sürekli bir şekilde yeni kanunlar ve düzenlemeler ister. Bu kanunlar yapılmaz, yeni düzenlemelere gidilmeyip toplumun beklentilerine cevap verilmezse, cemiyet felç olur, medeniyet sahasında bir ilerleme kaydedilmez, gelişmelere ve ilerlemelere kapalı kalır, belki de geri kalır (Günaltay, 1331, ss. 381-382). Günaltay, bu noktalardan hareket ederek, bazı kesin sonuçlara varmıştır: Milleti çürüme ve dökülmeden kurtarmak, ancak her çağda o zamanın ihtiyaçlarına göre içtihatlarda bulunmakla mümkündür. Zira “zamanın değişmesiyle hükümlerin de değişeceği (zamanın tagayyürüyle ahkâmın da tagayyür edeceği) İslâm Hukuku’nun esas kaidelerindendir. Peygamberimizin uygulamalarının ve sahabeyi bu mevzudaki yönlendirmesinden örnekler sunan Günaltay, İslâm milletinin saadeti ve refaha ulaşması için, mutlak olarak içtihadın gerekli olduğu düşüncesinde olmuştur” (Günaltay, 1331, ss. 383-386).16 16 Günaltay’ın da içinde bulunduğu Sebilürreşad ekibinin “içtihat” hakkındaki fikirleri için bkz. Mardin (1993, ss. 20-21). İslâmcılıktan Sekülarizme Şemseddin Günaltay’ın Zihinsel Dönüşümü 141 O, “içtihat ne gibi hükümlerde yapılabilir?” sorusunu içtihadı, “itikadlar, ibadetler, melekât (ahlak) ve muamelat” diye dört kısma ayırarak cevaplamıştır. İtikatlar, Kur’an-ı Kerim’de ve mütevatir hadislerde geçtikleri için, bu konuda içtihat câri değildir. İbadetler, Şeriat (Kanun) Koyucunun vazettiği esaslar olduğu için, değişmezdir. Bunlarla ilgili hükümler tamamlanmıştır. Ancak, burada dikkat edilecek bir nokta var. O da bu hususta, muhtelif rivayetlerden en sahih olanını tercih etmek, kapalı olan bir tabiri açıklamak suretiyle derinliğine içtihadî araştırmalar yapmaktır. Yoksa hiçbir müçtehit farz olan ibadetlerden birini, kendi içtihadıyla değiştirme yetkisine sahip değildir. Düşünürümüz, ahiret hayatıyla ilgili hükümlerde de insanların diledikleri gibi, hareket edemeyeceklerini, bu konuda Kanun Koyucu neyi vazetmiş ise ona uymanın zorunlu olduğu fikrindedir. Ahlakî konulara gelince; müçtehidin ahlakî esaslara dokunmaması, ilerleme ve tekâmüle engel değildir. Aksine bunların değişmez olması, millî ve terbiyevî birlikle sonuçlanacağı gibi, fertlerin bir seviyede ahlâkî faziletlerle kuşanmalarını temin eder. Müçtehitlerin zamanlarını meşgul edecek olan esas alanın dünyevi muameleler kısmı olmaktadır. Çünkü dünyevî muameleler, örf, adet, zaman ve mekânın değişmesi ile değişir. Bunlar hakkında, her asırda o çağın gereksinimlerine, o mahallin (yörenin) zorlamalarına göre içtihatlarda bulunmak gerekir. Çünkü muamelelerin alt kısımlarını, parçalarını sınırlamak mümkün değildir. Günaltay’ın içtihatla ilgili düşüncelerini, birkaç cümle ile noktalamamız yerinde olacaktır: Muamelelerde esas, menfaati temin, hayatı tanzim ve geçim işlerini düzenleyecek güçlü bir tarz vâz ederek dünyevi saadeti hazırlamaya çalışmaktan ibaret olduğundan muamelelerin bu gayelere göre ıslah ve takdire muktedir olabilecek mütefekkir dimağlara ihtiyaç vardır. Fer’î hükümlerin istinbâtı hususunda bu gibi mütefekkir ulu’l-emrlere yani içtihat erbabına ait olduğu şer’î emirler cümlesindendir. (Günaltay, 1331, ss. 387-402)17 O’na göre, içtihat kapısı kapandığından beri İslâm ümmetinin terakki kapıları da kapanmıştır. Bunun için içtihat kapısı açılmalı, ancak bu, ilmî bir heyetle olmalıdır (Zulmetten nura, ss. 395-405). İçtihat konusu18, günümüzde daha çok gündeme gelmektedir. Zira yeni çıkan meseleler ve problemlerin nasıl çözümleneceği ve hükümlerinin ne olduğu konusu, günümüz Müslümanlarının 17 Krş. Günaltay, İctihad ne demektir ve ne gibi ahkâmda içtihat olunabilir?, (1329), s. 195. 18 Geniş bilgi için bkz. Karaman (1971). 142 İslam’ı Uyandırmak - II en büyük sorunlarından biridir. Örneğin, “organ nakli, borsa, enflasyon” gibi olgular, İslâm hukuku açısından nasıl değerlendirilmelidir? Bu ilmî faaliyet, günümüzde “içtihat kapısı kapanmıştır” gerekçesiyle yerine getirilmiyor denilse de, fikri olarak içtihat yapılmaktadır. Sahalarında uzman âlimler, İslâm’ın şer’î naslarını esas ve kaynak alarak, az da olsa çözümler sunabilmektedirler. Ancak, bu yeterli düzeyde değildir. Belki, bugün İslâm toplumlarının sıkıntısı realite olarak “içtihat kapısının kapatılması” değil. Zira bu somut bir kapı değildir. Tamamen zihinsel, soyut bir adlandırmadır. Önemli olan içtihat yapabilecek düzeyde “ehil/uzman” bilim adamlarının istenilen performansta yetiştirilmemesi meselesidir. Günümüzün yoğunlaşan problemlerine çözümler bulmak için, artık “müçtehitler kurultayı” düzeyinde yeni çabalara ihtiyaç vardır. Çünkü içtihat, her zaman İslâm’ın aktüel değerini güçlendirecektir. Dil Meselesi Günaltay’ın akademik çalışma sahası felsefe ve tarih ağırlıklı olsa da toplumun meseleleri, memleketin sıkıntıları ve insanların problemleri ile alakalı konuları da gündemine almıştır. İşte, bu meselelerden birisi de Türkçe ve yabancı dil öğretiminin gerekliliğidir. Düşünürümüz, fikirlerini ağırlıklı olarak ifade ettiği Zulmetten Nura adlı eserinin ilk baskılarında yabancı dil öğretimine değinirken, Arapça ve Farsça öğretiminin önemi üzerinde durmuştur (s. 342). Fakat eserinin daha sonraki baskılarında Arap ve Fars dili öğretiminin üzerinde durmadığı gibi, o bölümleri eserinden çıkarmıştır. Kanaatimizce bunun sebebi zamanın devlet politikalarıyla uyuşmak ve mevcut iktidara karşı muhalefet etmemek gibi nedenlerin bulunduğudur. Zira Cumhuriyet Türkiyesi’nin hedefleri Batı medeniyetinin standart ve kriterlerine ulaşmak olmuştur. Zaten Şemseddin Bey kitabının son baskılarında yabancı dil öğretiminden bahsederken de, o günün şartlarında revaçta olan Fransızca öğretimini kastetmektedir. Türkçenin iyi öğretilmesi, güzel konuşulması, arı bir dilin (yabancı kelimeler olmadan) kullanılması, çalışmamızın birinci bölümünde zikrettiğimiz fikri cereyanlardan “Türkçülük akım’nın” fikirlerinden olmuştur. Türkçe’nin öğretimi, yabancı kelimelerden arındırılması... gibi meseleler hala gündemimizi işgal etmektedir. Özellikle yaşlı insanlarımızla yeni neslin anlaşamaması veya henüz 20. yüzyılın başında yazılan Türkçe bir eserin bugünün orta öğretim okullarındaki (hatta üniversitedeki) bir gencimiz tarafından anlaşılamaması gibi dil problemlerimiz hala sürmektedir. İslâmcılıktan Sekülarizme Şemseddin Günaltay’ın Zihinsel Dönüşümü 143 Okullarımızda en çok önem verilmesi gereken derslerden birisi olarak lisanımız Türkçeyi gören Günaltay’a göre, Arapça ve Farsça’dan alınan kelimeler yetmiyormuş gibi her gün yabancı dillerden alınanlarla büsbütün şeklini kaybeden Türkçe acınacak bir durumdadır (Günaltay, Zulmetten nura, ss. 345-346). 20. yüzyılın ortalarına kadar Batı dili olarak Fransızca kelimeler Türkçe’ye katılırken bu yüzyılın ikinci yarısından itibaren, bunun yerini İngilizce kelimeler almıştır. Günümüzde de devlet ve siyaset adamlarımız bile yabancı kelimeler konusunda yeterli duyarlılığı maalesef göstermemektedirler. Hâlbuki bir milletin dili o toplumun ilerlemesinde yol gösterici en önemli araçtır. Bu noktada, öğretim kurumlarımızdaki yabancı dil öğretiminin durumuna bakmamız gerekmektedir. Yabancı dil öğretimi, öğretim kurumlarımda mecburi olduğu bilinen bir gerçektir. Ancak ilkokuldan başlayarak, üniversitenin bitimine kadar olan süreçte (yaklaşık 10 yıl) gencimiz bir yabancı dili rahatlıkla konuşup, fikirlerini ifade etme melekesini kazanamamaktadır. Bu menfi durumun altında yatan sebeplerin başında dil öğretim plan ve programlarının yeterli düzeyde olmaması, kaliteli filologların az olması, hızlı ve düzenli dil metotlarının olmaması gibi durumlardır. Düşünürümüz de bu hali eleştirerek şu sonuçlara varmaktadır. “5-6 yıl sürekli Fransızca (döneminde bu dilin öğrenimi revaçta) okuduktan sonra toplumda alelade bir ibarenin dürüstçe okumasından âciz gençler yetiştirirsek, hem onlara hem de bize yazık olmaz mı?” (s. 341) Yine Günaltay, bir Fransız’ın bile öğrenmek ihtiyacı duymadığı kuralları, ezberletmenin faydasızlığının yanı sıra, yabancı dil öğretiminin daha çok uygulamalı (pratik) hale getirilmesi ve programların da bu amaca yönelik olarak hazırlanması tavsiyesinde bulunmaktadır (s. 341). Yukarıda belirttiğimiz gibi düşünürümüzün, Zulmetten Nura adlı eserinin sonraki baskılarında çıkardığı “Arapça ve Farsça Tedrisatı” bölümündeki bazı görüşleri üzerinde biraz durmak yerinde olacaktır. O’na göre, Müslüman mütefekkirlerin arasında Arapçanın ortak bir dil olarak kullanılması gereklidir. Fakat Arapça ve Farsça’nın öğretilmesi acaba böyle bir gaye gözetilerek o lisanları, lisan olarak öğretmek için mi tedris olunuyor. Böyle ise, Arapça’nın bazı kısımlarının dışına çıkmayan öğretmenler, Arapçayı öğretebilecekler mi? Şeyh Sadî’nin (1213?-1292) birkaç beyit ve hilyesini bilen insanların Farsçayı öğreteceklerine inanmak safdillik olur. Eğer Arapça ve Farsça dersleri, bu dillerin Türkçe’yle olan münasebetleri için okutuluyorsa, Osmanlıca öğretim bu gayeyi temin etmez mi? Bunun için, bu dillerin ders program ve saatleri, zamanı heder 144 İslam’ı Uyandırmak - II etmeyecek bir şekilde düzenlenmelidir. Günaltay bu konudaki düşüncelerini şöyle noktalamaktadır: Mübteda ne demek? Fail ne demek? gibi Türkçe tarifleri ezberlemekten ibaret olan bugünkü tarzdaki öğretim, hiçbir zaman bu gayeyi temin edemez (ss. 343-344). Batı’nın İslâm Dünyası Üzerindeki Stratejisi Günaltay, Avrupa’yı çeşitli açılardan, ama daha çok tenkit ederek ele almıştır. Diğer taraftan o, Avrupa’yı değerlendirirken yaşadığı dönemde vuku bulan olayları göz önünde bulundurmuştur. O’na göre, Avrupa sürekli insanlığın hamisi, zulmün düşmanı olduğunu, Doğu milletlerine karşı bir gurur vesilesi olarak propagandasını yaparken, şakilerin melun cinayetlerini (Balkanlar’da) görmeyerek, Doğu’yu ezmek ve “Hilal”in parlayan ışığını ortadan kaldırmak için çaba sarf etmektedir. Diğer taraftan, Batı’nın, Müslümanlara medeniyet dersi vermeye çalışılması, Doğu’yu barbarlıkla suçlaması, medenî Avrupa’nın “haç” namına besledikleri çirkin emelleriyle çelişmektedir. Ancak, insanlık tarihi ve adalet, insanlık adına, insanlığı hunharca katledenleri, sömürenleri, kanını emenleri ve bunlara göz yumanları lanetleyecektir. Medenî Avrupa’yı ve politikacılarını iddiasında bulundukları güzel vasıflarıyla eleştiren Günaltay, şu soruları da yöneltmeden kendini alamamıştır: 20. asırda, binlerce masum çocuğun talihsiz genç kızların sırtlan yürekli cellatlar elinde hunharca katledilmeleri karşısında insancıl Avrupa’nın ulvi vicdanları nerede? Niçin mazlumları hakir gören, zalimleri yüceltiyorlar? Dünya adalet, eşitlik, kardeşlik esaslarını öğretme iddiasındaki bir kısım matbuat ve politikacı, ihtiraslarıyla, insanlık faziletlerini ve ahlâkî değerlerini çiğneyerek küçülmektedir. (1331, ss. 22-25) Günaltay, gelişmiş Avrupa’nın, Doğu’ya uygarlık dersi veren ve bu hususta Müslümanları insafsız bir şekilde haksız ithamlar altında bırakan gazeteleri, kanlı haydutların zulümlerini, zafer destanı şeklinde vasıflandırmaktan hayâ etmeleri gerektiğini belirtmiştir. Gerçekten, geçen yüzyılın başında ve sonunda, Batı uygarlığının, Doğu’ya özellikle Müslümanlara ve üçüncü dünya ülkelerine karşı izlediği politikada büyük değişiklik olmamıştır. Balkanlar, Ortadoğu ve Afrika’da, Avrupalı devletlerin plan ve projelerinin günümüzde de devam ettiğini; ancak farklı metotlarla ortaya çıktığı görülmektedir. Bugün için BosnaHersek’te Batı Trakya’da ve Bulgaristan’daki zulüm, baskı ve kanlı katliamlar, İslâmcılıktan Sekülarizme Şemseddin Günaltay’ın Zihinsel Dönüşümü 145 tıpkı bir asır önce olduğu gibi -mütefekkirimizin de eserlerinde ve yazılarında sık sık ifade ettiği- sürmektedir. Bir tarafta Batı medeniyeti diğer tarafta kan, zulüm, sömürü. Bunlar, tarihte fanatik Hristiyan haçlılar şeklinde belirginleşirken, günümüzde uygar Batı olarak nitelendirilmektedir. Şemseddin Bey, Avrupa’nın Hristiyan fundamentalizmi konusunda da şiddetli ifadeler kullanmaktadır. Bugün için de aynı durumlar ve olaylar, maalesef geçerliliğini korumaktadır. Kasabaları, metropol şehirleri dolduran cesetler, akıtılan kanların sahipleri, boğazlanan insanlar, Müslüman çocuklar ve kadınlardır. Açlıkla, yoksullukla telef olan bu insanlar, sahibinin himayesinden uzak Müslümanlardır (1331, s. 27). Hristiyanlığın zulme karşı bir şefkat numunesi olması gerekirken, Ehl-i Salib’in masum kanları dökmesi ve bunlara seyirci kalması da, kinlerini ortadan kaldırmamıştır (s. 28). Düşünürümüz, tüm bunlara karşı yapılması gerekeni de şöyle belirtmiştir: Bunu gelecekte alacağımız vaziyet gösterecektir. Felaketten aklımızı başımıza alır ve o gayretle çalışırsak mes’ul bir gelecek için ümitvar olalım. Aksi takdirde, daha büyük felaketlere hazır olalım. Daha dün tebaamız altında bir prenslik iken ve bir vilayetimiz halinde bulunurken, bugün bizi ezen, yüzümüze karşı tahrikler ve tehditler savuran düşmanlarımızdan olsun, ibret almalıyız. Dinin, namusun, vatanın ve hayatın muhterislerin kanlı çizmeleri altında çiğnendiğini görmemek, ezan-ı Muhammediye yerine çan seslerini duymamak, mabetlerimizin kapılarında sürünerek düşmanlardan ekmek parçası dilenmek zorunda kalmamak için, geceyi gündüze katıp çalışmalı, millet uğrunda hiçbir fedakârlıktan kaçınılmamalıdır.” (ss. 29,32,34). Günaltay’a göre, Avrupa’nın memleketimizle bu derece yakından ilgilenmesindeki en önemli faktör, çıkarlarıdır. Onların faaliyet ve ihtiraslarına gerekli ortamı hazırlayan ve belki teşvik eden şey de bizim cehaletimiz, sanat ve ticarette, ilim ve fende bu derece geri kalmışlığımızdır. Avrupalıların yurdumuza karşı hedefledikleri planlarını bozmak ve onları memleketimizle daha az alakadar bir hale getirmek için ticarette, sanatta, sanayide ileri gitmemiz; ihtiyacımızı temin edebilecek dahilî müesseseleri yapmaya gayret göstermemiz gerekir. Bir taraftan, bankalar tesis eder diğer taraftan zengin ve esaslı şirketler ile ilerlemeye sağlam adımlar atarak yakın bir gelecekte, memleketi ekonomik esaretten kurtarmaya muvaffak olursak, emin olalım ki vatanı siyasî istiladan kurtarmış oluruz (s. 39). Mütefekkirimiz, Avrupa’nın uyguladığı çifte standardı sergiledikten sonra, “Avrupa niçin bizim parçalanmamızı istiyor?” sorusunu cevaplamaktadır. Batı, 146 İslam’ı Uyandırmak - II İslâm’ın yeniden doğacak güneşinin Türkiye ufuklarında olabileceğini düşündükçe, asabileşmekte, bu sebepten geleceğin siyasi kararlarına sahip bir İslâm hükümetinin varlığını tehlikeli görmektedir. Zira bu hükümetin, sömürgeleri altında olan Müslümanlara örnek teşkil edebileceği düşüncesi, onlara geleceği tehlikeli ve korkunç göstermektedir (s. 40). Her ne kadar din faktörü Batı’da, eski önemini kaybetmiş görünmekle birlikte, İslâm kindarlığı ve Hristiyan fanatizmi büsbütün yok olmamıştır. Yaşadığımız zaman diliminde bu iddiayı destekleyecek örnekleri bulmak için zorlamaya gerek bulunmamaktadır. Haçlı seferlerinin ateşli destekleyicisi Piyerlermit’ten beri, papazlar, bütün Avrupa’ya Müslümanlar hakkında, öyle korkunç, hayali hikâye ve efsaneler anlattılar ki, Batı’ insanı adeta bunlarla yaşadı, bunlarla büyüdü. Bu hikâyeler, o derecede yayıldı ki, Batı insanı, İslâmiyet denilir denilmez bir kin ve nefret duymaya başlar. Yine, Batı’nın büyük metropollerinde (New York, Londra, Paris vb.) Hristiyanlığın yayılması ve İslâm’ın yok edilmesi emellerine hizmet eden milyonlarca insan ve misyoner, binlerce dernek (cemiyet) vardır. Günaltay, bu cemiyet ve derneklerin finans kaynaklarını da, o ülkeler ve vatandaşları tarafından oluşturulduğunu da belirtmektedir (ss.41-42). Şemseddin Günaltay, Batı’nın esas amaçlarını da şöyle belirtmektedir. Bunların hedefleri, memleketimizden zengin imtiyazlar koparmak, egemenlik hakkımızı ve bağımsızlığımızın bir kısmını almak gayesiyle, tehditlerle ve donanma nümayişleriyle bu durumu teyit etmektedir. Asıl amaçları, Türkiye’nin nüfuz ve haysiyetini kırmak, İslâm dünyasında Türkiye’yi hakir ve aciz göstermektir. Şayanı hakikattir ki, fen ve medeniyette ileri olmadığı dönemlerde Avrupa’nın Şarka, Hristiyanlığın İslâmiyet’e karşı taassubu ne durumdaysa, bugün aynı şiddeti muhafaza etmektedir. Dünya siyasetinde, yine Hristiyanlığın yayılmasına çalışırken, İslâmiyet’in son ümidi olan Türkiye’yi yıkmak istiyorlar. Günaltay’a göre, buna karşı yapılması gerekli olan ilk iş, bir kitle halinde birleşmek, sonra da bizi ezen ekonomik boyunduruktan ve ruhumuzu zehirleyen israf ve safahattan kurtulmaktır (s. 45). Demokrasi ve Siyasî Partiler Şemseddin Günaltay, ilim adamlığı ve akademisyenliği ön plana çıkan birisi olmamakla birlikte, siyasetle de ilişkisini hayatının sonuna kadar sürdürmüştür. Hatta, daha önce belirttiğimiz gibi, Türkiye Cumhuriyeti’nin 14. Başbakanı İslâmcılıktan Sekülarizme Şemseddin Günaltay’ın Zihinsel Dönüşümü 147 sıfatıyla tek parti devri Halk Partisi’nin son hükümet başkanı oldu (15.1.1949- 22.5.1950) (Kara, 1978, s. 404). Günaltay, Sivas milletvekili ve Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı olarak 24 Ocak 1949’da hükümet programını Meclis’e sunduktan sonra, yapılan konuşmalar esnasında, büyük bir inkılap geçirildiğinden bahsederek, demokrasi hakkındaki düşüncelerine yer vermiştir: Dün büyük inkılaplar yaptık, bunlardan bazıları fes yerine şapka giymek gibi zahirî bir değişiklik idi... Fakat bugün yaptığımız inkılap dimağlarımızın hücrelerine işleyen bir inkılaptır. Asırlardan beri bize miras olarak gelen zihniyetlerden sıyrılarak, şimdi yeni bir anlayışa intibaka çalışıyoruz... Bir tarihçi sıfatıyla sizleri temin ederim ki, bu memleketin istikbali için, kendi kanaatime göre, yegâne çare, sağlam esaslara müstenit bir demokrasinin bu memlekette kurulması ve işlemesidir... Demokrasiyi memlekette kati yapmaya ihtiyaç vardır. Demokrasi, milletlerin yükselmesinde başlıca amil olduğu gibi bazen tarihte çok misallerini gördüğümüz gibi felaket ve izmihlale de yol açan bir idare tarzıdır. Eğer demokrasiye demagoji hakim olursa, demagojinin tesiri altında hırpalanırsa, bunun vereceği netice ikidir. Ya inhilal veya diktatörlük. Bu iki hal de memleket için felakettir. (T.B.M.M. Tutanak Dergisi, Ş. Günaltay’ın kurduğu hükümetin programı, (24 Ocak 1949), s. 129) Günaltay, demokrasinin Batı’da olduğu gibi tam uygulanması için öncelikle bütün vatandaşların demokrasiyi bilmelerinin zaruretine işaret etmiştir. Ona göre, demokrasi, keyfin, arzunun, menfaat ve ihtirasın değil, yalnız kanun ve hakkın hâkim olduğu rejim demektir. Bu rejim halkın özgürce seçtiği vekilleri vasıtasıyla kendi kendini yönetme ve kontrol etmesi demek olduğuna göre, vatandaşın kendi adına olan kanunlara her zamankinden daha çok saygı duymak icap etmektedir. Nerede insan hak ve özgürlüklerine din gibi kutsiyet verilir ve saygı gösterilirse, orada tam ve sağlam bir demokrasi var demektir. Demokrasi, insan haklarının, eşitliğin ve her türlü özgürlüklerin bir mahsulü ve muhafazasıdır (Günaltay, Hürriyet mücadeleleri, s. 68; Mardin, 1993, ss. 18-19). Günaltay, bugünkü demokrasinin ilk ana temeli olarak 1776’da Filedelfiya’da yapılan ve yayınlanan A.B.D. İstiklal Beyannamesi’yle 1789’daki Fransız İhtilali’nin doğurduğu hukuku kabul etmektedir. Ona göre demokrasinin temellerini oluşturan şartlar şunlardır: İnsanlar hür olarak doğarlar, her insan doğuşunda, kendi kendine düşünecek bir zihne, istediği gibi hareket edecek bir iradeye sahiptir. Bir insanın, diğer bir hemcinsine tâbi olması eğer kendi iradesiyle değilse, bu durum tabiata aykırıdır. Bütün insanlar eşit olarak doğmuşlardır, rahat ve saadetlerini aramak hususunda hepsi eşit haklara sahiptirler, her ferdin bu hakları temin edebilmesi, bir memleketin kendi sıfatıyla hürriye- 148 İslam’ı Uyandırmak - II tini koruyabilmesi için, o ülke yönetiminde eşit bir hakka malik olması lazımdır (Günaltay, 1958, ss. 69-70). Günaltay, insan haklarını, hürriyetler olarak ele almış ve hürriyetleri, şahsî hürriyet, sivil hürriyet, siyasî hürriyet ve dinî hürriyetler diye kısımlara ayırmıştır. O, şahsî hürriyetlerin ancak, vatan mücadelesi için tehdit edilebileceği görüşündedir. Bu sınırlandırma, ancak içerde asayişi, dışarıya karşı vatanı muhafaza için muhtaç olduğu haklar oranında olabilir. Daha ileri giderlerse, demokrasiden ayrılarak, istibdat çukuruna düşer (ss. 71-72). Şemseddin Bey, partileri, demokrasi bünyesinin gerekli organı olarak görmüştür. Bundan dolayı, siyasî hayatın serbestçe cereyan ettiği her yerde partiler mevcuttur. Partiler, karışık ve tezatlı, zihniyet ve kanaatler taşıyan topluluklara rehberlik eder, onları düzene sokarlar. Ülkenin kamuoyunu belirli gayelere doğru hazırlayarak, sevk ve idare ederler. Partilerin iç varlıklarına dair yaptığı müzakereler, memleket meselelerini tartışmaları, kamuoyunu aydınlatır. Düşünürümüze göre, partileri besleyen, yaşatan, olgunlaştıran hayatiyet kanı hürriyettir, eşitliktir. Bir memlekette siyasî hayat ne kadar hür ve ne derece canlı olursa, partiler de o oranda gelişirler. Partilerin hamleleri ve aralarındaki rekabetleri, bir memlekette en iyi ve en faydalı kurumları doğururlar. Hakiki dürüst seçimler özgür ve eşit koşullar altında, partilerin mücadelesi ile gerçekleşir. Bu durum da demokratik sistemlerde, siyasal partilerin gerekli ve zorunlu kurumlar olduğunu göstermektedir (ss. 85-86). Siyasal partilerin gelişmesi, büyümesi ve istikrarlı olması, liderlerinin nitelikleri ile paralellik göstermektedir. Demokratik rejimlerde parti, lider demektir. Günaltay, demokratik geçmişleri eski olan ülkelerdeki partilerde üç adam tipine rastlanıldığını belirterek bu tipleri değişik şekillerde vasıflandırmıştır. Öncelikle “millî liderler” vardır; bunlar kültürlü, ağırbaşlı, aydın, irade sahibi, memleket çapında insanlardır. Bu insanlar kendi talihi ve kaderlerini partilerin talihi ile birleştirmişlerdir. İkinci grup “mutediller zümresidir”. Bunlar da partinin gayeleri hakkında ilgi ve sempati duyan vatandaşlardır. Üçüncü kısım ise, partinin hararetli “fanatik” taraftarlarıdır. Partinin prensipleri onlar için bir akide, amaçları ise mefkûredir. Her yerde mahallî parti teşkilatını yaşatan, teşekkül ettiren, ayakta tutan bunlardır. Günaltay’ın parti liderlerinde (milli liderlerde) bulunması gereken vasıflar hakkındaki şu sözleri kayda değerdir: “Bir partide muarız ve muhaliflerinin nazarında isabetli görünen ve faydalı olanları tayin ve takdir edebilecek muhale- İslâmcılıktan Sekülarizme Şemseddin Günaltay’ın Zihinsel Dönüşümü 149 fetin, husumet ve düşmanlık şekline sürüklenmesine meydan vermeyecek ihtiyatlı, uzağı gören iradeli liderler ne kadar fazla ve ne derece nüfuzlu olurlarsa, o parti vatanın ortak çıkarlarına o kadar çok hayırlı hizmetler edebilir” (ss.87- 88).19 Çeşitli parti liderleri arasında fitne ve can düşmanlığı olması, rejim ve ülke için büyük bir felakettir. Bunlardan biri iktidarı, diğeri muhalefeti temsil ederse, vatanın ortak menfaatlerine uygun siyasette birleşemeyeceklerinden, zarar daha büyük boyutta olacaktır. Günaltay, siyasî partilerin, değişen durumlara ve şartlara göre millî ihtiyaçlara uyum sağlamak zorunda olduklarını hatırlatmıştır. Ayrıca partiler, varlık sebebi oldukları seçimlere göre kendilerini teçhiz ve teşkil etmelidirler. Çoğunluk partisi de, iktidara geçer geçmez particiliği unutarak devlet olduğunu kavrar, bütün vatandaşlara eşit muamelede bulunursa memlekette, dışarıya karşı millî birlik ve bütünlük gerçekleşir. Demokrasinin iyi uygulanması, muhalefet partilerinin haklarının tanınmasına bağlıdır. Bir ülkede tek partinin varlığı, memlekette zihinlerin durmasına, fikirlerin kurumasına, toplumun kısır ve hareketsiz bir ortama sürüklenmesine sebep olacaktır (ss. 92-96). Seküler Modelin (Laiklik) Hayata Geçmesi Diyanet İşleri Başkanlığı 1949 yılı bütçesi görüşmeleri yapılırken, milletvekili A. Hamid Selgil “Ne zaman Kur’an-ı Kerim’i Türkçeye tercüme edecekler? Biz yabancı dilden değil anamızın dilinden din kitabımızın okunmasını istiyoruz” sözleri üzerine Muğla Milletvekili Necati Erdem şu cevabi sözleri ileri sürmüştür: “Onda (Kur’an’da) birçok manalar, birçok nükteler vardır. Çevrildiği zaman Nazm-ı Celil’in kıymeti kalmaz. Binaenaleyh Müslümanların dinine, kitabına hükümet müdahale etmez (T.B.M.M. Tutanak Dergisi, (23 Şubat 1949), s. 451). Bu konuşmalardan sonra Başbakan ve Sivas Mebusu Günaltay da laiklikle ilgili görüşlerini, Meclis üyelerine aktarmıştır: Laik bir devletin laik meclisinde hiçbir dinin esası hakkında hiçbir ferdin konuşma hakkı yoktur. Biz burada, din kurucu bir heyet değiliz. Devlet’in siyasi, içtimaî, idarî, iktisadî ve kültürel esaslarını ve milletin müdafaası vasıtalarını düşünmek ve nizamlamakla mükellefiz. Her dinin esası üzerinde konuşmak, o dinin ilim adamlarına aittir. Bizim kuracağımız İlahiyat Fakültesi’nden yetişen gençler, mem19 Ayrıca bkz. Kocatürk (1961). 150 İslam’ı Uyandırmak - II leketin ihtiyacı ne ise, ona göre bir veçhe verirler. Biz burada, bu meselelerde asla konuşmak hakkına sahip değiliz... Yalnız Diyanet İşleri Başkanı’nın cevap vereceği mevzuu üzerinde, mesul hükümet reisi sıfatıyla ben cevap vereceğim. Bizim memlekette herkes hürdür, Hür olan bir memlekette yaşayan insanların akidelerine tecavüz etmek, hiçbir vatandaşın hakkı değildir. Herkes kendi kanaati ile kalır. Biz falan mezhebin adamıdır veya falan dine mensup diye kimse üzerinde bir hüküm yürütemeyiz ve kendisini ne için bu inanıştasın diye mesul tutamayız. (T.B.M.M. Tutanak Dergisi, (23 Şubat 1949), s. 451) Laikliğin Türkiye’de çok değişik ve farklı tanımları yapılmaktadır. Kimi çevrelere göre, laiklik “rejimin teminatıdır”, kimilerine göre “din ve inanç özgürlüğüdür”, yine kimilerinin düşüncesine göre de “din düşmanlığıdır veya dinsizliktir”. İşte, bu gibi tariflerin çoğalması, laikliğin daha uzun yıllar konuşulup tartışılacağının ve gündemde kalacağının işaretidir. Biz, bu bölümde laiklik konusu ve onun güvencesi kabul edilen 163. maddenin (her ne kadar bu madde günümüzde yürürlükte olmasa da)20* yasalaşması sürecinde Meclist’e geçen konuşmalara yer vereceğiz. Bu konuşmalar, Şemseddin Bey’in laiklik ve 163. madde hakkındaki fikirleri konusunda bizi aydınlatacak niteliktedir. Zira, bu maddenin yasallaşması, Günaltay hükümeti’nin icraatlarındandır. Öncelikle 10 Haziran 1949 tarihinde, 5439 sayılı ek ceza kanunu olarak, CHP ve DP oylarıyla kabul edilen 163.maddenin metnini vermekte fayda telakki ediyoruz: Madde 163- Laikliğe aykırı olarak devletin içtimai veya iktisadî veya hukukî temel nizamlarını kısmen de olsa dini esas ve inançlara uydurmak amacıyla cemiyet tesis, teşkil, tanzim veya sevk ve idare eden kimse, iki yıldan yedi yıla kadar ağır hapis cezası ile cezalandırılır. Böyle cemiyetlere girenler ve girmek için başkalarına yol gösterenler, altı aydan aşağı olmamak üzere hapis cezası ile cezalandırılırlar. Dağılmaları emir edilmiş yukarıda yazılı cemiyetleri sahte nam altında veya muvazaa şeklinde olsa dahi yeniden tesis, teşkil, tanzim veya sevk ve idare edenler hakkında verilecek cezalar üçte birden eksik olmamak üzere arttırılır.Siyasî menfaat temin veya şahsî nüfus tesis eylemek veya her ne suretle olursa olsun laiklik esasını sarsmak maksadı ile dinî veya dinî hissiyatı veya dince mukaddes sayılan şeyleri alet ederek her ne suretle olursa olsun propaganda yapan veya telkinde bulunan kimse, bir yıldan beş yıla kadar ağır hapis cezası ile cezalandırılır. Yayın yeri veya 20 *163. Madde, 12.4.1991 tarihinde 3713 sayılı kanunun 23. maddesiyle yürürlükten kaldırılmıştır. 163. Madde’nin kabülü sırasında T.B.M.M.’nde yapılan müzakereler ve bu Madde’nin ilham kaynağı olan “Hıyanet-i Vataniye Kanunu” (1925 yılında kanunlaştı) hakkında geniş bilgi için bkz. Cemal (1974, ss. 27-90). İslâmcılıktan Sekülarizme Şemseddin Günaltay’ın Zihinsel Dönüşümü 151 yayın vasıtası veya yayın konusu bakımından az zarar umulan hallerde failine altı aydan iki yıla kadar hapis cezası verilir. Bu maddede yazılı olan cemiyetler hakkında 141. maddenin son fıkrası hükmü yürür. 141. maddenin son fıkrası ise iki kişinin dahi birleşmeleri ile cemiyetin vücud bulacağını ifade etmektedir. (Türk Ceza Kanunu, 1990, s. 53; Başgil, Din ve (1998, ss. 213-214). 163. maddeyle ilgili müzakerelerde ilk sözü alan Millet Partisi Meclis Grubu Başkanı Osman Nuri Köni, laiklik hakkında uzun izahlar yaptıktan sonra, laikliğin tamamen tatbik edilip edilmediği konusunu ele almıştır. Diyanet İşleri ve Evkâf bütçesinin hükümetçe hazırlandığını, din eğitimi işleri ile Milli Eğitim Bakanlığı’nın meşgul olduğunu söyleyen Köni: Laiklik bu mudur?” demiş ve şöyle devam etmiştir: Türkiye’de Hristiyanlar, Museviler var. Din işlerini cemaatler görür. Bütçeleri buraya geliyor mu? İşlerine karışıyor muyuz? Bu ayrılık, gayrılık nedir? Onlar, bu sahada mümtaz yaşıyorlar demektir. İbadetin şekline de karışıyoruz: Şöyle kamet getirilecek, böyle ezan okunacak diye.Hükümetin getirdiği bu tasarı vicdan hürriyeti ile laiklik ayaklar altına alınmaktadır. Ayrıca anayasayı da heder ediyoruz Ne din ne de dinsizlik istismar edilemez. Dinsizlik temel ittihaz ediliyor. Bu tasarı ise, dinsizliğe revaç vermektedir. İçindeki hükümlerde din-i İslâm’a tecavüz vardır. Başbakan, demokrasi getirmek istiyor ama, onun asıl hedefi hürriyetsiz hürriyet ve hürriyetsiz demokrasi kurmaktır. Maksat, tahakkümü yaşatmak,istibdadı tahkim etmek, halkı esir olarak, köle olarak yaşatmaktır. Köni konuşmasını şöyle sürdürmüştür: Büyük Millet Meclisine hitap ediyorum ve vicdanlarınıza müracaat ediyorum. Bu tasarı Anayasayı ayaklar altına almaktadır. Kabulünüze layık değildir. Tarih karşısında reylerinizi şerefle kullanacağınıza emniyetim var. Millet Partisi’nin Meclis Grup Başkanı, yine Başbakana dönerek sözlerine şöyle son vermiştir: “Size bir şey söyleyeceğim: Kim darılırsa darılsın. Hükümet-i Osmaniyenin sonzamanlarında, bilhassa mütareke devrinde, memleketi asla sevmeyen bir sadrazam vardı. Damat Ferit, öyle değil mi? Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin Damat Ferit Paşası ise, bu Şemseddin Bey’dir. (T.B.M.M. Tutanak Dergisi, s. 575; Şahin, Günaltay, s. 287). Bu konuşmadan sonra Müstakil demokratlardan Hasan Dinçer, Halk Partisi’nden Sinan Tekelioğlu söz almışlar ve tasarıyı eleştirmişlerdir (Sebilürreşad, Haziran 1949, s.48). Bingöl Milletvekili Feridun Fikri Düşünsel de Osman Nuri Köni’nin “tasarı din-i İslâm’a tecavüzdür” sözlerine uzun uzadıya cevap vererek, “Müslüman çocuklar tarafından Müslüman dinine karşı böyle bir tasarının hazırlandığını ummayı ancak şuur eksikliği” olarak nitelen- 152 İslam’ı Uyandırmak - II dirmiştir. Muammer Alkanat da, maddedeki bir hükmün komünizm aleyhtarı propagandayı dahi engeller şekilde olduğunu iddia etmiştir. Bu tasarının yeniden gözden geçirilmesi için komisyona havalesini isteyen bir takrir hazırladıklarını bildirmiş; önergeyi başkanlığa vermiştir (T.B.M.M., Tutanak Dergisi, VIII. Dönem, c. 16). Bu sırada Başbakan Şemseddin Günaltay söz isteyerek kürsüye gelmiş ve şöyle demiştir: (...)Vatan duygusu ile bütün arkadaşlar, getirilen kanunun lüzumuna inanıyorlar. Komünizme aleyhtar bulunuyorlar. Memlekette her ne suretle olursa olsun bir irticanın baş göstermesini istemiyorlar. Memlekette irtica yoktur diyorlar. Bunu ben de kabul edeyim. Fakat arkadaşlar irtica komünizm siması altında tezahür edebilir ve edildiği zamanları görmüşüzdür. Vaktiyle inkılâplar yapıldı. Bugüne kadar irtica olmadı, diyorlar. Birçok hâdiseleri unuttukları anlaşılıyor. Birbirinin velyeden irtica kıyamların, vuku buldukları zamanları da unutmayalım ki, Takriri Sükûn Kanunu yürürlükte bulunuyordu. İrtica ve ihtilaller için İstiklal Mahkemeleri kurmak imkânı mevcuttu. Bütün bunlara rağmen bu isyanlar oldu. Şimdi deniliyor ki; bütün bu fenalıklar olmasın, hepimiz aleyhindeyiz ama bunu önleyecek kanun yapmayın. Bunun manasını ben anlayamadım doğrusu. Kendileri izah ederlerse çok iyi olur. Biz kimseyi asmıyoruz, kesmiyoruz. Bir hâdise olmadan evvel, senin zihninden şöyle bir mesele geçmiş, diye kimseyi mahkemeye göndermiyoruz. Hükmü verecek olan mahkemedir. Fiil sabit olduktan sonra, tebarüz ettikten, meydana çıktıktan sonradır ki, mahkemeye vermek salâhiyetini istiyoruz. Sayın arkadaşlar; evvela şunu belirtmek istiyorum ki, bu kanun demokrasiyi yaşatmak için getirilmiştir. Demokrasi, bir memlekette sükûn olursa herkes serbestçe fikir ve kanaatini söyleyebiliyorsa o vakit yaşar. (T.B.M.M., Tutanak Dergisi, VIII. Dönem, içtima: 3, c. 20, s. 596; Sebilürreşad, Haziran 1949) Şemseddin Bey, Osman Nuri Köni’nin sözlerini cevaplarken, laiklik anlayışını da ortaya koymaktadır: Laisizm, devlet işlerine yani milletin hayati kanunlarına esas olarak başka kaynaklara müracaat etmeksizin B.M. Meclisinin hükümlerini sağlamaktadır. Din ile dünyayı birbirinden ayırmanın manası budur. Laisizmi dünya işlerine, din işlerini karıştırmamak diye tarif ediyorlar ve bundan laikliğin bir nevi dinsizlik olduğunu çıkarmaya çalışıyorlar. Fakat laikliği böyle algılamıyoruz. Bizim anlayışımızda laiklik, bizim hayata ait bütün kanunlarımızı ancak B.M. Meclisi yapar demektir. Din meselesi hakkında da Günaltay şu noktalara değinmiştir: Herkes vicdanen hürdür, inandığı şeye hür olarak inanır. Ve biz Müslüman olmak itibariyle, Hz. Muhammed’in din olarak telkin ettiği her şeye inanıyoruz ve ona göre ibadetlerimizi yapmakta serbest bulunuyoruz. Din de bu demektir. Evet, ibadette hürüz, hiç kimseyi camiye gitmekten menetmiyoruz. (Osman Nuri Köni’ye İslâmcılıktan Sekülarizme Şemseddin Günaltay’ın Zihinsel Dönüşümü 153 hitaben) Yahudilere ağzının suyu aktı, hâlbuki Müslümanlar da onlar gibi serbestce camilerine gidiyor ve ibadetlerini yapıyorlar. Bu memlekette hiç kimse Müslümanların ibadetlerine mümanaat edemez, edemeyecektir de. Bizce Müslümanlık dinin ana hükümleridir, sonradan uydurma hurafeler değildir. Din hükümlerine tamamen riayet eden bir Müslümana bu memlekette hiç kimse müdahale edemez. Osman Nuri, Köni’nin sataşmalarından sonra, şöyle devam etmiştir: İlk mektepte din dersleri okutturmaya başlayan hükümetin başkanıyım. Bu memlekette Müslümanlara namazlarını öğretmek, ölülerini yıkamak için imam, hatip kursları açan bir hükümetin başkanıyım. Bu memlekette, Müslümanlığın yüksek esaslarını öğretmek için İlahiyat Fakültesi açan bir hükümetin başkanıyım. Günaltay, konuşmasını, Köni’yi eleştirerek sona erdirmiştir: “Bu kanun tasarısını huzurunuza arz etmemizin başlıca saiki, arkadaşlar Osman Nuri Köni’nin şahsında temessül ettiği sözlerden anlaşılan Damat Ferit gibi Hilafet Orduları kurmak isteyenlerin yahut memleketi kanlara boğmak isteyen Derviş Vahdetilerin belirmesine meydan vermemektedir. Köni’nin hedefi budur” (T.B.M.M. Tutanak Dergisi, (8 Haziran 1949), s. ss. 597- 598)21 Darülfünun’dan İlahiyat Fakültesine Yüksek Din Öğretimi22 Modernleşme son üç asırdır Osmanlıyı ve onun halefi olan Türkiye Cumhuriyeti’ni her alanda etkilemiştir. Bu tesirin sosyal, siyasal ve ekonomik sonuçları olması da kaçınılmazdır. Askeri alanla başlayan çağdaşlaşma projesi, eğitim, hukuk ve siyaset sahalarında hızlı bir ivme kazanarak, devrimsel bir yapıya kavuşmuştur. Bunlar içerisinde değişim ve dönüşümün baskın şekilde hayata geçirildiği bilinen eğitim, Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte en temel çalışma kategorisinin zirvesine yerleşmiştir. Eğitim, özellikle de yüksek eğitim hem Osmanlı’da hem de genç Türkiye’de önemli açılımlara ve gelişimlere maruz kalmıştır. Medreselerin tarihî misyonu ve onlar üzerinde yapılan eleştiriler son iki asırda yoğunluk kazanması, zorunlu olarak yüksek eğitimin kalite standartlarının daha bilimsel ve rasyonel bir temele dayandırılmasını gerektirmiştir. 21 Krş. Cemal (1974, ss. 35-38), ayrıca bkz. Ceylan (1991, ss. 433-444), Sitembölükbaşı (1995, s. 54). 22 Darülfünun’dan sonra ilk İlahiyat Fakültesi’nin Şemseddin Günaltay’ın katkılarıyla açılış süreci, (2009), Türkiye’de İlahiyat Fakültelerinin Konumu ve Dini Bilginin Niteliği; ayrıca bkz. Çetinkaya (2013, ss. 247-366). 154 İslam’ı Uyandırmak - II Yüksek eğitimin çağdaşlaştırılması talepleri, 1848 yılında Osmanlı’nın modern anlamdaki üniversitesi olan Darülfünun’un açılmasıyla neticelenir. Akabinde Fransızca öğretimi yapan Mekteb-i Sultani Galatasaray’ın eğitime başlaması tarihî basamaklar olarak ele alınabilir. Üniversitede pozitif bilimlerle birlikte din ilimlerinin de öğretimi kapsamında Darülfünun’da bazı bölümlerin kurulması söz konusu olmuştur. Bu çerçevede Darülfünun İlahiyat Fakültesi’nin öğretime başlaması, kayda değer bir gelişmenin işaretlerini vermektedir. Cumhuriyet’le beraber 1924 yılında çıkarılan Tevhid-i Tedrisat kanunu, bu alanın şekillenmesi ve sınırlarının tespiti açısından belirleyici olmuştur. Ne yazık ki, Türkiye Cumhuriyeti’nin eğitim politikası ve projesinin hukukî zeminini oluşturan kanunun muhtevası, insanlarımızın zihninde ismi kadar detaylı bir malumat olarak algılanmaktan uzak olmuştur. Hâlbuki bu Tevhid-i Tedrisat’la birlikte din öğretiminin hudutları, belirgin bir hale dönüşmüştür. Nihayetinde Darülfünun İlahiyat Fakültesi’nin öğretim hayatına başlaması gerçekleşmiştir. Din alanındaki eğitimin, modern anlamdaki miladını bununla başlatmak mümkündür. Osmanlı’nın son yılları ile Cumhuriyet’in ilk yıllarında yüksek din öğretiminin önemli siyasal ve sosyal aktörleri, mevcut durumu daha da olgunlaştırma ve donanımlı hale getirmek için bir takım çalışmalarda bulunmuşlardır. Bunlar içerisinde Dârulfünûn bünyesinde başlangıçta bir şube olan daha sonra da fakülte haline gelen ilahiyat fakültesinin varlığı, tarihsel bir anlam ifade etmektedir. Ancak 1933 yılının siyasal ve sosyal şartlarının ve gelişmelerinin doğal ve aynı zamanda “zorunlu” bir neticesi olarak Dârulfünûn İlahiyat Fakültesi’nin kapatılması; on altı yıl sonra 1949 yılının CHP’li Başbakanı Şemseddin Günaltay’ın Ankara Üniversitesi bünyesinde bir ilahiyat fakültesi açma girişimleriyle bir başka evreye geçilmiştir. Bir ilahiyatçı olan Şemseddin Günaltay’ın Cumhurbaşkanı İsmet İnönü tarafından dönemin ulusal ve uluslararası olağanüstü şartlarının bir gereği olarak Başbakan olarak tayin edilmesi tesadüfî veya rastgele bir tercih değildir. Gerek iç siyasal dinamikler gerekse dış dinamikler, böyle bir siyasal stratejinin ülkenin toplumsal ve siyasal gelişmelerinde belirleyici bir fonksiyonu icra etmesini zorunlu kılmıştır. Bu anlamda Şemseddin Günaltay’ın tercih edilmesi pragmatist bir seçimin varlığını düşündürmektedir. Günaltay’ın hem bilim adamı olarak teorisyenliği, hem de bir siyaset adamı olarak sosyal gözlemciliği, onun icraatlarında da tesirini göstermiştir. Bu çerçevede onun toplumsal olay ve meseleleri yerinde teşhisi ve bunlara karşı İslâmcılıktan Sekülarizme Şemseddin Günaltay’ın Zihinsel Dönüşümü 155 hem siyasî, hem de ilmî çözümler üretmesi, kendisine özgü vasıflarındandır. Hayatını, toplumun yanlış fikir ve inançlarıyla mücadele etmeye, batıl inanç ve hurafelerin cemiyetlere verdiği zararları yok etmeye adamıştır. Sapkın mezhep ve tarikatların bu hurafe ve safsatalara kaynaklık ettiğini; çözüm olarak, İslâmiyet’in ilk saflığına dönülmesinin gerekliliğine inanmıştır. Bu sebep ve başka daha güçlü sebepler sonucunda, daha önce Darülfünun İlahiyat Fakültesi’nin de dekanlığını yapan Günaltay, Başbakanlığı döneminde Darülfünun’dan sonra ilk ilahiyat fakültesinin açılmasına öncülük etmiştir. Bu girişten sonra Osmanlı’nın son döneminden başlayarak Cumhuriyet dönemine kadarki zaman aralığındaki din öğretimin gelişim ve değişim süreci üzerinde kısaca durabiliriz. 1924’ten 1933’e kadar olan dönemde yaşanan tecrübeler ışığında Darülfünun’da köklü değişiklikler için 1929 yılında Darülfünun Divanı tarafından hazırlanan ıslahat projesi, Maarif Vekâleti tarafından uygun bulunmadığı için kabul edilmemiştir. Bunun yerine yabancı uzmanlardan destek alınması arayışına gidilmiştir. Hükümet mevcut hali kendi politikası çerçevesinde şekillendirmek amacıyla İsviçreli bir eğitimci olan Albert Malche’i Türkiye’ye çağırmıştır. Malche, 1932 yılında 66 sayfalık bir rapor hazırlamıştır (M. Kısakürek, 1971, s. 14). Ancak raporda teklif edildiği şekliyle İlahiyat Fakültesi’nin durumu gerçekleşmemiştir. 31.5. 1933’te çıkarılan 2252 sayılı kanunla, Darülfünun kapatılmış ve yerine İstanbul Üniversitesi ikame edilmiştir (Ayhan, 2004, ss. 73-75). Darülfünunun İlahiyat Fakültesi’nin kapatılma sebebi, 1949 yılında Ankara Üniversitesi bünyesinde açılan İlahiyat Fakültesi’nin açılma kanununun görüşmelerinde de gündeme gelir. Bu çerçevede Milli Eğitim Bakanı Tahsin Banguoğlu İlahiyat Fakültesi’nin niçin ve ne zaman kapatıldığını şöyle açıklamıştır: Bu müesseselerin niçin ve ne zaman kapandığını tespit ettim. 1924-1925 yılında açılan İlahiyat Fakültesinin 284 talebesi vardı. Bu talebe 1926-1927 yıllarında 167’ye, 1927-1928 yıllarında 53’e, 1929-1930 yıllarında 35’e, 1932-1933 yıllarında 20’ye düşmüştür. İbrahim Arvası: Neden acaba bu miktar düştü, sebeplerini tetkik ettiniz mi? Bakan (devamla): 1933 yılında üniversitede yeni bir teşkilat yapıldığından, İlahiyat Fakültesi İslâm İlimleri Tetkik Enstitüsü şeklinde ifrağ edilmiştir. Bu enstitüsü de bir müddet çalışmış, 1941 yılında talebesi ve hocası kalmadığından kapatılmıştır. İbrahim Arvas: Maalesef bunun sebeplerini izah edersem kötü olur. (TBMM Tutanak Dergisi, 3.1.1949, s. 11). 156 İslam’ı Uyandırmak - II Tek parti yönetimi, Türkiye’deki siyaset ortamının ve dünya konjonktürünün kendilerini zorlamasıyla birlikte din politikasını yeniden düşünmeyle karşı karşıya kalır. Bu çerçevede CHP, din ve onun öğretimi hakkındaki politikasını revize ettiği önemli bir kurultay gerçekleştirir. 7. kurultayla birlikte, CHP yeni bir din anlayışı ve politikası geliştirmeye çalışır. Tek Parti Dönemi CHP’sinin Din Politikası ve 7. Kurultay CHP’nin din alanı ve din öğretimi ile olan ilgisi, iç şartların bir sonucu olarak muhalefetin ürettiği politikalarından da kaynaklanmaktadır. Zira II. Dünya Savaşı’nın akabinde kurulan Demokrat Parti, halkın inanç ve kutsallarına daha çok vurgu yapmaktadır. Partinin kurucularından ve önde gelenlerinden olan Celal Bayar, 7 Ocak 1946 yılında parti programının bu hususla ilgili maddesi hakkında şunları söyler: Partimiz laikliği, devletin dinle ilgilenmemesi ve hiçbir din düşüncesinin kanunların yapılma ve uygulamalarında etkisi olmaması anlamında anlar; din hürriyetini, tıpkı başka hürriyetler gibi, insanlığın mukaddes haklarından biri olarak tanır. Dinin siyasete alet olarak kullanılmamasına, onun devlet işlerine karıştırılmamasına, başka dinler aleyhine propagandalarla yurttaşlar arasındaki sevgi ve tesanütün bozulmasına ve serbest tefekküre karşı taassup duygularının uyandırılmasına asla müsaade edilmemelidir. Halk Partisi’nin laikliğin yorumlamasında değişiklikler göstermesi, 2 Aralık 1947 yılındaki 7. kongresi’yle gerçekleşmiştir. Parti, programının laiklik maddesini şu şekilde netleştirmiştir: Partimiz (1935’ten bu yana Fırka yerine Parti) bütün kanunlar, nizamnameler ve talimatnamelerle devlet idaresindeki bütün yönetmeliklerin çağdaş uygarlığa, ilim ve tekniğin gerektirdiği esaslara göre, dünyevî gerekliklere uygun olarak hazırlanmasını ve uygulanmasını ve dinî düşüncelerin devlet ve dünya işlerinden ayrılmamasını milletimizin her türlü ilerleme ve yükselmesi için en önemli başarı unsuru sayar. Din anlayışı bir vicdan meselesi olduğu için her türlü hücum ve müdahaleye karşı korunmalıdır. Hiçbir yurttaş, kanunun yasaklamadığı ibadet ve ayinler yüzünden ( o zamana kadar din ve itikatlar) rahatsız edilmemelidir. Kurultay çerçevesinde önemli tartışmaların cereyan ettiği ortamda Hamdullah Suphi Tanrıöver, Türkiye’ye büyük hizmetleri olmuş insanlarımızın türbelerini açılmasını diledi. Bu çerçevede Batı’da olduğu gibi, halkın din ihti- İslâmcılıktan Sekülarizme Şemseddin Günaltay’ın Zihinsel Dönüşümü 157 yaçlarının karşılanmasına ve “Şark dünyasıyla olan tesanüdün” kuvvetlendirilmesinin önemine işaret etti ( Jaschke, 1972, s. 98). Abdülkadir Güney Türklerin dine karşı kayıtsızlıklarını kınadı: ona göre bu duygu nerede zayıflarsa ahlâksızlıklar artardı. Sinan Tekelioğlu, Evkaf idaresinin de verilmesiyle Diyanet İşleri Reisliği’nin yetkilerinin genişletilmesini savundu. Şükrü Nayman da buna, bu reisliğin memleketteki din cereyanlarını düzenli bir yola sokması gerektiğini kattı. Cemil Sait Barlas bir dinî inkılabın gerektiğini, ama Türkiye’nin bunu başarabilmelerinin şüpheli gördüğünü söyledi. Tanrıöver, Luther gibi bir “papaz”‘mı, yoksa “hoca”mıydı? Din, Tanrı ile kul arasında bir hesaplaşma işiydi. Kendisi “mütedeyyin bir adam”dı; ama dış tehlikeler karşısında aradığı gücü ırkının asil kanında bulurdu. Ziya Kösemen, laiklik şimdiye kadar yanlış anlaşılmıştır, dedi. Behçet Kemal Çağlar “örümcekli” kafaların “ukalalıklarına” ve “efsanelerine” karşı kongreyi uyardı. Kendisi Türkiye’yi uygarlığın imkânları ve gerekliklerinden, bunların “gavur icadı” olduğu bahanesiyle uzak tutan “kara taassub”a olduğu kadar “kızıl emperyalizme” de düşmandı. Türkler ancak “garblı bir millet” olarak yaşayabilirlerdi. Mustafa Kemal adında bir “dev” onları taassubun uçurumundan bugünün aydınlığına çıkarmıştı. Hiç şüphesiz Peygamberin ruhu o “müraice” taassuptan tiksinir, bu laik zihniyeti beğenirdi. Yüzyıllar boyunca geri kalma da sadece din yüzünden olmuştu. Hristiyan Kilisesi’nin politikası da gerici idi. Hatta Hitler “İsa’nın Allahı’na” ibadet etmişti (!) Sözlerine şu kelimelerle son verdi: “Hepimiz iliklerimize kadar Kemalist, Atatürk çocuklarıyız.” Tahsin Banguoğlu dinin, insanın zaman zaman Allahının karşısına çıktığı ve “ruh kuvvetiyle yaşama cesareti bulduğu bir köşe” olduğunu söylemişti. Onun dileği dini “güzelleştirmekti”; ama kimse Şeriat kanunlarının geri getirilmesini düşünmüyordu. Milli Eğitim Bakanı Sirer bu konuşmaya, Türk tarihinin toplandığı iki noktayı kendisinde topladığını söyleyerek son verdi: Birincisi, Türk milletinin bütün milletler arasında “en insan ve en Müslüman” oluşu, ikincisi de”bütün İslâm camiasına laiklik şiarını vermiş” olmasıydı ( Jaschke, 1972, ss. 98-99). Dönemin dini hassasiyetleri öne çıkan olan yayın organlarında çıkan yazı ve makalelere karşı muhalif yazılar da basın organlarında yer almaktaydı. 1 Mayıs 1947 tarihinde Varlık dergisinde şair Yaşar Nabi Nayır’ın yazısı bunlardan biridir: 158 İslam’ı Uyandırmak - II Öteki 5 ülkümüz gibi Batı’dan gelen laiklik, biz Batı medeniyetini tam olarak almadıkça tesirsiz kalacaktır. Tanzimat tam değildi, çünkü ümmet zihniyeti milletin hayatına hâkimdi ve onu tavizlere zorlamıştı. Ziya Gökalp bile milliyetçiliği ümmet zihniyetiyle uzlaştırmaya çalışmıştı. Abdullah Cevdet’in birliğe çağrısı boşuna olmuştu. Biz, esirler ve müstebitler dünyası olan, Ağa Han’ın altınla tartıldığı ve yıkandığı suyun ilaç olarak içildiği Doğu’yu bıraktık. Doğu’da endüstride ve teknikte ilerlememiz için bize lazım olan hiçbir şey bulamadık. Geleneklerin övgüsüne aldanmayalım! Doğu bugün, Batı’ya uymadan ilerlemenin mümkün olmadığını anlamıştır. Atatürk’ün, Türklerin en büyük kahramanının yenmiş olduğu irticadan sakınalım! Gençliği ne yazık ki her iki partide de ( yani CHP ve DP) taraftarlar bulan irtica ruhundan koruyalım. ( Jaschke, 1972, ss. 99-100). Başlangıçta İslâmcılık cereyanının önde gelenlerinden gelen Hamdullah Suphi Tanrıöver, 29 Aralık 1947 yılında CHP’den istifa etti. İstanbul Üniversitesi’nde öğrencilere verdiği konferansta milliyetçilikten ne anlaşıldığını ortaya koymaya çalışır ve millet duygusunun tek kaynağının mazi olduğunu, Türkiye’nin dayandığı ve kuvvetini aldığı İslâm tarihinin şahitlerinin her yerde görüldüğünden bahseder. Dinin sadece Allah ile kul arasında bir mesele olmadığını ve dini dayanışmanın şahsî dindarlık kadar önemli olduğunu ifade eder. Tanrıöver, 10 Mayıs 1949 tarihinde Türkocağı’nın açılışında yaptığı konuşmada da geleneksel CHP anlayışının dışına çıkar: “Din, milletlerin en eski ve en dayanıklı müessesesidir. Milletler esarete uğrayacak olursa, onların son kalesidir… Laik Fransa ve Müslüman Mısır’ın Vatikan’da siyasî mümessilleri vardır; böyle bir şey Türkiye için de faydalı olmaz mı?...” Bu sözlere karşılık Uluğ İğdemir, Suphi’nin yirmi yıl önce yazdığı düşünceleri hatırlatır: “Cumhuriyet’in faziletleriyle yetişmiş olan yeni nesil Gazi’nin en güzel eseri olacaktır.” “Türk milliyetperverliği her şeyden ziyade, Şeriatçılığın savunulmasına karşı çıkmıştır. Şeriat, İslâm dünyasında yerli hanedanların zaferini ne kadar sağladıysa, o kadar da Avrupa devletlerinin istilalarını kolaylaştırmıştır.” İğdemir, gençliğe Atatürk ve onun devrimlerinin sevgisini aşılamış olan Tanrıöver’in kaybedildiğinden dolayı üzüntülüdür. ( Jaschke, 1972, ss. 98-100). CHP, Din ve Laiklik Birinci Dil Kongresi’nin 16. yıldönümünde (Dil Bayramı, 26 Eylül 1948) Tahsin Banguoğlu Ulus’ta parolayı açıklar: “Daima ileriye, iyiye ve güzele, ama asla geriye, Arapçaya değil!” Aynı gün Sadi Irmak da şunları yazar: “Biz İslâm-Doğu’dan Laik Batı medeniyetine geçtik, yahut daha doğrusu, kendi öz İslâmcılıktan Sekülarizme Şemseddin Günaltay’ın Zihinsel Dönüşümü 159 varlığımıza döndük.” Diğer taraftan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 5 Aralık 1948 yılındaki görüşmelerinde Başbakan Vekili Barutçu meclis komisyonuna “dini kötü amaçlara kullanan, Evrak-ı Buharî, Şeyh Ahmet Vasiyetnamesi, Mukaddes Kürsüden Gürlemeler, gibi bazı eserlerin toplatılmış olduğunu ve Şemsettin Yeşil’in vâizlik vesikasının geri alındığının” bilgisini verir. Aşırı sağ ve sol din ve kutsal ilgili hususlarda eylem içinde olanlarla daha etkili mücadelenin yapılması için bir kanun teklifi hazırlar. Bu ve benzeri açıklamalara Hükümet yönetiminden de yapılan açıklamalar eklenir. Nihayetinde Tek Parti döneminin son Başbakan’ı Şemsettin Günaltay hükümet programını açıklarken yaptığı konuşmada şunları söyler: “Bundan sonra da, Türk devriminin ana prensiplerini titiz bir itina ile müdafaa edeceğiz. Vicdan hürriyeti bizce mukaddestir. Çocukların dinî prensibinden ayrılabileceğimiz sanılmamalıdır. Özellikle din perdesi altında bu milleti yüzyıllarca uyutan hurafelerin yeniden canlanmasına ve dinin siyasî ve şahsî maksatlar için kötüye kullanılmasına müsaade etmeyeceğiz” ( Jaschke, 1972, ss. 100-101). Diyanet İşleri Başkanlığı görüşmelerinin 23 Şubat 1949 tarihli oturumunda Hamdi Şarlan kurumun bir mecmua çıkarması ve nitelikli eserler yayınlamasının lüzumuna işaret etti ve bunun için kaynakların arttırılmasını istedi. Sinan Tekelioğlu da müftülerin maaşlarının arttırılması ve din görevlilerinin mali sıkıntıdan kurtarılmasını gündeme taşıdı. Bu konuşmalar üzerine Şemseddin Günaltay, laik bir devletin meclisinde herhangi bir dinin esasları hakkında konuşma yapılamayacağı gerekçesiyle açıklama yapmadı. 15 Şubat Halk Partisi Meclis Grubunda şu sözleri söyledi: “Vicdan hürriyeti maskesi altındaki her irtica hemen ezilecektir.” Ahmet Remzi Yüreğir, “kara kuvvet”in yeniden başkaldırdığını ispat için dinî yazılardan bazı bölümler okudu. Hüseyin Cahit Yalçın da “Derviş Vahdetî’nin izinden gidenlerin, şeriatçıları, kolera, veba ve Bolşeviklikten (!) daha kötü olan irticaın ne kadar tehlikeli olduğunu” ifade etti ( Jaschke, 1972, s. 101). “Derviş tarikatları için tahriklerden geri durmayan ve mesela Kenan Öner için Ankara’da okunan bir mevlitte olduğu gibi çeşitli olayları hazırlayan gerici dinî basın, hükümeti iki kanun teklifi yapmak zorunda bıraktı. Bunlardan sağ ve solculara (yani gericiler ve komünistlere) karşı olan birincisini Ş. Günaltay, 21 Nisan 1949’da bir basın toplantısında açıkladı: “İnkılâbımızı korumak vazifemizdir. Vicdan hürriyetine saygı beslemekle birlikte, dinî hurafelerin milletin ruhuna hâkim olmaya kalkışmasına asla müdafaa edemeyiz.” Söylenen ve yazılanlar “laikliğe aykırı eylem ve düşüncelere” karşı çıkarılması düşünülen 163. madde adıyla bilinen olan kanunu çıkarmaya yö- 160 İslam’ı Uyandırmak - II nelik hareketlerdi. 8-10 Haziran 1949 tarihinde TBMM’de yapılan görüşmelerde O. N. Köni, Fransız laikliğinin örnek alınması yönünde fikirler sundu. Bunun karşısında Günaltay da “kendisinin laiklikten, Türklerin ne 1000 yıl önce Hicaz’da yetişmiş olan İmam Malik’in, zamanının ve muhitinin zorunluluklarına göre düzenlediği, ne de Afrika’nın Berberîler arasında yaşamış olan İmam Hanbeli’nin gene kendi memleketinin gerekliklerine göre düzenlediği içtihatlarına değil, “Türkiye’nin en güzide evlatları” olan Büyük Millet Meclisi üyelerinin, başka membalara başvurmadan, milletin “hayatî kanunlarına göre yaptıkları kanunlara bağlı olmalarına anladığını söyledi. Gerçek bir Müslüman olarak kendisi, Muhammed’in din olarak bildirdiklerine iman etmektedir. Düşüncesine göre İslâmlık, dinin “ana hükümlerinden” ibarettir, yoksa “sonradan uydurma hurafeler”den değil. Yeni kanun halife ordularının ve derviş tarikatlarının kurulmasını önleyecektir” ( Jaschke, 1972, ss. 101-102). Demokrat Parti adına konuşan Fuat Köprülü, komünizmin mutaassıp Müslüman memleketlerine başında “koskocaman bir yeşil sarıkla” girdiğini söyledi. Ona göre din propagandası yapanlar “simsar ve bazirgânlar”dır. Bu sebeple dinle irticayı birbirinden ayrı tutmak gerektir. Türk laikliğini, Fransızlarınkine göre sınırlı bir manada anlamak lazımdır. Laiklik prensibini, yani din ve devlet işlerinin ayrılmasını günümüzde bütün medenî milletler kabul etmişlerdi, hatta eskiden, parlak devirlerinde İslâm devletlerinde de bu vardı. İslâm ahlâkını bilen herkes, hiçbir Müslüman başka bir Müslümanı “tekfir” edemeyeceğini de bilir. Dinin “indi bir siyasete” alet edilmesi onun kutsiyet ve ulviyetine karşı hürmetsizliktir. Şemseddin Günaltay, Fuat Köprülü’ye ve Demokrat Parti’ye bu açık sözler için teşekkür etti ve bu sözleri demokrasi yolunun garantisi olarak niteledi. Süreyya Örgeevren, Türklerin bütün dinlere karşı saygılı olduklarını ve onların kutsiyetlerine karşı hiçbir taarruza müsaade etmediklerini söyledi. Adalet Bakanı Fuat Sirmen, laikliğin Türk devriminin el uzatılmaz bir temeli olduğunu bildirdi. Kanun sadece din kisvesi altında, zavallı suçsuz vatandaşlar üzerinde şahsî nüfuzlarını kurmak isteyen, ya da dinî siyasî maksatlar için kullananlar içindir. Ama bir ilahiyat profesörünün, ya da ‘usulen merciinden ruhsat almış bir vâizin’ faaliyetini önleyecek değildir.” Görüşmelerin akabinde Günaltay, kanunun özellikle de ‘muzır mikropların’ Türkiye’ye girmese mani olacağına işaret etti ( Jaschke, 1972, s. 102). Meclis’teki müzakerelerin sonucunda aşağıdaki maddeler kanunlaştı. İslâmcılıktan Sekülarizme Şemseddin Günaltay’ın Zihinsel Dönüşümü 161 141.-142. ve 163. Maddelerin Kabulü 10 Haziran 1949 tarih ve 5435 sayılı ek Ceza Kanunundan parçalar: Bu kanunun 141. maddesi siyasî, hukukî, iktisadî ya da sosyal düzeni yıkmak isteyen, cumhuriyetçiliğe aykırı amaçlar güden veya millî duyguları yok etmek ya da zayıflatmak isteyen derneklerin kurulmasını yasaklamaktadır. 142. madde bu amaçlara yönelmiş her türlü propagandayı yasak etmektedir: Madde 163: Laikliğe aykırı olarak, devletin içtimaî veya iktisadî veya siyasî veya hukukî temel nizamlarını, kısmen de olsa dinî esas ve inançlara uydurmak amacıyla cemiyet tesis, tanzim veya sevk ve idare eden kimse iki yıldan yedi yıla kadar ağır hapis cezasıyla cezalandırılır. Böyle cemiyetlere girenler veya girmek için başkalarına yol gösterenler altı aydan aşağı olmamak üzere arttırılır. Laikliğe aykırı olarak, devletin içtimaî veya iktisadî veya hukukî temel nizamlarını, kısmen de olsa, dinî esas ve inançlara uydurmak maksadıyla veya dince mukaddes tanınan şeyleri alet ederek her ne suretle olursa olsun propaganda yapan veya telkinde bulunan kimse bir yıldan beş yıla kadar ağır hapis cezasıyla cezalandırılır. Yukarıdaki fıkrada yazılı fiil yayın vasıtasıyla işlendiği takdirde verilecek ceza üçte birden yarıya kadar arttırılır. Yayın yeri veya yayın vasıtası veya yayın konusu bakımından az zarar umulan hallerde faile altı aydan iki yıla kadar hapis cezası verilir ( Jaschke, ss. 100-103). 5843 sayı ve 10 Haziran 1949 tarihli Kanun: 30 Kasım 1925 tarihli ve 677 sayılı kanunun birinci maddesine aşağıdaki fıkra eklenmiştir: Şeyhlik, babalık ve halifelik gibi, mensupları arasında baş mevkiinde bulunanlar altı aydan az olmamak üzere hapis ve 500 liradan aşağı olmamak üzere ağır para cezasından başka bir yıldan aşağı olmamak üzere sürgün cezasıyla cezalandırılırlar. ( Jaschke, 1972, ss. 103-104) CHP Kurultayı’nda (1947) Din ve Laiklik Tek Parti Yönetimi’nin CHP’nin din politikasını hem kendi içerisinde hem de parti içinde 2 Aralık 1947 tarihinde tartışmaya açtığı 7. Kurultay, gerçekten Türkiye’nin yeni dönemde izleyeceği din siyasetinin de işaretlerini vermiştir. Ortaya konan sonuçlar açısından, 7. Kurultay CHP’den sonraki Demokrat Parti iktidarının da din politikasını büyük ölçüde etkilemiştir. Kurultay’da halkın din ihtiyacını karşılayacak teklifler ve öneriler konuşmaların ana eksenini oluşturmuştur. Bu tartışmalardan bir kısım özetlerin verilmesi, Üniversite Reformuyla kapatılan İlahiyat Fakültesi’nin tekrar açılmasına doğru gelişmelere ışık tutacaktır: 162 İslam’ı Uyandırmak - II Konu üzerine ilk sözü alan Fethi Daday şu sözleri söylemiştir: “İlkokullarda din esasları hakkında yavrularımıza bilgi vermenin faydalı olacağına inanıyorum. Bütün dünyada her millet ibadethanesi girdiği zaman bir şeyler okur. Bizim yarınki çocuklarımız acaba ne okuyacaklar? Binaenaleyh din tedrisatının hususî şekilde değil, resmî okullara konması yerinde olacaktır.” Çorum Delegesi Abdülkadir Güney, memlekette Diyanet İşleri Reisliği bulunmakla beraber bu müessesenin teşkilatı olmadığını, din için özel dershaneler açılsa dahi bunların başarı göstermeyeceğini kaydederek şöyle demiştir: “Bütün memleketlerde din ile meşgul olunuyor. Biz ise dinimize karşı lâkaydız. Münevver hocalar yetiştirmek lâzımdır. Dinin za’fa düşmesi, sefahate, kötülüklere yol açar. Üniversitemizde bir İlâhiyat Fakültesi kurulmalıdır.” Seyhan Delegesi Sinan Tekelioğlu şu sözleri söylemiştir: “…Diyanet İşlerini Vakıflar İdaresinin başına getirmek lâzımdır. Böylece Diyanet İşleri işleyebilen bir daire haline konmalıdır. Dinsiz millet olamaz. Memlekette sefahat, kumar almış yürümüştür. Sebep dinsizliktir. Hiç kimsede din korkusu kalmadığı için ahlâk da zayıfladı.” Kayseri Delegesi Şükrü Nayman, din işlerini devlet ve siyaset işlerinden ayrı tutmak ve vatandaşa tam bir vicdan serbestisi vermekle bugünkü ihtiyacı sağlamış olamayacağımızı bildirdikten sonra şöyle devam etmiştir: Türk gençliği manevî bir gıdaya muhtaçtır. İnsanlık ve medeniyet fesada düşmüştür. Yalnız maddeye tapan, manevî varlığı düşünmeyen insanoğlu amme vicdanından korkmaz. Ferd, cemiyet ve millet olarak manevî bağlara sarılmak lazımdır. Biz bu ihtiyacı İslâm dininin kabul ettiği ahlâk kanunlarında bulacağız. Bu ahlâk kanunları, bu millete selamete götürür ve ahlâksızlıklar önlenmiş olur. Manevî bağlara sarılmanın zaruri olduğunu kabul ettikten sonra şu hakikati görmek lazımdır: Bütün dünyada harpten sonra kiliseler dolup boşalmaktadır. Biz ise iftar sofralarında kadınlı-erkekli poker ve briç oynuyor, içki içerek sabahlıyoruz.Evkaf İdaremiz işlemez haldedir. Diyanet İşleri mensuplarına verilen otuz lira gibi bir para insanları besleyemez. Diyanet İşlerine salahiyet vermiyoruz. Diyanet İşlerimiz memleketteki din cereyanlarının okutmak ihtiyacı karşısındayız. Maraş Delegesi Emin Karpuzoğlu, “Memlekette irtica hortluyor, vatan tehlikededir, sözlerinin tamamen yaygaradan ibaret olduğunu” anlattıktan sonra sözlerine şöyle devam etmiştir: “Devleti olan, hükümeti olan, mahkemeleri olan memlekette ne irtica vardır, ne de gayya kuyusu. Fakat yeni nesle mutlaka din ahlâkı ve din terbiyesi vermekle doğru yolu göstermiş olacağız. Millet vicdanından dinî çıkaramayız. Vakıflar ve Diyanet İşlerimize esaslı bir şekil vermeliyiz.” İslâmcılıktan Sekülarizme Şemseddin Günaltay’ın Zihinsel Dönüşümü 163 İstanbul Delegesi Hamdullah Suphi Tanrıöver ise, yaptığı konuşmada şöyle demiştir: “Bugünkü din müesseselerinde çalışan kimseler pek fakir, pek yardımsız ve bakımsızdır. Bunların elinden lâzımdır. İmam-Hatip Mektepleri açmak lüzumludur. Millet bunu pekiyi karşılayacaktır. Şark dünyası ile aramızdaki rabıtada dinin rolü vardır. Bu tesanüdü kuvvetlendirerek devam ettirmek lazımdır” (Selamet, 19.12.1947 (Naklen; S. Albayrak, 1984, ss. 259-261). Yapılan konuşmalardan sonra, Tahsin Banguoğlu, ortaya çıkan neticeleri özetler şekilde bir konuşma yapar: Yapılan konuşmalardan müspet olarak çıkardığım talepler şunlardır: a) Din tedrisatı yapılsın. b) Din müesseselerine bakılsın. c) Din adamları terfih edilsin. Diğer arkadaşlarımızın dilekleri de bunlardır. Hamdullah Suphi arkadaşımızın dilekleri de bunlardır. Bu dilekler, bu talepler karşısında bütün arkadaşların aynı duygu içinde olduklarını tahmin ediyorum. Bunları biz müştereken istiyoruz. Mademki, bir dinimiz vardır, bunu öğrenmemiz lâzımdır. Mademki, mabetlerimiz vardır, bunlara bakacağız. Bunları güzel ve temiz tutacağız. Mademki din işlerine, mabetlere bakmak için adamlarımız olacak, tabiî bunları sefalet içinde bırakmayacağız. Hal böyle iken bu taleplerin müdafaasında bizim laiklik prensibimizin sınırları dışına çıkan bazı mütalaalar sarf edilmiştir. Bunlar kanaatimce lüzumsuzdur. Aslında bu talepler, bu istekler bizim laikliğimizin dışına çıkan istekler değildir. Bunlar din müesseselerinin hakikaten mamur, muntazam bir şekilde bu cemiyetin içinde yaşaması için lâzım, zarurî şeylerdir. Bu yolda ihmaller, teseyyüpler olmuştur. Bakımsızlıklar olmuştur. Bu yolda anlayışsızlıklar olmuştur. Bizim laiklik prensibimizin dışına çıkmaya lüzum yoktur, sanırım. Bütün arkadaşlarım böyle düşünüyorlar ama, böyle bir talebi gerçekleştirmek için o kadar hızlanıyoruz ki bazı hatiplerimiz bizim laiklik prensibimizin dışına kadar çıkıyor. Buna ihtiyaç yoktur, arkadaşlar! Uzun konuşmalarımızda Hamdullah Suphi arkadaşlarımızın çok defalar nazar-ı dikkatini bu noktaya çektim. Laiklik denilen müessese dünyaca tertibi, tartısı bilinen bir müessesedir. Laiklik şudur ki, dini umumî hayatta layık olduğu muhterem bir köşeye yerleştirir. Ve hayatı da oradan içeriye, tecavüz ettirmez. Artık din, Ortaçağda din müessesinin kapladığı sahayı bugün haiz değildir. O, muhterem ve mukaddes bir köşedir. Orada daima muhterem ve mukaddes kalacaktır. Orada biz vakit vakit Tanrımızla baş başa kalacağız. Ondan ruh kuvveti, yaşama cesareti alacağız. O’nu kendi köşesinde imar etmek, güzelleştirmek ve daha muhterem bir hale getirmek bizim arzumuz, dileğimizdir. Şeriat kanunların avdetini düşünen içimizde kimse yoktur, zannederim. Bu hale göre şimdi bazı dinî müesseselerin iyi 164 İslam’ı Uyandırmak - II tutulması için yapılan talepleri müdafaa ederken laikliğin sınırlarını ihlal etmemiz yersizdir, haksızdır. Tahsin Banguoğlu’nun konuşmasından sonra H. S. Tanrıöver, dinin sadece kul ile Allah arasında olduğu yönündeki konuşmalara şöyle cevap verir: “Bu mümkün mü? Ortada bir Türk Milleti ve onun dinî ihtiyaçları ve dinî müesseseleri vardır. Böyle olmasaydı Diyanet İşleri kurulamazdı. Kur’ân öğretimi dershaneleri açılmazdı. Vakıflar hükümet teşkilatı arasına sokulmazdı” (Selamet, 19.12.1947, (naklen, Albayrak, Türkiye’de Din Kavgası, s. 261). CHP’nin Din Eğitimi Kanun Teklifi Cumhuriyet Halk Partisi’nin din politikası için dönüm noktası olan 7. kurultayı, dinin bir ihtiyaç olduğunu, bundan hareketle imam, hatip ve vaizlerin Diyanet’e bağlanması, Diyanet’in yüksek din öğretim kurumları açabilmesi gibi bir takım kararların alınmasıyla sonuçlandı. Bu çerçevede Yüksek din mektepleri açılması için TBMM’ye bir kanun tasarısı sunuldu. Bu tasarı şöyledir: T.B.M.M. Yüksek Başkanlığına, İlişik gerekçedeki mucib sebepler gereğince Diyanet İşleri Başkanlığı’nın imam, hatip, vaiz ve yüksek din mektepleri açmasına yetkili olmasına, Vakıflar Umum Müdürlüğü tarafından idare edilen imam, hatip, vaiz gibi hayrat hademesinin Diyanet İşleri Başkanlığına devredilmesine dair ilişik kanun tasarısı teklifimizle gerekçesini saygılarımızla takdim ediyoruz. Teklif Edilen Kanun Tasarısı: Madde: 1-Diyanet İşleri Başkanlığı imam-hatip vaiz ve yüksek din âlimi yetiştirmek üzere meslek mektepleri ve kurslar açmaya yetkilidir. Madde: 2-Vakıflar Umum Müdürlüğüne bağlı bilumum imam, hatip ve vaiz gibi cami hizmetlileri, bütün kadro ve tahsisatıyla Diyanet İşleri Başkanlığı’na devredilmiştir. Evkaf gelirlerinden bunlara ayrılan paralar her yıl vakıflar Umum Müdürlüğünce Diyanet İşleri ödenir. Madde: 3- Birinci ve ikinci maddelerde adı geçen mektep ve kurslarla imam, hatip, vaiz ve hayrat hademesinin ihtiyaca göre tayini ve kadrolarının tanzimi Diyanet İşleri Başkanlığınca yapılır. Madde: 4- Birinci maddede zikr edilen mekteplerin masrafları umumî bütçeden temin edilir. Madde: 5- Diyanet İşleri Başkanlığı sözü geçen mekteplerin idaresini ikmal için teberru ve iane almaya mezundur. İslâmcılıktan Sekülarizme Şemseddin Günaltay’ın Zihinsel Dönüşümü 165 Bu takrir bir muvakkat madde ile iki madde daha eklenmiş olarak takdim edilmiş ve bunun kanun haline gelebilmesi ve hazırlanış sebebi hakkında da şu esbab-ı mucibe (gerekçe) zikr edilmişti: Teklif eylediğimiz kanun tasarının birinci maddesi imam, hatip, vaiz ve yüksek din âlimi yetiştirmek için mektepler açmakla Diyanet İşleri Başkanlığını vazifelendirir. Bu müesseselere olan ihtiyaç 24 sene evvel takdir olunmuş ve 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile tamim olunmuş ve yürütülmesi Milli Eğitim Bakanlığına bırakılmıştır. Milli Eğitim Bakanlığı bu mektepleri açmamış ve 24 seneden beri bu dinî vazifeleri salahiyetle ifa edecek bir kimse yetişmemiştir. Eski vazifedarlar ise gittikçe ortadan çekildiğinden yerleri boş kalmış veya ehliyetsiz ellere geçmiştir. Bu vaziyetin neticesi olarak da bir taraftan şahsî dini hükümleri ile tenvir edilemeyen ve onu layığı ile ifâ edemeyen halkımız manevî ıstırap içinde kalmış, diğer taraftan memleketin ötesinde berisinde tarikat namına birtakım hurafeler türemiş ve muzır akidelere yol açmıştır. İşte gün geçtikçe artmakta olan bu hallerin varacağı sonucu düşünerek bu müesseselerin bir an evvel açılmasını milli bir zaruret olarak görmekteyiz. Kaldı ki bu işin Milli Eğitim Bakanlığına verilmiş olması çok gayr-i tabiidir. Diyanet İşleri ile meşgul bir idare varken laik olan devletimizin muasır kültür işlerini yürütmeye ayrılmış bir şubenin dinî işlerle vazifeli kılınması kadar gayr-ı tabiî bir vaziyet olamaz. Millî Eğitim Bakanlığının 27 sene içinde kendisine tevdi edilmiş olan bu vazifeyi ifa edememesi müsamahadan ziyade bu gayr-i tabiîliğe hamledilmelidir. Vakıflar Umum Müdürlüğüne bağlı imam, hatip ve diğer hayrat hademesinin kadroları ve tahsisatıyla beraber Diyanet İşlerine devredilmesini ifade eden ikinci maddenin mucip sebebine gelince; bir şahsi bir vazifeye tayin eden makam o vazifenin gereği gibi ifa edilip edilmediğini salahiyetle teftiş ve murakabe unsurlarına malik olmalıdır. Vakıflar ise bu dinî vazifeleri teftiş ve murakabe edecek salahiyetli bir unsur ve teşkilata malik değildir. Hâlbuki bu işleri teftiş ve murakabe edecek salahiyetli unsurları bulunan bir Diyanet İşleri Makamı vardır. Böyle olmasına rağmen, imam, hatip ve diğer hayrat hademesinin Vakıflar İdaresi tarafından tayin ve idare edilmektedir ki bunun hiçbir surette uygun görülmeyeceği açıktır. Bu sebepledir ki vazife sahiplerinin Vakıflardaki kadro ve tahsisatlarıyla beraber Diyanet İşleri Başkanlığına devredilmesini lazım ve zaruri görmekteyiz. Yukarıda söylendiği vech ile imam, hatip ve din âlimi yetiştirmek işleriyle evvelce Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile Milli Eğitim Bakanlığı tavzif edilmiş olmasına göre bunu masrafları umumî bütçeden verilmesi kabul edilmiş demektir. Bu müesseseler Diyanet İşleri Başkanlığına devr edildiği suretle bu vazife hükümetin bir şubesinden diğer şubesine nakledilmiş demek olduğundan lazım gelen tahsisatın da devredilmesi icap eyleyeceği tabiîdir. Yalnız bütçemizin vaziyeti nazar-ı dikkate alınarak teberru ve iane kabul etmek suretiyle verilecek tahsisatı takviye etmeye yerinde buluyoruz. Dördüncü madde bu lüzum ve düşünceye göre konulmuştur. (Selamet, 19.12.1947, 31, ss. 6-7, 19 (Aktaran Albayrak, 1977, ss. 263-264) 166 İslam’ı Uyandırmak - II CHP’nin Din Öğretimi Raporu CHP’nin Diyanet’in Vakıflar İdaresi’nden kadro olarak ayrı olarak kurumsallaşması kabul edilmişse de yüksek din öğretimi kurumu açması benimsenmemiştir. Yine de Meclis’te okullarda din derslerinin okutulması ve din mekteplerinin açılması için başlayan talepler son bulmamış; bunun sonucunda Halk Partisi Divanı, din öğretimi sorununun araştırılması için oluşturulan komisyon bir rapor hazırlamıştır. Rapor şöyledir: C.H.P. Meclis Grubu Başkanlığına, 10 Kasım 1948 tarihli parti grubunda, Başbakanın vaki teklifi üzerine ilkokullarda tahsil gören çocuklara din dersi verilmesi ve ayrıca imam ve hatip gibi din adamları yetiştirmek için meslek okulları açılması konularını inceleyip, prensip kararına bağlamak için grupça seçilen komisyonumuz toplanıp tetkiklerini yapmıştır. Konu üzerinde üyelerin dermeyan ettikleri genel mütalaalara nazaran hükümetin teklifinin ehemmiyet ve lüzumu tebarüz ettirilmiş, gerek Anayasa ve gerek Parti tüzüğüne göre halkın din ve vicdan hürriyetini düşünürken Cumhuriyet ve inkılabın dayandığı rejimlere, bilhassa laiklik esaslarına muarız ve muhalif olmamak şartıyla teklif dairesinde formüle edilmesi lüzumuna komisyonda fikir birliği görülmüştür. 1. Genel görüşmelerden sonra ilk önce çocuklara din bilgisi verilmesi konusu ele alınmıştır. Gerek Milli Eğitim Bakanının ve gerek komisyon üyelerinin karşılıklı dermeyan eyledikleri mütalaalar sonunda, muasır milletlerde dahi olduğu gibi ilkokul öğrencilerine ihtiyarî olarak din dersi verilmesinin laikliğe aykırı olmadığı neticesinde varıldı. Ve mülahaza dairesinde; a) Çocuk velilerinin arzusu laik olmak şartı ile ilkokulların son iki sınıfında okul içinde ve ders zamanları dışında din dersi verilmesi. b) Verilecek din derslerinin programlarının ve okutturulacak kitapların Diyanet İşleri tarafından hazırlanıp Milli Eğitim Bakanlığının tasvip ve tasdikinden geçmesi. c) Din Derslerini okutacakların ilkokul öğretmenlerinden, icap ederse matlup vasıfları haiz kimselerden seçilmesine Milli Eğitim Bakanlığının yetkili kılınması. d) Din dersi veren öğretmenlerin ücretlerinin yardım altında devletçe ödenmesi oybirliği ile karar altına alınmıştır. Bu konuda köy okullarında din dersi verilmesi için Köy Enstitülerinin hazırlık sınıfı öğrencilerine de din dersi verilmesi ve ilkokulu bitirmiş olmak şartıyla bu derslere on altı yaşına kadar çocukların da devamına müsaade olunması ve üç senelik ilkokulların da son sınıflarında yine ihtiyarî din dersi verilmesi esasları oybirliği ile karar altına alınmıştır. İslâmcılıktan Sekülarizme Şemseddin Günaltay’ın Zihinsel Dönüşümü 167 2. Müslüman vatandaşların imamlık ve hatiplik gibi dinî hizmetlerini ifa edecek elemanlara da ihtiyaç olduğu ve bunları yetiştirecek öğretim kurumlarının kurulması lazım geldiği tespit edilmiş ve bu nev’î öğretim kurumlarının rejiminin ve Anayasamızın laiklik esasları ile asla çatışmadan devlet yardımı ile kurulabileceği esasında birleşilmiştir.İmam ve Hatip Okullarının hangi müessese tarafından kurulması ve nereye bağlı olması hususu tartışmalara konu teşkil etmiş ve bu konu üzerinde üç teklif ileri sürülmüştür. Tekliflerden birisi, bu kurumların devletçe yardım görecek ve murakabe edilecek bir hayır cemiyeti tarafından kurulup hükümetin murakabesi altında, onun tarafından idare olunması yolunda idi. Böyle bir hizmetin tek bir cemiyete inhisar ettirilmesinin güçlüğü ve böyle bir cemiyetin zamanla alabileceği şekiller veya aynı maksat için bir çok cemiyetlerin kurulmasına teşebbüs olunması ihtimali ehemmiyetli mahzurlar olarak mütalaa edilmiş ve bu teklifi kabul olunmamıştır. Bahis konusu olan okulların doğrudan doğruya Millî Eğitim Bakanlığı tarafından kurulup idare edilmesi hakkındaki teklif de Diyanet İşleri teşkilatının devlet kadrosunda Müslüman halkın her nev’î din işlerini murakabe ve tanzim eden bir makam tarafından kurulmasının daha uygun ve pratik olacağı ve halkımızı daha ziyade tatmin edeceği mülahazasıyla kabul olunmuştur. Bu okulların masraflarının Diyanet İşleri Bütçesinde yer alması ve her nev’î hususî tahsil durumları ile devletin diğer teşkilatı tarafından açılan okullar üzerinde murakabe ve teftiş hakkı kanunlarımızla müeyyed bulunan Milli Eğitim Bakanlığının bu okullarla her bakımdan ilgilenip, onları devamlı teftiş ve murakabe altında bulundurması tabi’î ve zarurî görülmüştür.. 3. İmam ve Hatip Okullarından başka bir de yüksek din bilginleri ve mütefekkirleri yetiştirmek üzere üniversitede bir İslâm İlahiyat Fakültesi kuruması lüzumlu görülmüş ve kabul edilmiştir. İslâm İlahiyat Fakültesi münevver ve yüksek din adamlarını, müftüleri, vaizleri, İmam ve Hatip Okulları hocaların ve bu fakültenin doçent ve asistanlarını yetiştirmek gibi esaslı gayeleri ihtiva edecektir. Komisyonumuzda cereyan eden görüşmelerin hülasası ve varılan kararları ifade eden raporumuz yüksek kurulun tasvibine arz olunur.” Raporun altındaki imzalar şu isimlerden oluşmaktadır: Komisyon Başkanı Bingöl Milletvekili Fikri Düşünsel, Sözcü: Ordu mebusu Hamdi Şarlan, katip: Kocaeli mebusu Sedat Pek, üyeler: Rasih Kaplan (Antalya), Atıf Akgüç (Bursa), İ. Hakkı Baltacıoğlu (Kırşehir), Muhsin Ali Binal (Konya), Fatin Gökmen (Konya), Sadi Irmak (Konya), Ali Rıza Türel (Konya), Tahsin Bekir Balta (Rize), Cemil Birsel (Samsun), Ahmet Remzi Yüregir (Seyhan), Faik Öztrak (Tekirdağ). (Albayrak, 1977, ss. 265-268) 168 İslam’ı Uyandırmak - II Komisyonda bulunan iki milletvekili alınan kararı kabul etmeyip, bu karara muhalefet şerhi koymuşlardır. Bu iki zat Bingöl Milletvekili Tahsin Banguoğlu ile Kocaeli Milletvekili Nihat Erim’dir. Her ikisi de bakanlık yapmış ve üniversitelerde öğretim üyeliği yapmış profesörlerdi. Onların muhalefet şerhi şu şekildedir: Komisyon kararına esaslı bir noktada muhalif kaldık. Şöyle ki: Komisyonumuza Türkiye’de geçen 25 yıllık inkılâp rejimi devrinde nüfusun yüzde doksan sekizini teşkil eden Müslüman halkı ölçüsünde durdurulmuş olan din öğretimi ve dinî meslek öğretimi işlerinin düzenlenmesi vazifesi verilmiş bulunuyordu. Bu işi ifade ettiği müstesna tarihi mahiyet çerçevesi ve bugün içinde bulunduğumuz demokratlaşma ve rejimi normalleştirme anlayışı içinde mütalaa etmemiz lazım geliyordu. Türk cemiyetinin vicdan hürriyeti tezahürlerinden olmak üzere din öğretimine yol açmak ve yeni bir din adamları kadrosunun yetişmesine meydan vermek bahis mevzu idi. Atatürk inkılabının sağladığı zihniyet değişimi uzaktan, yakından bir tehlikeye maruz bırakmamak şartıyla; komisyonda işin modern bir cemiyette laik bir devlet nizamı içindeki bir din kurumuna ait bütün organları göz önüne alarak düzenlemesi bir defaya mahsus olmak üzere planlaması ve bu kalkınmanın devlet eliyle cesaretle ve süratle başarılması lüzumu üzerinde durduk. Bunun gibi 25 yıl inkıtaa uğramış bir din adamları neslinin bugünkü maddî ve manevî durumunu belirterek yeni baştan münevver bir din adamları nesli yetiştirmek zarureti üzerinde ısrar ettik. Arkadaşlarımız bu hususta gösterdikleri düşünce-dilek beraberliğini şükranla kaydetmek isteriz. Bu cümleden olarak yüksek din öğretimi için açılması istenen bir İslâm İlahiyat Fakültesi, cemiyetimizde din kurumunun en sağlam dayanaklarından biri olacaktır. Komisyonumuz din öğretimi ve dinî meslek öğretimi işlerini nizamlamak hususunda tavsiye edeceği tedbirlerle Anayasamızın ve parti programımızın laiklik anlayışı arasında bir ayrılık olmaması cihetine hususî bir itina göstermiştir. Uzun ve zarurî bir ihmal devri geçirmiş olan din öğretimi kurumlarının devlet eliyle kalkındırılmasında laiklik prensibimize asla bir aykırılık görmedik. Ancak görüşmelerimizin başından itibaren bu hususta bazı arkadaşlarımız nezdinde bir vehim hüküm sürdü. Ve vehim vakit vakit tazelendi. Neticede Milli Eğitim Bakanlığının orta-dereceli dini meslek mektepleri açması caiz olamayacağı mütalaası ile bu tür mekteplerin Diyanet İşleri Başkanlığına bağlanması kararlaştırıldı. Bir prensip teşkil eyleyen ve heyetinizin diğer müesseseler hakkındaki kendi kararıyla tezat haline düşen bu mütalaa yersizdir. Ancak biz bu mütalaaların bizi tarihî bir hataya götürmekte olduğunu görerek muarız kaldık. Atatürk inkılabının hedefini ve asıl nüvesini teşkil eden şey, bir zihniyet değişikliğidir. Garbın müspet ilim zihniyetiyle şark medresesinin skolâstiği, bizim memleketimizde tam bir asır dövüşmüş bulunuyordu. Milli felaketimizin başlıca amili İslâmcılıktan Sekülarizme Şemseddin Günaltay’ın Zihinsel Dönüşümü 169 olan bu zihniyet savaşına nihayet vermek için biz bir halkı zorlayarak bir takım değişiklikler yaptık. Ve milletimizi yeni bir dünya görüşüne kavuşturduk. Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile sağlamak istediğimiz şey de iki türlü münevveri ortadan kaldırarak bu kültür birliğini yaratmaktan ibaretti. Şimdi biz medrese zihniyetinin aşlanmış son mümessillerini Diyanet İşleri Reisliği çevresinde toplanmış görüyoruz. Bunlar skolâstik kültürün tohumluklarıdır. Geçen inkılâp yıllarının bu zevatın zihniyetlerinde hiçbir değişiklik yapmamış olduğu ise, eserleriyle sabittir. Bu vatandaşlar eliyle açılacak tahsil müesseselerini de her ne şekil ve nam altında olursa olsun eski medreseden başka bir şey olamayacağı muhakkaktır. Yeniden kurulacak bu medreseler için yanlış bir temel seçmiş bulunuyoruz. Bu iş kolaylıkla Türkiye’de medreselerin yeniden açılması mana ve mahiyetini alabilecek ve skolâstik zihniyetin yeniden filizlenmesi neticesini doğurabilecektir. Belki kısa zamanda bu kökten aşılanmış genç Türk nesilleri tekrar köylere kadar yayılacak ve inkılâptan evvel olduğu gibi halk ile devlet arasında bir kast, kapalı bir sınıf teşkil edeceklerdir. Tanzimat’tan beri çarpışmış olan iki tür zihniyet ve iki türlü münevver tekrar karşı karşıya gelecektir. Buna mukabil bu öğretimin bizim modern mektep nizamı ve havası içinde Milli Eğitim Bakanlığı eliyle mahzursuzca başarılabileceği kanaatindeyiz. Hedef bu mekteplerin hocalarına kısa zamanda İlahiyat Fakültesi’nden yetişecek genç din adamlarını getirmek olmalıdır. Bizi yeniden şeriatçılıkla uğraşmaktan ancak bunlar kurtarabilecektir. (Selamet, 12 Mart 1948, s. 5 (Aktaran Albayrak, 1977, ss. 268-270) Bu rapor da göstermektedir ki, uzun yıllar dinî mevzularda mesafeli bir politika izlemesine rağmen, CHP toplumun taleplerine ve ihtiyaçlarına ilgisiz kalamamış; yeni açılımlar yapmak zorunda kalmıştır. Din Öğretiminin Gerekliliği Bu aşamadan sonra Türkiye’de din öğretimi sahasında bir gereksinimin olduğu yönünde yapılan açıklamalar ve yazılan makaleler farklı mecralardan gelmeye başlar. Bu ihtiyaç öyle bir noktaya ulaşmıştır ki, yukarıda da belirtildiği üzere, Cumhuriyet Halk Partisi mensuplarınca da seslendirilmeye başlanmıştır. Dolayısıyla yüksek din öğretimi hususunda hem hükümete hem de Meclis’e yönelik büyük bir baskı ve tazyik söz konusu olmuştur. Bu ihtiyacı seslendirenlerden birisi de Mehmet Akif ’in damadı Ömer Rıza Doğrul’dan gelmiştir. O, bu hasreti can alıcı ifadelerle haykırır: 170 İslam’ı Uyandırmak - II Yirmi beş yıldır din öğretimine hasret çekiyoruz. Bu hasret çeken gönüllerimiz, yoksullaşa yoksullaşa çöllere benzedi. Ve kuraklıktan can verecek hale geldi. Sabrımız, kararımız çâk çâk olmuştu. Acaba bu hasreti çeke çeke can verip gideceğiz ve gözlerimiz arkada mı kalacak, diyorduk. Acaba içimiz kuruya kuruya kalplerimiz katılaşa katılaşa Allah’ın bütün rahmetinden mahrum mu olacağız, diye sızlanıyorduk. Yirmi beş yıllık susuzluk ve kuraklık bu! Vicdanların en son kaynakları da tükenmek…. Ve ruhların en son ümitleri sönmek üzere!... Ye’sin zifirî karanlığı, yoksul ve kısır çölün bütün ufuklarını kaplıyor ve en son ışıklar sönüyor. Uzun mu uzun!.. Üzücü mü üzücü mü!....Fakat nihayet yirmi beş sene!.. Ve o kadar. (Aktaran Albayrak, 1977 s. 271) Osman Turan ise, dönemindeki din öğretimi ihtiyacını şu sözlerle seslendirmektedir. Dinî ilim ve kültürün kaynağı olan kurumların kapatılması, 1947’den başlayarak üzere ve 1950 sonrasındaki sosyal ve siyasî gelişmeler muvacehesinde daha açıkça tartışılmaya başlanmıştır. İlerlemek isteyen bir memlekette, modern ilim ve felsefe ile teçhiz edilmiş din öğretimi yapan kurumlara olan ihtiyaç, öncelik ve önem taşır. 1924’ten sonra açılan İmam-hatip mektepleri 1931’de, İlahiyat Fakültesi ise 1933’te kapatılmıştır. Orta ve yükseköğretim alanında din öğretimine son verilmesi, her alandaki kültürel ve sosyal konularda büyük boşluklara yol açmıştır. İlim ve fennin ışığı altında çalışan, imam-hatip mektepleri ve hele ilahiyat fakültesinin kapatılması, Türk cemiyetinde husule getirdiği manevî boşluk ve muvazenesizlik dolayısı ile, daha endişeli bir durum ortaya çıkarmıştır. Dinî ihtiyaçlar inkâr edilse bile, ilim kapıları millî kültür kaynaklarından biri olan İslâmiyete ve İslâm medeniyetine kapamak, medeniyet davası içinde bulunan Türkiye’de, hakikatte, medeniyete aykırı ve geriliğe doğru bir hareket idi. Daha garibi, Avrupa’nın yüksek ilim müesseselerinde ciddi ihtisas ve tetkik mevzuu olarak yükselen bu ilimler, İslâm’ın bin yıllık hâmi ve mümessili Türklerin memleketinden hudut dışı edilirken, bu hareket Avrupalı ve medenî olmak iddiasıyla vuku buluyordu ki, medeniyet tarihinde böyle bir sükût veya tenakuza rastlamak imkânsızdır. Hele imam-hatip mektepleri ile ilahiyat fakültesinin, talebesizlik yüzünden kapandığına dair resmi iddia, “özrün kabahatten büyük” olduğu hakkındaki halk tabirine güzel tarihi bir örnek teşkil eder… Yazı ve dil değişikliği dolayısıyla, yeni neslin eski eserleri okuma imkânından mahrum bırakılması, durumu daha da ağırlaştırmakta, dinî ve millî kültürün sükûtunu hazırlamakta idi. Gerçekten, din tahsili yalnız itikat ve ibadet için değil, Türk milletine mensup bir münevver olabilmek için de zarurî idi. Zira milletin tarihinde ve halinde, bu kadar derin ve girift bir tesiri olan İslâmiyet hakkında umumî kültürden mahrum kalınıyor; bu durum dolayısıyla Türk kültürüne, edebiyatına, sanatına, folklarına, diline, şiir, hikâye ve atasözlerine de nüfuz etmek imkânları da kaybediliyordu… Tek parti döneminin laiklik anlayışı sonucu, gariptir ki Müslüman Türkler kendi memleketlerinde böyle bir akıbete mahkûm edilirken; Türkiye’de İslâmcılıktan Sekülarizme Şemseddin Günaltay’ın Zihinsel Dönüşümü 171 yaşayan Rum, Ermeni ve Yahudi ekalliyetler tam bir hürriyet içinde, dinî tahsil ve kültürlerini geliştirmek için her türlü müessese ve imkânlara sahip bulunuyorlardı. (Ayhan, 2004, ss. 235-237) Yine dönemin ve aynı zamanda CHP’nin etkili isimlerinden Hamdullah Suphi Tanrıöver’in 7. Kurultay’da yaptığı konuşmada yüksek din öğretime olan ihtiyacı tüm yönleriyle ortaya koymaktadır: (...) Türk inkılabı, ne Fransız inkılabı, ne de Rus inkılabı gibi, dini tahribata uğratan bir inkılab değildir. Biz ıslahat harekâtımız sırasında ordularımıza el uzattık, yalnız bir müesseseye el uzatmadık, yakın ıslahat tarihimizi de alıyorum, medreseler bunun dışında kaldı. Acaba tababet ve ordumuz için yaptığımızı din teşkilatımız için de yapsaydık, meyvelerini almaz mı idik? Mutlak alırdık. Avrupa’nın eski üniversitelerini ele alalım. Sorbon’dan başlayarak –ki sekiz asırlık bir tarihe maliktir- Cabridge, Oxford ve dokuz asırlık bir tarihe malik olan Almanya’daki Heidelberg Üniversiteleri evvelce birer medrese idi. Bu medreseler harekette ön ayak olmuş, mütemadiyen ıslahat yapılarak, bugünkü üniversiteler halini almışlardır… Bizim tarihimizde de, bu medreselerin ıslahı yoluna gidilseydi, dokuz asırlık üniversitemiz vardır diye övünebilirdik. Ta Alp Aslan’dan başlayarak üniversitelerimiz, istihale ede ede, son zamana kadar ilmî hareketleri takip edebilseydi, bugün bu kabil olacaktı. Halbuki biz medreseleri kapattık, imam-hatip mekteplerini kapattık. O halde acaba biz imam-hatip mekteplerini açmazsak, dünyanın bütün üniversitelerinde olduğu gibi, ilim mahiyetinde olarak, İstanbul Üniversitemiz’de İslâm Tarihi, İslâm Felsefesi Tarihi, Mukayeseli Tarih-i Edyan okutmazsak ve nihayet bir de yüksek din öğretimi mektebi açmazsak, acaba, bu zavallı ekalliyetler son müdafaalarını yapmak için muhtaç oldukları adamları nereden tedarik edecekler? Yalnız memleketin dahili ihtiyacı için değil, dışarıda bıraktığımız ekalliyetler için de bu müesseseleri düşünmek zorundayız. (Ayhan, 2004, ss. 235-237) Nihayetinde İstanbul Darülfünunu İlahiyat Fakültesi’nin kapatılmasından 16 yıl sonra 1949’da, Ankara Üniversitesi’ne bağlı bir ilahiyat fakültesi 21 Kasım günü açılmıştır. Ankara Üniversitesi’nin 3 Mayıs 1949 tarihinde talebi üzerine, zamanın hükümeti şu gerekçelerle kanun teklifini TBMM’ye sunmuştur: Din meselelerinin sağlam ve ilmî esaslara göre incelenmesi mümkün kılmak, mesleki bilgisi kuvvetli ve düşünüşünde ihatalı din adamlarının yetişebilmesi için lüzumlu şartları sağlamak maksadıyla memleketimizde de garptaki örneklerine benzer bir İlahiyat Fakültesinin kurulmasını kararlaştıran Ankara Üniversitesi Senatosu, bu fakültenin şimdilik geniş tutulmasında zaruret olmayan kadrolarını ilişik cetvelde görüldüğü şekilde tespit etmiştir. Tek Parti Döneminin Son Başbakanı Şemseddin Günaltay, 24 Ocak 1949 tarihinde Meclis’te hükümet programı ile ilgili olarak konuşmada din öğretimi hakkında şunları söyler: 172 İslam’ı Uyandırmak - II Aziz arkadaşlarım, Türk inkılâbının ana prensiplerini titiz bir itina ile savunmakta devam edeceğiz. Bütün diğer hürriyetler gibi vatandaşın vicdan hürriyetini de mukaddes tanırız. Din öğretiminin ihtiyari olması esasına sadık kalarak, vatandaşların çocuklarına din bilgisi vermek haklarını kullanmaları için gereken imkânları hazırlayacağız. Fakat laikliğin prensibinden ayrılmamıza asla imkân tasavvur edilmemelidir. Bilhassa din perdesi altında bu milleti asırlar boyunca uyuşturmuş olan hurafelerin yeni baştan belirmesine asla meydan vermeyeceğiz. Dinin siyasete ve şahsî menfaatlere alet edilmesine de müsamaha etmeyeceğiz. Bu konuda alınması gerekli sayacağımız tedbirleri yüksek tasvibinize sunmaktan tereddüt etmeyeceğiz. Her türlü vicdan ve düşünce hürriyetinin masuniyeti esastır. Fakat kanaatler ve düşünceler, kanunlarımızın yasak ettiği tahrik ve propaganda mahiyeti aldığı zaman en ağır suç sayılacaktır. Bu husustaki kanunlar da kısa zamanda büyük meclise sunulacaktır. (Dağlı ve Aktürk, 1988, ss. 162-164) Darülfünun’dan on altı yıl sonra Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nin açılması için Başbakan Şemseddin Günaltay’ın imzasıyla TBMM başkanlığına sunulan kanun oy birliğiyle kabul edilmiştir. Netice olarak ilk aşamada Türkiye’de toplumun her kesiminden gelen yüksek din öğretimi talepleri karşılanmış oldu. Bununla birlikte Cumhuriyet döneminde yüksek din öğretiminin temelleri atılmış oldu. Şimdi Darülfünun’dan sonra ilk İlahiyat fakültesini açan Başbakan Şemseddin Günaltay’ın kendisini ve düşüncelerini yakından ele almak, yüksek din öğretimi tecrübesini daha anlamakta faydalı olacaktır. İlk İlahiyat Fakültesi’nin Açılışı Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nin açılması Türkiye’de yeni bir dönemin miladı anlamına gelmiştir. Zira yüksek din öğretimi yaşadığı uzun fetret dönemi sebebiyle büyük bir kırılma ve krizi tecrübe etmiştir. Bu aynı zamanda İlahiyat ilimlerinde bir duraklama, gecikme ve gerilemeyi de beraberinde getirmiştir. İlahiyat Fakültesi’nin açılışıyla ilgili TBMM’de yapılan müzakereler gerçekten tarihi görüşmelerdir. Bu açıdan, söz konusu görüşme ve tartışmalara konunun önemine binaen kapsamlı yer verilecektir. 14 Ocak 1948 tarihinde Van Milletvekili İbrahim Arvas ve arkadaşları, Türk-İslâm İlahiyat Fakültesi açılması için bir kanun tasarısı sundular. 2 Şubat 1948 tarihinde de Fatin Gökmen ve arkadaşları da İslâm İlahiyat Fakültesi açıl- İslâmcılıktan Sekülarizme Şemseddin Günaltay’ın Zihinsel Dönüşümü 173 ması için bir kanun teklifi verdiler (TBMM tutanak dergisi, 22-23, s. 3). Çok sayıda milletvekili tarafından desteklenen kanun teklifleri, açılması düşünülen fakültenin ismi ve Ankara’da mı yoksa İstanbul’da mı olsun” gibi tartışmalarla Meclis’te görüşüldü (Ayhan, 2004, s. 237). Ankara Üniversitesi Kuruluş Kadroları hakkındaki 5239 sayılı Kanuna ek Kanun maddesi şöyledir: Madde 1- Ankara Üniversitesinde 13.VI.1946 tarihli ve 4936 sayılı Kanunun 2. maddesi uyarınca açılan İlahiyat Fakültesinin kuruluş kadrolarına ait bağlı (1) sayılı cetvel 6.VII. 1948 tarihli ve 5239 sayılı Ankara Üniversitesi Kuruluş Kadroları Kanunundaki (1) sayılı cetvele eklenmiştir (TBMM tutanak dergisi, 1949, s. 284). Ankara Üniversitesi’ne bağlı olarak kurulan İlahiyat Fakültesi’nin kadro kanunu tasarısının oylandığı, 4.6.1949 tarihindeki TBMM’nin 101 no’lu oturumunda, oylamaya 250 milletvekili katılmış, katılan üyelerin oybirliği ile, yani 250 üyenin tamamının oyu ile fakültenin kurulması için hükümetin getirdiği tasarı kabul edilmiştir (TBMM tutanak dergisi, 1949, ss. 291-296; Ayhan, 2004, s. 239). Ankara Üniversitesi’ne bağlı İlahiyat Fakültesi’nin açılmadan önce ismi konusunda tartışmaların varlığı söz konusu oldu. Kurulacak fakültenin isminin İslâm İlahiyat Fakültesi veya Türk-İslâm İlahiyat Fakültesi olması bu çerçevede dillendirildi. İlahiyat Fakültesi’nin Başbakan Şemseddin Günaltay tarafından TBMM’nin 4.9.1949 tarih ve yüz birinci birleşiminde, başkanlığına sunulan ve Bakanlar Kurulunun kadroları hakkında kanuna ek olarak sunulan tasarının gerekçesi şu şekildedir: Din meselelerin sağlam ve ilmî esaslara göre incelenmesini mümkün kılmak, meslekî bilgisi kuvvetli ve düşünüşünde ihatalı din adamlarının yetiştirilmesi için lüzumlu şartları sağlamak maksadıyla, memleketimizde ve garptaki örneklerine benzer bir ilahiyat fakültesinin kurulmasını kararlaştıran Ankara Üniversitesi Senatosu, bu fakültenin, o zaman için geniş tutulmasında zaruret olmayan kadrolarını tespit etmiştir. (Ayhan, 2004, s. 239) Yüksek din öğretimini zorlayan sebeplerden birisi de, II. Dünya Savaşı sonrası yeni demokrasi talepleri ve dini kanaat önderleri de dâhil olmak üzere bütün düşüncelere özgürlük verilmesi fikirleri bulunmaktaydı. Din öğretimi, 24 Aralık 1946 tarihinden beri daha sıklıkla yapılan tartışmalar içerisine girdi. İlahiyat Fakültesi’nin açıldığı yılın başında okullarda din öğretiminin verilmesi tekrar yürürlüğe girdi. Buna göre Cumartesi günü öğleden sonra ebeveynleri- 174 İslam’ı Uyandırmak - II nin talepleri doğrultusunda iki saatlik bir ders olarak din öğretimi verilmeye başlandı. Ders kitabı Milli Eğitim Bakanlığı ile Diyanet İşleri Başkanlığı beraber ortaklaşa olarak beraber hazırlandı. Din öğretiminin ikinci adımı da, Ekim 1950 tarihinde atıldı. Buna göre din öğretimi zorunlu olmakta ancak ebeveynleri istemeyenlerin bunu bildirmeleri halinde bu dersten muaf olacaklardı. Yalnız bu karar ilkokulların 4.ve 5. sınıflarında uygulandı. Yapılan çerçevesinde dinî konulara ilgi arttı ve camiye gelenlerin sayılarında ciddi çoğalmalar meydana geldi. Dolayısıyla din hizmetlerinin yapacak insan sayısına duyulan ihtiyaçla birlikte yüksek din öğretiminin önemi söz konusu oldu. Nihayetinde İlahiyat Fakültesi açıldı. “Yeni Fakültenin birçok özellikleri, dış gözlemcinin dikkatini çeker. Daha öncekinden farklı olarak, yeni Fakülte, büyük camilere, kitaplıkları ve gelenekleriyle eski dinî merkez olan İstanbul’da değil, Cumhuriyet Türkiye’sinin kalbi ve hükümet makarrı, yeni bir şehir olan Ankara’da idi. Eski medreselerden farklı olarak, Üniversitenin bir parçası ve dolayısıyla Milli Eğitim Bakanlığının nihaî denetimi altında idi. Kurulan ilk kürsüler arasında, İslâm sanatı ve dinler tarihi idi” (aktaran Lewis, 1991, ss. 413-414). İlahiyat Fakültesi açılmadan önce, siyasette olduğu gibi matbuatta da tartışmalar gündeme geldi. Bu kapsamda Cihad Baban şunları söylemektedir: Bir taraftan Van milletvekili İbrahim Arvas, diğer taraftan Konya milletvekili Fatin Gökmen ve arkadaşlarının hazırladıkları kanun lâyihası, yakında Büyük Millet Meclisi’nde müzakere edilecektir. Her iki milletvekili de, imam ve hatip mekteplerinin kurulması ve ilahiyat fakültesi kurulması hakkında teklifte bulunmaktadır. Kanun tasarısı üzerinde encümenlerde ve Meclis’te fikir münakaşaları cereyan edecektir. Biz bu münasebetle düşündüklerimizi açık olarak kaydetmek istiyoruz. Laiklik prensibinden zerre kadar inhiraf edecek değiliz. Devlet işleriyle dinî faaliyetlerin ayrı ayrı görüşülmesi şarttır. Din bir politika mevzuu değildir. Yalnız şunu da kabul etmek lazımdır ki, din yalnız fertle Allah arasında bir rabıtadan ibaret de değildir. Din, cemaatler ve kütlelerin müşterek inancı olarak tezahür eden sosyal bir gerçektir. Bu itibarla devlet işi değildir. Amma, yalnız ferd işi değildir, cemaat işidir. Türk rejimi demokratik bir mahiyet arz edince, inan ve iman mevzuu da kendisine rahatça cevelan edeceği serbest bir saha aradı. Devlet işlerine karışmadan din mevzuuna girmemiz için ortada bir takım zaruretler de kendisini hissettiriyordu. Bir misal: Bir toplulukta bir talebe ile karşılaştım. Liseyi bitirmiş, Amerika’ya gidecek, fakat bir ay evvel babası ölmüş!... Bana yana yakıla: - Efendim dedi, hiç düşünmediğim bir vaziyetle karşılaştım. Bir aydan beri, babamın arkasından bir Fatiha okuyamamamın, ona karşı vicdanî bir vazifeyi yerine getirememiş olmanın İslâmcılıktan Sekülarizme Şemseddin Günaltay’ın Zihinsel Dönüşümü 175 ıstırabıyla yanıyorum. Sayın İbrahim Arvas’ın esbabı mucibe lâyihasında esaslı noktalar var. Köylerde cenazeyi kaldıracak hoca bulunamıyor. Üstelik yeni yeni hamlelerimiz için, münevver hocalar lâzım. Biz hiç hoca yetiştiremezsek, onların yerlerini milletin kafasını hurafelerle besleyecek insanlar dolduracaktır. Hatta daha kötüsünü de söyleyeyim: Halkı her türlü tahrik etmek için, kızıl propaganda bundan istifade edecektir. Zaman zaman köylerden elden ele dolaştırılan semavî mektuplardan bahsedildiğini duyuyoruz. Ahlâk mevzuu da esaslı surette ele alınmaya değer. Metafizik ve uhrevî olmayan ahlâk müeyyideleri ancak fikrî tekâmülü çok ilerlemiş cemiyetlerde şaz olarak görünüyor. Halbuki dinî ve dünyevî hiçbir nehiy kuvvetine tabi olmayan insanların yapacakları kötülüğün haddi ve hesabı yoktur. Ahlâk mevzuumu da iyi yetişmiş değerli ilim adamlarımıza teslim etmek, köy hocasını, ıstırap anında teselli veren, ayağı sürçmek üzere olan vatandaşı manevî kudretiyle ayakta tutan, vatan ve memleket mevzuunda hassas, itikatlarını millî ve medenî süzgeçten geçirmiş bir insan olarak yetiştirmek belki de kalkınma davamızın temeli olur. Dini siyasete alet eden, insan gücünü istismar eden, medenî âlemden uzak yaşayarak hurafelerle cemiyeti eteğinden çeken bir zihniyete herkes düşmandır. Fakat iyilik, doğruluk babında, insanî düşüncelerini, dinin icaplarıyla teklif etmiş insanlardan bu memleket yalnız fayda görür. Laiklik prensibini, İslâm dinini Türkiye’den nefyetmek için kabul etmedik. Türk cemaatinin ve Türk milletinin bir dini vardır. Laik olmak dolayısıyla bunu hükümet sahip çıkmayacaktır. Evkaf ve Diyanet İşleri de cemaatin malı değildir. Şu halde içtimaî müessesemiz açıktadır. Halbuki unutmamak lâzımdır ki, komünizm imanı karşısında İslâm âlemi birbiriyle anlaşmış olsa da olmasa da muhkem bir kale rolünü oynamak mecburiyetindedir. Sovyet istilasının emri vakileri karşısında Cavadan Atlantik denizine kadar uzanan İslâm şeridinin kuvvetinden istifade etmenin çaresini mutlaka bulmalıyız. Sayın İbrahim Arvas’ın ortaya attığı teklif bizi büyük içtimaî meselelerin karşısına getirmektedir. Bu memlekette üzerine doğru gitmek ve ele almak mecburiyetini duyduğumuz bir din realitesi vardır. Bu mevzua taassubun yapacağı fenalıklardan korkarak temas etmekten çekiniyorduk. Fakat bugün bizi bu konu üzerinde uzun uzun durmaya ve ciddi olarak düşünmeye hadisat cebretmektedir. (Baban, 1948, ss. 1,5) Diğer taraftan Mehmet Tuncer ise şunları yazmaktadır: Halifeliğin kaldırılması, medreselerin ve tekkelerin kapatılması, mecelle yerine medeni kanunun kabulü, okullarda din derslerine yer verilmemesi, hattâ dinî bir yazı olan Arap harfleri yerine Latin alfabesinin geçirilmesi hep bu millî kuruluş ve kurtuluş azminin ifadesi olarak birbirlerini tamamlamış tedbirlerdir. Bununla beraber, bütün bunlar yapıldıktan ve din ile devlet birbirinden ayrıldıktan sonra bugün ortada bir boşluk vardır. Halka dinini öğretecek, din vecibelerini yerine getirecek, bilgili ve şuurlu aynı zamanda haksever ve vatansever din adamları neslini sönmekten korumak, daha doğrusu yeniden yaratmak lâzımdır. 176 İslam’ı Uyandırmak - II Burada şunu kaydetmek yerinde olur ki, “ulema” sınıfına lâyık bilgin din adamları nesli, kaideyi teyit eden istisnalar hariç, yüz yıllardan beri tükenme yolundadır. Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme ve yıkılma devrinde, ne medreselerden çıkan softaları, ne de tekkelerde kurulan şeyhleri dinin hakikî uleması mevkiinde görmek pek nasip olmamıştır. Hâlbuki aynı medreselerin 17. yüzyıla kadar yetiştirdikleri insanlar, yalnız din bilgisinde değil, bütün dünya bilimlerinde, riyaziyede ve fena nazariyat ve tatbikatta Türk ilminin zaman zaman garbı imrendirecek kadar yüksek kültürlü Fatin hocamız gibi, bizim özlediğimiz din adamı din bilgisi kadar dünya bilgisi de tasavvuf kudreti kadar ilmî ve fennî ihtisası da geniş olan ve fikre taalluk eden bu meziyetleri yanında kalbe ve ruha dayanan aynı derecede yüksek meziyetlere sahip adamdır. (...) Devletin hatası, ilk zamanların pek tabii sakınganlığı içinde, eski zihniyetin hortlamasından korkarak din derslerine hiçbir imkân bırakmış olmamasıdır. Bir taraftan da, elde mevcut din adamları kadrosunun düşükten aşağı seviyesi böyle bir ihtirazi, birçok bakımdan haklı kalmıştır. Buna karşılık hakikî bilgi ve gerçek feragatle mücehhez din ulemasına ve hizmetlerine elbette ihtiyaç vardır. Bunu devletin dışında olarak mülahaza etmek ve devletten sadece buna engel olmamasını istemek daha doğru olmaz mı? Halkın ihtiyacını duyduğu din adamları ve ulema, öyle sanıyoruz ki, devlet memuru olacak kimseler değildir. Bu dava, sadece ibadet vazifelerini gördürecek imam, hatip veya vâiz yetiştirmekten çok daha şümullüdür. Din adamı elbet bu hizmetleri görecek, fakat bunun haricinde lüzumuna göre belki doktor, belki hasta bakıcı, belki öğretmen gibi, gönül rızasıyla, vatandaşların hizmetinde kalacak, yol gösterecek insan olmalıdır. Öyleleri dinin yalnız harfini değil, hem de ruhunu öğretebilecekler ve kâmil insan olarak muhitlerine örnek olacaklardır. Onlar nimet için hizmet etmeyecek, hizmeti kafi bir nimet sayacaklardır. Zaten bizim dinimiz hiçbir zaman din ilmini dünya ilminden ayrı görmemiş ve bilimi parçalanmaz bir bütün olarak göstermiştir. Din adamları bu vasıfta yetiştirilir ve yetişirse ulema sıfatına tam manasıyla hak kazanırlar. (Tuncer, 1948, ss. 1-2) İlahiyat Fakültesi açılmadan bir yıl önce, 29 Mayıs 1948 tarihinde Milli Eğitim Bakanı, ortaokulu bitirip de askerliğini yapanların gidebilecekleri İmam hatip kursları açılması teklifine karar verdi. Bunun için Ulus (24 Mayıs), devletin din işlerinde kontrol hakkını elinde bulundurması gerektiğini yazdı. Din öğretmen okullarının Diyanet İşleri Başkanlığına bağlanması Tevhid-i Tedrisat Kanunuyla çelişecekti. Bu sebeple İmam-Hatip Kursları Milli Eğitim Bakanlığına bağlı olmalıydı. Milli Eğitim Bakanı Banguoğlu 3 Ocak 1949’da İslâmcılıktan Sekülarizme Şemseddin Günaltay’ın Zihinsel Dönüşümü 177 Büyük Millet Meclisi’nde, medreselerin yeniden açılmasının asla bahis konusu olamayacağını, çünkü onların kapanması hakkındaki kanunun Atatürk devriminin en önemli belgesi olduğunu açıkladı. Başka İslâm memleketlerinde hâlâ sürüp giden, “medreseli-mektepli” ayrılığına dönmek de akla gelemezdi. Yeni “meslekî din tedrisatı” Atatürk devrimini benimsemiş olan bütün Türk milletinin istek ve ihtiyacını karşılayacaktı. 13 Aralık 1948 tarihli müzakerede milletvekili İhsan Olgun, “imam ve hatiplerin çoğu bugün ehliyetsizdir, demişti” ( Jaschke, 1972, ss. 76-77; Sitembölükbaşı, 1995, s. 91) Ankara’da Yusuf Ziya Yörükan ve Hasan Hüsnü Erdem’in, İstanbul’da da Celâl Hoca ve Kilisli Rifat Bilge’nin koordinasyonu altında 15 Ocak 1949’da on aylık imam-hatip kursları açıldı. Daha sonra farklı şehirlerde sekizi daha öğretime açıldı. Ulus gazetesi 24 Ocak’ta, bu kurslarda Kur’ân’ın Arap yazısıyla okunmasına itiraz etti; ama başka türlü bahis konusu olmadı. 1949 yılı sonuna doğru 50 kadar diploma verilebildi. Yeni kurslar iki yıla çıkarıldı ve meslek okulları mezunlarının da bu kurslara girebilmesi kabul edildi. 1950 bütçesinin tartışılmasında General Fahrettin Altay, Ramazan vâizlerinin yüzde yetmişinin cahil olduklarını söylemişti; eskiden medrese öğrencilerinin yaptıkları bu görev, (Cerre çıkan softalar), anlaşılan artık, çoğu zaman sıradan kişiler tarafından yerine getirilmekteydi. ( Jaschke, 1972, ss. 76-77) Diyanet İşleri Başkanı Ahmed Hamdi Akseki, bir basın toplantısında adeta ilahiyat fakültelerinin öğretim felsefesinin ana ilkelerini tespit etmekteydi: İslâmın ana kaynaklarını tetkik için Arapçanın önemini belirtti. Bir papağan gibi çabucak ezberlemek yetmezdi. Öğrenci kelamdan başka, modern felsefeyi de öğrenmeliydi. Akseki şu dersleri zorunlu görmekteydi: İtikat, kelâm ve tarihi, ibadat ve tarihi, tefsir, hadis, tarihi ve metodu, ravileri tenkit usulü, dört mezhep, fıkıh ve metodu, hikmet-i teşri (yeni hukuk felsefesi), en mufassal şekilde İslâm hukuk tarihi, içtihat ve metodu, büyük mezhep imamlarının hayatı ve ilmi önemleri, genel felsefe tarihi, mukayeseli İslâm felsefesi ve bunun tarihi, mantık, metafizik, İslâm ahlâkı, ahlâk felsefesi, tasavvuf ve tarihi, din felsefesi, İslâm güzel sanatları ve sosyoloji, genel ve İslâm din tarihi, Muhammed’in hayatı ve ahlâkı, Türk ve Arap edebiyatı. Fakülteye alınabilmek için bir İlâhiyat lisesinde altı yıllık bir din ve dil öğrenimi yapmış olmak şart koşulmalıdır ve bu liselerde Doğu dillerinde başka bir de Avrupa dili öğretilmelidir. Öğrenciler hiç değilse 30 yaşında olmalıdırlar. Öğretim heyeti için hâlâ yeteri kadar aday bulunmamaktadır ( Jaschke, 1972, ss. 77-78). Diğer taraftan Milli Eğitim Bakanı Tahsin Banguoğlu da, fakültenin medrese gibi bir eğitim felsefesinin olmayacağını özellikle vurgulayarak “hurafe 178 İslam’ı Uyandırmak - II ve irticadan” uzak bir anlayışın söz konusu olduğunu işaret etti. Bu çerçevede okutulacak dersleri; fıkıh, tefsir, hadis, psikoloji, sosyoloji, genel ve mukayeseli dinler tarihi, Arapça, Farsça ve Avrupa dilleri yardımcı kursları olarak ifade etti. Öğretim üyesi olarak da, eski İlâhiyat Fakültesi profesörleri dışında başka bilginler, bunlar arasında İslâm âleminden, mesela Pakistan’dan bazı zatlar görevlendirileceklerdi. Eski fakülte, belki de o vakitteki “inkilâp havası” yüzünden öğrenci bulamamaktaydı. Şimdi ise yüzden fazla ortaokul mezunu, yeni imam ve hatip kurslarına devam etmekteydi. 31 Ekim 1949 tarihli Bakanlar Kurulu kararıyla, Diyanet İşleri Başkanlığı danışma kurulu iüyesi Yusuf Ziya Yörükan, İslâm din ve mezhepler tarihi profesörlüğüne; Ankara Etnografya Müzesi Müdürü Hasan Remzi Oğuz, Arık İslâm sanatı profesörlüğüne; Türk Dil Kurumu üyelerinden Hilmi Ömer Budda dinler tarihi profesörlüğüne atandılar. 8 Kasım’da, İslâm hukuku profesörü Esat Ersebük, dekan seçildi Jaschke, 1972, ss. 77-78). Ankara Üniversitesi rektörü Hikmet Biranda, öğretim yılının başında (31 Ekim) yaptığı konuşmada fakültenin hedef ve amaçlarını tayin ve tespit etmekteydi: “Dinî ruh, büyük, aydınlatıcı bir kuvvet olabilir. Geçen yüzyıllarda tek tek kişilerin başarmış oldukları dinî reformlar, bugün toplumun hayatını etkilemektedir. Bu olayları incelemek ve kavramak, gerektiğinde de rehberlik vazifesi’ uyanık bir din enstitüsünün görevidir ( Jaschke, 1972, s. 78). 6 Haziran 1950 tarihli geçici öğretim ve sınav talimatnamesi çerçevesinde mecburi ve derse ve seminerler şöyle gösterilmiştir: 1. 2. sömestrler: Mukayeseli dinler tarihi (2 saat), İslâm dini ve mezhepler tarihi (4), İslâm sanatı ve zanaatları tarihi(3), Arapça ve Farsça (6), Fransızca, İngilizce veya Almanca (6), mantık(1), sosyoloji ve ahlâk (2) (toplam: 23 saat). 3.4. sömestrler: Hadis’e giriş (1), mukayeseli dinler tarihi (2), İslâm dini ve dört mezhebinin tarihi (2), İslâm sanata ve zanaatları tarihi (3), Arapça ve Farsça (6), Fransızca (6), İngilizce veya Almanca (6), psikoloji ve din felsefesi (2), İslâmî ilimler tarihi (1), (toplam: 24 saat). Birinci sömestre 85, ikinci sömestre 130 öğrenci kaydedilmişti. Ulus gazetesine gönderilen bir mektupta fakülte için gerekli olan ihtiyaçlar olarak şunlar istenmekteydi: Büyük bir kitaplığın kurulması, burslu öğrenci sayısının arttırılması, Arapça dersi saatlerinin çoğaltılması ve daha “insicamlı” bir ders planının hazırlanması. Adnan Menderes hükümetinin 20 Mayıs 1950 tarihinde TBMM’de sunduğu programda, yüksek din öğretiminin bir ihtiyaç olarak bulunduğu ve din görevlilerinin yetiştirilmesinin buna bağlı olduğunu ve dolayısıyla bu konunun ivedilikle ele alınmasının önemine yer verildi. İslâmcılıktan Sekülarizme Şemseddin Günaltay’ın Zihinsel Dönüşümü 179 Türkiye’deki din öğretiminin haiz olduğu ehemmiyete yabancı araştırmacılar da dikkat çekmektedir. Henry Elisha Allen’e göre Türkiye’de İslâmcılığın geleceği yeni yetişecek din adamlarına bağladır: “Din önderi yetiştirme sorunu geniş ölçüde halledilmiş olursa, yaşayan kısmıyla İslâmlığın canlı bir güç olarak Türkiye’de devamı aynı ölçüde sağlanacaktır” ( Jaschke, 1972, ss. 78-79). Gelinen noktaya bakıldığında din öğretiminde, belirli bir mesafenin alındığı görülür. Bunu göre, din öğretimi ihtiyacı bir ölçüde giderilmiş ilkokul programlarında seçmeli olarak 1 Şubat 1949’da din dersi konulmuş, yine üç yıllık İmam-Hatip kursları açılmış ve nihayetinde Ocak 1949’da İlahiyat Fakültesi, din öğretimini gerçekleştirecek kadroları yetiştirmeye başlamıştır (aktaran Albayrak, 1977, s. 272) . Din görevlilerin idaresi 1950 yıllarında Diyanet’e devredilmiş, daha önce kapatılmış olan 19 tekke ve türbenin kapıları açılmıştır. Hasan Âli Yücel’in Milli Eğitim Bakanlığından ayrılmasıyla Reşat Şemseddin Sirer bakan olmuş; eğitimde sol anlayışlara karşı şiddetli bir mücadele verilmeye başlanmış; dolayısıyla dinî hayat canlanmıştır. Hasan Saka hükümetinden sonra başbakanlığa İmparatorluk zamanında, medreselerde ve ilim çevrelerinde önemli bir yere sahip olan Şemseddin Günaltay getirilmiş; o, adeta kendisine tevcih olunan Başbakanlığa bir hürmet nişanesi olarak okuduğu hükümet programında şunları söylemiştir: Aziz arkadaşlarım, Türk inkılabının ana prensiplerini titiz bir itina ile savunmakta devam edeceğiz. Bütün diğer hürriyetler gibi vatandaşın vicdan hürriyetini de mukaddes tanırız. Din eğitiminin ihtiyarî olması esasına sadık kalarak, vatandaşların çocuklarına din bilgisi vermek, haklarını kullanmaları için gereken imkânları hazırlayacağız. Fakat laiklik prensibinden ayrılmamıza asla imkân tasavvur edilmemelidir. Bilhassa din perdesi altında bu milleti asırlar boyunca uyuşturmuş olan hurafelerin yeni baştan belirmesine asla meydan vermeyeceğiz. Dinin siyasete ve şahsî menfaatlere alet edilmesine de müsamaha etmeyeceğiz. Bu konuda alınmasını gerekli sayacağımız tedbirleri yüksek tasvibinize sunmakta tereddüt etmeyeceğiz. (aktaran Albayrak, 1977, s. 272) Ancak Günaltay, yirmi beş yıl önce kaleme aldığı kitaplarda “İslâmiyet’i en samimi bir Müslüman gibi müdafaa etmiş ve bu hususta yazdığı eserlerde büyük bir şöhret sağlamıştı” (Albayrak, 1977, ss. 272-273). Cumhuriyet Halk Partisi’nin 1945-1950 yılları arasındaki politikaları, Osmanlı’dan sonra ilk defa dini alanlarda açılımlara sebep olmuştur. Yine 180 İslam’ı Uyandırmak - II Medresede yetişmiş bir profesör olan Şemseddin Günaltay’ın Başbakanlığa getirilmesi, Halk Partisi’nin seçmenle arasındaki dinî unsurlara yönelik ciddi bir işaret niteliği taşımaktaydım (Sitembölükbaşı, 1995, s. 23). Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nin kurulmasıyla ilgili kanunla birlikte kadro ve bütçesini bildiren hususlar Resmi Gazete’de yayınlandı: 5424 no’lu kanun resmi olarak İlahiyat Fakültesi’ni kurmakta ve öğretim kadrosunun 1 dekan, 8 profesör, 15 doçent ve 29 asistanda oluştuğunu bildirmekteydi. Fakülteye ilk yıl için 43.000 lira olmak üzere bir de bütçe tahsis edilmişti (Resmi Gazete, 10 Haziran 1949, 7229). 1933’te kapatılan İstanbul Darülfünun İlahiyat Fakültesi’nden 16 yıl sonra açılan Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kadro kanununun, TBMM Genel Kurulu’nda oybirliği ile kabul edilmesi anlamlıdır. Örgün eğitiminden din öğretiminin çıkarılması sonucu, yetişmekte olan nesillerin millî ve manevî değerleri öğrenmesindeki boşluk ve ihtiyaç kendini hissettirmeye başlamıştır. 4 Haziran 1949 tarihinde kabul edilen 5424 sayılı kadro kanunuyla kurulan A. Ü. İlahiyat Fakültesi, 21 Kasım 1949 tarihinde öğretim hayatına başladı. Fakültenin 1949-1950 ders yılında birinci sınıf itibariyle ders programı şu şekildedir: Arapça, Farsça, Yabancı Dil (İngilizce, Fransızca, Almanca) Sosyoloji, Mantık ve İlimler Felsefesi, İslâm Dini ve Mezhepler Tarihi, İslâm Sanatı Tarihi, Mukayeseli Dinler Tarihi, 1953-1954 yılında Fakülte’nin bütün sınıfları teşekkül ettikten sonra, okutulan dersler şunlardır: Arapça, Farsça, Yabancı Dil, Klasik Dini Türkçe Metinler, Kur’ân ve İslâm Dini Esasları, İslâm Tarihi, Din Psikolojisi, Din Sosyolojisi, Felsefe, Mantık, Tefsir, Hadis, İslâm Mezhepleri Tarihi, Kelam, İslâm Felsefesi, Dinler Tarihi, İslâm Hukuku, İslâm Sanatları Tarihi, Tezyinî Sanatlar ve Paleografi, Pedagoji, Tasavvuf Tarihi, İnkılap Tarihi. Fakültenin ilköğretim üyelerini seçmek ve yönetmelik taslağını hazırlayıp senatonun tasdikine sunmak üzere, A. Ü. Rektörü Hikmet Birand başkanlığında, H. Ziya Ülken, Mükrimin Halil Yinanç, C. Esad Arsebük, Şinasi Altındağ’ın bulunduğu bir komisyon oluşturuldu. Bu komisyon tarafından, Esad Arsebük, İslâm Hukuku Tarihi; Yusuf Ziya Yörükan, Kelam ve İslâm Mezhepleri Tarihi; Hilmi Ömer Budda, Dinler Tarihi; Remzi Oğuz Arık, İslâm Türk Sanatları Tarihi. 31.1.1950 tarihli senato kararıyla M. Tayyip Okiç, Dogmatik Bilimler dersi profesörlüklerine seçilmişlerdir. Fakültenin kendi profesörler meclisi teşekkül edinceye kadar, D.T.C. Fakültesi Kurulu’na bağlı olarak öğretim sürdürülmüştür (Ayhan, 2004, ss. 244-245). İslâmcılıktan Sekülarizme Şemseddin Günaltay’ın Zihinsel Dönüşümü 181 Sonuç M. Şemseddin Günaltay, gerek düşünce planında, gerekse eylem planında hareketli olan böyle bir dönemde ortaya çıkmıştır. O, Osmanlı ile yeni Türkiye arasında köprü vazifesini yerine getiren ender fikir ve siyaset adamlarımızdan birisidir. Zaman zaman siyasî kişiliğinin, ilmi kişiliğinden ağır bastığı görülmekle birlikte, ikisinden birini diğerine tercih etme durumunda kalmamış, her iki vazifesini beraber sürdürmüştür. Şemseddin Bey’in yaşamı boyunca fikir ve eylemlerinde bazı köklü değişiklik ve dönüşümlerin varlığını gözlemlemek söz konusudur. Bu değişim, eserlerinde, konuşmalarında ve makalelerinde açık bir şekilde gözükmektedir. Kendisinde ve düşüncelerindeki değişikliklerde, zamanın ve şahsiyetlerin etkisi büyük olmuştur. Görüşümüzü aşağıda vereceğimiz anekdotlarla desteklemek mümkündür. Günaltay, 1915 yılında, İttihad ve Terakki Fırkası’nın Ertuğrul (Bilecik) mebusu olmuştur. Hatta 1918 yılında yapılan kongrede Fırkanın ikinci başkanlığına da seçilmiştir. Bu görevle, o, İttihad ve Terakki Fırkası’nın önde gelen isimlerinden birisi olmuştur. Aynı yıl, Şemseddin Bey, yeni teşekkül ettirilen Teceddüd Fırkası’nın kurucuları arasında görülmektedir. Mütarekeden sonra da Divan-ı Harp’te, harp sorumlusu olarak, İttihad ve Terakki’nin ileri gelenlerini sorgulayan komisyonda görev yapmıştır. 1923’te Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte, II. Büyük Millet Meclisi’ne, Sivas milletvekili olarak girmiştir. 1949 ile 1950 yılları arasında Türkiye Cumhuriyeti’nin 14. Başbakanı sıfatıyla, tek parti devri Halk Partisi’nin son hükümet başkanı olmuştur. 1960 yılına gelindiğinde Günaltay’ın bu kez de yapılan askerî ihtilalden sonra kurulan Kurucu Meclis üyesi olduğu görülmektedir. Yine, aynı Günaltay’ın 1958’de neşrettiği Hürriyet Mücadeleleri adlı eserinde daha önce (1918’de) ileri gelenlerini yargıladığı İttihat ve Terakki için, “İlk şuurlu ve geniş hürriyet kıyamı” olarak vasıflandırması, onun çelişkilerinden birisidir. Günaltay’ın İttihat ve Terakki ile İttihat ve Terakki’yi yargılayanlarla, Tek Parti Dönemi Halk Partisi ile ve son olarak askeri ihtilalin olağanüstü şartlarıyla teşekkül ettirilmiş bir Meclis’le beraber çalışabilmesi ve tüm bu oluşumları bir potada toplayabilmesini izah etmek oldukça güç bir durumdur. Ancak, bu “fikrî ve siyasî değişimi, zamanın birçok aydınında, özellikle de “İslâmcı” gelenek içerisinde aydınlarında görmek pekâlâ mümkündür. Bu duruma sebep olan en büyük etken, saltanattan Cumhuriyet’e geçiş sürecinde yaşanan siyasî değişim ve dönüşümlerdir. 182 İslam’ı Uyandırmak - II Günaltay’ın toplumsal olay ve meseleleri yerinde teşhisi ve bunlara karşı hem siyasî, hem de ilmî çözümler üretmesi, onun kendisine özgü vasıflarındandır. Hayatını, toplumun yanlış fikir ve inançlarıyla mücadele etmeye, batıl inanç ve hurafelerin cemiyetlere verdiği zararları yok etmeye adamıştır. Sapık mezhep ve tarikatların bu hurafe ve safsatalara kaynaklık ettiğini; çözüm olarak, İslâmiyet’in ilk saflığına dönülmesinin gerekliliğine inanmıştır. Şemseddin Bey’in yaşadığı zaman diliminde, fikir akımları çok çeşitlilik göstermiş; hepsi de gerileyen, yıkılmaya doğru giden “devletin nasıl kurtulacağı?” sorusunun cevabını kendilerinin vereceğine inanmışlardır. Bu akımları, Garpçılık, İslâmcılık, Türkçülük, Meslekçiler, Sosyalistler ve Pozitivistler diye isimlendirmek mümkündür. Bu düşünce akımları kendi görüş ve programlarını açıklayarak, taraftarlarının sayılarını arttırmaya çalışmışlar; düşünce ve fikirlerini siyasî platformda seslendirmeye gayret etmişlerdir. II. Meşrutiyet dönemindeki fikir akımları içerisinde yukarıda belirttiğimiz ilk üç akım, toplumun çeşitli kesimlerinde tartışılan ve en çok ses getirenleri olmuşlardır. Günaltay, İslâmlaşma, Türkleşme ve Muasırlaşma cereyanlarını birleştirmede, Ziya Gökalp’in fikirlerini benimsemiştir. O, kurtuluş yolu olarak, bu üç fikir cereyanını görmüş ve bunlardan biri diğerine feda edildiği takdirde, toplumsal gelişmenin ve çağdaş ilerlemenin gerçekleşemeyeceğine inanmıştır. İnsan ve toplum için dinin gerekliliğine inana Günaltay, hayatı boyunca İslâm’ın ilerlemeye asla engel teşkil etmediğini, bilakis ilerleme ve gelişmeyi gerçekleştirmek için İslâm’ın dinamizmine ihtiyaç bulunduğunu savunmuştur. Ona göre, İslâmiyet ilmin düşmanı olmadığı gibi, bilakis ilmin teşvikçisi ve hamisidir. Fennin dayanağı nasıl akıl ise, İslâm’ın da teklifi aklı kullanmaktır. En büyük toplumsal meselelerimizden biri olan eğitim konusu, mütefekkirimizin üzerinde yoğunlaştığı mevzulardan birisidir. O, eğitim programlarının gereksiz bilgi yığınlarından soyutlanarak yöreselleştirilmesi; öğretmenlerin yeterli ve verimli hale getirilmesi; eğitim ortamının da modernleştirilmesi konusunda çalışmalar yapmış, fikirler üretmiştir. Şemseddin Bey’in, içtihat konusundaki tavrı oldukça net olmuştur. Ona göre, Arabistan’ın Hicaz çöllerinde yetişmiş olan İmam-ı Malik’in bin küsur yıl önce, o zamanın ve muhitin icap ve ihtiyaçlarına göre yaptığı içtihatların kendisi için bağlayıcı olmayacağını ileri sürmüştür. Kendisinin tabi olacağı kanunların TBMM’ye gelen milletvekillerinin çıkardığı kanunlar olacağını benimsemiştir. İslâmcılıktan Sekülarizme Şemseddin Günaltay’ın Zihinsel Dönüşümü 183 O’nun düşüncesine göre, içtihat kapısı kapandığından beri, İslâm toplumunun terakki kapıları kapanmıştır. O halde yapılması gereken ilmî bir heyetin içtihat geleneğini sürdürmesidir. Günaltay yabancı dil öğretiminin gerekliliğine değinirken, öncelikle uzman okutmanlar tarafından, kolay ve bilimsel metotlarla bunun gerçekleşmesi gerektiğini savunmuştur. Aksi takdirde, bu yapılanların zaman, emek ve iş kaybından başka bir şeye yaramayacağını ifade etmiştir. Ancak, eserlerinin ilk baskılarında Arapça ve Farsçanın öğrenilmesinin lüzumundan bahsederken daha sonraki baskılarında bu konudaki ısrarından vazgeçmiş ve bölümü eserlerinden çıkarmıştır. Yabancı dil öğretiminde, Fransızcanın tercih edilmesini savunmuş; ancak bunun uzman filologlar ve gelişmiş metotlarla yapılmasına inanmıştır. Şemseddin Bey’in bu konudaki fikir değişikliği, yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin felsefe ve ideolojisi ile paralellik göstermiştir. Bu bağlamda, düşünürümüzde tek parti dönemi Halk Partisi’nin ideoloji ve uygulamalarıyla çatışmama kaygısını taşıdığı gözlemlenmektedir. Ondaki değişiklikler sadece bu mevzuyla sınırlı kalmamıştır. Avrupa (Batı) hakkındaki düşüncelerinde de Günaltay, Batı’nın çifte standart yaklaşımını ortaya koyarak, Batılıların insan hakları konusunda hassas olduklarını, ancak bu hassasiyetlerini kendi insanları için gösterdiklerini, Doğu ve İslâm Dünyası için, her türlü zulüm ve vahşeti mubah gördüklerini belirtmiştir. Düşünürümüzün, bir asır önce Avrupa hakkındaki kaygı ve endişeleri bugün de aynı şekilde -özünde büyük değişiklikler olmasa da- farklı boyutlarda devam etmektedir. Kısacası, Günaltay’ın Batı hakkındaki haklı eleştiri ve düşüncelerini tarih doğrulamıştır. Bugün Batı’nın hedef ve amaçlarında değişiklik söz konusu değil, ancak metot ve yöntemlerde farklılık mevcuttur. Tarihteki uygulamalar ve günümüz dünyasında meydana gelen yeni gelişmeler bunun en açık kanıtıdır. Günaltay’ın ilim adamlığının yanında sürdürdüğü, siyasî kişiliği de yapıcı bir konumdadır. Her zaman övgüyle bahsettiği demokratlığı ve siyasiliğiyle, Türkiye Cumhuriyeti’ni, tek parti idaresinden çok partili demokratik döneme taşımıştır. Hazırladığı seçim kanunuyla da aşılması güç olan statükoyu ortadan kaldırmıştır. İlk İlahiyat Fakültesi ve İmam Hatip Okulları’nın açılması, onun başbakan iken gerçekleştirdiği icraatlardandır. Hem politikacı, hem de ilim adamı olarak, fikir ve basın özgürlüklerinin sürekli destekleyicileri arasında bulunmuştur. 184 İslam’ı Uyandırmak - II Kaynakça Akşin, S. (1987). Jön Türkler ve İttihat ve Terakki. İstanbul. Albayrak, S. (1977). Şeriatten laikliğe. İstanbul. Albayrak, S. (1984). Türkiye’de din kavgası. İstanbul. Ana Britanica. (1988). Günaltay. X. cilt. İstanbul. Ayhan, H. (2004). Türkiye’de din eğitimi. İstanbul. Başgil, A. F. (1998). Din ve laiklik. İstanbul. Bolay, S. H. (1979). Günaltay. Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi (cilt III). İstanbul. Bolay, S. H. (1995). Türkiye’de ruhçu ve maddeci görüşün mücadelesi. Ankara. Cemal, M. (1974). Yüzaltmışüç. İstanbul. Ceylan, H. H. (1991). Cumhuriyet dönemi, din-devlet ilişkileri. Ankara. CHP VII. Kurultay tutanağı. Coşkun, İ. (1991). Türkiye’de sosyoloji. İstanbul. Çetinkaya, B. A. (2003). Türkiye’nin modernleşme sürecinde Şemseddin Günaltay. Ankara: Araştırma. Çetinkaya, B. A. (1999). Meşrutiyet devri felsefî hayat: akımlar, temsilciler, telifler ve tercümeler. İslamî Araştırmalar 12(2). Ankara. Çetinkaya, B. A. (2000). İzmirli İsmail Hakkı hayatı, eserleri, görüşleri. İstanbul. Çetinkaya, B. A. (2009). Darülfünun’dan sonra ilk ilahiyat fakültesinin Şemseddin Günaltay’ın katkılarıyla açılış süreci: Türkiye’de ilahiyat fakültelerinin konumu ve dini bilginin niteliği. Uluslararası Sempozyum (16-18 Ekim 2009). Ankara. Çetinkaya, B. A. (2013). Türkiye’de aydın ve devlet adamı kimliği. İstanbul. Çubukçu, İ. A. (1973). Cumhuriyet devrinin bir düşünürü, Ş. Günaltay’ın dini düşüncesi. 50. yıl A.Ü. ilahiyat fakültesinin 50. yıl armağanı. Ankara. Çubukçu, İ. A. (1986). Türk düşünce tarihinde felsefe hareketleri. Ankara. Dağlı, N. ve Aktürk, B. (1988). Hükümetler ve programları (1920-1960), Ankara. Doğrul, Ö.R. (30. 04. 1948). Selamet, 2(50). el-Elbânî. (1988). Silsiletu’l-ehâdîsi’d-daîfe. Riyad. Günaltay, M. Ş. (1329). İctihad ne demektir? ve ne gibi ahkâmda içtihat olunabilir. Sebilürreşad, 10(246). İstanbul. Günaltay, M. Ş. Müslümanlık âleminde intibah emareleri. İslam Mecmuası, 1(4). Günaltay, M. Ş. (1331). Zulmetten nura. İstanbul: Tevsii Tebaat matbaası. Günaltay, M. Ş. (1923). Maziden atiye. İstanbul. Günaltay, M. Ş. (1958). Hürriyet mücadeleleri. İstanbul. Günaltay, M. Ş. (1997). Hurafattan hakikate. İstanbul. Hocaoğlu, D. (1994). Sekülarizm, laisizm ve Türk laisizmi. Türkiye günlüğü içinde, 29. Ankara. Jöschke, G. (1972). Yeni Türkiye’de İslâmcılık. (H. Örs, haz.). Ankara. Kara, İ. (1978). Türkiye’de İslamcılık düşüncesi. İstanbul: Dergah. Kara, M. (2013). Tekkeler ve zaviyeler. İstanbul: Dergah. Karaman, H. (1971). İslam hukukunda içtihad. Ankara. Kısakürek, M. (1971). Üniversitelerimizde yenileşme. Ankara Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi. Kocatürk, M. U. ( 7 Aralık 1961). Günaltay’la yapılan bir konuşma. Ulus.
1939-1953 Dönemi Hareket Mecmuasında Milliyetçi-İslamcı Düşünce Yasin Özdemir İslamcılar, bir memleket çocuğunu yetiştiren emek ve toprağın hakkını nasıl inkar ettiler? (…) İslamcılar ümmet devrinin artığı ile millet kuvveti yaratacaklarını sanırlarken, bir coğrafya ve iktisadın yaşattığı asıl milli tarihi unuttular.* Nurettin Topçu (1939, Nisan), Bizde milliyet hareketleri, Hareket. İslamcılık dünün en kuvvetli seciyesi ve en yüksek ülküsü idi. Bugünkü Türkçülük ne ise dünkü islamcılıkta o idi. Esasen islamcılık Osmanlı Türklerinin milli mefkuresi idi. Ali Münif İslamoğlu (1943, Şubat), Mehmet Akif, Hareket. 190 İslam’ı Uyandırmak - II Anadolucu Türk milliyetçiliğini benimseyen İslam davası fikriyatında kimliği, “biz” ve “öteki” kategorileri ile benimsenen milli tarih anlatısını ele almaktır. Anadolulu Hanefi3 Müslüman Türklük düşüncesini merkeze alan, yayılmacı milliyetçiliklerden ve seküler milliyetçiliklerden farklılaşan, Türk olmayan Müslümanların olumsuz olarak ele alındığı bu fikriyat, merkez önermeleriyle değerlendirilecektir. Hareket Hakkında Birkaç Husus (1939-1982) “Hareket” ismi, Nurettin Topçu’nun lisans ve doktora derecelerini aldığı Fransa’da tanımış olduğu, resmen talebesi olmasa da gayri-resmi kişisel tanışıklık ile kendisine üstat kabul ettiği Fransız Katolik filozof Maurice Blondel’in4 “Action” (hareket) felsefinden gelmektedir.5 Yayına hakim olan yazı türü, fikir yazısı olarak anılan denemelerdir. Bunun yanında tarih, edebiyat gibi alanlara ait akademik makaleler, şiirler, kısa öyküler ve çok sınırlı sayıda güncel siyasi yazılar da yer bulmuştur. Batı felsefesi alanında dergi dizinine hızlı bir bakışın ortaya koyacağı üzere Hareket’te geniş bir yelpaze vardır. Örneğin “Kierkegaard’ın Türkiye’de Alımlanması” isimli 2008 gibi yakın tarihli ve titizlikle yapılmış bir araştırma, Topçu ve Hareket’i bu hususta üç alt başlıktan birisi olarak ele almaktadır (Armaner, 2008).6 Ya da Jaen Paul Sartre’den ve varoluşçuluğundan sita3 Derginin gerek kurucusu Topçu, gerekse diğer başlıca Türk yazarlarının çoğunun kamusal kimliklerinin de uygun düşeceği şekilde Hanefi-Türk çizginin esas olduğu aşikar fakat mezhep konusunun hassasiyetinden ötürü mecmuaya doğrudan yansıması nadirattandır. İki örnek vermek gerekirse: “Hanefi’lik bilhassa Türk memleketlerinde yayılmıştır. Esas fikirleri Orta Asya Türk hukuk temayüllerine uygun idi…” (Ülken, 1947). “Şiilik, komünistlik ve masonluk, yılan gibi barınıyorlar.” (Topçu, 1948b). Yukarıdaki dipnotta zikredilen Hareket tıpkıbasımı vesilesiyle Yenişafak gazetesi tarafından yapılan bir röportajda Hüsrev Hatemi’nin şu sözleri alıntılamaya değerdir: “[Topçu] İyi bir insandı fakat aşırı mezhepçiydi. Şii görüşleri tartışmak bile istemezdi. Bu konuda kırıcı sözler söyleyebilirdi.” (Hatemi, 2015). 4 Topçu’da ve dergisinde “Sosyalizm”in niteliği hala etüde muhtaç durumdadır. 1966 sonrası Hareket’te özellikle “İslam sosyalizmi” bağlamında yer alan farklı yazarların katkısı ile ortaya çıkan içerik için bir kısmı Arapçadan çeviri farklı düşünsel kaynaklar söz konusudur. Fakat Topçu’nun fikri formasyon yılları için sosyalizm konusunda Blondel’in dolaylı etkisinden bahsetmek mümkündür. Topçu’nun Maurice Blondel’in damadı Charles Flory ile de irtibat halinde olduğunu Blondel-Topçu mektuplaşmasından bilmekteyiz. Flory 1890 ve 1981 yılları arasında yaşamış önde gelen bir Katolik aktivist, senatör ve idareci olup önemli bir üyesi olduğu “Catholicisme social” (sosyal Katoliklik) akımının-oluşumunun, Topçu’nun sosyalizm düşüncesinin kaynaklarından biri olduğunu önermek mümkündür. Bkz.: (Özdemir, 2016). 5 “Hareket, Topçu’nun benimsediği ‘hareket (aksiyon) felsefesi’ bağlamında adlandırılmış bir dergidir.” (Doğan, 2006). Ayrıca: (Hareket, 1939). 6 Aynı çalışmada diğer iki alt başlık, Hilmi Ziya Ülken ve Hüseyin Batuhan’a ayrılmıştır. Anadolucu 1939-1953 Dönemi Hareket Mecmuasında Milliyetçi-İslamcı Düşünce 191 yişle bahseden tanıtıcı, İngilizceden tercüme bir yazıya rastlamak mümkündür (Tarhan, 1952). Kıta Avrupası’na odaklanarak Batı’ya yer veriş, felsefe alanıyla sınırlı değildir. Stefan Zweig, Oscar Wilde, Paul Valery, René Wellek, Jacques Prévert, Edgar Allen Poe, André Maurois, André Gide, Miguel de Unamuno, Charles Baudelaire ve Raymond Aron çeviri metinlerine Hareket’te yer verilen çok sayıdaki Batılı eser sahibinden yalnızca birkaçıdır. Kendi kategorisi içinde Hareket’i farklı kılan önemli içerik unsurlarından bir diğeri ise edebiyat dışı sanat alanlarında da kıta Avrupası’na belirli bir önem verilmesidir. Dergide nü heykel fotoğraflarına dahi (görseli kısmen örtme gibi yöntemleri kullanmadan) yer verildiğinin altı çizilmelidir.7 Hareket’in aynı zamanda tespit edebildiğimiz kadarıyla bu zamana kadar bir incelemenin konusu olmamış bir kitap yayıncılığı kolu olduğuna da dikkat çekmek gerekir. Dergide farklı zamanlarda neşredilmiş yetmişe yakın eserin çeşitliliğine işaret etmek için birkaçının ismini ve yazarını şöyle zikredebiliriz: Muammer Kaddafi, Görüşlerim; Mustafa Sibai, İslam Sosyalizmi; Metin Erksan, Sevmek Zamanı (Senaryo); Osman Turan, Anadolu’nun Yurt Edinilmesi; H. Hüsrev Hatemi, Akşam Gümrükçükleri (Şiirler); R. Daval, Fransız Düşünce Tarihçesi; Dostoyevski, Beyaz Geceler. Hareket Yayınları, 1976-1977 yıllarında bugün de faaliyetlerine devam eden Dergah Yayınları’na dönüşmüştür ki bu kurum bir görüşe göre Türkiye’de sağ entelektüel çevrenin en önde gelen yayınevidir (Döşemeci, 2013, s. 182). Topçu’nun öğretmenlik yaptığı liselerde resmen öğrencisi olmuş veya olmamış, Hareket’in yazıhanesine ya da Topçu’nun Çemberlitaş’taki evine sohbetlere gelen, ayrıca kamuya açık çok sayıdaki konferanslarını dinleyen kimselerden müteşekkil bir talebeler/takipçiler grubundan, hatta bir Hareket “okulu”ndan, “çevdüşüncenin kurucu isimlerinden Ülken, Topçu’nun İstanbul Erkek Lisesi’nde öğretmeni, İstanbul Üniversitesi’nde doçentlik tez danışmanı olup Hareket yazarlarındandır. Batuhan ise Topçu’nun İzmir Lisesi’nden öğrencisi olup Hareket yazarlarındandır. Batuhan ve Topçu arasındaki ilginç ilişki için Bkz. Birgül, (2013, ss. 434–448). 7 Erkek cinsel organı tasviri içeren iki nü örnek: Mart 1947 sayılı nüshanın 9. sayfasında, Mikelanj’ın “Zafer”i ve Mayıs 1947 sayılı nüshanın 8. sayfasında, Roden’in “Viktor Hugo” (Resim1)su. Roden’in nü olmayan birçok Hugo tasviri olduğu, Topçu’nun bunlardan birini seçme imkânı olduğu belirtilmelidir. Diğer heykel fotoğrafları: Nisan 1947 tarihli sayının kapağı: Roden’in “Düşünce”si; Mayıs 1947 sayının kapağı: Roden’den “Kale [Calais] Burjuvularından Biri”, aynı sayının 9. sayfasında: “Kilise (Resim2)”, 10. sayfasında: “Kale [Calais] Burjuvalarından birinin başı”; Haziran 1947 tarihli sayının kapağı: Cellini Gatano’dan “İnsanlığın fenalıkla boğuşması”; Ağustos 1947 tarihli sayının kapağı Roden’den “Müsrif Çocuk (Baba Evine Dönüş)” 192 İslam’ı Uyandırmak - II resi”nden bahsetmek mümkündür (Gündoğan, 2000, ss. 89-105).8 Bu gruptan bazılarının akademisyen ve hâlâ hayatta olan Türk entelektüel muhiti mensubu kimseler olduğu bilinmektedir. Çiğdem Balım-Harding’e göre Türkiye’de medyanın ve iletişim olanaklarının yeterince gelişmemiş olduğu yıllarda çoğu taşradan İstanbul’a gelmiş zihnen ve ruhen talepkar öğrenciler için bu sıcak sohbetler felsefe, tarih, edebiyat gibi alanlara giriş dersleri olmuş ve bir sosyal çevre ihtiyacını gidermiştir; hatta buradaki hoca-talebe ilişkisinin bazı yönleriyle, bir şeyh-mürşid ilişkisini andırdığı dahi söylenebilir (Balım-Harding, 1999, ss. 1-18). Yukarıda, derginin çizgisinde en belirleyici figür olarak nitelendirilen kurucu Nurettin Topçu’nun hangi yayın döneminde neşre ne derece müdahil olduğu konusunda Ezel Erverdi’nin değerlendirilmesi zikre değerdir: “Birinci dönemdeki 12 sayı (Şubat 1939-Kasım 1939, 7 sayı ve Aralık 1942-Mayıs 1943, 5 sayı) ile Nurettin Bey bizzat meşgul olmuş, 1939’daki sayılara İstanbul’da Cahit Okurer yardımcı olmuştur. İkinci dönemin (Mart 1947-Haziran 1949, 28 sayı) yayınında Nurettin Bey’in yardımcısı Lütfü Bornovalı, zaman zaman da Ahmet Kabaklı’dır. Üçüncü dönemde (Aralık 1952-Haziran 1953, 7 sayı) derginin sahibi Turgut Evren’dir, Nurettin Bey dışarıdan destek verir, yönetir.” (Erverdi, 2009, s. 80). 1966-1982 arasındaki yüz kırk sayıda Topçu’nun (1975’teki vefatından sonra da) fikirlerine uygun düşecek şekilde derginin yönetiminde etkili başlıca ismin Dergah Yayınları’nın kurucusu Ezel Erverdi olduğu ifade edilebilir. Bu çalışmanın konusu olan yayın döneminin ise -1950’li yıllara ait 7 sayı hariç- Hareket’te kurucu Topçu’nun neşirde doğrudan en etkili olduğu devir olduğu söylenebilir. “Biz” ve “Öteki” (1939-1953) Hareket’in bu çalışmada ele alınan döneminde, vatanı oldukça merkezi bir yerde konumlandıran Anadolu milliyetçiliği düşüncesinin “biz” ve “öteki” kategorileri ele alınacaktır. Mehmet Kaplan’ın “Oğuzlar” başlıklı yazısı bu kategoriler hakkında ilk fikirleri vermektedir (Kaplan, 1939, s. 20). Kaplan, “Türk” kelimesinin çok geniş anlamda kullanıldığını, bu nedenle tarihsel perspektif yardımı ile “hakiki muhtevasının hududlarını çizmek” gerekli olduğunu belirterek milattan önce üçüncü asırdan Kurtuluş Savaşı’na kadar bir özete girişir. “Tukyu, Selçuk, 8 Ayrıca: “Hareket mecmuası bir fikir cemaatinin naşir-i efkarı değildi. Bu hareket Nurettin Topçu’nun fikirleri ve belki de diğer bir bakışla çok cazip ve kuvvetli şahsiyeti etrafından teşekkül eden bir muhibban cemaatiydi.” Birinci (2009, s. 108). 1939-1953 Dönemi Hareket Mecmuasında Milliyetçi-İslamcı Düşünce 193 Osmanlı gibi isimler altında imparatorluklar kurarak, Türk kudret ve medeniyetini temsil eden esas kitle Oğuzlardır” der. Oğuzların başına geçen aileler “parçalanıyor, yabancılarla karışıyor ve bozuluyordu. Bu devreye gelince Oğuz kitlesi, isyanlar yaparak benliğini muhafaza etmek için kendi içinden bir idareci aile çıkarıyor, yeni bir nizam kuruyordu. Orhun kitabeleri onlardaki bu şuuru gösterdiği gibi, Selçuki hükümdarlarına, bozulmuş Osmanlı sülalesine karşı yaptığı isyanlar da bunu ispat eder.” İnsanın ibadet ederek nefsine, içinde yaşadığı toplumda hakim olan ahlaksız fiillerden imtina ederek yanlış düzene isyan ettiği düşüncesini esas alan Nurettin Topçu’nun Hareket’inde “isyan” kavramı farklı bir şekliyle karşımıza çıkmaktadır. Bu, Selçuklu ve Osmanlı hanedanlarına karşı olan isyanların, örneğin Celali isyanlarının veya Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Anadolu hareketinin olumlandığı bir isyan düşüncesidir. Osmanlı örneğinde Fatih devri itibariyle işlerin olumsuz olduğu iddia edilir: “Türkmen aileler iş başından çıkarıldı, yerlerine Hristiyan, Yahudi dönmesi ve Oğuz olmayan Müslümanlar geçirildi. Devletin idaresi kapıkullarının eline düştü. Bunlar Anadolu’nun ızdırabını duymuyorlardı.” Rum Mehmet Paşa, Hırvat Kuyucu Murat Paşa gibi insanların Oğuz’u mahvettiği ve netice olarak da halkın devletten nefret etmeğe başladığı öne sürülür. “Yeniçeri”, “köle”, “yabancı”, “Hristiyan”, “Yahudi”, “Oğuz olmayan Müslüman”, “Moğol”, “Tatar”, “Rum”, “Hırvat” olumsuz ötekidir. Buna karşın “Tımarlı sipahi”, “Oğuz”, “Türk”, “Anadolulu”, “köylü” olumlu bize işaret eder. Ahmet Kabaklı “Ayın Hercümerci” köşesinde, “devşirme umerasının mazlum ülkemizde yaptığı gaddarlık”tan bahseder (Kabaklı, 1947a, s. 14). Ali Münif İslamoğlu “Asya’nın Üstünlüğü ve Düşkünlüğü” yazısında Yeniçerilerin sayıları 20.000’e ulaştığında “kanlarının tıynetini” gösterdiklerini söyler (İslamoğlu, 1942, s. 246). Topçu “Bizde Milliyet Hareketleri” isimli yazısında biz ve ötekiye dair farklı unsurlara şöyle temas eder: Türkmen Anadoluya gelmeden önce asırlarca bu toprakların vatan kıymeti, insan emeğiyle kaynaşarak kurulmuştu. Anadoluda kuvvetli bir zıraat iktisadını hazırlayan Eti çocukları bu günkü Anadolu köylüsünün ilk cedleridir. On asır evvel bu ülkede yayılan İslam dini ise buradaki yerli halkı yeni bir mefkure içinde tekrar canlandırarak yeni bir medeniyet kurarken asıl milli tarihimiz başlamış oluyordu. İslam dini, Anadoludaki hususiliğini bu çiftçi ve toprağa bağlı yaşayan halkın esaslı seciyelerinden aldı, buradaki maddi unsurların muayyeniyetine büründü. Çölde yaşayan göçebe Arabın İslamı Anadolu köylüsünün ruhunda bambaşka bir mahiyet kazandı. (…) Mukadderatını üstünde yaşadığı toprakla birleştirmiş olan bu 194 İslam’ı Uyandırmak - II insanın Araba ve Orta Asya Türkmenine üstün ruhu ve ahlaki kıymetlere sahip olduğunu bilmek lazımdır. Çünkü Anadolulu ne Arap, ne de orta Asya Türkü gibi göçebe değildir. Toprağa bağlı insan ise, sürekli bir hakikatin mesuliyetini taşıyan demektir. (…) Kısa boylu, tekerlek, yanık yüzlü, sakin alınlı, Eti çocuğu gibi, yine Anadolu’nun çocuğu olan kuru, yanık yüzlü, muztarip insan da hareket felsefesinin inananlarına örnek olan insanlardır. (…) Bu vatanda Elen nesilleri, toprağa bağlı halkın ruhi kıymetlerini tüccar milletlerin süreksiz ve renksiz şeciyesiyle zehirledi. Eti çocuğu ulu Tanrıya el kaldırıyordu. Elen nesli bu topraklarda, şarap ve sarhoşluğun, şuursuzluğun ve insan etlerini kımıldatan mestlikle şehvetin allahı olan Baküs’e tapınırdı. Bu vatan çocuklarının nesillerini ilk defa Elenler bozmuştur. (Topçu, 1939a, s. 95) Bu alıntıda tarım yapan köylü toplumların karşısında ticaret ile uğraşan veya göçebe toplumların konumlandırıldığını görüyoruz ki burada Araplar da Orta Asya Türkleri de olumsuz tarafta değerlendiriliyor. Türklerin göç ettiği Anadolu’nun yerli hakları ise “Etiler” ve “Elenler” şeklinde kabaca iki kategori altında zikrediliyor. Etiler tarımla uğraşan köylü olmak niteliklerinin yanında “ulu Tanrıya el kaldırmak” ifadesi ile de bir nevi tek tanrılı bir dinin inananları imiş gibi olumlu tasvir edilirken Elenler ticaretle uğraşmak ve Baküs’e tapmak ile olumsuz tasvir ediliyor. Yoğun Türk göçlerinin başladığı dönemde Anadolu’da yerleşik olan halklar, özellikle de metinde Etiler olarak geçen Hititler hakkındaki tarihsel olguların ne olduğu bir tarafa, Hititlerin Anadolu insanının cedlerinden kabul edilmeleriyle Türk Tarih Tezi ile ortak bir noktaya varılmış olması başlı başına bir ilginçlik arz etmektedir. Topçu’nun Anadoluculuğuna bir ölçüde etki etmiş olan ve Hareket’te çok sayıda yazısı neşredilmiş olan Remzi Oğuz Arık’ın İkinci Türk Tarih Kongresi’ne katıldığı, kongrede okunmayan fakat kongrenin kitabında yer alan “Proto-Hititler Üzerine” başlıklı bir bildirinin sahibi olduğu zikretmeye değerdir (Ersanlı, 2003, ss. 216–217). Hareket’te en önemli öteki kategorilerinden birini de Yahudiler teşkil eder. Dergide ve Topçu’nun tüm külliyatında Yahudi karşıtlığı, artık genelgeçer bir husus olduğu için bu çalışmada ayrıca üzerinde durulmayacaktır.9 Ancak Ahmet Kabaklı’nın “Yahudi Kavmine Nutuk” başlıklı yazısı, muhtemelen dergideki en şiddetli ve dikkat çekici Yahudi karşıtı metin olarak alıntılanmaya değerdir: 9 Nurettin Topçu ve Necip Fazıl Kısakürek’te Yahudi karşıtı ifadelerin son dönem Osmanlı İslamcı düşüncesinden değil, Cumhuriyet devrinde Avrupa düşünce akımlarıyla ile etkileşimden kaynaklandığına dair bir not için Bkz. Duran ve Aydın (2013). 1939-1953 Dönemi Hareket Mecmuasında Milliyetçi-İslamcı Düşünce 195 Ey tâife-i yâhud.. Kenânilinden çıktın. Dört bucağı dolaştın.. Elhak.. Seyyar kavim imişsin bezirgân kavim imişsin!.. Paranın girdiği yere sen dahi girdin.. Dalkavukluk mürailik. Velhasıl her yol ile maksadına nail oldun. Acunun.. Her yanında milyonların, fabrikaların, Kastantineye, Simirn, Engürü, cânibinde bankaların, magazaların, yalıların var. Şahadet eylerim.. Yaltakçı kavimmişsin.. Cihangir kavimmişsin.. İsayı kalbinden Marks’ı miydenden çıkardın. Avrupa’yı ya uyuttun ya kana buladın. Gâhi melek gâhi âsi göründün. Elhak.. Afyonlu kavimmişsin.. Kalleş kavimmişsin... Müteveffa Hitlerin kılıcına geldin bitmedin.. Hitleri ayılar paraladı, rahat ettin. Bakiyyetüssüyufsun.. Ve Elhak.. Talihli kavimmişsin. Tükenmez kavimmişsin.. Ataların çok kıtale uğradı. Endülüsten Türkiyeye göç ettin. Kuledibini mekân tuttun. Galatada namın söylendi. Mahmutpaşa’da sesin duyuldu. Adaları, Modaları mangırınla fethettin.. Hiç hatırımıza gelmezken tuttun bize vatandaş oldun. Elhak... Yurttaş kavimmişsin. Vatandaş kavimmişsin!... Türk ekmeği nice ekmektir ey Beniisrail! Sen onun yağlısından ballısından asırlarca yemişsin de yine küfraninimet olmuşsun.. İstanbul’daki saltanatını koyar ke’naneline gidermişsin... Uydurma Yahudi Başkanın ayaklarını öpermişsin.. Çamurluğuna yüz sürermişsin... Ben bunu bilir ve evvelce de söylerdim.. Ey Yahudi dölü.. Elhak.. Yüzsüz kavimmişsin! (Kabaklı, 1949). Buraya kadar görüldüğü üzere Yahudilerle birlikte Ermenilerin ve Rumların da ele alınarak genel bir gayri-Müslim tablosu karşımıza çıkmaktadır; esasen dergide tüm “öteki” kategorileri iç içe geçmiş durumdadır. Masonların ve “dönme”lerin de olumsuz olarak ele alındığı belirtilmelidir. Ali Münif İslamoğlu Nisan 1943’te tarihin öneminin altını çizdikten sonra Mason ve “dönme”lerin sahip olmadıkları bu kutsala boşuna saldırdıklarını söyler (İslamoğlu, 1943). Ahmet Kabaklı, Ahmet Emin Yalman’ı “memleketi üç beş dönme tüccarın menfaati açısından” görmekle itham eder (Kabaklı, 1948, ss. 14-16). Topçu, Eylül 1947’de dönemin idaresine yönelttiği bir eleştiride “Ortaçağ masonluğunu andıran sandalyaya dayanmış memur zihniyeti” ifadesini kullanır (Topçu, 1947b). Yine Topçu, Aralık 1952’de “[Düşmanlarımız] Mason ordularını Anadolu’ya geçirdiler” diye yazar (Topçu, 1952, s. . Türk olmayan Müslümanların olumsuz bağlamlarda yer almaları özellikle dikkat çekicidir. “Benliğimiz” yazısında Topçu, “Anadolu’da kıyametin dışarıdan kopacağı söylenir ve köylünün ahlakını Arapların, Acemlerin bozduğu bilinir” ifadesinde bulunur (Topçu, 1939f). Yine Topçu, “Millet ve Milliyet” yazısında, “Yabancılar, yabancı oldukları için kendilerinde üstünlük duyarlar, buna en güzel misal, Osmanlı imparatorluğu ve onun artığı olan yabancıların saray ve saltanat etrafındaki iddialarıdır. Bu imparatorlukta müslümanlık kisvesine bürünen Sırp, Arnavut, Arap ve Çerkes çocukları saray ve hükümet kapılarında 196 İslam’ı Uyandırmak - II en mühim yerleri aldılar. Bunlara ayrı ayrı asillik payeleri verildi” der (Topçu, 1943c). Mehmet Kaplan ise Türklerin kendilerini Araptan, Acemden, Rumdan, Ermeniden ve Arnavuttan ayırdığını, bunun edebi metinlerden ve gündelik dilden anlaşılabileceğini söyler (Kaplan, 1947a, ss. 2-4). Kaplan, din temelli ortak medeniyete rağmen coğrafyanın şartları gereği Türklerin Araplardan ve İranlılardan farklı karakteristiklerinin olduğunu da söyler (Kaplan, 1948d, ss. 2-3). “Tarihimiz” (1939-1953) Hareket yazarlarının yer yer farklılaşan milli tarih anlatısı, derginin fikriyatını değerlendirmede önem arz etmektedir. Ele alınan dönemde, İslam öncesi devirden, Demokrat Parti iktidarına kadar Türk tarihine dair pasajlar bulunmaktadır. Kronolojik olarak en erken döneme referanslarda ilk olarak Mehmet Kaplan tarafından Orhun kitabelerinin ve Oğuz destanının milletin edebiyat ve dil mirasının bir parçası olarak olumlu anlamda zikredildiği dikkat çekmektedir (Kaplan, 1939). Ahmet Kabaklı ise bu dönemin dini inancı ve bu dini inancın bakiyesi hakkında şu satırları yazmaktadır: “Biz Türkler fi tarihinde Orta Asya’da putperest idik. Yerlere, göklere, ağaçlara ve sulara tapınırdık. Zamanla birkaç putperest dinin daha sâliki olduksa da nihayet hak yolunu bulduk. Bulduk amma bu meret itikat hesap ve nesebimize, kanımıza ve canımıza öyle bir işleyiş işledi ki İslamîyeti kabulümüzden beri -ortalama bin yüz sene geçtiği halde şuna buna tapmaktan, şunu ve bunu putlaştırmaktan vaz geçemedik” (Kabaklı, 1947b). Hasan Tanrıkut’un ise bu dönemin inancına olumlu olarak yer vermektedir: “(…) Türk benliğinin hikmete Orta Asya’dan beri büyük istidadı vardır. Biz ahlak hareketine geçerken Türk dehasının an’aneleşmiş en eski mahsulünü aradık ve bulduk. Bu mahsul Pantheismidir” (Tanrıkut, 1939, ss. 175-180). Fakat “Hareket” imzalı bir yazıda, bu dönem, neredeyse inançsızlık ile özdeşleştirilmektedir: “İslamlaşmadan önceki Türklük, hiçbir manevi kuvvet tanımıyordu. O sadece maddi kuvvete tapıyordu.” (Hareket, 1953). Malazgirt Savaşı (1071), çok açık bir şekilde milli tarihin başlangıcı olarak anılmaktadır; bu olaydan öncesi ırki/kavmi tarihtir: “(…) ırki tarihimiz nereden başlarsa başlasın, bu topraklar üzerinde bir millet hamurunun yoğrulmağa başladığı tarih (1071)dir. 1071 denberi bu toprakları kanımızı ve kemiklerimizin tozunu maya yaparak yoğurduk. Bugünkü millet ve vatan realitesi böyle doğdu” (Okurer, 1947, ss. 10-15). Mehmet Kaplan, milli tarihin başlangıcını 1071 olarak kabulde özellikle Yahya Kemal Beyatlı’ya refere etmeyi tercih eder 1939-1953 Dönemi Hareket Mecmuasında Milliyetçi-İslamcı Düşünce 197 ve Selçuklu Devleti, Anadolu beylikleri, Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti’ni milletin devletleri olarak zikreder (Kaplan, 1947b, ss. 2-4) (Kaplan, 1948c). Malazgirt Savaşı’na verilen bu öneme uygun bir şekilde Alp Arslan, Topçu tarafından “Aleme yeni bir insan örneği vermek”, “aleme mukaddes bir ruh aşılamak” fiilleriyle anılır (Topçu, 1939f, ss. 112-120). Tuğrul Bey, Topçu tarafından milli tarihimizin kurucusu olarak zikredilir (Topçu, 1948a, ss. 2-5). Remzi Oğuz Arık’a göre Selçuk Türkleri “müslümanlığın şampiyonları” olarak yakın şarkta belirmişlerdir (Arık, 1948, s. 2). Topçu’ya göre Anadolu’ya göçüp Müslüman olma ve yerleşik hayat ile zirai üretime adapte olma milletin oluşumunu şekillendiren iki önemli süreçtir: Göçebe Türkmenin ayak basıp yerleştiği dünya, Eti çiftçisinin asırlardır üzerinde çalışıp işlettiği ve kendine mahsus bir teknikle anlaştırdığı dünya idi. Göçebe Türkmenin bu toprakta durup onunla kaynaşması ve tüccar iken çiftçi olması bu isme değer bir inkilaptır, bu bir tarihi geçittir (Topçu, 1939a, s. 95). Onuncu asırda Harranda doğan İslam rönesansı ahlaki feyzini, İslamın mevsuk bir şekili, Muhammedin samimi tarikatı olan tasavvufta verdi, ve bu hareket ilk hamlesile, İslam dinine giren Türkmenden o asırlarda Anadoluda bir millet yarattı. Biz bu rönesansın yarattığı milletiz (Topçu, 1939d, ss. 1-6). Anadolu, milletin ruhi kuvveti olan İslam’ı ve maddi kuvveti olan zirai üretimi sunmuştur: “Şu halde Anadolunun yaşattığı, Anadoluyu yaratmış olan ruhi kuvvet İslamın kucağından, maddi kuvvet ise bu toprağa emek katmış ve orada teknik yaratmış olan çok eski kavimlerin tarihinden süzülüp gelmiştir” (Topçu, 1939a). Fakat eski/gayri-Müslim Anadolu’ya yerleşik hayat ve zirai üretim konularında duyulan şükranın sınırları vardır; İslam öncesi Anadolu’yu “yakından benimsemek” mümkün değildir: “Türkmenin Anadoluya getirdiği bir inkilaptır, yeni bir ruhtur. İslam olmadan evvelki Anadolu, bize benzemiyor. İslam onun ruhunu değiştirmiştir. Bu ruh başkalığı sebebile biz Anadolunun İslamdan evvelki tarihini yakından benimseyemiyoruz” (Topçu, 1939f). Son kertede, Topçu’ya göre ruhi kuvvet, maddi kuvvetten üstündür: “Eti ve Elen halkının seciyesi kendiliğinden asla bir Alpaslan’ın seciyesini meydana getiremezdi, Alpaslan’ın çocuğu olan Anadolu köylüsünün seciyesinin en mühim tarafını, sonra bütün asırlarda bozulan, bu başlangıçların ruhi kuvveti olan İslam dini izah edebilir” (Topçu, 1939e, ss. 60-64). Osmanlı asırları ise çoğunlukla iki devir şeklinde ele alınmaktadır: Doğru, esaslı, gurur duyulan ilk devir ve yanlış, bozulmuş, benimsenmeyen ikinci devir. Yıldırım Beyazıt, Yavuz Sultan Selim ve Fatih Sultan Mehmet saltanatları 198 İslam’ı Uyandırmak - II umumiyetle birinci devre dahil edilmektedir (Topçu, 1948c, ss. 6-87; İslamoğlu, 1942, ss. 244-248; Bornovalı, 1947c, ss. 9-11). Mehmet Kaplan kurumlara odaklandığı bir yazısında on altıncı yüzyıla kadar dengeli ve sağlıklı birer kuvvet merkezi olan üç ortaçağ kurumunun -saray, yeniçeri ocağı ve medresenin- 17. yüzyıldan itibaren bozulmaya başladığını öne sürer (Kaplan, 1948a, s. 3). Hüseyin Batuhan, Osmanlı İmparatorluğu’nun Kanuni’ye kadar olan devir içinde aranması gerektiğini söyler (Batuhan, 1939, ss. 182-163). Topçu, “milli varlığımızı temsil eden asırlar”ın on beşinci yüzyılda “Bizansın alınması” ile bittiğini yazar (Topçu, 1939d, ss. 1-6). Nitekim “(…) imparatorluğun son asırlarında hükümet kuvvetinin millete karşı bir düşman cephesi olduğunu açıkça görmek kabildir. İmparatorluğun üçüncü asrından sonra biz Anadoluda karşı karşıya iki kuvvet görüyoruz. Hükümetle millet, zalimlerle mazlumlar” (Topçu, 1939a, ss. 95-96). Topçu’nun aynı zamanda Osmanlı asırlarının tamamını olumsuz tasvir ettiği pasajları da vardır: “Osmanlı saltanatı devrindeki cahillerin elinde gördüğü zülum ve ceberrut onda [köylüde] hile kabiliyeti yaratmıştır. (…) Şehirlerin ve devlet kapılarının yetiştirdiği sözde münevver altı asır içinde bir gün bu memleketin hakiki sahibine hiçbir şey vermemiştir. Devlet merkezinin memleket halkı içine yolladığı sözde münevver pek çok vasıtalarla bu sahib olan halkın varını yok etmeye çalışmış, ona bir zerre irfan götürmemiştir” (Topçu, 1939f, ss. 112-120). Topçu’nun Osmanlı’ya dair eleştirilerinin merkezinde İmparatorluğun Anadolu köylüsüne yönelik politikaları ve Anadolu’nun esas yurt/anavatan olarak görülmemesi yer almaktadır: “Anadoluyu kuran maddi kuvvete gelince, bu kuvvet altı asrın ayakları altında ezildi ve bu günkü hasta, cılız varlık varlık elimizde kaldı. Bu kuvvetin ezilmesine sebep, Osmanlı impratorluğunun, imparatorluğu yaratmış olan Anadoluyu Ana vatan olarak yaşatmaması, bilakis aç müstemlekeleri doyuran bir anbar gibi kullanmasıdır. İnsan anbarı, Zahire anbarı, vergi anbarı” (Topçu, 1939a, ss. 95-96). Benzer görüşler, başka yazarlar tarafından da dile getirilir: “Osmanlı imparatorluğu zamanında Anadolu köylüsü akla iki sebepten dolayı geliyordu. Birincisi vergi, ikincisi askerlik. Çünkü Anadolu köylüsünün o zaman koruyucusu yoktu” (İzgi, 1948). Anadolu’nun anavatan olarak benimsenmediği görüşü Mehmet Kaplan tarafından da ifade edilir: “Osmanlı İmparatorluğunun en büyük hatası ana vatanı ihmal ederek milli kuvvetleri yabancı ülkelerde heba etmesi olmuştur” (Kaplan, 1947b, ss. 2-4). Bu bağlamda Celali isyanların dahi Topçu tarafından (Nizam Ahmet müstear ismiyle kaleme alınan bir yazıda) olumlanması dikkat çekicidir: “Anadoluda Osmanlı imparatorluğu içinde Celali adı verilen eşkıya hareketleri, hakikatta, şehirlerde doğan tahakkümlere, zulumlere karşı, beylere, valilere ve haksız memurlara karşı ayaklanmış olan Anadolu köylüsünün hak isteyen hareketini temsil ediyor” (Ahmet, 1939, ss. 92-94). 1939-1953 Dönemi Hareket Mecmuasında Milliyetçi-İslamcı Düşünce 199 Osmanlı geçmişi hakkında eleştirel görüşlerin, edebiyatı da kapsadığının altı çizilmelidir. Topçu, Fuzuli ve tasavvuf şiirleri hariç, Osman edebiyatı ile ilgili şu satırları kaleme alır: “Osmanlı edebiyatı başından sonuna kadar kasidecilik, meddahlık ve mersiyeciliğin, yani ruhu satılmış bir dalkavukluk eserinin abidesini yaratmıştır. (…) Fuzuli ile tasavvuf şairlerini istisna esersek tereddütsüz olarak bu edebiyatta edebi, bedii hiç bir kıymet bulunmadığını söyleyebiliriz” (Topçu, 1939b, ss. 193-197). Bu konuda Topçu’nun self-oryantalist tasvirler içeren ifadeleri dahi bulunmaktadır: “Fuzuliden başka divan şairlerinin göbekleri üzerinde çubuk yakarken veya ağızlarına avuç dolusu inci doldurulurken yazdıkları maharetli, işlemeli, parlak kafiyeleri şerh etmekten bıkmış usanmıştık” (Topçu, 1943b, ss. 361-66). Mehmet Kaplan ise o kadar şiddetle olmasa da divan edebiyatını eleştirir: “Divan Edebiyatında öğmek ve sövmek, methiye ve hiciv nevilerini doğurdu ve bunlar asırlarca devam etti” (Kaplan, 1948b, s. 4). Tanzimat dönemi, II. Abdülhamit’in saltanatı ve II. Meşrutiyet devri Hareket’te belirli bir vurguyla zikredilen dönemlerdir. Topçu 1939 senesinde “bir asırdan beri yapıldığı söylenen inkilaplar”dan (Topçu, 1939c, ss. 161-166) ve “tanzimattan bu güne kadar Türk cemiyetinin yaptığı pek çok ve tezadlı tecrübeler”’den (Topçu, 1939d, ss. 1-6) bahseder. II. Abdülhamit saltanatı için farklı Hareket yazarları tarafından uygun görülen kelime “istibdat”tır.10 Nitekim II. Abdülhamit, Mehmet Kaplan’a göre Rusya ile olan savaşı bahane ederek millet meclisini kapatmış, hürriyet taraftarlarını sürgün etmiş, hafiye teşkilatını kurmuş ve matbuata amansız bir sansür getirmiştir (Kaplan, 1948a, s. 3). Buna uygun olarak, II. Meşrutiyet ilanı ve ilk zamanları olumlu olarak ele alınır; ancak son değerlendirmede II. Meşrutiyet devri ve İttihatçılar fevkalade negatif bir şekilde tasvir edilir. Mehmet Kaplan “Cumhuriyet’e kadar milli varlığı ve memleketi perişan eden bir anarşi hayatı”ndan söz eder (Kaplan, 1949b, ss. 8-10). Topçu ise “Memlekette inkilab yapmak iddiasile, garplılaşmak davasile doğan meşrutiyet”ten bahseder ve “bu inkilabı yapanlar, memleketin asıl halkına yabancı, milletten olmayıp yalnız istismar gayesile ve devleti ellerine geçirmek emelile hareket eden bir sürü tufeyli ve çapulcudan ibaretti” der (Topçu, 1939b, ss. 193-197). “İlanından pek az sonra huysuzlaşan meşrutiyet inkilabı rezaleti” (Bornovalı, 1947a, ss. 3-6) ifadesini kullanan Lütfü Bornovalı’ya göre “[1908 inkilabı] başlangıçta hakiki bir idealin ifadesi olan coşkulu bir heyecan ancak dokuz ay kadar asaletini muhafaza edebilmiş ve hemen sonra soysuzlaşarak bir kin ve rekabet fırtınası halinde namuslu insanları lekelemek, bir çok masum kanları akıtmak için vasıta yapılmıştır” (Bornovalı, 1948a, ss. 6-7). 10 Örneğin: Otuz üç sene süren Abdülhamit istibdadı.” (Kaplan, 1949b). “istibdat seneleri” (Topçu, 1943a). “…Abdülhamid devrinin istibdadıdından…”(Bornovalı, 1947b). “memleketin içinde kıvrandığı istibdad” (Bornovalı, 1947a). 200 İslam’ı Uyandırmak - II Büyük Millet Meclisi’nin açılması ve idaresi, Milli Mücadele ve Cumhuriyet’in ilanı Hareket’te heyecanla ve son derece açık bir şekilde olumlanır. Topçu’ya göre “Anadoluda kurulan milli hükümet, bu adını Anadolu çocuklarının eseri olmasından alıyordu. Devlet merkezinin Ankara’da, Anadolunun göbeğinde kurulmuş olmasından gurur duymayan bir Anadolulu yoktur” (Topçu, 1943c, ss. 355-357). Cahit Okurer’in görüşü bunu destekler niteliktedir: Osmanlı İmparatorluğu kurulduğundan biraz sonra başlıyarak Anadolunun, daima kendi dışındaki istikamet ve sahalara akan bir kaderi vardır. Denebilir ki Anadolu, Türkmenlerin fethinden beri, ilk defa istiklal savaşında, asıl sınırları içinde bütün haline gelmiş bir yurdun şuuruyla çerçevelenmiştir. Bir tarih ve hal realitesine dayanan Milliyetçiliğimiz bu realizmi yüzünden, yalnız başına ne his, ne kan, birliğine dayanır. Bu vatan üzerinde yaşıyan insanlar arasında tarihi bir kader ve ıstırap, toprak ve menfaat birliği vardır. Onun için… (…) İstiklal savaşına kadar milliyetçiliğimiz, kökleri toprağımızda olmıyan, meyveleri toprağımızdan dışarı sarkan bir ağacı yetiştirmek, büyütmek dileği gibiydi. (Okurer, 1947, ss. 10-15) Topçu’ya göre “Mektep sıraları üstünde geceleri gaz lambasile çalışan Meclis, yamalı hırkasile adalet dağıtan Hazreti Ömerin Allah sevgisini yirminci asırda tekrar yaşatan ‘Kabeyi millet’ olmuştu” (Topçu, 1948a, ss. 2-5). Cumhuriyet rejimi savunusu ve saltanat karşıtlığı Hareket’te aşikar tutumlardır; bağlam gereği Hüseyin Avni Ulaş ve Namık Kemal bu tutumların önemli temsilcileri olarak tasvir edilir.11 Ancak cumhuriyetçi görüşe rağmen yeni rejime yönelik eleştirel bir tutum söz konusudur. Lütfü Bornovalı “İstiklal Harbi ile, kısa zamanda harici kurtuluşumuzu yaptık. İnkilaplar başardığımızı iddia etmekteyiz. Bütün dünyaya üstün olduğunu iddia ettiğimiz inkilapların neticesi, zümreler ve partiler dalgalanması içinde kin ve menfaat boğazlaşmasıdır” şeklinde yazar (Bornovalı, 1948b, s. 12). Mehmet Kaplan’a göre “cumhuriyet devrinde gerçekten mütefekkir adını alacak hiçbir büyük şahsiyet yetişmemiştir” (Kaplan, 1949a, ss. 3-5). Topçu ise yeni rejimi fikri açıdan şiddetle eleştirirken eski rejim ile devamlılık iddiasında bulunur: “Bütün düşünüşlerimiz saray ve enderon zevkile dolu; hala divan edebiyatının artığı, aynı mubalağa sanatı içinde gidene mersiye, gelene 11 “(…) Namık Kemal bunun üzerine kasideyi mükemmel okumuş olduğunu ve ondan sonra da padişahlara mezar taşından fazla kıymet vermediğini söyler. (…) Kemalin aynı zamanda meşrutiyeti daha medeni bir hükümet şekli olarak ele alması bunu cumhuriyete tercih ettiği için değildir.” (Okurer, 1939). “Saltanata ilk evvel isyan eden benim [Hüseyin Avni Ulaş] arkadaşlar, efendiler, hareketı milliye başlamadan yedi ay evvel o saraya hücum ve isyan edenlerdenim. Hakkı hükümraniden değil o saray herhangi bir adam çıkarsa Yunanlı ve İngiliz kadar düşmanımdır. İster paşalar olsun, ister hocalar olsun, ister hacılar olsun, kim olursa olsun düşmanımdır.” (Balım, 1948). “[Hüseyin Avni Ulaş] İliklerine kadar da cumhuriyetçi idi.”(Hareket, 1948). 1939-1953 Dönemi Hareket Mecmuasında Milliyetçi-İslamcı Düşünce 201 methiye yazmakla mevki ve mansıp kazanan bir tufeylilik ruhu gençliği terbiye ediyor” (Topçu, 1939c, ss. 161-166). Mehmet Kaplan da dil reformunu eleştirirken yine eski rejimin olumsuz bir unsuru olarak divan edebiyatına gönderme yapmayı tercih eder: “Uydurma dil, yaşayan edebiyatı da halkın ekseriyeti için ölü bir hale getirmiştir. Nurullah Ataç gibi Türk edebiyatının bir canlı şahsiyeti bu cereyanın kurbanı olarak, bugün tıpkı divan yazarları gibi halkın ve okuyan kitlenin takip edemediği (…) ölü bir muharrir haline haline gelmiştir” (Kaplan, 1949c, s. 2). Yeni rejimin ülkeyi “demirağlarla örme” şeklinde anılan demiryolu hamlesinden ironi ile bahsedilir (Balım, 1947, ss. 11-12). Mehmet Kaplan “Issız bozkırlar ortasında, küçük bir Amerikan şehri gibi yükselen (..) Ankara suni bir şehirdir” şeklinde yazar (Kaplan, 1949a, ss. 3-5). Başta hac ibadetine yönelik kısıtlama olmak üzere yeni rejimin dini politikalarına yönelik kısa bir eleştirel ifadeyi 1947’de görmek mümkündür (Kaplan, 1947a, ss. 2-4). 1948 yılına gelindiğinde Topal Osman olayı ve İzmir Suikastı gibi tartışmalı konulara yine eleştirel bir şekilde temas edildiği görülmektedir: “Fikir hürriyetini boğmak için Topal Osman gibi bir şakinin ellerine iğrenç silahlar vermekte gecikmemiş, vicdanları ürperten cinayetler işlenmiştir. (…) pek mahdut şahıslara ait İzmir suikasdini büyük bir kütleye teşmil ederek terör hareketlerine başlanmıştır” (Bornovalı, 1948a, ss. 6-7). 1946 senesinde çok partili rejime geçiş sürecinin başlaması ise Topçu tarafından 1876 ve 1908 benzetmeleriyle bir hürriyet döneminin başlangıcı olarak ele alınır (Topçu, 1947a, ss. 4-5). Çok partili geçişin başlamasıyla ilgili temkinli bir değerlendirme 1949 yılında Mehmet Kaplan tarafından yapılır: “Otuz üç sene süren Abdülhamit istibdadından sonra Cumhuriyet’e kadar milli varlığı ve memleketi perişan eden bir anarşi hayatı yaşadık. Cumhuriyet devrinde Türkiyeye tek parti hakim oldu. Şimdi tekrar bir karışık devre girdik. Anarşi şimdilik söz ve yazı sahasında tecelli ediyor. Zamanla bunun hareket sahasına intikal etmiyeceğini kim temin edebilir?” (Kaplan, 1949b, ss. 2-4). Kaplan, 1952’de, Hareket’in Demokrat Parti iktidarındaki ilk sayısında ise şu satırları yazacaktır12: Türkiye’nin artık eski Türkiye olmadığı ve yarın bugünkünden daha başka bir çehre arzedeceği gayet açıktır. Bu yeni manzaradan memnun olmayanlardan bazıları başlarını dün’ün yastıkları üzerine dayamak istiyorlar. Ya geçen otuz seneden daha öncelerine, çökmüş imparatorluk devrinin içtimai nizamına ve kıymetlerine yahut da henüz esaretinden kutulmuş olduğumuz Halk Partisi ideolojisine, Atatürkçülüğe sarılmak lazım geldiğini söylüyorlar. Tarih bize aşılmış olan merhalelerin bir daha tekrarlanmadığını, her yeni içtimai durumun yeni bir davranış tarzını icabettirdiğini gösterir (Kaplan, 1952, s. 3). 12 Kaplan’ın DP iktidarıyla ilgili nihai değerlendirmesinin ne olduğu hususunda 27 Mayıs’ın hemen sonrasında Cemal Gürsel’e yazdığı şükran ve saygı dolu mektuplar oldukça aydınlatıcıdır: (Karaca, 2008). 202 İslam’ı Uyandırmak - II Sonuç Hareket’in 1939-53 döneminde Yahudilere ağırlık vermek üzere İmparatorluk ve Cumhuriyet dönemi gayri-Müslim unsurları; Arnavut, Çerkes, Arap, Acem gibi İmparatorluk ve Cumhuriyet sınırları içinde ya da yakınında olmuş Türk olmayan Müslümanlar; Masonlar ve “dönme”ler; büyük Türk göçleri öncesi Anadolu’nun “Elen” olarak refere edilen unsuru; açık bir şekilde “öteki” kategorisinde yer alır. İmparatorluk döneminde Tatarlar veya İslamlaşma öncesi Orta Asya Türkleri gibi Anadolulu veya İslam olmayan Türklerin yoğun ve açık bir şekilde ötekileştirilmemekle birlikte “farklı” konumlandırıldığı söylenebilir. “Biz”den kasıt Hanefi, Anadolulu, çiftçi-köylü Oğuz Türküdür. “Etiler” olarak zikredilen Hititlerin Anadoluluk ve çiftçi-köylülük üzerinden Türklerin atalarından kabul edilmesi gibi şaşırtıcı şekilde Türk Tarih Tezi ile ortak bir düşünce söz konusudur. Dergiye hakim olan Anadolucu milli tarih anlatısı, 1071 yılında başlamaktadır. Bu anlatıda İslam öncesi ve Anadolu öncesi geçmiş çok kısıtlı ve çelişkili bir şekilde yer almaktadır. Anadolu’da miras alınan yerleşik hayat ve zirai üretim ile İslam, milletin başlıca yapıtaşları olarak görülmektedir. Selçuklu ve beylikler dönemi, milli tarihin tam anlamıyla benimsenen devirleridir. Osmanlı İmparatorluğu, ekseriyetle, kısmen benimsenen ve kısmen benimseyen, kronolojik sınırları son derece muğlak iki devirle ele alınmaktadır; bazı bağlamlarda ise tüm asırlarıyla olumsuz tasvir edilmektedir. 1876 ve 1908 anayasal reformları prensip olarak olumlu anılmakta ancak nihai amaç bir cumhuriyet olduğu için yetersiz bulunmaktadır. II. Abdülhamit’in saltanatı, İttihat ve Terakki yönetimi ve CHP tek parti devri açıkça eleştirilmektedir. Aşikar olan cumhuriyetçi söylemde Milli Mücadele ve bilhassa ilk milli meclis idaresi benimsenmekte fakat 1923-45 tek parti yönetimine yönelik eleştiriler yer almaktadır. 1946’da başlayan çok partili sisteme geçiş ise hem bir hürriyet devrinin başlangıcı olarak umutla hem de bir ölçüde belirsiz bir dönem olarak temkinle değerlendirilmektedir. Yerliliği esas alan Hareket, “1925’te kapatılan Sebilürreşad’ı sayılmazsak, Cumhuriyet döneminde İslamî duyarlılıklara dayanan ilk dergi”dir (Çınar, 2013, s. 175), muhafazakâr ve Anadolucu-milliyetçi çizgidedir. Öte yandan etüde muhtaç, muğlak bir “ruhçu-İslami sosyalizm” teklifi vardır; nü heykel dahil olmak üzere sanat alanında ve özellikle felsefede kıta Avrupa’sına belirli bir önem verir. Doğu Batı dergisinin Nurettin Topçu’yu Ahmet Hamdi Tanpınar, Kemal Tahir, İdris Küçükömer, Mehmet Ali Aybar, Peyami Safa, Cemil Meriç, 1939-1953 Dönemi Hareket Mecmuasında Milliyetçi-İslamcı Düşünce 203 Oğuz Atay, Erol Güngör, Hasan Âli Yücel ve Hikmet Kıvılcımlı ile birlikte konu ettiği sayı13 için tercih ettiği “Araftakiler” başlığının Cumhuriyet devri entelektüel tarihimizin çerçevesinde fevkalade isabetli olduğu ifade edilebilir. Kurucusu ile kelimenin tam anlamıyla bütünleşmiş fikir dergilerinden olan Hareket için de “arafta” nitelemesi uygun görülebilir. Kaynakça Ahmet, N. (1939, Nisan). Şehirler. Hareket, 92–94. Arık, R. O. (1948, Aralık). Türk medeniyet ve sanat tarihi. Hareket, 2. Armaner, T. (2008). Turkey: The reception of Kierkegaard in Turkey. J. Stewart (Ed.), Kierkegaard’s International Reception: The Near East, Asia, Australia and the Americas (ss. 3–21). Ashgate. Balım, A. İ. (1947, Ağustos). Sıladan mektuplar. Hareket, 11–12. Balım, A. İ. (1948, Mart). Hüseyin Avni Ulaş’ın büyük ruhuna. Hareket, 5–8. Balım-Harding, Ç. (1999). The last of the Anatolian nationalists: Nurettin Topçu. C. Hillenbrand (Ed.), Studies in Honour of Clifford Edmund Bosworth: The Sultan’s Turret (ss. 1–18). Leiden: Brill. Batuhan, H. (1939, İlkteşrin). Beşeriyet Son Peygamberini Bekliyor. Hareket, 182–183. Birgül, M. (2013). İrade Hareket İsyan: Nurettin Topçu’nun Entelektüel Biyografisi 1. İstanbul: Dergah. Birinci, A. (2009). Hareket mecmuası. İ. Kara (Ed.), Nurettin Topçu (ss. 107–115). Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı. Bornovalı, L. (1947a, Aralık). Mehmet Akif ve büyük eseri. Hareket, 3–6. Bornovalı, L. (1947b, Temmuz). Zavallı neslimiz. Hareket, 5–6. Bornovalı, L. (1947c, Mart). Üniversitemiz. Hareket, 9–11. Bornovalı, L. (1948a, Nisan). Partiler karşısında Hüseyin Avni. Hareket, 6–7. Bornovalı, L. (1948b, Mayıs). Gandi ve düşündürdükleri. Hareket, 12. Çınar, M. (2013). Anadoluculuk ve Tek parti CHP’de sağ kanat. İstanbul: İletişim. Doğan, D. M. (2006, Ocak). Nureddin Topçu’nun “Hareket”i. Hece, 109, 360–366. Döşemeci, M. (2013). Debating Turkish modernity. New York: Cambridge University Press. Duran, B., & Aydın, C. (2013). Competing occidentalisms of modern Islamist thought: Necip Fazıl Kısakürek and Nurettin Topçu on Christianity, the West and modernity. The Muslim world, 103(4), 479–500. Ersanlı, B. (2003). İktidar ve tarih: Türkiye’de “resmi tarih” tezinin oluşumu (1929-1937). İstanbul: İletişim. Erverdi, E. (2009). Bir izin peşinde.İ. Kara, (Ed.), Nurettin Topçu (ss. 77–85). Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı. Günaydın, Y. T. (2006, Ocak). Hareket dergisi dizini. Hece, 109, 561–635. Gündoğan, A. O. (2000, Mayıs). Nurettin Topçu. Doğu Batı, 11, 89–105. Bir izah. (1939, Mayıs). Hareket, 127–128. Merhum Hüseyin Avni Ulaş hakkında açtığımız anket. (1948, Nisan). Hareket, 8–9. Türki Milliyetçiliğinin Asli Kıymetleri, (1953, Şubat). Hareket. 2–15. Hareket Dergisi (1939-1943). (2015). İstanbul: Dergah. Hareket Dergisi (1947-1953). (2015). İstanbul: Dergah. 13 Bu sayıda Topçu’yu ele alan makale için bkz. Gündoğan (2000). 204 İslam’ı Uyandırmak - II Hatemi, H. (2015, Aralık). Topçu’nun çalışmaları görmezden gelindi. http://www.yenisafak.com/hayat/topcunun-calismalari-gormezden-gelindi-2357649 adresinden 2017-03-21 tarihinde erişildi. İslamoğlu, A. M. (1942, Aralık). Asya’nın üstünlüğü ve düşkünlüğü. Hareket, 244–248. İslamoğlu, A. M. (1943, Nisan). Tarihten çizgiler. Hareket, 329–331. İzgi, B. (1948, Şubat). Köy davası hakkında bazı mülahazalar. Hareket. Kabaklı, A. (1947a, Kasım). Ayın hercümerci. Hareket, 14–15. Kabaklı, A. (1947b, Ağustos). Ayın hercümerci. Hareket, 14–15. Kabaklı, A. (1948, Şubat). Ayın hercümerci. Hareket, 14–16. Kabaklı, A. (1949). Yahudi kavmine nutuk. Hareket, 14–16. Kaplan, M. (1939, Şubat). Oğuzlar. Hareket, 19–21. Kaplan, M. (1947a, Kasım). İçtimai şuuraltı ve edebiyat. Hareket, 2–4. Kaplan, M. (1947b, Ekim). Yeni Türk Milliyetçiliği. Hareket, 2–4. Kaplan, M. (1948a, Aralık). Nesillerin ruhu. Hareket, 3. Kaplan, M. (1948b, Kasım). Tenkit. Hareket, 4. Kaplan, M. (1948c, Haziran). Yahya Kemalde tarih ve coğrafya fikri. Hareket, 2–4. Kaplan, M. (1948d, Mayıs). Edebiyat coğrafyası. Hareket, 2–3. Kaplan, M. (1949a, Ocak). Nesillerin ruhu. Hareket, 3–5. Kaplan, M. (1949b, Haziran). Tek kitap çok kitap. Hareket, 8–10. Kaplan, M. (1949c, Mart). Nesillerin ruhu. Hareket, 2. Kaplan, M. (1952, Aralık). Yeni bir fikir ve hareket çağı. Hareket, 3. Karaca, A. (2008, Ocak). Mehmet Kaplan’dan Cemal Gürsel’e iki mektup. Türk Edebiyatı Dergisi, 411. Okurer, C. (1939, Şubat). Namık Kemal. Hareket, 13–18. Okurer, C. (1947, Eylül). İdeal ve ideoloji. Hareket, 10–15. Özdemir, Y. (2016). Mektuplar ışığında Nurettin Topçu - Maurice Blondel ilişkisi. Nurettin Topçu: Sempozyum Kitabı (ss. 87–92). Erzurum: Erzurum Büyükşehir Belediyesi ve Atatürk Üniversitesi Rektörlüğü. Tanrıkut, H. (1939, İlkteşrin). Ameli tabiat-ahlak ve estetik prensiplerine giriş. Hareket, 175–180. Tarhan, N. (Çev.). (1952, Aralık). Jean Paul Sartre. Hareket, 12–16. Topçu, N. (1939a, Nisan). İçtimai sınıflar. Hareket, 95–96. Topçu, N. (1939b, İkinciteşrin). İki mezar. Hareket, 193–197. Topçu, N. (1939c, İlkteşrin). Neslimizin tarihi. Hareket, 161–166. Topçu, N. (1939d, Şubat). Rönesans hareketleri. Hareket, 1–6. Topçu, N. (1939e, Mart). İçtimai sınıflar. Hareket, 60–64. Topçu, N. (1939f, Mayıs). Benliğimiz. Hareket, 112–120. Topçu, N. (1943a, Şubat). Mehmet Akif. Hareket, 267–269. Topçu, N. (1943b, Mayıs). Lise dersleri. Hareket, 361–366. Topçu, N. (1943c, Mayıs). Millet ve Milliyet. Hareket, 355–357. Topçu, N. (1947a, Ağustos). Mukaddes kurbanlar. Hareket, 4–5. Topçu, N. (1947b, Eylül). Senirkent Belediye Başkanına açık mektup. Hareket, 3–6. Topçu, N. (1948a, Nisan). Hüsetin Avni II: Birinci Meclisin dağılmasından sonra. Hareket, 2–5. Topçu, N. (1948b, Ağustos). Millette izzeti nefis ve siyaset. Hareket, 5–7. Topçu, N. (1948c, Mayıs). Millette irade. Hareket, 6–7. Topçu, N. (1952, Aralık). Mesuliyet hareketi. Hareket, 8–9. Ülken, H. Z. (1947, Haziran). Büyük hareket adamları: İmam-ı Azam Ebu Hanife. Hareket, 8. ~ Lütfiü Bornovalı, (1947, Aralık), Mehmet Akif ve büyük eseri, Hareket, 10. ~ ~ Ressam Fehham Bey tarafından yapılan Akif portresi. (Hareket, 1947, Aralık, 10.) ~ Giriş İslamcılık, dil yapısı itibariyle içinde –cılık ekini taşıyan milliyetçilik, halkçılık, solculuk, sağcılık gibi –izm’in tercümesi (İslamizm) olarak ele alındığında “ideoloji” bağlamında- değerlendirilmektedir. Kavram, siyasi akımların incelendiği çoğu araştırma içinde “ideolojiler” başlığı altına yerleştirilir. Fakat “ideoloji” veya “izm” olarak temel bir başlık altında toplanacak her türlü fikir veya düşünce problematik bir oluş şeklidir. Bu nedenle İslamcılık yeniden tanımlanmaya ve çözümlenmeye ihtiyacı olan muhataralı bir kavramdır. Omurgasını İslami düşünceden alan dergiler, bu kavramın katlarının açılıp çözümlenmesinde mühim rol oynar. Özellikle Cumhuriyet’in ilk yirmi yılında İslam düşüncesinin kök biçim olarak tanımlanma gayretinin en iyi görüleceği yerlerin başında dergiler gelir. Bu çalışmanın amacı da Hareket dergisi merkezindeki İslami düşünce sistemini Mehmet Akif Ersoy kanalıyla incelemek, İslamcılığı bu bağlamda yeniden okumaktır. Derginin mercek altına alınacak yılları 1939-1943 ve 1947-1953 aralığını içeren İsmail Kara tarafından iki cilt halinde yeniden neşredilen 1966 yılının öncesinde ele geçen sayılarıdır. Bu sayılarda kimi zaman Akif ’in makale, deneme ve şiirlerine yer verilmiş, kimi zaman da Akif üzerine özel sayı çıkartılmıştır. Akif ’in görüşleri, inkılapçılığı, isyan iradesi, nesillere aşıladığı İslami ruh, metinleri aracılığıyla kavramsallaştırılmıştır. Bu noktadan hareketle hipotetik olarak Akif ’in Hareket’in çalışma sesi olduğu düşünülmektedir. Çalışma boyunca bu sesi çözümleyebilme adına Barthes tarafından metaforik olarak biçimlenen Dilin Çalışma Sesi‘nden yararlanılacak, bedenin parçalarının ortak hareketine işaret eden “çalışma sesinin” çoğul zevkin kendisinin tınısı olarak nasıl formüle edildiği anlaşılmaya çalışılacaktır. Hareket’in Çalışma Sesi Akif ’i Yeniden Okumak Birsen Banu Okutan 208 İslam’ı Uyandırmak - II Hareket, varlığın anlamı, yaşam belirteci olarak canlılık sembolüdür. Barthes da hareketin önemini tanımlarken metaforik olarak “dili” gösterge olarak kullanmaktadır. Dilin bir biçim göstergesi “yazı” ise bir diğeri “konuşma” üzerinden var olmaktadır. Konuşma sözcüklerin geri döndürülemez bir yazgısıdır. Yanlış söylenilen bir söz “Geri alıyorum, siliyorum.” şeklinde belirtildiğinde tekrar konuşulmuş olur. Barthes ikinci defa bu düzeltmelerin yapıldığı eklemlenmiş hali “mırıldanma” olarak ifade eder. Mırıldanma iki kez başarısız olan bir iletidir. (Barthes, 2013, s. 95) Öznenin mırıldanması aslında bir korkudur, Barthes (2013, s. 95) bu endişesini “Hareketin durmasından korkarım.” diye ifade etmektedir. Mırıldanma kendi halinde bile “çalışma sesinde” varlık gösterir. Açığa çıkan bu ses kıymetlidir. Çalışma sesi, iyi işleyen bir şeyin çıkardığı gürültü (Barthes, 2013, s. 96) olarak bir üst biçimdir. Bu durum özne için de makine için de aynıdır. Makinenin durma durumu, çalışmaması insanlara korku salarken; makinenin çalışma sesi ise kendi içinde çelişkileri barındırır. Gürültünün olma durumu bozulmuşluğu hissettirse de mutlu makineler çalışma sesi çıkartır. “Çalışma sesi bedenin parçalarının aynı anda hareket ettiğini gösterir. Bu durumda çalışma sesi de çoğul bir zevkin kendisinin sesi olur” (Barthes, 2013, s. 96). Metne bakıldığında ”Çalışma sesi nasıl anlaşılmalıdır?” meselesi aynı anda “Yazının mırıldanması mümkün müdür?” sorusunu akla getirir. Dilin çok sesli anlam biçimlerini hesaba katarak Barthes, dilin çalışma sesinin bir ütopya oluşturduğunu şöyle ifade eder: Makinelerin çalışma sesinin, gürültünün yokluğunun gürültüsü olması düşüncesini dile taşıdığımızda, duyulan ses, bu anlamın sesi, anlamdan bağışıklığın sesi olacaktır ya da –aslında aynı şeydir-“insanlığın hüzünlü ve vahşi tarihinde” oluşmuş göstergelerin Pandora’nın kutusu olarak belirdiği tüm saldırılardan kurtulmuş bir anlamı uzaklarda duyuran bu karşı anlamın sesi olacaktır. Kuşkusuz bu bir ütopyadır. (2013, s. 97) Barthes “çalışma sesi” ile ilgili araştırmaların hayatın her safhasında yapılabileceğini söyler. Coşkunun sıradan eşliğinin duyumsandığı her alanda dilin çalışma sesi işitilir. Kendini Hegel’in betimlediği yaşlı Yunan gibi hissederken Barthes, dilin çalışma sesine en çok yaklaştığı anları tasvir eder: Bugün kendimi Hegel’in betimlediği yaşlı Yunan gibi hissediyorum biraz: Hegel, bu adamın yaprakların, nehirlerin ve rüzgârların çıkardığı sesleri, kısaca Doğanın tüm titremelerini planlı bir zekanın izlerini görebilmek için hiç yorulmadan, tutkuyla incelediğini söylüyordu. Ben de dilin çalışma sesinidinlerken anlamın titremesini inceliyorum –modern insan olarak benim Doğam kuşkusuz dil oluyor. (2013, s. 98) Hareket’in Çalışma Sesi Akif ’i Yeniden Okumak 209 Barthes’ın tutkuyla aradığı dilin çalışma sesinin metinler üzerindeki varlığını inceleme birimi olarak görmek bu çabaya ortak olma hamlesidir. Çalışma sesinden anladığımız metinlerdeki “dilin titreşimlerini duyma” “tutkuyu” yakalama halidir. Bu bağlamda, sistemli bir tutkunun eseri olarak yayınlanan Hareket dergisinin İsmail Kara tarafından iki cilt halinde yeniden neşredilen 1939-1943 ve 1947-1953 yıllarına tekabül eden döneminde dilin çalışma sesi ve anlamın titremesi incelenecektir. Hareket’in çalışma sesinin Akif olduğu önermesi hipotetik olarak sorgulanacak, bu çerçevede derginin genel panoraması üzerinden Akif tınıları aranacaktır. Hareket’in Çalışma Sesi Nurettin Topçu öncülüğündeki Hareket dergisi, amacını “iç ve dış âlemlerin gürültüsü arasında hepimizi bu vatan üzerinde birleştirecek gerçek milliyetçiliğin neşir organı” şeklinde ifade etmiş, (Eylül 1947c, s. 2) derginin “boş gürültülere, ferdi ihtiraslara kapılmadan sağlam düşünce temellerine dayanan bir fikir istikametinde” ilerlediğini belirtmiştir. Bu çalışma özelde Hareket felsefesinin Akif ’in işaret ettiği hususlar çerçevesinde kemikleştiği varsayımı ile yola çıkmakta bahsi geçen dergiler üzerinden Akif taraması yapmayı hedeflemektedir. Metinsel işaretlerin -ki bunlara dilin çalışma sesi de denilebilir- bizi götürdüğü noktada karşımıza çıkan direkt referanslar ve imalar mercek altına alınacaktır. Araştırmanın izleği de Akif ’in metinlerinden sızan “toplumsal endişe” ve “hareket ruhu” kategorileri ile sınırlandırılmakta, kategoriler “açık belirteçler” ve “örtük anıştırmalar” şeklinde formüle edilmektedir. Açık Belirteçler Mehmet Akif, düşünce sistemi yerleştiren yazdıklarıyla şairden farklı bir kategoride değerlendirilmeyi hak eden bir mütefekkir olarak döneminde görmediği değeri ölümünden sonra da görmemiştir. Değişik zihniyetten düşünürler tarafından kimi zaman şairliği kimi zaman Müslümanlığı kimi zaman milliyeti kimi zaman ise bulunduğu pozisyon eleştirilmiştir. Buna rağmen Hareket dergisi çıktığı günlerden itibaren barındırdığı düşünürler skalasında Akif ’i önemli bir zemine yerleştirmiştir. Hareket’in sütunlarında bazen Akif ’in şiir ve resimleri yer alırken bazen dehayat görüşünü ve felsefesini içeren metinler (Topçu, 1948, s. 4; Topçu, 1948, s. 7) bulunmaktadır. Özellikle, derginin Mart 1947’deki on üçüncü sayısının kapak sayfası “Ne çirkin yüz- 210 İslam’ı Uyandırmak - II ler örtermiş meğer bir incecik perde”1 dizesiyle başlamış, Aralık 1947 onuncu sayıda ise Ressam Fey Haman Bey’in 1910 yılında çizdiği Akif portresi dergi kapağı yapılmıştır.2 Derginin bahsedilen sayısı, ölüm yıldönümü olması nedeniyle Akif ’e ayrılmış Lütfü Bornovalı (Mehmet Akif ve Büyük Eseri), Remzi Oğuz Arık (Mehmet Akif), Nurettin Topçu (Mehmet Akif) ve Cahid Okurer (Mehmet Akif’in İnsani Değerleri) yazılarıyla farklı veçhelerden Akif ’in düşünsel hayatını tanıtmıştır. Topçu (1948, s. 6) yazısında Mehmet Akif ’i milletin dili, sesi ve feryadı olarak düşündüklerini ifade ederken Kabaklı derginin Akif ile ilgili görüşünü şöyle ifade etmektedir: Hareket görüşü Mehmet Akif ’i sayılı büyüklerimiz sırasına koyar. Zira lekesiz vatan adamı olmanın alâyışsız kahramanlık sırrını o biliyor. Onun kalbi bütün bir milletin ıstırabını nasıl da kavrayabildi… Ona hücum edenler, haset edenler, onu anlamayanlar, anlamak istemeyenler cüceliklerine doymasınlar. Polemik yapacaklarına onu birazcık okusalar ne çok şey öğrenirler, dillerini ne miktar kısarlar, bir şey olmamanın, meziyetsiz olmanın hüznüne nasıl kapılırlardı. (1947b, s. 15) Kaplan da Kuvayı Milliye ruhunu en iyi yansıtan şairin Akif olduğunu belirtirken devri anlamak için Akif okumanın gerekliliğini vurgulamakta, Akif ’î eserleri din-milliyet ilişkisini anlama yolu olarak görmektedir: En son büyük maceramız olan İstiklal Mücadelesinin kahramanlık ve din duygusu tarafından başarıldığını da çoklarının üzerinde düşünmeden tekrarladıkları İstiklal Marşında bulabilirsiniz. Birinci Meclisin kabul ettiği bu marşı Mehmet Akif yazmıştır. Kuvayi Milliye ruhunu en iyi ifade eden şair odur. O devri anlamak isteyenler Akif ’i okumalıdır. Sahte tarihçiler, tarihimizin manasını bozmak istiyorlar; hâlbuki o mana bizim manamızdır. (Kaplan, 1953, s. 4) Toplumsal Endişe Topçu, 1966 yılında derginin yeniden çıkışı üzerine yazdığı ön sözde Hareket’in temel felsefesinin çıkış ilkelerini “yaşanmış tarih”, “çekilmiş ıstıraplar” ve “birlikte benimsenmiş inançlar” olarak zikretmektedir. Bu çerçevede oluşturulması gereken yazının temel meşruiyeti şöyle ifade edilir: Yunus’tan Akif ’lere kadar çok cepheli hayat çilesi bizde bir feryat olmak istiyor. Türk milleti, kendi felsefesinin ifadesini dilinin ucunda saklıyor. Sade bir şeye muhtacız: Duygulu, iradeli, milletini olduğu gibi anlayan ve sevenmünevverlere… İşte bu kadro yetiştiği zaman bizim de felsefemiz gerçekleşmiş olacak. (aktaran Kara, 2015, s. XIII) 1 Bkz. Ek 1. 2 Bkz. Ek 2. Hareket’in Çalışma Sesi Akif ’i Yeniden Okumak 211 İfadelerden anlaşıldığı üzere Topçu’nun zihninde halkın yetişmesine ön ayak olacak, onlara ışık tutacak bir manada şifa verecek aydın zümre yetiştirilmesi gerekmektedir. Bu zümre toplumsalın refahı için huzursuz olmalı ve endişesini felsefi zeminde ikrar etmelidir. Toplumsal endişenin kalplerde tohum olarak atıldığını ve bu tohumların büyümesi için terbiye, telkin ve kurtarıcı tesirlerin olması gerektiğini ifade eden Topçu (1942, s. 227) kalbindeki sesi dinleyerek tavır geliştiren Akif için şunları söylemektedir: “Kalbindeki hudutsuz ve engin sesi duymaya âşık insan, büyük insan Akif, bu aşkını şöyle anlatıyordu: “Dili yok kalbimin ondan ne kadar bizarım.” Nurettin Topçu’nun fikirsel zemininde Akif ’ten parçalar bulmak mümkün olduğu gibi kendi yazınsalında da Akif sık sık tebcil edilmektedir. “Akif ’in hayatımızdaki portesini çizmek mi lazım?” meselesi ile düşünürün özellikle toplumsal endişesine vurgu yapılmaktadır. Topçu’nun dilinden; Mütevazı bir beden, siyah sakalın kısmen örttüğü dindar bir mütevazı yüz, merhamet ve mağfiretle kendi içine çevrilmiş çekingen bakışlar…Yalnız imanın gösterdiği yolda kimseden yardım beklemeden hem tevazuuyla hem de sağlam adımlarla ilerliyor… Bu adam kimdir? Dahi, sanatkâr, büyük milliyetçi veya neslin mürşidi mi? Bu şımarık ve kibre bürünmüş kelimelerin hiçbirini kullanmağa lüzum görmeden Akif ’in edebiyat ve şiir tarihimizde, milletimizin ıstıraplarının tarihinde, vicdanla hamiyetin tarihinde bir kahraman rolünü oynadığını göstermeğe çalışacağız. (1943, s. 271) Topçu’ya göre Akif ’in şiirlerinde konular tabiat manzaraları değildir ya da Akif ’in ovası “nerde olsam çıkıyor karşıma bir kanlı ova”dır. “Mevzu, dini heyecanlarla milli hayatımızın her türlü sahneleri, felaketlerimiz, ıstıraplarımız olmuştur” (1947b, s. 9). Toplum endişesiyle Akif, realiteden kopmayan sorun odaklı mesajlar yüklüdür. Bu bağlamda Topçu, inkılaplarla toplumun ruhunun değişmesi gerektiğini söylerken Akif ’in “Eski divanlarınız dopdolu oğlanla şarap, biradan fahişeden başka nedir şir’i şebab” dizeleriyle mesaj içerikli toplumsal metinlerin gerekliliğine işaret eder (1939e, s.195). Akif, yazınında bireylerin hayatını merhamet lirizmi içinde sahnelemiş, milliyetçi olduğunu iddia etmeden bu millete hizmet etmiş, İstiklal Marşı için kanunla kendisine verilmeye çalışılan parayı samimiyetle millete bırakmıştır. Dahası Topçu için Akif, her zaman halk içinde mütevazı kalarak, mürşitliğe soyunmadan, kire bulaşmadan dergâhındaki köşesinden nesillere takip edecekleri yolu göstermiştir. O yol “Allaha dayan saye sarıl hikmete ram ol, yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol” (Topçu, 1943, s. 273) olarak serdedilmektedir. 212 İslam’ı Uyandırmak - II Ali Münif İslamoğlu (1943, s. 267) da vatan sevgisiyle inleyen “temiz insan” Akif için Peygamberane bir hayat süren milli mücadelenin manevi kahramanı (1943, s. 269) olarak bahsetmekte ve Akif hakkında çıkan bir broşürde Nihal Atsız’ın Akif ’le ilgili düşüncelerini satırlarına taşımaktadır: Vatanperverliği tam ve tezatsız bir vatanperverlikti. Akif sözle vatanperver oldu halde fiille bunu tekzip edenlerden değildir. Vatanperverane şiirler yazdığı halde en sefil bir namerd ve en rezil asker kaçağı hayatı yaşayanlar henüz aramızda bulunduğu için Akif ’in vatanperverliği yüksek bir değer kazanır. Karakter adamı olmak bakımından ise Akif eşsizdir. O daima bulunduğu kabın şeklini alan bir mayi veya cıvık bir halita değil, şeklini sıcakta, soğukta, borada kasırgada muhafaza eden katı bir cisimdi. İslamcı olmasını kusur diye öne sürüyorlar. İslamcılık dünün en kuvvetli seciyesi ve en yüksek ülküsü idi. Bugünkü Türkçülük ne ise dünkü İslamcılıkta o idi. Esasen İslamcılık Osmanlı Türklerinin milli mefkûresi idi. XIV. asırdan beri Türklerden başka hiçbir Müslüman millet ne Araplar ne acemler, ne Hintliler İslamcılık mefkûresi gütmüş değillerdir. Bir Osmanlı şairi olan Akif ’te milli mefkûre kemaline ermiş fakat yeni bir milli mefkûrenin doğuş zamanına rastladığı için geri ve aykırı görünmüştür. Mazide yaşayanların fikir ve mefküreleri bize aykırı gelse bile onları zaman ve mekân şartları içinde mütaala ettiğimiz zaman haklarını teslim etmemek küçüklüğüne düşmemeliyiz. “Akif inandı, dönmedi ve öyle öldü. (aktaran İslamoğlu, 1943, s. 269) Atsız gibi radikal milliyetçi tandansta olan bir düşünürün bile Akif ’le ilgili söylemleri Akif ’in eyleyiciliğine, vatan için düşünüp, kalbiyle hissedip uygulamasına işaret etmektedir. Akif ’in inanması, fikrinden dönmemesi ve öyle ölmesi kararlı bir duruş olarak takdir edilmektedir. Dergi metinlerinde genel olarak Akif ’in büyüklüğü, fazilet ve hamiyeti, kahramanlığı ve kimseye köle olmayan dik duruşu, kalbini asla unutmadan yürüyüşüne bağlanmakta bu haliyle de toplumun vicdanında saltanat kurduğu belirtilmektedir. Topçu’nun kendi zaviyesinden Akif; Hiçbir sergerdeye uşak olmadı, bende olmadı, büyüklük dilenmedi; kalbimizin saltanatı onundur. Hayatının başından sonuna kadar kalbini herşeye üstün tuttu. Her türlü zorbada şarlatanda yüksek sandalyelerin lütfettiği sahte şöhretleri ele geçirenlerde büyüklük vehmetmek, neslimizin kucağına atıldığı aldanışların belki en fecii, en gaddarcasıdır. Biliyorum gençler derslerini ezberlemekle çok meşgulken bu hakikati hiç öğrenmeyecekler daima alkış toplayanı büyük sanacaklardır. (1943, s. 273) “En büyük adam” ve “kahraman denilen ahlaki şahsiyet” olarak tanımlanan (Topçu, 1943, s. 273) Akif ’in temelde iki özelliğine vurgu yapılmaktadır: İlk vurgu, Akif ’in “ömrünün başından sonuna kadar aynı kanaat, aynı iman, aynı irade sahibi” olarak kalmasıdır. Fikirlerindeki sebat ile her zaman tek çehrenin insanı olmuş, ken- Hareket’in Çalışma Sesi Akif ’i Yeniden Okumak 213 di menfaatlerini toplumun menfaatleri ile değiştirmemiştir. İkinci vurgu ise kuvvetli ve üstün tarafta olmayı reddediştir. Akif haksızlık ve onu alkışlayan yığınlardan uzak durmuş, nehrin akışına karşı gelmiş, umumun zorlu hareketine direnmiştir. Özcesi “Akif bir ruh ve karakter adamıdır.” (Topçu, 1943, s. 274). İlaveten, Okurer (1947a, s. 9) Akif ’i idealist sanatkâr çevresinde zikrederken, Bornovalı (1947a, s. 6) lise kitaplarında Akif ’in bir şiirinin bile olmamasını eksiklik olarak görmekte, şairliği hakkında öğrencilerin fikir edinememesinden serzenişte bulunmaktadır. Yine Bornovalı (1947b, s. 3) bir yazısında Akif ’in “istikbal keşfediciliği” üzerinde durarak Safahat’ın birinci kitabında İstanbul’un içyüzünü Refik Halit’ten de realist bir kalemle tasvir ettiğini belirtmekte, “İstanbul’un içini yakan bütün acıları ilk ve bugüne kadar da son anlatan Akif olmuştur.” iddiasında bulunmaktadır. Ayrıca, Akif Küfe hikâyesi ile kimsesiz ve sahipsiz çocukların halini resmederken, İstanbul caddelerini dolduran bugünün ayakta meyhanelerini ve bu meyhanelerin yaratacağı sefaleti vaktinde keşfederek toplumu uyarmıştır. “Kapansın elverir artık bu perde pek kanlı” tümcesi üzerinde düşünülmesi gereken vahim bir duruma çağrı yapmaktadır. Bornovalı’nın ifadesiyle, Akif, Safahat’ın birinci kitabında İstanbul’un iç yüzünü Refik Halit’ten de realist bir kalemle tasvir etmiş hatta Yakup Kadri’nin Yaban romanında Anadolu köylüsüne fırlattığı iftiraya, Ankara romanında, Ankara’nın inkılapla bozulan görünüşünün altındaki yüzü inkar edişine bedel, İstanbul’un içini yakan bütün acıları ilk ve bu güne kadar son anlatan Akif olmuştur… Yaşamları tabiatın lütfuna bağlı, kimsesiz ve sahipsiz çocukların bugünkü halini “Küfe” hikayesi ile ilk defa o anlatmıştır… İstanbul’un caddelerini dolduran bugünün ayakta meyhanelerini ve bu meyhanelerin yaratacağı sefaleti vaktinde keşfederek bize haber veren Akif… Bir memleketi çökertecek, bir ictimai bünyeyi tahrip edecek, fertleri şahsiyetinden, milletleri istiklalinden mahrum edecek gizli ellerin, uşak ruhlu sefillerin meş’um rollerini, dalkavuklar arayan ve dalkavukluk yaratan zümrelerin bu memleket istikbalinde, millet haysiyetinde açtığı yaraları, mukaddesatı tanımayan küçük ve hasis menfaatler uğruna namusunu, şerefini, imanını, vatanını inkâra gidenleri bir operatör gibi teşrih masasına yatırarak bütün kirliliklerini gözümüzün önüne seren Akif olmuştur. (1947b, s. 3) Kabaklı (1947b, s. 15) da Akif ’in, bu cemiyetin ilk operatörlerinden olduğunu iletirken, teşrih bıçağıyla “cemiyetin en süfli taraflarına, sefaletin haramine” girdiğini ifade eder. Burada dikkat çekici husus, Akif ’in sıkıntılı, sorunlu gördüğü meseleleri, bir operatör gibi masaya yatırarak tek tek açımlamaya uğraş vermesinin ve toplumsalı anlamak için endişe ile gösterdiği çabanın derginin yazarları tarafından anlaşıldığı ve takdir edildiğidir. Yazarlar Akif ’in topluma düşkünlüğünün 214 İslam’ı Uyandırmak - II aydın nezdinde makes bulmamasının serzenişi içinde rotayı Akif ’in metinlerine kaydırmaktadır. Akifî metinlerin dokusu “ezilmişleri”, “kenarda kalanı”, “marjinalleri”, “yoksulları” ve “yoksunları” önemsemesiyle büyürken, Akif ’in bu toplumsal endişesinin anlaşılmaması veya kasıtlı olarak anlaşılmak istenmemesi tepkiyle karşılanmaktadır. Bu tanımlamalar Akif ’i şairlikten çıkararak ona toplumbilimci kimliği yüklemektedir. Bornovalı, (1947b, ss. 3-5) Akif ’in “inkılapçılığını”, “isyan iradesini”, “neslimizde yarattığı ruhu” ve “dehasını” kategoriler halinde belirtirken Akif ’in yüklü kimliğine vurgu yapmakta, odaklanılan noktalar toplumsal endişenin sesini anlaşılır kılmaktadır. Akif ’in inkılapçılığı, sert eleştiriler üzerine dayanan, her zaman mükemmeli arayan keskin bir iradeye dayanmaktadır. Allah’tan başka kimse önünde eğilmeyen bu baş, belki koparılabilir fakat bükülmez (Bornovalı, 1947b, s. 4). Akif ’in inkılapçılığı, “irade” ile kavranmalı, “değişimin” gösterişten ziyade zihinlerde ve kalplerde yapılmasının gerekliliği anlaşılmalıdır. Akif kederini hissettiği toplumsal hayatın daha vazıh bir hesaplaşma ve görüş ile açıklanması gerektiğini söylemektedir. Günlük ve ısmarlama inkılapların yerine, ruhlara ve kafalara yerleştirilecek ve hazmettirilecek esaslı inkılaplara taraftardır. Efganlı Cemaleddin ile görüşmesinde bunu açıkça anlatmakta, yirmi günde yapılması düşünülen bir inkılap için “Ben yokum.” demektedir (Bornovalı, 1947b, s. 4). Toplumsal sorunlara ve kötü gidişatı durdurmaya yönelik tüm bu hamleler onu deha seviyesine çıkarmaktadır (Bornovalı, 1947b, s. 6). “Ahlak muhterisi” olan Akif sıradan bir dindar olmak yerine “memleket meselelerinde cezbeye tutulan büyük bir ruh”tur. Bu bağlamda Bornovalı, Akif ’e “şair değildir” diyenlere bir bakıma hak vermekte, “Akif ’in ahlak ihtirası, dehasının bu tarafı şiirini çok geçiyor, sanatını geride bırakıyor.” (Bornovalı, 1947b, s. 6) sözüyle düşüncesini temellendirmektedir. Arık (1947b, s. 7) da Akif ’in toplumsal endişesine vurgu yapan bir yazısında “Türkoğlu, ne zaman hayatın türlü imtihanından geçse, mutlaka Akif ’ten bir parçayı ruhunun ifadesi veya istifadesi önünde bulacaktır.” derken Akif ’in tüm meziyetlerinin çimentosunun “iman” olduğunu belirtmektedir. Akif ’in toplumuna düşkünlüğünü dizelerinden yola çıkarak anlatan Topçu (1947b, s. birinci ve ikinci Safahat devresini Akif ’in milliyet davasına girişi olarak görmekte, bu idealin kalıcılığı yanında Safahat’ın üç, dört, beş ve altıncı kitaplarında sanat idealine daha çok bağlandığını düşünmektedir. Son bölüm Gölgeler’de ise yoğun mistik duygular dizelere yansımaktadır. Tüm evreler düşünüldüğünde Topçu’ya (1947b, s. göre Akif “eserlerinin başından sonuna kadar büyük millet Hareket’in Çalışma Sesi Akif ’i Yeniden Okumak 215 idealcisi” olarak kalmış, “milletin çocuklarının ruhundaki yaraları tedavi etmiştir.” Bu sebeple Akif milliyetçiliği “mukaddesat” kelimesiyle eşleşmekte, “fizikten ahlaka doğru bir yükseliş” olarak serdedilmektedir. Diğer bir ifadeyle, Akif ’in memleketine bu düşkünlüğü ruhunun derinliklerinde bulunan mistik sezi düşünürün hem vatanperverliğinde hem de sanatkârlığındaki samimiyet ve yoğunluğun sırrı olarak görülmektedir (Topçu, 1947b, s. 11). Okurer (1947b, s. 10) “inandığını başkalarına aşıladığı” için Akif ’i idealist bir şahsiyet olarak tanımlarken, Sözeri (1948, s. 10) bu idealizmin mayasının din tarafından oluştuğunu, bu duygunun çıkarıldığı vakit “Akif ’te Akif ’in kalmayacağını” belirtmektedir. Akif ’in toplumsal sorunlara ümitle eğilişi ve toplumu düzeltme arzusundan vazgeçmeyişi, dini düşünüşünden ayrılamaz: “Akif ’in bütün yazılarında hâkim görülen iman ve ümit, merhametle beraber kaynağını Kur’an’da bulmakta ve ebedi hayata, ebedi vuslata din içinde kavuşmaktadır” (Sözeri, 1948, s. 10). Bu çerçevede, Akif millete yapılacak inkılabın din sınırları içinde olması gerektiğini vurgulamakta, kurtuluşun ancak bu şartlar içinde gelişebileceğine inanmaktadır. Akif ’in memleket meseleleri üzerindeki kalbi düşünceleri, bir manada dindar bir kalpten çıkan endişelerle dile getirilen dizeleri Hareket dergisi tarafından “Onun ruhaniyetini fikir ve ahlak kurumlarımızın başında görmek isterdik” (1948, s. 4) şeklinde temenni edilmektedir. Akif, “İslam âleminin avukatlığını deruhte etmiş” (Kabaklı, 1949, s. 9); “bu vatan nasıl kurtulur” endişesini tek başına bir mısrada bile “yürekler merhametsiz, duygular süfli, emeller har!” şeklinde ifade etmiştir (aktaran Kara, 2015, s. xvıı) Bu haliyle, Yunus Emre ile Akif arasında birbirini takip eden çizgi olduğu düşünülmekte (Topçu, 1948b, s. 7) her ikisi de “derde derman arayışları” ve dini bağlılıkları -Allah muhterisi olmaları- (Topçu, 1949a, s. 7) nedeniyle tebcil edilmektedir. Hareket Ruhu Hareket dergisi (1947c, s. 2) dönemin gelgit ortamını “Memleketimiz, çocuklarının kalplerini şuur ve iradelerini Anavatan=Türkiye üzerinden uzaklaştırmak isteyen turancılık, komünizm, softa dincilik gibi çeşitli zihniyetlerin çarpıştığı bir kaynaşma içerisindedir” sözleriyle açıklarken –izmlerin sivrilişine dikkat çeker. Bu sivri duruş veya ideoloji yönelimli eylem, zihin dünyası gelişiminin, bilinç yükselmesinin veya süblimasyonun önünde engeldir. Oysa Hareket’i sağlayan eylemin tanımı, Akif ’teki duygu yönelimli akli, yaparken seni de dönüştüren eylemdir bir 216 İslam’ı Uyandırmak - II diğer ifadeyle praksistir3 . Topçu,4 (2008, s. 121) praksis çerçevesinde vurguladığı eylem biçimini yazınlarında anlatırken hareket adamını anarşistten ayırır, alanları iki farklı dünya görüşünün ürünü olarak tespit eder. Bireyin yaşamında iki ayrı dünya vardır: İlki kendi kendini yıkarken diğeri her an kendini kendi yaratır. Bu çerçevede anarşist; komünist olur, devlet nizamını bozar, sanata saldırır, vezni, üslubu yok eder; düşünceye musallat olur, her fikri bozuk, her düşünüşü sakat gösterir. Vicdana hücum eder, her hareketi fena, her akıbeti bozuk gösterir. Anarşist, dünya nizamını bozduğu kadar ve ondan önce içimizdeki nizamı bozan adamdır. O her çehreye bürünür: Amele olur, hayattan dünyadan şikâyetçidir. Muallim olur, gençlikten şikâyetçidir. İnsan olur, vicdandan, insandan şikâyetçidir. Hâkim olur, iz’andan şikâyetçidir. Nerede ve ne meslekte olursa onun hali, onun lütfu, onun eseri, daima yıkıcı olmaktır. (Topçu, 2008, s. 122) Diğer yandan “Hareket adamı kimdir?” sorusuna cevap “kendini tanıyan, kendini ve yaratıcısını bilen bir profil” ile ortaya çıkar. Yaratıcısını tanıyan ve yalnız olmadığının bilincinde sorumluluk içindeki birey vazife, merhamet, aşk ahlakında olsun kendisine hâkim bir kuvvetin varlığını arar. Kimi zaman vatanperver, kimi zaman âlim, bazen sanatkâr veya devlet adamı olan hareket adamı, dar benliğin sınırlarını açarken her daim ahlak adamı ve kâmil insan olur. Bu bağlamda, hareket adamı yıksa bile sonrasında daha iyisini inşa etmek üzere yıkacak kendi nefsinin yaratıcısına, kendine, toplumuna sorumlu olduğunu bilerek her daim eyleyici olacaktır. Anarşist ile hareket ruhunun karşılaştırıldığı bu sahne, Akif ’in metinlerinden sızan karşılaştırmanın dönemindeki güncellenmiş halidir ki Hareket dergisi bu minvalde yazısız Akifî kurallara riayet eder. Bu riayet dergi satırlarından duyumsanan ikinci nota olarak karşımıza çıkar. Akif “devrin ölü ruhları karşısında dipdiri durması ve yüksek heyecanı ile toplumsal mersiyesini bestelemesi” (Topçu, Kasım 1939, s. 193) ile tebcil edilirken, Akifî isyana büyük saygı duyulur çünkü Akif hareketsizliğe karşı isyandadır. “İsyan iradesi” Akif ’in istibdat dönemine olan reddiyesi ile başlamakta, işleyişteki çarpıklıklara, sıkıntılara, görmezden gelinen sorunlara karşı eleştiriler getirilmekte dahası çözüm önerileri sunulmaktadır. Akif “kuvvetler 3 Lefebvre (2010, s. 251) Marx’ın praksis kavramını, yapmak ve yaparken kendini yapmak olarak açıklamakta, eyleyicinin kendini keşfettiğini, nesnenin içinde kendi eserini kendi kapasitesini tanıdığını ve bütünsele ulaşıldığını belirtir. 4 Topçu bahsi geçen “hareket adamı” ve “anarşist adamı” arasındaki ilişkiyi öncelikle Ankara Halkevinde 1951 yılında verdiği konferansta dile getirmiş, metnini sonraki süreçte sırasıyla Savaş (1951) ve Hareket dergisinde (1968) yayınlanmıştır. Topçu’nun Kültür ve Medeniyet (2008) adıyla kitaplaştırılan eserinde ise sonradan yer almıştır. Hareket’in Çalışma Sesi Akif ’i Yeniden Okumak 217 arasındaki farka işaret ederek her devre hâkim olmaya çalışan birkaç cellada karşı boyun eğen milyonlara hitapla (onları) harekete” (Bornovalı, 1947, s. 4) çağırmaktadır. Bu duruş isyan iradesinin hareketle eşgüdümlü bir birliktelik içinde olduğunu gösterir. Metnin açık belirteci olarak isyan eden Akif, isyan eden Nurettin Topçu’yu imlerken “hareket” felsefesinin kök biçimlerine projeksiyon tutar. Topçu, bu minvalde derginin isyan felsefesini şöyle tanımlar: Bizim isyanımızın ancak sonsuzlukta gayesini arayıcı olduğunu ve alemşümul merhamet kaynağından doğduğunu söyledik. Bütün peygamberlerle ahlak dâhilerinde hayatın kaideleriyle nefsin hesaplarına kulak vermeyen bu deruni tecrübeyi, yani mistik denemeyi görüyoruz. Hepsinde mantığı menfaati, muhiti,hatta aşkı çiğneyip içindeki derinliğin sesine uyma çılgınlığı göze çarpar. (Topçu, Mayıs 1949, s. 14) İçindeki sedanın derinliğine uymak olarak nitelendirilen bu manzara, dikey ilişkilerin yatayda somut bulmasıdır. Tanrıyla kurulan ilişkinin derinliği ve iç sesinin dışarıya yansıması “hareket” olarak ortaya çıkacaktır. Bu hakikat vurgusunu canlandırmak için Topçu (1949b, s. 7) Hallac’tan Akif ’e bir yol çizer. Hallac “Ben hakikatim.” diye kendinden geçerken; Akif de “Vicdanının Allah’a iştirak eden sesiyle ‘çiğnerim, çiğnenirim Hakkı’ı tutar kaldırırım” demektedir. Diğer yandan, Akifî isyan, isyan etmeyenlerin hicap duymamasına da isyan eder. “Göster Allah’ım bu millet kurtulur tek mucize, bir utanmak hissi ver gaip hazinenden bize” ve “Tükürün maskeli vicdanına asrın, tükürün” dizeleri (Bornovalı, 1947, s. 5) de bu hareketsizliğe yönelik başkaldırı olarak okunur. Akif ’in “nesilde yarattığı ruh” korku ve dehşet içinde kendinde enerji görmeyen gençliğe serzeniştir. “Ey bütün dünya ve mafiha ayaktayken, yatan! Leş misin davranmıyorsun, bari Allah’tan utan” satırları veya “Azim” şiirinin varlığı ile bireylere hayat enerjisi ve öğüt verilmek istenmektedir (Bornovalı, 1947, s. 5; Çantay, 1948, s. 3). Akif ’in söylemlerinden çıkarsadığı çalışma öğüdünü “milli hareket” bağlamında vurgulamaktadır, kendi cümleleriyle: (…)Balıkesir halkının kendi kendine memleketini müdafaaya başladıkları zaman Mehmet Akif ’i aramızda bulduk! Ondan başka hiçbir şair, hiçbir edip Kuvayı Milliye’nin bu cuş ve huruşunu seyretmek için bile bize gelmemiş, bilakis gelenler bizi hep o milli hareketten vazgeçirmeye çalışmıştır!.. Zağanos Paşa camiinde binlerce Müslüman Türk’e karşı “Ey Balıkesirliler, ey Rumeli fatihleri, şu mukaddes toprakları düşmana çiğnetmeyin. Mücadeleniz meşrudur.” diye haykırışları hala Balıkesirlilerin kulağında çınlar. (Çantay, 1948a, s. 3) Çantay (Ocak 1948a, s. 9) yine bir yazısında Mehmet Akif ’in insanları uyarmak ve harekete geçirmek üzere yazdığı dizeleri paylaşır: 218 İslam’ı Uyandırmak - II Düşman sesi duymak istemezsen, Kardeş sesidir uyan bu sesten, Kalkınca görür ki akşam olmuş, Vaktiyle uyanmayan bu sesten Akif, hareket ruhu ile genç nesli kurtarmayı kendine görev bilmiştir. Topçu’ya göre (1953, s. zehirlenen bu neslin kurtarıcısı Akif olmasaydı, bugün belki bütün gençlik bir bataklıkta boğulmuş olacaktı. Bunun yanında, 1948 yılının Aralık ayında da Akif ’in yıldönümü olması sebebiyle Hareket dergisi isimsiz yazısını Akif ’e ayırmakta, ifade edilen düşüncelerin bir manada derginin görüşü olduğunu belirtmektedir. Metinde Akif ’in manevi huzurunda ondan geriye kalan mirasa değinilmekte ve bu muazzam mirası bırakanın “ahlak neslinin lideri” olduğu ifade edilmektedir: Akif, bu ahlak neslinin yerin altında da olsa lideri büyük ve eşsiz şefi büyük ruhtur. Onun mirası olan bizdeki ruh, ebediyen onun manevi huzurunda, hürmet ve huşu içinde ayakta duruyor. Milletimizin gerçek velilerinden, istikbalimizin hakiki kurucularından olan Akif ’in ölüm yıldönümü yaklaşırken onun ahlak heyecanlarının zirvesinde bir ibadeti andıran şu mısralarla bize hitabını dinlemekten kendimizi alamıyoruz. (s. 14) Örtük Belirteçler Açık belirteçlerin yanında “toplumsal endişe” ve nesillere enerji aşılayan “hareket ruhu” Akif ’ten direkt bahsetmeyen metinlerin içine de sızmıştır. Örtük belirteçler olarak isimlendirebileceğimiz “Çıbana Neşterler” (Fethi, 1943, s. 270), “Sosyal Amillerin Sinir Sistemi Üzerine Tesirleri ”(Gökay, 1943), “Çağımız” (Arık, 1947, s. 5-6),“ Eski ile Yeni” (Kaplan, 1947, s. 4), “Fen ve Teknik İlerlemesi Cemiyette Bir Ahlak Buhranı Yaratmış Mıdır?” (Göğüş, 1947) gibi konular ile toplum adına endişe duyan, toplumsal sorunları dert eden metinler mevcuttur. Diğer yandan, derginin başlığında da belirtildiği gibi hareket, enerji ve motivasyon sağlamaya yönelik metinler idealize edilmektedir. “Hareket felsefesi” (Topçu, 1939, ss. 22-28) “Asrımızın Hareket Adamları” (Topçu, 1939a, ss. 33-39), “İradenin Davası” (Topçu, 1947a, ss. 3-6) bağlamında canlandırılmaktadır. Temelde, nesillere aşı geleneğinin devam eden örtük belirteçlerden biri olarak derginin ortak görüşü, cemiyetin asıl sahibi gençler için “fikir ve ruh” terbiyesi oluşturmaktır (1952, s. 2). Topçu, toplumun kötü gidişatını durdurmak için kurtarılmayı beklemenin yanlış olduğunu düşünmekte ve harekete geçmeyi salık vermektedir: “Kurtulmak için kurtarı- Hareket’in Çalışma Sesi Akif ’i Yeniden Okumak 219 cı olmaktan başka yol yoktur. Mukadderatımızın selamete ermesi, başka iradeleri kurtarmakla kabildir” (Topçu, 1939b, s. 75). Bugünün neslini “kimsesiz” ve “avare” bırakan karanlıktan kurtarmak ve doğru yolda yürümesini sağlayacak enerjiyi-cesareti ona aşılamak için “Hak bellediğin bir yola yalnız gideceksin.” (Topçu, 1939d, s. 166) düsturu takip edilmelidir. Topçu (1939c, s. 128) ataletin karşısında hareketin varlığını ve önemini ifade ederken değiştirmeye, yönlendirmeye vurgu yapar. Hareket, bir yandan “prensip”, “vasıta” bir yandan da “neticeyi” kapsar. Ahlaki olarak hareket, “karar, yürüyüş, netice yaratan tesir anlamında kullanılmakta ve “sorumlu iradeye” işaret etmektedir. Topçu’nun ifadesiyle; Hareket, iradi tesir iktidarıdır; mahdut ve mütenahi kalmak için, ferde ve başkalarınaait pratik netice ve gayeleri tanımayan her adımda elde ettiği kuvvetlerden kendisine daima başlangıç hazırlayan mesul iradenin hadiseler yaratıcılığıdır. Bütün ile önceden hazırlanmış, teklif edilmiş bir plana girmediği gibi, ameli menfaat maddi verim gayelerini de tanımaz. Bu bakımdan esas itibariyle işten ayrılır. (1939c, s. 128) Diğer yandan, çevirisi verilen yabancı eserler de “hareket ruhunu” açıklayan veya canlandıran yazınlardan oluşmaktadır. Özellikle, Maurice Blondel’in Action adlı kitabındaki fikirler, Topçu (1939a, s. 22) tarafından tanıtılmaktadır. Blondel felsefesinin temelinde “hareket, insanla Allah’ın bir terkibidir” Kâinatın sorumluluğu insanın eline verilmiş, kâinat insan için yaratılmıştır. Bu manada düşünürlerin insanı ve hayatı anlama yolunda başlayacağı nokta “harekettir”. Blondel’in ifadesiyle: “Hareket dünyasına girilmedikçe insan tanınmamıştır. Müfekkire, insanın bütünü değildir. Hareketi, felsefenin merkezi yapmalıdır, çünkü hayatın merkezi de harekettir. Hareket, bir fikirden veya bir hareket projesinden doğmuş nazari bir prensip mi? Hareket insanın kâinatın önüne koyduğu bir meseledir” (aktaran Topçu, 1939a, s. 23). Çerçeve yazından anlaşılacağı üzere Akif ’in toplumsal endişesi Hareket’in metinlerinde kendini tekrar tekrar var eder. Toplumun karanlık yüzünü aydınlatmak, insanların olabildiği kadar adil şartlar içinde yaşamasına inanmak üzerinden kurulu bir felsefe metinlerin içinde somutlaşırken okuyucuların kulağına Akifi tınıları iletmektedir. Şiirlerden, hikâyelere, roman sahifelerinden, fıkralara kadar her metinsel kesit toplum için kaygı taşımaktadır. Kimi zaman geçirilen öfke nöbetleri nezaketi kaybetmeden satır aralarında verilirken kimi zaman derginin kolektif coşkusu toplu bir isyanı puntolara taşımaktadır. Çatışma üzerinden gelişen bir düşünce sisteminin kökleşmesine hazırlanan zemin Akifi tınıları, gösterge olarak “çalışmak” eyleminde kilitlerken, her türlü edim formunu pratikten ayırmakta “praksise” yaklaş- 220 İslam’ı Uyandırmak - II tırmaktadır. Zamanın ruhunu yansıtan praksis hali duvarlara ideolojik söylemlerin yazıldığı, sokakların kırmızıya boyandığı konjonktürde aynı epistemolojik zeminden beslenenleri değil, duygu ve düşüncelerin intizamlı birlikteliğinde kelimelere bürünmektedir. Harflerin karargâhında cümleler, başlıklar, metinler, romanların içinden toplumsala akan bireyler hareket halindedir. Her şeyin aktığı, gittiği ve aynı yerde stabil bir tekrara gebe modern sonrası dönemlere işaret olarak vaat edilen ruh, durmak bilmeyen ve durmak bilmemesi gereken “hareket” hali örtük, kapalı, derinden sessiz haykırışlarını duyurmaktadır. Sonuç Her düşünce metni, kendi varlığını birikim yükü ile kelimelere döker. Kelimelerin doğası dönemin kültürel aktarım aracı olarak işlev görür. Metin örgüsü kelimeler yoluyla tarihsel malumat setini naklederken çerçeve metni dayandığı fikir veya kişilerin seslerini duyurur. Muhafazakâr süreli yayınlar kategorisinde sayılan Hareket dergisinin bahsi geçen yılları üzerine yapılan araştırma verileri değerlendirildiğinde, Akifî düşünce biçiminin sesleri duyumsanır. Akif ’in, dolaylı veya dolaysız her iki veçhe ile varlığını hissettirdiği metinlerde, İslami harekete enerji sağlayan katalizör rolünde olduğu görülmektedir. Derginin devinime yönelik düşkünlüğü, Akif ’in azalmayan “say” tutkusuyla özdeşleşmekte, metinlerdeki anlam titremeleri Akifî ilkelerin çıkardığı sesi anıştırmaktadır. Bunun yanında, dergide birçok düşünürün felsefi zemininden doneler bulunabilir fakat Akif ’i Hareket’in çalışma sesi yapan-gerek açık gerek örtük belirteçlerinin yanında Akifî felsefenin “toplumsal endişe” ve “hareket ruhu” üzerinden serimlenmesidir. Bir başka ifadeyle, diğer düşünürler yanında ana damar olarak uzanan Akif ’in kesif yoğunluğu, belirteçlerin sürekli ve kararlı tekrarından ileri gelmektedir. Akif temel motivasyon olarak Hareket’in düşünce sistemi içinde kendini kökleştirmiştir. Hareket dergisi, Akif ’i takiben veya onu var etme niyetiyle yapılmış bir çalışma olmasa bile amaçlanmış derginin niyetlenmemiş sonucu olarak Akif, dilin dökümüne sesini vermekte hareketin çalışma sesi olarak görünmektedir. Akifî tınıları Hareket’ten duyumsarken karşımıza çıkan göstergeler bizi yeniden okunması gereken bilgi üretici metinlere götürmektedir. Bu bilginin nasıl inşa edildiği, nerelerden beslenildiği ve hangi kategorik zeminlere götürme niyetinde olduğu aşikârdır. Akif ’in kendi sınırları içinde büyük aidiyet hissi, toplumsalı dert ederken gösterdiği hassasiyet ve düşünce dünyasının gelişmesine verdiği önem aynı saiklerle Hareket’in Çalışma Sesi Akif ’i Yeniden Okumak 221 Hareket dergisinde takip edilmektedir. Akif için gelecek umutsuzluk değil aksine bağımsızlık özlemini bağrında taşıyan en büyük arzudur. Geleceğe olan inanç gücünü İslam dininin “ye’se düşmemeyi” salık verdiği ahlaki ilkesiyle besler. Hareket dergisi de tarihsel olarak ideolojilerin çatıştığı polarizasyon ortamında kendi kaderini tayin ederken İslam ahlakıyla çerçevelediği düşünce sistemini yereli bayındır hale getirme üzerine kilitler. Kendi yetiştirdiği düşünce biçimlerine ve bunların sahiplerine duyduğu bağlantı ile eleştirilerini “iyileştirmek” için yapar. Akif metinlerinden sızan halkını sahipleniş, ezilen ile ünsiyet Hareket’te de karşımıza çıkar. Hedef milli kimlik ile kucaklayıcı bir zihniyet dünyası kurarken, ataletten uzaklaşmayı görev addeder. Bu nedenle Hareket metinlerinden kulağımıza gelen sesler aşağılık kompleksiyle sıvanmış iniltiler değil aksine şifalandırmak için haykırışlardır. Bir tarafta uyanması gereken bir kitle dururken, diğer yanda fildişi kule karşıtı, halkın içinde halkın kendisi aydınlar vardır. Artık aydınlar kendi eliyle yerelin sıkıntılarına çözüm aramak, dini-geleneksel hassasiyetlerle örülü tavırlarıyla, yeni bir reçete yazmak ve uygulamak durumundadır. Reçete ise uçlarda gezinen spekülatif ve realite dışındaki hayali düşüncelerden uzak durmak zorundadır. Bu bağlamda, derginin “islamcılık”5 kelimesi ile reçetelendirilmesi muhataralı görünmektedir. Bunun başlıca nedeni, Hareket’in her türlü izm’den müstesna bir dünya görüşü çerçevesinde İslam ahlak prensiplerini yerelin kültürel kodlarıyla mürekkep halde sunması; sert, sivri ve aşina olunmayan düşünce sistemi karşısında bildik, tanıdık duygularla örülü aklıselim düşünme sistemini önermesidir. Duygu-akıl arasında birini diğerine feda etmeden kurulacak düşünce biçimi desteklenirken, dışardan ikame edilen, dışarıdan kodlanan veya taklit edilebilecek modeller ihraç edilmektedir. Özcesi, Akif metinlerinden sızan anlayış, metaforik olarak “aklıselim” biçiminde formüle edilirse, Hareket dergisinin satırları da selim aklın seferberlik ilanı olarak görünmektedir. Bu ilan ile Hareket’in temel motivasyon zinciri ve oluşturmaya çalıştığı İslami bilinç daha iyi anlaşılmaktadır. Aşılanmaya çalışılan İslam ahlakının 5 İslamcılık kendi içerisinde tekrar tanımlanması gereken bir kavramdır. Panislamizm’den başlayarak İslamcılık şeklinde terennüm edilen kavramın serüveni diğer ötekinin “siz İslamcılarsınız” etiketiyle gündeme gelmiştir. Diğerinin seni isimlendirmesine izin verme ve bunu kabul edilmiş bir giysi gibi üstüne geçirme, gerek Akif ’in gerek Hareket dergisinin düşünce biçiminin kabul edebileceği bir tanımlama gibi görünmemektedir. Bu nedenle Karpat’ın (2004, ss. 16-31) İslam’ın Siyasallaşması eseri özellikle kavramın içeriğini açıklaması hasebiyle önemli veriler sunmaktadır. İslamcılık tek başına ele alınacak kapsamlı bir tartışma olduğu için burada dergi bağlamında argüman sunulmakla iktifa edilmiştir. 222 İslam’ı Uyandırmak - II iki ayağı “toplumsal endişe” ve “hareket ruhuna” dayanmaktadır. Akifî metinlerin ruhundaki pratikten praksise geçiş, Hareket dergisinde somutlaşmaktadır. Topçu’nun hareketi de bireyde süblimasyon yaratacak, eylemin benliği dönüştürdüğü praksistir. Kişi eylerken kendi de eylemden bizatihi etkilenecek ve değişerek dönüşecektir. Yerel düşünce zeminine koyulacak en ufak taş, düşünürün kendini geliştireceği, dünyasının açılarını genişleteceği, farklı, üst üste yığılı perspektiflerden yeni bir düşüncenin kapılarını açabileceği bir harekettir. Bu hareketten kendini geri tutmak, gerek siyasi gerek geleneksel dini-kültürel kodlarla alanı terk etmek veya dünyadan elini eteğini çekmek dünyayı kendi dışındakilerin kurgulamasına bırakmaktır. Doğanın boşluk kabul etmediği gibi düşünce zemininden çekilenlerin yerine “diğer ötekilerin” gelmesi de kaçınılmazdır. Bu durumda gelenlerin varlığından rahatsızlık duymak, onları beğenmemek, eleştirmek sakim bir reflekstir. Bugün Akifi ilkeleri tekrar okumak, Hegelvari bir betimlemeyle tanımlanabilecek resmi yeniden anlamaktır. Akif doğanın tüm titremelerinde planlı bir zekânın izlerini görmek için tutkuyla “mekan” mefhumuna yönelmiş, anlamın silkindiği açılarda derin bir endişe ile toplumsala ulaşarak zamanı damgalamıştır. O halde duyumsanması gereken zaman çizelgesinin Hareket aracılığıyla ulaşan bu ses biçimlerine daimî kulak vermektir. Barthes endişesinde haklıdır, hareketin durmasından korkmak gerekir. Kaynakça Arık, R. O. (1947, Aralık). Mümin Akif. Hareket, 10, 6. Barthes, R. (2013). Dilin çalışma sesi. İstanbul: YKY. Bornovalı, L. (1947a, Ağustos). Liselerde edebiyat öğretimi ve kitapları. Hareket, 6, 6. Bornovalı, L. (1947b, Aralık). Mehmet Akif ve büyük eseri. Hareket, 10, 3. Çantay, H. B. (1948a, Ocak).Vatanperver Akif. Hareket, 11, 3 Çantay, H. B. (1948b, Ocak). Mehmet Akif hangi şairleri severdi? Hareket, 11, 9. Hareket. (1947a, Mart). 13. Hareket. (1947b, Nisan). 12. Hareket. (1947c, Eylül). 7.2. Hareket. (1947d, Aralık). 10. Hareket. (1966, Ocak). 1. XIII-XVII. Hareket (1939-1943). (2015). (İ.Kara, Haz.). ıx-xvııı. İslamoğlu, M. (1943, Şubat). Mehmet Akif. Hareket, 9, 267 -269. Kabaklı, A. (1947a, Nisan). Ayın hercümerci. Hareket, 12, 11. Kabaklı, A. (1947b, Aralık). Ayın hercümerci. Hareket, 10, 15. Kabaklı, A. (1949, Şubat). Süleyman Nazif, müstesna bir karakter abidesi. Hareket, 25, 9-16. Kaplan, M. (1948, Ekim). Sanat ve cemiyet. Hareket, 20, 3. Hareket’in Çalışma Sesi Akif ’i Yeniden Okumak 223 Kaplan, M. (1953, Mart). Kahramanlık, din ve ilim. Hareket,4, 4. Karpat, K. (2004). İslam’ın siyasallaşması. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi. Lefebvre, H. (2010). Gündelik hayatın eleştirisi II. (I. Ergüden, Çev). İstanbul: Sel. Mehmet Akif ’in manevi huzurunda. (1948, Aralık). Hareket, 22, 4-14. Nesillerin ruhu. (1949, Şubat). Hareket, 25, 2-6. Okurer, C. (1947a, Temmuz). Hareket, 5, 9. Okurer, C. (1947b, Aralık). M. Akif ’in insani değeri. Hareket, 10, 10. Sözeri, S. (1948, Ocak). Mehmet Akif ’in dindarlığı. Hareket, 11, 7. Topçu, N. (1939a, Mart). Asrımızın hareket adamları. Hareket, 2, 33-39. Topçu, N. (1939b, Nisan). Bizde milliyet hareketleri. Hareket,3, 74-79. Topçu, N. (1939c, Mayıs). Bir izah. Hareket, 4, 127-128. Topçu, N. (1939d, Ekim). Neslimizin tarihi. Hareket, 6, 161-166. Topçu, N. (1939e, Kasım). İki mezar. Hareket, 7, 193-195. Topçu, N. (1942, Aralık). Hakikat dini. Hareket, 8, 225-230. Topçu, N. (1943, Şubat). Mehmet Akif. Hareket, 9, 273-274. Topçu, N. (1947a, Nisan). İradenin davası. Hareket, 12, 3-6. Topçu, N. (1947b, Aralık). Mehmet Akif. Hareket, 10, 8. Topçu, N. (1948a, Mart). Hüseyin Avni: Birinci Meclis’in dağılmasına kadar. Hareket, 13, 2-5, 7. Topçu, N. (1948b, Mayıs). Millette İrade. Hareket,15. 7. Topçu, N. (1948c, Haziran). Millet ruhu ve milli mukaddesat. Hareket, 16, 6. Topçu, N. (1949a, Nisan). Dinde irade. Hareket, 26, 7. Topçu, N. (1949b, Mayıs). İsyan ahlakı. Hareket, 27, 7. Topçu, N. (1953, Mart). Yeni nizamın ana hatları. Hareket, 4, 8-9. Topçu, N. (2008). Kültür ve medeniyet. İstanbul: Dergâh. ~ İslam-Türk Muhitülmaarif Mecmuası’nın 1. sayısının ön kapak resmi. ~ ~ İslam-Türk Ansiklopedisi Mecmuası kapağında meşhur hattat Şevki Efendi’ye ait bir hat levhası. ~ Giriş Cumhuriyet tarihiyle başlayan dinî alana ve dindarlara müdahale süreli ve basılı yayın alanında da kendini göstermiştir. 1925’te Şeyh Said İsyanı gerekçe gösterilerek gazeteler kapatılmıştır. Evvela 4 Mart 1925 tarihinde Takrir-i Sükûn Kanunu, ardından da 1931 Matbuat Kanunu’yla gazete ve mecmualar kapatılarak bu alandaki yayıncılıkta kaos yaratılmaya çalışılmıştır. Öyle ki “4 Mart 1925 yılında yürürlüğe giren Takrir-i Sükûn Kanunu’nun 1. maddesi, “irtica ve isyana ve ülkenin sosyal düzenini, huzur ve sükûnunu ve emniyet ve asayişini ihlale yönelen örgüt, kışkırtma, özendirme, girişim ve yayını hükümet, Cumhurbaşkanı’nın onayı ile doğrudan doğruya ve idareten yasaklamaya yetkilidir.” hükmünü getirmiştir. “Kötü üne sahip olmak”, “ülkenin genel siyasetine aykırı yayın yapmamak” gibi nesnellikten uzak, tartışmaya açık hükümlerle basın kıskaç içine alınırken, olası bir yasa boşluğundan yararlanmaya çalışılır “paranoik” kaygıyla cezaların artırılması, teminat yatırtılması, gazete çıkarma izinlerinin oldukça sıkı kurallara bağlanması ‘totaliter’ bir politikanın çarpıklaşmış bir tezahürü olarak nitelenebilir. 6 Mart 1925’te Tevhid-i Efkâr, İstiklal, Son Telgraf, Sebülürreşad gazeteleri ve 14 Nisan 1925’te “Şeyh Sait İsyanı bahane edilerek muhalefet susturulmak isteniyor” içerikli yazısı ile H. Cahit’in Tanin gazetesi de kapatılmış, H. Cahit de Çorum’a sürgün edilmiştir” (Mazıcı, s. 153). Bütün bunlara rağmen bazı yayıncılık örneklerinin iz bıraktığını, yayıncılık anlamında ekolleştiğini görüyoruz. Mesela Sırât-ı Müstakîm ekolü, Said Nursi’nin Risale-i Nur ekolü, Nurettin Topçu’nun Hareket ekolü veya Necip Fazıl’ı Büyük Doğu ekolü gibi yayın ekolleri oluşmuştur (Erdoğan, 2012, s. 6). Mecmua İçinde Ansiklopedi, Ansiklopedi İçinde Mecmua İslâm-Türk Ansiklopedisi/ Muhîtü’l-Maârif Mecmuası (1940-1948) Kâmil Büyüker 228 İslam’ı Uyandırmak - II İslamcı dergicilikte başlayan bu çeşitlilik ve ekolleşme nitelikte de bir sıçramaya sebep olmuş mudur? Bunun değerlendirmesini ve tasnifini Bernard Lewis yapar. Lewis, savaş sonrası dini basını üç ayrı kategoride değerlendirir ve şunları ifade eder: “İlkinde, esas olarak zanaatkârlara ve köylülere hitap eden ve sade bir dindarlık ortaya koyan popüler haberler söz konusudur. Belirleyici bir örneğini Necip Fazıl Kısakürek’in Büyük Doğu’sunun teşkil ettiği ikinci grup “magazin faşizmi” olarak karakterize edilebilir. Aralarında Türk İslam Ansiklopedisi’nin, Ömer Rıza Doğrul’un Selâmet’inin ve Sebilürreşad’ın da bulunduğu üçüncü grup ise belirli bir entelektüalizme ve aynı zamanda Diyanet’in de açık desteğine sahip olan mecmualardan oluşmaktadır” (Debus, 2012, ss. 278-279.). Bu manada İslamcı neşriyatın basılı ve süreli yayın hayatında kayda değer bir iz bırakmış, aynı zamanda İslam düşüncesinin yeniden inşası noktasında katkılar sunmuş olan Eşref Edip’in öncülük ettiği önemli bir yayın hizmeti de İslâm-Türk Ansiklopedisi/Muhîtü’l-Maârif Mecmuası’dır. Esasen “mecmua içinde ansiklopedi ya da ansiklopedi içinde mecmua” şeklinde formüle edeceğimiz bu yayın çizgisi, yayımlandığı dönemde hatırı sayılır bir ses getirerek tarihe kayıt düşmüştür. Öyle ki İslamcı neşriyata artarak devam eden baskılara rağmen 1940-48 tarih aralığında, imkânsızlık içinde imkân oluşturarak, dönemin İslamcılık düşüncesi içerisinde hatırı sayılır bir yere sahip olan isimlerin büyük kısmının da yer aldığı ciddi bir çaba ve gayretin ürünü olan bir telif eserin neşredildiği görülecektir. Akim kalan tamamen yerli bir ansiklopedi tecrübesinin önce tanıtıcı bir bülteni olarak gördüğümüz İslâm-Türk Ansiklopedisi/Muhîtü’l-Maârif Mecmuası neredeyse 50. sayıya yaklaştığı demlerde bir İslamcı mecmua soluğuna bürünmüş, devam eden diğer 50 sayılık süreçte ise İslamcı fikir, hareket ve muhalefete ciddi katkılar sunmuştur. En nihayetinde İslâm-Türk Ansiklopedisi/Muhîtü’l-Maârif Mecmuası Nisan 1948’de yayımlanan son sayısı ile geleneği içinde yer aldığı Sebilürreşad’a bayrağı teslim etmiştir. Mayıs 1948’de Sebilürreşad kaldığı yerden yoluna devam etmiştir. Bu teslim edişin sadece isim değişikliği olarak görülmesi gerekiyor. Zira hem teknik düzen mizanpaj anlamında hem de muhteva olarak ciddi bir geçişkenlik göze çarpmaktadır. Mecmua İçinde Ansiklopedi, Ansiklopedi İçinde Mecmua 229 İslâm-Türk Ansiklopedisi/Muhîtü’l-Maârif Mecmuası’nın Yayınını Hazırlayan Sebepler İslâm-Türk Ansiklopedisi/Muhîtü’l-Maârif Mecmuası bir sebebe mebni olarak yayımlanmıştır. İlk fasikülü Aralık 1940’ta yayımlanan çeviri bir eser olan İslam Ansiklopedisi, İslâm-Türk Ansiklopedisi’nin yayımlanma gerekçesini oluşturmuştur. Öncelikle İslam Ansiklopedisi’nin yayımlanma sürecine ve sonrasında devam eden tartışmalara göz atmak yerinde olacaktır. 2-5 Mayıs 1939’da Ankara’da toplanan I. Türk Neşriyat Kongresi’nde alınan karar doğrultusunda Maarif Vekili Hasan Âli Yücel’in İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü’ne gönderdiği 9 Mayıs 1939 tarihli bir yazıyla, Hollanda’nın Leiden şehrinde yayımlanması tamamlanmış olan The Encyclopaedia of Islam’ın zeyil maddeleriyle beraber Türkçeye çevrilmesi istenen İslam Ansiklopedisi, Edebiyat Fakültesi’nde kurulan bir heyet tarafından düzenlenen rapor muhtevasındaki prensip kararlarına göre yapılan hazırlıklardan sonra Aralık 1940’ta İslam Ansiklopedisi’nin ilk fasikülü yayımlanmıştır (Köprülü, 2001, ss. 43-44). Ancak yayımlanan ansiklopedi birtakım tartışmaları da beraberinde getirmiştir. Özellikle tarih, coğrafya, bibliyografya ve temel dinî kavramlar sahasında çok değerli ve düzenli bilgiler ihtiva eden İslam Ansiklopedisi’nin asıl projesinin oryantalizm ve misyonerlik faaliyetleri ile İslam ülkelerine yönelik emperyalist düşüncelerden kaynaklandığında herhalde şüphe yoktur (Kara, 2016, s. 248). İslam Ansiklopedisi’ne yapılan tenkitlerin ilki ve en kapsamlı olanı, ansiklopedi henüz hazırlık safhasında iken (1940 başları) Eşref Edib’in (Fergan) yayımladığı İslam Ansiklopedisi adlı on bir sayfalık broşürdür. Bu broşürde yer alan eleştiriler ansiklopedinin Leiden basımı üzerinde yoğunlaşmakta, maddeleri doğrudan doğruya tercüme etmenin sakıncaları açıklanmakta, buna karşılık reddiye ve tenkitte bulunulması, bazı parçaların çıkarılması, düzeltmeler yapılması veya yeniden yazılması gibi alternatifler önerilmektedir. Bu arada İslam Ansiklopedisi tercüme çalışmalarının devam etmesi üzerine Eşref Edib “tam manasıyla millî ve İslamî bir eser vücuda getirmek için” telif bir İslâm-Türk Ansiklopedisi’ni ve buna bağlı olarak İslâm-Türk Ansiklopedisi Mecmuasını neşretmeye karar vermiştir. 230 İslam’ı Uyandırmak - II İslâm-Türk Ansiklopedisi/Muhîtü’l-Maârif Mecmuası’nın Yayın Hayatına Başlaması ve Teknik Özellikleri İslâm-Türk Ansiklopedisi/Muhîtü’l-Maârif Mecmuası 1940 tarihinde yayına başlamıştır. “Türk-İslam Mütehassıs Âlimlerinden Mürekkep Bir Heyet Tarafından Telif Olunmuştur” sloganı ile neşriyata başlayan yayın Güneş matbaasında basılmış, neşriyatın Sahibi ve Umum Neşriyat Müdürü Eşref Edib’dir. Asarı İlmiye Kütüphanesi Neşriyatı arasından çıkan ansiklopedinin tarihsiz yayımlanan mecmua kısmında İslâm-Türk Muhîtü’l-Maârif Mecmuası, Ansiklopedi kısmında ise İslâm-Türk Ansiklopedisi başlığı kullanılmıştır. Ansiklopedinin I. cildi, 50 fasikülden müteşekkil olup, 798. sayfada “Âzad” maddesiyle son bulur. II. cildine ise, 1944’te başlanır. Tamamlanamayan 2. ciltle birlikte toplam 883 madde neşredilmiştir. Bu dönemde Ansiklopedi’nin ilk fasikülü ile birlikte ek olarak başta dört sayfa, sonra on altı sayfa olacak İslâm-Türk Ansiklopedisi Muhîtü’l-Maârif Mecmuası verilir. Muhîtü’l-Maârif içerik itibariyle İslamî ilimler, sanat, edebiyat ve maarif sahasındaki yazılardan oluşacak ve 100. sayısıyla son bulacaktır (Gün, 2001, s. 80). Ansiklopedi de 70. fasikülle yayımına son verecektir. Ansiklopediyi tanıtıcı olarak hazırlanan broşürde ise yayın için şöyle bir takvim verilmiştir: Îslâm-Türk Ansiklopedisi büyük kıtada on cild kadar olacaktır. Her cild 60 forma, yani bin sahifedir. Senede lâakal iki cild neşrine çalışılacaktır. Her cildin fiatı altı liradır. Şimdilik yalnız birinci cildine abone kaydine başlanmıştır. Şimdiden birinci cilde abone olanlar için abone bedeli beş liradır. Bunu iki defada da tediye mümkündür. Hâriç memleketler için birinci cildin abone bedeli şimdiden abone olanlar için altı liradır. (Kara, 2016, s. 494) “Şimdilik 15 Günde Bir Çıkar Haftalık İlmî Mecmua” olan Muhîtü’l-Maârif Mecmuası ise ilk aşamada 4 sayfa çıkarken, kapağında bu yayını vücuda getiren dört isim zikredilmiştir. Onlar; Ordinaryüs Profesör İsmail Hakkı İzmirli: Sabık İlâhiyat Fakültesi Reisi Profesör Kâmil Miras1 : Diyanet Riyaseti Âzasından Sahihi Buhari Mütercim ve Şârihi 1 Kâmil Miras’ın İslam-Türk Ansiklopedisi’ne yaptığı katkılar konusunda tafsilatlı bir bilgi bkz. Yazıcı (2012, ss. 35-40). Mecmua İçinde Ansiklopedi, Ansiklopedi İçinde Mecmua 231 Ömer Rıza Doğrul: Tanrı Buyruğu Tefsiri Sahibi ve Asrı Saadet İslam Tarihi Muharriri Eşref Edip: Âsarı İlmiye Kütüphanesi Sahibi’dir. Münderecat başlığı altında ise ansiklopedinin yayını ile alakalı muhtasar bir açıklamada bulunulmuştur. 8 Maddede teknik özellikler ve içerik sıralanmıştır. Özetle şunlar ifade edilmiştir: 1. İslâm-Türk Ansiklopedisi, tam manasile milli ve İislami bir eser olduğu için Türk milletinin en şerefli ve en güzide mümessili reisicümhur İsmet İnönü hazretlerine ve onun aziz ve muhterem şahsında bütün Türk Milletine ithaf olunmuştur.2 Bu eserin hedefi Türk-İslam kültürünün zengin ve asil kaynaklarını Türk milletinin istifadesine arz etmek, Türk milletinin bu inkişaf ve taali devrinde bu geniş ve feyizli hazinelerine bihakkın sahip olduğunu tebarüz ettirmek olduğu için, bu hedefi tahakkuk ettirmek üzere bütün muharrirlere sanih olan ilk düşünce, bu eserin, ilim ve faziletin yüksek hamisi ve milli asaletin en güzide mümessili İsmet İnönüne ithafı olmuş ve bu da bütün muharrir arkadaşlarımızın milli reisimizin güzide şahsiyetinden ve onun başarıcı kudretinden ilham aldıklarını göstermiş ve bu ilham, hiç şüphe yok ki, bu eser için müstesna bir tali eseridir. 2. Muhîtü’l Maarif ’il İslamîyet-it Türkiye levhasını Güzel San’atlar akademisi profesörlerinden İsmail Hakkı Altınbezer tarafından yazmıştır. 3 (…) 3. Eserin ilk sahifesini tezyin eden Besmelei şerife Güzel San’atlar akademisinin Türk tezyinat şubesinde (Ebri), (Ahrar), (Şemse cilt) (bu maddelere bakınız) profesörü Necmettin Okyay tarafından yazılmıştır. (…) 4. “İkra’…” âyeti kerimesi meşhur hattat Hâmit tarafından yazılmıştır. Üstad bu nefis eserini, Fatihte eski İmaret kapısında hattatı şehir Mustafa Rakım tarafından yazılı bulunan ve bir harika-i san’at olan levhaya bakarak o istif üzere yazmıştır. (…) 5. Dibace 6. Bu eseri yazanlar 7. İslâm-Türk Ansiklopedisi’nin mahiyeti ve hedefi 8. Esas programımız. (İTAMM, ss. 2-3). 2 Ansiklopedi girişinde büyük bir İsmet İnönü resmi ile birlikte yer alan ithaf yazısı manidardır: “Bu Ansiklopediyi telif eden Türk-İslam muharrirleri bu nâçiz eserlerini ilim ve faziletin yüksek hâmisi sevgili Reisicumhur İsmet İnönü Hazretlerine ithaf ile iftihar ederler” (İTAMM, ss. 2-3). 3 Mecmuanın ve ansiklopedinin kapağında, isminin altında yer almaktadır. 232 İslam’ı Uyandırmak - II İlk sayı ve bir ön bilgilendirme yazısı için neredeyse İsmet İnönü ve Türklük vurgusu göze çarpmaktadır. Bunda dönemin baskın şartlarını da göz önünde bulundurmak icap ediyor. Zira ansiklopedi yazarlarından Yılmaz Öztuna’nın şu ifadeleri durumu özetler mahiyettedir: “Türk basın tarihinde en büyük sansür, en amansız baskı İsmet İnönü devrindedir. Bu çok kötü bir birincilik.. Gazete kapatmanın Sultan Hamid devrinde bir nizamı, adabı vardı. Tek parti döneminde Basın Yayın Umum Müdürü bile çok mühim (!) bir adamdı, gazetecileri falan kabul etmez... Gazete patronları vardı, Falih Rıfkı, Necmeddin Sadık… Bunlar zaten mebus… Bir mebus bile “gazetenizi 10 gün kapattım” derdi. 10 Gün çıkmazdı o gazete. ‘Cumhurbaşkanı İnönü’ yazınca gazeteniz kapanırdı, ‘Milli Şef ’ yazacaksınız… Birinci sayfanın yarısından daha aşağıda İsmet İnönü’nün ismi geçmez, üstte olacak... Yarısından altta geçerse ismi, yazı işleri müdürü fırça yerdi... ‘Tekrar ederse kapatırım gazetenizi’ derdi.” (Coşkun, s. 113). Nitekim Ansiklopedi girişinde –muhtemelen kerhen- yer alan tam sayfa İnönü resmi ve ithaf cümlesi bütün bu keyfilik ve despotizminin nerelere kadar uzandığını belgeler niteliktedir. Her nüshası 50 kuruştan satılan İslâm-Türk Ansiklopedisi Muhîtü’l-Maârif Mecmuası’nın idarehanesi “Ankara caddesi, No: 87, Asarı İlmiye Kütüphanesi” olarak verilmiştir. Ayrıca okuyuculardan “adres tebdilinde 20 kuruşluk pul göndermeleri rica olunmaktadır”, şeklinde bir kayıt da düşülmüştür. Ansiklopedinin mecmua kısmında da yayın periyodu anlamında ciddi değişiklikler görülmektedir. Öyle ki 1-14. sayılar 4 sayfa; 15-20. sayıları 8 sayfa; 21-50. sayılar 4 sayfa olarak neşredilmiştir. Daha sonra 67. sayıya kadar bütün sayılar iki sayı birleştirilip yayımlanmıştır. Yani 51. sayı ile 66 sayı arasında 8 sayı yayımlanmış ve bu sayılar da 8 sayfa olarak çıkmıştır. 67. sayıdan 100. sayıya kadar dergi 16 sayfa olarak yayınını sürdürmüştür. Mecmuanın ismi konusunda da karışıklıklar söz konusudur. Burada da 1-8. sayıda isim “İslâm-Türk Ansiklopedisi Muhîtü’l-Maârif Mecmuası”; 9-45. sayı arasında “İslâm-Türk Ansiklopedisi Muhîtü’l-Maârif ”; 45-50. sayı arası ise “İslam Türk Muhîtü’l-Maârifi” şeklinde geçmiştir. 51. sayıdan Muhîtü’l-Maârif ismi istif şeklinde geçse de bu tarihten sonra “İslâm-Türk Ansiklopedisi Mecmuası” 100. sayıya kadar devam etmiştir. 100. sayı 16 sayfa+16 sayfalık son forma ile nihayet bulmuştur. Mecmua İçinde Ansiklopedi, Ansiklopedi İçinde Mecmua 233 Mecmuanın ilk 10 sayısı Stad Matbaası’nda; 11. sayıdan 50. sayıya kadar Cumhuriyet Matbaası’nda; 51-52. sayı İstiklal Matbaası’nda; 53-54, 55-56, 57- 58, 59-60, 61-62. sayılar İbrahim Horoz Matbaası’nda; 63-64, 65-66. sayılar Aydınlık Matbaası’nda; 67-91. sayılar Kardeşler Matbaası’nda; 91-100. sayılar ise Şaka Matbaas’ında basılmıştır. 15 günde bir Cuma günleri çıkan mecmua, 78. sayıdan sonra ayda 4 nüsha çıkmıştır. Bu durum 100. sayıya kadar devam etmiştir. Kurucular ve Yazar Kadrosu Mecmua/Ansiklopedinin tahrir heyeti yukarıda da ifade edildiği gibi tek parti döneminin yanlış din politikalarını eleştiren İsmail Hakkı İzmirli, Kamil Miras, Ömer Rıza Doğrul ve Eşref Edib’den oluşmaktaydı. Tahrir heyeti dışında dönemin İslam Düşüncesine yön veren simalarının önemli bir kısmı çalışmanın içerisinde yer almışlardır: Ahmet Hamdi Akseki4 , Ömer Nasuhi Bilmen, Tahir Olgun, Hasan Hüsnü Erdem, Ali Himmet Berki, Mustafa Reşit Belgesay, Sıddık Sami Onar, Fuat Hulusi Demirelli, Bağdatlı Abbas Azzavî, Ömer Aköz, M. Şakir Ülkütaşır, M. Zeki Pakalın, Sadettin Nüzhet Ergun, Mustafa Namık Çankı, M. Şemsettin Günaltay, Ali Nihat Tarlan, Abdülkadir İnan, Efdalüddin, Resulzade Mehmet Emin, A. Kutluk, M. Avşarlı, Zeki Arif, Mahmut Ragıp Mihalgazi, Mahmut Yazır, Ahmet Sadi Aytan, Refik Ahmet Sevengil, Hikmet Turhan Dağlıoğlu, Fahrettin Karaoğlan, Cemal Zeki, Abdullah Zihni Soysal, Ferid Ayiter, Ragıp Özdem, S. Abdülkadir, Burhan Toprak, Hıfzı Timur, Şükrü Bütten, Salih Zeki Ekimci, Nuri Fehmi Ayberk, Cudi Erentürk, Süleyman Salim, V. Nuhoğlu, Kırzıoğlu Ali Genceli, Fatin Gökmen, Abdurrahman Aygün, Muharrem Feyzi Togay, Ali Haydar Özen, Süheyl Ünver, Mazhar Osman, Fahrettin Kerim Gökay, Osman Ergin, Necip Fazıl Kısakürek, Yılmaz Öztuna. Yine tahrir heyetinin tamamı, madde yazarlarının ise önemli bir kısmı İstiklâl Mahkemesi tarafından 1925 yılında kapatılan II. Meşrutiyet ve Erken Cumhuriyet devrinin önemli İslamcı dergilerinden Sebilürreşad’ın idareci ve yazar kadrosu içinde yer almış insanlardı (Kara, 2016, s. 453). 4 Ahmet Hamdi Akseki’nin Ansiklopedide kaleme aldığı maddeler ve mecmua kısmında yazdığı yazılar üzerinde daha tafsilatlı bir okuma için bkz. Kılavuz, (2004, ss. 131-139). 234 İslam’ı Uyandırmak - II Mecmua/Ansiklopedinin Yayımlanma Amacı Ansiklopedi ve ansiklopediyi tanıtıcı bir yayın organı olarak İslâm-Türk Ansiklopedisi Muhîtü’l-Maârif Mecmuası hakkında muhtemelen 1940 yılında 4 sayfa olarak yayımlanan tanıtıcı broşür neşriyatın neden ve niçin çıktığını izah eder sadettedir: Uzun senelerden beri memleketimizin en güzide ve en salâhiyetli İslam mütefekkirlerinin iştirakile hazırlanan muazzam eser. Âsar-ı İlmiye Kütüphanesi, İslâm-Türk Ansiklopedisi namile büyük bir ansiklopedi neşrine teşebbüs etmiştir. İslâm-Türk Ansiklopedisi, çok büyük, millî ve ilmî bir vazifenin ifasını üzerine almış bir eserdir. Türk, İslamîyetin zuhurundan çok kısa bir zaman sonra İslam camiasına girmiş ve çok geçmeden bu camianın siyasî alemdarlığı gibi kültür alemdarlığını da üzerine almış bir millettir. O zamandan bu zamana kadar Türk birçok İslam milletlerile beraber çalışarak ilme, sanata, medeniyete hizmet etmektedir. Türk’ün İslam tarihi çerçevesi içinde yetiştirdiği bütün büyüklerini ve büyüklüklerini anlatmak bu eserin hedefidir (Kara, 2016, ss. 492-94). Buraya kadar olan kısımda ve devam eden metinlerde vurgu “Türk” kelimesi üzerinedir. Esasen ilerleyen metinlerde de görüleceği üzerine burada Türk’ten kastın Türk’ü yoğuran, ayağa kaldırıp medeniyetler kurduran amiller olduğu görülecektir: Türk’ün İslam tarihi içinde yaşadığı devri, bütün medenî eserlerile, bütün muvaffakiyetlerile anlatabilmek için ayni çerçeve içinde yaşıyan, ayni hedefleri takip eden, ayni gayelere hizmet eden bütün unsurları hep beraber göstermek ve hep birlikte yaşatmak gerekir. Çünkü ancak bütün çerçevenin ihata ettiği varlığı göstermekle Türkün her istikamette kendini gösteren, her vadide büyük muvaffâkiyetler kazanan, erlik meydanlarında olduğu gibi ilim, sanat ve medeniyet yollarının her birinde hem İslamlık, hem bütün insanlık dünyasına ışık salan büyük başarılarını tebarüz ettirmek mümkündür. Bu yüzden bu eser bir İslâm-Türk Ansiklopedisi’dir. İslâm-Türk Ansiklopedisi bütün İslam milletlerinin ve bilhassa Türk milletinin İslam tarihi çerçevesi içindeki bütün fâaliyetlerini ihata etmekle Türk tarihinin bütün mütetebbilerine büyük hizmet ifâ edeceğine kanidir. Çünkü Türk’ün en verimli fâaliyetlerine ait muazzam bir devri kaleme almış ve aydınlatmış, Türk tarihinin mütetebbilerine kable’l-İslam olan Türk’ü tetkik etmeyi ve araştırmayı bırakmış olacaktır. Türk’ün İslam tarihi içindeki başarıları, hakikaten iftihara değer, Türk, tâ başlangıçtan benimsediği İslam davasını çok ileri götürmüş, bu davayı çok büyük buhranlardan kurtarmış, asîl ve necîp bir millettir. Onun benimsediği büyük davanın Mecmua İçinde Ansiklopedi, Ansiklopedi İçinde Mecmua 235 kıymeti ehemmiyeti bu eserde, bütün saffet ve samimiyetile, fakat en müşkülpesend ilmî usul ile etüd edilecek ve bu suretle Türk milletinin varlığını korumağa, tarihin, yükseltmeğe, başarılarını yaşatmağa ve bugünkü tarihî hayatına ulaştırmağa hizmet eden en kıymetli âmiller, tam bir vuzuh içinde tebarüz ettirilecektir. Bütün Türk büyükleri, Türk büyüklerini meşgul eden bütün meseleler ve düşünceler, ayni tesir altında kaldıkları veya birlikte çalıştıkları diğer İslam büyükleriyle beraber bu eserin içinde toplanacaktır. (İTAMM, 1941, 10, 4) Ansiklopedi’nin tahrir heyetine yönelik ilerleyen paragraflarda takdirkâr ifadeler kullanılır. Çünkü bir araya getirilen heyet, ilmi ve İslamî temsilde ve aktarımda ittifak edeceği isimlerden oluşmaktadır. Şu ifadeler geçer: İslâm-Türk Ansiklopedisi’ni yazanlar bir veya birkaç kişi değildir. Şark ve garp muharrirlerinin ihtisas sahipleri ve bilhassa Türk milletinin güzideleridir. Senelerden beri devam çalışmaların, her mesele üzerinde ihtisası müsellem olan güzidelerle temas ve muhaberenin, bu yolda şark ile garpte neşrolunan bütün eserleri tetkik etmenin ve bu tetkikleri süzgeçten geçirmenin neticesi olan bu eser, en nihayet ilmî salâhiyeti memleketimizce müsellem olan kıymetli bir heyetin nezareti altında yazılmaktadır. Israr ile anlatmak istediğimiz bir nokta, İslâm-Türk Ansiklopedisi’nin, ilmî salâhiyet ve ehliyetleri derecesinde ahlâkî ve fazilet ve kıymetleri umumiyetle müsellem olan en güzide Türk âlimlerinin eseri olduğudur. Mısır’da, Filistin’de, Irak’ta, Hindistan’da en yüksek şöhreti kazanan bugünün en tanınmış İslam uleması, münhasıran bu eser için yazdıkları tetebbülerle eserin telifine iştirak etmişlerdir. (İTAMM, 1941, 10, 4)5 Yine aynı broşürde İslam Ansiklopedisi tenkit edilmektedir. Hatalara değinilmekte ve neden yeni bir ansiklopedi hazırlama ihtiyacı duyulduğuna yeniden vurgu yapılmaktadır: Gerçi Avrupa’nın muhtelif lisanlar ile neşrolunan bir İslam ansiklopedisi vardır. Fakat bu eser, müsteşriklerin yığın yığın hatalarile doludur. Bu eser Mısır’da Arapçaya tercüme olunduğu zaman içindeki yanlışları da tashih için uğraşılmış, fakat birçok Mısır uleması tashih işine iştirak ettikleri halde bu ağır yükün altından kalkamamış ve her gayrete rağmen eser yanlışlar içinde kalmıştır. Böyle bir eseri aynen tercüme ederek işin içinden çıkmak çok kolay olabilirdi. Fakat o zaman millî irfanımıza hizmet etmemiş, istifade etmek ve aydınlanmak için esere müracaat edenlerin zihnine kalp malumat sokmuş olurduk. 5 Mecmuanın 10. sayısında İslam-Türk Ansiklopedisi’nin Bağdat basınındaki yankıları dile getirilmiş, Ansiklopedi yazar heyeti arasında yer alan Abbas Azzavî tarafından kaleme alınan yazıda bu çalışma ile Türklerin hakiki ve mükemmel bir ansiklopediye sahip olacağı, bunun da büyük bir kazanç olduğunun üstünde durulmuştur. bkz. (İTAMM, 1941, 10, 4). 236 İslam’ı Uyandırmak - II Esasen Avrupa lisanlarile vücuda getirilen İslam Ansiklopedisi’nin sırf ilmî bir endişenin mahsulü olduğuna inanmak da safdillik olur. Onun için her zahmete katlanarak, her fedakârlığa göğüs gererek, çalışmaktan yorulmıyarak ve yılmıyarak kendi âlimlerimizin hizmetinden ve sayinden, ayni zamanda devrin en büyük İslam âlimlerinin yardımından istifade ederek bu eseri vücude getiriyor ve neşre hazırlıyoruz. Hiç şüphe yok ki bu eser, bugünün en samimi ve en mübrem bir ihtiyacına tekabül ediyor. Kendimizi kendimize tanıtmak, kendimizi kendimize daha fazla sevdirmek, bizim için meçhul kalan veya anlıyamıyacağımız kitapların sinesinde gizli kaldığı için bize bir şeyler söylemiyen her şeyi apaçık göstererek ve apaçık anlatarak kendimizi içten içe tanımağa yardım etmek bakımlarından da bu eserin ayrı değeri vardır. (Kara, 2016, s. 493) Eserde neleri bulacağımıza dair yine kuvvetli bir İslam Türk vurgusu yer almaktadır: Yakında kavuşacağınız bu kıymetli esere şimdiden rağbet ve müzaheret göstermekle millî kültürümüze karşı en büyük vazifeyi ifa etmiş olursunuz. Çünkü bu eserde: Bütün İslam tarihini, İslam meselelerini, İslam medeniyetinin esaslarını, İslam harsının kıymetini, İslam müesseselerinin hizmetini, İslam ilimlerini, İslam Türk ulularını, İslam Türk devletlerini, İslam Türk irfanını, İslam Türk sanatını, Elhasıl İslam Türk çerçevesi içine giren her şeyi en derli toplu şekilde bulacaksınız. İslâm-Türk Ansiklopedisi gayet açık ve sade bir lisanla yazılmıştır. Maksad, herkesin kolaylıkla okuyup anlayabilmesidir. İslâm-Türk Ansiklopedisi her İslam Türk evinde bulunması lâzım gelen ana kitapların en başlıcalarından biridir. Bu sebeple bütün Müslüman Türklerin bu ansiklopedi ile ciddî surette alâkadar olması, bu eseri muntazaman takip etmesi iktiza eder. (Kara, 2016, s. 494) Tamamen yerli bir kadro ile samimi bir muhalefetle kendi öz kaynaklarından beslenerek yola çıkacak olan ansiklopediye sahip çıkılması da heyetin beklentileri arasındadır. Mecmua İçinde Ansiklopedi, Ansiklopedi İçinde Mecmua 237 Mecmuanın Yürüyüşü ve Okurdan Beklenenler Ansiklopedi ile birlikte yürüyen mecmuanın her sayısında çıkan fasikül maddelerini ve madde yazarlarını konu edinen bir yayın politikası sürdürülmüştür. İlk sayıda ansiklopedinin/mecmuanın fiziksel muhtevası, içeriği konu edilmiş, bir kısım detaylar ise ansiklopediye atıf yapılarak işaret edilmiştir. Yine ilk sayıda okurlara yönelik bilgilendirme ve dikkat çekme sadedinde bir yazı paylaşılmıştır. “Karilerimizle Hasbihal” (İTAMM, ss. 3-4) başlıklı yazıda dönemin önemli sıkıntılarından kâğıt sıkıntısına atıf yapılır ancak bunun çözüldüğü ifade edilir. Arkasından ansiklopediye sahip çıkılması ve onun abonelik yoluyla ya da kitapçılardan alınmak suretiyle dikkatli ve ihtimam göstererek takibi istenir. Gerek Maarif Vekâletine gerekse Diyanet Riyasetine bu eseri himaye etmeleri ve esere destek çıkmaları istenir. Mecmuanın ilk yazısında şunlar söylenir: Bu eserin tabı ve neşrine daha geniş bir zamanda başlamak isterdik. Fakat dünyanın gidişi o geniş zamanların çok uzak olduğunu gösteriyor. Kâğıt buhranı devam etmekle beraber, bize uzunca bir müddet kâfi gelecek kâğıt teminine muvaffak olmakla hemen neşre başlamayı münasip gördük. Bu kâğıtlar İtalya fabrikalarında Hindistan’a gönderilmek üzere hazırlanmış, fakat deniz yollarının kapanması üzerine İstanbul’a celbi mümkün olmuştur. Herşeyin bir vakti merhunu vardır. Bu fırsatın temadî edeceği belli değildir. Bu vaziyet karşısında mevcut kâğıtlarımızı idare ile kullanmağa, yani ancak okuyucularımızın adedine göre basmaya mecburuz. Fazla miktarda basıp da depo etmeğe bugün için imkân yoktur. Bunun için bu eseri takip etmek arzusunda olan zevatın ya abone olmaları yahut her nüsha çıktıkça muntazaman müvezzilerden veya kitapçılardan almaları iktiza eder. Bu vaziyet karşısında, cilt tamam olsun da öyle alırım demek doğru olmadığı takdir buyurulur. Bazı nüshaları alıp bazılarını almamak gibi intizamsızlık, ciltlerin ve takımların parçalanmasına, perakendeleşmesine sebebiyet vereceğini muhterem okuyucularımızın lütfen nazarı dikkate almalarını rica ederiz. Bu iki tarafa da zarardan başka birşey değildir. Abone olmayıp da her nüsha çıktıkça müvezzilerden veya kitapçılardan alacak olan zevatın dahi bir mektupla yahut bir kartla isim ve adreslerini bize bildirmek lûtfunda bulunmalarını rica ederiz. Böyle mühim eserlerin bütün okuyucularını kayıt ve tesbit etmek faydalı ve zarurî bir usuldür. Okuyucularımızdan bir ricamız da şudur; Lütfen bu eseri ilim ve irfan sahibi arkadaşlarına, ahbaplarına göstersinler. Onları abone olmaya veya nüsha nüsha almıya teşvik etsinler. Bu suretle bütün memleket münevverleri bu eserin intişarından haberdar olsunlar. Her okuyucumuz lâakal iki üç kişiye daha aldırmaya azmederse mutlaka muvaffak olur. Ve böylece müteselsilen okuyucularımızın sahası genişlemekle memleketimizde ilmin neşrine büyük hizmet edilmiş olur. (İTAMM, ss. 3-4) 238 İslam’ı Uyandırmak - II Buraya kadar fasikülleri bir disiplin içinde almanın önemi telkin edilirken gelecek olan şu ifadeler önemlidir. Zira Müslüman Türk’ün ihtiyacı olan malumat ve İslamî meseleler buradadır: “Bu ansiklopedi, her Müslüman Türkün evinde bulunması elzem bir eserdir. Çünkü hatıra gelen, bilinmesine ihtiyaç hâsıl olan bütün malûmat ve mesaili İslamîye bu eserde mündemiçtir.” Yine alınan formaların çıktıkça okunmasının elzem olduğundan bahsedilir. Aslında yazılan maddeler bir ansiklopedi maddesi havasında değil kimi zaman makale kıvamındadır. Hal böyle olunca evde ailecek, gençlerin de istifade edeceği şekilde birlikte okunması tavsiye edilir: Şimdilik on beş günde bir, okuyucularımızın miktarı taayyün ve takarrür edince her hafta mecmua halinde forma forma neşrolunacağı için her nüshayı onu takip edecek nüsha çıkıncaya kadar okumak mümkündür. Büyük bir cilt haline geldikten sonra süzerek okumak belki mümkün olmaz. Onun için okuyucularımızın her nüshayı aldıkça, muntazaman okumaya gayret etmelerini bilhassa tavsiye ederiz. Aile reisleri yalnız kendileri okumakla iktifa etmeyip de haftanın muayyen ve müsait zamanlarında çocuklarına cehren okuttururlarsa bütün aile halkına da ciddî ve ilmi eserlere karşı rağbetin uyanmasına ve İslamî malûmatlarının artmasına hizmet edilmiş olur. Bilhassa taakkul ve tefekkür çağına gelen gençlerin fikri inkişaflarına bu eserin azîm faydası olacağını müslüman Türk babaları kemali ehemmiyetle takdir etmeleri lâzım gelir. Okuyucularımıza eserdeki her bahis ile ciddi surette alâkadar olmalarını, şöyle okuyup geçmekle iktifa etmemelerini, her madde ve her bahis üzerinde biraz durup tefekkür etmeleri lüzumunu hatırlatırız. İzaha muhtaç görülen noktalar olursa lütfen bildirmelerini rica ederiz. Yazılan maddeler ve bahisler hakkında sorulacak her suale memnuniyetle cevap verilir. Şu nokta da ehemmiyetlidir: Nüshaların muhafazasına, evde şuraya buraya konulmamasına, diğer gazeteler veya mecmualar arasına karışmamasına çok itina edilmesi rica olunur. Çünkü zayi olacak nüsha yerine başkası gönderilmiyecektir. Mümkün olsa da formalar iki mukavva arasında muhafaza edilse hem ziyadan, hem de örselenmekten sıyanet edilmiş olur. Cilt tamam olunca yaptıracağımız hususi nefis ve metanetli cilt kapakları taşralardaki okuyucularımızdan arzu edenlere dahi gönderilecektir. (İTAMM, ss. 3-4) Devamında bu işin yürümesinde esas makamlara çağrıda bulunulur. Evvela Maarif Vekâletinden kütüphanelere temini istenir. Bunu başka vesilelerle de görüyoruz. Daha sonra reislerinin de yazar kadrosunda olduğu Diyanet’e çağrıda bulunulur. Bu adresten ciddi karşılık gelir. Ancak Maarif Vekâletinin desteği akim kalır. İlk sayıda devam eden yazıda “Yüksek Makamlardan Temennilerimiz” başlığıyla ilgili makamlardan şunlar istenir: Mecmua İçinde Ansiklopedi, Ansiklopedi İçinde Mecmua 239 Memleketimizde ilim ve irfanın neşri için çok kıymetli mesaide bulunan ve bu hususta büyük muvaffakiyetler gösteren Maarif Vekâletinin, ayni maksada hizmet edecek olan bu eseri de himaye buyurarak muavenet ve müzaheretlerini diriğ etmiyeceklerini ümit ederiz. Böyle muazzam bir eserin tabı ve neşri ne kadar büyük sermayeye mütevakkıf olduğu, hususî bir müessese için ise bilhassa herşeyin pahalı ve nadir olduğu bu buhranlı zamanda binbir müşkülâtla karşılaşacağı Vekâletçe malûmdur. Biz, Maarif Vekâletinin arzu ve maksadı esasisine âcizane hizmete çalışmakla her suretle himaye ve müzaharetine kesbi liyakat etmiş olduğumuzu, eserimizin Maarif Vekâletine mensup müesseselerde bulunabilecek bir kabiliyette olduğunu, bilhassa yerli mahsuli irfan olmakla Vekâletin yüksek takdirine mazhar olacağını ümit ederiz. Memleketimizin ilim ve irfanına diğer bir koldan çalışan Büyük Millet Meclisinin emrile ve tahsisatile on binlerce sayfaya varan tefsir ve hadis ilimlerini neşre himmet eden Diyanet Riyasetinin de ayni maksad-ı esasiye hadim olan bu eseri himaye ve müzaheret buyuracaklarını6 ümit ederiz. (İTAMM. ss. 3-4) Mecmuanın 15 gün sonra yayımlanan sayısında ise “Karilerimizin Yüksek Teveccühleri”7 (İTAMM. 2. 2) başlıklı giriş yazısında Ansiklopedi’ye teveccüh dolayısıyla teşekkür edilir, “külliyetli miktarda basılan” ilk nüshanın bittiğini ve ikinci baskının yapılmak durumunda kalındığı zikredilir. Mecmuanın/Ansiklopedinin Yapısı ve Yazıların Muhtevası Mecmua ve ansiklopedinin iç içeliğinin söz konusu olduğu çalışmanın ansiklopedi bölümünün ilk fasikülünde 11. sayfada “İslam Türk Ansiklopedisi’nin mahiyeti ve hedefi” başlığı altında Ö. R. Doğrul ve E. Edib imzaları ile bir yazı yer almakta ve Muhammed İkbal’den iktibaslarla gayenin batı karşısında geri olan İslam âlemine ilmi alanda ışık tutmak olduğu zikredilmiştir. Yazının devamın6 Diyanet Riyasetinin de aynı hassasiyet ile ansiklopediye sahip çıktığını ve bununla ilgili müftülüklere yazı yazdığına şahit oluyoruz. Bununla ilgili Diyanet İşleri Başkanlığı’nın taşra teşkilâtına gönderdiği bir yazıda İslam-Türk Ansiklopedisine abone kaydı için müftü, vaiz ve cami görevlilerinin yardımcı olmalarını istemekte iken (CADB., Diyanet İşleri Başkanlığı (051), 4, 31,2 (1)), diğer taraftan Başkanlığın İçel Müftülüğüne gönderdiği 30 Mart 1948 tarihli bir yazıda; “İstanbul’da Asâr-ı İlmiyye Kütüphanesi’nin neşrettiği İslam-Türk Ansiklopedisi’ne abone kaydı temini için müftü, vaiz ve cami görevlilerinin yardımcı olmaları” istenmekte idi. Bu yazının benzerinin ülke çapındaki bütün müftülüklere gönderilmiş olduğunu düşünmemiz mümkündür. Cumhuriyet Arşivi Daire Başkanlığı (CADB.), (051), 4, 31, 2’den aktaran için bkz. Yazıcı (2012, s. 38). 7 İTAMM, 2, 2. 240 İslam’ı Uyandırmak - II da Tahrir Heyeti imzası ile “Esas programımız” başlığı altında yapılacak şeyler sıralanmaktadır. Bu yazıda, “Bu eseri yazmak ve neşretmekten maksadımız, birtakım ölü bilgileri bir kere daha anlatmak, birtakım ölü kimseleri bir kere daha yâd etmek değildir. Maksadımız hayatiyetini muhafaza eden ve bu güne kadar yaşamakta olan bilgilerin değerini İslamın alâkalandığı her mevzunun nasıl işlendiğini, bugüne kadar zindeliğini muhafaza ederek bize nasıl intikal ettiğini ve yarına nasıl kavuşacağını anlatmaktır.” denilmektedir. Programda esas olarak Kur’an, hadis, İslam tarihi, İslam ilimleri, edebiyat ve güzel sanatlar, fikir ve din hareketleri yer almaktadır. İlâveten İslam medeniyeti tarihine Türklerin katkıları da işlenmektedir. Daha sonra İslam ilimleri ve geçirdiği safhalar üzerine İsmail Hakkı İzmirli’nin bir yazısı yer alıyor. Ekte İslam âleminde yazılan ansiklopedilerin listesi verilmektedir. Ansiklopedi metni 29. sahifeden ve “A” harfi ile başlamaktadır. Çift sütun üzerinden düzenlenen sayfalarda madde başlıkları siyah büyük harflerle verilmekte olup, bazı maddelerin karşılarında eski harflerle asıl imlâları kaydedilmiştir. Madde alt başlıkları (hadis, tasavvuf, fıkıh v.b.) siyah küçük harflerle belirtilmiş yer yer tenkit başlıkları ile işlenen konu hakkında daha önceden söylenilenler tenkit edilmiştir. 1940-44 arasında devam eden fasiküllerle birlikte I. cilt tamamlanmıştır. Eserin II. cildine 1944 te başlanır. İlk fasikülle birlikte daha önce 4 sayfa neşredilen Muhîtü’l-Maârif Mecmuası şimdi 8 sayfa olarak yayımlanmaktadır. Mecmuanın birlikte çıkan 65-66 numaralı nüshasında (1946) ansiklopedi yayınının aksamalarla sürmesi üzerine bir “hasbihâl” yayımlanır. Hasbihâl’de yayımın niçin yavaş yürüdüğü izah edilerek şöyle denilmektedir: (...) bu işe ciddi bir yardım ve müzaheret gösterilmemiştir. Maarif Vekâleti kütüphanelerine gönderilmek üzere yüzellişer nüsha almakta iken bilahare bunu da almaktan vazgeçmiştir. Muhterem Hasan Ali Bey neden böyle tensib buyurmuşlardır. Ansiklopedimizin ilmi bir kıymeti olmadığına mı kanaat getirdiklerinden, yoksa Vekâletin neşrettiği “İslâm ansiklopedisinde misyoner ve müsteşriklerin maksadı mahsusla Müslümanlık ve Türklüğe karşı yaptıkları tariz ve iftiraları, tecavüz ve saygısızlıkları tenkid ettiğimizden mi? (Kutlu, 1982, ss. 1-2) Ansiklopedinin içinde yer aldığı mecmuanın 1-77. sayıları on beş günlük, daha sonrakiler haftalık olmakla beraber çıkış tarihlerinde düzensizlik ve atla- Mecmua İçinde Ansiklopedi, Ansiklopedi İçinde Mecmua 241 malar bulunmaktadır. Asıl ansiklopedi formasının iki yapraklı kapağı görünümünde olan dergi, 50. sayıya kadar hemen hemen sürekli olarak koruduğu bu sayfalarda, daha çok ansiklopediyi ve yazarlarını tanıtan, o formadaki maddenin önemini belirten, abone ve bayilere hitap eden, zaman zaman da ansiklopedi hakkında basında çıkan yazıları iktibas ederek onlara cevap veren bir tanıtım dergisi niteliğindedir (Polat, 156). 51-66. sayıları arasında sekiz, daha sonra on altı sayfa olarak çıkan dergide konular yine dinî çerçevede olmakla beraber zenginleşmiş, dünya milletlerinde dinin yeri, İslam tarihinden parçalar, Batı’da din öğretimi, “Türkiye’de İslam cemaati teşkilâtı” hakkında anket gibi değişik meseleler yer almıştır. İslâm-Türk Ansiklopedisi Mecmuası’nda yazar tanıtımının yanı sıra İslam Ansiklopedisi’nin eksiklikleri gösterilirken, basında lehlerine ve aleyhlerine çıkan yazıları da Mecmua’da cevap vermişlerdir. Nitekim 13. sayıda “Bir Tecavüzün İçyüzü” (İTAMM, 9 Mayıs 1941, 13, 2-4) başlıklı yazısında Eşref Edip, Ahmet Ateş’in İslâm-Türk Ansiklopedisi’yle ilgili olarak Tasvir-i Efkâr’da çıkan tenkidine cevap vermektedir. Eşref Edip, Ahmet Ateş’i ilim endişesinden uzak bir şahsiyet olarak tanımlamıştır ve bizim ilim adamlarımız tarafından yazılan bu Ansiklopedi’nin her maddesinin, müsteşrik, misyoner ve Yahudi kumpanyası tarafından yazılan maddelerden çok daha iyi olduğunu savunmuştur. Bir sonraki sayıda bu defa Ahmet Ateş’e İsmail Hakkı İzmirli, dört sayfalık bir cevap vermektedir. (İTAMM, 30 Mayıs 1941, 14, 1-4). 17. sayıda hem Eşref Edip ve hem de İ. H. İzmirli tekrar bir yazı ile A. Ateş’e cevap vermektedirler.8 Bu arada Fahreddin Kerim de münakaşaya katılmıştır.9 Bu alandaki diğer örnekler yanında, ansiklopedi ile alakası olmayan bazı çalışmaların kritiği de mecmuada yapılabilmektedir.10 8 Ahmed Ateş’in Ansiklopedi için derme çatma kelamını uygun görmesi, A harfinin yazıldığı halde, Abdullah, Abdürrezzak, Abbasiler maddelerinin bilerek, ansiklopediyi yazanların işine gelmediği içindir, Eşref Edib’in bu tenkide cevabı ise, “Uzun ”yı kısadan ayırdık, bunlar bittikten sonra sıra Kısa A’ya gelecek, O zaman hiçbir şeyin atlanmadığını görülür ve eserin derme çatma değil, kendi kafanızın derme çatma olduğu” şeklindedir. İşte bu münakaşa bu yazı ile son bulacak, bir daha herhangi bir yazı yayımlanmayacaktır. Bkz. “İlmi Mesâiye Düşmanlık Zihniyeti, İlmi Muhit İçinde Bu Zavallı Zihniyet Nasıl Yaşayabilir?” (İTAMM, 1 Ağustos 1941, 17, 3-8). 9 Haksız bir tenkide cevap, (20 Haziran 1941), İTAMM, I(15), 3-4. 10 Örneğin, Muallim Nafiz, (21 T. Sanî 1941), Prof. Şerafeddin Yaltkaya’nın Arapçadan tercüme ettiği bir eser, (5 K. Evvel 1941), 23, 3-4; 24, 3-4; İsmail Habib’in Avrupa edebiyatı ve biz, adlı kitabının İ. H. İzmirli tarafından tenkidi, (20 Şubat 1942), 28, 2-3; (20 Mart 1942), 30, 2-3; (15 Mayıs 1942), 34, 2-4; Devamında İ. Habib’e diğer bazı tenkitler 36, 39, 41, 42, 44. 242 İslam’ı Uyandırmak - II İslâm-Türk Ansiklopedisi Mecmuası’nda yer yer maddelerle ilgili açıklayıcı bilgiler, okuyuculardan gelen sorulara cevaplar da yer almıştır. Örnek vermek gerekirse 15. sayıda Ömer Nasuhi Bilmen, yazmış olduğu Âdem maddesi ile ilgili açıklayıcı bilgilere yer vermiştir. Bu madde üzerine ise Yurt ve Dünya dergisinde Niyazi Berkes “Yeni İslamcılık” başlıklı bir yazı yazmıştır. Berkes, yazısında İslam Ansiklopedisi’nde yer alan kısa “Âdem” maddesini daha gerçekçi bulmuş, İslâm-Türk Ansiklopedisi’ndeki sayfalar ayrılan “Âdem” maddesinin çarpıtıldığını dile getirmiştir ve bu maddeye göre, Kur’an’da ilk ve Tanrı tarafından yaratılan insanın Âdem olduğu bildirilmediği, bilakis Kur’an’ın arzın tabakalarından ve beşeriyetin tekâmülünden bahsettiği, hatta arzın tabakalarına inerek araştırma yapınız tarzında bir emir de bulunduğu ileri sürülüyor.11 Mecmuanın 51 ve 52. sayılarında, birinci cildin bitmesini müteakip, genel bir değerlendirme yazısı yayımlanır ve bu durum şöyle dile getirilir: “Eserin birinci cildi, dünyanın alt üst olduğu sırada yazıldı ve intişar etti. Tabii şartlar içinde, sulh ve müsalemet devrinde hatır ve hayale gelmeyecek birçok güçlükle pençeleşmek ızdırabında kaldık. Bu yüzden eser, arzu ettiğimiz intizam içinde intişar edemedi. Fakat her güçlüğü yenmeyi arzu ederek eseri tamamlamak için her imkândan istifadeye ve daima ileriye doğru adım atmaya çalıştık. Bütün ümidimiz, eserin ikinci cildini ve daha sonraki ciltlerini daha iyi şartlar içinde neşre muvaffak olmaktır.”12 Mecmua 67. sayıdan itibaren 16 sayfa olur (1947). İslamî ilimler, sanat, edebiyat ve maarif sahalarında yazılara yer verir. İsmail Hakkı İzmirli’nin 1946 yılında vefatı derginin 63-64. sayılarına yansır. Ondan sonra Kâmil Miras, İslâm-Türk Ansiklopedisi’nin Eylül 1947’de çıkan 78. sayısından itibaren Başmuharrir olarak gösterilmektedir. O bu pozisyonunu Nisan 1948’e veya biraz sonra çıkan 100. sayıya kadar korumuş, bu ikinci ciltte 10’un üzerinde makalesi yayımlanmıştır (Yazıcı, 2012, s. 40). Bunun dışında mecmuada Diyanet Reisi Ahmet Hamdi Akseki gibi bir ismin bulunması da mecmuaya ayrı bir güç katmış ve Diyanet’in kurumsal anlamda meseleyi sahiplenmesinde de tesiri olmuştur. Akseki’nin mecmuada ve ansiklopedide sıklıkla yazılarının yayımlanması13 bir yana Kamil Miras14, Ak11 Niyazi Berkes, (Ağustos 1941, ss. 114–115)’ten aktaran için bkz. Çakmak (2011, s. 55). 12 İslam-Türk Ansiklopedisi’ nin birinci cildinden ikinci cildine, (Birinci Kanun 1944), İTAMM, II(51–52), 3). 13 Detaylı bilgi için bkz. Kılavuz (2004, ss. 131-139). 14 Miras (1947 Mayıs, ss. 6-9). Mecmua İçinde Ansiklopedi, Ansiklopedi İçinde Mecmua 243 seki’nin Diyanet Reisi olması üzerine etraflıca bir yazı kaleme almıştır. Tahir Olgun da bir şiir yazarak15, Diyanet Reisi olması hakkında tarih düşmüştür. Devam eden sayılarda mecmua girişinde Ömer Rıza Doğrul tarafından tefsir yazıları16 kaleme alınmıştır. Sonraki sayılarda Hasan Basri Çantay, Mehmed Akif ’le ilgili iki yazı kaleme almıştır. Bu yazılarda Akif ’in farklı veçhelerine değinilmiş ve 35 maddede bu yönler açıklanmıştır17. İstanbul Müftüsü Ömer Nasuhi Bilmen’i de İslam’da Demokrasi18 başlıklı üç yazı ile mecmuada görüyoruz. Mecmuada diğer gazetelerde çıkan yazıların takip edildiği ve bunlara cevap verme gibi bir gayretin olduğu çok açıktır. Tabii ki, bu ahlak sınırları ile çevrelenmiş, asla hakaretvari şeyler söylenmemiştir. Ama mecmuanın özellikle İslam konusunda, taassup sahibi olduğu ve “biz daha iyi biliriz” mantığı yer yer müşahede edilmektedir (Çakmak, 2011, s. 60). Bu duruma örnek, Eşref Edib’in Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu hakkındaki yazdıklarıdır.19 Fındıkoğlu, 18 Ekim 1947’de Cumhuriyet gazetesinde “Hac” hakkında bir yazı yayımlar. Eşref Edib’e göre bu yazıda, hac farizası “kaba ve iptidai”likle istihfaf ve istihkar edilmekte, milletin ve dinin ana temellerine, mukaddesatına, iman itikat esaslarına dil uzatılmaktadır ve bu durum İslamîyet açısından asla kabul edilemez” şeklinde yorumlamıştır. Derginin Son Sayısı ve Ardından Yazılanlar Derginin 100. ve son sayısı Nisan 1948 tarihini taşımaktadır. Bu sayıda ansiklopedinin ve mecmuanın devam edeceği belirtilmişse de ansiklopedi sadece dört forma daha ve eskisi gibi iki yapraklık dergi sayfası içinde verilmekle kalmıştır (Aykut, 2001, s. 58). Ancak Eşref Edib’in Mayıs 1948’de Sebilürreşad dergisinin yeniden çıkarmaya başladığı sayısında bu işin bitmediğini gösterir cümleler sarf etmiştir. “Allahın İnayetile Sebilürreşad’a Başlıyoruz” başlıklı yazıda İslam Türk Anonim Şirketi kurmak istediğinden bahseder, bu sermayenin ise yarısına ya15 Olgun (1947 Mayıs, s. 9). 16 Doğrul (1947 Nisan, ss. 2-4). 17 Çantay (1947 Haziran, ss. 12-14). 18 Bilmen (İslam’da demokrasi, 1947 Haziran, ss. 10-11), (İslam’da demokrasi II, 1947 Haziran, ss. 14- 15), (İslam’da demokrasi III, 1947, ss. 7-8). 19 Eşref Edib, (1947 Kasım, s. . 244 İslam’ı Uyandırmak - II kın kısmının bazı hamiyetli Müslümanlar tarafından karşılandığını ifade eder. Akabinde ise İslamî neşriyatın inkişafı için zaruri olan şeyleri sıralar, özellikle matbaa vurgusu yapar ve bu arada İslâm-Türk Ansiklopedisi’nin neşrine hız vermekten bahseder. Devamında okuyuculara şu çağrı yapılır: Her şeyden evvel, okuyucularımızın neşriyatımıza karşı ciddi bir alaka göstermeleri icap eder. Bir taraftan İslâm-Türk Ansiklopedisi’ni neşre devam ederken, şimdi Sebilürreşad mecmuasını da neşre başlıyoruz. Malum olduğu üzere Sebilürreşad, evvelce 25 cilt çıkmıştı. Onun tamam koleksiyonları kalmadığı için şimdi yeniden bir numaradan ve birinci ciltten başlıyoruz. Bu, İslâm-Türk Ansiklopedisi’nden ayrı olarak çıkacaktır. İslâm-Türk Ansiklopedisi de evvelce iki nüsha bir arada çıktığı gibi intişar edecektir. İsteyen yalnız İslâm-Türk Ansiklopedisini yahut yalnız Sebilürreşad mecmuasını veya her ikisini alabilecektir. (Sebilürreşad, 1(1), 4) Devamında mecmuaların abone bedellerine değinir. Metnin geneli tek parti zulmünden çıkıldığının emareleri ve işaretleri ile doludur. “Artık korku yoktur. Bütün maneviyat düşmanlarının taarruzları kırılmış, millet din hürriyetine, vicdan hürriyetine kavuşmuştur.” denilmiştir. Ancak İslâm-Türk Ansiklopedisi için bir daha geri dönüş olmamıştır. Bunun nedenleri üzerine yukarıda bir takım emareler serdedilmiştir. Özellikle Maarif Vekâletinin Mecmua/Ansiklopedi’yi kütüphanelere almaktan vazgeçmesi ciddi bir yıkım olmuştur. Resmi kurumlardan beklenen ilgi ve desteği göremeyen yayın, okurların ilgisi noktasında da süreklilik arz edecek bir yankı bulamadığını hasbihal yazılarında gösteriyor. Zaten maddi olarak zorluklarla çıkan, kâğıdın dahi güçlükle temin edildiği bir zaman diliminde ansiklopedi girişimi inkıtaya uğramıştır. Mecmua/Ansiklopedi Yazarlarına Dair Bir Hatıra Yazar havuzu anlamında oldukça zengin bir kadroya sahip olan İslâm-Türk Ansiklopedisi ve Muhîtü’l-Maârif mecmuası dönemin en önemli isimlerini bir araya getirmekle de önemli bir vazife ifa etmiştir. Ansiklopedi’de maddesi bulunan ve kadroya sonradan dâhil olan bir isim daha var ki daha sonra Eşref Edib beyin damadı olacaktır. Bu isim Yılmaz Öztuna’dır. Yılmaz Öztuna, İslâm-Türk Ansiklopedisi Mecmuası’nı takip etmesini ve yayının içine dâhil olmasını şöyle anlatıyor: 1946 senesinde sık sık Ankara caddesine inerdim, kitap almak için. (...) Lise birdeydim. Ankara caddesinin yokuşa tırmandığınız zaman yukarı doğru sağda çok dar bir yerde Asar-ı İlmiye Kütüphanesi yazılı kitap satış yeri vardı. Küçük bir yer. Girdim... İslâm-Türk Ansiklopedisi neşrediyorlardı. Yeni fasikülünü satın aldım. Mecmua İçinde Ansiklopedi, Ansiklopedi İçinde Mecmua 245 Yaşlıca bir adam Eşref Edib Bey o zaman 64 yaşındaydı sanıyorum. Beyaz saçlı, şişmanca, uzun boylu, beyaz tenli, kravatlı biri.. ‘Bu ansiklopediyi okuyor musun?’ dedi. ‘Okuyorum. Buna tepki olarak çıkarılan Milli Eğitim’in Türk İslam Ansiklopedisi’ni de okuyorum.’ dedim. Öyle inanır gözle bakmadı bana. ‘Değerlendirmeniz nedir?’ deyince ‘Siz bazı maddeleri tafsilatlı yazıyorsunuz, fakat bazı maddeler çok zayıf. Mesela Hacı Arif Bey maddesi, o maddeyi yazan müzisyen olamaz’ dedim. O zaman ‘yukarıya teşrif eder misiniz?’ dedi. Dar merdivenlerden Eşref Edib Bey önde, ben arkada üst odaya çıktık. Tahta iskemleler, belki Sultan Aziz devrinden kalma masa… Badanasız oda… Dört yaşlı kişi saha vardı. Biri Kamil Miras, biri İsmail Hakkı İzmirli’ydi... Bunların ikisi de Ordinaryus Profesör’dü. İki kişi daha var ama kesin bilmiyorum, birisi sanıyorum Ferit Kam, diğeri de Ömer Rıza Doğrul’du. Beni tanıttı. Bu büyükbabam yaşındaki adamlarla sonra toplantılara girmeye başladım. Ve İslâm-Türk Ansiklopedisi’ne, Osmanlı Tarihi ve Klasik Türk Musikisi ile ilgili 12 madde yazdım (Coşkun, 2013, s. 142). Yılmaz Öztuna, Eşref Edib’le daha sonra 1951 yılında İsmail Hami Danışmend’in evinde yoğun olarak görüştüklerini sözlerine ekliyor. Yine Öztuna, Eşref Edib Bey’in sarsılmaz imanı ve mücadeleci kimliğini de şu cümleler ile özetler: “Tevkif edildi. Diyarbakır’da kurulan İstiklal Mahkemesi’ne gönderdiler... Fevkalade rejim mahkemesi. Ya idam cezası vardı, ya salıveriliyordu. Hâkim ‘seni bırakırım, ama bir şartla, dergini kapatacaksın, yok artık Sebilürreşad’ demiş. Böyle yakayı kurtarabildi. Fakat Eşref Edib, fikriyatından hiçbir zaman vazgeçmedi... Cesur adamdı” (Coşkun, 2013, s. 142). Sonuç 1940’larda İslâm-Türk Ansiklopedisi’nin yayımlanması, 20 yüzyılın birinci yarısının sonlarına doğru ortaya çıkan, marjinal siyasi tutumlardan uzak, “İslamî” ve “millî” kavramlarının bütünleşmesiyle oluşan ve bilinçli bir şekilde modernleşerek devam eden “İslamî Türk Edebiyatı”na kaynak teşkil edecek şekilde İslamî bilgilerin güncelleşmesi yolunda altı çizilmesi gereken ilk önemli faaliyettir (Lekesiz, 963). Aslında bu ansiklopedi girişimini entelektüel anlamda ilk ciddi muhalefet olarak görmek de mümkündür (Gün, 2001, s. 80). Muin Fevzioğlu (1958), “Sebilürreşad 50 Yaşında” başlıklı yazısında: “…İslâm-Türk Ansiklopedisi adıyla intişara başlayan bu eser ne yazık ki, çok kıymetli yazı heyetinin varlığına rağmen birçok sebeplerden dolayı çıkamamış, o zamanki idarenin yanlış anlayışına kurban giderek kısa A’yı bile tamamlayamadan tarihe intikal etmiştir. Bu ansiklopedideki ilim ve edebiyat uğruna olduğu kadar, 246 İslam’ı Uyandırmak - II millî bilgi kaynaklarımıza karşı da girişilmiş savaşlar bugün bir zafer hüviyeti ile karşımıza çıkmaktadır” der (s. 46). Bernard Lewis ise Milli Eğitim’in bastığı İslam Ansiklopedisi’nin Türkçe edisyonundan söz ettikten sonra şunları ifade etmiştir: “Genç Türk döneminde Müslüman dergisi Sebilürreşad’ın yayınlayıcısı olan Eşref Edib olmak üzere, dindar zihniyette bir grup Türk, bu projeye şiddetle karşı çıktı. Bu sözde Encyclopaedia of Islam’ın gerçekten bir İslam Ansiklopedisi değil, İslamlığa karşı bir ansiklopedi olduğunu, kısmen misyonerlerin çabalarına yardımcı olmak kısmen de İslam dininin temelini yıkmak amacını taşıyan Hristiyan misyonerlerinin bir eseri olduğunu söylüyorlardı. İslamlığa karşı olduğu iddia edilen bu projeyi desteklediğinden dolayı Millî Eğitim Bakanlığını, önce basında, sonra kendilerinin çıkardığı dergide çıkan mektup ve makalelerle yerdiler. 1941’de Türk İslam Ansiklopedisi adında resmî ansiklopedi örneği fakat tamamen Müslüman görüşü esasına göre yazıldığına inandıkları yazılar ile kendi rakip ansiklopedilerini yayınlamağa başladılar.”20 Özellikle oryantalist bakışla hazırlanan İslam Ansiklopedisi’ne karşı hakikati seslendirmek üzere ortaya çıkmış bir yayın olan İslâm-Türk Ansiklopedisi, Muhîtü’l-Maârif Mecmuası, her ne kadar akim kalsa da, yakın tarihimizde bu topraklar üzerinde yerli, İslamî bir Ansiklopedi girişimi olarak tarihe geçmiştir. Netice itibariyle Sırât-ı Müstakîm, Sebilürreşad geleneği, ansiklopedi ve beraberinde ansiklopedinin sesi olmuş, mecmuanın yayınına yansımış, büyük bir tecrübe ve birikim bu vesile ile kayıt altına alınmıştır. Bütün maddi ve manevi yorgunluğa rağmen 1948 Nisan’ında yayınına son veren İslâm-Türk Ansiklopedisi/Muhîtü’l-Maârif Mecmuası’nın arkasından 1948 Mayıs’ında Sebilürreşad’ın tekrar yayımlanmaya başlaması Eşref Edib ve dönemin İslamcıları için mücadelenin devam ettiğinin en belirgin göstergesidir. Kaynakça Aykut, A. (2001). İslâm. TDV İslam Ansiklopedisi (c:21, ss.57-58) Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı. Bilmen, Ö.N. (1947). İslam’da demokrasi. İTAMM, 10-11. Coşkun, M. (2013). Sırât-ı Müstakîm yoldaki çığır Sebilürreşad. İstanbul: İBB. Kültür ve Sosyal İşler Daire Başkanlığı Kültür Müdürlüğü. 20 Lewis yazısının devamında haksız eleştirilerde de bulunmuştur: “Ansiklopedilerinin her fasikülüne, aynı zamanda Bakanlıkça yayımlanan diğer ansiklopedinin çıkan fasikülleri hakkında şiddetli ve çok kez küfürbaz yergiler ihtiva eden bir magazin de ekliyorlardı.” bkz. Lewis (1988, s. 413). Mecmua İçinde Ansiklopedi, Ansiklopedi İçinde Mecmua 247 Çakmak, İ. (2011). Eşref Edib Fergan’ın hayatı ve Türk basın tarihindeki yeri (yayımlanmamış yüksek lisans tezi). Kırıkkale Üniversitesi, Kırıkkale. Debus, E. (2012). Sebilürreşad. (A. Dirim, Çev). İstanbul: Libra Kitap. Erdoğan, A. (2012). Babıali yayıncılığı ve İslamî neşriyat. Dübam (Dünya Bülteni Araştırma Masası) Bülteni. Fevzioğlu, M. (1958). Sebilürreşad 50 yaşında. Yeni Sebilürreşad, 12(278), 46. Gün, F.(2001). Sebilürreşad dergisi ekseninde çok partili hayata geçerken İslamcılara göre din-siyaset-laiklik (1948-1954). İstanbul: Beyan. Kara, İ.(2016). Cumhuriyet Türkiyesi’nde bir mesele olarak İslam-II. İstanbul: Dergâh. Kılavuz, A. Saim. (2004). Ahmet Hamdi Akseki’nin İslâm-Türk Ansiklopedisi’ne katkıları. Ahmet Hamdi Akseki Sempozyum (ss.131-139). Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı. Köprülü, Orhan F. (2001). İslam ansiklopedisi. Türkiye Diyanet Vakfı İslam ansiklopedisi (cilt 23, ss. 43-44) Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı. Kutlu, M. (1982). İslâm. Türk Dili ve Edebiyatı ansiklopedisi (cilt V, ss.1-2 ). İstanbul: Dergâh. Lekesiz, Ö. (2005). İslamî Türk edebiyatının değişen yüzü. Modern Türkiye’de siyasi düşünce (cilt 6, s.963 ) İstanbul: İletişim. Lewis, B. (1988). Modern Türkiye’nin doğuşu. Ankara: Türk Tarih Kurumu. Mazıcı, N. (1984). Atatürk döneminde muhalefet: 1919-1926. İstanbul: Dilmen. Polat, E. (2011). Eşref Edip Fergan’ın hayatı eserleri ve edebî kişiliği (yayımlanmamış yüksek lisans tezi). A.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara. Yazıcı, N. (2012). Kâmil Miras hayatı ve eserleri. Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı ~ Sebilürreşad, 1948, Mayıs, 1(1). ~ ~ Sırât-ı Müstakîm, 11 Temmuz 1324, 424. ~ Giriş XIX. yüzyılın son çeyreğinde Osmanlı aydınları arasında düşünsel temelde “devletin bekası” için farklı öngörüler, öneriler ortaya çıkmışsa da, Osmanlı yönetiminin çeşitli nedenlerden dolayı matbuat hayatına kısıtlamalar getirmesi, o dönemdeki aydınların arayışlarının, çözümlerinin ne olduğu konusuna önemli ölçüde set çekmiştir. II. Meşrutiyet’in ilanı ise, bu perdelenen, ancak çok dar bir çerçevede konuşulabilen, kamuya mal olmayan, Osmanlı aydınlarının fikir ve düşüncelerini matbuat vasıtasıyla zemin bulmasına, kamuya mal olmasına sebep olmuştur. Dolayısıyla, Osmanlının son döneminde aydınlar arasında neşvü nema bulan üç fikir cereyanının (Garpçılık, İslamcılık, Türkçülük) müntesipleri de ancak bu süreçte fikir ve görüşlerini dillendirme imkânı bulabilmişlerdir. Hatta Sultan II. Abdülhamid iktidarı sürecinde İttihad-ı İslam (Panislamizm) düşüncesi devlet politikası haline getirilmesine karşın, diğer fikir akımları gibi, İslamcılar da fikir ve görüşlerini ifadeden mahrum bırakılmış, onlar da II. Meşrutiyet’in ilanından sonra düşüncelerini serdedebilmişlerdir. II. Meşrutiyetin ilanı, beraberinde getirdiği “hürriyet ve müsavat” ortamı münasebetiyle bütün fikir akımları tarafından coşkuyla karşılanmış, çok geçmeden de Osmanlı matbuat hayatında ancak “patlama” sözcüğüyle ifade edilebilecek bir hareketlilik görülmüştür. Nitekim II. Meşrutiyet’in ilk bir buçuk ayı içerisinde iki yüzü aşkın gazete ve mecmuanın yayınlanması bunun bariz bir işaretidir. Eşref Edip Fergan’ın Hayatı, Eserleri ve Sırât-ı MüstakîmSebilürreşad Mecmuası Fahrettin Gün 252 İslam’ı Uyandırmak - II II. Meşrutiyet’in getirdiği hürriyet ortamında, o dönemin önde gelen İslamcı aydınları da birçok gazete ve mecmuada düşüncelerini ifade etmişlerdir. Sırât-ı Müstakîm-Sebilürreşad, Beyanü’l-Hak, Hikmet, İslam ve Mahfil gibi mecmualar İslamcılık düşüncesinin siyasi ve fikri hayat içindeki yayın organlarından bazılarıdır. Hemen ilave edelim ki bu süreli yayınlar arasında gerek muhteva gerek kadro ve gerekse seviye ve siyasi münasebetler açısından Sırât-ı Müstakîm-Sebilürreşad mecmuası ayrıcalıklı bir yere ve öneme sahiptir. 14 Ağustos 1324 (1908) tarihinde Ebu’l-Ula Zeyn’el-Abidin (Mardin) ve Hafız Eşref Edib (Fergan)’in sahipliğinde “İttihad-ı İslam” düşüncesinin yayın organı şeklinde intişar eden mecmua, çok güçlü bir muharrir kadrosuyla yayın hayatına başlamıştır. Fakat II. Meşrutiyet’in getirdiği “hürriyet ve müsavat” ortamı birkaç yıl içinde sona ermiş, geçen bu süreçte de “İttihad-ı İslam” düşüncesinin bulunduğu zemin zayıflamıştır. Özellikle de “Arap-İslam dünyasında neşet eden milliyetçi hareketler, İttihad-ı İslam fikrini ağır şekilde hırpalamış, Arnavut isyanı ise, İslamcıları büyük bir sarsıntıya uğratmıştır”. Ülkede art arda gelen siyasi başarısızlık, bu başarısızlıklarla devletin çöküş sürecinin hızlanması, İttihat ve Terakki yönetiminin bu süreçte İslamcılara sırt dönmesi bir yana, açık tavır alması, İslamcı aydınlan zor durumda bırakmıştır. Tabii İslamcılarla ilgili bu olumsuz gelişmelerden, diğer İslamcı neşir organları gibi Sebilürreşad mecmuası da fazlasıyla etkilenmiştir. İttihat ve Terakki yönetiminin fiilen tek parti durumuna gelmesi, baskı ve terör yöntemiyle muhalefeti sindirme çabası İslamcıların işini daha da zorlaştırmış, İslamcı neşir organlarının ise daha güç koşullarda yayın yapmasına sebebiyet vermiştir. Buna karşın, I. Dünya Savaşı’nda yönetimin baskılarına aldırmadan İslamcılar Sebilürreşad’ı yayınlamaya devam etmiş, bu dönemde iyice yoğunlaşan Batıcılık-Garpçılık cereyanına karşı ciddi bir muhalefeti yürütmüşlerdir. Fakat yine de Sebilürreşad, I. Dünya Savaşı’nın nazik şartlarını göz önünde bulundurarak bir fitne ve muhalefet unsuru olmamaya azami gayret göstermiş, iktidara doğrudan doğruya siyasi bir muhalefeti yürütmek yerine, kültürel ve fikri bir muhalefeti tercih etmiştir. Milli Mücadele’nin başlangıcında, Milli Mücadele’nin İstanbul irtibat bürosu işlevini üstlenen Sebilürreşad, Milli İstiklal davasını müdafaa etmiş, Anadolu’daki istiklal mücadelesine “Bugün İcma-ı ümmet Anadolu’dadır” fikriyatıyla Eşref Edip Fergan’ın Hayatı, Eserleri ve Sırât-ı Müstakîm-Sebilürreşad Mecmuası 253 var gücüyle destek vermiş, bu meyanda işgal kuvvetlerine olduğu kadar, saray ve çevresine karşı da açık cephe almıştır. Sebilürreşad’ı başmuharriri şair Mehmed Akif ’in Milli Mücadele’ye katılmak için Anadolu’ya geçmesinden sonra bir süre daha Sebilürreşad İstanbul’da yayımım gizli gizli sürdürmüş, sonunda işgal kuvvetlerinin baskısı İstanbul’da yayın yapma imkânını tamamen ortadan kaldırılınca, derginin sahibi Eşref Edib, Anadolu’ya geçmiş, Kastamonu’dan başlamak üzere Ankara’da, Kayseri’de bütün varlığıyla Milli Mücadele’yi desteklemiş, yüz binlerce beyanname yayınlayarak ülke sathında Milli Mücadele’nin iman ve inanç ateşini körükleyerek istiklal mücadelesini harlandırmış, alevlendirmiştir. Milli Mücadele’nin kazanılmasından ve I. TBMM’nin faaliyetleri tamamlanmasından ve İslamcıların meclisten ve etkin odaklardan tasfiye edilmesinden sonra tekrar İstanbul’a dönüp yayınını sürdüren Sebilürreşad, Şark isyanı gerekçe gösterilerek Takrir-i Sükûn Kanunu’yla, muhalif yayın yapan diğer neşir organlarıyla birlikte kapatılmış (6 Mart 1925), sahibi Eşref Edib diğer gazetecilerle beraber tutuklanıp önce Ankara, daha sonra da Diyarbakır İstiklal Mahkemeleri’nde yargılanmış, yedi ayı geçkin bir süre sonra “ayın faaliyetlerim durdurmak kaydıyla” 13 Eylül 1925’de serbest bırakılmıştır. Böylece, Sırât-ı Müstakîm-Sebilürreşad isimleriyle yayınlanan ve İslamcılık düşüncesinin naşir-i efkarı olan mecmuanın, 27 Ağustos 1908’deki başlangıç serüveni, 5 Mart 1925 tarihinde 641. sayıyla nihayet bulmuştur. Şartlı olarak serbest bırakılan Sebilürreşad’ı sahibi ve mesul müdürü Eşref Edib İstanbul’a dönmüş, Asar-ı İlmiye Kütüphanesi’ni kurarak çoğu tercüme olmak üzere çeşitli kitaplar yayınlamıştır. Tek Parti yönetimi çözülmeye başlarken Eşref Edib, tekrar yoğun bir yayın faaliyetine girişmiştir. Bu dönemde Milli Eğitim Bakanlığının neşrettiği İslam Ansiklopedisi’ne (1940) karşı alternatif bir ansiklopedi girişimi olan İslam-Türk Ansiklopedisi’ni ve mecmuasını neşre başlamıştır (1940). Eşref Edib’in bu girişimi imkânsızlıklar yüzünden akim kalan bir girişim olsa da, Bernard Lewis’in ifadesiyle, Edib’in bu girişimi, tek parti dönemine karşı ilk ciddi muhalefet hareketidir. Eşref Edib, çok partili hayata geçiş sürecinin getirdiği yumuşak ve uygun zeminde etrafında topladığı daha çok yeni bir muharrir kadrosuyla 1948 Mayıs’ından itibaren Sebilürreşad mecmuasının tekrar neşre başlamış ve mecmuayı 1966 yılının Şubat ayına kadar 362 sayı neşretmiştir. Bu analizden sonra artık Eşref Edib’in hayatını konu edinebiliriz. 254 İslam’ı Uyandırmak - II Eşref Edib’in hayatı Eşref Edib Fergan1 , 1882 yılında Türkistan’ın Fergana şehrinden göç eden bir ailenin çocuğu olarak Selanik vilayetinde bir sancak merkezi olan Serez’de dünyaya gelir. Babasının adı İslam Ağa, annesinin adı Nefise Hanım’dır. İlk, orta ve lise (Sıbyan, Rüşdiye ve İdadi) öğrenimini doğum yeri olan Serez’de yapar. Yine bu süreçte Serez Müftüsü İmadüddin Efendi’den dini ilimleri tahsil eder; ayrıca Kur’an-ı Kerim’i hıfz eder. Bir yıl Mahkeme-i Şer’iyye katibi olarak çalıştıktan sonra 1902 yılında İstanbul’a gelir ve Hukuk Fakültesi’ne (Mekteb-i Hukuk’a) kaydolur. Eşref Edib, bir yandan Hukuk Fakültesi’nin devam ederken bir yandan da Medrese eğitimini de Atik Ali Paşa Camii’ndeki derslere devam ederek sürdürür. 1 Başlangıçta şu tespiti yapmakta fayda var: Eşref Edib’in biyografisini Mehmed Akif ’ten müstakil olarak ele almak pek mümkün değildir. Otuz yıllık bu dostlukta Sırât-ı Müstakîm-Sebilürreşad mecmuası ortak bir bileşkedir. Mehmed Akif, Sebilürreşad mecmuasının başyazarlığını yaparken, Eşref Edib’de Sebilürreşad’ın sahipliğini, yazı işleri müdürlüğünü ve yazarlığını yürütmüştür. Dolayısıyla Mehmed Akif, Eşref Edib’in dostu ve aynı zamanda üstadıdır. 1904-1905 yıllarında başlayan bu dostluk, II. Meşrutiyet sonrasında, İttihad ve Terakki döneminde, Millî Mücadele yıllarında ve Cumhuriyet sonrasında Akif ’in vefat tarihi olan 1936 yılının Aralık ayına kadar kesintisiz sürmüştür. Bu konuya örnek olması açısından Eşref Edib’in bir anekdotunu aktaralım: Mehmed Akif, Millî Mücadele için Ankara’ya giderken, “buradaki işleri hallet, Meşihatla görüş, sonra Sebilürreşad’ın klişesini al ve sen de gel”, sözü doğrultusunda Eşref Edib gerekenleri yapar ve bir süre sonra İnebolu yoluyla Kastamonu’da hakim olarak görev yapan kayınpederinin yanına gider. Kastamonu’da Millî Mücadele konusunda zafiyeti görünce harekete geçer ve halkı örgütler. Kastamonu Valisi Cemal, kendi yerine Eşref Edib’in vali olacağı zehabıyla Ankara’ya Eşref Edib’in çalışmalarını çok yanlış bir şekilde aksettirir. Eşref Edib’i tutuklamak üzere Ankara’dan olağanüstü yetkiyle Muhyiddin Paşa gönderilir. Burdur Milletvekili olan Mehmed Akif, Eşref Edib’le ilgili bu gelişmeler üzerine Meclis’teki arkadaşlarıyla birlikte hadiseye müdahale eder ve mesele açığa kavuşup, Eşref Edib’in suçsuzluğu anlaşılır. Bu gelişmelerin akabinde Mehmed Akif, Meclis’ten izin alarak halkı irşad için Kastamonu’ya gider. İşte bu dostluğu göstermesi açısında Eşref Edib şunları yazar: “Beni, Akif Bey’le beraber Muhyiddin Paşa - olağanüstü yetkilerle Kastamonu’ya gelen zat- Tümen Kumandanı, Emniyet Müdürü ve diğer zatlar karşılıyor. Geçmiş olsun, diye tebrikler, sarmaşlar... Fakat Akif Bey suskun; Valinin ne karakterde bir adam olduğunu anlamadığımdan dolayı adeta bana kırgın. Elini öptüğüm zaman pek hafif bir tebessümüne mazhar olabildim. Bütün hıncını, azarlarını sonraya ertelemiş olduğu anlaşılıyordu.” İşte anlatmak istediğimiz incelik buradadır. İkinci olarak, Mehmed Akif ’in hayatına, eserlerine ve Millî Mücadele’deki hizmetlerine dair bilgilerimizin çoğunu Eşref Edib’e borçluyuz. Nitekim Mehmed Akif, Millî Mücadele yıllarında pek çok şehre gidip Millî Mücadele’ye katkı yapmasına karşın İstanbul, Balıkesir, Kastamonu ve Ankara dışında diğer şehirlerdeki hizmetlerinden, çalışmalarından haberdar değiliz. Haberdar olduğumuz şehirlerde ise, Mehmed Akif konuşmalar yaparken Eşref Edib’de çok hızlı bir şekilde Akif ’in konuşmalarını kaydeder ve onları daha sonra Sebilürreşad’da yayınlar… Bu nedenle uzun yıllar Mehmed Akif ve onun devasa eseri Safahat üzerine çalışmış olan M. Ertuğrul Düzdağ’ın, ”Mehmed Akif ’e dair öğrendiklerimin neredeyse yarısından fazlasını Eşref Edib’in Mehmed Akif: Hayatı, Eserleri ve Yetmiş Muharririn Yazıları başlıklı eserinden ve diğer eserlerinden öğrendim ifadesi sanırım bunun en belirgin göstergesidir. Eşref Edip Fergan’ın Hayatı, Eserleri ve Sırât-ı Müstakîm-Sebilürreşad Mecmuası 255 Nitekim kendisinin İsyan Bölgesi İstiklal Mahkemesi’nde sorgulanmaya başlarken ilk sual, tahsil, meslek sorusuna şöyle cevap verir: “Bendeniz Serez’de idadi (lise) mektebini ikmal ettim (tamamladım). Bir taraftan da medresede ve hususi surette malumat-ı diniye (dini ilimleri) tahsil ettim. 1318 (1902)’de İstanbul’da imtihanla Mekteb-i Hukuk’a girdim. 1324 (1908)’de doktora imtihanı vererek diploma aldım”. Bu yıllarda (1904 ya da 1905 yılı olsa gerek) Bosnalı Ali Şevki Efendi’nin evinde bir “ihya gecesi”nde Mehmed Akif ’le tanışır ve hayat boyu sürecek dostluklarının temeli atılır. Eşref Edib, II. Meşrutiyet’in 23 Temmuz 1908’de ilanından bir ay sonra yayın hayatına başlayan ve “İttihad-ı İslam” düşüncesinin yayın organı şeklinde intişar eden Sırât-ı Müstakîm mecmuasının muharrir kadrosunda yer alır. İlk sayısı 14 Ağustos 1324’te (27 Ağustos 1908) yılında yayınlanmaya başlayan söz konusu mecmuanın yönetimini de Ebül’ula Zeynelabidin (Ebül’ula Mardin 1881-1957) ile birlikte üstlenir. (Mecmuanın neşir tarihi 43. sayıdan itibaren, II. Meşrutiyet’in ilan tarihi olan, 23 Temmuz 1908 olarak değiştirilmiştir). 1912’de Hukuk Mektebi’ni bitiren Eşref Edib, hukuk dalında doktora sınavını başarıyla verir. Sırât-ı Müstakîm’in yedinci cildi tamamlamasından sonra Ebül’ula Mardin ile Eşref Edib arasında anlaşmazlık çıkar ve Ebül’ula Mardin, Sırât-ı Müstakîm’in yönetiminden ayrılarak Kelime-i Tayyibe adıyla bir başka mecmuayı neşre başlar ve ancak sekiz sayı yayınlayabilir. Bunun üzerine Tahir’ül-Mevlevi’nin imtiyazını alıp neşrine başlamadığı “Sebîlürreşad” unvanı, Mehmed Akif ’in, Tahir’ül-Mevlevi’den ricası üzerine, Eşref Edib’e hediye edilir (Tahirü’l- Mevlevi, 2012, s. 34). Böylelikle 24 Şubat 1327 / 19 Rebiülevvel 1330’da (8 Mart 1912) mecmuanın Sırât-ı Müstakîm olan adı Sebilürreşad’a dönüştürülerek 183. sayıdan itibaren sahipliği ve yazı işleri müdürlüğü Eşref Edib tarafından üstlenilir; Mehmed Akif ’in desteği ve başyazarlığında mecmuanın neşrine devam edilir. (Mehmed Akif ’in başmuharrir unvanı mecmuanın jeneriğinde 309. sayıdan itibaren yer alsa da, mecmuanın 183. sayısıyla isim değiştirmesinden sonra Mehmed Akif fiili olarak mecmuanın başmuharriridir). Eşref Edib biyografisiyle ilgili olarak yine İsyan Bölgesi İstiklal Mahkemesi Reisi Mazhar Müfid’in konuyla ilgili sorduğu iki suali şöyle cevaplar: 256 İslam’ı Uyandırmak - II - Mektebi ikmal edince (tamamlayınca) sonra ne yaptınız? - O sırada (1324/1908), II. Meşrutiyet ilan edildi. Bizden evvel Hukuk Mektebini ikmal eden Ebu’l-Ula (Zeyn’el-Abidin Mardin) Bey’le birlikte Sırât-ı Müstakîm mecmuasını neşre başladık. Yedi cilt kadar bu isimle neşriyata devam ettik. Bilahare (daha sonra) mecmuamızın ismi değiştirilerek Sebilürreşad oldu. - Efendim, arz ettiğim şekilde, o zaman Sırât-ı Müstakîm’in Ebu’l-Ula (Zeyn’el-Abidin) Bey’le beraber neşre başlamıştık. O, bilahare gazeteciliği bıraktı, üniversite hocalığına başladı. Müşterek olmak (ortak olmamız) hasebiyle, kanuni noktai nazardan (gereği) başka bir isim bulmak icap etti. Bunun üzerine Sırât-ı Müstakîm manasını ifade eden bir kelime aradık.2 Sebilürreşad hatırımıza geldi. Ondan sonra bu unvanla neşriyata devam ettik.3 Tekrar konumuza dönersek; Sebilürreşad mecmuasının en önemli özelliklerinden biri, İslam coğrafyasının değişik bölgelerinde bulundurduğu yazarlar vasıtasıyla oralarla ilgili sağlıklı haber ve yorum yazılarına yer vermesi olmuştur. Mısır, Hindistan, Balkanlar, Kuzey Afrika, Rusya, Japonya, Çin, İngiltere mecmuanın ilgi alanı içindedir ve mecmua buralarda da okunmaktadır. Özellikle Mehmed Akif ’in yazılarına gösterilen alaka, mecmuanın Rusya’ya girişinde dönem dönem bazı zorlukların yaşanmasına yol açmıştır. Eşref Edib’in yükseköğrenim yıllarında başlayıp daha sonraki yıllarda da sürüp giden bir başka faaliyeti ise, o dönemin önde gelen ulemasının vaaz ve 2 Sırât-ı Müstakîm’in yedinci cildi tamamlamasından sonra Ebu’l-Ula Mardin’in hem milletvekili hem de profesör olması hasebiyle mecmuanın, Sırât-ı Müstakîm olan ismi, 183. sayıdan itibaren Sebilürreşad’a tahvil edilir ve başlangıçtan itibaren Mecmuanın sahiplerinden biri olan ve Müdir-i Mes’ul’lük görevini yürüten Eşref Edib, bu kez sahipliğini tamamıyla üstlenir. 8 Mart 1912 / 24 Şubat 1327. Bkz: Eşref Edib (1957, Şubat), Ebu’l-Ula Beyle nasıl çalıştık? Sırât-ı Müstakîm’i nasıl çıkardık, Sebilürreşad, X/238, 199-200. 3 Eşref Edib’in verdiği bu bilgiye karşılık, diğer taraftan, Tahir’ül-Mevlevî, “Matbuat Hayatı ve İstiklal Mahkemeleri”ne dair hatıratında, Sırât-ı Müstakîm’in kapanması ve Sebilürreşad’ın yayımlanması konusunda farklı bilgiler verir. Şöyle ki: Sırât-ı müstakîm’in sahipleri Ebu’l-Ula ve Eşref Bey’lerin arası açıldığı için Ebu’l-Ula Bey Sırât-ı Müstakîm idaresinden çekilmiş, Kelime-i Tayyibe adı altında bir mecmua neşretmişti. Bu mecmua, beş-altı sayı (doğrusu sekiz sayı FG.) intişarından sonra sahibi tarafından kapandı. Sırât-ı Müstakîm’in de her nedense idaresi bozulmuş, yazarları ayrılmış, binaenaleyh o da sallanmaya başlamıştı... Nihayet Sırât-ı Müstakîm’in tazelenmesi lazım gelmiş. Ben evvelce Sebilürreşad ünvanlı bir mecmua imtiyazı almış, fakat neşrine başlayamamıştım. Mehmed Akif Bey, bunu bildiği için bu imtiyazın Eşref Bey’e hediye edilmesi teklifinde bulundu. “Peki” dedim. Sebilürreşad ünvanlı mecmuanın neşri imtiyazını Sırât-ı Müstakîm sahibi Eşref Bey’e devrettiğime dair bir kağıt yazdım. Ve imzalayıp Akif Bey’e verdim. O haftanın Perşembesinde Sebilürreşad mecmuasının birinci sayısı çıktı ki ismim de tahrir muavinleri arasında gösteriliyordu.” Tahir’ul-Mevlevî, (1991), Matbuat alemindeki hayatım ve İstiklal mahkemeleri, (Dr. A. Şentürk, Haz.), İstanbul: Nehir. Eşref Edip Fergan’ın Hayatı, Eserleri ve Sırât-ı Müstakîm-Sebilürreşad Mecmuası 257 sohbetlerini not tutmaktır. Çok hızlı ve başarılı bir şekilde not tutmayı sürdüren Eşref Edib, ilk olarak Hacı Adil Bey’in ve Hakkı Bey’in (Sadrazam Hakkı Paşa’nın), “Hukuk-i İdare ve Hukuk-i Düvel Notları”nı, Büyük Haydar Efendi’nin “Usûl-ü Fıkıh Notları”nı ve Cuma günleri Ayasofya Camii’nde vaaz eden Manastırlı İsmail Hakkı Efendi’nin konuşmalarını kaydeder. Bu notlar ve tahrirleri yayına hazırlar ve Babıali’de İbrahim Hilmi Kütüphanesi yetkililerince neşredilir. Eşref Edib, böylece daha Mekteb-i Hukuk’taki öğrenciliği sırasında muharrirliğe başlar. Eşref Edib, bu hızlı not tutma çabasını sonraki yıllarda da devam ettirmiştir. Nitekim Mehmed Akif ’in Milli Mücadele yıllarında Balıkesir’den başlayarak (Ocak 1920) Kastamonu ve havalisinde yaptığı (Kasım-Aralık 1920) çok önemli konuşmalarını da kaydeder ve bunları Sebilürreşad mecmuasında yayınlar. Eşref Edib’in tuttuğu notlar böylelikle büyük bir yekûn oluşturur. Nitekim Sırât-ı Müstakîm- Sebilürreşad kütüphanesinin oluşumunda onun fiili gayretinin yanı sıra üniversite sıralarında ders hocalarının konuşmalarını kaydetmesinin ve bunları kitap olarak neşretmesinin de büyük payı vardır. I. Dünya Savaşı sırasında Sebilürreşad’ın muharrir kadrosuyla birlikte İttihad ve Terakki’nin baskılarına aldırmadan “İttihad-ı İslam” fikriyatını savunmayı sürdüren Eşref Edib, bu dönemde iyice artan “Garpçılık-Batıcılık” ideolojilerine başta mecmuanın başmuharriri Mehmed Akif olmak üzere Sebilürreşad muharrirleriyle birlikte karşı çıkar. Sebilürreşad fikri muhalefet yaptığı için İttihad ve Terakki hükümeti tarafından 1915 yılında önce beş ay, 1916 yılında ise süresiz kapatılır. Bu kapatılma süreci 1916 Ekim’inden 1918 Temmuz’una kadar 20 ay sürer. Sultan Vahidüddin’in tahta çıkıp İttihad ve Terakki hükümetinin istifasından sonra Sebilürreşad’ı tekrar yayınlanmaya devam eder. İstanbul’un işgalinden sonra işgalcilerin takip ve sansürü altında Mecmuanın bu dönemde yayınlanan sayılarından bazı sayfaları sansür yüzünden tamamen boş çıkar. Bu süreçte Bediüzzaman Said Nursi’nin kaleme aldığı, İngilizlerin İslam alemi ve Türkler aleyhindeki müstemlekecilik siyasetini, düşmanlığını yani aldatmalarını teşhir eden Hutuvat-ı Sitte adlı eserini gizlice bastırıp dağıtılmasına yardım eder. 1920 yılının Mart ayında, İstanbul’da Mütareke’nin acı günlerini yaşarken Amerika’dan getirilen alkollü içkiler ülke insanına büyük zarar verir. Bu tahribatı engellemek amacıyla bazı münevverler tarafından “Hilal-i Ahdar / Yeşilay 258 İslam’ı Uyandırmak - II Cemiyeti” kurulur ve Eşref Edib de, Şeyhülislam Haydarizade, Bediüzzaman Said Nursi, Velid Ebüzziya ve Mazhar Osman gibi daha pek çok münevverin bulunduğu bu cemiyetin kurucuları arasında yer alır. Milli Mücadele yıllarında ise, mecmuanın başyazarı Mehmed Akif ’le birlikte Balıkesir’e giden Eşref Edib, Mehmed Akif ’in Balıkesir Zağnos Paşa Camii’nde 23 Ocak 1920 Cuma günü Cuma namazından sonra yaptığı uzun ve tesirli, halkı silahlı direnişe teşvik eden konuşmasını not alarak Sebilürreşad’ın 12 Şubat 1920 tarihli 458. sayısında yayınlar. İstanbul’a dönüşünde ise, mecmuanın yönetim yerini Anadolu’daki Milli Mücadele’nin irtibat bürosu haline getirir. Mehmed Akif ve Eşref Edib’in Balıkesir’e giderek halkı, düşmana karşı o havalide başlamış olan silahlı direnişe destek verip teşvik etmeleri ve sonra da İstanbul’a dönmeleri, İşgal kuvvetlerinin baskı ve sansürünün daha da artmasına neden olur. İstanbul’da başta İngilizler olmak üzere işgal kuvvetlerinin zulmü ve tazyikleri altında Mehmed Akif ’le birlikte milli istiklal davasını müdafaa eder ve bu doğrultuda yazılar yazar. Yine bu doğrultuda Hindistan’ın önde gelen mütefekkirlerinden Şeyh Müşir Hüseyin Kıdvay’ın Anadolu’yu müdafaa ve İngilizlere hücum eden İslam’a Çekilen Kılıç başlıklı kıymetli eserini Mehmed Akif, damadı Ömer Rıza Doğrul’a tercüme ettirir ve Eşref Edib tarafından basımı gerçekleştirilerek İstanbul’da gizlice dağıtılır ve yine gizlice Anadolu’ya sevk edilir. Halka ümid ve mücadele azmi aşılamaya çalışan Sebilürreşad mecmuasının başyazarı Mehmed Akif ve sahibi, yazarı Eşref Edib Anadolu’daki istiklal mücadelesine “Bugün İcma-ı Ümmet Anadolu’dadır” başlığı altında desteklerini sürdürür. Mehmed Akif ’in Ankara’ya Milli Mücadele’ye katılmak için 10 Nisan 1920 tarihinde İstanbul’dan ayrılırken kendisine yaptığı tavsiyeye uyarak, İnebolu yoluyla Kastamonu’ya geçer. İstanbul’da çıkan Sebilürreşad’ın son sayısı 6 Mayıs 1920’de yayınlanan 463. sayıdır. Eşref Edib, Kastamonu’ya vasıl olduktan sonra Kastamonu halkının, ülkenin içinde bulunduğu vahim durumdan habersiz olduğunu görerek, şehrin ileri gelenlerini teşvik ve ikna ile “Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti”ni harekete geçirir; beyannameler yazarak halkı Milli Mücadele doğrultusunda örgütler. Fakat Eşref Edib’in bu faaliyetleri vehimli olan Kastamonu Valisi Cemal Bey tarafından (Eşref Edib’in Kastamonu’ya kendi yerine vali olacağı vehmiyle) Ankara’ya “Milli Mücadele’ye karşı bir hareket hazırlığı şeklinde” ihbar edilir. Bu asılsız Eşref Edip Fergan’ın Hayatı, Eserleri ve Sırât-ı Müstakîm-Sebilürreşad Mecmuası 259 ihbar üzerine Ankara yönetimi Muhyiddin Paşa’yı olağanüstü yetkiyle Kastamonu’ya gönderir. Bu süreçte Eşref Edib Sinop’a sürülür. Bu sürgün sürecinde dahi ilçe yöneticilerinin inisiyatifiyle gittiği ilçelerden biri olan Taşköprü’de halka Milli Mücadele’yi destekleyen çok heyecanlı bir konuşma yapar. Eşref Edib’le ilgili bu gelişmeler üzerine Ankara’da olaya derhal müdahale eden Burdur Mebusu Mehmed Akif, arkadaşlarıyla birlikte dönemin Dahiliye Vekili Adnan (Adıvar) Bey’le görüşür ve işin aslı anlaşılır. Bu süreçte Mehmed Akif, Kastamonu’ya gitmek için Meclis’ten izin ister ve 7 Ekim 1920’de Meclis Divanı’nın teklifi üzerine Meclis, Mehmed Akif ’in bu talebini uygun görerek Kastamonu’da bir buçuk ay süre irşad vazifesiyle görevlendirilir. Mehmed Akif ’in 19 Ekim 1920 de Kastamonu’ya vasıl olmasından sonra, Eşref Edib tekrar Kastamonu’ya geri döner ve yöneticiler tarafından resmi bir merasimle karşılanıp, yaptığı çalışmalar dolayısıyla kendisine teşekkür edilir. İki kadim dost Kastamonu’da buluşur ve çok geçmeden Mehmed Akif ’in o pek meşhur, Milli Mücadele’nin en önemli siyasi belgesi niteliğindeki başta 19 Kasım 1920’de Nasrullah Camii’nde olmak üzere Kastamonu havalisinde yaptığı konuşmaları, vaazları not tutar ve 25 Kasım, 3 ve 13 Aralık 1920 tarihlerinde “Nasrullah Kürsüsünde”, “Müslümanların Terakkileri İslam’a Sarılmalarına Bağlıdır”, “Tam Müslüman Olmadıkça Felah Yoktur”, “Ye’se Düşenler Müslüman Değildir”, başlıkları altında Sebilürreşad’ın 464, 465 ve 466. sayılarında yayınlar. Mehmed Akif ’in yaptığı konuşmalardan oluşan Sebilürreşad’ın bu nüshaları binlerce, on binlerce bastırılarak bütün Anadolu’ya sevk olunur ve bütün vilayetlerdeki camilerde, içtima merkezlerinde ve askeri kıtalarda okunur ve ülke sathında iman ve inanç ateşini körükleyerek İstiklal Mücadelesini harlandırır, alevlendirir. Ayrıca Eşref Edib, pek çok yerde Milli Mücadele’yi destekleyen konuşmalar yapar. Mehmed Akif ’le birlikte Eşref Edib’in bu çalışmalarını takdir eden Başkumandan Mustafa Kemal Paşa tarafından Ankara’ya davet edilir. 24 Aralık 1920’de Mehmed Akif ’le birlikte, Kastamonu’dan ayrılıp Ankara’ya vasıl olur. Mustafa Kemal Paşa, Eşref Edib’in Ankara’ya gelmesinden sonra onunla görüşmek ister. Ankara Garı’nda küçük bir oda da Mehmed Akif ile birlikte 260 İslam’ı Uyandırmak - II Mustafa Kemal Paşa’yla görüşür. M. Kemal Paşa tarafından, “Kastamonu’daki vatanperverane çalışmalarınızdan çok memnun oldum. Sevr Andlaşması’nın memleket için feci idam hükmünde bir karar olduğunu Sebilürreşad kadar hiç bir gazete memlekete anlatamadı. Manevi cephemizin kuvvetlenmesine Sebilürreşad’ın büyük hizmeti oldu. Her ikinize de özellikle teşekkür ederim”, şeklinde Kastamonu’da yaptığı hizmetlerden dolayı teşekkür edilir. Taceddin Dergahı civarına yerleşen Eşref Edib, Ankara’da Mehmed Akif ’le birlikte Sebilürreşad’ı neşre devam eder. Bu süreçte Mehmed Akif ’in Kastamonu’da yaptığı konuşmalar Sebilürreşad’ın Ankara’da neşredilen ilk sayısı olan 467. sayısında da tekrar yayınlanır ve bu nüsha tekrar Anadolu’ya sevk olunarak dağıtımı yapılır. Orta Anadolu’da çözülme emareleri üzerine Eşref Edib, Kayseri’ye gider. Kayseri’de yoğun bir çalışma içine girer ve bu doğrultuda bir yandan Sebilürreşad namına beyannameler neşreder, diğer taraftan da mitinglere katılır ve halkı Milli Mücadele doğrultusunda galeyana getiren konuşmalar yapar. Tekrar Ankara’ya dönen Eşref Edib, Sebilürreşad’ın 467-527. sayılarını -Kayseri’de yayınlanan 490. sayı hariç- (toplam 59 sayı), 3 Şubat 1921-22 Nisan 1923 tarihleri arasında Ankara’da yayınlar. Milli Mücadele’nin zaferle neticelenmesinden sonra Mehmed Akif ’le birlikte tekrar İstanbul’a dönen Eşref Edib, yayın faaliyetlerine burada devam eder. Cumhuriyet’in ilanından sonra büyük ivme kazanan “Batılılaşma- Garplılaşma” hareketine karşı başmuharrir Mehmed Akif ’le birlikte yayın yoluyla sert eleştiriler yöneltir. İslamîyet’in temel müesseselerine yapılan saldırılara karşı muhalefetini artan bir şiddetle sürdüren Sebilürreşad’da yayınlanan yazılar, zaman zaman sansüre uğrar. Eşref Edib, bu sansür ve baskılara rağmen “İttihad-ı İslam” düşüncesi doğrultusunda Sebilürreşad mecmuasını yayınlamayı sürdürür. Lozan Antlaşması sonrasında İslamcı kesimin Meclis’ten ve etkin odaklardan tasfiye edilme teşebbüslerinden Sebilürreşad da fazlasıyla etkilenir. 1925 yılında “Şeyh Said İsyanı” bahane edilerek çıkarılan “Takrir-i Sükûn Kanunu”yla birlikte Milli Mücadele’de geniş halk kitlelerini etkileyip zaferin kazanılmasında büyük payı olan Sebilürreşad mecmuası 641. sayısıyla kapatılır (6 Mart 1341/1925). Sahibi ve yazarı olarak Eşref Edib tutuklanıp önce Ankara İstiklal Mahkemesi’ne sonra da Şark İstiklal Mahkemesi’ne sevk edilir. İdam talebiyle yapılan uzun muhakemelerden sonra Eşref Edib, diğer on gazeteci arkadaşıyla birlikte cumhurbaşkanına telgraf çekerek “af, anlayış ve müsamaha” talep eder. Eşref Edip Fergan’ın Hayatı, Eserleri ve Sırât-ı Müstakîm-Sebilürreşad Mecmuası 261 Bunun üzerine Ankara’nın dahiliyle ve yayın faaliyetlerini durdurmak kaydıyla 13 Eylül 1925 de serbest bırakılır. Şartlı olarak serbest bırakılan Sebilürreşad’ın sahibi, mes’ul müdürü ve yazarı Eşref Edib, İstanbul’a döner ve 1930’lu yıllarda yayın faaliyetini “Asar-ı İlmiye Kütüphanesi”ni kurarak sürdürür ve bu doğrultuda çoğu tercüme olmak üzere eserler yayınlamaya devam eder. Yayınladığı bu eserler arasında İsmail Hami Danişmend, Ömer Rıza Doğrul, Lord Hendly, John Davenport, J. H. Kramers, Maks Mayerhof, Seyyid Emir Ali, Mehmed Akif, Tahir’ül- Mevlevi, Mustafa Fehmi Gerçeker, Mahmud Kamil gibi yazarların eserleriyle kendi eserleri bulunmaktadır. Eşref Edib Fergan, ayrıca Tek Parti döneminde, Sırât-ı Müstakîm - Sebilürreşad’ın muharrir kadrosundan geride kalanlarla sohbet toplantıları düzenler. 1932 yılında Mısır’a giden Eşref Edib, Mısır-Hilvan’da “gönüllü sürgünlüğü” yaşayan Milli Şair Mehmed Akif ’i ziyaret eder. Akif ’in Kur’an çevirisinin tamamlanmış halini görüp okur ve hayran kalır. Meali Türkiye’ye getirip yayınlamak ister; fakat Mehmed Akif ’i ikna edemez. 1937 yılında tekrar Mısır’a giderek Mehmed Akif ’in hazırladığı mealin akıbetini araştırır ve Akif ’in Mısır hayatı ve Mısır’daki dostlarıyla ilgili pek çok hatırayı derler. Meal konusunda, Mehmed Akif ’in mealini emanet bıraktığı Yozgatlı İhsan Efendi ile görüşür ve meali vermesi hususunda onu iknaya çalışır. Fakat bu konuda dönemin koşullarını da dikkate alarak çok ısrarcı olmaz. 1938-1939 yıllarında iki cilt halinde bin küsur sayfadan oluşan Mehmed Akif: Hayatı, Eserleri ve Yetmiş Muharririn Yazıları başlıklı eserini yayınlar. 1939-1940 yıllarında basında cereyan eden Tevfik Fikret anketine katılarak, tek-parti döneminin olağanüstü şartlarında anketi Mehmed Akif-Tevfik Fikret çatışmasına dönüştürür ve Komünist-Sabatayist Sabiha Zekeriya Sertel ve eşi Tan gazetesinin sahibi Zekeriya Sertel’le kalem kavgasına girişir. Bu süreçte gerek yazdığı kitaplarla ve gerekse söyleşileriyle resmi ideoloji tarafından benimsenip öne çıkarılan Tevfik Fikret’e sert eleştiriler yöneltir. Bu girişim ve çabalarla, gençliğin, İslamcı şair Mehmed Akif ve düşüncesini anlamasına ciddi anlamda katkıda bulunur. Bu minvalde Tevfik Fikret’i tenkid eden iki eser yayınlar. Ayrıca, yine bu dönemde yayın faaliyetleri çerçevesinde, Milli Eğitim Bakanlığı tarafından neşredilen Oryantalistlerin hazırladığı İslam Ansiklopedisi’ndeki yanlış ve eksik maddeleri tenkid ve doğruları inşa maksadıyla İzmirli 262 İslam’ı Uyandırmak - II İsmail Hakkı, Ahmet Kamil Miras ve Ömer Rıza Doğrul’la birlikte İslam-Türk Ansiklopedisi’ni ve İslam Türk Ansiklopedisi Muhitü’l Maarif Mecmuası’nı Ekim 1940’ta neşre başlar. Ansiklopedi çalışması, “Azad” maddesiyle imkânsızlıktan dolayı yarım kalır. İslam-Türk Ansiklopedisi Muhitü’l Maarif Mecmuası ise, 1948 Nisan’ına kadar ansiklopedinin fasikülleriyle birlikte ek olarak 100 sayı neşredilir ve Mayıs 1948’de ismi Sebilürreşad’a dönüştürülür. 1944 yılında Çocuklarımıza Din Kitabı başlıklı eseri kaleme alır. Fakat bu eseri, çocuklara dini empoze edip, anlattığı gerekçesiyle toplatılarak imha edilir. Eşref Edib Fergan, Sebilürreşad’ın “Takrir-i Sükûn Kanunu” ile kapatılmasından 22 yıl sonra, “Din hürriyetinin sembolü” olarak gördüğü Sebilürreşad’ı -(İslam-Türk Ansiklopedisi Muhitü’l Maarif Mecmuası’nın ismini Sebilürreşad’a dönüştürerek)- 1948 Mayıs’ında tekrar yayınlamaya başlar. Çok partili hayata/ demokrasiye geçiş süreci olan bu dönemde; önce yoğun bir biçimde Cumhuriyet Halk Partisi’ne, daha sonra da Demokrat Parti’ye karşı sert bir muhalefeti benimseyen ve kısmi olarak Millet Partisi’ni destekleyen Eşref Edib, söz konusu partilerin özellikle de din, siyaset ve laiklik anlayışlarını tenkid eder. 1952 yılında Risale-i Nur Müellifi Said Nur: Hayatı, Eserleri, Mesleği başlığıyla Bediüzzaman Said Nursi’nin biyografisini kaleme alır. Bu biyografi Said Nursi tarafından çok beğenilip takdir edilir ve bazı eserlerinde Eşref Edib’in ismi sitayişle zikredilir. Sebilürreşad mecmuasını Şubat 1966’ya kadar (362 sayı) neşreder. Bu uzun süreçte yazdığı yazılar ve Ahmet Emin Yalman’la yaptığı kalem münakaşaları sebebiyle “Malatya Hadisesi” sonrasında tutuklanır. Yine bu dönemde, “Avrupalılar Osmanlı Devleti’nin temellerinin nasıl çökerttiler?” ve “Kara irtica, sarı irtica, kızıl irtica” gibi yazıları yüzünden muhakeme edilir. Son olarak ise, kaleme aldığı meşhur Kara Kitap: Milleti Nasıl Aldattılar, Mukaddesatına Nasıl Saldırdılar? (İstanbul 1967) adlı eserinden dolayı Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanır ve beraat eder. Eşref Edib, 10 Aralık 1971’de İstanbul’da vefat eder. Naaşı İstanbul-Fatih Edirnekapı Şehitliğine defnedilir. Evli olan Eşref Edib, beş çocuk babasıdır. Biri oğlan dördü kız olan çocuklarından yalnızca bir kızı hayattadır. Eşref Edip Fergan’ın Hayatı, Eserleri ve Sırât-ı Müstakîm-Sebilürreşad Mecmuası 263 Eserleri: i. Mehmed Akif: Hayatı, Eserleri ve Yetmiş Muharririn Yazıları (2 cilt) 1938, 1939, tek cilt halinde şiir ilaveli 2. baskı, (İstanbul, 1960). ii. İnkılap Karşısında Akif-Fikret, Gençlik Tan’cılar: Kurtuluş Harbi’nin Kaynağı İstiklal Marşı mı, Tarih-i Kadim mi?, (İstanbul, 1940). iii. Pembe Kitap: Tevfik Fikret’i Beş Cepheden Kırk Muharririn Tenkidleri, (İstanbul, 1943). iv. Çocuklarımıza Din Kitabı, (İstanbul, 1944-1945). v. Misyoner ve Müsteşriklerin Yazdıkları İslam Ansiklopedisi’nin İlmi Mahiyeti, (İstanbul, 1946). vi. Risale-i Nur Müellifi Said Nur: Hayatı, Eserleri, Mesleği, (İstanbul, 1952). vii. Bediüzzaman Said Nursi ve Nurculuk, (İstanbul, 1953). viii. Kur’an-Garp Mütefekkirlerine Göre Kur’an’ın Azamet ve İhtişamı Hakkında Dünya Mütefekkirlerinin Şahadetleri, (İstanbul, 1958). ix. Risale-i Nur Muarızı Yazarların İsnadları Hakkında İlmi Bir Tahlil, (İstanbul, 1965). x. Kara Kitap: Milleti Nasıl Aldattılar, Mukaddesatına Nasıl Saldırdılar?, (İstanbul, 1967). Ayrıca, Mevaiz (Manastırlı İsmail Hakkı’nın vaazları), Mevaiz (Urfalı Mahmud Kamil’in vaazları), Hac Rehberi (A. Ulvi ve M. Akif ’le birlikte), Dinde Reformcular (A. Fuad Başgil, N. Topçu, İ. Hami Danişmend ve M. Raif Ogan’la birlikte) gibi eserlerin hazırlanmasına katkıda bulunur. Yine bu minvalde Kadir Mısıroğlu’nun kendisinden naklettiğine göre, Hilafetin ilgası tartışmaları sırasında Karahisar Mebusu Hoca Şükrü Efendi adı ile basılan Hilafet-i İslamîyye ve Büyük Millet Meclisi (Ankara 1339, 28 s.) başlıklı muhalif risaleyi Eşref Edib kaleme almış, Hoca Şükrü’nün milletvekilliği dokunulmazlığından istifade etmek maksadıyla onun adıyla yayınlanmıştır. (Bkz. Kadir Mısıroğlu, 1974, Osmanoğullarının Dramı, ss.110-179, İstanbul). Bunların yanı sıra, birçok kitabı ve tercüme eseri yayına hazırlayan Eşref Edib Fergan, Tevhid-i Efkar, Yeni Sabah, Millet, Diyanet, Yeni Asya, Yeni İstiklal, Bugün, Sabah, İttihad gibi dergi ve gazetelerde de yazılar yazmıştır. 264 İslam’ı Uyandırmak - II Eşref Edib’in en büyük eseri ise, 1908’den başlayarak sahipliğini ve yazı işleri müdürlüğünü üstlenip 1966’ya kadar çeşitli fasılalarla 58 yıl boyunca neşrettiği Sırât-ı Müstakîm-Sebilürreşad mecmuası külliyatıdır.4 Sonuç Sırât-ı Müstakîm-Sebilürreşad mecmuası Eşref Edib’in sahipliğinde II. Meşrutiyet döneminden başlayarak 1925 yılına kadar yayının sürdürmüş ve bu süreçte hükümet tarafından kapatılmıştır. Eşref Edib, bu kez alternatif bir ansiklopedi girişimi olarak yayınlamaya başladığı “İslam-Türk Ansiklopedisi”ne ek olarak “İslam- Türk Ansiklopedisi Mecmuası” adıyla 1940 yılından yayına başlayarak 1948 Nisan’ına kadar bu mecmuayı 104 sayı neşretmiştir. Yine Eşref Edib, 1948 Mayıs’ında “İslam- Türk Ansiklopedisi Mecmuası”nın adını tekrar Sebilürreşad’a tahvil ederek 1966 Şubat ayına kadar bu mecmuayı 362 sayı daha yayınlanmıştır. Hasılı, Eşref Edib’in sahipliği, mes’ul müdürlüğü ve yazarlığı ile 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanından başlanarak çeşitli inkıtalarla 1966 yılına kadar yayınlanan Sebilürreşad mecmuası, işlevsel açıdan din, dünya, devlet, siyaset gibi konularda dikkate değer özgün yorum ve yazıların yer aldığı nitelikli bir basın organıdır. Bu açıdan İslamcılık düşüncesini yayın organı olarak Sebilürreşad’ın 42 cilt, 1107 sayı ve 11882 sayfadan oluşan koleksiyonu, hala birikimden faydalanılmayı bekleyen pek çok dergi gibi, bir fikir ve düşünce külliyatı olarak, araştırmacılar tarafından ciddi ve derinlikli tetkikleri, yorumları beklemektedir. Kaynakça Efe. A. (2009). Sebilürreşad, TDV İslam ansiklopedisi (c. 36). İstanbul. Erişirgil, E. (1986). İslamcı bir şairin romanı. (A. Kazancıgil, C. Alper, Haz.). Ankara: Türkiye İş Bankası. Eşref Edib. (2001). İstiklal Mahkemeleri / Sebilürreşad’ın romanı, (F. Gün, Haz.). İstanbul: Beyan. Eşref Edib. (2005). CHP ve din: 1948-1960. (F. Gün, Haz.). İstanbul: Beyan. Eşref Edib. (2005). Çocuklara din kitabı: inanç dersleri, ibadet dersleri, ahlak dersleri, sevgili Peygamberimiz. (F. Gün, M. Alpay Gün, Haz.). İstanbul: Beyan. Eşref Edib. (2010). Çocuklarımıza din kitabı. (F. Gün, M. Alpay Gün, haz.). İstanbul: Beyan. Eşref Edib. (2010). Mehmed Akif: Hayatı, eserleri ve yetmiş muharririn yazıları. (F. Gün, Haz.). İstanbul: Beyan. 4 Eşref Edip Fergan’ın Hayatı, Eserleri ve Sırât-ı Müstakîm-Sebilürreşad Mecmuası 265 Eşref Edib. (2011). Risale-i nur müellifi Said Nur: Hayatı, eserleri, mesleği. (F. Gün, Haz.). İstanbul: Beyan. Eşref Edib. (2012). Kara Kitap: Milleti nasıl aldattılar, mukaddesatına nasıl saldırdılar?. (F. Gün, Haz.). İstanbul: Beyan. Eşref Edib. (2014). İnkılap karşısında Akif-Fikret, gençlik-tancılar: Kurtuluş Harbi’nin iman kaynağı İstiklal Marşı mı, tarih- i kadim mi? risalesi, Mehmed Akif-Tevfik Fikret Çatışması. Eşref Edib. (2015). Pembe Kitap: Tevfik Fikret’i beş cepheden kırk muharririn tenkidleri, (F. Gün, Haz.). İstanbul: Beyan. Gün, F. (2001). Sebilürreşad dergisi ekseninde çok partili hayata geçerken İslamcılara göre din-siyaset ve Laiklik (1948-1954). İstanbul: Beyan. Gün, F. (2014). Mehmed Akif-Tevfik Fikret çatışması. İstanbul: Beyan. Çantay, H. B. (2008). Akifname. İstanbul: Erguvan. Karan, H. (2002). Eşref Edib’in Milli Mücadele yılları. (F. Gün, Haz.). İstanbul: Beyan. Kara, İ. (1994). Türkiye’de İslamcılık düşüncesi. c. III, İstanbul. İz, M. (1975). Yılların izi. İstanbul: Kitabevi. Mehmed Akif Ersoy. (1999). Safahat. (M. E. Düzdağ, Haz.). İstanbul: Şule. Kuntay, M. C. (1997). Mehmed Akif. İstanbul: Timaş. Düzdağ, M. E. (1996). Mehmed Akif Ersoy. Ankara: Kültür Bakanlığı. Düzdağ, M. E. (2000, 2006). Mehmed Akif hakkında araştırmalar I, II, III. İstanbul: İFAV. Düzdağ, M. E ve İsmail Kara. (1998). Sırât-ı Müstakîm, Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi (c. VIII). İstanbul: Dergah. Okay, M. O ve M. Ertuğrul Düzdağ. (2003). Mehmed Akif Ersoy, TDV İslam Ansiklopedisi (cilt 28). Ankara. Albayrak, S. (1915). Eşref Edib Fergan, (TDV) İslam Ansiklopedisi, (c. XI). Tahirü’l-Mevlevi, (2013). Matbuat alemindeki hayatım, İstiklal Mahkemesi hatıraları, (N. Boşdurmaz, Haz.). İstanbul: Büyüyen Ay. Çınar, Y. S. (1979). Fergan Eşref Edib. Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi (c. III). İstanbul: Dergah. ~ Selamet dergisinin ilk sayısının kapak resmi ~ ~ Ömer Rıza Doğrul, Yolumuz ve amacımız, Selamet, ~ Giriş Çok partili hayata geçiş sürecinde yayınlanan ve önemli İslamî mecmualardan biri olan Selamet, yayınlandığı dönemde nitelikli ve özgün bir mecmua olma özelliğini daima korumuş, fikir ve düşünce açısından derinlikli bir muhtevaya sahip olarak neşredilmiştir. Ayrıca mecmuada ılımlı ve yapıcı bir üslûp ve politik bir tavır benimsenmiştir. Söz konusu tavır, yayınlandığı dönemde Selamet’in dile getirdiği, savunduğu fikir ve görüşlerin halk katmanlarında ve siyasi çevrelerde etkili olmasına ve dikkate alınmasında etkili olmuştur. Hiç kuşkusuz mecmuada böyle bir yayın politikasının takip edilmesinde engin bilgi birikimi ve geniş siyasi tecrübesiyle Selamet’i neşredip, sahipliğinin yanı sıra başmuharrirliğini de üstlenen Ömer Rıza Doğrul’un büyük etkisi vardır. Bir İslamcı aydın, bir gazeteci olarak Ömer Rıza, “devrinin Türk aydınları arasında taassuba düşmeden, dini etraflıca incelemiş, bu çalışmalarını çeşitli eserleriyle halka ulaştırmış, başta Türkiye olmak üzere dünyadaki Müslümanların çeşitli siyasi ve sosyal problemleriyle yakından ilgilenmiş, bunların kurtuluş davasını samimiyetle benimseyerek kalemini hayatının sonuna kadar bu çizgide kullanmıştır”. Dolayısıyla Ömer Rıza’nın, yaşamının son döneminde büyük birikim ve tecrübesinin bir ürünü olarak niteleyeceğimiz Selamet mecmuası, yayınlandığı dönemde yayın amacına matuf olarak din ve vicdan özgürlüğü noktasında çok önemli bir işlevi üstlenmiş; din, siyaset ve lâiklik bağlamında çok ciddi mülahazalar öne sürerek çok partili hayata geçişte din-siyaset ilişkilerinin sağlıklı bir zeminde çözümlenip gelişmesine katkıda bulunmuştur. Ömer Rıza Doğrul ve Selamet Mecmuası Mine Alpay Gün 270 İslam’ı Uyandırmak - II Selamet Mecmuasının Çıkışı Selamet mecmuası, Türk siyasi hayatının önemli bir dönemeci olan demokrasiye geçiş sürecindeki esnek ortamda İslamî bir yayın organı olarak, İslamî konulardaki yazı ve yayınları ile tanınan, müellif, gazeteci ve mütercim Ömer Rıza Doğrul tarafından neşredilmiştir. Haftalık bir mecmua şeklinde intişar eden Selamet mecmuasının ilk nüshası 23 Mayıs 1947 Cuma günü çıkmıştır. Mecmua aralıksız olarak 17 Eylül 1948 tarihine kadar haftalık olarak yayınlanmış ve 69. sayısıyla yayınına ara vermiştir. 12 Ocak 1949’da Yeni Selamet mecmuası adıyla yine Ömer Rıza Doğrul tarafından neşrine devam edilen mecmua (no. 1-69), bu dönemde 36 sayı çıkmış ve 2 Kasım 1949’da 104. sayısı ile -her cildi 26 nüshadan olmak üzere- 4. cildi tamamlanarak (no. 36-104) neşrine son verilmiştir. Bu noktada Selamet mecmuasının çıktığı dönemdeki işlevini daha iyi kavramak için mecmuanın sahipliğini ve başyazarlığını üstlenen ve o dönemde mecmuayla özdeş bir isim haline gelen Ömer Rıza Doğrul hakkında bilgi vermek faydalı olacaktır. Çünkü İslamî bir neşir organı olan Selamet mecmuası, onun ve çevresinde oluşturduğu muharrir kadrosunun dini, ilmi ve siyasi içerikli yazılarıyla çok partili hayata geçiş sırasında önemli işlevler üstlenmiştir. Ömer Rıza Doğrul’un Biyografisi Ömer Rıza Doğrul, 1893 yılında aslen Burdurlu olup Mısır’da yerleşmiş bir ailenin çocuğu olarak Kahire’de doğar. Tahsilini İslam Dünyasının önde gelen üniversitelerinden biri olan Ezher Üniversitesi’nde (Mısır) tamamlar. Üniversiteden sonra Mısır’da gazeteciliğe başlayan Ömer Rıza’nın, Balkan Harbi’nden sonra ve I. Dünya Savaşı sırasında Kahire’de Es-Siyâse gazetesinde “Mısır Mektupları” namıyla yazıları çıkar. Dönemin önde gelen İslamcı mecmualarından biri olan Sebilürreşad mecmuasında ki ilk makalelerini Kahire’den gönderir. Kahire’de Eş-Şab gazetesinde çalıştığı sırada Sebilürreşad mecmuasının başmuharrirliğini yürüten İslamcı Şair Mehmet Akif ’le tanışır. Doğrul, 1915’te Türkiye’ye döner ve İstanbul’a yerleşir. İslam alemine dair Tasvir-i Efkâr’da yazdığı yazılarla basın hayatında yer alır. Daha sonra Mehmed Akif ’in kızı Cemile Hanım’la evlenir. Ömer Rıza Doğrul ve Selamet Mecmuası 271 Milli Mücadele yıllarında Tevhid-i Efkâr’da gazetecilik mesleğini icra eder. Bunu Vakit Gazetesi’ndeki çalışmaları izler.1 Vakit’te yayımladığı Türkiye-Mısır ilişkileri hakkındaki yazılarından dolayı 1925’te İstiklal Mahkemesi’nce tutuklanır; iki aylık bir hapis ve muhakeme sonunda serbest bırakılır.2 Ömer Rıza Doğrul’un Eserleri İstiklal Mahkemesi’nden beraat edip İstanbul’a dönen Ömer Rıza, Tek-parti döneminin zecri ortamında yoğun bir biçimde telif, tercüme ve neşir faaliyetine girişir. Bu açıdan oldukça velûd bir muharrirdir. Nitekim telif, tercüme ve pek çok eserin oluşumunu sağlayan, yaptığı ilave ve genişletmelerle, yarı telif hâline getirdiği tercümeleriyle tanınan Doğrul’un başlıca eserleri şöyledir: Telif Eserleri: i. Kur’an Nedir (İstanbul, 1927). ii. Müslümanlık Nedir (İstanbul, 1933). iii. Tanrı Buyruğu- Kur’an-ı Kerim’in Tercüme ve Tefsiri (İstanbul, 19439. iv. Kanlı Gömlek (İstanbul, 1944). v. Ekber- Bir Türk Dâhisi (İstanbul, 1944). vi. Cennet Fedaileri: İslam Tarihinde Gizli ve Yıkıcı Teşekküller (İstanbul, 1945). 1 Bkz: Uzun (1994, s. 489). 2 Tahir’ü’l-Mevlevî hatıratında Ömer Rıza Doğrul’un İstiklâl Mahkemeleri’ndeki yargılanışı hakkında şu bilgileri verir: Ömer Rıza, Vakit gazetesinde Türkiye Mısır ilişkilerine dair yazdığı yazılar sebebiyle önce Aksaray Polis Müdüriyetinde gözaltına alınıp sorgulanır. Daha sonra vaktiyle “Saadet Matbaası olup sonradan Sevkiyat Komiserliği’ne dönüştürülen binada bir süre tutuklu kalır. Bu sırada Şair Mehmed Âkif ’in kızı çocuklarıyla birlikte eşi Ömer Rıza’yı ziyarete gelir. Ne ki karı koca görüştürülmez. Ömer Rıza ailesiyle görüştürülmemesinin yanı sıra 4-5 yaşındaki çocuğunu kucaklamaya müsaade edilmemesinden dolayı çok müteessir olur ve uzun süre bu teessürle ağlar. İstanbul Sevkiyat Komiserliği’nce yargılanmak üzere Ankara İstiklâl Mahkemesi’ne sevk olunan Ömer Rıza Ankara Hapishanesinde muhakemelerin dışında çoğu zaman vakit geçirmek için İngilizce bir eserin tercümesiyle uğraşır ve kendini böylece avutur. Ankara İstiklal Mahkemesi’nde muhakeme edilen Ömer Rıza, savunma sırasında “kendisinin Türk olduğunu fakat Kahire’de doğduğu için Mısırlı bulunduğunu” ifade eder. Bu ifade İstiklal Mahkemesi heyetince yanlış anlaşılır ve mahkeme Reisinin maznuna karşı kızgınlık ve öfke dolu bir halde olmadık hakaretlerde bulunmasına neden olur. İki aylık bir tutukluluk süresinden sonra masumiyeti anlaşılır ve Ankara İstiklâl Mahkemesi’nde beraat eder. İstiklâl Mahkemesi’nden beraat ettiğine dair “Hıyanet-i Vataniyye’den mahkemeye sevk edilen Ömer Rıza Efendi’nin icra edilen muhakeme neticesinde beraatına karar verildiğini mübeyyin vesikadır. 4. 02. 1926”. ibaresini ihtiva eden vesikayı alan Ömer Rıza, İstanbul’a döner. Geniş bilgi için bkz: Tahirü’l-Mevlevî (Olgun) (1991, ss. 225-359). 272 İslam’ı Uyandırmak - II vii. İslam’ın Özü ve Kur’an Ruhu (İstanbul, 1946). viii. Yeryüzündeki Dinler Tarihi (İstanbul, 1947). ix. İslamîyet’in Geliştirdiği Tasavvuf (İstanbul, 1948). Tercümeleri: i. Rûh-ı İslam: Müslümanlığın ve İslam Mefkûrelerinin Tarih-i Teamülü (Hindistan âlimlerinden biri olan Seyyid Emir Ali’den, İstanbul 1340). ii. Peygamberimiz Aleyhisselam (Hindistanlı yazar Muhammed Ali’den, İstanbul 1341-1342). iii. İslamîyet ve Hükümet (Ali Abdürrâzık’tan, İstanbul 1927). iv. İslam Tarihi: Asr-ı Saadet (Mevlana Şiblî ve Süleyman Nedvi’den, İstanbul 1928). v. Hazret-i Muhammed ve Kur’ân-ı Kerim ( John Devonport’tan, İstanbul 1928). vi. Garb’da Müslümanlık Cereyanı (İngiliz Parlamentosu Lordlar Kamarası üyesi Headly’den, İstanbul 1928). vii. Türkiye Nasıl Doğdu? (Harold Armstrong’dan, İstanbul 1928). viii. İslamîyet’in Asriliği ve Avrupa’nın İslamlaşması (Seyyid Emir Ali, Bernard Shaw ve Mevlana Muhammed Ali makalelerinden, İstanbul 1933). ix. Yeryüzünde Din Geriliyor mu, İlerliyor mu? (Londra’da Nash adlı mecmuada Batılı sekiz düşünürün makaleleri, İstanbul 1933). x. İslam Medeniyeti Tarihinde Coğrafya ve Ticaret ( J.H. Kramers’den, İstanbul 1934). xi. Kur’an’dan İktibaslar (Muhammed Ali’den, İstanbul 1934). xii. İslam Medeniyeti Tarihinde Fen ve Tıp (Max Mayerhoftan, İstanbul 1935). xiii. Müslümanlıkta Hac Farizası (Diplomat H. A’dan, İstanbul 1939. xiv. Ömer Hayyam (Harold Lamb’dan, İstanbul 1944). xv. Hazret-i Muhammed Mustafa (Muhammed Hüseyin Heykel’den, İstanbul 1945). xvi. Abu’l-Farac Tarihi (Gregory Ebü’l-Ferec’den, I- II, Ankara 1945-1950). Ömer Rıza Doğrul ve Selamet Mecmuası 273 xvii. Dine Dönüş (Henry C. Link’ten, İstanbul 1949). xvii. İslam Tarihinde İlk Melâmet (Muhammed b. Hüseyin es-Sülemi ve Ebü’l-Alâ el-Afifi’den, İstanbul 1950). Ömer Rıza Doğrul’ un bunlardan başka tarihi ve ebedi eserlerle romanlardan ibaret birçok tercümesi daha vardır: Beydaba’dan Kelile ve Dimne (İstanbul, 1941), Valmiki’den Ramayana (İstanbul, 1942), Halil Cibran’ın Nebî adlı eserinden Hak Erenler (İstanbul, 1946), Herodat, Beydeba ve Mevlana’dan derlenen Dost Görünen Düşman (İstanbul, 1947) gibi tercümelerinin yanında Gobi Çöllerinde (Sven Hedin’den, İstanbul, 1933), İspanya’da Engizisyon (Clement Wood’dan, İstanbul, 1938), Marko Polo’nun Sergüzeştileri (Charles Finger’den, İstanbul, 1938), Tarihin Meşhur Kadınları (Markum Leo’dan, İstanbul, 1939), Lord Nelson ve Leydi Hamilton’nun Büyük Aşkı (Markum Leo’dan, İstanbul, 1939), Borjiyaların Cinayeti (Alexandre Dumas’dan, İstanbul, 1939), Büyük Katerina ve Aşıkları (Markum Leo’dan, İstanbul, 1939), Hayat Kırkında Başlar (Walter Pitkin’den, İstanbul, 1939), Şahika (A. J. Cronin’den, İstanbul, 1941), Şark Rüzgarı, Garp Rüzgarı (Pearl S. Buck’tan, İstanbul, 1941), Yağmurlar Gelince (Lours Bromfield’den, İstanbul, 1942), Canavar Tohumu (Pearl S. Buck’tan, İstanbul, 1943), Karanlık ve Aydınlık (Florence L. Barclay’dan, İstanbul, 1943), Timur Devrinde Kudüs’ten Semerkant’a (Klaviyo’dan, İstanbul, ts.) Uçurum (Corelli’den, İstanbul,, tarihsiz.), Gövde Değiştiren Kafalar (Thoman Mann’dan, İstanbul, 1945), Bir İzdivacın Portresi (Pearl S. Buck’tan, İstanbul, 1946) gibi eserler, tercümelerinin çeşitliliğini göstermektedir. Yine bu bağlamda, Herbert N. Casson’dan Hayata İlerle ve İlerlet (İstanbul, 1940), İnsanları İdare Etme Sanatı (İstanbul, 1941), Parlak Bir İstikbal Nasıl Kazanılır (İstanbul, 1942), Para Kazanmak ve Kullanmak Sanatı (İstanbul, 1950), W. E. Sargent’ten Evlilik Hayatında Daha Bahtiyar Olmanın Yolu (İstanbul,, ts.), Dale Carnegie’den Dost Kazanmak ve İnsanlar Üzerinde Tesir Yapmak (İstanbul, 1938), Söz Söylemek ve İş Başarmak Sanatı (İstanbul, 1939), Meşhur Adamların Meçhul Tarafları (İstanbul, 1940), Üzüntüsüz Yaşamak Sanatı (Üzüntüyü Bırak Yaşamağa Bak), (İstanbul, 1948) adlarıyla halk için hazırlanmış Amerika ve Avrupa’da satış rekorları kıran, bir başka ifadeyle best-seller olan bazı eserlerin tercümesi de yine Ömer Rıza Doğrul’a aittir. 274 İslam’ı Uyandırmak - II Yayına Hazırladığı Eserleri: i. Kur’ân-ı Kerim’den Âyetler (Mehmet Akif Ersoy, İstanbul 1944). ii. Safahat (Mehmet Akif, İstanbul 1944). iii. İslam Ahlâkının Esasları (Babanzade Ahmed Naim, İstanbul 1945) gibi eserler Ömer Rıza Doğrul tarafından bazı notların ilavesiyle neşredilmiştir.3 * Görüldüğü üzere tek parti döneminde yoğun bir neşir faaliyetine girişen Ömer Rıza Doğrul, üretkenlik açısından ülkemizde pek çok yazar ve araştırmacıyı imrendirecek bir özelliğe sahiptir. Hiç kuşkusuz bunda Ömer Rıza’nın ilim ve irfanını süsleyen tevazuu, çalışkanlığı, Şark’ı tanıyan ve bir kaç lisana vakıf olan bir İslam mütefekkiri olmasının büyük payı vardır. Ömer Rıza Doğrul’un İlmi ve Siyasi Çalışmaları Doğrul bir yandan onlarca eseri telif ve tercüme ederken bir yandan da 1940’lı yıllara gelindiğinde Eşref Edib (Fergan), İsmail Hakkı İzmirli ve Kamil Miras’la birlikte Oryantalistlerin hazırlayıp Milli Eğitim Bakanlığınca tercümesi neşredilmeye başlanan İslam Ansiklopedisi’ne karşı alternatif bir ansiklopedi girişimi olan İslam-Türk Ansiklopedisi ve bu ansiklopedinin mecmuası olan Muhitü’l-Maarif Mecmuası’nda4 çok sayıda madde ve makale kaleme alır. Ayrıca Doğrul, 1940-1950 yılları arasında Cumhuriyet gazetesinde günlük siyasi yazılar yazarak gazetecilik mesleğini sürdürür. Ömer Rıza Doğrul, Türkiye’de çok partili hayata geçiş sürecinde özelliklede 1947-1949 yılları arasında Türk fikir düşünce ve siyasi hayatına ciddi anlamda katkıda bulunur. Yazar, bu süreçte İslamcı nitelikteki Selamet mecmuasını neşrederek, bu neşir vasıtasıyla Türk siyasi hayatının uygun bir vasatta gelişmesine; din ve vicdan özgürlüğünün demokratik çerçeve içinde yer almasına, din eğitimi ve öğretiminin müesseseleşmesine önemli katkıda bulunur. Ömer Rıza, 14 Mayıs 1950 seçimlerinde Demokrat Parti’den Konya milletvekili seçilir. Milletvekili iken Cumhuriyet gazetesinde, daha çok Ortadoğu ve İslam ülkeleri hakkındaki inceleme ve gözlemlerine dayanan “Komşu Memleketlerde Olup Bitenler”, “Günün Olayları”, “Pakistan Mektupları” gibi ana başlıklarla siyasi 3 Geniş bilgi için bkz: Uzun (1994, ss. 490-492). 4 İslâm - Türk Ansiklopedisi ve Muhitü’l-Maarif Mecmuası için bkz: Kutlu (1982, ss. 1-2). Ömer Rıza Doğrul ve Selamet Mecmuası 275 yazılar yayımlar. Bu makalelerinde Türkiye’yi diğer İslam ülkelerindeki inkılâp hareketlerinin önderi olarak gösteren yazar, daha o yıllarda dünyadaki Doğu ve Batı bloklarına karşı İslam cephesi adıyla üçüncü bir cephe oluşturulması fikrini savunur. İslam ülkeleri arasında işbirliği ve Türkiye’nin bu işbirliğindeki rolü üzerinde durarak İslam birliğinin İslam ülkelerinin yanlış tutumları yüzünden sağlanamadığını göstermeye çalışır. Ayrıca Doğu ülkelerinin çeşitli meselelerini ve Türk inkılabının bu ülkelerde yaptığı yankıları tahlil eder; o ülkeler için kurtuluş çarelerinin neler olabileceğini söyler, özellikle Hindistan’ın bağımsızlık mücadelesinde Müslümanların rolünü ortaya koyar. (Uzun, 1994, s. 489) Ömer Rıza, Ortadoğu’da yaptığı seyahatlerde Ortadoğu ülkelerini ve bu ülkelerin idarecilerini yakından tanır. Abdurrahman Azman Paşa, Kral Abdullah, Suriye Cumhurbaşkanı Haşim Attaşi onun şahsi dostluk kurduğu devlet adamlarından bazılarıdır. Bu zevatla yaptığı mülakatlarda Türkiye ile Arap memleketleri arasındaki dostluğun lüzumundan ve inkişafından bahsederek onları ikna etmeye çalışır. Ömer Rıza, mebusluk döneminde, ilim sahasında olduğu gibi teşrii hayatta ve bilhassa Millet Meclisinin Dış İşleri encümeninde Yakındoğu’ya ait bilgisinden istifade edildi. Ankara’da kurulan Türkiye-Pakistan Kültür Cemiyeti başkanı oldu ve bu iki dost ve kardeş memleket arasındaki kültürel münasebetleri takviyeden bir an geri durmadı. 1951’de Parstan’da toplanan İslam kongresine Türk delegesi olarak iştirak etti ve orda Türkiye’nin başardığı inkılapları ve elde ettiği terakki hamlelerini bütün İslam memleketlerinden gelmiş olan delegelere izah etmek suretiyle mevcut yanlış fikirleri tashihe çalıştı ve muvaffak da oldu. (Hasan, 14 Mart 1952, Koçu, 1958, s. 4652) Hayatını kalemiyle kazanan nadir yazarlardan biri olan Ömer Rıza, uzun süren bir hastalıktan sonra 13 Mart 1952 Perşembe günü İstanbul’da vefat eder; naaşı İstanbul Edirnekapı Mezarlığına defnedilir. Selamet Mecmuasının Muhtevası Selamet mecmuası, “dini, ilmi, ahlaki ve siyasi” bir mecmua hüviyetinde intişar etmiştir. Mecmuada, ilmi-dini araştırmalar, İslam aleminin davaları, Kur’an’dan ilhamlar, Peygamberimizin dilinden dersler, İslam tarihinden sayfalar, İslam dünyasında din, tarihi tefrikalar, fıkralar, Şark kaynaklarından hikayeler, okurların suallerine cevaplar, tetkik ve tenkit gibi özel sayfalar ve bölümler yer almıştır. Bu bölümleri içerik itibariyle alfabetik sırayla ele alırsak şöyle bir panoramayla karşılaşırız: 276 İslam’ı Uyandırmak - II i. Anket: Selamet’te “Radyomuz dini neşriyat yapmalı mı?” şeklinde bir anket yapılmış ve bu ankete pek çok bilim adamı iştirak ederek fikirlerini serdetmiştir. Söz konusu anket mecmuanın ilk cildinde yer almıştır. ii. Araştırmalar (ilmi-dini): Selamet’te bu başlık altında Mustafa Abdürrazık Paşa’nın Din, Vahy ve İslam’ın Mânâları adlı eseri tefrika edilmiş böylece, Kur’an’a, hadislere, kelamcılara ve mutasavvıflara göre dinin manası detaylı bir şekilde okuyucunun istifadesine sunulmuştur. Ayrıca, bu bölümde az sayıda da olsa Ahmet Hamdi Akseki ve Prof. Ebu’l-Ula Zeyn’el-Abidin (Mardin)’in makaleleri yayınlanmıştır. iii. Başyazılar: Selamet’te siyasi ve aktüel gelişmelere göre başyazılar genelde derginin editörü Ömer Rıza Doğrul tarafından kaleme alınmıştır. iv. Fikir ve Felsefe: Selamet’in en önemli bölümlerinden birini teşkil eden bu bölümde Pakistanlı şair ve mütefekkir Muhammed İkbal’in “İnsan Benliğinin Hürriyeti”, “İslam Bünyesindeki Hareket Prensibi” ve “Allah Mefhumu ve İbadetin Manası”, “İslam Kültürünün Ruhu” gibi eser ve makaleleri tefrika edilmiştir. Ayrıca, bazı yerli muharrirlerin makaleleri de bu bölümde yer almıştır. v. Fıkralar: İslam bilginlerinin kitaplarında yer alan bazı ibret verici olaylar aktarılmış ve kısaca yorumlanmıştır. Fahreddin Razi, Sadi Şirazi, Kuşeyri, Ali İbn El-Cezvi gibi bilginler bunlardan bazılardır. Ayrıca yine bu bölümde Hz. Peygamberin hadislerine de yer verilmiştir. Selamet’te fıkra bölümü çoğunlukla mecmuanın I. ve II. ciltlerinde yer almıştır. vi. Günün Şahsiyetleri: Bu bölümde İslam dünyasının önde gelen ilim adamlarının ve siyasetçilerin biyografisi verilmeye çalışılmıştır. Ahmet Hamdi Akseki, Abdurrahman Azzam Paşa, Muhammed İkbal, Muhammed Ali Cinnah, Musa Carullah, Mısırlı Nokraşi, Muhammed Heykel, Nahhas Paşa haklarında tanıtıcı bilgi verilen ilmi ve siyasi şahsiyetlerden bazılarıdır. vii. Haritalar: Selamet’te, İslam ülkelerinin haritalarına da yer verilmiştir. Pakistan haritası, İslam alemi haritası, Mısır, Sudan haritası, Filistin haritası, Orta Şark haritası gibi. viii. İslam Aleminin Davaları: Mecmuanın yine önemli bölümlerini teşkil eden bu bölümde, İslam ülkelerinin meseleleri üzerinde ciddi mülahazalarda bulunulmuş, çözümler noktasında fikirler serdedilmiştir. Konu edilen bazı meseleler şöyledir: Filistin meselesi, Pakistan meselesi, Asya Milletler Konferansı, Mısır meselesi, Sudan meselesi, Irak meselesi, Keşmir meselesi. Ayrıca, Ömer Rıza Doğrul ve Selamet Mecmuası 277 bu bölümde Mısır milli müdafaasının istiklali, Şimali Afrika Müslümanlarının sömürgecilere karşı tavrı, Filistin’i taksim planı ve Bosna-Hersek Müslümanlarının hali gibi İslam dünyasının meseleleri ve bulundukları konumları ele alınıp incelenme cihetine gidilmiştir. Yine bu bağlamda “İslam Aleminin Gerileme Sebepleri” başlığı altında Fas’tan Cezayir’e, Mısır’dan Çin Müslümanlarına varıncaya dek İslam ülkeleri ve Müslüman topluluklar hakkında bilgi verilmiştir. Bu bölüm daha çok Prof. Dr. Zeki Ali’nin makalelerinden oluşmuştur. vix. Kur’an’dan İlhamlar: Mecmuanın bu bölümünde Kur’an’ın okurlar tarafından kolay anlaşılmasını temin maksadıyla Kur’an’dan bazı sure ve ayetlerin tercüme ve tefsirine yer verilmiştir. Bu meyanda mecmuanın I. ve II. ciltlerinde Amme Cüzü’nün tamamının, III. ciltte ise “Mülk” ve “Kalem” surelerinin tercüme ve tefsiri yapılmıştır. Selamet’in IV. ve son cildinde ise “İbni Sina’nın İhlas Suresinin Tefsiri” on iki bölüm halinde dönemin Diyanet İşleri Reisi Ahmet Hamdi Akseki tarafından tercüme ve izah edilmiştir. Ayrıca yine bu son ciltte Ezher Üniversitesi profesörlerinden Mahmut Seltut’un “İhlas Suresinin Tefsiri” on bölüm halinde neşredilmiştir. vx. Kitaplar Arasında: Zaman zaman o dönemde neşredilen önemli eserler de mevzu edilmiştir. İslamîyet ve Milletler Hukuku, Bir Hukuk Profesörü Gözü ile Ahmed Cevdet Paşa, Türk Hukuk Lügati, Meşhur Hafız Sami Merhum, Tanburi Cemil’in Hayatı, Osmanlı Tarihi Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, Fatih Külliyesi gibi eserler Selamet’te ele alınıp tanıtımı yapılan eserlerdendir. Söz konusu bölüm çoğunlukla Cahit Pırtar tarafından hazırlanmış ve mecmuanın II. cildinde yer almıştır. vxi. Mülakat ve Röportajlar: Dönemin önde gelen ilim adamları, siyasetçileri ve sanatkarlarıyla röportajlar yapılmıştır. Necmeddin Okyay, Hattat Hamid, Fatin Gökmen, Süheyl Ünver, Fahrettin Kerim Gökay kendileriyle röportaj yapılmış isimlerden bazılarıdır. vxii. Okurlarımıza Cevaplar: Bu bölümde okurların dini, içtimai sorularına cevap verilmiştir. Yine bu bölümde okuyucuların istekleri doğrultusunda İslam Düşüncesi, “Caetano’nun eserleri” gibi bazı eserler hakkında bilgiler verilmiş, İslam dinine yönelik bazı isnatlar ilmi metotlarla tenkit edilmiştir. vxiii. Peygamberimiz’in Dilinden Dersler: Bu başlık altında İslam Peygamberi Hz Muhammed’in (sav) hadisleri konu edilmiş ve hadisler kısaca yorumlanmıştır. Bu bölüm mecmuanın bütün ciltlerinde yer almıştır. 278 İslam’ı Uyandırmak - II xviv. Siyret-i Muhammedi: Prof. Dr. Taha Hüseyin’in Peygamberimiz Devrinden ve Hayatından Canlı Sahifeler adlı eseri, kırk iki sayı boyunca tefrika edilmiştir. Taha Hüseyin’in eserinde; zemzem, kurban, Yahudilik, Hristiyanlık, Fil Vakası ve Hz. Peygamberin doğumu, çocukluğu, gençliği, evliliği ve peygamberlik yaşamı bütün boyutlarıyla ele alınmıştır. xvv. Sanat ve Edebiyat: Mecmuada az sayıda da olsa bazı şairlerin şiirlerine yer verilmiş, kimi zaman da bazı divan şairlerinin eserleri iktibas edilmiştir. Bunların yanı sıra pek çok hattatın eserlerinin mecmuada yayımlanmasına özel bir önem atfedilmiş hatta bu hat örneklerinin/levhalarının bazıları Selamet’in kapağında da dercedilmiştir. xvvi. Şark Kaynaklarından Hikayeler: Bölüm başlığından da anlaşılacağı üzere Mevlana, Feridüddin Attar gibi bazı şark bilginlerinin menkıbe ve latifeleri mecmuada yer almıştır. xvvii. Tetkik ve Tenkit: Ekseriyetle din ve siyaset ağırlıklı makalelere bu başlık altında yer verilmiştir. Laiklik, hakiki laiklik, laiklik taassubu ile mücadele, din ve vicdan hürriyeti, din eğitimi ve öğretiminin gerekliliği gibi konular bu bölümde etraflıca ele alıp incelenmiştir. Mecmuada yer alan çoğu bölüm gibi bu bölüm de genellikle Selamet’in editörü Ömer Rıza Doğrul tarafından kaleme alman makalelerden oluşmuştur. Ayrıca, dönemin önde gelen muharrirlerinin çeşitli basın organlarında yer alan din, siyaset ve laiklikle ilgili mütalaaları da yer yer iktibas edilerek, bu bölüm hem Selamet’in yayın politikasını destekleyici, hem de ilgi çekici bir hale getirilmiştir. xvviii. Tarihi Tefrikalar: Dergide tarihi tefrikalara da yer verilmiş; “İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin Hayatı” (25 bölüm), “Selahaddin Eyyubi ve Halefleri” (15 bölüm), “Ebu Zer El-Gıfari’nin Hayatı” (9 bölüm), “İmam-ı Şafii” (12 bölüm), “Bektaşilik Tarihi” (18 bölüm), “Bektaşiliğin İtikatları” (15 bölüm) halinde mecmuada tefrika edilmiştir. Selamet mecmuasında bütün bu bölüm ve başlıkların yanı sıra “Çocuklara Din Dersleri”, “Dini Musahabeler”, “Tarihten Sayfalar”, “İlim Dünyasında Din”, “Camilerimiz ve Tarihi Eserlerimiz” gibi bazı bölümler de yer almıştır. Başlıklarından da anlaşılacağı üzere, mecmua, yayınlandığı süreçte nitelikli ve zengin bir muhtevaya sahiptir. Çok partili hayata geçiş sürecinde İslamcı bir mecmua hüviyetinde intişar eden Selamet mecmuası, fikir ve düşünce açısından derinlikli bir içeriğe sahip Ömer Rıza Doğrul ve Selamet Mecmuası 279 olmanın yanı sıra aynı zamanda yol gösterici ve istikamet verici bir yayın politikası izlemiştir. Üslup açısından ise ılımlı, yapıcı ve esnek bir dil kullanmaya azami özen göstermiştir. Mecmuada hakim olan üslup, mecmuanın savunduğu / dillendirdiği fikir ve görüşlerin halk katmanlarında ve siyasi çevrelerde taraftar bulmasına ve dikkate alınmasına sebep olmuştur. Hiç kuşkusuz böyle bir yayın politikasının izlenmesinde engin bilgi birikimi ve geniş siyasi tecrübesiyle Selamet’i neşredip sahipliğinin yanı sıra başmuharrirlik görevini de yürüten Ömer Rıza Doğrul’un büyük etkisi vardır. * İslamcılığı öne çıkaran bir gazeteci olarak Ömer Rıza, “devrinin Türk aydınları arasında taassuba düşmeden İslam dinini etraflıca incelemiş ve bu incelemelerini çeşitli eserleriyle halka ulaştırmış, başta Türkiye olmak üzere dünyadaki Müslümanların çeşitli siyasi ve sosyal problemleriyle yakından ilgilenmiş, bunların kurtuluş davasını samimiyetle benimseyerek kalemini hayatının sonuna kadar bu çizgide kullanmıştır.” Dolayısıyla müellif, muharrir ve mütercim Ömer Rıza’nın bilgi birikimi ve siyasi tecrübesinin büyük bir ürünü olarak niteleyebileceğimiz Selamet mecmuası, yayınlandığı dönemde yayın amacına matuf olarak; din ve vicdan özgürlüğü noktasında çok önemli bir işlevi üstlenmiş, bunda da başarılı olmuştur. Selamet mecmuasının şekil özelliklerine gelince: Mecmua, kapak dahil 16 sayfadan oluşmuş, kapakta ilk cildin (21-24 sayılar) haricindeki sayıların tamamında “içindekiler” bölümü yer almıştır. Selamet’in ikinci ve üçüncü ciltlerinde ise kapakta “içindekiler” bölümünün yanı sıra çoğunlukla birer tarihi eser olan Ağa Cami, Yeni Cami, Selimiye Camii, Mihrimah Sultan Camii, Beyazıd Camii ve İmam-ı Azam Türbesi, Hüsrev Paşa Türbesi ve Taç Mahal gibi cami ve türbelerin resimleri yer almıştır. Ayrıca, bu ciltlerde İslam dünyasının önde gelen bilim adamları ve siyasetçileri olan Mehmed Akif, Muhammed Abduh, Ahmed Cevdet Paşa, İsmail Hakkı İzmirli, Ahmet Hamdi Akseki, Mehmet Vehbi Efendi, Mevlana, Ebu’l Kelam Azad, Muhammed İkbal, Emin el-Hüseyni gibi bilim adamlarının yanı sıra İran Başbakanı Muhammed Said, Pakistan Başkanını Ali Han, Suriye Cumhurbaşkanı Hüsnü Zaim, Mısır Kralı Faruk gibi siyasetçilerin fotoğrafları kapaklarda yayınlanmıştır. 280 İslam’ı Uyandırmak - II Yine bu ciltlerde Necmeddin Okyay, Kamil Akdik, İsmail Hakkı Altınbezer, Hattat Hamid, Nazif Efendi, Şefik Bey, Hacı Arif Efendi gibi meşhur hattatların eserleri de Selamet mecmuasının kapaklarına taşınmıştır. Selamet mecmuasının ikinci dönemini teşkil eden Yeni Selamet mecmuasında ise (69-104. sayılar), kapaklarda hem “içindekiler” kısmı, hem de tarihi eserler, hat eserleri ya da muhtevayla bağlantılı olan resimler yer almıştır. Selamet ilk yayınlandığı yıl olan 1947 yılında 32 sayı, 1948 yılında 36 sayı olmak üzere toplam 68 sayı yayımlanmıştır. Ömer Rıza tarafından 17 Eylül 1948 ile 12 Ocak 1949 arasında neşrine ara verilen mecmua tekrar 12 Ocak 1949’dan başlayarak 2 Kasım 1949’a kadar Yeni Selamet başlığı altında 36 sayı neşredilmiştir. Dolayısıyla Ömer Rıza yönetiminde neşredilen mecmua Selamet ve Yeni Selamet adı altında toplam 104 sayıdan oluşmuştur. Mecmua, 1. sayıdan başlayarak 68. sayı dâhil olmak üzere haftalık olarak Cuma günleri yayımlanmıştır. Bu dönemde yalnızca 55. sayı iki haftalık bir gecikme ile yayımlanmıştır. Bu gecikme ise mecmuanın editörü Ömer Rıza’nın 1940- 1950 yıllan arasında muharrirlik yaptığı Cumhuriyet gazetesi adına Orta Şark’ta bir araştırma seyahatine çıkmasından kaynaklanmıştır (Doğrul, 1948, s. 2). II. Dönem Selamet ya da Yeni Selamet mecmuası da yine haftalık olarak düzenli bir biçimde cuma günleri neşredilmiş, yalnızca yayınını tatil etmeden altı hafta kadar önce, on beş günde bir ve çarşamba günleri neşredilmiştir. Her cildi 26 sayıdan müteşekkil olan mecmua IV. cildini tamamlayarak basın hayatından çekilmiştir. Siyah-beyaz olarak yayınlanan mecmua büyük boy olarak neşredilmiştir. Selamet logosu derginin ilk sayfasında yer aldığı gibi son sayfasında da yer almıştır. Her sayısı özenli bir şekilde çeşitli bölümlere ayrılan dergi, mizanpaj açısından da oldukça başarılı bir şekil özelliğine sahiptir. Hiç şüphesiz Ömer Rıza’nın usta bir gazeteci ve yayıncı olmasının bunda büyük rolü olmuştur. Mecmuanın fiyatı ilk çıktığı tarihten, son çıkış tarihine kadar hiç değişmemiş, hep 25 kuruştan satılmıştır. Mecmuada ayrıca -mecmuanın yayınları dışında- reklam olarak bir sayısında “aspirin” reklamı, üç sayısında “Ziraat Bankası”nın reklamı yer almıştır. Selamet abonelerine ise bazı yayınlar dergiyle birlikte hediye edilmiştir. Ömer Rıza Doğrul ve Selamet Mecmuası 281 Selamet Mecmuasının Kadrosu Selamet mecmuası, yayınlandığı süreçte (1947-1949) nitelikli ve Özgün bir mecmua olma vasfını daima korumuş ve bu süreçte mecmua, sahibi ve başmuharriri Ömer Rıza Doğrul’un büyük özveri ve çabalarıyla yayınlanmıştır. Özellikle de başyazıların dışında mecmuanın en önemli köşelerinden/bölümlerinden birini teşkil eden “Tetkik ve Tenkid” bölümü ya da sayfası yine Doğrul tarafından din-siyaset ve laiklik içerikli yazılarla cezbedici bir hüviyete büründürülmüştür. Selamet, çoğu zaman editörünün bütünüyle yürüttüğü çalışmalardan müteşekkil bir yayın gibidir. Sözgelimi. Doğrul’un muharrirlik yaptığı (Hasan, 1952). Cumhuriyet gazetesi adına Orta Şark seyahati sırasında mecmua yayınlanamamış ve ancak Ömer Rıza’nın seyahat dönüşünde tekrar neşre devam edilmiştir. Bu durum, Ömer Rıza’nın mecmuaya her açıdan katkısını bariz bir şekilde görmek mümkündür. Selamet mecmuasında başta Ömer Rıza Doğrul (160 yazı) olmak üzere, Musa Carullah (45), Ahmet Hamdi Akseki (40), Mehmet Zeki Pakalın (12), Rıza Nafiz Taner (7), Süha Sakıp Taner (16), Naime Halit Yaşaroğlu (32), Ahmet Halit Yaşaroğlu (7), Cahit Umut (8), Cahit Pırtar (11), M. Selahaddin (9), İsmet Kerim Yenisey (7), Abdülkadir Karahan (6) mecmuada en fazla makaleleri yazan yerli yazarlar olarak ön sırayı teşkil etmişlerdir. Bunları Refik Kalkan (4), Midhat Cemal Kuntay (3), Ali Nihad Tarlan (3), Avni Hakbilen (3) izlemektedir. Ayrıca, fazla sayıda olmayıp bir ya da iki makaleyle Nimet Bürge, Süheyl Ünver, Mustafa Gökmen, İsmail Habib Sevük, Fazıl Ahmet Aykaç, Mehmet Ali Kağıtçı, Musa Ataş, Velid Cihangir, Kenan Ünaldı, Ali Kemali Aksüt, Nazmi Arıkan, Emin Erkul, M. Nuri Sever, Abidin Daver, Hakkı Şenkon, Ali Rıza Hayırlı, M. Necmeddin İncesu, E. Sezai Sümbüllü, Azik Kondudemir, Nihat Onat, Mehmet Soyer, Halil Münir Erdem, Hakkı Tarık Us, Alimcan İdrisi, Ömer Alpaslan gibi yerli yazarların yazıları da mecmuada neşredilmiştir. Bunların yanı sıra çeşitli gazetelerden Fahreddin Kerim Gökay, Tahir Olgun, Cihat Baban, Burhan Felek, Refik Halid Karay, Şevket Rado, Nadir Nadi, Aka Gündüz, Fahri Fındıkoğlu ve Hüseyin Cahit Yalçın gibi dönemin önde gelen muharrirlerinin yazılan iktibas edilmiştir. Yukarıda zikrettiğimiz muharrirler Selamet mecmuasının yerli muharrirleri, yerli kadrosudur. Bir de yerli muharrirler kadar, hatta yerli yazarları da aşan bir boyutta İslam dünyasının önde gelen ülkelerinden; Mısırlı, Hindistan-Pakistanlı, Suriyeli, Iraklı bazı muharrirlerin, akademisyenlerin siyasetçilerin maka- 282 İslam’ı Uyandırmak - II leleri, eserleri, Selamet mecmuasında büyük bir yekûn oluşturmuştur. Mustafa Abdürrezzak Paşa (54 yazı), Muhammed İkbal (38), Taha Hüseyin (44), Zeki Ali (22), Abbas Mahmud Akkad (4), Mevlana Muhammed Ali (6), Tevfik Tavıl (10), Gazali Sal tik (3), Abdülmüteal Saidi (7), Mahmut Şeltut (10) gibi isimler İslam dünyasından Selamet’te çok sayıda yazılan, makaleleri yayınlanan yazarlardır. Yine bu bağlamda Ubey Zekani, M. Ferid Vecdi, Münir Aclani (Suriye Milli Eğitim Bakanı), Mustafa Nahhas Paşa (Mısır Vefa Partisi Lideri), Muhammed Hüseyin Heykel (Mısır Ayan Meclisi Reisi), Abdülmecid Selim (Mısır El-Ezher Üniversitesi Fetva Reisi), Ahmet Emin (Mısır-Kahire Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Reisi), Muhammed Ebu Zehra, Muhammed Taki Kummi, Muhammed Hamidullah gibi orta ve uzak Doğulu Müslüman yazarların, akademisyenlerinin ve siyasetçilerin az sayıda da olsa makaleleri Selamet’te yer almıştır. Yerli ve İslam dünyasına mensup muharrirlerinin dışında Selamet’te Batılı muharrirlerinin akademisyenlerin eserleri de neşredilmiştir. A. Cressy Morrison (55), Le Comte Du Nouy (4), John Kingsley Birge (32), Henry Thomas (11), Arnold Toynbee (5), H. S. T. John Philby (3) makaleyle mecmuada yer alan Batılı yazarlar ve akademisyenlerdir. Çok Partili Hayata Geçişte Selamet Mecmuasının İşlevi Selamet mecmuasının 23 Mayıs 1947 Cuma günü yayınlanan ilk nüshasında mecmuanın sahibi ve başmuharriri Ömer Rıza, mecmuanın “yolunu ve amacını” şöyle açıklar: Selamet bizim yalnız adımız değil, üstelik yolumuz ve amacımızdır. Selamet, bizim şiarımızdır. Onun için işimizin başı selamet olduğu gibi sonunun da selamet olması dileğindeyiz. Her işte, rehberimiz selamettir. Ve bütün çalışmalarımızın hedefi, selametin manalarım gerçekleştirmektir. Yurdumuz için dileğimiz selamet, milletimiz için bütün dileğimiz. Hatta bütün insanlık için özlediğimizi, aynı kelime ifade eder. (Doğrul, 1947, s. 2) Çıkış bildirisi diye niteleyeceğimiz başyazıda mecmuanın editörü, mecmuaya Selamet adını vermenin anlam ve önemini “Selamet” kelimesini analiz ederek ortaya koymaya çalışır ve şu fikirlere yer verir: Ömer Rıza Doğrul ve Selamet Mecmuası 283 Selâm, Selâmet, İslamîyet, Müsalemet hep aynı köktendir ve hepsi aynı kökün bütün mânaları ile yüklü çünkü Selm ile Silm, barış demektir. Bu yüzden “Selâmet” barış içinde yaşayıp gelişmeyi de ifade eder. İslam’ın en belli başlı mânâlarından biri de insanın maddi ve manevi vazifelerini başarması sayesinde bir taraftan Tanrı ile, diğer taraftan Tanrı kulları ile barış ve güven içinde yaşamasıdır. Tanrı ile barış içinde yaşamak, ona itaatle, onun kanunlarına inkıyad ile mümkün olur, onun için İslam’ın mânâsı itaat ve inkıyaddır. Allah’a itaat ve inkıyad ise en sağlam ve en sarsılmaz barışı kurar ve temelleştirir. O barış sayesinde insanlık kemalini bulmanın yollarım keşfeder ve durmadan gelişir. Gelişe gelişe Tanrı’nın “Selâm” adım yaşatır. Çünkü Allah’ın bir adı da “Selâm”dır. Ve onun bu adı barışın en yüce ve en ulu ifadesidir. (Doğrul, 1947, s. 2) Tek partili bir dönemden çok partili bir döneme geçişin beraberinde getirdiği nispeten yumuşak ortamda Allah’a itaat ve inkıyadın gerekliliğine dair mülahazalarda bulunan ve İslam dininin barışçı bir içerik taşıdığına dikkat çeken Ömer Rıza, bu ortamda intişar eden Selamet mecmuasının da dini ve barışçı bir amaca matuf olarak yayın yapacağını özlü bir biçimde ifade eder. Usta bir gazeteci olmanın yanı sıra bir ilim adamı olan muharrir, çıkış bildirisinde Allah’tan muvaffakiyet ve okuyuculardan müzaheret dilemeyi de ihmal etmez. Gerçekten de mecmua ilk sayısından başlayarak son sayısına kadar Ömer Rıza’nın sözünü ettiği bu barışçı ve itidalli tavrını hep korumuştur. Özellikle milli meselelere ve memleket konularına büyük ehemmiyeti vererek bu doğrultuda bir politik çizgi izlemiş, mecmuada tenkit yazıları ve makalelerde bile seviyeli, yapıcı ve ilmi nitelikte olmaya özen gösterilmiştir. Selamet mecmuasının neşrinden önce çıkan bir başka yayın organı da İslam-Türk Ansiklopedisi’dir. Selamet’in sahibi ve başmuharriri Ömer Rıza’nın da aralarında bulunduğu bir grup aydının öncülüğünde yayınlanmaya başlanan İslam-Türk Ansiklopedisi daha çok bir alternatif ansiklopedi girişimidir. Ömer Rıza Doğrul, Eşref Edib Fergan, İsmail Hakkı İzmirli, Kamil Miras gibi Osmanlıdan Cumhuriyet’e uzanan çizgide yer alan ve dönemin önde gelen ilim adamlarının, muharrirlerin girişimiyle gerçekleşen bu alternatif ansiklopedi, Milli Eğitim Bakanlığı’nın Müsteşrikler tarafından hazırlanan İslam Ansiklopedisini neşre başlamasından sonra planlanmış ve yayınlanmıştır. 1940’larda başlanan bu ciddi ansiklopedi girişimi 1944’te ansiklopediye ek olarak verilen sekiz sahifelik Muhitü’l-Maarif Mecmusı’yla daha bir işlerlik kazanmışsa da imkânsızlık yüzünden akim kalan bir çaba olarak amaçlanan hedefe ulaşamadan yayınını tatil etmek zorunda kalmıştır. 284 İslam’ı Uyandırmak - II Ömer Rıza’nın da çok sayıda madde ve makale yazdığı söz konusu ansiklopedi ve mecmua Tek Parti döneminde çok önemli bir girişim olmuşsa da, imkânların el vermeyişi büyük bir kültürel kaynak teşebbüsünün devam etmesine fırsat vermeyerek bu büyük girişimin durmasına neden olmuştur. Yine bu bağlamda Müslüman Sesi, Ehli Sünnet ve Serdengeçti gibi yayın organları, Selamet mecmuasıyla aynı dönemde neşre başlamışlarsa da yayınlandıkları sürede fazla bir varlık gösterememiş, gerek muhteva ve gerekse işlev itibariyle dar sınırları aşamamışlardır. Oysa Selamet mecmuası, sahibinin ve editörünün dönemin önde gelen gazetelerinden Cumhuriyet gazetesinin tanınmış bir muharriri olması, hatta II. Meşrutiyet’in en etkin İslamcı mecmualarından Sebilürreşad’ın tanınmış bir muharriri olması, tek parti döneminde yoğun ve üretken bir müellif, bir mütercim ve bir yayıncı olarak faaliyet göstermesi sebebiyle, çıkışından itibaren çıkışıyla beraber, siyasi ve kültürel çevrelerde dikkatleri çeken bir dergi olmuştur. Ömer Rıza, Selâmet’e verdiği istikametle de halk kesimlerinin, İslamî çevrelerin, siyasi çevrelerin ilgisini çekmeyi sağlamış, mecmuada kullandığı kapsayıcı ve bütünleştirici üslûpla da savunduğu görüşlerin hayatiyet bulmasında büyük rol oynamıştır. Dolayısıyla 1947 Mayıs’ında Selâmet’in çıkışı, Türkiye’de din ve vicdan özgürlüğü bağlamında önemli bir gelişmenin, mühim bir açılımın ipuçlarını taşır. Çıkışıyla birlikte çok ılımlı ve itidalli biz çizgide neşrini sürdüren mecmua, İslamî değerleri öne çıkarmış, bu minvalde dinin, din eğitim ve öğretiminin gerekliliğini ortaya koyan muhtevasıyla Türk fikir ve düşünce hayatında değer ve itibar görmüş, hatta siyasi konjonktürdeki gelişmelere sıcak ve etkileyici yaklaşımıyla önemli bir rolü üstlenip Türkiye’de hassas bir dönemde din hürriyetinin sağlanmasında, din eğitim ve öğretiminin müesseseleşmesinden önemli hizmetlerde bulunmuştur. Selamet, özellikle de 1945 sonrasında eksikliği fazlasıyla hissedilen din hürriyeti, din öğretimi alanında, dini ve fikri muhtevasıyla Türk okuyucusu için bir mektep olma hüviyetini ve işlevini de yerine getirmiştir. Bir yanda dini ve fikri muhtevalı zengin içeriğiyle Türk okuyucusuna hizmet ederken bir yandan çok partili hayatın yerleşiminde önemli katkı sağlayarak ciddi bir fonksiyonu icra etmiş bir yandan da İslam dünyasıyla Türk okuyucusu ve kamuoyu arasında bir köprü vazifesi görmüş, Türk okuyucusunun ufkunu genişleterek İslamî hassasiyetini artırmada kaynaklık etmiştir. Ömer Rıza Doğrul ve Selamet Mecmuası 285 Sonuç Ömer Rıza, Selamet mecmuasını yayınlandığı süreçte (1947-1949), halk kesimlerinin, İslamî çevrelerin ve siyasi çevrelerin ilgisini çekmeyi başarmış, mecmuada kullandığı kapsayıcı ve bütünleştirici üslûpla da savunduğu fikir ve görüşlerin hayatiyet bulmasında büyük rol oynamıştır. Çıkışıyla birlikte itidalli ve ılımlı bir çizgide neşrini sürdüren mecmua, İslamî değerleri öne çıkarmış, bu minval üzere, dinin, din eğitim ve öğretiminin gerekliliğini ortaya koyan muhtevasıyla Türk fikir ve düşünce hayatında değer ve itibar görmüş, hatta siyasi konjonktürdeki gelişmelere etkileyici tavrıyla önemli bir rolü üstlenip Türkiye’de hassas bir dönemde din öğretiminin sağlanmasına, din eğitim ve öğretiminin müesseseleşmesine ciddi katkılarda bulunmuştur. Mecmuada din-siyaset ilişkisi açısından, iktidar partisi olan CHP’deki gelişmeler ve hükümetin aldığı kararlar yakından takip edilmiş; söz konusu siyasi gelişmeler olumlu bir üslupla yönlendirilmeye çalışılmıştır. Özellikle de CHP’nin 1947 Büyük Kurultayı Selamet’te uzun uzadıya konu edilmiş, kurultaydaki tartışmalar Selamet’e nakledilerek bazen karşı çıkılmış, bazen de desteklenmiştir. Yine bu doğrultuda “laiklik”, “hakiki laiklik”, “laiklik taassubu ile mücadele”, “din ve vicdan hürriyeti” “din tedrisatı” gibi konular Selamet’te yer alan en hacimli konuların başında gelmiştir. Selamet, bir yandan dini ve fikri muhtevasıyla Türk okuyucusuna hizmet ederken bir yandan da çok partili hayatın yerleşmesine önemli katkıda bulunmuş ve bir yandan da İslam Dünyasıyla Türk okuyucusu ve kamuoyu arasında bir köprü vazifesi görmüş, Türk toplumunun ufkunu genişleterek İslâmî hassasiyetini artırmıştır. Dolayısıyla mecmua, “Selamet” adı altında barışçı tavrını ortaya koyarak dini ve milli meselelere ve memleket konularına büyük hassasiyet göstermiş ve yayınlandığı sürede önemli hizmetlerde bulunmuştur. Kaynakça Doğrul, Ö. R. (23 Mayıs 1947). Yolumuz ve amacımız. Selamet, 1/1, 2. Doğrul. Ö. R. (18 Haziran 1948). Mecburi bir gecikme. Selamet, 111/55, 2. Hasan, Z. (14 Mart 1952). Ömer Rıza ve hizmetleri. Cumhuriyet. İstanbul. Koçu, R. E. (1958). Doğrul, Ömer Rıza. İstanbul Ansiklopedisi içinde. ( c. IX, s. 4652). Kutlu, M. (1982). İslâm-Türk ansiklopedisi. Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi içinde. (c. V, ss. 1-2). İstanbul: Dergâh. Uzun, M. (1994). Doğrul, Ömer Rıza. İslâm Ansiklopedisi içinde. (cilt IX, s. 489). İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı. Olgun, T.M. (1991). Matbuat âlemindeki hayatım ve İstiklâl Mahkemeleri. İstanbul: Nehir. ~ Serdengeçti, 1952, Ekim/Kasım, 19-20. ~ ~ Serdengeçti, 1956, Mart, 21. ~ Giriş “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” anlayışıyla Allah demenin dahi yasak olduğu tek partili (CHP) dönemde bütün baskılara rağmen kendisiyle özdeşleştiği Serdengeçti dergisini yayınlayan Osman Yüksel, Türkiye’nin basın, siyaset ve düşünce tarihinde temsil gücü yüksek olan simge bir isimdir. Tek parti döneminin yanı sıra demokrasiye geçiş olarak ifade edilen Demokrat Parti’nin (DP) 10 yıllık iktidarı, 27 Mayıs 1960 darbesi ve sonrası olmak üzere 15 yılda sadece 33 sayı çıkarabildiği Serdengeçti dergisinin birçok sayısına siyasal iktidarlar tarafından yayın öncesi ve sonrası olmak üzere baskı ve sansürün her türlüsü uygulanmıştır. Derginin yayıncısı olarak Osman Yüksel, mahkemelere verilerek hapishanelerde aylarca tutuklu kalmıştır. Osman Yüksel, bütün zorluklara ve baskılara rağmen hakkın ve halkın sesi olarak, milletin milli ve manevi değerlerinden yana ortaya koyduğu duruşu ile milletin gözünde “Osman Yüksel Serdengeçti’ye” ya da daha kısa bir ifadeyle “Serdengeçti”liğe yükselmiş, fikir ve aksiyonu harmanlamış bir kişiliktir. Osman Yüksel, Cemil Meriç’in (2005), ifadesiyle, içinde yaşadığı toplum için kendini aşarak feda eden ve bu yüzden de bir anıta, olaya ve kitaba dönüşen, ruhu doğa gibi verimli ve ölümsüz bir insan olmuştur (ss. 43-44). Tek kelimeyle adı gibi, dergisi gibi gerçek bir “Serdengeçti” olmuştur. Bu çalışma kapsamında Türkiye’de söylen(e)meyen birçok gerçeği adeta haykıran Serdengeçti dergisini tek başına yayınlayan Osman Yüksel’in mücadelesi ekseninde hayatı ele alınmıştır. Çünkü Osman Yüksel, Serdengeçti dergisinTek Kişilik Kültür ve Medeniyet Ordusu: Serdengeçti Dergisi Ali Özcan 290 İslam’ı Uyandırmak - II de yaşadıklarını kaleme almıştır. Dergiyi yayınlamaya başladıktan sonra Osman Yüksel Serdengeçti olmuş ve son nefesini verinceye kadar ve bugün bile bu isimle anılmaktadır. Daha kısa bir ifadeyle Osman Yüksel’in hayatı yayınladığı Serdengeçti dergisi ve bir dava adamı olarak yaşadıklarının toplamı olmuştur. Bu yüzden Osman Yüksel’i ve Serdengeçti dergisini birbirinden ayrı düşünmek ve farklı çalışma konuları olarak ele almak mümkün değildir. Çalışmada, Serdengeçti dergisinin teknik ve içeriksel anlamda analizi gerçekleştirilmiştir. Derginin resmi/özel ilan ve reklam almaması, baskı/sansür ve dağıtım imkanlarının kısıtlı olmasına rağmen tirajının çok yüksek olması (33 sayı, bir milyona yakın baskı) yayıncılık açısından önemli bir değer teşkil etmektedir. Serdengeçti dergisinin farklı siyasal iktidarlar dönemi (CHP, DP) ile 27 Mayıs darbe süreci ve sonrasında ortaya koyduğu yayın politikası ve bunun yansımaları değerlendirilmiştir. Çalışmanın son bölümünde ise derginin İslamî yayıncılık açısından önemi, dönemin basın-iktidar ilişkileri bağlamında ele alınmış, Serdengeçti dergisinin mücadelesini İslamî bir düşünce ve duruş ekseninde yürüttüğü görülmüştür. Osman Zeki Yüksel (Serdengeçti’nin) Hayatı Okumuş zümrenin kendi toplum ve kültürüne yabancılaştığı dönemde yerli bir aydın; tek parti iktidarının sansür ve baskılarına karşı doğruları haykıran bir gazeteci; parti içi demokrasinin yeşermesine izin verilmeyen siyasi ortamda kendi partisine karşı muhalif bir milletvekili: Osman Yüksel Serdengeçti. Gerçek ismi Osman Zeki, soyadı ise Yüksel olmasına rağmen yayınladığı Serdengeçti isimli dergi ve bu dergide kullandığı “Osman Yüksel Serdengeçti” ismi nedeniyle toplumun büyük bir çoğunluğu tarafından bu isimle bilinmekte Foto 1. Osman Zeki Yüksel (Osman Yüksel Serdengeçti) 25 Temmuz 1917-10 Kasım 1983 Tek Kişilik Kültür ve Medeniyet Ordusu: Serdengeçti Dergisi 291 ve anılmaktadır. Osman Yüksel, 25 Temmuz 1917 tarihinde Antalya’nın Akseki ilçesine bağlı Hacı İlyas Mahallesinde dünyaya gelmiştir. Batı sömürgeciliğinin askeri ayağı olan Birinci Dünya Savaşı devam ederken doğan Osman Zeki Yüksel’in gençliği Milli Mücadele heyecanı ve Kuva-yı Milliye ruhu ile dolmuştur. Ailesinden iyi derecede İslamî eğitim alan Osman Yüksel, Milli Mücadele heyecanıyla geçen çocukluğu ve sonrasında yaşananları şu ifadelerle anlatmaktadır: İlk mektepte okuduğumuz kıraat kitapları, zorla gasp edilmiş, alçakça çiğnenmiş bir vatanın yakılmış, yıkılmış bir yurdun hatıralarıyla dopdoluydu. Zafer neşidelerinin yanında, sönmüş ocaklar, yıkık mabedler, malul gaziler gördük. Okuduklarımız gördüklerimize uyuyordu. Milli Mücadele heyecanı, Kuvayi Milliye ruhu körpe dimağlarımızda silinmez akisler, derin izler bıraktı. Sonradan bu ruh yavaş yavaş gevşedi. Yerini sert, kaba bir materyalizme, kör bir putperestliğe bıraktı. Milli Mücadele heyecanı söndürüldü. Kuvayi Milliye ruhu öldürüldü. (Serdengeçti, 2000, ss. 6-7) Osman Yüksel’in ileriki yıllarda ortaya koyacağı mücadelenin temel hareket noktası da bu topluma dayatılmaya çalışılan bu dönüşüm olmuştur. Osman Yüksel, ilk-orta ve lise eğitiminden sonra 1940 yılında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih, Coğrafya Fakültesi’nin Felsefe bölümüne kaydolmuştur. Birçokları gibi fakülteye zorla kaydolmadığını söyleyen Osman Yüksel, felsefeyi bilerek, isteyerek tercih ettiğini ifade ederek, sebebini şöyle açıklamaktadır: “Nihayet felsefe tahsil ederek büyük filozofların sistemleri üzerinde duracak, onlardan aldığım ilhamla, ışıkla kültür hayatımızın geçirmekte olduğu buhranları anlayacak, karanlıkları aydınlatacaktım. Milletime, vatanıma bu yolda gücümün yettiği kadar faydalı olmaya çalışacaktım” (Serdengeçti, 3, s. 3). Ancak Osman Yüksel’in düşündüğü üniversite ortamı hayal kırıklığı ile sonuçlanmıştır. İlim perdesi arkasında üniversitede halkın inançlarıyla dalga geçildiğini, öğrencilerin materyalist ve yozlaştıran bir batağa doğru itilip kendi kültür ve medeniyet değerlerinden uzaklaştırıldığını gören Osman Yüksel’in öğrencilerin içinde bulundukları duruma ilişkin ifadeleri dikkat çekicidir: Her şeyi ben bilirim iddiasında bulunan bu zavallılar, Karl Marx’ı Marka, Engels’i Engel olarak yazacak ve okuyacak kadar kendi ideolojilerinin bile yabancısıdır. Bu zavallılar, bu solda sıfırlara göre, Çanakkale tahtakale, Atatürk, sarhoşun biri, Namık Kemal şişirilmiş bir adam, İstiklal Marşı şairi yobaz ve İstiklal Harbi kahramanları, şehitler budala idi. Bunlar, ceplerinde para olunca kapitalist sistemleri kabul eder; parası bitince yaman birer proleter olurlar ve aç midelerin türküsünü çağırırlar. (Serdengeçti, 3, 4) 292 İslam’ı Uyandırmak - II Genelde üniversitede ve özelde de Dil ve Tarih, Coğrafya Fakültesi’nde cereyan eden bu olaylardan son derece rahatsız olan Osman Yüksel, tek parti döneminde laiklik, modernlik, Batıcılık adı altında kültür ve medeniyet değerlerine yapılan saldırılara karşı ailesinde aldığı dini eğitim ile Mevlana’dan, Yunus Emre’den ve Mehmet Akif Ersoy’dan aldığı ilhamla milli kalabilmeyi ve yerliliği kendisine bayrak olarak edinerek mücadelesini sürdürmüştür. Osman Yüksel, böylesi buhranlı bir eğitim ve düşünce ikliminde kendiyle, kendi değerleriyle buluşmasını/kavuşmasını şöyle anlatmaktadır: Kendi varlığını bile inkâr eden ‘ide’ci feylesoflardan tutun da, en kaba materyalistlere kadar, bunların kurdukları fikir sistemleri içinde bir hayli dolaştım. Kantları Kontları gördüm. Hiçbiri içimdeki boşluğu dolduramadı. Beni nurlu bir yola çıkaramadı. Niçenin ihtiras şarkıları, Russonun vicdan ve hürriyeti, Spinozanın panteizmi, Berksonun canlı, hayat akan felsefesi, zaman zaman bütün varlığımı kaplamak istedi. Fakat bu olmadı. Daima bir yanım açıkta kaldı. Aradığımı yine kendimde, kendimizde, şarkta buldum. Mevlana ve Yunus imdadıma yetişti. Bu iki büyük ustanın sesi, felsefesi bana kalbimin atışı kadar canlı, benden bana yakın göründü. Beni ayrılık gayrılık tanımayan vahdetçi bir dünya görüşüne götürdü. ‘İzm’lerin elinden kurtardı. Kalp yollarından geçen her fikir nur oldu: Tanrı’yı, mutlak hakikati buldu. Sanat ve fikir, kalp ve akıl, garbın hiçbir feylesofunda, bu iki büyük insanda olduğu kadar birleşemedi. Nifaksız, tezatsız bir görüş! En büyük insanlık, en büyük ahlak… Hakikat!.. Evet cemiyet karşısında ben hep Akif gibi düşündüm. Beni bu mücadeleye, bu sevdaya atan Akif olmuştur. Kâinat, varlık, Hakk karşısında ise Mevlanaların, Yunusların yolundaydım. (Serdengeçti, 2000, ss. 8-9) Üniversitenin ilk yıllarında Osman Yüksel, dönemin Marksist düşüncesinin temsilcileri olarak dikkat çeken üniversite hocaları Behice Boran, Niyazi Berkes ve Muzaffer Şerif tarafından en çalışkan öğrenci olduğu için üzerinde çok durulan bir öğrenci olmuştur. Sürekli olarak okuyan, düşünen, konuşan, yazan bir genç ve üstelik üslubu da kuvvetli olan Osman Yüksel için Muzaffer Şerif, Behice Boran’a, “Behice, Osman’ın üzerinde sen ehemmiyetle dur” demiştir. Hatta Osman Yüksel, Behice Boran’ın kendisini yanına, kendi evine alma teklifini nazikâne bir şekilde reddettiğini de söylemektedir (Serdengeçti, 2016, s. 59). Osman Yüksel, bu dönemde üniversitede bir kısım hocalar tarafından organize edilen komünist faaliyetlerine dur demek amacıyla arkadaşlarıyla örgütlenmiş, çeşitli toplantılar düzenlemiş, şiddet yanlısı arkadaşlarına ise, “Hayır fikre karşı kaba kuvvet bizim yapacağımız iş olamaz. Böyle bir teşebbüse girişenler, kendi fikrinin zaafını peşinen kabul etmiş demektir. Onlarla fikir ve kanun yollarından mücadele etmeliyiz” (Aktaran: Balcıoğlu, 2002, s. 171) Tek Kişilik Kültür ve Medeniyet Ordusu: Serdengeçti Dergisi 293 demiştir. Fakültesinde bu organizasyonlara yön veren hocalar hakkında Milli Eğitim Bakanlığına şikâyette bulunması üzerine iftira gerekçesiyle okuldan atılan Osman Yüksel, Danıştay’a açtığı davayı kazanarak okuluna geri dönmüştür. Ayrıca çeşitli kaynaklarda Osman Yüksel’in okulda Sabahattin Ali’yi tokatladığı yönünde ifadeler bulunsa da (Yılmaz, 2001, ss. 33-34) bunun doğru olup olmadığı muammadır. Osman Yüksel ile Sabahattin Ali arasında karakolluk olmalarına sebep bir tartışma yaşanmıştır ancak, tokatlama konusunda kesin bir bilgi elde edilememiştir. Bu olayların da bir devamı olarak yaşanan 3 Mayıs 1944 olayları (Türkçülük Olayları) cereyan etmiş, gösterilerde aktif bir şekilde yer alan Osman Yüksel, gözaltına alınmış ve bizzat dönemin Ankara Valisi Nevzat Tandoğan tarafından sorgulanmıştır. Osman Yüksel, olay Ankara’da geçmiş olsa da Nihal Atsız ile birlikte İstanbul Sıkıyönetim Mahkemesine sevk edilmiş, kendisiyle birlikte diğer sanıklara tahkikat sırasında işkenceler uygulanmış, hepsi (40x50x250 santimetre boyutlarındaki) tabutluklarda/ hücrelerde tutulmuşlardır. Tabutlukları “ölmeden mezara koydular beni” diye söylenen halk türküsüne benzeten Osman Yüksel (Serdengeçti, 1, 14-15), ilk mahkumiyet kararları Yargıtay tarafından bozularak, 31 Mart 1945 tarihinde 2 nolu Sıkıyönetim Mahkemesi tarafından beraat ettirilmiştir. Mahkemenin verdiği kararla beraat eden Osman Yüksel, bundan sonraki süreçte sürekli göz hapsinde tutulmuştur (Serdengeçti, 5, 7). Öte yandan üniversitedeki kaydı da dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in özel emriyle silinmiştir. Bunun üzerine Hasan Ali Yücel’e hitaben ‘Yüksek Vekâletin Alçak Vekiline’ diye bir dilekçe yazmış, makamlarca kabul edilmeyen dilekçeyi gazetede yayınladığı için tutuklanmıştır. Yüksek Vekâletin Alçak Vekiline, Ben. 3 Mayıs 1944 hadiselerine öncülük yapmak, gençliği kışkırtıp tahrik etmek suçuyla, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinin, Felsefe Şubesinin son sınıfının son noktasından bir telefon emrinizle atılan ben, Osman Yüksel! ... İstanbul’a sürülüp, örfi idare komutanlığının emrine teslim edildikten, tabutluklara tıkılıp, zincirlere vurulduktan sonra, suçsuz olduğum anlaşılmıştır. Kader beni yine sizin karşınıza dikmiştir. Hakkımı istiyorum efendi, hakkımı! … Senden bahşiş istemiyorum!... İmtihan hakkımı ya verirsin ya zorla alırım. ... Beni tuttuğum yoldan Yücel değil, ecel gelse döndüremez! (Balcıoğlu, 2002, s. 13) Okulu bitirmesinin önüne sürekli engelleri çıkartılan Osman Yüksel, siyasal iktidarın (Milli Şef İsmet İnönü dönemi) halkın dinine, kültür ve medeniyet değerlerine yönelik uygulamış olduğu yanlış politikaları ve haksızlıkları halka duyurmak ve bunlara bir “dur” demek için kendisiyle özdeşleşen Serdengeçti isimli dergiyi çıkarmaya karar vermiştir. Gerçekten de, “Haksızlıklar karşısında 294 İslam’ı Uyandırmak - II susan dilsiz şeytandır” düsturuyla olaylara yaklaşan Osman Yüksel için bu soyadı çok uygun olmuştur ve herkes bunda hemfikirdir. “Allah’a, Millete, Vatana koşanların dergisi” sloganıyla Serdengeçti dergisi, Osman Yüksel’in deyimiyle, din, mukaddesat ve milliyet düşmanlarının üzerine adı gibi “Serdengeçti” cesaret ve gözü karalığı ile gitmiştir. Osman Yüksel, dergisi için “Serdengeçti’deki her ses, her sada maroken koltuk, bol harcırah, hususi vagon sahiplerinin rahatını bozmuştur. O satırlar bir feryattır, bir çığlıktır. Bir milletin ıstırabını haykırıyor” (Serdengeçti, 3, s. 6) demiştir. Yakın dava arkadaşı Necip Fazıl Kısakürek, Serdengeçti dergisinin idarehanesini ve Osman Yüksel’i şöyle tasvir etmektedir: Ankara’da (step) şehrinin Denizciler caddesinde, hem idarehane, hem yatakhane, bir tarafında rast gele yığın yığın kitap ve dergi, bir köşesinde yorgun-argun yatak ve yorgan, yerde yağları donmuş bir yemek tabağı ve giyildikten sonra atılmış yün çoraplar, çarpuk-çurpuk ayak parmaklarını konuşturan düşünceli bir çift eski potin, garip ve hazin bir mekan zarfı içindeki, kirpi saçlı ve katran kuyusu gözlü adam… Gayet içli, tabak gıcırdasa zıplayacak kadar zaif, sinirli, hudutsuz, evhamlı, (metafizik) fikirlere karşı ‘yangın var!’ diye bağırasıya beyni sancılı, ama kafiye hatırı için hakikatlere kıyasıya insiyaklarına tabi, (espri) düşkünü ve kelime oyunu tiryakisi, eski Türkçü ve yeni İslamcı, her şeyin üstünde de mayası tertemiz ve ruhu ipince, ‘Serdengeçti’ iddialı, dağınıklık ve perişanlıktan geçemez bir tip… Aksekilidir; ve sabık şairin o güne kadar tanıdığı Aksekililerden apayrıdır. Akseki modelinin tamamıyla yabancısı olduğu bir iç dünyaya kapalı, belki o dünyayı başına yıkarak, ihtilaçlar ve ihtiraslarla dolmuş, marazi çapta bir hassasiyet… Şöyle der: Akseki birçok zahiri din adamı yetiştirmiştir ama evliyalık kokusundan mahrumdur. Yakın akrabası, Diyanet İşleri Bakanı Aksekili Ahmed Hamdi’ye otomobil tahsis edildiğini duyunca yapıştırıvermiştir: Sıratı bu otomobille mi geçeceksin! İnönü resimli pulları abone bantlarına yapıştırırken onların tutmadığını görüp haykırmıştır: Koltuğuna yapıştığın gibi yapışsana! Sabık şaire ‘üstad’ yerine ‘ustad’ der ve o konuşurken çok defa başını elleri arasına alıp uzak bir köşeye çekilir. Hâsılı, binbir zaaf içinde cins bir adam. (Kısakürek, 1985, ss. 362-363) Serdengeçti Dergisi Osman Yüksel’de dergi çıkarma fikri çocukluğundan başlayıp, ölümüne kadar hayatının her anında heyecan uyandıran bir durum olmuştur. 1940 yılında liseden olgunluk sınavını başarıyla bitiren ve bu yüzden imtihansız olarak Avrupa’ya gönderilme hakkına sahip olmasına ve çevresindekilerin “git” ısrarına rağmen Osman Yüksel’in, Dil ve Tarih, Coğrafya Fakültesi’nin Felsefe bölümüne burslu olarak kaydolarak aylık 50 lira olan burs parasıyla mecmua çıkarmak is- Tek Kişilik Kültür ve Medeniyet Ordusu: Serdengeçti Dergisi 295 tediğini söylemesi (Serdengeçti, 2016, s. 201) daha çocukluğundan itibaren yayıncılığı hayatının merkezine aldığını göstermektedir. Çünkü dönem itibariyle dergicilik Meriç’in deyimiyle (2007, s. 96), “hür düşüncenin kalesi” olmuştur. Bu yüzden Osman Yüksel’in yayıncılığı seçtiğini söylemek yerinde olacaktır. Ölümünden birkaç ay önce hastanede yatan Osman Yüksel’in tedavi masrafları için para gerektiğini yeğeni Emine Bağlı şöyle anlatır: Hasta olduğu için hiçbir şeyle ilgilenmiyordu, mevcut parası bankadaydı üstelik vekâleti yoktu. Hastane masrafları için paraya ihtiyacımız vardı. “Amca bir gazete-mecmua çıkarsak” dedim, “Çıkartalım” dedi. “Onun için paraya ihtiyacımız var” dedim, “Ne yapalım?” dedi. Zihni gidiyor, geliyordu. “Bana vekâlet ver de biraz para çekeyim, bu işlere yatırayım” dedim, “Tamam” dedi. Vekâlet verdi, ben vekâletle onun parasından bir miktar çektim ve hastane masrafları için kullandık. Emine Bağlı, amcasının ancak “mecmua için kullanacağız” sözleri üzerine vekâleti verdiğine dikkat çekerek, hasta yatağında bile gazete-mecmua çıkarmanın onu çok heyecanlandırdığını ifade etmiştir (Özcan, 2010, s. 66). Osman Yüksel için dergi, sesi soluğu, yaşama tutunduğu bir dal olmuştur: Denizciler Caddesi’nin ortasından İtfaiye Meydanı’na inen o köhne sokağa sapar sapmaz, sağ tarafınızda kalan daha köhne, daracık sokağa gireceksiniz. Sağ yanınızdaki birkaç dükkânın en dipte olanının önünde durun. Cephesi demirli bir dükkândır burası. Camekânından içeriyi göremezsiniz. Sararmış, solmuş kâğıtlarla örtülüdür. Ama bu perde olarak gerilmiş bayat kâğıtların arasından ucunu, başını gösteren kitaplara rastlayınca, burasının matbaa işleriyle ilgili bir yer olduğuna karar verebilirsiniz. Bir matbaanın ambarı mesela. Camekânın yanındaki dar kapıdan içeriye girince, sizi evvela bir ses karşılayacaktır; genellikle kaim ve gür bir ses: “Gel! Burdayım.” Sesin sahibi, ya girişteki sahanlıkta, bir kenara iliştirilmiş masasında oturmaktadır ya da derin dükkânın arka taraflarında kitaplarla meşguldür. Bazen, onu dinleyen birkaç kişiye de rastlamanız mümkün tabii. Bu adam Osman Yüksel’dir ve burası ise onun yeri. Yani Serdengeçti dergisinin ve yayınlarının yönetim yeri. Kırk metre kare kadar tutan bu yer, yerden tavana kadar, raflara dizilmiş kitaplarla tıklım tıklımdır. Yalnız raflar mı doludur kitaplarla? Hayır, her taraf... Rafların önü de bilmem kaçar sıra hâlinde metrelerce yükseklikte kitaplarla peçelenmiştir. Çok defa, aralarında dolaşamayacağınız kitap paketleriyle tıkanmıştır rafların önlerindeki sıralar da. Serdengeçti’nin kitapları, dergileri solunur bu duvarların koynunda. Biraz da küf... (İnan, 2010, ss: 85-86) 296 İslam’ı Uyandırmak - II Foto 2. Serdengeçti Dergisinin İlk Sayısı Türkiye’nin yayıncılık tarihinde kendine has bir yer edinen Serdengeçti dergisinin ilk sayısı 20 Nisan 1947 tarihinde çıkmış, büyük ilgi görünce aynı sayı ikinci kez aynı ay içerisinde yeniden basılmıştır. Serdengeçti dergisine yönelik yoğun ilginin temelinde yer alan en büyük etken ise tek parti iktidarının hüküm sürdüğü, baskı ve sansürün en etkili kontrol aracı olduğu bir dönemde, toplumun geniş bir kesiminin söylemek isteyip söyleyemediklerini net ve dolaysız bir şekilde ifade etmesi olmuştur. Toplumda büyük yankı uyandıran Serdengeçti dergisi doğal olarak iktidarın da dikkatini çekmiş, Osman Yüksel, “CHP’den dört kodaman bizim tanıdığımız büyüklerden birini ziyaret ediyor. Tek Kişilik Kültür ve Medeniyet Ordusu: Serdengeçti Dergisi 297 “Bu gence yazık olmasın, biz bunu himaye edelim. Matbaa bulalım, para bulalım” diyorlar. Tabii biz reddediyoruz. Sonra da mahkemeye veriyorlar” demiştir (Serdengeçti, 5, 7). Nitekim derginin ilk sayısında yer alan “Bir Fakültenin İçyüzü” ve “Azap Hücrelerinde” yazılarından dolayı Osman Yüksel, mahkemece 6 ay 2 gün hapis ve 202 lira para cezasına çarptırılmıştır. Buradaki 2 gün ise tecil imkânını ortadan kaldırmak için eklenmiştir (Serdengeçti, 3, 7). İlk sayıdan itibaren açılan mahkeme ve hapishane yolu derginin son sayısına kadar kapanmamış, bu yüzden Osman Yüksel, derginin her sayısında arka kapakta “Açın kapıları Osman geliyor!” sloganına yer vermiştir. Osman Yüksel, Serdengeçti dergisinin yanında Hasan Ali Yücel’e hitaben yazdığı mektubun yer aldığı Bağrıyanık isimli bir mizah dergisi de çıkarmış, yazılardan dolayı mahkemeye verilmiş ve bir sonraki sayısına Serdengeçti dergisinin 1952 yılında yayınlanan 18. sayısının içinde 2 sayfalık bölüm olarak yer verilmiş ve böylece yayın hayatı son bulmuştur. Osman Yüksel, ayrıca Mehdi isimli bir dergi de çıkarmak istemiş ancak bunu gerçekleştirememiştir. Foto 3. “Hak yolunda bağrıyanık yolcular” sloganıyla çıkan bağrıyanık dergisinin ilk sayısı toplatılmış, Osman Yüksel mahkemeye verilmiştir. iki sayfalık ikinci sayısı ise Serdengeçti dergisinin 18. sayısı içinde basılmıştır. Yayıncılık hayatının yanı sıra yakın çevresinin yoğun isteğiyle 1954 yılında siyasete bağımsız Antalya milletvekili adayı olarak adım atan Osman Yüksel, Serdengeçti’yi yayınlarken yaşadığı baskı ve müdahaleleri aynı şekilde siyasal arenada 298 İslam’ı Uyandırmak - II da yaşamıştır. Buna rağmen önce bağımsız Antalya İl Genel Meclisi üyesi seçilen Osman Yüksel, 1961 seçimlerinde Konya’dan bağımsız aday olarak başvurunca geçmişte kaleme aldığı bir yazıdan dolayı tutuklanmış ve seçimlerin bitmesinden sonra serbest bırakılmıştır (Balcıoğlu, 2002, s. 15). Kendi ifadesiyle “mebus olmak isterken mahpus” olan Osman Yüksel, 1965 seçimlerinde Adalet Partisi’nden Antalya milletvekili seçilmiş, tek başına kendi partisine muhalefet yapan bir siyasetçi olarak adını Türk siyasal hayatına kazımıştır. Doğru bildiklerini her zaman söyleyen ve bu yüzden 1967 yılında Süleyman Demirel’in genel başkan olduğu Adalet Partisi’nden istifa eden Osman Yüksel, 1969 yılında Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’nden Ordu milletvekili adayı gösterilmiş, milletvekili seçilemeyince siyasete bir süre ara vermiştir. Uzun bir zamanın ardından Osman Yüksel, 1977 yılında ise Milli Selamet Partisi’nden gelen teklifi önce kabul etmiş ancak sonrasında aldığı kararla siyaset hayatına son noktayı koymuştur. Akseki’ye dönen Osman Yüksel, bir süre Parkinson hastalığı nedeniyle Konya ve devamında Ankara’da tedavi görmüş, 10 Kasım 1983 yılında Ankara’da hayata gözlerini yummuş ve Cebeci Asri Mezarlığı’na defnedilmiştir. Foto 4. 1954 yılında Antalya’dan bağımsız milletvekili adayı olan Osman Yüksel, Valilik tarafından İçişleri Bakanlığına ‘ırkçı ve turancı’, ‘kendisinden her türlü geri hareketleri umulan’ ifadeleriyle fişlenmiştir/jurnallenmiştir. Tek Kişilik Kültür ve Medeniyet Ordusu: Serdengeçti Dergisi 299 Serdengeçti Dergisinin Künyesi, Yayın Periyodu, İdarehanesi ve Basıldığı Matbaalar Osman Yüksel’in tek başına büyük bir mücadele örneği olarak yayınladığı Serdengeçti Dergisi’nin künyesinde yer alan “Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü” görevleri kendisi tarafından yürütülmüştür. Ancak 10. sayıdan itibaren künyede farklı isimlere yer verilmiştir. Dergide “Neşriyat Müdürü”, Mehmet Altunsoy; “İdari İşler”, Erdoğan Okçu; “Teknik İşler”, Metin Ören gibi görevlendirmeler bulunmaktadır. Derginin 11 ve 12. sayısında ise künyede sahibi olarak Osman Yüksel yerine M. Yüksel ismi geçmektedir. Kardeşi olan Müstecabi Yüksel’in isminin kullanıp kullanmadığı, neden kullanma gereği duyduğuna ilişkin ise herhangi bir bilgi mevcut değildir. Künyesinde yer alan bilgilerden Osman Yüksel’in dergiyi tek başına çıkardığı görülmektedir. Aylık olarak yayın hayatına başlayan dergi, 3. sayıdan itibaren planlandığı şekilde çıkarılamamıştır. Çünkü derginin yayınlanma sürecinden itibaren başlayan baskı ve sansür, yayın sonrası toplatılma, mahkemeye verilme ve Osman Yüksel’in hapsedilmesi dolayısıyla bazen aylar sonra bazen de yıllar sonra ancak yeni bir sayı basılabilmiştir. Osman Yüksel, “Nerede, ne zaman çıkacağı belli olmaz, bir çıkar pir çıkar” sözleriyle mizahi bir şekilde bu durumu izah etmiştir. Özellikle Malatya Hadisesi nedeniyle dergi 4 yıla yakın bir süre yayın hayatına ara vermek zorunda kalmıştır. Foto 5. Uygulanan sansür nedeniyle her sayısı büyük zorluklar içinde farklı şehirlerde yayınlanan Serdengeçti dergisi, okuyucularıyla bu durumu paylaşıyor. 300 İslam’ı Uyandırmak - II Tablo 1. Serdengeçti dergisi sayılarının basım tarihi ve basıldığı matbaalar Serdengeçti, 1, (Nisan 1947), Sesışık Matbaası-Eskişehir. Serdengeçti, 2, (Mayıs 1947), Sesışık Matbaası-Eskişehir. Serdengeçti, 3, (Ekim 1947), Ülkü Basımevi-Konya. Serdengeçti, 4, (Mart 1948), Sakarya Basımevi-Ankara. Serdengeçti, 5, (1948), Sakarya Basımevi-Ankara. Serdengeçti, 6, (Mayıs 1949), Alkaya Matbaası-Ankara. Serdengeçti, 7, (Temmuz 1949), Yeni Matbaa-Ankara. Serdengeçti, 8, (Ekim 1949), Işık Matbaası-Ankara. Serdengeçti, 9, (Şubat 1950), Yeni Matbaa-Ankara. Serdengeçti, 10, (Mayıs 1950), Gün Basımevi-İstanbul. Serdengeçti, 11, (Eylül 1950), Yeni Matbaa-Ankara. Serdengeçti, 12, (Kasım 1950), Yeni Matbaa-Ankara. Serdengeçti, 13, (Haziran 1951), Şaka Matbaası-Ankara. Serdengeçti, 14, (Mart 1952), Yeni Matbaa-Ankara. Serdengeçti, 15-16, (Mayıs-Haziran 1952), Yeni Matbaa-Ankara. Serdengeçti, 17, (Ağustos 1952), Yeni Matbaa-Ankara. Serdengeçti, 18, (Eylül 1952), İstiklal Matbaası-Ankara. Serdengeçti, 19-20, (Ekim-Kasım 1952), İstiklal Matbaası-Ankara. Serdengeçti, 21, (Mart 1956), Yıldız Matbaası-Ankara. Serdengeçti, 22, (Mayıs 1956), Yıldız Matbaası-Ankara. Serdengeçti, 23, (Mart 1957), Yıldız Matbaası-Ankara. Serdengeçti, 24, (Nisan 1957), Yıldız Matbaası-Ankara. Serdengeçti, 25, (Eylül 1957), Ayyıldız Matbaası-Ankara. Serdengeçti, 26, (Aralık 1957), Ankara. Serdengeçti, 27, (Mart 1958), Ayyıldız Matbaası-Ankara. Serdengeçti, 28, (Ocak 1959), Ayyıldız Matbaası-Ankara. Serdengeçti, 29, (Mart 1959), Ayyıldız Matbaası-Ankara. Serdengeçti, 30, (Haziran 1959), Yeni Matbaa-Ankara. Serdengeçti, 31, (Aralık 1959), Yeni Matbaa-Ankara. Serdengeçti, 32, (Mart 1960), Ayyıldız Matbaası-Ankara. Serdengeçti, 33, (Şubat 1962). Serdengeçti dergisinin basıldığı yer ve idarehanesi de sıkça değişmiştir. Bunun en önemli nedeni baskı-sansür ve maddi yetersizliklerdir. Osman Yüksel, “Yerimiz ve İdarehanemiz” başlığıyla kaleme aldığı yazısında maddi yetersizliklere dikkat çekmektedir: Bizde Ankara’da ayrıca bir idarehane tutacak para yok. Bugün böyle bir yer için ayda en az 100 lira vermek lazım. Üç-dört, hatta bazen on ayda bir çıkan bir mecmua için böyle bir yer tutmak, bu imkânsız! İdarehane olarak bir yer göstermek muhakkak lazım. Biz de yattığımız yeri idarehane gösteriyoruz. (Serdengeçti, 9, 4). Tek Kişilik Kültür ve Medeniyet Ordusu: Serdengeçti Dergisi 301 Abisi ve eniştesi memur olduğu için kendisine bir daire verildiğini ve derginin ilk sayısında idarehane olarak burayı gösterdiğini anlatan Osman Yüksel, Serdengeçti’nin ilk sayısı çıkınca hem devletin evinde oturup hem de devletin aleyhine yazı yazdığı gerekçesiyle buradan kapı dışarı edildiğini belirtmektedir (Serdengeçti, 9, 4). Serdengeçti dergisinin birçok sayısı büyük zorluklar çekilerek basılabilmiştir. Osman Yüksel, günlerce kapı kapı, matbaa matbaa, şehir şehir dolaştığını ancak dergiyi bastıramadığını belirtmektedir (Serdengeçti, 1, 9). Serdengeçti dergisinin 33 sayısı Ankara, İstanbul, Eskişehir ve Konya olmak üzere farklı şehirlerde ve farklı matbaalarda basılmıştır. Serdengeçti Dergisinin Tirajı ve Gelir Kaynakları Derginin tirajı konusunda resmi belge niteliğinde herhangi bir kaynak bulunmamakla birlikte, dağıtım ağı ve etkisini temel alarak geniş bir kitle tarafından takip edildiğini söylemek mümkündür. Dönem itibariyle dağıtım sorunu olmasına rağmen derginin yüzlerce bayiye gönderildiği yine dergide yer alan “Bayiler Resmigeçidi” yazı dizisinden anlaşılmaktadır. Ülke geneline dağıtımı yapılan derginin ilk sayıları arasında sadece İstanbul’da bir bayiye 2200 adet mecmua verildiği bilgisi de (Serdengeçti, 7, 15) tirajına ilişkin değerlendirme yapmak açısından önem arz etmektedir. 6. sayıdan itibaren hemen her yerde derginin tirajının arttığı, yüzde 20’den yüzde 600-700’lere kadar yükseldiği de belirtilmektedir. 8. sayıda ise bayilere yönelik duyuruda “bu mecmuayı okuyan 40000 kişinin huzurunda Serdengeçtice söz veriyorum” ifadesi de tirajla önemli bir kaynak olma özelliğini taşımaktadır (Serdengeçti, 9, 12). Derginin 22. sayısında ise “Mecmuamız bir zamanlar Türkiye’de sürümü en çok, tesir sahası en geniş olan mecmua idi. Bazı sayılarını tekrar tekrar bastığımız halde mecmua yetiştiremiyorduk. Bu on yıl içinde 480 bin adet mecmua, 50 bin gazete (Bağrıyanık tek bir sayı çıkabildi), 25 bin broşür, 18 bin kitap neşrettik” denilmektedir. 27. sayıda ise 875 bin mecmua, 40 bin gazete (Bağrıyanık), 101 bin kitap neşredildiği okuyucuya aktarılmaktadır. 33 sayı yayınlanan derginin sayılarının toplam tirajının ortalama bir milyonu bulduğu ifade edilebilir. Yayınlandığı dönem itibariyle bu sayının baskı, sansür ve ekonomik kısıtlılıklara rağmen çok iyi olduğunu söyleyebiliriz. 302 İslam’ı Uyandırmak - II Foto 6. Serdengeçti dergisinde yer alan önemli yazılar aynı zamanda fasikül olarak basılarak Serdengeçti Yayınları tarafından okuyucularla buluşturulmuştur. Yayınevi tarafından yerli ve yabancı yazarların kitapları da basılmıştır. Serdengeçti dergisinin Türk basın tarihi içerisindeki dikkate değer en önemli özelliği resmi ve özel hiçbir şekilde reklam ya da ilan almamış olmasıdır. Derginin, Osman Yüksel’in şahsi olarak maddi ve manevi imkânlarıyla yayınlanmış olması büyük önem taşımaktadır. Çünkü dönem itibariyle tek başına bir dergiyi yayınlamak hem maddi, hem zaman ve emek, hem de iktidarla ilişkilerin sürdürülmesi bakımından büyük zorlukları beraberinde getirmiştir ancak Osman Yüksel bu zorlukların hepsinin üstesinden gelmeyi başarmıştır. Bu mücadele, İnan’ın (2015, ss. 88-89) ifadesiyle ‘Osman Yüksel tipi yayıncılık’tır. Derginin tek gelir kaynağı satışından elde edilen paradır ama bu paranın dahi ödenmemesi söz konusu olmuştur. Derginin bazı sayılarında yer verilen “Bayiler Resmigeçidi” kısmında dergilerin parasını vermeyen bayilere yönelik sitem ve uyarılar yer almaktadır. Daha ikinci sayısında Serdengeçti dergisinin bayilerden, zamanın parasıyla ciddi bir miktar olan 65 bin TL gibi yüksek bir meblağ alacağı bulunmaktadır (Yılmaz, 2001, s. 98). 30 kuruş fiyatı olan derginin bu kadar alacağının olması karşısında Osman Yüksel ikinci sayının son sayfasında bayilere sattıkları derginin paralarını ödemeleri konusunda uyarıda bulunmaktadır. Satışının dışında derginin hiçbir geliri olmadığını Osman Yüksel şu sözlerle ifade etmektedir: “Türlü menfaatler için resmi dairelerin eşiklerini aşındıran veyahut Müslüman zenginlerden, şuradan, buradan mukaddesat vergisi tarhedenlerden Tek Kişilik Kültür ve Medeniyet Ordusu: Serdengeçti Dergisi 303 de değiliz. Şimdiye kadar da buna ne tenezzül ettik, ne de ederiz… Sen dönmesin, sen masonsun gibi şantajlarla, mücahitlik şantajcılığı yapıp şundan bundan para sızdıranlardan da değiliz” (Serdengeçti, 27, 7). Osman Yüksel’in ifadeleri, geçmişten bugüne devam eden yayıncılığın kötüye kullanımına ilişkin önemli tespitlerdir. Defalarca yapılan ikazlara rağmen bazı bayilerin Serdengeçti dergisinin parasını göndermediği duyurularının da yapıldığı yazılarda, “onlar bizim hesapları yine görmezlerse, biz onların hesabını görüvereceğiz” ifadeleriyle mizahi bir tarzda içinde bulunulan duruma dikkat çekilmektedir. Bu uyarıların ardından gelecek sayılarda aldığı derginin parasını ödemeyen bayilerin isimlerinin ilan edileceği de duyurularak, “Biz Amerika’dan yardım mı görüyoruz yoksa CHP’nin kesesinden mi geçiniyoruz? Çok rica ediyoruz, ya parayı ya mecmuaları…” denilmiştir (Serdengeçti, 3, 16). Bazı sayılarda dergi parasını ödemeyen bayiler ifşa edilerek, mizahi bir dille paraları göndermeleri istenmiştir. Foto 7. Derginin birçok sayısında yer verilen “Bayiler Resmigeçidi” kısmında dergilerin parasını vermeyen bayilere yönelik mizahi bir anlatımla sitem ve uyarılara yer verilmiştir. Serdengeçti Dergisinin Dili, Üslubu, Yazarları ve Sloganları Serdengeçti dergisinin geniş halk kesimleri üzerinde etkili olmasının en önemli nedeni kullanılan dil ve üslup olmuştur. Dönemin diğer dergilerine nazaran, kullandığı yalın, süse, teşbihlere yer vermeyen sade fakat canlı ve akıcı dili, 304 İslam’ı Uyandırmak - II çok kıvrak ve heyecanla okunan üslubu nedeniyle halk kesimleri tarafından çok talep edilmiştir. Dergide yer alan yazıların birçoğunu kaleme alan Osman Yüksel, akıcı bir dil kullanmakla birlikte yazılarını okuyucu ile konuşur gibi yazmıştır. Bu yüzden dergi, okuyucular tarafından rahat anlaşılmış, bu durumun doğal bir sonucu olarak toplumun geneline seslenme imkânına kavuşmuştur. İnan’ın (2015, ss. 91-92), “Halk, bir nefeste okurdu onun kitaplarını, onun kitaplarını okuyup da etkilenmeyene rastlamadım diyebilirim. Düşüncemizle ilişkiler kurmasını istediğimiz her delikanlıya evvela onun kitaplarını verirdik. Gönlü, beyni, ayrık otlarından temizlemenin ilk operasyonu, bir zamanlar, onun kitaplarıyla gerçekleşirdi” sözleri Osman Yüksel’in kullandığı dil ve üslubun özellikle de gençler üzerinde ne kadar etkili olduğunu gözler önüne sermektedir. Foto 8. Yazarlığın yanında şair de olan Osman Yüksel, birçok şiirini hapishanede kaleme almıştır. Konya Cezaevi’nde kendi el yazısıyla kaleme almış olduğu ‘Hapishanelerde Düşünce ve Hayal’ isimli şiiri. Tek Kişilik Kültür ve Medeniyet Ordusu: Serdengeçti Dergisi 305 Serdengeçti dergisinde yer alan yazıların önemli bir kısmı Osman Yüksel’in kendi adı, kullandığı müstear isim ve imzasız yazılardan oluşmaktadır. Diğer yazarlar ise genellikle dönemin aydın, gazeteci-yazar, öğretmen ve üniversite öğrencileri ile hapishane mahkûmlarının yazılarından oluşmaktadır. Mahkûmlara özel bir parantez açmak gerekirse, her sayının ardından mahkûm edilen bir yazar ve dergisinde mahkûmların sesine yer verilmesini doğal karşılamak gerekir. Derginin yazarları ve yazılarına yer verilen kişiler arasında, Nurettin Topçu, Ali Fuat Başgil, Necip Fazıl Kısakürek, Peyami Safa ve Eşref Edip isimleri dikkat çekmektedir. Ayrıca Victor Hugo, Schopenhauer gibi edebiyatçılar başta olmak üzere toplumsal açıdan faydalı yabancı dilde yayınlanmış yazıların tercümesine de dergide sık sık yer verilmiştir. Osman Yüksel’in dergide kullanmış olduğu müstear isimler ise “Serdengeçti” ve Serdengeçtiler’in yanı sıra “Karazor”, “Mahkûm” mizahi yazılar içinse “Peşrevci”, “Terbiyeci”, “Müneccid” ve “Muzip” olmuştur. Dergide yer verilen sloganlar ise yayınlandığı dönemin siyasal ortamı dikkate alındığında meydan okuyucu bir düşünceyi yansıtmaktadır. Dergide “Serdengeçti” logosunun altında büyük harflerle “Allah’a, millete, vatana koşanların dergisi” ve “Hakk’a tapar-halkı tutar” sloganları yer almaktadır. Dönemin siyasal koşulları dikkate alındığında bu sloganlara dergide yer vermenin ne kadar önemli olduğu görülecektir. Serdengeçti Dergisinin Yayın Politikası Serdengeçti dergisinin yayın politikasını tek bir cümleyle ifade etmek gerekirse derginin isminin altında yer alan “Allah’a, vatana, millete koşanların Dergisi” ve “Hakk’a Tapar-Halkı Tutar” sloganlarına bakmak yeterli olacaktır. Çünkü bu sloganlar derginin 33 sayısı boyunca bütün içeriklerinin temel hareket noktasını oluşturmuştur. Bu bağlamda derginin siyaset ve siyasal iktidarlara, sosyal ve ekonomik hayata bakış açısını yer verdiği yazılar üzerinden incelemek yayın politikasını daha net bir şekilde ortaya koymak açısından önemli bileşenler olacaktır. Serdengeçti dergisinde siyaset kurumuna karşı her zaman mesafeli bir duruş sergilenmiştir. Bu duruş hak ve halktan, milli ve Anadolu’dan yana olmuştur. İlk sayısının ardından dergiyi siyasal anlamda kategorize etme girişimlerine karşı Osman Yüksel cevaben, “Biz hiçbir partiden değiliz! Hiçbir yerin kulu, kölesi, yeminlisi değiliz. Hak ve hakikat yolunda yürüyen hür kişileriz” (Serdengeçti, 2, 2) ifadelerini kullanmıştır. Hem CHP hem de DP döneminde halk ve haktan 306 İslam’ı Uyandırmak - II yana bu duruş kararlı bir şekilde sürdürülmüş, her iki dönemde de dergiye yönelik baskı, sansür ve Osman Yüksel’in tutuklanmasıyla sonuçlanan olaylar söz konusu olmuştur. Serdengeçti dergisinin eğitim sistemine yönelik bakış açısını “Bir Nesli Nasıl Mahvettiler?” yazısında görmek mümkündür. Yazıda, babası Kurtuluş Savaşı’nda şehit olmuş bir çocuğun mevcut eğitim sistemiyle kendi dini, kültürü ve milletinden nasıl uzaklaştırıldığı anlatılmaktadır. “Çocuklarımıza Neler Öğretiyoruz” başlıklı yazıda ise hafta sonları radyoda çocuk saati programında çocukları eğlendirmek adına yapılan uygulamalar eleştirel bir bakış açısıyla ele alınmakta, çocukları eğlendirirken onlara yüksek duygular, doğru fikirler aşılanması gerektiği vurgulanmaktadır. Osman Yüksel, dergide, hayalindeki gençlik tasavvurunu ise şöyle yapmaktadır: Bir âlem özlüyorum ki, orada gençler mukaddes bir davanın peşinden koşanlar olsun. Âlemlerin rabbine inansınlar. Küçük dalgaları, dalga geçmeyi, kaldırım sevdasını bıraksınlar. İman denizlerinin büyük dalgalarında, sonsuzlukta kaybolsunlar; var olsunlar. Orada gençler, orada gençlik imandan kaleler gibi, canlı hisarlar gibi, dimdik, dipdiri dursunlar. Bu kaleyi, bu hisarı hiçbir kuvvet aşamasın. Onların temiz kalplerinde Allah-Millet-Vatan sevgisinden başka sevgi yaşamasın. Bet beniz sararmış, gözlerinin altı morarmış, sarsak, çarpık, titrek, başlamadan bitmiş, bitmeden tükenmiş gençler. Ağızları rakı, ayakları ter, donları pislik kokan gençler; böyle gençler yok bizim âlemimizde. (Serdengeçti, 14, 3) Serdengeçti dergisinde toplumun sosyal hayatındaki bozulmalar ve çözüm önerilerine ilişkin yazılara da sık sık yer verilmiştir. “Değişmeyen Zihniyet (Âlem yine ol âlem, devran yine ol devran)” başlıklı yazıda Cumhuriyetle birlikte gelen değişime ilişkin yapılan değerlendirmeler dikkate değerdir: Cemiyete yeni bir hayat iksiri bahşedildi, dünya fani olmaktan çıktı; herkes hayata sarıldı. Tekkeler türbeler kapatıldı. Hacet yerleri park oldu. İnkılaplar, yıkılışlar, çöküşler, yenileşmeler birbirini takip etti. Yedi evliya kudretinde olan padişah tarihe karıştı. Baştanbaşa her şey değişti. Değişmeyen bir şey kaldı: Zihniyet! Çok geçmeden eski şark tembelliği, vurdumduymazlığı tekrar kendisini gösterdi. Tekkelerin yerini kahvehaneler aldı. Hızır Aleyhisselam yerini piyango gişeleri, at koşularına, poker masalarına bıraktı. Yeşil türbeyi kapattık, mavi gişeyi açtık. Falcı kadını kaldırdık, yerine Müzeyyen ablayı oturttuk, ne yaptık, neyi değiştirdik. Sadece kelimeleri. Mukadderat, alın yazısı, kader gibi orta zaman kelimelerinin yerini şans, talih, sürpriz aldılar. İnsanın aklına gayri ihtiyari şu meşhur mısra geliyor: “Âlem yine ol âlem, devran yine ol devran.” Âlem değişti, değişiyor, devranı da değiştirmek zorundayız. (Serdengeçti, 1, 5) Tek Kişilik Kültür ve Medeniyet Ordusu: Serdengeçti Dergisi 307 Toplumsal geri kalmışlığın arkasında dinin olduğunu iddia edenler için “gafil” ifadesi kullanılarak, Türk milli varlığına zararlı olan on dört kara kuvvet “bilgisizlik, aşağılık duygusu, kupkuru övüncelik, başkacılık, çalışmamazlık, gözyumuculuk, bu-şuculuk, ben-sencilik, pislik, yiyicilik, içicilik, şehvet düşkünlüğü” gösterilmektedir. Serdengeçti dergisinde yarım asrı aşkın bir süre önce yer verilen bu durumun bugün bile geçerliliğini koruduğu söylemek mümkündür. Serdengeçti dergisinin yayın politikasının en temel parametresi mevcut tek parti zihniyetinin dine yönelik baskılarına son vermektir. Bunun doğal bir sonucu olarak da her sayıda dini hayata yönelik siyasal iktidarın kısıtlamaları eleştirilmekle birlikte, toplumsal hayatta dini kurallara uyulmamasının zararları da çeşitli şekillerde ifade edilmektedir. Salim Zeki imzalı bir yazıda Kur’an-ı Kerim’le ilgili olarak “En büyük hakikat susturuldu, en büyük kitap arka sokaklara atıldı. Felaketimizin sebebi budur” denilmektedir (Serdengeçti, 2, 6). Allah’ın varlığı ve hakikat üzerine başta Sokrat ve Eflatun olmak üzere yabancı filozofların görüşleri aktarılmıştır (Serdengeçti, 7, 7). Laura Veccio Veglieri isimli bir Batılı papazın yazısı “Bir Garplı Gözüyle Müslümanlık” başlığıyla yayınlanmış, Türkiye’de bazı çevrelerin laiklik perdesi arkasından kökünü kazıya kazıya bitiremedikleri, söve söve tüketemedikleri İslam ile ilgili düşünceleri okuyucu ile paylaşılmıştır (Serdengeçti, 7, 5). Batı medeniyetinin içinde bulunduğu manevi buhran sonucu, Müslüman olan Avrupalı münevverlerden örnekler verilerek İslam’a yaklaşımlarına da yer verilmiştir. Dini konuların yanı sıra dergide tasavvuf konusunda da yazılar bulunmaktadır. Her sayıda Mevlana’nın rubailerinden ve Mesnevi’den alıntılar yapılarak okuyucuya sunulmuştur. Dergide 14. sayıdan itibaren de Bediüzzaman Said Nursi’nin hayatından, davasından, mahkemelerindeki müdafaalarından alıntılar yapılmıştır. Derginin çıktığı dönem yeni açılan İmam-Hatip okullarının genel durumu ele alınmış, sorunları yazılarla gündeme getirilmiştir. İmam-Hatip okullarının artırılması ve bunu sağlarken halkın yardımını değil iktidarın kaynak aktarması gerektiğinin altı çizilmektedir. Dergide, Diyanet İşleri Başkanı başta olmak üzere çalışanlar ve bazı istisnalar hariç din görevlilerine yönelik eleştiriler de yer almaktadır: Bizde din adamlarının ve müesseselerinin durumu: Bir Diyanet İşleri reisimiz var ki; hükümetin gölgesinden korkar. Ayağında yamalı lastikleri, mestleriyle, hademe-i hayrattan 100 lira maaş alan -bir sepet yumurta parası- hocalarımız, hutbelerinde “hükümet-i cumhuriyeye” dua okurlar. Bütün bunlara rağmen, hocalarımızın kıyafeti, sakalı, bıyığı, tesbihi, gazetecilerimizin, karikatüristlerimizin bitmez tükenmez sermayesi, alay mevzuudur. (Serdengeçti, 24, 15) 308 İslam’ı Uyandırmak - II Serdengeçti dergisinin milliyetçi bir kimliğe sahip olduğu görülmektedir. Milliyetçiliğin serdengeçtiler için bir vasıta değil bizatihi gaye olduğu dergide sık sık vurgulanmaktadır. Ayrıca Osman Yüksel, dergide yer alan “Ayasofya” yazısından dolayı mahkemeye verilince buradaki savunmasında Milli Piyango’dan başka bütün millilerin savunucusu olduklarını belirtmiştir. Serdengeçti dergisinde kültür ve sanata karşı milletin cephesinden bakılmaktadır. Tanzimat’tan beri devam eden Batı taklitçiliği ve kendini inkâra karşı derginin birçok sayısında Türk kültür ve medeniyetinin savunuculuğu yapılmıştır. Şiirde, sanatta, müzikte Batı’nın tıpatıp taklitçiliğine savunan kişiler “melez zevklerinin vadisinde garp hayranlığının bağdaş kurduğu kimseler” (Serdengeçti, 2, 10) olarak nitelendirilmiştir. Dergide Türkiye’nin dış politikası tutarlı ve dik duruş sergilenemediği için çoğu kez tenkit edilmiştir. Yazılarda özellikle Müslüman Türk ülkelerinin başta Sovyetler ve Batılı devletler tarafından kontrol altında tutulmaya, sömürülmeye ve soykırıma uğratıldığı ele alınırken, Türk dünyası ve Müslüman ülkelerin birlik oluşturması gerektiği vurgulanmaktadır. Pakistan Kültür Ataşeliğinin birlik beraberlik ilgili dergiye gönderdiği yazı da okuyucularla paylaşılmıştır (Serdengeçti, 8, 4). Hindistan’ın Keşmir’de Müslüman Pakistanlılara uyguladığı soykırıma Birleşmiş Milletlerin sessiz kalması eleştirilmektedir. İsrail için “Ortaşarkta Çıban Başı” denilerek, İslam âleminin bu ülkeye karşı birleşmesi gerektiği vurgulanmaktadır. Türkiye’nin ise İsrail’i tanıması eleştirilmektedir. Dergide, Türklerle Araplar arasında kökü bin seneye dayanan, aynı dine mensup olmanın sonucu olarak asırlarca devam eden bir inanış, düşünüş ve yaşayış birliği olduğu vurgulanmaktadır. Derginin birçok sayısında kadınların toplumdaki durumu göz önüne serilerek, ortaya çıkan sorunlar ve bunların çözümü için yapılması gerekenler aktarılmaktadır. Yazılarda kadınların özgürlük adı altında sömürüldüğü ve piyasanın en ucuz mallarından biri haline getirildiği ele alınmaktadır. Kadındaki bu dönüşümün topluma etkileri irdelenmektedir. “Niçin Evlenmiyorlar?” başlıklı yazıda eskiden evine, aile yuvasına kutsi duygularla bağlı bulunan Türk kadınının şimdi asri bayan adıyla sokağa düşmüş, piyasanın en mebzul, en ucuz mallarından biri haline getirildiğine dikkat çekilmektedir. Yazıda yarının Türkiye’sinin Türk kadınlarının yetiştirdiği, namuslu, fedakâr çocukların omuzlarında yükseleceği belirtilerek, kadın sorunun çözülmesi gerektiği vurgulanmaktadır. Tek Kişilik Kültür ve Medeniyet Ordusu: Serdengeçti Dergisi 309 Foto 9. Baskı/sansür, maddi imkânsızlıklar nedeniyle derginin bazı sayıları birlikte/birarada yayınlanmıştır. Serdengeçti Dergisinin Yayıncılık Açısından Etkileri Serdengeçti dergisi, Türk yayıncılık tarihinde ilke ve ilklere sahip bir dergi olarak adını tarihe yazdırmıştır. Reklam ve ilan almayan dergi, geniş halk kesimlerine ulaşarak toplumsal etkililiği başarmıştır. Etkili olmasındaki en önemli neden ise yayınlandığı dönem itibariyle baskı ve sansür nedeniyle toplum tarafından dile getirilemeyen, ifade edilemeyenler düşüncelere yer vermesidir. Yazı- 310 İslam’ı Uyandırmak - II lamayanı yazan, düşünülmesine dahi izin verilmeyeni haykıran derginin hem toplum hem de siyasal iktidarlar üzerindeki etkisi üzerinde uygulanan baskı, sansür ve Osman Yüksel’in mahkemeye verilip tutuklanmasıyla sonuçlanan bir değere sahiptir. İlk sayısından itibaren dergiye yönelik baskı başlamış, ikinci sayısında bazı yazı bölümleri ve yazılar çıkarılmış, Osman Yüksel mahkemeye verilerek tutuklanmış, matbaalar tarafından derginin basılmaması için her türlü teşebbüste bulunulmuştur. Her sayısı için geçerli olan bu uygulamalar derginin siyasal iktidarlar üzerindeki etkisini ifade etmek açısından büyük önem taşımaktadır. Dergide yer alan “Bir Fakültenin İçyüzü” yazısından dolayı Osman Yüksel, mahkemeye verilmiş ve hapis cezası almıştır. Ancak, üniversite ile ilgili bazı bölümlerin gereksiz olduğu hocalarının ise ilim perdesi arkasında komünistlik faaliyetinde bulunduğuna ilişkin görüşlerin yer verildiği yazıdan sonra fakülteyle ilgili inceleme başlatılmış, belirtilen bölümlerden bazıları kapatılmış, hocaların bazıları da fakülteden atılıp mahkemeye verilmiştir. Osman Yüksel de şahit olarak mahkemeye çağırıldığını, “Dün sanıktık, bugün tanık olduk. Doğrusu hayırlı gelişmeler var” (Serdengeçti, 5, 15) şeklinde ifade etmiştir. Milli Talebe Federasyonu toplantısında, dergide yer verilen “Ocak Söndürenler, Ocak Yakamazlar” başlıklı yazıdan parçalar okutularak katılımcılara Serdengeçti dergisi yuhalattırılmıştır. Seçim öncesinde çıkan Serdengeçti dergisinin 25. sayısının seçimlerde esaslı bir rol oynadığı, bazı illerde seçimin dahi kaderini değiştirdiği yine dergide yer alan bir yazıda belirtilmektedir. Serdengeçti dergisinde en fazla eleştirilen yazarların başında Ulus gazetesinin başyazarı Falih Rıfkı Atay gelmektedir. Falih Rıfkı Atay için dergide “devletin resmi gazetesinin başköşesini işgal eden adam” nitelemesi yapılmaktadır (Serdengeçti, 2, 10). Serdengeçti’deki bu eleştirilere Falih Rıfkı Atay Ulus gazetesinde “Yedi Kapıdan Bir Kovulmuş” yazısıyla cevap vermiştir. Serdengeçti’de Atay’ın yazısından alıntılar yapılarak iddialara cevap verilmiştir. Tasvir gazetesinde Hasan Ali Yücel tarafından Serdengeçti’ye yönelik ithamlar da olmuştur (Serdengeçti, 3, 14). Akis dergisinde Serdengeçti için “Serdengeçti imzasıyla Osman Yüksel’in okuyucularına ve bayilere yazdığı 16 sayfalık açık mektup” değerlendirmesine dergide şöyle cevap verilmiştir: “Aslanım, ben açık sözlü, açık kalpli bir adamım ama açık mektup yazmayı hiç de sevmem. Yazacağım mektupları zarfa kor, kapatır, öyle gönderirim… Fakat sana acıyorum. Şu genç yaşında ne kadar da yalan söylüyor, tezvirat yapıyorsun” (Serdengeçti, 27, 6). Tek Kişilik Kültür ve Medeniyet Ordusu: Serdengeçti Dergisi 311 Cemil Sait Barlas’ın çıkardığı Son Havadis gazetesindeki “Düşünceler” köşesinde Türkiye’nin geri kalışının sebebi olarak şarap içilmemesi, domuz eti yenilmemesi, bunu yasaklayan İslam dini ve Peygamberine yönelik iftiralara yer verildiğine ilişkin Serdengeçti’de bir yazı kaleme alınmıştır. Bunun üzerine Son Havadis ile birlikte Pazar Postası ve Gaziantep’te çıkan Ülkü gazeteleri başta olmak üzere İstanbul gazetelerinde dergiye yönelik karalayıcı kampanya başlatılmıştır. Serdengeçti’nin 25. sayısında “Cemil Sait Barlas ve Hempalarına Cevabımız” yazısı kaleme alınmış, Serdengeçti bu yazıdan dolayı mahkemeye verilmiştir. Mahkeme önce Antep’te açılmış, sonra Ankara’ya Toplu Basın Mahkemesi’ne nakledilmiştir ve Osman Yüksel beraat etmiştir. Osman Yüksel, çoğunluğu Serdengeçti dergisinde yer alan yazılarından dolayı hayatı boyunca 100’e yakın mahkûmiyet kararı ile karşı karşıya kalmış, 4,5 yılı aşkın süre hapis yatmıştır. Derginin 24. sayısında sorgulama ve mahkûmiyet kararlarıyla ilgili okuyucuyu bilgilendiren Osman Yüksel, 54 defa sorguya çekildiğini, 6 defa da hapse girdiğini anlatmaktadır. Serdengeçti dergisine yönelik olarak sansür ve toplatma kararları uygulanmıştır. Bunun yanında derginin çıkması matbaalar yoluyla engellenmeye çalışılmıştır. Üzmez’in (1999, 71), “dergi çıkar, o içeri girerdi” deyiminin tam anlamıyla gerçekleştiği bu yayıncılık hayatı bütün zorluklara rağmen devam etmiştir. Serdengeçti’nin ilk sayısı 1947 Nisan ayında çıktı. Çıkar çıkmaz ortalığı yıktı. Gürültüsü fakültelerden Meclis’e kadar sirayet etti. O zamana kadar Türkiye matbuat tarihinde görülmemiş bir sürüme, alakaya mazhar oldu. Aynı sayı 3 defa tekrar tekrar basıldı. İkinci sayıdan sonra hapishaneye girdik. Üçüncü sayımız çıktı. Dördüncüde tekrar hapishaneye girdik. Beşinci sayımız çıktı. Altıncı sayıda tekrar hapishaneye girdik. 7, 8, 9. sayılarda iki tecilli mahkûmiyet geçirdik. 10, 11, 12. sayılarda da 4 defa daha mahkemeye verildik. Beraat ettik. Mütemadi mahkemeler, kovuşturmalar, mahkûmiyetler, hapishaneler, devamlı çalışmamıza mani oldu. 1950’de asker olduk. Askerlik faslı 1,5 yıl sürdü. Terhis olunca 13. sayıdan başladık. 13. sayıdan 20. sayıya, Malatya hadisesine kadar 7 sivil, 2 askeri mahkemede, hakkımızda 9 kovuşturma yapıldı. Bunlar devam ederken Malatya hadisesi tevkif… 11 ay hapishanedeyiz. Beraat ve tahliye… 11 gün sonra tekrar tevkif… İki ay daha yat bakalım… 1954 seçimleri… Seçimlerde neşrettiğimiz beyannameden dolayı 3 yerde mahkeme, nihayet beraat… 10 senede 26 sayı. Bu 10 senenin aşağı yukarı 3,5 yılı hapishanede, 1,5 yılı askerlikte geçmiştir. (Serdengeçti, 27, 7) 312 İslam’ı Uyandırmak - II Foto 10. “Malatya Hadisesi” olarak tarihe geçen olayda Osman Yüksel ve Necip Fazıl Kısakürek yayınlarından dolayı tutuklanmıştır. Osman Yüksel ve Serdengeçti dergisi için Malatya hadisesi önemli bir olaydır. Gazeteci Ahmet Emin Yalman’ın Hüseyin Üzmez isimli bir genç tarafından vurularak yaralanması sonucu muhafazakâr dergi ve gazetelere yönelik yoğun bir karalama kampanyası başlatılmış, Necip Fazıl Kısakürek ve Osman Yüksel gibi yazarlar dini ve hamasi yazılar yazarak suçun oluşmasına neden olduğu için tutuklanmıştır. Osman Yüksel, kendisine isnat edilen suçlama için ibraz edilen dergilerin olaydan sonra basıldığı gerçeğine rağmen hâkimlerin ‘bakan beyden müsaade alamadık’ (Emre, 2002, s. 41) gerekçesiyle ancak 11 ay sonra ancak tahliye edilmiştir. Tek Kişilik Kültür ve Medeniyet Ordusu: Serdengeçti Dergisi 313 Foto 11. Serdengeçti dergisinde dönemin basın-iktidar ilişkilerinin kapak konusu yapıldığı karikatür. Serdengeçti Dergisinin İslami Yayıncılık Açısından Önemi Osman Yüksel’in hayatı (1917-1983) ve Serdengeçti dergisinin yayınlandığı dönem (1947-1962) dikkate alındığında ortaya koyduğu yayıncılık anlayışının önemi anlaşılacaktır. Çünkü Cumhuriyet’in kuruluşunun ardından basına yüklenen görev, “devrimlerin bilincini ve resmî ideolojiyi halka benimsetmek” olmuştur. Milli Şef İsmet İnönü döneminde İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın “Her 314 İslam’ı Uyandırmak - II rejim kendisine muvafık bir vatandaş tipi aradığı gibi bir matbuat tipi de arar” (Gürkan, 1998, s. 76), sözü basına yüklenen misyonun göstergesi olmuştur. Dönemin basını iktidarın “yazma” dediğini yazmamakla kalmaz, “yaz” dediğini de yazmak mecburiyetinde kalır (Koçak, 1996, s. 135). İktidarın basın üzerinde tam anlamıyla kontrol uyguladığı bu ortamda gazetelerde özellikle dini içerikli yayınlara sansür uygulamanın ötesinde yer almasına dahi izin verilmemiştir. Tek parti döneminde basında, dini müessese ve din adamlarına ait haber ve yazılar hemen hemen yok gibidir. Ancak 1945 yılında, -çok partili hayata geçiş süreciyle birlikte- diğer bazı mesele ve konularla birlikte az da olsa dini konularda gazete ve dergilerde haberlere/yazılara yer verilmeye başlanmıştır. Yönetimin bu haberlere/yazılara hoş bakmadığı uygulanan denetimlerle açıkça ortaya çıkmaktadır. Gazetelerde dini konularda yazıların çıkması üzerine Matbuat Umum Müdürlüğünce basına yönelik bir talimat hazırlanmıştır. Bu talimatta gazetelerde dinden bahseden yazı, mütalaa, ima ve temennilere rastlandığı belirtilerek, “…bundan sonra dinler mevzuu üzerine gerek tarihi, gerek temsili ve gerek mütalaa kabilinden olan her türlü makale, bend, fıkra ve tefrikaların en çok üç gün zarfında nihayetlendirilmesi ehemmiyetle rica olunur” uyarısında bulunulmuştur (Akandere, 1998, s. 240). Gazete ve dergilere yapılan bu uyarı “yayın öncesi resmi sansür” olarak Türk basın tarihinde yerini almıştır. Tek parti döneminde “irticai propaganda” gerekçesi sunularak çok sayıda yayına yasaklama getirilmiş, aynı politika daha hafif şekliyle DP döneminde de devam ettirilmiştir (Yılmaz ve Doğaner, 2006, s. 37). Basın özgürlüğünün böylesine kısıtlı olduğu siyasal ortamda Osman Yüksel tarafından yayımlanmaya başlayan Serdengeçti dergisi, Cumhuriyet tarihinde ilk defa İslamcılığı dillendirebilen en önemli yayın organı olma özelliğini taşımaktadır. Basına karşı baskı ve sansür etkili bir şekilde işletilirken, “Allah’a, vatana, millete koşanların dergisi” sloganıyla çıkan Serdengeçti’nin İslamî yayıncılık açısından önemi dikkate değerdir. Çünkü din konusunda sadece yayıncılık değil sosyal hayatta da baskı ve yasakların yaşandığı süreç, “Allah demenin dahi yasak olduğu bir dönem” olarak akıllara kazınmış, Serdengeçti dergisine yapılan en önemli referans noktası da bu dönemde keskin bir kılıç gibi her şeyi apaçık ifade etmesi olmuştur. Serdengeçtiler, her türlü kötülüklerle amansız bir şekilde mücadele etmek için ortaya atıldılar. Onlar ilhamlarını Allah sevgisinden, millet sevgisinden, vatan sevgisinden alıyorlar. Bu memlekete ve bu millete, bitmiş tükenmiş müstehase haline gelmiş adamlardan, İttihat ve Terakki artıklarından hayır gelmeyeceğine inanmış Tek Kişilik Kültür ve Medeniyet Ordusu: Serdengeçti Dergisi 315 bulunuyorlar. Vatanı taze bir heyecan tufanıyla yeniden fethetmek, bu topraklara, “Bu topraklar için toprağa düşenlerin” çocuklarını hâkim kılmak istiyorlar. Gençler! Aşınmamış vicdanların gür sesleri… Sizde bu çetin yolda pervasızca yürümeğe yemin edenlerin safına, Serdengeçtiler kafilesine katılınız! (Serdengeçti, 1, 3) İlk sayısından itibaren Serdengeçti dergisinin logosunun altında yer alan “Allah’a, millete, vatana koşanların dergisi” sloganı yayıncılık anlayışında (Özcan ve Kırık, 2014, s. 100) İslamî bakış açısının net bir şekilde ifadesinin yanında mevcut siyasal iktidara karşı bir duruş da sergilenmektedir. Dönemin iktidarları tarafından “milliyetçi, Turancı” olarak görülen dergide Osman Yüksel, “Bizim milliyetçiliğimiz hususi vagon, bol harcırah, yüksek makam milliyetçiliği değildir. Hakka tapan, halkı tutan, yalınkılıç bir milliyetçiliktir” sözleriyle hakkın (dinin) en temel hareket noktası olduğunu vurgulamaktadır. Osman Yüksel ve yayınladığı Serdengeçti dergisinin milliyetçiliği, ümmetçilik temelinde kendi milletine hizmet ve sevginin tezahürü olmuştur. Osman Yüksel, Taşkent, Buhara, Semerkant ve Bağdat gibi Türk İslam merkezlerinde yükselen büyük medeniyet kütüphanelerini yakıp yıkan, Türk İslam medeniyetine darbe vuran Cengiz ve Timur gibi hükümdarları kabullenmemekte, onları kabullenerek haklarında yazı, şiir yazanları da eleştirmektedir (Özcan, 2010, ss. 118-119). Serdengeçti dergisi, sadece CHP döneminde değil aynı zamanda DP’nin iktidarda olduğu süreçte de yayıncılık anlayışı nedeniyle sansüre uğramış, Osman Yüksel de mahkemeye verilip tutuklanmıştır. Malatya hadisesi sonrası dönemin Başbakanı Adnan Menderes’in Gaziantep mitinginde “memlekette irtica vardır, irtica kan akıttı” şeklinde beyanda bulunduğunu anlatan Osman Yüksel, Menderes’in Serdengeçti dergisinden pasajlar okuyarak, “Bu ilahi cezbeye tutulmuş zatlar, laikliğin yanlış anlaşıldığı, dinsizliğin alıp yürüdüğü devirde (CHP devrini kast ediyor) nerede idiler?” sorusuna, o dönemde maruz kaldığı baskı ve zulümden bahsederek, “Siz bize yapılan işkenceleri, bizim feryatlarımızı seçim nutku haline getirerek iktidara geldiniz. Şimdi ben size soruyorum, siz o zaman neredeydiniz?” diye cevap vermiştir (Serdengeçti, 2003, ss. 10-12). Bu ifadeler Osman Yüksel’in ve derginin yayıncılık noktasında ortaya koyduğu duruşun bir göstergesidir. Yine DP döneminde dergide yer alan “Ayasofya” başlıklı yazısı nedeniyle mahkemeye verilen Osman Yüksel’in dini duyguların tesiri altında kalarak böyle bir yazıyı kaleme aldığı gerekçesiyle beraatına karar verilmiştir (Özcan, 2010, s. 53). 316 İslam’ı Uyandırmak - II Sonuç ve Değerlendirme Osman Yüksel, Milli Mücadele’nin sosyal kültürel ve siyasal alandaki mücadelesini veren temsil gücü yüksek simge bir isim; gazeteci-yazar, siyasetçi olarak Türk düşünce, siyaset ve basın tarihine damga vurmuştur. Osman Yüksel, bir “dava adamı” olarak zihinlere kazınmış, onun davasının temelinde Allah Resulü’nün (s.a.s.) “Bir kötülüğü gördüğünüz zaman onu elinizle düzeltin. Şayet buna güç yetiremiyorsanız dilinizle düzeltin. Şayet buna da gücünüz yetmiyorsa kalben buğz edin” hadisi yer almıştır. Osman Yüksel de tek parti (CHP) döneminde laiklik, modernlik ve batıcılık adı altında Müslüman Türk milletinin kültür ve medeniyet değerlerine yapılan saldırılara karşı mücadele vermiştir. Cemil Meriç (2005, ss. 43-44), insanların bir kısmının etraflarını yansıtan ayna misali başkalarının kaydettiklerini tekrarlayan plaklar gibi ruhları olmadığını ve bu yüzden dünyalarının vücutlarıyla sınırlı olduğunu söylemektedir. Diğer bir kısım insanların ise kendilerini aşarak feda ettiklerini, bir fikre ve davaya adanarak anıta, olaya, kitaba dönüştüklerini, ruhlarının ise ışık ve sevgi kaynağı olarak doğa gibi devamlı verimli ve ölümsüz olduğuna dikkat çekmektedir. Osman Yüksel de içinde yaşadığı toplum için kendini feda etmiş, düşüncesini hayatıyla bütünleştirmiş, mücadelesi Serdengeçti dergisi olarak bu hedefin yazını olmuştur. Ahmet Kabaklı’nın (1983) “Düşmanlıkla sarılmış, kabına sığdırılamamış, kendisine durulma fırsatı verilmemiş bir Türklük tufanının sembolüdür” (ss. 2-3) dediği Osman Yüksel ve yayınladığı Serdengeçti dergisi, Türk basın/siyaset/düşünce hayatında önemli bir yer tutmakta, ancak yeteri kadar çalışma konusu olamamaktadır. Üstlendiği misyon ve bu uğurda ortaya koyduğu mücadele ile dergi Türkiye’de, özellikle de bir dönem kendilerini siyasal iktidarın baskısı sonucu kendi düşüncesi dahi sansürlenen toplumun büyük kesiminin sönmez ışığı, bir anlamda Türkiye’deki İslamî aydınlanmanın “kutup yıldızı” olmuştur. Çünkü tek parti iktidarının toplum ve toplumun sesi olması gereken basın üzerinde tam ve etkili bir şekilde baskı kurduğu bir dönemde İslamî bir düşünce tarzı ve bunun söylemini yayıncılık boyutunda gerçekleştiren ilk ve etkili yayın organlarının başında Serdengeçti gelmektedir. CHP döneminde “Allah’a, vatana, millete koşanların dergisi”, DP döneminde ise “Hakka tapar, halkı tutar” söylemiyle Serdengeçti dergisi, İslamî düşünce çizgisini yayıncılık hayatında kesintisiz bir şekilde sürdürmüştür. Dergi, yayınlandığı dönemin şartları göz önünde bulundurulduğunda ortaya koyduğu İslamî yayıncılık çizgisiyle bundan sonraki çalışmalara da kaynak teşkil etme özelliği taşımaktadır. Tek Kişilik Kültür ve Medeniyet Ordusu: Serdengeçti Dergisi 317 Kaynakça Akandere, O. (1998). Millişef dönemi. İstanbul: İz. Balcıoğlu, A. (2002). Osman Yüksel Serdengeçti. İstanbul: IQ Kültür Sanat. Antalya’dan bağımsız milletvekili olarak adaylığını koyan Osman Yüksel Serdengeçti hakkında istihbarat (14/4/1954]. Dosya: Z. Fon Kodu: 30..1.0.0, Yer No: 134.873,. 15., Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü. Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi- Ankara. Emre, S. A. (2002). Siyasette 35 yıl. (3 cilt). İstanbul: Keşif. Gürkan, N. (1998). Türkiye’de demokrasiye geçişte basın. İstanbul: İletişim. İnan, M. A. (2015, Ocak). Mehmet Akif İnan eserleri. www.egitimbirsen.org.tr: http://www.egitimbirsen.org.tr/ebs_files/files/yayinlarimiz/mainan3.pdf Kabaklı, A. (1983, Aralık). Osman Yükseller. İstanbul: Türk Edebiyatı Dergisi, 122, 2-3. Kısakürek, N. C. (1998). Benim gözümde Menderes. İstanbul: Büyük Doğu. Koçak C. (1996). Türkiye’de milli şef dönemi. İstanbul: İletişim. Meriç, Cemil (2005). Jurnal. 1. cilt. İstanbul: İletişim. Meriç, Cemil (2007). Mağaradakiler (14. Baskı). İstanbul: İletişim. Özcan, A. (2010). Osman Yüksel ve Serdengeçti dergisi. İstanbul: Türk Edebiyatı Vakfı. Özcan, A ve Kırık, A.M. (2014). An Islamic-critical view on political system of Turkey between 1945- 1960: Journal of Serdengeçti. IIB international refereed Academic social sciences journal, 5(13), 90-101. Serdengeçti, O. Y. (2000). Bir nesli nasıl mahvettiler. İstanbul: Türk Edebiyatı Vakfı. Serdengeçti, O. Y. (2016). Kara Kitap. (C. Kurnaz, Düz.) Ankara: Berikan. Üzmez, H. (1999). Malatya suikastı. İstanbul: Timaş. Yılmaz R. (2001). Toros yüzlü adam. İstanbul: Timaş. Yılmaz M. ve Doğaner, Y. (2006). Demokrat Parti döneminde Bakanlar Kurulu Kararı ile yasaklanan yayınlar, http://www.ait.hacettepe.edu.tr/akademik/arsiv/demokrat.pdf. Dergiler (1947, Nisan). Serdengeçti, 1. Sesışık Matbaası-Eskişehir. (1947, Mayıs). Serdengeçti, 2. Sesışık Matbaası-Eskişehir. (1947, Ekim). Serdengeçti, 3. Ülkü Basımevi-Konya. (1948, Mart). Serdengeçti, 4. Sakarya Basımevi-Ankara. (1948). Serdengeçti, 5. Sakarya Basımevi-Ankara. (1949, Mayıs). Serdengeçti, 6. Alkaya Matbaası-Ankara. (1949, Temmuz). Serdengeçti, 7. Yeni Matbaa-Ankara. (1949, Ekim). Serdengeçti, 8. Işık Matbaası-Ankara. (1950, Şubat). Serdengeçti, 9. Yeni Matbaa-Ankara. (1950, Mayıs). Serdengeçti, 10. Gün Basımevi-İstanbul. (1950, Eylül). Serdengeçti, 11. Yeni Matbaa-Ankara. (1950, Kasım). Serdengeçti, 12. Yeni Matbaa-Ankara. (1951, Haziran). Serdengeçti, 13. Saka Matbaası-Ankara. 318 İslam’ı Uyandırmak - II (1952, Mart). Serdengeçti, 14. Yeni Matbaa-Ankara. (1952, Mayıs-Haziran). Serdengeçti, 15-16. Yeni Matbaa-Ankara. (1952, Ağustos). Serdengeçti, 17. Yeni Matbaa-Ankara. (1952, Eylül). Serdengeçti, 18. İstiklal Matbaası-Ankara. (1952, Ekim-Kasım). Serdengeçti, 19-20. İstiklal Matbaası-Ankara. (1956, Mart). Serdengeçti, 21. Yıldız Matbaası-Ankara. (1956, Mayıs). Serdengeçti, 22. Yıldız Matbaası-Ankara. (1957, Mart). Serdengeçti, 23. Yıldız Matbaası-Ankara. (1957, Nisan). Serdengeçti, 24. Yıldız Matbaası-Ankara. (1957, Eylül). Serdengeçti, 25. Ayyıldız Matbaası-Ankara. (1957, Aralık). Serdengeçti, 26. Ankara. (1958, Mart). Serdengeçti, 27. Ayyıldız Matbaası-Ankara. (1959, Ocak). Serdengeçti, 28. Ayyıldız Matbaası-Ankara. (1959, Mart). Serdengeçti, 29. Ayyıldız Matbaası-Ankara. (1959, Haziran). Serdengeçti, 30. Yeni Matbaa-Ankara. (1959, Aralık). Serdengeçti, 31. Yeni Matbaa-Ankara. (1960, Mart). Serdengeçti, 32. Ayyıldız Matbaası-Ankara. (1962, Şubat). Serdengeçti, 33. Ayyıldız Matbaası-Ankara. VII. BÖLÜM MILLIYETÇI MANEVIYATÇI SENTEZ SOĞUK SAVAŞIN KURULUŞ YILLARINDA İSLAMCILIK ~ Büyük Doğu, 1950, Ağustos, 5(23), 25. ~ ~ Serdengeçti, 1952, 12. ~ Giriş Osmanlı’nın son döneminde ortaya çıkan siyasal akımlardan biri olan İslamcılık (diğerleri sırasıyla Osmanlıcılık, Türkçülük ve Batıcılıktır) diğer düşünsel ve siyasal akımlar gibi bir devlet ve toplum kurtarma projesini bünyesinde taşır. Ancak zamanın ruhunun getirileri sonucunda Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu ideolojisi olamamış olan İslamcılık, özellikle 1925-1945 arasında bir uyku süreci yaşamıştır. Ancak bu süreç daha sonraki dönemlerin siyasal ve eylemsel ufkunu büyük oranda belirleyebilecek bir mayalanma dönemidir. Bu dönemde oluşan hafıza, İslamcılığın daha sonraki dönemlerde kullanabileceği ideolojik yakıtların oluşmasını büyük oranda etkilemiştir. Türk Sağı’nın ana damarlarından biri olan İslamcılık düşüncesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin tek parti döneminde düşünsel dayanaklarının altı oyulmuş, dayandığı sosyolojik zemin görmezden gelinmiş, dışlanmış, ötelenmiş ve biraz da hınçlandırılmış siyasal kimliklerinden biridir. Bu ötelenmişlik hafızasının yanında, bir de Osmanlı döneminden beri gelen tarihi deneyimlerin ve Soğuk Savaş döneminin artan dış ve iç baskılarının da etkisiyle “Moskof ”un yeni yüzü olarak görülen komünizmin, din ve millet düşmanı olarak algılanmış olması Türkiye’deki antikomünizmin kaynakları arasında sayılabilir. Komünizm karşıtlığı olan antikomünizmin bu topraklardaki seyrine bakıldığında milliyetçi, muhafazakâr ve İslamcı çevrele1960 Öncesi Dergilerde Antikomünizm Ertuğrul Meşe Komünizmayı bu vatanda, suyunun suyunun suyuna kadar imha ve tasfiye edecek biricik zeka ve azim… mukaddesatçılardan başka kimsenin harcı değildir. Herkes uyumakta devam etsin; bizim gözümüzü uyku tutmuyor! Büyük Doğu, 46. 324 İslam’ı Uyandırmak - II rin antikomünizminde bir ortaklık görülür: Devletle aynı dili konuşarak onunla barışmaya çalışmak. Bu anlamda İslamcıların dillendirdiği/sarıldığı antikomünizm, ilk önce dini alanı korumak ikinci olarak da tek parti dönemini eleştirmek amacıyla dolaşımda tutulan bir tepki ideolojisidir.Bu özelliği ile antikomünizm, tek parti döneminde merkezden uzak tutulan milliyetçi, muhafazakâr ve dindar kesimlerin önemli yaşam kaynaklarından ve bu kesimlerin devletle/iktidarla barışmasını sağlamanın yollarından biri olmuştur. Antikomünizmin seyrine baktığımızda onun kurumsallaşma istidadına sahip bir ideoloji olduğunu görürüz. Türk Sağı’nı oluşturan bütün kesimlere ait aydınlar bu kurumsal yapıların ürettiği söylemlere ve eylemlere iştirak etmişler ve antikomünist siyasallığın bir kültür olarak içselleştirilmesine katkıda bulunmuşlardır. Günümüzde büyük oranda sağ siyaseti belirleyen İslamcılık, özellikle 1945 sonrası üretimine katıldığı antikomünizmden hala vazgeçmemiştir. Çünkü Türk Sağı’na ruhunu veren milliyetçilik, muhafazakârlık ve özellikle de İslamcılık için bir can suyu olan antikomünizme göre komünizm, dini yıkacak en büyük düşman olarak görülmektedir. Düşmanı yenmek için en önemli silahın din olarak görülmesi, sahip olunan dini donanımı sayesinde İslamcılığa, komünizmle mücadele sürecinde -ilk başlarda olmasa bile- bir üstünlük vermiştir. Antikomünizm, komünizm kavramını ve bu kavramın kapsadığı düşünülenleri en hafifinden yermek, damgalamak, marjinalleştirmek, dışlamak, kriminalize etmek gibi sosyo-politik fonksiyonlarının yanında bu kavrama karşı olanların devlete, millete ve dinine sahipliklerini hatırlatan sosyo-psikolojik fonksiyonlarını da işlevselleştirmek amacıyla kullanmıştır. Bu haliyle Türkiye’de antikomünist olmak demek, toplum ve devlet için “muteber fert” ve “dinini diyanetini bilen” olmak anlamını da beraberinde getirdiği için bireylere sosyal, siyasal bir sermaye sağlama işlevini de yerine getirmiştir. Bu çalışmada antikomünizm tanımlanmaya ve 1945-1960 arası dönemde milliyetçi, muhafazakâr ve özellikle İslamcı çevrelerde bu siyasal kavramın nasıl dillendirildiği Büyük Doğu, Sebilürreşad ve Serdengeçti gibi dergilerden örnekler verilerek gösterilmeye çalışılacaktır. Antikomünizme Dair Bir siyasal ideoloji olan antikomünizmin oluşumu hakkında ilk önce şu kısa bilgileri vermek gerekir. Antikomünizm, Ekim 1917 Bolşevik Devrimi’nden sonra, komünist ve komünist olmayan sol akımlara karşı kapitalist ve muhafazakâr güçler tarafından başlatılan siyasi savaşın hâkim konusudur. Özellikle 1945’ten 1960 Öncesi Dergilerde Antikomünizm 325 beri, yani Soğuk Savaş’ın başlarından itibaren antikomünizm, farklı kaynaklar ve muazzam propaganda ve telkin araçları (gazeteler, kitaplar, makaleler, radyo, televizyon ve sinema filmleri vb.) yoluyla tüm dünyaya yayılmıştır. Bu yüzden dünyada komünizmden başka hiçbir özne bu kadar eleştiri ve ithama maruz kalmamıştır. Antikomünist propaganda ABD öncülüğünde yürütülmüş, yoğunluğu ve biçimleri ülkeden ülkeye ve dönemden döneme değişiklik göstermiştir. Çeşitli formları içinde 1917’den beri uygulanan antikomünizm, iki temel teze dayanır: İlki “komünizm”in devasa ve vasıflı bir şeytan olduğu ikincisi ise Sovyet liderlerinin, komünizmi dünyanın geri kalanına empoze etmenin yollarını aradıkları bir bela/musibet olduğudur (Miliband&Liebman, 1984, s. 1). Yani antikomünist propagandaya göre komünizm şeytandır, beladır, bu musibet bir Rus emperyalizmidir. Bu haliyle antikomünizm beraberinde anti-Sovyetizmi, anti-Leninizmi ve hatta anti-Marksizmi de getirir. Bu kavramların kullanım amacı, özü itibari ile ABD merkezli Batı tipi kapitalizmi koruma endişesine hizmet etmeleridir. Ekim 1917 Devrimi’nden sonra Batıda ortaya çıkan antikomünizm, burjuvazi ve ekonomi çevrelerinde en güçlü ifadesini anti-Bolşevizm ve anti-Sovyetizmle bulur. Bu dönemde ideolojik anti-Sovyetizmin amaçları ise işçi sınıfı temeline bağlı sosyalist sistemleri engellemeyi ve ortadan kaldırmayı, fikri anlamda ise sosyalist düşünceleri dünyada etkisizleştirmeyi ve silahlı mücadeleyle de olsa sosyalizmi yıkmayı bünyesinde taşır. Soğuk Savaş döneminde anti-Sovyetizm en kaba, bayağı ve ilkel bir antikomünizm biçimine ulaşmış ve bu özelliklerine uygun bir biçimde, Sovyetler Birliği’ne ve bütün sosyalist sistemlere karşı mücadele için yol ve yöntemler geliştirilmiştir. Bu yüzden bütün dünyada anti-Sovyetizm, antikomünizmin çekirdeği ve ana içeriğidir (Girginov&Mshvenieradze, 1978, ss. 8-17; Reinhold&Rijenko, 1979, ss. 5-7). Bu anlamda Türkiye’de yaşanan antikomünist ideoloji, bu ideolojinin tarihi arka planı ve genel olarak siyasi ve sosyal seyri ile dünyadaki antikomünizmin seyri hatırı sayılır bir örtüşme gösterir. İdeolojik tepki olan antikomünizm, birçok ülkede bütün toplumsal katmanları ya da kitleleri antikomünist reflekslerin etkisi altında tutmak için her türden propagandist çabanın sergilenmesini beraberinde getirmiştir. İçeriği itibariyle genel olarak antikomünist tepki, toplumsal ve ideolojik yönden olağanüstü bir uyumluluk gösterir: Karalama, krıminalize ve dehumanize etme gibi negatif içerikli tanımlamalarla içeriklendirilen ve bu yolla nüfusun büyük kısmının milli, dini ve militarize duygularını vazifeye çağıran ucu şovenizme ve dinsel bağnazlıklara dek uzanan ve halkın fundamental eğilimlerine hitap 326 İslam’ı Uyandırmak - II eden bir dil ile konuşur. Amaç, toplumda bir antikomünist histerisi yaratmaktır (Girginov&Mshvenieradze, 1978, ss. 39-41). Bu anlamda antikomünist ideoloji, ilk önce ABD’de “komünizm korkusu/isterisi” yaratmıştır. ABD’de 1917 Sovyet Devrimi’nden sonra başlayan bu korku, kapitalist düzeni tehdit altında algılamış ve bu düzenin savunucuları, bu korkuyu kısa sürede ulusal bir korkuya dönüştürmüşlerdir. Bu bağlamda ABD’de, 1938’den itibaren faaliyete geçen Amerika’ya Karşı Eylemleri Araştırma Komitesi kurulmuş ve McCarthy öncülüğünde “dünyanın en büyük gösterisi” olarak nitelendirilebilecek bir ‘komünist avı’ düzenlenmiştir (Tamer, 2007, s. 7 vd.). Yine aynı biçimde, Soğuk Savaş’tan itibaren ABD’de iki yüzden fazla merkez, antikomünist stratejinin taktiklerini oluşturmuş ve Batı Almanya’da da benzer kuruluşların sayısı yaklaşık olarak yüze kadar ulaşmıştır. İngiltere, Fransa, İtalya, Portekiz, İspanya, İsrail, Japonya, Avustralya, Kanada ve Latin Amerika’nın değişik ülkelerinde ve NATO Bloku içindeki SSCB’ye çevre ülkelerde de bu antikomünist kervana dâhil edilebilecek merkezler oluşturulmuştur (Reinhold&Rijenko, 1979, ss. 15, 45). Bu merkezlere ilk önce Türkiye’deki milliyetçi teşekkülleri/akımları, daha sonra da Türkiye’de kurulan Komünizmle Mücadele Derneklerini de rahatlıkla ekleyebiliriz. Genellikle antikomünizmden sadece tek bir çeşidi varmış gibi bahsederiz. Ancak antikomünizmin gerçekte çok çeşidi vardır ve yaygın bir çerçeve içinde ayırıcı konumlara ve vurgulara dikkat etmek faydalı olabilir. Çokça farklı ifadeler barındırmasına rağmen, musibetin cisimleşmiş hali, şeytanın izi, insan ruhunun en karanlık ve en uğursuz üretimi, uygarlaşmanın, aydınlanmanın ve beşerî şeylerin inkârı olarak görülüp şiddetle reddedilen komünizme dair sergilenen bir tavır olan antikomünizm bütün komünizm karşıtlıklarında ortaklık gösterir. Aşırı ahlaki tavırlar, sıklıkla da kuvvetli dini çağrışımlarla dillendirilen antikomünizm, yeryüzünde şeytanın vücut bulmuş hali olarak Sovyetler Birliği’ni işaret eder (Miliband&Liebman, 1984, ss. 17). Bu anlamda antikomünist propaganda siyasi, dini, ahlaki ve beşeri korkuları harekete geçirmeyi amaçlayan siyasal bir tepki ve saldırı ideolojisidir. Antikomünizm eleştirisi olarak kaleme aldıkları çalışmalarında Girginov ve Mshvenieradze, antikomünizmin birbiri ile iç içe geçen üç temel özelliği olduğunu özetle şöyle ifade ederler: İlk olarak, uygulamalı siyasal etkinlik biçimindeki antikomünizm vardır. Bu tür antikomünizm gerek iç, gerekse dış devlet politikası biçimini alır ve tekelci burjuvazinin parasal desteğiyle sayısız profesyonel antikomünist örgüte, belli komünist partiler içindeki oportünist gruplara, reformculara ve sağ-kanat sosyal demokratlara dayanır. İkinci olarak, “burjuva ideolojisinin ağır bastığı ve bilimsel olarak 1960 Öncesi Dergilerde Antikomünizm 327 antikomünizmin üretilerek dolaşımda tutulduğu ideolojik ve kuramsal etkinlikler biçiminde antikomünizm vardır. Son olarak da, kitlelerin bilincine işlemiş, emperyalistlerin propagandalarıyla geniş kitleler arasında yayılmış ve yerleşmiş toplumsal önyargılara ve özel mülkiyet ilişkilerinin ağırlığına dayanarak varlığını sürdüren antikomünizm” vardır (1978, ss. 61-62). Antikomünizmin özü tarihin bütün evrelerinde aynı kalmasına rağmen, biçimleri değişebilir. Antikomünizmin tarihine bakıldığında üç temel evre göze çarpar: Birinci evreyi, temelini anti-Marksçılığın oluşturduğu ve 1917 Rus Bolşevik devrimine verilen tepkiler oluşturur. İkinci evreyi Hitler Almanya’sı ve Mussollini İtalya’sındaki faşizm temelli özgürlük karşıtı her türlü zulümler oluştururken üçüncü evreyi ise II. Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan ve tüm dünyayı dalga dalga saran Soğuk Savaş dönemi antikomünizm oluşturur (Reinhold& Rijenko, 1979, ss. 7-9). Antikomünizm sayesinde, Soğuk Savaş’la birlikte hem ABD’de hem de Türkiye’de düşünsel, siyasal ve toplumsal hayatın özgürlüğü üzerinde histeri boyutlarına varan ağır bir baskı oluşturulmaya başlanmıştır. Bu histeri çoğunlukla realiteden kopuk bir biçimde, her türden aykırı bulunan fikri/fiili gayrimeşru ilan etmemin bir yöntemi haline dönüşmüş ve çok boyutlu bir kampanya halinde yürütülmüştür. Antikomünizmin basit tepkisel fikir öğesi olmaktan ziyade, çok boyutlu bir hareket olmasını sağlayan bu kampanya, tarihsel ve yapısal köklerine rağmen 1940’ların ikinci yarısına kadar sistemli bir hareket olmamıştır. Özellikle bu tarihlerden itibaren, başta ABD ve onun etkisinde olan ülkelerde ve bu arada Türkiye’de antikomünizm, ülke içinde ve dışında ortak bir düşmanın yaratılmasını sağlamıştır. Türkiye’de komünizmin Rusya gibi dış bir güçle ilişkilendirilmesi, komünizmle mücadeleyi bir “ulusal politika”ya dönüştürmüş (Örnek, 2015, ss. 63-64) ve aktörleri zaman içinde değişse bile ülke siyasetini günümüzde dahi etkilemeye devam edecek kolektif bilinçaltını besleyen bir güce ulaşmıştır. Dolayısıyla antikomünizm, toplumun komünizm aleyhinde yönlendirilmesi amacıyla üretilen salt “akademik bilgiler” (Reinhold&Rijenko, 1979, ss. 309-310) yığını değildir. O aynı zamanda kitleselliği ve sıradanlığı olan yaygın bir biçime, psiko-sosyal köklere, toplumsal yaşamın çeşitli alanlarının bu yönde sosyalizasyonuna, toplumsal yaşamın temel karakteristiklerine, sorunlara ve toplumun algısını biçimlendiren temel ön yargı kalıplarının bu yönde biçimlendirilmesine dek uzanır. Bir toplumda antikomünizmin mayalanmasında ve uygulanabilmesinde, ilgili toplumun ve insanların sahip olması gereken temel eğilimler ve özellikler neler olmalıdır? Bu soruya, bir toplumda antikomünizmin yayılmasında ve 328 İslam’ı Uyandırmak - II insanları etkilemesinde özellikle o toplumu oluşturan kesimlerin büyük kısmının geleneksel dünyaya yaslanması ve yaşananlardan rahatsızlık duyacak kadar muhafazakâr duyarlılıklara sahip olması oldukça önemli bir faktör sayılabilir, biçiminde bir cevap verilebilir. Aynı zamanda bu cevaba, bu kesimlerin bir gücenmişlik hafızasına sahip olmalarını ve histerik bir bilinç haliyle komploculuğa ve faşizm gibi uç politik eğilimlere meyyal ideolojik ve psikolojik bir havadan etkilenmelerinin yüksekliğini de eklemek gerekir. Yukarıdaki soruya verdiğim cevaplar ışığında, sonraki sayfalarda nedenlerini de vermeye çalışacağım üzere, Türk toplumunda antikomünizmin kendine rahatlıkla yer bulduğunu söyleyebilirim. Bu anlamda Türkiye’deki siyasal bir tavır olan antikomünizm, derinlikli bir ideolojik aygıttır. Bu ideolojinin üretildiği mecralar başta din, aile, eğitim, basın, siyasal ve sendikal yapılar olduğu için antikomünizmi Althusser’in belirttiği haliyle “devletin ideolojik aygıtları”ndan (Althusser, 1994, ss. 32-35) biri olarak tanımlayabiliriz. Bu bağlamda Türkiye’de 1950, 1956 ve 1963’te kurulan Komünizmle Mücadele Dernekleri de (Meşe, 2016) toplumda belirli ideolojik işlevleri yerine getiren diğer kurumlar gibi (din, aile, hukuk, siyaset, eğitim, kültür vb.) devletin ideolojik aygıtları olarak üzerlerine düşen işlevleri yerine getirmişlerdir. Bir Kavramın Evrimi: Moskof ’tan Antikomünizme Antikomünizm, düşünsel anlamda katı ama buna rağmen kendini sürekli olarak güncelleyen amorf siyasal bir tavırdır ve sosyo-politik köklerinde politik korku yatar. Politik korku ile bir toplumun güvenliğine veya iyi olma haline yönelik tehditler (örneğin suç, komünizm veya terörizm korkusu gibi) karşısında, insanlardaki müşterek kaygılar kullanılarak siyasal özneler iktidar tarafından sindirilir ve biçimlendirilir. Bu politik korku, çoğunlukla aklın varlığını engellemeyi beraberinde getirir ve insanları, tercihleri ve sonuçları hakkında düşünmekten alıkoyarken sadece güdüleri değil aynı zamanda, aklı da istenilen yönde kullanır (Robin, 2003, s. 63). Politik liderler ve kanaat önderleri bu korku ile baskı ve şiddet araçlarını yaratırken, onu akla ve aklın araçlarının yardımına başvurarak yaparlar (Robin, 2003, ss. 64-65). Konumuz bağlamında politik korku, aklın olası bütün kullanımlarını içeren ideolojik bir içeriğe sahip olduğu için, insanları bu yönde siyasallaştırır. Bu tür bir siyasallaşma, Türkiye’de komünizmle mücadele sürecini biçimlendiren bütün korkuların ideolojik aygıt gibi işletilmesini ve ülkedeki antikomünizmin biçimlenmesini sağlamıştır. Bu yüzden Türkiye’de 1960 Öncesi Dergilerde Antikomünizm 329 üretilen bütün antikomünist söylem özü itibari ile politik korku, düşman imgesi vb. gibi toplumsal tahayyülün bütün imkânlarını seferber etmiştir. Antikomünizm sürecinde üretilen söylemin amacı, tek parti yönetiminin hedeflerinin dışında, yani Kemalizm’in laik, seküler ve modern bir toplum inşa girişimleri karşısında, ona alternatif sağ bir siyasi sosyalleşme inşasıdır. Bu anlamda antikomünizm, Türk toplumunun sahip olduğu varsayılan temel değerlerin/hassasiyetlerin komünist bir toplumda yaşanamayacağına dair bir “korku kültürü” yaratarak işletilen anti-Kemalist bir siyasallaşma söylemidir. Çünkü korkunun, insanın zihnini içinde yaşanan zamana yoğunlaştırmasını sağlayan bir mekanizma gibi işlediğinden dolayı gerçekliğinin olup olmaması sorgulanmaz. Bu “korku icadı” ile siyasal kültürde itaati, uyumu ve oluşmuş olan veya oluşması muhtemel ittifakın sürekliliği ve toplumsal kontrolü sağlanmış olur (Furedi, 2001, s. 8; Kerestecioğlu, 2012, ss. 29-31). Türkiye’deki antikomünizmin kök salması sürecinde bu korku, Kemalist politikaların komünizme kapı aralar nitelikte algılanması yönünde bir işleve sahip olmuştur. Bu algılama biçimi, genel olarak Türk Sağı’nda ve özellikle de muhafazakâr ve İslamcı söylemlerde daha belirgindir. Ancak bu tür bir siyasallaşma tek başına antikomünizme indirgenmemekle birlikte, yaşamlarının belirleyici bir kısmını tek Parti döneminde yaşayan dindar, milliyetçi ve muhafazakâr nesillerin Kemalizme karşı alternatif var olma biçimlerinden biri olmuştur. İnsan, yaşamını kurarken ve kurgularken genel olarak hazır bulduğu, kimi zaman ise kendi ürettiği imgeleri kullanır. İmgeler, şeyleri temsil etmekten daha fazlasını yapma kapasitesine sahip olduklarından dolayı bireylere anlam yaratma imkânını da verirler (Cohen, 1999, ss. 11-12). İnsanın bu anlam yaratma kapasitesi, içinde olunan toplumun nesne, olay ve olgulara dair temel referans çerçevesi tarafından sınırlanır ve insanların kendi topluluklarına dair bilincini ve duyarlılığını oluşturur (Cohen, 1999, s. 54). Bu haliyle imgeler, bireyin ait olduğu topluluk değerlerini taşıyacak ve koruyacak biçimde bir siyasallaşma yaşamasında da aktiftirler. Bu siyasallaşma düşman imgesi ile ete kemiğe bürünür. Toplumun kendini korumasında işlevsel olan en önemli imge ise “günah keçisi” bulmak, yani bir “düşman” imgesi üretmektir. Her toplum, kıt kaynaklar için rekabete girmek ve periyodik olarak bir davada ortak bir “düşmana” karşı birleşmek eğilimine sahip olduğu için, genellikle “ulusal güvenlik” bahanesiyle cadı avı, yabancı düşmanlığı, antisemitizm gibi fenomenleri bu imge yoluyla harekete geçirir. Bu tür siyasal ve toplumsal ötekileştirme stratejilerinin üzerinde 330 İslam’ı Uyandırmak - II işlediği fantezi siyasi topluluğu ve toy gençliği yozlaştıran, ekonomiyi kemiren, huzurubozan, genel ahlakı tahrip eden ve halkın dışında/içinde olan şeytani bir düşmandır (Kearney, 2012, ss. 55-56). “Düşman” imgesi yani “günah keçisi”, genellikle siyasi, sosyal ve ekonomik güvensizlik dönemleri ile çakıştığı zaman bu korku nesneleri, bireyi aktif ve şiddet yüklü bir reaksiyonerliğe yönlendirebilir. Toplumsal huzursuzluğun arttığı dönemlerde güçlenen düşman imgesi/ günah keçisi arayışı (Gruen, 2007, s. 35; Girard, 2005, ss. 34-35) beraberinde “gammazlama” ilkesini getirir: Suçlu, ötekidir/düşmandır. Ancak bu imge, düşmanın kendisi değil, düşmana dair üretilen bir imgedir ve bu imgenin toplumsal gerçekliği, onu üretenden ve dolaşıma sokandan daha fazlasını etkiler. Bu anlamda antikomünizmin Türkiye’deki seyrinde oldukça etkin olan, failinin/ faillerinin dışarıda komünist Rusya, içeride ise komünistler olduğu yönünde işletilen günah keçisi arayışı ile oluşan “Moskof ” imgesi, bir düşman imgesidir ve antikomünist söylemin can suyudur. “Moskof ” imgesinin oluşumunu, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı ve sonrasında yaşananların etkisiyle (Karpat, 2004, ss. 265-280; Shaw&Shaw, 2000, ss. 229-239) Rusya’nın ve Moskof ’un olumsuz bir biçimde Türk toplumunun hafızasında yer etmesinde bulabiliriz.1 Bu anlamda “Moskof ” imgesi, Türk edebiyatında kendine çokça yer bulmuştur (Sançar, 1966, ss. 67-70).2 “Düşman” olarak kurgulanan “Moskof ” imgesinin siyasallaşma işlevi görmesinin en tipik, ama aynı zamanda en “sert” örneğini Süleyman Nazif ’in “Rus Kimdir, Moskof Nedir?” adlı yazısında bulabiliriz: Moskof ’un barışı aldatıcı, susması kuduz, yaltaklanması hain, yardımı ihanet doludur. Ey Türk oğlu!.. Sana damarlarındaki kanı hediye edenler, kanlarının son damlalarını Moskof savaşlarında döktüler. Sen bugün, yarın ne olursan ol, fakat unutma ki o şehitlerin ebedî bir yetimisin!.. Bu din, bu devlet, bu vatan gibi, bu gayız, bu kin, bu intikam da onların sana mübarek bir mirasıdır! Dünyada bir Rusya ve bir Rus kaldıkça bu hakkına ve bu vazifene hürmet et: Hakkın öldürmek, vazifen, gerekirse hemen ölmektir, Türk oğlu!.. (Nazif, 1951, s. 9) Nazif ’in bahsettiği bu yetimliğe sebep olan Rus’a karşı duyulan “gayız”, “kin” ve “intikam” “mübarek bir miras” olarak gelecek nesillere aktarılmıştır. Bu 1 Mehmed Arif Bey (1973), Mısıroğlu (1992), Vakkasoğlu (1983), Sançar (1995, ss. 47-48), Kısakürek (2007). 2 Bu yansımaları şairlerin dizelerinde görebiliriz: “Vatan evladına Moskof gibi rahmetmediler!” (Namık Kemal); “Moskof ülkesi viran olacak” (Ziya Gökalp); “Her Moskof ’un göğsünde vahşi hırs, kin, intikam” (Mehmet Emin Yurdakul); “Rus’un adı her geçende/ Gözlerime kan görünür” (H. Nihal Atsız) ve “Sıkılan yumruğumu/ çözmeyin, çözmeyin yalvarırım/ bırakın öyle kalsın/lazım olur bakarsın/ mezarımdan çıkar da/ Moskof ’u yumruklarım”(Refet Körüklü). 1960 Öncesi Dergilerde Antikomünizm 331 “mübarek miras”ın önemli işlevlerinin başında toplumu bir otorite etrafında merkezileştirmeye yardım etmesi gelir (Öztan, 2011, ss. 81-86). Bu imgenin en canlı tasvirini, Türk Sağı’nı ve özellikle de 1950 sonrası İslamcılığı, günümüze dahi etkilemeye devam eden Necip Fazıl Kısakürek Moskof adlı eserinde aşağıdaki gibi yapmıştır: Maddeler ve manalar, insanlar ve davalar arasında olduğu gibi, toplumlar ve milletler arasındaki zıtlığa, buz dağı ve yanardağ derecesinde en iyi örnek, Moskof’la Türk… Tarih böyle bir zıtlığı hiçbir milletle hiçbir toplum arasında ve hiçbir zaman ve mekânda kaydetmedi. (…) Evet, doğrudan doğruya birbirinin vücut hikmetine düşman olmaktan gelen böyle bir zıddiyet münafereti, tarihte tektir; ve sadece Türk’le Moskof ’a hastır. Onun içindir ki, bütün bu incelikleri düşünmeden sezen halkımızın dilinde Moskof, sade “Moskof” değil, “Moskof Gâvuru”dur. Türk, ciğerinin ta içinden gelen bir havayla ve dişlerini gıcırdatarak “Moskof Gâvuru” derken, olanca dayanağını Müslümanlıkta bulur. … (Kısakürek, 2007a, ss. 5-6) “Moskof ”un, dinin muarızı olarak İslamî referanslarla dolaşımda tutulmasında, toplumsal bütünün sosyolojik işleyişi de önemlidir. Birey, içinde bulunduğu grubun dilindeki belli sözcükleri ve onların anlam repertuarını hazır bulduğu için o zamana kadar nesnelerin grup ya da birey tarafından hangi bağlamda idrak edildiğini de bilir (Mannheim, 2002, s. 27). Bu yüzden “Moskof ” imgesinin çok açık karşılığı dönemin bütün milliyetçi-mukaddesatçı tahayyülünde “komünizm”dir. Hüseyin Nihal Atsız’ın yazıları bu eşitlemenin tipik örneklerinin başında gelir. Atsız, “Komünizm, ruh ve seciye bakımından soysuzlaşmış binlerce casusu bulunan bir Moskof emperyalizmidir.” (Atsız, 2003, s. 61) diyerek Türkiye’deki ortalama zihniyet örgütlenişinde “Moskoflukla” komünizmi eşitler ve komünizm taraftarlığını “vatan hainliği” olarak görür ve “yok edilmelerinin şart” olduğunu bir gereklilik olarak belirtir (Atsız, 2003, ss. 105-106; Merdivenci, 1952, s. 5). Komünizme dair algılanan muhayyel tehlikenin “somut”, kolektif hafızaya atıf yapılarak algılanmakta ve yürütülecek mücadele haklılığını geçmişten alarak içinde olunan zamana transfer edilmesine ilaveten 1920’lerden itibaren Türkiye-Rusya ilişkilerinin dalgalı seyri ve toplumda artan komünizm referanslı/ esintili fikirlerin varlığı “Moskof ” imgesinin antikomünizme doğru evrilmesini beraberinde getirmiştir. “Moskof ” imgesi, içselleştirenler tarafından “insanın ulviliğini, ölümsüzlük cehdini kırıcı, tıkayıcı, boğucu ve toprağa gömücü” olarak görülmekte ve komünizm, bu mirasla birleşince, “âdemin, yokluğun, hiçliğin, sıfırın sistemi” olarak tanımlanmaktadır (Kısakürek, 2007b, s. 103). Bu yüzden de 332 İslam’ı Uyandırmak - II milliyetçiliğe, Türkçülüğe ve İslamîyet’e muarız ideolojilerin başında ilmi sosyalizm denilen, Marksist sosyalizm, diğer adı ile komünizm gelmektedir. Antikomünist içselleştirme sürecinde, komünizmi savunduğu düşünülenler, oldukça negatif bir biçimde, ahlak ve namus vurgusu temelinde yani “Moskof ” imgesinin çağrıştırdığı tüm “kötülüklerin” (ahlaksızlık, dinsizlik, sapkınlık, din, millet, bayrak, gelenek, aile, ordu, servet düşmanlığı vs.) kaynağı ve “Rus emrinde hareket eden”, nihayetinde “Rus emperyalizminin değirmenine su taşıyan”, “satılmışlar”, “ajanlar”, “yardakçılar”, “gafil hizmetkârlar” en hafifinden ise “kandırılmışlar” olarak tanımlanmışlar ve damgalanmışlardır (Öztan, 2011, s. 91; Taşkın, 2003, s. 631). Bu durumun bir örneğini, kendisini “komünizmle mücadele mücahidi” olarak gören Peyami Safa, şöyle sıralamıştır: “Allah’a inanmaz, millete ve değerine inanmaz, geçmiş düşmanıdır, bugün ki hür dünya rejimlerini gerici bulurlar, tarafgirdirler, özeleştiriden yoksundurlar, sahte peygamberleri vardır ve Sovyet sempatizanıdırlar” (Safa,1979, ss. 87-89). Buna ek olarak, konu hakkında, nobran cinsel imalarla yüklü ve oldukça patolojik olarak nitelendirilebilecek bir tanımlamanın sahibi ise Osman Yüksel Serdengeçti’dir. 1950 öncesi yıllarda gençliğini yaşayan ve milliyetçilik ve İslamcılığın bütün unsurlarını bil kuvve olarak bünyesinde taşıyan Serdengeçti, konuya dair nobran ve patolojik algı halinin müstesna hali “İntikam” adlı şiirine şu şekilde yansımıştır: Dedelerimden kalma intikam var kanımda, Geçmişini … Bulgar’ın Moskof ’un da, Bir domuz görmüş gibi ayaklanır hislerim Alçakların sesini dinlerken mikrofonda… O kadar gururlanma, o kadar mağrur olma Daha dün kölemizdin, mahvolmuştun Purut’ta. Yalnız şunu isterim, yalnız şunu hatırla; Yatmıştı Katerina Baltacının koynunda… (Serdengeçti, 2008b, s. 278). Türk siyasetini biçimlendirmiş olan antikomünizm, dini ve milli hassasiyetleri yüksek olan bireylerde ve çevrelerde, kadim Çarlık/Rusluk/Moskofluk algısının şekil değiştirmiş, içerikçe zenginleşmiş ve güncellenmiş bir versiyonu (Gürkan, 2011, s. 88) olduğu için, “Moskof düşmanlığı” ile sosyalleşen gençlerin Soğuk Savaş döneminde, antikomünist bir siyasallıkta bulunmaları (Taşkın, 2007, s. 68) sosyolojik olarak anlaşılır bir durumdur. İç ve dış siyasi basıncın etkileri göz ardı edilmeden, toplumdaki “Moskof ” imgesinin, özellikle Türk 1960 Öncesi Dergilerde Antikomünizm 333 Sağı’nın siyasal tahayyülünde antikomünizme doğru evrilmiş olması, siyasal yaşamda ideolojik hasımları yok etme amaçlı olarak her türden kullanımlara sonuna kadar açık bir nefret söyleminin omurgasını oluşturmuştur. Tanıl Bora, Türk Sağı’nı oluşturan “milliyetçilik, muhafazakârlık, İslamcılığı sağ gövdenin birbiriyle uyumlu organları olarak” kabul eder ve bunları “pozisyonlar olmaktan ziyade ‘haller’ olarak yani fizikteki ‘maddenin halleri’ gibi: katı, sıvı, gaz” (Bora, 2003, ss.7-8) olarak analiz etmesiyle konuyu açıklamaya çalışır. Bu çözümleme bağlamında, Türk Sağı’nın dönemlere ve aktörlere göre değişse bile, öz yapısının antikomünizm olduğunu söylemek mümkündür. Antikomünist süreçte milliyetçiler Türklüğü ve milli olanı koruma ve yüceltme refleksini işletmiş; İslamcılar, dini hayatın tamamı gören bir fundamentalizmle dindarlığı mobilize etmişler; muhafazakârlar da her ikisinin antikomünist ve seküler olmayan mayasını üreterek, toplumdaki ortalama insanın muhayyilesini, geleneksel olanı ulvileştirecek bir formatta inşa etmişlerdir. Dolayısıyla Türk Sağının bütün hallerinde ortak olan antikomünizm, toplumu sağcılaştırmaya dönük bir işleve sahip olduğundan dolayı, bugün bile sağ siyaseti anlamak için önemli anahtar kavramlardan biri olarak kabul edilmelidir. Antikomünizmde Anti-Kemalist Hınç Türkiye Cumhuriyeti, İmparatorluk’tan miras aldığı Batılılaşma çabalarını tamamlamayı hedef olarak önüne koymuş ve bu yolda gerekli inkılâpları yapmaya çalışmıştır. Konumuz açısından dinin bu toplumda kapladığı yeri anlayamamasının sonucunda bir yabancılaşma ideolojisi olarak kalmış olan Kemalizm, toplumda tek parti dönemi boyunca bir ölçüde, “disfunctional” yani ters fonksiyonu olan bir rol oynamıştır (Mardin, 2005: 76; Yücekök, 1997, s. 29). Hilafetin ilgası ve Şeriat mahkemelerinin kaldırılması (1924), Tekke ve Zaviyelerin kapatılması (1925), dinin anayasadan çıkarılması (1928), ezanın (1928) ve ibadetin Türkçeleştirilmesi (1932) ve bu arada Menemen Olayı’na (1930) verilen sert tepkiler gibi radikal laiklik uygulamaları ( Jäschke, 1972; Kara, 2003; Azak, 2010, ss. 183-204) Kemalizm’in dindar, milliyetçi ve muhafazakâr çevrelerde oldukça negatif bir biçimde biraz da hınçla algılanmasını beraberinde getirmiştir. Örneğin o dönemlerde gençliğini yaşayan ve inkılâp uygulamalarını şiddetle eleştiren Osman Yüksel Serdengeçti, inkılâpları yapanları, “sahte inkılâpçılar” ve “neslimizi mahvedenler” olarak görmüş ve bu konuda duyduğu 334 İslam’ı Uyandırmak - II anti-laik ve muhafazakâr hoşnutsuzluğu dillendirmiştir (Serdengeçti, 2008b, ss. 38, 49). Yine Serdengeçti tek parti dönemini, Batıda modası geçmiş ve genel olarak “dinsiz”, “Allahsız”, “ateist”, “natüralist felsefeleri” sanat ve topluma dair nesli mahvedici fikirleri ülkeye getirmekle suçlamıştır (Serdengeçti, 2008b, ss. 34-35). İslamcılığın tarihinde hatırlı bir yerde duran Eşref Edip de tek parti dönemini sert bir biçimde şöyle eleştirir: “Halkçılar, İttihatçılardan devraldıkları sapık, bozguncu zihniyeti bütün hızıyla yürüttüler.(…) Mukaddesatına (kutsal değerlerine) hücum ettiler. Din müesseselerini kapattılar, mekteplerden din derslerini kaldırdılar. Allah, Peygamber tanımayan derbeder (başıboş, serseri) bir nesil yetiştirdiler” (Edip, 2012, ss. 42-43). Tek parti dönemine has uygulamalardan biri olan İstiklal Mahkemeleri’nde yargılanmış olan Eşref Edip, o dönemleri anlattığı hatıratında, bu durumu onaylayıcı bilgiler aktarırken, İstiklal Mahkemeleri’ni “yakın tarihin kara sayfaları” (Edip, 2002, ss. 75, 150) olarak nitelendirmiştir. İslamcılığın “üstad”ı olan Necip Fazıl Kısakürek ise, İstiklal Mahkemelerini “laiklik teranesiyle devam eden İslâmı kazıma hareketi” (Kısakürek, 2011, s. 74) olarak tarif ederken İskilipli Atıf Hoca gibi inkılâp mağdurlarını “mazlumluk ve şehitliğin en üst mertebesine” (Kısakürek, 2011, s. 81) yerleştirmiştir. Bu dönemde sahip olduğu dini dünya görüşünü, bir anlamda ideoloji gibi yaşayan toplumun dini önderleri ve şeyhleri, takipçileri ile “kâlb tekkesinde birlikte” olmuşlar (Zarcone, 1993, ss.100-101; Kara, 2008, ss.119-127) ve irşat faaliyetlerini bu “görünmez kolejlerde” sürdürürken, inkılâpçıların öngörmediği farklı ve etkin bir siyasallaşmanın önünü açmışlardır. Bu durumla uyumlu olarak tek parti uygulamalarını, Nurettin Topçu “milli bir irade hareketine” (Topçu, 1999, s. 261) dönüşmediği yönünde eleştirirken, Necip Fazıl da, “komünizm mikrobunun CHP’nin iktidarında yerleştiği” (Kısakürek, 2007b, ss. 92-93) algısını dillendirmiştir. Bu algı/ düşünce, antikomünist aydınlarda oldukça belirgindir. Dönemin simalarından olan Eşref Edip, CHP’yi “komünizmin kaynağından ilham almakla” suçlar (Edip, 2012, s. 92; Serdengeçti, 2008a, ss. 81-83). Bu tür bir değerlendirme sonucunda milliyetçi-mukaddesatçı ve İslamcı çevrelerde “kendi vatanında gurbet” (Turan, 1980, ss. 20-21) duygusu ve “Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya!” (Kısakürek, 2012, s. 399) olma algısı bütün suskunluğu ve mazlumluğu ile orantılı bir hınç yaratmıştır. Milliyetçi, muhafazakâr ve dindar anlam dünyasında kendini tanımlayan antikomünist bakiyenin aydınlarında, Max Scheler’in 1960 Öncesi Dergilerde Antikomünizm 335 (2004, s. 7) kullandığı anlamda, belirgin bir anti-Kemalist hınç oluşmuştur.3 Kemalizm’in uygulamaya çalıştığı politikalarla komünizm/sol düşünce arasında kökensel bir bağ olduğu inancı, bu aydınları, laiklik uygulamalarına karşı bir “intikam isteği, nefret, kötü niyetlilik, haset, kara çalma ve değersizleştirici kin” duymaya itmiştir. Tek parti yönetimine karşı duyulan anti-Kemalist hınç, Demokrat Parti’nin (Koçak, 2010) kuruluşuyla birlikte kendine siyasal bir alan bulmaya başlamıştır. Antikomünist çevreler, DP’nin varlık nedenini, CHP yönetimini sona erdirmek ve başka deyişle kendilerine eziyet edenlerden intikam almak olarak yorumlamışlardır (Ahmad, 1995, s. 28; Cem, 1995, ss. 364-368). Bu arada 1944 Milliyetçilik Olayı ve sonrasında yaşananlar, milliyetçi ve Türkçü kesimlerde heroik mağduriyet söyleminin üretilmesine ve özellikle milliyetçilerin antikomünist siyasallaşmasında mümbit bir hafıza oluşturmuş (Bora &Ünivar, 2015, s.165) ve bu hafıza, milliyetçi çevrelerin antikomünist reaksiyonerliklerini sürekli olarak beslemiştir. Toparlarsak, tek parti döneminden itibaren kendine daha çok dindar, milliyetçi ve muhafazakâr çevrelerde dillendirilme imkânı bulan antikomünizm, iktidarın ürettiği politikalara karşı açık bir muhalefet göstermenin imkânsızlığını aşmak için üretilen bir direniş sanatı ve siyasetidir. Açıktan laiklik uygulamalarını eleştirmek yerine, onunla aynı zihniyet dünyasından beslendiği düşünülen komünizm gibi bir siyasi, sosyal ve ekonomik düşünceler bütünü eleştirilmiş ve bu sayede laiklik uygulamalarından hoşnut olmayanlarda milli ve dini duygular dinç kalmıştır. Sonuç olarak tek parti döneminde din, uygulanan laiklik uygulamalarına karşı bir emniyet kemeri işlevi görmüş ve toplumda inkılâp uygulayıcılarının öngördüğünden farklı bir anti-Kemalist ve antikomünist siyasal sosyalleşmenin yaşanmasına neden olmuştur. Bu sosyalleşme sürecinde oluşan anti-Kemalist hınç, milliyetçi-mukaddesatçı söylemin kendini meşrulaştırmasında, yani mağduriyet hafızası ve söyleminin üretilmesinde ve tek parti dönemi CHP’sinin suçlamasında oldukça etkili olmuştur. Bu mağduriyeti yaşadığını söyleyenler ve onların yaşayan varisleri, Türkiye’deki antikomünist bakiyenin mirasını kendi ikballeri için kullanmayı hiçbir zaman ihmal etmemişlerdir. 3 Hınç (Ressentiment), zihnin kendi kendini zehirlemesidir; bunun gayet belirgin nedenleri ve sonuçları vardır. Hınç, genelde insan doğasının normal bir bileşeni olan belli duygu durumları ve etkilenimlerin sistematik olarak bastırılması sonucu ortaya çıkan süreğen bir zihinsel durumdur. Bu duyguların bastırılmasıyla belli türden değer yanılsamalarına ve buna uygun değer yargılarına kapılma sürekli bir eğilim halini alır. Söz konusu duygu durumları intikam isteği, nefret, kötü niyetlilik, haset, kara çalma dürtüsü ve değersizleştirici kindir. 336 İslam’ı Uyandırmak - II 1945-1960 Arası Antikomünizm Necip Fazıl, Osman Yüksel ve Eşref Edip gibi İslamcı düşünürlerin CHP’ye yaptıkları komünizm eleştirileri ile paralel bir biçimde, 1945 sonrası CHP bünyesine kattığı Anadolucu eğilimi olan simalar sayesinde ve çok partili yaşama geçişin getirdiği iç ve dış baskılar gereğince antikomünizmin dillendirildiği mecralardan biri olmuştur. Bu anlamda 1945 sonrası CHP’sinde, antikomünizmin etkisi belirgin bir biçimde görülmeye başlamış ve hükümet, bazı vekiller tarafından takdir edilmiştir (Tutanak Dergisi, 1947, ss. 66-76). CHP hükümeti, 1948 yılında sosyalistlere karşı açık bir tavır almış ve meclisteki sağ görüşlü milletvekillerinin de etkisiyle, mecliste bir Komünizmle Mücadele Komisyonu kurulmuştur.4 1950 yılı öncesi oluşan bu antikomünizm bakiyesi, Adnan Menderes’in 29.05.1950 tarihinde açıkladığı hükümet programında “memleket içinde yıkıcı ve aşırı sol cereyanları kökünden temizlemek için icap eden tedbirleri alma” (TBMM Tutanak Dergisi, 1950, ss. 30-31) beyanında karşılığını bulmuştur. Yine bu dönemde Adalet Bakanı Halil Özyörük başkanlığında Komünizmle Mücadele Komisyonu kurulmuş ve Bakanlık, yapılacak yeni yasal düzenlemelerle “komünistliğin vatana hıyanet” sayılmasının sağlanacağını bildirmiştir (Milliyet gazetesi, 12.08.1950). Dönemin Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri de, “branşı dâhilinde komünizmle mücadeleyi vazife sayacağını” (Zafer gazetesi, 15.08.1950) dillendirerek DP’nin konuyla ilgili tutumunu ortaya koymuştur. DP Hükümeti’nin antikomünist adımları TBMM çalışmalarına da yansımıştır. 1951 yılında TBMM’de yapılan gizli oturumda bilgisine başvurulan Askeri Yargıç Şevki Mutlugil, Türkiye’deki komünist faaliyetler hakkında bilgiler aktarmış ve bu gizli oturumda DP, CHP ve diğer partiler komünizmle mücadelede ortak hareket etmeye karar vermişlerdir (TBMM Tutanak Dergisi, 9. Dönem, ss. 5-6). Ayrıca bu dönemde DP’ye yakınlığıyla bilinen Vatan Gazetesi, 1950-1960 arası dönemde, antikomünizm propagandasının seferberliğini yapmıştır. Ayrıca gazete, antikomünist yayın politikasında, açık bir biçimde Amerika ve NATO aleyhtarlığını komünistlik olarak değerlendirmiştir. Öyle ki 1946-1960 arası on beş yıllık dönemde Türkiye’de çıkan Aile, Bütün Dünya, Hayat, Resimli Hayat vb. gibi dergilerinde ve dönemin bütün gazetelerinde antikomünist motifler çokça işlenmiştir. Dönemin magazin basınında da, Amerikan kaynaklı yazılar, ABD antikomünizmini okuyucularına, “asık suratlı ve kötü Rus imgesi” adı al4 Mecliste kurulan bu komisyon ve komisyonun çalışmaları hakkında herhangi bir kayıt bulunamamıştır. 1960 Öncesi Dergilerde Antikomünizm 337 tında sunulmuştur. Bu dönemde halka ve özellikle kırsal kesime yönelik yayın yapan Karagöz, Köroğlu, Körkadı ve Kelkahya gibi gazete/dergilerde de negatif Rus algısına, “salak” ve “sapık” komünist algısı da eklenmiştir (Gök, 2003, ss. 64-72; Koçak, 2010, s. 20; Çağlar, 2008, s. 68 vd.; Yıldırım, 2002, ss. 217-218; Yıldırmaz, 2012, ss. 59-69). DP’nin kuruluşu ile birlikte anti-Kemalist hıncın duyulduğu çevreler de kendini daha çok antikomünizm aracılığıyla ifade etme imkânı bulmuştur. Rus tehdidi ve ABD politikalarının iç siyasetteki etkisi olan antikomünizm “vatan hainliği”, “komünistler”, “masonlar” ve Siyonistler” gibi kavramların dolaşımda tutulması ve bunların anti-İslam (Ahmad, 1996, s. 375) ve anti-Türk olarak görülmesi 1950’ler Türkiyesinin genel özelliğidir. Bu dönemden itibaren işlerlikte tutulan antikomünist vokabüler hem devlet katında hem de gündelik yaşamda bir toplumsal kontrol mekanizması (Yıldırmaz, 2012, ss. 47-48) olarak kullanılmış ve kullananları muteberleştirmiştir. Türkiye’de resmi çevrelerin adeta kutsal ilan ettiği, partiler ve hükümetler üstü görülen anti-Sovyetizm ve antikomünizm hem devlet katında hem de milliyetçi muhafazakâr çevrelerde örgütlenmiş ve bu durumdan dönemin siyasal partileri faydalanmışlardır (Örnek, 2015, ss. 28-30). Dolayısıyla komünizm ve onunla mücadele etme noktasında, kimi suçlamalar olsa bile CHP ve DP hükümetlerinin ortak hareket ettiklerini söyleyebiliriz. Bu partiler konuyu partiler üstü bir mesele olarak görmüş, ülkedeki antikomünizmin yerli karakteri gereğince “devlet refleksi” ile hareket etmişler ve böylece siyasal ikballerini 1950’lere dek oluşan antikomünist reaksiyondan devşirmekte görmüşlerdir. Başta DP’nin ve CHP’nin konuya bakışlarındaki ortaklığa uygun biçimde Türk Sağı’nı oluşturan çevrelerde antikomünist cepheler oluşmaya başlamıştır. Örneğin 1950 yılında milliyetçi teşekküller, komünizme karşı mücadele amacıyla Milliyetçiler Federasyonu’nu Bekir Berk başkanlığında kurmuşlardır (Milliyet gazetesi, 20.05.1950). Federasyon 1951’deki ilk kurultayında, federasyonu oluşturan derneklerin birleşme kararı almasıyla Türk Milliyetçiler Derneği kurulmuştur. Bu dönemde DP’nin CHP tarafından, gericiliğin ve irticanın önünü açmakla suçlanmaya başlaması üzerine Büyük Doğu, Sebilürreşad ve İslamîyet gibi İslamcı yayınlara karşı davalar açılmış, İslam Partisi kapatılmıştır. Gazeteci Ahmet Emin Yalman’a Malatya’da yapılan suikast girişimi sonucunda Necip Fazıl Kısakürek ve Osman Yüksel Serdengeçti hapis cezası almış ve suikastla ilişkilendirilen Türk Milliyetçiler Derneği, 04.04.1953 tarihinde kapatılmıştır (Kılıç, 2016, s. 123 vd.; Milliyet gazetesi, 19.04.1953). Nurettin Topçu, Ali Fuad Başgil 338 İslam’ı Uyandırmak - II ve Münevver Ayaşlı gibi aydınlar derneğin kapatılmasını eleştirmişlerdir (Topçu, 1992, ss. 203-205; Başgil, 2006, ss. 94-95; Ayaşlı, 1966, ss. 113-114). Yine aynı amaçlara sahip olan Milliyetçiler Derneği 1954 tarihinde kurulmuştur (Darendelioğlu, 1975, s. 306). Bu arada milliyetçi-muhafazakârlığın “çatı örgütlerinden biri olma” (Bora & Ünüvar, 2015, s. 166) amacını hayata geçirmek için adı aynı, kuruluş tarihleri farklı üç defa Komünizmle Mücadele Derneği kurulmuştur. 1960 Öncesi İslamcı Dergilerde Antikomünizm Tek parti döneminde dini yayınların azlığı DP’nin kuruluşu ile iyileşmeye başlamıştır (Başgil, 2003, s. 198; Koçak, 2011, ss. 72-86; Kara, 2003, ss. 211-212). 1947’den sonra yayınlanan dini dergilerin en önemlileri İrşâd, Doğan Güneş, Ehl-i Sünnet, Doğru Yol, Hakka Doğru, İslâmiyet, Selamet, Sebilürreşad, İslam Dünyası vb. sayılabilir. Dönemin dergi ve kitaplarında komünizmle mücadele ele alınmış ve bu mücadelede dine ve özellikle de İslam’a biçilen rol sürekli olarak vurgulanmıştır (Tunaya, 2003, s. 184). Bu konuda Ticanilerin lideri olan Kemal Pilavoğlu’nun görüşleri tipik bir örnek oluşturur. Komünizmle mücadeleyi, “dini ve insani bir borç” (Pilavoğlu, 1949, s. 1) olarak gören Kemal Pilavoğlu konu hakkında: “Komünistliği (…)Bolşevikliği yıkacak atom kuvveti değil, DİN ve MİLLET kuvvetidir.” (Pilavoğlu, 1949, s. 33) diyerek dine ve milliyetçiliğe komünizmle mücadelede önemli bir rol verir. Dinin komünizme karşı önemli bir “panzehir” ve “vazgeçilmez bir mücadele aracı” olduğunu, dönemin dini içerikli bir dergisi olan Selamet’te de görmek mümkündür. Derginin 34. sayısında yer alan ve yazarı belli olmayan bir yazıda, komünizmin din ve milliyeti yıkmayı amaçladığı ancak dinin, “komünizme karşı gösterilen mukavemet kaynaklarının en mühimlerinden biri” ve “milliyeti destekleyen ve koruyan en kudretli amil gücü”ne (Selamet, 1948, s. 3) sahip olduğu vurgulanmıştır. Şimdi antikomünizmin İslamî neşriyattaki görünümlerini sadece Büyük Doğu, Sebilürreşad ve Serdengeçti dergileri özelinde ele alabiliriz. Büyük Doğu Dergisi’nde Antikomünist Esintiler İslamcılığın Türkiye’deki seyri açısından Büyük Doğu dergisi, 1943-1978 yılları arasında, Necip Fazıl Kısakürek’in değişik evrelerde yayınladığı fikri, edebi, siyasi ve dini içerikli bir dergi olmanın dışında bir okuldur (Subaşı, 2004, ss. 1960 Öncesi Dergilerde Antikomünizm 339 224-225). Büyük Doğu dergisindeki antikomünist esintilerden örnekleri Soğuk Savaş dönemi ile başlatabiliriz. Dergi, “Türklerin baştanbaşa (komünist) olması”nın imkânsızlığını söyleyenleri“ hikmetfuruşluk” olarak niteler (Hadiselerin muhasebesi, 1946a, s. 9.). Yine Büyük Doğu’cu antikomünizmin “Moskof ” geçmişini vurgulayan bir yazıda, Rusya’nın geçmişte kazandığı bir savaşın galibiyetini “Rus dilberi Çariçe Katerina’ın maharetinde” (Şakir, 1946, s. 14) görürken, bir sonraki sayıda “Amerikan Ordusuna” methiyeler dizilir (Büyük Doğu, 13, 1946, s. 7). SSCB’nin yürüttüğü politikalar “hayâsızlık haddini aşan” uygulamalar olarak görülür (Hadiselerin muhasebesi, 1946b, s. 9). Büyük Doğu’nun her sayısında, ülkede artan “komünizan” faaliyetlerin yeterince sorgulanmadığına ve gerekli tahkikatların yapılmadığına dair bir hayal kırıklığının ve serzenişin dile getirilişini görmek mümkündür. Bu konudaki serzenişin bir örneğini aşağıdaki satırlardan okuyalım: “Komünizma günden güne azıyor ve her şeyi göze almış gibi görünüyor! Bu konuda tek ciddi ve haysiyetli devlet reaksiyonu, komünist kokulu her ferdi ve her tecelliyi, bit öldürür gibi imha etmektir” (Büyük Doğu, 1950, 25, s. 16). Bu antikomünist uyarı ve tehditten sonra derginin bir sonraki sayısında, Tanzimat’tan beridir Paris’e giden gençlerin ve insanların niçin ve nasıl komünist olduklarına dair bilgiler verilirken, Paris “ruh yiyen canavar” olarak tarif edilir (Sılay, 1950, ss. 15-16). Bu tarif, modernleşme tarihinin örtük bir yergisini içinde barındırır. Bu yergi, kaynağını Türk tipi antikomünizmin uygulanmakta olan modernleşmeye bakışında bulur. Bu anlamda Türkiye’deki antikomünizmin epistemesinin büyük oranda anti-modern olduğunu söyleyebiliriz. Türk Sağı’nda her dem taze ve diri olan CHP ve komünizm yakınlığına/ aynılığına yönelik hâkim algıyı imdada çağıran ve din eğitiminin zaruretini vurgulayan bir yazıda, “Biz zavallı, mahcup, dilsiz ve aciz iman ehlinin kemiyeti 18 milyonuz” dedikten sonra geriye kalan 2 milyonun kendilerini “Masonuz, Yahudiyiz, komünistiz, züppeyiz, şahsiyetsiziz, inkılapçıyız, C. H. P.’yiz” biçiminde tanımladıklarını belirtmiştir. Bu suçlamaları yaparlarken, sahip oldukları anti-Kemalist hıncı örtmek için kendilerini demokrasi isteklisi olarak şöyle tanımlarlar: “İstediğimiz sadece demokrasya mevhumunun ilk ve temel kaidesine uyulmasıdır.” (Aktürk, 1950, s. 9). Bu naif istekle, nobran vevulger bir antikomünizm, CHP ve uygulamaları hatırlatılarak yeniden üretilmektedir. Yine aynı minvalden CHP eleştirisini göreceğimiz ve komünizmle mücadelede dine vazgeçilmez önem veren bir metinde şu ifadeleri bulabiliriz: 340 İslam’ı Uyandırmak - II Komünistliğe karşı ceza kanunun hükümleri, bomba ve silah kuvvetleri hep ikinci derecede kalan müeyyidelerdir. Kat’i müeyyide din ve imandır. Bu sapık ve soysuz gençlerin kötü hareketlerinin sorumlusu kendileri değildir. Hakiki mes’uller, ahlak ve hayâya karşı 27 yıl zehirli oklarını fırlatan şefler ve onların açtıkları karanlık yola, inandıklarından değil, göze girerek mevki kapmak için girenlerdir. (Ogan, 1951, s. 6) Yine Büyük Doğu’da Necip Fazıl, Dedektif X Bir adıyla “C.H.P.nin sezdirmeksizin, Komünizma cereyanlarını koruduğu o derece aşikârdır.” (Dedektif X Bir, 1951a, s. 15) diyerek bilindik İslamcı antikomünist lafzı tekrarlar. Aynı sayıda Büyük Doğu Cemiyeti adına, Necip Fazıl Kısakürek hakkındaki “en şeni ifrat ve itirafların” yanlışlığının vurgulandığı yazıda “C.H.P.nin Komünistler, Masonlar, Dönmeler ve her cinsten Allahsızlarla beraber hakkımızda giriştiği tahrikler”den (Dedektif X Bir, 1951a, s. 15) bahsedilirken, bu sefer aynı sayfada Necip Fazıl, “Ben ne C.H.Pliden, ne Komünistten, ne Yahudiden, ne dönmeden, ne de Allahsızdan korkarım!.. Bunlar ne yaparlarsa yapsınlar; davayı merkezinden ve ruhundan vuramazlar! Ne yapsalar, ancak davayı merkezinden ve ruhundan büsbütün alevlemiş olurlar!” diyerek muarızlarına salvo çeker (Kısakürek, 1951, s. 13). Aynı sayıda Cevat Rıfat Atilhan da, Büyük Doğu’nun antikomünizmini kendi meşrebince pekiştirir (Atilhan, 1951, s. 12). Büyük Doğu’nun her bir sayısında komünizmin ülkedeki gelişiminin sinsiliği ve bu sinsilik hakkında iktidarların ve halkın farkında olmayışına dair birçok metin bulunabilir (Kısakürek, 1951, ss. 2,7). Bu algıya göre milleti, devleti ve dini koruyacak “uyanık nesil” kendileridir. Ancak bu neslin komünizm konusundaki bilgisi ise aynı kesinliğe sahip değildir. Antikomünizmin Türkiye’deki seyrine bakıldığında, Türk Sağı’nın komünizm hakkında derin bir bilgisizliğinin olduğu göze çarpar. Bu konudaki itirafı, biraz da çelişkili bir anlatımla Büyük Doğu sayfalarında bulmak mümkündür: Her şeyden evvel, Komünizmanın ne olduğu ve ne olmadığı, nasıl bir cihanı yıkmak ve nasıl bir cihan inşa etmek istediği, haysiyetli bir fikir ve idrak çilesiyle anlaşılamamış; ve bu anlayışsızlıkta, bizzat ve bilfiil Komünistlerle, Komünist düşmanları, daima aynı cahil ve hamakati temsil etmişlerdir. (Dedektif X Bir, 1951b, s. 3) Bu itirafın ardından yine aynı yazının devamında, İstanbul’da bulunan “en aşağı 50.000 Komünist ajanı bulunduğu” ve kız talebelerin “komünistlik temayülüne malik olanlarının hepsinin, keyfi ve hasbi orospu” oldukları söylenirken, antikomünizmin cinsiyetçi vulgerizmi yeniden onaylanmış ve üretilmiş oluyor. Yine aynı yazının devamında “Komünizmayı bu vatanda, suyunun suyunun suyuna kadar imha ve tasfiye edecek biricik zeka ve azim… mukaddesatçılardan 1960 Öncesi Dergilerde Antikomünizm 341 başka kimsenin harcı değildir. Herkes uyumakta devam etsin; bizim gözümüzü uyku tutmuyor!” (Dedektif X Bir, 1951b, ss 13-16) derken, aslında Türkiye’deki milliyetçi, mukaddesatçı ve İslamcı yekûnun komünizm konusundaki duygusal repertuarına tercüman olunmuştur. Bu antikomünist duygusal repertuar Büyük Doğu’nun her sayısında kendine rahatlıkla yer bulur. “Komünizmin esası dinsizlik ve Allahsızlık” olarak gören ve “Masonluk ve Masonların özlediği ve kullandığı Allahsız hürriyet, Moskofuna, Masonuna ve bilmem nesine ve nesine rağmen bu memlekette borusunu öttüremiyecektir.” diyen M. Raif Ogan da aynı antikomünist nidaları dillendirir (Ogan, 1951, s. 6). Dini diyaneti antikomünist bir panzehir olarak ikame etme ve meşrulaştırma stratejisi, İslamcılığın çok partili hayata geçişle birlikte tuttuğu temel yoldur (Bora, 2015, s. 468). Necip Fazıl Kısakürek bu yolun en bilindik ve popülaritesi yüksek yolcusudur. Bu bağlamda Büyük Doğu, Türk Sağı’nda antikomünizmin en net biçimi ile kendini gösterdiği mecralardan biridir ve bu mecrada üretilen zihniyet, özellikle Necip Fazıl Kısakürek üstünden daha sonraki dönemleri de etkilemiştir. Sebilürreşad Dergisinde Antikomünist Esintiler Sebilürreşad dergisi, ilk önce Sırât-ı Müstakîm adıyla 1908-1925 tarihleri arasında çıkmış ve daha sonra da 1948-1966 yılları arasındaki yayınları ile İslamcı düşüncenin en uzun soluklu dergisi olmuştur(Gün, 2001, s. 59 vd; Arabacı, 2004, ss. 96-128; Edip, 2002). Derginin ikinci döneminde, siyasal hayatın sağ versiyonuna ait antikomünist okumaların İslamcı görünümlerini bulmak mümkündür. Antikomünizm konusu, Sebilürreşad dergisinin Mayıs 1948 tarihli ilk sayısından itibaren gözle görülür bir biçimde, dini merkeze alan bir komünizmle mücadele azmi ve kararlılığı ile belirmeye başlar. Bu azmin ve kararlığın inşasında komünizmin semitik kökenlerine dair vurgular yapılır. Amaç komünizmin tarihi, dini, ırki kökleri olan uluslararası bir komplo olduğunu vurgulamaktır. Türkiye’de anti-semitizmin yaygınlaşmasında hatırı sayılır bir etkiye sahip olan Cevat Rıfat Atilhan’ın “komünizmle siyonizmin el ele vermesinin” etkilerini ele aldığı yazısı, antikomünist vokabülerin bütün imkânlarını kullanır (Atilhan, 1948, ss. 7-11). Yine aynı yazar “masonluğun kızıl ve sinsi planları hakkında Türk çocuklarını uyarmayı kendine vicdani bir borç olarak kabul ettiği” yazısında çeviri bir metnin özetini verir (Din düşmanı, kızıl ve sinsi tehlike: Farmasonluk, 342 İslam’ı Uyandırmak - II 1948, s. 9.). Dergideki isimsiz bir yazıda, Halk Partisi’nin “komünizmle mücadele komisyonu kurması sırasında Farmasonluğun zafer şenliklerini kutladığı” verilirken CHP’nin samimiyeti sorgulanır ve esas mücadelenin “içten gelen ruhi ve manevi bir enerji” (Din düşmanı komünizmle mücadele için manevi enerji lazım, 1948, s. 29.) ile yani din ile yapılacağı vurgulanır. Bu konuda da anti-semitizmin kendilerine açtığı vokabüler devreye sokulur. Hamdullah Suphi Tanrıöver’in ABD’de Dinler Arası Sulh Birliği’nde verdiği konferansın Türkçe özetinin verildiği yazıda “Moskova’dan dünyayı istila etmek isteyen komünizme karşı dinin muazzam bir kuvvet olduğu” vurgulanmaktadır (Tanrıöver, 1948, ss. 151- 152; 1948, ss. 172-173). Yine İslamcı dergilerin hepsinde ve Sebilürreşad’ın neredeyse bütün sayılarında “Siyonizm”, “komünizm” ve “Masonluğa” dair yazıları ile arzı endam eden Cevat Rıfat Atilhan komünizm, Siyonizm ve Masonluğun iç içeliğini vermek için, ABD’li Madam Dilling adında birinin konferansından alıntılar yaparak İslamcı yayınlardaki antikomünizmin, anti-semitik boyutunun da üretilmesine katkı yapar (Atilhan, 1948, s. 167). Türk antikomünizmi, toplumdaki eşitsizliklerin kaynakları konusunda yeterli donanıma sahip olmadığı için komünizm gibi özgürlük, eşitlik ve hak temelli fikirleri ya insanın fıtratına ya da insandaki ruhi rahatsızlıklara bağlar ve işin içinden gönül rahatlığıyla çıkar. Bu yüzden komünizm gibi cereyanların ortaya çıkmasında esas nedenin iktisadi amiller olmayıp, “ruhi kaynak olan imandan uzaklaşmada” gören yazıda Tahir Harimi Balcıoğlu, “maneviyat kanunlarının iflasının faşizme, Nazizm’e ve dünya savaşlarına yol açtığını” söylerken bahsettiği Türk tipi antikomünizmin fikriyatını da onaylar (Balcıoğlu, 1948, ss. 188-189). Sebilürreşad’ın tek parti dönemine ve CHP’nin komünizmle olan ilişkisine bakışını derginin 101. ve 103. sayılarındaki şu satırlarda bulmak mümkündür: Bütün din müesseseleri kapanmış, bütün mekteplerdeki din dersleri kaldırılmıştı. Mabetlerde Kur’an lisanı ile ezan okuyanlar, kamet getirenler zindanlarda inliyordu. Din kitaplarından Kur’an ayetleri silinmişti. Millet kürsüsünden din zehirdir naraları yükseliyordu. (Sebilürreşat beşinci cilde başlıyor, 1951, ss. 1-4.) Mekteplerde din derslerini kim kaldırdı? Müslüman çocuklarını dinsiz, imansız yetiştirmek istiyen kimdi? Mekteplerde din ile Allah, Peygamberle istihza eden, çocuklara komünist fikirlerini aşılayan kimdi? (Siz mi dine hasım değilsiniz? Siz mi dine baskı yapmadınız? , 1951, ss. 3-4) gibi cevabı tek parti dönemi uygulamalarında olan ve duyulan anti-Kemalist hınçtan beslenen sorularını sorarak komünizm ve laiklik/CHP aynılığı vurgu- 1960 Öncesi Dergilerde Antikomünizm 343 lanmaktadır. Yine Eşref Edip ülkedeki misyoner faaliyetlerin de komünizme kapı araladığını ve “İslam’ı saran kara tehlike” (Ediğ Eşref, 1959, s. 137) olduğunu söylerken, aslında esas tehlikenin CHP ve onun zihniyeti olduğunu söylemiş oluyor. Komünizmin dini dışladığına, dini irşadın önemli bir komünizmle mücadele aracı olduğuna, Yahudiliğin, Masonluğun, farmasonluğun ve Siyonizm’in komünizmin öncülleri sayıldığına dair bir hayli yazı Sebilürreşad dergisinde kendisine her sayıda yer bulur. Bu anlamda Sebilürreşad dergisindeki bu türden yazılar, antikomünizmin İslamcı çevrelerde içselleştirilmesine hizmet etmiştir. Serdengeçti Dergisinde Antikomünist Esintiler Serdengeçti dergisi, Osman Yüksel Serdengeçti’nin 1947-1963 yılları arasında aralıklarla toplam 33 sayı çıkardığı ve düşünsel omurgasını çalışmanın başında verdiğimiz antikomünizmin oluşturduğu bir dergidir. Ayrıca dönemi açısından Serdengeçti bir dergi olarak milliyetçilik, mukaddesatçılık ve İslamcılığın en önemli mayalanma yeridir. Ancak Serdengeçti’nin bütün sayılarına bakıldığında sathi bir İslamcılığı görmek mümkündür. Özellikle dönemin İslamcı dergilerindeki dini içerikli, komünizme karşı İslam’ı irşat edici yazıları Serdegeçti’de göremeyiz. Daha çok derginin ve dergiyi çıkaran Osman Yüksel Serdengeçti’nin genel anlamda nobran, duygusal ve protest bir söylemle antikomünizmin üretilmesine katkı yaptığını, komünizme dair üretilen bilgilerin de, derinlikten yoksun, genel olarak özet/sığ bilgiler olduğunu söyleyebiliriz. Ancak derginin bu sığlığına rağmen dönemini duygusal ve düşünsel anlamda antikomünist reaksiyonerliğe itecek bir gücü içinde barındırdığı söylenebilir. Dergideki antikomünizmin görünümlerini vermeden önce şunu söylemek gerekir; Serdengeçti, Türk antikomünizminin tipik bir örneğidir. Antikomünizme ilk örnek Lenin hakkında özet bir yazıdır (Karazor, 1947, s. 11). İkinci yazı ise “Komünist Rusyanın İçyüzü: Zincirlerinden Başka Bir Şeyi Olmayan İnsanlar” (Komünist Rusya’nın içyüzü: zincirlerinden başka bir şeyi olmayan insanlar, 1947, ss. 8-9.) adlı özet bir çeviridir. Türk antikomünizmin oluşmasında hatırı sayılır bir çeviri/iktibas alışkanlığının olduğunu söyleyebiliriz. Bu durumdan Türkiye’de çıkan hiçbir antikomünist dergi muaf değildir. Serdengeçti’nin antikomünizmini en iyi özetleyen ifadeler ise derginin kapağında yer alan “moskofname” adlı şiirdir: 344 İslam’ı Uyandırmak - II Dedelerimden kalma intikam var kanımda; Geçmişini …Bulgarın Muskofun da! Bir domuz görmüş gibi ayaklanır hislerim Alçakların sesini dinlerken mikrofonda! (“Moskofname”, 1948, s. 1 ve biraz daha sola doğru) Serdengeçti dergisi özelinde bu şiirde Türk antikomünizminin nobran cinsiyetçiliğini, irredentizmini ve nefret söyleminin billurlaşmış ebedi ergenliğini buluruz. Milliyetçiliğin istismarının komünizme kapı araladığının dillendirildiği yazıda “kızıl fırsatçılıktan” bahsedilir ve milliyetçilerin “fikir ve mücadele cephesinin önüne bir sed gibi yükselmesi” gerektiği yönündeki ebedi yetimliğin bir gereği olan milli vazifeye davetin vurgusu yapılır (Milliyetçilik ve komünizmin istismarı, 1949, s. 9). Adının geçtiği her platformun hürmet edilen antikomünist bir şahsiyeti olan Bekir Berk de Serdengeçti dergisindeki antikomünizme, ülkede “Türk milletine en büyük ihaneti yapan komünistleri” ve “adi mahlûklar” olarak niteleyerek destek verir (Berk, 1949, s. 12). Yine derginin “Acı Hakikatlar” bölümünde Kore’ye asker gönderilirken, askerlerin içinde ruhanilerin (din adamlarının) olmamasını biraz da kinayeli bir biçimde “ABD’liler Bizden Müslümanmış!” diye vererek din konusunda bir eleştiri üretilir (Acı hakikatler: Amerikalılar bizden Müslümanmış!, 1950, s. 12). Antikomünizmin din ayağının önemini verme amacını taşıyan ve yazarı verilmeyen bir çeviride, “komünizmin din düşmanı” olduğu ve komünizmle mücadelenin din aracılığı ile yapılacağı belirtilir (Komünizm dinin bir numaralı düşmanıdır, 1952, ss. 12-13.). Yalnız bu çeviri yazı, Kemal Pilavoğlu’nun Komünizme Hücum adlı eserinin sonlarında yer alan ve ABD’de “Komünizm ve Din Hakkında Bilinmesi Lazım Gelen 100 Şey” adlı broşürün bir özetidir (Pilavoğlu, 1949, ss. 64-104). Antikomünizmin “Moskof ” damarını güçlü tutmak için kaleme alınan yazıları da Serdengeçti’de çokça bulabiliriz. Kanlı Rus Katliamı adlı yazıda “Rusya’nın yaptığı zulümleri” antikomünist bir zaviyeden okumak mümkündür (Kanlı Rus katliamı, 1956, s. 9). Serdengeçti, hükümetin yürüttüğü komünizmle mücadeleyi sayfalarına taşıyarak, komünizmle mücadelede iktidara selam gönderirken (Hükümet komünizmle mücadele ediyor, 1957, s. 12.) üzerine düşen reaksiyonerliği ve aynı antikomünist cephenin neferi olunduğunu hayata geçirmiş olur. 1960 Öncesi Dergilerde Antikomünizm 345 Sonuç Türkiye’deki antikomünizmin seyrine baktığımızda öz olarak SSCB’ye tepki, ABD’ye sempati duyan, karşı olduğu veya da onayladığı kavramları sathi bilen bir tavrı görürüz. Bu konuda özellikle İslamcı çevreler ABD’yi ehl-i kitap ve din mühibi olarak görmeleriyle özel bir yerde dururlar (Aktaş, 2014, s. 127). Bu sürecin insanları ve dergileri, anti-emperyalizmi sadece Rusya ve komünizm için söz konusu etmişler ve ABD emperyalizmi ve onun kapitalist içeriğini hiçbir zaman problem etmemişlerdir. Bu hal Türk tipi antikomünizmin genel karakteristiği olduğu için, Büyük Doğu, Sebilürreşad ve Serdengeçti gibi İslamcı dergilerin de bu yapının içinde yer almalarından doğal bir şey olamaz. Bu karakteristiğin oluşmasında, dolaşımda tutulan antikomünist metinlerin ABD kaynaklı çeviriler olmasının büyük payı vardır. Türkiye’de antikomünizmi üreten ve dolaşımda tutan milliyetçi, muhafazakâr ve İslamcı “orta katman aydınların” (Taşkın, 2012, s. 409) kendilerine özgü zaafları vardır. Bu zaaflarının başında yaralı olan bilinçleri (Shayegan, 1997, s. 7) gelirken, ikinci olarak da komünizm gibi düşünsel/politik sistemler karşısında hissettikleri “yutulma” (Subaşı, 1996, s. 86) gibi varlık-yokluk korkuları sonucunda yaşadıkları “hayali hadımlaşma” (Bora & Erdoğan, 2004, s. 635) gelir. Bu zaafların kendilerinde yaratığı travmayıda “kutsal mazlumluk” (Açıkel, 1996, s. 155) olarak algılar ve yaşarlar. Bu aydınların sahip oldukları antikomünist zihniyet, “kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla” türünden Kemalizm’in yön değiştirmiş bir eleştirisi ve yergisini de içerir. Anti-Kemalist hınçları gereğince sahip oldukları değerleri mutlak görmeleri sonucunda bu aydınlar, milli birlik ve beraberliğin temeli olarak milliyetçiliği ve mukaddesatçılığı doğal toplumsal durum sayarlar, dini/İslam’ı ve dindarlığı/ Sünni Müslümanlığı da milletin geleceği açısından vazgeçilemez bulurlar. Bu yüzden komünizm gibi fikirler karşısında kendilerini mabet bekçisi gibi görürler. Ancak antikomünist refleks repertuarlarına ait entelektüel harcın ABD kaynaklı olmasından da rahatsızlık duymazlar. Bu çıkarımlarımız bağlamında konumuz açısından incelediğimiz Büyük Doğu, Sebilürreşad ve Serdengeçti gibi dönemin İslamcı dergileri, üretimine ve dolaşımına katkı yaptıkları antikomünizmin sınırlılığı/sığlığı ölçüsünde bir komünizmle mücadele yürütmüşlerdir. 346 İslam’ı Uyandırmak - II Kaynakça Acı hakikatler: Amerikalılar bizden Müslümanmış! (1950). Serdengeçti, 12, 12. Açıkel, F. (1996). Kutsal mazlumluğun psikopatolojisi. Toplum ve Bilim, 70. Adnan Menderes’in hükümet programı konuşması. (29.05.1950). TBMM Tutanak Dergisi, B:3, Ahmad, F. (1996). Demokrasi sürecinde Türkiye. (A. Fethi, Çev.). İstanbul: Hil. Aktaş, C. (2014). İslamcılık ve sol/sosyalizm perspektifinden bir tarih analizi, Türkiye’de İslam ve sol. (B. Koca, Der.). İstanbul: Vivo. Aktürk, H. B. (1950). Milletvekillerine. Büyük Doğu, 36, 9. Althusser, L. (1994). İdeoloji ve devletin ideolojik aygıtları. (Y. Alp-M. Özışık, Çev.). İstanbul: İletişim. Arabacı, C. (2004). Eşref Edip ve Sebilürreşad üzerine. Y. Aktay (Ed). Modern Türkiye’de siyasi düşünce: İslamcılık. İstanbul: İletişim. Atilhan, C. R. (1948a). Filistin için cihad-ı mukaddes. Sebilürreşad, 1. Atilhan. C.R. (1948b). Siyonizm, komünizm ve masonluğa karşı beynelmilel dünya teşkilatı. Sebilürreşad, 11. Atilhan. C.R. (1951). Şenî ve denî manevra. Büyük Doğu, 45. Atsız, H. N. (2003). Türk ülküsü. İstanbul: İrfan. Ayaşlı, M. (1966). Aşırı sağ, aşırı sol. Komünizme ve komünistlere karşı Türk basını özel sayı 1, İstanbul: Gazetecilik İşletmesi Matbaası. Azak, U. (2010). Türkiye’de Kemalist modernisazyona bir tepki: Menemen olayı ve bir mitin yaratılıp tartışılması (1930-1931). Devlet ve maduniyet: Türkiye ve İran’da modernleşme, toplum ve devlet. (T. Atabaki, der.). İstanbul: Bilgi Üniversitesi. Balcıoğlu, T. H. (1948). Dünyada tek tehlike: Allahsız yaşamaya inanmak! Sebilürreşad, 12. Başgil, A. F. (2003). Din ve Laiklik. İstanbul: Yağmur. Başgil, A. F. (2006). 27 Mayıs ihtilali ve sebepleri. (C. Aydın, Der.). İstanbul: Yağmur. Berk, B. (1949). Komünizme niçin düşmanız? Serdengeçti, 8. Bora, T. (2003). Türk sağının üç hali. İstanbul: Birikim. Bora, T. (2015). Faşizmanın mücadeleci ruhu: Necip Fazıl’da “yabancı ideolojiler”: anti-komünizm, avam, “idrak soyluları”, faşizm. (A. Öz, İ. Kara, A. Ertuğrul (ed.),. Necip Fazıl Kitab. İstanbul: Zeytinburnu Belediyesi Kültür. Bora, T. & Kerem Ünüvar. (2015). Ellili yıllarda Türkiye’de siyasi düşünce hayatı. Türkiye’nin 1950’li yılları. (M. K. Kaynar, Haz.). İstanbul: İletişim. Bora, T. & Necmi Erdoğan. (2004). Biz Anadolu’nun bağrı yanık çocukları: Muhafazakâr popülizm. A. Çiğdem (ed), Modern Türkiye’de siyasi düşünce: Muhafazakârlık. İstanbul: İletişim. Büyük Doğu, 25, 1950. Büyük Doğu Cemiyeti (1951). Dikkat, Büyük Doğu. Büyük Doğu, 45. Cohen A. P. (1999). Topluluğun simgesel kuruluşu. (Mehmet Küçük, Çev.). Ankara: Dost. Çağlar, D. (2008). Hayali komünizm: Soğuk Savaş’ın Türkiye söylemleri. İstanbul: Berfin. Darandelioğlu, İ. E. (1975). Türkiye’de milliyetçilik hareketleri. İstanbul: Toker. Dedektif X Bir. (1951a). Taktik. Büyük Doğu, 45, 3-15. Dedektif X Bir. (1951b). Rapor. Büyük Doğu, 46, 3-16. Din düşmanı, kızıl ve sinsi tehlike: Farmasonluk. (1948). Sebilürreşad, 1, 9. 1960 Öncesi Dergilerde Antikomünizm 347 Din düşmanı komünizmle mücadele için manevi enerji lazım. (1948). Sebilürreşad, 2. Edip, Eşref. (1959). İslamı saran kara tehlike. Sebilürreşad, 109, 37. Edip, Eşref. (2002). İstiklal mahkemelerinde: Sebilürreşad’ın romanı. (F. Gün, Haz.). İstanbul: Beyan. Edip, Eşref. (2012). Kara kitap. (F. Gün, Haz.). İstanbul: Beyan. Furedi, F. (2001). Korku kültürü. (B. Yıldırım, Haz.). İstanbul: Ayrıntı. Girard, R. (2005). Günah keçisi. (I. Ergüden, Çev.). İstanbul: Kanat. Girginov, G. ve Vladimir Mshvenieradze. (1978). Günümüzde anti-Sovyetizm, Anti-komünizm. (K. Nural, Çev.). İstanbul: Bilim. Gök S. (2003). Türk siyasal yaşamında Vatan gazetesi: (195-1960). A.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara. Yayınlanmamış yüksek lisans tezi. Gruen, A. (2007). İhanete uğrayan sevgi: Sahte tanrılar. (İ. İgan, Çev.). İstanbul: Çitlembik. Gün, F. (2001). Sebilürreşad dergisi ekseninde çok partili hayata geçerken İslamcılara göre din-siyaset ve laiklik: (1948-1954). İstanbul: Beyan. Hadiselerin muhasebesi. (1946a), Büyük Doğu, 12, 9. Hadiselerin muhasebesi. (1946b), Büyük Doğu, 15, 9. Hükümet komünizmle mücadele ediyor. (1957). Serdengeçti, 26, 12. Jaschke, G. (1972). Yeni Türkiye’de İslâmlık. (Hayrullah Örs, Çev.). Ankara: Bilgi. Kanlı Rus katliamı. (1956). Serdengeçti, 22, 9. Kara, İ. (2008). Cumhuriyet Türkiyesi’nde bir mesele olarak İslam 1, İstanbul: Dergâh. Kara, M. (2003). Metinlerle günümüz tasavvuf hareketleriç İstanbul: Dergâh. Karazor. (1947). Lenin konuşmuyor küfrediyor. Serdengeçti, 2, 11. Karpat, K. H. (2004). İslam’ın siyasallaşması. (Ş. Yalçın, Çev.). İstanbul: Bilgi Üniversitesi. Kearney, R. (2012). Yabancılar, tanrılar ve canavarlar: Ötekiliği yorumlamak. (B. Özkul, Çev.). İstanbul: Metis. Kerestecioğlu, İ Ö. (2012). Korku siyaseti: Türk sağının ezberlerini çözümlemek. Türk sağı: Mitler, fetişler, düşman imgeleri. (İ. Ö. Ketencioğlu ve G. G. Öztan, Der.). İstanbul: İletişim. Kılıç, M. (2016). Allah, vatan, soy, milli mukaddesat: Türk milliyetçiler derneği (1951-1953). İstanbul: İletişim. Kısakürek, N. F. (1951). Kimse işin farkında değil! Büyük Doğu, 46. Kısakürek, N. F. (2007a). Moskof, İstanbul: Büyük Doğu. Kısakürek, N. F. (2007b). Türkiye’nin manzarası, İstanbul: Büyük Doğu. Kısakürek, N. F. (2011). Son devrin din mazlumları, İstanbul: Büyük Doğu. Kısakürek, N. F. (2012). Çile. İstanbul: Büyük Doğu. Kızıl tahrikle mücadele: Komünizm vatan hıyaneti sayılıyor. (12.08.1950). Milliyet. Koçak, C. (2010). Türkiye’de iki partili siyasi sistemin kuruluş yılları (1945-1950): İkinci parti (cilt: 1). İstanbul:İletişim. Koçak, C. (2011). Tek parti döneminde muhalif sesler. İstanbul: İletişim. Komünist Rusya’nın içyüzü: Zincirlerinden başka bir şeyi olmayan insanlar. (1947). Serdengeçti, 3, 8-9. Komünizm dinin bir numaralı düşmanıdır. (1952). Serdengeçti, 15-16, 12-13. Komünizmle mücadele. (Ocak 1948). Selamet, 34. 348 İslam’ı Uyandırmak - II Küçük, H. (2010). Millî Mücadelenin ardından yapılan reformlara sufilerin tepkileri: Bir bülbül nasıl kargaya dönüştü? Devlet ve maduniyet: Türkiye ve İran’da modernleşme: Toplum ve devlet. (T. Atabaki, Der). İstanbul: Bilgi Üniversitesi. Manheim, K. (2002). İdeoloji ve ütopya. (M. Okyayuz, Çev.). İstanbul: Epos. Mardin, Ş. (2005). Türkiye’de din ve laiklik. (F. Unan, Çev.). Türkiye’de din ve siyaset. (M. Türköne ve T. Önder, Der.). İstanbul: İletişim. Meşe, E. (2016). Komünizmle mücadele dernekleri: Türk sağında antikomünizmin inşası. İstanbul: İletişim. Miliband, R & Mercal Liebman (2004). Reflections on anti-communism. Socialist register, 21. Milliyetçiler Birliği Esas Nizamnamesi. Milliyet, 20.05.1950. Milliyetçilik ve komünizmin istismarı. (1949). Serdengeçti, 7, 9. Moskofname. (1948). Serdengeçti, 5. Necip Fazıl’ın bir sözü. (1951). Büyük Doğu, 45. Ogan, M. R. (1951). Dinsiz hürriyet. Büyük Doğu, 55. Ogan, M. R. (1951). Halimizin panoraması. Büyük Doğu, 43. Örnek, C. (2015). Türkiye’nin Soğuk Savaş düşünce hayatı. İstanbul: Can. Özdoğan, G. G. (2004). Dünyada ve Türkiye’de turancılık. Modern Türkiye’de siyasi düşünce: Milliyetçilik, (ed. Tanıl Bora). İstanbul: İletişim. Öztan, G. G. (2011). “Ezeli düşman” ile hesaplaşmak: Türk sağında “Moskof ” imgesi. Toplum ve Bilim, 121. Pilavoğlu, K. (1949). Komünizme hücum. Ankara: Güney Matbaacılık. Prof. H. H., Amerikan ordusunun boş saatleri. Büyük Doğu, 13, 1946. Reinhold, O. &F. Rijenko (1979). Politikası ve ideolojisiyle günümüzde anti-komünizm. (M. Ulu, Çev.). İstanbul: Konuk. Robin, C. (2003). Reasonto panic. The hedgehog review, Fall. Safa, P. (1979). Sosyalizm, marksizm, komünizm. İstanbul: Ötüken. Sançar, N. (1966). Türk edebiyatında “Moskof ”. Türk Kültürü, (4)46. Sançar, N. (1995). Türkçülük üzerine makaleler. İstanbul: Kamer. Scheler, M. (2004). Hınç, (çev. Abdullah Yılmaz), İstanbul: Kanat. Sebilürreşad beşinci cilde başlıyor. (1951). Sebilürreşad, 101. Serdengeçti, O. Y. (2008a). Mabetsiz sehir. Bütün eserler 1. İstanbul: Türk Edebiyatı Vakfı. Serdengeçti, O. Y. (2008b). Bir nesli nasıl mahvettiler. Bütün Eserler 2. İstanbul: Türk Edebiyatı Vakfı. Serdengeçti, O. Y. (2008c). Akdeniz hilalindir. Bütün Eserler 2. İstanbul: Türk Edebiyatı Vakfı. Shaw, S. J. & Ezel Kural. (2000). Osmanlı İmparatorluğu ve modern Türkiye. (M. Harmancı, Çev.). İstanbul: E. Shayegan, Daryush. (1997). Yaralı bilinç. (H. Bayrı, Çev.). İstanbul: Metis. Siz mi dine hasım değilsiniz? Siz mi dine baskı yapmadınız? (1951). Sebilürreşad, 103. Sılay, C. (1950). Niçin ve nasıl komünist oluyorlar? Büyük Doğu, 23, 15-16. Subaşı, N. (1996). Türk aydınının din anlayışı, İstanbul: YKY. Subaşı, N. (2004). 1960 öncesi İslami neşriyat: Sindirilme, tahayyül ve tefekkür. Y. Aktay (Ed), Modern Türkiye’de siyasi düşünce: İslamcılık. İstanbul: İletişim. 1960 Öncesi Dergilerde Antikomünizm 349 Şakir, Z. (1946). Moskoflara tarih dersi. Büyük Doğu, 12. Tamer, Ü. (2007). Amerika’ya karşı eylemleri araştırma komitesinin tutanakları: İhanet yılları. İstanbul: +1 Kitap. Tanrıöğer, H. S. (1948). Komünizme karşı dünya din cephesi. Sebilürreşad, 10 ve Sebilürreşad, 11. Taşkın, Y. (2007). Anti-komünizmden küreselleşme karşıtlığına milliyetçi muhafazakâr entelijensiya. İstanbul: İletişim. Taşkın, Y. (2012). Türk sağı ve aydınlar: Bir aşk ve nefret ilişkisini anlatmak. Türk sağı: Mitler, fetişler, düşman imgeleri. (İ. Özkan Kerestecioğlu, G. G. Öztan, Çev.). İstanbul: İletişim. Tunaya, T. Z. (2003). İslamcılık akımı. İstanbul: Bilgi Üniversitesi. Topçu, N. (1992). Son hadiseler ve biz. Nurettin Topçu’ya armağan. İstanbul: Dergâh. Topçu, N. (1999). Ahlak nizamı. İstanbul: Dergâh Turan, O. (1967). Türkiye’de komünizmin kaynakları ve kültür ihtilali. İstanbul: Türkiye Basımevi. Turan, O. (1980). Vatanda gurbet. İstanbul: Nakışlar. Yıldırım, U. (2002). Magazin dergilerinde Amerikan imgesinin inşası: Başka bir modernleşme. Toplum ve Bilim, 94. Yıldırmaz, S. (2012). Nefretin ve korkunun rengi: Kızıl. Türk sağı: Mitler, fetişler, düşman imgeleri, (der. İnci Ö. Ketencioğlu, G. Gürkan Öztan). İstanbul: İletişim. Yücekök, A. (1997). Dinin siyasallaşması: Din-devlet ilişkilerinde Türkiye deneyimi. İstanbul: Afa. Zarcone, T. (1993). Nakşibendîler ve Türkiye Cumhuriyeti: Zulümden, yeniden dini, siyasi ve toplumsal mevkiye ulaşma (1925-1991). Türkiye Günlüğü (s. 23). (E. Topbaş, Çev.). ~ Ömer Rıza Doğrul, (1946), Biz ve komşularımız, Büyük Doğu, 46, 9. ~ ~ Muharrem Fevzi Togay, İslam dünyasında manzara, Büyük Doğu, 67, 9. ~ Giriş Cumhuriyet ilan edildikten sonra İslam dünyası ile olan ilişkilerimiz büyük oranda inkıtaya uğrar. Bu nedenle Türkiye’de yaşayan Müslümanlar, İslam dünyasından pek haberdar olamazlar. İkinci Dünya Savaşı’nın bitimine kadar devam eden bu durum, savaştan sonra yavaş yavaş değişmeye başlar. Türkiye’deki en önemli İslami dergilerden birisi olan Büyük Doğu’nun yayın hayatına başlaması bu nedenle büyük bir önem arz eder. İlk sayısı 17 Eylül 1943 tarihinde neşredilen Büyük Doğu dergisinin yayın hayatına başladığı dönemde İkinci Dünya Savaşı tüm hızıyla devam etmektedir. Bu nedenle dergi ilk devresinde sadece İkinci Dünya Savaşı’yla ilgili haberlere yer verir. Büyük Doğu dergisi yayın hayatına başladığı zaman ortaya koyduğu yayın politikasıyla dönemin diğer dergilerden ayrılır. Dergi Türkiye’de yaşayan Müslümanlar için yeni bir başlangıç demektir. Necip Fazıl, “Doğsun Büyük Doğu benden doğarak” ifadesini kullanarak karşılıklı bir doğuşa atıf yapar. Necip Fazıl, Büyük Doğu dergisi ile tek parti yönetimine karşı en etkili ve en sert muhalefeti ortaya koymuştur. O, Cumhuriyet rejiminin seçkinleri arasından çıkıp, onların dünya görüşlerine zıt bir söylem geliştirmiş; Cumhuriyet rejiminin dışladığı, kültürel gelişme imkanlarından mahrum bırakılmış, dini duyarlılık sahibi insanların sözcüsü olmuştur (Emre, 2005, s. 50). Büyük Doğu, Müslümanlar için sadece bir dergi değil aynı zamanda “akademi”- dir. Yönetici elitler tarafından dışlanan dindar insanların savunma hattıdır. Büyük Doğu bir ideal, düşünce ve ütopyadır. Bu dergi, Türkiyeli Müslümanları eğitmek, Büyük Doğu Dergisinin İslam Dünyasına Bakışı (1943-1960) Yasin Beyaz 354 İslam’ı Uyandırmak - II onlara hayatın diğerler veçhelerini de göstermek ister. Bu nedenledir ki muhataplarına âdâb-ı muaşeretten bilgi ve görgü kurallarına siyasetten edebiyata pek çok konuda malumat vermeye çalışır. “Büyük Doğu, düşünce, edebiyat ve aksiyon alanında İslam idealinin kurucusudur Türkiye’de, çağımızda. Ondan sonra doğan ve gelişen hareketler, doğrudan doğruya veya dolayısıyla ondan beslenmişler, ondan güç almışlardır” (Karakoç, 1968). Büyük Doğu dergisi, kendi sorumluluğunun bilincinde olarak İslam dünyasını da göz önüne alır. İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesi ile beraber derginin sütunlarında İslam dünyası ile alakalı birçok haber görebiliriz. Çünkü savaşın bitiminden sonra İslam dünyasında siyasi, içtimai ve kültürel hareketlilik meydana gelir. Büyük Doğu dergisi de bu gelişmelere duyarsız kalmaz ve meseleleri sütunlarına taşır. Dergide Kral Faruk döneminde Mısır’da kurulan Arap Birliği Teşkilatı ve bu teşkilatın Ortadoğu’daki problemlerin çözümüne katkısının neler olacağına dair yazılara yer verildiği gibi zaman zaman bu teşkilat Arap milliyetçiliği nedeni ile eleştirilir. Filistin meselesi, yükselen Arap milliyetçiliği, İkinci Dünya Savaşı sonrası bağımsızlıklarını kazanmaya başlayan Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki Arap devletleri ve İran o dönemde İslam dünyasının en önemli meselelerinden bazılarıdır. Bununla birlikte savaş sonrasında değişen dengeler ve büyük devletlerin Ortadoğu’daki çıkar mücadelesi (İngiltere, Rusya, Amerika gibi) gibi konular da ele alınır. Hint kıtasında ise hem Hindular hem de Müslümanlar bağımsızlık için İngilizlerle mücadele etmektedirler. Uzakdoğu’da Endonezyalı Müslümanlar aynı şekilde Hollandalılara karşı istiklal savaşı vermektedirler. Büyük Doğu dergisi sütunlarında bu mücadelelere dair haberlere yer vererek Türkiye’deki Müslümanları bilgilendirdiği gibi Müslümanların kalbinin hep birlikte atmasını sağlar. Biz bu makalemizde Büyük Doğu dergisinin 1943-1960 yılları arasında İslam dünyası ile alakalı olarak yayınladığı haber ve yazıları devre devre inceledik. Bu metodu takip ederek yazıların kaleme alındığı dönemden nasıl etkilendiklerini ve nasıl bir değişim seyri takip ettiklerini göstermek istedik. Dergide yer alan yazı ve haberleri keyfiyet ve kemmiyet açısından da değerlendirerek aradaki farkları ortaya koymaya çalıştık. Başta Necip Fazıl olmak üzere dergide yazıları yer alan Ömer Rıza Doğrul, Nizamettin Nazif gibi şahısların da İslam dünyasına bakış açılarını vermeye gayret ettik. Büyük Doğu Dergisinin İslam Dünyasına Bakışı (1943-1960) 355 Büyük Doğu’nun Yayın Hayatına Başlaması ve Devreleri Necip Fazıl, Büyük Doğu’yu yayınlamadan önce Ankara’da İş Bankası’nda çalışmaktadır. İş Bankası’ndaki görevinden istifa edip İstanbul’a döner. Bir süre Haber gazetesinde fıkra yazarlığı yaptıktan sonra Son Telgraf gazetesinde “Çerçeve” yazıları yazmaya başlar. Köşe yazarlığı ile beraber Güzel Sanatlar Akademisi’nde ve Robert Koleji’nde hocalığa devam eder. Bir süre sonra bir tercih yapmak zorunda kalır. Sonunda Büyük Doğu dergisini yayınlamaya karar verir. 17 Eylül 1943 yılında yayın hayatına başlayan Büyük Doğu dergisi 5 Haziran 1978 yılında yayın hayatını noktalar. Devreler halinde neşredilen Büyük Doğu, 35 yıllık, 16 devrelik ve 512 sayılık bir dergi olarak Türk basının en uzun soluklu dergilerinden biri olur. Büyük Doğu dergisinin birinci devresi 17 Eylül 1943 ve 5 Mayıs 1944 tarihleri arasında olup bu devrede 30 sayı neşredilmiştir. Dergi, cuma günleri, haftalık ve 16 sayfa olarak yayınlanmıştır. İkinci ve üçüncü devrede Büyük Doğu dergisi 2 Kasım 1945 ve 2 Nisan 1948 tarihleri arasında 87 sayı yayınlanır. İkinci devre 1-72., üçüncü devre ise 72-87. sayıları ihtiva eder. Dergi gene cuma günleri, haftalık ve 16 sayfa olarak çıkar. Bu dönem muhteva bakımından en zengin dönemdir (Okay, 2007, s. 23). Sanat, düşünce, felsefe, politika, edebiyat, şiir, hikâye gibi türlerle geniş bir yelpazeye ve iyi bir kadroya sahiptir. Büyük Doğu dergisi dördüncü devrede, 11 Mart 1949 ve 26 Ağustos 1949 tarihleri arasında 25 sayı yayınlanır. Dergi gazete görünümündedir ancak haftalık ve dört sayfa olarak neşredilir. Bu devrede derginin içeriği çeşitlilik arz etmediği gibi işlediği konular çok dardır. Büyük Doğu, beşinci devrede 14 Ekim 1949 ve 29 Haziran 1951 tarihleri arasında 62 sayı neşredilir. Bu devrede siyasi ve dini nitelikteki yazılar ön plana çıkar. Edebiyat ve sanat ile alakalı yazılar çok basittir, sadece okuyuculardan gelen şiirler yayınlanır. Altıncı devre, 16 Kasım 1951 ve 12 Aralık 1951 tarihleri arasında 27 sayı, dört sayfa olarak ve günlük gazete şeklinde neşredilmiştir. Ancak 15. sayısından itibaren Necip Fazıl’ın gazete ile ilgisi kalmamıştır. Büyük Doğu dergisinin yedinci devresi 16 Mayıs 1952 ve 19 Eylül 1952 tarihleri arasında olup günlük gazete şeklinde, altı sayfa olarak, 122 sayı yayınlanır. Bu devrede yazılar çeşitlilik arz eder, sanat ve edebiyat ile alakalı yazılara da yer verilir. 356 İslam’ı Uyandırmak - II Sekizinci devrede dergi, 7 Temmuz 1954 ve 9 Temmuz 1954 tarihleri arasında 10 sayı, haftalık ve 16 sayfa olarak yayınlanır. Büyük Doğu dergisi, dokuzuncu devrede 30 Mart 1956 ile 4 Temmuz 1956 tarihleri arasında 92 sayı, altı sayfa ve günlük gazete şeklinde neşredilir. Onuncu devre, 6 Mart 1959 ve 16 Ekim 1959 tarihleri arasında 33 sayı yayınlanmıştır. Cuma günleri çıkan dergi, haftalık ve 16 sayfa olarak neşredilmiştir. Derginin bu devresinde sanat ve edebiyat yazıları geniş yer tutar. On birinci devresinde Büyük Doğu dergisi, 30 Eylül 1964 ve 25 Kasım 1964 tarihleri arasında yayınlanmış ve bu devrede 9 sayı çıkarılmıştır. Cuma günleri neşredilmiştir ve 20 sayfadır. Kültür ve sanat sayfası Sezai Karakoç tarafından yönetilir. Büyük Doğu dergisinin on ikinci devresi, 22 Eylül 1965 ve 12 Ocak 1966 tarihleri arasında olup 17 sayı yayınlanmıştır. Siyasal olarak Adalet Partisi’ne yakın bir tavır sergiler. On üçüncü devresinde Büyük Doğu dergisi, 19 Temmuz 1967 ve 10 Ocak 1968 tarihleri arasında haftalık olarak, 26 sayı yayınlanmıştır. Büyük Doğu, 19. sayıya kadar farklı bir mizanpaj ile ve 20 sayfa olarak çıkarken, 19. sayıdan sonra yeni mizanpajla ve 32 sayfa olarak neşredilmiştir. Bu devrede sanat ve edebiyat yazıları, tasavvufî ve dini yazılar ön plana çıktığı gibi Masonlarla alakalı yazılar da dikkati çeker. Ayrıca Rıza Nur’un hatıralarından bazı bölümler de yayınlanır. Büyük Doğu dergisi on dördüncü devresinde, Mayıs 1969 ile Aralık 1969 tarihleri arasında 7 sayı çıkmıştır. Bu devrede aylık olarak yayınlanan dergi 36 sayfadır. Büyük Doğu, siyasi olarak Adalet Partisi’nden umudunu kesmiş ve Bağımsızlar Hareketi’ni desteklemeye başlamıştır. On beşinci devresinde dergi, 6 Ocak 1971 ile 28 Nisan 1971 tarihleri arasında 17 sayı, haftalık ve 16 sayfa olarak yayınlanmıştır. Büyük Doğu, 1971 yılında sıkıyönetimin ilan edilmesiyle beraber yayın hayatına kapılarını tekrardan kapatmak zorunda kalmıştır. Büyük Doğu dergisinin son devresi olan on altıncı devre, 8 Mayıs 1978 ile 5 Haziran 1978 tarihleri arasında 5 sayı, haftalık ve 16 sayfa olarak yayınlanmıştır. Bu devrede Necip Fazıl, MHP ile MTTB arasında köprü olup milliyetçi ve mukaddesatçı gençliği bir araya getirmeye çalışır. MHP’yi İslami çizgiye daha da yakınlaştırma çabasındadır. Büyük Doğu Dergisinin İslam Dünyasına Bakışı (1943-1960) 357 Büyük Doğu’nun Yayınlandığı Dönemdeki Diğer Dergiler Yukarıda da belirttiğimiz gibi Büyük Doğu, yayınlandığı dönemdeki diğer dergilerden ayrılır. Ancak Büyük Doğu’nun takip etmiş olduğu çizgide daha önce başka dergilerin yayınlanmış olduğunu bilmemiz gerekir. İslami düşüncenin ifade edilmesi noktasında Cumhuriyet döneminin ilk dergilerinden biri ve en etkili olanı Sebilürreşad’dır1 . Eşref Edib ismiyle bütünleşen bu dergi, döneminin önde gelen aydınlarının katkılarıyla yayın hayatını sürdürür. Dini, milli, edebi konuların İslami perspektifle sunulmaya çalışıldığı dergide özellikle İslam’a yöneltilen eleştiriler cevaplandırılmaya çalışılır (Subaşı, 2004, s. 222). Dergi 1925 yılında yayın hayatını sonlandırır. Sebilürreşad’ın bizim için önemi Büyük Doğu gibi geniş bir konu yelpazesine ve alana sahip olmasıdır. Siyaset, edebiyat, bilim, sosyal hayat gibi konular her iki dergi için de büyük önem arz eder. Nurettin Topçu’nun 1939 yılında yayınlamaya başladığı Hareket ise fikir ve sanat ağırlıklı bir dergidir. Dergi siyasetle doğrudan ilgilenmez ancak tek parti döneminin güçlü muhalif yayın organlarından biridir. Hareket dergisinin ilk sayılarında İslam’dan açık bir şekilde bahsedilmez. Ancak iman, ahlak, vicdan gibi kavramlar üzerinden İslam düşüncesi verilmek istenir. Daha sonraları nispi bir demokratikleşmenin ortaya çıktığı dönemde derginin dini konularla ilgili tavrı daha da belirginleşir (Subaşı, 2004, s. 224). Derginin en belirgin özelliği Anadoluculuk, Türklük ve Müslümanlık kavramları üzerinde yoğun bir şekilde durmasıdır. Türklerin büyüklüğünün ve dehasının İslam ile mümkün olduğunu, Türklüğün Müslümanlıktan ayrılamayacağını savunan Hareket dergisi, Anadolu’nun Malazgirt zaferi ile beraber bizim vatanımız olduğunun altını çizer. Necip Fazıl’ın Anadolu, Türklük ve İslam ile alakalı düşünceleri de bu derginin görüşleri ile paralellik arz eder. Anadolu insanının manevi gücü, Türklerin İslam ile beraber yüceldiği ve yükseldiği görüşleri bunlardan bazılarıdır. 1 Sırât-ı Müstakîm’in ilk sayısı 14 Ağustos 1324/27 Ağustos 1908’de yayınlanır. Derginin kurucuları Eşref Edip ve Ebu’l-Ula Mardin’dir. Ebu’l-Ula Mardin birinci cildin sonlarına doğru dergiden ayrılmış ve derginin bütün sorumluluğu Eşref Edib’e kalmıştır. Dergi 24 Şubat 1327/8 Mart 1912 tarihinde 183. sayısından itibaren Sebilürreşad ismiyle yayınlanır. İsim değişikliği Said Halim Paşa’nın teklifi ile gerçekleştirilir. Sebilürreşad isminin imtiyaz hakkı Tahirülmevlevi tarafından daha önce alınmıştır. Mehmed Akif ’in ricası üzerine Tahirülmevlevi onay verince Sırât-ı Müstakîm artık Sebilürreşad ismiyle neşredilir. 183. sayıda derginin İslam aleminin yükselişi ve uyanışı için çalışacağı beyan edilir. Bkz. Efe (2009, ss. 251-253). 358 İslam’ı Uyandırmak - II Ömer Rıza Doğrul tarafından çıkarılan Selamet Mecmuası, 1947-1948 yılları arasında yayın hayatını sürdürmüştür. Derginin sadece Türkiye’den değil İslam dünyasından da yazarları vardır. Selamet Mecmuası, ilmi-dini araştırmalar, İslam dünyasındaki düşünce akımları, İslam klasikleri ve özellikle din öğretimiyle alakalı konular üzerine yoğunlaşmıştır (Uzun, DİA, s. 490). Bu dönemde dini konular üzerinde yayın yapan diğer bir dergi de 1957 yılında yayın hayatına başlayan İslam dergisidir. Bu dergi sayesinde Türkiye’deki İslam düşüncesinin entelektüel sınırları genişlemiş ve İslâmî düşünceye sahip kişiler dünyadaki Müslümanlarla düşünsel bir iletişim kurmaya başlamışlardır. Dünyadaki İslami düşüncelerin Türkiye’ye taşınmasında büyük bir rol sahibi olan dergi, 1960 sonrasında etkinliğini artırır. Özellikle 1970’li yıllardan sonra milliyetçi ve İslami söylemin birbirinden ayrılmasında merkezi rol üstlenerek İslami söylemin temellendirilmesini sağlar (Subaşı, 2004, ss. 227-28). Bundan dolayı İslam dergisi ile Necip Fazıl’ın yıldızı pek barışmaz. Çünkü Necip Fazıl, İslami teceddüt düşüncesini reddeder ve bunu savunan Abduh, Akif, Mevdudi gibi isimleri eleştirir. Dönemin İslami duyarlılığına sahip dergilerin haricinde bir de Türkçü dergiler vardır. Bunlardan ilki Türkçülüğün önde gelen isimlerinden Rıza Nur’un çıkarttığı Tanrıdağ adlı dergidir. Bu dergi 8 Mayıs 1942 ile 4 Eylül 1942 tarihleri arasında toplam 18 sayı çıkarılmıştır. Diğeri ise Nihal Atsız’ın 1933-44 yılları arasında çeşitli aralıklarla 16 sayı yayınladığı Orhun dergisidir. Büyük Doğu Dergisinin İslam Dünyasına Bakışı Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte İslam dünyası ile ilişkileri en asgari düzeye inen Türkiyeli Müslümanlar Büyük Doğu dergisi ile bu ilişkileri yeniden onarmaya başlamıştır. Bu dergi sayesinde Türkiye’deki Müslümanlar, İslam dünyası ile tekrardan bir bütün olma duygusu ve hassasiyeti kazanmıştır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında İslam dünyasında başlayan bağımsızlık hareketleri hem dini hem de milliyetçi bir yapıya bürünerek mücadelelerini sürdürmüştür. Bu mücadeleler sonrasında birçok ulusal devlet ortaya çıkmıştır. 1950 sonrasında bağımsızlıklarını kazanan bu devletler içeride ve dışarıda çeşitli siyasi problemler yaşamıştır. Kendi iç sorunları ile uğraşırlarken sömürgeci dış güçler el altından birçok darbe girişimi yapmıştır. Bundan dolayı bu ülkelerin çoğu komşularını düşmanları olarak görmüştür. Büyük Doğu Dergisinin İslam Dünyasına Bakışı (1943-1960) 359 Dergi, İslam dünyasındaki olaylara karşı net bir tavır koymak noktasında sıkıntı yaşar. Bunda dönemin payı büyüktür. Çünkü bu dönemde İslam dünyası ve Müslümanlar hakkında çok fazla malumat olmadığı gibi var olan bilgiler de dağınıktır. Bütün bunlara rağmen Büyük Doğu dergisinin İslam dünyasındaki olaylara karşı duyarlı davranması bizim için büyük önem arz eder. Ayrıca Bahailer ve Ahmediler haricinde İslam dünyasında herhangi bir grubu dışlayıcı bir tavır içine girmez. Büyük Doğu’nun İslam dünyasıyla alakalı olarak neşrettiği haber ve yazılar siyasi niteliktedir. Neşredilen tahlil yazıları da bugünkü gibi çok derinlikli değildir. Müslümanların zihinsel yapıları ve fikri bunalımları irdelenmez. Büyük Doğu dergisi, genel olarak emperyalizm karşıtı ve demokrasi taraftarı bir tavır sergiler. Dergi Batılıların çıkar çatışmalarından dolayı Müslümanlara yardım edeceği ve demokrasiye sahip çıkacağı kanaatindedir. Örneğin Cezayir meselesinde hür dünyanın en büyük temsilcisi olan Amerika’nın Fransa’yı durduracağı düşünülür. Büyük Doğu’nun demokrasi yanlısı olmasında dönemin Türkiyesi’nin büyük payı vardır. Büyük Doğu dergisi, Cumhuriyet’in ilanından sonra Türkiye’nin Arap dünyası ile bağlarını koparmasını dönemin şartları gereği normal karşılar. Batılı güçler İslam dünyasını işgal etmeye başlayınca her millet tek başına mücadele eder. Türkler Kurtuluş Savaşı’nı kazanarak Batılı sömürgecileri kovar ve ardından yeni devletin inşasına başlarlar. Bütün bunlar belli bir vakit aldığı için Türkiye’nin Araplarla ilişkisi kopar. Bundan dolayı Türkiye Cumhuriyeti’nin Araplarla ilişkilerinin kesilmesi normal bir süreçtir. Bu bakış açısı dönemin şartları (Tek Parti dönemi) göz önüne alındığı takdirde anlaşılabilir olsa da gerçekte Hilafetin İlgası, Saltanatın Kaldırılması, Harf İnkılabı gibi inkılapları göz ardı edemeyiz. Büyük Doğu dergisi Türkiye’nin bağlarını koparmış olduğu Arap dünyası ile tekrardan irtibat kurması gerektiği kanaatindedir. Daha kırk-elli sene evveline kadar aynı idare altında olan bu iki millet artık birbirinin yabancısı olmuştur. Araplar Cumhuriyet’in ilanıyla beraber Türklerin İslam dinini de terk ettiğini düşünürler. Onların bu algısını değiştirmek bizim görevimizdir. Büyük Doğu dergisine göre Türkiye iddiası olan bir ülkedir ve bundan dolayı sadece kendi sınırları ile ilgilenmesi kafi değildir. Büyük devlet olmak için sınırlarının haricindeki dünyanın problemleriyle de ilgilenmek gerekir. Derginin sütunlarına baktığımızda bazı dönemlerinde İslam dünyasına dair çok fazla haber yer alırken bazen hiç haber yer almadığını görürüz. Bunda yazar kadrosunun payı olduğu gibi dönemin siyasi olaylarının da etkisi vardır. Örneğin 360 İslam’ı Uyandırmak - II Büyük Doğu’nun birinci, dördüncü ve sekizinci devresinde İslam dünyası ile alakalı hiç haber yer almazken gazete şeklinde yayınlandığı altıncı devre, yedinci devre ve dokuzuncu devresinde çok fazla haber neşredilir. Birinci Devre Birinci devrede dergi 17 Eylül 1943 ile 5 Mayıs 1944 tarihleri arasında 30 sayı neşredilir. Necip Fazıl, Büyük Doğu dergisini yayınlamaya başladığı bu dönemde İkinci Dünya Savaşı daha sona ermemiştir ve Türkiye’de tek partili siyasi hayat devam etmektedir. Büyük Doğu dergisi birinci devresinde ilk sayısından itibaren İkinci Dünya Savaşı ile alakalı haberler yayınlar. Demokrasi yanlılarının kazanmasını arzu eder. Bu dönemde neşredilen dergi kapaklarının büyük bir kısmı savaşla ilgilidir. İkinci Devre Bu devrede dergi 2 Kasım 1945 ile 2 Nisan 1948 tarihleri arasında 87 sayı yayınlanır. İkinci devre 1-72., üçüncü devre ise 72-87. sayıları ihtiva eder. Büyük Doğu dergisinin bu devresinde, İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna yaklaşılmakta ve İslam dünyasında yeni ulus devletleri kurulmaktadır. Dergide İslam dünyası ile alakalı yazıları Nizamettin Nazif2 ve Ömer Rıza Doğrul kaleme almıştır.3 Bu devrede ele alınan konular Endonezya, Hindistan/Pakistan ve Ortadoğu’daki Arap devletleridir. Büyük Doğu’nun sütunlarında yer alan yazılar daha çok bu devletlerin bağımsızlık mücadeleleri hakkındadır. İslam Dünyası ile Alakalı Haber ve Yazılar Hollanda’nın sömürgesi olan Endonezya 20. yüzyılın başından itibaren milliyetçi düşüncenin de etkisi ile bağımsızlık mücadelesi vermeye başlar. Bir müddet boyunca Endonezyalıların bu talepleri sonuçsuz kalır. Ancak Endonezyalıların oluşturdu2 Nizamettin Nazif (Tepedelenlioğlu), 1 Ocak 1901 yılında doğdu ve 25 Mayıs 1970 tarihinde vefat etti. Çok genç yaşta gazeteciliğe başladı. Anadolu’da Millî Mücadele’ye katıldı. Başta Hakimiyet-i Milliye olmak üzere birçok gazetede çalıştı. Gazete yazıları ve romanları tefrika edildi. Kendisi Hür Nizam isimli bir dergi çıkardı. Tarihî romanları ile dikkat çekti. 3 Ömer Rıza (Doğrul) 1893 yılında Kahire’de doğar. Ailesi aslen Burdurlu olup Mısır’a yerleşir. Ezher Üniversitesi’nde tahsilini tamamladıktan sonra Mısır’da gazeteciliğe başlar. İlk makaleleri Sebilürreşad’da yayınlanır. 1915 yılında İstanbul’a yerleşir. Mehmed Akif ’in kızı ile evlenir. Birçok gazete ve dergide yazılar kaleme alan Ömer Rıza çeşitli çeviriler de yapmıştır. 1950 yılında Demokrat Parti’den Konya milletvekili seçilmiştir. 13 Mart 1952 tarihinde İstanbul’da vefat etmiştir. Bkz. Uzun (ss. 489- 492). Büyük Doğu Dergisinin İslam Dünyasına Bakışı (1943-1960) 361 ğu milis güçler Hollandalılara ve onların iş birlikçisi İngilizlere karşı güçlü bir direniş gösterince Ağustos 1949 tarihinde Hollandalılar Endonezya’nın bağımsızlığını tanımak zorunda kalır (Gürsoy, DİA, ss. 206-207). Dergide yer alan yazılara göre Endonezyalı Müslümanların bağımsızlık mücadelelerini İslam alemindeki diğer Müslümanlar da gönülden desteklemektedir. Nizamettin Nazif, Endonezyalıların sadece Hollanda ile değil Batılı emperyal güçlerin tamamı ile mücadele ettiklerini söyler (Nazif, 1945, s. 9). Nazif, başka bir yazısında da Cavalı Müslümanların yerel komiteler kurarak bu komiteler öncülüğünde Hollandalılarla mücadele ettiklerini ve sadece Hollandalıların değil Japonların da buraya dair hesapları olduğunu belirtir (Nazif, 1945b, s. 9). Nizamettin Nazif, kaleme aldığı yazılarla Ortadoğu meselelerini de gündeme getirir. O, Libya topraklarının elimizden kolayca çıkmış olmasına hayıflanır. “İtalyan sömürgeleri diye adlandırılan topraklardan başlıca ikisi yani Trablusgarb ve Bingazi masum ve mert insanlarla meskûn olan bu iki şimali Afrika ülkesi en basit insani kaidelere hatta harp ananelerine aykırı olan bir tecavüzle bir nevi Japonlukla bizden araklanmıştı” (Nazif, 1946a, s. 9). Nizamettin Nazif ’e göre İslam dünyası Batılılara karşı birlik olmalı ve birbirlerini korumalıdır. Bu nedenle o, Suudi Arabistan kralı Abdulaziz Bin Yusuf ’un Mısır kralı Faruk’u ziyaretini önemser. “Sultan Abdulaziz bin Yusuf ’un bu seyahatinde yalnız Arap ittihadı devletlerini alakadar eden bazı hususiyetler olmakla beraber Orta Şark’ın dünya ölçüsündeki manasını belirtecek taraflar bulmak da gerektir” (Nazif, 1946, s. 9). Büyük Doğu dergisi İslam dünyasının en müzmin problemlerinden birisi olan Filistin meselesini de sütunlarına taşır. Ömer Rıza Doğrul’a göre bu mesele İngilizlerin Yahudilere göz yumması neticesinde büyümüş ve artık içinden çıkılamaz bir hal almıştır. “Siyonistler İngiliz mülayimliğine güvendikçe bu işin içinden çıkılamayacak bilakis tedhişçilerin sayısı artarak İngilizler bizar olacaklardır” (Doğrul, 1946, s. 9). Nizamettin Nazif ise Filistin’in tamamen Araplara ait bir yer olarak kabul edilmesinin doğru bir yaklaşım olmadığı kanaatindedir. Orada başka insanların da yaşadığını kabul etmemiz gerektiğini belirtir (Nazif, 1946g, s. 9). Ürdün’de ise yönetim Kral Abdullah’ın elindedir. Nizamettin Nazif ’in belirttiğine göre Kral Abdullah’ın hem Türkiye ile hem de İngilizlerle arası iyidir. Biladü’ş-Şam’ın bütününü içine alan bir devlet kurmayı hayal eden Abdullah’ın Filistin meselesini de halledebileceği söylenmektedir. Ancak Suriye, Lübnan, İsrail ve Suudi Arabistan ona karşıdır. “Ürdün krallığı, gerçi pek mini minidir; fakat haşmetli Kral Abdullah Hazretleri’nin şahsiyetleri herkesçe müsellemdir ki, dünyanın bil- 362 İslam’ı Uyandırmak - II hassa bu bölgesinde mümtaz bir mana ifade eder.” (Nazif, 1946ı, s. 9). Nizamettin Nazif ’in Kral Abdullah’ı böyle övmesi çok şaşırtıcıdır. Çünkü derginin daha sonraki sayılarında onun Filistin davasına ve Araplara ihanet ettiğine dair haber ve yazılar kaleme alınacaktır. Ömer Rıza Doğrul, savaş sonrasında dünyada siyasi dengeler tamamen değiştiği kanaatindedir. Ona göre bu dengelerin değiştiği yerlerden birisi de Ortadoğu’dur. İngiltere’nin yanında Amerika ve Sovyet Rusya da bölgede söz sahibi olma mücadelesi vermektedir.Irak ve İran’da İngiltere ve Rusya’nın güç mücadelesi vardır. Suriye, Lübnan ve Mısır da Sovyet Rusya’nın göz diktiği diğer devletlerdir. Suud ve Bahreyn’de ise Amerika ve İngiltere rekabeti vardır (Doğrul, 1946b, s. 9). Ömer Rıza, İngilizler’in Filistin meselesinden dolayı işlerinin zor olduğunu ifade eder. Buna karşılık Sovyet Rusya ideolojik propaganda silahını kullanarak İngilizleri iyice köşeye sıkıştırdığını söyler. Bu devrede Nizamettin Nazif ’in Büyük Doğu sütunlarında ele aldığı konulardan birisi de Hindistan’dır. Hindistan’da yaşayan Müslümanlar Muhammed Ali Cinnah öncülüğünde Hindistan’dan bağımsız bir devlet kurma arzusundadır (Doğrul, 1946, s. 9; 1946d, s. 9).c Bu dönemde Büyük Doğu’nun İran’a bakışı olumsuzdur. Nizamettin Nazif, İran’ı Batılılarla iş birliği yapıp Osmanlı’yı sürekli arkadan vuran bir devlet olarak tavsif eder. Bundan dolayı Sovyet Rusya’nın İran’a yapmış olduğu zulümleri İran’ın hak ettiğini düşünür: “İran’ın başına gelenlerin asıl sorumlusu olan bizzat İran’dır.” (Nazif, 1946c, s. 9). Osmanlı enerjisinin büyük bir kısmını İran karşısında tükettiği için Rusya ve Avrupalılar rahat bir şekilde güçlenmiştir. Bütün bunlar nedeniyle Avrupalılar Safevi Şahı Abbas’ı dostları kabul etmişler ve ona şöyle hitap etmişlerdir: “Hristiyanlığın büyük düşmanının büyük düşmanı! Hristiyanlığın büyük düşmanı biz sayılıyorduk bizim büyük düşmanımız da o...” (Nazif, 1946c, s. 9). Sonuç olarak o zamandan beri güçlenen Rusya şimdi İran’ın başına bela olmuştur. İran’ın kendi eliyle büyütmüş olduğu bu düşmana karşı şikâyette bulunması yersizdir. Türkiye’nin Arap Dünyası ile İlişkilerine Dair Haber ve Yazılar Büyük Doğu dergisinin sütunlarında sıkça yer alan konulardan birisi de Türk-Arap ilişkisi ve Arap milliyetçiliğidir. Ömer Rıza Doğrul, Birinci Dünya Harbi’nin ardından Osmanlı devleti dağılınca Araplar ve Türklerin birbirlerinden ayrıldıklarını ve her birinin kendi başının çaresine bakmak zorunda kaldığını söyler. Türkler, Kurtuluş Savaşı’nı kazanmış ve yeni bir devlet kurmak için uğraşmıştır. Araplar da aynı Büyük Doğu Dergisinin İslam Dünyasına Bakışı (1943-1960) 363 şekilde kendi bağımsızlıkları için uğraşmışlar ve bu nedenle iki millet arasındaki irtibat kopmuştur. Bir müddet sonra iki millet birbirinin yabancısı olmuştur. Suriye’den Türkiye’yi ziyarete gelen bir heyet Ramazan bayramında camiye giden, bayramı kutlayan insanları görünce şaşırır. Araplar Türklerin Cumhuriyet’in ilanından sonra din ile akalarını kestiklerini düşünürler. “Bize anlatıldığına göre yeni Türkiye bütün mazisiyle alakasını kesmiş. Garbden başka hiçbir şey tanımaz, Şarklı her şeyi küçümser bir memleket olmuştur. Hududu geçtiğimiz gün bizi karşılayan zatların bayramımızı tebrik etmelerini (Şeker bayramına tesadüf etmesi dolayısıyla) hayretle karşılamış ve daha sonra bütün Türkiye’nin bayram ettiğini görerek derin derin düşünmüştük.” (Doğrul, 1946a, s. 9). Ömer Rıza, Arapların bize karşı oluşturmuş oldukları olumsuz düşünceleri ortadan kaldırmak için çalışmamız ve gerçekleri onlara anlatmamız gerektiğini söyler. Neşredilen bu yazıda yerinde teşhisler yapılmasına rağmen Türklerin Araplarla ilişkilerinin kopmasının böyle basitçe bir sebebe bağlanmasının doğru olmadığını kabul etmek gerekir. Kral Faruk,4 yönetimindeki Mısır, Arap Birliği’nin de kurulması ile beraber ciddi bir şekilde Arap milliyetçiliği yapmaya başlar. Araplar haricindeki Müslümanları yok sayar. Nizamettin Nazif kaleme aldığı yazısında bu politikanın İslam ile bir alakası olmadığını, olayın tamamen milliyetçi bir tutumdan ileri geldiğini söyler. “Sanılıyor ki Arap ittihadına dahil olmayan devletler dışında ne Müslüman ne de insan kalmıştır.” (Nazif, 1945a, s. 9). Nazif, Mısır’ın öncülük etmiş olduğu bu Arap milliyetçiliğinin İslam dünyasının birliğine engel olduğunu belirtir. Nizamettin Nazif ’e göre Türkiye, Arap devletleri ile iyi ilişkiler kurmak için bazı adımlar atar. Bunlardan ilki Sadabad Paktı’dır. Suriye’nin de dahil olması gündeme gelir. Lakin bu gerçekleşmez (Nazif, 1945c, s. 9). Nazif ’e göre, Türkiye’nin Irak ile imzaladığı Ankara Anlaşması onun Arap beldelerine geri dönüşünün işaretidir (Nazif, 1946e, s. 9). 4 6 Mayıs 1936 tarihinde tahta çıkan Faruk, İngilizlerle bir ittifak anlaşması yapar. Bu anlaşma ile İngilizler Süveyş Kanalı’nda askeri üs bulundurma hakkı kazanırlar. Tahta çıktığında halk tarafından sevgi gösterileri ile karşılanan Kral Faruk özellikle 1948 Arap-İsrail savaşı sonrasındaki yenilginin baş müsebbibi olarak gösterilir. Halkın gözünden iyice düşen kralın etrafında kimse kalmaz. 1950’li yıllarda ülke ciddi sıkıntılar içine girer. Temmuz 1952 tarihinde Hür Subaylar darbe yaparak yönetime el koyar. Kral Faruk’un halline karar verilir. O da oğlu Ahmed Fuad lehine tahttan feragat ederek yurt dışına çıkar. Bkz. Bilge (s. 177). 364 İslam’ı Uyandırmak - II Üçüncü Devre Büyük Doğu dergisinin bu devresinde 72-87. sayılar neşredilir. Üçüncü devrede İslam dünyası ile alakalı olarak Muharrem Feyzi Togay çeşitli yazılar kaleme almıştır. Bu devrede adı geçen yazarın yazıları haricinde konu ile alakalı çok fazla yazı bulunmamaktadır. İslam Dünyası ile Alakalı Haber ve Yazılar. Üçüncü devrede göze çarpan ilk mevzu Endonezya’nın bağımsızlığıdır. Yakın dönemde bağımsızlığını ilan eden Endonezya (Togay, 1947g, s. 9) çeşitli devletler tarafından tanınır.Bunlardan birisi de Merkezi Hindistan Hükümeti’dir. Muharrem Feyzi, Merkezi Hindistan Hükümeti’nin Endonezya’yı tanımakla kalmadığını diğer devletlerin de onu tanıması için çaba harcadığını bildirir (Togay, 1947c, s. 9). İslam dünyasında bağımsızlık mücadelesi veren diğer bir ülke Pakistan’dır.5 Muharrem Feyzi, İngilizlerin Hint kıtasından ayrılmaya karar vermesinden sonra Hindular ve Müslümanlar arasında siyasi ve içtimai problemlerin ortaya çıkmaya başladığını söyler. Müslümanların, Hindistan’dan ayrılıp başka bir devlet kurmak istemelerine Hindular karşı çıkar (Togay, 1947d, s. 9). Uzun ve zorlu mücadeleden sonra İngilizler, Müslümanlar tarafından kurulan Pakistan devletini onaylamak zorunda kalır (Togay, 1947g, 9). Muharrem Feyzi Togay’ın ele aldığı konulardan birisi de Filistin meselesidir. İslam dünyasının kanayan yarası Filistin meselesi İngiltere eliyle BM Genel Kurulu’na taşınır. Yahudiler hamileri olan Amerika’nın yardımıyla bir müddet devam eden görüşmelerde Arapların başarısız olmalarını sağlar (1947a, s. 9). Muharrem Feyzi’ye göre Arap devletler BM’de birlik içinde görünüyor olmalarına rağmen siyasi olarak bölünmüş durumdadırlar. Arap devletleri birbirlerine düşmüş ve birbirleriyle mücadele etmektedir. “Arap Birliği Devletleri New York’ta Filistin istiklalini sağlamak için bir safta savaşırken kendi aralarında ikilik doğmaktadır.” (1947e, s. . Bir tarafta Irak ve Ürdün diğer tarafta ise Suriye ve Suudi Ara5 Muhammed İkbal, 1930 yılında Hindistan’ın kuzey ve doğusunda Müslümanlardan oluşacak bir devlet fikrini ortaya attı. Muhammed Ali Cinnah ve Mevlana Muhammed Ali de bu fikri destekledi. 1940 yılında Lahor’da gerçekleştirilen Hindistan Müslümanları Birliği toplantısında ilk defa müstakil bir devlet olarak Pakistan ismi gündeme geldi. İkinci Dünya Savaşı sonrasında kamuoyunun baskısı üzerine İngilizler, Hindistan’dan çekilme kararı aldı. Bu arada Hindular ve Müslümanlar arasındaki şiddet olayları iyice tırmandı. Bunun üzerine Haziran 1947 tarihinde İngilizlerin Hindistan valisi Hindistan’ın doğu ve batısında ayrı ayrı iki devlet kurulmasına karar verdiğini açıkladı. İngiliz parlamentosunun da onayı ile Ağustos 1947 tarihinde Pakistan bağımsız bir devlet oldu. Bkz. Özcan (ss. 147-149). Büyük Doğu Dergisinin İslam Dünyasına Bakışı (1943-1960) 365 bistan yer almaktadır. Irak ve Ürdün’ün kralları Şerif Hüseyin’in oğullarıdır. Suriye ve Arabistan, Ürdün kralı Abdullah’ın kendi devletini genişletmesi ve Suriye’yi de kendi topraklarına dahil etmesinden korkmaktadır. Ayrıca Arabistan, Şerif Hüseyin’in ailesini kendisine rakip olarak görmektedir. Kuzey Afrika’daki Fas, Tunus ve Cezayir Fransızların sömürgesinden kurtulmak için mücadele etmektedir. Kendisini özgürlük havarisi olarak gören Fransa ise sömürgelerini kaybetmemek için büyük zulümler yapmaktadır (Togay, 1947b, s. 9; 1947f, s. . Türkiye’nin Arap Dünyası ile İlişkilerine Dair Haber ve Yazılar Bu devrede tekrardan Nizamettin Nazif imzasına rastlamaktayız. Nazif, Türkiye’nin kendi siyasi meseleleriyle ilgilenmesinden dolayı komşuları ile ilgilenmediğini söyler. Ancak bundan sonra artık sınırlarımız dışındaki olaylarla da ilgilenmemiz gerekecektir. Büyük ve bağımsız devlet olmanın en büyük şartı sınırları dışında da söz sahibi olmaktır. Sınırları haricinde sözü geçmeyen bir devletin bağımsız olması mümkün değildir. Dedelerimiz Çanakkale’de, Balkanlar’da, Filistin’de, Mısır’da, Irak’ta, Kurtuluş Savaşı’nda sadece bir “çiftlik” sahibi olmak veya sadece bir toprak elde etmek için savaşmamıştır. “Türk milleti istiklal için neden savaştı? Sadece bir çiftlik sahibi olmak için mi? Bunu iddia etmek yedi cephede dört yıl çarpıştıktan sonra yaralarını tedavi etmeğe lüzum görmeden dağa çıkan Dumlupınar şehitlerine saygısızlık olur” (Nazif, 1946j, s. 9). Türkler “millî bir kavim” değil “dünya kavmi”dir. Dünyanın herhangi bir yerinde meydana gelen bir olay Türkleri de ilgilendirmektedir. Müstakil ve bağımsız devlet demek dünya devleti olmak ve dünya meseleleri ile alakadar olmak demektir. Kendi kabuğuna çekilen bir devlet kendi boynuna pranga takar. Beşinci Devre Dergi, 14 Ekim 1949 ile 29 Haziran 1951 tarihleri arasında 62 sayı yayınlanır. Bu devrede İslam dünyası ile alakalı çok fazla yazı yoktur. Konu ile ilgili olarak Necip Fazıl’ın bir yazısını ve Numan A. Binatlı’nın birkaç yazısını görmekteyiz. İslam Dünyası ile Alakalı Haber ve Yazılar. Necip Fazıl, Prof. Ş.Ü. müstearıyla Endonezya ile alakalı bir yazı kaleme alır. Ona göre Osmanlı devleti gerileme dönemine girmiş olsa da Batılı devletler Osmanlı’nın hakimiyet alanlarından uzak bölgeleri müstemleke yapmayı amaçlamıştır. 366 İslam’ı Uyandırmak - II Bundan dolayı Endonezya ve çevresi Batılılar için uygun bir bölge olmuştur. “Hollanda’nın Hindistan’ı sömürme teşebbüsü ve bu arada Endonezya’yı da istismar yolunu açması, meşhur İngiliz şirketi hareketiyle başlar. Tam da bizim inhitat devrimizin doğduğu zamana isabet eder: Sene 1602... Zaaf devrimizin başlangıcında bile Avrupalılar doğrudan doğruya Türk İmparatorluğu’na mücavir havza teşkil eden sahalara sokulamamışlar ve şikarlarını pek uzaklarda ve bizim nüfuz dairemiz dışında aramaya kalkmışlardır.” (Ş.Ü, 1950, s. 11). Numan A. Binatlı, İslam dünyasında Endonezya, Pakistan, Suriye, Ürdün, Irak, Suudi Arabistan gibi bir sürü devletin bağımsızlıklarını kazandığını ancak gerçekten bağımsız olup olmadıklarını sorgular. Ona göre İslam dünyasındaki devletlerin büyük bir kısmının bağımsızlığı sözde kalmıştır. Bunlar ahlaken, ruhen, zihnen Batılılar tarafından işgal edilmiştir. “Hükumetlerin çoğu, sadece halkına yaranmak için Müslüman ve baştan başa garb medeniyetinin birer manevi müstemleke kavası mahiyetindedir. Kolayca ve ucuzca göğüslerine takılan istiklal rozetleri de bu hükumetlerin ruhlarına vurulan manevi esaret mührünün aldatmaca teselli oyuncağından başka bir şey değildir” (Binatlı, 1950b, s. 9). Numan A. Binatlı ayrıca Rusya’daki Müslüman Türklere de değinir. Rusya oradaki Müslüman-Türklere eşsiz zulümler etmektedir. Komünist Rusya başta asimilasyon olmak üzere, birçok zulüm uygulayarak orada yaşayan Müslüman Türklerin manevi dinamiklerini ortadan kaldırmak için elinden gelen her şeyi yapmaktadır (Binatlı, 1950a, s. 13). Dönemin ıslahatçı alimlerinden olan Musa Carullah’ın ölüm haberi de Büyük Doğu sütunlarında yerini alır. Bu haberi “Be. De.” müstearıyla Necip Fazıl bildirir. Ölüm haberi ile beraber onun görüşlerini eleştirir. Necip Fazıl, Carullah’ın Kuran’a dair çalışmasını sathi bulur ve onu “reforma taraftarı” olarak nitelendirir (Be. De, 1949, s. 9). Altıncı Devre (Gazete) 16 Kasım 1951 ile 12 Aralık 1951 tarihleri arasında 27 sayı, dört sayfa olarak ve günlük gazete şeklinde yayınlanmıştır. Derginin 15. sayısından itibaren Necip Fazıl’ın gazete ile ilgisi kalmamıştır. 1950 sonrası döneme denk gelen bu devrede bağımsızlık mücadelesi veren devletlerin büyük bir kısmı bağımsızlığını kazanmıştır. Bağımsızlıklarını kazanan bu devletler siyasi, sosyal ve iktisadi problemler ile uğraşmaktadır. Büyük Doğu Büyük Doğu Dergisinin İslam Dünyasına Bakışı (1943-1960) 367 dergisi de bu problemleri sütunlarına taşımıştır. Ancak çok fazla haber ve makale yayınlanmamıştır. Bunda Büyük Doğu’nun 15 sayı yayınlanmış olmasının etkisi büyüktür. Bu dönemde Necip Fazıl “Eski Diplomat” müstearıyla konu ile alakalı yazılar kaleme alır. İslam Dünyası ile Alakalı Haber ve Yazılar Bu devrede Büyük Doğu sütunlarında karşımıza çıkan haberlerin başında İran gelir. İkinci Dünya Savaşı’na kadar İran üzerinde geniş bir hakimiyeti olan İngiltere 1950 sonrasında İran’daki çıkarlarını koruma noktasında çok büyük sıkıntılar yaşamıştır. Musaddık’ın başbakan olmasından sonra İngiltere’nin İran’daki menfaatleri büyük darbe almıştır. Musaddık, İran petrollerini millileştirince dış güçler ülkede karışıklıklar çıkarmayı başarırlar. Yaşanan bu karışıklıklar o kadar ciddi boyutlara ulaşır ki Musaddık’ın görevden çekilmesi bile gündeme gelir (Büyük Doğu, 1951, 1, 1). Yurt içinde sıkıntılı günler geçiren Musaddık dış ülkeleri ziyaret ederek kendisine destek arayışı içine girer. Bu nedenle Mısır’ı ziyaret eder (Büyük Doğu, 1951, 6, 3). Musaddık bu ziyaretinde İslam devletleri arasında kurulması planlanan “Doğu Paktı”nı gündeme getirir. Arap devletleri, Pakistan, İran ve Kuzey Afrika devletleri bu pakta dahil edilmesi düşünülen devletlerdir. İran ve Mısır arasında gündeme gelen diğer bir konu da İran’ın Mısır’a petrol satışıdır (Büyük Doğu, 1951, 8, 1-3). Necip Fazıl, İran’ın bu dönemdeki siyasi durumunu ele alan “İran’ın Zor Durumu” (1951, s. 3) adlı bir yazı kaleme alır. Yazısında Amerika’yı ziyaret eden Musaddık’ın Amerika’dan eli boş dönmesinin hem İran’ın hem de kendisinin siyasi geleceğini zora soktuğunu söyler. Siyasi vaziyeti iyice zora giren Musaddık’ın ilerleyen yaşı ve hastalığı da onun mevcut mevkisinde uzun süre kalma ihtimalini zayıflatır. Diğer taraftan bağımsızlığını kazanan Pakistan artık sağlam bir devlet olma yolunda adımlar atmaktadır. Büyük Doğu dergisi de Pakistan’ın ilerleme yolunda atmak istediği bu adımları haber yapar. Pakistan, iktisadi olarak gelişmek için petrol arama faaliyetlerine ve kimya sanayisine yatırımlar yapar. Ali Fuat Başgil, kaleme almış olduğu bir yazıda bağımsızlığını kazanan Pakistan’ın İslam dünyasının göz bebeği ve umut ışığı olduğunu söyler (Dost Pakistan, 1951, s. 2). İslam dünyasının en hareketli bölgesi olan Ortadoğu da Büyük Doğu dergisinin sütunlarında yerini almıştır. Ürdün kralı Abdullah 1951 yılında Kudüs’te kıldığı Cuma namazının ardından camiden çıkarken suikasta uğrayarak öldürülür. Onun bu ani ölümü bölgedeki dengeleri değiştirir. Kral Abdullah kişisel hırsları nedeni ile bölgedeki diğer liderler tarafından sevilmeyen birisidir. Kardeşi Faysal’a vadedilen 368 İslam’ı Uyandırmak - II Büyük Suriye’nin hayalini kurarak o hayalin peşinden gitmiş ve bir sürü düşman kazanmıştır (Kral Abdullah niçin öldürüldü, 1951, s. 4). Bu hırsı yüzünden diğer Arap devletlerinin arkasından işler çevirmeye kalkmıştır. Arapların İsrail ile girmiş oldukları savaşta (Ürdün, Suriye, Mısır) Abdullah, İsrail ile savaşmak yerine onunla gizlice görüşmeler yapmayı tercih etmiştir. Hatta bu gizli görüşmeleri gerçekleştirmek amacıyla Türkiye’yi ziyareti bahane ederek İsrail’in Türkiye sefiri ile görüştüğü iddia edilmiştir. “Kral Abdullah İstanbul’da eskiden tanıdığı İsrail’in Ankara elçisi İlyas Sason’la yapmış olduğu gizli görüşmede İsrail’le Ürdün arasında sulh muahedesinin yapılmasını kararlaştırdı. Ve bu karar onun idam hükmü oldu” (Kral Abdullah niçin öldürüldü, 1951, s. 3). Kral Abdullah’ın ölümünden sonra Ocak 1952 tarihinde Talal Ürdün’ün yeni kralı olmuş ancak babasının siyasetini devam ettirmemiştir. Bunun en büyük delili Suudi Arabistan’ı ziyaretidir (Hicaz ve Ürdün, 1951, s. 1). Talal’ın yönetime geçmesi ile beraber Ürdün’ün çehresi değişmiştir. Meclis sembolik olmaktan çıkıp faal olarak çalışmaya başlamış ve Amman küçük bir kasaba iken şehir haline gelmiştir. Ancak Talal, İngilizlerden maddi yardım aldığı için onlarla ilişkilerini iyi tutmuştur (Büyük Doğu, 1951, s. 3). Büyük Doğu dergisine baktığımızda bu devrede dikkat çeken diğer bir mesele de Mısır ve Süveyş Kanalı’dır. Ekim 1951 tarihinde Mısır, Sudan ve Süveyş Kanalı ile alakalı olarak İngilizlerle yapmış olduğu anlaşmayı tek taraflı olarak fesheder. Bunun üzerine İngiltere ve Mısır arasında siyasi bir gerilim yaşanır. Yaşanan siyasi krizde Türkiye iki devlet arasında ara bulucu olmak ister (Ortadoğu davası ve Türkiye, 1951, s. 1). Necip Fazıl, “Arap Alemi ve İngiltere” isimli yazısında İkinci Dünya Savaşı’nda İngiltere’nin yanında yer alan Arapların artık İngiltere’ye düşman olduğunu ve komünist Rusya’ya yanaştıklarını söyler. “Bugün Mısır’da ve bütün Arap ülkelerinde İngiltere aleyhinde şiddetli nümayişler yapılmaktadır. Yalnız Arap Aleminde değil İran’da da halk İngilizler aleyhine dönmüştür. Pakistan ve Hindistan da bu büyük davada İngiltere’yi desteklemek şöyle dursun bilakis onun aleyhinde cephe almışlardır.” (1951, s. 3) “Uyanan İslam Alemi” (1951, Kasım 18, s. 3) adlı yazısında ise harpten sonra Dünya sisteminin birkaç devletin eline geçtiğini belirtir. BM Güvenlik Konseyi’nin dört daimî temsilcisi Rusya, Amerika, Fransa ve İngiltere’nin haricinde kimsenin sözü geçmez. Öyle ki bu devletlerden birisi herhangi bir şeye hayır derse o iş gerçekleşemez. Bu durumda Müslümanların kendi başlarının çaresine bakmaları gerekmektedir. Nitekim Endonezyalılar, Pakistanlılar ve İran haklarını Büyük Doğu Dergisinin İslam Dünyasına Bakışı (1943-1960) 369 kendileri savunmak durumunda kalmıştır. Şimdi de sıra Mısır’dadır. “Yeni Bir İttihad-ı İslam” (1951, s. 3) başlıklı yazısında ise Necip Fazıl, kurulması planlanan Orta Şark paktından bahseder. Bu pakta Arap devletleri haricinde İran, Pakistan, Afganistan, Türkiye, Endonezya gibi diğer İslam devletlerinin de katılması gerektiğini ifade eder. Böylelikle İttihad-ı İslam gerçekleşmiş olur. Necip Fazıl, “Trablusgarb ve Oniki Adalar” (1951, s. 3) adlı yazısında Libya’nın İtalyan işgalinden kurtulmasının sevincini paylaşır. Ayrıca yeni kurulacak Libya İslam devletini selamlar. Türkiye’nin Arap Dünyası ile İlişkilerine Dair Haber ve Yazılar Demokrat Parti’nin iktidara gelmesinden sonra Türk dış politikasında da çeşitli değişiklikler meydana gelir. Menderes Ortadoğu’ya yeniden açılma çabaları içine girer. Lakin bu durumdan Rusya ve bazı Arap devletleri rahatsız olur. Şam’da yayınlanan bir gazetede “Komşumuz” adıyla bir yazı neşredilir. Bu yazıda Türk gazetelerinin Araplar hakkında yayınlamış oldukları olumsuz haberlerden şikâyet edilir. “Türk matbuatı herhalde Arap aleminin istiklale kavuşmasını arzu etmeyerek emperyalizma elinde kıvranmamızı istiyor. Hür yaşamak arzumuzu tanımak istemiyor” (Arap gazetesinin fikirleri, 1951, s. 3). Gazete ayrıca Türkleri, Arapların ve Müslümanların meselelerine daha fazla duyarlı olmaya davet eder. Büyük Doğu sütunlarında neşredilen “Yine Mısır” isimli yazıda Türkiye’yi ziyaret eden Arap Birliği Başkanı Azam Paşa’nın “Ben buraya evvela her iki millet camiası arasında kalbi rabıta kurmak esaslarını görüşmeğe geldim” (Yine Mısır, 1951, s. 4) ifadelerine yer verilir. Bu ifadeler Başbakan Menderes için bir fırsat olarak yorumlanır. Dergiye göre Menderes’in, Şark siyasetimizi yeniden tanzim etmesinin zamanı gelmiştir. Derginin konu ile ilgili devam eden haberlerinde Türkiye, Arap devletleriyle iyi ilişkiler kurmaya çaba harcarken birilerinin buna engel olmak için uğraştığı ifade edilir. Habere göre Mısır’da yayın yapan bir dergi Türkleri aşağılayan bir karikatür neşreder. Yayınlanan bu karikatür Türk basınında geniş yankı bulur ve Türkler de Arapları aşağılayan yayın ve haberler neşreder. Bu durum her iki tarafı da olumsuz yönde etkiler. Basit bir derginin yapmış olduğu hatanın bütün Mısırlılara mal edilmesi doğru değildir. Dergi, Türklerin emperyalistler tarafından sıkıştırılan Mısırlıların yanında yer alması gerektiği kanaatindedir (Mısır meselesi üzerine, 1951, s. 4). Necip Fazıl, “Kaçırdığımız Fırsat” (1951, s. 3) adlı yazıda Türkiye’nin Müslüman devletler tarafından yakından takip edildiğini ancak siyasetçilerimizin bunun farkın- 370 İslam’ı Uyandırmak - II da olmadığını söyler. İsrail’in tanınması meselesinde kendimizi anlatamadığımız için yapılan olumsuz propagandalar ciddi etkiler meydana getirir. Arap aleminin büyük bir kısmı bize karşı tavır alır. Türkiye, Süveyş Kanalı meselesinde Mısır ve İngiltere arasında ara bulucu olma fırsatını heba eder. “Süveyş işinde daha evvel Mısır’la İngiltere arasında ihtilaf çıktığı zaman da bize bir tavassut vazifesi düşmüştü. Bunu da yapmadık. Tarih Türkiye’ye müstesna bir fırsat hazırlamıştı. Arap alemi ile Garb demokrasilerini birleştirmek...” (1951, s. 3). Necip Fazıl bu ara buluculuk fırsatı ile tarihin Türkiye’ye Arap alemi ve Batı demokrasilerini birleştirme görevi verdiğini ancak Türkiye’nin bunu başaramadığını ifade eder. Eskiden bizi canı gönülden seven bu milletler şimdi bizi Yahudilerle bir kefeye koymuş ve bize düşman olmuştur. Necip Fazıl “Paris’te Mülakat” (1951, s. 3) adlı başka bir yazısında ise İngilizlerin Birinci Dünya Savaşı boyunca Araplarla aramızı açmak için çok fazla çaba harcadıklarını söyler. Savaştan sonraki dönemde ise Türkler Araplarla ilişki kurmayı lüzumsuz görüp onlarla ilişkilerini koparırlar. Necip Fazıl, ilişkilerimizi yeniden ihdas etmek için Mısır’da, Suriye’de ve diğer Arap beldelerinde halk evleri tarzında kültür merkezleri açmamız gerektiğini belirtir. Yedinci Devre (Gazete) Büyük Doğu bu devrede 16 Mayıs 1952 ile 19 Eylül 1952 tarihleri arasında günlük gazete şeklinde, altı sayfa olarak, 122 sayı yayınlanır. Bu devrede Büyük Doğu sütunlarına İslam dünyası ile alakalı birçok haber yayınlanır. Bunun birinci sebebi Büyük Doğu’nun gazete olarak neşredilmesi ikinci sebebi ise Ortadoğu’nun siyasi durumudur. İslam Dünyası ile Alakalı Haber ve Yazılar Derginin bu devresinde de Tunus (Tunus’ta İstiklal partisi halkı mücadeleye çağırdı, 1952, s. 1; Tunus’ta, 1952, s. 1, Fransa-Tunus ihtilafı, 1952, s. 1; Tunus’ta yine bombalar patlıyor, 1952, s. 5; Tunus’ta vaziyet endişe verici, 1952, s. 5) ve Cezayir’in (Cezayir milliyetçi lideri tevkif edildi, 1952, s. 5; Cezayir’de, 1952, s. 1) Fransız işgaline karşı vermiş oldukları bağımsızlık mücadelesi ile alakalı haberler devam etmektedir. Cezayir ve Tunus’ta silahlı çatışmalar ve ölümler gündelik hayatın bir parçası olmuştur. Tunus’ta Fransızlar çeşitli ıslahatlar yaparak olayları durdurmak isteseler de bu mümkün görünmemektedir. Fransa insan haklarının yılmaz bekçisi olarak görünmesine rağmen yapmış olduğu bu zulümlerle eski emperyalist geleneği devam ettirdiğini göstermektedir (Korok, Fransız emperyalizmi karşısında hür Büyük Doğu Dergisinin İslam Dünyasına Bakışı (1943-1960) 371 milletler ve Tunus faciası, 1952, s. 5). Büyük Doğu dergisi hür dünyanın tek temsilcisi olarak Amerika’nın artık Tunus meselesine müdahale etmesi gerektiği kanaatindedir. Ayrıca Türkiye’ye de BM’de ve uluslararası arenada Tunus’un yanında yer almasını tavsiye eder (Büyük Doğu, 1952, s. 1; 1952, s. 6). Büyük Doğu dergisi bu dönemde Ürdün’de yaşanan olaylara seyirci kalmaz ve meydana gelen olayları sütunlarına taşır. Kral Abdullah’ın suikast sonucunda ölmesinden sonra tahta geçen Kral Talal, Temmuz 1951-Ağustos 1952 tarihleri arasında bu görevde kalır. Bir müddet sonra hastalanınca tedavi için sürekli yurt dışına gider. Bu nedenle Ürdün Meclisi tahtı oğlu Hüseyin’e bırakması için baskı yapar ve Ağustos 1952 tarihinde tahtı oğluna bırakmak zorunda kalır. Talal yurt dışında bulunduğu dönemde Irak kral naibi Ürdün’ün başkenti Amman’a gelip yönetime el koyar. Talal bunun üzerine memleketine dönüp iktidarı tekrardan ele almak istese de bunda başarılı olamaz. Kendisinin yakın arkadaşı Kral Faruk da Mısır’da tahttan indirilince Talal yalnız kalır ve istemeye istemeye tahtı oğluna bırakır (Ürdün Kralı yine hastalandı, 1952, s. 5; Irak ansızın Ürdün’ü ilhak etti, 1952, s. 5; Ürdün Kralı’nın selahiyetleri alındı, 1952, s. 5; Ürdün’de vaziyet gittikçe karışıyor, 1952, s. 3; Ürdün’de Kral Talal’a suikast hazırlanmış, 1952, s. 1; Ürdün meselesi ve gizli kuvvetler, 1952, s. 4). Büyük Doğu dergisinin Kral Talal’a dair yayınlamış olduğu haber ve yazılarda tutarsızlık vardır. Daniş Remzi Korok, Talal ve onun üzerine oynanan oyunlardan bahsederken dergide yer alan başka bir yazıda ise Talal dönemi rezalet ve buhran dönemi olarak nitelendirilir: Ürdün kralının etrafında daha evvel hazırlanmış ve tertiplenmiş bir komplonun mevcut bulunduğu fakat bunun neye ve hangi maksada matuf bulunduğu etrafında efkar-ı umumiyeyi saran müphem şüphe zaten vardır. Hadiseyi takip edenler bunun neticesini beklemekte idiler. İşte nihayet hakkında delilik izafe edilinceye kadar ileri gidilen prens Talal. (Irak’ın Ürdün’ü ilhakı karşısında diğer Arap ülkeleri, 1952, s. 5) Ürdün Temsilciler Meclisi, Talal’ın aklı dengesinin bozukluğu nedeni ile yerine oğlu II. Hüseyin’i tahta geçirir. Tahta çıktığı dönemde kendisine methiyeler dizilen Talal kısa bir süre sonra akli problemleri olan birisi olarak karşımıza çıkar: “Bilindiği gibi 21 Temmuz 1951’de Kral Abdullah’ın öldürülmesi ile tahta geçen Talal, bu sene içinde tam bir rezalete sebep olmuş ve tam bir yıl kendisinin asabi buhran ve hiddetinden korkarak kaçan karısı Kraliçe Zeyn’i İsviçre’de hararetle aramıştır” (Kral Talal tahttan feragat ettirildi, 1952, s. 1). 372 İslam’ı Uyandırmak - II Mısır’da Kral Faruk’un askeri darbe ile tahttan indirilmesinin bölgede çeşitli yankıları olur. Büyük Doğu dergisi, benzer darbelerin diğer devletlere de sıçrayabileceğine dair genel bir kanaatin ortaya çıktığını ifade eder. Bunu fırsat bilen bölgedeki hükümetlerin muhalifleri hükümetlerine reform çağrıları yaparlar. Buna en iyi örnek Lübnan’dır. Lübnan’da muhalifler Mısır’ı örnek göstererek hükümeti tehdit ederler. Ayrıca hükümetin reform çağrılarına cevap vermemesi durumunda grevler ve nümayişler yapacaklarını belirtirler. Lübnan’da devam eden bu siyasi buhran da askeri darbe ile sonuçlanır (Lübnan’da, 1952, s. 1; Yeni Lübnan hükümeti, 1952, s. 1; Lübnan’da siyasi buhran, 1952, s. 1; Lübnan’da askeri bir hükümet darbesi oldu, 1952, s. 1). Dönemin en önemli haberlerinden birisi de Hicaz’da veba salgını olduğuna dair verilen bilgilerdir. Ortaya çıkan bu haberler neticesinde Suudi Arabistan kısa bir süreliğine hac ziyareti izinlerini iptal ettiğini açıklar. Yapılan çalışmalar neticesinde veba tehlikesi ortadan kaldırıldığı için tekrardan hac izinleri verilemeye başlar (Hac müsadesi kalktı, 1952, s. 1; Hicaz’da veba önlendi, 1952, s. 1; Hicaz’daki veba Yahudi oyunudur, 1952, s. 6; Hicaz’da veba salgını yok,1952, s. 1; Hacılar, 1952, s. 1. 1945 yılında kurulan Arap Birliği 1950’li yıllarda daha aktif olarak çalışır. Arap Birliği’ne üye ülkeler İsrail’e karşı ticari ambargo uygulama kararı alırlar. İsrail sınır tecavüzlerine devam ettiği müddetçe bu ambargonun daha da şiddetlenerek devam edeceğini bildirirler (Arap Birliği ve İsrail, 1952, s. 1; İsrail’e tatbik edilen iktisadi abluka şiddetlenecek, ; 1952; Arap birliğinin askeri toplantısı, 1952, s. 1). İsrail’in Kudüs’ü başkent ilan etmesi de Arap-İsrail ile ilişkilerinin gerilmesine neden olur (Yahudi zulmü, 1952, s. 1; Yahudiler Birleşmiş Milletler kararlarını dinlemiyorlar, 1952, s. 5; İsrail hududunda çatışma, 1952, s. 5). Mısır Hür Subaylar Hareketi 22-23 Temmuz 1952 tarihinde Kral Faruk’a karşı darbe yapar ve General Necip İhtilal Konseyi başkanı olur. Kral Faruk tahtı oğluna bırakıp yurt dışına kaçmak zorunda kalır. Aralık 1952’de anayasa yürürlükten kaldırılır. Haziran 1953 tarihinde cumhuriyet ilan edilir ve General Necip ilk Cumhurbaşkanı olur. Ülkede bütün siyasiler ve İhvan-ı Müslimin kapatılır. Büyük Doğu dergisi sütunlarında yukarıda belirtmiş olduğumuz siyasi olaylardan dolayı Mısır ile alakalı çok fazla haber ve yazıya rastlarız. Dergi darbe sonrası Mısır’da yaşanan olayları gün gün okuyucularına aktarır. Büyük Doğu Dergisinin İslam Dünyasına Bakışı (1943-1960) 373 General Necip, Kral Faruk taraftarlarını devlete ait bütün kurumlarından, siyasi partilerden atmak için uğraşır. Bundan dolayı birçok alanda kovuşturmalar yapılır (Mısır’da partiler ve ordu Temizleniyor, 1952, s. 1; Veft Partisi temizlik için ısrar etmiyor, 1952, s. 5; General Necip Veft Partisi’ne ihtarda bulundu, 1952, s. 1). İngiltere, Ortadoğu’daki varlığını sürdürmek için Orta Şark Komutanlığı isminde askeri bir yapı oluşturmak ister. Bu projede İngiltere’nin yanında ABD, Fransa vardır. Türkiye ise Ekim 1951 tarihinde bu gruba katılır. Mısır da pakta davet edilir ancak Mısır bu teklifi kabul etmez (Mısır ve Ortadoğu savunma projesi, 1952, s. 1; Arap devletleri Ortaşark müdafaasına girecek, 1952, s. 5; Ortadoğu kuvvetlerini Türkiye komuta etmeli, 1952, , s. 1; Ortadoğu savunması ve Türk teklifi, 1952, s. 1). Necip Fazıl, Prof. Ş.Ü. müstearıyla kaleme aldığı yazıda Kral Faruk’a karşı gerçekleştirilen darbede Müslüman Kardeşlerin de darbecilerin yanında yer aldığını söyler. Hatta kurulacak hükümette teşkilatın başkanı olan (Hasan) Hudeybî’nin de isminin geçtiğini bildirir. Teşkilat, bu dönemde büyük bir güç kazanmıştır. Hareketin kazanmış olduğu bu güç yeni hükümetin onlardan korkmasına neden olmaktadır. Müslüman Kardeşler bir yeraltı teşkilatı olduğu için nasıl hareket edecekleri bilinmemektedir. “Müslüman Kardeşler Birliği, Mısır’da çok büyük bir ehemmiyet kazanmıştır. Bugün Mısır’da kralın da hükümetin de çekindikleri en mühim teşkilat budur. Bir milyonu aşan ve her tarafa yayılmış olan azalarıyla ve büyük faaliyeti ile bütün hükumetleri korkutan çok geniş ve sinsi bir yeraltı faaliyetine maliktir.” (Müslüman Kardeşler Birliği teşkilatı ve Sona hükümet darbesindeki rolü, 1952, s. 3). Teşkilatın başkanı Hudeybi tek programlarının Kuran olduğunu söyler. Hareketlerinin siyasi bir hareket olduğunu siyasetin dinden ayrılmasının mümkün olmadığını belirtir. Ayrıca komünistlerle ittifak yaptıklarına dair ortaya atılan haberlerin maksatlı olduğunu, bir Müslüman’ın komünistle bir olmasının mümkün olamadığını ifade eder.Necip Fazıl, özellikle teşkilatın bilinmezliğinin ve gizliliğinin altını çizer. “Teşkilat bu derece programlı ve gayet sinsi bir faaliyet gösterdiğinden onu hiçbir hadisede bilfiil ve müşahhas hüviyeti ile tesbit etmek kabil olmamakta...” (Müslüman Kardeşler Birliği teşkilatı ve Sona hükümet darbesindeki rolü, 1952, s. 2). Büyük Doğu dergisi Ortadoğu’nun her tarafına yayılmış bir örgüt olan Müslüman Kardeşler’in mahiyeti ve amacının ne olduğunun bilinmediğini söyler. “Bilindiği üzere merkezi Mısır’da olup bazı Orta Şark memleketlerine kadar teşkilatını genişletmiş bulunan bir Müslüman Kardeşler Cemiyeti vardır. Asla kötü zanlara kapılmamakla beraber bu müessesenin hakiki siyasi gayesinin ne hedefe teveccüh eylediğinin de henüz gereği kadar malum olmadığını söylemek de yanlış değildir” 374 İslam’ı Uyandırmak - II (Ogan, 1952c, s. 2). Müslüman Kardeşler Cemiyeti, siyasi bir parti olmadıklarını söylemelerine rağmen siyasetten uzak değildir. Mısır inkılabının ardından görünür olmaya başlayan teşkilat bir toplantı gerçekleştirmiş ve beyanname yayınlamıştır (Ogan, a.g .m., s. 2). Mısır’da General Necip başkanlığında gerçekleştirilen darbeyi destekleyen Büyük Doğu, bu darbeyi “Mısır İnkılabı” olarak nitelendirir (Ogan, a.g.m., s. 2). Bu inkılabın baş aktörlerinden biri olan General Necip ise uzağı gören, soğukkanlı bir kişilik ve Mısır’a gelecekte çok şeyler verebilecek birisi olarak takdim edilir. İran 1951 yılında İran Meclisi’nin aldığı kararla İran petrollerinin millileştirilmesine karar verilmiştir. Bu karar İngiltere ile İran’ın ilişkilerinin kopmasına neden olmuştur. İngiltere konuyu Uluslararası Adalet Divanı’na taşımış fakat Adalet Divanı konunun kendisi ile alakası olmadığına karar vermiştir. Uluslararası petrol şirketleri ise İran’ın millileştirme kararını protesto etmiş bu petrolün sevk ve dağıtımını yapmayacağını belirtmiştir. Bunun neticesinde gelirinin büyük bir kısmı petrole dayalı olan İran ekonomik olarak büyük bir sıkıntı yaşamıştır. Musaddık ise millileştirme kararından geri adım atmamışsa da ABD ve İngiltere iş birliği ile Musaddık hükümetini devirmiştir (Dr. Musaddık Lahey’de, 1952, s. 15; İran’da kanlı hadiseler, 1952, s. 5; Petrol ihtilafı ve yeni İngiliz teklifi, 1952, s. 5; İran’daki hadiseleri İngiltere endişe ile takip ediyor, 1952, s. 1; Musaddık kabineyi kurdu, 1952, Temmuz 12, s. 5; Musaddık geniş selahiyet istiyor, 1952, s. 1; Musaddık İran’ı istediği gibi idare edecek, 1952, s. 1; Amerika ve İngiltere İran’la anlaşamıyor, 1952, s. 1). Büyük Doğu dergisi İran’da yaşanan bu gelişmelere kayıtsız kalmamıştır ama olaylara daha çok Şah yanlısı olarak bakmayı tercih etmiştir. Daniş Remzi Korok, Musaddık idaresini eleştirmiş ve onun kendisine bağlanan umutlarını boşa çıkardığını söylemiştir. “İran’ı İran olarak kurtaracağı düşünülen ve hemen hemen milli bir kıyam şeklinde devlet başkanlığına getirilen Musaddık aldığı altı aylık hükumet başkanlık salahiyetlerine rağmen İran halkını tatmin ve tatyib eyleyemedi” (Korok, İran’daki Musaddık-Kaşani komedyaları, 1952, s. 5). Ali Genceli ise İran şahının hayırsever birisi olduğunu söyler ve onu sakin, soğukkanlı bir siyasetçi olarak tanımlar. “İran şahına gelince bu zat da diyebiliriz kendi imkanları dahilinde bugünkü hükümdarlar ve servet sahipleri arasında şahsi parasından hayır işlerine en çok para sarf etmiş ve genç yaşına rağmen daha saltanatının 10. senesinde bulunmasına rağmen bir hayli hayır müessesesi vücuda getirmiştir” (İran Şahı Büyük Doğu Dergisinin İslam Dünyasına Bakışı (1943-1960) 375 ve hayır işleri, 1952, s. 2). Büyük Doğu yazarlarının bir kısmının İngilizlere karşı direnen Musaddık’a karşı tavır alması ilginçtir. Batılı sömürgecilere ve emperyalizme karşı muhalif bir tavır alan dergi İngilizlere karşı mücadele veren Musaddık’ı ciddi bir şekilde eleştirir. Ancak Necip Fazıl, bunların aksine Musaddık’ı destekler. “İran’ın Zor Durumu” adlı yazısında İran’dan “dost ve kardeş ülke” diye bahseder. Necip Fazıl, Musaddık’ın Amerika seyahatinden eli boş dönmesinin onun siyasi olarak sonu olduğunu söyler. “Musaddık’ın Amerika’dan eli boş dönmesi bu itibarla mevkiini de adamakıllı sarsmış, İran parlamentosunda ancak ufak bir rey farkıyla mevkiini muhafaza edebilmiştir. Görünüşe göre esasen hem çok yaşlı hem de hasta bulunan Musaddık, bu mevkide daha uzun zaman kalamayacak, yerini başka bir şahsa bırakacaktır” (1951h, s. 3) “Uyanan İslam Alemi” adlı yazısında ise Necip Fazıl, İslam dünyasının Batılıların tasallutundan bir bir kurtulduğunu ifade eder. Önce Endonezya bağımsızlığını kazanır sonra Pakistan. Onların ardından İran, İngilizlere karşı petrol davasını kendi lehine sonuçlandırır (1951f, s. 3). Bu petrol davasının kazanılmasında bir numaralı aktör Musaddık’tır. Pakistan Büyük Doğu dergisinin bu devresinde Keşmir meselesi ve Pakistan’da yapılan İslam Konferansı yer alır. Pakistan ve Hindistan arasındaki en önemli problem olan Keşmir meselesini Hindistan 1948 yılında BM Güvenlik Konseyi’ne taşır ve BM gözetiminde bir referandum ister. Nisan 1948 tarihinde BM referandum yapılmasına karar verir ve Amerika ve İngiltere Pakistan’ı destekler. Böyle olunca Hindistan meseleyi BM’ye taşıdığına pişman olur ve bu sefer referandum sürecini engellemeye çalışır. Pakistan’ın Amerika ile ikili ilişkiler geliştirmesi üzerine bu durumu fırsat bilen Sovyet Rusya, Hindistan’ı yanına çekmek için bu meselede Hindistan’dan yana tavır takınır (Hindistan ve Pakistan’a verilen nota, 1952, s. 5; Keşmir meselesi, 1952, s. 5; Pakistan’ın siyaseti, 1952, s. 5; Pakistan hür Keşmir’in yollarını inşa ediyor, 1952, s. 5; Pakistan Keşmir’in ilhakını asla kabul etmeyecek, 1952, s. 1). Pakistan’ın bu dönemde yaşamış olduğu diğer bir problem ise Hindistan’dan devam eden göçlerdir. Pakistan ve Hindistan’ın yaşamış olduğu siyasi gerilim Hindistan’da yaşayan Müslüman ve Hindular arasında da gerilime sebep olmaktadır (Hindistan’da Müslümanlar fena muamele görüyorlar, 1952, s. 5; Hindistan’da İslam aleyhtarı numayiş, 1952, s. 1; Hintli Müslümanlar Pakistan’a göç ediyor, 1952, s. 1). Aynı dönemde Pakistan’da İslam Konferansı düzenlenmiştir. Bu konferansa Türkiye’den katılan Ali Fuat Başgil bu konferans ve Pakistan izlenimlerini kaleme 376 İslam’ı Uyandırmak - II almıştır (Pakistan intibalarım, 1952, s. 5; Pakistan intibalarım-Müslüman Milletler Kongresi çalışmaları, 1952, s. 2; Pakistan intibalarım-Müslüman Milletler Kongresindeki konuşmanın devamı, 1952, s. 2; Pakistan intibalarım-Müslüman Milletler tanışmalı ve anlaşmalıdırlar, 1952, s. 1; Pakistan intibalarım-görüşmeler ve ziyaretler, 1952, s. 2). Türkiye’nin Arap Dünyası ile İlişkilerine Dair Haber ve Yazılar Türkiye, Sovyet Rusya’nın Ortadoğu’ya yayılmasını engellemek için Orta Şark Savunma Paktı’na girer. Amerika ve İngiltere’nin de bu paktta yer alması bazı Arap devletlerin Türkiye karşıtlığı yapmalarına neden olur (İslam dünyasındaki Sovyet entrikaları, 1952, s. 2). Büyük Doğu dergisi Sovyet Rusya’nın 1950’lerden sonra Ortadoğu’da yönetimleri değiştirecek derecede ciddi bir güç kazandığını belirtir (Ortadoğu’da Komünizm tehlikesi, 1952, s. 5). Bundan dolayı Amerika, bölgede Rusya’ya karşı çeşitli adımlar atmak zorunda kalır. Başta Türkiye olmak üzere diğer Ortadoğu devletlerine askeri ve iktisadi yardımlar yapar (Ortadoğu Rusya’ya karşı bir kale olmalıdır, 1952, s. 5; Ortadoğu-Batı ittifakı ve Rusya, 1952, s. 5). Dergide yer alan haberlere göre Türkiye, Araplarla iyi ilişkiler kurmak için oldukça fazla çaba harcar. Ancak ortak tarihi ve kültürel mirasa sahip Türkiye ve Mısır’ın iyi ilişkiler kurmasına komünistler engel olur. Bütün engellemelere rağmen iki ülke arasında bazı adımlar atılmıştır. Örneğin bazı Mısırlı din alimlerinin kitaplarının üniversitelerimizde okutulması ve Mısır’dan bir heyetin Türkiye’yi ziyareti gündemdedir (Türkiye-Mısır dostluğu, 1952, s. 3; Arap Birliği Türk-Arap münasebetlerinin takviyesini görüşecek, 1952, s. 5; Korok, 1952b). Büyük Doğu dergisinin okuyucularının dikkatine sunduğu bir diğer mesele de Ezher’deki Türk öğrencileri meselesidir. Dergi, Türkiye’nin Ezher’de okuyan Türk öğrencilerin yaşamış oldukları sıkıntılarla ilgilenmediğini belirtir (Bir Tevkif, 1952, s. 1; Kahire’deki Ezher üniversitesi ve oradaki Türk talebeleri, 1952, s. 2). Ali Fuat Başgil, “İslam Birliği” adlı yazısında İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünya devletlerinin bloklaştığını bundan dolayı ortak bir kültür ve geçmişe sahip olan Müslümanların da kendi aralarında bir birlik kurmaları gerektiğini söyler. “İslam milletlerinin ellerinde bulunan imkanlardan biri ve en büyüğü on dört asırlık bir tarihin doğurduğu kardeşlik bağlarını yeniden kuvvetlendirip şuurlandırmaktır (1952, s. 2). Daniş Remzi, Müslümanların barış ve huzurunun İslam birliğinden geçtiğini ifade eder. Ona göre insanlar Faşizmin, Nazizmin bir faydası olmadığını Büyük Doğu Dergisinin İslam Dünyasına Bakışı (1943-1960) 377 gördüler ve bu ideolojilerin insanlığı uçuruma sürüklediğini fark ettiler. Ancak Ortadoğu’da bulunan bazı devletler milliyetçilik düşüncesinden vazgeçmemiştir. “Yakın Doğu’da hala bir ırk davacılığı olan Arap Birliği üzerinde ısrar etmek ve bunu geliştirmeye çalışmak akıntıya kürek çekmekten başka türlü ifade edilemeyecek bir hayal-i muhal ve bir hayal-i hamdan başka ne olabilir (1952, 5). Müslümanlar için asıl olan Arap Birliği değil İslam Birliği’dir. Bunun için de Türkiye’nin ciddi olarak çalışması gerekmektedir. Korok, “Türkiye artık çekildiği inzivadan çıkıp dünya siyasetinde faal rolünü oynamalıdır” diyerek bize de bazı görevler düştüğünü hatırlatır (1952, s. 5). Dokuzuncu Devre Büyük Doğu, bu dönemde 30 Mart 1956 ile 4 Temmuz 1956 tarihleri arasında 92 sayı, altı sayfa ve günlük gazete şeklinde yayınlanır. Bu devrede, Büyük Doğu gazete olarak neşredildiği için İslam dünyası ile alakalı birçok haber ve olaya yer verilmiştir. Dönemin en önemli meselesi Mısır-İsrail meselesidir. Bunun haricinde Bağdat Paktı nedeni ile gerginleşen Türkiye-Mısır ilişkileri ve Cezayir meselesi de önem arz eder. “Dış Politika” başlığı altında D.R.K. müstearıyla Daniş Remzi Korok siyasi tahlil yazıları yazar. İslam Dünyası ile Alakalı Haber ve Yazılar Pakistan’ın bağımsız olduktan sonraki en büyük problemi Keşmir meselesi devam etmektedir (Keşmir meselesi, 1956, s. 3; Pakistan ve Hindistan ihtilafı, 1956, s. 3; Keşmir’de plebisit yapılması fikri, 1956, s. 3). Cezayirlilerin bağımsızlıkları için Fransızlara karşı vermiş oldukları silahlı mücadele devam etmektedir. Fransa ise Fas ve Tunus’un bağımsızlıklarını kazanmalarının ardından Cezayir’i kaybetmemek için elinden gelen her şeyi yapmaktadır. Kendisini hürriyet ve medeniyetin beşiği olarak gösteren Fransa vahşilikte sınır tanımaz (Cezayir milliyetçileri Fransızlarla çarpışıyor, 1956, s. 3; Fransa Cezayir’e sevk etmek üzere 75.000 kişiyi silah altına aldı, 1956, s. 5; Cezayir’de Fransız vahşeti berdevam, 1956, s. 1; Cezayir’de Fransızlar Müslümanları biçiyor, 1956, s. 1; Cezayir, 1956, s. 3; Medeni Fransa Cezayir milliyetçilerine ölüm saçıyor, 1956, s. 1; Cezayir Milli Kurtuluş Cephesi tebliğ yayınladı, 1956, s. 3; Fransızlar Cezayir’de ağır zayiat veriyorlar, 1956, s. 1; Fransız prestiji ve boykot, 1956, s. 5). Buna karşılık Ürdün ve Irak, Fransa’yı boykot etme kararı alır. Dergiye göre bu karar eğer diğer Arap devletler tarafından da uygulanırsa etkili olabilir (Fransız prestiji ve boykot, 378 İslam’ı Uyandırmak - II 1956, s. 5). Büyük Doğu, Fas ve Tunus’un bu dönemde bağımsızlıklarını kazandıklarını haber verir. Rusya, Ortadoğu’daki Arap devletleri ile yakın ilişkiler geliştirmekte İngiltere ise eski gücünü kaybetmemek için çaba harcamaktadır (İngiltere Ortadoğu’da yeni bir siyaset takip edecek, 1956, s. 1; İngiliz Hariciye Vekili Irak’a silah verileceği hususunda taahhütte bulundu, 1956, s. 3; Rus-Suriye müzakeresi bugün de devam edecek, 1956, s. 1; Rus-Suriye görüşmeleri, 1956, s. 1; Rus-Arap yakınlaşması, 1956, s. 5). Türkiye ve Suriye ilişkileri çok gergindir (Suriye’nin notası, 1956, s. 1; Suriye’ye nota verdik, 1956, s. 1). Ayrıca, Türkiye ve Suudi Arabistan arasında da ayrı bir kriz yaşanmıştır. Bundan dolayı Suudi Arabistan iki yıldır büyükelçi atamamıştır (Büyük Doğu, 1956, s. 5). Mısır 28 Şubat 1955 tarihinde Gazze bölgesinde İsrail ve Mısır askerleri arasında çatışma çıkar. Nasır, ordusunu güçlendirmek için ABD’den silah satın almak ister. Ancak ABD buna yanaşmayınca Nasır da Sovyet Rusya’ya yönelir. Buna karşılık ABD, İngiltere ve Fransa ise İsrail’i silahlandırır. Nasır, Ağustos 1956’da Süveyş Kanalı’nı millileştirdiğini açıklar. Bunun üzerine uluslararası arenada ciddi bir sıkıntı baş gösterir. İngiltere ve Fransa askeri operasyon yapmaya karar verir ve İsrail’i de buna dahil ederler. Ekim 1956 tarihinde İsrail, Mısır’a saldırır. Ardından İngiltere ve Fransa da savaşa katılırlar. ABD ve Sovyet Rusya buna karşı tavır alınca Aralık 1956’da İngiltere ve Fransa, Mart 1957’de de İsrail Mısır’dan çekilirler. Büyük Doğu dergisinde yer alan haberlere göre bu devrede Mısır-İsrail arasında sürekli sınır tecavüzleri ve çatışmalar meydana gelmiştir. Çatışmalar devam ederken Mısır, Sovyet blokundan İsrail ise İngiltere ve Fransa’dan silah satın alarak silahlanmaktadır (Mısır-İsrail hududunda gerginlik arttı kanlı hadiseler oluyor, 1956, s. 3; Mısır-İsrail hava çarpışması, 1956, s. 5; İsrail Mısır’ın Ruslardan aldığı 15 jete karşılık Fransa’dan 12 uçak satın aldı, 1956, s. 3; İsrail-Mısır hududunda hadiseler tekrar başladı, 1956, s. 3; Mısır kızıllardan neler aldı, 1956, s. 5; Mısır doğrudan doğruya Rusyalardan silah alıyormuş, 1956, s. 3; Abdunnasır biz silah almada serbestiz dedi, 1956, s. 1). Nasır, askeri ihtiyaçlarını temin yollarını ararken siyasi ittifaklar yapmayı da ihmal etmez. Ekim 1955 tarihinde önce Suriye sonra da Arabistan ve Yemen ile savunma anlaşması imzalar. Bağdat Paktı’na karşılık kendi blokunu oluşturmak için Suriye, Ürdün, Suudi Arabistan ve Yemen ile bir ittifak kurar (Mısır’ın manevrası, Büyük Doğu Dergisinin İslam Dünyasına Bakışı (1943-1960) 379 1956, s. 1; Ürdün-Mısır askeri anlaşması imzalandı, 1956, s. 3; Üçlü yeni Arap bloku, 1956, s. 3; Ürdün muhafız kuvvetlerine Suudi Arabistan ve Mısır’ın yardımı, 1956, , s. 3; Cidde görüşmeleri sonunda müşterek tebliğ yayınlandı, 1956, , s. 3; Irak-Mısır münasebeti, 1956, s. 5). Büyük Doğu’ya göre Cemal Abdunnasır, Arap milliyetçiliğini kullanıp Arap devletlerinin birliğini sağlayarak onların lideri olmak isterken Bağdat Paktı’nın kurulması onun planlarını alt üst eder. Bu nedenledir ki Bağdat Paktı’na en sert tepkiler Mısır’dan gelmiştir. Mısır’ın bu tepkilerine karşılık Başbakan Menderes’te Mısır’a çeşitli eleştiriler yöneltmiştir. “Bağdat paktı kurulduğu tarihten beri muhalefet eden ve pakt aleyhtarı faaliyette bulunan Mısır ile Suudi Arabistan ricaline hücum ederek tenkidlerde bulunması Mısır hükumet çevrelerinde asabiyet yaratmıştır” (Mısır Türkiye ile hadise çıkarmağa mı çalışıyor, 1956, s. 5). Daniş Rezmi Korok, Abdunnasır’ın tıpkı Kral Faruk gibi boş hayallerin peşine düştüğünü, Mısır’ı İslam dünyasının ve hilafetin merkezi yapmaya çalıştığını söyler. Kral Faruk tahttan indirildikten sonra Nasır, en büyük rakibi olan General Necib’i de devre dışı bırakarak İslam dünyasının lideri olmak ister. Buna tek engel ise Türkiye’dir. “O, kendi megali ideası peşindedir ve buna Şark’ta en büyük engel olarak yalnız ve yalnız Türkiye’yi görmektedir” (Mısır’ın asabiyet ve telaşı, 1956, s. 5). Türkiye-Mısır gerginliği sürecinde Mısır, basın yayın organlarını iyi kullanmış ve Türkiye’yi hedef tahtasına koymuştur. Arap devletlerini Türkiye’nin yanında ya da karşısında olmaya zorlamıştır. Bağdat Paktı’nın İngiliz ve Amerikalılar tarafından kurdurulduğunu ve bu Pakta dahil olanların onların emirlerine gireceği propagandası yapmıştır (Mısır basını aleyhimizde neşriyata devam, 1956, s. 3; Mısır’ın tezvirleri, 1956, Mısır Türkiye aleyhinde sistemli neşriyat yapıyor, 1956, s. 1; Nasır’ın prestiji gün geçtikçe azalmaktadır, 1956, s. 3). Bu dönemin en ilginç olayı Mısır’ın okuryazar oranını artırmak için Latin harflerini kabul etmek istemesidir (Mısır Latin harflerini kabul ediyor, 1956, s. 5; Mısır’da harf inkılabı, 1956, s. 3). Türkiye’nin Arap Dünyası ile İlişkilerine Dair Haber ve Yazılar Büyük Doğu dergisinin yazarlarından İsmail Hami Danişmend, Türk ve Arapların ilişkilerinin çok eskilere dayandığını belirtir. Emeviler döneminde başlayan ilişkinin günümüze kadar birçok badire atlatarak geldiğini söyler. İki millet arasındaki bu ilişkinin kardeşçe devam etmesi için bazı uyarılarda bulunur: 1- Birbirlerinin toprağına göz dikmiş olan İslam devletleri bundan vazgeçmelidir. Her devlet İslam ümmetinin toprağı ve Müslümanların vatanıdır. Müslüman ülkeler aralarındaki ih- 380 İslam’ı Uyandırmak - II tilafları çözmelidir. 2- İslam devletlerinin bir kısmı demokratların bir kısmı ise tarafsızların safındadır. Halbuki Müslümanların kendilerine ait ortak bir birlik kurması gerekir. 3-İsrail’i tanıyan Türkiye, Arap devletleri tarafından eleştirilmektedir. Arap devletleri bunun bir emr-i vaki ile kabul edildiğini göz önüne almalıdır (Türk-Arap münasebetleri Ortadoğu’nun önemi, 1956, s. 2, İslam kongresi, 1956, s. 3). Osmanlı sonrasında Türkiye’nin Ortadoğu’ya yeniden dönüşünü sağlayacağı düşünülen Bağdat Paktı bunun tam tersi bir etki yapar. Türkiye’nin Araplarla arasının daha fazla açılmasına neden olur. Türkiye ve Irak’ın 1954 yılında imzaladıkları Bağdat Paktı’na diğer Arap devletlerin de dahil olacağını düşünürler. Ancak beklenen netice alınamaz. Nasır, bu paktı kendisinin oluşturmak istediği üçüncü bloka karşı görür ve liderlik etmek istediği bölgede kendisine rakip bir oluşum olarak değerlendirir. Irak başbakanı vermiş olduğu bir mülakatta Nasır’ın “Arap dünyasının lideri olmak hevesine kapıldığı için Bağdat Paktı’na muhalefet ettiğini” (Irak başvekiline göre Abdunnasır’ın hevesi, 1956, s. 3) söyler. İngiltere’nin de bu pakta dahil olması Araplar arasında paktın aleyhinde bir kanaat oluşmasına neden olur. Buna karşılık Mısır, Suriye, Suudi Arabistan, Yemen arasında bir ittifak meydana gelir. Ancak bazı devletler bu iki blokun dışında kalır (Bağdat Paktı, 1956, s. 5; Bağdat Paktı ve Amerika, 1956, s. 5; Amerika Bağdat Paktına girmeden iş birliği yapacak, 1956, s. 1; Bağdat Paktı’nın inkişafı, 1956, s. 3). Büyük Doğu dergisine göre ortaya çıkan bu siyasi gerilim sonucunda Mısır, Sovyet Rusya ile daha fazla yakınlaşmış ve Bağdat Paktı, Soğuk Savaş’ın Ortadoğu’ya kaymasına neden olmuştur. Irak Bağdat Paktı’na katılan tek Arap devletidir. Bu nedenle diğer Arap devletleri tarafından yalnızlığa mahkûm edilmiştir (Bağdat Paktı aleyhtarlığı, 1956, s. 5; Ortadoğu’da Komünistlere alet olan Mısır’a ihtarımız, 1956, s. 1; Sovyet Rusya İran’ın Bağdat Paktı’ndan çekilmesini istiyor, 1956, s. 1). İran, Bağdat Paktı’na katıldığı için Türkiye ile İran arasında çok yakın siyasi ilişkiler ortaya çıkar. Önce Menderes, Bağdat Paktı toplantısı için bir heyetle İran’a gider ve sonra da İran Şahı Türkiye’yi ziyaret eder. Büyük Doğu dergisinde bu ziyaret ile alakalı birçok haber yayınlar (Bağdat Paktı müdafaa şurası, 1956, s. 3; Başvekil yarın İran’a gidiyor, 1956, s. 1; Bağdat Paktı konseyi, 1956, s 1; Bağdat Paktı yeni kuvvetin ifadesidir, 1956, s. 1; İran Şahı R. Pehlevi Mayıs’ta Türkiye’yi ziyaret edecek, 1956, s. 1; İran Hükümdarları büyük tezahüratla karşılandı, 1956, s. 1; İran’ın Şehinşahı, 1956, s. 1; Bağdat Paktı toplantıları bitti, 1956, s. 5; Şah ziyaretinden çıkan mana, 1956, s. 5). Necip Fazıl, Bağdat Paktı ve Menderes’in İran ziyaretini Türkiye’nin Batı emperyalizmine sırt çevirip tekrardan Doğu’ya yönelmesi olarak yorumlar. Menderes Büyük Doğu Dergisinin İslam Dünyasına Bakışı (1943-1960) 381 ile beraber Türkiye tarihine, geçmişine geri dönmektedir. “Bütün halk Partisi devrinde Doğu alemine omuz çevirmiş Garb dünyası önünde de sadece dize gelmiş bir siyaset, nihayet milli ve tarihi Türk varlığının büyük cesareti istikametine Adnan Menderes’in erkek eliyle yöneltilmiştir” (İran seyahati, 1956, s. 1). Onuncu Devre 6 Mart 1959 ile 16 Ekim 1959 tarihleri arasında 33 sayı yayınlanmıştır. Bu dönemde dikkat çeken olay Endonezya başbakanının Türkiye’yi ziyaretidir. İslam Dünyası ile Alakalı Haber ve Yazılar Büyük Doğu dergisinden takip ettiğimiz haberlere göre Cezayir’in Fransızlara karşı bağımsızlık mücadelesi devam etmektedir (Cezayir istiklal yolunda, 1959, s. 16; Foto röportaj, 1959, Mart 13, s. 5; Foto-röportaj, 1959, Haziran 5, s. 3; Cezayir mücahidleri, 1959, Ağustos 28, s. 11; Yine Fransa, Frank ve Cezayir harbi, 1959, s. 12; Cezayir faciası ve politikamız, 1959, s. 9). Dergiye göre Türkiye Arap ülkeleri ile iyi ilişkiler kurmak için gayret sarf ederken yapılan siyasi hatalar bu çabaları boşa çıkarmaktadır. Bunda Türklerin, Arapların hassasiyetlerini umursamamasının payı büyüktür. Yapılan siyasî hatalar BM’deki Kıbrıs oylamasında bize olumsuz olarak yansımıştır. Bundan dolayı Türkiye bu sefer tam olarak Cezayir’in yanında yer almalı ve Fransa’ya karşı durmalıdır. Cezayir ile olan tarihi, dini ve kısmen hususi ve yakın alakamıza binanen icab ederse Fransa ile her türlü münasebetlerimizin kesilmesi dahi düşünülebilir. Bunu da açıkça ifade etmekte zarar değil büyük faydalar vardır. Bunun en büyük faydası kendi kendimize döndüğümüzü ve benliğimizi muhafaza ettiğimizi göstermiş olmasındadır. İkinci mühim faydası da Arap devletleri de dahil olmak üzere bütün İslam devletleriyle münasebetlerimize yeni bir istikamet verebilecek bir ehemmiyeti haiz bulunmasındadır. (Büyük Doğu, 1959, s. 9) Büyük Doğu dergisi Endonezya Cumhurbaşkanı Sukarno’nun Türkiye ziyaretine büyük önem atfeder. Sukorno’nun bu ziyaretinden sonra iki ülkenin ilişkilerinin daha da gelişeceği ifade edilir. Bu ilişki Bağdat Paktı ile temeli atılan İslam birliği projesinin devamı olarak nitelendirilir (Endonezya Türkiye, 1959, s. 9). Dergi sütunlarında Sukarno’nun iyiliklerinden, büyük devlet adamı olduğundan bahsedilir ve Endonezya ile alakalı tanıtıcı yazılar neşredilir (Endonezya’da din mektepleri, 1959, s. 10; Ahmed Şükrani ve cavalılar, 1959, s. 9; Ahmed Şükrani, 1959, s. 9; Ahmed Şükrani, 1959, s. 9). 382 İslam’ı Uyandırmak - II 14 Temmuz 1958 tarihinde Irak’ta General Abdulkerim Kasım bir askeri darbe gerçekleştirmiş ve Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal’ın İngiliz destekli iktidarı yıkılmıştır. Irak 1950’den sonra Amerika ve onun müttefikleri ile iyi ilişkiler kurma yoluna gitmiştir. Sonra da Bağdat Paktı’na dahil olmuştur. Bundan dolayı bu paktın muhalifi olan Mısır ve Suriye ile arası açılmıştır. Irak’ta gerçekleşen bu darbeden sonra Şiiler ve komünistler ön plana çıkmış, sünniler tedhiş edilmiştir. Türk düşmanlığı had safhaya ulaşmıştır. Büyük Doğu’ya göre darbe Sovyet Rusya tarafından planlanmıştır (Irak, 1959a, s. 10). Necip Fazıl, Arap aleminde meydana gelen siyasi olayların Arap saçına döndüğü kanaatindedir. “Kasım, komünistlere meyyal... Ya Abdunnasır nereye meyyal? Ve bunlardan hiçbiri neye Hakka meyyal değil. Ey bir zamanlar kılıcıyla bütün şaşkınları yalnız hakka meylettiren Türk Milleti bütün bu meyyallerin meyledeceği hedefi Doğu aleminde senden başka tesbit edebilecek merkezi bir kuvvet yoktur” (Irak, 1959b, s. 9). Büyük Doğu’nun sütunlarına taşıdığı başka bir husus da Hristiyanların büyük çabalarına rağmen İslam’ın, Afrika kıtasında Hristiyanlıktan daha fazla yayılmasıdır. Misyonerlerin çabası Batılıların sömürgeci geçmişlerini unutturamamıştır (Afrika’da İslamiyetin zaferi, 1959, s. 9; Rakamlarla Afrika’da İslamiyet, 1959, s. 9; Afrika’da kültüre verilen kıymet, 1959, s. 9; Afrika’da Müslüman Hristiyan mücadelesi, 1959, s. 9; Güney Afrika’da İslamiyet, 1959, s. 9). Necip Fazıl, Ortadoğu’da ciddi bir dini uyanışa şahit olunduğunu söyler. Yirminci asrın başında İslam İttihadı’nın savunucusu Cemaleddin Afgani, onun öğrencisi ve reformist Muhammed Abduh, filozof ve şair Muhammed İkbal uluslararası bir üne kavuşmuşlardır. Ancak bunların halefleri olmadığından ve Vahhabilik, Mehdilik gibi şiddet yanlısı hareketlerin benzerlerine de rastlanmadığından bu düşünceler ortadan kaybolmaktadır. Bir dönem için Arap milliyetçiliği önem kazansa da o da önemini kaybetmiştir (Müstensih, 1959, s. 9). Necip Fazıl, yazının devamında İslam dünyasında dinde reformistlerin sayısının azaldığını ve yavaş yavaş ortadan kaybolduklarını söyler. Örneğin saf İslam doktrinini savunan Müslüman Kardeşler, Mısır’ın siyasi arenasından silinip gitmiştir. Siyasi baskılar nedeni ile takipçileri azalmıştır. “Siyasi program olarak saf İslam doktrinlerini kabule heveslenen İhvanü’l-Müslimin, Mısır’da kökünden kazındı, başka yerlerde dikkati çekecek sayıda müntesipleri de azaldı” (Müstensih, 1959, s. 9). Necip Fazıl ayrıca komünizme karşı milliyetçilik ve İslam’ın ortak bir cephede mücadele ettiklerini söyler. “Hakikaten İslam bugün milliyetçiliğin bir yardımcısı gibi kıymetlendiriliyor” (Müstensih, 1959, s. 9). Büyük Doğu Dergisinin İslam Dünyasına Bakışı (1943-1960) 383 Sonuç Büyük Doğu dergisinin İslam dünyası ile alakalı olarak sütunlarına taşımış olduğu haberlere baktığımız zaman bu haberlerin daha çok kronolojik ve günlük siyasi olayları ele aldığını görürüz. Haberlerin büyük bir kısmı sathî bilgiler içerirken az bir kısmı da derinlikli analiz yazılarıdır. Ömer Rıza Doğrul, Nizamettin Nazif, Daniş Remzi Korok, Muharrem Feyzi Togay ve Necip Fazıl’ın Büyük Doğu sütunlarında neşretmiş oldukları yazılar bu cihettendir. Büyük Doğu dergisi ve yazarları dönemin İslam dünyasının düşünsel ve fikri alt yapısını derinlikli olarak bilmediklerinden İslami gruplar ve fikir akımlarına dair yazılar neşredilmemiştir. Sadece İhvan-ı Müslimin ile alakalı yetersiz birkaç yazı yayınlanmış ve o yazılarda da hareket hakkında fazla malumat olmadığı belirtilmiştir. Halbuki Necip Fazıl’ın şiddetle eleştirdiği bu hareketin önemli şahıslardan birisi olan Seyyid Kutub hakkındaki kanaatlerini daha sonra birçok kez kaleme almıştır. Pakistan ve Hindistan meselesini anlatırken Pakistan isminin nereden geldiğini ve sürecin nasıl işlediğini sütunlarına taşıyan dergide nedense Muhammed İkbal ve Mevdudi ile alakalı herhangi bir malumat yer almamaktadır. İkbal ile alakalı olarak derginin sadece bir yerinde filozof ve şair ifadesi kullanılmıştır. Dergi ve Necip Fazıl, Mevdudi ile alakalı düşüncelerini 1960 sonrasına bırakmıştır. Bu konuda vereceğimiz başka bir örnek ise Cezayir’dir. Cezayir’in bağımsızlık mücadelesi hakkında birçok habere yer verilmiştir. Ancak Cezayir’deki bu mücadele sanki sadece milliyetçilerin mücadelesiymiş gibi derginin sütunlarına taşınmıştır. Malik bin Nebi gibi bir mütefekkir ve Cezayir’deki dini gruplar görmezden gelinmiştir. Biz bu eleştirileri yaparken dönemin Türkiyesinin şartlarını da göz ardı etmememiz gerekir. 1960 öncesinde Türkiye’deki Müslümanların İslam dünyası ile ilişkilerinin çok sıkı olmadığını kabul etmeliyiz. Çünkü Türkiye dışındaki İslami düşünce ve yapıları biz 1960 sonrasında tanıma imkânı bulduk. Büyük Doğu dergisinin yaşanan olaylara karşı göstermiş olduğu tepki de net değildir. Haberin zamanına ve yazarına göre yorumlar farklılık arz etmektedir. Kral Talal ile alakalı haberlerde bu çelişkileri görmek mümkündür. Talal, Ürdün kralı olduğu zaman kendisinin çok şeyler vadettiğine, yenilikçi ve barışsever olduğuna dair haberler yer alırken bir yıl sonra rüzgâr tersine esmeye başlar. Aynı Büyük Doğu sütunlarında bu sefer onun deli ve mecnun olduğu haberlerine yer verilir. Derginin neşretmiş olduğu haber ve yazılardaki bir handikabı da malumat eksikliğinden yorum yapamamasıdır. Örneğin Müslüman Kardeşler hareketi ile ala- 384 İslam’ı Uyandırmak - II kalı olarak nasıl bir kanaate varacaklarını bilemezler. Ancak 1960’a yaklaştığımızda Necip Fazıl, Müslüman Kardeşler ile ilgili olarak daha net ifadeler kullanır. Müslüman Kardeşleri bugünkü siyasal İslam’ın karşılığı olarak “saf İslam doktrinini” savunan bir hareket olarak tavsif eder. Bütün bu olumsuzluklara rağmen Büyük Doğu dergisinin Türkiye’deki Müslümanları İslam dünyası hakkında bilgilendirmesi büyük bir sorumluk üstlendiğini gösterir. Ayrıca herhangi Müslüman bir grubu (daha sonraki süreç dikkate alındığında) dışlamaması ve sert bir dille eleştirmemesi derginin o dönem için takdir edilecek yönlerindendir. Büyük Doğu dergisi genel olarak İslam dünyasının birlik ve beraberliğine vurgu yapmış, Türkiye’nin Arap dünyasına açılmasını destekleyen yazılar neşretmiştir. Dergi, Türkiye’nin büyük bir devlet olması için sınırlarının dışı ile de ilgilenmesi ve dünyanın problemlerine müdahil olması gerektiğini belirtir. Türkiye, Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde kendi iç sorunları ile ilgilenmiş ve etrafını unutmuştur. Artık kendi sorunlarını çözdüğü için sınırları dışındaki siyasi olaylarla da ilgilenmelidir. Necip Fazıl, Araplar ve diğer Müslüman devletlerle yeniden tesis edilen ilişkiler sayesinde Türkiye’nin tekrardan İslam dünyasının lideri olabileceği düşüncesine sahiptir. Ancak siyaseten geçmişte yapılan hataların tekrarlanmaması gerektiğini vurgulamayı da ihmal etmez. Büyük Doğu dergisi, emperyalist ve sömürgeci Batılı devletlere karşı bir tavır ortaya koyduğu gibi komünist Sovyet Rusya’yı ve onun ideolojik yayılmacılığını da sürekli eleştirir. Kaynakça Abdunnasır biz silah almada serbestiz dedi. (1956, Mayıs 20). Büyük Doğu, 47, 1. Afrika’da İslamiyetin zaferi. (1959, Mart 20). Büyük Doğu, 3, 9. Afrika’da Müslüman Hristiyan mücadelesi. (1959, Temmuz 10). Büyük Doğu,19, 9. Ahmed Şükrani ve cavalılar. (1959, Nisan 1). Büyük Doğu, 9, 9. Amerika Bağdat Paktına girmeden iş birliği yapacak. (1956, Nisan 18). Büyük Doğu, 20, 1. Amerika ve İngiltere İran’la anlaşamıyor. (1952, Eylül 3). Büyük Doğu, 106, 1. Arap Birliği Türk-Arap münasebetlerinin takviyesini görüşecek. (1952, Mayıs 30). Büyük Doğu, 15, 5. Arap Birliği ve İsrail. (1952, Eylül 19). Büyük Doğu, 121, 1. Arap Birliğinin askeri toplantısı. (1952, Ağustos 21). Büyük Doğu, 96, 1. Arap devletleri Ortaşark müdafaasına girecek. (1952, Haziran 29). Büyük Doğu, 43, 5. Arap gazetesinin fikirleri. (1951, Kasım 23). Büyük Doğu, 8, 3. Arfika’da kültüre verilen kıymet. (1959, Mart 17). Büyük Doğu, 7, 9. Bağdat Paktı aleyhtarlığı. (1956, Nisan 24). Büyük Doğu, 26, 1/5. Büyük Doğu Dergisinin İslam Dünyasına Bakışı (1943-1960) 385 Bağdat Paktı konseyi. (1956, Nisan 19). Büyük Doğu, 21, 1. Bağdat Paktı müdafaa şurası. (1956, Nisan 6). Büyük Doğu, 8, 3. Bağdat Paktı toplantıları bitti. (1956, Haziran 16). Büyük Doğu, 74, 5. Bağdat Paktı ve Amerika. (1956, Nisan 16). Büyük Doğu, 18, 5. Bağdat Paktı yeni kuvvetin ifadesidir. (1956, Nisan 22). Büyük Doğu, 24, 1. Bağdat Paktı’nın inkişafı. (1956, Mayıs 23). Büyük Doğu, 50, 3. Bağdat Paktı. (1956, Nisan . Büyük Doğu, 10, 5. Başgil, A.F. (1951, Kasım 16). Dost Pakistan. Büyük Doğu, 1, 2. Başgil, A.F. (1952, Mayıs 22). İslam birliği. Büyük Doğu, 7, 2. Başvekil yarın İran’a gidiyor. (1956, Nisan 13). Büyük Doğu, 15, 1. Be. De (Necip Fazıl). (1949, Kasım 4). Büyük Doğu, 4, 9. Bilge, M.L. Faruk. DİA, (cilt XII, s. 177). Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı. Binatlı, N.A. (1950a, Mart 3). Sovyet Rusya’da Türkler. Büyük Doğu, 21, 13. Binatlı, N.A. (1950b, Ocak 6). Endonezya istiklali münasebeti ile. Büyük Doğu, 13, 9. Bir tevkif. (1952, Temmuz 24). Büyük Doğu, 68, 1. Büyük Doğu, (1951a, Kasım 16), 1, 1. Büyük Doğu, (1951b, Kasım 21), 6, 3. Büyük Doğu, (1951c, Kasım 23), 8, 1/3. Büyük Doğu, (1952a, Mayıs 19), 4, 1; Büyük Doğu, (1952b, Mayıs 30), 15, 6. Büyük Doğu, (1956, Mayıs 1), 33, 5. Büyük Doğu, (1959, Temmuz 3), 18, 9. Cezayir faciası ve politikamız. (1959, Temmuz 3). Büyük Doğu, 18, 9. Cezayir istiklal yolunda. (1959, Mart 6). Büyük Doğu, 1, 16. Cezayir Milli Kurtuluş Cephesi tebliğ yayınladı. (1956, Mayıs 2). Büyük Doğu, 34, 3. Cezayir milliyetçi lideri tevkif edildi. (1952, Mayıs 16). Büyük Doğu, 1, 1/5. Cezayir milliyetçileri Fransızlarla çarpışıyor. (1956, Nisan 2). Büyük Doğu, 4, 3. Cezayir mücahidleri. (1959, Ağustos 28). Büyük Doğu, 26, 11. Cezayir’de Fransız vahşeti berdevam. (1956, Nisan 10). Büyük Doğu, 12, 1. Cezayir’de Fransızlar Müslümanları biçiyor. (1956, Nisan 9). Büyük Doğu, 11, 1. Cezayir’de. (1952, Mayıs 17). Büyük Doğu, 1, 1. Cezayir. (1956, Nisan 7). Büyük Doğu, 9, 3. Cidde görüşmeleri sonunda müşterek tebliğ yayınlandı. (1956, Nisan 23). Büyük Doğu, 25, 3. Doğrul, Ö.R. (1946a, Eylül 13). Biz ve komşularımız. Büyük Doğu, 46, 9. Doğrul, Ö.R. (1946b, Temmuz 26). Orta Şark’ta İngiltere-Sovyet Rusya savaşı. Büyük Doğu, 39, 9. Doğrul, (1946c, Ağustos 16). İki meydan okumanın şimdiki durumu. Büyük Doğu, 42, 9. Doğrul, Ö. R. (1946d, Eylül 20). Dikenli ve müzmin bir mesele. Büyük Doğu, 47, 9. Doğrul, Ö.R. (1946e, Eylül 27). Sulhle harp arasında. Büyük Doğu, 48, 9. Dr. Musaddık Lahey’de. (1952, Mayıs 30). Büyük Doğu, 15, 5. 386 İslam’ı Uyandırmak - II Efe, A. Sebilürreşad. DİA (cilt XXXVI, ss. 251-253), Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı. Emre, A., (2005). Büyük Doğu ve gelecek tasavvuru, Hece Dergisi Büyük Doğu ve Necip Fazıl Kısakürek Özel, 97, 50. Endonezya Türkiye. (1959, Nisan 1). Büyük Doğu, 9, 9. Endonezya’da din mektepleri. (1959, Mart 24). Büyük Doğu, 8, 10. Eski Diplomat (Necip Fazıl). (1951a, Kasım 17). Arap âlemi ve İngiltere. Büyük Doğu, 2, 3. Eski Diplomat (Necip Fazıl). (1951b, Kasım 18). Uyanan İslam âlemi. Büyük Doğu, 3, 3. Eski Diplomat (Necip Fazıl). (1951c, Kasım 19). Kaçırdığımız fırsat. Büyük Doğu, 4, 3. Eski Diplomat (Necip Fazıl). (1951d, Kasım 20). Paris’te mülakat. Büyük Doğu, 5, 3. Eski Diplomat (Necip Fazıl). (1951e, Kasım 21). Trablusgarb ve Oniki adalar. Büyük Doğu, 6, 3. Eski Diplomat (Necip Fazıl). (1951f, Kasım 24). Uyanan İslam âlemi. Büyük Doğu, 5, 3. Eski Diplomat (Necip Fazıl). (1951g, Kasım 24). Yeni bir İttihad-ı İslam. Büyük Doğu, 9, 3. Eski Diplomat (Necip Fazıl). (1951h, Kasım 27). İran’ın zor durumu. Büyük Doğu, 12, 3. Foto röportaj. (1959, Mart 13). Büyük Doğu, 2, 5. Foto röportaj. (1959, Haziran 5). Büyük Doğu, 14, 3. Fransa Cezayir’e sevk etmek üzere 75.000 kişiyi silah altına aldı. (1956, Nisan 14). Büyük Doğu, 16, 1-5. Fransa-Tunus ihtilafı. (1952, Ağustos 24). Büyük Doğu, 99, 1. Fransız prestiji ve boykot. (1956, Nisan 29). Büyük Doğu, 31, 5. Fransızlar Cezayir’de ağır zayiat veriyorlar. (1956, Haziran 1). Büyük Doğu, 59, 1. Genceli, A., (1952, Eylül 12). İran Şahı ve hayır işleri. Büyük Doğu, 115, 2. General Necip Veft Partisi’ne ihtarda bulundu. (1952, Ağustos 10). Büyük Doğu, 85, 1. Gürsoy, İ.H., Endonezya: sömürge dönemi. DİA (cilt XI, ss. 206-207), Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı. Güney Afrika’da İslamiyet. (1959, Ağustos 14). Büyük Doğu, 24, 9. Hac müsadesi kalktı. (1952, Temmuz 15). Büyük Doğu, 59, 1. Hacılar. (1952, Haziran 1). Büyük Doğu, 17, 1. Hicaz ve Ürdün. (1951, Kasım 19). Büyük Doğu, 4, 1. Hicaz’da veba önlendi. (1952, Ağustos 6). Büyük Doğu, 81, 1. Hicaz’da veba salgını yok. (1952, Temmuz 18). Büyük Doğu, 62, 1. Hicaz’daki veba Yahudi oyunudur. (1952, Temmuz 17). Büyük Doğu, 61, 6. Hindistan ve Pakistan’a verilen nota. (1952, Mayıs 27). Büyük Doğu, 12, 5. Hindistan’da İslam aleyhtarı numayiş. (1952, Mayıs 30). Büyük Doğu, 15, 1. Hindistan’da Müslümanlar fena muamele görüyorlar. (1952, Mayıs 23). Büyük Doğu, 8, 5. Hintli Müslümanlar Pakistan’a göç ediyor. (1952, Ağustos 21). Büyük Doğu, 96, 1. Irak ansızın Ürdün’ü ilhak etti. (1952, Haziran 3). Büyük Doğu, 19, 5. Irak Başvekiline göre Abdunnasır’ın hevesi. (1956, Nisan 1). Büyük Doğu, 3, 3. Irak’ın Ürdün’ü ilhakı karşısında diğer Arap ülkeleri. (1952, Haziran 6). Büyük Doğu, 22, 5. Irak. (1959a, Mart 6). Büyük Doğu, 1, 10. Büyük Doğu Dergisinin İslam Dünyasına Bakışı (1943-1960) 387 Irak. (1959b, Mart 20). Büyük Doğu, 3, 9. Irak-Mısır münasebeti. (1956, Temmuz 2). Büyük Doğu, 90, 5. İngiliz hariciye vekili Irak’a silah verileceği hususunda taahhütte bulundu. (1956, Haziran 27). Büyük Doğu, 85, 3. İngiltere Ortadoğu’da yeni bir siyaset takip edecek. (1956, Nisan 15), Büyük Doğu, 17, 1. İran hükümdarları büyük tezahüratla karşılandı. (1956, Mayıs 22). Büyük Doğu, 49, 1. İran şahı R. Pehlevi Mayıs’ta Türkiye’yi ziyaret edecek. (1956, Nisan 2). Büyük Doğu, 4, 1. İran’da kanlı hadiseler. (1952, Mayıs 19). Büyük Doğu, 4, 5. İran’ın Şehinşahı. (1956, Mayıs 15). Büyük Doğu, 42, 1. İran’daki hadiseleri İngiltere endişe ile takip ediyor. (1952, Ağustos 7). Büyük Doğu, 82, 1. İslam dünyasındaki Sovyet entrikaları. (1952, 23 Mayıs). Büyük Doğu, 8, 2. İslam kongresi. (1956, Haziran 27). Büyük Doğu, 85, 3. İsrail hududunda çatışma. (1952, Temmuz 15). Büyük Doğu, 59, 5. İsrail Mısır’ın Ruslardan aldığı 15 jete karşılık Fransa’dan 12 uçak satın aldı. (1956, Nisan 17). Büyük Doğu, 19, 3. İsrail’e tatbik edilen iktisadi abluka şiddetlenecek. (1952, Temmuz 1). 45, 5. İsrail-Mısır hududunda hadiseler tekrar başladı. (1956, Mayıs 9). Büyük Doğu, 40, 3. Kahire’deki Ezher Üniversitesi ve oradaki Türk talebeleri. (1952, Temmuz 31). Büyük Doğu, 75, 2. Karakoç, S., (Mart 26). Büyük Doğu. Sabah Gazetesi. Keşmir meselesi. (1952, Mayıs 31). Büyük Doğu, 16, 5. Keşmir meselesi. (1956, Nisan 4). Büyük Doğu, 6, 3. Keşmir’de plesibit yapılması fikri. (1956, Mayıs 18). Büyük Doğu, 45, 3. Kısakürek, N.F. (1956, Nisan 23). İran seyahati. Büyük Doğu, 25, 1. Korok, D.R. (1952, Mayıs 20). Fransız Emperyalizmi karşısında hür milletler ve Tunus faciası. Büyük Doğu, 5, 5. Korok, D.R. (1952a, Mayıs 28). İslam Birliği. Büyük Doğu, 13, 5. Korok, D.R. (1952b, Mayıs 31). Haziran’ın ikinci haftası. Büyük Doğu, 16, 5. Korok, D.R. (1952c, Ağustos 27). İran’daki Musaddık-Kaşani komedyaları. Büyük Doğu, 102, 5. Korok, D.R. (1956, Nisan 23), Mısır’ın asabiyet ve telaşı. Büyük Doğu, 25, 5. Kral Abdullah niçin öldürüldü? (1951, Kasım 17). Büyük Doğu, 2, 4. Kral Abdullah niçin öldürüldü? (1951, Kasım 18). Büyük Doğu, 3, 1/3. Kral Talal tahttan feragat ettirildi. (1952, Ağustos 12). Büyük Doğu, 87, 1. Lübnan’da askeri bir hükümet darbesi oldu. (1952, Eylül 19). Büyük Doğu, 121, 1. Lübnan’da siyasi buhran. (1952, Eylül 16). Büyük Doğu, 119, 1. Lübnan’da. (1952, Ağustos 19). Büyük Doğu, 94, 1. Medeni Fransa Cezayir milliyetçilerine ölüm saçıyor. (1956, Nisan 5). Büyük Doğu, 7, 1. Mısır basını aleyhimizde neşriyata devam. (1956, Mayıs 9). Büyük Doğu, 40, 3. Mısır doğrudan doğruya Rusyalardan silah alıyormuş. (1956, Mayıs 17), Büyük Doğu, 44, 3. Mısır Kızıllardan neler aldı? (1956, Mayıs 12), Büyük Doğu, 41, 5. 388 İslam’ı Uyandırmak - II Mısır Latin harflerini kabul ediyor. (1956, Haziran 13). Büyük Doğu, 71, 5. Mısır meselesi üzerine. (1951, Kasım 17). Büyük Doğu, 2, 4. Mısır Türkiye aleyhinde sistemli neşriyat yapıyor. (1956, Haziran 6). Büyük Doğu, 64, 1. Mısır Türkiye ile hadise çıkarmağa mı çalışıyor? (1956, Nisan 21). Büyük Doğu, 23, 1/5. Mısır ve Ortadoğu savunma projesi. (1952, Ağustos 22). Büyük Doğu, 97, 1. Mısır’da harf inkılabı. (1956, Haziran 18). Büyük Doğu, 76, 3. Mısır’da partiler ve ordu temizleniyor. (1952, Ağustos 30). Büyük Doğu, 105, 1. Mısır’ın manevrası. (1956, Nisan 22). Büyük Doğu, 24, 1. Mısır’ın tezvirleri. (1956, Mayıs 23). Büyük Doğu, 50, 1. Mısır-İsrail hava çarpışması. (1956, Nisan 13). Büyük Doğu, 15, 1/5. Mısır-İsrail hududunda gerginlik arttı kanlı hadiseler oluyor. (1956, Mart 30). Büyük Doğu, 1, 3. Musaddık geniş selahiyet istiyor. (1952, Temmuz 14). Büyük Doğu, 58, 1. Musaddık İran’ı istediği gibi idare edecek. (1952, Ağustos 4). Büyük Doğu, 79, 1. Musaddık kabineyi kurdu. (1952, Temmuz 12). Büyük Doğu, 56, 5. Müstensih (Necip Fazıl), (1959, Haziran 19). İslam’ın uyanışı. Büyük Doğu, 16, 9. Nasır’ın prestiji gün geçtikçe azalmaktadır. (1956, Haziran 13). Büyük Doğu, 71, 3. Nazif, N. (1945a, Kasım 21). Arap mı bunlar, Müslüman mı?. Büyük Doğu, 8, 9. Nazif, N. (1945b, Kasım 29). Java Müslümanları. Büyük Doğu, 4, 9. Nazif, N. (1945c, Aralık 28). Sadabad Paktı. Büyük Doğu, 9, 9. Nazif, N. (1946a, Ocak 11). Bir Senusiye devleti. Büyük Doğu, 11, 9. Nazif, N. (1946b, Ocak 18). Hicaz Sultanının seyahati ve yakın Şark.Büyük Doğu, 12, 9. Nazif, N. (1946c, Şubat . Hristiyanlığın düşmanının düşmanı. Büyük Doğu, 15, 9. Nazif, N. (1946d, Şubat 22). Cavalılar ve İngilizler. Büyük Doğu, 17, 9. Nazif, N. (1946e, Mart . Arap dünyası ve biz. Büyük Doğu, 19, 9. Nazif, N. (1946f, Nisan 19). Pakistan ve Hindistan. Büyük Doğu, 25, 9. Nazif, N. (1946g, Mayıs 19). Filistin’in istikbali. Büyük Doğu, 29, 9. Nazif, N. (1946h, Mayıs 3). Uzak Şark’ta Müslümanlar ve yamyamlar. Büyük Doğu, 27, 9. Nazif, N. (1946ı, Haziran 7). Ürdün Krallığı. Büyük Doğu, 32, 9. Nazif, N. (1946j, Aralık 6). Nerede bizim davamız. Büyük Doğu, 57, 9. Ogan, M.R. (1952a, Ağustos . İslam dünyasından hadiseler Mısır inkılabı. Büyük Doğu, 83, 2. Ogan, M.R. (1952b, Ağustos 9). Mısır inkılabı. Büyük Doğu, 84, 1. Ogan, M.R. (1952c, Ağustos 10). Mısır inkılabı. Büyük Doğu, 85, 2. Okay, O. (2007). Necip Fazıl Kısakürek, İstanbul: Etkileşim. Ortadoğu davası ve Türkiye. (19 Kasım 1951, Kasım 19). Büyük Doğu, 4, 1. Ortadoğu kuvvetlerini Türkiye komuta etmeli. (1952, Ağustos 10). Büyük Doğu, 85, 1. Ortadoğu Rusya’ya karşı bir kale olmalıdır. (1952, Mayıs 27). Büyük Doğu, 12, 5. Ortadoğu savunması ve Türk teklifi. (1952, Ağustos 19). Büyük Doğu, 94, 1. Ortadoğu’da Kominizm tehlikesi. (1952, Mayıs 23). Büyük Doğu, 8, 5. Ortadoğu’da komünistlere alet olan Mısır’a ihtarımız. (1956, Nisan 30). Büyük Doğu, 32, 1. Büyük Doğu Dergisinin İslam Dünyasına Bakışı (1943-1960) 389 Ortadoğu-Batı ittifakı ve Rusya. (1952, Haziran 17). Büyük Doğu, 33, 5. Özcan, A. Pakistan: Tarih. DİA (cilt XXXIV, ss. 147-149), Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı. Pakistan hür Keşmir’in yollarını inşa ediyor. (1952, Temmuz 15). Büyük Doğu, 59, 5. Pakistan intibalarım. (1952, Haziran 13). Büyük Doğu, 29, 5. Pakistan intibalarım-görüşmeler ve ziyaretler. (1952, Temmuz 2). Büyük Doğu, 46, 2. Pakistan intibalarım-Müslüman Milletler kongresi çalışmaları. (1952, Haziran 15). Büyük Doğu, 31, 2. Pakistan intibalarım-Müslüman Milletler kongresindeki konuşmanın devamı. (1952, Haziran 17) Büyük Doğu, 33, 2. Pakistan intibalarım-Müslüman Milletler tanışmalı ve anlaşmalıdırlar. (1952, Haziran 19). Büyük Doğu, 35, 1. Pakistan Keşmir’in ilhakını asla kabul etmeyecek. (1952, Ağustos 16). Büyük Doğu, 91, 1. Pakistan ve Hindistan ihtilafı. (1956, Mayıs 7). Büyük Doğu, 38, 3. Pakistan’ın siyaseti. (1952, Haziran 3). Büyük Doğu, 19, 5. Petrol ihtilafı ve yeni İngiliz teklifi. (1952, Eylül 16). Büyük Doğu, 119, 5. Prof. Ş.Ü. (Necip Fazıl). (1950, Ocak 20). Endonezya. Büyük Doğu, 15, 11. Prof. Ş.Ü. (Necip Fazıl). (1952, Temmuz 27). Müslüman Kardeşler Birliği Teşkilatı ve Sona hükümet darbesindeki rolü. Büyük Doğu, 71, 2. Rakamlarla Afrika’da İslamiyet. (1959, Mart 10). Büyük Doğu, 6, 9. Rus-Arap yakınlaşması. (1956, Haziran 14). Büyük Doğu, 72, 5. Rus-Suriye görüşmeleri. (1956, Haziran 26), Büyük Doğu, 84, 1. Rus-Suriye müzakeresi bugün de devam Edecek. (1956, Haziran 24). Büyük Doğu, 82, 1. Sovyet Rusya İran’ın Bağdat Paktı’ndan çekilmesini istiyor. (1956, Temmuz 1 Büyük Doğu, 89, 1. Subaşı, N. (2004). 1960 öncesi İslami neşriyat: sindirilme, tahayyül ve tefekkür. Modern Türkiye’de siyasi düşünce İslamcılık, İstanbul: İletişim Yayınları, 222. Suriye’nin notası. (1956, Mayıs 16). Büyük Doğu, 43, 1. Suriye’ye nota verdik. (1956, Mayıs 17). Büyük Doğu, 44, 1. Şah ziyaretinden çıkan mana. (1956, Nisan 3). Büyük Doğu, 5, 5. Togay, M.F. (1947a, Mayıs 16). Filistin’de zafer. Büyük Doğu, 63, 9. Togay, M.F. (1947b, Mayıs 16). Şimali Afrika. Büyük Doğu, 63, 9; Togay, M.F. (1947c, Aralık 20). Endonezya meselesi ve İslam dünyası. Büyük Doğu, 59, 9. Togay, M.F. (1947d, Mayıs 2). Müslümanların istiklali. Büyük Doğu, 61, 9. Togay, M.F. (1947e, Mayıs 9). Birlik ve ikilik. Büyük Doğu, 62, 8 Togay, M.F. (1947f, Ekim 3). Fransa’nın müstemlekecilik siyaseti. Büyük Doğu, 66, 8. Togay, M.F. (1947g, Ekim 10). İslam dünyasında manzara. Büyük Doğu, 67, 9. Tunus’ta İstiklal Partisi halkı mücadeleye çağırdı. (1952, Haziran 6). Büyük Doğu, 22, 1. Tunus’ta vaziyet endişe verici. (1952, Ağustos 7). Büyük Doğu, 82, 5. Tunus’ta yine bombalar patlıyor. (1952, Haziran 5). Büyük Doğu, 21, 5. Tunus’ta. (1952, Temmuz 25). Büyük Doğu, 69, 1. Türk-Arap münasebetleri Ortadoğu’nun önemi. (1956, Mayıs 31). Büyük Doğu, 58, 2. Türkiye-Mısır dostluğu. (1952, Mayıs 26). Büyük Doğu, 11, 3. 390 İslam’ı Uyandırmak - II Uzun, M. Ömer Rıza Doğrul. DİA (cilt IX, s. 490), Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı. Üçlü yeni Arap bloku. (1956, Mayıs 10). Büyük Doğu, 41, 3. Ürdün kralı yine hastalandı. (1952, Mayıs 19). Büyük Doğu, 4, 5. Ürdün kralının selahiyetleri alındı. (1952, Haziran 5). Büyük Doğu, 21, 1/5. Ürdün meselesi ve gizli kuvvetler. (1952, Haziran 14). Büyük Doğu, 30, 4. Ürdün muhafız kuvvetlerine Suudi Arabistan ve Mısır’ın yardımı. (1956, Mayıs 11). Büyük Doğu, 42, 3. Ürdün’de kral Talal’a suikast hazırlanmış. (1952, Haziran 14). Büyük Doğu, 30, 1. Ürdün’de vaziyet gittikçe karışıyor. (1952, Haziran 7). Büyük Doğu, 23, 1/3. Ürdün-Mısır askeri anlaşması imzalandı. (1956, Mayıs 7). Büyük Doğu, 38, 3. Veft Partisi temizlik için ısrar etmiyor. (1952, Eylül 7). Büyük Doğu, 110, 1/5. Yahudi zulmü. (1952, Haziran 27). Büyük Doğu, 41, 1. Yahudiler Birleşmiş Milletler kararlarını dinlemiyorlar. (1952, Haziran 29). Büyük Doğu, 43, 5. Yeni Lübnan hükümeti. (1952, Eylül 12). Büyük Doğu, 115, 1. Yine Fransa, Frank ve Cezayir harbi. (1959, Mart 13). Büyük Doğu, 2, 12. Yine Mısır. (1951, Kasım 19). Büyük Doğu, 4, 4.
.Cehil ve Kızıl Taassuba Karşı Olan Bir Dergi: Hak Mecmuası Güngör Göçer 394 İslam’ı Uyandırmak - II rosuna baktığımızda Ziya Şakir dışında beş farklı isim karşımıza çıkmaktadır ki, bunlardan Z. Melek de zaten Ziya Şakir’in müstear isimlerinden birisidir. Geriye kalan isimlerden de iki ismin Ziya Şakir olma ihtimali kuvvetle muhtemeldir. Bu nedenle derginin içeriği ve yazılarının çoğu Ziya Şakir’in eseridir. Cemil Meriç’in ifade ettiği gibi “bir neslin vasiyetnamesidir dergi; vasiyetnamesi, daha doğrusu mesajı”. Ziya Şakir’de Hak mecmuası ile topluma kendi düşüncesi doğrultusunda doğru olduğuna inandığı mesajlarını vermeye çalışmıştır. Bu düşünceler içinde ilk planda karşımıza çıkanlar Müslümanlar arasında var olan mezhep ihtilaflarının yanlışlığı ve Demokrat Parti’nin din düşmanı olmadığını fikridir. Büyük amaçlar taşıyarak yayın hayatına başlayan dergi çok uzun soluklu olmamış ve 6 sayı yayımlandıktan sonra 13 Temmuz 1949 yılında her hangi bir neden belirtilmeksizin sessiz sedasız yayın hayatından çekilmiştir. Bu durum Cemil Meriç’in “Bizde hazin bir kaderi var dergilerin; çoğu bir mevsim yaşar, çiçekler gibi. En talihlileri bir nesle seslenir” (Meriç, 1998, s. 101) tespitini akla getirmektedir. Biz bu çalışmamız çerçevesinde her ne kadar “ilmi ve siyasi mecmua” olduğu iddiasıyla ortaya çıksa da aslında içerik olarak İslamî kaygılar taşıyan Hak dergisinin analizini ve dergiyi çıkaran Ziya Şakir (SOKO) ismi etrafında ortaya koymaya çalışacağız. Ziya Şakir’in Hayatı Cehil ve kızıl taassuba karşı olduğu iddiasıyla yayın hayatına başlayan Hak mecmuasının kurucusu Ziya Şakir’dir.1 Ziya Şakir, 1883 (1300) senesinde, İstanbul’da Ayasofya civarında dünyaya gelmiştir. Doğduğu ev Sultan Ahmet yangınında yanmıştır (Eryüksel, 1949, s. 5). Ziya Şakir’in dedesi Hacı Mustafa Efendi II. Mahmut döneminden itibaren sarayda görev yapan birisi olduğu için Ziya Şakir ve ailesi saraya yakın bir konumda yer almışlardır. Bu yakınlığın bir sonucu olarak Ziya Şakir yedi yaşında iken yirmi kadar daha çocuk ile birlikte II. Abdülhamid’in oğlu Burhaneddin Efendi ile birlikte sünnet olmuşlardır (Şakir, 1952). Ziya Şakir’in babası Hacı Şakir Bey, annesi de Huriye Hanım’dır. Aslen Sivas’ın Divriği kazasının Hikme nahiyesine tabi Bahtiyarfenk (Bahtiyar) köyündendir (Özaygün, 2004). Ziya Şakir köylerinin de dahil olduğu Divriği’yi şöyle 1 Ziya Şakir (SOKO) hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Göçer (2017). Cehil ve Kızıl Taassuba Karşı Olan Bir Dergi: Hak Mecmuası 395 tanıtmaktadır; “Anadolu’nun ortasında, Sivas ile Erzincan arasında bulunan bu kasabanın havası, mutedildir. Umumiyetle ahalisi zeki ve sakindir. Divriği arazisinin büyük bir kısmı yalçın kayalardan ve yüksek şahikalardan müteşekkil olduğu gibi, tabii servet kaynakları da henüz inkişaf etmediği için halkı zengin değildir. Fakat kasabanın zenginlerinden köylülerin en fakirlerine kadar hepsi cömerttir, misafirperverdir. Kasabada ve köylerde asalete ve ahlak nezahetine ehemmiyet verilir. Aileler arasında eski Türk töresine göre yedi ceddini bilenler ve sayanlar az değildir. Adliye ve zabıta sicilleri göze çarpacak kadar temizdir” (Şakir, 2011, ss. 25-26). Bu açıklamada da ifade edildiği gibi kendi soyunu “yedi ceddine” kadar tafsilatı ile bilen bölge insanından birisi de Ziya Şakir’dir. Ziya Şakir’e göre ailesi soy olarak Hasanbeyoğullarından gelmektedir. Hasanbeyoğulları Sivas çevresinde yaşayan ve Sipahizâdeler olarak nam salmış bir ailedir. Aile IV. Murat ile birlikte Bağdat’ın fethine de katılmıştır. Ziya Şakir’in annesi Huriye Melek Hanım ise Konya Beyşehir’de ikamet eden Avşar Bağlarının sahiplerinden Saçlızâdelerdendir (Üstündağ, 2011, s. 37; Eryüksel, 1949, s. 5). Ayda Hanım ailesi ile ilgili verdiği bilgiye göre Ziya Şakir’in dedesi Hacı Mustafa Efendi’nin I. Mahmut döneminde saray hizmetine girmiş, Sultan Hamid döneminde emekli olmuş Teberdar Hassa Kethüdası Hacı Mustafa Efendi olduğunu ifade etmektedir (Üstündağ, 2011, s. 37). Ancak Ziya Şakir dedesi Hacı Mustafa Efendi hakkında verdiği bilgide şunları söylemektedir: “Büyük babam Yeniçeriliğin kaldırıldığı sıralarda İstanbul’a gelmiş, henüz 16 yaşlarında olduğu halde Adile Sultan’ın sarayına girmiştir. Bir iki sene sonrada doğrudan doğruya Sultan Mahmut’un mahiyetine alınarak Topkapı Sarayı’na geçmişti. Sultan Aziz vefat ettiği zaman memuriyeti Taberdaranı Hassa (Hassa Baltacıları) kethüdası idi” (Şakir, 1947, s. 2). Ziya Şakir’in verdiği bu bilgilere bakıldığında Ayda Hanım’ın verdiği bilginin aksine Hacı Mustafa Efendi’nin I. Mahmut döneminde değil II. Mahmut döneminde saray hizmetine girdiği anlaşılmaktadır. Ziya Şakir babasının görevi itibari ile tahsil hayatını çeşitli şehirlerde sürdürmüştür. İlk ve rüştiye eğitimini İstanbul Divanyolu’nda Burhan-ı Terakki Mektebinde tamamlamıştır. O sırada babasının askerlik görevi Bursa’ya nakledildiği için onunla beraber giderek Bursa İdadisine girmiştir. Bursa’da sadece bir sene eğitim gördükten sonra tekrar İstanbul’a gelerek Vefa İdadisi’ne nakledilmiştir (Eryüksel, 1949, s. 6). Daha sonra babasının Halep Jandarma Komutanlığına nefyedilmesi ve o sırada yazmaya başladığı yazılar nedeni ile hakkında başlayan takibattan babasıyla birlikte Halep’e giderek kurtulmuştur (Eryüksel, 1949, s. 11). 396 İslam’ı Uyandırmak - II Ziya Şakir, Halep’e gittikten sonra idadi eğitimini orada tamamlayarak üç yıl sonra İstanbul’a geri dönmüştür. Eğitim hayatının sonraki safhasında hukuk mektebine devam etmiştir. Eğitim hayatı devam ederken bir taraftan da çeşitli gazetelerde yazarlık yapmaya başlamıştır (Eryüksel, 1949, s. 15). Ziya Şakir’in babası Hacı Şakir Bey, Osmanlı ordusunda zabit olup Halep jandarma komutanlığı dahil birçok görevde bulunmuştur. Bu görevlerinden birisi de II. Abdülhamid’in saltanatın son zamanlarına bulunduğu Antep Süvari Jandarma Müfrezesi Komutanlığıdır (Şakir, 1938, s. 6). Hacı Şakir Bey bu görevi sırasında Antep ve çevresinde birçok kanlı şekavet olayına karışmış olan eşkıya Kara İsmail’i yakalamayı başarmıştır. Bu başarısı karşılığında Hacı Şakir Bey’e Kara İsmail’in kullandığı kara martin tüfek hediye edilmiştir. Bu tüfek Ziya Şakir’in verdiği bilgiye göre Sultan Ahmet’te bulunan evlerinin yandığı döneme kadar hatıra olarak kendilerinde bulunmuştur. Hacı Şakir Bey’in bu başarısı aynı zamanda onun bir haksızlığa uğramasına da neden olmuştur. Bu başarıyı ödüllendirmek isteyen II. Abdülhamid’e Halep valisi Enis Bey kendi akrabası olan Yüzbaşı Şevket Bey’in ismini göndermiştir. Böylece Şevket Bey binbaşılığa terfi ettirilmiş, dördüncü rütbeden Osmanî nişanı ve yüz altın ihsan-ı şahane ile ödüllendirilmiştir. Ziya Şakir’in ifadesine göre Vali Enis Bey, büsbütün haksızlık etmemek adına Hacı Şakir Bey’e de on lira ve Kara İsmail’in tüfeğini hediye etmiştir (Şakir, 1938, s. 6). Hacı Şakir Bey, I. Dünya Savaşı’ndan sonra da emekli olup memleketine gitmiş ve orada vefat etmiştir (Üstündağ, 2011, s. 37). Ziya Şakir’in Kazım Şakir isminde bir erkek kardeşi vardır. Kardeşi ile oldukça yakın olan Ziya Şakir siyasi düşünceleri açısından da kardeşi ile ortak fikirlere sahiptir. Ziya Şakir, kardeşi Kazım Şakir ile birlikte I. Balkan Harbi’ne katılmış ve onunla omuz omuza çarpışmıştır. Beraber esaret altında kalmışlar ve yine beraber firar ederek özgürlüklerine kavuşmuşlardır. Ziya Şakir’in kardeşine karşı bir baba şefkati ile hareket ettiği, onu koruyup kollamak için kendisini mesul saydığı Meçhul Asker ve Edirne Müdafaası adlı eserlerinde açık bir şekilde görülmektedir. Ancak ilerleyen yıllarda Kazım Şakir’in akıbeti hakkında ise bir bilgi sahibi değiliz. Ayda Hanım amcası Kazım Şakir’in devletin istihbarat servisinde çalıştığını ancak ilerleyen dönemlerde nasıl bir hayat geçirdiği konusunda bilgisinin olmadığını ifade etmektedir (Üstündağ, 2016). Ziya Şakir’in aile hayatı çok da istediği gibi huzurlu ve müreffeh bir şekilde geçmemiştir. Özellikle onun gençlik yıllarında takip ettiği siyasal faaliyetler Cehil ve Kızıl Taassuba Karşı Olan Bir Dergi: Hak Mecmuası 397 fırtınalı bir yaşam sürmesine neden olmuştur. Bu fırtınalı yaşam sadece siyasi yaşamında değil aile yaşamında da Ziya Şakir’in peşini bırakmamıştır. Ziya Şakir beş evlilik yapmıştır. Eşlerinden birincisinin kim olduğu ile ilgili bir bilgiye sahip değiliz. İlk evliliğinden bir oğlu dünyaya gelmiştir (Üstündağ, 2011, s. 23). İkinci eşi Saliha Hanım’dır. Bu evlilikten Mehmet Orhan dünyaya gelmiştir. Ancak Ziya Şakir’in fırtınalı yaşamı ve yaşadığı sürgünler Saliha Hanım’ın hayatını zorlaştırmıştır. Tahammül sınırlarını zorlayan bu yaşama daha fazla dayanamayan Saliha Hanım 22 yaşında vefat etmiştir (Üstündağ, 2011, s. 38). Ziya Şakir, Saliha Hanım’dan sonra bir evlilik daha yapmış olmasına rağmen bu evlilik hakkında da bir bilgi sahibi değiliz. Bu evlilikten de bir erkek evladı daha dünyaya gelmiştir. Ziya Şakir’in dördüncü eşi bir ilkokul öğretmeni olan İsmet Hanım’dır. İsmet Hanım’dan da bir kız çocuğu olan Ziya Şakir’in bu evliliği de istediği gibi huzurlu bir şekilde devam etmemiştir. Asabi bir kişiliğe sahip olan İsmet Hanım’ın kendisi ile tartıştığı İstanbul Milli Eğitim Müdürü Vedat Fıratlı’yı yanında taşıdığı silahla vurması ve ardından da intihar etmesi, bu evliliğini de sonlandırmıştır. İntiharı sonrası eşinin cesedinin üstü örtülü bir şekilde eve getirilmesi ve Ziya Şakir için dayanılması güç bir durum olmuştur (Üstündağ, 2011, s. 60). Ayda Hanım bu cinayetin sebebinin, sonradan anlaşıldığına göre, Milli Eğitim Müdürü Vedat Fıratlı’nın, İsmet Hanım’ın yanında bulunan bir arkadaşına sarkıntılık etmesi olduğunu ifade etmektedir (Üstündağ, 2016). Ziya Şakir’in aile yaşamındaki sıkıntılar sadece bunlarla sınırlı kalmamıştır. Annesinin intiharından sonra Ziya Şakir’in kızı Ülya Hanım, ülkesini terk ederek bir maceraya atılır. Önce İngiliz Hava Kuvvetlerinden bir pilotla evlenen kızı, kocasının ölümünden sonra ortadan kaybolur ve bir süre sonra Hollywood’da ortaya çıkar. Daha sonra Brezilyalı bir kahve üreticisi ile evlenen kızı, bu evlilikten bir erkek çocuk sahibi olur. Brezilyalı eşinden ayrıldıktan sonra Ortadoğu’da barajlar yapan İngiliz bir mühendisle evlenen Ülya Hanım, Ziya Şakir’in en büyük kaygılarından birini oluşturmaktadır. Bu gelgitler arasında yaşamını sürdüren kızının alkol ve uyuşturucu bağımlısı olduğunu öğrenmesi Ziya Şakir’i daha da sarsar. Ziya Şakir’in ölümünden bir süre sonra kızı aşırı dozdan Londra’da bir otelde ölü olarak bulunur (Üstündağ, 2011, ss. 60-63). En küçük çocuğunun bu trajedisinin yanında Ziya Şakir’in büyük oğlu Ayda Üstündağ’ın verdiği bilgiye göre, bir cinayete kurban gitmiştir (Üstündağ, 2011, s. 23). Ancak Ayda Hanım bu hadisenin ayrıntıları hakkında eserinde bir 398 İslam’ı Uyandırmak - II bilgi vermemektedir. Ayda Hanım evinde yaptığımız görüşmede ise ismini hatırlayamadığı bu amcasının Ermeniler tarafından öldürüldüğünün evde sık sık tekrarlandığını ifade etmektedir (Üstündağ, 2016). Yaklaşık ölüm tarihi olarak belirttiği yıllar Ziya Şakir’in I. Dünya Savaşı sırasında Bursa’da bulunduğu yıllara tekabül etmektedir. İleride açıklayacağımız üzere Ziya Şakir, Bursa’da Ermeni kalkışmalarına karşı çeşitli faaliyetlerin içinde olmuştur. Bu hadise nedeni ile intikam almak isteyen Ermenilerin böylesi bir cinayet işlemiş olmaları da oldukça muhtemeldir. Ziya Şakir’in bekli de yaşlılık döneminin en büyük mutluluğunu oğlu Mehmet Orhan’dan olan torunları oluşturmaktaydı. Ziya Şakir’in özellikle de torunu Ayda’ya karşı oldukça düşkün olduğu ifade edilmektedir. Bunda kızının başına gelenlerden dolayı yaşadığı üzücü hadiselerin doğrudan etkisi olduğunu düşünmek çok da yanlış olmayacaktır. Bu noktada şu anekdot da bu düşkünlüğü göstermesi bakımından önemlidir; Ziya Şakir yakın arkadaşı olması sebebiyle torunu Ayda’yı da yanına alarak Satvet Lütfi’yi çok defa ziyaret etmiştir. Bu ziyaretlerden birisinde Satvet Lütfi çocuğu olmadığı için Ziya Şakir’den torunu Ayda Hanım’ı kendisine evlatlık olarak vermesini istemiştir. Bu teklife çok sinirlenen Ziya Şakir’in “ben bir torununa bakamayıp da onu evlatlık verecek adam mıyım” diye çıkıştığı Ayda Hanım tarafından ifade edilmiştir (Üstündağ, 2016). Ziya Şakir’in en düzenli evliliği ise beşinci eşi Zehra Hanım’la olandır. Zehra Hanım aslen Boşnak asıllı olup Bursalıdır. Elimizde bulunan evlilik cüzdanına göre Ziya Şakir ile Zehra Hanım 10.05.1946 yılında Bursa’da evlenmişlerdir. Zehra Hanım’ın Ziya Şakir’e gösterdiği ilgi ve ihtimam, Ayda Hanım tarafından da övgüyle anlatılmaktadır (Üstündağ, 2011, s. 60). Zehra Hanım kültürel anlamda Ziya Şakir ile kıyaslandığında bazı eksikliklere sahiptir. Ancak o, gösterdiği saygı ve sevgi sayesinde Ziya Şakir’in çalkantılı bir şekilde geçen dört evliliğinden sonra, en huzurlu dönemini yaşamasını sağlamıştır. Bu konuda Ayda Üstündağ’ın verdiği bilgiler de bu yaklaşımımızı doğrular niteliktedir. Ziya Şakir’in ailesi içinde zikretmeye değer iki isim daha vardır. Bunlardan bir tanesi Bahtiyar diğeri de Yasemin adlı iki manevi kızıdır. Ziya Şakir dördüncü eşi İsmet Hanım ile Sivas’a akrabalarını ziyarete gittiklerinde yakın köylerden birisinde kimsesiz kalan bir kız çocuğunu evlatlık olarak himayesine alır (Şakir, 1946, s. 14). Bu kıza Bahtiyar ismini koyar. Ziya Şakir’in yanında Bahtiyar’ın özel bir yeri vardır. Zira o, memleketinden “bir avuç toprak, bir nefes rüz- Cehil ve Kızıl Taassuba Karşı Olan Bir Dergi: Hak Mecmuası 399 gar”dır. Bahtiyar büyüdüğünde, Ziya Şakir pek evden çıkmamaya başlamıştır. Bu dönemde Bahtiyar, Ziya Şakir’in dışarıdaki bütün işlerini takip eder, bütün kitaplarını bilir ve onun istediği gazete ve kitapları kısa sürede bularak (Üstündağ, 2011, s. 39) işlerinde ona yardımcı olurdu. Ziya Şakir’in ikinci manevi kızı Yasemin ise Habeş asıllıdır (Üstündağ, 2011, s. 54). Ancak Ziya Şakir’in Yasemin’i nasıl evlat edindiği ile ilgili bir bilgiye sahip değiliz. Ziya Şakir’in Din Anlayışı Ziya Şakir birçok tarihî eserin ve romanın yanında önemli miktarda da dinî eser kaleme almıştır. Dini eserleri kaleme alırken bunları salt gelir getiren bir iş mantığı ile kaleme almadığını düşünüyoruz. Bizce eserlerinde inandığı değerleri ve düşünceleri aktarmaya çalışmıştır. Bu noktadan bakıldığında da onun dini hasletlere karşı meyyal olduğu rahatlıkla söylenebilir. İslam tarihi ve mezhepler temelinde ortaya koyduğu eserlerinde “ehlibeyt” taraftarlığı ve Bektaşiliğe karşı olan meyli hemen dikkat çekmektedir. Torunu Ayda Hanım’ın verdiği bilgiye göre Ziya Şakir’in köyü olan Bahtiyarfenk köyü aslen bir Alevi köyüdür. Bu nedenle onun “muhibbi ehlibeyt” taraftarı olması pek şaşırtıcı değildir (Üstündağ, 2016). Bu anlayışın bir etkisi olarak, Emeviler ve onların temsil ettiği anlayışa karşı ise derin bir tepki duyan Ziya Şakir, Emevi halifelerini de “dinsizlik, içki, şehvet ve eğlence düşkünlüğü” ile anmaktadır (Şakir, 1937, Kerbela Vakası; Şakir, 1937, Horasanlı Eba Müslim; Şakir, 1937, Şah İsmail ). Ancak Ziya Şakir’in dini eserlerinde ortaya koyduğu Şiaya yakın duran buna karşılık da Sünniliği eleştiren ve Sünnileri Şiaya düşman olmakla suçlayan yaklaşımları sert eleştirilere de muhatap olmasına neden olmuştur. Bu çerçevede Ziya Şakir’in yazdığı Din Dersleri ve Mezhepler ve Tarikatlar isimli eserlerinde görülen hatalar Sebilürreşad dergisinde yayımlanan birkaç makalede çok sert bir şekilde eleştirilmiştir (Saraçlar, 1947, ss. 91-94). Din Dersleri adlı eserde yapılan eleştiride hatalar maddeler şeklinde teker teker açıklanmaya çalışılmıştır. Ziya Şakir, Mezhepler ve Tarikatlar (1948) adlı eserinde Şia mezhebi ile Sünni mezheplerin ortaya çıkmasını ele almaktadır. Eserde İslam dünyasında yaşanan mezhepçi bölünmenin temelinde Hz. Muhammed’in ölümünden sonra halifenin kim olması gerektiği sorununun olduğunu ortaya koymaya çalışmıştır. Bu çerçevede de Hz. Ali ve ehlibeyte karşı haksızlık yapıldığına özellikle dikkat çekmektedir. Bu eserde ortaya koyduğu düşünceler de Sebilürreşad der- 400 İslam’ı Uyandırmak - II gisinde yer alan bir başka makalede de ehlisünnet âlimlerine saldırdığı ve Şiayı övdüğü gerekçesi ile eleştirilmiştir (Ogan, 1948, ss. 231-232; Gürkan, ss. 243- 244). Yusuf Ziya Gürkan ise Ziya Şakir’in yazdıklarının ardında onun Sivas’tan milletvekili adayı olmasının etkili olduğunu iddia etmektedir. Ona göre Ziya Şakir bölgeden oy alabilmek için böyle bir yola başvurmuştur çünkü Gürkan’a göre “böyle siyasi oyunların zamanı geçmiştir” (Gürkan, 1948, s. 244). Ancak burada şu noktayı unutmamak gerekir ki, Ziya Şakir Demokrat Parti’nin ısrarı nedeni ile siyasete girmiş ve aday olmuştur. Ayda Hanım’ın verdiği bilgiye göre Ziya Şakir’in kabul etmesi durumunda seçilmesi kesin bir yerden aday gösterilmesi teklif edilmiş fakat Ziya Şakir bu teklifi kabul etmemiştir. Bu nedenle onun yazdıklarını siyaseten seçimi kazanmak adına yapılan bir girişim olarak ifade etmek çok da isabetli bir yaklaşım değildir diye düşünmekteyiz. Bu eleştirilerde açıklanan hususlar göz önüne alındığında Ziya Şakir’in Şia mezhebine ve Bektaşi tarikatına duyduğu yakınlığın onun yorumları üzerinde etkili olduğu açıkça görülmektedir. Bu çerçevede ilk yazdığı eserlerden birisinin Bektaşilik ile ilgili olması, daha sonra Bektaşi nefesleri ve Bektaşi fıkraları ile ilgili eserler kaleme alması da bu yaklaşımımızı kuvvetlendirmektedir. Ziya Şakir’in Bektaşilik (1931) adlı eseri zaman bağlam ilişkisi dikkate alınarak yorumlandığında oldukça dikkate değer sonuçlar ortaya çıkmaktadır. Ziya Şakir’in eserini kaleme aldığı dönemin en önemli konularından birisini ibadetlerin Türkçe olup olamayacağı ile ilgili tartışma oluşturmaktadır (Güllü, 2015, s. 217). Bu tartışmanın ulaşmaya çalıştığı sonuç ise İslam’ın millileştirilerek “milli bir dinin” oluşmasını sağlamaktır (Aktay, 2000). Aslında bu sorun yeni kurulan devletin laiklik politikası ile de doğrudan alakalı idi. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı Devleti’nden farklı olarak din ve din adamlarına ibadet alanı dışında toplumsal veya siyasi bir yetki vermek düşüncesinde değildi (Lewis, 1998, s. 408). Bu nedenle de hilafet kurumu ile Şeriye ve Evkaf Vekâleti kaldırılmıştı. Kalkan kurumların yerine Diyanet İşleri Başkanlığı ile Evkaf Umum Müdürlüğü kurulmuştu. Akabinde tekke, zaviye ve türbeler kapatılarak 1928 yılında da harf inkılabı yapılmıştı. Böylece devlet, dinin toplumsal olarak ikinci plana atılarak sadece namaz, oruç, zekat gibi ibadetlerden oluşan bir konuma indirgenmesine çalışmaktaydı. Bu noktada en önemli sorunlardan birisi de ibadet dilinin ne olacağı sorunu etrafında düğümlenmekteydi. İbadet dilinin ve Kur’an’ın Türkçeleştirilmesi tartışmaları Dücane Cündioğlu’nun ifadesi ile “siyasi bir program”dı (Cündioğlu, 1998a, s. 118). Öncelikle toplumda yavaş yavaş ibadetlerin herkesin kendi dilinde yapılması ile ilgili konular gündeme Cehil ve Kızıl Taassuba Karşı Olan Bir Dergi: Hak Mecmuası 401 taşınarak toplum bu fikre alıştırılmaya çalışıldı. Mehmet Akif ve ardından da Elmalı Hamdi Yazır, TBMM tarafından Kur’an’ın meali ve tefsirini hazırlamak üzere görevlendirildiler (Cündioğlu, 1998b, s. 20; Düzdağ, 1996, ss. 127-130; Cündioğlu, 1998b, ss. 122-123). Ancak bu görevin verilmesinden kısa bir süre sonra ortaya çıkan Türkçe ibadet tartışmaları ve İstanbul Göztepe Camii imamının 1926 yılında Türkçe olarak namaz kıldırması (Aydar, 2007) gibi toplumun tepkisini çeken uygulamalar üzerine Mehmet Akif yaptığı tercümenin siyasal bir projeye hizmet edeceğinden çekinerek verilen görevi yapamayacağını belirtip vazifesini iade etmiştir (Düzdağ, 1996, s. 129). 1928 yılında İsmail Hakkı Baltacıoğlu dini hayatın reforme edilmesi konusunda bir rapor hazırlamıştır. Bu rapor İstanbul Üniversitesi’nde kurulan bir komisyon tarafından tartışılmış ancak bir karara varılamamıştır. Buna rağmen 20 Haziran 1928’de bu rapor basına sızmış ve hocaların ortak kararı gibi kamuoyuna sunulmuştur. Bu raporda din alanında yapılması gereken reformların neler olması gerektiği konusunda bir dizi öneri bulunmaktadır. Buna göre öncelikle camilere sıralar konularak halkın temiz ayakkabılarla girmesi önerisi getirilerek ibadet mekanlarının modernize edilmesi önerilmiş, ibadet dilinin Türkçe olmasının ve namaz başta olmak üzere bütün dua ve ibadetlerin de Türkçe yapılmasının öneminden bahsedilmiştir. Raporun bir diğer önerisinde de ibadetleri güzel ve etkileyici bir şekle sokmak için camilere dini müzik yapan müzisyen ve müzik aletlerinin sokulması gerektiği ifade edilmiştir. Bu öneriler içinde ibadet dilinin Türkçe olması öne çıkmış ve diğer öneriler ise çok dikkate alınmamıştır (Lewis, 1998, s. 408-411; Güllü, 2015, s. 220). Bu dönemde başlayan bu ve benzeri çalışmaların resmi otorite tarafından desteklendiğinin hissedilmesi benzer fikirlerin sık sık kamuoyuna sunulmasına neden olmuştur. Örneğin A. İbrahim (1934) eserinde şöyle demiştir: Mukaddes içtima mahallerine gelenler temiz giyineceklerinden ibadet şeklini değiştirmek ve ibadeti araları az mesafeli münferit kürsülerde yapmak gibi kolaylıklara ve asri şekillere tevessül etmek lazımdır. Camilere biraz musiki girmelidir. Ruhları incelten ve kalpleri tehyiç eden hiç şüphesiz sanat, şiir musikidir. (ss. 74-75) Toplumda dini hayatın devlet eliyle dizayn edilmesi çalışmaları kapsamında yaşanan tartışmalara Ziya Şakir de Bektaşilik adlı eseri ile dahil olmuştur. Ziya Şakir’e göre Alevilik ve Sünnilik ortaya çıktıktan sonra Acem kültürü ve Arap kültürü, Türk kültürünü tehdit etmekteydi. “Türklerin öz dilleri bile bu tehlike içine girmiş gibiydi. Dini ibadetler yabancı lisanlarla yapılıyor ve fakat anlaşılmayan bu lisanlar bütün zahiri tantana ve tumturaklarına rağmen Türklerde 402 İslam’ı Uyandırmak - II hiçbir zevk ve heyecan uyandırmıyordu” (Şakir, 1931a). Ziya Şakir “Kur’an’ın ve diğer duaların yabancı lisanı onların kalbinde hiçbir sarsıntı, hiçbir heyecan husule getirmiyordu” diyerek ibadetin Türkçe olup olmaması ile ilgili tartışmada tarafını açıkça beyan etmiştir. Ziya Şakir (1946a) yine aynı eserde Türklerin İslam dinini kabul etmelerine rağmen eski dinlerinin adetlerini; kadınlı kızlı ve sazlı ayinlerini unutamadıklarına da dikkat çekerek “zeytinyağı kokan camilerde sadece erkeklerin ibadet ettiği” (s. 3) sıradan törenlere Türklerin ısınamadığını belirtmiştir. Bu noktada Ziya Şakir’in camilerdeki ibadetlerle İslam öncesinde Türklerin sazlı (müzikli), kadınlı ve erkekli ayinlerini karşılaştırması oldukça dikkat çekicidir. Bu konuda şunları söylemektedir: “Raks ve musiki bunlar insan ile beraber doğmuş insan ruhunun en büyük ihtiyacı olmuştur. Ruhun bu derece bariz ve mübrem bir ihtiyacını tatmin eden bir vasıtayı baltalamak ne büyük bir insafsızlıktır. İşte zahir uleması, tasavvuf alimleri ile bunların peyki olan tarikat ehlini hırpalamak için daima o insafsızlık silahını kullanmışlardır” (Şakir, 1943, s. 156). Daha önce de İstanbul Üniversitesi tarafından hazırlanan raporda camilere getirilecek müzik aletlerinin ibadetleri daha güzel ve etkileyici hale getireceğine dikkat çekildiğini belirtmiştik. Ziya Şakir’in bu düşünceden etkilenip etkilenmediğini bilemiyoruz ancak bu görüşe paralel bir şekilde Türklerin İslamîyet’ten önceki ibadet şekilleri ile İslamîyet sonrasında kabul ettikleri ibadet şekillerini kıyaslamış ve camilerdeki ibadetin “yeknesaklığına” özel bir vurguda bulunmuştur. Eserinde Bektaşilerde bu yeknesaklığın olmadığını, cem ayininde neler yapıldığını “Sonra Nefis Bir Musiki ile Beraber Erkek ve Kadınların Raksı Başlar” (Şakir, 1931a, s. 9) başlığı ile ayrıntılı bir şekilde anlatarak ortaya koymuştur. Ziya Şakir’in tespitleri ibadet dilinin Türkçe olmasını savunan resmi otoritenin isteklerine uygun bir duruş sergilemiştir. Bu nedenle de dönemin resmi otoritesi bu tefrikanın bir süre daha devamını isteyerek halkın ibadet konusu hakkındaki düşüncesini değişim için hazırlamaya çalışmıştır. Ziya Şakir’in bu eserinden sonra 1932 yılının Ramazan ayında Yerebatan Camisi’nde ilk Türkçe ezan okunarak bu süreç başlatılmıştır (Adak, 2010). İbadet dilinin Türkçeleşmesi sürecinde Ziya Şakir’in bu tespitlerinin bir etkisinin olmadığını düşünmek mümkün değildir. Zaten devlet yetkililerinin Bektaşilik tefrikasının bir süre daha devamını istemeleri bu etkinin varlığının da açık bir göstergesidir. Ziya Şakir’in Bektaşilik tarikatını anlattığı eserinin bir başka dikkat çeken tarafı da “Menemen olayı” olarak adlandırılan ve dini içerikli olduğu iddia edi- Cehil ve Kızıl Taassuba Karşı Olan Bir Dergi: Hak Mecmuası 403 len bir olaydan yaklaşık iki ay kadar sonrasına denk gelmesidir. Bu, sadece basit bir rastlantıyla açıklanamayacak bir durumdur. Menemen olayı sonrası bu olaya karışanların yargılamasının başladığı bir dönemde Ziya Şakir, “Bektaşilik” tefrikasını yayınlamaya başlamıştır. Bu siyasal atmosferde yaşanan tartışmaların merkezinde din ve tarikatların olması nedeni ile bu konuda yapılacak bir çalışmaya yoğun bir ilginin olacağı ortadaydı. Ziya Şakir de bu hususu göz önüne almış olmalı ki tam da böylesi bir dönemde konu ile ilgili eserini kaleme almıştır. Ziya Şakir, Menemen olayı ile ilgili yargılamaların devam ettiği süreçte, arkadaşlarının tarikatlarla ilgili eserini yayınlamaması konusunda uyarılarda bulunduğunu ifade etmektedir (Eryüksel, 1949, s. 108). Ancak eserin yayınlanmasından sonra arkadaşlarının korkusunun aksine resmi otorite tarafından tefrikanın devamı konusunda teşvik edilmesi oldukça manidardır. Ziya Şakir bu talebin gelmesini eserini “bitaraflıkla” yazmış olmasına bağlamaktadır (Eryüksel, 1949, ss. 27-28). Ancak bu talep aslında eserin bitaraflığından ziyade dönemin resmi otoritesinin din ve toplum görüşlerine uygun bir anlayışa sahip olmasından kaynaklanmaktadır. Bu hususlar göz önüne alındığında Ziya Şakir’in “Bektaşilik” tefrikası yayınlandığı zamanla paralel bir okumaya tabi tutulduğunda daha doğru bir değerlendirmeye ulaşılacaktır. Ziya Şakir’in II. Abdülhamid ile ilgili olarak devrinin sert diline rağmen daha yumuşak bir üslup kullanması ve hatta faydalandığı hatıratlardaki sert sözleri ise eserine almamasının arkasında ki nedenlerden birisi de bize göre II. Abdülhamid’in Bektaşilik ile ilgili olarak takip ettiği olumlu siyasettir. Bunun yanında II. Abdülhamid’in yakın hizmetinde bulunan birçok görevlinin Bektaşi olması da bir başka etkendir. Ziya Şakir’e göre bu görevlilerden bazıları şunlardır: “Mahmut Nedim Paşa, Halil Rıfat Paşa, Şakir Paşa, Avlonyalı Ferit Paşa, Başkatip Tahsin Paşa, Tüfekçi Başı Tahir Paşa, Tüfekçi Halil Bey, Harem-i Hümayun kapısı muhafızı Boşnak Yusuf Bey, şifre katibi Kamil Bey, Kilercibaşı Osman Bey (Şakir, 1946a, s. 3). Ziya Şakir’e göre Bektaşiler, Osmanlı saltanatının sona ermesinden memnundurlar. Çünkü Osmanlı padişahları Bektaşilerden gördükleri iyiliğe karşı nankörlük yapmışlardır. Özellikle de II. Mahmut, Yeniçeri Ocağını kaldırarak bu hatalardan en büyüğünü yapmıştır (Şakir, 1931a, s. 9). II. Mahmut sadece Yeniçerileri ortadan kaldırmakla yetinmemiş aynı zamanda Yeniçerilerin en önemli destekçisi olan Bektaşi tarikatının da yasaklanmasını sağlamıştır (Maden, 2013, s. 63). Bu çerçevede Bektaşilere ait olan ve 1766’dan altmış yıl önce yapılan tekkeler eski kabul edilmiş ve bu tarihten sonra 404 İslam’ı Uyandırmak - II yapılan tekkelerin de yıkılmasına karar verilmiştir (Maden, 2013, s. 71). Böylece Bektaşi tarikatı II. Mahmut döneminde çok ağır bir yara almıştır. Alınan bu karar ve uygulama düşünüldüğünde kendisi de bir Bektaşi olan Ziya Şakir’in bu kararı alanlara karşı tarafsız olmasını beklemek çok da gerçekçi bir yaklaşım olmayacaktır. Ziya Şakir, II. Mahmut’tan sonra tahta geçen Sultan Mecid ve II. Abdülhamid, Bektaşi tarikatına oldukça müsamahakâr bir yönetim sergilemelerine rağmen Bektaşiler’in mukaddesatlarına yapılan tecavüzü asla unutmadıklarını dile getirmektedir (Şakir, 1931b, s. 9). Bu ifadeler dikkate alındığında Ziya Şakir’in manevi olarak yakınlık duyduğu Bektaşi tarikatına karşı Sultan Mecid ve II. Abdülhamid’in gösterdiği müsamahadan memnun olduğu rahatlıkla anlaşılmaktadır. Bu memnuniyetin II. Abdülhamid ile ilgili bütün eserlerin diline etki ettiğini iddia etmek belki sınırları zorlayan bir yaklaşım olabilir. Fakat bu memnuniyetin Ziya Şakir’in II. Abdülhamid’e yaklaşımında olumlu bir bakış açısını ortaya çıkardığı, kullandığı dil ve üsluba bakarak rahatlıkla söylenebilir. Ziya Şakir Cumhuriyet’in ilk yıllarında ortaya atılan “Türk Tarih Tezi” yaklaşımları doğrultusunda Hititlerin Türk olduklarının ispatı çalışmalarına dini alandan katkıda bulunmaya çalışmıştır (Başaran, 2004, s. 298). Ziya Şakir, Kerbela olayını ele aldığı eserinde Emeviler ile Hz. Ali arasında yaşanan siyasi rekabeti açıklamaya çalışırken dikkate değer iddialarda bulunmuştur. Ona göre bu mücadelenin temeli “Kerbela vakasından asırlarca evvel aslen Hitit ırkına mensup bir Türk olan Azer’in torunu İbrahim Peygamberin oğlu İsmail’e” (Şakir, 1937a) dayanmaktadır. “İsmail daha çocuk iken babası tarafından Hicaz’a getirilmiş ve orada Cerhem ismindeki kabilenin reisine emanet edilmiştir. İsmail, bu genç Türk asilzadesi, fikren ve ruhen kuvvetli bir şahsiyetti. Misafir olduğu kabile halkına kendisini sevdirmiş, kabile büyüklerinden birinin kızı ile evlenmişti. Bu suretle de kabile arasında mühim bir nüfuz kazanmıştı” (Şakir, 1937a, s. 9) diyerek Hz. İbrahim ve Hz.İsmail’i Hititlere bağlamaktadır (Başaran, 2004, s. 298). Hititler de ortaya atılan yeni tarih tezi çerçevesinde Türk olduklarına göre bu iki peygamber ve onların soyundan gelenler de doğal olarak Türk olmaktadırlar. Ziya Şakir’e göre Kureyşliler ismi de Hz. İsmail’in torunlarından birisinin adıdır. Bu torunun çocuklarından gelen aileye de Kureyş kabilesi adı verilmiştir (Şakir, 1948, s. 2). Bu yaklaşımın devamında Hz. Muhammed’in Kureyş kabilesine mensup olduğunu düşündüğümüzde ise Hz. Muhammed de doğal olarak Türk olmaktadır. Cehil ve Kızıl Taassuba Karşı Olan Bir Dergi: Hak Mecmuası 405 Ziya Şakir, İbrahim Peygamber ve oğlu Hz. İsmail’in Türk olduklarını iddia ederken, bu iddiasının kaynağı nedir bu konuda bir açıklama yapma gereği duymamıştır.2 Ayrıca İbrahim Peygamberin durduk yere oğlunu neden Hicaz’a gönderip bir Arap kabilesine emanet ettiğini de açıklamamaktadır. Bu anlatıda Hz. Hacer’in yer almaması da dikkati çeken bir başka husustur. Ziya Şakir bu hususlara değinmeden kısa yoldan Hz. İbrahim ve oğlu İsmail’i Hititlere, Hititleri de Türk ırkına bağlayarak dönemin hâkim tarih anlayışına uygun bir kurgu ortaya koymaya çalışmıştır. Hz. Muhammed’in Türk olduğunun bu iddia ile ortaya koyulması ile birlikte İslam dininin de Arap kültürünün etkisinden kurtarılması gerekir. Zira dinin ana unsuru olan Peygamberinin Türk olması ile birlikte İslam’ın ortaya koyduğu ibadetlerin de başta ezan olmak üzere Türkçeleştirilmesi düşüncesinin teorik kurgulamasının da önünün açılmasına katkıda bulunmuştur. Bu nedenle de Türklerin Müslüman olmaları aynı zaman da milli bir tercih olarak ortaya çıkmaktadır. Böylece “Türklüğün tarihin yapıcısı, kültürün oluşturucusu ve taşıyıcısı olduğu ile ilgili yapılan kodlama Türklüğün vatandaşlıkla kazanılan değil doğal bir aidiyet ve üstünlük kaynağı olarak algılanması” (Kurt, 2012) anlayışında Ziya Şakir, İslam dininin temelini oluşturan topluluğun Türk olduğunu ortaya koyarak bu iddianın dini boyutunu da kurgulamış olmaktadır. Böylece Türklüğün, Hitit kökeni dolayısı ile medeniyet kurucu bir toplum olduğu ispatlanarak Batı karşısında yüceltilmesi sağlanırken, Kureyş kabilesinin de Türk kökenli olduğu ispatlanarak Türklük, İslam dünyasında yüceltilmiş olmaktadır. 2 Ziya Şakir’in bu iddiasını ilk dile getirenlerden birisi İsmail Hakkı Baltacıoğlu’dur. İsmail Hakkı Tevhid-i Efkâr gazetesinde “Türk Milleti Hazret-i İbrahim Aleyhisselamın Vücud-ı Saadetleriyle Müftehir Olmalıdır” başlığı ile yayınladığı yazısında Hz. İbrahim’in Türk olduğunu iddia etmiştir. Ancak İsmail Hakkı bu iddiasının devamını getirmeyerek Hz. Muhammed’in Türk olduğu ile ilgili bir ifade kullanmamıştır. Ancak bu sonuç zaten kendiliğinden ortaya çıkmaktaydı. Hz. Muhammed’in Türk olduğunu ise İsmail Hakkı’nın görüşlerinden faydalanarak Yusuf Kemal Kutluata dile getirmiştir. Yusuf Kemal’in 1954 yılında yayınladığı kitabının başlığı şöyledir: “Büyük İslam Peygamberi Hazreti Muhammed Mustafa Sall’allahü’teâlâ Aleyhi ve Sellem Özü Özüne ve Südü Südüne Türktür.” Bu başlık herhangi bir yoruma gerek duymaksızın Yusuf Kemal’in düşüncesini de ortaya koymaktadır. Kutluata (1954, ss. 49-76). 406 İslam’ı Uyandırmak - II Hak Mecmuası3 Hak mecmuası 6 Haziran 1949 günü yayımlanmaya başlamıştır. İlk sayıda böyle bir dergiyi neden yayınlamaya başlandığı sorusuna “Bu Mecmuayı Niçin Çıkarıyoruz?” başlığı ile cevap verilmeye çalışmıştır. Açıklama genel olarak Şemseddin Günaltay’ın Hurafattan Hakikate adlı eserine göndermeler içermektedir. Bu çerçevede Şemseddin Günaltay’ın “Evvelki Müslümanlar, hakikatin perestişkârı idiler. Şimdiki İslamlar ise hurafatın esiridir.” sözünden hareket edilerek “İslamiyet’in aslındaki safiyet bozulmuştu. Hanedan rekabeti, saltanat ihtirası şahsi menfaat, dini siyasete alet ettiği için Ehli İslam arasında birçok ihtilaflar doğmuştu” (Bu mecmuayı niçin çıkarıyoruz?, 1949, s. 2) gibi bir genellemeye ulaşılmıştır. Devam eden açıklamada “hurafelere karşı hak ve hakikati, softalık zihniyetine karşı İslamîyet’in safiyet ve samimiyetini, cehil ve kızıl taassuba karşıda maarif-i hakikiyyenin hüzmelerini tevcih etmek maksadıyla bu mecmuayı çıkarıyoruz.” (Bu mecmuayı niçin çıkarıyoruz?, 1949, s. 2) denilerek derginin amacı ortaya koyulmuştur. Derginin ikinci sayısında “Hak” imzalı yazıda ise “İslam Terbiyesi” konu edilmiştir. Yazının girişinde şu ifadeler yer almaktadır: “Meşrutiyet ilan edildikten sonra ben de o devrin matbuat cereyanına kapılarak bir gazete çıkarmaya teşebbüs etmiştim. Bu hususta fikirlerini almak için bazı yüksek düşünceli zatlara müracaata karar verdim. Bu maksatla da o tarihte Yeşilköy’de oturan Keçecizade İzzet Paşa’ya gittim. Paşa beni büyük bir dikkatle dinledi. Herhalde teşebbüsümü ciddi görmüş olacak ki beni tebrik etti. Sonra aynen şu sözleri söyledi: Oğlum, halkımızın içinde bir zümre var ki, hürriyetin ilanından sonra şımarmıştır. Bunlar hiçbir ahlak mefhumuna uymayacak kadar etraflarını hiçe sayıyorlar. Hatta bunlardan birçokları umumi yerlerde oturuşları, kalkışları sanki babalarının evinde bulunuyorlarmış gibi yüksek sesle konuşuşları, herkese karşı tatbik etmekte hiçbir beis görmedikleri laubaliyane ve hatta küstahça tavırlarıyla derhal seçiliyorlar. Ve gün geçtikçe eski terbiyeden uzaklaşıyorlar. Çıkaracağınız gazete ile eğer bunları ikaz eder ve bunda da muvaffakiyet kazanırsanız çok hayırlı bir iş görmüş olursunuz.” (İslam terbiyesi, 1949, s, s. 10). Bu ifadelerden de anlaşılacağı üzere dergi ahlak kavramına özel bir önem vermektedir. Yazının 3 Dergi veya mecmua isimlendirmesi ile ilgili olarak Cemil Meriç: “Dergi korkak, pısırık bir kelime, mecmuanın kötü bir tercümesi. Mecmuada bir edep bir asalet var. Câmi ile câmia ile cemiyetle akraba. Dergi düşünmez, haykırmaz, dövüşmez; toplar. Neyi? Sorumluluktan kaçanları.” Meriç (1998, s. 102). Cehil ve Kızıl Taassuba Karşı Olan Bir Dergi: Hak Mecmuası 407 kaleme alındığı dönemde uygulanan “asri terbiye” yazarı rahatsız etmektedir. O eski terbiyeyi yani “İslam ve Türk terbiyesini” ısrarla tavsiye etmektedir. Yazara göre verilmesi istenen eski terbiyenin de ilk mektebi ailedir. Yazar kendisine tavsiyede bulunan Keçecizade İzzet Paşa’nın uyarılarını unutmayarak yayınladığı mecmuasında ahlaki ilkeler konusunda ayet, hadis ve Hz. Ali’nin öğütleri ile ahlaki ilkelere dikkat çekmeye çalışmıştır. Dergi her pazartesi günü çıkan haftalık ilmi ve siyasi bir yayındır. Her sayı sekiz sayfadan oluşmaktadır. Derginin sahibi ve müdürü ise Ziya Şakir’dir. Yaklaşık bir buçuk ay yayın hayatına devam eden dergi toplam 6 sayı yayınlanabilmiştir. 6. sayıda derginin son sayısı olduğu veya derginin hangi nedenle bir daha yayımlanmayacağı ile ilgili olarak hiçbir bilgi verilmemiştir. Ancak derginin yayımlanmaya başladıktan kısa bir süre sonra ansızın yayın hayatından çekilmesinde derginin beklediği ilgi ve alakayı görmemiş olmasının etkili olması kuvvetle muhtemeldir. Derginin ilk sayısından son sayısına kadar her sayısında ikinci sayfada “Hak” imzası ile genel bir giriş yapılmıştır. Bunun dışında her sayıda yazısı bulunan isimler şunlardır: Yalçın Kaya, Aksülün, Ziya Şakir, Baysan, H. Ganioğlu, Z. Melek. Yazı tarzı ve yaklaşımlarından hareketle Baysan imzalı yazarın aslında Ziya Şakir olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Z. Melek de zaten Ziya Şakir’in sık kullandığı müstear isimlerinden birisidir. Derginin diğer yazarlarından Yalçın Kaya, Aksülün ve H. Ganioğlu’nun kim olduğu ile ilgili ise bir bilgiye ulaşılamamıştır. Ancak Aksülün ve Yalçın Kaya’nın da Ziya Şakir olma ihtimali de kuvvetle muhtemeldir. Dergide İşlenen Konular Derginin müdürü ve sahibi olan Ziya Şakir hakkında yukarıda verdiğimiz bilgilerden hareketle dergiye baktığımızda derginin içerik itibariyle Alevilik veya Şia özelinde propaganda yapmaktan ziyade Müslüman kardeşliğinin neden önemli olduğu ve nasıl tesis edilebileceğine dair öneriler sunulmuştur. Derginin altıncı sayısında “Hak” imzasıyla yayımlanan ancak Ziya Şakir’in kaleminden çıktığını düşündüğümüz bir yazının başlığı “Müslüman Birliği”dir. Bu yazıda Müslümanların İslam kardeşliğini sağlayamamalarının nedeni şöyle açıklanmaktadır: “Asr-ı saadetten sonra bozulan İslam kardeşliği siyasi ihtiraslar ve şahsi menfaatler yüzünden asırlardan beri bir türlü düzelmemiştir. Hatta düzelmek şu tarafa 408 İslam’ı Uyandırmak - II dursun seneler geçtikçe, ehli İslam arasındaki rabıta günden düne gevşemektedir. Emevi-Haşimi ve Abbasi-Alevi cereyanları ortadan kalkmışsa da mezhep ihtilafları daha İslam beldelerinde hüküm sürmekte ve bu yüzden de ehli İslam arasında ciddi hakiki bir kardeşlik teessüs edememektedir. Birtakım harici tesirlerde için için yanan bu ateşi gizliden gizliye körüklemektedir” (Hak, 1949, s. 42). Açıklamadan da anlaşıldığı gibi Müslümanların gerçek bir kardeşlik tesis edememelerinin nedeni olarak mezhepçi ihtilaflar gösterilmektedir. Yazının devamında da İslam dünyasındaki mezhepçi ihtilafı ortadan kaldırmak için yapılan bir girişimden şöyle bahsedilmektedir: “Şia ulemasından Akahan Kirmani’nin riyasetinde toplanan bir heyet mezhep ihtilaflarını kaldırarak İslam kardeşliğini kökleştirmek için heyecanlı neşriyat yaptı. Bunun üzerine Necef şehrinde Sünni-Şii uleması toplandı. Uzun uzadıya müzakereler ve mezhep ihtilafları üzerinde tetkikler yapıldı ve bütün şahsi ihtiraslardan ve siyasi menfaatlerden doğmuş olan bu ihtilafların dinimizin esaslarına dokunmayan bir takım adi teferruattan ibaret olduğu anlaşıldı. Belki de Birinci Cihan Harbi zuhur etmemiş olsaydı menfur ihtilaf ortadan kalkacak; İslam kardeşliği de artık bir hayal olmaktan çıkacak, tam bir hakikat olacaktı” (Hak, 1949, s. 42). Böylesi başarısız girişimlerle Müslümanlar arasında gerçek İslam kardeşliği gerçekleştirilemediği için Orta Asya Türklerinin Bolşeviklerin, Malaya Müslümanlarının da Hollandalıların zulmü altında yaşamaya çalıştıkları belirtilmiştir. Müslümanların yaşadıkları bu sıkıntılardan da mezhep ihtilaflarının kalktığı gün kurtulunacağına özellikle vurgu yapılarak dikkat çekilmiştir. Derginin her sayısında ayet mealleri “Tanrı Buyrukları” başlığı ile Hz Muhammed’e ait hadislerin anlamları da “Bazı Hadisi Şerifler” başlığı altında yer almaktadır. Ayrıca her sayıda “İmam Ali’nin Kıymetli Sözleri” başlığı altında Hz. Ali’ye ait öğütler verilmektedir. Gençlere Dini Öğretecek Yeni Bir İlmihal Dergide dikkati çeken yazılardan birisi gençlerin dini bilgi konusunda yetersiz olmaları nedeni ile yapılan bir özeleştiriden hareketle gençlere dini öğretecek bir ilmihale ihtiyaç olduğunu ifade eden “Bize Evvela Bir İlmihal Lazım…”dır. Yalçın Kaya imzalı yazıda “Mekteplere din dersi konulacak, âlâ. Üniversitelerde bir ilahiyat kürsüsü kurulacak âlâ. Din hakkında salahiyetli zatlar tarafından neşriyat yapılacak bu da âlâ. Fakat bunlar ne zaman olacak? İşte yalnız o belli Cehil ve Kızıl Taassuba Karşı Olan Bir Dergi: Hak Mecmuası 409 değil. Bütün bu hayırlı işlerin ne zaman yapılacağı düşünüle dursun, bize her şeyden evvel bir ilmihal lazımdır. Bununda mühim bir sebebi vardır. Gençlere dinsiz diye iftira ediyoruz. Halbuki onlara din namına hiçbir şey öğretmediğimizi düşünmüyoruz. Ramazanlarda, kandillerde hatta yani ilk Cuma günlerinde camileri dolduran müminlerin arasında birçok gençler ve hatta resmi elbiseleriyle göğsümüzü kabartan genç tıbbiyelilerin bulunduklarını görüyoruz. Fakat bunların ekseri din namına hiçbir şey bilmiyorlar. Çoğu diğer cemaate uymak suretiyle ibadet ediyorlar” (Kaya, 1949, s. 3) diyerek neden bir ilmihale ihtiyaç duyduğumuzu ortaya koymaya çalışmıştır. Yazının devamında yer alan şu ifadeler ise oldukça ilginçtir: “Yirmi beş seneden beri dini bir fetret geçirmekteyiz. Ve bu yüzden de zavallı gençlerimizin din namına hiçbir şey öğrenmediklerini görmekle büyük bir teessür hissetmekteyiz” (Kaya, 1949). Cumhuriyet’in ilk kurulduğu yıllardan 1950’li yıllara kadar devletin din politikaları beraberinde birçok tartışmayı da ortaya çıkarmıştır. Yalçın Kaya’nın da dini eğitimin eksikliği nedeni ile şikâyetçi olduğu dönem de 1925-1949 yılları arasındır. Bu noktada İsmail Kara devletin din politikalarını ve ona uyum sağlayan veya muhalefet edenleri üç farklı dönemde kategorize etmektedir. Bu kategoriden birincisi 1919-3 Mart 1924 arasını kapsamaktadır. Bu dönemde Milli Mücadele’yi yürütenler panislamist ve hilafetçi bir anlayışa sahip olup “Meclis başta olmak üzere maarifte, adliyede ve vakıflarda müderris ve tarikat mensuplarının sayısı ve itibarı yükselmiştir.” İkinci dönem ise; 1924 yılında 1944’e hatta 1950 seçimlerine kadar uzatılabilecek tek partili yıllardır. Bu dönemin savaşın bittiği yıllara kadar olan kısmı din merkezli kısıtlamalar, baskılar, biçimsizleştirmeler, gözaltılar, mahkemeler, hapisler ve idamlarla dolu olan sıkıntılı ve zor bir dönemdir. Hilafetin ilgası, medrese ve tekkelerin kapatılması, dini-hayri vakıfların kendi mantığının ve işleyişinin dışına çıkarılması, din hizmetlerinin ve camilerin ciddi bir ihmale uğraması, din hizmetlerinin ve camilerin ciddi bir ihmale uğraması, Ayasofya’nın müze haline getirilmesi, Türkçe ibadet, Türkçe Kur’an, Türk dini/ Türk Müslümanlığı projeleri hep bu zor yılların içinde olup bitmiştir. (Kara, 2013, s. 82) İsmail Kara’nın da ifade ettiği gibi 1924 ile 1950 yılları arası dini alanın büyük bir baskı ve kısıtlamayla karşı karşıya olduğu bir dönemdir. Bu nedenle Yalçın Kaya’nın bu dönemin gençleri arasında dini bilginin yetersizliğinden bahsetmesi yaşananların en kestirme şekliyle ifadesinden ibarettir. Kaya’ya göre döneminin gençliğinin dini alandaki bilgisizliğinin temelinde ulusal temeller üzerine kurulan Cumhuriyet’in ilk yıllarında izlenen politika- 410 İslam’ı Uyandırmak - II ların etkili olduğu ortadadır. Bu iddia ile ilgili olarak Ali Ulvi Kurucu hocanın anıları dikkate alındığında Kaya’nın iddialarının isabetliliği ortaya çıkacaktır. Ali Ulvi Kurucu Cumhuriyet’in ilk yıllarında Konya’da yaşamaktadır. Babasının ve dedesinin dini eğitim verirken karşılaştığı sıkıntılara bizzat şahit olmuş ve bu hususta duyduğu rahatsızlığı şöyle dile getirmiştir: “…Takipler, tevkifler, kimlere karşı icra olunuyor? Meyhaneciler serbest, bütün günah yerleri açık… Tevkif edilenler ehl-i iman, Allah dostları… Memleketin imanını, ahlakını, tarihini korumak ve devam ettirmek isteyenler takip, tazyik ve darbeler altında…” (Düzdağ, 2013, s. 180). Yalçın Kaya yazısının üçüncü sayısında lazım olan ilmihalin hangi özelliklere sahip olması gerektiğini ise şöyle belirtmektedir: Bu kitapta Allah yoluna ibadet ile gidileceği tebarüz ettirilmekle beraber, o yolun da nihayet ahlak ile neticeleneceği öğretilmelidir. Ve artık bu kitap ile kızıl taassuba, batıl itikatlara, hurafelere hülasa (Mızraklı İlmihal) zihniyetine son verilmelidir. Daha doğrusu İslamîyet’in asrı saadetteki safiyet, samimiyet ve bilhassa vicdan hürriyetine rücu etmelidir… Bugün koca Anadolu, daha hala mızraklı ilmihal devri yaşamaktadır. Anadolu köylüsü daha hala bu koca dünyanın, bir öküzün boynuzları arasında durduğunu sanmaktadır. Asrın icabatına uymak mecburiyetinde bulunan mümin ve Müslümanların kâfir olduklarına hüküm olunmaktadır. Nitekim Anadolu’nun bütün dini hislerine hâkim olan Mızraklı İlmihal’de şu satırlar vardır: “Şapka giymek küfürdür. Şapka giyenlerin evvela dini ve sonra nikâhı gider. İkincisi boğazladığı yenmez. Üçüncüsü helali ile cima ettiği zina olur. Dördüncüsü ol ademi öldürmek vacip olur.” (Kaya, 1949c, s. 20). İlk üç yazıdan sonra Yalçın Kaya’nın yazısının başlığı “Bize Nasıl Bir İlmihal Lazım” şeklinde değişmiştir. Kaya yazı dizisinin bu bölümüne “İslamiyet terakkiye manidir; diyorlar. Bu yalandır. Bize kalırsa terakkiye mani olan İslamlık değil, bilhassa şunlardır: cehalet, kör ve kızıl taassup, softalık ruhu, hurafelere tapmak, tarihi hakikatlerden kaçmak” (Kaya, Bize nasıl bir ilmihal lazım., 1949, s. 27) diyerek başlamakta ve İslam’ın ilerlemeye engel olmadığını açık bir şekilde ifade etmektedir. Yalçın Kaya’nın İslam’ın ilerlemeye engel olmadığını ifade etmesi önemli bir tespittir. Zira 1930’lu yıllarda İslam’ın ilerlemenin önünde bir engel olduğu düşüncesi sık sık dile getirilmektedir. Kazım Karabekir de anılarında Durup dururken Ankara’yı kaplayan İslamîyet terakkiye manidir sloganının Lozan’da estirildiğini düşünür ve konuyu İsmet İnönü’ye açar. Daha düne kadar Gazi’nin hutbeler okuduğunu Kur’an’ın, Hz Peygamberin, hilafetin müstesna edildiğini söyler… İnönü’nün verdiği cevaplar şüphelerini haklı çıkaracak mahiyettedir: Macarlar ve Bulgarlar aynı saflarda İtilaf devletlerine karşı harp ettikleri Cehil ve Kızıl Taassuba Karşı Olan Bir Dergi: Hak Mecmuası 411 ve mağlup oldukları halde istiklallerini muhafaza etmiş olmaları Hristiyan olduklarından, bize istiklal verilmemesi de İslam olduğumuzdan ileri geldiğini, bugün kendi kuvvetimizle yıllarca uğraşarak kurtulduksa da İslam kaldıkça müstemlekeci devletlerin ve bu arada bilhassa İngilizlerin daima aleyhimizde olacaklarını ve istiklalimizin de daima tehlikede kalacağını bana anlattı. Bende bu fikirlere iştirak etmediğimi şu mütalaalarıma dayanarak söyledim: Böyle bir fikrin doğuracağı hareket milletin başına yeniden korkunç ve daha meşum bir istibdat idaresi getirecektir… İsmet Paşa da cevaben: Hocaları toptan kaldırmadıkça hiçbir iş yapamayız. (Kara, 2013, s. 89) İslam’ın terakkiye mani olmadığı düşüncesinden hareket eden Kaya yeni ilmihalin temas etmesini istediği hususları sıralamıştır. Bu hususlar içerisinde en çok dikkati çekenler: Mezhep ve içtihat farkları yüzünden asırlardan beri devam eden o meşum itilafa artık nihayet verilmesi, Mızraklı İlmihal ve saire gibi kitaplar yüzünden ruhlara sinmiş olan softalık zihniyetine artık meydan verilmemesi, Zaman ile ahkâmın değişeceği hakkındaki hükümlere uyularak artık eski ve kat’i taassuba nihayet verilmesi. (1949a, s. 35) Hz. Muhammed’in (s.a.v) Hayatı Ziya Şakir, derginin ilk sayısından son sayısına kadar 6 sayı “Hazreti Muhammed’in Büyük Şahsiyeti ve Hususiyetleri” adı altında Hz. Muhammed’in hayatını ele almıştır. Ziya Şakir bu yazı dizisini kaleme alırken, kendisinin daha önce kaleme aldığı Hazreti Muhammed adlı bir eser yazdığını ancak bunu yeterli görmeyerek Onun akılları durduran o azametli hayatının hususiyetlerini de ayrıca bir eserde toplamaya karar verdik. Ve işte bu maksatla şu eseri vücuda getirdik… Hiç şüphe etmiyoruz ki bu eser, onun umumi ve hususi hayatını göz kamaştırıcı ihtişamı karşısında koca denizlerden alınmış olan bir damladan ibarettir. (1949, s. 4) demiştir. Ziya Şakir bu yazı dizisinde Hz. Muhammed’in doğumu, babasının vefatı, sütanneye verilişi, önce annesini ardından da dedesini kaybedişi ve amcası Ebu Talip’in himayesine girerek onunla Şam’a yaptıkları seyahat sırasında rahip Bahira ile karşılaşmaları hadiselerine kadarki olan süreci anlatmıştır. Bu kısa hadiseleri ele alış tarzı ve yaklaşımları dikkate alındığında klasik bir siyer anlatısında bulunan hususların nerede ise birebir aynısı olduğunu söyleyebiliriz. 412 İslam’ı Uyandırmak - II Sultan Hamid’in Din ve Ahlak Siyaseti Derginin ilk sayısından son sayısına kadar devam eden bir başka yazı dizisi de “Sultan Hamid’in Din ve Ahlak Siyaseti” dir. Yazının yazarı Baysan adını kullanmaktadır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi Baysan isminin aslında Ziya Şakir olduğunu düşünmekteyiz. Çünkü Ziya Şakir’in II. Abdülhamid ile ilgili olarak daha önce kaleme aldığı Abdülhamid’in Son Günleri (1931-1932), Yıldız Sarayında 33 Sene: Bir Haremağasının Hatıraları (1937-1938) adlı eserleri ile aynı özellikleri taşımaktadır. Baysan bu yazısında II. Abdülhamid’in şehzadeliğinden tahta geçmesi ve vefatına kadar dindar bir kimliğe sahip olduğunu ibadetlerini hiç ara vermeden yerine getirmek konusunda çok titiz davrandığını ortaya koymaya çalışmıştır. Bu çabanın yanında II. Abdülhamid’in dini, hem sarayında hem de takip ettiği politikalarda merkezi bir konuma taşıdığına ise ayrıca dikkat çekilmiştir. Demokrat Parti’nin Din Anlayışı Ziya Şakir’in Cumhuriyet döneminde siyasal hayattan uzak kalmaya çalışma düşüncesi Demokrat Parti’nin kurulması ile birlikte bir nebze de olsa esnemiştir. Ziya Şakir’in torunu Ayda Hanım’ın verdiği bilgiye göre Demokrat Parti’nin kuruluşu aşamasında Adnan Menderes yanında bir kişi ile birlikte Ziya Şakir’i ziyarete gelmişlerdir. Bu ziyarette Adnan Menderes, Ziya Şakir’e Celal Bayar ile birlikte bir parti kurmak düşüncesini açıklamıştır. Ancak Ayda Hanım yaşının küçüklüğü nedeni ile konuşulan birçok konuyu kavrayamamış ve gelen misafirlerin dedesinden ne istediklerini de tam olarak anlamadığını ifade etmiştir (Üstündağ, 2011, s. 24). Ayda Hanım’ın anlattığı bu hadise Ziya Şakir’in ve düşüncelerinin dönemin siyasal yaşamında aktif olarak faaliyet gösteren isimler açısından ne kadar değerli olduğunu göstermesi bakımından oldukça önemlidir. Ziya Şakir, Demokrat Parti döneminde az da olsa siyasal yaşama girmiştir. Ancak bu konuda Ayda Hanım’ın anlattıklarını dikkate aldığımızda bu giriş Ziya Şakir’in isteği olmaktan ziyade rica ve birazda zorlamayla olmuş gibi gözükmektedir. Bu konuda Ayda Hanım şunları söylemektedir: (Ziya Şakir) her zaman politikadan uzak kalmak istedi. Celal Bayar’ın ısrarı ile Sivas’tan milletvekilliğine adaylığını koymuştu. Bu işin üstesinden gelmeye ne maddi gücü ne de niyeti vardı. Esasında merkezden aday göstermek istedilerse de himmetle gelen nimet insana mihnet yükler diye kabul etmedi. Siyasetin ne olduğunu da çok iyi biliyordu. Ama politika asla ona göre değildi. (Göçer, 2017, s. 27) Cehil ve Kızıl Taassuba Karşı Olan Bir Dergi: Hak Mecmuası 413 Ziya Şakir 1950 ile 1955 yıllarında yapılan yerel seçimlerde de Demokrat Parti tarafından İstanbul Belediye Meclisi için Fatih’ten aday gösterilmiş ve seçilmiştir. Bu görevi ölümüne kadar devam ettirmiştir. Bu politik girişimlerde Celal Bayar’ın ve Adnan Menderes’in önemli etkileri olmuştur. Celal Bayar’ın Ziya Şakir ile tanışıklığı Balkan Harbi dönemine dayanmaktadır. Bu tanışıklık ilerleyen yıllarda da devam etmiştir. Celal Bayar’ın Cumhurbaşkanlığı döneminde Yugoslavya ve Yunanistan gezilerine Ziya Şakir de katılmıştır. Ziya Şakir gezi sonrasında da yaşananları kitaplaştırmıştır. Ayda Hanım’ın anılarına baktığımızda Ziya Şakir ile Adnan Menderes arasında da yakın bir ilişki vardır. Ziya Şakir ile Adnan Menderes arasındaki tanışıklığın nasıl başladığı ile ilgili bir bilgi sahibi değiliz. Ancak yukarıda belirttiğimiz gibi Demokrat Parti’nin kurulması aşamasında ikili arasındaki tanışıklık dikkat çekmektedir. Ayrıca Ziya Şakir’in ilerleyen dönemlerde Balkan Harbi’nde bacağında oluşan yarasının kansere dönüşmesi (Üstündağ, 2011, s. 68) sürekli pansumanı ve tedaviyi gerektirmesi noktalarında Adnan Menderes kendilerini arayıp sorarak ihtiyaçlarını karşılamaya çalışmıştır. Ziya Şakir’in ölümüne yakın bir zamanda Başbakanlık Müsteşarı Ahmet Salih Korur’u gönderen Adnan Menderes, Ziya Şakir ile ilgilenmesi için özel bir hemşire dahi göndermiştir (Üstündağ, 2011, ss. 72-73). İşte Ziya Şakir’in Demokrat Parti’nin önde gelenleri ile olan bu yakınlığı nedeniyle Hak mecmuası her ne kadar dini bir gaye taşısa da siyasi açıdan ise Demokrat Parti ve Celal Bayar’a karşı da yakın bir duruş sergilemişlerdir. İlk sayıda Celal Bayar’ın tamamıyla din aleyhtarlarından olduğu ve laiklik prensibini şiddetle müdafaa ederek din kapılarını sımsıkı kapayacağı ile ilgili olarak ortaya atılan iddia ve dedikodular ele alınmıştır. Ziya Şakir müstear adı Z. Melek imzasıyla “Demokrat Parti’nin Din Siyaseti” başlıklı bir yazı ile bu dedikodu ve iddialara cevap vermeye çalışmıştır. Yazısında öncelikle Celal Bayar’ın babası Pilevneli Abdullah Fehmi Efendi’nin Gemlik Müftüsü olması nedeniyle oğluna dini bir terbiye verdiği belirtildikten sonra Celal Bayar’ın konuşmalarından örnekler vererek onun ve partisinin din aleyhtarı olmadığı ortaya koyulmaya çalışılmıştır. Ziya Şakir, Celal Bayar’ın Mart ayında Balıkesir’de yaptığı konuşmada Demokrat Parti’nin dini konular hakkında konuşmadığını çünkü bu konuların çok hassas olduğunu, laiklik prensibinin Müslüman olmaya mani olmadığını tam aksine vicdanlara hükmedilmesine müsaade etmeyen bir prensip olduğunu ifade eder. Ziya Şakir buradan hareketle “din işleri ile dünya işlerini 414 İslam’ı Uyandırmak - II birbirinden ayırmaktan ibaret olan laiklik bir devlet prensibidir. Milletin şuur ve zihniyeti, bundan tamamıyla hariçtir. Devlet laiklik prensibini kabul ederken milletin vicdan hürriyetine kat’iyyen tecavüz etmemiş hiç kimseye sen dinsiz olacaksın dememiştir” (Melek, 1949, s. diyerek laikliğin devlet yönetimi ile alakalı olup kişilerin vicdanları ile ilgili bir husus olmadığını belirterek Celal Bayar’ın ve onun şahsında Demokrat Parti’nin anlayışını doğrulayan bir yaklaşım sergilemiştir. Sonuç Hak mecmuası 1949 yılının ortalarında kısa ömürlü bir dergi olarak yayın dünyasındaki yerini almıştır. Dergi her ne kadar ilmi ve siyasi bir dergi olduğu iddiası ile yayın hayatına başlamış olsa da dergideki yazılara bakıldığında içeriğinin dini bir mahiyet taşıdığı ortadadır. Ziya Şakir dergide çıkan yazı dizilerinin büyük bir kısmını ya kendi adı ya da müstear adlarından birisi ile imzalayarak yayımlamıştır. Hak mecmuası her ne kadar dönemin gençleri arasında dini hasletlerin yeteri kadar oluşmadığı ve asri terbiyenin ahlaki değerleri zedelediği düşünceleri ile bu alandaki eksikliği gidermek amacı ile çıkarıldığını iddia etmektedir. Derginin bir diğer amacı da toplumsal yaşan da halkın dini bilgiden daha çok softalık ve kızıl taassuba sahip olduğu iddia edilerek bu durumun ortadan kalkması için yeni bir ilmihale ihtiyaç duyulduğu ifade edilmektedir. Yeni bir ilmihal ile de halk gündelik yaşamda gerçek İslamî ilkeleri ve İslam ahlakını öğrenecektir. Bunların dışında bizce derginin amaçlarından birisi de Demokrat Parti’nin dine karşı olduğu yolundaki propagandalara cevap vermektir. Ziya Şakir’in Demokrat Parti’nin kuruluşundaki etkisi ve onun parti liderleri olan Celal Bayar, Adnan Menderes ile olan yakın ilişkileri bu düşüncemizin oluşmasında etkili olmuştur. Ziya Şakir ismi etrafında onun Şii mezhebine ve alevi anlayışa yakın olması nedeni ile daha önce bazı eserleri sert eleştirilere muhatap olmuştu. Ancak buna rağmen derginin genel yayın politikasına bakıldığında Ziya Şakir tarafından çıkarılan bu dergide bir mezhepçi tercih ön plana çıkarılmamış tam aksine mezhepçi ihtilaflar ve anlaşmazlıklar giderilmek için yapıcı bir dil kullanılmıştır. Ancak dergi kısa süreli bir yayın hayatına sahip olduğu için amaçladığı düşünsel etkiyi yapması pek mümkün olmamıştır. Cehil ve Kızıl Taassuba Karşı Olan Bir Dergi: Hak Mecmuası 415 Kaynakça Adak, S. (2010). Kemalist Laikliğin oluşum sürecinde Ramazanlar (1923-1938). Tarih ve Toplum yeni yaklaşımlar, 47-88. Aktay, Y. (2000). Türk dininin sosyolojik imkânı. İstanbul: İletişim. Aydar, H. (2007). Türklerde anadilde ibadet meselesi: Cumhuriyet dönemi. İstanbul Ünv. İlahiyat Fakültesi Dergisi, 78-81. Başaran, G. (2004). Bir ulusal kimliğin inşası ve medyada popüler tarih söylemi: tefrika tarihi romanlar (1928-1938). (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi). İzmir: Ege Ünv. Sos. Bil. Enst. Genel Gazetecilik Anabilim Dalı. Bu mecmuayı niçin çıkarıyoruz? (1949, Haziran 6). Hak, 2. Cündioğlu, D. (1998a). Kur’an dil ve siyaset üzerine söyleşiler. İstanbul: Kitabevi. Cündioğlu, D. (1998b). Türkçe Kur’an ve Cumhuriyet ideolojisi. İstanbul: Kitabevi. Üstad Ali Ulvi Kurucu hatıralar-1. (2013). (E. Düzdağ, Haz.). İzmir: Kaynak. Mehmet Akif Ersoy.(1996). (E. Düzdağ, Haz). İstanbul: Kültür Bakanlığı. Eryüksel, H. (1949). Ziya Şakir’in hayatı ve eserleri. İstanbul. Anıl Matbaası. Göçer, G. (2017). Osmanlı’dan Cumhuriyete popüler bir tarihçi: Ziya Şakir. (Yayımlanmamış Doktora Tezi). Isparta: SDÜ Sos. Bil. Enst. Tarih Anabilim Dalı. Güllü, İ. (2015). Durkheimci bir sosyolog: İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu’nun din ve toplum görüşleri. EKEV Akademi Dergisi, 205-228. Gürkan, Y. Z. (1948, Ekim). Şah İsmail’in yeni bir propagandacısı. Sebilürreşad, 243-244. İbrahim, A. (1934). Milli din duygusu ve öz Türk dini. Derin Tarih. İslam terbiyesi. (1949, Haziran 13). Hak, 10. Türkiye Matbaası Kara, İ. (2013). Din ile olmuyor dinsiz de Olmuyor! Cumhuriyet devri din politikaları. Cumhuriyet tarihinin tartışmalı konuları (s. 72-96). İstanbul: Tarih Vakfı. Kaya, Y. (1949a, Haziran 4). Bize nasıl bir ilmihal lazım I. Hak, 35. Kaya, Y. (1949b, Haziran 6). Bize evvela bir ilmihal lazım I. Hak, 36. Kaya, Y. (1949c, Haziran 20). Bize evvela bir ilmihal lazım III. Hak, 19-20. Kaya, Y. (1949d, Haziran 27). Bize nasıl bir ilmihal lazım II. Hak, 27. Kaya, Y. (1949e, Haziran 27). Bize nasıl bir ilmihal lazım III. Hak, 27. Kurt, Ü. (2012). Türk’ün büyük biçare ırkı Türk yurdunda milliyetçiliğin esasları (1911-1916). İstanbul: İletişim. Lewis, B. (1998). Modern Türkiye’nin doğuşu. Ankara: Türk Tarih Kurumu. Maden, F. (2013). Bektaşi tekkelerinin kapatılması (1826) ve Bektaşiliğin yasaklı yılları. Ankara: Türk Tarih Kurumu. Melek, Z. (1949, Haziran 6). Demokrat Partinin din siyaseti. Hak, 8. Meriç, C. (1998). Bu ülke. İstanbul: İletişim. Müslüman birliği. (1949, Temmuz 13). Hak, 42. Ogan, M. R. (1948, Eylül). Ziya Şakir’in Müslümanlığa büyük kastı tahrifler, iğrenç yalanlar ve iftiralar. Sebilürreşad, 231-232. Özaygün, R. (2004). Bilinmeyen hazine. İstanbul. Alemdar Ofset. 416 İslam’ı Uyandırmak - II Saraçlar, M. N. (1947, Aralık). Tarikatçi ve hurafeci ilmihaller: Nurettin Artman’dan sonra Ziya Şakir. Sebilürreşad, 91-94. Şakir, Z. (1931a, Ocak 26- 1931, Mart 08). Bektaşilik. Yeni Gün. Şakir, Z. (1931b, Haziran 25-1932, Kasım 4). Abdülhamid’in son günleri. Son Posta. Şakir, Z. (1937a, Ocak 1-1937, Mart 27). Kerbela vakası. Tan, 9. Şakir, Z. (1937b, Mart 27-1937, Temmuz 5). Horasanlı Eba Müslim. Tan. Şakir, Z. (1937c, Temmuz 1-1937, Ekim 9). Şah İsmail. Tan. Şakir, Z. (1937d, Eylül 2-1938, Ocak25). Yıldız sarayında 33 sene: bir haremağasının hatıraları. Son Posta. Şakir, Z. (1938, Kasım 15). Son asırda türeyen meşhur eşkıyalar. Bugün, 6. Şakir, Z. (1943). Hazreti Mevlana. İstanbul. Şakir, Z. (1946a, Ağustos 4). Dervişler saltanatı. Son Telgraf, 3. Şakir, Z. (1946b, Ocak 25). Kimsesiz çocuklar meselesi. Büyük Doğu, 14. Şakir, Z. (1947, Şubat 10). Yıldız mahkemesine ait neşredilmemiş vesikalar Mithat Paşa ve hürriyet kurbanları. Son Telgraf, 2. Şakir, Z. (1948, Mayıs 19- 1948, Ekim . Mezhepler ve tarikatlar. Son Telgraf. Şakir, Z. (1949, Haziran 6). Hazreti Muhammed’in şahsiyeti ve hususiyetleri. Hak, 4. Şakir, Z. (1952, Haziran 16). Ramazan sohbetleri, Abdi efendi. Akın, 4. Şakir, Z. (2011). Nuri Demirağ kimdir? İstanbul: Akıl Fikir. Üstündağ, A. (2011). Sözlü tarihin büyük üstadı Ziya Şakir. İstanbul: Akıl Fikir. Üstündağ, A. (2016, Ocak 28). Ziya Şakir. (G. Göçer, röportaj yapan) ~ Din tedrisatı halk kongresinde, (1947, Aralık). Ehli Sünnet, 1(24), 1. ~ ~ İş bankası din teşkilatına hasredilmelirid, (1951). Ehli Sünnet, 5(102), 8. ~ Giriş Ehli Sünnet, Türkiye’de din-devlet-laiklik ilişkisinin en çok tartışıldığı dönemde yayın hayatına başlamış dergilerdendir. Derginin editörü ve başyazarı olan Abdurrahim Zapsu, din eğitimi ve öğretiminin olmadığı yıllarda dahi pek çok dinî içerikli yayın neşretmiş nadir insanlardandır. Bu açıdan Abdurrahim Zapsu ve Ehli Sünnet Dergisi değerlendirilmeye layık bir konudur. İlk sayısı 4 Temmuz 1947’de çıkan Ehli Sünnet Dergisi, yarım gazete sayfası boyutlarında dört sayfa halinde yirmi altı sayı, ardından daha küçük boyda ve on altı sayfa halinde on beş günlük dergi olarak Kasım 1953’ün sonuna kadar (toplam 137 sayı) neşredilmiştir. Dergideki imzasız yazıların çoğu Abdurrahim Zapsu’ya aittir. Bu araştırmada, 1960 öncesi dinî içerikli mecmua neşrinin önemli isimlerinden biri olan Abdurrahim Zapsu ve onun genel yayın yönetmeni olduğu Ehli Sünnet Dergisi problem olarak ele alınmıştır. Araştırmanın konusu başlıktan da anlaşılabileceği gibi Abdurrahim Zapsu’nun dinî yayıncılıktaki yeri ve Ehli Sünnet Dergisi’nin içeriği hakkındadır. Mezkûr dergi ele alınarak dönemin dinî yayıncılığına dair genel malumat vermek de araştırmanın amaçları arasında yer almaktadır. Bu araştırma; mezkûr yazar ve onun editörlüğünü yaptığı Ehli Sünnet Dergisi ile sınırlandırılmış olup, eserin içerik incelemesi yapılmaya çalışılmıştır. Araştırmanın anlamlı hale gelmesi için öncelikle Abdurrahim Zapsu’nun hayatı, eserleri ve ilmi hüviyeti ele alınacaktır. Ehli Sünnet Dergisinin ve Abdurrahim Zapsu’nun Dini İçerikli Yayıncılık Serüveni Kamil Coştu 420 İslam’ı Uyandırmak - II Abdurrahim Zapsu’nun Hayatı Abdurrahim Zapsu, 1890 yılında Van’ın Başkale ilçesinde doğmuştur. Özel hocalardan dersler almış; Arapça ve Farsça dillerini öğrenmiştir. II. Meşrutiyet’e müteakip, İstanbul’a giderek farklı Kürt cemiyetlerinde yer almıştır. Türkçe ve Kürtçe olarak yayımlan Jin dergiisnde yazılar yazmış, I. Dünya Savaşı’nın Osmanlı Devleti aleyhine gelişmesi üzerine Doğu Cephesi’ne giderek Kuva-ı Milliye gruplarına katılmıştır. Bitlis’te Bediüzzaman Said Nursi ile birlikte Ermeni-Ruslara karşı gerçekleştirilen bir çatışmada yaralı olarak esir düşen Zapsu, Azerbaycan’ın Bakü şehri yakınlarında bulunan Nargin adasındaki kampta esaret altında kalmıştır. Burada Rusça ve Almanca öğrenmiş, kamptaki müslüman çocuklara ise, din dersleri eğitimi vermiştir. “Garip Çocuklara Ahlak Yasası” adlı eseri bu dönemde neşretmiştir. (Uçar, 2017, ss. 48-49) 1917’de gerçekleşen Bolşevik İhtilali sonucu Rusların çekilmesi üzerine özgürlüğüne kavuşan Zapsu, İstanbul’a giderek, Dârü’lfünun İlahiyat Fakültesi’nde eğitim görmüştür. Zapsu, Şeyh Said İsyanı’nın iki numaralı ismi olduğu suçlamasıyla sürgün edilip, hapis yatmıştır. Necip Fazıl Kısakürek’in öncülüğünde kurulan Büyük Doğu Cemiyeti kurucu üyeliğini, İstanbul’da, Dicle Talebe Yurdu’nun yöneticiliğini de yapmıştır. Abdurrahim Zapsu, Bedirhan Aşireti lideri Bedirhan Paşa’nın torunlarından Arusî şeyhi M. Aziz Çınar’ın kızı Hidayet Hanımla evlenmiş, üç çocuğu olmuştur. Kızı Hale, Musa Anter’le evlenmiştir. Oğlu Mustafa Pertev, Gaye Uzel ile hayatını birleştirmiştir. Bu evlilikten Cüneyt Zapsu doğmuştur. 1958 yılında vefat eden Abdurrahim Zapsu, hazırladığı (26.12.1957 tarihli) 10 maddelik vasiyetnamesinin 8. maddesinde; “Ehli Sünnet Dergisi koleksiyonlarının tam olanlarından her birisi bir evladıma aittir” diyerek derginin kendisi için olan önemini belirtmiştir. (Uçar, 2017, s. 53) İlmî Hüviyeti Yukarıda da bahsedildiği gibi Abdurrahim Zapsu örgün eğitim ve özel derslerle öğrenimini tamamlamıştır. Ehli Sünnet dergisinde ise, kendi ilmî özgeçmişini kaleme almıştır. Zapsu’nun ilmî özgeçmişini kaleme alması ise, Şemseddin Yeşil ile tartışmaları sebebiyledir. Yazar aşağıdaki ifadelerle kendisini alana vukufiyetinin olduğunu belirtmiş, örgün ve yayın eğitimi hakkında bilgi vermiştir. Ehli Sünnet Dergisinin ve Abdurrahim Zapsu’nun Dinî İçerikli Yayıncılık Serüveni 421 Dergide yazar ilmi hüviyetini şu şekilde ifade etmiştir: Benim Hüviyet-i İlmiyem Şudur: Eski mebuslardan ve Türkiye’de ulum İslamîye’de büyük salahiyete malik mülga mütehassisin medresesinde kürsü sahibi bulunan, fazileti herkesçe tanınan ve Diyanet İşleri Müşavere Heyeti Azalığı’nda vefat eden merhum Seyyit Taha hazretlerinin talebesiyim. Dârü’l-Hilafetü’l İslamîye Sahn Medresesi imtihanını vermiş, mütehassısına dühul imtihanını dahi kazanmışım. Darülhilafe teşkilatının lağv ile İstanbul Darülfünu’nda teşkil olunan İlahiyat Fakültesi’nin ilk mezunuyum. (Abibde-i Tevhid) namında tez olarak yazdığım (Ayetelkürsi) tefsirini Darülfünun heyeti huzurunda müdafaa etmiş ve kabul ettirmişim, eserim halen edebiyat fakültesi kütüphanesinde mahfuzdur. Yirmi beş seneden beri dinî eserler yazar ve neşretmekle meşgulüm. Dört şark lisanına az çok vakıfım buna rağmen halen kendimde bir hadisi şerifi veya bir ayeti tefsir etmek cesaretini bulamıyorum. Çünkü ufacık bir zühul, ufacık bir hata ya Hazret-i Fahrikainat’a veyahut Allah’ü Azimüşan’a iftira etmek gibi ebedî bir hüsranla karşılaşmak mümkündür, bu imkândan çekinerek hiçbir yazımı kendi mütalaa ve kanaatimle baş başa bırakmam müteaddit müfessir ve tetkikatını mahez ittihaz eder, dindaşlarımı tenvire çalışırım. Bütün münakaşalarımda esas olan budur. Abdurrahim Zapsu (Zapsu, 1947e, s. 3) Yazarın ilmî derinliğini kaleme aldığı eserlerin niceliksel ve niteliksel özelliklerinden anlamak mümkündür. Eserleri Dinî yayınların çok az neşredildiği dönemde pek çok kitap yayımlayan Abdurrahim Zapsu, din aleyhtarlarına karşı yayın yapmak üzere de 1947’de Ehl-i Sünnet Dergisi’ni çıkarmaya başlamıştır.(http://www.yeniakit.com.tr/haber/ abdurrahim-zapsu-kimdir-224858.html, 18.11.2016) Tespit edebildiğimiz kadarıyla Abdurrahim Zapsu’nun eserleri şunlardır: i. Garip Çocuklara Ahlâk Aşısı, Bakü 1918. ii. Bir Esir Çocuğun Hatırası ( manzum piyes), Bakü, 1918. iii. Şâfiî İlmihali, İstanbul, 1334. iv. Ömer Hayyam’a Hücum, Burhaneddin Matbaası, İstanbul 1942. v. İman Kitabı, Ehli Sünnet Yayınları, İstanbul, 1948. vi. Enbiyâ Tarihi, İstanbul, 1948 vii. Temizlik ve Ahkâmı, İstanbul, 1949 422 İslam’ı Uyandırmak - II viii. Namaz ve Ahkâmı, Aydınlık Basımevi, İstanbul, 1949. ix. Ramazan Hediyesi Oruç ve Ahkâmı, Seyhan Matbaası, İstanbul, 1948. x. Cenaze ve Temizlik Ahkâmı, Ehli Sünnet Yayınları, İstanbul, 1949. xi. Beş Vakit Namaz Nasıl Kılınır, Aydınlık Matbaası, İstanbul, 1946. xii. Helâl ve Haram, Bizim Matbaa, İstanbul, 1947. xiii. Abdest Nasıl Alınır, Aydınlık Basımevi, İstanbul, 1948. xiv. Din ve Kin, Aydınlık Basımevi, İstanbul 1947. xv. Düşünüyorum ve Soruyorum, Aydınlık Basımevi, İstanbul, 1951. xvi. Lisanda Nezâket Meselesi, Dereli Basımevi, İstanbul, 1951. xvii. İmam ve Hatip Mektepleri, Ehli Sünnet Yayınları, İstanbul, 1952. xviii. Zekât ve Ahkâmı, Sıralar Matbaası, İstanbul, 1954. xix. İlimden ve Edepten Mahrum Bir Papaza İlim ve Edep Dâhilinde Bir Cevap, Sıralar Matbaası, İstanbul, 1954. xx. Büyük İslâm Tarihi I-II, Sebil Yayınları, İstanbul, 1975. xxi. İslâm Yavrusunun Kitabı, Sarılar Matbaası, İstanbul 1956. xxii. Metin’in Din Sorguları, Dereli Basımevi, Manisa, 1939. xxiii. (13 Yaşındaki Kızım) Hâle’nin Din Sorguları, Aydınlık Matbaası, İstanbul, 1941. xiv. (16 Yaşındaki Oğlum) Pertev’in Din Sorguları, Aydınlık Matbaası, İstanbul, 1942. xxv. Abdürrahim Zapsu’nun Mütefekkirlere Kur’ân-ı Kerim Tefsir Hülâsası, Ben Neyim?, xxvi. Ehl-i Sünnet ve Ehl-i Bid’at İlmî Bir Münâkaşa, xxvii. Oğluma Bir Tavsiye, xxviii. İmam Bûsırî’nin Aşkı, xxix. Peygamberimizi Tanıyalım, xxx. Ahlâk ve Felsefe. xxxi. Namaz ve Ahkamı, Ehli Sünnet Yayınları, İstanbul, 1949. xxxii. Münevverlerle Helal ve Haram, Aydınlık Basımevi, 1948. (Uzun, 2013, ss.127-128) Ehli Sünnet Dergisinin ve Abdurrahim Zapsu’nun Dinî İçerikli Yayıncılık Serüveni 423 Yukarıdaki kitap listesine bakıldığında, yazarın pek çok eserinin toplumun dinî neşriyata oldukça ihtiyaç duyduğu yıllar olan 1940-1950 arasında neşrettiği görülmektedir. Bu durumu yazarın toplumun ihtiyaçlarını oldukça iyi gözlemlediği şeklinde yorumlamak mümkündür. Özellikle din eğitimi eksikliği ve bunun sonucunda artan din görevlisi ihtiyacı yazarı konu ile ilgili eserler neşretmeye sevk etmiştir. Cenaze Ahkâmı eseri bunun en önemli göstergesidir. Çünkü toplumda din eğitimi eksikliği sebebi ile din görevlileri yetişmemiş, bu sebeple cenaze namazı kıldıracak insan dahi bulunamaz olmuştur. Üç çocuğuna ithafen hazırladığı din eğitimine yönelik eserler de dönemin din eğitimi eksikliğini gösteren diğer yayınlardandır. Bu üç eser oldukça genel bilgiler içeren, bir kısmı soru-cevap şeklinde hazırlanmış neşriyattır. Çoğu aruz türünde şiirler kaleme alan ve bunların pek çoğunda “Rahmi” mahlasını kullanan Zapsu, bu şiirlerini özel bir eserde toplamamıştır. (Uzun, 2013, ss.127-128.) Yukarıdaki listesindeki yayınlardan görüldüğü gibi yazarın bazı eserlerinin yayınevi tespit edilememiştir. Birkaç eserinin ise, ehli sünnet yayınları arasından neşredildiği görülmektedir. Bu durum derginin ayrıca bazı eserlerin neşredilmesinde vesile olduğu şeklinde yorumlamak mümkündür. Bu araştırmanın da konusu olan yazarın editörü olduğu dergiye bakıldığında ise, şunları bahsetmek mümkündür. Derginin Karakteristik Özellikleri İlk sayısı 4 Temmuz 1947’de çıkan Ehli Sünnet Dergisi, yarım gazete sayfası boyutlarında dört sayfa halinde yirmi altı sayı, ardından daha küçük boyda ve on altı sayfa halinde on beş günlük dergi olarak Kasım 1953’ün sonuna kadar (toplam 137 sayı) neşredilmiştir. Ehli Sünnet Dergisi ile birlikte 1947’den itibaren neşredilmeye başlayan Büyük Cihad, Doğan Güneş, Doğru Yol, Hakikat Yolu, İslamîyet, Hakka Doğru, İrşad, Selamet, Serdengeçti, İslam Dünyası dergilerinden sadece İslamîyet, Hakka Doğru ve Serdengeçti neşriyatı Ehli Sünnet Dergisi’nden daha uzun süre yayımlanmıştır. Benzer şekilde 1947-1953 arasında neşredilen (İslam Yolu, Müslüman Sesi, Yeşil Nur, Büyük Dava, Hür Adam, Müslüman Çocuk, İslam’ın Nuru Mecmuası, Allah Yolu, İslam Dünyası) dinî içerikli dergilerin pek çoğu da Ehli Sünnet kadar uzun süre yayımda kalmamıştır. 424 İslam’ı Uyandırmak - II Ehli Sünnet Dergisi’nin yayımlanmasının genel amacı, İslam çocuklarına bilmeleri zarurî olan malumatı vermek olarak dile getirilmiş, bunu ise birinci ciltte; iman, ibadet, İslam tarihi, İslam büyükleri, İslam mefkûresi, Ahlaki hikâyeler, baba öğütleri konu başlıkları ile diğer ciltlerde ise; tefsir, hadis, kelam, fıkıh, tasavvuf, siyer-i nebi ve içtimaiyat gibi başlıklarla yapmaya çalışmıştır. (Zapsu, 1948a, ss. 5-6) Dergi ilk sayfa üzerinde belirtildiği gibi “Dinî, Ahlaki ve İlmî Haftalık Gazete” gazete başlığı altında gazete ebat ve formatında çıkartılmak istenmiştir. İlk 26 sayı bu başlık ve anlayışla neşredilmiştir. Derginin ilk sayfası iman-ibadet olmak üzere iki kısma ayrılmıştır. İlk sayfanın sağ tarafında “Bilen bilmeyen bir midir? Ancak bilginler Allah’tan korkar” ayetleri; “Beşikten mezara kadar ilme çalış. Hikmet İslam’ın kaybolmuş malıdır, nerede bulunursa alsın” hadisi ve Hz. Ali’nin “Bana bir harf öğreten beni kendisine köle etmiştir” sözü yer almıştır. Bununla birlikte sayfanın üst kısımlarında yer alan “Hiç kimse felsefî inanından, din ve mezhebinden dolayı kınanamaz” (Teşkilatı Esasiye Kanunu md. 5) ve “Her Türk hür doğar ve hür yaşar” (Teşkilatı Esasiye Kanunu md. 68) ifadelerine yer verilmiştir. Aslında derginin ilk sayfasının üstünde yer alan bu ifadeler yazarın yayın politikasını da anlatır mahiyettedir. Şöyle ki; yazar bu ifadeleri vererek dergisinin Kur’an ve sünnet temelli olduğunu, Hz. Ali’nin sözüne yer vererek sadece sünni-alevi toplumun her kesimine hitap ettiğini ve anayasal hususlara değinerek ise, devletin kurallarına uyup benimsediğini, devletin temel hukukunda dinin korunmak istendiği şeklinde yorumlanabilir. Ayrıca kürt milliyetçiliği ile suçlanan Zapsu’nun bunu hak etmediğini de bu ifadelerden yola çıkarak söylemek mümkündür. Bunun kanıtı “Her Türk hür doğar ve hür yaşar” ifadesine dergisinde yer vermesidir ki; Zapsu kendini Türk olarak gördüğünü belirtmiştir (Uçar, 2017, s. 50). Derginin sahip ve muharriri Abdurrahim Zapsu Ehli Sünnet dergisinin hususiyetlerini ise şu şekilde dile getirmiştir: Muhterem Kardeşler! Dinî neşriyattan gaye, kendisini beğenen bir zümre kazanmak veya beslenen herhangi bir emelin tahakkukuna çalışmak değildir. Münhasıran Müslüman çocuklarına Ehli Sünnet itikadı dairesinde bilmeleri dinen lüzumlu bulunan şeyleri öğretmek olduğunu idrak ettiğimiz içindir ki (Ehli Sünnet) adı altında bir gazete çıkarmaya karar verdik. Ehli Sünnet Dergisinin ve Abdurrahim Zapsu’nun Dinî İçerikli Yayıncılık Serüveni 425 Nazarı dikkate aldığımız bu gaye, bizi gazetemizde şu sütunları açmak ıstırarı ile karşılaştırdı: İman sütunu: Bu sütunda ehlisünnet itikadı herkesin anlayabileceği şekilde incelenecektir. İbadet sütunu: Burada abdestten başlayarak ibadetlerin bütün merhalelerini anlatılacaktır. İslam tarihi: Bu sütunda Kur’an-ı Kerim’in gösterdiği şekilde peygamberlerin hayat ve mücadeleleri anlatılacak ve müteakiben İslam tarihi takip edilecektir. İslam’ın büyükleri: Bu sütunda İslam büyükleri birer birer tanıtılacaktır. Kıssadan Hisse: Bu kısımda İslam büyüklerinden kalma hikâyeler anlatılacak ve bunlardan ahlaki neticeler açıklanacaktır. Baba öğütleri: Bu sütunda büyüklerimizden kalma hikâyeler anlatılacak ve bunlardan ahlaki neticeler açıklanacaktır. Baba öğütleri: Bu sütunda büyüklerimizden kalma vecizelerden gösterilecektir. Okuyucularımızla baş başa: Bu sütun okuyucularımızla haberleşmeye hasredilmiştir. Gazetemizin hususiyetleri: Siyasetle katiyyen uğraşmayacaktır. Hiçbir fırka, hiçbir zümre, hiçbir şahıs ve şahsiyete dayanmayacaktır. Yazılarımızı kendi mezhep ve meşrebimize uydurmayanların yazacakları yazı ve yapacakları tarizleri sükûtla karşılanacak ve ortada ilmî bahis var ise ilmî bir surette izah edilecektir. Teşkilatı Esasiye Kanunu dinî tedrisatı babalara bırakmıştır. Biz de babalara rehberlik vazifesini üzerimize aldık. Evladına ciddî bir din terbiyesi vermek isteyenler bir senelik abonelik bedeli olan 5 lirayı açık adresleri ile posta kutusuna 839’a gönderdikleri takdirde kendilerine gazetemiz muntazaman gönderilecektir. Bizden gayret, sizden himmet, Cenab-ı Hak’tan lütuf ve inayet. Sahip ve Başmuharriri Abdurrahim Zapsu (Zapsu, 1947a, s. 3) Derginin tabiri ile ikinci devresinde yukarıda içerik az çok değişmiş, sayfa sayısı 4’ten 16’ya çıkarılmıştır. Derginin ele alacağı konu başlıkları 11 madde altında toplamıştır. Bunlar; şiir, fikrî makale, tefsir, hadis, fıkıh, tasavvuf, kelam, siyer, içtimaiyat, dinî ve içtimaî mevzular, okuyucu istekleridir (Ehli Sünnet ikinci devresini açmakla bahtiyar, 1947, s. 4.). Bununla birlikte dergi ara sıra 426 İslam’ı Uyandırmak - II kendini gözden geçirmiş, okurlarına durum tespiti yapmıştır (Ehli Sünnet’in üç aylık bilançosu, 1947). II. ciltten itibaren ayet ve hadisler sırayla takip edilmiş, Kur’an-ı Kerim’den Fatiha suresinden, hadislerden ise, Buhari 1. hadisten başlanılarak dergide konu edilmiştir. En son konu edilen ayetin Âl-i İmran 16. ayet olduğu görülmektedir (Tefsir, 1953, s. 3). VII. ciltteki dergi sayılarında bazı fıkra ve latifelere de yer verildiği görülmektedir. Derginin bazı sayılarında dönemin gazetelerinde çıkan bazı köşe yazıları aynen iktibas edilmiş (Sayın T. Melen’e ikinci mektup, 1953, s. 13), toplumsal pek çok konusuna yer verilmiştir. Bunların en önemlilerinden biri imam-hatip ve ilahiyatların açılmasına yönelik kanun teklifleridir. Konu hakkında halkın olumlu bakışlarına da yer değinilmiştir (Zapsu, 1948b, s. 4). Bununla birlikte, Abdurrahim Zapsu dönemin siyasi anlayışını sadece kendi dinî yaşantısına dahli olduğunda konu edindiğini, siyasî bir tavırlarının olmadığını belirtmiştir. Bu tutumun belki de en güzel örneğini bir hikâye ile vermiştir. Hikâyede Behlül Dane kavga eden adamları kendi çömleklerine zarar verene kadar hiçbir şey dememekte, zarar verdikten sonra ise, şunları söylemektedir: O zaman Behlül ayağa kalkar işe müdahale ederek ikisini birbirinden ayırır ve der ki; Çanak ve çömleklerime karışmadıkça sesim çıkmaz fakat karıştınız mı derhal kalkar ikinizi de haklarım. Ehli Sünnet itikadına dokunmadıkça hiçbir hadise ile alakanmayız. Fakat itikadımıza dokunulduğu zaman evvelallah karşı tarafı haklamadıkça durmayız. (Latifeci, 1948, s. 15) Döneme baktığımızda ise, dine karşı maalesef saldırıların olduğu görülmektedir. Dergi de bu sebeple zaman zaman bazı saldırılar konu edilmiştir. Mesela askeriyeden bir yarbayın Ehli Sünnet dergisine gönderdiği uzun bir mektupta anlatılan şu husus bu duruma örnektir: Malatya Menşucat Fabrikasında tertip edilen bir baloda dans salonuna, üzerinde ‘Allah’, ‘Muhammed’ yazılı halılar serilerek üzerinde dans edilmesinden dolayı heyecana gelen hakiki Müslüman bir Türk genci tarafından Ehli Sünnet mecmuasına yazılan mektubu ve diğer dinî mecmualar tarafından pek haklı olarak neşredilen yazıları okuduğum zaman, fabrika müdürü tarafından gösterilen mukaddesata tecavüz ve dinî ahlaksızlığa hiç de hayret etmeyerek ‘kişi ektiğini biçer’ darbı meseli gereğince yirmi beş seneden beri ektiğimiz tohumların meyvasını şimdi topluyoruz diye düşündüm. (Şenkon, 1948, s. 15) Okurlardan gelen mektuplar Abdurrahim Zapsu tarafından önemsenmiş, toplumsal konular ele alınmıştır. Mesela kadının çalışması konusu bunlardan biridir (Bilgin, 1947, s. 4). Ehli Sünnet Dergisinin ve Abdurrahim Zapsu’nun Dinî İçerikli Yayıncılık Serüveni 427 Bununla birlikte, bazı okuyuculardan ise, derginin neşrinden ötürü tebrik mektupları gelmiş, yayın ekibi bunlara teşekkür ederek neşretmiştir. Bu mektuplardan biri dönemin hukuk profesörlerinden İshak Muammer Fındıkgil’e ait olup, mektupta şu ifadelere yer verilmiştir: Çok Sayın Bay; Ehli sünnet ismiyle müsemma mevzuu din ve ahlak olarak muayyen mecmuanızın birinci nüshasının gerek mevzularını ve gerek münderecatını kemali dikkatle okudum. Şu sıralarda muhtelif maksat ve gayelerle göz alıcı ve düşündürücü ümit verici unvanlar altında neşir oluna gelmekte bulunan, emsal mecmualar içinde ismi müsemmasına yazıları mevzularına tamamıyla mutabık, kafi ve elverişli buldum. Evvela sizi candan tebrik ederim. Bu birinci sayıyı misal ve makissün aleyh ittihaz ederek şu mütaalaya vardım ki; Allah’ın izniyle bu mecmuanın devamı intişarı memleketimizin en mühim ve en başta gelen iki temel ihtiyacından ikincisini tamamıyla karşılar ve tatmin edebilir mahiyet ve istidatta görerek cenabı hakka hamdü şükrettim. Zimmetimde mütehattim bir vazifem olarak hemen akraba ve ahbabımdan bütün aile reislerine müstacelen ve ehemmiyetle tavsiye vazifeme devam ve muvazabat etmekteyim. Cenabı haktan muvaffakiyetler dilerim. Hukuk Doktoru Prof. Avukat İshak Muammer Fındıkgil (Fındıkgil, 1947, s. 4) Bu mektuptan derginin toplumun farklı eğitim kademelerinden mezun olmuş, kişilere hitap edebildiği anlaşılmaktadır. Bunun sağlanmasında dergiye yazıları ile kalite katan isimlerin önemli payı olmuştur. Ehli Sünnet Dergisi’nin bazı yazarları hakkında şunları söylemek mümkündür. Derginin Yazarları Ehli Sünnet dergisinin pek çok yazısında Abdurrahim Zapsu’nun ismi görülmektedir. Abdurrahim Zapsu bu yazıların bir kısmında ismini doğrudan vermekte, bazılarında ise “Ehli Sünnet” olarak zikredilmektedir. Abdurrahim Zapsu haricinde dergide yazısı neşredilen yazarlardan bazıları şunlardır: Sadık Ambarcı, Ali Alaaddin Abbasi, Mahmut Sertel, Tahir Olgun (Tahirülmevlevî), Hulusi Bitlisî, Kadircan Kaflı, Hafız Fevzi Aksoy, M. Sait 428 İslam’ı Uyandırmak - II Çekmegil, Hayri Karaoğlu, Ali Fuat Başgil, Kazım Yalvaç, Mehmet Süleyman Teymuroğlu, A. Şükrü Kılıç, Rafet Demirezen, Pertev Zapsu, Abdülvehhab Evyapar, M. Ali Küçük, Abdülhalim Akkul, Mehmet Büyükerkmen, Doktore Abdülkadir Karahan, M. Mehri, Cemaleddin Parlak Işık, Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı, Abdülhakim Arvas, Mehmet Oruç, Abdülhalim, Fahri Balantekin, Tevfik Demiroğlu, Said Nursî. Yukarıda ismi zikredilen bazı yazarların makale vb. yazıları başka bir yerden alıntılanarak verilmiştir. Bir kısmının ise, ilk defa Ehli Sünnet Dergisi için kaleme alındığı anlaşılmaktadır. Bazı yazarların makalesi yer alırken bir kısmının ise, şiir vb. türdeki ifadelerine yer verilmiştir. Dergideki İçerik, Konu ve Mesajlar Daha önce de belirtildiği gibi, dergi belli başlı konular çerçevesinde neşredilmiş, bu genel çerçevenin dışına çıkılmamıştır. Bunun haricinde dergide dönemsel ve dine bakış açısından farklılıklara da yer verilmiştir. Mesela bazı yazılardan Hristiyanların İslam hakkındaki düşüncelerine yer verildiği görülmektedir Dergide ele alınan bir başka konu türü önemli (dinî) gün ve geceler olmuştur. Kandil geceleri, ramazan ve hac ibadetleri gibi önemli zaman dilimlerinin konu edilmesi buna örnektir (Uğurlar olsun, haccınız mebrur olsun, 1947, s. 4). Dönemin gazete ve dergilerinde ele alınan dinî konulardan bazıları neşriyatlar arasında bazı tartışmaların yaşanmasına sebebiyet vermiş, bu durum dergide konu edilen bir başka tür konu olarak yer almasına sebebiyet vermiştir. Mesela bayanların başı açık olarak namaz kılabileceğini savunan Rusçuk eski müftüsü Ali Ziya Topaç’ın Doğru Yol isimli kitabından alıntı yapan Hakka Doğru Gazetesi ile Ehli Sünnet Dergisi arasında görüş farklılığından ötürü tenkit içerikli yazılar neşredilmiştir (E. S., 1947, ss. 2-4). Benzer şekilde Ehli Sünnet Dergisi’ne gelen bir yazının kabul edilmeyip Hakka Doğru Mecmuası’nda yayınlanması ve bunun içerik açısından sakıncalı olması sebebiyle konuya hâkim kişilerde mezkûr mecmuayı Abdurrahim Zapsu’nun dergisine gönderdikleri tenkitle eleştirmişlerdir. Ahmet Mekkî Üçışık’ın yazısı bu duruma örnektir. (Üçışık, 1947, s. 4) Şemsettin Yeşil’in çıkardığı Hakikat Yolu Dergisi ile aralarında da çorap üzerine mesh konusu gibi dinî içerikli bir meseleden ötürü tartışmanın konu edildiği görülmektedir. Abdurrahim Zapsu, “Alevilerin Tenkit Mektupları Başladı”, (1947f, s.1) Bu tartışma alevî-sünnî meselesine uzanmış, derginin ilerleyen sayıların- Ehli Sünnet Dergisinin ve Abdurrahim Zapsu’nun Dinî İçerikli Yayıncılık Serüveni 429 dan birinde “Muaviye” de konu edilerek tartışmanın büyüdüğü anlaşılmaktadır (Ehli Sünnet, 21 Kasım 1947, s. 1). Benzer şekilde Şemseddin Yeşil ile aralarında bazı tartışmaların yaşandığı görülmektedir (Oruç, 1949, s. 4). Zapsu’nun sert bir şekilde eleştirdiği bir diğer kişi ise, Ziya Şakir’dir. Bu kişinin İslam’a zarar verdiğini söyleyen Zapsu, mezkûr şahsın eserlerinin yasaklanmasını istemiş, bazen doğrudan onu eleştiren yazı kaleme almıştır (Zapsu, 1948d, s. 14). Din ve laiklik konuları dergide ele alınan önemli konulardandır. Abdurrahim Zapsu özellikle CHP VII. kongresini müteakiben bu konuyu ele almaya başlamıştır (Zapsu, 1947ı, s.1) CHP’nin bu kongresinde din konusu ele alınırken Diyanet’in davet edilmesinin uygun olduğunu savunan bir yazı kaleme almıştır (Zapsu, 1947h, s. 1). 1950 seçimi sonrasında ise, Abdurrahim Zapsu Halk Partisi’nin seçimi kaybetme sebebi olarak din ve laiklik konularının iyi değerlendirilmemesine dolayısıyla mezkûr partinin dinî konularda halkın ihtiyaçlarını karşılayamaması ve laikliği İslam düşmanlığı olarak uygulamasına bağlamıştır (Zapsu, 1950c, ss.12-13). Abdurrahim Zapsu bazı yazılarında dönemin siyasetçilerine ağır eleştiriler yöneltmiştir. Bu eleştirilerden hemşeri milletvekili de payını almıştır: Bu adam (Van Mebusu Ferit Melen’i kastediyor) bütün devre boyunca mecliste bir tek kelime sarf etmezdi. Dünya kopsa bir defa ağzını açmazdı. Fakat Diyanet İşleri bütçesi mevzu bahis olur olmaz mutlaka çıkar Müslüman Türkleri vicdanı umumisine tecavüz ifade eden birkaç cümle söyler, içini boşaltırdı… Sayın Melen sizden soruyorum: Ak saçlı şefiniz hiç alakası bulunmadığı ezanı tercüme ettirdi, kendi itikadınca millileştirdi. Acaba çeyrek asır süren sözüm ona camiye girdi mi? Ürdün Kralı Hacı Bayram camine kadar getirdi, kendisi kapıda bekledi. Kralın sualine karşı: Benim camiye girmeme gençler müsaade etmiyor, demiş. Türk gençlerine iftira atmıştı. (İktibaslar, 1953, s. 11) Dinî hususlarda dönemin idarecilerine bazı tavsiyelerde bulunmuştur. Mesela din dershaneleri açılmasını gelişmesini bir gazeteden öğrendiklerini fakat bununla birlikte her ne kadar dinî içerikli yayınlar neşretseler de yükseköğrenim açısından din eğitimi almadıklarını belirtmiştir. Bu sebeple hukuken, ilmen bu görevin Diyanet İşleri Reisliği’nin Müşavere Heyeti’ne verilmesinin uygun olduğunu belirtmiştir. Bu tür bir ekibin daha başarılı olacağını savunmuştur (Zapsu, 1947b, ss. 1,4). Bunun haricinde sunduğu bir diğer teklif ise, Ayasofya’nın tekrar ibadete açılması hakkındadır (Zapsu, 1952, s.2). Aynı zamanda Türkçe ezan konusunun pek çok defa konu edildiği görülmektedir (Zapsu, 1950a, s. 14). 430 İslam’ı Uyandırmak - II Diyanet İşleri Başkanlığı ile ilgili pek çok yazının neşredildiği görülmektedir. Ahmet Hamdi Akseki döneminde dergi ile başkanlık arasındaki ilişkinin iyi olduğu gözlemlenirken 1952 ve 1953’te bu durumun kısmen değiştiği görülmektedir. Mezkûr yıllarda derginin Diyanet’i eleştiren pek çok yazısı mevcuttur (Zapsu, 1952, ss. 8-9.). Akseki döneminde mesela dinî mecmualara (İslam’ın Nuru adlı dergiye 3.600 lira) yardım edildiği belirtilerek başkana teşekkür edilmiştir (Mühim bir istihbarat, 1953, s. 10). Ayrıca Hadama-i Hayrat Kursu sebebiyle memnuniyet dile getirilmiştir. Din adamlarına hürmet edilmesi gerektiği hususu derginin pek çok sayısında konu edinmiştir. Bununla birlikte bazı konularda din görevlileri eleştirilmiştir. Bu konulardan bir tanesi cuma hutbelerinin uzun okunması meselesidir (Yine hutbe meselesi, 1950, s. 2). Bununla birlikte camiye kusur bulmaya değil, ibadet etmeye gelinmesine de dikkat çekmiştir. Bazen önemine binaen Diyanet’in tamimine yer verilmiştir. Ahmet Hamdi Akseki’nin tamimi bu duruma örnektir (Akseki, 1950, ss. 15-16). Diyanet İşleri Başkanlığı ile ilgili ele alınan bir diğer husus, din görevlilerinin madden zor durumda olduğunu konu edinen yazılardır (Zapsu, 1947g, s. 1). 1950 yılının pek çok sayısında ezan konusunun ele alındığı görülmektedir. Aynı zamanda radyoda Kur’an-ı Kerim mevzusu ele alınan konu başlıklarındandır. Şemseddin Yeşil gibi bazı yazarlar tarafından neşredilen yayınları beğenmemesi Abdurrahim Zapsu’yu bu durumun önüne geçilmesi için Dinî Neşriyat Kanunu Tasarısı adı ile bir teklifte bulunmaya sevk etmiştir (Zapsu, 1950f, ss. 11-12). Benzer bir diğer husus, mezkûr dönemde Kur’an eğitiminin yeterli seviyede olmaması yazarı cemiyet kurma düşüncesine sevk etmiş. Kur’an-ı Kerim’i Yayma Cemiyeti adında bir birliktelik oluşturmak istediğini buna katılmak isteyenler hakkında cemiyetin çalışması ile ilgili bilgiler paylaşmıştır (Zapsu, 1950e, s. 5-8). Derginin pek çok sayısında Millî Eğitim Bakanlığına çeşitli sebeplerle açık mektup olarak zikredilen tenkit ve/veya tekliflerde bulunulmuştur. Bu tekliflerden bir tanesinde din dersinde okutulacak kitabın içerik özellikleri hakkında takip edilen usulün doğru olmadığı (Zapsu, 1947c, ss. 1, 4; Zapsu, 1947d, ss. 1,4) konu edilmektedir. İlahiyat fakültesinin 1949 yılında açılışını müteakip sayılarında bu fakültelerden beklentilerden ve bunun sağlanması için işlenecek derslerin neler olması gerektiği hususuna dair pek çok konu neşredilmiştir. Ehli Sünnet Dergisinin ve Abdurrahim Zapsu’nun Dinî İçerikli Yayıncılık Serüveni 431 Ehli Sünnet Dergisi ve bazı dinî içerikli mecmualar (Sebilürreşad, Büyük Cihad ve Yeşil Nur) hakkında yapılan bazı gazete haberleri mesnetsiz bulunarak eleştirilmiştir (İktibaslar, 1953, s. 2). Bazı dinî yayınlarında içerisinde İslam’a uygun olmayan bilgiler ihtiva ettiği belirtilerek yasaklanması istenilmiştir (Zapsu, 1948c, s. 6). Abdurrahim Zapsu’nun dergide yer alan en ilginç tekliflerinden bir İş Bankası’nın Diyanet İşleri Başkanlığı’na devredilmesi düşüncesidir (Zapsu, 1951, s. . Diğer bir ilginç teklif ise, Anıtkabir hakkındadır. Yazar bu konuda hükümete şu teklifi yapmıştır: Hiçbir din ve mezhebe sığmayan bu muvakkat kabre nihayet versinler, on iki seneden beri azap içinde yaşatılan Atatürk’ün ruhunu bu azaptan kurtarsınlar. Bugüne kadar milyonlar sarf edilen (Anıtkabir) inşaatını hemen durdursunlar. Projeyi alarak kıymetli bir mühendis grubuna versinler, bu grup bu projeyi bir türbe ve bir de büyük cami şekline koysunlar. Atatürk’ün naaşını türbeye gömsünler. Bundan sonra gelen yabancılar çelenkleri yine meçhul asker abidesine taksınlar. Bu cihetten Atatürk’ün ruhunu azaptan kurtarsınlar. Bu surette hem kahraman mensup bulunduğu din zümresinin dinî kanunları dâhilinde istirahatgahına çekilip hem de bu cenaze siyasî bir alet olmaktan kurtulur. Bu sayede Ankara güzel bir mabed de vücuda getirilmiş olur, Anıtkabir hakkındaki noktai nazarım bundan ibarettir. (Zapsu, 1950d, ss. 11-13) Abdurrahim Zapsu dergide şahsını ilgilendiren bazı gelişmeler hakkında da okurları ile görüşlerini paylaşmıştır. Bunların en önemlilerinden biri 1950 seçimleri hakkındadır. Yazar Mayıs 1950’de yapılan seçimlere bağımsız olarak katılmış konu ile ilgili olarak beyanatı dergisi şu şekilde paylaşmıştır: Yüksek iman sahibi münevver okuyucularım, aşağıda yazılı vesika ile İstanbul Milletvekilliği için müstakil adaylığımı ilan etmişlerdir. Esasen siyasî hiçbir faaliyete geçmek istemediğim halde bu arzuyu reddetmeye de imkân bulamadığımdan şeref ve iftiharla kabul ettim. Siyasî hiçbir partiye mensup bulunmadığım için hiçbir listede ismim yazılmış değildir. Vatandaşlar listeye değil kendi vicdanî kanaatlarına bağlıdırlar. Bunun için hangi listeyi atmak isterlerse bunlardan hoşuna gitmediği bir ismi çizerek yerine müstakil bir isim koyabilirler. Bunlar tabi haklarıdır. Eğer lehimde bu şekilde reyinizi kullanacak olursanız kanunen mümkündür. İstanbul halkının yüksek teveccühüne bilhassa münevver gençliğe şimdiden teşekkürlerimi sunarım. (Zapsu, 1950b, s. 2) 432 İslam’ı Uyandırmak - II Abdurrahim Zapsu, Hac farizası öncesinde yazdığı aşağıdaki yazı okurları ile helalleşmeyi konu edinen son yazılarından biridir: İslam dininde bütün işlerde helalleşmek esastır… Velhasıl İslamîyet’te bütün muamelatta ve bütün harekette kul haklarından kurtulmak lazımdır. Hele uzun sefere gidenlerin mutlaka helalleşmesi ister. Muhterem okuyucularım. Sizinle 7 senedir baş başayız. Sizin muamelelerimden veya yazılarımdan dolayı hanginize bir hakkım geçmişse ben hepinizi af ederim ve Cenab-ı Ha benim hakkımdan dolayı hiçbir Müslümanı sorguya çekmesin. Yine bu yazılarımdan dolayı veyahut herhangi bir konuşma esnasında mücadele icabı olarak hangi Müslümanın kalbini kırmışsam veya tecavüz etmişsem bunları bilerek değil, mücadele icabı yapmış bulunduğumdan dolayı bütün Müslüman kardeşlerimden af diler ve bundan dolayı beni helal etmelerini ve yine abone haklarından dolayı veya broşür bedellerinden bana fazla gönderilmiş bir şey varsa ondan da helal etmelerini diler ve bu suretle İslam’ın temeli bulunan helalleşmeyi istirham eder, hepinizden Allah razı olsun. Amin. (Zapsu, 1953, s. 14) Yukarıdaki içerikten görüleceği üzere Abdurrahim Zapsu, kendi döneminin ihtiyaçları ve kendi ilmî düşüncesi çerçevesinde Ehli Sünnet Dergisi’ni neşretmiştir. Kendi döneminde olduğu gibi günümüz İslamî içerikli dergi düşüncesine doğrudan etkileyen önemli şahsiyet olarak tarihe geçmiştir. Sonuç Abdurrahim Zapsu, din ve laiklik hususunun nedameli olduğu yıllarda dinî içerikli yazılar kaleme alan ender kişilerden biridir. Yazarın 30 (Otuz)’dan fazla eseri olup, bunlar arasından en önemlilerinden biri, Ehli Sünnet dergisidir. Derginin ele aldığı konuların çerçevesi her ne kadar belli olsa da yazar dönemin özelliklerinden ve ihtiyaçlarından etkilenerek pek çok konuyu dergiye taşımıştır. Yazarın bu bakış açısı dönem için önem arz ettiği gibi bugün için de güncelliğini korumaktadır. Ayrıca dönemin anlaşılması adına pek çok bilgiyi vermektedir. Abdurrahim Zapsu, ilk sayfasının üstünde ayet-hadis vererek derginin temelini belirtmiş, Hz. Ali ve hukukî kaidelere temas ederek toplumu kuşatacağını ve dinî neşriyatın hukuken hakkı olduğuna vurgu yapmıştır. Yazar ayet ve hadise ters düştüğüne düşündüğü kişileri isim vererek eleştirmiştir. Dergiye gelen teşekkür mektuplarından derginin toplumun farklı katmanlarındaki kişiler tarafından okunduğu anlaşılmakta olup, bu durum derginin dil ve üslup yönünden hedefine ulaştığını göstermektedir. Bunun bir diğer göstergesi ise, Ehli Sünnet Dergisinin ve Abdurrahim Zapsu’nun Dinî İçerikli Yayıncılık Serüveni 433 derginin kendisi ile birlikte neşredilmeye başlanılan dergilerden daha fazla süre yayın hayatından kalmasıdır. Din eğitimine oldukça önem veren Zapsu, belirli bir konular çerçevesinde giderek, derginin belirli bir minvalde ilerlemesini sağlamıştır. Bu durum derginin tekrara düşmekten ve yılgınlıktan uzak durmasını sağlamıştır. Çok partili hayata geçiş sonrasında pek çok dinî içerikli dergi yayım sürecine girmiş, bu durum ilerleyen süreçte dinî öğrenimin de başlaması ile birlikte halkın dinî yaşamını olumlu etkilemiştir. Bu sebeple Ehli Sünnet dergisinin 1960 öncesi dinî içerikli dergiler içerisinde önemli bir konuma ve etkiye sahip olduğu söylemek, bir hakkı teslim etmek demektir. Kaynakça Akseki, A. Hamdi. (1950, Mayıs 15). Hayrat hademesi hakkında genelge. Ehli Sünnet, IV(84), 15-16. Bilgin, K. (1947, Kasım 21). Sayın Abdurrahim Zapsu. Ehli Sünnet, I(21), 4. E. S. (1947, Ekim 10). Tenkit. Ehli Sünnet, I(15), 2-4. Erişim Tarihi: 18 Kasım 2016. http://www. yeniakit.com.tr/haber/abdurrahim-zapsu-kimdir-224858.html, Abdurrahim Zapsu Kimdir. Ehli Sünnet ikinci devresini açmakla bahtiyar. (1947, Kasım 28). Ehli Sünnet, I(22), 4. Ehli Sünnet’in üç aylık bilançosu. (1947, Ekim 31). Ehli Sünnet, I(18), 3. Fitneye lüzum yoktur: Hazreti Muaviye ashabı resulullahtandır. (1947, Kasım 21). Ehli Sünnet, I(21), 1. İktibaslar (1953, Ocak 15). Ehli Sünnet, VII(129), 13. Latifeci. (1948, Ekim 15). Çanak ve çömleklerime karışmadıkça sesim çıkmaz. Ehli Sünnet, II(28), 15. Mühim bir istihbarat. (1953, Şubat 15). Ehli Sünnet. VII(130), 10. Okurlarımıza teşekkür. (1947). Ehli Sünnet, I(5), 4. Oruç, M. (1949, Aralık 12). Bay Şemseddin Yeşil’e cevap. Ehli Sünnet, I(24), 4. Prens Bismarck (?). Ehli Sünnet, 6, s.1. Sayın T. Melen’e ikinci mektup. (1953, Ocak 15). Ehli Sünnet, VII(129), 11. Şenkon, H. (1948, Nisan 15). Mukaddesata tecavüzün hakiki sorumluları kimlerdir. Ehli Sünnet, II(34), 15. Tefsir. (1953, Temmuz 15) Ehli Sünnet, VII(137), 3. Uçar, G. (2017, Ağustos 1). Bir mütefekkir Abdurrahim Zapsu. Kitabın Ortası (48-53). Uğurlar olsun, haccınız mebrur olsun. (1947, Ekim 3). Ehli Sünnet, I(14), 4. Uzun, M. (2013). Abdurrahim Zapsu. DİA (cilt: 44, ss.127-128). İstanbul. Üçışık, A. M. (1947, Ekim 24). Tenkit. Ehli Sünnet, I(17), 4. Vicdansız neşriyata son verelim. (1953, Ocak 15). Ehli Sünnet, VII(129), 2. Yine hutbe meselesi. (1950, Mart 15). Ehli Sünnet, IV(80), 2. Zapsu, A. (1947a, Temmuz 4). Okuyucularımızla başbaşa. Ehli Sünnet, I(1), 3. Zapsu, A. (1947b, Ekim 17). Millî Eğitim Bakanlığı’na birinci mektup. Ehli Sünnet, I(16), 1-4. Zapsu, A. (1947c, Ekim 24). Millî Eğitim Bakanlığı’na ikinci mektup, Ehli Sünnet, I(17), 1, 4. 434 İslam’ı Uyandırmak - II Zapsu, A. (1947d, Ekim 31). Millî Eğitim Bakanlığı’na üçüncü mektup, Ehli Sünnet, I(18), 1, 4. Zapsu, A. (1947e, Kasım 28). Münazara edepleri hakkında. Ehli Sünnet, I(22), 3. Zapsu, A. (1947f, Kasım 7). Alevilerin tenkit mektupları başladı. Ehli Sünnet, I(19), 1. Zapsu, A. (1947g, Kasım 7). İbadet hanelerimizde çalışanların acıklı halleri. Ehli Sünnet, I(19), Zapsu, A. (1947h, Aralık 12). Din tedrisatı halk partisi kongresinde. Ehli Sünnet, I(24), 1. Zapsu, A. (1947ı, Aralık 19). Din ve laiklik. Ehli Sünnet, I(25), 1. 1. Zapsu, A. (1948a, Ocak 1). Ehli Sünnet’in gayesi. Ehli Sünnet, II(27), 5-6. Zapsu, A. (1948b, Ocak 15). Milletin büyük bir sevinçle karşıladığı bir kanun tasarısı. Ehli Sünnet, II(28), 4. Zapsu, A. (1948c, Eylül 1). Diyanet İşleri yüksek riyasetine. Ehli Sünnet, 6. Zapsu, A. (1948d, Eylül 15). Bay Ziya Şakir’e. Ehli Sünnet,14. Zapsu, A. (1950a, Şubat 15). Yine ezan meselesi. Ehli Sünnet, 14. Zapsu, A. (1950b, Mayıs 1). İstanbul halkına arzı teşekkür. Ehli Sünnet, IV(83), 2. Zapsu, A. (1950c, Haziran 1). Din ve laiklik. Ehli Sünnet, IV(85), 12-13. Zapsu, A. (1950d, Temmuz 1). Anıt kabir. Ehli Sünnet, IV(87), 11-13. Zapsu, A. (1950e, Eylül 5). Kur’an-ı Kerim’i yayma. Ehli Sünnet, IV(90), 5-8. Zapsu, A. (1950f, Ekim . Dinî neşriyat. Ehli Sünnet, IV(91), 11-12. Zapsu, A. (1951). İş Bankası din teşkilatına hasredilmelidir. Ehli Sünnet, V(102), 8-9. Zapsu, A. (1952, Mayıs 1). Diyanet İşlerinin büyük bir muvaffakiyeti. Ehli Sünnet, VII(133), 10-11. Zapsu, A. (1953, Temmuz 15). Helalleşme. Ehli Sünnet, VI(137), 14. ~ Tasavvuf, İslam’ın Nuru ~ ~ İslamın Nuru ilk sayı kapak resmi ~ Giriş İslâm’ın Nûru dergisi Nisan 1951-Nisan 1953 yılları arasında 24 sayı yayınlanmış bir dergidir. 1951 yılında 1-8; 1952 yılında 9-20; 1953 yılında ise 21-24 numaralı sayıları yayınlanmıştır. İlk sayıdan sonra Mayıs ayında çıkamayan dergi 1952 Aralığına kadar toplam 8 sayı yayınlanmıştır. Ocak 1952’den itibaren yıl sonuna kadar 12 sayı aksamadan çıkmıştır. 1953’ün ilk dört ayında da yayınlanmaya devam eden dergi Nisan 1953’te kapanmıştır. Derginin ilgi (yayın) alanında “İslam” başlığı altında toplanabilecek her konu bulunmaktadır. Ali Kemal Bey’in “Gayemiz” başlıklı sunuş yazısından sonra “Allah Kelâmı” başlıklı ilk bölümünde Kur’an’dan seçilen bir surenin metin ve meâli ve peşinden gelen “Tefsir” bölümünde kısmi tefsirler (ilk sayılarda Tantavî Cevherî’nin tefsirinden tercümeler) yer almıştır. Meal ve tefsir bölümlerinden sonra “Hadisî Şerifler” başlıklı bir bölüm yer alır. Burada hadisler hem Arapça metinleri hem de Türkçe tercümeleriyle verilir. Onun peşinden “Fahri Cihanın Hayatı” başlıklı bölüm gelir. Bu bölümde siyer bilgilerinin yanı sıra Peygamberimizle ilgili manzumelere de yer verilmiştir. Ana bölümler sayabileceğimiz meal-tefsir ve hadis bahislerinin hemen peşinden ise “İslâm Âlemi” bölüm başlığı açılmaktadır. Bu bölüm ilk sayılarda Dr. Kemal Özkaragöz tarafından İngilizceden tercüme edilmiş notlardan oluşmuştur. “İslâmî Fıkralar”, “Örnek İnsanlar”, “İslâm İktisadiyatı”, “Tasavvuf ”, “Edeb”, “Din Felsefeİslam’ın Nuru Dergisi (1951-1953) Tarihçesi ve Tasavvuf Alanına Katkısı Üzerine Bir İnceleme* Yusuf Turan Günaydın * Yıllarca önce İslâm’ın Nûru’nun iki ciltlik bir koleksiyonunu vererek beni, dergi üzerinde çalışmam için Zülfikar Güngör Hocamız teşvik etmişti. Dolayısıyla bu metnin vücut bulmasını kendisine borçluyuz. 438 İslam’ı Uyandırmak - II si Bahisleri”, “Garblı Gözü ile İslâmiyet”, “Dil”, “İlmihâl”, “Hutbe”, “İslâm Ahlâkı”, “Mes’ud Olmak Elimizdedir”, “Arabca Dersleri” gibi bölümler; bir kısmı her sayıda, diğer bir kısmı da zaman zaman yer verilen bölümlerdir. Dergide Talat Vasfi Öz’ün “Hac Hatıraları” (2. sayıdan itibaren), Abdürrahman Şeref Güzelyazıcı’nın ahiret bahisleri, Ömer Kirazoğlu’nun İstanbul camilerini konu alan mimari yazıları, Ömer Nasuhi Bilmen’in “Örnek İnsanlar” üst başlıklı sayfası, Tâhirülmevlevî’nin “Hazreti Mevlâna’nın Münâcatı” ve “Mesnevî’den Öz” başlıklı yazı dizileri de yayınlanmıştır. Tâhirülmevlevî’nin “Münâcat” seçmesini yedinci sayıdan itibaren Cemal Parlakışık sürdürmüştür. Gazâlî’nin el-İktisâd fi’l-İ’tikad adlı eserinin tercümesi ise “İtikadda İktisad” başlığıyla mütercimi belirtilmeden “İslâm’ın Nûru” imzasıyla tefrika edilmiştir. Şairleri Mahmut Kirazoğlu, M. Âsım Köksal, Elmalılı A. Hamdi Yazır, Tahirülmevlevî, Ali Ulvi Kurucu, Mehmed Ârif, Ali Tayyar, S. Gavsî gibi isimlerdir. Şiirleri en çok alıntılanan şahsiyetler ise Azîz Mahmûd Hüdâyî ve Mehmed Âkif ’tir. Dergide yayınlanmış her yazı (tefrikalar ve aynı yazara ait farklı konulardaki yazılar), bugünden bakıldığında önem taşımaktadır. Özellikle bazen “Tasavvuf ” genel başlığı altında bazen de tasavvuf vurgusu yapılmadan yer verilen sûfiyâne yazılar dikkat çekici boyutlardadır. İslâmın Nûru dergisine birçok açıdan yaklaşılabileceği gibi yer verdiği tasavvuf konulu yazılar açısından da müstakil bir incelemeyle yaklaşılabilir. Dolayısıyla bildirimizde üzerinde yoğunlaşacağımız bu yönünü belirginleştirmek amacıyla dergide yayınlanan tasavvuf konulu yazıların (yazı dizileri, şiirler, tercümeler ve telif yazılar) bir bibliyografyasını da sunacağız. Derginin tarihçesi Aylık bir “Dinî-İlmî-Ahlakî-Edebî Mecmua” olan İslâmın Nûru dergisi, Nisan 1951-Nisan 1953 yılları arasında yayınlanmıştır. Bu süre içinde 24 sayı çıkabilmiştir. Söz konusu süre 25 aya tekabül etmekteyse de arada bir sayısı yayınlanamamış durumdadır. Derginin iki baskı yapan ilk sayısı Nisan 1951; ikinci sayısı ise 1 Haziran 1951 tarihlidir. Dolayısıyla daha ilk sayısının hemen peşinden, bir ay yayınına ara vermiş olmaktadır. 1951 yılında 1-8; 1952 yılında 9-20; 1953 yılında ise 21-24 numaralı sayıları yayınlanmıştır. 1953’ün ilk dört ayında da yayınlanmaya devam eden dergi Nisan 1953’te kapanmıştır. İslam’ın Nuru Dergisi Tarihçesi Tasavvuf Alanına Katkısı 439 Derginin “Sâhib ve Neşriyat Müdürü” Ali Kemal Belviranlı (1923-2003)1 , “Müessese Müdürü” ise İbrâhim Kirazoğlu (1919-1988)’dur. Bu iki şahsiyet -en az 1970 sonlarına kadar- İslamcı yayın camiasının tanıdığı, isimlerine aşina olduğu simalardır. Ali Kemal Belviranlı’nın İslamcı camianın emektarlarından olmakla birlikte -asıl itibariyle tıp tahsili görmüş- biyografisi pek bilinmeyen fakat hakkında müstakil çalışmalar (tez, monografi vb.) yapılması gereken bir şahsiyet olduğunu söyleyebiliriz. Hakkında kaleme alınmış bir biyografi yazısında ondan şöyle söz edilmektedir: (…)Konya’da münbit bir iklimde, 1923 yılında doğmuş, 11 yaşında hıfzını ikmal etmiştir. Birinci ve en önemli meziyeti hafızlığıdır. İkinci olarak devrin kuvvetli sesleri ve nefeslerinden Hafız Ali Üsküdarlı, Saadettin Kaynak, Varnalı Hamdi Efendi, Abdurrahman Gürses gibi hocalardan dersli ve icazetlidir, bu yönü ile de kurra, musikişinas ve bestekârdır. Hattat Hamid ve Halim Özyazıcı gibi isimlerle yaptığı meşkler dolayısıyla hattattır. (Büyüker, Ağustos 2015) Belviranlı’nın burada da söz edilen hattatlığının İslâmın Nûru’na da yansıdığını derginin koleksiyonundan izleyebiliriz. Çünkü her sayının arka kapağında tezhipli bir çerçeve içinde bir istif basılıdır. Onun, dergideki “İslâmın Nûru” imzalı genel sunuşun hemen peşinde yer alan “Gayemiz” başlıklı ikinci sunuşun altında da imzası bulunmaktadır.2 İslâmın Nûru’nun müessese müdürü İbrâhim Kirazoğlu (1919-1988) ise Kayseri DP milletvekillerinden, ekonomi tahsili görmüş bir şahsiyettir. İslâmın Nûru koleksiyonu net olarak yansıtmasa da derginin tasavvufi veçhesinde Ömer Kirazoğlu ile birlikte bir etkisinin bulunduğundan söz edilebilir. Kirazoğlu DP’den sonra AP saflarında siyasi hayatını sürdürmüş ve Ankara’da vefat etmiştir (Ünal, 2015, ss. 225-226). Dergi İstanbul menşelidir ve yazıhanesi ilk birkaç sayıda Beyazıt’ta, sonraki sayıları ise Cağaloğlu Babıali Caddesindedir. 1 Ali Kemal Bey’den İslâmın Nuru Mecmuası bağlamında söz eden bir yazı için bkz. Çakan (Aralık 2015). 2 Hayatı ve eserleri hakkında en geniş çalışma Kâmil Büyüker’e aittir (Büyüker, Ağustos 2015; Öztürk, 2003; Işık, 2007). 440 İslam’ı Uyandırmak - II Derginin Kapsamı (Dergide Ele Alınan Konular) ve Önemli Yazarları: Derginin ilgi (yayın) alanında “İslam” başlığı altında toplanabilecek her konu bulunmaktadır: Kur’an ve Tefsir: Belviranlı’nın “Gayemiz” başlıklı sunuş yazısından sonra “Allah Kelâmı” başlıklı ilk bölümünde Kur’an’dan seçilen bir surenin metin ve meali ve peşinden gelen “Tefsir” bölümünde kısmî tefsirler yer almaktadır. Bu bölümde -ilk sayılarda- Tantavî Cevherî (1862-1940)’nin tefsirinden tercümelere yer verilmiştir. Daha sonra bu bölümde imza olarak dergi adına yer verilmiştir. Sonraki sayılarda ise Hasan Basri Çantay’ın kısmi tefsir de içeren mealinden bölümler yayınlanmıştır. İslamî ilimlerden hadis ilmi de Kur’an’dan sonra İslâm’ın Nûru’nun ikinci ilgi alanıdır. Dergide meal ve tefsir bölümlerinden sonra “Hadisi Şerifler” başlıklı bir bölüm yer almaktadır. Burada hadisler hem Arapça metinleri hem de Türkçe tercümeleriyle verilir. Onun peşinden “Fahri Cihanın Hayatı” başlıklı bölüm gelir. Bu bölümde siyer bilgilerinin yanı sıra Peygamberimizle ilgili manzumelere de yer verilmiştir. Hadisler bölümünün kimin tarafından hazırlandığı başlangıçta belirtilmemişse de daha sonraki sayılarda Muallim Hâlid Tanrıkulu imzasıyla bir Kırk Hadis derlemesine yer verilmiştir. Yine Peygamberimizin hayatının anlatıldığı siyer bölümü de “İslâmın Nûru” imzasıyla müellifi belirtilmeden yayınlanmış; “devam edecek” kaydına rağmen üçüncü sayıdan sonra sürdürülmemiştir. İslâm Dünyası: Ana bölümler sayabileceğimiz meal-tefsir ve hadis bahislerinin hemen peşinden ise “İslâm Âlemi” bölüm başlığı açılmaktadır. Bu bölüm ilk sayılarda Dr. Kemal Özkaragöz tarafından İngilizceden tercüme edilmiş notlardan oluşmuştur. Diğerleri: “İslâmî Fıkralar”, “Örnek İnsanlar”, “İslâm İktisadiyatı”, “Edeb”, “Din Felsefesi Bahisleri”, “Garblı Gözü ile İslâmiyet”, “Dil”, “İlmihâl”, “Hutbe”, “İslâm Ahlâkı”, “Mes’ud Olmak Elimizdedir” (Attâr ve Sa‘dî’den manzum tercümeler), “Arabca Dersleri” gibi bölümler; bir kısmı her sayıda, diğer bir kısmı da zaman zaman yer verilen bölümlerdir. Dergide Talat Vasfi Öz’ün “Hac Hatıraları” (2. sayıdan itibaren), Abdürrahman Şeref Güzelyazıcı’nın âhiret bahisleri, Ömer Kirazoğlu’nun İstanbul camilerini konu alan mimarî yazıları, Ömer Nasuhi Bilmen’in “Örnek İnsanlar” üst başlıklı sayfası, vb. de yayınlanmıştır. Burada isimlerini zikrettiğimiz yazarların dışında Ömer Nasuhi Bilmen’i, 1950’li yılların hemen bütün İslamcı dergilerinde yazılarına rastlanan Semahaddin İslam’ın Nuru Dergisi Tarihçesi Tasavvuf Alanına Katkısı 441 Cem [Kerestecioğlu], Mevlânâ ve İkbâl üzerine yazı ve tercümeleriyle Ali Nihat Tarlan ve ahlaki-tasavvufi yazılarıyla Hacı Cemâl Öğüt, Hasan Basri Çantay, Muallim Halid Tanrıkulu, H. Abdurrahman Gürses, A. Şeref Güzelyazıcı, M. Emin Doğru, İbnürrahmi Ali Tayyar [Kerestecioğlu], Bahâüddin Eymen, Hakkı Süha Gezgin, Haluk Nurbâki, H. Ömer Aköz, Meşkûre Sargut, Kenan Ünaldı, Muhtar Yazır, H. Osman Hilmi, Sadettin Sırrı, Mehmed Dursun, Ömer Kişi, Rauf Bingöl Sevgikuranlar, Hikmet Betül gibi yazar ve şairlerin isimlerini derginin kadrosunda gösterebiliriz. Mütevazı hacmiyle doğru orantılı olarak dergide küçümsenemeyecek bir tercüme faaliyeti de göze çarpmaktadır. Tâhirü’l-Mevlevî, Cemal Parlakışık (Mevlânâ’dan) ve Ali Nihad Tarlan (İkbâl’den) gibi simaların dışında tercümeleri yayınlanan zevat H. Abdurrahman Gürses, Bülent Çorapçı (Şa’rânî, Mihlât, Seyyid Ahmed er-Rufâî, Molla Câmî ve Gazâlî’den), Niğdeli Hakkı Eroğlu (Sa‘dî ve Attâr’dan), Hasan Basri Çantay (Sa‘dî’den), Murteza Elker (Mâverdî’den)’i derginin mütercim kadrosu içinde sayabiliriz. Bir kısım tercümeler ise “İslâmın Nûru” imzasıyla yayınlanmıştır. Şairleri Mahmut Kirazoğlu, M. Âsım Köksal, Elmalılı A. Hamdi Yazır, Tahirülmevlevî, M. Cevdet, H. Mehmet Zihnî, Ali Ulvi Kurucu, Mehmed Ârif, Hasan Talat, Ali Tayyar, S. Gavsî, Kemâl Edîb Kürkçüoğlu, Mustafa Fevzi, M. Şemseddin Canpek, Fazlıoğlu Cemal Oğuz Öcal, M. Said Çekmegil, K. Mısırlıoğlu, Eyyub Rüştü, Konyalı Fahri Kulu, Ali Rıza, Enis Alpaytaç, Abdülkadir Saynaç gibi isimlerdir. Şiirleri en çok alıntılanan şahsiyetler ise Şeyh Sa‘dî, Azîz Mahmûd Hüdâyî, Mısrî Niyâzî ve Mehmed Âkif ’tir. Derginin İslâmcı Yayıncılık İçindeki Yeri ve Etkileri Dergide yayınlanmış her yazı (tefrikalar ve aynı yazara ait farklı konulardaki yazılar), bugünden bakıldığında önem taşımaktadır. Özellikle bazen “Tasavvuf ” genel başlığı altında bazen de tasavvuf vurgusu yapılmadan yer verilen sufiyane yazılar dikkat çekici boyutlardadır. Tasavvufi yazılarda derginin son sayılarına doğru daha da artış olduğu gözlenmektedir. Dolayısıyla İslâmın Nûru dergisine birçok açıdan yaklaşılabileceği gibi yer verdiği tasavvuf konulu yazılar açısından da müstakil bir incelemeyle yaklaşılabilir. Dolayısıyla üzerinde yoğunlaşacağımız bu yönünü belirginleştirmek amacıyla dergide yayınlanan tasavvuf konulu yazıların (yazı dizileri, şiirler, tercümeler ve telif yazılar) bir bibliyografyasını da sunacağız. 442 İslam’ı Uyandırmak - II 1950’li yılların görece özgür ortamında dini dergicilik büyük oranda şekillenmiş durumdaydı. Bu şekillenmeye katkıları sebebiyle İslâmın Nûru da ilgi çekici bir süreli yayın faaliyeti olarak görülmelidir. Sayfalarında görülen meal – tefsir – hadis – siyer- ahlak-tasavvuf biçiminde formüle edilebilecek bölümleme, daha öncesinde ve o yıllardan itibaren uzun bir süre İslamcı dergilerin ilgi alanlarını belirginleştiren bir şablon görünümündedir. Bu yönüyle Türkiye’de gelişen İslamcı düşünceyi şekillendirmiş ve beslemiştir. Türk basınında belli bir ivme kazanan İslamcı vurgunun yayılmasında örtük bir etkisinden söz edilebilir. Bu vurgunun tasavvufi bir ton taşıdığını da hemen belirtmek gerekir. Yazar kadrosuna bakıldığında Osmanlı devrinden Cumhuriyet’e intikal etmiş nesilden yazarlarla Cumhuriyet döneminde neşvünema bulmuş dindar yazarların bir arada bulunduğunu görmekteyiz. Bu bakımdan 1950’li yıllarda mevcut yeni nesli, öncekilerle harmanlayan bir yapıya sahiptir. Bu durum Cumhuriyet döneminin İslamcı basınını tasnifte İslâmın Nûru dergisini dikkat çekici bir yere oturtmaktadır. Ayrıca dergiyi, İbrahim ve Ömer Kirazoğlu’nun son devir Türk sufilerinden Ramazanoğlu Mahmud Sâmî (1892-1984) ile bağlantıları dolayısıyla hâlen yayımlanmakta olan tasavvuf dergilerinden Altınoluk dergisi camiasının ilk dergicilik tecrübesi olarak da görebiliriz.3 İslâmın Nûru ve Tasavvuf Tasavvuf ” üst başlığı dergide resmen kullanılmıştır ve bu bölüm başlığına daha derginin ilk sayısında rastlanmaktadır. Diğer bölümlerde görüldüğü üzere, bu başlık altında yer alan satırlar da müellif ismi belirtilmeden yayınlanmıştır. Sonraki sayılarda ise “Tasavvuf ” üst başlığı kullanılmadan tasavvuf konulu imzalı yazıların derginin geneline serpiştirildiği de gözlenmektedir. İkinci sayıdan itibaren “Tasavvuf ” üst başlığı altındaki yazının hemen peşinden Ahmed Remzi Efendi [Akyürek] (1872-1944)’in hazırladığı Münâcât-ı Hazret-i Mevlânâ (1918) başlıklı derlemenin “Hazreti Mevlâna’nın Münâcatı” başlığıyla Tâhirülmevlevî (1877-1951) tarafından Farsçadan tercüme edilen ilk kısmına yer verilmeye başlanmıştır. Altında yine Tâhirülmevlevî imzasını gördüğümüz “Mesnevî’den Öz” başlıklı yazı dizisi de İslâmın Nûru’nun tasavvufî veçhesinin en belirgin örneklerindendir. Yalnız Münâcât’ın Tâhirülmevlevî’ce tefrika edilen tercümesinin, 3 Bu hususa dikkatimizi çeken Asım Öz’e teşekkür borçluyum. İslam’ın Nuru Dergisi Tarihçesi Tasavvuf Alanına Katkısı 443 1 Kasım 1951 tarihli yedinci sayıdan itibaren Cemal Parlakışık tarafından sürdürüldüğü dikkatlere çarpmaktadır. Bunun sebebi sanırız Tâhirülmevlevî’nin 20 Haziran 1951 tarihinde Hakk’ın rahmetine kavuşmuş olmasıdır. Nitekim yazının bu bölümünde vefat haberi de yer almıştır.4 Neden hemen vefat ettiği ay değil de Kasım ayından itibaren Parlakışık’ın ismine rastlandığını ise Tâhirülmevlevî’nin o sayıya kadar yayınlanabilecek bir toplamı ölmeden önce dergi idarecilerine ulaştırmış olması ihtimaliyle açıklayabiliriz. Dolayısıyla bu yazı dizisinin ilk beş bölümü Tâhirülmevlevî; son altı bölümü ise Cemal Parlakışık5 tarafından hazırlanmış olmaktadır. Dergide dikkat çeken ve son sayılara kadar sürmüş bulunan bir yazı dizisi de “Velîler Tezkiresi” başlıklı yazı dizisidir. Ekim 1951 tarihli 6. sayıdan başlayan bu tefrika 21 Şubat 1953 tarihli 22. sayıya kadar sürmüştür. İlk bölümdeki üst başlığı “Örnek İnsanlar” şeklindedir. Bölümün başındaki açıklamaya göre ünlü sûfî Ferîdüddîn-i Attâr (1145-1220)’ın Tezkiretü’l-Evliyâ adlı eserinin eski bir Türkçe tercümesinden sadeleştirilerek İslâmın Nûru’nda neşredilmiştir. Bu yazı dizisi de “İslâmın Nûru” imzasıyla yayınlanmışsa da son bölümünde “Ömer Kirazoğlu” imzasına rastlanmaktadır. Bu durumda eserin baştan itibaren sadeleştirme işini üstlenenin bu zât olduğunu düşünebiliriz. Ömer Kirazoğlu, -son devir sufilerinden Ramazanoğlu Mahmûd Sâmî (1892-1984) ile bağlantısından ötürü- bu zatın “hazırlayan” olarak imzasıyla çokça basılmış bulunan Attâr’a ait Tezkiretü’l-Evliya metnini sadeleştirmiş olmalıdır. Ünlü İslam alimi ve sufi Gazâlî (1058-1111)’nin bir risalesinin de İslâm’ın Nûru’nda tefrika suretiyle neşredildiği görülmektedir. Bu risale Gazâlî’nin el-İktisâd fi’l-İ’tikad adlı eseridir. Söz konusu tercüme “İtikadda İktisad” başlığıyla ve mütercimi belirtilmeden “İslâmın Nûru” imzasıyla tefrika edilmiştir. Ünlü Şafii alimi Mâverdî (972-1058)’nin Edebü’d-Dünyâ ve’d-Dîn adlı ahlâka dair eserinin tercümesi de İslâmın Nûru’nda tefrika edilmiştir. Müellifi her ne kadar sufiler kadrosunda anılmazsa da eseri ahlaki bir metindir. Murteza Elker’in, ilk sayılarında “hazırlayan”; son sayılara doğru da “tercüme eden” sıfatıyla tefrika ettiği bu tercüme Ağustos 1952 tarihli 16. sayıda başlamış ve son sayıya kadar da sürmüştür. Kitabın orijinalinin hacmini göz önünde bulundurduğumuzda be tercümenin yarım kaldığını söyleyebiliriz. Ayrıca kütüphanelerde Murteza Elker adına böyle bir tercümeye rastlanmadığınız göre bu tercüme tamamlanıp kitaplaştırılmamıştır diyebiliriz. 4 Dergide ayrıca bir anma yazısı da yayınlanmıştır: Ahmed Sa’di (1952, Temmuz, s. 41. 5 Cemal Parlakışık hakkında bilgi bulamadık. 444 İslam’ı Uyandırmak - II Bir kısım tasavvufî metin veya tercümelerin İslâm’ın Nûru dergisinde tefrika edildikten sonra kitaplaştırıldığını düşünmemizi sağlayacak birçok veri bulunmaktadır. Bu nokta geniş bir araştırmayı gerektiriyorsa da yukarıda saydığımız üç eserin dışında Meşkûre Sargut (1925-2013)’un, “Tasavvuf Deryâsından Bir Katre”, başlığıyla yazdığı birçok yazı, Tasavvuf Deryasından Bir Katre: Mevlânâ Diyor ki adıyla kitaplaşmış bulunmaktadır (1956). Niğdeli Hakkı Eroğlu tercümesiyle Attâr ve Şeyh Sa’dî’den manzum parçalar ise ilk kez burada yayınlanmamış olsa gerektir. Çünkü Niğdeli’nin Attâr tercümesi 1948 yılında; Sa‘dî (1193-1291) tercümesi ise 1944’te yayınlanmış bulunuyordu. M. Asım Köksal (1913-1998)’ın Peygamberimiz hakkındaki manzum eseri ve bazı ahlaki şiirleri de benzer durumda olmalıdır. Dolayısıyla İslâm’ın Nûru’nun -önce bu dergide tefrika edildikten sonra kitaplaşan eserler açıdan bakıldığında- kitap yatağı bir dergi olduğu da rahatlıkla söylenebilir gözükmektedir. Her ne kadar en dikkat çekici tasavvufi-ahlaki neşirler bunlarsa da başlığında görünür olmayacak şekilde kaleme alınmış birçok yazı, “Edeb” üst başlığıyla yayınlanmış makaleler ve telif ve alıntı şiirlerin çoğu da düpedüz tasavvufi metinlerdir veya sufiyane bir üslup taşımaktadır. İslâm’ın Nûru’nda Tasavvufi İçerikli Yazı ve Şiirler Bibliyografyası (kronolojik):6 Bibliyografya hazırlanırken özellikle makale başlıklarında dergideki imlaya bağlı kalınmış, herhangi bir düzeltmeye gidilmemiştir. Şahıs adlarında soyadı olmadığında isim küçük harflerle yazılmıştır. Soyadı kullanan yazarlarda ise soyadı başa alınarak büyük harflerle yazılmıştır. Bu kural isimle birlikte nisbe kullanan bazı şair ve müelliflere de uygulanmış fakat sadece nisbesi kullanılan isimler küçük harflerle yazılmıştır. Aylara göre kronolojik olarak hazırlanan bibliyografyada her sayıda yer alan şiir ve yazılar yer alış sırasına göre sıralanmıştır. Şiirler ve manzum metinler hemen başlığın altında parantez içinde gösterilmiş ve gerektiği yerlerde dipnotlarla açıklamalar konulmuştur. Bibliyografyada İslâm’ın Nûru’ndaki bütün yazı ve şiirler değil sadece tasavvuf ve ahlak (edep) konulu olanlar gösterilmiştir. 6 Bibliyografyanın dizgisini yapan kardeşim Feride Sema Günaydın’a çok teşekkür borçluyum. İslam’ın Nuru Dergisi Tarihçesi Tasavvuf Alanına Katkısı 445 1951, Nisan Eymen, Bahaüddin, İslâm âdâbı/edeb, yıl: 1, 1, 27-28. Gazâlî, (1951, Nisan), İtikadda iktisad/mukaddime, (çev. belirtilmemiş), yıl: 1, 1, 22. Gezgin, Muallim Hakkı Süha, (1951, Nisan), Gerçek mürşidlere muhtacız, yıl: 1, 1, 38. Hüdayi, Azîz Mahmûd, (1951, Nisan), Ya Resulullah (şiir), yıl: 1, 1, 14. İmzasız, (1951, Nisan), Mesut olmak elimizdedir, yıl: 1, 1, 48. İmzasız, (1951, Nisan), Tasavvuf: şeriat, tarikat, hakikat ve marifet, yıl: 1, 1, 24-26. İmzasız, Özlü sözler, (Hacı Hafız A. Gürses, Çev.), yıl: 1, 1(30,33) [Hangi kaynaktan tercüme edildiği belirtilmemiştir]. Kirazlı, Mahmut, (1951, Nisan), İnan! (şiir), yıl: 1, 1, 10. Kirazlı, Ömer, (1951, Nisan), Cami, yıl: 1, 1, 29. Köksal, M. Asım, (1951, Nisan), O’nun doğuşu (şiir), yıl: 1, 1, 15-16. Tâhirülmevlevî, (1951, Nisan), Dil/sözlüğe dair, yıl: 1, 1, 37. Tâhirülmevlevî, [Olgun], Münacaat (şiir), yıl: 1, 1, 30. Tanrıkulu, Muallim Halid, İç huzuru, yıl: 1, 1, 30. Yunus Emre, (1951, Nisan), Söz (şiir), yıl: 1, 1, 4. 1951, Haziran7 Ahmed Remzi Efendi, [Akyürek], (1951, Haziran), Hazreti Mevlânâ’nın münacaatı (1), (Tâhirülmevlevî [Olgun], çev), yıl: 1, 2, 28-30. Eymen, Bahaüddin, (1951, Haziran), İslâm âdâbı/Edeb (2), yıl: 1, 2, 34-35. Gazâlî, (1951, Haziran), İtikadda iktisad (2), çev. belirtilmemiş, yıl: 1, 2, 22-23. Hacı Osman, (1951, Haziran), Hayat safhaları, yıl: 1, 2, 32-33. İmzasız, (1951, Haziran), Mes’ud olmak elimizdedir, yıl: 1, 2, 48. İmzasız, (1951, Haziran), Tasavvuf, (2), yıl: 1, 2, 26-27. İnal, İbnülemin Mahmud Kemal, (1951, Haziran), Natı şerif, yıl: 1, 2, 15. Kirazoğlu, Ömer, (1951, Haziran), Şükür, yıl: 1, 2, 47. Köksal, M. Âsım, (1951, Haziran), O’nun şekli (şiir), yıl: 1, 2, 20. ------. (1951, Haziran), Ya Resulallah, yıl: 1, 3, 47. Öğüt, Hacı Kemal, (1951, Haziran), İslâm ahlakı, yıl: 1, 2, 31. 7 Derginin Nisan 1951 tarihli ilk sayısından sonra Mayıs ayı atlanmış ve ikinci sayısı Haziran 1951 tarihinde yayınlanmıştır. 446 İslam’ı Uyandırmak - II 1951, Temmuz8 Ahmed Remzi Efendi, (1951, Temmuz), Hazreti Mevlânâ’nın münacaatı (II), (Tâhirülmevlevî, Çev.), yıl: 1, 3, 17-18.9 Gavsi, S., (1951, Temmuz), İstiğfar (şiir), yıl: 1, 3, 23. Güzelyazıcı, Abdürrahman Şeref, (1951, Temmuz), Ölüm ve iman, yıl: 1, 3, 27-28. Hacı Osman, (1951, Temmuz), Vicdani hayatın yolları, yıl: 1, 3, 43-44. İmzasız, (1951, Temmuz), Mes’ud olmak elimizdedir, yıl: 1, 3, 48. İnal, İbnülemin M. K., (1951, Temmuz), Nât-i şerif, yıl: 1, 3, 10. Kirazlı, Mahmud, (1951, Temmuz), Dâvet(şiir), yıl: 1, 3, 7. Kirazoğlu, Ömer, (1951, Temmuz, ), Süleymâniye Câmii, yıl: 1, 3, 30-33. Öğüt, Hacı Cemal, (1951, Temmuz), İslâm ahlâkı/insanın iç yüzü (2), yıl: 1, 3, 19-20. Tanrıkulu, Muallim Halid, (1951, Temmuz), Ahlâk ve din, yıl: 1, 3, 24-25. 1951, Ağustos Ahmed Remzi Efendi, (1951, Ağustos), Hazreti Mevlânâ’nın münacaatı, (Tahirü’l-Mevlevi, çev.), yıl: 1, 4, 14. Eymen, Bahaüddin, (1951, Ağustos), İslâm âdâbı, 4, 46-47. Gazâlî, (1951, Ağustos), İtikadda iktisad, yıl: 1, 4, 24-26. Hasan Talât, (1951, Ağustos), Yalvarırım Allah’ım (şiir), yıl: 1, 4, 32. Hüdayi, Azîz Mahmûd, (1951, Ağustos), Meded (şiir), yıl: 1, 4, 23. Hüdayi, Azîz Mahmûd, (1951, Ağustos), Tevhid (şiir), yıl: 1, 4, 9. Hüdayi, Azîz Mahmûd, (1951, Ağustos), Tevhid İdegör (şiir), yıl: 1, 4, 9. İmzasız, (1951, Ağustos), Mes’ud olmak elimizdedir, yıl: 1, 4, 48. İmzasız, (s 1951, Ağustos), Dikkat(şiir), yıl: 1, 9, 26. Kirazoğlu, İbrahim, (1951, Ağustos), İnsanlık ve biz, yıl: 1, 4, 18-19. Kirazoğlu, Ömer, (1951, Ağustos), Edirne Selimiye Camii, yıl: 1, 4, 30. Köksal, M. Asım, (1951, Ağustos), Ya Muhammed!. (S.A.V.), yıl: 1, 4, 12. 8 Jenerik sayfasında sehven Haziran 1951 yazılıysa da kapağında doğru olarak Temmuz 1951 yazılıdır. 9 Yazının bu bölümünde Tâhirü’l-Mevlevî’nin vefat haberi de yer alıyor. İslam’ın Nuru Dergisi Tarihçesi Tasavvuf Alanına Katkısı 447 Mikdâd, (1951, Ağustos), El Ele verelim, yıl: 1, 4, 40. Öğüt, Hacı Cemal, (1951, Ağustos), İslâm ahlakı, yıl: 1, 4, 34-35. Tâhirülmevlevî, (1951, Ağustos), Ya Nebi! (şiir), yıl: 1, 4, 17. Tâhirülmevlevî, (1951, Ağustos), Ya Rab! (şiir), yıl: 1, 4, 17. Tanrıkulu, Halid, (Ağustos 1951), İslâmın ahlâk cephesi ve kırk hadis-i şerif, yıl: 1, 4, 10-12. 1951, Eylül Ahmed Remzi Efendi, (1951, Eylül), Hazreti Mevlânâ’nın münaccatı (4), (Tâhirülmevlevî, Çev.), yıl: 1, 5, 13. Erdoğan, Bekir Sıdkı, (1951, Eylül), Dâvet, yıl: 1, 5, 32. Gürses, H. Abdurrahman, (1951, Eylül), Müslümanın güzel ve yüce ahlâkı, yıl: 1, 5, 44-45. Hüdayi, Azîz Mahmûd, (1951, Eylül), Neden(şiir), yıl: 1, 5, 12. İmzasız, (1951, Eylül), Mes’ud olmak elimizdedir, yıl: 1, 5, 48. Kirazlı, Mahmud, (1951, Eylül), İnsan, yıl: 1, 5, 9. Köksal, Mustafa Asım, (1951, Eylül), Kabe (şiir), yıl: 1, 5, 26. Mahvî, (1951, Eylül), Yâ Rabbenâ(şiir), yıl: 1, 5, 26. Nâbî, (1951, Eylül), Bu..., yıl: 1, 5, 28. Öğüt, Hacı Cemal, (1951, Eylül), İslâm ahlâkı, yıl: 1, 5, 40. Sultan Mustafa II. (1951, Eylül), Ya Bâki! (şiir), yıl: 1, 5, 12. Şerîfî, (1951, Eylül), Yâ Rasulallâh!(şiir), yıl: 1, 5, 27. Tanrıkulu, Hâlid, (1951, Eylül), İslâmın ahlâk cephesi ve kırk hadis-i şerif, yıl: 1, 5, 7-8. Vahyî, (1951, Eylül), Yâ Rasulallâh!(şiir), yıl: 1, 5, 27. 1951, Ekim Abdülhay, (1951, Ekim), Ümid kesme!..(şiir), yıl: 1, 6, 9. Abdülehad Nûrî, (1951, Ekim), Yâ Rabbi!, yıl: 1, 6, 11. Ahmed Remzi Efendi, (1951, Ekim), Dikkat!, yıl: 1, 6, 11. Ahmed Remzi Efendi, (1951, Ekim), Hazreti Mevlânâ’nın münacaatı (5), (Tâhirülmevlevî, Çev.) yıl: 1,6, 10. 448 İslam’ı Uyandırmak - II Ali Rıza, (1951, Ekim), Üzül! (şiir), yıl: 1, 6, 42. Ali Tayyar [Kerestecioğlu], (1951, Ekim), Hazreti Muhammed Mustafa (s.a.v.) varlığın kalbi kâinatın efendisi, yıl: 1, 6, 30-31. Attâr, Feridüddîn, (1951, Ekim), Akıl ve ilim alâmetleri, yıl: 1, 6, 24. Bursalı İsmail Hakkî, (1951, Ekim), Yâ Habiballah!, yıl: 1, 6, 32. Doğru, M. Emin, (1951, Ekim), Tevhidin Nurları, yıl: 1, 6, 39. Eymen, Bahâüddin, (1951, Ekim), İslâm âdâbı, yıl: 1, 6, 46. Gavsî, Ş., (1951, Ekim), Yâ Rab (şiir), yıl: 1, 6, 29. İmzasız, (1951, Ekim), Hikmetli Sözler arapçadan çev. H. Abdürrahman Gürses, yıl: 1, 6, 36. İmzasız, (1951, Ekim), Mes’ud Olmak Elimizdedir, yıl: 1, 6, 48. İmzasız, (1951, Ekim), Örnek insanlar/veliler tezkiresi, yıl: 1, 6, 8,9 [ilk bölüm]. Kirazlı, Mahmud, (1951, Ekim), İnsan II, yıl: 1, 6, 6. Kirazoğlu, İbrâhim, (1951, Ekim), İnsanlık ve Biz, yıl: 1, 6, 25-26. Mahvî, (1951, Ekim), Üzülme!.. (şiir), yıl: 1, 6, 9. Öğüt, H. Cemâl, (1951, Ekim), İslâm Ahlâkı, yıl: 1, 6, 35. Sultan Mustafa II, (1951, Ekim), Hamd Olsun!, yıl: 1, 6, 12. Tanrıkulu, Hâlid, (1951, Ekim), İslâmın ahlâk cebhesi ve kırk hadis-i şerif, yıl: 1, 6, 7. Yunus Emre, (1951, Ekim), Uyan!, yıl: 1, 6, 10. 1951, Kasım [Abdülahad] Nûrî, (1951, Kasım), Lâ ilâhe illallah (şiir), yıl: 1, 7, 45. Ahmed Remzi Efendi, (1951, Kasım), Hazreti Mevlânâ’nın münâcaatı (6), (C. Parlakışık, Çev.), yıl: 1, 7, 17-18. Ali Tayyar [Kerestecioğlu], (1951, Kasım), Hazreti Muhammed Mustafa (s.a.v) varlığın kalbi kainatın efendisidir, yıl: 1, 7, 31-32. Eymen, Bahâüddin,(1951, Kasım), İslâm âdâbı, yıl: 1, 7, 40-41. Gavsî, Ş., (1951, Kasım), Hamd (şiir), yıl: 1, 7, 11. Hüdâyî, Azîz Mahmûd, (1951, Kasım), Dilek, yıl: 1, 7, 21. İmzasız, (1951, Kasım), Hikmetli sözler, Arapçadan çev. H. Abdürrahman Gürses, yıl: 1, 7, 39. İslam’ın Nuru Dergisi Tarihçesi Tasavvuf Alanına Katkısı 449 İmzasız, (1951, Kasım), Mes’ud olmak elimizdedir, yıl: 1, 7, 48. İmzasız, (1951, Kasım), Örnek insanlar/veliler tezkeresi (2), yıl: 1, 7, 15-16. İmzasız, (1951, Kasım), Tasavvuf/akıl-nakil-zevk, yıl: 1, 7, 36-37. Kirazoğlu, İbrâhim, (1951, Kasım), İnsanlık ve biz, yıl: 1, 7, 28. Mahvî, (1951, Kasım),İster! (şiir), yıl: 1, 7, 16. Mısrî Niyâzî, (1951, Kasım), Alem! (şiir), yıl: 1, 7, 16. Nakşî, İbrahim, (1951, Kasım), Ey Habib-i Kibriyâ (şiir), yıl: 1, 7, 20. Nurbâkî, Haluk, (1951, Kasım), Atamdaki aşkın sırrı, yıl: 1, 7, 44-45. Ömer Nasûhi [Bilmen], (1951, Kasım), Cihan (şiir), yıl: 1, 7, 21. Tâhirülmevlevî, (1951, Kasım), Münâcaat (şiir), yıl: 1, 7, 11. Tanrıkulu, Hâlid, (1951, Kasım), İslâmın ahlâk cebhesi ve kırk hadis-i şerif, yıl: 1, 7, 6. Üftade, (1951, Kasım), Dost! (şiir), yıl: 1, 7, 20. 1951, Aralık Ahmed Remzi Efendi, (1951, Aralık), Hazreti Mevlânâ’nın münâcaatı (7), (C. Parlakışık, Çev.), 8, 24. Doğru, M. Emin, (1951, Aralık), Tevhidin nurları, yıl: 1, 8, 39. Eymen, Bahaüddin, (1951, Aralık), İslâm âdâbı, yıl: 1, 8, 45-46. Gürses, H. Abdürrahman, (1951, Aralık), Allah nazarında sevilenler-sevilmeyenler, 8, 38. Hüdâyî, Azîz Mahmûd, (1951, Aralık), Yalvar Allah’a!, yıl: 1, 8, 43. İbnürrahmi Ali Tayyar [Kerestecioğlu], (1951, Aralık), Nebiler hâtimi Hazreti Muhammed Aleyhisselam/edebi bahçeler: Adet 1, yıl: 1, 8, 13. İmzasız, (1951, Aralık), Mes’ud olmak elimizdedir, yıl: 1, 8, 48. İmzasız, (1951, Aralık), Tasavvuf (şiir), yıl: 1, 8, 39. İmzasız, (1951, Aralık), Tasavvuf/Mârifet, yıl: 1, 8, 37-38. İmzasız, (1951, Aralık), Veliler tezkiresi/Veysel Karani, yıl: 1, 8, 21-23. Kirazlı, Mahmud, (1951, Aralık), Deveyi taşıyan nerde (şiir), yıl: 1, 8, 33. Kirazlı, Mahmud, (1951, Aralık), Nur damlası (şiir), yıl: 1, 8, 33. Kirazoğlu, İbrâhim, (1951, Aralık), İnsanlık ve biz, yıl: 1, 8, 15-16. 450 İslam’ı Uyandırmak - II Köksal, Mustafa Asım, (1951, Aralık), Peygamberimiz Efendimiz, yıl: 1, 8, 41-42. Kürkçüoğlu, Kemal Edib, (1951, Aralık), Münâcaat (şiir), yıl: 1, 8, 36. Öğüt, H. Cemâl, (1951, Aralık), İslâm ahlâkı, yıl: 1, 8, 40. Tâhirülmevlevî, (1951, Aralık), Mesnevî’den öz: ilim, yıl: 1, 8, 19-20. Tâhirülmevlevî, (1951, Aralık), Niyaz, yıl: 1, 8, 31. Tanrıkulu, Hâlid, (1951, Aralık), İslâmın ahlâk cebhesi ve kırk hadis-i şerif ”, yıl: 1, 8, 6. Yunus Emre, (1951, Aralık), Çağırırım dost dost!, yıl: 1, 8, 11. Yunus, (1951, Aralık), Dil (şiir), yıl: 1, 8, 27. 1952, Ocak Ahmed Remzi Efendi, (1952, Ocak), Hazreti Mevlânâ’nın münâcâtı (8), (C. Parlakışık, Çev.), yıl: 1, 9, 19. Aköz, H. Ömer, (1952, Ocak), Dini öğütler, yıl: 1, 9, 46. Âşık Yunus, (1952, Ocak), Gel dosta gidelim! (şiir), yıl: 1, 9, 32. Doğru, M. Emin, (1952, Ocak), Hakka riayet, yıl: 1, 9, 40. Hüdâyî, Azîz Mahmûd, (1952, Ocak), Bâki hayata iregör! (şiir), yıl: 1, 9, 27. Hüdâyî, Azîz Mahmûd, (1952, Ocak), Ol!, yıl: 1, 9, 46. İbnürrahmi [Ali Tayyar Kerestecioğlu], (1952, Ocak), İnsan, yıl: 1, 9, 16. İbnürrahmi Ali Tayyar [Kerestecioğlu], (1952, Ocak), Dünya, yıl: 1, 9, 15. İmzasız, (1952, Ocak), Veliler tezkiresi/Hasan Basri, yıl: 1, 9, 22-23. İmzasız, (1952, Ocak), Alem-i ervâh mertebeleri (1), yıl: 1, 9, 21. İmzasız, (1952, Ocak), Hikmetli sözler, arapçadan çev. Abdurrahman Gürses, yıl: 1, 9, 38-39. İmzasız, (1952, Ocak), Mes’ud olmak elimizdedir, yıl: 1, 9, 48. İmzasız, (1952, Ocak), Tasavvuf/ fasıl 1: Şeriat ehline alem-i kebirin beyanı, yıl: 1, 9, 20. Kirazlı, Mahmud, (1952, Ocak), Kahraman (şiir), yıl: 1, 9, 12. Kirazoğlu, İbrahim, (1952, Ocak) İnsanlık ve biz, yıl: 1, 9, 11-12. Köksal, Mustafa Âsım, (1952, Ocak), Peygamberimiz Efendimiz (2), yıl: 1, 9, 37. Mehmed Kasım, (1952, Ocak), Tasavvuf, yıl: 1, 9, 21. İslam’ın Nuru Dergisi Tarihçesi Tasavvuf Alanına Katkısı 451 Mustafa Fevzi, (1952, Ocak), Fahr-i cihan, (manzum), yıl: 1, 9, 9-10. Öğüt, Alasonyalı H. Cemâl, (1952, Ocak), İslâm ahlâkı, yıl: 1, 9, 35. Sivâsî, Şemseddin, (1952, Ocak), Vasıl Olmak, yıl: 1, 9, 21. Tâhirülmevlevî, (1952, Ocak), Mesnevi’den öz hikmet, yıl: 1, 9, 24-25. Tanrıkulu, Hâlid, (1952, Ocak), İslâmın ahlâk cebhesi ve kırk hadisi şerif, yıl: 1, 9, 8. Tanrıkulu, Hâlid, (1952, Ocak), Kurtarıcı esaslar, yıl: 1, 9, 13-14. 1952, Şubat Ali Tayyar [Kerestecioğlu], (1952, Şubat), Varlık hakkın varlığıdır, 10, 23-24. Bilmen, Ömer Nasuhi, (1952, Şubat), Ahlâkın esası ve medeniyetin istinadgahı (Din)dir, yıl: 1, 10, 18-19. Celal, (1952, Şubat), Diyen (şiir), yıl: 1, 10, 31. Eymen, Bahaüddin, (1952, Şubat), İslâm âdâbı/tevbe, yıl: 1, 10, 7-9. H. Osman Hilmi, (1952, Şubat), Bilmeceden hakikate, yıl: 1, 10, 35-36. Hâtifî, (1952, Şubat), Eskilerle yenilerle arasında (şiir), yıl: 1, 10, 17. İbnürrahmi Ali Tayyar, (1952, Şubat), Mürşid, yıl: 1, 10, 27. İmzasız, (1952, Şubat), Geç (şiir), yıl: 1, 10, 24. İmzasız, (1952, Şubat), Mes’ud olmak elimizdedir (2), yıl: 1, 10, 47-48. İmzasız, (1952, Şubat), Tasavvuf / fasıl 3: Alem-i ecsâmın mertebeleri, 10, 22. İmzasız, (1952, Şubat), Veliler tezkiresi/Malik İbni Dinar, yıl: 1, 10, 28-29. Kirazoğlu, İbrahim, (1952, Şubat), İnsanlık ve biz, yıl: 1, 10, 16-17. Köksal, Mustafa Âsım, (1952, Şubat), Peygamberimiz efendimiz, yıl: 1, 10, 43. Kulu, Konyalı Fahri, (1952, Şubat), Allaha İman (şiir), yıl: 1, 10, 46. Kurucu, Ali Ulvi, (1952, Şubat), Müstesna bir rüya (I), (şiir), yıl: 1, 9, 4. Kurucu, Ali Ulvi, (1952, Şubat), Müstesna bir rüya (II), (şiir), yıl: 1, 10, 21. M. Sa’di, (1952, Şubat), Tezarruatım (şiir), yıl: 1, 10, 139. M. Sadi, (1952, Şubat), Estağfirullah (şiir), yıl: 1, 10, 10. Öğüt, Alasonyalı H. Cemâl, (1952, Şubat), İslâm ahlâkı, yıl: 1, 10, 39. Sa’dettin Sırrı, (1952, Şubat), Ol!.. (şiir), yıl: 1, 10, 24. Sargut, M[eşkure], (1952, Şubat), Tasavvuf deryâsından bir katre, yıl: 1, 10, 25-26. 452 İslam’ı Uyandırmak - II Tâhirülmevlevî, (1952, Şubat), Mesnevi’den öz/tevbe, yıl: 1, 10, 11-12. Tâhirülmevlevî, (1952, Şubat), Niyazım (şiir), yıl: 1, 10, 13. Tanrıkulu, Hâlid, (1952, Şubat), İslâmın ahlâk cebhesi ve kırk hadisi şerif, yıl: 1, 10, 6. Vahyî, (1952, Şubat), Yâ Rab (şiir), yıl: 1, 10, 46. Yazır, Muhtar, (1952, Şubat), Müslüman Terbiyesi, yıl: 1, 10, 30-31. Yunus Emre, (1952, Şubat), Tevbeye gel (şiir), yıl: 1, 10, 31. 1952, Mart Ahmed Remzi Efendi, (1952, Mart), Hazret-i Mevlânâ’nın münâcaatı (9), (C. Parlakışık, Çev.), yıl: 1, 11, 22. Ali Tayyar [Kerestecioğlu], (1952, Mart), Allaha Dön! Rahat Yaşarsın, yıl: 1, 11, 21. Âşık Yunus, (1952, Mart), Dosta gidelim!, yıl: 1, 11, 15. Doğru, Mehmet Emin, (1952, Mart), Ruhi hastalıklar, yıl: 1, 11, 39. Eymen, Bahâüddin, (1952, Mart), İslâm âdâbı/ afüv, yıl: 1, 11, 7-8. Gürses, H. Abdurrahman, (1952, Mart), Allahın cemâlini isteyip celâlinden sakınmalıdır, yıl: 1, 11, 37-38. H. Osman Hilmi, (1952, Mart), Bilmeceden hakikate, yıl: 1, 11, 30-31. İbnürrahmi [Ali Tayyar Kerestecioğlu], (1952, Mart), Kalb, yıl: 1, 11, 24. İmzasız, (1952, Mart), Allah kelâmı, yıl: 1, 11, 4-6 [Zikirle ilgili Bakara 153. ayetin tefsiridir]. İmzasız, (1952, Mart), Mes’ud olmak elimizdedir, yıl: 1, 11, 48. İmzasız, (1952, Mart), Peder ne diyor, kader ne diyor?, yıl: 1, 11, 38. İmzasız, (1952, Mart), Veliler tezkiresi/İbrahim Edhem, yıl: 1, 11, 25-26. Kirazoğlu, Ömer, (1952, Mart), Hayırlı işler yaptırmak, yıl: 1, 11, 27-28. Köksal, M. Âsım, (1952, Mart), Peygamberimiz efendimiz (şiir), yıl: 1, 11, 44. Kulu, Fahri, (1952, Mart), Peygamberlere iman (şiir), yıl: 1, 11, 42. Kurucu, Ali Ulvi, (1952, Mart), Medine-i Münevvere’de bir sabah ezanı, yıl: 1, 11, 19-20. Mısrî Niyazi, (1952, Mart), Gel ey insan!, yıl: 1, 11, 15. Öğüt, Alasonyalı H. Cemâl, (1952, Mart), İslâm ahlâkı, yıl: 1, 11, 36-37. İslam’ın Nuru Dergisi Tarihçesi Tasavvuf Alanına Katkısı 453 Sargut, M[eşkure], (1952, Mart), Tasavvuf deryâsından bir katre (2), yıl: 1, 11, 23. Tâhirülmevlevî, (1952, Mart), Hülya günleri, yıl: 1, 11, 47. Tâhirülmevlevî, (1952, Mart), Mesnevi’den öz, yıl: 1, 11, 9-10. Tanrıkulu, Hâlid, (1952, Mart), Kurtarıcı esaslar II, yıl: 1, 11, 18. Ünaldı, Kenan, (1952, Mart), Ruh ve nefis, yıl: 1, 11, 16-17. Yazır, Muhtar, (1952, Mart), Müslüman terbiyesi” (2), yıl: 1, 11, 29-30. Yunus, (1952, Mart), Dikkat! (şiir), 11, 26. 1952, Nisan Ahmed Remzi Dede, (1952, Nisan), Gönlüme (şiir), yıl: 1, 12, 35. Ahmed Remzi Efendi, (1952, Nisan), Hazreti Mevlânâ’nın münâcaatı (10), (C. Parlakışık, Çev.), yıl: 1, 12, 24. Ali Tayyar [Kerestecioğlu], (1952, Nisan), Din emr-i fi’lidir, yıl: 1, 12, 31. Attâr, Ferideddin, (1952, Nisan), Müminlerin alâmetleri, (H. Eroğlu, Çev.), yıl:1, 12, 35 [manzum]. Bilmen, Ömer Nasuhi, (1952, Nisan), Tevhid-i bâri, yıl: 1, 12, 10-12. İbnürrahmi Ali Tayyar [Kerestecioğlu], (1952, Nisan), Gözyaşı/edebi bahçeler: 7, yıl: 1, 12, 42. İmzasız, (1952, Nisan), Allah kelamı, yıl: 1, 12, 4-6 [Zikirle ilgili Al-i İmran 4. âyetin tefsiridir]. İmzasız, (1952, Nisan), Mes’ud olmak elimizdedir (12), yıl: 1, 12, 47-48. İmzasız, (1952, Nisan), Tasavvuf/fasıl 4: Âlem-i ervah’ın mertebesine tekabül eden âlem-i ersamın mertebeleri, yıl: 1, 12, 15-16. İmzasız, (1952, Nisan), Veliler tezkiresi / İbrahim Edhem, yıl: 1, 12, 17-20. Köksal, M. Âsım, (1952, Nisan), Peygamberimiz efendimiz (şiir), yıl: 1, 12, 36. Kurucu, Ali Ulvi, (1952, Nisan), İlham saatleri (şiir), yıl: 1, 12, 29-30. Nurbakî, Haluk, (1952, Nisan), Ölümün sırları, yıl: 1, 12, 25-26. Öğüt, H. Cemâl, (1952, Nisan), İslâm ahlâkı, yıl: 1, 12, 43. Sadettin Sırrı, (1952, Nisan) Tevhid, yıl: 1, 12, 22-23. Tâhirülmevlevî, (1952, Nisan), Mesneviden öz / tefekkür”, yıl: 1, 12, 8-9. Tanrıkulu, Halid, (1952, Nisan), İslâmın ahlâk cebhesi ve kırk hadisi şerif ”, yıl: 1, 12, 7-8. 454 İslam’ı Uyandırmak - II 1952, Mayıs A. T., (1952, Mayıs), İslam incileri, yıl: 1, 13, 41. Ahmed Nedim, (1952, Mayıs), Cebhede namaz, yıl: 1, 13, 21. Ahmed Remzi Efendi, (1952, Mayıs), Hazreti Mevlânâ’nın münâcaatı (11), (C. Parlakışık, Çev.), yıl: 1, 13, 28. Alpaytaç, Enis, (Tarsuslu Hoca-Hatib), (1952, Mayıs), Münâcaat (şiir), yıl: 1, 13, 34. Dursun, Mehmed, (1952, Mayıs), Hakikatler / dünya ahiretten daha mühim, yıl: 1, 13, 25. Eymen, Bahâüddin, (1952, Mayıs), İslâm adâbı / yemek yemenin âdâbı”, yıl: 1, 13, 36-37. İbnürrahmi Ali Tayyar [Kerestecioğlu], (1952, Mayıs), Mehmedcik/edebi bahçeler: 6, yıl: 1, 13, 20. İmzasız, (1952, Mayıs), Allah kelâmı/ mi’rac, yıl: II, 13, 4-6. İmzasız, (1952, Mayıs), Mes’ud olmak elimizdedir, yıl: 1, 13, 48. İmzasız, (1952, Mayıs), Veliler tezkiresi/ beşir10 hâfi, yıl: 1, 13, 26-27. Kirazoğlu, İbrâhim, (1952, Mayıs), İnsanlık ve biz, yıl: 1, 13, 22-24 [Yazının bu bölümü Necmettin Dinçer’in “Şer’i mahkeme sicilleri” başlıklı yazısının bir takdimle iktibasıdır]. Köksal, M. Asım, (1952, Mayıs), Peygamberimiz efendimiz, yıl: 1, 13, 44. Kurucu, Ali Ulvi, (1952, Mayıs), Ayasofya’yı ziyaret (şiir), yıl: 1, 13, 11. Kurucu, Ali Ulvi, (1952, Mayıs), Medine-i münevverede bir sabah namazı, yıl: 1, 13, 38. M. Sa’di, (1952, Mayıs), Ruhumun teranesi (şiir) (1), yıl: 1, 13, 46. Mevlânâ, (1952, Mayıs), edeb çev. H. Basri Çantay, yıl: 1, 13, 12-13. Sargut, Meşkure, (1952, Mayıs), Tasavvuf deryasından bir katre, yıl: 1, 13, 29. Tâhirülmevlevî, (1952, Mayıs), Mesnevi’den öz/ muhabbet, yıl: 1, 13, 10. Tanrıkulu, Hâlid, (1952, Mayıs), Kurtarıcı esaslar, yıl: 1, 13, 14-15. 10 “Bişr” olmalıdır. İslam’ın Nuru Dergisi Tarihçesi Tasavvuf Alanına Katkısı 455 1952, Haziran11 Ali Kemal [Belviranlı], (1952, Haziran), En iyi insan, yıl: 1, 14, 3. Ali Tayyar [Kerestecioğlu], (1952, Haziran), Kudret önünde eğil, yıl: 1, 14, 22. Attâr, Ferîdüddîn, (1952, Haziran), Öğüd 1-2 (manzum), yıl: 1, 14, 13. Ben’im, Ahmed Es’ad, (1952, Haziran), Ya Muhammed (S.A.V) (şiir), yıl: 1, 14, 38. Çantay, Hasan Basri, (1952, Haziran), Peygamberi Allah övüyor (1), yıl: 1, 14, 34-37. Çantay, Hasan Basri, (1952, Haziran), Tefsir, yıl: 1, 14, 4-5 [Beled Suresi’nin tefsiridir]. Doğru, Mehmed Emin, (1952, Haziran), Tevhidin nurları, yıl: 1, 14, 38. İbnürrahmi Ali Tayyar [Kerestecioğlu], (1952, Haziran), Selam / edebî bahçeler: 9, yıl: 1, 14, 30. İmzasız, (1952, Haziran), Münâcât (manzume), yıl: 1, 14, 48. İmzasız, (1952, Haziran), Allah kelâmı (Miraç ayetinin devamı), yıl: 1, 14, 6-8. İslâmın Nûru, (1952, Haziran), Veliler tezkiresi: Bâyezid-i Bestâmî, yıl: 1, 14, 23-24. Köksal, M. Asım, (1952, Haziran), Peygamberimiz efendimiz (manzum), yıl: 1, 14, 45. M. Sa’dî, (Hairan 1952), Ruhumun teranesi (manzume), yıl: 1, 14, 25. Sargut, Meşkûre, (1952, Haziran), Tasavvuf deryâsından bir katre, yıl: 1, 14, 39-40. Saynaç, Abdülkadir, (1952, Haziran), Göz (şiir), yıl: 1, 14, 29. Şirazlı Sa’dî, (1952, Haziran), Mes’ud olmak elimizdedir (manzum), yıl: 1, 14, 48. Tahirülmevlevî, (1952, Haziran), Mesnevî’den öz, yıl: 1, 14, 11-12. Tanrıkulu, Hâlid, (1952, Haziran), Kurtarıcı esaslar, yıl: 1, 14, 19-20. 1952, Temmuz Ali Kemal [Belviranlı], (1952, Temmuz), Temyiz-Fark, yıl: 1, 15, 3. Çantay, Hasan Basri, (1952, Temmuz), Tefsir, yıl: 1, 15, 4-5, [Nur suresi 35’in tefsiridir]. Çorabçı, Bülent, (1952, Temmuz), Öğüt, yıl: 1, 15, 16, [Şa‘rânî’nin Kitâbü Tabakāti’l-Kübrâ’sından tercüme). Ergüneş, Şemsi, (1952, Temmuz), Miraciye (şiir), yıl: 1, 15, 16. İmzasız, (1952, Temmuz), Allah kelâmı (Miraç ayetinin devamı), yıl: 1, 15, 6-7. 11 Elimizde bulunmayan 14. sayının dijital bir kopyasını gönderen İLEM ilgililerine ve Kâmil Büyüker’e çok teşekkür ederim. 456 İslam’ı Uyandırmak - II 1952, Ağustos Ali Tayyar [Kerestecioğlu], (1952, Ağustos), Hak ve kuvvet, yıl: II, 16, 43. Enis Behiç [Koryürek], (1952, Ağustos), Zafer (şiir), yıl: II, 16, 42. İmzasız, (1952, Ağustos), Mes’ud olmak elimizdedir, yıl: II, 16, 48. Kişi, Ömer, (1952, Ağustos), İttihâd- tefrika, yıl II, 16, 31. Köksal, M. Âsım, (1952, Ağustos), Peygamberimiz Efendimiz, yıl: II, 16, 47. Mahvî, (1952, Ağustos), Allah’a yalvar (Şiir), yıl: II, 16, 42. Sargut, Meşkure, (1952, Ağustos), Tasavvuf deryasından bir katre, II, 16, 41-42. Semahaddin Cem [Kerestecioğlu], (1952, Ağustos), İslâmın hakikatı/ mukayeseli İslâm tefekkürü I, yıl: II, 16, 40. Tâhirülmevlevî, “Dil/Sözlüğe Dair” (2), Yıl: II, 1952, Ağustos, 16, 38-39.12 1952, Eylül Ali Kemal [Belviranlı], (1952, Eylül), Yol, yıl: II, 17, 3. Attâr, (1952, Eylül), Mes’ud olmak elimizdedir, yıl: II, 17, 48 (Niğdeli Hakkı Eroğlu, manzum çev) Gezgin, Hakkı Süha, (1952, Eylül), Gerçek din adamı, yıl: II, 17, 31. İmzasız, (1952, Eylül), Hazreti Ömer (R.A)’in hikmet sözleri, yıl: II, 17, 27. İmzasız, (1952, Eylül), İslâm âdâbı, yıl: II, 17, 44. Köksal, M. Âsım, (1952, Eylül), Peygamberimiz efendimiz (şiir), yıl: II, 17, 47. Kurucu, Ali Ulvi, (1952, Eylül), Seherler (şiir), yıl: II, 17, 17. Mâverdî, (1952, Eylül), Edeb üd dünya ved din tercemesi (2), haz. Murteza Elker, yıl: II, 17, 38. Öğüd, H. Cemal Alasonyalı, (1952, Eylül), İslâm ahlâkı/hased, yıl: II, 17, 39. Rufâî, S. Ahmed, (1952, Eylül), Öğüd, çev. Bülend Çorapçı, yıl: II, 17, 40. Sargut, Meşkure, (1952, Eylül), Tasavvuf deryasından bir katre, yıl: II, 17, 41. Semâhaddin Cem [Kerestecioğlu], (1952, Eylül), İslâmın hakikatı II, yıl: II, 17, 43. Tarlan, Ali Nihad, (1952, Eylül), İkbal-i lâhüri, yıl: II, 17, 23-25. Yunus, (1952, Eylül), Ben bu yolu bilmez idim (şiir), yıl: II, 17, 40. 12 Dergi, bu bölümün 1. sayıda çıkan aynı başlıklı yazının 2. bölümü olduğu notunu düşmüştür. İslam’ın Nuru Dergisi Tarihçesi Tasavvuf Alanına Katkısı 457 1952, Ekim Kirazoğlu, Ömer, (1952, Ekim), Hacılar, yıl: II, 18(14-15). Ali Kemal [Belviranlı], (1952, Ekim), Hayır-hak-tevhid, yıl: II, 18, 3. Tanrıkulu, Hâlid, (1952, Ekim), Kurtarıcı esaslar/ tedbir: sonunu düşünmek, yıl: II, 18, 12-13. Kurucu, Ali Ulvi, (1952, Ekim), Zulmetten nura (şiir), yıl: II, 18, 16. Tarlan, Ali Nihad, (1952, Ekim), İkbal-ı lâhuri (2), yıl: II, 18, 25-26. Çorapçı, Bülent, (1952, Ekim), Öğüt, yıl: II, 18, 27. [Rufâî’nin Kılâdetü’l-Cevâhir adlı eserinden çeviridir]. Tâhirülmevlevî, (1952, Ekim), Din (şiir), yıl: II, 18, 30. İmzasız, (1952, Ekim), Gümüş yüzük, yıl: II, 18, 30. Mâverdî, (1952, Ekim), Edebüd dünya ved din tercümesi (3), (M. Elker, Haz.), yıl: II, 18, 31-32. Sargut, Meşkure, (1952, Ekim), Tasavvuf deryasından bir katre, yıl: II, 18, 33-34. İmzasız, (1952, Ekim), Veliler tezkiresi/ Bâyezid-i Bestâmi, yıl: II, 18, 35-36. Canpek, M. Şemseddin [Bursalı], (1952, Ekim), Kaside (şiir), yıl: II, 18, 36. Yazır, Mahmud, (1952, Ekim), Diriltici nefes/özlü sözler, yıl: II, 18, 38. Semahaddin Cem [Kerestecioğlu], (1952, Ekim), İslâmın hakikatı III, yıl: II, 18, 39. Öğüd, Alononyalı H. Cemâl, (1952, Ekim), İslâm ahlâkı/ hased, yıl: II, 18, 40. Attâr, (1952, Ekim), Mes’ud olmak mümkündür, (H. Eroğlu (manzum Çev.), yıl: II, 18, 48. Yazır, Mahmud, (1952, Ekim), Kerem-takvâ, yıl: II, 18, 6-9. 1952, Kasım [Molla Câmî], (1952, Kasım), Öğüd, çev. Bülend Çorapçı, yıl: II, 19, 39. [Lüccetü’l-Esrâr’dan çeviridir]. Attâr, (1952, Kasım), Mes’ud olmak mümkündür, çev. Hakkı Eroğlu, yıl: II, 19, 48. [manzum tercüme]. Canpek, M. Şemseddin, (1952, Kasım), Kaside, yıl: II, 19, 25. İmzasız, (1952, Kasım), Yâ Resulullah! (şiir), yıl: II, 19, 46. Kirazlı, Mahmud, (1952, Kasım), Dinimle oynama, yıl: II, 19, 10. 458 İslam’ı Uyandırmak - II Kirazlı, Mahmud, (1952, Kasım), Nur (şiir), yıl: II, 19, 44. Mâverdî, (1952, Kasım), Edebü’d-dünya ved din tercümesi (4), (M. Elker, Çev.), yıl: II, 19, 43-44. Osman Bedreddin, (1952, Kasım), Ehl-i nuret (şiir), yıl: II, 19, 46. Öcal, (1952, Kasım), Kitabe yıl: II, 19, 33 [Yunus Emre’yle ilgili bir şiir]. Öcal, Fazlıoğlu Cemal Oğuz, (1952, Kasım), Hoşçakalın yarenler (şiir), yıl: II, 19, 33. Sargut, Meşkure, (1952, Kasım), Tasavvuf deryasından bir katre, yıl: II, 19, 32. Semâhaddin Cem [Kerestecioğlu], (1952, Kasım), İslâmın hakikatı (4), yıl: II, 19, 31. Tâhirülmevlevî, (1952, Kasım), Nât-i şerif (şiir), yıl: II, 19, 44. Tarlan, Ali Nihad, (1952, Kasım), İkbâl-i lâhuri, yıl: II, 19, 22-23. Ünaldı, Kenan, (1952, Kasım), İslâm fazileti, yıl: II, 19, 54-46. [Bugün gazetesinden iktibastır]. Yazır, Mahmud, (1952, Kasım), Diriltici nefes özlü sözler, yıl: II, 19, 10. Yolal, Osman Nuri, (1952, Kasım), Gafletten uyan (şiir), yıl: II, 19, 47. Yunus Emre, (1952, Kasım), Sefa geldiniz yarenler (şiir), yıl: II, 19, 33. 1952, Aralık Ali Tayyar [Kerestecioğlu], (1952, Aralık), Namaz, yıl: II, 20, 40. Bingöl sevgikuranlar, Rauf, (1952, Aralık), Parayla bereket, yıl: II, 20, 44. Çorapçı, Bülent, (1952, Aralık), Öğüd/Molla Cami’den, yıl: II, 20, 44. Eymen, Bahâüddin, (1952, Aralık), İslâm âdâbı/fazilet-edeb, yıl: II, 20, 23-25. Kirazoğlu, Ömer, (1952, Aralık), İslâm ve ahlak, yıl: II, 20, 2. Köksal, Mustafa Asım, (1952, Aralık), Peygamberimiz efendimiz, yıl: II, 20, 46-47 (manzum) Mâverdî, (1952, Aralık), Edeb üd dünya ved din tercimesi, çev. Murteza Elker yıl: II, 20, 43. Sa’dî, (1952, Aralık), Mes’ud olmak elimizdedir, ‘iyilik yerine göre olur’, (H. Eroğlu, Çev.), yıl: II, 20, 48. Sargut, Meşkure, (1952, Aralık), Tasavvuf deryasından bir katre, yıl: II, 20, 37. Semahaddin Cem [Kerestecioğlu], (1952, Aralık), İslâmın hakikatı (5), yıl: II, 20, 45. Tâhirülmevlevî, (1952, Aralık), Mesnevîden öz, yıl: II, 20, 14. İslam’ın Nuru Dergisi Tarihçesi Tasavvuf Alanına Katkısı 459 Tarlan, Ali Nihad, (1952, Aralık), İkbâl-i lâhuri/ İslâm âlemi’ne hitap, yıl: II, 20, 18-19. Yazır, Mahmud (Dersiâm), (1952, Aralık), Vâz/din nasihattır: Kerem-Takva, yıl: II, 20, 7-10. Yazır, Muhtar, (1952, Aralık), Utanmak fazileti, yıl: II, 20, 20. 1953, Ocak Ali Tayyar [Kerestecioğlu], (1953, Ocak), İnsan, yıl: II, 21, 29-30. Alpaytaç, Enis (Tarsuslu Müderris), (1953, Ocak), İslamın Nûru (şiir), yıl: II, 21, 23. Çantay, Hasan Basri, (1953, Ocak), Mevlid/ velâdet-i seniyye-i peygamberiyye (sallallâhü aleyhi vesellem), yıl: II, 21, 13-15. Çorapçı, Bülend, (1953, Ocak), Öğüt/hakim senâi’den, yıl: II, 21, 28. [Hadîkatü’lHakîka ve Şerîfetü’t-Tarîka’dan]. Eymen, Bahâüddin, (1953, Ocak), İslâm âdâbı, yıl: II, 21, 24-25. Hikmet Betül, (1953, Ocak), Büyük İslam hanımları/Fâtimetüzzehra (radiyallâhü anhâ), yıl: II, 21, 18-21. İmzasız, (1953, Ocak), Veliler tezkiresi / Bâyezid-i Bestâmi (kuddise sırrıhul’âli), yıl: II, 21, 31. İmzasız, (1953, Ocak), Veliler tezkiresinden, yıl: II, 21, 27. İslamın Nuru, (1953, Ocak), Büyük bir kayıb. Mahmud Yazır, yıl: II, 21, 32. İslâmın Nuru, (1953, Ocak), Müslümanlıkta 54 esas yıl: II, 21, 11. Kalkan, M. Kemâl, (1953, Ocak), Adil ve ihsan, yıl: II, 21, 33-34. Kirazlı, Mahmud, (1953, Ocak), Alemlerin seyyidine (şiir), yıl: II, 21, 23. Kirazlı, Mahmud, (1953, Ocak), Hakiki Müslüman ve inkılabcılık, yıl: II, 21, 12. Kirazoğlu, Ömer, (1953, Ocak), İslam ve sanat, yıl: II, 21, 2. Köksal, M. Âsım, (1953, Ocak), Peygamberimiz Efendimiz, yıl: II, 21, 38 [manzum]. Öğüd, H. Cemal, (1953, Ocak), İslam ahlâkı/hased, yıl: II, 21, 35-36. Sa’dî, (1953, Ocak), Mes’ud olmak mümkündür, çev. Hakkı Eroğlu, yıl: II, 21, 48 [manzum]. Sargut, Meskure, (1953, Ocak), Tasavvuf deryasından bir katre, yıl: II, 21, 37. 460 İslam’ı Uyandırmak - II Tanrıkul, Hâlid, (1953, Ocak), Kurtarıcı esaslar/cennet anaların ayakları altındadır, yıl: II, 21, 22-23. Tarlan, Ali Nihad, (1953, Ocak), İkbal-i lahuri/ gül kokusu, yıl: II, 21, 21. Yazır, Mahmud, (1953, Ocak), Diriltici nefes, yıl: II, 21, 28. -----. (1953, Ocak), Vâz/din nasihattır- kerem-takva, yıl: II, 21, 7-8. 1953, Şubat Ali Tayyar [Kerestecioğlu], (1953, Şubat), Kadın, yıl: II, 22, 23. Belviranlı, Ali Kemal, (1953, Şubat), Gâyemiz/sıyâret, yıl: II, 22, 3-4. Eymen, Bahâüddin, (1953, Şubat), İslâm âdâbı, yıl: II, 22, 45-46. İslâmın Nuru, (1953, Şubat), Örnek insanlar/ mektub: Şeyh-i Ekber Muhyeddin-i Arabi hazretlerinin, Tefsir-i Kebir sahibi İmam Fahrüddin-i Râzi hazretlerine gönderdiği mektup, yıl: II, 22, 32-33. Kirazlı, Mahmud, (1953, Şubat), Allah birlikledir (şiir), Yıl: II, 22, 7. Kirazoğlu, Ömer, (1953, Şubat), Veliler tezkiresi/ Bâyezid-i Bestâmi (kuddise sirruhulâli), yıl: II, 22, 30-31. Köksal, Mustafa Asım, (1953, Şubat), Peygamberimiz Efendimiz, yıl: II, 22, 47. [manzum]. Kurucu, Ali Ulvi, (1953, Şubat), Büyük İslâm şairi Muhammed İkbâl (şiir), yıl: II, 22, 11-12. Mâverdî, (1953, Şubat), Edeb üd dünyâ ved din tercimesi, çev. Murtaza Elker, yıl: II, 22, 34. Öğüd, H. Cemâl, (1953, Şubat), İslâm ahlâkı / İslâm kalbine gelen hâtırat bahsinin hülasası, Yıl: II, 22, 44. Sa’dî, (1953, Şubat), Mes’ud olmak elimizdedir, yıl: II, 22, 48. [manzum]. Sargut, Meşkure, (1953, Şubat), Tasavvuf deryasından bir katre, yıl: II, 22, 29. Semahaddin Cem [Kerestecioğlu], (1953, Şubat), İslâm’ın hakikatı (6), yıl: II, 22, 43. Seyranî, (1953, Şubat), Selam (şiir), yıl: II, 22, 7 Tâhirülmevlevî, (1953, Şubat), Mesneviden öz/bekarlık-evlilik, yıl: II, 22, 21-22. Tarlan, Ali Nihad, (1953, Şubat), Hazreti Mevlânâ/hayatı-şiiri, yıl: II, 22, 18-20. Yazır, Mahmud, (1953, Şubat), Diriltici nefes/özlü sözler I, yıl: II, 22, 35. İslam’ın Nuru Dergisi Tarihçesi Tasavvuf Alanına Katkısı 461 1953, Mart Ali Tayyar [Kerestecioğlu], (1953, Mart), Edebi bahçeler: kevser, yıl: II, 23, 38. Belviranlı, Ali Kemâl, (1953, Mart), Gâyemiz/ basiretli olmak, yıl: II, 23, 3-4. Çantay, H. Basri, (1953, Mart), Kabir Azâbı, yıl: II, 23, 36. Çorapçı, Bülent, (1953, Mart), Öğüd, yıl: II, 23, 35. Kurucu, Ali Ulvi, (1953, Mart), Sakın ye’se kapılma (şiir), yıl: II, 23, 11. Mâverdî, (1953, Mart), Edeb üd dünyâ ved din tercimesi, çev. Murtaza Elker, yıl: II, 23, 42. Muallim Feyzî, (1953, Mart), Seher duâsı (şiir), yıl: II, 23, 41. Öğüd, H. Cemâl, (1953, Mart), İslâm ahlâkı, yıl: II, 23, 43. Sa’dî, (1953, Mart), Mes’ud olmak elimizdedir, (H. Eroğlu, Çev.), yıl: II, 23, 47-48 [manzum]. Sargut, Meşkûre, (1953, Mart), Tasavvuf deryâsından bir katre, yıl: II, 23, 39. Semâhaddin Cem [Kerestecioğlu], (1953, Mart), İslâmın hakikatı (7), yıl: II, 23, 40-41. Tâhirülmevlevî, (1953, Mart), Mesnevi’den öz / namaz, yıl: II, 23, 30-39. Tarlan, Ali Nihad, (1953, Mart), Hazreti Mevlânâ/ hayatı-şiiri (2), yıl: II, 23, 28-29. Yazır, Mahmud, (1953, Mart), Diriltici nefes özlü sözler, yıl: II, 23, 35. Yazır, Mahmud, (1953, Mart), Hayattan damlalar/ önsöz, yıl: II, 23, 26-27. Yazır, Mahmud, (1953, Mart), Niyaz, yıl: II, 23, 46. 1953, Nisan Ali Tayyar [Kerestecioğlu], (1953, Nisan), Edebî bahçeler: Kur’an, yıl: II, 24, 40-41. Alpsoy, H. Cengiz, (1953, Nisan), Gönlümün sesi, yıl: II, 24, 47. Çorapçı, Bülend, (1953, Nisan), Öğüd, yıl: II, 24, 48. [Gazâlî’nin eserlerinden seçmedir]. İmzasız, (1953, Nisan), Mefkûremiz (şiir), yıl: II, 24, 15. K., A., (1953, Nisan), Hâşâ!, yıl: II, 24, 34. Mâverdî, (1953, Nisan), Edeb üd dünyâ ved din tercimesi, çev. Murtaza Elker, yıl: II, 24, 46-47. Nurbaki, Halûk, (1953, Nisan), Rüyâ, yıl: II, 24, 36-37. 462 İslam’ı Uyandırmak - II Nurbaki, Halûk, (1953, Nisan), Sohbet, yıl: II, 24, 35. Sa’dî, (1953, Nisan), Mes’ud olmak elimizdedir, yıl: II, 24, 54-56. Sargut, Meşkûre, (1953, Nisan), Tasavvuf deryâsından bir katre, yıl: II, 24, 42. Semahaddin Cem [Kerestecioğlu], (1953, Nisan), İslâmın hakikatı (8), yıl: II, 24, 38-39. Tâhirülmevlevî, (1953, Nisan), Mesnevi’den öz/ zekât, yıl: II, 24, 28-30. Tanrıkulu, Hâlid, (1953, Nisan), Kurtarıcı esaslar/mü’minin ferâseti, yıl: II, 24, 25. Tarlan, Ali Nihad, (1953, Nisan), Hazreti Mevlânâ / hayatı-şiiri (3), yıl: II, 24, 26-27. Sonuç 1950’li yılların görece özgür ortamında dini dergiciliğin şekillenmesine olan katkıları sebebiyle İslâm’ın Nûru ilgi çekici bir süreli yayın faaliyetidir. Sayfalarında görülen meal-tefsir-hadi-siyer-ahlak-tasavvuf biçiminde formüle edilebilecek bölümleme, daha öncesinde ve o yıllardan itibaren uzun bir süre İslamcı dergilerin ilgi alanlarını belirginleştiren bir şablondur diyebiliriz. Bu yönüyle Türkiye’de gelişen İslamcı düşünceyi beslemiştir. Türk basınında belli bir ivme kazanan İslamcı vurgunun yayılmasında örtük bir etkisinden söz edilebilir. Geçmişte çıkmış bulunan bir derginin düşünce hayatımıza katkısı ve yayın camiamızda bıraktığı iz, bugünden bakıldığında daha rahat görülebilmektedir. İslami yayıncılık alanında istihdam ettiği gazeteciler, yazarlar (kadro), yer verdiği konular ve bu konuları ele alış tarzıyla 24 sayılık İslâm’ın Nûru dergisi de incelenmeye değer mütevazı bir toplamdır. Her şeyden önce bu toplam, bugüne kadar oluşmuş yayıncılık birikimimize eklenmiş ve onun bir parçası haline gelmiş durumdadır. Dolayısıyla dinî duyarlıkla yayınlanmış süreli yayınlar zincirinin bir halkası durumundadır. Kaynakça İslâm’ın Nûru Dergisi Koleksiyonu (Nisan 1951-Nisan 1953) Büyüker, K. (2015, Ağustos). Zevk-i selim sahibi bir doktor: Ali Kemal Belviranlı. Diyanet Aylık Dergi. Çakan, R. (2015, Aralık). Başka mecmua: 50’lerde bir İslam dergisi. İmsak, 1. Işık, İ. (2007). Türkiye edebiyatçılar ve kültür adamları ansiklopedisi (2. bsk). Ankara: Elvan. Öztürk, H. (2003, Eylül 17). Bir çınar daha göçtü: Dr. Ali Kemal Belviranlı. Vakit. Ünal, Y. K. (2015). Kirazlı, İbrahim. Kayseri ansiklopedisi (C. 4). İstanbul: Kayseri Büyükşehir Belediyesi. ~ Şiir Sanatı, 1955 Ocak 1, 1. ~ ~ Sezai Karakoç (1933, -) ~ Giriş İslamcılığın edebiyatla yakın ilişkisi öteden beri dikkat çeken ama nasıl yorumlamak gerektiği karanlıkta kalmış bir konu olmuştur. Mehmet Akif, Necip Fazıl, Sezai Karakoç ve İsmet Özel bu bahiste akla ilk gelen isimlerdir. Dört isim de siyasi tavırları ve toplum üzerine fikirleri nedeniyle İslamcı kabul edilir; hatta Türkiye’de İslamcı düşüncenin son yüzyıllık süreci içinde belirleyici etkiye sahip duraklar olarak görülür. Buna rağmen dört ismin de ortak noktası olan şiir bir yan olgu olarak düşünülür ve şiirin iç meseleleri ideolojiyle eş değer bir şekilde hesaba katılmaz.1 Bunda sözlü kültürümüzde şairlerin şahsi hayatına dair yaygın bir magazinleştirme eğiliminin de payı vardır. Mesela Necip Fazıl ve İsmet Özel deyince ilk olarak akla ikisinin de “İslam’a sonradan girmesi”; Sezai Karakoç deyince Hızırla Kırk Saat’i kırk günde yazmış olması; Mehmet Akif deyince bir arkadaşıyla sözleştiği için üç gün soğukta beklemiş olması; Necip Fazıl’ın her durumda mağrur şahsiyetini ortaya koyan nükteli bir hatıra; İsmet Özel’in bir konuşmada sarf ettiği çarpıcı bir söz vs. gelir. Bu tür anekdotlar, bu isimleri hakkıyla görmeyi, yazdıklarını serinkanlılıkla okumayı engeller. İslamcılık bahsinde şiirin kör nokta olmasının bir diğer nedeni ise şiirin özgün sa1 Mesela İletişim Yayınları’ndan çıkan İslamcılık derlemesi (Modern Türkiye’de siyasi düşünce, 2014) kapsamlı bir çalışma olma iddiasına rağmen şiiri merkeze alan tek bir yazı içermez. Diğer yandan, Turan Karataş’ın sıklıkla atıf yapılan kitabı da Karakoç’un şiirini, düşüncesini ve toplumsal ilişkilerini birlikte düşünmek yerine ayrı başlıklar altında ele alır ve düşüncelerinde öne çıkan noktaların şiirdeki yansımalarını bulmakla yetinir (Karataş, 2013). Nihayetinde İslamcılık üzerine yorumlarda şiir kör nokta gibidir; şiirin iç meseleleriyle İslamcılığın meseleleri arasında bir ilişki kurulmaz. İkinci Yeni ve İslamcılığın Yeniden Doğuşu: Sezai Karakoç’un Şiir Sanatı Dergisi Elyesa Koytak 466 İslam’ı Uyandırmak - II hasına ayak basmanın cesaret gerektirmesidir. Şiir yorumlamak öznel bir zevk ve sezgi meselesi zannedilir. Oysa şiir hakkında belagat ve eleştiri yöntemleri sayesinde bilimsel titizlikte bir hüküm vermek her zaman mümkündür. Bu makalenin amacı Sezai Karakoç’un şiiriyle İslamcılığını birlikte düşünmektir. Sezai Karakoç deyince yaklaşık yarım asırlık bir sürede ortaya koyduğu şiir ve düzyazı külliyatını kastetmiş oluyoruz; bu da bir makalenin sınırlarını aşacak bir konu anlamına geliyor. Dolayısıyla burada Karakoç’un şiir alanına girdiği yılları, 1950’leri incelemekle yetinilecektir. Cumhuriyet devri Türk şiirinde önemli ve etkili bir hareket olan İkinci Yeni’nin 1950’lerdeki ortaya çıkış sürecine yakından baktığımızda Karakoç’un 1955’te yeni bir şiir arayışı ve iddiasında olduğunu görürüz. Karakoç’un o yıl çıkardığı Şiir Sanatı dergisi İkinci Yeni’nin avangard şiir tarzının ilk yayını olmuştur. Diğer yandan, Karakoç’un 1950’lerdeki edebî tercihleri ve ilişkileri, laik-hümanist kültürel cepheye karşı olmak ve sağ-muhafazakar cepheden kopmak noktasında İslamcılığın ilk örneğini oluşturur. Bu bakımdan yeni şiir tarzının doğuşu, edebî-entelektüel İslamcılığın doğuşuyla iç içe gerçekleşmiştir. Bu makalede, poetik olanla politik olanın iç içe geçtiği bu süreçte önemli bir durak olarak şairin 1955 yılında yayınlamış olduğu Şiir Sanatı dergisi sosyolojik bir çerçeve içinde öncesi ve sonrasıyla birlikte ele alınacaktır. Bu anlamda, toplumsal bir eylem olarak Şiir Sanatı dergisini çıkarmanın, toplumsal bir aktör olarak Sezai Karakoç için ne anlama geldiği, kendi bağlamı içinde diğer aktörler ve dergilerle ilişkileri üzerinden açığa çıkarılmaya çalışılacaktır. Bunun için öncelikle Karakoç’un bir özne olarak hangi toplumsallaşma süreçlerinden geçerek 1950’lere geldiğini; 1950’lere ne getirdiğini derinlemesine anlamak önemlidir. Ankara’da, Ankara’ya rağmen Sezai Karakoç 1950 yılında Mülkiye’de, diğer adıyla Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okumaya başlar. Mülkiye, Osmanlı’nın 19. yüzyılda eğitim alanında yaptığı hamlelerden kalma bir okuldur.2 Devletin ihtiyaç duyduğu orta ve üst seviye bürokratları yetiştirme misyonu Cumhuriyet’te de devam eder. Nitekim mezunları arasından bakan, başbakan yardımcısı, profesör gibi 2 Mülkiye’nin tarihine dair ayrıntılı bir kronolojiye şuradan erişmek mümkün: Baskıcı, M. (2009). Mekteb-i Mülkiye’den Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne 150 yılın kronolojisi. Erişim Tarihi. 15 Eylül 2017, http://www.politics.ankara.edu.tr/MM-Kronoloji.pdf İkinci Yeni ve İslamcılığın Yeniden Doğuşu 467 konumlara gelen birçok isim olur (Çankaya, 1969). Karakoç aslında o zamanlar bürokrat olmak istemez ama maddi nedenlerle mecburen okula kaydolur (Karakoç, 1989a). Niyeti sosyoloji kürsüsüne geçmek, sonra da asistan olmaktır ama henüz sosyoloji kürsüsü kurulmamıştır. Hocaları arasında, daha sonra 1961 anayasasını hazırlayacak olan Turan Feyzioğlu, 65’te Türkiye İşçi Partisi’nden milletvekili seçilecek olan Sadun Aren gibi isimler vardır. Okuldaki siyasi iklime, çoğu CHP taraftarı olan hocalar ve öğrencilerin iktidara yeni gelmiş olan DP’ye karşı şiddetli muhalefeti hakimdir (Karakoç, 1989b). Mülkiye’de okumanın Karakoç için simgesel anlamı büyüktür. Karakoç 1933’te Diyarbakır’ın Ergani kasabasında doğmuştur. Asıl adı Muhammed Sezai’dir. Kökeni Osmanlı sipahilerine dayanan ailesi, yeni rejimin tesisi sürecinde hem ekonomik sermayesini hem kültürel statüsünü kaybetmiş bir ailedir. Amcası, bir suçu yokken 1925’te çıkan Şeyh Sait isyanı sonrasında yargılanmıştır ve yeni arazi kanunu nedeniyle aile elindeki toprakları kaybederek fakir düşmüştür (Karakoç, 1988a). Yüzyıllardır babadan oğula devredilen sipahi beratını büyük amcası, Şeyh Sait isyanından sonra ailenin gelecek nesilleri siyasi bir iddia sahibi olup da başlarına bir iş gelmesin diye yok etmiştir. Ailenin eski adı Leventoğulları olmasına rağmen 1934’te çıkan Soyadı Kanunu’nda bu adı almalarına izin verilmemiş, “Karakoç” devletin önerdiği soyadı listelerinden seçilmiştir (Karakoç, 1988b). Sezai Karakoç bu anlamda yeni devletin simgesel şiddetine maruz kalmış, dezavantajlı bir sosyal kökene sahiptir. Karakoç için çocukluk yıllarındaki toplumsallaşma süreci aile ile okul arasında zorlu bir kültürel gerilime sahne olmuştur. Babasından ve aile dostlarından tevarüs ettiği dinî ve geleneksel sözlü kültürle okuldaki resmî eğitim arasındaki gerilimde büyümüştür. Karakoç’un babası Yasin Efendi, dinine bağlı, ezberinde şiirler olan, kültürlü biridir; çocuklarına Gazavatnameler, Siyer-i Nebi, masallar, maniler, türküler, beyitler okur (Karakoç, 1988c). Altı-yedi yaşlarındayken Sezai Karakoç, bir namaz kitabından kısa sureleri ezberler. Bir vesileyle bulduğu bir kitaptan eski yazıyı okumayı söker. Cumaları dersi kırıp namaza gider. Birçok derste sınıf birincisidir. Bir yanda Ergani’de evlerde anlatılan masallar, destanlar, evliya menkıbeleri vardır; diğer yanda okuldaki genç öğretmenlerin işlediği laik ulus-devlet müfredatı. Karakoç için tercih kolay değildir: Annesi ona çok küçükken camide mihrabın örtülü yerinde bir sancak olduğunu ve günü gelince oradan çıkarılacağını söylemiş, bununla “dinin, İslam’ın, maneviyatın yeniden hakim olacağını kastetmiştir” (Karakoç, 1989d). İleride bütün 468 İslam’ı Uyandırmak - II düşüncesinin bayrağı olarak seçtiği diriliş kelimesinin altında, toplumsallaşma sürecinde giderek artan kültürel gerilime bir çözüm getirme ihtiyacı yatar. Gelenekle modernlik, aileyle devlet, sözlü kültürle merkezî eğitim arasındaki gerilim 1945 yılında parasız yatılı sınavını kazanmasıyla artar. Bir yandan yeni kamusal alandan tard edilmiş aykırı bir kültürel bagajla Ankara’ya gelir; diğer yandan resmî eğitimin seçici ve rekabetçi mecraında tanınmış ve onay görmüş biridir. Parasız yatılı olmak ve sonrasında Mülkiye’ye girmek bu noktada Karakoç gibi yeni rejime aykırı bir kökene sahip ve bu aykırılık içinde büyümüş biri için toplumsal yeniden kabul anlamını taşır. Bu noktada, içinde bulunduğu nesnel şartlar gereği, Mülkiye’den mezun olup üst düzey bürokrat olması ve Cumhuriyet’in kamusal normlarına göre makbul bir hayat sürmesi ihtimal dahilindedir. Sosyal kökenindeki dezavantajı, devletin muteber bir mensubu olarak telafi edebilecektir. Fakat Karakoç, kendi öznelliğini korumayı ve yeniden kurmayı tercih eder çünkü lise yıllarında geri alınamaz bir deneyim yaşar: Necip Fazıl Kısakürek’in Büyük Doğu dergisiyle tanışır: O güne kadar İslam, içimizde sakladığımız bir inanç idi. Kimselere pek açılamıyorduk. Yasak, mağdur ve mazlum bir düşünce gibiydi ruhumuzda. Ama işte görmüştük, İstanbul’da çıkan bir dergide onu çağdaş bir üslupla savunan bir kalem vardı. İslam’ın yükselen, yeni, canlı sesiydi bu. Bu, benim için büyük bir mutluluk olmuştu. Çünkü bir umut doğmuştu: Bütün sıkıntıları göğüsleyebilirdim (Karakoç, 1989c). Sezai Karakoç, dünyaya gözünü açtığı ilkgençlik yıllarında Büyük Doğu dergisiyle ilk karşılaşmasını bu şekilde anlatır. 1943’ten 78’e kadar ara ara çıkan Büyük Doğu’nun birçok kuşak nezdinde böyle bir ilk etkiye yol açtığını tahmin etmek zor değil. Dergi, yeni rejimle birlikte yaşanan kültürel dönüşümlere karşı maneviyatçı-muhafazakar itirazıyla öne çıkıyordu. Burada önemli olan, “yasak, mağdur bir düşünce gibi olan İslam’ı çağdaş bir üslupla savunmak” ifadesindeki “çağdaş üslub”un işaret ettiğidir. Büyük Doğu’nun kapak görsellerinden yazı başlıklarına kadar her yerine çarpıcı, atak ve uzlaşmasız bir tavır hakimdir. Dergide yıllar içinde Sait Faik’ten Bedri Rahmi Eyüboğlu’na, Peyami Safa’dan Cemil Meriç’e pek çok isim yazsa da her sayıda Necip Fazıl’ın müstearla yazdığı başka yazılar ve haberler dergiye karakterini vermektedir. Sezai Karakoç’un burada tanıştığı şey, şahsiyetle bütünleşmiş bir yayın örneğidir ve ileride kendi dergisini de büyük oranda kendi şahsiyeti ve düşünceleri çerçevesinde sürdürmesinin çıkış noktası bu tanışmadır. Karakoç’un “umut”, “yeni”, “yükselen”, “büyük mutluluk” gibi ibarelerle anlattığı bu tanışma deneyimi şairin şahsı için simgesel bir dirilişe işaret eder. Karakoç henüz 14 yaşındadır. İkinci Yeni ve İslamcılığın Yeniden Doğuşu 469 Diğer yandan “çağdaş üslup”, İstanbul’da bir konakta doğmuş ve Paris’e okumuş dönmüş olan Necip Fazıl’ın giyim kuşamından konuşma tarzı ve günlük davranışlarına kadar her şekilde kendini belli eden eğitimli ve İstanbullu habitusuna işaret eder. Necip Fazıl bu anlamda kendi toplumsallaşma sürecinin elverdiği bütün modernleşme imkânlarını sonuna kadar değerlendirmiş ama yine de 1934’ten sonra, Batı karşıtı bir ideolojik tavrın nadir temsilcilerinden biri olmayı seçmiştir. Bu, çelişkili bir temsil olsa da, 40’lı yılların kültür ve düşünce dünyasındaki hümanist-inkılapçı tekele karşı varlığı itibarıyla yeni bir teklif olmuştur. Karakoç ise, Necip Fazıl’a göre çevreden, küçük bir Güneydoğu kasabasından gelir; kültürel sermayesi ve meşruiyeti birikme ve onaylanma sürecindedir, henüz “çağdaş” değildir. Necip Fazıl’la arasındaki sosyal köken farkı, onunla ilişkisini asimetrik bir bağlanma ve takip ilişkisi kılmıştır. Büyük Doğu’yla (veya Necip Fazıl’la) tanışmak, aileyle okul arasında giderek artan kültürel gerilimin ortasında, nesnel koşulların açmaza sürüklediği bir genç için ona hem hayat veren hem de hayatına yön veren bir deneyim olmuştur. Aileden tevarüs ettiği muhalif ama kararsız kültürel repertuarı artık kendine karizmatik bir ideolojik temsil ve temsilci bulur. Ortaokul ve lise yıllarında Büyük Doğu’nun sıkı bir takipçisi olur. Müdürü ve hocaları sıklıkla derginin okunmasını yasaklar, Sezai Karakoç çok defa savunma vermek zorunda kalır ancak dergiyi yatakhanede gizlice okumayı bırakmaz. Bıraktığı şeylerden biri okulun bahçesindeki Atatürk büstüne tören günleri selam vermektir (Karakoç, 1989e). Bu arada okulun duvar gazetesini çıkarır, dönemin edebiyat dergilerini ve Avrupa edebiyatının klasiklerini okur, aruz vezniyle şiirler yazar, Namık Kemal üzerine okulda konferanslar verir, dönemin eleştirmeni Nurullah Ataç’ı dinler. Edebiyat ve düşünce onun için kendi öznelliğini nesneleştirebildiği, vazgeçilmez entelektüel alanlar haline gelir. 1949’da dergiye yazdığı bir mektup, Necip Fazıl tarafından cevaplanır: “İşte aradığımız, hasretini çektiğimiz genç adamın ruhî farikası...” (Karataş, 2013, s. 51). Şubat 1950’de, lise son sınıftayken Büyük Doğu’da “Sabır” adlı ilk şiiri yayımlanır. Bu, Necip Fazıl tarzında yazılmış kısa bir şiirdir ve Karakoç bu şiiri daha sonra kitaplarına almaz. Hatta bu şiir, Necip Fazıl tarzında yazdığı tek şiir olarak kalır. İlginç olan, şiiri Mehmet Leventoğlu mahlasıyla imzalamış olmasıdır. Mehmet, ilk adı olan Muhammed’den gelirken; Leventoğlu 1934’te alamadıkları eski aile adıdır. Karakoç’un Büyük Doğu’yla tanışması ve erken yaşta Necip Fazıl tarafından hem “aranılan genç adam” hem de genç şair olarak tanınması, edebiyat ile ideolojinin iç içe geçtiği bir temsilî diriliş anlamına gelir. Mües- 470 İslam’ı Uyandırmak - II ses nizama karşı kendi öznelliğini doğurma (daha doğrusu, yeniden doğurma, diriltme) peşinde bir aktör olarak, eskiyi ve eskide bırakılmaya zorlanmış dinî aidiyetini bugüne ve kamusal hayata taşıyan bir mahlas kullanmıştır. Kayıp zamanı diriltmenin izindedir. Şairin üstadıyla yakın ilişkisi 1950’ler boyunca devam eder, hem Ankara’da hem İstanbul’da hemen her fırsatta onun yanında olur. Karakoç’un, öznel dirilişine vesile olan Necip Fazıl’la bir tür ideolojik müridlik ilişkisi içinde olduğunu söylemek mümkündür. Fakat bu ilişki, 50’ler boyunca birçok sınamadan geçer ve nihayetinde Karakoç’un bağımsız dergisine ve şiir tarzına ulaşmasıyla nihayet bulur. Karakoç’un bundan sonraki hayatında yolları kendi kuşağından şairlerle kesişir. Bu bağlamda makalenin sonraki bölümünde şairin Ankara’daki yıllarında, İkinci Yeni’yi ve İslamcılığı hazırlayan poetik gelişiminin izi sürülecektir. Sezai Karakoç 1950 yılında Mülkiye’ye kayıt yaptırdığında, rejimin kamusal alandan tard ettiği aykırı kültürel sermayesini Ankara’da, yeni Cumhuriyet kamusunun ortasında ideolojik bir muhalefete dönüştürmeye yazgılı, kendini edebiyatla ideolojinin iç içe geçtiği bir kimlikle yeniden doğurmak arzusunda bir öznenin adıdır. Dergiler ve Taraflar Arasında Sezai Karakoç 1952’den itibaren ilk şiirleriyle çeşitli dergilerde görülmeye ve genç bir şair olarak tanınmaya başlar. Mesela en çok bilinen şiiri “Monna Rosa”’nın ilk bölümü 1952’nin Aralık ayında okulun edebiyat ve düşünce dergisi Mülkiye’de çıkar; diğer bölümler de takip eden aylarda aynı dergide yayımlanır. Mülkiye, okul öğrencileri ve hocaları tarafından çıkarılmasına rağmen Cahit Sıtkı Tarancı, Cahit Külebi, Behçet Necatigil gibi bilinen şairleri de sayfalarında ağırlayan bir dergidir. Karakoç’un “Kar”, “Köşe”, “Ping Pong Masası”, “Kara Yılan” şiirleri ise 1953-54 yıllarında İstanbul dergisinde çıkar. Şiir bölümünü Mehmet Kaplan’ın hazırladığı dergide, Cahit Külebi, Tarık Buğra, Ahmet Muhip Dranas, Ahmet Hamdi Tanpınar, Asaf Halet Çelebi gibi isimler sıklıkla yer alır. Bu anlamda, Mülkiye, siyasi ve toplumsal yazılardaki hâkim tavır bakımından inkılapçı-hümanist bir konumdayken İstanbul dergisi, eski kelimeleri kullanmaktan çekinmeyen, Mevlana ve Yunus Emre gibi tasavvuf figürlerini konu edinen, İstanbul’un fethiyle ilgili yazılar yayımlayan, hece şiirini öne çıkaran bir dergidir. İlk dergide kemalist bakış hissedilirken ikincisi genel kültürel ayrış- İkinci Yeni ve İslamcılığın Yeniden Doğuşu 471 mada sağ-muhafazakar konumu temsil eder. Karakoç’un, okul arkadaşlarıyla birlikte şiirlerini önce Mülkiye’ye daha sonra İstanbul’a vermesinin böyle bir kültürel arka planı vardır. Fakat Karakoç’un 1950 ile 1955 arasını sağ-muhafazakar kültür cephesine kayıtlı bir şekilde geçirdiğini söylemek mümkün değildir. Bilakis bu süreçte şairin, bağımsız bir edebî ve siyasi tavrı ve konumu yokladığı ve aradığı görülür. Mülkiye’ye başladığı günden Şiir Sanatı’nın çıktığı 15 Ocak 1955 gününe kadar Karakoç, hep arada kalmış, arada olmanın imkanını aramış biridir. Evrim, Yenilik ve Forum gibi dönemin dergilerine sıcak bakmaz; onları İslam’ı bilmemekle suçlar (Karakoç, 1989f). Özellikle, Evrim dergisinin yazı işleri müdürü okuldan arkadaşı Seyfettin Başçıllar olmasına ve sıra arkadaşı Cemal Süreya’nın şiirleri burada yayımlanmasına rağmen Karakoç’un dergiye şiir göndermemesi önemlidir. İlk yazdığı şiir olan “Yağmur Duası”, 15 Temmuz 1952’de Mülkiye’de yayımlansa da kısa bir süre sonra Hisar dergisinde de çıkar. Hisar, Garip akımına karşı geleneksel üslubu savunan bir dergidir. Karakoç 1954’te çıkan Komünizme Hücum adlı dergide bir yazı ve bir şiirle görünür. Hilmi Ziya Ülken ve Peyami Safa’nın yazılarıyla yer aldığı derginin sekreteri, Mülkiye öğrencisi Mehmet Şevket Eygi’dir ve Karakoç Eygi’nin isteği üzerine dergiye ürün vermiştir. Fakat bu dergilerde devam etmez. Nedenini şöyle açıklar: Ankara’da edebiyat dergisi olarak Hisar çıkıyordu. Ancak, sağcılık görüntüsüne rağmen onunla fikirce bağdaşmam mümkün değildi. Sanatta da bir durağanlık içindeydi. Bir şiirden sonra ona şiir göndermedim. Başkaca da bir dergi yoktu. Büyük Doğu’ya gelince, o davamızın dergisiydi. Onda sanat ve şiire az yer verildiği gibi kendimi ona layık da göremediğimi söyleyebilirim o zamanlar (Karakoç, 1989g). Karakoç’un İslamcılığı, 1950’lerin edebiyat dünyasında hakim taraf olan inkılapçı-hümanist dergilerle “sağcılık görüntüsü” taşıyan dergiler arasında kalmaktan doğmuştur. O dönem Necip Fazıl’ın milliyetçi-muhafazakar genç öğrencilerle sohbet ortamlarında milliyetçiliği üstadına rağmen sıklıkla eleştirir (Karakoç, 1989h). Mülkiye’de okurken çok defa CHP’li öğrencilerin baskısıyla karşılaşır; tanıştığı az sayıda dindar öğrenci gibi nurcu da değildir (Karakoç, 1989i). Sağ-muhafazakar sosyal ve edebî ilişkiler kurmadığı gibi kendine mahsus entelektüel ve ideolojik beslenme kaynakları geliştirir. Fransız Kültür Merkezi’ne sıklıkla uğrar, modern Fransız edebiyatını okur, Kızılay’daki Milli Kütüphane’de dönemin yabancı gazetelerini takip eder (Karakoç, 1989j). Karakoç’un Ankara’nın ortasındaki sosyal ve edebî öznelliğini pekiştiren şahsi okuma süreci, uluslararası siyasi düzenin kritik bir dönüşüm ânıyla kesi- 472 İslam’ı Uyandırmak - II şir: Karakoç Fransızca gazete ve dergilerden Tunus ile Cezayir’in bağımsızlaşma sürecini gün be gün takip eder. 1954 yılında “Bir Milletin Basübadelmevti” başlıklı bir yazı yazar ve Tunus ile Cezayir’in bağımsızlık mücadelesini övgüyle karşılar. Basübadelmevt (ölümden sonra diriliş) kelimesi, Karakoç’un dirilişten önceki tercihidir. Aynı günlerde İhvan-ı Müslimin üzerine “Bedir” başlıklı bir şiir yazar fakat şiirin tek nüshası, yayımlamak için alan Mehmet Şevket Eygi’de kaybolur (Karakoç, 1989j). 1953 yılında yazdığı “Ötesini Söylemeyeceğim” başlıklı şiir bir dramatik monologdur ve Tunuslu bir kız çocuğunun ağzından sömürgeci Fransızlara son derece açık ve bilinçli bir edayla hitap eder. Bu bağlamda Karakoç’un İslamcılığı daha en başta enternasyonal bir hareket noktası bulmuştur.3 Tunus, Cezayir ve Mısır’da sömürgeci Batı’ya karşı çıkan İslamcı-halkçı bağımsızlık hareketleriyle, Batıcı kültürel tahakküm altındaki Türkiye’de verilmesi gereken mücadele arasında bir yakınlık kurduğu açıktır.4 Bu keşif, her zaman milliyetçi bir çerçeve içinde kalmayı seçen ve hatta başka ülkelerdeki İslamcı hareketlere ve isimlere her fırsatta yukarıdan bakmayı seven Necip Fazıl’la ayrıştığı noktadır. Şiir Sanatı’nı 1955 yılında çıkardığında Karakoç, Mülkiye’nin son sınıfındadır ve okulu bir sene uzatmıştır. Kültür alanında hakim inkılapçı-hümanist dergilerle muhalif muhafazakar dergiler arasında kalmıştır. Genç bir şair olarak edebiyat dünyasında görece tanınmışsa da henüz kendini ayrı ve yeni bir iddia, bir teklif olarak ortaya koymuş değildir. Büyük Doğu ise hem edebiyatı önceleyen bir dergi değildir, hem Necip Fazıl’ın şahsiyetinin fazla baskın olduğu bir yayındır, hem de sık sık soruşturma geçirip toplatılır. Mülkiye’de Cemal Süreya, Seyfettin Başçıllar, Orhan Duru, Gülten Akın gibi akranlarıyla kurduğu sayıca az ama yoğun edebî arkadaşlıkları vardır. Şiir Sanatı dergisini çıkarmasının arkasında bu nedenlerin olduğu söylenebilir. 3 Enternasyonel olmayan bir İslamcılık düşünülemez. Ya da şöyle diyelim; Türkiye’yi diğer Müslüman ülkelerden soyutlayan bir yaklaşım, ne kadar yerli bir kılıkla ortaya çıkarsa çıksın, İslamcılık değil sağcılık olabilir. 4 Bu anlamda Karakoç’taki diriliş fikrinin gelişimini, en geniş bağlamda, her biri Fransız kültür dünyasıyla irtibatlı bir şekilde kendi ideolojik bağımsızlık mücadelesini vermiş olan Frantz Fanon (1925-1961), Malik Bin Nebi (1905-1973) ve Ali Şeriati’yle (1933-1977) aynı entelektüel kuşak bağlamı içinde değerlendirmek gerekir. Bu tabi ayrı bir yazıda ele alınacak kadar geniş bir konudur. İkinci Yeni ve İslamcılığın Yeniden Doğuşu 473 Yeni Şiirin İlk Hamlesi Şiir Sanatı’nın ilk sayısı 15 Ocak 1955, ikinci sayısı 15 Şubat-15 Mayıs 1955 tarihlidir.5 35 cm boyundaki dergi 50 kuruş fiyatla satılır. Künyesinde “Sanat-Fikir-Bilim Dergisi” ibaresi vardır. Konya sokak, Bursa Han, Kat 1, No 5, Ankara adresi idarehane olarak gösterilmiştir. Sahibi Sezai Karakoç; sorumlu müdür, Karakoç ve Süreya’nın Mülkiye’den arkadaşı Emin Bayar görünür. Son Havadis Matbaası’nda basılır. İki sayısı da 34 sayfadır. İki sayıda da Vakıflar Bankası ve Sümer Bank’tan tam sayfa reklam alınmıştır. Yazar ve şairlerin isimleriyle yazı başlıkları derginin kapağından verilmiştir. Şiir Sanatı’nın imzasız ama Karakoç tarafından yazıldığı belli olan “Başlangıç” başlıklı sunuş yazısı, “İki yıldan beri çıkmayı düşünüyorduk” cümlesiyle açılır. Bu tek sayfalık sunuşta Karakoç, en ufak bir ideolojik gönderme yapmaz; derginin şiir odaklı olduğunu ilan eder. “Az şiir, iyi şiir” yayımlayacağını, Batı ve Doğu şiirlerinden çeviriler olacağını, “her ayın şiir kritiğini” vereceğini yazar. Son cümlede “Türk şiirinin yöneliş ve yenilenişinde ödev ve pay sahibi olmak” istediğini belirtir (Şiir Sanatı, 1955a, s. 4). Gerçekten de derginin iki sayısında da yazılar şiir merkezlidir. Sezai Karakoç’un “Yeni Türk Şiirinin Yönü” başlıklı iki yazısı, “Attila İlhan ve Şiiri” başlıklı ve Adnan Özkan imzalı iki yazı, “Fransa’da Şiirin Durumu”, “Amerikada Yeni Şiir”, “Tiyatroda Şair”, “Réalisme Magique Hakkında”, “Paul Gilson’un Şiirleri” başlıklı çeviri yazılar vardır. Şiirleriyle Cemal Süreya, Gülten Akın, Muzaffer Erdost, Orhan Duru, Seyfettin Başçıllar, Nuri Pakdil, Erdal Öz, Güner Başara, Rami Ayas, Nahit Güçlü, Rıza Ergüven, Şahinkaya Dil ve elbette Sezai Karakoç yer alır. Tanınmış Batılı şairlerden; Georg Trakl, Max Jacob, Stephen Spender, Jacques Prévert, Eugène Guillevic ve Guillaume Apollinaire’den çoğu Karakoç tarafından yapılan şiir çevirileri yayımlanır. 1955’te hepsi 20-25 yaşları arasında olan dergideki şairlerin çoğu 60’lı yıllardan itibaren sol edebî mahallede yer almıştır. Burada önemli olan, Şiir Sanatı’nın bir kuşak dergisi olmasıdır. Bir diğer önemli nokta, derginin Batı’da hem 5 Birçok antolojide ve çalışmada adı geçmeyen ve sahaflarda bulunmayan derginin sayıları birer nüsha olarak Beyazıt Devlet Kütüphanesi’nde mevcuttur (Demirbaş no: 1430-K). Şiir Sanatı adında, 1965’ten itibaren 20 sayı çıkmış, genç sosyalist isimlerin göründüğü başka bir dergi de vardır. Mesela İsmet Özel’in Evet, İsyan şiiri bu diğer Şiir Sanatı’nın Şubat 1967 tarihli 16. sayısındadır. İsmet Özel’in ihtida ettikten sonra, ihtida ettiğini beyan eden “Amentü” şiiri ise 1974’te Sezai Karakoç’un Diriliş’inde çıkar. 474 İslam’ı Uyandırmak - II yükselen yeni şiir tarzlarından hem de şiir etrafındaki güncel tartışmalardan beslenme iradesidir. Nitekim Karakoç’un ilk sayıdaki “Yeni Türk Şiirinin Yönü” yazısı şiir, okuyucu, eleştirmen, dergiler, bilim gibi konuları kısa kısa ele alırken Lorca, Hughes, Pavlov, Le Play ve Bergson’u zikreder. Hem Karakoç’un hem de dergideki arkadaşlarının iyi eğitim almış, yabancı dil bilen, kültürel sermayesi güçlü bir kuşak olduğunu söylemek mümkündür. Dergi, adından başlamak üzere birçok sayfasında, şiire ideolojik yargılardan uzak bir gözle baktığını ortaya koysa da, Karakoç “Yeni Türk Şiirinin Yönü” yazısının ikinci sayıdaki devamına manidar bir soruyla başlar: Günümüz Türk şiirinde, geçmiş zaman şiirimizi, gelecek Türk şiirinin doğuşunda pay sahibi kılmaya yönelmiş bir eğilim, bir davranış, bir görünüş var mı? Bu demektir ki geleceğin Türk sanat ve şiirinde, bir Selçuklu sanat ve şiirinin, bir Osmanlı sanat ve şiirinin doğuşunun ilk iz ve belgelerini günümüz Türk şiiri sunmakta, yapısında taşımakta mıdır? Yani şiirimizin geleceği bir ‘yeniden doğuş’ beklemekte midir? (Şiir Sanatı, 1955b, s. 5) Karakoç burada geçmiş, bugün ve gelecek arasında bir ilişki kurar. Birinci olarak geçmiş zaman şiirimiz (Osmanlı ve Selçuklu) vardır. Bunun ne olduğunu tanımlamaz; yazının devamında da bilhassa Selçuklu sanatıyla ilgili elimizde çok az belge olduğunu belirtir. Divan şiiri ifadesini kullansa da açmaz; neden değerli olduğunu açıklamaz. İkinci olarak günümüz şiiri vardır ve Karakoç günümüz şiirinin geçmişten iz ve belge taşıyıp taşımadığını sorgular. Günümüz şiiri, geçmişten iz taşıyorsa gelecekteki şiiri doğuracaktır. Yazının devamında Karakoç, toplumda baskın olan sanatın yanı sıra bir de “bilinçaltının sanatı” olduğunu, bunun bir süre görünmese bile “gelecek zamanda uyanabilecek, yeniden doğabilecek ve bilinci ele geçirebilecek” olduğunu ileri sürer. “Yeni Türk şiirinin yönü aranırken ilk ipucu, bu gömleği [günümüz şiirinde geçmişin izleri] çizmek olacaktır,” der (Şiir Sanatı, 1955b, s. 5). Karakoç böylece, şiir ve sanatta geçmişin bugündeki izlerini arayıp bulma ve böylece geleceği hazırlama ihtiyacına varır. “Devrimler yüzünden Batı sanat, düşünüş ve söyleyişi baskın çıktı. Divan edebiyatının ölçüleme, ahenkleme sistemi kökten öldü... Bütün bunlara rağmen Divan Edebiyatı sanatı, estetiği, buluşları kökten öldü mü? Konu budur. Günümüz şiirinde gözlenebilecek ilk yan bu.” Yazının sonlarındaki bu ifadeler, Karakoç’un şiirle ilgili sorusunu daha geniş bir kültür planına taşır. Şair, Cumhuriyet’ten sonra gerçekleşen inkılapları geleneği kesip atmakla suçlar gibidir. Diğer yandan, önemsediği geçmiş şiir ve sanatının artık mümkün olmaması nostaljiye de gebedir. Karakoç, “sağcılık İkinci Yeni ve İslamcılığın Yeniden Doğuşu 475 görüntüsündeki” dergiler gibi nostaljiye düşmek yerine burada şiirin “yeniden doğuşu” ve “bilinçaltının uyanışı”nı gerçekleştirme görevini üzerine alır. İlginç olan, Sezai Karakoç’un 1955’e kadar yazdığı şiirlerin hiçbirinde tam anlamıyla geleneksel bir kalıbı tekrar etmemesidir. 1951 tarihli “Rüzgar” ve “Yağmur Duası” şiirleri 6+5 hece ölçüsüyle ve kafiyelerle yazılmış olsa da Divan şiiri veya âşık edebiyatına değil, aynı dönemden Cahit Külebi, Faruk Nafiz Çamlıbel ve Arif Nihat Asya gibi memleketçi şairlerin yazdıklarına dayanır. 1952 tarihli “Monna Rosa”’nın üçüncü bölümünden itibaren hece ölçüsünü sıkı sıkıya uygulamaz. Karakoç her ne kadar lise yıllarından itibaren aruz ve hece gibi geleneksel ölçüleri eski şairlere özenerek öğrenmişse de (Karakoç, 1989k), serbest ölçüde yazmayı çağının bir gereği olarak erken yaşta kabul etmiştir (Karakoç, 1989l). 1950’lerin ilk yarısında şiir dünyasında hakim tarzın önemli özelliği Orhan Veli ve arkadaşlarının 1941’te başlattığı Garip şiirinin sesi ve edası olmuştu. Günlük hayattan enstantanelerin, şehirli küçük insanın duygularının dünyevi bir çerçevede kısa ve nükteli şekilde ifadesine dayanan Garip şiiri, 1940’lar boyunca, biraz da şairlerin dönemin hükümetiyle örtüşen poetikaları nedeniyle yükselmiş ve yaygınlık kazanmıştı.6 Garip, genel hatları itibarıyla apolitik, laik ve hümanist bir şiirdi. Karakoç’un 40’ların ikinci yarısında lisede okurken ve edebiyat dünyasını dergiler yoluyla keşfederken, Garip şiirini, geleneği kesintiye uğratıp “Batı sanat ve söyleyişini” ülkemizde baskın kılan sürecin önemli bir temsilcisi olarak görmemesi mümkün değildi. İlk şiirlerinde hem ölçülü ve kafiyeli yazması hem de aşk, ölüm gibi kadim konuları düz söyleyişle değil imge, teşbih ve tasvirle işlemesi doğrudan Garip’e karşı konumlandığına işaret ettiği gibi, Varlık dergisi yerine muhafazakar dergilere şiir göndermesi de bu durumu pekiştirir. Nihayetinde, “davamızın dergisi” dediği Büyük Doğu’nun gelenekçi edebiyat anlayışı ve Necip Fazıl’ın hece ölçüsünden taviz vermeyen şiirleri de Karakoç’un Garip’e karşı muhalefetini beslemiş olmalıdır. Yine de bahsi geçen ilk şiirler ve 1953’te yazdığı “Kar” ve “Şehrazat” kısa, ritmik, geometrik ve en önemlisi lirik şiirlerdir ve hakim şiir tarzına muhalefetine rağmen yeni bir teklif taşımaz. Fakat 1953’te “Şahdamar” ve “Ötesini Söylemeyeceğim” adlı, öncekilere göre çok uzun iki şiir daha yazar. “Şahdamar” kültürel bir siz-biz ayrımı üzerine, “Ötesini Söylemeyeceğim” ise yerli kız çocu6 Garip şiiriyle ilgili yapılmış ayrıntılı bir çalışma için bk: Sazyek, (1996). 476 İslam’ı Uyandırmak - II ğuyla sömürgeci Bay Yabancı’nın karşıtlığı üzerine kuruludur. Bir diğer ifadeyle, “Şahdamar” içerideki Batılılaşmaya karşı bir tavırken “Ötesini Söylemeyeceğim” dışarıdaki Batı sömürgeciliğine karşıdır.7 Daha önemlisi, iki şiir de hitabi bir dille, konuşur edayla yazılmıştır ve herhangi bir geleneksel biçim özelliği taşımaz. Erken tarihli bu iki şiir, Karakoç’un kendi sesini bulma sürecini hızlandırır ve biçimsel arayışla siyasi arayışı buluşturur. Karakoç, “Ötesini Söylemeyeceğim”’i yazdığı 1953 Eylül’ünden 1955 Ocak’ına kadar yazdığı sekiz şiirde bu yeni biçim ve siyasi içeriği sürdürmez; lirizme yakındır. 1955 Ocak’ında Şiir Sanatı’nda çıkan “Kapalı Çarşı”’da ise yeni ve özgün sesi tekrar yakalar. Bu seyir, “Kapalı Çarşı” şiirini yukarıda bahsi geçen iki şiirin devamına yerleştirir. Bu şiir de kültürel bir karşıtlık üzerine kuruludur. Şair, belirsiz bir kişiye sen diye hitap eder ve “onlar”dan bahseder. Şiirin ağırlık merkezi şu mısralardır: (...) Tüyler içinde gelen yeni dünya Bir sandalye kadar hür olduğu gün Sen onlara Cuma gününün hürriyet kadar kutsal olduğunu anlat Benim aynamı küçültüp büyülten onlar Benim aynamı aynalıktan çıkaran Kapalı çarşılar içinde fikre ve gerçeğe Neler neler etti anlarsın onlar Şemsiyeler gibi Felaketlerin en şakacısına açılıveren onlar Kendi yastıklarına düşmesin Dostlarının kadınları üstündeki gölgesi onlara anlat (...) (Şiir Sanatı, 1955a, s. 22) Bu mısralar, yeni söyleyişle siyasi tavrı bir arada barındırır ve sunar. Garip şiirinin baskın bir özelliği, sanatsız bir dille günlük hayatı yazmaktı. “Tüyler içinde gelen yeni dünya” ifadesi ise imgeci bir mısradır ve Garip şiirinde olmayan bir görüntü ve deneyim sunar. Yeni dünyanın tüyler içinde gelişi bir dokunma hissi uyandırdığı gibi alışılmadık bir gelişe işarettir. Ürperti, merak ve 7 En geniş anlamda İslamcılığın her dönem veya kişi için geçerli tanımı da budur: İçeride Batılılaşmaya, dışarda Batılı işgale karşı Müslüman ülkelerin ve halkların siyasi, kültürel ve ekonomik bağımsızlığını ve özgünlüğünü savunmak. Mesela İsmet Özel’in Cuma Mektupları’ndaki birçok yazısının ortak paydası bu tekliftir. İkinci Yeni ve İslamcılığın Yeniden Doğuşu 477 kaşıntı uyandırır. Devamında, yeni dünyanın “bir sandalye kadar hür” olması şairin dünyaya bakışını siyasileştirir. Eski dünya, günümüz dünyası hür değildir. Çünkü “onlar” şairin aynasını bozmuşlardır. Onlara doğruyu, gerçeği ve Cuma gününü anlatmak gerekir.8 “Kapalı Çarşı” şiiri, Necip Fazıl’ın “Mezarda kan terliyor babamın iskeleti / Ne yaptık, ne yaptılar mukaddes emaneti?” gibi mısralarıyla aynı muhafazakar-tepkisel tavrı ifade etmez artık. Çünkü önemli olan, söyleyişteki yenilik ve farktır. Necip Fazıl bu anlamda Karakoç’un sadece ideolojik “üstadı” olmuştur, edebî veya poetik rehberi olmamıştır. Karakoç, “Kapalı Çarşı”’da duygu ve düşünceyi vermek için serbest ölçüyü ustalıkla kullanır; mısra kurulumunda aksayan bir taraf yoktur; yoğun ve imge yüklü ifadeleri akıcı ve hitabi bir dil içinde geçirmeyi başarır. 1953 tarihli “Şahdamar” ve “Ötesini Söylemeyeceğim” ile 1955 tarihli “Kapalı Çarşı” şiirleri bu avangard niteliği sayesinde şairin diğer pek çok şiirinde kısa ibarelerle dile getirilen trajik lirizmden sıyrılır. Karakoç’un bu üç şiiri, İslamcı veya İslamî dergilerin sıklıkla kapatıldığı ve baskılandığı yıllarda yazdığını hatırlamak gerekir. Bu üç şiiri bir eylem olarak düşündüğümüzde bunların yazılması aktör/şair için şu anlamlara gelir: Birincisi, bu şiirler, şairin toplumsal dünyadaki ayrımları nasıl gördüğünü (sömürgeci-sömürülen veya Batıcı-yerli) gösteren metinlerdir. İkincisi, toplumsal dünyanın böyle görülmesi ve gösterilmesi, kendine mahsus bir biçim (imgeyle konuşmanın buluşması, uzun anlatı, serbest ölçü) gerektirmiş ve doğurmuştur. Üçüncüsü; bu şiirlerdeki yenilik, aynı ideolojik öncülleri paylaşmayan ama şairin kuşaktaşı olan başka şairlerin şiirlerindeki yeniliklerle kesişir. Zira 1954 yılı bazı genç şairlerin yeni bir şiir tarzını yokladıkları ve ilk ürünlerini verdikleri yıl olmuştur. Yeni Kuşak, Yeni Tartışma Bugün artık İkinci Yeni denen ama zamanında “yeni şiir” olarak adlandırılan tarzı biraz açmak gerekiyor.9 1927 doğumlu ve şiir dünyasında tanınmış bir şair olan Turgut Uyar, Arz-ı Hal (1949) ve Türkiyem (1952) adlı ilk iki kitabında memleket temalarını folklorcu bir üslupla işleyen bir şairken 1954’ten itibaren imgeci bir anlatıma, sözdizimini yerinden eden bir mısra tarzına geçer. O yıl 8 Karakoç’un belagatinin ayrıntılı bir analizi için bkz: Güneş, (2016). 9 İkinci Yeni isimlendirmesine dair bkz. Erdost, (1997). 478 İslam’ı Uyandırmak - II yazdığı “Geyikli Gece” şiiri, bu değişimin en açık örneğidir. 1928 doğumlu ve yine şiir dünyasında tanınmış bir şair olan Edip Cansever, İkindi Üstü (1947) ve Dirlik Düzenlik (1954) adlı ilk iki kitabında Garip şiirinin, Salah Birsel’in ve hececi şairlerin çoklu etkisi altındayken o yıl yazdığı “Aşkın Radyoaktivitesi” ve “Yerçekimli Karanfil” şiirleriyle benzer bir değişime imza atar. Bir başka şair, İlhan Berk’in henüz yeni çıkmış olan Köroğlu adlı kitabı, folklorcu bir dil ve içerikten ibaretken şair sene sonuna doğru yazdığı yeni şiirlerde serbest ölçüyle şehir hayatını işlemeye başlar. Şiir alanında tanınmış, alanın hakim yazma tarzını içselleştirmiş ve bu doğrultuda ilk kitaplarını çıkarmış bu üç şairin, planlı programlı ve kolektif bir hareket başlatarak değil de, kendi akışı içinde yeni bir şiiri aramaları 1954 yılını önemli kılar. Yeni şiir, düz anlatımdan imge ve deformasyona, folklordan şehir hayatına ve modernliğe geçişin şiiridir: Küçücük pencerem bahçeye bakar Bademler, erikler geceye bakar Bir ışık dökülür yapraklardan şıkır şıkır Filizler susmuş, tohumlar uyumuş; Bir an durmuş, genişlemiş büyümüş Bir eski şarkı, bir eski bahar, bir bildik deniz Vakit nisan ortasında bir akşam (Uyar, 2014, s. 109) Kan akıyor penceresi karanlık evlerden Ölü kadınların üstüne tuğlaların üstüne Denizse aydınlık ve incili mavili taşrada Kana doğru ürkek en güzel yaban balıklar Bu kandır akıttığımız sıkıntılı pazarlarda Üst üste yergökyüzüne içki şişelerine (Uyar, 2014, s. 191) Belirsizlik kalmaması için yeni olana geçişi Turgut Uyar’ın bu iki şiiri üzerinden açıklayalım. İlki, Uyar’ın 1954’ten önce yazdığı “Sevda Üstüne” şiiri, ikincisi sonra yazdığı “Kankentleri” şiiridir. İki şiirin başlıkları bile iki farklı bakış açısına işarettir: “Sevda Üstüne”, neredeyse deneme başlığı gibi klişedir; “Kankentleri” ise daha önce duyulmamış, görsel buluş taşıyan bir ibaredir. Klişeden buluşa, kuraldan icada geçiş mısra yapılarında da kendini gösterir. İlk şiirde hemen her mısra kurallı cümle yapısı arz eder, yüklemler sondadır ve an- İkinci Yeni ve İslamcılığın Yeniden Doğuşu 479 laşılır bir dünya tasviri sunar. İkinci şiirdeyse kurallı cümle hiç olmadığı gibi sadece iki yüklem vardır ve kaotik, çapraşık bir dünyadan haber getirir. İlk şiir pastoral ve naif bir manzara sunarken ikincisi şehir hayatının ortasında sıkıntılı bir öznenin sesidir. Şehir, şehir içindeki bireyin deneyimi, karşıtlıkları ve çelişkileri yeni şiirin önemli temalarıdır. Daha önemlisi bu temalar imge ve deformasyon yoluyla, her daim ayrıksı ve buluşçu bir dille ifade edilir. Sezai Karakoç ve Cemal Süreya’nın Uyar, Cansever ve Berk gibi alanda yerleşik şairlerden farkı, bu yeni şiiri şimdiye kadar yazdıklarına karşı değil, sıfırdan keşfetmiş olmalarıdır. Bu nedenle yeni şiirin deformasyondan çok imgeci tarafına yakındırlar. Süreya’nın 1954’te yazdığı “Önceleyin”, “Şu Da Var”, “Şiir” ve “Gül” başlıklı şiirleri aşk temasını yoğun görüntülerle işler. 1955’te Şiir Sanatı’nın ikinci sayısında çıkan “Cıgarayı Attım Denize” şiiri de bunu sürdürür: Şimdi bir güvercinin uçuşunu bölüyoruz Gökyüzünün o meşhur maviliğinde Uzun saçlı iri memeli kadınlarıyla Bir akdeniz şehri çıkabilir içinden Alıp yaracak olsak yüreğini Şimdi bir güvercinin (Şiir Sanatı, 1955b, s. 7) Burada ilginç bir nokta, Karakoç’un Şiir Sanatı’nda yer verdiği şiirlerde cinsel imgelerin veya genel olarak Karakoç’un dinî değer dünyasına aykırı bulunabilecek ifadelerin rahatlıkla geçmesidir: Cemal Süreya’nın ilk sayıdaki şiirinde, “Yıldızlar vardı kafayı çekmiştim”; Max Jacob’tan çeviride, “Bordeaudaysam şarap içeceğim”; Orhan Duru’nun şiirinde,“Tanrımız büyük Tanrımız yukarıda nasıllar?”; Muzaffer Erdost’un şiirinde, “Ben bir dinim gel kabul et” vs. Derginin başlığından yazılarına kadar hakim olan “sadece şiir” ısrarı Karakoç’un şiir için dışsal bir ideolojik kriter gözetmemesine neden olmuştur denebilir. Sadece şiir ısrarının arkasında ise, Karakoç’un, yukarıda anlatıldığı şekilde 1954’te ortaya çıkan yeni şiiri karşılama ve bir kuşak hareketine dönüştürme taktiğinin olduğunu söyleyebiliriz. Şiir Sanatı bu anlamda avangard şiirin kamusal mahfili olma iddiasındadır. Karakoç’un hem inkılapçı-hümanizmden hem sağ-muhafazakarlıktan ayrı bir şiir tarzı ve İslamcı dünya görüşü kurma çabası iç içe olduğu gibi, bunun verimi olan Şiir Sanatı da Karakoç’un kendi kuşağından şairlerin yeni bir şiir kurma çabalarıyla iç içedir. 480 İslam’ı Uyandırmak - II Kuşağını toplama ve bir kuşak bakışı oluşturma çabası, Karakoç’un “Dergiler” başlıklı değinilerinde açıkça ortaya çıkar. İlk sayıda Türk Düşüncesi, Evrim, İstanbul, Varlık, Hisar, Yeditepe, Mavi, Varan, Şimdilik ve Yenilik dergilerine bakar. Bunlar, kısa ve hareketli değinilerdir. Varlık ve Türk Düşüncesi dergilerinde öteden beri şiir olmadığını yazar. Mavi dergisindeki şairleri Attila İlhan’ın tekrarı olmakla eleştirir. Evrim’in Aralık sayısındaki Seyfettin Başçıllar ve Cemal Süreya’nın şiirlerini iyi bulur. Yeni kuşaktan Tevfik Akdağ’ın çıkardığı Şimdilik dergisine bakışı ise oldukça olumludur: Turgut Uyar’ın “GEYİKLİ GECE” şiiri bize Batı anlamında zengin ve olgun bir şehir gibi çeşitli yapıları ana yapıya bağlayabilen bir şiir gibi geldi. Bu şiir bizde yirminci yüzyıl insanının şiiridir. Onun karışıklığı, onun düzeni. Sinemanın etkisini görür gibi oluyoruz. Çağrışım sistemi, canlandırma ve imaj mekanizması, duyguların kabartma şekiller alması hep sinemanın hayatımıza ve sanatımıza girmesinden başka ne ile açıklanabilir? Ayrıca bu şiirde geçmiş zamanımızı ve şiirimizi, yeni anlamlar ve renklerle, dekor olarak yerleştirilmiş buluyoruz. Turgut Uyar şüphesiz sanat hayatımızın en çok üstünde durması gereken şairlerindendir. (Şiir Sanatı, 1955a, s. 30) Bu satırlar, Uyar’ın bugün çok bilinen “Geyikli Gece” şiiri için taze taze yazılmış ilk satırlardır. Karakoç’un Uyar’da gördüğü ve olumladığı üç şey vardır: Çağının insanını yazmak. Bunu yaparken imgeye başvurmak. Ve geçmiş zaman şiirimizi yeni anlamlarla kullanmak. Bu son nokta, hatırlanacağı üzere Karakoç’un başyazıda günümüz şiirinin ödevi olarak belirlediği iştir. Şiir Sanatı’nın ikinci sayısındaki “Dergiler” yazısında da Uyar’ın bu şiirini zikreder: “Geyikli Gece”’de böyle birçok seslilik, denilebilirse bir orkestrasyon denemesi var.” Aynı yazıda Uyar’ın Şimdilik dergisinde yeni yayımlanmış “Korkulu Ustalık” yazısını da konu edinir ve şiirde her daim yeniliği aramak gerektiği fikrine katılır. Yazıda Cemal Süreya’nın ve Tevfik Akdağ’ın çeşitli dergilerde yayımlanan şiirlerini güzel bulduğunu da belirtir. Karakoç’un bir kuşak hattı oluşturma çabası, bir karşı cephe oluşturmasını da gerektirmiştir. Hedefinde önceki kuşağı temsil değeri yüksek, alanın makbul şairleri vardır. Attila İlhan’ın şiirine dair Adnan Özkan imzalı uzun ve eleştirel incelemenin yanı sıra “Kitaplar” bölümünde Sisler Bulvarı (1954) kitabını Karakoç bizzat ele alır. İlhan’ın “yeni Batı şiirinin etkisi altında” yazdığını, şiirlerinde “bir tutukluk ve kekemelik” olduğunu söyler. Son tahlilde “şiirimizin en yoğun kitaplarından biri” olduğunu söylese de genel olarak eleştirel bir tutum sergiler. Oktay Rifat’ın Karga ile Tilki (1954) kitabına da eleştiriler getirir fakat İkinci Yeni ve İslamcılığın Yeniden Doğuşu 481 “halkın canlı kültürü”nü ve Türkçeyi iyi kullandığı için övmekten de çekinmez. Bir başka önemli şair olan Cahit Külebi’nin Yeşeren Otlar (1954) kitabına da değinir ve önceki kitaplarına göre bir yenilik ve zenginlik taşımadığı için eleştirir. Necip Fazıl Kısakürek’in bütün şiirlerini topladığı Sonsuzluk Kervanı kitabı ise övgüyle yaklaştığı bir kitaptır. Genel olarak önceki kuşağa karşı mesafeli tutumunu Varlık dergisinin “Yeni Şiirler 1955” seçkisine yöneltir ve Yaşar Nabi Nayır’ı kötü şiirleri desteklemekle suçlar. Karakoç, mevcut şiir alanında faaliyet gösteren aktörleri/şairleri tek tek taradıktan sonra 1940’lardan 1955’e kadar şiir ortamının gelişimine dair genel bakışını şu satırlarla verir: Bugün Fransa’nın en büyük dergilerinde ölçülü ve kafiyeli şiirler yer almaktadır. Bizde gülünç karşılanıyor. Fakat üçüzlerin çığırı [Garip şiiri] zannedildiği kadar devamlı ve köklü olmamış, olmadığı şimdiden belli olmaya başlamıştır. En önce Oktay Rifat, beraber yarattıkları çığırın ortak kişiliğinden sıyrılmasını bilmiş, bir nevi yıkıcılık ününün ötesine götürebilecek, kendine özgü, yalnız varılacak noktada ve şekilde değil özde de yeni bir özel sanat kişiliğine varmıştır. Attila İlhan’la başlayan yeni bir kol şiiri tekrar insanın çektiği azabı dillendirmeye, dolayısıyla bir bakıma yıkılanın yeniden yapılmasına çalışmaktadır. (Şiir Sanatı, 1955a, s. 31) Karakoç’un önceki kuşakla ilgili bazen olumlu bazen olumsuz değerlendirmelerinde, “yıkılanın yeniden yapılması”, “halkın canlı kültürünün” yazılması gibi başyazıda belirttiği “geçmişin izlerini bugünde bulmak ödevi”yle uyumlu özellikleri kriter aldığını söyleyebiliriz. Karakoç böylelikle önceki kuşağı eleştirerek kendi öznelliğini ileri sürme sürecini başlatır. Bu hamle, bir sene sonra Cemal Süreya tarafından tevarüs edilir. Süreya, 1956’da A dergisinde, Yeditepe şiir ödülünü kazanan Oktay Rifat’ı eleştirir; Melih Cevdet Anday cevap verir ve polemik başlar (Süreya, 2015, s. 192). Süreya, 1957’den itibaren Attila İlhan’la polemiğe girer (Süreya, 2015, s. 204). Tartışma, şiirde içeriğin mi biçimin mi önemli olduğu noktasına gelip dayanır; İlhan yeni şiiri sosyal gerçeklere kayıtsız kalmakla suçlar (İlhan, 1996, s. 37); Süreya ise şiirinin özünün yeni söyleyişler bulmak olduğunu ileri sürer. Karakoç’un 1955’te, Mülkiye’den sıra arkadaşı Cemal Süreya’nın da 1956’dan itibaren Attila İlhan ve Oktay Rifat’ı eleştirilerine konu edinmesinde toplumsal bir boyut da vardır. 1931 Tunceli doğumlu olan Süreya da Karakoç gibi dezavantajlı bir sosyal kökende doğmuştur. Küçük yaşta ailesiyle birlikte sürgüne gönderilmiş, parasız yatılı okumuş ve Mülkiye’ye gelmiştir. Yeni şiir bu anlamda, bu iki genç şairin kendi öznelliklerini ifade etmek için mevcut kalıpları aşma ihtiyacından doğmuştur. Karşılarına aldıkları Rifat ve İlhan ise hem 482 İslam’ı Uyandırmak - II şiir alanında hem de daha geniş sosyo-ekonomik dünyada yerleşik ve makbul bir geçmişe sahiptirler. Oktay Rifat, Enver Paşa’nın torunu ve Trabzon valisinin oğludur. 1950’lerde muteber bir avukat olarak bilinmektedir. Attila İlhan İzmirli varlıklı bir ailede doğar; babası savcıdır. 1950’lerde Paris’ten döner ve Garip şiirine karşı Mavi dergisinde yayın yapmaya başlar. Karakoç ve Süreya, kültürel ve ekonomik sermaye bakımından bu iki şaire göre daha elverişsiz ve zayıf sosyal kökenlerden gelirler. Yeni şiirin, yeni bir hayat deneyiminin dili olarak doğmasında bu toplumsal karşıtlığın etkili olduğunu söylemek zor değildir. Sol-Laik Edebî Mahalleyle Ayrışma Turgut Uyar, Cemal Süreya, Ece Ayhan, Edip Cansever, İlhan Berk ve elbette Sezai Karakoç 1956’dan itibaren şiir ve yazılarıyla Pazar Postası dergisinin Muzaffer Erdost’un yönettiği sanat-edebiyat sayfalarında bir araya gelirler. 15 Ağustos 1957 tarihli sayıda çıkan Balkon şiiriyle Karakoç dergiye katılır ve toplamda 21 şiir ve yazı yayımlar.10 İki sene önce Şiir Sanatı’nda kıvılcımı çakılan yeni şiir, Pazar Postası’nda daha geniş ve hareketli bir cepheye kavuşur. Ne var ki Karakoç 1958’de çıkan “Bir Materyalist Şiir” başlıklı yazısında Edip Cansever’in şiirini eleştirince Ülkü Tamer ve Asım Bezirci gibi hareketin kenarında kalan isimlerin hücumuna uğrar. Yakın arkadaşı Cemal Süreya’nın ve derginin editörü Muzaffer Erdost’un da kendisini açıktan savunmaması nedeniyle yolunu ayırmak zorunda kalır. Oysa Şiir Sanatı çıktığında Karakoç’un kuşağının ortasında olduğunu görürüz. Şiir ve yazılarını övgüyle karşıladığı Turgut Uyar’la mektuplaşırlar (Karakoç, 1989m). İlhan Berk’le matbaanın sokağında karşılaşırlar; Berk dergiyi desteklediğini belirtir (Karakoç, 1989n). Ülkü Tamer’den de şiir alır ama üçüncü sayı çıkmayınca yayımlayamaz. Diğer yandan, dönemin hakim eleştirmeni Nurullah Ataç Son Havadis gazetesinde dergiyi beğenmediğini yazar, Türkçesini eleştirir. Karakoç’un üstadı Necip Fazıl ise dergiyi tam anlamıyla görmezden gelir. Karakoç, bir tür onay makamı olan bu iki isimden de sosyal kabul görmez. Dergi ikinci sayıdan sonra maddi sıkıntılar nedeniyle kapanır. Sezai Karakoç 1958’den sonra yoluna tek başına devam eder. 1959’da çıkan ilk kitabı Körfez’de o zamana dek yazdığı bütün şiirler yer almaz. “Şahdamar”, 10 Pazar Postası’na dair ayrıntılı bir çalışma için bkz: Korkmaz (2012). İkinci Yeni ve İslamcılığın Yeniden Doğuşu 483 “Kara Yılan”, “Ötesini Söylemeyeceğim” ve “Kapalı Çarşı” şiirlerini, kültürel tarafı öne çıktığı için ikinci kitabına (Şahdamar, 1962) saklar; ilk kitabına daha ziyade lirik ve günlük şiirlerini koyar. Böylece ideolojik farklılaşmanın, kuşağının merkezinde olduğunu gölgede bırakmamasını ister. Pazar Postası’ndaki ayrışmadan sonra, Nisan 1960’tan itibaren ise kendi şahsiyetiyle bütünleşecek olan Diriliş dergisini çıkarır. Kültür ve düşünce yazıları şiir yazılarına baskın çıkmaya başladığı gibi şiirlerini de çoğunlukla kendi yayımlar ve şiir alanında ilişkisiz bir tek başınalık halini sürdürür. Bu tek başınalık, şairin seçiminden çok, 1950’lerden 60’lara uzanan süreçte şiir alanında merkezî konumda olan dergilerin ve aktörlerin İslamcı bir öznelliğe kapalı olmasından kaynaklanır. Birçok İkinci Yeni şairinin de göründüğü Yeditepe dergisinin her sene verdiği şiir armağanı dönemin nabzını tutan bir ödüldür. Daha önce Oktay Rifat, Özdemir Asaf, Fazıl Hüsnü Dağlarca ve Behçet Necatigil’e verilen ödülü Yerçekimli Karanfil kitabıyla 1958’de Edip Cansever alır. 1959’da Cemal Süreya’nın Üvercinka ve Arif Damar’ın İstanbul Bulutu kitapları ödülü paylaşır. Böylece yeni kuşağın şiirinin, alanın içinde tanındığı ilan edilmiş olur. Fakat Karakoç bu mekanizmadan dışlanır. Körfez kitabı görmezden gelinir. Daha sonra, 1962 yılının şiir ödülü Turgut Uyar’ın o sene çıkan Tütünler Islak kitabına verilir. Ödül jürisi yedi kişiden oluşmuştur: Tahir Alangu, Asım Bezirci, Hüsamettin Bozok, Edip Cansever, Memet Fuat, Behçet Necatigil ve Fethi Naci. Her jüri üyesi 1962’de çıkan üç kitabı ödül için teklif etmesine rağmen hiçbiri Karakoç’un Şahdamar’ını bildirmemiştir. Özellikle 1960’tan sonra sol-laik edebî mahallenin İslamcı öznelliği dışlamasının bir örneği de Cemal Süreya’nın meşhur Papirüs dergisinde tezahür eder. Süreya, Mülkiye’de sıra arkadaşı olan Karakoç’la ilişkisini 1958’den sonra koparmaz; hatta 1965’te kendilerini edebiyata vakfetmek adına memuriyetten birlikte istifa ederler. Fakat Süreya’nın Haziran 1966’dan itibaren çıkardığı Papirüs’te Karakoç ne bir şiirle yer alır ne de hakkında bir yazı veya değini çıkar. Dergi zamanla şiir alanının merkezine kurulur; muteber şairlerle genç şairler dergide toplanır. Hem Fazıl Hüsnü Dağlarca, Behçet Necatigil, Salah Birsel gibi önceki kuşaktan isimler hem de Edip Cansever, Turgut Uyar, İlhan Berk, Ece Ayhan gibi yeni kuşağın önde gelen isimleri üzerine dosyalar hazırlanır. Hatta Attila İlhan, Oktay Rifat ve Yaşar Nabi Nayır gibi İkinci Yeni’nin 1950’lerde mücadele ettiği isimler de dosya konusu olur. Fakat Karakoç anılmaz. Bunda Karakoç’un kendi dergisi dışında görünmeme isteğinin payı olması ihtimal da- 484 İslam’ı Uyandırmak - II hilinde olsa da, Göçebe kitabıyla 1966 Türk Dil Kurumu ödülünü kazanmış olan Cemal Süreya’nın artık sol-laik edebî mahallenin ideolojik koşulları ve ayrımları dahilinde kendi itibarını muhafaza etme isteği de hesaba katılmalıdır. Nitekim Süreya, Papirüs’ün kültürel alanda sağladığı önemli kabul ve itibar sayesinde 1971’den itibaren TDK edebiyat ödülleri jürisine girer. Sezai Karakoç bu zamana dek İkinci Yeni içinde sıradan bir yerde görüldü; hatta sol edebiyat kanonuna hizmet eden birçok metinde görülmedi bile. Oysa Şiir Sanatı’nın avangard kuşakçılığı ve bu tavrın çok kısa bir süre sonra Pazar Postası tarafından tevarüs edilmesi, Karakoç’un Turgut Uyar ve Cemal Süreya’yla birlikte yeni şiir tarzının tam ortasında olduğunu gösterir. İkinci Yeni’nin uzun bir süre yayın cephesi olan Pazar Postası’nda 21 şiir ve yazısıyla yer alması da buna işarettir. En önemlisi de Körfez (1959), Şahdamar (1962), Hızırla Kırk Saat (1967) ve Sesler (1968) kitaplarında hem yapı hem ifade bakımından yeni şiirin en ileri örneklerini verir. İkinci Yeni, Cumhuriyet’in 40’larda temerküz etmiş olan hem sosyo-politik kamusuna hem de poetik kabullerine karşı bir itiraz, bir soluk, bir aşma hamlesi olarak kendi dışlanmış ve baskılanmış öznelliklerini 1954-55’ten itibaren yeni bir şiir, sözdizimi ve belagatle ortaya koymayı seçen Sezai Karakoç ve Cemal Süreya sayesinde mümkün olmuştur.11 Sonsöz: “Muhteva Gerici, Şekil İlerici” Karakoç denince genellikle akla Diriliş dergisinin gelmesi makuldür. Diriliş, 1960’tan 1992’ye kadar aralıklarla toplam 394 sayı çıkmış ve birçok genç okuyucuda kalıcı izler bırakmış bir edebiyat ve fikir dergisidir. Fakat 1955’te henüz 22 yaşındayken çıkardığı Şiir Sanatı’nın bu zamana dek pek dikkat çekmemesi ilginçtir. Bunda Karakoç’a sağcı bir bakışın etkili olduğunu düşünüyorum. Diriliş’ten ibaret bir Karakoç anlayışı, şairi “bir medeniyet tasarımcısı” gibi yüceltici görünmesine rağmen aslında içini boşaltan, soyut ve muğlak ibarelere hapseder. Şairin hangi somut süreçler içinde bu veya şu şiirini yazdığını; şiirin iç özellikleriyle dış-toplumsal ilişkileri arasındaki irtibatı göremez. Sezai Karakoç yorumları piyasasındaki yaygın anlayış budur çünkü Diriliş denince akla gelen ideoloji yüklü kalıplar bütünü, bugünkü Sezai Karakoç yorumcusunun kendi 11 Cemal Süreya şiirinin tarihsel bir analizi için bkz: Koytak (2017). İkinci Yeni ve İslamcılığın Yeniden Doğuşu 485 sağcı kanonunu oluşturması için yeterlidir.12 Şiir Sanatı ise, ideolojik tarafgirlikten arınmış, şiir merkezli tavrıyla pişmiş aşa su katar. Şiir Sanatı elbette İslamcı bir düşünce dergisi değildi. Fakat Karakoç’un yeni şiir arayışıyla İslamcı siyasi tavrı iç içe geçmişti. Yeni şiir nasıl şiir alanındaki mevcut tarzların bütününe karşı doğmuşsa Karakoç’un İslamcılığı da kemalist-hümanist iktidara ve sağ-muhafazakar muhalefete karşı doğuyordu. Bu anlamda “Şahdamar”, “Ötesini Söylemeyeceğim” ve Şiir Sanatı’nda çıkan “Kapalı Çarşı”, imgeci ve kapalı bir dille de olsa İslamcı tavrın Cumhuriyet dönemi Türk şiirindeki ilk tezahürleridir. Karakoç özelinde yeni şiirle İslamcılığın iç içe geçişi, 1940’lardan 50’lere kültürel alandaki iki kutbun da kabul edemeyeceği bir teklif içeriyordu. Nitekim 1958 gibi çok erken bir tarihte sol-laik edebî mahalle Karakoç’u dışlamak yolunu seçmiştir. Sağa gelince; Karakoç’un ilk iş olarak kendini sağ cenahtan ayrıştırdığını ve kendi yolunu çizdiğini görürüz. Karakoç’un bu süreçte hem şiir hem düşünce alanındaki özgün konumu, alternatif bir teklif olarak İslamcılığın önemli bir kamusal tezahürü niteliğindedir.13 Bu makalenin amacı, şairin hem şiire hem İslamcılığa getirdiği yeni ve özgün konuma somut ve bağlamsal bir açıklama getirerek değerini kendi gerçekliği içinde açığa çıkarmaktı. 1964’te İkinci Yeni şiirinin en yetkin örneklerinden biri olan “Köpük” şiirini yazdığında, arkadaşı Fethi Gemuhluoğlu Hisar dergisine göndermek için Karakoç’tan rica eder. Karakoç izin verir ama dergiden gelen cevap hayli manidardır: “Muhteva gerici, şekil ilerici.” (Karakoç, 1989l). Bu tabir, istemeden de olsa, Cumhuriyet İslamcılığının modern-geleneksel, devrimci-muhafazakar gibi ikilikleri aşarak kendine mahsus bir teklif olduğuna işaret eder. Bu tabiri ve Karakoç’un 1989’da yayımladığı hatıralarında Şiir Sanatı’yla ilgili şu ifadelerini bütün bir düşüncesine, şiirlerine, hatta şahsiyetinin en günlük taraflarına teşmil etmek mümkündür: “Dikkatli bir göz, modern kılıklı ve pek de muhafazakar kesim dergilerine benzemeyen bu dergide yeni bir inanç, İslam soluğu ve sezgisi tespit edebilirdi.” (Karakoç, 1989m). 12 Karakoç’un şiiri için de benzer bir sağcı okuma söz konusudur. Ayrıntılar için bkz: Arslanbenzer (2012, s. 168). 13 İslamcılık, hem içeride sağ ve sola hem de dışarıda Batı’ya karşı İslam’ın kendine mahsus bir teklif olduğu kabulü olarak sadece edebiyat değil, siyaset, üniversite ve diğer alanlarda da tezahür etmiştir. Ayrı bir yazının konusu olmakla birlikte iki örnekle yetinelim. Ahmet Davutoğlu’nun 1990’da Şerif Mardin’in danışmanlığında tamamladığı doktora tezi “The impacts of alternative weltanschauungs on political theories: A comparison of tawhid and ontological proximity” başlığını taşır ve Batılı siyaset teorilerinin ontolojik temelleri bakımından İslam’la taban tabana zıt olduğunu ileri sürer. Bir diğer örnek olarak; Milli Selamet Partisi’nin 1979’daki İstanbul mitinginde bir pankart AP ile CHP’yi bir elmanın iki yarısı olarak tasvir eder ve ikisini de “Batı’ya bağımlı”, “taklitçi”, “faizci”, “montajcı” olarak tanımlar. Mitingin videosu için bkz: https://www.youtube.com/watch?v=XGHpk8ua8WY 486 İslam’ı Uyandırmak - II Kaynakça Arslanbenzer, H. (2012). Neo epik şiir. İstanbul: Okur Kitaplığı. Çankaya, A. (1969). Yeni Mülkiye tarihi ve mülkiyeliler 1859-1968, Cilt 1, Ankara: Mars Basımevi. Erdost, M. (1997). İkinci Yeni yazıları. Ankara: Onur Yayınları. Güneş, E. (2016). Sezai Karakoç’un belagati. Fayrap, 84 (Sezai Karakoç özel sayısı), 18-21. İlhan, A. (1996). İkinci Yeni savaşı. Ankara: Bilgi Yayınevi. Karakoç, S. (1988a). Hatıralar. Diriliş, 7(10), 10 Karakoç, S. (1988b). Hatıralar. Diriliş, 7(11), 10 Karakoç, S. (1988c). Hatıralar. Diriliş, 7(19), 7 Karakoç, S. (1989a). Hatıralar. Diriliş, 7(42), 7 Karakoç, S. (1989b). Hatıralar. Diriliş, 7(43), 7 Karakoç, S. (1989c). Hatıralar. Diriliş, 7(30), 8 Karakoç, S. (1989d). Hatıralar. Diriliş, 7(26), 10 Karakoç, S. (1989e). Hatıralar. Diriliş, 7(37), 8 Karakoç, S. (1989f). Hatıralar. Diriliş, 7(57), 10 Karakoç, S. (1989g). Hatıralar. Diriliş, 7(45), 8 Karakoç, S. (1989h). Hatıralar. Diriliş, 7(48), 9 Karakoç, S. (1989i). Hatıralar. Diriliş, 7(44), 8 Karakoç, S. (1989j). Hatıralar. Diriliş, 7(56), 10 Karakoç, S. (1989k). Hatıralar. Diriliş, 7(39), 9 Karakoç, S. (1989l). Hatıralar. Diriliş, 7(49), 6 Karakoç, S. (1989m). Hatıralar. Diriliş, 7(61), 8 Karakoç, S. (1989n). Hatıralar. Diriliş, 7(63), 7 Karataş, T. (2013). Doğu’nun yedinci oğlu Sezai Karakoç. İstanbul: Kaynak Kitaplığı. Korkmaz, F. (2012). İkinci Yeni limanı: Pazar Postası. İstanbul: Salkımsöğüt. Koytak, E. (2017). The language of experience. A social analysis of the Second New Poetry. Yayımlanmamış yüksek lisans tezi. Boğaziçi Üniversitesi, İstanbul. Sazyek, H. (1999). Cumhuriyet dönemi Türk şiirinde Garip hareketi. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. Süreya, C. (2015). Şapkam dolu çiçekle. Toplu yazılar I. İstanbul: Yapı Kredi. Şiir Sanatı (1955a). 15 Ocak. Sayı 1. Ankara: Son Havadis Matbaası. ------------- (1955b). 15 Şubat-15 Mayıs. Sayı 2. Ankara: Son Havadis Matbaası. Uyar, T. (2014). Büyük saat. İstanbul: Yapı Kredi. Yazar Bilgileri 487 Yazar Bilgileri Ali Özcan, Yrd. Doç. Dr.: Atatürk Üniversitesi’nde Radyo Televizyon Yayıncılığı ön lisansı, Selçuk Üniversitesi’nde Gazetecilik Lisans ve Yüksek Lisansı, Marmara Üniversitesi’nde Gazetecilik doktorası yaptı. 2003-2010 yılları arasında Konya’da yerel bir gazetede muhabir, editör, haber müdürü ve yazı işleri müdürü olarak çalıştı. Serdengeçti dergisi üzerine yaptığı yüksek lisans çalışması 2010 yılında Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları tarafından kitap olarak basıldı. Gümüşhane Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde Yardımcı Doçent olarak görev yapmaktadır. Asım Öz: Yazar ve editör. Eleştiri, değini, inceleme ve söyleşileri Dünya ve İslâm, Haksöz, Hece, Tasfiye, Umran, Virgül gibi süreli yayınlarda yayımlandı. Çeşitli web sitelerinde de yazıları yayımlanan Öz’ün ağırlıklı çalışma alanı, “Türkiye’de İslâmcılık düşüncesi, özellikle 1960 sonrası düşünsel/siyasal etkileşimler ve İslâmcı neşriyat”tır. Yüzüncü Yılında II. Meşrutiyet (derleme, 2008), Haritada Kan Lekesi (derleme, 2009), Saatçi Musa (nehir söyleşi, 2010) ve Kâğıt Kokulu Yıllar (nehir söyleşi, 2013), Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi ve Hareketi (İsmail Kara ile birlikte, 2013) ve Necip Fazıl (2015) adlı eserlerini yayımlamıştır. Ayrıca şiddet eleştirileriyle öne çıkan Cevdet Said’le farklı dillerde yapılan söyleşileri derleyerek Düşüncede Yenilenme (2013) adıyla kitap hâline getirmiştir. 488 İslam’ı Uyandırmak - II Bayram Ali Çetinkaya, Prof. Dr.: 1990 yılında Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nden mezun oldu. Yüksek lisansını 1994’te, doktorasını 1999’da Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde tamamladı. Bu arada 1991-1997 yılları arasında Ankara’da öğretmenlik görevinde bulundu. 1997 yılında Cumhuriyet Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü’ne araş- tırma görevlisi olarak atandı. 2004 yılında doçent, Aralık 2009 yılında profesör oldu. 2008-2009 yılları arasında Eskişehir Osmangazi Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde çalıştı. 2010 yılında İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi kadrosuna dahil oldu. 2013-2015 yılları arasında Bülent Ecevit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi kurucu dekanlık ve Rektör yardımcılığı vazifelerinde bulundu. Hâlen İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde Felsefe Tarihi anabilim dalında öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. Biri İngilizceye çevrilmiş çok sayıda kitabının yanı sıra, ulusal ve uluslararası düzeyde tebliğleri ve çeşitli akademik dergilerde yayımlanan makaleleri bulunmaktadır. Birsen Banu Okutan, Doktor Öğretim Üyesi: İstanbul Bilgi Üniversitesi, Tarih bölümünde lisans öğrencisiyken (2000-2005), aynı yıllarda Siyaset Bilimi ile yan dal yaptı. Yüksek lisansı yine aynı üniversitenin Uluslararası İlişkiler bölümünde (2005-2007) yaparak, 2010 yılında İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Din Sosyolojisi bölümüne araştırma görevlisi olarak atandı. Doktora eğitimini Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Din Sosyolojisi bölümünde (2008-2012) tamamlayarak 2014 yılında İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde yardımcı doçent olarak göreve başladı. Hâlen aynı görevi sürdüren Okutan, toplumsal cinsiyet, dini kimlik, popüler kültür ve göstergebilim merkezli çalışmalarını sürdürmektedir. Elyesa Koytak, Arş. Gör.: 1989 İstanbul doğumlu. Galatasaray Lisesi ve Galatasaray Üniversitesi Sosyoloji Bölümü mezunu. İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde araştırma görevlisi olarak çalıştı. Boğaziçi Üniversitesi’nde “Deneyimin Dili: İkinci Yeni Şiirinin Toplumsal Analizi” başlıklı yüksek lisans tezini savundu. 2015’ten bu yana Fayrap’ın editörlüğünü yürütüyor. İlk şiir kitabı Hicretsizlik Aralık 2015’te çıktı (İkinci baskı: Mayıs 2017). Şiir üzerine eleştirel ve sosyolojik yazılarını Aralık 2017’de kitaplaştırdı: Anlamın Kıyameti: Modern Türk Şiiri Üzerine Denemeler. Şiir ve yazıları Fayrap, Kılavuz ve Cins dergilerinde yayımlandı. Araştırma alanları 19.ve 20. yy. Türk şiirinin toplumsal tarihidir. İstanbul Medeniyet Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde araştırma görevlisidir. Evli, İstanbul’da yaşıyor. Yazar Bilgileri 489 Ertuğrul Meşe, Arş. Gör.: Süleyman Demirel Üniversitesi’nde Sosyoloji bölümünü bitirdi ve Selçuk Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde “Türk Siyasal Yaşamında Komünizmle Mücadele Dernekleri” başlıklı yüksek lisans tezini 2013 yılında tamamladı. On yıl kadar özel sektörde öğretmenlik yaptıktan sonra Giresun Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak çalışmaya başladı. Türk Sağı üzerine Tezkire, Birikim ve Muhafazakâr Düşünce dergilerinde yayımlanan makaleleri ve 2016’da Komünizmle Mücadele Dernekleri: Türk Sağında Antikomü- nizmin İnşası adlı bir kitabı vardır. Fahrettin Gün: Lisans eğitimini İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nde yüksek lisans eğitimini Marmara Üniversitesi Ortadoğu ve İslâm Ülkeleri Enstitüsü Sosyoloji ve Antropoloji bölümlerinde tamamladı. Fakülteyi bitirdikten sonra Milli Eğitim Bakanlığında 20 yıl süreyle öüretmenlik yaptıktansınra 2007 yılında TBMM’ye bağlı Milli Saraylar’da çalışmaya başladı ve müşavir, grup başkanı ve daire başkan yardımcısı görevlerinde bulundu. Hâlen aynı kurumda yönetici olarak çalışmaktadır. 1994 yılından itibaren başta Almanya olmak üzere Hollanda, İsviçre, Fransa, Avusturya, İtalya, İsveç gibi çeşitli Avrupa ülkelerinde eğitim ve kültür içerikli yüzlerce seminer ve konferans veren Gün, 1990’dan itibaren yirmi yıl köşe yazarlığı yaptı. Ayrıca, aynı dönemde çeşitli dergilerde kültür, sanat ve edebiyat içerikli yazı ve makaleler yayınladı. Yazar, hâlen kültür, edebiyat, eğitim ve yakın tarih konularında çalışmalarını sürdürmektedir. Yayımlanmış bazı eserleri şunlardır: Sebilürreşad Dergisi Ekseninde Din-Siyaset ve Lâiklik (1948-1954), Batı Günlüğü, Aşk ve Ölüm, Mehmed Âkif-Tevfik Fikret Çatışması, Babanzâde Ahmed Naîm’in Hayatı ve Eserleri, Çocukları Öpmekte Meleklerle Yarışmak. Güngör Göçer: Süleyman Demirel Üniversitesi Burdur Eğitim Fakültesi Tarih Öğretmenliği bölümünde lisans, Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde yüksek lisans eğitimimi tamamladı. Şu an aynı üniversitede doktora eğitimine devam etmektedir. 1999 yılından Milli Eğitim Bakanlığında Sosyal Bilgiler Öğretmeni olarak çalışmaya başladığı öğretmenlik hayatına devam etmektedir. Kâmil Büyüker: Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesini bitirdi. 2011-2013 yılları arasında Diyanet Aylık Dergi yayın koordinatörlüğü vazifesini yürüttü. Hâlen İstanbul Müftülüğü Din ve Hayat dergisi editörlüğünü yapmakta ve Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde yüksek lisansına devam etmektedir. 1992 yılından beri muhtelif kitap ve edebiyat dergilerinde ve gazeteler- 490 İslam’ı Uyandırmak - II de yazılar yazmaktadır. Ulusal ve uluslararası çok sayıda sempozyumda tebliğ sunan Büyüker’in, yayınlanmış eserleri şunlardır: Kırşehri Vilayeti-Dr. İbrahim İsmail (Çevirim yazı-2003), Şeyh Muhammed Zafir (2004), İstiklâl Şairimiz Mehmet Âkif Ersoy (Kollektif, 2011), Âlim, Fakih, Müftü: Ömer Nasuhi Bilmen (Ayhan Işık, Rahmi Yaran ile birlikte-2014), Hicaz Yolları: Cumhuriyet Dönemi Bir Taşra Müftüsünün Hac Hatıraları, Mehmet Barut (haz. 2015) Kâmil Coştu, Doktor Öğretim Üyesi 2000 yılında Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İlköğretim Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmenliği Bö- lümü’nü kazandı. 2001 yılı Ocak ayında başladığı İmam-Hatiplik görevine 2005’te atandığı Salacak Fatih Camii’nde devam etti. “Sokak Çocuklarının Sosyo-Kültürel Yapısı (İstanbul Örneği)” başlıklı tez ile 2007 yılında yüksek lisansını tamamladı. “1924-1949 Yılları Arasında Din Eğitimine Yönelik Yayımlanan Eserlerin Değerlendirilmesi” başlıklı doktora çalışmasını ise 2015 yılında tamamladı. Temmuz 2008 – Şubat 2015 arasında Üsküdar Paşakapısı Ceza ve İnfaz Kurumu’nda Din-Ahlak Bilgisi ve Kur’an-ı Kerim dersleri verdi. Şubat 2016’dan itibaren Bartın Üniversitesi İslamî İlimler Fakültesi Din Eğitimi Bilim Dalı’nda öğretim üyeliği görevini sürdürmektedir. Mine Alpay Gün: Lisansı İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümünde, yüksek lisansı Marmara Üniversitesi Ortadoğu ve İslâm Ülkeleri Enstitüsü Sosyoloji ve Antropoloji Bölümünden tamamladı. Yazı hayatına Yeni Devir gazetesinde başlayan Gün, 1987 yılında bir yıl süreyle Millî Gazete’de “kadın sayfası”nı hazırladı. 1988 yılından itibaren aynı gazetede günlük yazılar yazmaya başladı. Bu süreçte siyaset, kadın, kültür ve sanat içerikli dergilerde yazılar yayımlayan yazar, hâlen aynı gazete de “Ritimler” köşe başlığı altında yazı hayatını sürdürmektedir. Yasin Beyaz, Doktor Öğretim Üyesi 2003 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. 2006 yılında yüksek lisans öğrenimine başladı. Ali Şükrü Çoruk danışmanlığında hazırladığı “Fikir ve Sanat Hayatımızdaki Yeri Bakımından Yeni Mecmua Üzerine Bir İnceleme” adlı yüksek lisans teziyle İstanbul Üniversitesi Yeni Türk Edebiyatı Bölümü’nden 2009 yılında mezun oldu. Aynı yıl Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitü- sü Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı Türk Edebiyatı Bilim Dalı’nda başladığı doktora eğitimini, “Nesir Yazılarına Göre Necip Fazıl’ın Düşünce Dünyası” adlı teziyle 2012 yılında tamamladı (İşaret Yayınları, İstanbul 2013). 2003-2014 yılları arasında İşaret Yayınları’nda editörlük yapan Beyaz, 2013 yılından beri Yazar Bilgileri 491 Yalova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde Türk-İslam Edebiyatı alanında görev yapmaktadır. 2014-2016 yılları arasında Ürdün Üniversitesi’nde görevli olarak çalışmıştır. Yusuf Turan Günaydın:1967’de Amasya/Taşova’da doğdu. Lise öğrenimini Taşova İmam-Hatip Lisesinde tamamladı. Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesini bitirdikten (1991) sonra aynı üniversitede İslâm Tarihi ve Sanatları Bölümü Türk İslâm Edebiyatı Anabilim Dalında yüksek lisans tamamladı. 1992-2006 yılları arasında öğretmenlik yaptı. Türk Tarih Kurumu Kütüphane Müdürlüğü Arşiv Biriminde memur olarak çalışıyor. Aynı üniversitenin aynı anabilim dalında Doktorasını sürdürmektedir. Yasin Özdemir: Denizli’de doğdu. Galatasaray Lisesi’nden mezuniyetinin ardından İstanbul Bilgi Üniversitesi tarih bölümünden lisans ve yüksek lisans derecelerini aldı. Çeşitli yayınevlerinde editör olarak çalıştı. Marmara Üniversitesi’nde tarih alanında doktora programına ve serbest olarak editörlük çalışmalarına devam etmektedir. Mahmut Hakkı Akın, Doçent: 1981 yılında Karaman’da doğdu. Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümünden 2003 yılında mezun oldu. 2004 yılında Selçuk Üniversitesi Edebiyat Sosyoloji Bölümüne araştırma görevlisi olarak atandı. Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyoloji Ana Bilim Dalında 2005 yılında yüksek lisans, 2009 yılında doktora eğitimini tamamladı. Doktora eğitiminin bir döneminde Maastricht Uluslararası İletişim Fakültesinde (Hogeschool Zuyd) siyaset ve iletişim üzerine dersler aldı. 2013 yılında sosyoloji alanında doçent oldu. Toplumsallaşma Sözlüğü, Siyasallığın Toplumsal İnşası: Siyasal Toplumsallaşma ve Özgürlük Mücadelecisi ve İslam Düşünürü: Aliya İzzetbegoviç (Derleme, Faruk Karaarslan ile birlikte), Aliya İzzetbegoviç ve Akademinin Gözünden 15 Temmuz (Derleme, Bengül Güngörmez ile birlikte) adlarındaki kitaplarının yanında, İnsan ve Toplum, Tezkire, Hece, Demokrasi Platformu, Muhafazakâr Düşünce, Sosyoloji Divanı gibi dergilerde makaleleri ve kitap tanıtım ve eleştiri yazıları yayınlandı. Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesine öğretim üyesi olarak çalıştı (2014-2015). Halen Konya Necmettin Erbakan Üniversitesi Sosyal ve Beşeri Bilimler Fakültesi Sosyoloji Bölümünde öğretim üyesi olarak çalışmaktadır. Sosyal teori, Türkiye modernleşmesi, siyaset sosyolojisi, muhafazakârlık ve çocukluk sosyolojisi konularında çalışmalarına devam etmektedir. Dizin 493 A Abdurrahim Zapsu 35, 38, 61, 62,63, 84, 85, 105, 419, 420, 423, 424, 425, 426, 427, 428, 429, 430, 431, 432, 433, 434, 435 Abdülhakim Arvasi 105 II. Abdülhamid 105, 107, 199, 201, 251, 394, 396, 403, 404, 412 abluka 372, 387 adalet 16, 32, 58, 70, 73, 120, 125, 144, 160, 200, 298, 336, 356, 374 Adnan Menderes 40, 44, 65, 67, 68, 69, 70, 96, 110, 113, 115, 117, 118, 119, 178, 259, 315, 336, 346, 381, 412, 413, 414, 473, 480 Afganistan 54, 55, 369 Afrika 46, 50, 55, 140, 144, 160, 256, 277, 354, 361, 365, 367, 382, 384, 386, 389 ahlak 13, 17, 18, 19, 20, 32, 34, 38, 39, 40, 45, 80, 87, 97, 43, 113, 123, 124, 125, 126, 135, 140, 141, 162, 175, 177, 178, 195, 196, 214, 215, 216, 217, 218, 221, 243, 264, 274, 292, 332, 340, 349, 357, 395, 406, 410, 412, 414, 420, 421, 422, 427, 444, 443, 446, 448, 449, 450, 451, 452, 453, 458 ahlaki 16, 19, 29, 32, 33, 38, 41, 42, 45, 113, 141, 144, 162, 177, 194, 197, 212, 219, 221, 235, 275, 326, 407, 414, 424, 425, 438, 440, 441, 443, 444, 446, 447, 448, 450, 451, 452, 453, 456, 457, 459, 460, 461 ahlaksızlık 34, 157, 162, 193, 332, Ahmet Hami Akseki 15, 67, 76, 77, 86, 87, 233, 242, 247, 430 akademik 5, 142, 190, 231, 317, 327 akademisyen 192, 281, 282, Ali Fuat Başgil 43, 56, 57, 58, 65, 66, 67, 89, 92, 93, 115, 151, 184, 263, 305, 337, 338, 346, 367, 375, 376, 385, 428 Ali Münif İslamoğlu 189, 193, 195, 198, 204, 212, 222 Althusser 328 ambargo 372 amentü 473 Amerika 25, 31, 43, 44, 47, 49, 55, 108, Dizin 494 İslam’ı Uyandırmak - II 174, 257, 273, 303, 326, 336, 342, 345, 349, 354, 359, 362, 364, 367, 368, 371, 374, 375, 376, 380, 382, 384, 385, 473 Amerikalılar 54, 97, 201, 336, 339, 344, 346, 348, 349, 379 Anadolucu 17, 190, 202, 336 Anadoluculuk 194, 202, 203, 357 anayasa 32, 36, 61, 151, 166, 167, 168, 166, 202, 372, 404, 467, anglosakson 44, 46 ansiklopedi 41, 50, 81, 87, 88, 129, 184, 185, 227, 228, 229, 230, 231, 232, 233, 234, 235, 236, 237, 238, 239, 240, 241, 242, 243, 244, 245, 246, 247, 253, 262, 264, 265, 274, 283, 284, 462 anti-Bolşevizm 325 anti-emperyalist 91 anti-emperyalizm 345 anti-i-İslam 337 anti-Kemalist 329, 333, 335, 337, 339, 342, 345 anti-Kemalizm 40 anti-komünist 324, 325, 326, 329, 330, 332, 333, 334, 335, 336, 337, 338, 339, 340, 341, 343, 344, 345 anti-komünizm 108, 323, 324, 325, 326, 327, 328, 329, 331, 332, 333, 335, 336, 337, 338, 339, 340, 341, 343, 345, 346, 347, 348, 349 anti-laik 334 anti-Leninizm 325 anti-Marksizmi 325, 327 anti-modern 339 anti-Semitizm 3329, 341, 342 anti-Sovyetizm 325, 337, 347 Arapça 29, 42, 59, 88, 111, 115, 142, 143, 158, 177, 178, 180, 183, 190, 235, 241, 420, 437, 440, 448, 450 Araplar 48, 49, 194, 196, 212, 308, 359, 359, 361, 362, 363, 369, 370, 376, 380, 384 askerî 115, 153, 181, 259, 291, 311, 336, 363, 372, 373, 376, 378, 379, 382, 384, 387, 390 Asya 23, 45, 193, 196, 204, avangard 466, 477, 479, 484 Avrupa 19, 20, 43, 45, 50, 77, 91, 97, 125, 132, 144, 145, 158, 177, 178, 183, 194, 202, 195, 236, 241, 273, 469 Avrupalı 88, 126, 144, 145, 170, 262, 307, 362, 366 Ayasofya 61, 257, 308, 315, 394, 409, 429, 454, B Babanzâde Ahmet Naim 80, 274 Bağdat 24, 235, 315, 377, 378, 379, 380, 381, 382, 384, 385, 389, 395, Balkanlar 23, 98, 126, 144, 256, 270, 365, 396, 413 basübadelmevt 472 başmuharriri 29, 76, 242, 253, 255, 257, 260, 281, 282, 283, 425 Batı 45, 46, 47, 50, 55, 56, 57, 87, 91, 123, 125, 126, 130, 139, 142, 143, 144, 145, 146, 147, 156, 158, 183, 190, 202, 203, 239, 241, 275, 291, 307, 308, 325, 326, 370, 380, 405, 469, 473, 474, 475, 476, 480 Batıcı 130, 252, 292, 316, 323, 472, 472, Batılılaşma 6, 71, 97, 126, 127, 185, 260, 333, 476 Bediüzzaman Said Nursi 185, 257, 258, 262, 263, 307 Bediüzzaman Said Nursi 64, 71, 96, 185, 227, 257, 258, 262, 263, 307, 420 bektaşi 400, 403, 404, 415 Bektaşilik 278, 399, 400, 401, 402, 403, 415, 416 Dizin 495 Bernard Lewis 13, 36, 41, 95, 125, 174, 185, 228, 246, 247,253, 400, 401, 415 Beydeba 273 beynelmilel 59, 127, 346 Bolşevik 27, 40, 324, 327, 408, 420 Bolşevizm 25, 27, 40, 159, 338 Bosna Hersek 144, 277 Budizm 137 Büyük Doğu 7,10, 12, 13, 14, 15, 16, 17, 38, 45, 46, 51, 52, 55, 76, 79, 84, 87, 90, 91, 92, 93, 103, 104, 105, 106, 107, 108, 109, 110, 111, 112, 113, 114, 115, 116, 117, 118, 119, 120, 317, 324, 339, 340, 341, 346, 353, 354 355, 356, 357, 358, 359, 360, 361, 362, 363, 363, 365, 366, 367, 368, 380, 381, 382, 384, 385, 416, 420, 452, 469, 480 Büyük Doğu Cemiyeti 55, 71 C Cemaleddin Afgani 78, 79, 123, 139, 185, 214, 382, 428 Charles Baudelaire 191 Chp 6, 8, 27, 29, 35, 39, 40, 47, 53, 58, 60, 62, 65, 68, 69, 72, 105, 108, 109, 110, 113, 114, 116, 118, 119, 120, 150, 156, 158, 161, 164, 166, 169, 171, 184, 202, 203, 264, 285, 289, 290, 296, 305, 315, 316, 334, 335, 336, 337, 339, 342, 343, 429, 467, 485 Cumhuriyet 6, 8, 9, 10, 12, 14, 16, 17, 21, 22, 24, 25, 29, 30, 32, 33, 34, 35, 36, 52, 54, 59, 63, 65, 77, 80, 86, 93, 95, 103, 109, 110, 111, 112, 114, 116, 119, 120, 129, 130, 131, 133, 136, 142, 151, 153, 154, 155, 158, 164, 166, 169, 172, 174, 179, 181, 184, 185, 189, 194, 199, 200, 201, 202, 203, 227, 233, 239, 243, 247, 254, 262, 274, 280, 281, 283, 284, 285, 298, 306, 314, 317, 347, 349, 353, 357, 372, 409, 410, 412, 415, 442, 466, 470, 484, 485, 486 D darülfünun 128, 153, 154, 155, 171, 172, 184, 421 dekolonizasyon 12, 47 demokrasi 8, 9, 15, 17, 20, 21, 25, 46, 57, 91, 93, 97, 108, 116, 146, 147, 148, 149, 151, 152, 160, 173, 243, 246, 262, 270, 289, 290, 317, 339, 346, 359, 360, 370, 393 demokrat 9, 14, 21, 25, 27, 40, 61, 62, 67, 68, 70, 71, 93, 108, 109, 113, 129, 151, 156, 160, 161, 196, 201, 262, 274, 289, 317, 326, 335, 360, 369, 380, 393, 394, 400, 412, 413, 414, 415 Demokrat Parti 14, 20, 21, 25, 27, 40, 62, 67, 68, 70, 71, 108, 109, 113, 129, 156, 160, 161, 196, 201, 262, 275, 289, 317, 335, 360, 369, 393, 394, 400, 413 demokratik 22, 39, 67, 148, 174, 183, 274 demokratikleşmenin 103, 357 demokratikleşmeye 103 demokratlaşma 168 dindar-milliyetçi 5, 6, 7, 9, 11, 12, 13, 14, 15, 16, 17, 18, 19, 21, 22, 23, 25, 27, 29, 31, 33, 35, 37, 39, 41, 43, 45, 47, 48, 49, 51, 53, 55, 57, 58, 59, 61, 63, 65, 67, 69, 71, 73, 75, 77, 79, 81, 83, 85, 87, 88, 89, 90, 91, 93, 95, 97 dindarlık 11, 15, 31, 65, 71, 72, 91, 97, 103, 158, 223, 228, 333, 345 dinsiz 17, 32, 63, 119, 162, 334, 342, 348, 409, 414, 415 dinsizlik 36, 60, 70, 76, 150, 151, 152, 162, 315, 332, 341, 399 496 İslam’ı Uyandırmak - II diriliş 91, 95, 468, 469, 470, 472, 483, 484, 486 Diyanet 15, 25, 32, 35, 39, 40, 41, 44, 58, 60, 61, 62, 64, 66, 67, 69, 74, 75, 76, 83, 85, 86, 87, 89, 93, 97, 98, 149, 150, 151, 157, 159, 162, 164, 165, 166, 167, 168, 169, 174, 175, 176, 177, 178, 179, 230, 237, 238, 239, 242, 243, 246, 247, 263, 277, 285, 294, 307, 385, 386, 389, 390, 400, 421, 429, 430, 431, 434, 462 Dücane Cündioğlu 400, 401, 415 E Ebüzziya Tevfik 258 Ehli Sünnet 61, 62, 70, 75, 76, 77, 78, 85, 93, 94, 96, 97, 284, 407, 419 ekol 65, 125, 131, 136, 137, 227 ekolleşme 227, 228 el-Hüseyni 49, 94, 279, 494 Elmalılı Hamdi Yazır 42, 85, 86, 438, 441 emperyalist 26, 46, 229, 369, 370, 384 emperyalizm 23, 26, 46, 98, 157, 325, 359, 369, 370, 375, 380, 387 Endonezya 50, 54, 55, 58, 93, 354, 360, 361, 364, 365, 366, 368, 369, 375, 381, 385, 386, 389 Engels 291 Ertuğrul Düzdağ 185, 254, 265, 401, 410, 415 F Falih Rıfkı Atay 28, 53, 203, 310 Farsça 142, 143, 178, 180, 420, 442 faşizm 46, 228, 342, 376 Feridüddin Attar 278, 443, 448, 453, 455 Fevzi Çakmak 14 Filistin 23, 47, 48, 49, 55, 89, 92, 94, 235, 276, 277, 346, 354, 361, 362, 364, 365, 388, 389 Fransa 19, 31, 44, 54, 158, 190, 326, 365, 368, 389, 370, 373, 377, 378, 381, 386, 387, 390, 473 Fransız 32, 124, 147, 160, 171, 190, 191, 370, 377, 385, 386, 387, 471, 472 fundamentalizm 145, 325, 333 Fuzuli 199 G Garpçılık 182, 251, 257 Garplılaşma 199, 260 Gottard Jaschke 139, 157, 158, 159, 160, 161, 177, 178, 179, 347 H haçlı 117, 145, 146 halkevi 24, 216 Hareket 45, 72, 74, 78, 90, 91, 93, 95, 97, 189, 190, 191, 191, 193, 194, 195, 196, 197, 198, 199, 200, 201, 202, 203, 204, 207, 208, 209, 210, 211, 212, 213, 214, 215, 216, 217, 218, 219, 220, 221, 222, 223, 357 Hasan Basri Çantay 42, 85, 86, 243, 440 Hindistan 23, 49, 54, 55, 78, 95, 123, 125, 235, 237, 256, 258, 272, 281, 308, 360, 362, 364, 366, 368, 375, 377, 383, 386, 388, 389 Hindular 49, 354, 364, 375 Hintli 45, 50, 212, 375, 386 Hititler 194, 202, 404, 405 Hollandalı 87, 229, 354, 360, 361,366, 408, Hristiyan 40, 45, 87, 126, 138, 145, 146, 151, 157, 193, 278, 382, 384, 411, 428 hurafe 11, 32, 78, 123, 126, 134, 137, 138, 153, 155, 159, 160, 165, 177, 182, 393, 406, 410, 416 Dizin 497 I-İ Irak 50, 54, 55, 235, 276, 362, 363, 364, 365, 366, 371, 377, 378, 379, 380, 382, 386, 387 ideoloji 20, 65, 125, 127, 183, 201, 204, 207, 215, 221, 261, 291, 313, 323, 324, 325, 326, 334, 346, 469, 470, 484 ideolojik 12, 13, 17, 20, 21, 22, 54, 65, 87, 220, 323, 325, 327, 328, 333, 346, 362, 384, 469, 470, 471, 472, 473, 474, 477, 479, 483, 484, 485 ihtilalden 152, 181, 346, 349 İskilipli Atıf Hoca 334 İmam Nevevi 87 imam-hatip 163, 164, 170, 171, 176, 177, 307, 426 inkılap 29, 34, 35, 36, 45, 52, 57, 78, 168, 171, 172, 178, 179, 197, 199, 200, 211, 213, 214, 275, 359, 374, 459 inkılapçı 20, 39, 68, 71, 76, 78, 339 inkılapçı-hümanist 470, 471, 472 inkılapçılık 64, 78, 113, 207, 214 irtica 29, 33, 64, 65, 70, 71, 108, 115, 116, 152, 158, 159, 160, 162, 178, 227, 262, 315, 337 irticai 68, 314 İslamcı 7, 112, 194, 212, 228, 233, 252, 260, 261, 264, 269, 270, 274, 278, 284, 294, 323, 324, 329, 334, 336, 337, 338, 340, 341, 342, 343, 345, 439, 440, 442, 462, 465, 472, 477, 479, 483, 485 İslamcılık 103, 104, 110, 111, 112, 119, 120, 123, 184, 185, 189, 207, 212, 221, 228, 242, 251, 252, 253, 264, 265, 279, 323, 324, 331, 333, 346, 348, 349, 389, 465, 470, 471, 472, 473, 475, 476, 477, 479, 481, 483, 485 İsrail 54, 55, 96, 308, 326, 361, 368, 372, 378, 380, 384, 387 ittihatçılar 199, 334 ittihatçılardan 334 K Kadir Mısıroğlu 12, 96, 263, 330 Kemal Pilavoğlu 338, 344, 348 Kemalizm 20, 40, 64, 72, 93, 329, 333, 335, 345 Kierkegaard 190, 203 Komünist 48, 65, 71, 119, 216, 261, 292, 324, 326, 329, 330, 336, 337, 339, 340, 342, 343, 347, 348, 366, 368, 373, 384 komünistlik 48, 113, 190, 310, 336, 338, 340 komünizm 6, 20, 22, 24, 25, 48, 49, 57, 72, 89, 96, 108, 116, 152, 175, 215, 323, 324, 325, 326, 327, 328, 331, 332, 334, 335, 336, 337, 339, 340, 341, 342, 344, 345, 346, 347, 348, 376 konjonktürel 46, 107, 156, 220, 284, 285 Kral Faruk 49, 279, 354, 361, 363, 371, 372, 373, 379, 385, 475 Kral Faysal 367, 382, Kudüs 49, 273, 367 L laiklik 6, 13, 29, 31, 32, 34, 35, 36, 37, 39, 47, 52, 58, 59, 60, 61, 65, 66, 68, 69, 88, 89, 92, 93, 94, 103, 106, 110, 116, 125, 149, 150, 151, 152, 156, 157, 158, 160, 161, 163, 166, 167, 168, 170, 174, 175, 179, 184, 185, 262, 265, 278, 281, 285, 292, 307, 316, 333, 334, 335, 342, 346, 347, 348, 400, 413, 414, 429, 432, 434 laisizm 152, 184 maarif 19, 27, 32, 39, 62, 87, 117, 134, 155, 229, 230, 231, 237, 238, 239, 240, 242, 244, 262 M Mahatma Gandi 19, 22, 45, 203 Mahmut Sami Ramazanoğlu 442, 443 Malatya Hadisesi 8, 44, 68, 69, 70, 71, 498 İslam’ı Uyandırmak - II 72, 98, 115, 116, 117, 262, 299, 311, 312, 315, 317, 337, 426 manevi 22, 24, 32, 33, 63, 64, 196, 212, 218, 223, 246, 260, 283, 289, 302, 307, 342, 347, 357, 366, 398, 399, 404 maneviyatçı-muhafazakar 468 Marksist 292, 332 Marksizm 348 Masonluk 40, 89, 75, 106, 115, 190, 195, 202, 337, 340, 341, 342, 343, 346, 356 Matbuat Kanunu 9, 227 materyalist 46, 113, 291, 292, 482 materyalizm 57, 291v materyalizme 291 Maurice Halbwachs 7, 94 Mehmet Akif- Tevfik Fikret 263, 265 Mehmet Akif-Necip Fazıl 120 Mehmet Fuat Köprülü 117, 160, 229, 247 Mevlana 438, 441, 442, 444, 445, 454, 460, 461, 462 Mısır 80, 82, 158, 363, 367, 370, 372, 378, 379, 382, 388, 390 Miller Partisi 21, 25, 65, 68, 151, 262, 298 milliyetçi 6, 7, 9, 11, 12, 13, 17, 19, 21, 22, 23, 24, 25, 26, 27, 36, 44, 49, 53, 68, 70, 71, 91, 211, 212, 252, 308, 315, 319, 323, 324, 326, 329, 333, 334, 335, 337, 338, 341, 345, 347, 349, 356, 358, 360, 363, 370, 385, 472 milliyetçi-islamcı 189, 191, 193, 195, 197, 199, 201, 203 milliyetçi-muhafazakâr 338, 471 milliyetçi-mukaddesatçı 331, 334, 335 milliyetçilik 13, 23, 24, 25, 52, 57, 71, 72, 94, 96, 113, 117, 118, 119, 139, 158, 190, 204, 207, 315, 324, 332, 333, 335, 343, 344, 346, 348, 363, 377, 382, 424, 471 modern 36, 77, 82, 95, 97, 123, 125, 127, 134, 154, 168, 169, 170, 177, 185, 203, 208, 220, 247, 329, 346, 348, 389, 415, 465, 471, 485 modernizasyon 139, 346 modernizm 139 modernleşme 26, 93, 103, 132, 153, 182, 184, 339, 346, 348, 349, 469 Moskof 58, 323, 328, 330, 331, 332, 339, 344, 347, 348, 349 Moskofluk 331, 332 Moskofname 343, 344, 348 muhafazakâr 16, 68, 73, 105, 110, 124, 202, 220, 312, 323, 324, 328, 329, 333, 334, 335, 337, 345, 346, 349 muhafazakârlık 324, 333, 346
.
.
xxxxxxxxxxxxxxxxxxxx
DİN ve FELSEFE-BİLİM AÇISINDAN DOĞU ve BATI MEDENİYETLERİ Teoman Duralı Zeytinburnu Belediyesi Kültür Yayınları Kitap No: 78 ZKS Kitaplığı: 8 Din ve Felsefe-bilim Açısından Doğu ve Batı Medeniyetleri Teoman Duralı Yayın Koordinasyon Sertaç Güleç Nurullah Yaldız Editör Aynur Erdoğan Coşkun Son okuma Yusuf Turan Günaydın Kitap Tasarım Abdüsselam Ferşatoğlu ISBN 978-605-7664-92-1 TC Kültür ve Turizm Bakanlığı Sertifika No: 20640 1. Baskı, İstanbul, Kasım 2022 Baskı, Seçil Ofset 100. Yıl Mah. Massit Matbaacılar Sitesi 4. Cadde No: 77 Bağcılar İstanbul Sertifika No: 12068 İÇİNDEKİLER Sunuş 7 Editörden 9 Ş. Teoman Duralı 12 KONUŞMALAR 2015 Canlılığın Ortaya Çıkması ve Ayakta Kalması 17 İnsan Bir Kültür Varlığıdır 39 Doğu ve Batı Medeniyetleri Ayrımı 63 Eski Çağ Yunan Medeniyeti 91 Orta Çağ Hıristiyan Avrupa Medeniyetinin Kökleri 111 KONUŞMALAR 2016 Tarihte Kavimler ve Kavimler Göçü 139 Eski Çağ Ege Medeniyetinde Siyasi ve İktisadi Yapılanma 155 Eski Çağ Ege Medeniyetinde Toplumsal Hayat 181 Felsefe-bilimin Doğuşu 209 Orta Çağ Hıristiyan Avrupa Medeniyetini Oluşturan Faktörler 235 Diller ve Medeniyetler 251 Gökdemir İhsan ile Felsefe-bilim Üzerine 267 Medeniyetlerin Karşılaşması 299 KONUŞMALAR 2017 Avrupalı Kavim, Din ve Dillerin Kökleri 323 Avrupa’nın Romalı Kökleri ve Feodal Yapılanma 345 Feodal Dönemde Dini Teşkilat 363 Kavimler Göçü ve Batı Roma’nın Yıkılışı 383 Yeni Çağ Din Dışı Avrupa Medeniyetinin Doğuşu 399 Doğu Medeniyetleri Camiası 429 Kültürden Medeniyete Geçiş 449 KONUŞMALAR 2018 Bilgeliklerden Dinlere Medeniyetlerin Temelleri 469 Medeniyetlerin Coğrafi Sınırları 493 İslam Öncesi Türk Kültürü 513 Türk Kültürü ve İslam Medeniyeti 527 Dizin 549 Sunuş Kıymetli okurlarımız, Teoman Duralı Hocamız, Zeytinburnu Kültür Sanat’ta 2015 yılından 2018 yılına kadar kesintilerle de olsa üç yıl boyunca ders verdi. İstanbul Üniversitesi’nin “efsane hocası”, Türkiye’nin sistemli bir felsefe geliştiren nadir filozoflarından Prof. Dr. Teoman Duralı’nın derslerini dinleyenler ne kadar şanslı olduklarının hep farkındaydılar. Onun kıvrak zekasına, en derin konuları büyük bir sadelikle anlatışındaki ustalığa, muhataplarına ve onların sorularına / sözlerine verdiği kıymete şahit olanlar için aksi zaten söz konusu olamazdı. Zeytinburnu Kültür Sanat’ta verdiği derslerden birinde; bir dinleyicimizin “Soruma cevap aldım fakat bir sürü yeni soru oluştu” demesi üzerine tam olarak şöyle demişti Hocamız: “Benim de sorularım bitmiyor hiç, birçoğunu ahirete bıraktım. Orada çok soracağım adamlar var.” Bu anekdot, naçizane benim ve sanırım pek çok öğrencisinin zihninde, Teoman Duralı imgesine eksiksiz bir şekilde denk düşüyor. O, soruları hiç bitmeyen, filozof kelimesinin meşhur ve bildik anlamıyla “hikmet sevgisiyle” dolu, daima hakikatin peşinde bir düşünce adamıydı. Elinizdeki kitabın oluşmasına vesile olan “Medeniyet Tarihi” başlıklı dersler, onun seyahat gözlemlerine ve bilimsel incelemelerine dayanan kültür ve medeniyet tasavvurlarını; kültür, medeniyet, Doğu, Batı gibi temel kavramları yeniden ve doğru şekilde tanımlayarak çıkardığı zihin açıcı sonuçları ve çok daha fazlasını içeriyor. Son tahlilde, konuşmalarının kayıtları olan bu derslerin sohbet sıcaklığı taşımasıyla anlatılan meselelere vakıf olmak isteyenler için bir kaynak kitap olacağını düşünüyorum. Bu vesileyle Teoman Duralı Hocamızın derslerinin yazılı olarak da kayıt altına alınarak kalıcı hâle getirilmesini bir iftihar sebebi sayıyor; kitapta emeği geçen bütün arkadaşlarıma teşekkür ediyorum. Ömer Arısoy Zeytinburnu Belediye Başkanı Editörden Şaban Teoman Duralı çağımızın en önemli filozoflarından biri. Postmodern belirsizliklerin tahtını salladığı pozitif bilimsel yöntemden zerre taviz vermeyen bir akıl, pozitif bilimin hayatın dışına ittiği duygu ve inanç dünyasının çok boyutlu tasavvuruyla zenginleşmiş bir gönül ve büyük bir tevazuuyla basitten karmaşığa tüm bilgi dağarcığını önünden geçen binlerce öğrencisine cömertçe aktaran bir hoca… İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinin öğrencisi olarak 1997 yılında ilk girdiğim ders, Ş. Teoman Duralı hocamın Amfi 5’te verdiği Eski Çağ Felsefesi dersi olmuştu. Derse beş dakika geç kalmıştım ve amfiye girdiğimde hoca da derse giriş yapıyordu. Kapıya yakın bir yere hemen oturarak daha önce görmediğim, sadece ismini ders programından öğrendiğim Hocayı dinlemeye başlamıştım ki, tahtaya hamur yapıştırıcılarla tutturulmuş -sonraki bütün derslerinde de aynı şekilde tahtaya iliştirdiği- büyük boy dünya haritasını fark ettim. Acaba yanlışlıkla Coğrafya ya da Tarih bölümünün derslerinden birine mi girmiştim? Yanımda oturan öğrenciyle dersin ismini ve doğru derste olduğumu teyit ettikten sonra, hocanın evrenin var oluşundan başlayarak Amfi 5’teki var olma anımıza kadar olan süreci bilimsel düşünme ve felsefi tasavvur etme serüvenine teslim oldum. Çünkü sistem kurabilen tüm filozoflar gibi Teoman Hoca kendisini ve dinleyeni (ona göre, söyleştiği kişiyi) bütüncül bir anlam çerçevesinin parçası kılıyordu. Dünyanın dört bir yanına seyahat etti; ABD’den Güney Amerika’ya, Malezya’dan Viyana’ya, Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinden Balkan ülkelerine, Pakistan’dan Avrupa ülkelerine, Moğo- 10 • Teoman Duralı listan’dan Küba’ya… Türkiye’nin şehirlerini ise sadece gezmedi, adımladı ve deneyimledi. Amaçsız turistik seyahatler değildi bunlar; bilakis tam da peşine düştüğü anlam çerçevesinin yapı taşlarını diziyordu gezip gördüğü ve öğrendikleriyle. Farklı coğrafyaların, bölgelerin kültürel çeşitliliğinin arkasındaki anlam bütünlüğünü tespit etti. Farklı medeniyetleri meydana getiren kültürleri tasvir ederken yapmaya çalıştığı, son yılların modası hâline gelen dünya tarihçiliği değildi. Farklı kültür ve medeniyetleri tanıyarak bu çeşitliliği idrak ederek içinde yetiştiği kültüre ve İslam Medeniyetine ayaklarını sabitlemişti. Kendini ait gördüğü kültür ve medeniyetin faziletlerini ortaya koyarken, ne diğer medeniyetlerin faziletlerini görmekten vazgeçti ne de kendi medeniyet dairesinin sorunlarını yermekten geri durdu. Elinizde tuttuğunuz çalışma onun seyahat gözlemlerine ve bilimsel incelemelerine dayanan kültür ve medeniyet tasavvurlarını içeriyor. Her ne kadar inşa ettiği felsefi sisteminin yansımalarını içerse de bu metin, bir seminer dizisinin ses kayıtlarından oluştuğu ve söyleşi mantığıyla ortaya konulduğu için, Teoman Hocanın kendisinin kaleme aldığı diğer metinlerdeki sistematik inşadan yoksun. Diğer taraftan bu metnin söyleşiye dayanıyor oluşu, bilimsel metinlerin taşımadığı sohbet sıcaklığını içeriyor. Buna rağmen “dinleme”den farklı olarak “okuma”nın aktif bir eylem olduğundan hareketle ve aynı zamanda okuyucunun konuşmacının mimikleri, ses tonlaması, beden hareketlerinden yoksun bir şekilde salt metinle karşı karşıya olmasının getirdiği farklılaşmayı göz önünde tutarak konuşma metninde bazı düzenlemeler yaptık. Editör tarafından müellifin konuşmasına/metnine müdahale anlamına gelen bu düzenlemelerin metnin özgünlüğünün değerlendirilme aşamasında bilinmesi gerektiğini düşünerek açıklamamız gerektiğini düşünüyoruz. Okuyucu dilerse bu metne kaynaklık eden video-ses kayıtlarını Zeytinburnu Kültür Sanat’ın sosyal medya hesabının açık erişimli içeriğinde bulup dinleyebilir. Öncelikle konuşma dilinde ses tonlamasıyla anlam kazanan ve fakat yazıya döküldüğünde vurgusunu kaybeden cümle ya- Doğu ve Batı Medeniyetleri • 11 pıları, mümkün olduğunca genel anlamından uzaklaşmayacak biçimde düzenlendi. Böylece konuşmacının oluşturduğu cezbedici ortamdan mahrum olan okuyucunun metni bir nebze de olsa daha kolay ve akıcı takip etmesi için çaba sarf edildi. Belirtmemiz gereken diğer bir nokta, konuşmalarda yer alan bazı tekrarların metinde kısaltma yoluna gidilmiş olmasıdır. Metne kaynaklık eden ses kayıtları dört yıl (2015-2018) süren seminer dizisine ait olduğu için, konuşmacının karşısındaki dinleyiciler yıllar ve belki aylar içinde değiştiği için ve yine konuşmacı bu uzun süre içinde anlattıklarını sistematik biçimde aklında tutamadığı için bazı konular tekrar tekrar anlatılmış. Bu tekrarların çoğuna metinde yer verilmezken bazı tekrarlar farklı bir bağlama sahip olduğu için ya da içinde ilk kez ifade edilen bilgileri içerdiği için olduğu gibi bırakılmıştır. Açıklanması gereken diğer bir müdahale ise salondaki dinleyicilerden gelen sorularla ilgili. Bazı katılımcılar mikrofonun kendisine verilmesini beklemeden sorusunu sorduğu için sesleri kaydedilmemiş ve dolayısıyla metinde de yer almıyor. Ancak soru olmadığı için metnin akışının bozulduğu birkaç yerde sorunun cevabından hareketle soru cümlesi oluşturularak yazıldı. Bazı sorular ise konuşmacının yeni bir şey söylemesini gerektirmediği için ve metin Teoman Hocanın fikirlerine odaklandığı için metne yansımadı. Bunun yanı sıra bazı sorular da çıkarıldığında metnin bütünlüğü bozulmadığı için yer almadı. Diğer taraftan konuşmacının yeni içerik vermesini sağlayan sorular, bu içeriğin bağlamının da anlaşılması için korundu. Bu üç hususun dışında metinde konuşmaya sadık kalınarak mümkün olduğunca özgünlüğü korunmaya çalışıldı. Bu kitap, Teoman Hocanın düşüncesinin anlaşılmasına ve düşüncesinin yeni düşünürlerce geliştirilmesine katkıda bulunursa mutlu olacağız. Hocamızı sevgi, saygı, minnet ve duayla anıyoruz. Aynur Erdoğan Coşkun Doç. Dr., İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü 12 • Teoman Duralı Prof. Dr. Ş. Teoman Duralı 7 Şubat 1947 yılında Zonguldak-Kozlu’da dünyaya geldi. İlk ve orta öğrenimini Zonguldak ve Ankara’da tamamladı. Ardından yüksek öğrenimine İstanbul Üniversitesinde devam ederek Felsefe ve Biyoloji okudu. 1973 yılında mezun olduğu İÜ Felsefe bölümünde 1975 yılında asistan olarak göreve başladı. Akademik çalışmalarına lisans eğitimini aldığı iki alanı kaynaştırarak devam etti ve “Biyoloji felsefesi” üzerine yoğunlaştı. Bu konuda yazdığı ve Mayıs 1977 yılında tamamladığı doktora tezi Türkiye’de alanında bir ilk oldu. Prof. Dr. Nermi Uygur’un yönetmiş olduğu bu doktora çalışması, Canlılar Sorununa Giriş başlığıyla 1987 yılında Remzi Kitabevince yayımlandı. Biyoloji felsefesi alanında derinleşerek yazdığı tezle 1982 yılında Doçent unvanını kazandı, 1988 yılındaysa profesörlüğe yükseldi. 1985’te Penn State Üniversitesi’nde (ABD) “Kant’ın A Priori Bilgi İstidâdı” konulu bir konferans verdi. 1992-1993 yıllarında misafir öğretim üyesi olarak ISTAC Kuala Lumpur/Malezya’da; 1994 yılındaysa Viyana Üniversitesi, Bilim Felsefesi bölümünde dersler verdi. 1996 yılında İstanbul Üniversitesi Araştırma Fonunun mâlî desteğiyle Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinde araştırma gezisi gerçekleştirdi. Yurt içinde de çeşitli üniversitelere misafir oldu; biyoloji, felsefe ve bilime ilişkin farklı sahalarda dersler okutup konuşmalar yaptı. Yoğun akademik çalışmalarının ve öğretim hayatının yanında Küba’dan Afganistan’a dünyanın dört bir yanında araştırma gezilerinde bulundu. Uzun yıllar İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü, Felsefe Tarihi Anabilim Dalı başkanlığını yürüttü; 2009 yılında Kırklareli Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesinin kurucu dekanı oldu. 2017 yılından itibaren vefat tarihi olan 6 Aralık 2021’e kadar İbn Haldun Üniversitesi Felsefe Bölümünde ders vermeye devam etti. 2016 yılında Bülent Ecevit Üniversitesi senatosunun kararıyla Prof. Duralı’ya fahrî doktorluk pâyesi takdim edildi. Doğu ve Batı Medeniyetleri • 13 Felsefe ile bilimin ayrılmaz bir şekilde birbirine bağlı olduğuna her fırsatta işaret eden Prof. Duralı, Felsefe-bilim Nedir (Dergâh 2006), Felsefe-bilime Giriş (Çantay 1998), Felsefe-bilimin Doğuşu (Dergâh 2011) adlı eserlerinde de bu fikri farklı açılardan işledi. A New System of Philosophy-Science from the Biological Standpoint (Peter Lang, 1996) ile Hayatın Anatomisi (Dergâh, 2018) adlı eserleri, ana çalışma alanı olan biyoloji felsefesi konusunda birer başucu kitabı oldu. 2010 yılında yayımlanan Aklın Anatomisi başlıklı eserindeyse, felsefe tarihinin en önemli isimlerinden Immanuel Kant’ın Salt Aklın Eleştirisi’ni enine boyuna irdeler. Prof. Duralı’nın üzerine eğildiği bir diğer önemli mesele ise medeniyettir. Çağdaş Küresel Medeniyet başlığı altında sunduğu çalışması, aynı zamanda çağdaş medeniyete yöneltilmiş ciddi bir eleştiri niteliğindedir. İçeriği doğrudan temel metinlerden hareketle yazılan, ansiklopedik bir felsefe-bilim sözlüğünü Türkçeye kazandırma çabasının ürünü olan ve ilk cildi 2013’te yayımlanan Kutadgubilig: Türkçenin Felsefe-bilim Sözlüğü adlı eseri Duralı’nın çalışmaları içinde özel bir yerdedir. Teoman Duralı’nın felsefe-bilim camiasına sunduğu bir diğer katkı ise, 2000’li yıllardan bu yana kesintisiz yayın hayatını sürdüren Kutadgubilig adlı dergidir. Duralı, söz konusu akademik derginin kurucusu ve baş editörüydü. KONUŞMALAR 2015 OCAK 2015 Canlılığın Ortaya Çıkması ve Ayakta Kalması TEOMAN DURALI- Efendim, saygılarla, sevgilerle selamlıyorum. Zeytinburnu Belediyesi’nin kültür etkinlikleri çerçevesinde, 1992’den beri kör değneğini beller misali anlatılagelen, başımızı ağrıtan medeniyet ve medeniyet tarihi konusuna biraz değişik açıdan girmeyi deneyeceğim. Şimdiye kadar medeniyetleri zaman sırasıyla ele alıyordum, bu yıl sizinle medeniyetin dayandığı, içinden çıktığı kültüre bakalım diyorum. Bir kültür çözümlemesi yapalım ve kültürü meydana getiren belli başlı unsurları tek tek ele alalım. Vakit kalırsa gene medeniyetlerin sıralanışlarından, gelişmelerinden bahsedebiliriz ama bu kültürü oluşturan unsurlar epey vaktimizi alacağa benzer. İnsan demek kültür demektir. Kültürle insanı ayrı bahisler olarak ortaya koyamayız. Nerede insan varsa orada bir toplum ve aynı zamanda kültür var demektir. Toplumdan tecrit olmuş, toplumun dışında insanı düşünmek mümkün değil. Temelde insan bir canlı, esası canlı ama canlıdan köklü bir biçimde ayrılmaktadır. Çünkü her canlı bağlı bulunduğu türün evladıdır. O türün içine doğar. Buna karşılık insan toplum içinde, toplumun bir parçası olarak dünyaya gelir. İnsan türünün bir mensubu olarak değil, toplumunun mensubu olarak dünyaya gelmektedir ve her toplum yahut topluluk bir kültür demektir. Toplumun kültürden farklı bir yapısı yoktur. Başka bir deyişle, topluluk kültürle yoğrulmuştur. Tarihin herhangi bir döneminde, yeryüzünün herhangi bir bölge- 18 • Teoman Duralı sinde bir toplulukla karşılaştığınızda mutlaka orada kültür dediğimiz olguyla da karşılaşıyorsunuz. Kültürsüz, kültürden yoksun topluluk düşünülemez. O hâlde şu üç kavram örtüşür ve çakışır: İnsan, topluluk ve kültür. Bunları birbirinden ayırmamız mümkün değildir. Kültür niye bu derece hayatımıza baskındır? Çünkü insan doğal hâliyle var olamaz, yaşayamaz, ayakta kalamaz, sağ kalamaz. Kültürden bağımsız olarak doğallığıyla insanın ayakta kalması mümkün değildir. Dünyaya birey olarak geliyoruz; birey olarak dünyaya geldikten hemen sonra topluluğun bir parçasıyız. Birey olarak varlığımızı sürdüremeyiz. Mutlak surette başka bir insana muhtacız. Bu muhtaç olduğumuz ilk insan da annemizdir veya onun yerini tutan bir kişidir. Annesiz, anne himayesinden mahrum yaşamaya imkân yoktur. Her zaman tekrarladığım, artık slogan hâline getirdiğim bir cümleyi burada size de söylemekzorundayım: Yeni doğmuş bir çocuğu ortada bıraktığınızda iklim şartlarına göre birkaç dakika ya da birkaç saat yaşama imkânı vardır, sonra ölür gider. Herhâlde cennete en benzeyen yerler olarak, armut piş ağzıma düş misali Karayipler gibi okyanus adalarında yeni dünyaya gelmiş bir çocuğu bıraktığınız vakit bir ağacın gölgesinde birkaç saat, belki de bir gün yaşayabilir ama Kuzeyde bir yerde bırakıldığında herhâlde birkaç dakika ancak yaşar. Çıplak konulursa belki birkaç saniyede donar ölür. O hâlde insanın mutlak surette topluma, himaye edici insana ve insanlara ihtiyacı vardır ve insanın himaye görme zorunluluğu çok uzun sürer. Bir insanın tam anlamıyla yaşamaya yatkın bir hâlde dünyaya gelmesi için bir kadının büyük ihtimalle beş yıl onu taşıması gerekir. Beş yıl olmasa da tam teşekküllü olarak dünyaya gelebilmesi için üç yahut dört yıl “hamile kalması” gerekir ama yine de en azından 10 yaşına kadar himayeye ihtiyaç duymaktadır. İnsan hariç bütün canlılar dünyaya geldikleri andan itibaren karşılaştıkları tehditlere cevap verecek durumdadırlar. İnsan evladı 5-6 yaşında bile tehdit algısından yoksundur. Bunu çocuk yetiştiren herkes görür, bilir. Merdivenden indirip çıkarırken, yüksek bir yere geldiğinizde çocuğu çekmek zorunda kalmanızdan bunu bilirsiniz. Artık kalmadı ama eskiden sobalar vardı. En büyük tehlikeyi de Doğu ve Batı Medeniyetleri • 19 onlar teşkil ederdi. 5-6 yaşına kadar küçük çocuğun bir tarafını yakması tehlikesi devam ederdi. Neredeyse sonsuzdur tehditler, kaynayan sudan tutun da bir yükseltiye varıncaya kadar, her durumda çocuk tehdidi algılamakta güçlük çeker, hatta o tehlikeye cevap vermesi imkânsızdır. Canlılığın en önemli belirtilerinden, tezahüründen bir tanesi tehditlere kaçma yoluyla cevap vermesidir. Bitkiler çiçeklerini kapatarak tehdidi savuşturmaya çalışırlar, hayvanlar yer değiştirme imkânına sahip olduklarından kaçarlar. Canlıların gelişme, dönüşme süreçlerini ele alan biyoloji koluna evrim diyoruz. Basitten karmaşık türlere doğru bir sıralanma vardır. Evrim bilimcilere göre bu bir değer taşımaz. Bana sorarsanız taşır. Çünkü eski bir açıdan bakıyorum. Eski açıda, özellikle İslam Felsefe-biliminde evrime tekâmül deniliyordu. Tekâmül adından da anlaşılacağı üzere olgunlaşma süreci, kemale erme anlamını taşır. Bu kemalin en üst noktasını insan teşkil etmektedir. İslam Felsefe-bilimine göre, bitki seviyesinden insan seviyesine geçişlilik, basamaklaşma vardır. 19. yüzyıldan sonra karşılaştığımız bugünkü evrim bilimi böyle bir değerlendirmeyi kabul etmez. Bugünkü evrim görüşünde başarı veya başarısızlık sadece o türün ayakta kalmasıyla mümkündür değerlendirmesi yapılır. Bir tür için insana benzemesi bir şey ifade etmez, türler basitten karmaşığa doğru sıralanırlar. En basit türler bakterilerdir. Basit türlerde çoğalma genellikle bölünme yoluyla, zaman zaman da yelle yahut da su ortamıyla tohumların taşınması gibi çeşitli yollarla gerçekleşir. Ancak belli bir tür aşamasından sonra cinsî ikilik, erkek-dişi karşıtlığı söz konusu olur ki, bu omurgalı canlılarda ve özellikle memelilerde zirve yapar. İnsanın canlı olan kesimine beşer diyoruz ve bu insanın beşer kesimi de bu memeliler sınıfına dahildir. Yani cinsiyetle ürer. Memelilerin en karmaşık kesiminde basit türlerde gördüğümüz her şeyin biyolojik ayarı azalır. Bütün yaşamanın biyolojik ayarlı oluşuna içgüdü diyoruz. İçgüdü seviyesi ve açısı üst türlerde, atlarda, köpeklerde, kedilerde, aslanlarda, kartallarda, yunuslarda, yani denizde yaşayan memelilerde gittikçe azalır, kapanır. Genetiğin belirlediği davranış modelleri nispeten azalmaya başlar. Bunun kapanması başka bir şeye, öğrenmeye 20 • Teoman Duralı yol açar. Öğrenmenin bulunduğu noktada yeni bir olay olarak zekâyla karşılaşıyoruz. Bütün canlılar duyarlılıkla donanmışlardır. En basit canlıda amipten başlayarak en karmaşık yapılı, işlevli türlere varıncaya değin duyarlılık vardır. Duyarlılığın ayarı biraz önce söylediğim gibi o türe içkindir. O türün kendisinde vardır ve ebeveynden yavruya devredilir. Buna kalıtım diyoruz. Kalıtımı bize tanıtan biyolojik kolunaysa genetiktir. Gerek bitkiler gerekse hayvanlar ve tabii ki virüsler, bakteriler vb. öbür canlılar genetikleri tarafından idare edilirler. Az önce söylemeye çalıştığım bu genetik idaredir ve yönlendiriştir. Genetiğin nispeten zayıflaması bizi yeni bir olaya götürür. O yepyeni olay, zekânın gündeme gelmesidir ve zekânın gündeme geldiği yerde öğrenme başlar. Hayvanların en üst türlerinde bile bu dediğim zekâ ve öğrenme süreci çok kısıtlıdır. Bu günümüzde çok mübalağa edilir ama yanlıştır. Kısıtlıdır, o hâlde o türlerde de hâlâ geçer akçe olan kalıtımla getirilen doğuştan kabiliyetlerdir, yetilerdir, bunlarla o canlı yolunu çizer, onunla yaşar. Ortada son derece müthiş ve ilgi çekici iki olay var: Birincisi yeryüzüdür, ikincisi bu yeryüzünde hiç görülmedik bir olayın baş göstermesidir ki, o da canlılıktır. Bildiğimiz kadarıyla -şu anki bilgilerimiz çerçevesinde- evrende canlılığın ortaya çıktığı, görüldüğü tek mekân yeryüzüdür. Yarın değişebilir, başka yıldızlara ait gezegenlerde veya onların uydusunda canlılık ortaya çıkarılabilir ama şu anki bilgilerimize göre, bir tek yeryüzünde bu olay baş göstermiştir. Canlılığın baş göstermesi için yeryüzünün son derece kendine mahsus bir konumunun olması icap etmektedir. Evrendeki her gezegen belirli bir enerji merkezinin çevresinde bulunur. Bu enerji merkezine yıldız diyoruz. Bizim yıldızımızın özel adı güneştir. Güneş o hâlde bize mahsus bir yıldızdır. Yıldızların neredeyse sayısı belli değil, evrende ne kadar yıldız olduğunu bilmiyoruz. Yıldızları ve her şeyi sınıflayarak anlamak imkânına sahibiz, aklımız o şekilde kuruludur, sınıflamak zorundayız. Yıldızları yıldız adaları içerisinde düşünüyoruz. Yıldız adaları galaksinin Türkçesidir. Doğu ve Batı Medeniyetleri • 21 Bir yıldız ada büyük yıldız adanın bir parçasıdır. Süper galaksi budur. Bizim yıldız adamız Samanyolu’dur. Yıldız adamızın, galaksimizin açısından baktığımızda güneşimiz mini minnacık bir noktadır, haritada ancak büyüteçle görürsünüz. Yeryüzü gözükmüyor. Hep burnu Kaf dağında olan insanları gördükçe aklıma feza gelmektedir ve fezaya bakıldığında ne kadar minnacık olduğumuzu düşünüyoruz. Yeryüzü bile belli değildir orada, nerede kalmış bizler ve sorunlarımız; bizi mahveden sorunlarımız fezadan baktığınızda yok mesabesindedir. O hâlde bir yıldız, o yıldızın çevresinde dönen gezegenler ve birçok gezegenin -her gezegen olmayabilir- çevresinde dönen uydular vardır. Yeryüzü, canlılığın ortaya çıktığı çok özel bir konumdadır. Neye karşı? Yıldızıyla ilişkisinde bu mesafe öyle olmalı ki güneşin yakıcı sıcağı kavurmasın. Mesela, bizim önümüzde Merkür ve Venüs var. Türkçede Venüs’e Çolpan adı verilir. Bunlar güneşten aşırı derecede etkilenirler ve buralarda canlılık ortaya çıkmıyor. Yeryüzünden sonra gelen ilk gezegen Merih yahut Mars, bu ise topraklı gezegendir. Bunlardan sonra gaz kaplı, gazlı gezegenler baş gösterir. Jüpiter, Neptün gibi gazla kaplı gezegenler olağanüstü derecede büyüktürler. Samanyolunda beyaz noktalardan bir tanesi zavallı güneşimiz, biz yokuz. Görüyorsunuz kibirli olmak ne kadar anlamsız bir şey. Milyonlarca yıldız adadan bir tanesi Samanyolumuz. Çağımızın ve belki de bütün çağların en büyük filozof bilim adamlarından Albert Einstein relativite teorilerini ortaya koyuyor ve evrenin yarıçapını hesaplıyor; bu kadar muazzam bir adam. “Beni şaşırtan evrenin sonsuzluğu değil” diyor. Sınırsızlıktan bahsedemeyiz, sınırını çiziyoruz da sonsuzluğuna tabiyiz. Yani sonsuzluğundan bahsedebiliriz. “Evrenin sonsuzluğu beni o kadar şaşırtmıyor. Beni şaşırtan, hayran bırakan, hayrete beni gark eden onu kavrayan insan aklı, bu yapıyı çözen, bu yapıyı çözümleyen insan aklı beni mahvediyor, buna akıl erdiremiyorum” diyor Einstein çok haklı olarak. Gezegenle yıldızı arasındaki mesafe olağanüstü derecede önemlidir. Bu mesafe sıcaklığın derecesini ayarlar. Burada çok 22 • Teoman Duralı ufak oynamalar bile canlılığı ortadan kaldırabilir. Bunun yanında başka bir olay daha var: Yeryüzünden 2 milyar yıl önce -öyle tahmin ediliyor- kopmuş bir parça fezaya fırlıyor ve yeryüzünün etrafında dönmeye başlıyor; bu bizim ayımızdır, uydumuzdur. O ay yine canlılığın ayakta kalmasını sağlayan başta gelen etkenlerdendir. Ay yeryüzündeki denizlerin seviyesini ayarlamaktadır ve bu seviyeye dayanarak yeryüzünde karada yaşayanlar bu hayatı, canlılığı mümkün kılmaktadır. Canlılık suda oluşmuştur ve daha sonra karaya intikal etmiştir ama karada canlılığın devamı ayın çekim gücü sayesindedir. Güneşten aldığımız ısıdan ayrı olarak ayla yeryüzü arasındaki bağıntı bulunduğumuz yerde yaşamamızı mümkün kılmaktadır. Bunun yanında yeryüzünün bir ekseni vardır. O eksenin derecesi de canlılık için hayati önem taşımaktadır. Gördüğünüz gibi canlılığın ortaya çıkması ve ayakta kalması bıçak sırtındadır. Olağanüstü derecede zor ve incelmiş şartlarda canlılık mümkün olmaktadır. Yeryüzündeki kimyasal yapı, doku da önemli bir etkendir. Mucize kabilinden meydana gelen bu olayın içinden bir başka mucize daha ortaya çıkıyor: O da insanoğludur. Diyelim ki başka gezegenlerde yaşamanın emaresiyle karşılaşıldı. Bu, oralarda akıl sahibi insan veya insana benzer bir varlığın ortaya çıkmasının henüz garantisi değildir. Canlının ortaya çıktığı yerde insanvari bir varlığın da belireceğini söyleyemeyiz. Bilmem anlatabiliyor muyum derdimi? Buraya kadar anlattıklarımdan soracağınız, takıldığınız, ekleyeceğiniz-çıkaracağınız bir şey var mı? SALONDAN- Hocam, teşekkür ederim. Benim sorum şu: Ortadaki beyaz nedir acaba? Güneş değil dediniz ama… TEOMAN DURALI- O galaksinin, yıldız adamızın merkezidir, merkez yıldız kümesidir. Onun verdiği, saçtığı bir ışık var. Oraya -yanlış hatırlamıyorsam- 2.5 milyar ışık yılı mesafesindeyiz. Evrenin ömrü, yani ortaya çıkışı -son yirmi yıldaki hesaplara göre13 milyar yıldır. Bunlar kesin hesap değil, değişiyorlar. SALONDAN- Hocam, bu fotoğraflar nasıl çekiliyor? TEOMAN DURALI- Bunları gök dürbünleriyle, teleskoplarla çekiyorlar. Doğu ve Batı Medeniyetleri • 23 SALONDAN- Yani şunu sormak istiyorum: Bu bizim Samanyolu galaksimiz ve biz güneş sistemi olarak bu galaksinin çok küçük bir noktasındayız. Yani bu fotoğrafı çekebilmek için galaksiden dışarı çıkıp… TEOMAN DURALI- Yok, yeryüzünden çekiyoruz, hatta yeryüzünden fırlattığımız uydular çekiyorlar. Yani dışarıdan çekilmiyor, tabii mümkün değil, çıkamayız. Çok spekülasyon var. İşte, başka paralel evrenler var, kara delikler yoluyla geçiliyor… Bunlar tamamıyla masal, henüz bunları bilmiyoruz. Ama sorunuzun cevabı, yeryüzünden veya yakını bir mevkiden uydularla çekilen resimlerdir. Bunların içinden güneşimizin yerini tayin edebiliyoruz. Dışına çıkmamıza hacet yok. Güneşin bu merkeze olan uzaklığı da bizim canlı olarak varlığımızın bir nedenidir. Yani şuralarda olmak veya buralarda olmak imkânı ortadan kaldırıyor. Çünkü gördüğünüz gibi orada muazzam bir enerji kaynağı var, güneş orta halli bir yerde, her şeyin hep dengesini görmek, muhafaza etmek lazım. Nasıl ki yeryüzü çok yakınında veya çok uzağında değil de ortalama bir yerdeyse güneşimiz de galaksi merkezimize göre aynı şekilde bir orta mevki işgal etmektedir. Dedik ki, Merih’ten sonra gelen gezegenler gaz kütleleridir. Fakat etraflarında yer alan uydular yine toprak ve taştır. Jüpiter’in çevresinde Avrupa ve yanlış hatırlamıyorsam Atlantis adlı uydu var. Yaşamaya nispeten uygun görülmektedirler ama bunların da ortalama sıcaklığı eksi 200 derecedir. Buna karşılık Venüs’ün ortalama sıcaklığı gündüz 280 derece, gece -tam hatırlamıyorum- eksi 100 derece civarındadır. Yeryüzünün sıcaklığını ayarlayan en önemli etken çevresini saran atmosfer dediğimiz buhar kütledir. Bu buhar kütle, canlılığı mahvedici ışınlara karşı koruduğu gibi sıcaklığı da ayarlamaktadır ve atmosferin çeşitli tabakaları vardır. En üst tabakası stratosferdir ve -çok güncel bir konu- delindiği vakit ozon denilen bir tabaka ortaya çıkmaktadır ki bu canlılık için son derece zararlıdır. O hâlde saydığım bütün etkenler yaşamanın devamı için feda edilemeyecek durumdadırlar. Bunlara hiçbir şekilde boş veremeyiz, son derece önem arz etmektedirler. 24 • Teoman Duralı Evrenin 13 milyar yaşında olduğunu söyledik. Ben ders vermeye başladığım Seksenli yılların başlarında bilgiler evrenin 22 milyar yaşında olduğunu söylüyordu. O zamanki talebelerim belki 22 milyar olarak hatırlayacaklar. Daha sonraki hesaplar evrenin yaşını 13 milyara çekmiştir. Yeryüzünün yaşıysa 4 küsur milyar yıldır ve bu 4 milyar yılın ilk 1.5 milyarı tümüyle cansızdır, canlı olmayan bir ortamdır. Her şeyin bir başlangıcı ve sonu vardır. Aynı şekilde yıldızların da doğdukları bir an, öldükleri ve ortadan kalktıkları bir an vardır. Güneşimiz genç bir yıldızdır, kendisinden önce var olan yıldızın cesedinden ortaya çıkmıştır. Parçalanmıştır o yıldız ve o yıldızın arta bıraktığı tozlardan, topraktan, parçalardan, unsurlardan oluşmaktadır güneşimiz. Bu oluşumda merkez çekim gücüne kapılan, başıboş dolaşan unsurlar topaklaşmaktadırlar. Bu yasayı Newton’a borçluyuz. Çekim yasasını keşfeden İngiliz filozof bilim adamı Isaac Newton “nerede var olanlar varsa bunların fizik ilişkisi çekime dayanıyor” diyor. Çekime dayanan fizik ilişkilere etkileşme yahut etkileşim diyoruz. Fizik maddelerin birbiriyle bağlantısı, birbiriyle ilintisi çekim yasasına göre cereyan etmektedir. Frenkçesiyle “gravitasyon” kuvvetli kütlesi olanın kendisinden daha az kuvvetli olanı kendisine çekmesi demektir. Aslında bu çok eskiden beri bilinen bir olaydır ama Felsefe-biliminin dili insandan uzaklaştığı ölçüde belirginlik kazanır. İslam âleminin en önemli filozof bilim adamlarından İbn Sina bunu sevgi olarak belirler. “Aşk unsurları birbirine çeker, nefret onları ayrıştırır” diyor. Newton bu çok insani olan terimleri bertaraf ediyor ve tamamıyla insan dışı, nötr terimlerle açıklıyor. Buna da çekim yasası, yeryüzündeki yerçekimi diyor. Biz şu anda yerçekimi yasasına tabiyiz. Yani bizim burada durmamız yerçekimi sayesindedir. Nitekim yukarılara, fezaya çıktığımız vakit havada uçuşacağız. Ben de onu çok isterdim, severdim. En azından sürekli olarak bir şey düşünmekten kurtulurdum. Bıraktığınız vakit asılı kalıyor… Eğil al oradan… Bu zahmetlerden kurtuluyorsun, bitiyor. SALONDAN- Newton’un fiziğe uyarladığı, İbn Sina’nın daha insani ve sevgi olarak ifade ettiği şeyde fiziki bir tanımlama var mı, yoksa sadece insani bir aşktan, sevgiden mi bahsediyor? Doğu ve Batı Medeniyetleri • 25 TEOMAN DURALI- Eşyayı, maddeyi de kapsıyor. Bütün unsurlar için birbirini çekenler sevişirler, itenlerse nefret ederler birbirlerinden; bu şekilde koyuyor kuralı. Zıt unsurlar Newton’a göre birbirini çeker, benzer unsurlar birbirini iter. Böyle bir fizik yasası koyuyor Isaac Newton, bu yasa bütün evren için geçerlidir. Buradan bir şey daha görüyoruz arkadaşlar, akıl genelleştirmeden yol alır. Biz her şeyi deneyemiyoruz, sınayamıyoruz. Newton’un ortaya koyduğu yasa aslında bir spekülasyondur. Çünkü kalkıp da evrenin öbür ucunda da bu yasa geçerli midir, değil midir sınamamız mümkün değil. Öyle olduğunu kabul ediyoruz, buna inanıyoruz. Burada yaptığımız deneyin orası için de geçerli olacağını düşünüyoruz. Çok önemli bir nokta bu, nerede madde varsa orada unsur vardır. Nerede unsurlar varsa orada çekim yasası görülmektedir. Anlaşılıyor mu burası, açık mı? Evren duyumlanabilir, ölçülür, biçilir unsurlarla dolu olan mekândır. Evrenin tarifi budur. Ölçülür, biçilir, ölçülmeye, biçilmeye yatkın, uygun unsurların doldurduğu bir mekândır. Evren fiziğin işlediği bir alandır, fiziğin ve onun kolu olan kimyanın söz konusu olduğu saha evrendir. Evrenle âlemi karıştırmamak lazım, evrenin klasik dilimizdeki karşılığı kâinattır. Kâinatla evren aynı şeydir. Kâinat yaratmaktan ortaya çıkıyor, oradan türetilmiştir. Allah’ın ol emriyle “olmak”tan gelmektedir. Evren Türkçede evirmek, değiştirmek fiilinden geliyor. Evrim de oradan geliyor. Yani değişmenin hüküm sürdüğü saha evrendir, evren olmaktadır. Âleme gelince, âlem dini-manevi bir terimdir. Dine göre varlık evrenden ibaret değildir. Evreni de içine alan, evreni de kapsayan daha geniş bir bütünlük söz konusudur; o da âlemdir. Dine göre, İslam’a göre görünen, duyumlanan, ölçülüp biçilebilen, var olanların aslı ruhtur. Bunlar evrenin ötesindedirler. Oradan geliyoruz evrene ve burada belirli bir süreyi doldurup tekrar oraya gidiyoruz. Yaşadığımız evren dine göre dünya, yaşadıktan sonra intikal ettiğimiz mıntıka ahiret olmaktadır. Fizik ahireti, âlemi bu anlamda göz önüne almıyor. Göz önüne aldığı, dikkate aldığı, odaklandığı tek nokta evrendir. O hâlde evrenin bilimi fizik, fiziğin uygulama alanı evrendir. Açık mu burası? Buyurun. 26 • Teoman Duralı SALONDAN- Hocam, sizce Newton fiziğinin insanlığa en büyük yararı ve en büyük zararı ne oldu? Einstein’ın ortaya koyduğu ya da daha sonra modern fizik diye tanımlanan Kuantum fiziğinin en büyük yararı ve en büyük zararı hakkında ne söylersiniz, bir cümleyle? TEOMAN DURALI- Çok güzel bir soru. Tarihte, yani insanlığın serüveninde -bu bizim konumuzun tamamen dışında, şimdi sorunuzun cevabı olarak aklıma geliyor- beş büyük kırılma noktası var. Daha sonra uzun boylu anlatacağım: Ateşin yakılmasının bulunması: Oldum olası ateş yakmayı bilmezdi insanlar, bunun yaklaşık 70.000 yıl önce Afrika’da meydana geldiği sanılıyor. Elde çok zayıf kanıtlar var. Daha önce ne yapıyordu insanlar? Ateşi hazır kullanıyorlardı. Yani nerede bir yangın varsa oradan ateşi devşirip onu canlı tutmaya bakıyorlardı. Bu uzun bir hikâye, oraya geleceğiz. İkincisi, MÖ 3300’de Sümer’de yazının icadı, üçüncüsü bu mıntıkada yani Batı Asya’da Hz. İbrahim’le ve özellikle de Musa’yla birlikte Tek Tanrılı vahiy dininin ortaya çıkması, dördüncüsü MÖ 4. yüzyıl Atina’sında Felsefe-biliminin meydana gelmesi, beşincisi 1730’larda sanayinin İngiltere’de doğuşudur. Bu beş olağanüstü eylem, tektonik devrim insanlığın en önemli dönüm noktaları. İnsanın bütün etkinlikleri yarara, yarar elde etmeye, ihtiyaçları gidermeye yönelik iken MÖ 4. yüzyılda Aristoteles tarafından kurulan Felsefe-bilim, tarihte ilk defa bundan uzak durmuştur. Yarara yönelik değildir. Felsefede bana bu ne sağlar, bize bu ne getirir sorusu yoktur. Ya ne yapar? Merakını giderir. Bize bir yarar sağlar mı? Hayır, hiçbir şey getirmez. Şimdiye kadar size anlattıklarım “bize bir yarar getirecek midir”, “kazancınızı arttırır mı”, “eve daha fazla, daha iyi nitelikte yiyecek götürmenizi sağlar mı” sorularına yöneliktir. Beni her danışma toplantısına çağırdıklarında bakanlar, başbakanlar sorarlar ve derim ki, üniversite kurmaya lüzum yok, üniversite bir şey getirmez. Meslek yüksek okulu açın, gençlere sanat öğretin. Üniversite temel fikrine bağlıysanız bu hiçbir yarar getirmez. Bilgi sağlar. Bilgiyi belirli bir ihtiyacı karşılama noktasında kullanmadığın takdirde yararı yoktur. Yıldız adamızın merkezine mesafemizi bilsem ne olur, bilmesem ne olur? Doğu ve Batı Medeniyetleri • 27 SALONDAN- Ne tür bilgilerin insanlığın yararına olduğunu söyleyebilirsiniz? TEOMAN DURALI- İhtiyaç bilgileri… Mesela patlıcanı nasıl ekmeli? Elma, kiraz ağacı yılın hangi mevsiminde, hangi ayında nasıl budanmalıdır? Bir bebeğin altı nasıl değiştirilir? Gülüyorsunuz biliyorum ama ben çocuğum o durumdayken ve bana kalmışken elim ayağım birbirine dolandı. Bas bas bağırıyordu, yurt dışındaydım ve en ne yapacağımı bilemediğimden her zaman başvurduğum zora başvurdum. Kıçına bir şaplak attım. Bulunduğumuz yer bir Akdeniz ülkesi olduğundan insanlar hemen her işe karışırlar, oradan bir kadın bağıra bağıra üstüme geldi, parmak kadar çocuğa sen nasıl tokat atarsın diye. Kuzeyli bir ülkede olsaydı herhâlde hiç kimse karışmazdı. Susturamıyorum dedim. “Tabii ki susturamazsın, çünkü susamış o” dedi kadın, biberonla su verdim ve sustu. Buyurun size yarar sağlayan ve son derece can alıcı bir bilgi. SALONDAN- Hocam, bu günümüz “bilgi toplumu olmak” teranesine baktığımızda… TEOMAN DURALI- Teranedir tabii. Çoğunlukla yarar sağlamayan bilgilerin, dedikoduların peşinde, bilgisayarlarda, televizyonlarda o kimin nesiymiş, şu kiminle çıkmış… Bu bilgi benim ne işime yarar? Yarar sağlayıcı bilginin eksikliğini özellikle tıpta görüyoruz. Gençliğimde çok uzun zaman Londra’da yaşamış, orada okumuş, İngilizleşmiş bir arkadaşımla yürüyoruz. Bir araba geldi, biraz ötemizde kadını ezdi. Hâlâ gözümün önündedir, kadına vurdu, kadın sıçradı ve yere düştü. Ben hemen fırladım, arkadaşım yakaladı, “Dağdan gelmiş eşek seni, nereye?!” dedi. “Görmüyor musun bak, kadın ölüyor” dedim. “Sen ne yapacaksın” dedi. “Ne demek, ne yapacağım, ya insanlık...” “Bırak şimdi insanlığı, hayvanlığı, dur bir, burada geçmez o, burası Türkiye, İstanbul filan falan değil, burası koskocaman Londra” dedi. Biz böyle kavga ederken bir baktık cankurtaran geldi. İçinden böyle ak mintanlı hanımlar, beyler fırladılar ellerinde sedyeyle, kadının altına sürdüler onu, ondan sonra tekerlekler çıktı, kalktı o sedye, hop aldılar, arabaya koydular ve geldiği gibi gitti araba. “Gördün 28 • Teoman Duralı mü, sen ne yapacaksın?” dedi. “Büyük ihtimalle bütün ayılığınla kadını bir kucaklayacaktın. Ölmeyeceği varsa beyin sarsıntısından vs. ölür orada.” Bilgi topluluğu uzmanlığa saygı duyma ve burnunu her işe sokmamadır. Ben yemek pişirmesini bilmiyorsam en zor yemek olan pilavı pişirmeye tevessül etmem. Çünkü rezil ederim, tencerenin dibini yakarım, yapacağım budur. Hastabakıcı değilim, hekim değilim, hatta hekimliğin özel uzmanlığına da sahip değilim. Ne yapabilirim? Ancak öldürürüm o kişiyi. Bu endişeyle hareket etmiyor felsefe. Newton keşfettiği yerçekimi yasasını bir yarar getirsin diye ortaya koymuyor. Merakına, sorusuna cevap arıyor. Yıllar yılı adam gökyüzünü gözlemliyor ve bu düzen nasıl kurulmuş, gök cisimleri nasıl bu kadar muntazam bir ilişki içerisinde diye soruyor. Düşünüyor taşınıyor, bir türlü cevabını bulamıyor. Meşhur elma hikâyesine gelince, bir gün yatarken kırda küt diye yanı başına daldan elma düşüyor. Orada kütlesi daha geniş olan yeryüzünün kütlesi daha az olan bir elmayı kendine çektiğini anlıyor, kavrıyor. Bu keşfini tüm evrene teşmil ediyor. Ne sağladı bu? Çok merak ettiği bir sorunun cevabını getiriyor, başka hiçbir şey getirmiyor. Dağa çıkıyorum, ne oldu? Zirveye çıktım. Ne yaptım? İşte zirvenin nasıl olduğunu gördüm ve oradan etrafı seyrettim. Ne sağladı bu bana? Hiçbir şey sağlamadı. Sonra daha yüksek bir dağ görüyorum, acaba orada ne var diyorum. İçini kemirmeye başlıyor, bir de oraya çıkayım diyorsun. Bunların hiçbir getirisi yok, hiçbir şey sağlamıyor. Spor niyetine, bedenime, sağlığıma iyi gelir… Hayır, koşar gelirim, bu da spor olur, dağa çıkmamın, o kadar zorluğa, o kadar müthiş bir sıkıntıya, soruna katlanmanın manası yok ki bu bir çeşit kumar hastalığı gibidir. 3 kuruş kazanıyorsun, acaba 5 kuruş da kazanabilir miyim diyorsun. Tekrar oturuyorsun, kaybediyorsun, gelecek sefer kazanabilir miyim? Hayatını, bütün sermayeni, her şeyini buna veriyorsun. Şimdi tabii merakı kumarla mukayese edin demiyorum, merak çok kutsal ve insani bir şeydir. O ne kadar yüceyse kumar da o kadar aşağılık bir şeydir ama ihtiras ve tutku manasında söylüyorum. Merak müthiş bir tutkudur. Merakın ucunda ve kaynağında hayranlık vardır. Hayran olan tek varlık insandır. İnsanın Doğu ve Batı Medeniyetleri • 29 dışında hiçbir canlının hayranlık duyma yetisi yoktur. Hayranlık hayretle karışık şaşma demektir. Hayranlık duyduğun olayı çözmeye yönelik bir girişimde bulunuyorsun. İşte merak da budur, seni o girişime iten itkidir, iten güdüdür, onu durduramıyorsun ve onu duymayan insana da bunu anlatamıyorsun. Bu sadece fizikte, keşifte vs. değil, mesela sanatta, müzikte, şiirde vardır. Değişik veçheleri vardır hayranlığın ve değişik cevap edinme yolları vardır. Bunlardan bir tanesi de felsefe-bilimdir. Size bunun hikâyesini anlatmaya geldim buraya. Demin o soruyu soran arkadaşımıza cevaben yararı ve zararı sonradan belli olur diyorum. O anda o adamın aklına bu gelmez. Einstein rölativite teorileri bize ne sağlar derdiyle girmemiştir. Bazen beklemediği sonuçlar ortaya çıkar ve bunlara son derece sinirlenebilir. Rölativite teorisinden kuantum mekâniği ortaya çıkmıştır. Kuantum mekâniği tamamıyla tesadüflere yer verir. Einstein tesadüften nefret eden bir adamdır ve meşhur bir lafı var, işitmişsinizdir belki: “Tanrı kumarbaz mı zar atsın?” der. Dinin en önemli can alıcı noktası zorunluluktur. Bir insanın yürekten mütedeyyin olup olmaması zorunluluğa inanması veya inanmamasıyla ilgilidir. Zorunluluğu kabul eden kişi söylese de söylemese de dindardır. Çünkü zorunluluğun fizik gerekçesi yoktur; ancak ve ancak manevi bir kaynağı vardır. İnanmayan kişi için tesadüf, inanan içinse kaderdir. Bilgi teorisi bakımından ikisi de aynı noktadadır. Birkaç santim öteme koskoca bir taş düşer, bu taşın beni öldürmemesi inancıma göre bir tesadüf veya kaderdir. Beyoğlu’nun trafiğe açık olduğu zamanlarda Galatasaray Lisesi karşısında otobüs bekliyordum. Güm diye bir ses… Bomba, kurşun vs. değil, çok sıradan bir örnek, bir baktım, koskoca bir taş binanın tepesinden birkaç santim öteme düşmüş. O kadar kısa bir mesafe ki denk gelse öldürmüştü. Bunu neye bağlayacaksın? Dediğim gibi ya bir zorunluluğa bağlayarak ecelim gelmemiş diyorsun ya da tamamen bir boşlukta anlamlandırarak tesadüf diyorsun. Einstein ihtimallere, zorunsuzluğa prim vermeyen bir kişiydi, bundan nefret eden bir adamdı. Açıkça dindarlığını ilan edip 30 • Teoman Duralı etmediğini ben işitmedim ve bu bana yetiyor. Şimdi, bu bakımdan sorunuzu yarar ve zarar açısından değerlendirmem mümkün değil, çünkü bilim zarara-yarara yönelik iş görmemektedir. Bilimin yapıldığı, tedris edildiği yer üniversitedir ve üniversite yararlı iş görülmenin öğretildiği bir yer değildir. Bugün bu yapılmıyor. Çünkü üniversite bizde meslek yüksek okulu olarak algılanıyor. Peki, benim niye istemediğimi sorarsanız, çünkü yazık, çok para dökülüyor. Meslek yüksek okulu çok daha ucuza gelecek bir yerdir. Bir kere hoca açısından bu kadar uzun boylu adam yetiştirmeye hacet yok. Öyle zorlu bir iş ki üniversiteye adam yetiştirmek, lisansüstü, doktora çalışması yaptırıyorsun. Ondan sonra doçentlik aşaması geliyor vs. Ne lüzum var buna? Size dört dörtlük saatçi, cep telefonlarını tamir eden adam getireyim. Şöyle bir bakıyor, hemen teşhisini koyuyor. Bunu öğretsin, ne lüzum var bu kadar uzun boylu yollara sapmaya? Lisansüstüler, doktoralar… Zaten adam bildiğini unutur o arada. Şu hâlde yeryüzü güneşle birlikte 4 küsur milyar yıl önce ortaya çıkıyor ve bunun 1.5 milyarı canlı olmayan bir ortamda geçiyor ve ilk beliren canlılar archaea bacteria adı verilen kadim bakterilerdir. Bunun üzerinde fazla durmayacağım, çünkü biyolojiden geldiğim için kendimi tutamam, gereğinden fazla girebilirim o konuya, onun için bununla yetinelim. Şu kadarını söyleyeyim, bütün hücrelerin çekirdeği vardır, bakterilerin hücre çekirdeği yoktur. Onların genetik malzemesi eksiktir, RNA’dan ibarettir. Asıl önemli olan genetik malzeme DNA’dır. Arkeobakterilerde, kadim bakterilerde DNA yoktur. DNA’lar aslında RNA’ları üretirler. Peki, nasıl olmuş da daha ileriki dönemlerde hücre çekirdeklerinde DNA’lar ortaya çıkmıştır? Bunu açık seçik bir biçimde henüz bilmiyoruz. Çeşitli varsayımlar vardır ama bu varsayımların hiçbirisi henüz inandırıcı bir teoriye dönüşmemiştir. O sebeple size ancak bu kadarını söyleyebilirim. Bu RNA’ya sahip olan bakteriler ilk canlılardır ve bu fakirlerden hepimiz ortaya çıkmışızdır. Nitekim bu çok ilgi çekici bir şey, Kur’an’da da son derece yoksul bir kaynaktan geldiğimiz söyleniyor. Yani hiç kendinizi beğenmeyin, kendinize fazla bir değer atfetmeyin, işte bir parçacık kan pıhtısından, pis sudan oluşuyorsunuz. İşte o Doğu ve Batı Medeniyetleri • 31 “pis su” bu arkeobakterilerin oluştuğu ilk sulardır. Deniz de değil henüz, büyük ölçüde kurşunla karışık sıvılardır bunlar. Yeryüzü henüz çok sıcaktır o dönemde ve zamanla gitgide soğuyor, soğudukça suların bu kurşun miktarı azalmaktadır ve başka tek hücreli ve oradan da çok hücreli deniz yaratıkları, deniz hayvanları, bitkileri belirmeye başlıyorlar. Aşağı yukarı 800 milyon yıl önce -1 milyar yıl diyebiliriz- denizlerden, sulardan karalara canlılık taşınmaya başlıyor. Bundan itibaren karalar gitgide canlıların hakimiyetine geçiyor. Gelecek ay pazartesi gününde canlıların bu gelişmesini artık bir tarafa bırakıp insana ve insanın oluşumuna geleceğiz. Oradan itibaren asıl konumuz olan kültürün ortaya çıkışını ele alacağız ve bunu yaparken de kara-deniz bağlantılarına bakarak yeryüzünü ve iklim kuşaklarını inceleyeceğiz. İnşallah sizi çokça sıkmadım. Sıktığım muhakkak ama fazla olmamıştır inşallah. Zamanı epey geçirdik, yine de sorularınız varsa buyurun. SALONDAN- Arş nasıl tanımlanır? TEOMAN DURALI- Arş gök demek ama o nasıl bir gök? Dini anlamda bir gök “arş-ı âlâ”dır. Dilin incelikleri var efendim ve özellikle manevi ve fizik ayrıma dikkat etmek lazım. Fizikte aşktan bahsedemezsiniz, dine mahsus bir şeydir. Dini olduğundan ötürü de gösterimi, yeri yoktur. Mesela, eski inançların etkisiyle biz Allah’tan bahsettiğimizde göğü gösteriyoruz. Çok saçma bir şey, çünkü “Gök Tanrı” orada otururdu vakti zamanında, aşk da öyledir. Fizikte aradığımız iki temel unsur maneviyatta yoktur: Zaman ve mekân. Fizik zaman ve mekân üzerine kuruludur. Mesela ahiret hayatı tamamıyla zamanla mekândan münezzehtir. Bu dünyada sadece uykuda, rüyada zaman-mekân yoktur. Felsefe-bilim bahusus zamanla mekân üzerinde odaklaşmıştır. Zamanla mekânı esas almayan, onu aşan bir insan etkinliği var mı? Tasavvuf zaman ve mekândan kurtulmuştur, bu sebeple tasavvufla felsefe birbirine zıttırlar. Felsefe bilgeliğin evladı, bilgelik de tasavvufla iç içe olduğundan, felsefe hep tasavvufla, mistiklikle karıştırılır. Hiç alakası yoktur. İbn Arabî ve Pythagoras gibi hem mutasavvıf hem filozof olabilirsiniz. 32 • Teoman Duralı İslam felsefesi tasavvuf ve din değildir, İslam medeniyetinin içinde ortaya çıkmış olan felsefe demektir. İbn Miskeveyh gibi dinle ilgisi olmayan adamlar da yer alır orada. Belki son derece dindardı ama felsefesi hiç bunu yansıtmıyordu. İslam felsefesi demek İslam dinine bağlı olma manasına gelmez, İslam medeniyeti çerçevesinde yer almış olan bir felsefe ve bilim sistemidir. Filozof dine bağlı olabilir ya da olmayabilir ama hiçbir filozof doğrudan doğruya dinin bildirdiklerinin emrinde ve din doğrultusunda yürüyor değildir. Mesela İslami çerçevede sayabileceğimiz filozoflardan Farabî, yine de din doğrultusunda gitmiyor. Her şeyden önce Farabî’nin belki dindar insanların gözünde şu günahı olabilir: Filozofu peygamberle aynı seviyede görüyor. Peygamber Allah’tan vahiy alan kişidir, ancak bunu sistemleştiren, bunu işleyen ve nirengi noktalarının arasını gergef gibi ören filozoftur. Ona benim fazla bir diyeceğim yok, bilmiyorum ama dediğim gibi İslam felsefesi dini anlamda İslamidir diyemeyiz. İslam medeniyeti içinde çıkmış bazı İslam filozofları Müslüman değildir. Mesela İbn Meymûn Yahudidir ama İslam felsefesi çerçevesinde düşünülür. Arapça yazmıştır ve İslam medeniyetinin sorunlarını gündeme taşımıştır. SALONDAN- Hocam, çok teşekkür ederim. Güneşin güneşten evvel ölen başka bir yıldızdan oluştuğunu söylemiştiniz. Bugünlerde de altıncı yok oluştayız diye bir söylem var. Birkaç defa yok olan bir evren, daha doğrusu âlem mi söz konusu? TEOMAN DURALI- Evren değil hayır, evren bir kere ortaya çıkmıştır bildiğimiz kadarıyla. Dini açıdan değil, bilim anlamında, yoktan ortaya çıktı. Yok ne demek olduğunu bilmiyoruz zaten, yokluğu düşünemeyiz. Hiçliği düşünemeyiz ama bugünkü bilgilerimizin ışığında evren öncesi yok. SALONDAN- Güneş sistemi desek o zaman… TEOMAN DURALI- Güneş sistemi başka bir yıldızdan ortaya çıkmıştır. Yani yıldızlar doğuyorlar, yaşıyorlar, ölüyorlar ve onların ölüsünden yine yıldızlar ortaya çıkıyor. Doğu ve Batı Medeniyetleri • 33 SALONDAN- Ceset güneş de bir zamanlar belki bir güneş sistemiydi diyebilir miyiz? TEOMAN DURALI- Tabii, parçalanan yıldızın kalıntıları. Onun uzun bir hikâyesi var. Enerjisini tümüyle tükettikten sonra küçülüyor, küçülüyor ve parçalanırken, patlarken önce çok şişiyor… Nitekim hesaplara göre güneşimizin 5 milyarlık ömrü var. 4. milyarda müthiş şişmanlayacak ve bu arada yeryüzü dâhil bütün yakın gezegenleri yutacak, eritecek. Helyum maddesini ihtiva eden güneş çekirdeği hidrojene dönüşüyor. Sürekli olarak bir dönüşme söz konusudur ve buradan ortaya çıkan enerjiyi saçıyor. Sonunda helyumu kalmıyor ve hidrojenler güneşin içine çöküyor. Çok büyük güneşler, yıldızlar bu çöküntünün sonunda müthiş bir çekim alanı yaratırlar ve ne var ne yoksa içlerine çekerler. Buna kara delik denir. O kadar büyük bir yıldız olmadığı için bizim güneşimizin bu tür bir ihtimali yok. O ve bütün gezegenleri dağılacaklar ve bunların dağılmasından ortaya çıkan unsurlar yine çekim yasası uyarınca topaklaşarak yeni bir yıldız sistemini oluşturacaklar. Biz de öldüğümüzde öyle oluyoruz. Bizim bütün unsurlarımız ortadan kalkmıyor. Öyle birtakım unsurlarımız kalıyor ki, toprakta başka canlıları ve özellikler bitkileri besliyorlar. O bitkileri sonra hayvanlar yiyorlar ve onlar semiriyor, onlar da ölüyorlar ve onların da parçaları da toprakta besin hâline geliyor. Yani topyekûn bir ortadan kalkma yok, hep bir dönüşme söz konusudur. SALONDAN- Teşekkür ederim Hocam. Şu an bilimin kabul ettiği büyük patlama, o varoluş aslında bilimin ve bu bağlamda düşüncelerin sınırı mıdır? Çünkü hiçlikten var olmak… TEOMAN DURALI- Evet. Çok güzel söylediniz. Bilimin, fiziğin sınırıdır. Fiziğin öncesi yok, ne olduğunu bilmiyoruz. Başka bir evren olabilir-olmayabilir ama elimizde deneysel hiçbir kanıt bulunmamaktadır. Dolayısıyla konuşamıyoruz. Bilimde elinizde genel bir kanıt yoksa bu hususta konuşmanız boşunadır, beyhudedir. 34 • Teoman Duralı SALONDAN- Felsefe-biliminin temel saikinin merak olduğunu söylediniz, bu bir gelenekle beraber bugüne kadar da gelen bir şey. Ama bugün en fazla faydanın gözetildiği bir dönemdeyiz belki de. Toplumsal bir süreç olarak kırılma nerede ve nasıl yaşanıyor ki meraktan faydaya hızlı bir dönüşüm oluşuyor? TEOMAN DURALI- Gene uzun bir hikâye, şu kadarını söyleyeyim: Yeni Çağ’da felsefeden özel öğretiler türetilmiştir. Bu özel öğretilere ideoloji diyoruz. Bütün hayatımızı belirleyen, yönlendiren, yöneten öğretilerdir bunlar. İlk ideoloji 19. yüzyılın ortalarında oluşturuluyor: Kapitalizm, sermayecilik. Sermayeciliğin ortaya çıkmasıyla birlikte tek gaye yarar olmuştur. Yararın da ucunda kâr unsuru vardır. Sonuçta kâr ettirmeyen her etkinlik beyhudedir, lüzumsuzdur. Bugün felsefe zaten yaşamıyor, aşağı yukarı Yetmişlerde bitmiştir. Artık felsefeye, salt meraka yönelik atılım, lüzum görülmüyor. SALONDAN- Maliyetin de yüksek olmasından belki, mesela bir Cern deneyinin çok yüksek bir maliyeti var. TEOMAN DURALI- Felsefeyle birlikte bilim de sona ermiştir. Bugün bilim dediğimiz aslında fendir, teknolojidir. Çok ender, seyrek, yok mesabesinde bilim araştırmaları yapılıyor. Onlar da daha ziyade astrofizikte vs. Mesela Cern’de yapılan pahalı çalışmalar da bilimden ziyade… SALONDAN- Patentler… TEOMAN DURALI- Tabii. Iphone’lar, bilgisayarlar vs. dediğimiz türdeki araştırmaların sonuçlarıdır ve bu maksatla destekleniyorlar, finanse ediliyorlar. Yoksa salt merakı giderme bakımından kimse artık bir şey yapmıyor. Bu bize ne getirir diye soruyorlar. İslam’ın yasakladığı iki aşırı nokta var: Biri sefalet, öbürü sefahat. Sefahatın Latincesi luxus’tur. Fransızcaya luxe diye geçmiştir. Luxe, lüzumundan fazla aşırı ışık demektir. Şuraya bir ışıldak dikiyorsunuz ve oradan bilmem kaç voltluk ışık çıkar. Işık neye yarar? Görmeye yarar. Gösterir mi o aşırı ışık? Hayır, göstermez, gözünüzü alır. Bütün mesele dengeyi yakalamaktır ki, bu Doğu ve Batı Medeniyetleri • 35 da bahsettiğiniz hayati ihtiyaçlardır. Buna karşılık aşağı yukarı 200 yıla yakın zamandır tutulan yol doğal ihtiyaçların karşılanması değil, ihtiyaç yaratmaya yöneliktir. Üretim aslında ihtiyacı karşılamaya yarayan imalattır. Bugün üretim tüketimi kamçılamak üzere yürütülen bir olaydır. Buna önayak olan teknolojidir, fendir. İcat edildiği yer İslam medeniyetidir. Müslümanlar İslam medeniyetinde 10. yüzyılda ortaya çıkıyor fenni kullanmasını bilmiyorlar. Bunun kullanılması ancak sermayeciliğin ortaya çıkmasıyla mümkün olmuştur ve 1730’lardan itibaren İngiltere’de ortaya çıkan sermaye ideolojisi fenni kullanarak sanayiyi yaratmıştır, sanayi devrimi yapılmıştır. Sanayi devrimi yaşamımızı tüketime odaklamaktadır, tüketim üzerine bina ediyor. Bugün ihtiyaç maddesi diye kullandıklarımızın çok büyük kısmı, yüzde 90’ı lüzumsuzdur, luxustur. Şimdi, ihtiyaçlar o kadar hızlı yaratılıyor ki bunları karşılayamıyorsunuz. Son zamanlarda uçak kazaları büyük ölçüde artmıştır. Son dokuz ayda galiba dört uçak kazası var ki daha önce uçak kazası hemen hemen rastlanmayan bir olaydır. Hatta uçakların çok daha ilkel olduğu dönemlerde uçak kazası olmuyordu. Neden? Tabirimi bağışlayın, artık neredeyse kenefe uçakla gidilir olmuştur. Olacak iş değil ki, İstanbul’dan Bursa’ya, Balıkesir’e, Edremit’e uçakla gidiliyor. Şimdi bir de deniz uçakları icat ettiler. Haliç’ten kalkıyor, bilmem nereye gidiyor. Bunları kullanacak evsafta insan yok. Bu son uçak sistemleri olağanüstü karmaşık şeyler. Çok karmaşık bir meslek nedir? Hekimlik. O yüzden tahsili çok uzun, altı yıl sürüyor. IŞİD şimdi üç yıla indiriyor, bilmem haberiniz var mı? üç yılda hekim yetiştiriyor. Niye? Devletleşiyor, sağlık hizmetlerini giderecek elinde bunun için gerekli adama sahip değil. Şimdiye kadar kime ihtiyacı vardı? Savaşçıya vardı. Bunların yanı sıra devletin hayatını yürütecek adamlara ihtiyacı çıktı. Bunu hızlandırıyor. Vaktiyle Mao Çin’inde vardı bu, yalınayak hekimler deniliyordu. Bir-iki yılda yetiştirilen hekimleri köylere yolladılar ve onlar can kurtarmadılar, can aldılar. Benzeri olayları her alanda görmeye başladık. Bugün büyük ihtimalle insan hatalarından ortaya çıkan kazalar bunlar. En son Endonezya’yla Singapur arasında seyreden uçağın fırtına karşısında birdenbire diklendiğini söylüyorlar. Gün- 36 • Teoman Duralı görmüş pilotlardan aldığım bilgilere göre kesinlikle yapılmaması gereken bir şey, uçağa birdenbire irtifa kazandırmak. Hava meydanından kalkarken bile tedricen kalkıyor, birdenbire burnunu dikmiyor, değil mi? Ama adamın tecrübesi, bilgisi yok, birdenbire en gelişmiş, karmaşık mekânizmanın ortasına oturtuyorsunuz, hadi kullan götür diyorsunuz. Hemen hemen bütün konularda böyle. Bugün üniversite hocası büyüteçle aranıyor, yok. 176 üniversite açmışız, nerede yetiştireceksiniz bu insanları? Kabak, patlıcan bile belli bir süre istiyor olgunlaşıncaya değin, o hâlde tüketimi sürekli kamçılamak üzere hata üstü hata yapılıyor. Kâr mesafesini kısan bütün girişimler, mesela doğayı kurtarmak, çevreyi yaşanır hâle sokmak üzere bütün girişimler akim kalmaktadır. Çünkü bunlar hep kârı düşüren unsurlardır. SALONDAN- Merhabalar, öncelikle hoş geldiniz. Bilgi toplumundan bahsettik. Ahlâk-ı Alâî‘de Kınalızade bilgi toplumu ve hikmet toplumu diye ikiye ayırıyor. Bilgi toplumu daha çok sizin de bahsettiğiniz gibi uzmanlığa, her işe burnunu sokmamaya yönelik ve Kınalızade bilgi toplumunun bizi mutluluğa götürmeyeceğinden ve bizi ancak hikmet toplumunun, yani erdemli bir hayatın mutluluğa götüreceğinden bahsediyor ve bu erdemi de şu şekilde tanımlıyor: Bilgiyi eylemle uyuşturmak ama bu uyuşma durumunu da adaletle gerçekleştirmek olarak söylüyor. Bu anlamda benim aklıma şöyle bir soru geldi: Yani hikmet daha çok bir kavrayışla bağlantılı, genel bütüncül bir kavrayış; bu anlamda merak sadece bilgiyle bağlantılı olunca bilgiyi tatmin etmek bizi ne kadar hikmete götürür? Yani hikmetle bilginin bağlantısını nasıl kurabiliriz? TEOMAN DURALI- Bilgi öncelikle iki olayın izdivacıdır, evliliğidir: Duyumlama, bunun da başında görme gelir ve duyumladığını düşünmek, aklını kullanmak. İkisinden biri eksik kaldığında o bilgi kötürümleşir. Denklemde hangisi daha ağırlıklı olmalı, görme mi, akıl mı sorusunun cevabı olaydan olaya fark taşır. Bazı olaylarda aklın ağırlığı görmeden fazladır. Bu çeşit bilgiler teoriktirler, aklın ağır bastığı, görmenin daha hafif kaldığı çerçevelerde teorik bilgiden bahsediyoruz. Görmenin, duyumlamanın akla ağır bastığı Doğu ve Batı Medeniyetleri • 37 noktalarsa pratik bilgidir. Her ikisi de -gerek akıl gerek pratik yahut da duyumlama- buyrukçudur. Bunların buyruğuna karşı gelemezsiniz, dengeyi ayarlamak size düşer. Yani nasıl buyrukçudur? Bu kaleme ben kuş diyemem, kendini kalem olarak kabul ettiriyor bana, bu bir buyruktur. O dengeyi sağlatan kimdir? Gene akıldır. İşte orada hikmet gündeme geliyor. Bu dengeyi kurma meselesinde hikmet sadece sandığımız gibi çok ötelerde bir şey değildir. Çocuğa diyorsunuz ki “Evladım paltonu giy, öyle çık, dışarısı soğuk”. “Bırak anne, sen anlamazsın, sen moruğun tekisin, sen üşürsün, benim kanım kaynıyor, bana bir şey olmaz” diyor. Çıkıyor ve en azından bir nezle kapıp geliyor. Neden? Çünkü onun görgüsü eksiktir, tecrübesi azdır. O bir şekilde akıl yürütüyor. Ben gencim, benim kanım kaynıyor, o yüzden ben üşümem. Halbuki soğuk algınlığı üşümekten ibaret değildir. Üşümeden de soğuk alabilirsiniz, hastalanabilirsiniz ama bunu onun annesi olarak siz bilirsiniz, neden? Çünkü sizin tecrübeniz var. O tecrübe sizin aklınızın besinidir, gıdasıdır. Bu sebeple tecrübenin değerli sayıldığı eski dönemlerde gençler ihtiyarları sayarlardı. Burada söz konusu olan hikmettir. Günümüzde günün 12 saatini bilgisayarın karşısında geçiriyor. Yaşamıyor ki hayatı öğretesiniz. Öğrenmenin ortaya çıkması için hayatın olması gerekir, hayatın olması için de doğanın olması gerekir. Bunların hepsi birbirine bağlıdırlar. Neden dağa çıkacaksın, sen deli misin? Bilgisayarda dağları göstereyim, açıklayayım ben sana; yaşanarak elde edilenle sadece görülen apayrı olaylardır. O kapalı ortamda hayatın en önemli olayı yaşanmıyor. Bu da korkudur. Korkmadıkça, korkutulmadıkça adam olmayız. Hikmet korkmayla başlar. Kitâb-ı Mukaddes’in Ahd-i Atik’inde ve aynı zamanda hadislerden birinde der ki: “En üstün hikmet Allah korkusudur.” Sevgi değil korku bizim sınırlarımızı belirler, müthiş bir belirlemedir o. Başıma geleceklerden korktuğumdan ötürü … canlı olarak hayatımızı bu belirler. Demin söyledim gibi, hayvanların yahut da canlıların ilk tepkisi kaçmak, korunmaktır. Kendini, dolayısıyla da türünü koruyor. Çünkü maksat türün yaşamasını sağlamaktır. İnsanda da maksat toplumunu yaşatmaktır. Çocuklar, gençler hep sorarlar: Niye varım? Başka insanları yaşatmak için varım. Galiba bugünlük bu kadar, ne dersiniz? Doğu ve Batı Medeniyetleri • 39 ŞUBAT 2015 İnsan Bir Kültür Varlığıdır TEOMAN DURALI- Kültürün ne olduğundan bahsederek devam edeceğiz. Daha önce canlı ve canlı olmayanların ayrımından ve bildiğimiz kadarıyla evrende şu anda bir tek yeryüzünde canlılığın olduğundan söz ettik. Canlılık nasıl bir istisnaysa evrende düşünen canlı anlamında insan katmerli bir istisna oluyor. Olaya neresinden bakarsanız bakın insanın yapı itibariyle açıklanamaz, izah edilemez bir tuhaflığı var; nedir bu tuhaflık? Yapacağı, gerçekleştireceği işler üzerinde odaklaşabiliyor. Bilerek, isteyerek bir işe girişiyor. Buna irade diyoruz. Bu olağanüstü bir olaydır. İnsanın iç mekânizması, genleri ve onların ortaya çıkardığı sonuçlar öteki canlılarda gördüğümüz üzere insanı belli bir yöne yöneltmiyor. Doktoramı yazdığım sırada Çapa’da bağışıklık sistemi üzerinde çalışan laboratuvarda deney yapan arkadaşlarıma katılmıştım. Değişik cinsten peynirler koyduk. Fareleri de dizdik ve sonra bunları bıraktık. Fareler belli bir cins peynire gitti. Öbür peynirlere dokunmadılar. İnek ya da keçi sütünden yapılmış olanlara değil, hepsi koyun sütünden elde edilmiş peynire gitti. Bu bizi çok şaşırttı, bu fareler niye belirli bir türe gittiler? Arkadaşların yaptığı çalışmalardan anlaşıldı ki, peynirin üzerinde fareleri cezbeden kimyevi birtakım çekici unsurlar var. Gittikleri peynirin kimya yapısı öbür peynirlerdekinden farklı ve farelerin o kimya yapısına bir eğilimi var. Buradan da farelerde bireysel bir karar olayının söz konusu olmadığı, varsa bile bunun çok düşük olduğunu tespit ettik. Aynı şekilde başka bir deney yapıldı o vakit, kızışma mevsiminde -unuttum sayısını, diyelim ki- üç dişi ve beş-altı tane de erkek kedi var. Niye bu erkek kediler belirli bir veya iki kedinin peşine takılıyorlar? Ortada üç yahut dört dişi dururken belli bir kedinin arkasına takılıyorlar? O bir veya iki dişi 40 • Teoman Duralı kediyle çiftleşme imkânını bulamayanlar öbürüne gidiyor. Yine son derece ilgi çekici bir olay: Çok ince eleyip sık dokunarak bulunan bir sonuçta çiftleşmede taraflar türlerinin her bakımdan sağlıklı olan bir mensubunu seçiyorlar. Bu tümüyle evrimsel bir olaydır. Soyun devamını sağlayacak sağlığa ağırlık veriyor bireyler, bunu bilerek yapmıyorlar. Muayene etmiyor, orada bir koku, bizim göremediğimiz birtakım işaretler hangi hayvana gideceğini gösteriyor. Dişi peşine takılan, asılan erkek kedilerden de her birine hemen cevap vermiyor. Aynı şekilde bir evrim tercihi söz konusudur. Yine kediler üzerinde başka bir gözlemim söz konusuydu. Çok küçüklüğümden beri canlılara olan merakımdan dolayı hemen hemen yetiştirmediğim hayvan yoktur: Kuş, balık, karga, köpek, kedi, kurbağa, balık, tavşan… Erkek sevmediğimden herhâlde köpeklerde olsun, kedilerde olsun dişiye rağbet etmişimdir. Dişi yavruladığından, yavrusuna baktığından, onu koruyup kolladığından ötürü erkeğe oranla daha ilgi çekici. Doğum olağanüstü ilgi çekici, dehşet eğitici bir olaydır. Keşke bütün çocuklar hayvanların üremesine tanık olabilse, bunun nasıl bir mucize, muazzam bir olay olduğunu görebilse. Kedi annesi yangından yavrusunu kendini feda edercesine kurtarıyor. Yangına bir intizam atılıyor ve yavrusunu yangın ortamından çekip çıkarıyor, alkışlıyorsunuz, aman ne muazzam fedakârlık örneği. Anne kedi sakat doğmuş yavrusunu kılıyla, kuyruğuyla yiyip bitiriyor. Burada yeniden evrimin ne kadar önemli olduğunu ve sağ kalma ilkesinin nice önemli olduğunu, ağırlık taşıdığını görüyoruz. İnsan bu ve benzeri temel biyolojik kurallarını çiğneyip geçmektedir. İnsanda böyle bir güdü yok. Hayvanın, canlının genetiği onu buraya itmektedir. Bu sebeple hayvana cesur, korkak, nankör, vefakâr denmesi saçmalıktır. Köpek vefakârdır, at sadıktır, kedi nankördür; bunlar çok saçma benzetmelerdir. Neden? Çünkü o bireyler o davranışları seçmiyorlar. Kaçayım mı, kalayım mı seçeneklerini yaşamıyor. Onu o harekete sevk eden belirli bir zorunluluk, zorunlu bir itki vardır. Onu yapmak mecburiyetindedir. İnsanın temel farkı budur. Böyle bir itkisi yoktur. Bizdeki itki, güdücü etken biyotiğin dışındaki bir olaydır, canlılığımızdan gelmemektedir. İnsanın zorluğu buradadır efendim, ben bunu yapa- Doğu ve Batı Medeniyetleri • 41 yım veya yapmayayım kararını kendimiz veriyoruz. Bize bu karar içimizden bir mekânizma tarafından verdirilmiyor. Bir otomatiğe bağlanmış değiliz. İşte bu noktada bu kararı almamızı sağlayan gördüğümüz eğitimdir, terbiyedir. Eğitilerek yetişen, büyüyen, hayata atılan insan bir kültür varlığıdır ve bu çeşit kararların alınmasını sağlayan bilim dışı bir olay olan ahlaktır. Ahlâk bilimin dışındadır. Bilimle kastettiğimiz salt iç işleyişler, iç mekânizmalardır. Genlerimizle atalarımızdan tevarüs ettiğimiz, aldığımız özellikler bizi bir otomatiğe bağlar. İşte bu otomatik insanda son derece düşük bir noktadadır. Yaşama düzenini sağlayan tümüyle insan yapısı, insan verisi bir olay olarak ahlaktır. Bizi yönlendiren ve yöneten odur. Bu ahlâk kurallara bağlandığı ölçüde yaptırım çerçevesinde örgütlenmektedir. Yaptırımlaşan ahlaka hukuk diyoruz. Bunlar bir anda insanlığın ortaya çıkışıyla birlikte karşımıza çıkmıyor. Canlılarda bir oluşma düzeni vardır ve o oluşma düzeni canlının kendisine bağlı değil, onun dışındaki bir yetki merkezi tarafından yönetilir. Tanrı veya doğa diyebilirsiniz. Ne derseniz deyin ama canlıya bağlı değil, o yetki merkezi canlıların tür ve birey olarak gelişimlerini ayarlamaktadır. Tür olarak canlıların gelişmelerinin sıralanışlarının adına evrim diyoruz. İnsanın kendisine bağlı, kendinden hareketle ortaya koyduğu gelişme çizgisiyse tarihtir. Tarihi belirleyen insanların bireysel istekleridir. Bu bireysel isteğe yönelmeye irade diyoruz. İradeyi ateşleyen, iradeye yön veren içimizdeki istek biyolojik, bilimsel değildir. Nedir bilmiyoruz. İnanıyorsanız, müminseniz Allah’ın talimatıdır dersiniz, agnostik dediğimiz felsefede bilinmezci iseniz temelinde ne olduğunu bilmiyoruz dersiniz. Bazı biyoloji filozofları bu isteğe ve iradeyi yönlendiren güce evrim açısından bakmaktadırlar. Bunların biyolojik bir temeli vardır iddiasını güderler. Onun dışında kalanlar, biraz önce söylediğim gibi “bilmiyoruz, izah edemiyoruz” diyorlar. Biyolojimden, dirimimden kaynaklanmayan ve irademe yön veren iç gücüme niyet diyoruz. Niyetimize yön veren unsurlar toplumdan kazanılır. Toplumdan kazandığımız bu unsurları mutlak surette yürütmek, gerçekleştirmek mecburiyetinde değiliz. Biyolojik olandan, fizik olandan farkı da budur. Niyetimizi inşa eden unsurlara inanç di- 42 • Teoman Duralı yoruz. İnançlarımızı toplumdan almaktayız. Dünyaya boş bir levha olarak, ak, üstü yazılmamış bir kâğıt gibi geliyoruz ve ondan sonra toplumdan bu unsurları kazanıyoruz. Bunlar bütün hayatımızı A’dan Z’ye belirleyen unsurlardır. Yürüme, ayağa kalkma, yemek, içmek, konuşmak, küçük-büyük abdest, barışmak, kavga etmek, saygısızlık ve saygı gösterme, vs. yaşamamızla ilgili aklınıza ne geliyorsa inanç çerçevesi içinde yer almaktadır. Bu inanç çerçevesi olmazsa yaşayamayız. İnsanın inanç çerçevesi içinde yaşamasına hayat diyoruz. Hayat yalnızca insana mahsustur. Koyunun, keçinin, atın, sümbülün, bülbülün, amibin, kırkayağın, hamam böceğinin, köpeğin, kedinin, kartalın, karganın hayatı yoktur, yaşamaları vardır. Biz yaşıyoruz ama o yaşama, başka bir çeşit yaşamaya altlık, zemin teşkil etmektedir. Bu birinci olanın üstünde inşa edilen yaşamaya hayat diyoruz. Bizi esas belirleyen temeldeki yaşama değil, onun üstüne kurulan yaşamadır, yani hayattır. O hayatı sürerken, biraz önce söylediğimi tekrarlıyorum, asıl yönlendirici niyet ve iradedir. Niyet zorunlu değildir, fare ve kedi örneğinde olduğu gibi bir zorunluluk yoktur ve özü itibariyle insan hürdür. İnsan olarak kaldığı her anında insan hürdür. İnsanın insan olarak her anına bilinçlilik diyoruz. Hayvanda bilinç yoktur, kedinin kuyruğunu çektiğimizde bağırır, bireyliğinin farkına varır. Nasıl varır? Duyguyla varır, acı duygusuna kapılır. Kuyruğu çekildiğinde canı acır. Bitki de dâhil her canlının tehdit altında ilk tepkisi kaçmaktır. Zihin seviyesi ölçüsünde kaçmanın dışında tepki gösterebilir. Mantarlar gibi bazı bitkiler yapraklarını kapatırlar ve tehdit eden unsuru hapsederek zehirlerler. Hayvanlarda imkânlar daha fazladır. Çünkü hayvan bitkiye oranla farklı bir hareket tarzı vardır ki o yer değiştirmedir. Bitkide yer değiştirme hareketi yoktur. Bütün canlıların en temel özelliklerinden biri hareket ediyor olmalarıdır ama hayvanların bir hareket fazlası var, o da yer değiştirmedir ve buna bağlı olarak hayvanın bitkiden değişik tepki gösterme imkânı vardır. Bu imkânın başında kaçmadan sonra saldırma ihtimali ortaya çıkar. Saldıran hayvanın saldırmayan hayvana oranla zihin seviyesi daha yüksektir. Ne demek zihin seviyesi daha yüksektir? Zekâsı daha işler durumdadır. İşlek zekâya Türkçede Doğu ve Batı Medeniyetleri • 43 zeyreklik diyoruz, evrim basamaklarında yukarı çıktığımız ölçüde zeyrekliğin ortaya çıktığını görüyoruz. Akla benzer, yakın, aklı andıran bir zekâ kıvraklığıyla karşılaşıyoruz ama akıl gene yok. Çünkü aklın biricik ürünü vardır, o da düşüncedir ve o da insana mahsustur. İnsan düşünen bir varlıktır, düşünerek -duyarak değil- yolunu çizmesi ve bu yolunda ısrar etmesi bir bilinç göstergesidir. O bilincin temelinde, tekrar ediyorum, bir seçme imkânı vardır ve o da hür olduğunu göstermektedir. İnsan bilinçli kaldığı sürece, bitkisel hayata girmedikçe, komaya girmedikçe hürdür. Ne yaparsanız yapın, hapse atın, zincire vurun insan hür olmaya devam etmektedir. Bir tek kurtulamadığı mahkumiyet hür olmaktır. Hür olmaktan kurtulamıyoruz. Hareket kabiliyetimizi kaybedebiliriz. Türkçedeki böyle bir zengin ifade imkânı var: Serbestlikle hür olmak aynı şey değildir. Ağır hasta olabiliriz, kapımızdan bacamızdan uzak olsun, felç de olabilir insan, hareket edemez, hapsolur hareket edemez. Burada serbestlik ortadan kalkıyor ama hür olma durumu devam ediyor. Onu ortadan kaldıramıyoruz. Hür olan insan tercihinin hesabını her şeyden önce kendine vermektedir, ondan sonra da topluma vermeye başlıyor. Burada hukukun zemini hazırlanıyor, tesviye ediliyor. Hukukun zemininde, altyapısında hak ve ödev dengesini görüyoruz. Bu hak ve ödev dengesinin bir gelişme süreci vardır. En boğuk ve müphem dönemi insanların kandaş yaşadıkları dönemdir. Kandaş yaşama dönemi insanlığın ilk ortaya çıkma zamanıdır. Daha önce söylediğim gibi kadın-erkek cinsi ilişkisinin sonucunda insanın toplum yapısı ortaya çıkmaktadır ve buna aile diyoruz. Aile anne-baba ve çocuktan oluşan bir üçgen şeklindedir. Bu sebeple insanın düşünmesinde en fazla rastladığımız üçlülüktür. Felsefenin de temelinde bu yatar. Diyalektik felsefenin yöntemidir ve üçlülükten ortaya çıkar. Sav, karşı sav ve nihayet onların uzlaşması, birleşmesi anlamına gelmektedir. Dinlerde bunu görüyoruz. Hıristiyanlıkta: Ata, oğul ve Rûhulkudüs. Bizde ne kadar bir üçlü teslis yoksa da bize de sirayet etmiştir. “Allah’ın hakkı üçtür” lafı Hıristiyanlıktan mı alınmıştır, yoksa İslam’ın özünde mi vardır bilmiyorum ama böyle bir anlayış vardır. Bütün düşünmelerimizin temelinde karşıtlarla yürüyoruz. Karşıtı olmadığı takdirde 44 • Teoman Duralı bir şeyi düşünmemiz imkânsızdır. Gece olmasa gündüzü düşünemezdik, gündüz olmasa geceyi düşünemezdik. Gece-gündüz karşıtlığının sonucu olarak “gün” gerçeklikte var olmayan bir soyutlamadır. Somut bir gerçeklik değildir. Tez-antitezden doğan sentezler çoğunlukla böyledir. Bir tek canlılıkta bunun yine somut sonucunu görüyoruz. Anne-babadan çıkan yavru yahut insan için söz konusu olduğunda evlat somut bir varlıktır. Elle tutulan, gözle görülen bir varlıktır. Bu kandaş ilişki genişleyerek yürür ve genişlediği ölçüde toplumlar büyürler. Çekirdek aileden akrabalığa geçiyoruz, akrabalıktan akrabayı taallukata geçiyoruz. Akrabayı taallukattan oymağa, Arapçasıyla kabileye, oymaktan daha da geniş bir bütünlüğe, boya, aşirete intikal ediyoruz. Aşiretle boy kandaş ilişkinin en geniş çerçeveli topluluğudur. Bu çerçeve ancak şu şekilde “kavim” soyutlamasıyla aşılıyor. Aynı kandan, aynı candan gelen insanlar milleti oluşturuyor ama bu gerçeklikte varit değildir. Bu bir arzudur, dilektir. Kavim diyebileceğimiz toplumlar yoktur. Bu bir ham hayaldir. Yunancasıyla ethnicos, Fransızcada etnisite dedikleri şey aslında yok, varmış gibi kabul ediyoruz. Aynı kandan gelen insanların teşkil ettiği en geniş çerçeveli topluluk, boy yahut Arapçasıyla aşirettir. On anlamına geldiğine göre on kabileden, oymaktan oluşan bir topluluk demek olabilir. İnsanlar binlerce, on binlerce, hatta yüz binlerce yıl kabile hayatını yaşamışlardır, kandaş hayatını sürmüşlerdir. Bu kandaş kabile hayatında kurallar yaptırımlı değildir, henüz hukuk yoktur. Çünkü kabile hayatında daha sonra karşılaşacağınız çok temel bir özellikten, özel mülkiyetten yoksunuz. Aranızda konar göçer boylarda yaşamış insanlar varsa daha yakından bilirler. Ben bir süre bunu yakından izleme fırsatını buldum. Yörüklerde ve Doğu Anadolu Beritan aşiretinde doğrudan belirlenmiş özel mülkiyet yoktu. Orta Asya’da da elbisesi, donu, gömleği gibi ufak tefek şeyler kişinin kendisine ait ama bunun dışında ne var ne yoksa topluluğun malı durumundadır. Kaldıkları çadırlarla, hayvanlarla ilgili görev bölümü var. Topluluğun belirlenmiş bir yönetici sınıfı da yoktur. Çok önemli anlarda, Doğu ve Batı Medeniyetleri • 45 bunalım zamanında yahut karar aşamalarında bir araya gelen ve aralarında danıştıkları Bir ihtiyarlar, kocamışlar meclisi vardır. Bu, bütün oymak ve boylarda gördüğümüz evrensel bir özelliktir. İhtiyar; hür olan, karar verme aşamasındaki insan demektir. Hürle aynı kökten gelmektedir. Niye bazı insanlara ihtiyar denmiş? Yaşamış ve yaşarken tecrübe sahibi olmuştur. Her yaşayan tecrübe sahibi olur mu? Olur ama o tecrübelerden sonuç çıkaramaz. Bu çok önemli bir noktadır. İnsanlar arasında fark vardır, insanlar eşit değildirler. Her an söylendiği gibi eşitlik yoktur. Akıllısı, akılsızı, zekisi, geri zekâlısı vardır. Akıllı insanın öncelikli özelliği yaşadıklarından sonuç çıkarmasıdır, derleyip toparlayıp bundan bir sonuca varmaktadır. Yaşadıklarımızdan derleyip toparlayarak sonuç çıkarmamıza hüküm, yargı diyoruz. Hüküm çıkaran, hüküm verebilen kişi hakîmdir. Bugün bilge diyoruz buna ama bütün sonradan görme tabirler gibi bu da zayıf bir kavramdır. Bilge, bilmekten geliyor. Bilmek herkese mahsustur. Yaşamak için bilmek zorundasınız. Bilmiyorsanız ayakta kalamazsınız, yaşayamazsınız. Bilerek, bilgini sınayarak, yoklayarak, bilginin üstüne katlanarak bir ifadede bulunmak hükümdür. İşte bu tür kişiler hakîmdirler, hüküm verme kabiliyetine sahip kişilerdir. Hakîm hüküm verme kabiliyetine sahip olan kişidir. Yargı da yarmaktan geliyor. Bir bütün olarak görünenin yarılarak yapısının ortaya çıkarılmasıdır, yargıda bir çeşit analiz, çözümleme var. Hakîm iki olaya müdahale eder: Sağlık sorunlarına cevap götürebilir. Bu durumda bu hekimdir. Bireyler arası ilişkilerde sorunları çözmeye yönelik hükümler verir, bu durumda da hâkimdir, yargıçtır. Kandaş topluluklarda bu birbirinden farklı işlemler tek bir kişiye dayanır. Tek kişi öyle muazzam görünüyor ki olağanüstü birtakım yetiler atfediliyor ve bundan dolayı bu kişiler görmediğimiz güçlerle, ruhlarla bağlantılı kabul ediliyorlardı ve bunlara büyücü, rahip, şaman deniliyordu. Bu kişilerin toplumlarda hayat-memat üzerinde karar yetkileri vardı. Nereden biliyoruz? Çok yakın bir geçmişe değin bu topluluklar yaşamışlardır. Ben Himalaya’nın güneyinde, Borneo’da ve Yeni Gine’de bu çeşit toplulukların içinde yaşadım. Son otuz yılda onlar silindi gitti. Bir ihtimal belki Amazonlarda veya Sibirya’nın çok uzak köşele- 46 • Teoman Duralı rinde hâlâ yaşıyor olabilir. Çubuklar üzerinde inşa edilmiş kulübelerde yaşıyorlar. Bunlara İngilizcede geniş, uzun ev anlamına gelen longhouse diyorlar. Bambu çubuklarının üzerinde yer alan evlerin alt tarafı çok sulu bir zemindir, zaman zaman bataklık da olabilir. Samandan örülü duvarlar ve belli yerlerde delikler var. İçeride yemek pişirilirken duman çıkıyor ve meskenin içinde de bir hava akımı var. Harikulade bir zanaat… Zanaat meselesine de geleceğiz. Benim misafir edildiğim mesken gibi bir sürü ev var, bunların hepsi bir oba oluyor. Oymak da diyebilirsiniz. Her evde akrabayı taallukat yaşıyor. Anneler-babalar, amcalar, dayılar, teyzeler, büyük anneler, büyük babalar, torunlar, hatta daha da uzak akrabalar bulunuyor ve her uzun evin bir reisi var. Bu aynı zamanda dini bir reistir. Insanın topluluk dışında yaşaması da mümkün değildir. Nerede topluluk oluşmuşsa orada din oluşur. Fetişistlik, totemcilik, şamanlık vs. Nerede insan varsa orada din vardır. Dinle kültür, kültürle ahlâk iç içe geçmiş olaylardır. Birbirinden ayırt edilemez. Ayrı ayrı kurumlar değildir, iç içedirler. Din topluluğunun başındaki kişi topluluğun bütün ihtiyaçlarına cevap vermek mecburiyetindedir. Topluluğun hakîmidir, yani aynı zamanda hekimi ve hâkimi durumundadır. Kavga gürültü çıktığında o ayırır, o bir çözüm bulur ki kavga gürültü de hemen hemen hiçbir zaman çıkmaz. Yetişkin insanlar arasında bu akrabayı taallukat topluluklarında kavganın çıktığına hemen hemen tanık olunmamıştır. Son derece yerleşmiş gelenek görenek durumları var. Şerif Mardin bir zamanlar “mahalle baskısı” demişti. Şerif Mardin benden herhâlde yirmi yaş büyüktür, yetiştiği günlerde şehirlerde mahalleler vardı, benim yetiştiğimde de vardı mahalleler ve bu mahalle kültürü şimdi size anlattığı kabile, aşiret, akrabayı taallukat kültürüne büyük bir yakınlığı vardır. Bir kalıntısıdır, uzantısıdır ve orada da hakîm kişiler, ihtiyarlar vardır. Onlara dayı, kabadayı derler. Mahallenin kabadayıları ve kahveler o mahallenin merkezi durumundaydı. Kabadayılar kahveye gelir, orada sigarasını tellendirir. O zamanlar daha sigara yasağı çılgınlığı yoktu, her tarafta içiliyordu. Kahvelerini höpürtede höpürtede içerlerdi. Herkes dayının önünden huşu içinde, korkarak geçerdi. Dayının kavga ettiğini görmedik ama hep efsanesi dola- Doğu ve Batı Medeniyetleri • 47 şırdı. Ben iki adamın efsanesiyle büyümüşümdür. Hz. Ali’nin ve mahalle kabadayılarının efsanesi; Hz. Ali’ye zaten tanık olmamıza imkân yoktu da onların kavgalarını da doğrudan çok çok az görmüşümdür, etmeyecek ki saygınlığı olsun. Tıpkı Orta Çağ İspanya’sında Germen savaşçılarının mavi kan taşıdıklarına inanılması gibidir. Kanadıklarını kimse görmemiş, herkes gibi onların da kanı al tabii. Ama ak tenli, kuzeyli insanın derisi çok incedir, damarları ve kanları mavi gibi gözükür. Esmerleştiğiniz ölçüde o saydamlık kaybolur. Buna dayanarak bu soyluların, asilzadelerin, İspanya’yı fethetmiş Germen kökenli hâkimlerin kanlarının mavi olduğuna inanılmıştır. Böyle bir söylenti, efsane çıkmıştır. Kimse de adamların kanını görmemiş, çünkü yaralandıklarında hemen adamları etraflarını çevirirler ve halkın gözünden bunları kaçırırlardı. Kabadayılarımız da böyleydi, gözümüzde müthiş güçlü, olağanüstü, doğaüstü güçlerle bezenmiş kişilerdi. Bunların dayak yediğine veya kavga ettiğine hiç tanık olmadık. Mahallede kurallar çok sıkıydı. Bu kuralları koyan belirli bir merci yoktu. Meclis, hükümet, devlet vs. yok ama bir kurallar dizisi vardı. Nasıl oturulur, nasıl kalkılır… Büyüğünle karşılaştığında elini öpeceksin, şöyle selam vereceksin, kavga ettiğinde nelere dikkat edeceksin, kaçan, yere yıkılan adama tekme atmayacaksın... Bunlar size bahsettiğim kadim dönemlerin kavga usulleridir. Homeros’un İlyada’sında bir tabir geçer. Paris Akhilleus düşmanına “İnsan dediğin sevişirken de savaşırken de göz göze gelir” diyor. Göz göze gelinmedikçe bu iki temel insani fiil yerine getirilmez. Yaparsan ne olursun? Kalleş, kahpe olursun. Bu çok büyük bir suçlama, müthiş bir hakarettir. Akhilleus’un dile getirdiği hususu ben çocukluğumda mahalle ahlakında gördüm. Bize hep bu söylenirdi. Kavgada göz göze geleceksiniz, arkadan vurmak yahut da bir yere sığınarak, sütre gerisine sinip de oradan rakibinizin, hasmınızın haberi olmadan ona silah çekmek çok büyük bir suçtur. “Delikli demir çıktı erkeklik öldü” lafından çok önce “ok çıktı erkeklik öldü” denmiştir. Çünkü ok aynen tüfek gibi uzaktan atılan bir nesnedir ve seni görmez hasmın, halbuki mert kavgada hasımlar birbirlerini görmeli, birbirleriyle karşı karşıya gelmelidirler. Birbirlerine hile yapmaları yasaktır. Bunlar 48 • Teoman Duralı görünmez yasaklardır, bunlar belirli bir güç merkezinin koyduğu yasaklamalar değildir. Bütün topluma yaygındır ve herkes bunu uygulamakla yükümlüdür. Uygulamadın mı ne olur bilmiyoruz, böyle bir şey görülmedi. İdam mı edilir, tükürülür mü yüzüne, dayak mı yer bilmiyoruz. Yapılmaz, yok böyle bir şey. O topluluğun mensupları birbirleriyle kan bağıyla ilintilidirler ve kan bağı olan insanların birbirine sırt çevirmesi düşünülemez. Çok önemli bir noktadır. O topluluğun dışından gelen, o topluluğa mensup olmayan insandan sayılmaz. Biz burada bir topluluğuz, kan bağıyla birbirimize bağlıyız. Ben çok özendim, bu arkadaşımın gözlüğü bir yerlerde duruyor, iç ediyorum. Olmaz ama bu dışarıdan geliyor, bizim topluluğumuzdan değil, akrabamız değil, kan bağımız yok. O takdirde o gözlüğünü iç etmem bana görevdir, en basiti iç etmek zorundayım, onun dışında kafasını kesmek zorundayım. Çünkü insan değil, anlaşılıyor mu burası? Bütün kadim toplulukların adı aynı zamanda insandır. Bilmiyorum, size geçen ay söylemiş miydim, Afrika’da en yaygın boy Bantulardır. Orta Afrika’dan Güney Afrika’ya kadar yayılırlar. Bantu insan demektir. Kuzey kutup dairesinde yaşayanlar kendilerine İnuit derler. Güneylerinde yaşayan Kızılderililer din olarak Eskimo’dur. Çiğ et yemek hakaret değil. Urfa’nın çiğ köftesi dışında kimsenin çiğ et yediği yok. İnuit, İnuit dilinde insan demektir. En son moda Çingenelerin kendilerine Roman diyor olmalarıdır. Biz de artık Roman demeye başladık. Her nedense Çingene ayıp kaçmaya başladı. Roman Çingene dilinde insan demektir. Almanlar kendilerine Deutsch derler. Deutsch kadim Germen dilinde insan demektir, daha sonra halk anlamına gelmeye başladı. Bugün kelimenin o anlamı uçtu gitti. Bu gibi örnekleri çoğaltabiliriz. Nasıl ki hayvanları kesip yiyorsak, mübahsa bizden olmayan insanları kesip yememiz de mübahtır. Yamyamlığı çok garip karşılıyoruz, Borneo’da gördük, kulübelerde kafatasları asılıdır. O gördüğüm, tanıştığım, ziyaret ettiğim insanların dedeleri kırk-elli yıl önce insan avına çıkıyorlar, kestikleri kafatasları özel bir muameleyle küçültüyorlar ve asıyor. Tekniğini de anlattılar ama unuttum şimdi, öyle iğrendim ki pek de dinlemedim. Neye benziyor? Savaşta kazandığımız nişanlara, madalyaya benziyor. Barışta adam Doğu ve Batı Medeniyetleri • 49 öldürdüğünde katilsin, asılırsın, hapse gidersin. Savaşta adam öldürdüğünde kahramansın. Hatta İkinci Dünya Savaşında düşürdüğü uçak kadar uçaklara çentik koyarlardı ve onlar büyük yiğitlerdi. Düşman uçaklarını düşürdü. Düşman uçağı dediğinin içinde kim vardı? İnsan vardı. Adamın evladı, oğlu vardı. Bu da böyle, kafataslarını şimdi kulübelere asmışlar, eskiden bellerine bağlayarak dolaşırlarmış, aynen askerlerin nişanlarını göğüslerine takmalarına benzer. Bize çok aykırı geliyor bugün. Çevremizdeki katliamlar, diri diri adam yakmalar vs. aslında ne kadar bize aykırı gelse de çok olağandı. Benim topluluğumdan olmayanı insan yerine koymuyorum, koyun, tavuk gibi kesiyorum. Bundan haklıdırlar dediğimi sanmayın, size ne kadar korkunç geliyorsa bana da o kadar korkunç geliyor ama biz artık o tarih çizgisinin dışına çıkmışız. Kandaş ilişkiler kültürünün dışındayız. Tamamıyla mı dışındayız? Ona da gene şüpheyle yaklaşalım. Gene yakınımızı, kardeşimizi, akrabamızı kayırmıyor muyuz? Kayırıyoruz. Kardeşimiz, akrabamız geldiğinde iş istediğinde buna layık mıdır, değil midir diye pek sormuyoruz, sorgulamıyoruz. İster istemez onu bir yere yerleştiriyoruz. Hatta bu kandaş ilişkileri onlarmış gibi kabul ettiğimiz başka çerçevelerde değerlendirmeye başladık. Tarikat, mezhep, okul vs. Ağabeyim Galatasaray çıkışlıydı, ömrü boyunca Galatasaray’dan gelenlere başka türlü davranırdı. Şaşardık. Sormazdı yahu sen buna layık mısın, değil misin diye. Günahı boynuna, kolunu tutar, nereye istiyorsa gücünün yettiği yere koyardı. Nedir? Çünkü Galatasaray Lisesi çıkışlıdır. Robert Kolej’de olsaydı herhâlde onu kayırırdı, Kuleli çıkışlı olsaydı belki onu kayırırdı. Bu kandaş ilişki dokusu bu tür okul, mezhep, tarikat dayanışması şeklinde hâlâ görülebiliyor. Buyurun efendim. SALONDAN- İbn Haldun’un “asabiye”si… TEOMAN DURALI- Asabiye, evet. İnsanlığı baş aşağı çeviren olay devletin kurulmasıdır. Devletin kurulmasıyla insanlığın bu durumu tam olmasa da neredeyse ortadan kalktı. Devlet tarihin çok geç bir döneminde ortaya çıkmıştır ve çıktıktan sonra da hemen bütün dünyada yaygın hâle gelmemiştir. Pek az yerde ayrık otu gibi belirmiştir. Devletleşme tarihte ilk defa 50 • Teoman Duralı 18. yüzyılda Avrasya’da, Asya ve Avrupa’nın belli kesimlerinde yaygınlaşmıştır. Mesela, hiçbir zaman devletin ortaya çıkmadığı yöreler var. Avustralya, Okyanusya, Afrika’nın çok büyük bir bölümü, Amerika’nın çok önemli bir yöresinde devlet hiç olmamıştır. Bu kıta bütünlüğünde de devletlerin artması, yoğunlaşması ancak Doğu Asya, Güney Asya ve Avrupa’dadır. Şu çok geniş alan Asya olmakla birlikte devlet dediğimiz yapılanmaya hiçbir zaman girmemiştir, hep bunun dışında kalmıştır. O bakımdan devletleşmemişlik kültürü günümüze değin büyük bir blok hâlinde üstümüze geliyor. Günümüzde devletleşme ve devletleşmeme çekişmesi son muharebesini vermektedir ve bütün bu vahşetler, kan dökücülükler devletleşmeye karşı bir tepki olarak karşımıza çıkmaktadır. Devletleşmekten kastımız medeniyettir. Medeniyeti devletleşme olarak almak zorundayız. Zaten kelime kökü olarak medeniyet “medine”den gelmektedir ve medine devlet demektir. Yunancada “polis”, Latincede “civis” kökünden Fransızcada “civilisation” olarak ortaya çıkan bir kelimedir. Fransızca Latince artığı bir dil olmasından ötürü Latince sözleri işleyerek iş görmüştür. Civis Fransızcada cite olmuştur ve ondan civilisation türetilmiştir. Bizde de, demin dediğim gibi, Medine’den medeniyet sözü türetilmiştir. Çok yeni bir olay olması sindirilmemesinin başlıca sebebidir. İnsanlığın büyük bir bölümü bunu henüz sindirmiş değil ve günümüzün en önemli sorunudur. En önemli çalışma alanı nedir diye sorarsanız kültür ve medeniyet tarihidir derim. Bu, bizi insan olarak açıklamakla, izah etmekle yükümlü olan bir araştırma alanıdır ve bunu bilmiyorsak, bununla bağlantı kurmuyorsak insanlığımızı eksik görüyoruz demektir. Bunun içine insanlığın en önemli unsurları da girmektedir. Şimdiye kadar anlattıklarımın dışında medeniyet tarihi aynı zamanda savaşma tarihini de bize vermektedir. Savaş değil, özellikle savaşma diyorum. Savaşma bir sanattır, tekniktir. Bunu da medeniyet tarihinin içinde bulmaktayız. Kültürde üç temel unsur vardır. Bunlar olmadan kültürü anlamak ve anlatmak imkânsızdır. Zanaat, din ve dil. Zanaattan, teknikten yoksun, dini olmayan, dilsiz toplum, kültür düşünülemez. İnsan matematik bir kesinlikle dünyaya geldikten sonra Doğu ve Batı Medeniyetleri • 51 tek başına varlığını sürdüremez. Kurdun emzirdiği yalan ve efsanedir, insan mutlaka bir topluluğun içinde dünyaya gelmek zorundadır. Onu ilk karşılayan rahminde taşıyan annedir, sonra da onun mürebbiyeliğinden faydalandıracaktır. Anne ya da onun yerini tutan biri olması lazım ama mutlaka bir insan olacak, bir toplumun içine girecek ve toplumun içinde büyüyecek. Belli bir yaşa, mesela otuzunuza gelmişsiniz, geminiz batmış, adaya çıkmışsınız, Robinson Crusoe gibi yaşarsınız. Siz zaten toplumun içinde büyümüşsünüz, eğitim görmüşsünüz. Gördüğünüz eğitime uygun olarak orada bir yaşama ortamı inşa edersiniz. O ayrı bir konu ama dünyaya gelirken şart olan toplumun içinde bulunmaktır. Oradan nemanızı alıyorsunuz, büyüme, yaşama imkânını elde ediyorsunuz. Yaşarken hayatınızı sürdürmek üzere birtakım işlemlere girişiyorsunuz. İşlemlerinizin hammaddesini doğadan alıyorsunuz ve onu ihtiyaçlarınızın taleplerine göre tercüme ediyorsunuz. Buna teknik, zanaat diyoruz. Doğadan aldığınız maddeler tekniğinizin, zanaatınızın hammaddesidir, malzemesidir. Bunları ihtiyaçlarınıza cevap verecek şekilde biçimlendiriyorsunuz. Bunu yapmak zorundasınız, başka türlü hayatta kalamazsınız. Yemeğinizi pişireceksiniz mutlaka, onun için ateşe ihtiyaç var. Çok uzun süre insan ateş yakmasını bilemedi. Hazır ateşleri kullandı. Bu bakımdan ateş, Türkçe dâhil bütün kadim dillerde çok önemli bir yer işgal eder. Ateşi biz Farsçadan aldık, Türkçesi “od”dur ve od Türkçedeki birçok kelimenin kökünü teşkil eder. Orta, oda, ordu, otağ… Etimoloji çok zor bir bilimdir. Ordu, oda “od”dan nasıl çıkar diye sormayın, çok alengirli bir tekniği vardır ama çıktığı ortadadır, biliyoruz. Toplumun etrafında birleştiği bir odak olduğu için od “orta” anlamını taşır. Odak da oddan (ateşten) gelmektedir. Bir başka olağanüstü önemli söz Türkçede ocaktır. Ateşin yakıldığı, hem de barınılan yer anlamına gelir. Topluluk mensuplarının birbirleriyle bağ kurdukları, birlikte yaşadıkları kutsal bir yerdir. Çok önemli hayati önem taşıyan olaylar ve yerler kutsallık kazanmıştır. İşte ocak da kutsaldır. Kutsal olan bir başka nesne ağaçtır. Göğe doğru gittiğinden ve gökte yücelik kavrayışının temelini teşkil ettiğinden ötürü ağaç yükselmek 52 • Teoman Duralı anlamındadır. Ağaç “ağmak” fiilinden gelir; ruh ağar ve yukarı çıkar. İnsanlar ruhu duman olarak düşünürler, duman göğe doğru yükselir. Ağaç ve duman iç içe kabul edilen kutsal varlıklardır. O yükselen dumanı tekrar yeryüzüne indiren ve ilişkileri dumanın yönergeleri, talimatları çerçevesinde ayarlayan olağanüstü hakîm Moğolcada “şaman”, Türkçede “kam”dır. Olağanüstü bir güce sahiptir. Ne yapar? Görünmez güçlerle, kudretlerle bağlantı kurup onlardan talimat alır. Kamın sonraki adı peygamberdir. Talimat, vahiy alıyor. Dil üstünde fazla bir şey söylememe lüzum yok, kendinden belli olan bir şeydir. Çünkü bütün işlemlerimizi dille yürütmekteyiz ve dille yürütmek zorundayız. Bütün iletişimimizi onunla uyguluyoruz ve dil çok belirgin bir biçimde evrim sonucu değildir. Hayvanların bağırtısı, çağırtısı, anırması yahut böğürmesi, kişnemesi dilin aslını teşkil etmemektedir. Dilin nereden nasıl çıkmış olabileceği konusunu önümüzdeki derste konuşalım. Sorularınız varsa buyurun. SALONDAN- Hocam, günümüzde dünya üzerinde devletleşmemiş coğrafyalar var mı? TEOMAN DURALI- Yok. SALONDAN- Peki, günümüzde dökülen kanların, yapılan savaşların devletleşme ve devletleşmeme üzerinden olduğunu söylemiştiniz… TEOMAN DURALI- Evet. SALONDAN- Mesela, direkt Orta Doğu aklıma geliyor benim, bağdaştırabilir miyim, yoksa Orta Doğu’da olan olaylar çok farklı siyasi içerikli şeyler mi? TEOMAN DURALI- İlgi çekici bir şey, az bir zaman önce Pakistan’daydım. Orada bana bu soru soruldu. İslamabad’da “Savaşlar ne zaman biter?” denildi, “Büyük ihtimalle devletler ortadan kalktığında.” dedim. Aslında ben dehamı konuşturmuş değilim, Karl Marx’ın sözünü aktardım. Karl Marx, vahiy alarak söylemiş değil, çok mantıklı bir şey söylüyor: “Devlet ortada olduğu sürece, yani yeryüzü tek bir devlet olmadıkça savaş sürecektir.” Doğu ve Batı Medeniyetleri • 53 Savaş devletler arasındaki kavgaya denir. Kavga ortadan kalkar mı? Kalkmaz, kavgalar devam eder. Hiç olmazsa mahalle kavgaları olur, zenginlerle fakirler arasında kavga olur ama savaş çok belirgin bir kavga türüdür, devletler arasında olur ve savaşın ucu felsefeye dayanır. Savaş ve savaşma sanatı felsefeyle birlikte başlamıştır. Felsefeden önce ise kavga vardı. Arapçada sevkülceyş denilen strategeia savaş sanatıdır. Bu oldum olası var olan bir şey değildir, çok belirgin bir dönemde başlamıştır. Aristoteles, İskender’i yetiştirmek üzere Makedonya’ya gittiğinde Mieza denilen bir şehirde ilk defa harp akademisini kurar ve orada sadece İskender’i değil Makedon ordusunun kurmaylarını yetiştirir. Onların daha sonra tatbik ettiği yöntem savaşı getirmiştir. Bu anlamdaki ilk savaş Makedonya’yla Persler arasında cereyan etmiştir. Persler çok daha kalabalık olmalarına rağmen Kuzeybatı Anadolu’da yenilmişlerdir. İskender mucizevi devletini kurar. Bu kadar geniş topraklara sahip ilk devlettir ve bu savaşma sanatı sonra Romalılara miras kalır. Şu hâlde sorunuzun cevabı devlete yapışıktır, devletler var oldukça savaş devam edecektir. Savaşı ortadan kaldırmak için de zaten Avrupa Birliğini kurmuşlardır. Öteden beri Avrupa devletleri birbirleriyle çekişme hâlindedir. Bunu ortadan kaldırmaya yönelik olarak bu birlik kurulmuştur. Tutar mı tutmaz mı tabii o belli değil. SALONDAN- İsmail Kara Hocamız da geçen hafta buradaydı. Sizin de, onun da temel iddiası aslında Yeni Çağ din dışı Batı Avrupa medeniyetine alternatif olabilecek tek medeniyetin kuvve hâlinde olan İslam medeniyeti olduğu. TEOMAN DURALI- Evet. SALONDAN- Balkanlar’ı ve Endülüs’ü hariçte bırakırsak Anadolu, Mısır, Suudi Arabîstan, Lübnan, şu andaki siyasi ortamıyla bizim memleketimiz dâhil olmak üzere, İslam’ın Medine’den, Mekke’den çıkarak yayıldığı coğrafyalardaki Müslüman devletlerin vaziyetine göz atarsak bir gün uyanacağını iddia ettiğimiz kuvve hâlindeki medeniyetin herhangi bir kımıltısını, canlanmaya yüz tutan bir damarını görüyor musunuz? Yani sizce bu topraklardan yeniden bir İslam medeniyetinin ortaya çıkabileceği bir ateş, bir 54 • Teoman Duralı kıvılcım var mı? Bu birinci sorumdu, ikincisi de, siz sürekli tekrar ediyorsunuz ve zikrediyorsunuz, İslam medeniyetinin sermayedense emekten yana olduğunu… TEOMAN DURALI- Medeniyet değil sadece, din olarak İslam emek esaslıdır, temellidir. Emeği çekip attığında o dinin lüzumu kalmıyor. SALONDAN- Evet, “İnsana kendi emeğinden başkası yoktur.” TEOMAN DURALI- Evet, aynen bu. SALONDAN- Ama çok enteresandır ki ve çok trajiktir ki emeği belki sistematize eden, emek üzerinden bir teori inşa eden sosyalizm ve komünizm -ki düstur olarak maddeci ve mekânikçidir- İslam’a ontolojik olarak terstir. Fakat kapitalizm de bir o kadar terstir. Çünkü o da maddeci ve mekâniktir. Fakat İslam coğrafyasındaki hemen hemen bütün devletler ve umumiyetle insanlar niyeyse kapitalizme ve sermayeye daha yakın vaziyetteler. Ahlâk meselesine geldiğimiz zaman çok enteresandır ki yine kadının üzerinde, yani kadının kılığı kıyafeti üzerinde bir odaklanma söz konusudur. Fakat en temel mesele olduğunu söylediğiniz emek meselesi üzerinde hiçbir kımıldanma yahut bir hareketlenme yoktur. Siz bunu nasıl yorumluyorsunuz? Teşekkür ederim. TEOMAN DURALI- Rica ederim. Çağdaş medeniyet kolaycıdır, kolaya kaçar. Zor olan emeğe saygıdır. Emeğe saygı gösterdin mi sömürüyü durdurmak zorundasın ki bu dünyada herhâlde bundan daha zor bir iş yoktur. Sömürüyü ortadan kaldırmak, durdurmak insanın kendisiyle başlar. İhtiyaç duymadığım emtiaya el atmamam, göz çevirmemem gerekir. Buna İslam haram demektedir. Harama el ve göz atmamak kadar zor hiçbir şey ben tanımadım. Siz tanıdıysanız söyleyin bana, hayatımda buna yönelmeme konusunda ben kendi hesabıma müthiş bir zorluk çekmişimdir. Babamdan dayak yediğimden ötürü evden kaçtığımda on iki yaşındaydım. Bütün bir gece dışarıda kaldım. Soğuk bir Aralık gecesi Ankara’da Güvenpark’ta saklana saklana geçirdim geceyi korkuyla. Sabah ağabeyimin bulunabileceği, gelebileceği Doğu ve Batı Medeniyetleri • 55 bir yere doğru gidiyorum, beni görsün de çağırsın yanına diye. Benden çok büyük rahmetli ağabeyim… Bir bakkalın önünden geçiyordum ve o zamanlar Türkiye’de şişe süt yeni yeni sadece Atatürk Orman Çiftliği’nden geliyordu. Böyle kasalar hâlinde yığmışlar bakkalın önüne şişeleri, adam çıkıyor, kasayı alıp içeri götürüyor. O şişenin müthiş bir cazibesi vardı. Dün gece soğukta aç biilaç dolaşmışım. Durdurulamayacak bir şekilde elim uzandı şişeye, gören kimse yok, şişeyi aldım, yürümeye başladım. Sonra durdum, döndüm, adam yine geliyor. İşte o kasaları kaldırıp içeri götürüyor. Biraz saklandım, adam gene içeri girip de beni göremeyeceği bir durumda şişeyi yerine koydum. Hırsızlık senin olmayan bir şeyi almandır. Nedir? Haramdır. Beni ona icbar eden, o şişeyi yeniden yerine koymaya mecbur eden herhangi bir dış kuvvet yoktu. Tam tersine onu oradan alıp lıkır lıkır içmek, benim fizyolojik ihtiyacımı gidermeye yönelik. Alınan bir terbiye var. İsterseniz Şerif Mardin gibi “mahalle baskısı” deyin. Fizyolojik ihtiyacım o aldığım terbiyeyi bastıramadı. Bu terbiyenin esası nedir? Bunun üzerine çok tartışmışızdır. Bildim bileli bunun kavgasını vermişimdir. Ben bunun kökünü, kökenini dinde buldum. Dindar olmayan, alenen dinsiz olduğunu tebliğ eden adamlar tanıdım. Hiç işitmemişsinizdir, yeraltı Komünist Partisi mensupları eski tüfekler vardır. Arkadaşımın babası mesela öyleydi, hayatımda tanıdığım en ahlaklı adamlardan biridir. Ömrünce gözünü harama çevirmemiş, elini harama atmamış bir adamdır ama komünistti, tanrıtanımazdı, alenen dinle ilgisi yoktu. Nerede yetişti bu adam ve o adamlar? Mesela, bir başkasını bilmem işittiniz mi? Doktor Hikmet Kıvılcımlı ahlaklı, efendi, dürüst, müstesna bir adamdı. Bana kendini yüksekten at desin, ideolojisine inanmasam da atlarım. Onunla da, Cemil Meriç’le de ahlâkın kökeni ile ilgili tartışmışımdır. Cemil Meriç de fazla sıkı bir ahlâka sahip, müthiş tutarlı bir adamdı. O yüzden siyasete hiç el vermedi. O kadar tutarlıydı ki esnekliği yok adamın, siyaset yapmanız için biraz, hatta bayağı esnek olacaksınız. Beni bir tarihte müsteşar tayin ettiler. İki hafta kalabildim, ikinci haftanın sonunda istifa ettim. Çünkü müthiş bir kavga çıktı. Bakan duruyor orada, elini öpmek için bilmem kaç metre kuyruk var ve 56 • Teoman Duralı ben bunu seyrediyordum. Midem bulandı, dinin temel ilkesine aykırı kulun kula kulluk etmesi, olacak iş değil. Şimdi bu neye tercüme edildi? İnsan insana köle olamaz, hizmet edemez. Temelinde ne var? Kulun kula kulluk etmemesi. Kimin kölesidir her insan? Allah’ın. Nerede bu Allah? Elini şakağına dayamış elinde asasıyla duran bir varlık mıdır? Yok. Sömürmesi mümkün mü? Mümkün değil. Sömürme için somut bir varlığa ihtiyacımız var; dini böyle almak lazım. Mutlak dindar olmak kadar korkunç bir felaket düşünemiyorum. Düşünebiliyorsanız söyleyin, beni her an gözetiyor, bana şahdamarımdan yakın, hissetmediklerimi, hisseder gibi olduklarımı biliyor. İşte, o şişeyi aldım, içeyim, kimse görmüyor. Bunu Hikmet Kıvılcımlı’ya ve arkadaşımın babası Hamdi Bey’e söyledim. Bu ortamda, burada yetiştiniz, istediğiniz kadar inkâr edin, hiçbir şey yazmaz. Bunun yoğun etkisini hissetmişsin, bununla büyümüşsün. Bu etkiyi aldığın vakit üstünden çıkması mümkün değil. İnsanın canı çıkar huyu çıkmaz. Onların çocukları da o ahlâk düzeninde yetişmişler. Torunları farklı olabilir. Bugünkü ortam torunların ortamıdır, anlatabiliyor muyum? Gittikçe yaygınlaşıyor. Ben mesela, ömrüm boyunca babadan aldığım bir terbiyeden dolayı gösterişten nefret ederim, tiksinirim. Sabah 11:00’de yola çıkıyorsun, ortalık birbirinden lüks arabalardan geçilmiyor. Geçende bir araba galerisinin önünden geçiyordum, Jaguar vardı. Laf olsun torba dolsun diye adama fiyatını sordum. “Alacak mısın?” dedi. “Bakalım, belki alırım” dedim. Böyle süzdü, bir milyon şu kadar yüz bin dedi. “Ama o 2014 model, ben 2015’ini arıyorum.” dedim. “Daha gelmedi, gelecek sene için ısmarla.” dedi. Kim alıyor bunları, nasıl alıyorlar, nereden geliyor bu zenginlik? Türkiye ne üretiyor, dünya çapında hangi markan var ki, böyle bir servet edinebilesin? Anlatabiliyor muyum? Bütün bunları sorduğunuz sorunun cevabındaki doku tutarsızlıkları açısından anlatıyorum. Peygamber’in harikulade bir sözü var. İşte her şeyin cevabı aslında o: “Utanmadıktan sonra ne yaparsan yap.” İnsan olmanın temel nirengi noktası utanmaktır. Bu utanmayı biz eğitimle alıyoruz. O eğitimi eken medeniyet tarzındır. Medeniyet tarzının temelinde de ya din ya da ideoloji vardır. Yeni Çağ’da, yani 18. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren di- Doğu ve Batı Medeniyetleri • 57 nin yerini alan ideolojidir. İlk ideoloji de sermayeciliktir, kapitalizmdir. İnsan elinden çıkmadır. Dine inanmayabilirsin, bu da bir sosyolojik olaydır dersin ama önemli değil, dinin temel iddiası insan elinden çıkmış olmamaktır. Bütün dinler için bu böyledir. Fetişist, totemci, şaman, Budacı, Şinto ol, bilakaydüşart dinlerin hiçbiri insan elinden çıkmamıştır. Hepsinin temel iddiası insanüstü güçler veya bir güçtür. Budacılık gibi din tanrısız olabilir, önemli olan insana bir yaptırımı uygulayabilmesi için manevi bir tarafının olmasıdır. Bütün dinler maneviyatçıdırlar. Dinin manası, görünenlerin ötesinde, görünenleri idare eden bir kudretin varlığıdır. O tek bir kudret ya da dağınık, belirsiz, müphem olabilir. Ama bütün var olanları, görünenleri yönlendiren ve yöneten manasında bir kudret ya da kudretler vardır. Dinlerin temel işi, adaleti sağlamaktır. Bunda en belirgin iddiayla gelen de İslam’dır. Zaten böyle bir temel iddiası olmasa gelmezdi, gelmesine lüzum yoktu. Öbürlerindeki adalet zaafını, eksiğini kapatmaya, yok etmeye geliyor. Adaletin sakatlandığı en önemli nokta, arabanın tekerini kıran çukur sömürüdür. Bu iktisatta da, kadın-erkek ilişkilerinde de böyledir. Eşitlikten bahsetmiyorum size, eşitliğin olduğu yerde adalet olmaz zaten, adaletin olduğu yerde de eşitlik yoktur. Eşitlik bir matematikte, bir de hukukta vardır. Yani bütün gün esrar çekip yan gelip yatanla bir Einstein’ı aynı kefeye koyamazsınız. Ama o esrar çeken, bütün gün yan gelip yatan adamı da yaşatmak mecburiyetindesin. Esrar çekiyor diye adama iğne vurup tahtalıköye gönderme hakkına sahip değiliz. Onun insanca yaşamasını ve mümkünse o iptiladan kurtulması için birtakım şeylerin yapılması lazım ama tekrar ediyorum, ikisini aynı kefeye koyduğun takdirde, işte orada zulüm başlar. Birisinin olağanüstü yararı var, öbürünün hiçbir yararı yok ama o yararı olmayan da öbürü kadar olmasa bile insanca yaşama hakkına sahiptir. İnsanlığa, topluma olan yararı göz önünde tutmak mecburiyetindeyiz. Aldatma, kandırma, kazıklama, kaba güç kullanma oranını değil, insanlığa ne verebiliyor, onun hesabını çıkarmak lazım. İşte orada adalet karşımıza çıkmaktadır. SALONDAN- Medeniyet tarihi bakımından, mesela hapse atılma cezası ilk nerede uygulanmıştır? 58 • Teoman Duralı TEOMAN DURALI- İdam da hapse atma olayı da hukuk ortaya çıktıktan sonra, yani devlet kurulduktan sonra ortaya çıkıyor. Devlet öncesi hukuk olmadığında cezalar keyfi olarak verilmektedir. Hukukla beraber bir kurallar çizelgesi çıkmıştır ve o kurallara uyanlar sevaptadır, uymayanlar günahtadır. Günahların da cezası vardır. İşte ilk kanun çıkaran kişi olarak Hammurabi’nin “Kanunname”sini biliyoruz. Belki de ilk değildir ama bugün hâlâ elimizde olan Kanunname’den dolayı ilk olarak onu anıyoruz. Medeniyet olarak bu kuvveden fiile geçer mi? Bunu bilmiyorum, müneccim değilim. Bu bir deprem gibi bir anda bir bakarsın müthiş bir altüst hadisesiyle ortaya çıkabilir. Benim Çağdaş İngiliz Yahudi Medeniyeti diye adlandırdığım günümüzün dünya çapındaki medeniyetine karşı bir memnuniyetsizlik bütün dünyada var ama onu alt etme imkânına sahip değiliz. Çünkü insanları çok güçlü ve en çok zaaflarının olduğu bir noktadan, göbek-bel altından yakalamış. Orayı besliyor, oraya hitap ediyor, orayı okşuyor. 1996 yılında Türkmenistan’da bir arabaya binmiştim, seksen yaşlarında bir ihtiyarla gidiyoruz Aşkabad’da, dedim ki: “Siz bütün Sovyet dönemlerini, Stalin, Kruşçev, Brejnev ve Gorbaçov dönemlerini yaşadınız. Bunlar içinde hangisi en iyisidir?” Hiç tereddütsüz “Stalin” dedi. Nasıl olur, niye? “Stalin devrinde günün her saatinde sokağa çıkabiliyorduk, kimse bize dokunamıyordu. Ailece karımla, çocuklarımla gece-gündüz, yediğimiz önümüzde yemediğimiz arkamızda -o biraz mübalağalı ya neyse, yedikleri var, aç değiller ama yedikleri önünde yemedikleri arkada olması mümkün değil- çocuklarımız okulda, hastalandığımızda hastanemiz var” dedi. “Peki, hürriyet” dedim. “O intelijansiyanın çöreğidir” dedi. Yani aydınların ekmeği, çörek Türkmenistan’da ekmek olarak geçiyor. Çok ilgi çekici bir laf, “Hürriyet aydınların ekmeği” dedi. Yani benim ne alakam var, ben ailemi geçindirmekle meşgulüm, yiyoruz, içiyoruz, sağlığımız, okulumuz, vs. Bu kapitalizm ve onun dayandığı maddiyatçılıkla ilgilidir. Maddecilikle maddiyatçılık ayrı şeylerdir, karıştırılmaması lazım. Maddecilik felsefi bir terimdir ve maddeci olup da pekâlâ idealist olabilirsin. Bu bakımdan komünizm idealisttir, hiç olmazsa başlangıç safhasındaki adamlar idealisttiler. Türkçeye tercüme edersek biraz Doğu ve Batı Medeniyetleri • 59 yanlış anlamalara götürür ama buna “ülkücü” diyoruz, bir ülküye bağlıydı bu insanlar, koşa koşa ölüme gidiyorlardı. Bir insanlık ideali vardı. Benimseriz benimsemeyiz, severiz sevmeyiz ama bir idealdir bu. Maddiyat ise tamamıyla insanın beşeri, hayvani taraflarını doyurmaya, karşılamaya yöneliktir. Gayet tabii, onları doyurmakla başlıyoruz. Nefis bir ibare vardır İncil’de: “İnsan sadece ekmekle yaşayamaz.” Hz. İsa’ya atfedilen bir başka ibare, müthiş bir beddua daha vardır İncil’de: “Alın teriyle sulanmamış hamurdan pişmiş ekmek boğazına düğümlensin.” İşte dinin manası budur. Alın teriyle sulanmamış hamurdan pişmiş ekmek boğazında kalsın. Aman Allah’ım, kapitalizm nasıl oradan çıkmıştır anlayamıyorum. Avrupa’da Hıristiyan kalarak zaten kapitalizmi çıkaramazlardı, dikkatinizi çekerim. Hıristiyanlığı yıktılar, Protestanlığı inşa ettiler. Başka bir ibarede: “Zenginin cennete girmesi devenin iğne deliğinden geçmesinden zordur” diyor. Şimdi tekrar sorunuza geleceğim. Bilmiyorum, çıkarsa nerede çıkar? Benim tahminim, belki de dilek çapında tahminime göre, Türkiye’den çıkabilir. Türkiye’nin başına örülen bütün çoraplar bu yüzdendir. Bir türlü başımızı çıkarmamızı istemiyorlar. Bu Osmanlı Devleti’nin yıkılma merhalesinden günümüze değin sürmüş bir süreçtir. Hiçbir vakit yekinmemize, silkinmemize imkân tanımıyorlar. Çünkü, dile kolay, son 1000 yıllık sürede iyi veya kötü İslam âlemini, medeniyetini sürdürmüş bir tarihe sahiptir Türkler ve bunu hiçbir zaman milliyetçiliğe sığınarak yapmamışlardır. Burada çok önemli bir nokta var, çünkü milliyetçiliğe sığındığınız yahut girdiğiniz anda her şeyi bölersiniz, yıkarsınız. Çok ince bir siyaset uygulanmıştır. Selçuklu da bunu yapmıştır ama özellikle Osmanlı bunu böyle götürmüştür. SALONDAN- Kuvveden fiile çıkar mı diye sormadım, gaybı yalnızca Allah bilir. Sizden bir kehanet beklemedim. Sadece sizden almak istediğim cevap şu: Siz hâlihazırda kuvveden fiile çıkabileceğine dair bir belirti görüyor musunuz? Türkiye’den çıkabileceğini söylediniz, hâlihazırda bir belirti görüyor musunuz? Yani yaşadığınız dönem itibariyle baktığınız zaman bir gelişme mi var, tam tersi bir vaziyet mi var? 60 • Teoman Duralı TEOMAN DURALI- Bir gelişme var, çok zor bir doğum var. Anne bas bas bağırıyor, kıvır kıvır kıvranıyor ve belki buna bir sezaryen gerekir ama sezaryeni uygulayacak kişi yok, bir önder yok, bir kadro yok. Bugün coğrafyamızda, çevremizde, ülkemizde ve çevremizde cereyan eden olaylar bir doğumun habercisi ama doğacak mı, doğmayacak mı bilmiyorum. Yani düşük yapma ihtimali doğurmaktan daha fazla, öyle gözüküyor bana ama o sancı var. Hem de çok belirgin bir biçimde yeri göğü birbirine katıyor. Bugün bütün sermaye dünyasını sarmış olan İslam düşmanlığının arkasında bu çekince ve endişe var. Böyle bir doğum olabilir endişesi, bu yeni de değil, onu da söylüyorum. Aşağı yukarı 100 yıldır çekilen bir sancıdır. Araya başka sancılar girdi, örttü. Yani en önemli sancı olarak nasyonal sosyalizm çıkmıştır. Komünizmi ben hesaba katmıyorum, sermaye dünyasına ve çağdaş medeniyete en önemli meydan okuma nasyonal sosyalizmden gelmiştir. O arada İslam biraz üstü örtülmüş, o endişe geri plana itilmiş, nasyonal sosyalizm çökertildikten sonra, topyekûn götürüldükten sonra yeniden bu tehlikeye işaret edilmeye başlanmıştır, yeniden buraya yönelinmiştir. Benim gençliğimde, çocukluğumda, Ellili, Altmışlı yıllarda İslam tehlikesi öyle belirgin bir biçimde yoktu ortalıklarda, ortaya çıkışı Seksenlerin başlarına geri gider. Daha bu tehlike kendini somut bir biçimde kendini göstermeden sürekli böyle bir dikkat ve endişe vardır. Bu hortlar mı? Zaten o zamanlar İslam demeye kimse cesaret edemiyordu, İslam’ın adı irticaaydı. Hep irtica üzerinden götürülüyordu. Kelimeler yerlerini başkalarına bırakabilirler zaman zaman üstünü örtme babında, şimdi hat safhaya çıktı bu endişe, bu korku. Buradan yeni bir yere gelinir mi, gelinmez mi? Doğum olabilir, hilkat garibesi çıkar. İslam adına İslam’la ilgisi olmayan bir yaratık ortaya çıkabilir. Çıkma emaresini gösteriyor. Adam yakıyor mesela, bu İslam’da olmayacak bir şey, böyle bir şey yok. Bütün dikkatini en olmayacak bir nokta üzerinde, kadın üstünde teksif ediyor. Niye? Çok acayip bir şey bu, bütün oraya yığılıyor bütün işlemler. O beni çok işkillendiriyor, bu dışarıdan mı yönlendiriliyor, yönetiliyor endişesi var bende, yani kendinden çıkmıyor da başka kanallar açalım da yolundan, mecrasından akmasın… Doğu ve Batı Medeniyetleri • 61 Bu tahminimin çok da yanlış olmayacağı kanaatindeyim. Her ne kadar istihbaratçı filan değilsem de felsefeci olduğunuz takdirde istihbarat ihtiyacınız yok, gerçekliği aklınızla kavrıyorsunuz. Böyle bir ukalalığı vardır felsefenin, buyurun hanımefendi. SALONDAN- Ben de teşekkür ediyorum, çok istifade ettik Hocam. Kendi iç disiplinimi oluştururken veya çocuklarıma bir iç disiplin kazandırmaya çalışırken yaratıcının Basir, Semi, Halîm sıfatlarından yararlandım şahsen ve bu esnada mahalle baskısının da yemekteki tuz miktarı kadar faydasını gördüm gerek kendimde, gerek çocuklarımda. Fakat şu anda mahalle baskısı denilen şey, mahalle kalmadı. Metropoldeyiz, o bitti gibi bir şey. Şahsen ben düşünüyorum, hani torunlarım adına bu yemekteki tuz mesabesinde olmasına inandığım baskı ortadan kalkacak, çocuklar nasıl tamamlayacaklar birtakım boşlukları? Artı bir de şunu merak ediyorum aslında, mahalle baskısının kalkmasında insanların kendisini hür değil de serbest hissetmesinin bir katkısı var mıdır? Ayırdınız hürriyet ve serbestliği farklı şeyler diye. Teşekkür ederim. TEOMAN DURALI- Rica ederim. Var, sondan başlayayım. Tabii şimdi mahalle, köy, yani yakın ilişkiler yumağı öylesine karar verici bir mercidir ki hayatımızda, çünkü biz ailemiz tarafından veya ailenin yerini tutan topluluk tarafından eğitiliyoruz. Çok yanlış bir anlamı var, okul eğitim vermez, öğretim verir. Öğretim vardır okulda, eğitimi biz aileden, anne-baba ocağından alırız. Mahalle ortadan kalktığı gibi aileler de ortadan kalkıyor. Ben talebelerimde görüyorum, parçalanmış aile fevkalade çoktur son yıllarda, böyle olunca eğitim alamıyorsunuz, eğitilemiyorsunuz, terbiye görmüyor insanlar. Burada artık kişilere bir şey düşüyor. Yani merkezi otorite ortadan kalktığına göre kendini dindar, Müslüman gören insanların bu boşluğu bir iltizam olarak doldurmaları lazım. Günümüzde aile varlığını sürdürmek çok zor bir iş, bir fedakârlık gerektirmektedir ve en önemli yönümüz fedakârlığa girmemektir, fedakârlıktan kaçmaktır. Bu kolayımıza geliyor. Başta söylediğim gibi, dinin en önemli yanı sömürüyü ortadan kaldırmak, adaleti sağlamak ve bunun gerektirdiği fedakârlıktır. 62 • Teoman Duralı Bunlar yapılmadan ben dindarım, şu dindenim, bu dindenim demek boş laflardır. O bakımdan sosyolojik bir olay olarak mahalle dağılıyor, ailenin dağılması gibi mahalle kalmadı. Ne yapıyor insanlar? Belli inanç grupları bir araya geliyorlar. Yahudilerin oluşturduğu getto benzeri şeyler meydana getiriliyor. Günümüzde o var, bu çok kötülenen, suçlanan bir şey. Bence hiç de öyle kötü bir şey değil, başka çaremiz yok. Benzer inanışta, benzer kanaatteki insanların bir arada yaşaması durumu vardır. Bunun zararları var mı? Var tabii, öbür kesim işte bugünlerde çok moda olan bir kavramla söyleyeyim, ötekileştirme hadisesi karşımıza çıkıyor ama her tedbirin zararları da olacak. Çaresiz ilaç alıyoruz, yan etkileri var. Bunun gibi bir olay bu da, o bakımdan sorunuzun cevabı, bir araya gelmenin kaçınılmaz olduğu kanısıdır. Aksi takdirde tecrit ediyorsunuz kendinizi, ne kadar çaba harcasanız da o kanaati paylaşmayan öbür insanlarla bu bağı kuramıyorsunuz ve bütün kanaatleri paylaşmak mümkün değildir. Buna hoşgörü, tolerans deniliyor ama tolerans o kanaatteki insanların varlığının kabulüdür. Onlar da var olsunlar, onlar da yaşasınlar ama bu benim kendi kanaatimden, inancımdan çıkma manasına gelmez ve ben kendi kanaatimi taşıyan insanlarla bir topluluk kurma hakkını da her zaman için elde tutuyorum. Bu toleransa, hoşgörüye aykırı bir şey değil kanaatimce. Bu sorunuzun cevabı olarak başka bir çıkış göremiyorum burada. Galiba bu kadar, ne dersiniz? Haftaya da bir şeyler bırakalım, yoksa ayaza kalırız. Çok sağ olun. Doğu ve Batı Medeniyetleri • 63 MART 2015 Doğu ve Batı Medeniyetleri Ayrımı TEOMAN DURALI- Efendim, iyi akşamlar diliyorum. Nerede kaldığımızı tam bilmiyorum, kestiremiyorum ama galiba yanlış hatırlamıyorsam medeniyetlerin ayrımında kalmıştık, değil mi efendim? Doğu medeniyetleri camiası ve batı… Çin medeniyetinin beşiği Çin’in doğusundaki yerleşim yeridir. MÖ 4. yüzyılda Sarı Irmak’ın denize döküldüğü mıntıka ve Hint medeniyetinin beşiği Mohenjo-daro, İndus Irmağının denize döküldüğü yere yakın bir mıntıka ve nihayet sömürü medeniyeti Batı medeniyetleri camiasının beşiği olarak bir ayrım yapmıştım. Medeniyetlerin beşikleri ve uyduları vardır. Bu saydığım üç önemli merkez beşiktir ve buralardan medeniyet zamanla yayılmaya başlar. Doğudan batıya doğru giderek Çin’le başlayalım. 2900’de ilk defa Yangtze ile Sarı Irmak arasında şu görülen ovada yerleşme vuku buluyor ve burada yerleşen topluluğun, kabilenin yahut da aşiretin reisi Fû Hi doğaya bakarak, doğadaki şartları dikkate alarak bir ikiliğin sürekli olarak hâkim olduğundan bahseder. “Bir ikilik vardır” der. Bu çok ilgi çekici bir olay, birbirinden kopuk, birbiriyle bağlantısız topluluklar aynı fikri, aynı düşünceyi ortaya koymuşlardır. Zıtlıklardan düşünceye varabiliyoruz. Zıt düşünceler bizi yargılara taşımaktadırlar. Zıtlıkların başında gece-gündüz, yaz-kış ama daha da önemlisi bütün insanlara şamil olan dişi-erkek zıtlığıdır. Doğayla ilgili söylediklerim her coğrafyada karşımıza çıkmıyor. Çünkü yazın, kışın bulunmadığı coğrafyalar da vardır ve zıtlıklardan biri olmadığında onun karşı tarafını tespit edemiyorsunuz. Malezya’ya ders vermeye gittiğimde, 92’de Malay dilini öğreten derslere girmiştim. Hoca soruyor: Tatilde nereye gideceksiniz, ne yapacaksınız? Herkes bir şey anlatıyor. Bir Amerikalı hanım da kalktı dedi ki: “Malaycada yaza ne derler?” Yaz tatilinde gezmeye gidecek, denize girecek. Adam gülümse- 64 • Teoman Duralı yerek “Malaycada yaz sözü yok” dedi. Nasıl olur? Yok, çünkü yaz yok Malaylarda, bütün yıl yazdır. Kış olmalı ki yazı anlayasın, kışın hiç yaşanmadığı bir yerde yaza da yaz diyemezsin. Bu çok manidar bir olaydı. Zıttı olmadığı takdirde belki benzerini kutuplarda yaşayan İnuitlerde bulabiliriz. Gerçi orada yaz oluyor, fazla sıcak olmasa bile belki yazın sıcaklık 1-2 dereceye çıkıyordur ama tropik bir bölgede, ekvator kuşağında kış kesinlikle olmuyor. Yağmur mevsiminde, yükseklerde, dağ tepelerinde en düşük sıcaklık 17 derece, onun altını inmiyor. O dehşet sıcağa alıştığınız takdirde 17 derecede titriyorsunuz, buz gibi geliyor size, battaniyeye filan sarılma ihtiyacını duyuyorsunuz. Neyse, medeniyetlerin ortaya çıktığı coğrafyalar ılıman iklimlerdir. Bunu da göz önünde tutmak lazım. Gerek Çin, gerek Hint, gerekse Sümer medeniyeti aşırı iklim kuşaklarında değiller, yani aşırı soğuk ve aşırı sıcak kuşaklarda değiller, ılık, daha çok sıcağa yatkın ama yine de yazla kışın ayırt edilebileceği, geceyle gündüzün yaşandığı… Mesela, kutup bölgesinde olağan şartlarda geceyle gündüzü yaşayamazsınız. Aylarca gündüzdür, aylarca gecedir. Altı ay derler, tam öyle değil. Bilmiyorum, süreler dönencelere göre değişiyor. Mesela, şuraya gittiğiniz vakit gündüz diyelim üç ayı pek geçmiyor, gene gece başlıyor. Güneye indiğiniz ölçüde uzuyor. Bu zıtlıklar öncelikle dişi-erkek unsuru üzerinde bina edilmiştir. İnsanları en çok ilgilendiren, dikkatlerini çeken bu olmuştur ve bu kadın-erkek cinsiyet zıtlığı ve aradaki cinsi münasebet olayının ne anlama geldiği, yani çocuğun buradan dünyaya geldiği geç bir tarihte keşfedilmiştir. Bu da çok önemli bir noktadır. Çok uzun süre kadın mucizevi bir varlık olarak görülmüştür. Tek bir insan, bir bakıyorsunuz kendi kendine çoğalıveriyor. İçinden bir şeyler çıkıyor. Hani Rus bebekleri vardır böyle açıldıkça içinden bir şeyler çıkar, onun gibi bir şeyler çıkıyor. O ilişkinin sonucu olduğunu kesin bilmiyoruz ama en azından son 30-40 bin yıllık bir olay. İnsanlığın geçmişini 300 bine tarihlersek, son 30-40 bin yılda, çok geç bir tarihte ortaya çıkmış olması lazım. Bu sebeple de hep kadın yüce bir varlık olarak görülmüş ve en eski tanrılar tanrıçaydılar. Bize naklolunan belgelerde Mezopotamya’dan, Anadolu’dan tanrıçalar hep kadın biçiminde tasavvur edilmişler- Doğu ve Batı Medeniyetleri • 65 dir. Tanrı daha sonra kendini göstermiştir. Topluluklar kalabalıklaştıkça ve kalabalıklaşan topluluklar birbirleriyle daha sık karşılaştıkça… Şöyle düşünün, yeryüzü insandan boştu, insan yoktu. 1000 yılda bir topluluklar karşılaşabiliyorlardı. Bu arttıkça çatışmalar, sürtüşmeler artıyor. En eski ilk topluluklar leş yiyorlardı. Yırtıcı hayvanların parçalayıp bıraktığı leşleri, kalıntıları insanlar topluyorlar, pişiriyorlar. Çünkü çiğ yiyemiyorlar. Daha sonra yaklaşık 150-200 bin civarında toplayıcı olmaya başladılar. Civarlarında buldukları yemişleri, otları, vesaire toplamaya başladılar, onlarla karınlarını doyuruyorlar, et ihtiyaçlarını, proteini biraz önce söylediğim gibi leşle gideriyorlar. Yırtıcı hayvanın bıraktığı kalıntılarla gideriyorlar. Avcılık geç bir tarihte ortaya çıkıyor. Çünkü avlanmak son derece zor ve tezgâh kurma, oyun kurma ihtiyacını göstermektedir. Bunu insanlar yalın kat dehalarıyla bulmuyorlar. Ya ne yapıyorlar? Uzun süre yırtıcı hayvan sürülerini izleyerek kendileri aynı yöntemle avlanmaya başlıyorlar. Bunların başında da eski Türkçede börü, daha sonra da kurt denilen hayvana bakarak yapmışlardır. Özellikle yukarı dönencelerde topluluklar bu yola geçmişlerdir, buralarda daha çok kurtla karşılaşma imkânları vardır ve buralardaki topluluklar kurdu çok önceki çağlardan, eski devirlerden başlayarak kutsal bir varlık olarak görmüşlerdir. Kurdu ata sayma sandığımız gibi Türklere mahsus değildir. Bütün kuzey topluluklarında, Germenlerde de bu vardır. Mesela, Ugorlarda, yani Finlilerin atalarında biraz önce söylediğim bütün kuzey toplulukları kurdu kutsal saymışlardır. Ona tapmışlar, sığınmışlardır. Ne zamana değin? Yerleşinceye değin, yerleştikten sonra kurt can düşmanı kesilmiştir, kurdun pabucu dama atılmıştır ve zararlı görülmeye başlanmıştır. Ehlileştirilen, evcilleştirilen, sevilen kurda Türkçede -şimdi ayıp olarak kabul ediyoruz, niye bilmiyorum- it denilmiştir. Türkçe karşılığı ittir, köpek olarak yanlış kullanıyoruz. Köpek itin erkeğidir, kancık dişisidir. Böyle çok saçmalıklar vardır Türkçede, nezaket icabı bazı şeyler söyleniyor. Niye çözemedim ben bu sorunu, başka kelimeler de vardır böyle, gene hep nezaketten ötürü yanlış kullanılırlar. Burada da böyledir, itin erkeği olan köpek itin yerini almıştır. Bütün doğu Türkçelerinde, Azerbaycan’dan baş- 66 • Teoman Duralı layarak doğuya gittiğiniz ölçüde hep it kullanılır. Kurt dayak yiye yiye evcilleşmiyor, kendisi istiyor, kendi iradesiyle geliyor bu hayvan, insanla birlikte yaşıyor. Biyolojide buna yaşam ortaklığı, simbiyozis denilir. İki tür de birbirinden nemalanır, yararlanır, fayda umar. Kurt insanı koruyor, insana yoldaşlık ediyor, insan da onu besliyor. Av peşinde gitme derdinden kurtuluyor. Kurdun çok çeşitli kabiliyetleri var. Bu kabiliyetler odaklaştırılıyorlar zamanla, buradan av köpeği, bekçi köpeği, vs. çıkıyor. Bunların hepsi zaten o hayvanın özünde bulunan istidatlardır. Bazı özellikler zamanla tecrit ediliyor. Avcılık yahut da kurdun bir özelliğini öne çıkartıyor, o özelliği üzerinde yürüyor, ona vurgu yapıyor. Bekçiler, askerler, savaşçılar da onun koruyucu özelliği üzerinde duruyorlar. Bu şekilde böyle bir ayrışma, işbölümü ortaya çıkmaya başlıyor. Yerleşen, köylüleşen topluluklar nefret ettiklerinden, onu küçümsemek babında dışladıklarından, çok aşağılık bir yaratıktan kalkarak kurt diyorlar. Kurt biliyorsunuz solucan gibi bir nesne, yani o nefis börünün zıddıdır. O çok güzel bir hayvandır, at, kurt, vesaire bunlar insana çok yarayan ve insanla birlikte yaşayan hayvanlardı ama düşmanlık girince insanlar özellikle eski dönemlerde -bu günümüze kadar gelmiştir- sevmediklerini küçümsemek için aşağılamışlardır. Korktuklarında aşağılıyorlar veya sırtını sıvazlıyor. Mesela eski Yunanlılar azgın ve fırtınalı bir deniz olduğu için Karadeniz’den çok korkarlardı. Ne diyor? “Pontus Euxinus”, yani cici deniz, hoş deniz. Şimdi artık kalmadı ama eskiden soba yakılırdı. Babam beni kömürlüğe bahçeye gönderirdi, diz boyu kar, kapkaranlık ortalık. On bir-on iki yaşında iken bir fenerle iner kovayı doldururdum, avazım çıktığı kadar şarkı söylerdim yahut da ıslık çalardım. Ortaya çıkacak hayaletler, hortlaklar vs. hoş tutmak için bağıra bağıra şarkı söylüyorum yahut ıslık çalıyorum. Neredeyse altıma edinceye kadar hızla kömürleri doldurup, ondan sonra hızla eve gidiyordum. O çocuksu tavır eski insanlarda yaygındı. Buna beşer bilimde, antropolojide cancılık deniliyor, animizm, her şeyde can var diye düşünüyorsunuz. Gene çocukken mesela, çarpıyorsun bir yere yahut bir şey sana çarpıyor, onun üstüne tükürürdük yahut da vururduk namussuz, sen bana niye bunu yaptın gibilerden. Bu masa, iskem- Doğu ve Batı Medeniyetleri • 67 le, duvar olabilir, hatta ağaca çok çarpardım mesela yürürken, bu sefer ağaca vururdum, tükürürdüm, bir şeyler yapardım sanki kabahatli o ağaçmış gibi; bu cancı bir tavırdır. Bu anlamda kurdun bundan haberi varmış gibi insanlar onu aşağılıyorlar. Yani sen kurt kadar, solucan kadar değersiz, aşağılık ufak bir nesnesin. Halbuki korkularından neredeyse kirletecek hâldeydiler kurdu gördüklerinde, hâlâ da öyledir, kurtla, ayıyla karşılaşmak dehşet verici bir şeydir dağda, bayırda. Her neyse, doğadan çekiliyorsunuz medeniyete geçtikçe yerleşim baş gösteriyor ve kendinizi eve hapsediyorsunuz. Tuhaf çağrışımlar uyanır bende, hep siyasileri yerleşime geçmiş insanlara benzetiyorum. Önce halk içinde dolaşırlar, reklam, propaganda yaparlar, bir kere seçildikten sonra da çekilirler köşelerine ve olup bitenlerden haberleri olmaz. Medenileşen insanın doğayla ilişkisinde de bu özellik vardır, artık doğayla arasına duvar örmeye başlar. Yine doğayla en fazla ilişki içinde olan medeniyet insanı rençperdir. Eken biçen, hayvancılıkla uğraşan… ama o bile uzaklaşıyor. Konargöçer doğrudan doğruya doğada barınıyor, mağarada, ağaç kavuğunda oturuyor, en gelişmişi de keçi kılından çadır kuruyor ve o çadır her an sökülmeye hazır bekliyor. Halbuki yerleşen insan sabit konutlar inşa etmeye başlıyor, sökülemeyecek şekilde konut inşa ediyor. O yerleştiği, konutunu inşa ettiği toprak parçasına yurt diyor. Yerleşmemiş insanın yurdu yoktur. Çok uzun süre yerleşik hayata geçmemiş Türk bunun en güzel örneğini sunmuştur. Bunun da en veciz ifadesine hiç dikkat ettiniz mi, İstiklal Savaşının başlarında Mustafa Kemal “Hatt-ı müdafaa yok, sath-ı müdafaa var, o satıh da vatandır” demiştir. Müthiş psikososyal yahut sosyopsişik bir tespittir. Çünkü aşağı yukarı 5-6 bin yıl hep hareket hâlinde yaşayan bir toplum, bir kavim için yurt diye bir şey yoktur ortada, çok yakın bir tarihe değin nerelisin diye sorduğunuz vakit Türkiyeliyim, Türküm cevabı gelmezdi. Memleketim bilmem neresi der, anlatabiliyor muyum size? Yerleşik kavimlerin cevabında hep bir ülke adı geçer. Nerelisin? İngilizim, İngiltere’denim. Nerelisin? Çinliyim, Farsım, İranlıyım. Bunlar nedir? Çok eski yerleşik toplumlardır, hiç yerinden kıpırdamamıştır. Hintli, İranlı, Rus, İtalyan… Moğol, bir defa çıkmış zaten, 68 • Teoman Duralı dünyayı ağlatmış ve dönmüş gerisin geriye. Böyle değil bizimkisi. Dünyanın en geniş gezisine ta şuradan çıkıyor ve buralara da geliyor tabii. Diyorlar ki efendim, biz Avrupalıyız. Niye Avrupalıyız? Avrupa’da savaştık. Her yerde savaşmışsın sen kardeşim, savaşmadığın bir yer yok. O zaman Hintli de olabilirsin, Afrikalı da olman lazım. Yani bu bir ölçü değil ki. Neyse, şimdi bunlar siyasete giren başka konular, biz gelelim yine yerleşim meselesine. Ortaya koyduğumuz kanıtlamaların mantıkça bir temellendirilmesi gerekir. Geçmişimizi iyi bilmediğimizden ve onunla ilgili açık bir fikrimiz bulunmadığından saçma sapan şeyler öne sürebiliyoruz. Dünyanın çeşitli yerlerinde çıktığımız önemli sahnelerde yersiz birtakım şeyler öne sürüyoruz ve ondan sonra onlar çürütüldüğü vakit kızıyoruz. Yerleşim yerini insanlar yurt kılarlar. Orası onların yurdu olur ve aynı yurtta yaşayan insanlar artık ille de aynı kandan olmaları gerekmiyor. Daha önce dediğim gibi, kabileler, aşiretler hâlinde yaşayan insanlar kandaştılar, aynı kökten geliyorlar. Bu sefer karışmaya başlıyorlar. Farklı asıllı insanlar o yerleşim yerine gelmeye ve orada yaşamaya başlıyorlar. Orada yaşayan insanların ihtiyacı var buna, çünkü işler artıyor. Konargöçer bir toplulukta hep aynı işler görülmektedir. Hayvanlar sağılıyor, kesiliyor, derileri temizleniyor, kullanılıyor. Çadır kuruluyor sökülüyor. Burada şimdi yerleşimle birlikte bir kere inşaatçılık ortaya çıkıyor, konut inşa edilmeye başlanıyor. Tarım dediğimiz olay baş gösteriyor. Çok önemli bir olay, ekip biçiliyor ve ekip biçmek için alete ihtiyacımız var. O aletlerin imali söz konusudur. Alet imal eden adamlar var, ekip biçenler var ve ondan sonra inşaatta çalışanlar var. Bunlar hep ayrı ayrı ve nihayet yerleşimle birlikte hayat rahatlıyor. Hareket çok rahatsız edici bir şeydir, son derece tehlikelidir, hareket hâlindeki topluluklar dış tehditlere savunmasızdırlar. Erkeğin doğan çocuktaki rolü değil, aynı zamanda koruyuculuk açısından önemi ortaya çıkmaya başlıyor. Kadın korunamıyor, niye korunamıyor? Hem yapısı itibariyle, hem de hamile kaldığında ve doğurduğunda tümüyle dışarıdan gelebilecek doğal ve beşeri tehlikelere açıktır. Onu korumak zorunda olan erkektir. Hay- Doğu ve Batı Medeniyetleri • 69 vanlarda bu böyle değildir. Doğuran dişi hayvan erkekten farklı değildir. Aslanlara, köpeklere, kedilere, kartallara bakın, bir de memelilere bakın. Zaten öbürlerinde hiç öyle bir sorun yok. Eşit derecede güçlüdürler, aradaki fark çok azdır erkek hayvanla dişi hayvan arasında, insanda bu tamamıyla farklılaşmıştır. Ben son konargöçer topluluklara tanık oldum. Çok ilgi çekici bir gidişleri vardır. Toroslar’da yaşayan Doğu Anadolu’daki Yörükler ortaya kadınları alıyorlar, çevreye erkekler diziliyor. Ya atlı ya da yaya gidiyor. Ağırlıkları tabii hayvanlara yüklüyorlar, yüklü kadınlar da hayvan üstüne yahut arabaya konuluyor, öbürleri yürüyorlar ama hep ortadan gidiyor, hep çevresinde erkek yer almaktadır korumak babında, bu yerleşime geçtikten sonra da böyle sürüyor. Sürekli olarak dış tehditlere, gelen düşmana karşı erkek gönderilmektedir. Neden? Sadece daha güçlü olduğundan değil, kadın soyun sürdürülmesi bakımından paha biçilmez bir değere sahip. Bu korumacılık bir yerden sonra kadını rahatsız etmeye başlıyor. Kapanma, tecrit olma hadisesi burayla bağlantılıdır. Bütün mesele kadını kaybetmemek. Bir bakıma erkek ikinci derecedeki bir varlıktır, asıl ve esas olan kadındır ve her şey onun üstünde, onun etrafında dönmektedir. Bunu konargöçer topluluklarda daha açık bir biçimde görüyoruz. Erkeğin rolünü yükseltmek için soy onunla yürütülmeye başlanmıştır. Yoksa esasta, asılda hep kadın üstünden yürümüştür soy, çünkü doğuran o, o belli, öbürü belli değil. Belli olduğu çağlardan itibaren de hep bir şüphe olmuştur. Çok eski kavimlerde mesela, İbranilerde soy tamamıyla anneye dayalıdır ve çok ilgi çekici. Müslümanlıkta da hâlâ oluyor mu bilmiyorum, ben pek dikkat etmiyorum ama eskiden gençliğimde, çocukluğumda cenazelerde ölen kişi Fatma oğlu Ahmet, Fatma kızı Ayşe diye babasının adı ile değil annesinin adı ile anılırdı. Bugün hâlâ öyle mi? SALONDAN- Defin sırasında… TEOMAN DURALI- Defin sırasında anne adı anılır, bildirilirdi. Dediğim gibi şu sıralar ne oluyor bilmiyorum tam olarak. Her neyse, çok sık ve yoğun savaşan topluluklarda baba soyu ortaya konmuştur. Çünkü bu topluluklarda erkek büyük ölçüde kırılıyor. Sadece çatışmalarda değil, avlanma sırasında da gidi- 70 • Teoman Duralı yor. Erken çağda yerleşik hâle gelen topluluklarda erkeğin önemi azalıyor. Erkeğin önemi azaldığı ölçüde bu erkekte bir kompleks yaratıyor. Bu kompleksi gidermek üzere çok eski yerleşik toplumlar hep erkeğe vurgu yapmışlardır. Bunun en güzel örneği Çinlilerdedir. En eski yerleşik topluluklardan biridir. Aynı şekilde Farslarda da vardır. Çinlilerde ve Farslarda aşırı derecede kadının hor görülmesi olayı vardır. Çünkü dediğim gibi erkek çok gerilemektedir. Önemi, yeri, işleyişi geriliyor ve onu tatmin etmek üzere mübalağa ediliyor. Mesela, Çinlide ruh atadan oğula geçmektedir. Bu sebeple Çinliler hep erkek evlat isterler, kız evlatlarını ya atmışlardır ya da öldürmüşlerdir. Bu bugün hâlâ da sürüyor Çin’de, dikkatinizi çekerim. Bir çocuk siyaseti sürdürülüyor Çin’de. Mao’nun ölümünden sonra -1976’da galiba- çıktı bu tek çocuk siyaseti ve Çin’de büyük bir kız çocuğu katliamı baş göstermiştir. 93’te Malezya’dan Pekin’e geçtiğimde, bana Çin’de 77 milyon evlenme çağında erkek fazlası olduğundan bahsetmişlerdi. Sonra Malezya’ya döndüğümde ”Hapı yuttunuz, yandınız, 77 milyon yola çıkarsa kaçacak delik arayın.” dedim. O zaman Malezya’nın nüfusu 18 milyon filandı ve 3-4 milyon kadın fazlası var Malezya’da evlenme çağında, denklem çok korkunçtu. Şimdi, son zamanlarda tek çocuk siyasetini kaldırdılar Çin’de. Niye bu isteniyor? Dediğim gibi erkek evlat çıkmadığında ruh yürümüyor. Bunun yansımalarını Malezya’da görmüştüm. Malezya’da 19. yüzyılda Çinliler kız çocuğu dünyaya geldiğinde sokağa atıyorlar. Müslüman Malaylar bunları toplayıp yetiştiriyorlar. Çünkü hadislerden birinde diyor ki Peygamber: “Bir kız çocuğu yetiştirene cennet kapısı aralanır, üç kız çocuğu yetiştirene ardına kadar açılır.” Bundan dolayı sevap edinmek üzere Malaylar kız çocuklarını toplayıp yetiştirmişlerdir. Müslüman olarak yetişiyor bu kız çocukları, Malay erkeklerle evlendiriliyorlar. Ancak Çinlinin öylesine baskın bir kültürü var ki, Müslüman olarak yetiştirilen hanımların bir yerde gene Çinlilikleri patlak veriyor. Mesela öğreniyor bir yerlerden Müslüman usulüne uygun Çin yemeği pişiriyor. Malaylar özde Araplardan aldıkları bir gelenek olarak elle yerler ama Çinliler biliyorsunuz çubukla yiyorlar. Bu hanımlar da çubuk kullanıyor. Kim, nasıl göstermiş, nereden edinmiş belli Doğu ve Batı Medeniyetleri • 71 değil. Maraka’da özellikle bir Çinli nüfusu var. Nona ve baba kültürü ortaya çıkıyor Çinli kadınlarda, sonra evlenince kocalarına da geçiyor. Çünkü erkekler hep hanım köylüsü olurlar. Kocaları her ne kadar Çinli değilse de… Bu çok önemli bir noktadır, çok güçlü kültürlerin kadınları kültürlerini taşırlar ve daha güçsüz bir kültürden bir adamla evlendiğinde kocası karısının kültürünü üstlenir. Bunu bizde de görmek mümkündür. Bunu fazla uzatmanın âlemi yok ama olay böyledir. Özellikle de dillerini benimsetirler. Çocuklar kaçınılmazcasına üstün kültürlü bir diyardan gelen kadının, yani annenin dilini kullanmaya başlarlar. Bunu Rus dünyasında görürsünüz. Rus kadını nereye giderse dilini de götürür. Arap, Fars kadınında da görebilirsiniz. Fars kadını nereye giderse gitsin, kiminle evlenirse evlensin çocuğu Farsça konuşur. Burada da Çince öğrenirler. Bu kadınlar nereden öğrenmiştir bu bir sırdır, dediğim gibi Malay Müslümanların arasında yetişiyor ama Çincesini unutmuyor, bir yerden alıyor bunu ve çocuklarına bunu benimsetiyor. Çince de çok baskın bir dildir. Çinli her ortamda, her durumda dilini hâkim kılmaktadır. SALONDAN- Hocam, Çinliler acaba kız çocuklarını belli bir yaşa getirdikten sonra mı sokağa atıyorlar? TEOMAN DURALI- Bebekken, yeni doğmuşken atıyorlar. Bir Çinli Çinlilikten ne kadar nefret ederse etsin Çinlidir, Çinlilikten vazgeçemez. O kadar baskındır. SALONDAN- Malezya’da din anlayışı nasıl Hocam? TEOMAN DURALI- Müslümandır, onda hiç şüphe yok, son derece sağlam bir Müslümanlığı vardır. Ondan hiç şaşmaz, ona göre giyinir. Mesela, bunun en belirgin örneği ben oradayken eğitim bakanlığı, başbakanlık yapmış, daha sonra muhalefete geçmiş Enver İbrahim’in hanımı Çinlidir, tesettürü yerindedir. İşte bütün davranışları, tavırları Müslüman kadın gibidir ama Çince bilir. Enver İbrahim’e de, yani kocasına da Çince öğretmiştir, çocukları da Çince konuşur. Yakından tanıdığım, gördüğüm bir olaydı bu, o noktada hiç taviz yoktur ama demin dediğim gibi sektirmeden Müslümandır. Zaten Çin’de 20 milyon Müslüman Çin var. Uygur Türklerinden ayrı olarak Huiler denir bunlara. 72 • Teoman Duralı Müslümandırlar ve İslam’ın bütün şartlarını harfiyen uygularlar ama mesela camilerini pagodadan ayırt edemezsiniz, o kadar benzer. Pagodaya giriyorum diye camiye yahut camiye giriyorum diye pagodaya girebilirsiniz. İç tezyinatı tamamıyla farklı olsa da mimari olarak çok benzerdir. Karşıtlıktan yeni bir olay ortaya çıkıyor. Geceyle gündüz somuttur ama ortaya çıkan gün soyuttur. Soğuk ve sıcak somuttur, ısı soyuttur. Nedir bu? İki zıddın sentezi, birleşimi olarak karşımıza çıkıyor. Tabii diyeceksiniz ki kadınla erkeğin ürünü olan çocuk somuttur. Evet ama burada da bir aşkınlık, transcendence var. Çocuk dediğiniz A ile B’den gelme C artık ne A’dır, ne B’dir. Başka bir yaratıktır, farklı bir insandır. Genlerden ne kadar aldığı ayrı bir şey, şimdi onlar bilimsel ukalalıklar, somut olarak önümüzde duran, her birimizin annemizden-babamızdan farklı, değişik olduğu. Yani bana bakarak annemi-babamı tayin edemezsiniz, sizlere bakarak annenizi-babanızı tayin edemem. Anlaşılıyor mu burası, açık mı? Burada bir zıplama, sıçrama var ve insan yavrusunu doğal ve biyotik anlamda, bilimsel anlamda tanımaz. Hayvan tanıyor. Neresinden? Kokusundan tanıyor. İnsanda böyle bir özellik yoktur. Diyelim ki evladınız bir yaşındayken alıp götürülüyor, bambaşka bir yerde yetiştiriliyor, görmüyorsunuz. On-yirmi yıl sonra karşınıza çıkıyor, tanıyamazsınız, mümkün değil. Hayvan kokusundan tanır, unutmaz. Tabii sadece yavrusunu değil, sahibiyseniz, efendisiyseniz yıllarca sizi görmese sonunda karşılaştığınızda gene sizi de tanıyacaktır. Yunanlıların Odysseia Destanı vardır, on yıl evinden uzak kalır ve nihayet yuvasına döner destanın kahramanı, çok hoş bir hikâyedir. Ne çocuklar babalarını ne hanım kocasını tanır. Bir tek köpeği tanır, geldiğini fark eder ve köpek yoluyla bütün aile babalarının, kocanın geldiğini anlarlar. İnsan biyotik yönlerini yitirmiştir. Yeni bir çerçeveyle yaşamaktadır. Kültür dediğimiz bir dünyada yaşıyor ve bu kültürü koyulaştıran, baskın hâle getiren medeniyettir. Biraz önce söylediğim gibi, medeniyetle birlikte işbölümü ortaya çıkıyor. Birbirinden farklı iş öbekleri beliriyor ve bu iş öbekleri arasında Marx’ın deyişiyle sınıflar beliriyor, bunların yönetimi, idaresi gerekiyor. Birisi o kesişmeyi idare etmek zorunda. Top- Doğu ve Batı Medeniyetleri • 73 lumun en akıllısı, en iş çıkarabileni kimdir? Yargılayabilendir. Yargılama insanın en önde gelen özelliğidir. Çünkü yargı akıldan ortaya çıkar ve insanı öteki bütün canlılardan ayırt eden akıl varlığı oluşur. Beşerlikten insana geçiş akılladır ve aklın düzayak ifadesi yargıyla olmaktadır. Üstün yargı gücüne sahip olan kişi toplumu idare etmeye başlar. Buna Arapçada hakîm denilir. “Hakeme” yargılamaktır. Hâkim yargılayan kişidir. Hakîm iki şeyi yapar: Her birimizin kişisel, bireysel sağlığıyla uğraşır, bu durumda hekimdir. Bizim kişisel sağlık sorunumuza çözüm getiren hakîm hekimlik yapmaktadır, hekim olmaktadır. Bir de aramızdaki ilişkileri düzene sokma yönünde müdahalede bulunur. Çünkü artık mülkiyet ortaya çıkıyor. Benim masam, benim iskemlem, benim evim, benim ışığım, benim toprağım, benim kazmam, küreğim, sapanım, keçim, koyunum, senin keçin, koyunun, senin evin, vs. bunların arasında anlaşmazlıklar, sürtüşmeler belirmeye başlıyor. Bu sürtüşmelerin hâl yoluna konmasına hukuk diyoruz. Öncesinde hukuk yoktur. Burada ihtiyaçların uzun vadeli giderilmesi işi vardır. Bu çeşitli yollardan gideriliyor. Tarımla, zanaatla ve toplumun korunmasıyla ilgili olarak değişik sanatlar ortaya çıkıyor. Bunların arasındaki bağlantıları, ilişkileri ayarlamak için hukuk denilen bir kurum ortaya çıkıyor. Orada da hakîm, hâkim oluyor. Yani hukuki hükümlerde bulunuyor. Medeniyetle birlikte efendim, üç temel kurum beliriyor: Siyaset, iktisat ve hukuk. Bunların hepsinin demetlendiği kişi olan hakîme bugün bilge diyoruz. İyi ifade etmiyor bilge, yani bilmekle bitmiyor iş, hüküm vermek lazım. Tabii hüküm vermeniz için bilmeniz gerekir ama bilmek yetmiyor hüküm vermek için, hüküm vermek için çok akıllı olmak lazım. Hani bugünlerde moda bir laf var: Akil adamlar. Böyle boru değil akil olmak, her ortaya çıkan akil oluyor. Bu akil adamlar toplumu yöneten insanlardır. İşte Fû Hi bunun en görünen örneğidir ve ortaya bir görüş koyuyor. O görüş daha sonra, çok sonraları işlene, işlene öğretiye dönüşmüştür. Öğreti bir toplumun idare şeklidir. Medeniyetleşmekle birlikte insan öbekleri topluluktan topluma geçmişlerdir. Comunitas topluluk, Fransızcasıyla société toplumdur. Topluluktan topluma geçiyoruz, buradan itibaren toplum oluyoruz. Toplum kurumlar 74 • Teoman Duralı üzerinde belirir, kurumlar üzerinde inşa olur. Toplulukta kurum yoktur, gelenekler, görenekler vardır. Bunlar çok kaygan şeylerdir. Yaptırım gücü yoktur. Toplumla birlikte hukuk ortaya çıktı ve hukuku oluşturan yapılar kanunlardır. Kanunlar yaptırım gücü olan kurallardır. Yerine getirmediğin takdirde cezalandırılırsın ve ne, ne zaman, nerede yerine getirilmiyorsa, ona göre bir ceza veriliyor sana, her yapılanın mükafat ve ceza olarak karşılığı vardır. Bunun en güzel ifadesi edebiyatta büyük dev romancı Fyodor Dostoyevski’nin Suç ve Ceza romanıdır. Müthiş bir hukuk felsefesi işlenir o romanda. Bulabilirseniz eski tercümeleri, Türkçenin henüz yaşadığı dönemin tercümelerini bulun, bugün yapılıyorsa felakettir, faciadır. Ama Yirmili, Otuzlu yıllarda yapılmış tercümeyi bulabilirseniz hararetle tavsiye ediyorum. Şimdi dedik ki iktisat ortaya çıkıyor ve tabii o hakîm hâkim, hekim ve aynı zamanda siyasetçidir. Siyasi bir dokuyu işler. Ondan önce konargöçer toplulukta siyaset, hukuk, iktisat yoktur. İhtiyaçlar anlık giderilmektedir. Her an ortaya çıkan ihtiyaç o anda gideriliyor, yarına dönük uzun vadeli bir tasarı yoktur. Uzun süre konargöçer kalmış topluluklarda bunun yansımalarını görüyoruz. Uzun vadeli, akli düşünmeye dayalı plan ve proje, felsefe yaratmış toplumlarda ortaya çıkar. Felsefe yaratmış toplumlar erken çağlarda yerleşik olmuşlardır. Çok uzun süre, yakın bir geçmişe değin konargöçer kalmış topluluklarda felsefe ortaya çıkmamıştır. Orada uzun vadeli tasarlama kabiliyeti de gelişmemiştir. Anlık çareler aranır. Bunlar çok önemli noktalardır. Belki olağan bir medeniyet tarihi dersinde yer alması gerekir gerekmez bilmiyorum, kestiremiyorum ama bunların yaşanan hayatı açıklama bakımından da önemli bir yere sahip olduklarını sanıyorum. Tabii ki yargı, değerlendirme size düşer. Çin bizim açımızdan çok önemlidir. Çünkü kadim Türkler Çin medeniyetine mensupturlar. Moğollar, Kore, Japonya ve kısmen Güneydoğu Asya bu medeniyetin uydularıydı. Kısmen diyorum, çünkü Güneydoğu Asya aynı zamanda Hint medeniyetinin de etkisinde kalmıştır. Afganistan (Belucistan), Fas ve Hint medeniyetinin buluşma noktasıdır. Tektonik tabakaların sürtüşmesi gibi medeniyet tabakaları da sürtüşürler ve bu sürtüşmeler tarihi bu- Doğu ve Batı Medeniyetleri • 75 nalım alanlarını, bir türlü dinmeyen çatışmaları yaratırlar. Yüzeyden baktığınız vakit “emperyalistler karıştırıyor, Müslümanlar, Hıristiyanlar çıkarıyor,” vs. değil, derininde unutulmuş bilinçaltında kalan medeniyet dürtüleri vardır. Müslüman olmuş Hintliler hâlâ Hindu zihniyetinin unsurlarını taşırlar. Kast sistemi vardır. Müslümanlık tabii reddeder bunu, istediği kadar reddetsin, bu senin artık derine, kemiğine işliyor. Müslümanlarla Hindular birbirlerini kesiyorlar ama Pakistan’ın kurucusu Muhammed Ali Cinnah ile Hindistan’ın kurucusu Nehru çok yakın dosttular. Çünkü onlar Brahman kastına mensuptular. Zülfikar Ali Butto adını hiç işittiniz mi? SALONDAN- Benazir’in babası. TEOMAN DURALI- Brahman bir aileden, soydan geliyor. Müslümanlıkta yasak, soyunla sopunla övünemezsin. Öyle kolay değil. SALONDAN- Gandi nasıl Hocam? TEOMAN DURALI- Gandi aşağı bir kasttan, o ayak takımından. SALONDAN- Orada seyitlik ya da şeriflik denilen bir şey var. TEOMAN DURALI- Bu seyitlik, şeriflik oraya transfer edilmiştir. Yoksa hiç bir önemi yoktur. Yani Hz. Peygamber’in soyundan gelmekle bir yere varılmıyor, onu kim şişiriyor? Özellikle Farslar şişiriyor. Çünkü Farslarda Zerdüştlükten gelen yine bir sınıf mefhumu var. Unutmamak lazım, Hz. Hüseyin’in Farsların indindeki yüce yeri karısının Fars olmasındandır. Sasanî Şahının kızıyla evlidir Hz. Hüseyin. SALONDAN- O soyun masumiyeti oradan geliyor. Çünkü Sasanîler masumdur. TEOMAN DURALI- Ben bunu bir Ayetullah’a söyledim bir gün, hiçbir şey söylemedi, gülümsedi. Sizin itikadınız herhâlde daha ziyade Zerdüştlükten geliyor dedim. Gülümsedi… Bu çok doğal bir şey, çünkü çok büyük bir medeniyet merkezi, herhangi bir kültür değil. Bir günden öbürüne unutmaz o adamlar, onun maşeri bilinç dediğimiz kolektif bilincine sinmiştir. Özellikle kadınları çok ilgi çekicidir, yüz vermezler. Bu bir ahlaki tavır değildir, gururdan ileri 76 • Teoman Duralı geliyor. Baktığınız vakit gerisin geriye bakmıyor. Ben bunu İngilizde, Çinlide ve Farsta gördüm. Mesela Doğu Asya’da, Kore’de, Japonya’da belki insanlar daha ahlaklıdırlar… ama bu gurur âdeta doğal hâle gelmiş bir gururdur. Bu sinmiş o insanlara, refleksler çok eski bir medeniyet kültürüne dayalı olarak kendisini gösteriyor ve ortadan kalkmıyor. Bu Arapta da var ve bunun çatışmasını bugün Irak’ta görüyoruz. Herhangi bir çatışma değil bu, iki büyük medeniyetin çarpışmasıdır. İslami yorum falan filan, bunlar lafügüzaf. Yani bugün IŞİD’in tavırları bir reflekstir, bir tepkidir. Kime? İranlaşmaya karşı Arabın gösterdiği bir karşı çıkıştır. Tepki olarak çıkıyor, sen kim oluyorsun kardeşim, ben buranın efendisiyim, ben buraların hakimiyim diyor. Aynı şey İran için söz konusu, siz kim oluyorsunuz da kafama vura vura bir şey kabul ettirmeye kalkıyorsunuz? Bunlar belki düşünülmüyor, bilinçli olarak tasarlanmıyor ama bir çeşit içgüdü gibi kendini dışarı vuruyor. Sindiremediğiniz birtakım şeyler yiyorsunuz ve mideniz bulanıyor, sindirim organları ters işlemeye başlıyor. Bunun gibi görmek lazım bu toplumlardaki tepkileri, dışa vurmaları. Avrupa için de bu böyleydi. Almanlar, Fransız ve İngilizlerin kendileri karşısında hakimiyet kurmasına dayanamamışlardır. Birinci Dünya Savaşını haksız yere kaybettiklerini düşünerek İkinci Dünya Savaşının felaketini yaratmışlardır, bunlar hep bu açıdan görülmesi gereken olaylardır. Basit birtakım toprak anlaşmazlıkları değil mesele. Bunlar, bahane olarak ortaya sürülür, evet ama arka planda çok derinlerde başka sebepler vardır. Büyük savaşlardan, kargaşalardan bahsediyorum, ufak tefek şeyler değil. Çinliler toplum, hukuk, siyaset ve tabii ki zanaat bakımından çok önemli işler görmüşlerdir. Hintlilerde önemli ölçüde dini, mistik bir kültür gelişmiştir ve yayılmıştır. Hintliler, Hinduluk ve Budacılık olmak üzere iki büyük dinin kurucusudur ve Budacılığı bütün Asya’ya yaymışlardır. Daha sonra da bu gösterdiğim bölgelerin birçoğuna Müslümanlık gelmiştir ama yine de alttan alta Budacılık kendini belli etmektedir. Nihayet batıya geliyoruz ve burada Sümer medeniyeti var. Sümerliler, Zagros Dağları’yla Basra Körfezi arasındaki düzlükte yerleşen nereden geldiğini bilmediğimiz bir halk ve tarihin en büyük mucitleri, dahi bir millet. Doğu ve Batı Medeniyetleri • 77 Aklın havsalanın alamayacağı bir şey… Her şeyden önce yazıyı icat ediyorlar ve benim en sevmediğim şeyi kuruyorlar: Okulu. Bunların nesi büyük değil acaba? Tekerleği, yelkeni icat ediyorlar ve tekerlekle birlikte araba gündeme geliyor. Bütün Avrasya’yı belirleyen temel medeniyet girdileri bunlar: Yazı, okul ve tekerlekle yelken. Olağanüstü bir hareketlilik getiriyor, bütün bu bloktaki medeniyetlerin alışverişini mümkün kılıyor, birbirlerini etkiliyorlar. Bunun yanında Sümerlerde şimdi burada saymakla bitiremeyeceğim daha bir sürü yenilikler ortaya çıkıyor ve etkileri kuzeye yayılıyor. Kuzeylerinde Sami toplumlar var. Akadlar, Asurlular, Babilliler, daha batıda Fenikeliler var ve nihayet İlk Çağ’ın en büyük medeniyetlerinden Mısır; bütün bu saha yazıyla donanıyor. Bütün şu sahada muazzam bir şekilde kısa sayılabilecek bir sürede yazıp okumak yaygınlaşıyor. Doğu medeniyetleri camiasında bilgelik, -çok ilgi çekici bir nokta bu- dine dönüşmüştür. Bilgeliklerden dinler ortaya çıkmıştır. Batı’da, Yunan’da -ona daha gelemedik- bilgelikten felsefe ortaya çıkmıştır. Din bilgeliği taşır, bilgeliğin sırtına binmiştir. Felsefeyse annesine tümüyle yabancıdır. Artık bilgelikle ilişkisi olabilir. Bir filozof aynı zamanda bilge olabilir ama bahçıvan da, saatçi de olabilir, makina da imal edebilir. Organik bir bağı kalmamıştır felsefeyle bilgeliğin, çünkü bilgelik önemli ölçüde duyguya dayanır. Din tümüyle bir duygu işidir. Oysa felsefe duyguyu tümüyle dışlamıştır, duyguyla arasındaki bütün bağları kesmiştir. Salt akıl ürünü düşünceye dayalıdır. O düşünceye duyguyu sızdırmaz. Felsefenin işi budur. Tamamıyla duyguyla düşünce ayırt edilmiştir, araya çelik bir duvar örülmüştür. Aklın işleyişini belirleyen kurallar, ilkeler ve yöntemler bize mantığı verir. Felsefenin esası mantıktır. Hayatta mantığın doğrudan bir yeri yoktur. Mantık sunidir, yapmacıktır. Din yaşatan bir olaydır, hayattır. Bu anlamda dinde mantık yoktur. Felsefeyle din düşman denilir, hiç alakası yoktur. Elmayla armudu topluyorsunuz, hiç birbirine müdahalesi yoktur. Arada bir tek köprü vazifesini görebilecek olan alan ahlaktır ama felsefe ahlakı da akıl üzerine kurar. Yani ahlakta mantık esastır, bu bakımdan insanlar ahlaktan ziyade dinin getirdiği edeple iş görürler. Dinin de zaten bütün işi gücü edeptir. Mevlânâ, “Kur’an’ı bir 78 • Teoman Duralı baştan bir başa okudum, edepten başka bir şey bulamadım” der. Şunu kastediyor: Doğanın yargılanmasına yer vermiyor Kur’an. Niye vermiyor? Çünkü zaten onu görüyorsun, önünde duruyor. Onu görüp de sen aklınla yorumlayıp yargılıyorsun doğayı, edebi görmüyorsun. Edebin unsurları yok karşımızda, yanımızda, tamamıyla soyut da değil, idealdirler. İyi, kötü, cesur, korkak, faziletli, namuslu, namussuz, şerefli, şerefsiz, vb. ideal kavramlardır. İşte, şeref, iyi budur diye armut ağacını, göğü, taşı gösterdiğimiz gibi gösteremeyiz. Bu taştır, zümrüttür, yakuttur, kömürdür, vb. gösterebiliyoruz, işaret ediyoruz. Bunu işaret ettiğimiz gibi biraz önce saydıklarımı işaret edemiyoruz, gösteremiyoruz. İdeal olan başka bir alan daha vardır. O da matematiktir. Ahlâk gibi, edep gibi matematik de idealdir. Tamamıyla insanın icat ettiği bir şeydir. Batı medeniyetleri camiasının yazının, tekerin, yelkenin yanındaki en önemli icadı Yunan’da Felsefe-biliminin ortaya çıkmasıdır. Felsefe-bilimle insan yeni ve apayrı bir aşamaya gelmiştir. Tarihin çığır açıcı en büyük dört icadı: 1. Ateşin yakılması, 2. Yazının icadı, 3. Felsefe-bilimin ortaya çıkışı, 4. Sanayi Devrimi. Birincisinin nerede vuku bulduğunu bilmiyoruz, ateş nerede ilkin yakıldı bilmiyoruz. Hazır ateşi kullanmışlardır. Yaklaşık 70. bin yıllarında ateşin yakılması icat edilmiştir. Yazı Sümer’de 3400’lerde icat ediliyor, felsefe-bilim kurum olarak MÖ 4. yüzyıl Atina’sında ortaya çıkıyor, sanayi İngiltere’de 1730’larda kendini göstermeye başlıyor. SALONDAN- Bilim tam olarak… TEOMAN DURALI- Felsefe-bilim birlikte ortaya çıkıyor, ayrı değil. Şimdi çok uzun bir bahis olur… Bir bina, iki ayrı bölüm… Bir karı-koca… Hangisi karı hangisi koca bilmiyorum, bunlar birlikte mütalaa edilir. Yani bilim olmadan felsefe yapamazsınız, felsefe olmadan da bilim olmaz. Bugün tabii felsefesiz bilimle kastedilen aslında teknolojidir. Günümüzde ne felsefe ne de bilim vardır, sadece teknolojiden bahsedebiliyoruz. O bakımdan günümüzden bir örnek getiremiyoruz size ikisi konusunda, yani bu dediğim aşağı yukarı Yetmişlerden bu yana hüküm süren bir durumdur. Yunan’da dört büyük icat vardır. Bir mucizedir Yunan. Mezopotamya’dan, Mısır’dan almıştır, gayet tabii, bir yerden ala- Doğu ve Batı Medeniyetleri • 79 caksınız. Yani malzemesiz meydana getirme Allah’a mahsustur. Malzemeniz olacak ki yemek pişiresiniz ama o malzemeye nasıl biçim veriyorsunuz? Deha oradadır. Yunan’da siyasi bir sistem olarak halk idaresi, yani demokrasi icat edilmiştir. Biraz önce söylediğim gibi felsefe-bilim ve bununla birlikte Sümer’de meydana getirilen okulun üst kesimi, üniversite dediğimiz olay çıkmıştır ve ilk üniversite de felsefe-bilimin kurucu babası Eflatun’a aittir; Akademia’dır. Daha sonra esas felsefe-bilimi inşa eden Aristoteles Lykeion’u kuruyor. Bugün lise yanlış olarak ortaöğretim kurumudur, Lykeion bir üniversite statüsündedir. Akademia, Lykeion geleneği İslam’da medrese, Avrupa’daysa 1200’lerden, yani 13. yüzyıldan itibaren üniversite olarak karşımıza çıkıyor. Bunu bir gazeteye beyanat olarak söylediğimde daha sonra başıma kavuk geçirdiler. “Medreseye döndürmek isteyen dekan” dediler. Hay Allah’ım ya Rabbim, ben uçak kullanmasını bilmiyorum, kalkıp ben uçak kullanıyorum, gelin benim uçağıma binin desem biner misiniz? Kalp ameliyatı yapmasını bilmiyorum. Allah saklasın, birinin kalp sektesi olsa ben seni ameliyat edeyim, bypass yapayım desem yaptırır mısın? Yaptırmazsın. Yani her şeye herkesin burnunu sokması son derece zararlı, kötü bir alışkanlık ve bizim gibi toplumlarda bu kendini gösteriyor. Neyse, bunu bir tarafa bırakalım. Felsefe-bilim gibi bir başka icat olarak nihayet tiyatro ve spor icat edilmiştir. Başka yerlerde tiyatro olmuş mudur? Dini temsiller, ibadet şekilleri olarak tiyatro benzeri olaylarla karşılaşıyoruz. Hatta bunların çok soyutlanmış, son derece geliştirilmiş örneklerini Hint’te ve Çin’de buluyoruz ama Yunan’da tiyatro başlı başınadır, bağımsızdır ve dinle bir ilgisi yoktur. Felsefe-bilim de aynı şekilde tarihte ilk defa dinden ayrılmış, dine dayanmayan, dinden nemalanmayan bir kurum olarak karşımıza çıkıyor. Dine karşı, düşman değil, dinle iç içe, onu kullanan bir gelenek de değil ama din dışı bir kurum olarak bağımsızdır. İşte tiyatro da, spor da aynı şekilde buna benziyor. Asker talimi değil burada, savaşa yahut ava hazırlanmak üzere yürütülen bir eğitim şekli değildir, başlı başınadır. Kendi başına amaçlar taşıyan bir olaydır. Bundan sonraki konuşmayı Yunan medeniyetine ayıralım 80 • Teoman Duralı ve son konuşmamızda çağdaş medeniyete girelim. Arada kısa bir geçişle İslam medeniyetinden bahsederiz. İslam medeniyeti buna değmez değil, vaktimizin darlığından, konuların artık çok kalabalıklaşmasından ötürü ister istemez böyle bir girdaba giriyoruz. Bir parça da imkân ve vakit kalırsa İslam medeniyetini ve ondan sonraki konuşmayı da İslam medeniyetinden hareketle çağdaşa getirelim diyorum. Soru sorma gücünü bulunduranlarınız varsa buyurun efendim. SALONDAN- Hocam, Yunan’dan ve orada felsefeden söz ettik. Diğer taraflarda çıkmadı da niye orada çıktı? Bir de özellikle Sümerlerden, Fenikelilerden, Mısır’dan bahsettiniz. Oradan neler aldılar da onları birleştirerek öyle bir ortama çıkardılar? TEOMAN DURALI- Şimdi birincisi, insan olaylarında tespit ettiklerimizin fizikte olduğu gibi birebir sebeplerini bulamıyoruz. Yağmur niye yağar? Şu sebeplerden, şu unsurların oluşmasından ötürü yağar. Cereyan nasıl meydana gelir? Buna benzer bir biçimde insan olaylarını, tarihi açıklayamıyoruz. Yunanistan’ın kendine mahsus bir huyu mu var bilmiyorum. Şimdi bakın, sizin sorunuz bende bir şey çağrıştırdı. 94’te Viyana’da ders veriyorum. 12 Mart Darbesi sonrasında buradan kaçmış eski bir komünist talebem beni buldu, çok hasret giderdik, sohbet ettik. Onun askeri okuldan atılmış, eski komünist bir arkadaşıyla birlikte biz her cumartesi yahut pazar ormanda geziye çıkıyoruz, Viyana etrafındaki ormanlarda geziyoruz. Ormanda gezerken yağmur başladı. Tipik Marxçı bir çıkarımla “Hocam, şu hâle bak, şu iklime bak Allah aşkına, burada medeniyet olmaz da ne olur? Verimli toprak, yağmur, yağış, tükürsen tükürük ağacı bitecek neredeyse, bu kadar verimli bir arazi” dedi. Peki dedim, “Bu iklimin tıpkı basımı Amerika’da da var. Kızılderililer binlerce yıl, başı kabak yalın ayak konargöçer bir hayat sürmüşler. Bütün Kızılderilileri kastetmiyorum. Küçümseme babından söylemiyorum, bu bir tasvir, konargöçer yaşamışlar. İşte Kızılderili filmlerinden bilirsiniz, tipi denilen çadırlar kuruyorlar, göçüyorlar, bufalo kovalıyorlar. Silah bile geliştirememişler, yani ok bile yok, en yaygın ve ilkel alet mızrak, bıçak var. Kılıç yok, kalkan yok, ok yok. Bunu nasıl izah Doğu ve Batı Medeniyetleri • 81 ediyorsun?” Burada da orman var, güzel toprak var, yağmur var, iklimi çok müsait, son derece tatlı güzel bir iklim ama buradaki medeniyet orada yok. Daha da kötüsü buranın iklimi berbat, çöl ama burada muazzam bir medeniyet ortaya çıkmıştır, İslam’dan önce Arapların büyük bir medeniyeti var. Yani biz küçümsüyoruz çeşitli nedenlerle, Müslümanlığa düşman olanlar acısını Araptan çıkarırlar. Arap düşmanlığı Müslüman düşmanlığından ileri gelir. Müslümanlığa taş atmaya korkanlar Arapa yüklenir. Bu büyük bir kültürdür, muazzam bir şeydir. Düşünün, daha MÖ 3. yüzyılda Süveyş’le Çin’in güneyindeki kanton arasında mekik dokuyor Arap denizcileri, Bin Bir Gece Masalları buradan geliyor. Bunu nasıl izah edeceğiz, bu nasıl bir şey? O bakımdan Yunan medeniyeti A, B, Ç, D, E, F, G vs. sebeplerden ortaya çıkmıştır demeye imkân yok. Yani buradaki iklim şartları, buradaki coğrafi şartlar birçok başka yerde vardır. İkinci, üçüncü derecedeki birtakım unsurları sayabiliriz. İyonyalılar yer şekillerinden ötürü tarıma fazla ağırlık verememiştir, denize açılmak zorunda kalmışlardır. Denize açılan kavimler akıllanırlar, zekâları artar, tarımla uğraşanlara oranla çok daha zeyrek olmak zorundadırlar. Şartlar onları buna zorlar ama gerçek sadece bu mudur? Japonlar da denize açılmak zorunda kalmışlardır ama böyle bir şey göstermemişlerdir. Malaylar da denize açılmak zorunda kalmışlardır, yok böyle bir olay. Burada ortaya çıktı. Bu muazzam medeniyeti, mesela, iklim şartları, yer şekilleri benzer olan İtalya’da görmüyoruz. Çok önemli bir kültür merkezidir ama… Müstesnadır burası, istisnai bir durum vardır. Unsurları Mısır’dan, Mezopotamya’dan almışlardır. Özellikle de felsefenin en önemli dikişi, nakışı matematiktir. Matematiğin unsurlarını büyük ölçüde Mısır’dan ve Mezopotamya’dan almışlardır. Aritmetiği Mezopotamya’dan, geometriyi, trigonometriyi Mısır’dan almışlardır. Cebir yoktu daha o zamanlar, cebir İslam medeniyetinde ortaya çıkan Hint’ten alınmıştır. Dediğim gibi bunun size kesin bir cevabını veremiyorum, kesin bir kaynak gösteremiyorum. SALONDAN- Eflatun oralarda eğitim almış bir kişi mi? TEOMAN DURALI- Almıştır tabii, Mısır’a gider. Eflatun kalburüstü derecede dindar bir adamdır. Pagan değil, tam tersine Efla- 82 • Teoman Duralı tun’da hangi taşı kaldırsanız altından Tanrı çıkar. Ben hayatımda iki adamda böyle bir şey gördüm. Bir onda, bir de Gazzâlî’de hastalık derecesinde… Nerden almış bunu? Demin belirttiniz, bana kalırsa Mısır’dan almıştır, Yahudilerden görmüştür. Çünkü ilk Tek Tanrılı dini getiren onlardır. İbraniler ve Mısır’da önemli bir İbrani azınlık vardı. Hiçbir kaydımız yok. Hiçbir yerde Eflatun Yahudiden bahsetmez. Yunanlılarda dehşet bir Yahudi düşmanlığı vardı, oradan mı kaynaklanıyor bilmiyorum. Ama onlarla karşılaşmamış olması mümkün değil ve özellikle Timeos ve Kanunlar adlı eserlerinde öylesine Tek Tanrı fikri işliyor ki, bunu bir adam oturup düşünerek bulamaz, mümkün değil. Çünkü göğe bakıyorsunuz, bir düzen var… Tevrat’ın ve Kur’an’ın işlediği Tanrı fikrini düşünerek bulmaya imkân yok. İstihareye yatarak, göğe bakarak bunu bulgulama imkânsızdır. Benim kanaatim, bunu Mısır’da karşılaştığı, gördüğü, konuştuğu Yahudilerden almış olması lazım. SALONDAN- Hocam, teşekkür ederiz. Şimdi ilk bölümü kaçırdım, anlattıysanız özür diliyorum. İnsanların ilkel döneminde leş yediğini, daha sonra bazı aşamalardan geçtiğini söylediniz. Fakat Kur’an’dan yola çıkarsak Adem ve Havva’ya bilgiler verildi. Habil’le Kabil’e leşi gömmeleri öğretildi. Araya ne girdi de sonra tekrar insan bunları bilmez hâle geldi? TEOMAN DURALI- Hz. Adem ilk peygamberdir, ilk insandır, malumualiniz, yani ilk beşer değil. Çünkü yine Kur’an’da Adem’den önce insanımsı yaratıklardan bahseder. Ayetleri bilmiyorum, teker teker sayamam size ama var bunlar. Adem insan bilincini yaşayan, insan olduğunu bilen ilk varlık olarak, ilk yaratık olarak, Peygamber olarak tanıtılıyor. Peygamberlerin tebliğleri var, Adem’in de tebliği var sonra gelen peygamberlerde olduğu gibi. Allah’ın tebliğleri iki yoldan yürümektedir: Elçileri vasıtasıyla bütün insanlara bildirdikleri ve buna paralel olarak her birimizin içine konuşmaktadır, hitap etmektedir; buna vicdan diyoruz. Bizim esas monolog olarak gördüğümüz bir diyalogdur içimizde, sürekli konuşuyoruz kendi kendimizle. Doğu ve Batı Medeniyetleri • 83 SALONDAN- Daha önceki beşerde yok mu Hocam bu vicdan? TEOMAN DURALI- Bilmiyoruz. Beşerin salt hâlini tanımıyoruz. SALONDAN- Homo sapiensler… TEOMAN DURALI- Homo sapiens, neanderthalensis, homo erectus, homo habilis, bunlarda neyin nasıl olduğuna ilişkin bir bilgimiz yok. Çünkü insanı ancak kültür verisiyle tanıyoruz. En eski insanların -kromanyon adamlar- kalıntıları, mesela mağaralara çizdikleri resimler var. Bunların bir dile sahip olduğunu bıraktıkları eserlerden anlıyoruz ama neanderthalensis yahut da ondan daha önce homo erectus, homo habilis, vs. dili nasıldı, var mıydı, yok muydu, bunların kalıntılarına sahip değiliz. Sadece vücut parçalarını buluyoruz. Oradan da bir şey çıkarmaya imkân yok. Yani kalıntıdan hareketle kültür üzerinde yorumda bulunuyoruz ve tabii en sağlam belgeler yazıyla birlikte ortaya çıkıyor, o yüzden tarihi orada başlatıyoruz. Bir diyalog var içimizde, din bunu iki tarafın birbiriyle konuşması olarak bize bildiriyor. Bir yanda nefs, öbür tarafta Allah’ın sesi, vicdan dediğimiz şey ama o vicdanda bize bildirilenler aslında tebliğlerle bildirilenlerin paralelindedir. Yani peygamberler yoluyla umuma, kamuya gelen tebliğ olmasa vicdan dediğimiz, yani kendi içimizde işittiğimiz o sesin ne anlama geldiğini bilemeyecektik. Yani o tebliğ olmadan bunu anlamaya imkân yok. Bu ancak o tebliğ sayesinde anlaşılırlık kazanmaktadır. Böyle ikili bir hitap var ve bu ille çok üstün ahlaki konularla ilgili değil, her an devam ediyor. Çocukken yaramazlık ediyorduk yahut ediyordum, sizler etmiyordunuz belki, ağaca çıkıyorum. İşte in oradan aşağı, seni yakalarlarsa kafanı kırarlar, düşersin, kafanı kırarsın. Okul çıkışı önlüğünü çıkar, kavga edersen delinir, annen döver gibi çok basit uyarılar çocuğa yapılır. Her yaşın kendine göre bir uyarması var. Tarihte de bu böyle, en eski gelen tebliğler daha sonra gelenlere oranla daha basittir. Efsaneler çeşitli, her kavmin kendi efsanesi var. Çünkü her kavme bir elçi gönderdik diyor. İlk defa bütün insanlığa hitap etmek üzere gelen Hz. Musa’dır. İnsanlık fikri zaten orada “On Emir”le ortaya çıkıyor. Çünkü bu hanımefendi benim ailemden, kabilemden, ben onun cep telefonunu aşıramam. Çünkü o benim kabilem ama siz eğer benim kabilemden değilseniz sizin 84 • Teoman Duralı cep telefonunuzu aşırırım. Bu bir yasak değil, mubahtır. Çok eski cahiliye devrinin kalıntılarını biz hâlâ kavmiyetçilikte buluyoruz. Sadece benim kavmim, kabilem, aşiretim önemlidir, gerisi insan değildir. Bundan galiba size bahsettim daha önce. İlk defa bütün insanlığa hitap, daha doğrusu insanlık fikri Musa’yla ortaya çıkıyor. Gidiyor Firavun’a, diyor ki: “Allah var, kabul etmen lazım.” O da diyor ki: “Git oradan, Tanrı benim, ne oluyor sana” ve kovuyor. Hikâyesi uzun. Hz. İsa ve nihayet Hz. Muhammed’de yaygınlaştırılan, geliştirilen fikir, bütün insanlığa yayma olayı. Bugün insan hakları dediğimiz, insanın vazgeçilmez hakları ve ödevleri olma fikri ilk defa dinle ortaya çıkıyor. Bunları ilkin Tevrat’ta görüyoruz, ondan sonra devam ediyor. Nasıl canlılıkta bir evrim görüyorsak, kültürün de bir tekâmülü var ve inanan insanlara göre bu tekâmül dine dayalıdır. İnanmayan kimseler için de sosyoekonomik bir olaydır. Yani kendi kendine mekânik olarak gelişen bir olaydır tıpkı doğanın mekânik olarak genişlemesi gibi. Yani herhangi bir müellifi yok amacı da yok, kendi kendine olan bir olaydır. Dindar olan, inanan kişi için bir müellif, yapıcı, mimar var, bir de yöneldiği bir amaç var, bir gayeye yönelik yürümektedir. SALONDAN- Hocam, insanımsıya Kur’an’da işaret vardır, aklıma gelmiyor dediniz, ben şu olabilir mi diyorum? İnsanı yaratıp da meleklere sunduğu zaman melekler diyor ki: “Kan ve fesat çıkaracak bir varlık mı yaratıyorsun?”, buradan yola çıkarak müfessirlere göre insandan önce bir başka varlık vardı ki melekler böyle diyor. TEOMAN DURALI- O dediğiniz doğru, o mantık yerinde ama ondan başka benim hatırladığım kadarıyla insansı birtakım varlıklardan da bahsediliyor ama dediğim gibi şimdi çok açık ve ayık bir biçimde yerini yahut sözlerini hatırlayamıyorum, bakmak lazım ama dediğiniz o şey de çok mantıklı bir çıkarım ama başka daha belirgin bir biçimde bundan söz edildiğini hatırlıyorum. Özellikle Hintli bir büyük Kur’an müfessiri bunun çok önemle altını çiziyor. Çok yaygın bir Kur’an tercümesi ve tefsiridir İngilizce. SALONDAN- Yusuf Ali. TEOMAN DURALI- Yusuf Ali, teşekkür ederim. Yusuf Ali tef- Doğu ve Batı Medeniyetleri • 85 sirinde de bu çok öne çıkarılan bir hadisedir. Kur’an’daki bütün ifadeler ahlaka yöneliktir, edebe yöneliktir. Mesel diyoruz, şimdi bunu bana çok sormuşlardı. Mesela, İlahiyat Fakültesinde bir konuşmamda demin size söylediğimi söylemiştim. Bunlar edeple ilgilidir demiştim. Bir zatımuhterem kalktı dedi ki: “Yok, öyle olmaz” Kur’an’da bir ayette tuzlu ile tatlı suyun karışmayacağı açıklanmıştır. Kaptan Cousteau da tespit etmiş, Amazon Atlas Okyanusu’na dökülüyor ve 300 km açığa kadar tuzluyla tatlı su karışmıyor. Şimdi dedi ki bu tümüyle Kur’an’ın inkârı demektir. Yani din kesin kabule dayanır. Buna iman diyoruz. İman hiçbir şekilde inancınıza yabancı bir unsuru dâhil etmemektir, zerrece şüpheye mahal bırakmamaktır. Bir iddiaya dayanak arıyorsan o takdirde şüpheye düşmüş olursun. Bak gördün mü, Amazon’un suları karışmıyor deniz suyuna, öyleyse ayet doğru; bitti. Tabiatta her şey değişir. Yarın hidrosfer şartları bu ısınmayla birlikte mutlaka değişecek, ya o vakit bu tuzluyla tatlı su karışırsa ayet yalanlanmış olur, anlatabiliyor muyum? Yani bu geçicidir. Din ebedi hakikat üzerinde konuşur, bilimde her şey geçicidir. Üç günlük geçerliliği vardır. Görüyorsunuz her gün değişiyor, dün kahve kötüydü diyorlardı, sakın içmeyin, bugün çok iyidir diyor, ömrü uzatır. Bekliyorum yarın sigara da çok iyidir denilsin, bugün canavar ilan edilen sigara, tütün… -ben sigara içmiyorum o başka bir şey- araştırmalarınıza göre sürekli değişiyor. İlimde açı önemlidir. Masayı ben burada görüyorum, siz o tarafa geçtiniz, öbür tarafını görüyorsunuz. Ben şimdi size şurayı tasvir edebiliyorum, siz yarın öbür tarafı tasvir edeceksiniz. Hepsi masaya ilişkin bir şey, hatta yanlış da tasvir edebiliriz. Miyop olurum, ben bambaşka bir şey söylerim, hipermetrop olurum ayrı bir şey söylerim, vesaire. O bakımdan dinin doğayla bir ilgisi yok. Sen yine de şüphe ediyorsan bak şu düzene, bu da mı seni inandırmıyor ama gerçek halis dindar etrafına bakmaya zaten lüzum görmez. Onlar dini bozan olaylardır. Dinin en önemli yanı ölüm sonrası içindir. Kesin bir şey bilmediğimiz bir alandır ve hiçbir zaman da bilemeyeceğiz. Yani gidip gelen olmadığından hiçbir şey bilmiyoruz. Birtakım adamların ölünce insan şunu görüyor demesi uydurmadır. Din kitabı, Kur’an yahut da herhangi baş- 86 • Teoman Duralı ka bir din kitabı ne diyorsa onunla yetinmek zorundayız. Görgü tanığı olmamıza imkân yok. Halbuki bilim görgü üzerinde durur, deney yapmak zorundadır. O anlamda hiçbir vakit ikisini çakıştıramazsınız. Her şeyden önce biraz önce söylediğim felsefe mantığa dayalıdır ve mantığın ilk üç ilkesi ana ilkelerdir. Özdeşlik, çelişmezlik ve üçüncü hâlin olmazlığı. Allah bana, sana, ona şahdamarından yakın, 7 milyar insanda bu böyle. Bu yerle bir ediyor özdeşlik ilkesini, bağdaştırmaya imkân yok. Benim her an her yaptığımı tespit ediyor, kaydediyor. O imkân var, seninki, onunkisi herkesinkisi… Allah’ı düşünmek dini yerle bir etmek demektir. Düşünmüyoruz sadece, yaşadığımız ortamda da imanla yürüyoruz, imanla yaşıyoruz. Şuradan sağ çıkacağıma iman etmişim. O arada neler olur? Ağzımdan yel alsın, deprem olur, gökten taş düşebilir, kalp sektesinden gidebilirim, vs. Ben bütün bunlara kapılsam yaşayamam, adım atamam. Hepimiz için bu böyle, iman üzerine yaşıyoruz. Mesela, uçağa biniyoruz, bir mucize uçak. İstediğin kadar uçak mühendisi ol, bilmem kaç bin ton havada hareket etmektedir ve bu bir yere kazasız belasız varacak diyorsun, nerede elinde kanıt var? Olağan dışı olan felsefedir, felsefi şüphedir. Akla dayalıdır, akılla götürüyoruz biz o işi, duygu hayatındaki şüpheye kuşku diyoruz ve o hastalığa götürür insanı, hasta eder. O yüzden karıştırmamak lazım ikisini. Filozoflar fıttırır filan diyorlar ya, bu karıştırmadan ortaya çıkan bir şeydir. Bu ayrımı yaptın mı harikulade götürürsün. SALONDAN- Hocam, bu eski medeniyetlerden bahsettiniz. Çin, Hint, bir de… TEOMAN DURALI- Fars, İran, Sümer… SALONDAN- Sümer’den bahsederken nereden geldiği belli olmayan dediniz, yanlış anlamadıysam, diğerlerinin nereden geldiği belli mi acaba? TEOMAN DURALI- Dillerinden biliyoruz. Sümercenin hangi dil ailesine ait olduğunu bilmiyoruz. Sondan eklemeli bir dil olduğundan ötürü milliyetçilerimiz Türkçeyle akraba ilan ederler. Öyle bir durum yoktur, bütün sondan eklemeli diller Türkçeyle akraba değildirler. Sondan ek alma, aglütinasyon çok yaygındır. Doğu ve Batı Medeniyetleri • 87 Amerika’daki diller, Afrika’daki Bantu dilleri öyledir. Bunların Türkçeyle hiçbir ilişiği yoktur. Sümerce de böyledir. Sondan eklemeli bir dildir. Nerede kiminle akrabadır, nereden gelmiştir, neyin nesi kimin fesi olduğuna ilişkin elimizde hiç inandırıcı bir belge yok. Kuzeyden, denizden gelmiş olması muhakkak ama kuzey de o kadar geniş bir coğrafyadır ki bilmiyoruz. Öbürlerini biliyoruz, Farsça Hint-Avrupa dillerinden, Çince Sino-Tibet dillerinden, Hint’in klasik Sanskritçesi Avrupa dillerinden. Dillerden hareketle bu akrabalıkları kuruyoruz. SALONDAN- Dinlerin basitten komplekse olduğuna dair bir şey söylemiştiniz. TEOMAN DURALI- Hayır, öyle bir şey demedim. Basitten komplekse değil de çocuksudan daha olguna çıkan bir şeyi vardır. Yani siz çocukken, küçükken dinle ilgili sorularınız vardır ve size verilen cevaplar bir çocuğa verilecek cevaplardır. Tanrı’nın ideal yapısı bir çocuğa anlatılamaz, anlamaz bunu, çocuğa uygun cevaplar verilir. Dinler de öyle, insanlığın çocukluk çağına uygun tebliğler gelmiştir ve bunlar zamanla daha olgunlaşmıştır. Olgunlaşma soyutlama anlamındadır, soyutlama kabiliyeti yükseldikçe tebliğlerde buna vurgu yapılmıştır, o anlamda söyledim. SALONDAN- Hocam, öğrencilerinize anlattığınız bir anekdot vardı. Malezya’da yaşadığınız bir şey olması lazım, Muhammed Abbas demiştiniz herhâlde orada bir… TEOMAN DURALI- Rektörümüzdü, evet. SALONDAN- O şöyle bir soru sormuş size, ben de cevabını merak ettiğim için tekrar soruyorum: Mevlânâ mı acaba senden daha zekidir, sen mi Mevlânâ’dan? TEOMAN DURALI- Mevlânâ mı senden daha çok biliyor, sen mi Mevlânâ’dan çok biliyorsun? Teknolojik açıdan tabii ki ben daha çok biliyorum ama bu bir olgunluk mertebesi midir? Değildir. Olgunluk mertebesi ve hakikat bilgisi bakımından o benden daha fazla şey biliyordu. Tabii ki Mevlânâ ne uçağı görmüştür, ne cep telefonu denilen belayı, ne bilgisayarı, ne onu, ne bunu, o bakımdan bu ikisini ayırmak lazım. Ben de Abbas’a bu iki şeyi 88 • Teoman Duralı söylediydim, bu şimdi verdiğim cevabı verdim. Abbas’ın hoşuna gitmedi. Çünkü Abbas’ın gündeminde bilgelik, manevi ağırlık söz konusudur ama Türkçede bir laf vardır: Affınıza sığınırım, aç ayı oynamaz. Yani teknoloji gelişmeye sırtımızı dönerek da yaşayamıyoruz. Ben uzun süre bilgisayara karşı direndim. Sonra Selanik’ten bir davet geldi, dediler ki falanca konuda makale yollayın Selanik Üniversitesine, ben de gönderdim. Yazı makinesiyle yazmışım, zarfa koyup gönderdim her zaman yaptığım gibi, bana geri geldi. Böyle olmaz, internetten göndereceksin dediler. İlk defa o şekilde internete girdim ve girmek mecburiyetinde hissettim. 2000’lerin başları filandı, yani o zamana kadar direndik, tabii bu şekilde ayırmamız gerekir kanaatimce. SALONDAN- Hocam, az önce Tanrı’ya inanırız, düşünmeyiz dediniz… Düşünmez misiniz? Din bizi dolaylı olan felsefeye teşvik etmiyor mu aslında? TEOMAN DURALI- Hayır, etmiyor. Kuşku tohumları olursa içinde… çünkü kuşku çok rahatsız edici bir şeydir. Bilmem siz hiç kuşkuya kapıldınız mı? Aman kapılmayın, Allah sizi kuşkudan korusun. Sadece dini anlamda değil, sevgilinizden, karınızdan, kocanızdan, yavuklunuzdan, çoluğunuzdan çocuğunuzdan kuşku baş gösterdi mi hayat dediğimiz bina çöker, yıkılır. Bu bakımdan insanın kuşkuya kapılmasını önleme bakımından son çare budur. Şu düzene bak, yani o düzene bakarak beni keşfedersin değil de farklı bir duyguya kapılırsın. Çünkü dinin başta gelen duygusu felsefe-bilimde de bu böyledir, hayranlıktır. Bu olağanüstü yapının karşısındaki hayranlıktır. O olağanüstü yapıyı kavrayan insan dimağına duyulan bir hayranlıktır. Einstein bunu söylüyor ki beni evrenin sonsuzluğu değil, onu kavrayan insan dimağı hayran bırakıyor, şaştığım budur diyor. Hayranlığında, hayretinde kuşkuya kapıldığında, acaba böyle mi yahu demeye yöneldiğinde, bunlar seni ikna etmiyor. SALONDAN- Kant’ta da var Hocam hayranlık. TEOMAN DURALI- Zaten Kant büyük ölçüde dini aşılayan bir adamdır ve dini aşılayan bir başka adam daha size söyleyeyim, o da Karl Marx’tır. Âdeta Tanrı’sız bir din kitabı gibidir. Bir adamın Doğu ve Batı Medeniyetleri • 89 dindarlığını yahut maneviyata verdiği değeri her şeyden önce şüpheden, kuşkudan uzaklığıyla ölçebiliyorsun. Marx’ın doğa felsefesinde kuşkuya hiç yer yok. Ben bir kere galiba arkadaşlarıma iki kitabı açtım. Okuyun şu sayfayı ve bu sayfayı, kime ait dedim. Biri Gazzâlî’nin Filozoflara Cevap’ı öbürü de Lenin’in Empirio Criticism’i. Empirio Criticism’de Lenin, Ernst Mach adındaki fizik temelli filozofu yerden yere vurur. Çünkü bu filozof tümüyle kesinliği reddeder, her şeyi yalın kılıç şüpheye bağlar. Gazzâlî’nin de Meşşailere yüklenmesi hep bu şüphe meselesindendir. Boylarından büyük işlere girerler. Yani kanıtlanması imkânsız konuları kanıtlanıyormuş gibi ortaya sürerler. Âlemin başı var mıdır, yok mudur? Kimisi var diyor, kimisi yok diyor. Nereden biliyorsun kardeşim, nasıl anlatacak, nasıl kanıtlayacaksın? İnanmanın dışında hangi yol var? Biz âlemin oluşumunun başına geri gidebilir miyiz? İmkânsız bir şey, dolayısıyla bütün bunlar hava oyunlarıdır. Şimdi iki kitabı yan yana koyduğunuz vakit, Gazzâlî’den Tanrı’nın adının geçmediği bir sayfa seçin, Lenin’in de kitabını getirin, yanına koyun, hangisi kimindir bilemezsiniz. İkisi şüphe düşmanlığı bakımından o derece birbirine benzer. Şüpheye karşı bir, ikincisi toplum adaletini göklere çıkarır Marx ve dinin de getirdiği budur. Gerisi adalete talimdir, yani ibadet adaletin tahakkuku için, gerçekleştirilmesi için yapılan işlemlerdir. Çünkü dünyanın en zor, belalı işi ahlaklı olmaktır. Sıratımüstakimde yürümek ve muhlis bir insan olmak kadar zor bir şey yoktur. Buna alıştırmak için ibadet ettiriyor, talim ediyor. Nasıl ki asker ölmek ve öldürmek için talim ediyorsa, mümin ve dindar insan da ahlaklı olmak için talim yapıyor. SALONDAN- Hocam, ahlâk insanların bulduğu bir şey midir, yoksa Tanrı’nın gönderdiği bir şey mi? TEOMAN DURALI- Biraz önce hanımefendiye cevap verirken dedim ki, dindar insanla inanmayan insan arasındaki ayrıma dayalı olarak cevaplandırabiliriz. Tekrar aynı şeyi söylüyorum, bu paçayı kurtarmak için yaptığım bir işlem değil, başka bir yolu yok bunun. Dindar olmayan kişilerde ahlakın var olduğunu, din dışı Tanrı’nın koymadığı bir ahlakın var olduğunu öne sürüyorlar. Zaten din bizzat ahlakı getirmiyor. O da yanlış bir şeydir. Ahlakın temellerini, 90 • Teoman Duralı ana unsurlarını getiriyor. Bunu Farabî’den öğreniyoruz. Filozof bu unsurlar, ilkeler arasında bağları kurarak ahlakı tesis ediyor. Yani ahlâk yahut da Yunancasıyla söylersek ēthike felsefenin inşa ettiği bir sistemdir. Tekrar ediyorum, din ana kilometre taşlarını koyuyor, senin için bütün yolu düzenlemiyor. Düzenlemez, çünkü o zaman hayvan olurduk, içgüdülerimizle hareket ederdik. Bize cevizi veriyor din, kırmayı bize bırakıyor. İnsan olmamızın farkı olarak akıl var bu işin içinde. Niye akıl var? Hür irademiz var da ondan. Bir külli irade, bir de insanda cüzi irade vardır ve buranın başını akıl çekmektedir. Dinden gelen tebliğleri belirleyen, bize açık kılan, bizi ona yönlendiren aklımızdır. Aklımızla iş görüyoruz. İçimizde, aklımızda işittiğimiz ses vicdandır. Ahlâk kendisini orada göstermektedir. Vicdanı çiğneyebilirsin, ona uymak zorunda değilsin. Köpek saldırdığında çökersin, kuduz değilse saldırmaz, durur. İçgüdüsüdür. İnsan saldırırken hiçbir şey yapamazsın. Önemli olan onun saldırıya geçmemesidir. O da kendisinden kaynaklanır. İşte buna hür olmak diyoruz, karar verici bir merciiyiz. İyiyle kötü arasında, olması gerekenin yerine getirilmesi ve getirilmemesi insana bağlıdır. Bu akşam yorgunum, keyfim yok, gitmeyeyim deseydim sizi burada ayaza bırakırdım, gelmem benim kararım. Beni zorlayan nedir? Ödev duygusudur. Sizi buraya getirmeye zorlayan nedir? Yine ödev duygusudur. Bu zevkli bir iş midir? Değil, ne zevki var? Burada iki saattir lak lak dinliyorsunuz. Ödev olarak görüyoruz biz bunu, öğrenmek zorundayım, ben insanım, bilgilenmek mecburiyetindeyim diyorsun. Okula gidiyoruz, ödev sonucu, yoksa bir tadı tuzu yok ki bunun, hele benim için hiçbir zaman olmadı ve herhâlde altmış yıldır okuldayım. Yani Stalin’in çalışma kampları gibi bir şey oldu. Dinin en önemli yönü bu, sorumluluk ve ödev, gerisi hepsi ikinci, üçüncü, onuncu derecede olaylardır. İstersen dinin yerine başka bir şey koy ama yürümüyor, sakat kalıyor, gevşek kalıyor. İdeolojilere geleceğiz iki hafta sonra, ideolojilerden bahsedeceğiz; dinin yerine felsefenin ikame edilmesi Yeni Çağda, çağdaş dünyada. SALONDAN- Hocam, ağzınıza sağlık, sizi de yorduk, teşekkür ederiz. İki buçuk saate yakın bir performans oldu. TEOMAN DURALI- Sağ olun, eksik olmayın. Doğu ve Batı Medeniyetleri • 91 NİSAN 2015 Eski Çağ Yunan Medeniyeti TEOMAN DURALI- Hepiniz hoş geldiniz. Yanlış hatırlamıyorsam bu oturumda Eski Çağ Yunan medeniyetini ele alacaktık. Hatam varsa düzeltin. Ondan sonra uzun bir konu, fırsat kalırsa Orta Çağ’a da geçeceğiz. Efendim, bu İlk Çağ, Eski Çağ sınıflamasının nereden geldiğinden bahsettim mi, hatırlamıyorum. 19. yüzyılda Avrupalı tarih filozofları kendi açılarından tarihlerini devirlere ayırmışlardır. Yazının icadıyla birlikte -ki Sümerlerde 3300’lerde icat edildiğinden bahsetmiştim- tarih başlıyor. Daha öncesine tarih öncesi -prehistoria- deniliyor. Tarihi devirlerin en eskisi, ilki İlk Çağ olarak adlandırılıyor. Yazının icadından Yunan medeniyetine değin o çok geniş aralığına İlk Çağ adını vermişlerdir. İlk Çağ’da özellikle kast olunan batıdaki medeniyetlerin menşeini teşkil eden Mezopotamya, Mısır, Anadolu’dur. Yunanla birlikte aşağı yukarı MÖ 9. yüzyıldan itibaren Eski Çağ’a geçiliyor. Eski Çağ Batı Roma’nın yıkıldığı MS 5. yüzyıla değin uzanıyor. Yaklaşık 1000 yıllık bir süreyi kapsıyor. Eski Çağ Yunan ve Ege de denilebilir ve ondan sonra Orta Çağ başlıyor. Bu dediğim hep Avrupa’nın gözünden tarihin değerlendirilmesidir ve nihayet Orta Çağ da İstanbul’un fethiyle yahut Amerika’nın keşfiyle biter. Ya 1453’te ya da 1492’de tamamlanır ve ondan sonra Yeni Çağ başlar. Yeni Çağ çok farklı, apayrı bir dönemdir. Tarihte ilk defa bir kültür medeniyet ve din esasına göre inşa edilmez. Yeni Çağ Avrupa medeniyeti tümüyle din dışıdır. Dinsizdir, Tanrı’yı inkâr eder şeklinde anlaşılmaması gerekir ama resmen kurum olarak kendisini dine dayamıyor. Önceki medeniyetler çoğunlukla adlarına varıncaya dek bütün yapılanmalarını dinden almışlardır. Hint medeniyeti Hindu dininden, İran medeniyeti Zerdüştlükten geliyor, yani Zerdüşt dinine dayanmaktadır. Mısır medeniyetinin 92 • Teoman Duralı ad olarak dini tarafı yok ama her medeniyet gibi o da din esaslıdır ve nihayet hepimizin bildiği İslam medeniyeti İslam dininden geliyor. Orta Çağ Hıristiyan medeniyeti Hıristiyanlıktan teşekkül ediyor. Resmen bilerek bilinçli olarak kendini dine geri götürmeyen, dinde odaklamayan Yeni Çağ din dışı Avrupa medeniyetidir. Din dışı sözünü ben uydurdum. Din dışını seküler karşılığı kullanıyoruz. Laik değil, laik başka bir şeydir. Biz çoğu kere yahut da her zaman laiki bu anlamda kullanıyoruz. Yeni Çağ demek ki ilk defa din dışı bir zemine oturmaktadır. Gelelim Yunan’a, nedir, ne değildir? Efendim, Yunan’a gelmeden önce önemli bir olaydan bahsedeceğim size, daha önce de birkaç kere bahsettik, büyük göçler oluyor. Bunlara tarihte kavimler göçü adı verilir. Bunlardan sonuncusu ve en önemlilerinden biri MÖ 3000’de cereyan eder. İki eksen üzerinden yürümüştür. Bugünkü Rusya’nın güneyindeki geniş ovadan hareket eden kavimler topluluğudur ki, bunlara tarihte Hint-Avrupa yahut Arî denilmiştir. Bu mıntıkadan hareket ederek doğuya, güneydoğuya, batıya, kuzeybatıya yönelmişlerdir. Doğuda, şu gördüğünüz saha Batı Avrupa’dan Doğu Asya’ya uzanan bir bütünlülüktür, düzlüktür. Burada Ural Dağları’nın en yüksek noktası 1000-1200 olabilir. Çoğu yerlerde 200-300 metreyi geçmiyor. Buraları geçerek doğuya doğru akan ve Kuzeydoğu Asya’dan kopup gelenlere Çinliler Hiung-nu diyor, bazı tarihçiler bu Hiung-nuların Hun olduğunu söylüyor, kesin bilmiyoruz. Bunların yazısı çizisi yoktur, bütün bildiklerimiz çok geç bir çağa, MÖ 3. yüzyıla dayanan Çinlilerin kayıtlarından oluşuyor. Çinlilerin Hiung-nu dedikleri bu adamlar bugünkü Moğolistan coğrafyasını kaplamışlardır. Kuzeydoğu Asya’da ve buranın biraz batısında Hint-Avrupalılarla, Arîlerle karşılaşıyorlar. Büyük iki blok… Bunlar büyük ihtimalle Moğoli ırktandılar. En önemli ırk öbeklerinden biri Moğoliler, Fransızcada antropolojide Mongoloid diye geçer, yine ben Türkçeye Moğoli diye tercüme ediyorum. Ne kadar doğrudur yanlıştır, sizin takdirlerinize bırakıyorum. Öbürleri Hint-Avrupa ırkından gelen insanlar Arî. Bugün Arî sözü kullanılmıyor, yasak. Ben izninize sığınarak kullanıyorum, çünkü Arî sözünü nasyonal sosyalistler berbat etmişlerdir, çok kullanmışlardır. Irkçılığın Doğu ve Batı Medeniyetleri • 93 temelini teşkil etmiştir bu Arî sözü. Bu yüzden bugün siyasi bir hata olarak kabul ediliyor. Bazı kelimeler tu kaka olmuşlardır. Mesela, Amerika’da adama zenci dediğiniz vakit içeri atarlar sizi yahut da döverler. Afro-Amerikan diyeceksiniz, Kızılderili’ye de Kızılderili diyemezsiniz, o da yasak. Onlara da Amerikan yerlisi diyeceksiniz. Bizde de mesela şimdi Çingene demek yasak, artık Roman demek gerekiyor. Çünkü onların dilinde Roman kendilerine verdikleri ad ve aynı zamanda insan demek, galiba bundan bahsettik daha önce, geçtiğini sanıyorum. O kadar çok yerde konuşunca yalana uğruyorsunuz ve kime ne anlattığınızı karıştırıyorsunuz. Roman Çingene dilinde Çingene demektir ve insan anlamına gelmektedir. Yani o boyun dışından gelenler insan olarak kabul edilmiyorlardı. Bu bir ırkçılık değil, bu doğal bir kabile anlayışıdır. Bütün kabilelerde bu böyleydi çok eskiden. Her neyse, biz gene gelelim bu Hiung-nularla Arîlerin karşılaşmasına, bu karşılaşmanın sonucunda bir sevişme ortaya çıkıyor. Sevişmenin ortaya çıkmasının sebebi Hiung-nular dıştan kadın alma zorundaydılar. Dini sebeplerle iki tür evlilik mümkündür. Ya topluluğun içinden evlenmek zorundasınız ya da topluluğunuzun, kabilenizin yahut aşiretinizin dışından. Yani Türkçesiyle söylersek oymak içinden evlenme yasağı vardı. Çünkü kendileri bir dişi börüden, kurttan geldiklerine inanıyorlar ve kendi içlerinde evlenmenin bir çeşit sapıklık olduğu, yani ensest olduğu kanısındaydılar. Bu sebeple dışarıdan kadın alma gereği vardı. Bu çok eski oturmuş, kökleşmiş bir Türk geleneğidir ve dilimize de pelesenk olmuştur. Evlenen kadına ne diyorlar? Gelin. Dışarıdan gelen. İlk gençlik yıllarıma değin süren bir gelenekti kız kaçırma, doğru düzgün evlenecekler ama evlenme âdetinde törenin bir parçası güveyin kızı kaçırmasıdır. Birkaç saatliğine dahi olsa bir dağa kaldıracaktır. Bu âdetin bir parçasıydı, şimdi kalmadı. Gördüğüm, gezdiğim Türkmen boylarında, Toroslar’da filan bu bir gelenektir, bunu yapmak zorundaydılar. Evlenmenin bir parçasıydı. Müslümanlık da değiştirmiyor bu âdeti, zaten o boylar Orta Asya’dan gelirken yanlarında o eski âdetlerini beraberinde getirmişlerdir, Müslümanlığa katmışlardır. Heterodoks bir hava ortaya çıkmıştır. Bunu ben de devam ettiririm, mesela nazar boncuğu her tarafa taka- 94 • Teoman Duralı rım. Çünkü annem müthiş bâtıl itikadı olan bir kadındı, burama Kur’an takardı, burama da bir nazar boncuğu. Ondan sonra mesela, sıkıştınız, helaya gideceksiniz. Onu sök, bunu sök, bir dertti bu. Kırk bir kere maşallah… Maşallahı Müslümanca ama kırk bir keresinin Müslümanlıkla alakası yok, tamamıyla çok eski dinlerden kalan bir şeydir. Doğum yapmış kadının kırkıncı gününü doldurmadan sokağa çıkmaması, kırkayaklar, vs. bir totem anlamı var bütün bu lafların. Mesela, kırkayağa Almanlar bin ayak diyorlar. Demek ki onlarda çokluk görüşü binlerle ifade ediliyor. Hitler’in 1000 yıllık imparatorluğu da vardır, bilmem işittiniz mi? Binlerle gider. Hıristiyanlıkta kıyametten önce Deccal gelir, sonra Hz. İsa gelecektir, Deccal’ı yenecektir ve ilahi bir hükümdarlık kuracaktır, 1000 yıl sürecektir. Hıristiyan Avrupa’nın gözünde bir çeşit idol durumunda duran Roma 1000 yıl sürmüştür. Büyük ihtimalle oradan geliyor bu bin yıl meselesi, böyle sayılarla ilgili ifadelerle tılsım hep düşünülmüş, duyulmuştur. Seviştiler ve buradan bir kırma boy ortaya çıkıyor. Hint-Avrupalı Arîlerle Moğoli ırktan gelen insanların sevişmesinden kırma bir soy çıkıyor. Kimi beşer bilimcilere, antropologlara göre Türkler işte bu kırma soydan gelmektedirler. Çin kayıtlarından biliyoruz. Çünkü Çinliler T’u-cüeh/Türk dediklerinin ortalamanın üstünde bir boya sahip olduklarını, buğday tenli olduklarını, badem gözlü olduklarını söylüyorlar. Çekik değil, badem gözlü olduklarını ve açık renk saçlı, açık renk gözlü olduklarından bahsediyorlar. Çin kayıtları gerek Göktürklerden gerek eski Kırgızlardan bu şekilde bahsediyor. Daha sonra bu adamlar gene Moğollarla, Çinlilerle, Tunguzlarla, karışmak suretiyle yeniden Moğoli tipi almışlardır. Bugün aşağı yukarı bütün İç Asya, Kazak olsun, Kırgız olsun, Özbekler olsun Moğoli tiptedir, bir tek Türkmenler biraz daha farklıdırlar. Onların daha Arî ırka yatkın bir görünüşleri vardır. Buradakilerden, bizimkilerden hiç bahsetmiyorum, o apayrı bir fasıl. Bunlar en doğuya doğru sarkmış, uzanmış olan Hint-Avrupalılardı ve onların kurduğu devletler arasında Soğdaklar önemli bir yer tutar. Bir kısım Hint-Avrupalı güneye sapar. Şu gösterdiğim sahadan, çok yüksek dağların çevrelediği yüksek İran yaylasına inerler, yüksek İran yaylasına inerler. Burada iki Doğu ve Batı Medeniyetleri • 95 büyük kavim temayüz eder. Bir, Avrupalı Medlerle Persler. Önce Medler vardı, sonra onların devletine yaklaşık MÖ 6. yüzyılda Persler son verir ve Persler büyük bir medeniyet ve devlet kurarlar. Tarihin ilk en önemli imparator devletlerinden biridir. Devletin ne olduğundan medeniyet konusunda daha önceki derslerde bahsettim size fakat bahsetmediğim bir nokta var. Devletler ikiye ayrılırlar: Küçük çaplı ve kent dediğimiz şehir devleti: Yunancada polis, Latincede civis yahut civitas, Arapçada medine. Bir şehir, merkezi yerleşim, etrafında irili ufaklı yerleşim yerleri vardır ve görülebilir cinsten, yani çıplak gözle bile takip edebileceğimiz tarımın yapıldığı bir toprak parçası vardır. Bu bir şehir devletidir. Daha sonra büyük devletler gelmiştir. Çeşitli boyların, kavimlerin birlikte yaşadığı, artık soyun sopun hiç mi hiç söz konusu olmadığı siyasi toplumsal, sosyopolitik devletler ortaya çıkıyor. Büyük topraklar, nüfusu bol olan yerleşim yerleri ve çok incelmiş bir siyasi, hukuki, iktisadi hayat ve zanaat hayatı ortaya çıkar. Onlara imparatorluk diyoruz. İmparatorluklar emperyalist değildir efendim, emperyalizm imperium’dan gelir. Doğru Latincede imparatorluk gibi, ancak emperyalizm ideolojisinin ortaya çıkması için onun dayandığı sermayecilik, kapitalizm olması lazım. Bu çok yeni, 19. yüzyılın ilk yarısında ortaya çıkmış bir düşünce sistemidir. O yüzden hiçbir vakit imparatorlukla emperyalizmi karıştırmayalım. Bunu özellikle söylüyorum, çünkü bulaşıcı hastalıklar çok çabuk yayılıyor bizde, taklitçi olduğumuzdan, hiçbir şeyin bize özgün olmamasından ötürü ağızdan kulağa hop orman yangını gibi gider. “Osmanlı İmparatorluğu demek günah, imparatorluk değil, çünkü emperyalist olmamıştır” der bazı zevat, yanlıştır efendim. Tabii emperyalist değil, çünkü kapitalist değildi ama imparatorluktu Roma, Asur Persler, Çin, Japon gibi düpedüz imparatorluktu Osmanlı Devleti. Tekrar ediyorum, emperyalist değildi, olamaz, yani emperyalizmi sevmiyoruz, Osmanlımıza konduramıyoruz diye değil, tabiatı gereği değildi, olamazdı. Çünkü kapitalist değildi. Kapitalizme geçseydi zaten bugün yaşıyor olurdu. Persler imparatorluk kuruyorlar. Tarihte Asurlulardan sonra 96 • Teoman Duralı gördüğümüz ikinci imparatorluktur. Büyük bir toprak parçasına yayılmışlar ve bu muazzam saha Pers İmparatorluğudur. MÖ 6. yüzyıldan MÖ 4. yüzyılda İskender’in fethine değin sürmüş bir imparatorluk devletiyle karşı karşıyayız. Çok önemli bir yer tutar ve başlı başına bir medeniyettir. Çin ve Hint gibi Doğu medeniyetleri camiasında yer alan medeniyetlerden biridir. Bir başka Hint-Avrupa kolu Kafkaslar’ı aşarak Anadolu’ya giriyor. Bunlar 2. binin başlarında Hititler, Frigler, Lidya-Lidler ve birkaç tane daha var şimdi aklıma gelmeyen, Anadolu’da devletler kuruluyor. 2. binin sonlarında yine Kafkaslar’dan Anadolu’ya gelen ama devlet kurmayan, çok sonra devletleşen Ermeniler de vardır. Bazılarına göre Urartular Ermenilerin atasıdır. Bilmiyoruz kesin olarak ama bu kavmin Kafkasya’yla Doğu Anadolu arasına bir yerlere yerleştiğine ve o gün geçer akçe olan devletlerin uhdesinde yaşadığını biliyoruz. Yani önce Hititler, daha sonra da Persler. Bir başka kol Balkanlar üzerinden Yunan Yarımadası’na, Yunanistan’a ve Mora’ya inerler. Bunlar tarihi Yunan boylarıdır. Bunların başında Mikenler gelir. Mikenler Girit adasına kadar inerler ve Girit’te ilk büyük medeniyeti inşa ederler. MÖ 2. Binlerde Girit’te Mikenler büyük bir medeniyet inşa ederler. 2. Binin sonlarında büyük bir deprem ve yanardağ faaliyeti sonucunda Mikenler, Girit medeniyeti çöker. Santorini Adası diye bir yer ortaya çıkar. Muazzam bir yeryüzü değişimi ortaya çıkıyor ve bu o medeniyetin topraklarını etkiler, insanlar ölür, yanar yıkılır. Mikenlerden sonra müthiş bir savaşçı boy, bir Yunan boyu, yunanca konuşan bir boy Dorlar önlerine geleni yakar yıkarlar. Savaşçıdır bunlar tıpkı kim gibi? Daha önce bahsettiğim Hiung-nular gibi savaşçı bir boydur ve bu Dorların ahfadı, evladı tarihte savaşçılığıyla ün yapmış Spartalılardır. Sparta Mora Yarımadası’nın ortalarında bir şehir devletidir. Nihayet en önemli tarih yazan boy İyonlardır. Bu İyonlar Attika Yarımadası’na gelirler, burada Atina’yı kurarlar. Ege adalarından Batı-Güneybatı Anadolu’ya geçerler ve tarihi İyonya’yı inşa ederler. En önemli merkezleri İzmir’in güneyinde Milet’tir. Yunancasıyla Miletos, son derece Doğu ve Batı Medeniyetleri • 97 bozuk bir arazidir. Deniz kara içlerine doğru nüfuz eder, körfezler, koylar ve koyların içinde daha ufak koylar vardır ve dağlıktır. Daha benim çocukluğumda Güneybatı Anadolu, özellikle Bodrum bir sürgün yeriydi. Ağır mahkumlar buraya götürülür, sürgün edilirler, kaleye kapatılırlar. Çünkü buradan kaçamazsınız, yol yoktur buraya, Bodrum’un ilk defa bu makus tarihini yenen Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir Bey, Hocam Sina Kabaağaç’ın babası oraya mahkûm olarak gider ve orayı tanıtır, orayı imar eder. Daha sonra da oranın kabak çekirdeği gibi açılmasını sağlayan Zeki Müren olmuştur. Orada kaşane inşa ettirir ve kendisi gider gelir. En kalkınmamış bölgeydi, ancak gemiyle ulaşılırdı. Buraya yerleşen İyonlar tarımla uğraşamadılar. Bütün eski toplumlar tarımla uğraşırlardı fakat tarım yapacak arazi bulamadıklarından denize açılmışlardır. Bu büyük bir devrimdir. Tarımcı toplumlar muhafazakâr olurlar, mecburdurlar. Atadan gelen bilgiler değişmeden nesilden nesle aktarılır. Önemli yer şekli ve iklim değişikliği husule gelmedikçe, baş göstermedikçe usulünüzü, yaşamınızı değiştirmeye hacet yoktur. Deniz öyle değildir, deniz felaket kaprisli, şımarık, rezil bir yaratıktır. Günlük güneşlikken çıkarsınız, deniz dümdüzdür, üç saat sonra ortalık hallaç pamuğuna döner. Neye uğradığınızı şaşırırsınız. Böyle acayip bir mekândır deniz, ben aslında kaptan olmak istiyordum ve bu sebeple de çok genç yaşta liseyi bitirir bitirmez gemide çalıştım. Çalıştığım gemide bir Rum lostra vardı. Uzun boylu bir adam, bana çok yaşlı geliyordu. Çünkü o yaşta ellisini deviren adam mezarın kenarında duruyor gibi geliyor insana, burada da genç insanlar için bu böyledir mutlaka, adam olsa olsa bilmiyorum artık altmış küsur yaşlarında filandı ama dediğim gibi bana doksan gibi gelirdi. Dişleri de dökülmüş, burada bir-iki tane dişi kalmıştı. Gazoz, bira gibi şeyleri o dişleriyle şişşt diye açardı. Hiç unutmam o manzarayı. Ondan sonra, Apostol Efendi Ayvalık taraflarında adam daha yürümeye başlamadan denize çıkmış. Babası da balıkçı, uzun boylular yaşlanınca biraz kamburları çıkar, öne doğru eğilirdi. Beni görünce Pasam, Pasam derdi. Rumcada ş olmadığından hep s diye telaffuz ederdi. Pasam, pasam, kıyamet kopuyor, kıyamet kopuyor. Deniz dümdüz, gökte güneş var, hiç- 98 • Teoman Duralı bir şey yok ortalıkta, tutturmuş diyordum ilk işittiğimde, hakikaten iki-üç saat sonra kıyamet kopuyor. Yer gök inliyor. İstediğiniz kadar inanmayın, işte orada başlıyorsunuz duaya, tutunacak dalınız yok. İki şey oluyor: Bir dua ediyorsunuz, bir de bağırsaklar çalışmaya başlıyor, insanı korku bastırıyor. Deniz insanı hesaplamaya götürüyor. Birincisi, yol bulmak için hesaplıyorsunuz. Gök cisimlerine bakarak hesabınızı çıkarıyorsunuz. İki, mesafe ölçmek zorundasınız ve buradan zamanla geometrinin ana hatlarını yakalıyorsunuz. İlk Yunan’da ortaya çıkan matematik kolu geometri ve aritmetiktir. Aritmetik denizden dolayı ortaya çıkmıyor, denize açılan bu insanlar başka denizci insanlarla karşılaşırlar. Özellikle Fenikelilerle, oturup bunlarla alışveriş yaparlar. Ticaret başlıyor ve ticaret hesap üzerinden yürür. Takas, değiş tokuş olayı ortaya çıkıyor. Bir süre sonra değiş tokuşu standartlaştırmak gerekiyor. Paradan önce belli birtakım madenleri, özellikle altın ve gümüşü değiş tokuş işleminde hakem olarak kullanırlar ve nihayet MÖ 770’te Lidya’da para ortaya çıkıyor. Para dediğimiz hadise kendini gösteriyor. Bu adamlar beslenecek maddeleri üretemiyorlar. Bir tarafta dağ, öbür tarafta deniz, denize çıkan insan bütün bunları yapıyor, aynı zamanda müthiş zanaatkârdır. Teknikte çok ilerlemek zorundadır. Gemi inşa ediyorsunuz. Açık denizlere mukabil gemi inşa ediyorsunuz ve ona direk dikip yelken takıyorsunuz. O ne müthiş bir denge hesabıdır. O gemiyi teçhiz etmek, donatmak zorundasınız. Kaç zaman karaya çıkmayacağınızı bilmiyorsunuz. Ona göre yiyeceğiniz, içeceğiniz, ilacınız ıvırınız zıvırınız olacak. Beş, on, on beş kişilik bir mürettebat ve bunların beslenmesini sağlayacak erzak lazım gemilere, bütün bunlar bir öngörme işidir. Gemide emir-komuta zinciri olağanüstüdür. Ben askerlikte bile böyle bir şey görmedim. Çalıştığım gemideki emir-komuta zinciri hiç hasılasız işlerdi. Geminin başında bulunan adama süvari derler. Üç tane de zabit vardır. Süvari hiçbir vakit alt kademedeki adamlara doğrudan emir vermez, emir tekrarı gider. Az ötede durur orada tayfa, ona seslenip “Halatı at” demez. Yanındaki zabit kimse, güverte zabiti birinci, ikinci, beşinci neyse ona söyler, o bir başkasına söyler ve bu böyle gider zincirleme, nihayet o tayfaya kadar uzanır bu emir, deh- Doğu ve Batı Medeniyetleri • 99 şet bir otorite vardır ama müthiş de bir adalet. Bu kadar seviye farkı olmasına rağmen bütün gemi aynı mutfaktan yer. Süvari ne yiyorsa lostra da, tayfa da, silici de onu yiyor, sadece kaptan kaptanın sofrasında örtü vardır. Yanında kolalanmış peçetesi durur, porselen tabağı vardır. Öbürü madeni bir tabaktan yer ama yemek aynı yemektir, hiç fark etmez, aynı aşçının elinden çıkmış yemektir. Burada bunu sağlamadığınız takdirde o adama güvenemezsiniz. Halbuki güven olağanüstü önemlidir. Çünkü bir an sonra neyin nasıl olacağını kestiremiyorsunuz. Koskoca süvari birkaç saat sonra o tayfaya muhtaç olabilir. Tayfa onu sudan çekip çıkarabilir, ona bir yardım simidi atabilir, bir şekilde arka çıkabilir. En azından bugün değil tabii ama o günlerde aylarca çıkılan yolculukta isyan etmez. En büyük tehlike de budur. Bu neyi getiriyor hanımefendiler, beyefendiler? Bu şunu getiriyor: Çok ince elenmiş sık dokunmuş bir inanç düzeyini ve çokluktan tekliğe doğru giden bir inanç düzenini getirir. İnanç düzenini parçalayamıyorsun, parçaladıkça o inanç zayıflıyor. Bir, vahdete gitmek zorunda pekişmesi için; iki, bireysel teşebbüs gücü çok artıyor. Herkes bunalım anında kendi başına karar vermek zorundadır. Bunu genellikle denizci milletlerde bulabilirsiniz. Eski Yunan’da bu böyleydi, daha yakın çağlarda bir başka denizci millet olan İngilizde de onu görüyoruz. Herkes kendi başına ne yapacağını biliyor, kestirebiliyor ve o zihniyeti almış insanlar bu yönteme başvurmaktadırlar. 1967’de İsrail-Arap savaşı olur. Altı gün sürer ve Arapların feci yenilgisiyle sonuçlanır. Bunu büyük bir gönül kırıklığı içinde söylüyorum. Çünkü ben çok gençtim ve onu çok büyük bir acıyla yaşamıştık. Cemal Abdünnasır (Allah rahmet eylesin) yenilgiyi Kahire Radyosundan bildirmişti ve bir felaketti, Mısırlı Arap arkadaşlarla, aynı yerdeydik, radyodan dinliyorduk. O zamanlar televizyon yok. Arkasından ben bir yıl sonra, gece bekçisi olarak İstanbul Sultanahmet’te bir otelde çalışıyordum ve oraya iki genç İsrailli gelmişti. Önce aramız soğuktu ama bir şekilde tanıştık, sohbete daldık. Bunlar o savaşta benden büyüktüler, zaten herkes benden büyüktü de ne kerametse sonra göz açıp kapattık, birdenbire herkes küçük kaldı. Bunlar o savaşa orduda bilfiil katılmışlar, bir tanesi dedi ki: “Biz bakardık dürbün- 100 • Teoman Duralı le, omzunda rütbesi olan adamı kestirirdik. Ona nişan alırdık ve adamı vururduk. O vurulduğunda Mısır birliği biter, dağılır.” dedi. Benzeri bir şeyi çok daha önce bir İngiliz bana anlattı. Savaşta manda ya da Tümen, ne kadar küçük veya büyük olursa olsun, Alman birliğinin başındaki kumandanını vurdun mu Alman birliği dağılırdı. İngiliz birliği, İsrail birliği, Amerikan birliği, bunlar hepsi aynı çatının altında toplanırlar, herkes kendi ne yapacağını bilir. Eminim bizde de öyledir. Tepedeki adamı vurdun mu o topluluk, o birlik dağılır. Bu bir bireyliliğin gelişmesi, bireyliliğin kendini ortaya koyması hadisesidir. O İsrailli genç adam “Biz tek başımıza kaldığımızda ne yapacağımızı biliriz ve ona göre hazırlıklıyız. Yanımızda yiyeceğimiz vardır, ilacımız vardır, sargı bezimiz, vs. vardır. Yaralanırsın, ağır değilse kendi kendini tedavi edersin” dedi. Ben bir türlü ömrümde bunu becerememişimdir. Bir yerim kesilse mutlaka özellikle kadın cinsinden birinin bunu sarıp sarmalamasını beklerim. O kanar gider, pislik kapar, mikrop kapar, beceremem bir türlü, çünkü böyle bir eğitim almadım. Sizi bilmem ama ben öyle bir eğitim almadım. Daha küçüklüğümüzde sus, büyüklerin yanında konuşma, hatta ortalıklarda dolanma, git o taraflara, burada büyükler oturuyor, yiyorlar içiyorlar, vesaire. Sürekli bir otorite ve nasıl bir otorite? Baba otoritesi. Nereden ileri geliyor? Büyük ihtimalle dayandığımız tarım toplumundan. Hatta denize açık bölgelerdeki insanların zihniyeti mesela, Karadenizliyle doğu yahut orta Anadoluluyu karşılaştırın, ne kadar farklı olduğunu görürsünüz. Onlar çok hamsi yerler de fosforlanırlar, değildir. Yani onun da belki etkisi var ama esas yetişme hadisesi, denizin insanı terbiye etme durumu vardır. Buradan İyonya’nın yepyeni bir siyasi düzene, demokrasiye geçtiğini görüyoruz. MÖ 6. yüzyıldan başlayan Miletos’un halk iradesine dayalı bir siyasi düzene geçtiğini görüyoruz. Miletos’un soydaşı, dildaşı olan Atina’ya geçiyor. Felsefenin temelinde olan, annesi durumunda bulunan bilgeliğin önemli simalarından biri Somon, sanırım 500’lerde Atina’ya gelir ve bir Anayasa kaleme alır. Bu Anayasada seçme ve seçilme hürriyeti vardır. Artık tek kişi istibdadı ortadan kalkar. Bugün anladığımız anlamda mı? Değil, çünkü toplum sınıflara ayrılmıştır. Bu cinsiyete, iktisat durumuna, Doğu ve Batı Medeniyetleri • 101 soya dayalı bir sınıflamadır ama vatandaş tarifine uyan herkesin seçme ve seçilme hakkı vardır. Çok dikkate değer bir şey söyleyeceğim, hak değil, ödevdir. Beni dövseler, sövseler, ne bileyim ne yaparlarsa yapsınlar siyasete girmem, sevmiyorum çünkü, sevmediğim bir saha ama Atina’da ben siyasetten hoşlanmıyorum, girmeyeceğim diyemezsin. Ekklesia’ya, yani Meclise girmeyeceğim diyemezsin. Tıpkı bizde askerlik nasıl bir ödevse, askere gitmemek mümkün değilse asker kaçağı sayılırsan, orada da ömründe en az bir kere Meclise gideceksin. Ömründe bir kere en azından hukuka seçileceksin. Ne iş yaparsan yap, Atina, Korint, Miletos vatandaşıysan mutlaka hakimler ve savcılar grubunda o işi üstlenmek zorundasın. Bütün Yunanistan’da mı? Hayır. Benim gençliğimde, hatta orta yaşlarımda yeryüzü ikiye bölünmüştü: Rusya ve Amerika. Bir taraf Rus taraf tarihte ideolojisi komünistti, öbür taraf da hür dünya diye böyle güzellemeleri vardı. Orası Amerika, peşinden giden ülkeler bunlar… Orası hür dünya, sermayeci cennet, öbür taraf cehennem, böyle bir resim çıkarılmıştı önümüze çocukluğumuzda, gençliğimizde. Benzer bir durum Yunanistan’da vardı: Spartacılarla Atinacılar. Yüzyıllar boyu bu ikisi birbirlerine düşman kesilmişlerdi. Pers tehdidi karşısında birleştiler. Tıpkı İkinci Dünya Savaşında İngiltere ve Amerika’nın Rusya’yla Alman tehlikesi karşısında birleşmesi gibi. Savaş bitti, dostluk öldü. Öküz öldü ortaklık bozuldu gibi ondan sonra gene ayrıldılar. Atina Yunan medeniyetinin merkez kültürü durumundadır. Bahsettim mi gene hatırlamıyorum, her medeniyette bir merkez kültürü vardır. Belli bir merkezden ortaya çıkar, tecessüm eder. Yunan medeniyetinin de merkez kültürü MÖ 5. yüzyıl Atina’sıdır. Çin medeniyetinin merkez kültürü MÖ 6. yüzyıl Çin kültürüdür. İslam medeniyetinin merkez kültürü MS 7. yüzyıl Hicaz’ıdır. Bahusus özellikle de Mekke’sidir. Daha sonra İslam medeniyetine başka unsurlar karışır, doğu ve batı diye ayrılır. İran sahneye çıkar, onun çok büyük ağırlığı var ama İslam’ın bilim olarak değil medeniyet olarak, MS 6-7. yüzyıl Mekke’sidir, Hicaz’ıdır. Yeni Çağ Avrupa medeniyetinin merkez kültürü 17. yüzyıl Paris kültürüdür. Çağdaş İngiliz Yahudi medeniyetinin merkez kültürü 20. yüzyıl başlarının İngiliz kültürüdür. Ameri- 102 • Teoman Duralı ka’yı da İngiltere’ye katabilirsiniz, pek bir farkı yok. Bugün farklılaşıyor tabii ama asıl zihniyet, din, anlayış bu dediğim kültür merkezlerinde geçerli olan hadisedir. Atina’da 7. yüzyıldan itibaren, yani 600’lerden itibaren olan nedir? Bir bireylilik vardır. Birey evrenin merkezindedir. Birey girişimcidir. Öncelikle ticari anlamda girişimcidir. Birey siyasidir, siyaset Yunan medeniyetinin ana devindiricisidir, dinamosudur. Bugün siyaseti parti kavgaları vs. dolayı küçümsüyoruz, hor görüyoruz, o gün de öyleydi ama siyasetle uğraşmak mecburiyetindeydiniz. Ben siyaset dışı kalacağım diyemezsiniz. Rençper, köylü, şehirli, zanaatkâr, tüccar, filozof olun ne olursanız olun siyaseti görüyorsunuz. Çünkü her birey toplumun kaderinde yer almak zorundadır, mecburdur. Aşırı derecede siyasileşmiş bir kültürle karşı karşıyayız. Bunun yanında biraz önce söylediğim gibi ticaret çok önemli bir yer tutuyor ve bireyler arası ilişki Atina’da rekabete, yarışa dayanıyor. Her konuda yarışıyorlar. Bu yarışın en önemli göstergesi savaş ve savaşa hazırlık mahiyetinde beden eğitimi. Beden eğitimi, idman zamanla asıl anlamından, savaştan kopuyor, uzaklaşıyor. Spor kendi başına bir etkinlik süreci hâline geliyor. Üç yerde bu rekabeti görüyoruz: Savaşta, ticarette ve idmanda her şey bir yarış hâlindedir ve başarı en üst ödülle taçlandırılır. Ödüller genellikle maddi değeri az olan bir şeydir. Mesela, büyük başarı kazanan bir sporcunun başına defne tacı geçiriyorlar. Hiçbir değeri yok ama bunu bir kere kazandınız mı bütün Yunan’da bir tanesiniz. Her şehir devletinin kendi spor müsabakaları var. Bunlara bütün devlet idmanı deniliyor. Panathenaic oyunları var. Atina’da herkesin katılabildiği bir müsabakadır. Her devletin var, bu yetmiyormuş gibi 7 yılda bir tekrarlanan olimpiyatlar var. Geçmişi 8. yüzyıla değin giden ve yaklaşık MS 1-2. yüzyıla kadar süren bütün Yunan devletlerinin iştirak ettiği bir olaydır. Tıpkı hac döneminde bütün kavgalıların kavgalarını bırakıp hacca gitmesi gibi Yunan’da bütün savaşlar, çatışmalar durur, herkes olimpiyata, oyunlara odaklanır ve orada başarıyla öne çıkan olağanüstü derecede itibar kazanır. Orada düşmanlıktan kaynaklanan taraf tutma yoktur. Ben hakemsem can düşmanım da olsa Spartalının hakkını vermek zorundayım. Doğu ve Batı Medeniyetleri • 103 Burada İngilizlere mal ettiğimiz spor hakkaniyeti ortaya çıkar. İngilizcede fair play dedikleri olay ortaya çıkar, hakkaniyet. Kimin hakkı neyse, onu almak zorundadır ve bu spor hakkaniyeti gitgide kendisini adalete kabul ettirir, hukuk sistemine girer. Mükemmel bir hukuk sistemi karşımıza çıkar. Bu hukuk sisteminde gelenek çok önemli bir yer tutar. Yazılı kanunlardan daha önce kararların karşılaştırılması ve bunlara dayanarak hüküm çıkarma olayıyla karşılaşıyoruz. Bu da üstün bir akılcılığın topluma hâkim olmasını getiriyor beraberinde, kıyas hukuku sürekli bir akıl yürütme işini beraberinde getiriyor. İşte MÖ 4. yüzyılda aklın zirvesini, doruğunu teşkil eden ve temsil eden felsefe-bilimine hazırlık mahiyetindedir. Toplum ticarette ve siyasette daha yüksek yerlere ulaşabilmek için eğitime büyük önem verir. Temel eğitim herkese açıktır, herkes temel eğitimden yararlanıyor. Parası olanlar çocuklarını yüksek öğretime gönderiyor. Üniversite yok, hoca tutuyorlar. Sofistes denilen -Türkçeye safsatacı olarak geçen- birtakım hocalar tutuluyor. Bu hocalar her şeyden önce dili güzel kullanma sanatını öğretiyorlar; retorika, Türkçesiyle belagat. Çünkü dil medeniyetin üstün insan yaşayışının bel kemiğidir. Kültürde ilerlemeyen, düşük kalan toplumların dilleri de düşüktür ve dillerine bakım göstermezler. Örnek biziz, yeryüzünde bizim kadar diline sahip çıkmayan, dilini saymayan, dilinle ilgilenmeyen ikinci bir toplum bana gösteremezsiniz. Geçenlerde Polonya’daydım. Baktım, Polonya’da müthiş bir dilbilimci var. Haberim yoktu, şimdiye kadar Polonya’yla alışverişim olmadı. Hayretler içinde kaldım, ne kadar dillerine önem veriyorlar. Çılgınlık, sapıklık derecesinde dillerine önem veren toplumlar var. Arap, Fransız, Rus, Latin, Yunan, Çin gibi. Fransız ne iş görürse görsün, mühendistir, matematikçidir, park bekçisidir, banka memurudur ama o dile geldi mi bütün yelkenler suya iner. Dilini nasıl güzel kullandığını göstermek için olağanüstü cambazlıklara girersin gerek yazıda -ki lanet bir yazısı vardır- gerekse konuşmada. Bu sofistler her şeyden önce talebelerine, genç öğrencilerine güzel Yunanca, antika Yunancası öğretme çabasındadırlar. Bunun yanında mantık ve matematik dersleri önem arz etmektedir. Çünkü matematik insanı akıllı olmaya zorlar, düzgün 104 • Teoman Duralı bir biçimde düşünmeye sevk eder. Ama aynı zamanda olağanüstü bir edebiyat başarısı söz konusudur. İcat edilen demokrasi, sporun yanında müthiş bir yeni icat vardır. Dini törenlerden bağımsız kılınan sanat. Artık dinin ibadet yönünü bir tarafa bırakmışlar, yalnızca sanat yanına ağırlık veriyorlar: sahne sanatı. Sahne sanatı, tarihi üç sanata kaynaklık edecektir: Musiki, tiyatro ve roman. Görselliği ortadan kalkmış anlatım sanatı demek olan romana kaynaklık edecektir. Roman tiyatrodur aslında, sadece görsel değildir. Görseldir ama nerede görseldir? Hayalimizdedir. Hayalimize hitap eder. Bugün unuttuğumuz bir şeydir roman, uyuşturucu madde bizi bitirmiştir, mahvetmiştir. Yere batasıca televizyon, sinema bitirmiştir. Hasta bir roman okuyucusu idiyseniz okuduğunuz romanların filme tahvil edilmiş şeklini bir görün, ne kadar haklı olduğumu görürsünüz. Mesela çok büyük bir romancı olan Boris Pasternak’ın Doktor Jivago’sunu fi tarihinde okumuştum, sonra yine fi tarihinde bir vesileyle sinemaya götürdüler beni ve onu seyrettim. Benim hayalim ne güzelmiş dedim. Bir kere Doktor Jivago’yu Ömer Şerif oynuyor, ne alakası var Mısırlı Yahudinin bir Rus’la? Rus depresif bir insandır, melankoliktir, kara sevdalıdır, Mısırlı güneşli günlerin çocuğudur, hareket hâlindedir. Rus’la Mısırlı hiç uymuyor birbirine, ne yüz ifadesi, ne hareketleri, hiçbir şey. Doktor Jivago’da zihnimde canlandırdığım tiple o adamın arasında köprü filan kurmaya imkân yoktu. Roman çok önemli ölçüde -romancık diyebileceğimiz hikâye de öyle- zihnimizin, hayalimizin gelişmesinde olağanüstü bir yer tutar ve edebiyat insan tekini ele alır, ortaya koyar. Başka hiçbir sanat, bilim bunu yapamaz. Neden? Tiyatrodan biraz sonra icat edilen felsefe-bilim gene Yunan’da senteze gitmek zorundadır, genelleme yapmak zorundadır. Başka türlü anlatamazsınız. Bilim genellemesiz mümkün değildir. Tekten kalkar, genele gider. Sürtünmelerden enerji doğar mesela, bu bütün tekler için geçerli olan bir bütüncül açıklamadır, genellemedir. İnsan için genelleme yapamazsınız. Yaptınız mı günümüzde bilim kisvesine girmiş birtakım zibidiliklerin saçmalıklarına düşersiniz. Adlarını anmaya lüzum yok. İnsanı ele veren, insanı ortaya koyan, tek insandan hareket edip tek insanla yürüyen edebiyattır. Özellikle de tiyatro Doğu ve Batı Medeniyetleri • 105 ve onun kardeşi durumundaki romandır. Son olarak Yunan’da çağların en önemli kırılma noktasını teşkil eden felsefe-bilim ortaya çıkmıştır. Felsefe-bilim batı medeniyetlerini öteki bütün medeniyetlerin önüne ve üstüne çıkarmıştır. Bugün Avrupa’nın, Avrupa’daki kültürlerin, toplumların, milletlerin bütün ötekilere üstün olmasının tek sebebi Yunan’dan çıkıp gelmiş felsefe-bilim geleneğini üstlenmeleridir. İslam medeniyeti de bunu üstlenmiştir ama İslam medeniyeti felsefe-bilime biricik önceliği vermemiştir, dine bağlı kalmıştır. Avrupa’daki kültürler, toplumlar Felsefe-bilim uğruna dine sırt çevirmişlerdir. Tekrar ediyorum, Avrupa’da istemediğiniz kadar dindar insan var, mütedeyyin insan var ama toplumun, devletin dayandığı temel kurum 16. yüzyıldan itibaren din olmamıştır. Din neye engeldir? Sermayeciliğin baş tacı ettiği kâr güdüsüne engeldir. Bu sebeple de zaten sermayecilik geliştiği ölçüde Avrupa dinden, yani Katoliklikten çıkmıştır. Katoliklik bir dindir. Bunun yerine ikame edilen Protestanlık -Protestan varsa affına sığınırım ama bu şimdi bir gerçek olduğuna göre- bir din değildir. Sürekli olarak Alman filozofu Weber örnek getirilir. Ona göre, özellikle Protestanlık kalkınmaya zemini hazırlar. Hayır efendim, sermayeciliğe yarar bir din oluşturma işidir Protestanlık, çünkü Protestanlık evrensel değildir. Her milletin, her toplumun kendine mahsus bir Protestanlığı vardır. Alman Protestanlığı Lüterciliktir, İngiliz Protestanlığı Anglikanizmdir, İskoç Protestanlığı Presbiteryenliktir, Hollanda Protestanlığı reforme edilmiş Protestanlık Kilisesidir, vs. Hepsi kendilerine mahsustur. Oysa ümmet fikri bütün dinlerde vardır. Katholikos Yunancada evrensel, tümü kucaklama demektir. Bütün Tek Tanrılı vahiy dinleri artık kabile dini olmaktan çıkmışlar, evrensel olma, bütün insanlığı kucaklama iddiasıyla karşımıza çıkmaktadırlar. Yani ümmet fikri Hıristiyanlıkta, Katoliklikte de vardır. Adı üstünde Katholikos bir anlamda ümmet demektir. SALONDAN- Hocam, Yunancası oikoumenikós mu? TEOMAN DURALI- Oikoumenikós da evrensel demek, oikou ev demek, bütün dünya evimizdir. Tüm dünyayı kapsama iddi- 106 • Teoman Duralı asındadır. Millileşmeye, mevzileşmeye kökten karşıdır. Mesela milli kiliseler Yunan Kilisesi, Rus Kilisesi, Bulgar Kilisesi Fener Patrikhanesini tanımazlar, kendi merkezleri vardır. Nedir peki Fener Patrikhanesi? Boşa dönen bir çark durumundadır. Her neyse, felsefe-bilim, tiyatro, idman yahut spor, demokrasi ortaya çıkıyor ve bu Yunan medeniyetini öteki bütün medeniyetlerden farklı kılıyor. Evet, mucizevi bir şey efendim. Mezopotamya’ya, Mısır’a bağlanmışlar… gayet tabii, malzemesiz meydana getirmeye yaratma diyoruz. Bu da Allah’a mahsustur. Herkes her şeyi malzemeyle oluşturuyor. Bunlar da malzemeleri bir yerlerden aldılar. O malzemeyle neyi, nasıl imal ettiğin önemlidir. Hayatımda yediğim en güzel künefe Antakya’nın Harbiye’sindeydi. Bir daha hiçbir yerde böyle bir şey yemedim ve sümme hâşâ da yemeyeceğim. Nereden geldi onların malzemesi? Herhâlde gökten inmedi, gene bu dünyadan temin ettiler malzemelerini herkes gibi ama bambaşka imal ediyorlar. Bunun gibi bir şey, tabii ki Thales Mısır’dan öğrendiği teknikle geometriyi inşa etmiştir ama geometri Mısır’da yok. Pythagoras yine Mısır’dan edindiği malzemelerle trigonometriyi inşa etmiştir. Mısır’da o yok, başka bir şey var. O bir teknik, o bir zanaat, burada bir bilim inşa ediliyor. Anlatı sanatı her yerde var ama tarih dediğimiz olayı bilim olarak inşa eden Herodotos’tur. Bu örnekleri çoğaltabiliriz. O hâlde Yunan sonraki çağlardaki Batı medeniyetlerini keskin bir biçimde belirlemiştir. O kadar ki Hıristiyanlığı da Yunanlaştırdılar. Yani Hıristiyanlık esasta bir Yahudi diniyken, Hz. İsa bir Yahudi peygamberiyken bizim bildiğimiz anlamdaki Hıristiyanlığı inşa eden iki adam, Aziz Pavlus’la Aziz Petrus bu dini Yunanileştirmiş ve kısmen de tabii Latinleştirmiştir. SALONDAN- Hıristiyanlığı paganlaştırmış olabilirler mi? TEOMAN DURALI- Bu hakaretamiz olur ama Yunan medeniyetinin kültür değerleriyle bezemişlerdir. Artık ne derseniz deyin o size ait bir şeydir, benim öyle bir şey söylemeye yetkim ve hakkım yok. Paganlaştırmış veya değil bilmiyorum onu ama büyük ölçüde dediğim gibi o temel Yahudi inanç düzeninden çekip çıkarmışlardır, başka bir şeye sürmüşlerdir. O kadar ağır basan bir Doğu ve Batı Medeniyetleri • 107 medeniyettir. Önümüzdeki ders Orta Çağ’dan, Hıristiyanlıktan, Müslümanlıktan ve Yeni Çağ’dan çok hızlı bahsetmek zorundayım. Aslında Yeni Çağ’ı bir ölçüde Yunan medeniyetiyle de anlatmak fırsatını elde ettim. Çünkü Yeni Çağ’ı, çağdaşlığı belirleyecek sermayeciliğin ön dayanaklarını Yunan’da görüyoruz. Hatta buna ön sermayecilik, protokapitalizm de denildiğini söyleyebiliriz. Efendim, teşekkür ediyorum dinlediğiniz için, sağ olun, var olun. Varsa sorularınız buyurun. SALONDAN- Şimdi Hocam, siz çok güzel bir şekilde izah ettiniz. Yani Yunan medeniyetinin oluşmasını, bunu denizciliğe de bağladınız, İyonya’ya, aynı zamanda İtalya’ya gelsek Venedikler, Cenovalılar da Rönesans’ın sebebi olmuşlar. Fakat benim burada en çok dikkat ettiğim şey, Fenikeliler. Fenikeliler bildiğim kadarıyla aynı zamanda Arap ya da İbrani bir dil de kullanan yakın medeniyet, niye onlar onu sağlayamadılar? Bu konu çok geniş bir konu ama birkaç kelimeyle… TEOMAN DURALI- Biraz önce söylediğim size insan konusunda genelleme yapamıyoruz. Burada birtakım etkenlerden bahsettim. Bunları bütün insanlara yaymaya imkân yok. Dediğiniz doğru ama bunu bütün insanlara teşmil edemiyorsunuz. En başta anlattığım bir şey vardı size, insan salt genetiğiyle belirlenmiyor. Hayvandan farkımız o, hayvanda genelleme yapabiliyorsun. Çevre şartları hayvanın yaşaması üzerinde çok etkili oluyor, insanda olmuyor. Çocuklarınızı bilmiyorum ama torunlarınız başka bir gezegende yaşayacaklar. Allah’ın emri, hangi gezegen bilmiyorum, tabii o ay olabilir, Merih olabilir, bir yerler olacak. Oraların şartları bambaşkadır. Yerçekimi, hava kütlesi, hava yok ki zaten, işte neyse, çevreleyen o şartlar bambaşkadır. Orada yaşayacağız, yaşacaksınız daha doğrusu, ben çok şükür o günlere erişmeyeceğim ama çocuklarınız, torunlarınız oralarda yaşayacaklar. Bu insanın kendini yeni ortamlara uydurma kabiliyetini, kendini değiştirme imkânını gösteriyor. Çevresiyle birlikte kendini değiştiriyor. Marx’ın en önemli keşiflerinden biridir bu, sadece kendi çevresini 108 • Teoman Duralı değiştirmiyor, çevreyle birlikte kendini değiştiriyor. O sebeple bu genellemeyi yapmamıza cevaz yok. Evet, Fenikelilerde de, Japonlarda da o var ama Japonya’da böyle bir medeniyet görmüyoruz. Çok denize açılan topluluk var, açık denize çıkamamışlardır. Bütün Güney Amerika’da, Karayipler’de yaşayan yerliler denizle besleniyorlardı ama kıyıdan 20-30 km öteye gidemiyorlar. Bunlar muazzam adamlar, 5000-7000 km kat etmişlerdir Polinezyalılar, Hawaii’den çıkıyor adam, MS 8. yüzyılda katamaran denilen o teknelerle Yeni Zelanda’ya geliyor ama böyle bir medeniyet çıkmıyor. Buyurun, hanımların biliyorsunuz önceliği vardır. SALONDAN- Hocam, ben şunu sormak isterim: Bu anlattığınız tarih ya da medeniyet okumasına dayanarak Yeni Çağdaki sekülerleşmenin, dünyevileştirmenin esintilerini ya da kaynaklarını Yunan’da görebiliyor muyuz? TEOMAN DURALI- Tabii. SALONDAN- Ama dünyevileştirmek İslam medeniyetindeki Abbasi dönemindeki çevre hareketinde, Memluk döneminde bir etkide bulunmuyor? TEOMAN DURALI- Şimdi her şey her yerde bir biçimde ortaya çıkabilir. Mesela, MÖ 2100’lerde Babil’de elektriği keşfettiklerini görüyoruz. Hararet meydana getiriliyor ve bu bir madeni kabloyla naklediliyor. Babil’de elektrik var diyebilir miyiz? Kurumsallaşması lazım. Mısır’da gene o tarihlerde, 2000’lerin sonlarında planör imal ediyorlar. Mısır’da uçak vardı diyebilir miyiz? Milliyetçilerimizden ben bunu işittim. “Denizaltıyı biz icat ettik” diyorlar. Lale Devrinde III. Ahmed’di değil mi padişah? Onun şehzadelerinin sünnet düğününde Haliç’in dibinden bir tekne çıkar ve teknenin güvertesine cambazlar çıkıp oynarlar, Haliç sırtlarında dizilmiş olan çocuklar bunları seyrederler, eğlenirler. Bir olay gelenekleşip kurumlaşması lazımdır ki o olaydan bahsedelim. Mesela, felsefeden bahsettiğimizde tabii ki Hint’te, Çin’de felsefeye giden epey bir yol görüyoruz ama henüz felsefe çıkmamıştır. Bir kurum olarak yok. Felsefenin kurum olması için öncelikle okullaşması lazım ve tarihteki ilk yüksek okul Ef- Doğu ve Batı Medeniyetleri • 109 latun dedemizin Akademia’sıdır ve sonra Aristoteles’in kurduğu lykeion’dur. SALONDAN- Çok kısa bir sorum olacaktı. Anlattıklarınızdan yola çıkarak Batı medeniyetinin kültür dayanağı olarak Yunanlıları gördüğünü söyleyebilir miyiz? TEOMAN DURALI- Tabii ve biz oradan gelmediğimiz için Avrupalı değiliz ve olamayız. SALONDAN- Tarihinde var, kültüründe yokuz derler, doğru mu? TEOMAN DURALI- Tarihinde de kültüründe de yokuz. Ne zaman tarihinde olduk, öyle bir tarihi paylaşmadık. SALONDAN- Hocam, peki Avrupa merkezli olarak gelişen sekülerleşme şu an Türkiye coğrafyasında, bizim coğrafyamızda da görülüyor mu? TEOMAN DURALI- Görülüyor. Kriz olduğu da muhakkak, çünkü hazır bir elbise giyiyoruz. Kendimiz dikmedik, kendi vücudumuza göre bir elbise imal etmedik. Taklit son derece sorunlu bir iştir ve biz baştan ayağı topyekûn taklitle yaşıyoruz. Başka ne yapabiliriz? Belki treni kaçırdık, özgür olma imkânını kaçırdık gibi geliyor bana, o sebeple biz daha bu sorunları, bunalımları yaşayacağız. Nereye kadar bilmiyorum, ben tabii müneccim değilim ama görülebilir bir gelecekte de bunalım devam edecektir. SALONDAN- Peki, çağdaş felsefenin bu yeni okuma şekli acaba bu bunalımı Avrupa’da, Amerika’da ya da Türkiye’de çözebilecek mi? TEOMAN DURALI- Hayır, çünkü felsefe bizim malımız değildi. Biz Türkiye olarak felsefeyi yaklaşık 300 yıl önce bıraktık. 1890’larla 1920’ler arasında yeniden bir felsefe kurma imkânı ve çabası görüldü ama daha sonra gelen olaylar bu çabanın yarıda kesilmesine sebep oldular. Bu saatten sonra felsefe, kendimize mahsus, özgün bir felsefe kurulabilir mi? Kesin bir şey söyleyemem tabii ama ben kendi hesabıma çok şüpheliyim. Batı’da, Avrupa’da da kesilmiştir felsefe, Avrupa’da da artık felsefe yok. 110 • Teoman Duralı SALONDAN- Peki, bu durumda felsefe gereğini yerine getirmemiştir diyebilir miyiz? TEOMAN DURALI- Tabii. SALONDAN- Yapması gerekeni yapsaydı bu krizden kurtulmuş olurduk. TEOMAN DURALI- Kurtulurduk elbette, onda hiç şüphe yok. Burada bizim bireyciliğimiz, bencilliğimiz çok rol oynamaktadır. Hocalarımdan üç nesil öncesine kadar takip edebiliyorum, en yaşlı hocam 1906 doğumluydu, sonraki hocalarım 1925 ve 927 doğumluydular. Her biri bir gelenek kurma iddiasıyla ortaya çıkmıştır, kimse kimseyi tanımamıştır. Geleneklerde boyun eğme gereği vardır. Aristoteles Platon’u ne kadar eleştirirse eleştirsin, hatta hocasının gazabına uğramıştır. “Taylar annelerini çifteliyor” demiştir Platon ama Aristoteles hocasının kurduğu kurumu üstlenmiş, götürmüştür. Gelenek böyle gider felsefede, eleştiri mutlaka var, olmak zorundadır, amentüsüdür felsefenin ama bencilliğin yeri yoktur. Eleştiriyle bencillik bağdaşan olaylar değildir. Onun kurduğu yapıyı üstleniyorsun, bozuk olan noktaları tamir ediyorsun. SALONDAN- Moğoli gelenekten gelen dıştan evliliğin bizde devam ettiğini söylemiştiniz. TEOMAN DURALI- Hayır, Moğoli ırkla ilgili bir şey değil, o sadece Türklere mahsus bir olaydır. Ama bugün yok. SALONDAN- Bugün geçti ama elli yıl öncesine baktığımızda aşiretlerin kendi içinde evlenme isteği olduğunu söyleyemez miyiz? TEOMAN DURALI- Hayır, belli dini gruplarda, inanç gruplarında görüyoruz, genelleyemeyiz. İnancımıza bağlı kalalım kaygısıyla… Bana kalırsa Yahudilikten alınan bir esinti var burada. Onların dışında geneliyle Türk toplumu hiçbir zaman kendi içine kapanmamıştır, hep dışarıdan evlenmiştir ve bunun en bariz örneği Osmanlı hanedanıdır. Çok ilgi çekici bir hanedandır, özellikle incelemenizi salık veririm. Efendim, tekrar teşekkür ediyorum. Doğu ve Batı Medeniyetleri • 111 MAYIS 2015 Orta Çağ Hıristiyan Avrupa Medeniyetinin Kökleri TEOMAN DURALI- Saygılarla selamlıyorum. Bu oturumumuzda Orta Çağ Hıristiyan Avrupa medeniyetine kısaca bakacağız, oradan da Yeni Çağ din dışı Avrupa medeniyetine geleceğiz. Yeni Çağ, İstanbul’un fethi 1453 ya da Amerika’nın keşfi 1492’den başlayarak 1600’lere kadar olan dönem, Çağdaş da 1600’lerden 1800’e ve 1800’den itibaren günümüzü kapsıyor. Erken, klasik, geç olmak üzere Orta Çağ da üç kısma ayrılmıştır. Bu Orta Çağ’da Hıristiyan Avrupa medeniyetinin yanı sıra Avrasya’da İslam medeniyeti, Çin medeniyeti, Hint medeniyeti var, Amerika’da Astek, Toltek, Maya ve İnka medeniyetleri var, ayrıca Afrika’da Mali medeniyeti, Güneydoğu Afrika’da Zimbabwe medeniyeti var. Kuzey Afrika ayrı bir dünya, Sahra Çölü Afrika’yı ikiye bölüyor: Kuzeyinde ak tenli insanlar, güneyinde zenciler var. Sahra boş değil ama tenha, belki işittiniz, son zamanlarda adı sık sık geçer, Tuaregler yaşıyor Sahra’da ve bu Tuaregler Berberi bir kavimdir. Berberiler ak tenlidirler, Hami dillerini konuşurlar, Hami dilleri Sami dillerine akrabadır ve Tuaregler kara Afrika’yla, zencilerle Kuzey Afrika arasında MÖ 4. yüzyıldan itibaren bağlantı sağlamışlardır. Daha sonra onların bu bağlantı sağlama işine Araplar da katılmışlardır. Müslüman olan Araplar, yani İslam’ın ortaya çıktığı 6. yüzyıldan itibaren Araplar kuzeye ve kuzeybatıya doğru akmışlardır. Kuzeybatıya akan Araplar ilkin çok eski bir medeniyet merkezi olan Mısır’a ve daha sonra daha batıya doğru yönelmişler, intikal etmişler ve nihayet 700’lerin başlarında Atlas Okyanusu kıyısına gelmişlerdir. Buradan da ünlü Tarık b. Ziyad kumandasında İspanya’yı ele geçirmişlerdir. Bu yarımadanın tamamını kırk yıl gibi kısa bir sürede ele geçirirler ve nihayet Fransa’nın güneyine kadar uzanır ve Şarlken kumandasındaki Fransız 112 • Teoman Duralı ordusuna yenilerek Pireneler’in güneyine çekilirler ve İspanya 1000 yıl Müslüman toprağı olarak kalır. Müslümanlar yavaş yavaş çekilmeye başlar; ilkinde, 1120’lerde Portekiz ve İspanya’nın kuzey kısmı İslam hakimiyetinden çıkar. Sadece güneyde Endülüs kesimi Müslümanların elinde kalır. İlkin burası Emevilerindir, daha sonra Berberi kavimler buraya çıkar, Emevileri yener ve daha ziyade Emevi hanedanları hakimiyetinde kalır. Nihayet 1492’de ne yazık ki Endülüs de elden çıkar ve topyekûn İspanya’da İslam dönemi kapanır. Bu İslam’ın batı kesimidir, Mağrip adı verilir. İslam tarihte iki büyü medeniyet bölgesine ayrılmıştır: Sina Yarımadası’nı merkez alırsak doğusunda kalan kesim Maşrıktır, batısıysa Mağrip olarak adlandırılır. Mısır bir istisnadır, ne Mağrip’ten sayabilirsiniz ne de Maşrıktan, gerçi Sina’yı ben merkeze aldım, galiba yanlış yaptım. Mısır’ı merkez almak daha doğru olur, Mısır’ın batısı mağrip olarak düşünülür, tarif edilir, doğusu Maşrık, şarktan geliyor, doğu anlamına geliyor. Batısında Arap kültürünün damgası çok belirgindir, İspanya’yı da içine almak üzere maşrıka geldiğimizde Arap damgası gitgide azalır. Çünkü doğuda iki çok büyük medeniyet dünyası vardır. Biri, Fars medeniyetidir, Arap istilasından sonra Pers çöker, Fars adını alır. Çünkü Arapçada P harfi yoktur, F’ye dönüştürmüşlerdir ve bu ad değişikliği aynı zamanda büyük bir kültür değişimine de delalet eder. Pers medeniyetinin yanı sıra doğuda Hint medeniyeti söz konusudur, Persler -bu çok önemli bir nokta- kendi damgalarını vurmaya çalışmışlardır İslam’a ve Pers damgası kendini Şiilikte gösterir. Şiilik bir dini itikattan ziyade bir medeniyet ifadesidir. Fars medeniyetinin, daha sonra medeniyeti silip de kültür olarak kabul ettiğimizde Fars kültürünün çok açık bir ifadesi olarak görülür. İran demiyorum, İran çünkü genel bir addır. İmparatorluk devletleri milli, kavmi adlarla anılmazlar. İmparatorluk devletlerinin belli belirsiz adları vardır, bizdeki Osmanlı gibi belirli bir kavmi işaret etmez. Çünkü o imparatorluk coğrafyasında değişik kavimler yaşar. O bakımdan birini öne çıkarmak o devletin temeline dinamit yerleştirmek gibidir. Kavim adları ancak ve ancak çok sonra milli devletlerle, ulus devletlerle ortaya çıkmıştır. İmparatorluk devletleri tekrar ediyorum, hep kavimler üstü bir adla Doğu ve Batı Medeniyetleri • 113 anılmıştır. Burada da İran belli bir kavme işaret etmez. Rus İmparatorluğu Sovyetler Birliği’ydi. İngiliz İmparatorluğu Britanya’dır yahut Birleşik Krallık’tır. Ne menem bir şey olduğu belli değil, Türkçede “ne attır ne ittir” derler. Belli değil bunun ne olduğu, halbuki temelde İngilizdir ve ben hep İngiliz derim, hiçbir zaman Britanya demem, çünkü yalandır ama resmi adı Britanya’dır. Çünkü orada İskoçu, İrlandalısı, Gallisi, vs. vardır ama onların hepsi İngilizleşmişlerdir. Gelelim tekrar İran’a, Türkler büyük ölçüde Şiiliği sokmuşlardır. Daha önce yok muydu? Vardı ama azdı. Türkler 15. yüzyılda, 1400’lerde Şiiliği getirinceye değin Fars nüfusunun büyük bir kısmı Sünni’ydi ve daha sonra dediğim gibi Şiileşmiştir. Şiiliği Fars kültürünün yayılma aracı olarak kullanmaya başlamışlardır. Ben bunu Rusların komünizmi kullanmalarına benzetirim. Komünizm Rus yayılmacılığının bir aleti hâline getirilmişti. Nitekim eskilerde Rusya 89-90’da çökünceye değin eskiler, benim babamın nesli komünizmden bir ideoloji olarak tırsmazlardı, çünkü bilmezlerdi, bizde ideoloji bilinmez. Bizde felsefe olmadığından kapalı devre felsefe sistemi demek olan ideoloji de tanınmaz. Bizde ne komünist ne faşist ne nasyonal sosyalist vardı, özentileri vardı sadece, yoksa bunların aslı yoktur. Tanımıyoruz, bilmiyoruz. Komünist dendiği vakit o nesilde akla gelen, Rusya yayılmacılığıydı. Rusya’dan korkarlardı. Bizim bütün eski nesillerde dehşet bir Rusya korkusu vardı. Bu coğrafyaya gelmeden daha Orta Asya’larda dolanırlarken bizimkiler Çin korkusuyla yaşarlardı. Çin korkusu vardı ve Müslümanlığı kabul etmemizin birinci derecedeki sebebi Müslümanlığı anladığımızdan, aman efendim, Allah’a daha yakın olalım, müminlikte üst kata geçelim, filan derdi değil, Çin’den kaçarken Müslüman olmuşlardır. Çünkü Talas ovasında Araplarla karşılaşırlar, Arapların kucaklarına atlamışlardır, aman bizi Çin’den kurtar demişlerdir. Günde yaklaşık 1000-2000 Türk Müslüman olmuştur. Arap kumandan da şaşar, hayretler içinde kalır, “Türk iman” diye bağırır adam. Turkoman Türk imandan, Türk imanın Farslılaşmış halidir, oradan da Türkmen gelir. Türkmen diye bir kavim yok ortalıklarda. Müslümanlığa ilk geçen Türkler Oğuzlardır ve bunların Müslüman 114 • Teoman Duralı olanlarına Araplar Türk iman, öbürlerine de Türk koman demişti. Araplar Türkleri kese kese Müslüman yaptı derler, hayır, öyle bir şey olmamıştır. Tersine Müslüman olan Türkler Müslüman olmayanları kesmişlerdir. Hadise bugünkü Kırgızistan’da cereyan ediyor ve daha sonra Türkler İslam’ı doğuya ve kuzeye yaymaya başlar. Araplar İran’a doğru çekilir gider, Müslüman olan Türkler öbür Müslüman olmamış olanları döve döve yahut kese kese Müslümanlığa sevk ederler. O bakımdan Arapların burada herhangi bir caniliği yoktur, yalandır, Araplara çamur atmak için uydurulan yalanlardır bunlar, çünkü bizde Cumhuriyet’in ilk yıllarında doğrudan doğruya İslam’a küfredilemiyor. Ne yapacaklar? Cumhuriyet’in ilk nesilleri Araplara vuruyorlar, bütün hınçlarını onlardan almaya çalışıyorlar. Avrupa’ya Müslümanlık ilkin batıdan, mağripten girmeye başlıyor ve İspanya, Sicilya üzerinden İtalya’ya geliyor. Daha sonra çok önemli tanışma, Haçlı seferleri sırasında Filistin’de. Arapçada Cezire dedikleri Yunancadaki Mezopotamya’dır. Şu coğrafyada savaşılıyor ve arkasından tanışılıyor. Avrupa tarihinin en önemli mihenk taşlarından Tapınakçılar, İslam medeniyetiyle Orta Çağ Hıristiyan Avrupa medeniyeti arasında çok önemli bir köprü vazifesini görüyorlar. Bu sebeple kimi tarihçiler İslam medeniyetini yanlışlıkla Orta Çağa yerleştirirler. Yanlıştır, Orta Çağ Avrupa’ya mahsustur. Orta Çağ İslam medeniyeti, Orta Çağ Çin medeniyeti, Orta Çağ Hint medeniyeti yoktur. Sadece Avrupa için yapılan tarihi bir sınıflamayı ifade eder. Orta Çağ Avrupa medeniyetinin menşei Hıristiyan dinidir. Hıristiyanlık miladi takvimle 1-2’lerde başlar. Yani Hz. İsa’nın doğumu temel alınır. Bu tabii yanlıştır, bu sadece bir tariftir. Hz. İsa’nın MÖ 1’de doğması söz konusu değildir. Büyük bir ihtimalle MÖ dünyaya gelmiştir ama MS 30-35’lerde vefat etmiştir. Hıristiyanlığın kurucusu Hz. İsa olduğu da bir tevatürdür. Hz. İsa’yı Hıristiyanlar esas alırlar, biz de öyle yaparız ama bizden farklıdır. Çok karışık ve karmaşık bir inanç düzeni vardır. Hz. İsa herhangi bir insan değildir, Tanrı’nın bir çeşit devamı, görüntüsü gibidir. Yeryüzüne kendinden bir zat olmamakla birlikte bir görüntüsünü göndermiş olduğuna inanılır ve yarattığı en üstün eseri insanın ne hâlde olduğunu Doğu ve Batı Medeniyetleri • 115 bizzat görmeye, gözlemlemeye gayret etmektir. Bu ne demektir? İnsan çeken bir varlıktır, çilekeş bir varlıktır. Tanrı insanın çilesini bilmiyor mu? Biliyor. Bilmekle duymak, hissetmek ayrı şeylerdir. İnsan muhtardır, özerktir. Her ne kadar Tanrı yoktan, hiçten var etmişse de mademki ona özerklik tanımıştır, o hâlde o özerk varlık belli bir duygu dünyası içindedir ve o dünyayı, duyguyu insanın nasıl yüklendiğini Tanrı görmek istiyor. Bunu Tevrat’ın başlangıcında Adem’in cennetten kovulma hikâyesinde bize anlatıyor. Orada -ki Kur’an’da da benzeri bir hikâye var. Adem cennetten sürülürken niye sürüldüğünün hesabı vardır. Özü itibariyle Adem hürdür. Tanrı bildiğimiz kadarıyla ilk defa yaratığına hürlük bahşetmektedir. Aslında bahşetme midir, ceza mıdır, o da tartışma konusudur. Hıristiyanlık bu olağanüstü, bu son derece dehşet verici teatral felsefi malzemeyi nereden almaktadır? İslam’ın peygamber kabul ettiği Hz. İsa’dan değil, Hıristiyanlığın kurucusu İsa değildir, Pavlus ve Petrus’tur. Bu iki Havari Hz. İsa’yı bizzat tanımıyorlar, yanında bulunmuyorlar, 12 Havariden değiller. Hatta Pavlus memleketi Tarsus’tan İsa’yı öldürmeye giderken Antakya’da mola verir ve rüyasında İsa’nın hizmetkarı olma duyumunu alır ve ondan sonra onun çok yakın, son derece sadık bir takipçisi, hizmetkarı olur ve Petrus’la birlikte Hıristiyanlığı inşa eden mimardır. Başlangıçtan itibaren Hıristiyanlık iki büyük kültürün ve bir medeniyetin çerçevesi içinde biçimlenmiştir. Eski Çağ Ege medeniyeti, Yunan kültürü ve Latin, Roma kültürü çerçevesinde biçimlenir Hıristiyanlık. Pavlus Hıristiyanlığa Yunan damgasını vuran kişidir ve büyük ihtimalle Doğu Hıristiyanlığı, Ortodoksluk Pavlus damgasını taşır. Batı Hıristiyanlığı yani Katoliklik Latin Roma dünyasında şekillenir ve Petrus’un damgasını taşır. Ancak Latin Roma da zaten Yunan’ın bir takipçisidir. Bu bakımdan aralarında büyük bir kültür ve zihniyet farkı bulunmaz. Yunan’ın başta gelen özelliği tiyatrodur, yani insan tekinin, bireyin kaderinin resmedilmesi hadisesidir -ki buna dram denilir. Bir ikincisi aklı merkeze alan, aklı başat kılan felsefe; bu iki hadise drama ve felsefe Hıristiyanlığın çerçevesini çizmişlerdir. Akıl Hıristiyanlığın sistemini oluşturmuştur. Bu sistemin açık ifadesini Katolik Kilisesinde buluyoruz. Tarihte vücut 116 • Teoman Duralı bulmuş en mütekamil sistem Katolik Kilisesinin sunduğu, yani Vatikan’ın sunduğu yapıdır. Müthiş bir sistemdir ve Hıristiyanlık vücuda getirildikten sonra meydana getirilen bütün siyasi ve toplum sistemleri bu sistemi takip etmişlerdir. Gerek Masonluk gerek onun atası sayılan Tapınakçılar gerekse çok sonraları vücuda getirilen Komünist Partisi sistem olarak Katolikliği izlemiştir. Hep aynı yapılanmanın görüntüsüne sahibiz, çok farklı binalarda benzeri bir görünüm vardır. Katolik Kilisesi sistemi bize yansıtılır. Aklın sesi bu sistematikte çok açık. Hıristiyanlık Müslümanlıktan çok farklı olarak bir defa vahiy sonucu değildir. Müslümanlık Kur’an ve sahih hadis esasına dayanır. Onun dışında Müslümanlığın bir esası yoktur. Hıristiyanlıkta Kitab-ı Mukaddes ikiye ayrılır: Ahd-i Atik ve Ahd-i Cedit. İsa’dan önce gelen peygamberlere gelen vahiyler Ahd-i Atik, Hz. İsa’ya gelense Ahd-i Cedit’tir ama Ahd-i Cedit de doğrudan doğruya Hz. İsa değil Havarileri tarafından naklediliyor. Havarilerden de sadece dördünün naklettiği, Kilise tarafından esas kabul edilmiş. Bu dediğim kaynağın yanında çok önemli ve sürekli yenilenen vahiy kaynağı, Papa ve Papanın etrafını saran heyettir. Bu heyet de vahyi yenilemektedir, buna Latincede concilium, Fransızcada conseil deniliyor. Concilium zaman zaman Papanın etrafında toplanır ve orada Hıristiyanlık inancı şartlara göre yeniden tayin olunur, imanı tazelenir diyelim. Neden? Çünkü biraz önce belirttim, İsa Tanrı’nın bir uzantısıdır. Üçlülük, teslis var. Esas olan babadır. Oğul ve aradaki köprüyü teşkil eden Rûhulkudüs, bunlar birdir ama üç ayrı görünümü vardır. Çok felsefileştirilmiş bir inanç düzenidir. Buna da “kristoloji” denilmiştir. Bu sistemleştirilmeye, felsefileştirilmiş Hıristiyanlık inancına kristoloji adını vermişlerdir. En başta 12 Havari olmak üzere İsa’nın elinin değdiği şahıslar ilahi kişilerdir. Hatta 13’tür, bir tanesi, Yahuda hain çıkar, o bir tarafa bırakılır. 12 Havariden Pavlus ve Petrus doğrudan İsa’dan el almışlardır. Senin, benim gibi bir insan değil, ilahi kişilerdir. Ayrı bir yaratılmanın sonucu diyebiliriz. Bu Petrus Roma’ya gidiyor ve Roma’da Hıristiyanlığı ilan ediyor. Petrus kaya demek Latincede, üstünde durduğu kayadan kendisine bu ad veriliyor, Doğu ve Batı Medeniyetleri • 117 asıl adını bilmiyoruz. Oraya Hıristiyanlığın merkez kilisesi, Aziz Petrus Katedrali inşa ediliyor. Biz Fransız kaşıkla yediğimiz için hep o terimlerle konuşuyoruz, Türkçede St. Pierre Kilisesi diye geçer, yanlıştır tabii, Aziz Petrus olması lazım gelir. Bu kiliseden neşet eden, Petrus’tan el almış zevat, rahip sınıfını -Türkçede ruhban diyoruz- teşkil eder. Ruhban rahibin çoğuludur. Arapça “ruhb”tan geliyor, “an” takısı Farsça çoğul ifade etse de Arapçada da sınırlı ölçüde kullanılır. Yani rahipler, ruhban zümresi teşkil olunmuştur. Ruhbanın tepesinde doğrudan doğruya İsa’nın halefi, temsilcisi, dünyadaki ifadesi Papa vardır. Katoliklere göre Papa’ya tokat attığınızda Tanrı’ya atmış gibi oluyorsunuz. Katolikliğe ağırlık veriyorum, çünkü Doğu Hıristiyanlığı, Ortodoksluk, Ortodoks milletleri çok büyük ölçüde Türk hakimiyetinde kalmışlardır. Tek istisna Ruslardır. Büyük ölçüde Türk hakimiyetinde kaldıklarından sesleri işitilmemiştir. Hıristiyanlığın bayraktarlığını yapanlar Katolikler olmuştur. Müslümanlık gibi Hıristiyanlık da bütün insanlığa hitap etme iddiasındadır, ümmetçidir. Belli bir kavme, kabileye, aşirete mahsus değildir, insanlığa gelmiştir. Katholikos Yunanca bir kelimedir ve evrensel demektir. Aynı iddiayı Ortodoksluk da taşır. Ortodoks Yunancada sıratımüstakim demektir. Doğru yol, Tanrı’nın öngördüğü, istediği, talep ettiği yol manasına gelir ve onun ilkin başında yine Papa vardır. Daha sonra kavga ediyorlar, MS binli yıllarda ayrılıyorlar. Ortodoksluğun merkezi Doğu Roma’nın merkezi Konstantinopolis, İstanbul oluyor ve başına patrik geliyor. Ama patriğin papa ayarında bir kutsallığı var mı? Öyle bir ilahi yapısı yok. Patrikle Papa birbirlerini karşılıklı aforoz ediyorlar ve ayrılıyorlar, iki kilise keskin bir biçimde ayrılıyorlar. İstanbul merkezli Ortodoks Kilisesi Rum, Bulgar, Sırp, Rus kiliselerini deruhte etmektedir. Bunun dışında kalan bağımsız çeşitli Ortodoks kiliseleri var, Ermeni, Süryani kilisesi, Mısır’da Kıptî kilise, Habeş Kilisesi var, vs. Batı’da bir bütünlük söz konusudur, bütün kiliseler Vatikan’a bağlıdırlar ve Katoliktirler. Avrupa’da temelde iki zümre var: Ruhban ilahi kişilerden oluşan bir zümredir, Latincesi clericus ve bunun dışında kalan, ruhban olmayanlara ise Latincede laicus denir. Fransızcası laik, 118 • Teoman Duralı bizim meşhur laik lafı Fransızcadaki laikten geliyor. Ruhban olmayan demektir. Bunu neye benzetebiliriz? Ordunuz var, orduda kimler var? Askerler var. Orduda olmayan kimseler nedir? Sivildir. İşte ruhban bir çeşit dini asker, ruhban olmayansa sivil kesim olarak görülebilir. Bu ruhbanın tekrarlayarak söylüyorum, üstün nitelikleri vardır. Yani insan üstü ilahi yönleri vardır. Bu bir silsile-i meratibe bağlıdır. İslam’da da Tanrı böyledir, Allah bir ışık merkezidir. Nur diyoruz bu ışığın manevi çeşidine. O yüzden nur içinde yatsın denilir ölenlere, bugünlerde ışıklar içinde yatsın diyenler var. Ben öldüğümde böyle bir duada bulunursanız benim için büyük bir beddua olur. Çünkü ışığın nebzesi, zerresi beni mahveder, uyandırır. Onun için aman ha, ışıklar içinde yatsın demeyin ne olur. Ruh ilahi bir ışıktır ve o ışığın merkezinde Tanrı o ışığı saçar. O ışığı en güçlü alan en üst kısımdaki insandır, bu da papadır. Güneşin denize nüfuz etmesi gibi düşünün, bir-iki metre dalarsınız, hâlâ etrafınızda ışık vardır, daha derinlere gidersiniz, gittikçe kararır ortalık, herhâlde yirrmi-otuz metreye geldiğinizde kapkara olur ortalık, artık o ışık nüfuz etmez. Yunan felsefesine göre madde karanlıktır. Maddeye yaklaştığın ölçüde kararırsın. En karanlık olan, maddeye en yakın hayvanlardır. Börtü, böcek ve onun üstünde yılanlar vardır. Zaten yılanlar Havva’yı aldatmıştır. Havva da Adem’i kandırmıştır, böyle bir günah anlayışı vardır. O yüzden de yılan cezalandırılmıştır. Yılanın eli ayağı yoktur, sürünür, sürüngendir. Adem nerede aldanmıştır? Yemesi yasak olan bilgi meyvesinde, yemişinde aldanmıştır. Bilgi yemişinden yiyerek Adem başka hiçbir yaratıkta bulunmayan bir özellik kazanmıştır, kendini bilmiştir, bilinç kazanmıştır. Bilincin ilk ifadesi edeptir. Ahd-i Atikte müthiş bir Yunan dramıyla bize bu ifade edilir. Tanrı yürüyor cennette, Adem Tanrı’nın ayak seslerini işitiyor. Tevrat’ta tak tak Tanrı yürüyor şeklinde… Adem çalı çırpının arkasında gizleniyor. Tanrı soruyor: “Ey Adem -ve bu ünlem, bu nida tarihte Avrupa edebiyatlarının en önemli konusu hâline gelecektir- neredesin” diye sesleniyor oradan, Adem kısık bir sesle: “Ya Rab, sen her şeyi bilen değil misin, benim nerede olduğumu nasıl bilmezsin” diyor. Tanrı cevap verir: “Soru sormak bana aittir, sen bana soramazsın.” “Tekrar ediyorum, neredesin” Doğu ve Batı Medeniyetleri • 119 der. Tanrı aslında bilgi edinmek, bilgilenmek için sormuyor, sınamak için soruyor, sınıyor ve Tek Tanrılı vahiy diniyle birlikte başlayan süreçte insan hep sınanır. İnsan sınanan varlıktır. Sınanmak ne demek? Denetlenmek demektir. “Niye saklanıyorsun” diye soruyor Tanrı, cevap olağanüstü bir şey: “Utanıyorum da ondan saklanıyorum” diyor. “Niye utanıyorsun” diye soruyor Tanrı, “Çıplağım” diyor. Çıplaklığının farkına varıyor, işte o bilinçtir. İnsanın kendini denetlemesi ve kendi eksiğini tespit etmesi bilinçtir yahut buna öz bilinç de diyebilirsiniz. Bu ilahi din yahut da Tek Tanrılı vahiy diniyle Yunan dramının bir sentezidir bu görüntü ve ifade; burada insanın çıkmazına işaret ediliyor. İnsan hür bırakılıyor, kendi kendini yönetmeye başlıyor. Hürlük budur. Türkçede harikulade, muazzam bir ayrım vardır. Hürlük ve serbestlik… Pek az dilde olan bir şeydir bu, İngilizcede freedoom ve liberty diye ayrılır. Birçok başka büyük dilde bu ayrım yoktur. Sonra saçma sapan bir kompleksle, bir rezillikle bu özgürlük çıkarıldı. Yani öz neresi bilmiyorum, ayağım mı oluyor, göğsüm mü, başım mı nerenin özüm olduğunu bilmiyorum. Gür bir bitkibilim, botanik terimdir. Otun, ağacın bol olduğu yere gür denilir. Bu sonra benzetme olarak insana da teşmil edilmiştir. Kılları çok olan mesela, kılı gür, saçı gür denir. Özgür dediğiniz vakit benim gözümün önüne böyle kıllı göğüslü bir adam geliyor. Türkçede yok mu? Var hür, neden alınmamış Allah bilir, bilmiyorum. Erkinlik bugün hâlâ doğu Türkçelerinde kullanılan bir sözdür. Erkten gelir, kudret anlamına gelir. Her neyse, insan her daim hürdür. Bilinci yerinde kaldığı sürece hürdür. Felç olur, hapsolur, köle kılınabilir, vs. fark etmez, gene hürdür, serbestliği ortadan kalkar, hareket kabiliyetini kaybettiğinde serbest değildir artık, hapisten salınan bir adam serbesttir. Kölelikten kurtulan azat olmuştur, serbesttir ama gerek kölelikte, gerek hapishanede, gerek felçken… bitkisel hayata, komaya girmedikçe hürlüğü devam eder. Hür olan her an, her durumda hayırla şer arasında karar vermek durumundadır. Bu kararında kendi başınadır, kimse karışamaz. Şu anlattıklarım sadece Hıristiyanlığa değil, Müslümanlığa da aittir, fark etmiyor. Her an karar durumundayız, aşamasındayız ve karar safhasının kapısında bulunma durumuna Hıristiyanlıkta da, 120 • Teoman Duralı Müslümanlıkta da niyet denilmiştir. Niyet sadece bir mercie açıktır, o da Allah’tır. Başka kimse o niyeti tanımaz, bilmez ve bilemez. İnsan teolojik bir varlık olduğu kadar sosyolojik de bir varlıktır, toplum varlığıdır. Toplum varlığı olarak niyetin önemi yoktur. Toplumda bizi yargılamaya hukuk diyoruz. Hukuk niyeti esas almaz. Hukukta eski deyişle amel, eylem esastır. İlahiyatta niyet denilir. Tanrı’nın, Allah’ın dikkate aldığı eylemin değil, niyetindir. Bu husus gerek İslam, gerek Hıristiyan dünyasındaki felsefelerden çıkan ahlâk sistemlerinin esasını oluşturmuştur. Gazzâlî’nin ahlâk felsefesiyle Kant’ın ahlâk felsefesini karşılaştırdığımızda çok benzer noktalara ulaşıyorsunuz. Gazzâlî İslam’ın en büyük filozofudur, baş filozofudur, İslam felsefesinin hükümdarıdır, melikidir. Öbür tarafta da baş filozof Kant’tır. İkisinde de ahlakın temeli niyettir. Niyetten doğan ahlâk sisteminin merkezi meşruiyettir. Eylemi esas alan ahlâk felsefesinden çıkan hukuktur ve bunun içinde yer alan kanunlardır. Her kanuni tavır aynı zamanda meşru olmayabilir. Her meşruluk kanuni değildir. Hz. Peygamberin -mealen- “Zalime uyan zalimden beterdir” sözü bu söylediğimin çok açık ifadesidir. 1960-61’de Arjantin’den kaçırılan eski SS albayı Adolf Eichmann ya Telaviv ya da Kudüs’te yargılanır. Eichmann der ki: “Ben bir kabahat işlemedim, bana verilen buyrukları uyguladım”, yani yaptığın kanunu uyguluyorum. Çocuktum, büyüklerin sofrasında, biri demişti ki: “Eichmann’ın dediği doğrudur kanuni açıdan ama vicdani ve meşruluk açısından topyekûn yanlıştır.” O kişi ardından Peygamber’in bu sözünü söylemişti. Yeni yetmeyim o sıralar ve bu bana çakılı kalan bir ifadedir. Çocukken çivi gibi çakılan birtakım ifadeler ömür boyu kalıyor. Dün bana söyleneni yahut da yediğimi hatırlamıyorum ama bundan elli-elli beş yıl önce dinlediklerimi bugün gibi hatırlıyorum. Bu da onlardan biridir ve bütün felsefe tahsilim boyunca hep bana yol göstermiştir. Peygamber’in hadisi: Zalime uyan zalimden beterdir. O hâlde dışarıdan aldığın buyruk değil, vicdanının buyruğu senin için önemlidir. Çünkü her ikisinde de Hıristiyanlıkta da, Müslümanlıkta da, özellikle de Müslümanlıkta Allah’ın hitabı ikidir: 1. Elçileri vasıtasıyla Adem’den Hz. Peygamber’e kadar gelen buyruklar silsilesi vardır ki vahiy deniliyor bunlara, 2. Her birimize teker teker hitabı vardır. Buna da vicdan Doğu ve Batı Medeniyetleri • 121 diyoruz. Allah’ın sesini işitmektir vicdan. Vahiy olmasa vicdanın anlaşılırlığı eksiktir, zayıftır. Vicdanımdam işittiğim sözleri vahiy çerçevesinde değerlendiriyorum. Hıristiyanlıkta bu vahye ilave olarak biraz önce bahsettiğim conciliumların da katkısı vardır. Şimdi Avrupa’da iki temel zümrenin peydahlandığını söyledik: Ruhban clericus ve ruhban olmayan laicus. Avrupa tarihinin başlangıcı Batı Roma Devletinin çöküşüyledir. MS 4. yüzyılda Romalıların ezeli ebedi düşmanı Germenler Latin topraklarına hücum ederler. Roma’nın çöküşüyle birlikte bütün Avrupa’yı ve hatta Kuzey Afrika’yı istila ederler. Tarihte iki konargöçer savaşçı kavimler topluluğu hep medeniyet merkezlerini rahatsız etmişlerdir. Ulu atalarımız Rumları ve onlardan gelen Türkler Çinlileri müthiş rahatsız etmişler. Bu sebeple de Çin Seddi yapılmıştır. Çin Seddi bizim tarafımızdan övünülecek bir şey değil. Bu adamların ürettiklerine sürekli hücum ediliyor, hazıra konuluyor, onlar çalınıyor, kadınlar da dâhil el konulup götürülüyor… Çekiliyorlar, tekrar hücum ediyorlar… En sonunda canlarına tak ediyor. Perişan ediyorlar atalarımızı, onlar da 8. yüzyılda Talas Ovasında İslam Arap ordusuna iltihak ediyorlar. Çin’den sonra en çok Farsları rahatsız ediyorlar. MS aşağı yukarı 8. yüzyılda hep Çinlilerin itmesiyle batıya kayıyorlar ve aslında İran yahut da Fars toprağı olan Horasan’ı ele geçiriyorlar ve burası tarihi Türkistan oluyor. Türklerin yerleştiği topraklara Türkler değil ama başkaları Türkiye demiştir. Bir ara Avrupa, mesela Mısır’a da Türkiye diyordu. Göktürkler ve Türkiye Cumhuriyeti hariç, Türkler hiçbir zaman kendilerini Türk olarak nitelememişlerdir. Öbür tarafta da Germenler bunu yapıyorlar. Almanların ataları Germenler sürekli medeniyet merkezine, Roma’ya nüfuz etmeye çalışıyorlar ve Roma’yı yıkıyorlar. Roma’yı yıkan Odoacer’in komutasındaki bir Germen birliğidir ve onun arkasından Germen boyları Vizigotlar, Ostrogotlar, Vandallar, Franklar, Burguntlar bütün Avrupa’yı ve Kuzey Afrika’yı istila ediyorlar. İstila ettikleri topraklarda küçük küçük devletler, beylikler oluşturdular, bu da çok önemli bir husustur. Bunlara derebeyi deniliyor. Derebeylikleri belirli bir toprağa sahip oluyor. 122 • Teoman Duralı Bu toprağa sahip olduğunun ruhsatını, tapusunu çıkarıyor ve burada kendisine bir yerleşim birimi inşa ediyor. Derebeylerinin sarayına şato deniliyor. Feodal bugün Almancada mal, davar anlamına gelen fiilin atasıdır. Mal sahibi kişidir. Burada kendine bir saray inşa ediyor ve sarayın kendi duvarları, surları var. Bu şatoda derebeyin ailesi yaşar. Akrabayı taallukatının yerleştiği toprağında, çevresine gene bir duvar örer. Müstahkem mevki kale, burktur. Dışarıda kalan köyler ve orada yaşayan köylüler bunların soyundan gelmez. Bunlar Germen soyudur, öbürleri yerlilerdir. Köylülerin bütün ihtiyaçlarını giderir, yedirir, içirir, evlendirir. Tabii afetlerde kaybettikleri ürünlerini telafi eder. Savaş olur, soyulurlar, mallarına el konur; derebeyi her defasında zararını köylülerden kapatır, köylü derebeyine borçlanır. Borçlanır, borçlanır ve sonunda köle olur. Borcunu ödeyemez, toprak kölesi olur; bunlara serf denilir. Çok kötü bir örnek vereceğim. Son 200 yılda fuhuş aynı yöntemi izlemiştir. Çeşitli vaatlerle kandırılan kadına önce uyuşturucu dayatılır, onun müptelası olur, ödeyemez. Ödeyemedikçe de o alçağa, hırta mahkûm olur. Aynen derebeyinin, feodalin izlediği yöntem sürdürülür bu dediğim çerçevede. Önce de yok muydu? Yoktu. Başka şeyler vardı önceleri, fuhuş başka türlü yürütülürdü fakat son 19-20. yüzyılda bu yönteme başvurulmuştur. Neyse, o ayrı bir fasıl, demek ki bu topraklar kime ait? Feodal beye, derebeyine ait oluyor ve bu insanlar onun eline bakıyorlar. Savaşlar, kıtlıklar baş gösterip de bu insanlardan kimisi kapağı burka atıyor ve orada iş görmeye başlıyorlar. Ne iş görüyorlar? Toprağı bırakıyorlar, zanaatla meşgul oluyorlar. Tekerlek yapıyor, alet imal ediyor, vs. Bir başka zümre daha var. Bu da çok önemli, sebeplerine girmeyeceğim. Romalıların Filistin’den kovduğu Yahudiler iki yoldan Avrupa’ya çıkmışlardır: Kuzey Afrika, İspanya üzerinden ve Filistin, Anadolu üzerinden gelmişlerdir Avrupa’ya. İki kere büyük Yahudi sürgünü olmuştur. Buna Yunancada egzodus deniliyor. MÖ 6. yüzyılda Asurlular Yahudileri Kudüs’ten alıp Babil’e getirdiler. Daha sonra bu Yahudileri Persler kurtarıyorlar, tekrar Kudüs’e geri götürüyorlar. Asurlular Kudüs’teki Süleyman Tapınağını yıkıyorlar, Yahudiler Perslerin Doğu ve Batı Medeniyetleri • 123 yardımıyla tekrar tapınaklarını inşa ediyorlar. Bu arada konudan konuya atlıyorum ama birleştirdiğimi sanıyorum. Yahudi aslında bir kavim değil, din adıdır. Hıristiyan, Müslüman, Budacı, Hindu gibi bir din adıdır ve ilk bildiğimiz kurumsallaşmış Tek Tanrılı vahiy dinidir. Yahudilik, tıpkı Müslümanlık gibi bütün insanlığa gelir, ancak Hz. Musa bunu Firavun’a, dolayısıyla da Mısırlılara kabul ettiremez. Mısır, Firavun kendisini kovar. “Ben burada dururken başka tanrıya yer yoktur” cevabıyla kovar. Hz. Musa da çarnaçar kendi kavmine, Benî İsrail’e, İbranilere döner ve ilk bu dini kabul edenler, Yahudiliği kabul edenler İbranilerdir. Evet, kendileri bir müşrikler denizinin içinde küçücük bir adadır. Bütün dünya, bütün insanlık müşrikken tek Allah dinine bağlanan, ona tutunan bu kavimdir. Dolayısıyla kendilerini çok üstün görmeye başlarlar, ilahi bir kavim olarak kendilerini telakki ederler ve soylarının bozulmamasına dikkat ederler. Bozulursa bu ilahi din de dağılır, bozulur kanısıyla, endişesiyle dini millileştirirler, kavmileştirirler. Bu sebeple zamanla İbranilikle Yahudilik örtüşmeye başlamıştır. Burada da böyle bir durum var. Avrupa’ya gelen, ikinci egzodus -Türkçesi menfa- MS 70’lerde olur. Romalılar çıkarır Yahudileri Filistin’den ve bu Yahudiler Kuzey Afrika ve Anadolu üzerinden Avrupa’ya geliyorlar. Afrika’ya da, Habeşistan’a göçerler. Tabii karışmışlar, zencileşmişlerdir onlar, yani İbrani özelliklerini kaybetmişlerdir. O sebeple de zaten İsrail onları kabul etmek istemedi. Bir de şunu hemen ilave edeyim: Çok ilgi çekici bir kavimdir bu Türkler, tarihte İbranilerin dışında Yahudi olan biricik kavim de Türklerdir. Hazar Türkleri Yahudiliği kabul etmişlerdir ve onların ahfadı Karainlerdir. Bugün yeryüzünde herhâlde 5-6 Bin civarında bunlar, Kırım’daydılar. Daha sonra Rusya’nın batısına, Baltık kıyılarına, yani bugün Letonya, Estonya taraflarına kaymışlardır. Oralarda var mı hâlâ bilmiyorum ama Kırım’da küçücük bir topluluk olarak varlıklarından bahsedilir. Her neyse, Hıristiyanlar Yahudilere her türlü işi yasaklamışlardır. Toprak işlemek, zanaatkârlık, bütün şeyler yasaklanır 124 • Teoman Duralı bunlara ve kendileriyle birlikte yaşamaları da yasaktır. Yahudiler getto adı verilen ayrı yerleşim bölgelerindedirler. Germenler savaşçıdırlar dedim, savaşçının gözünde en düşük olay ticarettir. Parayla uğraşmak çok aşağılayıcı bir şey olarak kabul edilir. Bizde de öyle, onun son temsilcisi babamın da gözünde tüccarlık… Ya memur olacaksın ya da rençper, ticaret çok hor görülen bir şeydi ve bu yüzden Yahudilere tek kapı kalıyor: Ticaret. Özellikle de ticaretin en düşük olanı mal-mal değiş tokuşu ve daha sonra mal-para değiş tokuşu, takası ortaya çıkıyor. Malın malla takasına merkantilizm diyoruz. Derebeyliğin iktisat ayağı da merkantilisttir. Merkato İtalyanca da mal demektir. Malın malla değiş tokuşu, takası söz konusudur. Derebeyin üretim fazlasını Yahudi derebeyliğin dışındaki bir toprağa taşır. Buraya pazar diyorlar. Karşı tarafın da malı oraya gelir ve Yahudiler kendi aralarında bunu takas ederler ve takasın sonucunu derebeyliğine geri götürürler. Bundan da bir kısmını kendi kesesine atar. Bu merkantilizmin Avrupa’da iki önemli merkezi vardır: Kuzeyde Felemenk, güneyde İtalya. Arada Fransa kalıyor, Fransa’dan geçiyorlar. Avrupa’nın Roma’nın çöküşünden sonra ilk birlikli devleti Fransa’dır. Parçalanmayan üniter devlet 700’lerde kurulur ve bu sebeple de Fransa Avrupa üzerinde hak sahibi olma iddiası güder. Roma’nın varisi benim der. Devlet olmak iki şeyi beraberinde getiriyor: Siyaset ve hukuk. Siyasetle hukukta öne geçen Fransa, Vatikan’ın dini/ilahi tahakkümüne başkaldırır. Laik, ruhban olmayan hareketin ateşleyicisi, güdücüsü Fransa ve Fransız kültürüdür. Bu kendini dilde de gösterir. Avrupa tarihinde iki klasik dille karşılaşıyoruz: Ruhbanın, dini kesiminin dili Latince, ruhban olmayanın dili Fransızcadır ve bu Haçlı Seferleriyle birlikte Batı Asya’ya yayılır. Batı Asya’da Müslümanları da içine alan bir girdap olarak görebiliriz. Fransızca klasik dil hâline gelmiştir. Lübnan, Filistin ve Mısır’ın kıyı şeridindeki okumuş yazmış aydın denilen kesim Fransızca konuşur. Bugün hâlâ böyledir. İngilizceyle tabii büyük bir darbe yer ama yine de Lübnan’ın ve Suriye’nin önde gelen, Müslümanları da içine alan laik kesimi Fransızcayı kullanır, Fransız okulu geçer akçedir. Bu laic-cleric, ruhban-ruhban olmayan çatışmasında gitgide Doğu ve Batı Medeniyetleri • 125 Fransa ve dolayısıyla laik kesim üste geçmeye başlar. Laik kesim dört ana sınıfa ayrılır: Soylular, askerler, rençperler ve Yahudiler. Soylular ikiye ayrılırlar: Toprak zadegânı, derebeyleri ve devlet kuran soylu asilzadeler. Yani kral ve kral soyu asilzade olur. Bu dört sınıf laik kesimi oluşturmaktadır. Bu güç kazandıkça öbür taraf gerilemeye başlıyor. Güç çatışmasının en belirgin örneklerinden birini öğretimde görüyoruz. Önce öğretim, dini bir kisvedeydi, manastırlarda yürütülürdü ve aydın sınıf keşişler ve papazlardı. 1200’lerin ortalarından itibaren ilk defa Orta İtalya’da, Padova’da üniversite kurulur. Laik kesimin merkezidir, öğretim merkezi universitas Latincede evrensellik demektir. Bu hareket laiklerin clericlere (ruhbana) karşı olan hareketleri, nihayet 16. yüzyılda, 1500’lerde tepe noktasına çıkar. Dini kesime tepki milli bir renk almaya başlar. Avrupa’da dini Roma, Latin kesimi idare ediyor. Kendisini baskı altında hisseden Almanlar, Germen dünyası Fransa’dan aldıkları laik etkiyle başkaldırıyorlar. Buradan Protestanlık, Luther hareketi çıkar ve Germen dünyası git gide Protestanlaşır. Yeni Çağ Avrupa medeniyetinin esasları, temelleri atılır. 1600’lerde artık para vardır, para-mal değiş tokuşu başlar ve ucuza mal etme hırsı baş gösterir. Bu Avrupa’nın içinden temin edilemeyen hammaddenin dışarıdan getirilmesi gereğini doğurur. Avrupa’daki sömürme sınırlanır. Bunu aşmanın yolu dışarı açılmaktır. Bütün dışarı açılanlar sömürü maksadıyla gitmezler. Çok merak eden insanlar vardır. Avrupa milletlerinin başat özelliği bu meraktır. Özellikle İtalyanlarda, Portekizlilerde, İspanyollarda, Almanlarda, İngilizlerde, Felemenklerde gördüğümüz böyle bir şey vardır. Daha önce bunu Araplarda, Yunanlarda görüyoruz. Bunlar meraki insanlar, neden, niye bilmiyorum. Bazı milletler içinde merak saikiyle ortaya çıkan bireyler vardır. Gezgin, kaşif, mucit adamlar çıkıyor bunlardan, tek başınıza mucit olmanız, kaşif olmanız o yola girmenize yetmiyor. Sizi destekleyenler, mali bakımdan arkanızda olması gerekenlere ihtiyacınız var. İşte bunlar sömürüye ihtiyaç duyan resmi kesimlerdir. Kristof Kolomb para kazanmak için değil, merak ettiği için Atlas Okyanusu’na açılmak istiyor. Bu ufkun ötesinde ne var, nasıl bir şey yer etmektedir, bunu görmek istiyor ama bunun için paraya 126 • Teoman Duralı ihtiyacı var ki gemi alabilsin. Portekiz Kralına gidiyor, kovuyor. Kendisi İtalyan, İtalya parçalanmış, küçük küçük devletler ortaya çıkmış. En büyük devlet İspanya, İspanya Kralına başvuruyor. O yıl da İspanyollar Müslümanları yenmiş, İspanya’nın birliğini sağlamışlar. Oradan parayı alıyor, gemileri satın alıyor ve Hindistan’a, Çin’e gidiyorum diye yelken açıyor. Amerika’nın keşfi tarihin çığır açıcı olaylarındandır. Hem ufuk çok genişliyor hem de ihtiyaç duyulan hammadde belirmeye başlıyor. İspanya gerici bir memleket, İspanya anlamıyor bunu ve oradan gelen hammaddeyi kullanamıyor. Atılım yapamıyor. Büyük bir şevkle bu yeni olayın üstüne atılan İngilizlerdir. İspanyolların Amerika’dan taşıdığı altınları, gümüşleri İngiliz korsanları müsadere ediyorlar. Çünkü İspanyolların yastık altlarına gidecek bu, İngilizler alıp bunu işlemeye başlıyorlar. Neyle işliyorlar? İspanya’dan kaçan ve İngiltere’ye sığınan Yahudilerin parasıyla, ikisi arasında iki çeşit izdivaç vardır, evlilik vardır. Bir akıl evliliği vardır. Fransızcada mariage d’intérêt dedikleri yahut menfaat evliliği de diyebilirsiniz buna, öbürü de işte bildiğimiz aşk meşk evliliği. Yahudilerle İngilizler arasındaki tarihi ittifak bir menfaat izdivacıdır. Bu 1600’lerin ikinci yarısında başlar ve nihayet 1700’lerin başlarında tepe noktasına varır. İngiliz girişimciliği ile Yahudi malî bilgisi… Çünkü Yahudiler üstün bilgilerle donanmış olarak geliyorlar. Toprağı işlemeleri, rençperlik, vs. yasak olduğundan mali ve teorik bilgilere yönelirler, bunları elde ederler. Hekim, mühendis, filozof, vs. olurlar ve bu bilgi ve paralarıyla İngiliz girişimciliğini destekliyorlar. Bu evliliğin ilk çocuğu ABD’dir. ABD’yi ele geçirenler önce Hollandalılardı. 1500’lerin ortalarında Felemenkler gelir, 1601’de İngilizler gelerek Hollandalıların elinden alırlar. Zaten bu sömürgecilik tarihinin çok ilgi çekici bir silsilesi vardır. Özellikle Asya tarafında önce Portekizliler ele geçirirler, sonra Hollandalılar gelir, Portekizlilerin elinden alırlar. Ondan sonra İngilizler gelir, Hollandalıların ellerinden buraları alırlar. Burada İngiliz-Yahudi işbirliği ilk meyvesini verir. Sonraki bütün yerleşim yerleri Avustralya, Yeni Zelanda, Güney Afrika benzeri bir kaderi paylaşır. Yeni Çağa din dışı Avrupa medeniyeti artık din temeli üzerinde inşa edilmez, din bertaraf edilir. Katolikliğin Doğu ve Batı Medeniyetleri • 127 bertarafı, Protestanlığın ortaya çıkışıyla birlikte dinin cenderesini kırarlar. Çünkü din bir cenderedir, din sınırlar sizi, alabildiğine sömürmeye hiçbir din izin vermez. Sonuçta Hıristiyanlık da buna cevaz vermez. Düşünün ki Hz. İsa’nın sözleridir bunlar: “Alın teriyle sulanmamış hamurdan pişmiş ekmek boğazında düğümlensin” der. Bundan daha korkunç bir beddua olabilir mi? “Zengin adamın cennete girmesi devenin iğne deliğinden geçmesinden zordur” Buyur cenaze namazına, şimdi bu cendereyi atmak zorundadırlar. Protestanlıkla birlikte Yahudiliğin İbranileştirilmesi gibi din millileştirilir, tıpkı Anglikan Kilisesi, Presbiteryen Kilisesi, ıslah edilmiş Hollanda Kilisesi vs. Yeni Çağ din dışı Avrupa medeniyetini 1800’lerin başlarından itibaren çağdaş medeniyet izler. Şimdi tekrar geriye dönüp Yeni Çağ medeniyetine bakarsak, Yeni Çağ medeniyeti Orta Çağ Hıristiyan’ın devamı değildir. Ondan türememiştir. Tersine ona bir isyandır, onu yıkmıştır, onun yerine geçmiştir. Bunu görmek bize şunu getirecek: Cumhuriyet’in kuruluşu nasıl Osmanlı’ya karşıysa Yeni Çağ Avrupa medeniyeti de Orta Çağdan gelmiyor. Yani bizimkisi onu taklit ederek kuruyor dünyasını, yapısını; anlatmak istediğim buydu. Bir zaman Yeni Çağ din dışı Avrupa medeniyeti Orta Çağ Hıristiyanlığının devamıyım, halefiyim niyeti ve iddiasıyla vücut bulmuyor. Onu yıkıyor, tarumar ediyor ve bunun son noktası Fransız İhtilalidir. Fransız İhtilali Avrupa’nın bütün tarihi müktesebatını yok etme hareketidir. O kadar ki asiller ve ruhban sınıfı sadece katledilmekle kalmıyor, mezarları açılıyor, cesetleri yakılıyor. Fransız İhtilalinin benzerini pek görmüyoruz tarihte. Belki işittiniz işitmediniz bilmiyorum, Kamboçya’da Pol Pot diye bir deli, zırdeli, canavar çıkar. Öğrenim görmüş entelektüelleri gözlüklüler diye öldürüyor. 1.5-2 milyon insanı katlediyor. Onun dışında Fransız İhtilalinin benzerini göremiyorum. Yani Bolşevik İhtilali bile ondan daha hafif kalmıştır. Fransız ihtilalinde o kadar aşırıya kaçılıyor ki Fransızcada Latinceden gelme ay adları dini bir çeşni taşıdıklarından lağvediliyorlar. Gün adları değiştiriliyor. Takvim değiştiriliyor, milat kaldırılıyor ortadan, Fransız İhtilali- 128 • Teoman Duralı nin vuku bulduğu tarih temel alınıyor. Fransız İhtilalinden önce ve sonra olmak üzere ayrılıyor tarih. Bu gördüğümüz en ilk ve en kökten devrimdir. Bütün devrimler Fransız Devriminin iyi veya kötü taklididir. En önemlisi de 1917 Bolşevik İhtilalidir. Her neyse, çağdaş medeniyetin 1800’de kendini gösterdiğini söyledik. 1800-1880’ler arası erken çağdaşlık dönemidir. Ondan sonra klasik devir başlar. Biz henüz klasik devri idrak ediyoruz. Öyle aptal şapşal postmodern filan diye bir şey yok. Yani çağdaşlık sonrası, olması için yeni bir medeniyete geçmemiz lazım, öyle bir şey yok, ufukta gözükmüyor. Biz şu anda çağdaş medeniyetin zirve noktalarını idrak etmekle meşgulüz. Sizi çok sıktım, çok geç bir vakte mahkûm ettim, affola, hâliniz kaldıysa, sabrınız varsa buyurun. SALONDAN- Allah’ın insanlara vahiy ve vicdan olmak üzere iki şekilde hitap ettiğini söylediniz. Sokrates bunun farkına nasıl varmış? TEOMAN DURALI- Bazı Müslümanlar Sokrates’i ve Eflatun’u peygamber olarak görürler. Bunların arasında Farabî de vardır. Bilmiyorum, tabii öyle bir ad Kur’an’da geçmiyor. Anmadığımız adlar var diyor Kur’an, bunlar da onlardan biri olduğunu sanmıyorum. Eflatun Timeos adlı eserinde çok açık bir biçimde Tek Tanrı’dan bahseder, sadece öyle de değil, bu Tanrı’nın şefkat dolu, yani Rahim olduğunu, öğretici olduğunu, Rab olduğunu bildirir ve sonra son eseri olan Kanunlar’da âdeta fıkıh yazar. Orada tartışırlar, bir tanesi der ki: “Tanrıyı inkâr edene ne yapmalı?” Öbürü de der ki: “İdam etmeli” Bu sefer sorar: “Kaç kere idam etmeli?” İdamın kaç kere tekrarlanması gerektiği üzerinde bir tartışma gider. Bu derece sert ve kesindir Eflatun’un Tanrı görüşü ama tekrar Timeos’a dönersek, orada söyleşinin sonunda der ki: “Burada konuştuklarımızı asla ve asla yaymayın, halk işitmesin.” Buradan da şunu anlıyoruz: Eflatun kendini peygamber olarak kabul etmiyor, görmüyor, ona böyle bir buyruk gelmemiş. Sokrates de aynı şekilde kendisinden hiçbir şekilde kutsi bir kişi olarak bahsetmiyor. Çok ilgi çekici bir hususu sonuç olarak söyleyeyim: Doğu bilgeliklerinde, Budacılıkta Gautama Siddhartha, Konfüçyüs ya Doğu ve Batı Medeniyetleri • 129 da Lao Tzu peygamber değil, bilgedir. Bu bilgelikler dine dönüşmüştür, din hâline gelmişlerdir ve bu kişiler Tanrı mesabesine çıkarılmışlardır. Gautama Siddhartha’nın Tanrısı yoktu, Tanrı’dan bahsetmez ama zamanla kendisi Tanrı mesabesine çıkarılmıştır. Batı’daki, yani Yunan’daki bilgelik dine dönüşmez, felsefe hâline gelir. Sami dünyasında din bağımsız olarak ortaya çıkar, Yahudilerin ve Arapların elinde din bir bilgelik olarak temayüz etmez. Başlı başına bir kurum olarak çıkar ve insan elinden çıkmamıştır, iddiası budur. Din hiçbir vakit sosyolojik bir hadise olarak kendini tarif etmemiştir Batı’da, teolojiktir, iddiası budur. Ben söylemiyorum, kendi iddiası budur ve peygamberleri İsa’nın yorumu ayrı, onu bir tarafa koyuyorum, bütün peygamberleri insandırlar. Hz. Musa da, Hz. İbrahim de, Hz. Peygamber de öyledir, hepsi kendini insan olarak tarif ederler. Büyük ihtimalle İsa da öyle tarif etmiştir. Hz. Peygamber’in Hz. Ali’ye son derece zihin açıcı bir sözü vardır: “Ya Ali, sen İsa’nın kaderini paylaşıyorsun. Senden ölesiye nefret edenler ve seni ölesiye sevenler var. O ölesiye sevenler de seni Tanrı mesabesine çıkaracaklar.” Çok enteresan bir şeydir, İsa’ya benzetir. İsa’dan ölesiye nefret edenler Yahudilerdir ve Tanrı mesabesine çıkaranlar da biraz önce bahsettik. O hâlde batı dünyasında -ki İslam da bunun içinde yer alır- din başka bir şeyle karıştırılamaz. Hep yapılır ya felsefe-din zıtlığı, hayır hiçbir şeyiyle zıt değildir, başlı başına ortaya çıkmıştır. O yüzden de doğuda felsefe yoktur. Çünkü oradaki felsefemsi görünüşler dinle iç içe karışmıştır Hint’te, Çin’de ve benzeri yerlerde. SALONDAN- Hocam, çok teşekkür ederim. Ben ikinci soruya cevap alırken yeni sorular oluştu. TEOMAN DURALI- Benim de sorularım bitmiyor hiç, birçoğunu ahirete bıraktım. Orada çok soracağım adamlar var. Evet, buyurun. SALONDAN- Fars’a Şiiliğin Türklerle gelişinden bahsettiniz. Türklere Şiilik nasıl geldi acaba? TEOMAN DURALI- Türkler İslam’a girdiklerinde, intisap ettiklerinde eski inançlarını, geleneklerini sürdürmüşlerdir. Bu çok uzun bir hikâye, Araplar Fars topraklarını ele geçirdiklerinde 130 • Teoman Duralı Fars kültürünü yasaklamışlardır. Birincisi, Farsçayı yasaklamışlardır. 100 yıl kadar Arapça konuşuldu İran’da, Fars coğrafyasında ve mümkün mertebe Farslara Farslılıkları unutturulmaya çalışılmıyor. Bu olmuyor tabii, 100 yıl sonra Firdevsî gibi bir dahi çıkıyor ve yeniden o kültürü canlandırıyor ama artık o kadar Arap etkisi almış ki ve Arap dili öylesine yerleşmiş ki… Bunun benzeri, 1066’da Fransızlar İngiltere’yi istila ettiklerinde, Norman istilası sonucunda 100 yıl kadar İngilizcenin yasaklanmasıdır. İngiltere’de Fransızca kullanılır. 100 yıl sonra yeniden İngilizce neşvünema bulur. Onların Firdevsî’si de Chaucer’dır. Artık İngilizce, Germen köklerini yitirmiştir, Fransızcalaşmış, dolayısıyla Finceleşmiştir. Burada da Farsça önemli ölçüde Pers köklerini yitiriyor, Araplıktan çok önemli etkiler alıyor. Bugün hâlâ Farsça kelimelerin herhâlde yüzde 70’i ve hatta gramer kuralları Arap asıllıdır. Bu arada Türkçeden de çok etkilendiğini söyleyebiliriz. Esasen Hint-Avrupa dilidir, tabii o özelliklerini korumuş bir ölçüde ama önemli ölçüde Arap ve Türk dilbilgisinin kurallarını da almıştır. O çok uzun bir hikâye, ona girmeyeceğim şimdi, Türklerin böyle bir kaderi olmamıştır. Araplar Farslara yaptıkları gibi Türkleri Araplaştırmamışlardır. Lüzum olmamıştır, çünkü kendiliğinden dine girmişlerdir ama girerken eskisini taşımış, getirmişlerdir. Buna, yani dinin ana metninden, gövdesinden sapmalara ilahiyatta dinde heterodoksluk denilir. Ana metne, ana gövdeye sadık kalma Ortodoksluk, sapmalar heterodoksluktur. Türkler heterodoks olarak geliyorlar. Türklerin Ortodoks İslam’a, Sünniliğe girmeleri çok geç bir tarihtedir ve çok kısmidir. Osmanlı’nın ancak yönetici kesimi Arapların ağzına bal çalma bakımından Sünni yola giriyor. Çünkü halife oluyorsun, Araplara uymak zorundasın. Ama bir kısmı giriyor. Bizim halk kesimimiz, Türkmen kesimi heterodoks kalmıştır. Sonra buna Alevi denmiştir, yeni yetme bir laftır Alevilik, galiba ilk defa Fuad Köprülü, 1919’da basılan Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar adlı eserinde kullanıyor bu sözü. Halk dilinde kızılbaş, ilahiyat-teolojide heterodoks diye geçerdi. Bugün pek kalmadı ama yakın zamana kadar Yörükler Kızılbaştılar, heterodokstular. Türkler getiriyorlar İran’a, bir çeşit ilham kaynağı oluyorlar ve Farslar onları görerek Doğu ve Batı Medeniyetleri • 131 kendi inanç dünyalarını hatırlamaya başlıyorlar. Türkler, bunu zorla sokmaya çalışıyor ama aynı zamanda ilham kaynağı oluyorlar. İslam’da Hz. Peygamber’den sonra en büyük kişilik olan Hz. Ali’yi kendilerine temel alıyorlar. Burada da çok önemli bir nokta var: Hz. Hüseyin’in hanımı son Sasanî Şahının kızıdır. Bu çoğunlukla bilinmez yahut da yanından geçilir ama önemlidir. Şiiliğin üst mertebesinde olan Ayetullahlar o hanım yoluyla soylarını Hz. Hüseyin’e ve Hz. Ali’ye, Peygambere dayandırmaya çalışırlar. Şunu söylemek istiyorum: İslam dünyasını kan gölüne döndüren bu çatışmalar inançtan çok bu iki büyük bloğun, Arap kültürüyle Fars kültürünün bilek güreşidir. Çünkü efendim, Hz. Ali’nin hakkı yenmiş de… vs. Günümüzde artık 2000 yıl önce cereyan etmiş kabile kavgalarının çetelesini sürmenin bir âlemi yok. Haşimilerle Emeviler arasındaki çatışmalar değil, bütün mesele Fars ve Arap çekişmesidir. Biz de arada kalıyoruz herhâlde, bana öyle gözüküyor. SALONDAN- Fransa, Ren nehrinin aşağısına geçen Germen soyundan, değil mi? Daha kaba saba yalnız… Frank kelime oradan geliyor. TEOMAN DURALI- Aynen öyle. Kaba sabalar tabii ve Romalılaştıkları ölçüde inceliyorlar, medenileşiyorlar ve dillerini unutuyorlar. Latinceyi alıyorlar. Yani bugün Fransızca Germen dili değil, bir Latin dilidir. İçinde pek çok Germen kelime bulunmakla birlikte aslı halk, avam Latincesidir. SALONDAN- En son cümlenizde postmodern zamanda olmadığımızı ve klasik zamanın doruğunda olduğumuzu söylemiştiniz. TEOMAN DURALI- Klasik çağdaşlığı yaşıyoruz günümüzde. SALONDAN- Niçin postmodern olmadığını düşünüyorsunuz? Bu bağlamda da teknolojinin bu kadar insan hayatına entegre olmasıyla ilgili yorumlarınız nelerdir? TEOMAN DURALI- Onu söylemedim. Tabii söylemediğim yığınla şey var. Bir kere teknoloji İslam medeniyetinde ortaya çıkı- 132 • Teoman Duralı yor. Söylemiş miydim? SALONDAN- Şöyle demiştiniz, “Teknolojinin ideolojisi yok” demiştiniz... TEOMAN DURALI- Hayır, söylemişsem şöyle söylemişimdir: Teknik felsefenin bilim yöntemini uygulamasına yahut da çok kısa olarak felsefe-bilim yöntemini uygulayan tekniğe teknoloji diyoruz. İslam medeniyetinde ortaya çıkıyor ama Müslümanlar bunu kullanmıyorlar. Yani ortaya çıkıp kalıyor. Yeni çağdaşlıkla birlikte önce Felemenkler, daha sonra İngilizler teknolojiyi alabildiğine uygulamaya başlıyorlar. Bunun büyük çapta uygulanışı sanayiyi beraberinde getiriyor. Sanayi ne demektir? İnsan müdahalesini en aza indiren üretim demektir ve bunun yapıldığı yer fabrikadır. Fabrikalar inşa ediliyor, fabrikalarda istihdam edilen nüfus işçidir. Emekçi değil, işçi, çünkü emek çok yaygındır. Toprakta çalışan insan da emekçidir ve dinlerin temelini emekçi oluşturur. Baktığınız vakit ister Müslümanlık, ister Hıristiyanlık, ister Budacılık olsun hepsinde temel terimler emekten çıkar. El emeği, topraktan elde edilen ürün ve bunun için sarf edilen alın teri… Terimlerin büyük çoğunluğunu Marksçılık Hıristiyanlıktan almıştır. Aynen Freud’un psikanaliz yönteminin Katoliklikten ve özellikle günah çıkarma uygulamasından gelmesi gibi. Sadece kutsallığı yoktur artık. Gelelim postmoderne; öncelikle post Latince sonra demektir fakat çağdaş medeniyet ortadan kalkmadı ki sonrası olsun, çağdaş medeniyet günümüzde dünya çapında olduğu gibi devam ediyor, onun için küresel diyoruz. Bu medeniyet de Yeni Çağ din dışı Avrupa medeniyeti gibi felsefeye dayalıdır. Önü kapatılmış felsefe sistemine ideoloji diyoruz. Çağdaş medeniyetin ideolojisi sermayeciliktir, kapitalizmdir. Gerek kapitalizm, gerekse onun ihtiyaç duyduğu yaygın sömürmeye emperyalizm diyoruz. Emperyalizm tu kaka olduğundan, sevilmediğinden artık onun yerine -nasıl ki mesela eşeğe merkep yahut ite köpek diyorsak- daha incelmiş, daha nazikleştirilmiş bir kelime olarak küreselleşme diyoruz. Aynı anlama geliyor. Çünkü sömürüyü kaldırdığınızda kapitalizm çöker. Ben burada bir değer yargısında bulunmuyorum. Doğu ve Batı Medeniyetleri • 133 Yani kapitalizm iyidir-kötüdür demiyorum, sadece size bir tasvir sunuyorum. Bu yaşıyor, devam ediyor. Kapitalizmin üç dayanağı vardır: Teknoloji, sömürme ve kârın yaygınlaştırılması. Çünkü kâr ana hedeftir, ondan vazgeçemezsiniz. Bu kapitalizmin amentüsüdür, kapitalistsek bu amentüye bağlı kalmak mecburiyetindeyiz. O bakımdan “post”u yoktur onun. SALONDAN- Evet, mesela global dünya markalarında söylediğiniz o üç unsurda hedef var. TEOMAN DURALI- Her daim kapitalizm ortaya çıktığı günden itibaren global marka vardır. Kapitalizmin ana aileleri Rothschildler gibi küreseldirler ve bunların Masonluk gibi global teşkilatı vardır. Burada bir değer yargısında bulunmuyorum, sadece açıklama babından söylüyorum. Bunlar küreseldirler ve bu geçmiş değil, bitmiş değil, bitiremezsiniz. Bitirdiğiniz vakit bu ideolojiyi bitirirsiniz, bu ideolojiyi bitirirseniz bu medeniyet biter. SALONDAN- Asya kıtasındaki medeniyet ilişkisinde Türklerin yerleşik kültürde olan Çinlilerle ilişkilerindeki saldırgan tutumlarının altını çizdiniz. Bunu, Avrupa’da Germen kavminin Roma’ya karşı tutumuna benzetirsek 20. yüzyılda ortaya çıkan Türk-Alman yakınlaşmasında bu kültürel benzerlik etkili midir? TEOMAN DURALI- Etkisi var, etken olmuştur. SALONDAN- Bir vurguda daha bulunmak istiyorum o noktada, yalnız 20. yüzyıldaki ilişkisi açısından Almanlar belirleyici, hedefleri gösteren olmuş. Kızılelma’nın İttihat ve Terakkinin önüne konulması, Orta Asya’nın Alman çıkarları için hedef gösterilmesi… TEOMAN DURALI- Hayır, Kızılelma Türk tarihi boyunca hep olmuştur. Sadece Türk tarihinin değil, uzun bir geçmişe sahip büyük diyeceğimiz milletlerde, yani Farslarda, Araplarda, İngilizlerde, bütün büyük milletlerde aynı terim olmasa bile başka başka ifadelerle Kızılelma kendini göstermiştir. Bu Türklere mahsus bir olay değil, bunu yaygınlaştırabiliriz ve bu Türk tarihi boyunca ta Hunlardan bu yana olan bir hadisedir. Bu Kızılelma’yı kim 134 • Teoman Duralı belirler? Çok tartışmalı bir terim olarak, Türkçede Seksenlerden galiba itibaren kullanılan ve Fransızcadan tercüme edilen: Derin devlet. Bu her dönemde bütün büyük devletlerde olandır. Fransızcada gouvernement invisible, bu Türkçeye derin devlet diye tercüme edilmiş, kimlerden oluştuğunu sormayın bana, ben derin devletin adamı değilim, bilmiyorum ama bu olayın her dönemde tekrarlandığını söyleyebilirim. Fransızcadaki deyim çok güzeldir, görünmez devlet manasına geliyor. Camın önünde oturmayan, camekânın önünde yer almayan bir devlet yönetimi... Benim tahminim bizde bunu ordu teşkil etmiştir, çünkü devletin belkemiğini bizde ordu oluşturmuştur tarih boyunca, bizde sivil-asker ayrımı Cumhuriyet’le birlikte başlar. Daha önce yoktu böyle bir ayrım, o yüzden herkes şaşar niye böyle doğrudan savaşla ilgisi olmayan adam paşa oluyor? Askeri bir ülkedir ve belli bir yerden sonra ister savaşsın ister savaşmasın o unvan verilir. Kısacası Kızılelma’yı koyan, o hedefi gösteren işte o derin devlettir. SALONDAN- Özür dileyerek, yani Kızılelma ideali zaten var, önceden beri var. TEOMAN DURALI- Almanlar koymuş değil onu. SALONDAN- Koymuş değil fakat Orta Asya’ya yönelen hareketimizi belirlerken ideal olarak kullanma anlamında sordum. TEOMAN DURALI- Türk kültürünün Almanlardan önemli bir farkı var. Kesin olarak kavmiyetçiliği yok. Bunun da sebebini daha önceki konuşmalarımdan birinde evlenme konusundaki tavırlarından ötürü belirttiğimi sanıyorum. Türklüğe çok yakın gördükleri, güvendikleri birtakım kavimler vardır. Mesela Osmanlı döneminde özellikle Arnavutlar ve Çerkesler. Çok yakın bir geçmişe değin, İttihat ve Terakki dönemine değin bunlar ayrılmamıştır. Kim Arnavut idi, kim değildi yahut kim Çerkes idi, kim değildi, sonra sonra anlamaya başladı. Belki de kendi aralarındaki konuşmalarında anlaşıldı. Arnavutça konuşursa Arnavut demiştir ona. Bu kadar olmasa bile bunlara yakın kabul edilen Kürtlerdir. Uzak tuttukları yakın kavimler vardır: Araplar, Farslar. Müslüman olmuş Hıristiyanlardan da herkesi aynı şekilde yakın Doğu ve Batı Medeniyetleri • 135 görmemişlerdir. İlk dönemlerde Rumlar katılmışlardır fakat sonraki dönemlerde uzak tutulmuşlardır. Arnavut ve Çerkes derecesinde değil ama Boşnaklar da çok yakın görülmüşlerdir. İskân siyasetinden anlıyoruz. Türk bulunmadığı yerlere Arnavutları ve Çerkesleri koymuştur. Mesela, bugün bakıyorsunuz, Ürdün’de Çerkesler var. Ne işi var Ürdün’de Çerkeslerin? İskân siyaseti olarak Araplara karşı bir denge unsuru olarak görüyorlar. Güneydoğu Anadolu’da hiç akla gelmeyecek birçok yerlerde Çerkes buluyorsunuz. Mehmed Ali Paşa da dâhil olmak üzere Mısır’a Arnavut göndermişlerdir. Onu kendinden ayrı tutmuyor, bu da derin devlet siyasetidir. Başka büyük devletlerde derin devleti filozofları, bizde askerler oluşturmuştur ve derin devletlerden devlet felsefesi ortaya çıkmıştır. Bizdeki muazzam devlet sisteminin nereden çıktığını bilmiyoruz. Hâlâ beni hayrete düşüren Yeniçerilik sisteminin eşi yoktur. Yeniçerilik Eflatun’un Devlet diyalogundan âdeta fırlamış gelmiştir, muazzam bir şeydir. Her Hıristiyan alınmamıştır, gene onların başını da Arnavutlar, Boşnaklar çekiyor. Çok az sayıda yeniçeri Sırplardan, Macarlardan, Eflak’dan, Boğdan’dan ve bir de Anadolu’daki Hıristiyan Türklerden alınmıştır. Çünkü Anadolu’da eski Peçeneklerin kalıntısı, Karamanlı bayağı bir Hıristiyan Türk nüfusu vardır. Sonra bu özbeöz Türk doğumlu Ortodoksları 1923’te ağlata ağlata, döve döve Yunanistan’a sürdük. Galiba burada bitirmek zorundayız. Efendim, teşekkür ediyorum sabrınıza, eyvallah, sağ olun, sağlık, esenlik diliyorum hepinize. KONUŞMALAR 2016 Doğu ve Batı Medeniyetleri • 139 ŞUBAT 2016 Tarihte Kavimler ve Kavimler Göçü TEOMAN DURALI- Hatırladığım kadarıyla Yunan medeniyetine gelmiştik. Bu münasebetle kimdi bu adamlar, nereden çıkmışlardır, nasıl, nereye gelmişlerdir ve bununla ilgili bizde pek az bilinen bir hususa temas etmem gerekecek. Tarihte uzun mesafeli kavimler göçü vardır. Bunlardan en eskisi insanlığın Afrika’dan çıkışıdır. Yaklaşık 100 bin yıl önce cereyan eden bir olaydır ve daha sonra defalarca büyük göçler oluyor. Mesela, 17 bininci yılda İç Asya’dan Amerika’ya Kızılderili dediklerimizin göçü var. Kızılderili diye bir şey yoktur zaten, insanların ten rengi ya aktır ya da karadır, bunun arasında boz, kahverengi var. İklim şartlarına göre kuzeyden güneye indikçe ten kararır ama öbürleri şehir efsaneleridir. Asyalılar için de sarı tenli denilir. Sarılık hastalığına tutulmuşların dışında sarı ten rengi diye bir olay yok. Mesela, halis Çinliler, Han Çinlileri, baktığınız vakit apaktır. Yani bir İsveçli, Alman’ın ten rengi neyse Han Çinlisinin de teni odur ama Çin’de de güneye, mesela Kanton taraflarına indiğiniz vakit tenleri koyulaşır. O güneşle ilgili bir olaydır ama öz ten rengimiz karaydı. Afrika’dan çıktığımıza göre, hepimiz özde Zenci olmalıyız. Daha sonra kuzeyin zayıf ışınları yüzünden insanların tenleri açılmış, ak tenli olmuşlardır. Ak tenli olup da çok sıcak yörelerde yaşamak yahut uzun boylu güneşin altına yatmak olağanüstü zararlı bir şeydir. Düşmanım varsa ki yok biliyorum, Allah ona bile kanseri vermesin… Ak tenli olup da güneşin altında uzun süre kaldığınızda deri kanser oluyorsunuz, onun için kapanmak daha akıllıca bir iş. 3. Binde Avrasya kıta bütünlüğünde yeniden büyük bir Kavimler Göçü var. Burası bir kıta bütünlüğüdür, coğrafi olarak bir bütünlüktür. Bunun Avrupa ve Asya diye ayrılması yapma bir iş- 140 • Teoman Duralı tir, tamamıyla kültüre dayalı bir olaydır. Burada 3. Binde büyük bir göç baş gösteriyor. Bugünkü Rusya’nın güney kesimlerinde yaşayan bir kavim var: Hint-Avrupa dilini kullanan Arîler. Diller sınıflanırken biyolojinin evrim varsayımına dayanılmıştır yahut bu varsayım taklit edilmiştir. Nasıl ki evrimde canlılar türlere sınıflanıyorlarsa dilbilimde de diller böyle sınıflanırlar. Büyük dil aileleri vardır. Bunlar belli bir gerçek dilden neşet etmiş, türemiş akraba dillerdir. Yani bir ebeveyn dili vardır, -yahut anne dili diyelim, baba önemli değil- bir anne dili var, o anne dilden yavruları türemişlerdir. Bu kardeş dillerin en doğal sürecini Latinceden türemiş ve bugün büyük kültür dilleri hâline gelmiş Fransızca, İtalyanca, İspanyolca, Portekizce, Romence’de görüyoruz. Ancak bütün kardeş kabul edilen diller bu kadar belirgin bir biçimde izlenemiyorlar. Hint-Avrupa dillerinin de belli bir atadan, bir anneden çıktıkları varsayılmaktadır. Bunu bize bildiren çok inandırıcı belirgin kıstaslar var, ölçüler var. Bir kere bu dillerde sayılar akrabadır ve çok temel sözler birbirleriyle paraleldir. Mesela İngilizcede brother, Farsçada birâder, Sanskritçede brader, Fransızcada frèrenin aynı kökten geldiği tespit edilebiliyor. Bunun gibi çok temel sözlerin ve sayıların benzerliği bizi kimi dillerin akraba oldukları sonucuna götürmektedir. Türk dillerinde ayrım hemen hemen yok gibidir ama bir üste çıktığımızda, Altay dilleri dediğimizde o fark çok büyüktür ve orada şüpheye düşüyoruz. Mesela Moğolcayla Türkçe arasında bağlantıları kuramıyorsunuz. Ne rakamlar birbirini tutuyor ne temel sözler benzeşiyor. Bu bakımdan hâlâ Altay dilleri bir teori değildir, bir varsayımdır. Ama Hint-Avrupa dillerinin ve Arapça, İbranca, Asurca, Süryancayı içeren Sami dillerin benzerlikleri çok belirgindir. Göç eden Hint-Avrupalılar birkaç yöne sapmışlardır. Bir kısmı doğuya gidiyor, doğuya gidenler ikiye ayrılıyorlar. Bir kısmı Orta Asya üzerinden İran yaylasına iniyorlar. Bunlar Perslerle Medlerin -Medler bugün kaybolmuş durumda ama Persler duruyor- atalarıdır. Öbür bir kısmı Hint Yarımadası’na iniyor. Bunlar Hindistan’ın iki esas ahalisinden birini teşkil ediyorlar: Ak tenli Arîler, öbürleri de kara tenli Dravidler. Bir başka kol Kafkas üzerinden Anadolu’nun doğusuna geliyor Doğu ve Batı Medeniyetleri • 141 ve Ermenilerin atalarını oluşturuyor. Diğer bir kol Balkan dağlarını aşarak Yunan Yarımadası’na ve oradan da güneye Mora’ya (Peloponnesos) iniyor. Öteki kollar Avrupa’ya yöneliyorlar: Keltler, Germenler, Latinler ve Slavlar. Bizim burada ele alacaklarımız Yunanistan’a gelenlerdir. Hint-Avrupa büyük bir dil ailesi ve temelde bir dilbilim ıstılahı. Buradan hareketle bazı beşer bilimciler, antropologlar bu bir kavim olmalı diyorlar. Temelde bir dil ailesinin adı olmakla birlikte 20. yüzyılın başlarında Hint-Avrupa -o zaman Arî deniliyordu daha çok- bir kavmin adı olarak da geçmeye başlıyor. Çünkü nasyonal sosyalistler Arî terimini siyasete alet etti, kötüye kullandı ve ırkçılığın temeli hâline getirdi. İnsanlığı ikiye ayırıyorlar: Yüce insan soyu Ari’dir, geri kalan aşağılık börtü böcek mesabesinde kabul ediliyor. Bu sebeple İkinci Dünya Savaşı bittikten sonra Almanya yerlerde sürünmeye başlayınca bu terim ayıp kabul edilmiştir, bir çeşit gayriresmi yasaklanmıştır. Bugün Türkiye’de Arî deseniz kimse bir şey anlamaz ama İngiltere’de, Fransa’da, hele Almanya’da Arî dediğiniz takdirde size ters bakarlar. Hatta ceza bile kesilebilir, bu derece istenmeyen, yasaklanan bir terimdir. Bunu da belirtmiş olayım, aman yanlışlıkla oralarda kullanmayın. Eskiden siz hatırlamazsınız ama benim gençliğimde Türkiye’de komünist demek Rus demek gibi bir günahtı. O kadar ki evi aramaya gelen asker kütüphanede saklamayı unuttuğum sözlüğü sorduğunda Larousse dedim. “Sende Rus’un ne işi var?” dedi. Rus değil, Fransızca sözlük dedim. “Hayır, La-Rus dedin” dedi. “Evet, adamın adı Larousse, sözlük yazmış, benim kabahatim değil ki ben koymadım adını” dedim. Bir saat evirdi çevirdi, tabii içinde resim yok, şunu oku diyor, okuyorum, bu ne demek diyor, şu demek diyorum. Ecel terleri döktüm Larousse’dan dolayı. Bugün Arî de Avrupa’da buna benzer bir şeydir. Hint-Avrupa dil ailesinin de altında birtakım başka dallar budaklar var. Başlıcaları doğuda Hint dilleri, İrani dillerdir, Kürtçe de bunun bir üyesidir. Farsça, Tacikçe, Zazaca, Kırmancca, vs. İrani dillerden sayılırlar ve kökü Hint-Avrupa’ya dayanıyor. Diğer bir dal Slav, Germen ve Latin dilleridir. Bu dillerin içerisinde 142 • Teoman Duralı belli bir dala sokamadığımız üç dil var: Doğuda Ermenice, batıda Yunanca ve Arnavutça. Bunlar belirli bir dalın mensubu değildirler, bağımsızdırlar. Temelde Hint-Avrupa ama belli bir dala girmiyorlar. 2. Binde gelerek Yunan Yarımadası’na doğru iniyorlar. Yunanistan kuzeyden güneye son derece dağlık bir ülke. Batıda dağla deniz arasında fazla geniş olmayan birkaç ova var. Attika Yarımadası ve onun kuzeyinde Neolya böyle bir bölgedir. Onun dışında sürekli dağlar var, dağların arasında da birtakım dar vadiler söz konusudur. Yerleşim çoğunlukla doğudaki ovalarda gerçekleşiyor. Batıda dağlar denize dik indiklerinden koylar daha az ve liman imkânı sık görülmüyor. Limanlar daha çok doğuda ve doğuda ana karaya yakın birçok ada var. Burası çok girintili çıkıntılı bir mıntıka ve jeoloji açısından çok etkin bir bölge; yanardağlar, depremler hep bu bölgede hüküm sürüyor. Buranın devamı da Batı Anadolu’dur. Hele Güneybatı Anadolu son derece girintili çıkıntılı bir mıntıkadır. Kuzeyden güneye doğru akan kavimler göçünde başı çeken Mikenlerdir. Mikenler bütün bu sahayı kat ederek 2. binin sonlarında Girit adasına ve etrafındaki birtakım adalara yerleşiyorlar. Buralara yerleştikten sonra bir kısmı da karaya geçiyor. Mikenler Mora’ya yerleşiyorlar. Mora, dut demektir, Yunanlılar burayı duta benzetmiş, diğer adı Peloponnesos’tur, Türkçede Pelopones diyoruz. Mikenler üstün bir medeniyet tesis ediyorlar. Medeniyetin en önemli tarifi olarak şehir kuruyorlar. Fakat bu şehirlerin özelliği birleşmemeleri, özerkliklerini, yani muhtariyetlerini, otonomilerini korumalarıdır. Yunan’a gelen kavimlerin en önemli özelliği hürriyetlerine olağanüstü düşkün olmalarıdır. Bundan kesinlikle taviz vermiyorlar. Bu sebeple birleşme bir türlü gerçekleşmiyor, ayrı ayrı devletçikler hâlinde teşkilatlanıyorlar. Küçük küçük devletler kuruluyor. Her şehir yakın çevresiyle birlikte bir devlet hâline geliyor. Bugün buna Türkçede kent, Yunancada polis, Arapçada medine diyoruz. Araplarda da görüyoruz bunu ama Araplarda şehir devletlerinin yanı sıra imparatorluklar da var. Yunan’da ise Doğu ve Batı Medeniyetleri • 143 ilk büyük devleti, çok geç bir çağda MÖ 4. yüzyılda İskender’in kurduğu imparatorlukta görüyoruz. Bütün bu uzun dönem boyunca bir türlü bir araya gelemiyorlar. Her ne kerametse bugün hâlâ Yunanlıların soyundan geldiklerini iddia eden Rumlar böyle bir özellik gösterirler. Aralarında bir türlü anlaşamazlar, hep birbirleriyle çekişirler. Ben üstünüze afiyet futbola çok meraklıyım, küçük yaştan beri hep maçlara giderim. Sekiz-dokuz yaşındaydım herhâlde, Ankara’da Bulgarlarla Yunanlıların ordu maçı vardı. Eniştemle gittim, oturuyoruz. Bütün seyirciler Türk, 19 Mayıs. SALONDAN- Hangi takımı tutuyordunuz, Trabzonspor mu? TEOMAN DURALI- Tabii mutlaka Trabzonspor’u tutuyorum, başka yolu var mı? Neyse, futbol oynanıyor, seyrediyoruz. Bir ara Bulgarlar gol yediler. Yani Rum Yunanlılar Bulgarlara gol attı ve kavga çıktı. Türk seyirciler öyle kaldık, seyrediyoruz. Futbol değil, tekme yumruk maçını seyretmeye başladık ama işin tuhafı kavgayı seyredenler sadece biz değiliz, golü yiyen Bulgarlar da Rumların birbirlerine tekme tokat girişini seyrediyorlar. Ellili yıllarda terör de olmadığından polis, jandarma yok. Ne yapacağımızı şaşırdık. Eniştem de subaydı. Tabii oraya sivil geldi ama bu fırladı yerinden, indi aşağıya, birkaç kişi daha toplandılar, girdiler futbol sahasına ve ayırmaya başladılar. Sonra anlaşıldı ki bunlar golü kim attığı konusunda tartışmışlar, birbirlerine düşmüşler. Eskiden Yunanistan’da Türkçe çok geçer bir dildi. Çünkü Mübadele’yle 1923’te buradan 1.5 milyonun üzerinde Rum gitti Yunanistan’a. Trabzon’dan, Anadolu’nun çeşitli kıyısından köşesinden gittiler ve bunlar çocuklarına da Türkçe öğrettiler. Tabii artık Yunanistan’da Türkçe bilen kalmadı. Milli ordu takımında Türkçe bilenler vardı. Sonra onlar izah ettiler kavganın neden çıktığını ve o olay o gün bugündür hiç hafızamdan silinmedi. Bu ta o zamanlardan gelen bir özellik, başıbozuk adamlar, bir türlü bir araya gelemiyorlar ve biz Türkiye’de bunu iyi değerlendiremiyoruz. Rumlar savaşamıyor, korkaktır sanıyoruz ama son derece babayiğit, civanmert adamlardır ama tek olduklarından başarı elde edemiyorlar, savaşlarda bir araya gelemiyorlar. Gerçi İkinci Dünya Savaşında İtalyanları fena dövdüler. 144 • Teoman Duralı Mikenler Fenikelilerden yazıyı öğreniyorlar ve kullanıyorlar. 1800’lerde Mikenlerde gelişmiş bir yazıyla karşılaşıyoruz. Yunan yazısının esası Miken yazısındadır. Büyük eserler verilmiyor, işlenmiş bir edebiyat yok ama yazıp çiziyorlar. Şehir devletlerinin devlet tutanakları var. Mikenlerin en önemli başarısı görsel sanatlarda, mimaride, heykeltıraşlıkta ortaya çıkıyor. Mikenlerden sonra Dorlar geliyor. Dorlar Mikenlerin zıddı; savaşçı, yıkıcı, kan dökücü bir kavimdir. Dorlar da kuzeyden güneye, özellikle de Peloponnesos’a geliyorlar ve oraya yerleşiyorlar. Dorlar tarihin en askeri, savaşçı kavimlerinden biri olan Spartalıların atasıdır. Vahşi olanlar gözlerini gelişmişlere, müreffehlere dikerler. Bunu biz de yapıyorduk. Nerede bir medeniyet yuvası varsa oraya dadanırdık. En eski atalarımız Hunlar ve ondan sonra gelen Türkler, büyük bir medeniyet olan Çinlilere göz dikmişlerdir. Durmadan oraya saldırır, bir şeyleri cepler, kaçarlar. Çinliler de takip ederler. Sonra bakar ki Çinliler baş edemeyecekler, dünyanın en müthiş harikalarından bir tanesini, Çin Seddini örerler. Çin’le çatışmamız, didişmemiz MS 700’lere değin sürmüştür. Çinliler gene bizi kovalarlarken Müslümanlık yeni çıkmış, Araplar İslam’ı İran’a ve Orta Asya’ya doğru yayıyorlar. Bugün Kırgızistan’da kalan Talas ovasında Çinliler, Türkler ve Araplar karşılaşıyorlar. Türkler can havliyle Arapların kucağına atlıyor ve Müslüman oluyorlar. Araplar Farslara yaptıkları gibi Türklerde zor kullanmadılar. SALONDAN- Bazı tarihçiler, mesela İlber Ortaylı, Türklerin İslamiyeti kabul etmesinin farklı bir süreç sonucu olduğunu söylüyor… TEOMAN DURALI- Benim kaynağım, Yahudi asıllı İranlı tarihçi. Şimdi adı aklımda değil ama kitabımda, Omurgasızlaştırılmış Türklük’te ona atfım vardı. Bir defada olmuyorlar gayet tabii, çeşitli vesilelerle geçişler var. Yani Müslümanlığın değerini anlamış da biz ihtida etmek istiyoruz diye girmiyorlar, Çinlilerden kaçıyorlar. Hayatta en çok korktukları Çinli, milattan önceki tarihlerden MS 8. yüzyıla değin sürekli Çinlilerle boğuşuyorlar. Bunlar hep konargöçer toplumlardır. Büyük ölçüde Uygurlar hariç, yerleşik değil göçer devletler kuruyorlar. Daha sonra da Farslarla Doğu ve Batı Medeniyetleri • 145 bir çekişme başlıyor. Çünkü Fars dünyası da Çin gibi çok eski yerleşik bir medeniyet merkezidir. Dorlara dönecek olursak, onların inişine paralel olarak muazzam bir deprem oluyor. Bu civarda Santorini diye bir ada bu depremin merkezi. Yanardağ hâlâ vardır muhakkak ve o adanın püskürttüğü taşlar, lavlar, alevler iddiaya göre 100-150 km uzaklıktaki Girit’i yakıyor yıkıyor. Bu biraz mübalağa gibi geliyor ama elimizde çok kesin belgeler yok. Bunu fırsat bilen Dorlar Girit’i istila ediyorlar. Buldukları her şeyi yerle bir ediyorlar. Böylelikle Miken medeniyetinin en parlak, en önemli merkezi tarihe gömülüyor, ortadan kalkıyor. Yunan boylarının bu yarımadaya göçü ardı arkası kesilmeden devam ediyor. Yarımadanın yerleşme yerleri çok kıt olduğundan, dağlardan dolayı yerleşilen yerler doluyor ve adalara intikal etmeye başlıyorlar. Ege adalarını iskân ediyorlar, en sonunda Güneybatı Anadolu kıyı boyuna yerleşiyorlar. Burası olağanüstü derecede girintili çıkıntılı ve kıyıya dik inen dağlar içeriyle kıyı mıntıkasının bağını kesiyor. Dolayısıyla dışarıdan aşağıya kimse gelemiyor. Bunlar burada savaşmayarak ve çok müsait bir iklimde çoğalıyorlar. Çoğaldıklarında ovaları yetmiyor, beslemiyor onları, ister istemez denize açılıyorlar. Önce yakın koylarda, körfezlerde balık tutuyorlar. Bir süre sonra bu da yetmeyince daha fazla açılıyorlar. Benzeri Yunan karasında da oluyor. Tarım alanları çok dar olduğu için maişetlerini, geçimlerini denizden sağlamak zorundalar. Burada çok önemli bir nokta var. Denize açılan insanlar karada yaşayanlardan çok farklı bir düşünce yapısına, zihniyete intikal ediyorlar. Karada yaşıyor ve tarımla uğraşıyorsanız hayat tabiatta büyük değişiklikler olmadıkça nesiller boyu yeknesaktır, tekdüzedir. Mevsimine göre ekiyorsunuz biçiyorsunuz, hasada bırakıyorsunuz. Bütün yaşama bilgileri, hayat tecrübeleri, babadan oğula, anneden kıza aktarılır, değişiklik olmaz. Tarım toplumu bu sebeple değişmez, duraldır. Buna karşılık deniz apayrı bir dünyadır, felaket kaprislidir, hırçındır. Bir anı bir anına benzemez. Bunu yaşamadıkça anlayamazsınız, göremezsiniz denizin ne kadar değişik bir manzara sunduğunu. Denize açılan insan son derece tedarikli ve öngörülü olmak zorundadır. Tedariki ve öngörüyü her şeyden önce sağla- 146 • Teoman Duralı yan akıldır. Denize çıkan insan akla dayanmak mecburiyetindedir. Bunun yanında tekne imali olağanüstü karmaşık hesapları gerektirir. Bu da yetmiyormuş gibi o gemiyi yürütecek bir güç merkezi var. Tarihin belki en büyük deha verisi yelkendir. Yelken kadar büyük bir icadı düşünemiyorum. Muazzam bir şey yelkenin icadı, motor hak getire. Siz hiçbir şey harcamadan, sarfiyatta bulunmadan işinizi görüyorsunuz. Rüzgâr gücüyle çalışan o teknenin hareket maliyeti sıfır. Yelken zaten bıçak üstünde olan teknenin dengesini büsbütün bozuyor. Rüzgârın yönüne göre yelkeni ayarlıyorsunuz. Tekne her an devirmeye hazır bir canavar gibidir. Başka bir deyişle denize açılan insan doğayı evcilleştiriyor, onu zapturapt altına alıyor. Bir avuç adam çok uzun süre aynı mekânda nefes alıp veriyor. Düşünün, okullarda, sınıflarda bile 45 dakika birbirimize zor tahammül ediyoruz. Bir de aylarca şu oda kadar bir sahada kırk-elli kişi bir aradadır. Yine gemi tecrübemden hareketle şunu söyleyebilirim size, gemi hayatında gördüğüm disiplini hiçbir yerde görmedim bir daha, askerlik filan bile hak getire, öyle sert, öyle kesin ve keskin bir disiplin ve sınıf farkı var ki aklınız durur. Geminin kaptanı aşağı takımla doğrudan muhatap olmuyor. Süvarinin çevresinde birinci, ikinci, üçüncü zabit, güverte zabiti, çarkçı, çarkçının yangıncıları, vs.. Bugün değişti artık, o zaman ufacık, bugünün ölçülerine göre fındık kabuğu kadar kalan bir gemide elli iki kişiydik, şimdi dört kişi koskocaman dev konteynır taşıyan gemileri yahut tankerleri idare edebiliyor. Ama gemi yönetme sanatı yok artık, her şey uydulardan oluyor. O zaman her şey insanın elindeydi, insan yapıyordu. Daracık bir alanda insanlar birbirleriyle hemhâl oluyorlar, bütünleşiyorlar ve aynı zamanda birey kalıyorlar. Çünkü her an kaza olabiliyor, diyelim ki gemi batma durumunda, herkes kendi başının çaresine bakıyor. Aynı zamanda da dayanışma devam ediyor, birbirlerine yardım ediyorlar. Aklın en önemli göstergesi hızlı karar vermektir, karşılaşılan bir soruna anında cevap getirmek. Bunlar denize açılan insanın en önemli özellikleri. Beklenmedik bir olayın karşısında anında karar verebiliyor, yargıda bulunuyor. Bu bir akıl işidir. Bir başka akıl işi geminin yön bulmasıdır. O günlerde ne pusula var ne usturlap var. Geceleri Doğu ve Batı Medeniyetleri • 147 yıldızlara bakıyorlar ve gök cisimlerinin birbirleriyle olan bağlantısından sonuçlar çıkarıyorlar. Bu matematiktir. Matematiğin boy verdiği yerde pozitif düşünme kendini gösterir. SALONDAN- Efendim, mitolojiyi nasıl üretiyorlar? Çok enteresan. TEOMAN DURALI- Mitoloji daha önceden var. Anayurtlarından gelirken ellerinde o efsaneler var. Mitoloji demek din demektir efendim. Bütün kavimlerin geniş kapsamlı efsaneleri var. Çinlilerin, Türklerin, Farsların… Biz Avrupa propagandaları karşısında Yunan efsanelerini daha çok biliyoruz. SALONDAN- Yunan efsanelerinde özgün laflar var bir de. TEOMAN DURALI- Öbürlerinde de var. Mesela Mikronezya, Polinezya gibi Büyük okyanus kavimlerinin olağanüstü zengin efsaneleri var. Amerika Kızılderililerin hakeza… Yani tüm efsaneler zengindirler ve efsane kendi başına bir olay değildir, dinin parçasıdır. SALONDAN- Denizcilikte hayal gücü mü çok gelişiyor? TEOMAN DURALI- Tabii, kara insanından farklı olarak hayal gücü çok genişliyor. Ama mitolojilerinin kökü bu değil, mitolojiler anayurtlarından, bugünkü Güney Rusya’dan kalkıp gelirlerken vardı. Daha sonra tarihi dönemlerde Mezopotamya’dan, Mısır’dan, Anadolu’dan etkilenmeler, eklemeler olmuştur ama öz itibariyle mitoloji ellerinde vardı. Yunanlıları denize açılan, denizcilikle ilgilenen deniz Yunanlıları ve ilgilenmeyen kara Yunanlıları diye ikiye ayırabiliriz. Kara Yunanlıların tarihte en önemli merkezleri Sparta’dır. Deniz Yunanlıları Güneybatı Anadolu’da gelişiyor ve Güneybatı Anadolu’dan tekrar Yunanistan’a dönüyorlar ve burada Attika Yarımadası’na yerleşerek yaklaşık 900’den itibaren tarihi Atina kültürünü yaratıyorlar. Yunan tarihini sınıflarken dört kısma ayırırlar: Kadim devir, eski devir, klasik devir, geç devir. Kadim devir, Yunanlının bu coğrafyaya gelişleriyle MÖ 2000’den itibaren başlar, MÖ 1000’e kadar sürer. Bu devrin en önemli ürünü Homeros’un daha sonra kayda geçirdiği İlyada ile Odysseia destanlarıdır. Bize o dönem hakkında geniş çaplı ayrıntılı bilgi veren olağanüstü iki destandır. 148 • Teoman Duralı SALONDAN- Bunlar yazılı değil aslında, değil mi efendim? TEOMAN DURALI- Yazısız ağızdan, kulaktan kulağa nakledilmişlerdir. İlk defa kör şair Homeros bunları terennüm eder ve yazıya geçirilir. Bu şiirleri, koşutları etrafında kendilerine okuduğu kişiler mi yazıya geçirmiştir, onu kesin bilmiyorum ama yazıya geçirilir. MÖ 800’lerde bunlar yazıya geçirilirler. Bu kadim devrin sonudur, eski devir başlar. Eski devir şu hâlde 800’le demokrasinin kök saldığı 500 arasındadır. 500’den itibaren İskender dönemidir ve 300’lerin sonuna değin klasik devir olarak kabul edilir. İskender İmparatorluğunun yıkıldığı 322’den itibaren geç devir başlar. O da Romalıların Korinthos’u ellerine geçirdikleri dönemdir. MS 1. yüzyılda geç devir biter ama etkileri devam eder. Yunan medeniyeti birinci derecede bütün Doğu Akdeniz’i etkiler. Bu etki İskender vasıtasıyla İndus Irmağına dek uzanır. İskender olağanüstü ilgi çekici bir kişidir; tarihte gördüğümüz salt muharip, fatih tipinden farklı olarak kâşif tarafı vardır. İskender’i dürten, onu sevk eden bir keşif duygusu vardır ve bununla yola çıkar ama kendi başına dolaşacağına merak ettiği coğrafyaları ele geçirir ve orada yeni, benzersiz bir medeniyeti kurmaya kalkar. Sadece kültür anlamında değil, soy anlamında yeni bir nesil kurmak ister. Çünkü ele geçirdiği her yerde Yunanlıların, yani kendi askerlerinin, subaylarının ve Makedonyalıların yerli ahaliden kadınlarla evlenmelerini ister ve böylece yeni bir soyun ortaya çıkmasını sağlar. SALONDAN- Benim en çok dikkatimi çeken, Suriyeliler. Diğer Araplara göre çok farklı, daha açık tenliler, bir kısmı sarışın. Bu, dediğiniz dönemdeki melezleşmenin sonucu mu? TEOMAN DURALI- Benzeri bir şeyi çok daha öte bir ülkede gördü. Afganistan’ın kuzeydoğusunda bir kavimle karşılaştı. Bu kavme mensup insanları ben oraya gittikten daha sonra National Geographic’te bastılar. Mavi gözlü çocuklar… SALONDAN- Onlar da İskender’in götürdükleri mi? TEOMAN DURALI- Bilmiyoruz, bir ihtimal… Orada mavi gözlü insanların ortaya çıkmasına hiçbir sebep yok. Koyu tenli Doğu ve Batı Medeniyetleri • 149 insanların salt çoğunluğu teşkil ettiği bir mıntıka ve bir bakıyorsunuz çok tecrit olmuş, dağların arasında kalmış… Müslüman da değiller, o yüzden Kâfiristan deniliyor, çok zor girilebilen bir yer, istemiyorlar yabancıların gelmesini, korkuyorlar. Ezidiler gibi diyeyim, çünkü orada kapalı kalmış toplum ve bir bakıma Ezidilerle benzer törenleri var. Çok eski bir tarihte Güneydoğu Anadolu’da Mardin civarında Ezidilerin törenlerini görmüştüm, hayatımda yaşadığım en ilgi çekici manzaralardan bir tanesidir. Her neyse, Kâfiristan’ın ahalisi içinde bu insanlar İskender’den kalma denilir ama bu ne derece doğrudur? Çünkü aradan 3000 yıla yakın zaman geçmiştir. Bunlar yerlilerle karışmışlar bir şekilde, nasıl hâlâ mavi gözlerini, kumral saçlarını muhafaza etmişler, hayret edilecek bir şey. Kadınların başları açıktı ve düpedüz kumral olduklarını görüyorsunuz. Erkeklerin kirden, pastan saçının rengini tespit edemiyorsunuz ama nedense kadınlar daha temizdi herhâlde, genç kızlar Arî dediğimiz tipi yansıtıyorlardı. Sizin Suriye’de bahsettiğiniz gibi bu insanlarda da öyle bir Arî tipi vardı. Belki bir DNA araştırılması yapılsa genetik bir bağ bulunabilir. Bilmiyorum, tabii öyle bir şey yapacak hâlim yoktu. Sadece gördüklerim… SALONDAN- Hocam, bölgenin ismini bir daha söyleyebilir misiniz? TEOMAN DURALI- Kâfiristan, Afganların söylediği bu, kendilerine ne ad veriyorlar bilmiyorum. Dillerini bilmediğim için bağlantı kuramıyordum. Sadece çok misafirperverdiler ve benden değil, benimle birlikte gelenlerden korkuyorlardı. İkramda bulundular. Orada bir gece kalıp gittim, fazla kalmadım. SALONDAN- Türklerin geçiş yollarından birisi olabilir mi orası? TEOMAN DURALI- Hayır. SALONDAN- Yanlış mı düşünüyorum, mavi gözlü sarı saçlı Türkler olur mu diye merak ediyorum da… TEOMAN DURALI- Çin kaynaklarına göre en eski Türkler mavi gözlüydüler, kumraldılar. Ondan bahsetmedim, çünkü konumuz 150 • Teoman Duralı değil. Sebebi de şu: 3. Binde ilk kavimler göçünde doğuya gidenlerin bir kısmı İran yaylasına, bir kısmı Hindistan’a iniyor. Fakat bahsetmediğim bir başka kol doğuya doğru hareket hâlinde… Türklerin anayurdu Ohotsk denizinin kıyıları ve civarında. Burada avlarının peşinde koşan, konargöçer topluluklardır, İç Asya’ya giriyorlar. Hun olarak anılıyorlar, Hiung-nu diyor Çinliler bunlara ve bu İç Asya kesimlerinde karşılaştıkları Hint-Avrupalılarla sevişiyorlar, evleniyorlar. Bir de eski bir Türk kavmi yahut boyu olan Kırgızlar Çinlilere göre mavi gözlü, badem gözlü ve kumraldılar. Bugün zaten hâlâ karışmamış Türkmenler badem gözlüdürler, çekik de değildirler, elmacık kemikleri fazla da belirgin değildir. Avşarlara ve buna benzer başka kabilelere dikkat edin, badem gözlüdürler. Bu o günlerden kalan bir şeydir. Daha sonra yeniden Asya kavimleriyle karışıyorlar. Hint-Avrupa etkisi kaybolunca özellikle Moğollarla çok karışıyorlar ve çekik gözlü, tipik Asyalı oluyorlar. Buna rağmen yine de Moğollardan farklıdırlar. Moğolistan’da da bunun ayrımını gördüm. Kazakları hemen ayırabiliyorsunuz Moğollardan tip olarak, Asya’daki ırka Moğoli deniliyor. Türklerin bağlı olduğu ırk Turanidir, farklıdır ama artık mavi gözlü Türk pek kalmamıştır. Ancak daha sonra Avrupalılarla karışanlar yeniden almış olabilirler. Son derece ilgi çekici bir konudur beşeri antropoloji yahut beşer bilim. Galiba çok sözü uzattık, buraya kadar Yunanlıların nasıl geldiklerini, nereden çıktıklarını, yerleşim yerlerinden bahsettim. SALONDAN- Hocam, bir de İyon medeniyeti mi Yunanlıların kurduğu? TEOMAN DURALI- Tabii İyonlar, gayet tabii. SALONDAN- Seferihisar’da dünyanın ilk limanını kurdukları… TEOMAN DURALI- Onun ilk olup olmadığını bilmiyorum ama bütün Batı Anadolu kıyılarında İyonların kurdukları, inşa ettikleri limanlar var. En başta İzmir’in güneyinde Miletos Antalya’ya kadar uzanır. Antalya ve Alanya o zamanlardan kalan limanlardır. Datça’nın en ucunda Knidos şimdi çok rağbet gören bir yer. Güneybatı Anadolu çocukluğumda ve ilk gençlik yıllarımda Türkiye’nin en geri kalmış yöresiydi, mahkumları oraya gönderirler- Doğu ve Batı Medeniyetleri • 151 di. Gittiniz mi kaçamazsınız. Mesela, Bodrum Kalesine kapatırlar adamı, gidecek yer yok. Ya denize açılacaksınız ya da orada oturacaksınız. Çünkü karayolu yoktu. Muğla’dan Bodrum’a karayolu sanırım 1966’da açıldı. Ben 1967’de gittiğimde İzmir’den Muğla’ya kadar giden bir yol vardı. Dağların arasından giden bir yol… ama aşağı, kıyıya giden bir yol yoktu. Marmaris, Bodrum, Köyceğiz kıyılarına mübadelede Yunanistan’dan kovulan Müslümanlar yerleşmişlerdi. Dağlarda ise Türkmenler oturuyorlar. Tahtacılar tabir edilirler, tahta oymak işleriyle uğraşırlar. Hâlâ da vardırlar, o zamanlar göçüyorlardı ama şimdi yerleşikler. Şimdi bu Türkmenler kışın aşağı, denize inerler. Ömürlerinde denize ayak parmaklarını sokmuş değiller. Mekruhtu deniz, hiç ağızlarına balık koymamışlardır. Baharda nisanla birlikte pılı pırtılarını toplar, tekrar dağa çıkarlardı. Son derece ilgi çekici, özellikle et yerler, sebzeye pek rağbet etmezler. Halbuki kıyı ahalisi neredeyse zeytinyağından boğulur… Mesela, vakit namazını kılıyor. Yaramaz çocuklar gider, namaz kılanın ayağını gıdıklar. Kıkırdar adam ama çocuğu azarlamak aklına gelmez. Öyle bir neşe içerisinde çok hoş bir hayatları vardı. Ben dağları kıyıya tercih ederdim. Çok daha güzeldi, rahattı, havası nefisti ve aşağısı ıssızdı, mesela Köyceğiz’e kadar hiçbir şey yoktu, boştu. Enfes bir tabiat ama boştu. Hakkını verelim, yol açılmadan önce Bodrum’u Bodrumluktan çıkaran aziz Hocam, rahmetli Hocam Sina Kabaağaçlı’ın babası Halikasnas Balıkçısı Cevat Şakir Kabaağaçlı’dır. Oraya mahkûm olarak gönderildi; onu kaleye hapsettiler, o ise orayı tanıttı, burası cennet dedi, kitaplar yazdı, milletin merakı gıdıklandı, gıcıklandı. İlk gidenlerden biri Zeki Müren Bodrum’da bir kaşane inşa ettirdi ve Bodrum da ondan sonra gitgide Bodrumluğunu kaybetti. Bugün turizm merkezleri hâline geldiler o şehirler, ipini koparan neredeyse orada, o zamanlar çok ıssızdı. Bir de bulaşıcı hastalıklar, sıtma gırla dolaşırdı. Güneydoğu’dan daha kötü durumdaydı Güneybatı Anadolu, hemen belirterek söyleyeyim. İyonları siz sordunuz demin, İyonya tabii bu medeniyetin ana sütunlarından birisidir ve İyonya’nın devamı Atina’dır. Atina ahalisi İyonya asıllıdır, Attika Yarımadası’na İyonya’dan gel- 152 • Teoman Duralı mişlerdir, önümüzdeki derste ben gene cıvıtmazsam doğrudan doğruya kültür yapısına geçeceğiz. Nedir Yunan medeniyetini bu kadar öne çıkaran, ne olmuştur, ne olmamıştır, buna bakacağız. Belki herhâlde ondan sonra iki yahut üç dersimiz kalıyor, bunu tamamlamaya çalışacağız. Çünkü Yunan medeniyeti anlaşılmadan bugün secde ettiğimiz Avrupa hiçbir şekilde anlaşılamaz. Avrupa’nın iki anahtarı var: Yunan ve Hıristiyanlık. Hatta benim iddiam, Hıristiyanlığı da açan Yunan’dır. Ben Hıristiyanlığı Hz. İsa’nın değil, Pavlus ve Petrus’un dini olarak görüyorum. SALONDAN- Göbeklitepe olayını sorabilir miyim? TEOMAN DURALI- O Yunan değil ama çok ilgi çekici bir şeydir. İlk yerleşim yeri olduğu kabul edilir. Bundan çok daha önceye, 10. bine gidiyor. SALONDAN- Sonra da şunu tartışıyorlar: Tapınak yapılmış ama yerleşim yeri yokmuş… TEOMAN DURALI- Genellikle tapınaklar daha kalıcı, daha sağlam malzemelerden inşa edildiği için olabilir. Yunan’da da öyledir. Atina’da insanların oturduğu meskenler yoktur artık ama bütün kamu yapıları ve özellikle Akropolis gibi tapınaklar olduğu gibi ayaktadır. Meskenler kerpiç oldukları için eriyip gidiyor. Göbeklitepe de öyle olabilir. Bilmiyorum kesin, arkeolog değilim. SALONDAN- Hocam, son bir şey söylüyordunuz da tamamlayamadınız. Avrupa medeniyetini tanımak için Hıristiyanlıktan, Yunan medeniyetinden bahsediyordunuz… TEOMAN DURALI- Hıristiyanlığı da anlamak için Yunan anahtarını kullanmamız lazım dedim. Çünkü bana kalırsa Hz. İsa Peygamber olsa da Hıristiyanlığın inanç yapısı İsa’dan sonra Petrus ve Pavlus tarafından meydana getirilmiştir. Petrus Latin Hıristiyanlığın banisi, Aziz Pavlus ise Ortodoks doğu Hıristiyanlığın mimarıdır. Hıristiyanlığı bir yapı hâline getirmeye Hz. İsa’nın ömrü vefa etmez. Bizden çok farklıdır. Hz. Muhammed İslam’dan hareketle Müslümanlığı inşa etmiştir, yani İslam’la Müslümanlık bir ve aynı şey değildir. Hz. Muhammed’i es geçtiniz mi Müslümanlığın ibadetlerini, muamelatını beceremez, bilmezsiniz. Doğu ve Batı Medeniyetleri • 153 SALONDAN- Yunan medeniyetiyle ilişkisi nedir? TEOMAN DURALI- Her ne kadar ikisi de Yahudi idiyse de öz itibariyle Roma Devletinin vatandaşıydılar ve Yunan medeniyetinin küfelerini taşıyorlardı. Çünkü Roma, Yunan medeniyetinin bir parçasıdır. SALONDAN- Teslis anlayışı da oradan gelir, değil mi Hocam? TEOMAN DURALI- Tabii. Hz. İsa’nın teslisle ilgili bir şey söylediğine hiç rastlamıyoruz, sonra çıkan bir hadisedir. Teslis, çok Tanrılılıktan dolayı bana Yunanlı ve Romalı insanları Hıristiyanlığa çekmek için getirilmiş bir şey olarak görünüyor. İnsanları başka türlü çekemeyeceğini gördüğü için psikolojik bir operasyon olduğunu söyleyebiliriz. SALONDAN- Pavlus’un çok Tanrılılığı ve baba-oğul anlayışını Yahudi kaynaklarından aldığı söyleniyor. TEOMAN DURALI- Hayır. Yahudilere ne isnat edersek edelim haklarını verelim. Yahudilik Tek Tanrılı sağlam bir inançtır ve Müslümanlık gibi bu konuda hiç tavizsizdir. Yani vahdet vardır orada, zaten Yahudiler Hıristiyanlığı kesinlikle tanımazlar. Hiddet ve şiddetle reddederler. SALONDAN- Hocam, Germen kavimleri nereden geliyor? TEOMAN DURALI- Hepsi Hint-Avrupa… hepsi aynı menşe’den çıkma. Gerçi bu varsayım da değişti. Son otuz yılda Anadolu menşe’li olduğunu söyleyenler çıktı ama bugün hâlâ en klasik ve geçerli olarak kabul edilen varsayım Rusya’nın güneyinden olduklarıdır. SALONDAN- Amerika’ya geçişleri nasıl oluyor? TEOMAN DURALI- 17. Binde Bering’den. Ama bu geçenler Hint-Avrupalı değil, Asyalı, Moğoli ırka mensupturlar. Bizimkiler kendilerine pay çıkarırlar, Türkler geçti derler. 17. Binde Türklerin olduğu kanaatinde değilim. O zamanlar daha milletler yahut da kavimler teşekkül etmemiştir. 154 • Teoman Duralı SALONDAN- Felsefe derslerinin ilköğretime kadar indirilmesi… TEOMAN DURALI- Ben bunun hiç de taraftarı değilim. Çünkü felsefe kavram çalışmasıdır, akıl işidir. Çocukta kavram diye bir şey yok, benim yaşımda bile kavramları zar zor anlıyoruz, nerede kalmış 7, 8, 10 yaşındaki çocuk… SALONDAN- Sorgulamayı öğretme açısından… TEOMAN DURALI- Sorgulamayı öğrensin. Felsefe sorgulamaktan ibaret değil tabii, felsefede birçok başka teknikler var. Sorgulama önemli bir yer tutuyor ama felsefede bir de sorgulamanın sonu vardır. Halbuki küçük yaşta insanları böyle bir hastalığa sokarsanız durduramaz kendini ve saçmalığa düşer. SALONDAN- Zaten bizim kendi doğamızda var sorgulamak. TEOMAN DURALI- Tabii, insan büyüdükçe artar. Ben çok karşıyım, liselerde bile felsefe okutulur mu, okutulmaz mı, talebelerime iş bulma bakımından okutulmalıdır diyorum ama yoksa pek taraftar değilim. SALONDAN- Hocam, sizi çok yorduk ama bir şey aklıma takıldı da onu da sormak istiyorum. Bütün Avrupa ülkeleri homojen bir şekilde Hint-Avrupa dillerine mi mensup, farklı olan var mı acaba? TEOMAN DURALI- Macarca, Fince, Baskça gibi Hint-Avrupa olmayan diller var Avrupa’da. Ben kendimizi Avrupalıdan saymadığım için Türkçeyi bu dillerin arasına katmıyorum. Bir de İskandinavya’nın kuzeyinde Laponya diye bir bölge var, onların Sami dili, Hint-Avrupa değildir. Fince Ugor dillerindendir, Baskçanın ne olduğu belli değildir, bilinmiyor. Çok teşekkür ediyorum, hepinize iyi akşamlar diliyorum. Doğu ve Batı Medeniyetleri • 155 MART 2016 Eski Çağ Ege Medeniyetinde Siyasi ve İktisadi Yapılanma TEOMAN DURALI- Efendim, hepinizi saygı ve sevgiyle selamlıyorum. Yunan medeniyetinin yahut öbür adıyla Eski Çağ Ege medeniyetinin birçok yönünden, cihetinden bahsettik. Burada önemli ölçüde ayrıntısına gireceğimiz olay siyasi ve iktisadi yönüdür. Öbürleri çok ilgi çekici ama burası belki daha da ilgi çeker. Yunan dünyası ikiye bölünmüş durumdaydı: Şu gördüğünüz sarılar Atina’nın baş düşmanı Spartacılar, yeşillerse Atinacılar. Nitekim Atina Devletini görüyorsunuz burada, Attika ve başşehir Atina, şu mıntıkadan ibaret Atina orta büyüklükte bir devlet, eski Yunan’a göre fazla küçük sayılmaz. En büyük devletler dışarıda kalıyorlar. Yunan dünyasının dışında mesela Makedonya böyle bir devlettir ve tabii Persler kimseyle karşılaştırılmayacak derecede büyük, geniş bir devlet. Medeniyetler iki büyük camiaya ayrılmaktaydı. Bunlardan Asya’da olanlara doğu medeniyetleri camiası deniliyordu ve bunlar belli başlı üç büyük medeniyetti: Çin, Hint ve İran. Burada Batı medeniyetleri camiasının da öncüsü ve önderi Yunanlılardır. (Yunan bölgesi) bu iki büyük medeniyet camiasının çarpışma alanıydı ve o gün bugündür bu çatışma alanı sürmektedir. Perslerin bir uzantısı ünlü Truva ile Yunan savaşı bu iki büyük medeniyet bloğunun çatışmasının ana örneğini teşkil etmektedir. Farklar nelerdi? Burada bazılarından bahsetmiştik. Birincisi, doğu medeniyetleri pirinçle beslenen toplumlardır. Türkler Müslüman oluncaya değin Doğu medeniyetleri camiasında Çin medeniyetinin bir parçasıydılar, bu medeniyetin bir uydusu gibiydiler ve pirinçle besleniyorlardı. Müslümanlığa intisap ettikten sonra Batı medeniyetleri camiasının bir üyesi olmuşlardır. Batı medeniyetleri camiasının da parçaları Mezopotamya medeniyet- 156 • Teoman Duralı leri olarak Sümerler, Akadlar, Babiller, Asurlular, İbraniler, Araplar, Mısırlılar ve Anadolu medeniyetleri olarak Hititler, Yunanlılar ve onların bir devamı gibi görebileceğimiz, Eski Çağ Ege medeniyetine bağlı büyük bir kültür olarak Roma. Medeniyetlerin alt birimleri kültürlerdir ve kültür devam eder. Orta Çağ Hıristiyan Avrupa medeniyeti, İslam medeniyeti ve Yeni Çağ din dışı medeniyet. Bu sonuncu tarihte ilk defa dini olmayan, dine dayalı olmayan bir medeniyettir. Ve nihayet çağdaş medeniyet, benim İngiliz Yahudi medeniyeti dediğim bugün içinde yaşadığımız medeniyet. Bunlar hepsi batı medeniyetleri camiasının mensuplarıdır ve bunlar buğdaya dayalı yaşamaktadır. İç Asya ve Orta Asya’da kalan Türkler hâlâ önemli ölçüde pirinçle beslenirler. Geçenlerde bir Özbek tanıdığımla yemek yiyordum. Bulgur pilavı ikram etti ev sahibi, ben hiç sevmem bulguru, pirinci severim. O Özbek tanıdığıma dedim ki “Siz bulguru tanıyor musunuz?” “Hayır.” dedi. Çok ilgi çekici bir şey, bulgur malumunuz buğdaydan olur. Bulguru tanımıyorlar, ekmeği de bilmiyorlar. Bu yüzden Özbekler ekmeğe Farsça nân derler. Türkmenlerde var, çörek diyorlar ama o da bizim bildiğimiz anlamda ekmek olmayabilir. İki cami arasında beynamaz olma durumu hâlâ devam ediyor. Bu sefer de batı medeniyetleri camiası içinde kime ait olduğumuz belli değil. İslam medeniyetinden miyiz, yoksa günde beş vakit secde ettiğimiz Avrupa medeniyetine mi geçtik, o da belli değil. Ortada bir belirsizlik var. Hayranız, istiyoruz ama değiliz, elbise bize uymuyor. Her neyse, bir tarafta Yunanlılar batı medeniyetleri camiasının, özellikle de onun Avrupa kısmının önderi ve öncüsüdürler. Bu Yunan medeniyetini ne kadar açıklamaya çalışsak önemi itibariyle, şimdi söylediğim sebeple ve anlatacağım nedenlerden ötürü yine de yetersizdir. Her medeniyet belirli bir kültürün gelişmesi ve ürünüdür. Yunan medeniyeti de MÖ 6. ve 5. yüzyıllar arasında Atina kültürünün ürünü olmuştur. Mesela, İslam medeniyeti de MS 6. yüzyıl Hicaz kültürünün bir verimidir. Doğrudan doğruya oraya bağlıdır demiyorum, birçok başka unsur girmiştir işin içine, özellikle de Fars etkisi son derece önemlidir ama özde 5. ve 6. yüzyıl Hicaz kültürü merkezi bir rol oynamıştır. Yeni Çağ din dışı Avrupa me- Doğu ve Batı Medeniyetleri • 157 deniyeti 16-17. yüzyılların Paris kültüründen çıkmıştır. Çağdaş medeniyetimizin kökleri, kökeni 18-19. Yüzyılların Londra kültürüdür. Orada neşvünema bulmuştur. Bunlar çok önemli hususlardır. Bunları son derece iyi anlamak lazım. MÖ 5. yüzyıl Atina’sında gördüğümüz dünya tarihi bağlamında en önemli yenilik, denenmemiş siyasi bir geleneğin başlatılmasıdır. Bunun yanında iktisadi bir oluşum da var. İkisi birbiriyle at başı gitmektedir. Birincisi, demokrasi dediğimiz halk iradesi, benzeri başka düzenlerle karıştırılmaması gereken bir olaydır. Mesela, eski Türklerde de Toy dedikleri bir danışma meclisi var diyerek bununla karşılaştırırlar. Alakası yoktur. Toy dedikleri olay bütün konargöçer topluluklarda vardır. Oymağın, boyun ileri gelen yaşlıları ihtiyarlar meclisinde bir araya gelir, önemli kararların arifesinde yargılarını ortaya koyarlar. Burada doğrudan doğruya vatandaş kendisini idare edecek, bağlı bulunduğu devleti yönetecek kişileri seçmektedir. Atina’da işler o derece aşırı gitti ki sadece idareciler seçilmiyor, yargıçlar da seçiliyor ve seçilmek isteğinize bağlı bir olay değil. Seçilmek yalnızca hak değil, aynı zamanda ödev, yani her vatandaş sırası geldiğinde idareye veya yargıya seçiliyor. Üç şeyi reddedemiyorsun: Siyasette seçilmek, yargıda seçilmek ve askerlik. Vatandaş askerliği de Atina’da karşımıza çıkıyor. İlk defa askerlik bir görev hâline geliyor. Daha önceki ve sonraki birçok toplumda askerlik ayrı bir meslek. Tüccar, sanatkar, asker olursunuz. Burada ise asker olmak zorundasınız. Askerlik göreviniz var ve savaş çıktığında götürüyorlar. Kumandanlar da böyledir. Kumandanlığa seçiliyor kişiler, bir süre kumandan kalıyor ve savaş bittikten sonra bu işi bırakıyorlar. Daha çok Atina’da ikamet edenler bu görevlere seçiliyor. Atina dışında kırlık alanda yaşayanlar da seçilmekle birlikte onlar biraz daha seyrek bu işe koşuluyorlar. Her şeyden önce rençpere ihtiyaç var. Adamları topraklarından uzak tutmak istemiyorlar, ayrıca tabii mesafe olayı var. Bütün bu üstün ilerlemelere rağmen Atina ve genelde Yunan’da taşımacılık çok ilkel kalmıştır. At ender kullanılan bir hayvan, katırla daha çok taşımacılık yapılıyor. Kadim Yunan’da savaşta at kullanılmıyor, en eski dönemde yüz yüze savaşmayı erkeklik olarak kabul edi- 158 • Teoman Duralı yorlardı. At üstünde ve sütre gerisinden atış yapmak erkekliğe sığmayan bir şeydi. Truva savaşından önce Akhilleus Hektor’a bağırarak “Kalenden, müstahkem mevkiinden çık, gel buraya. Sevişme ve savaşma göz göze, yüz yüze olur” der. Çünkü hayatın iki nirengi noktasıdır. Biri nesli yürütmeye, öbürü de karşısındakinin neslini kurutmaya yöneliktir ve her iki olay da Yunan’da çok sıkı ahlâk kurallarına bağlıdır. Sevişme kadar savaşma son derece sıkı kurallara bağlanmıştır. Savaşçı olağanüstü derecede kısıtlı, sınırlı çizgilerle savaşmaya mahkumdur. Akhilleus’un dediği gibi yüz yüze, göz göze gelmesi lazım, insanın karşısındakinin gözünün içine bakması lazım. Çünkü ruh gözden yansır. Düşman dahi olsa değil mi ki ruh sahibi bir insandır, düşmanını saymak mecburiyetinde, o sebeple düşmanın öldürülmesi bile bir ritüeldir. Öldürüp bir cesettir diye kenara atamazsın, saygı duymak mecburiyetindesin. At üstünde o yiğitliği gösteremiyorsun, karşı karşıya çıkman lazım. Bütün muharebelerde mutlaka iki ordudan birer yiğit çıkar. Bunlar muharebeden önce kavgaya tutuşurlar. Benzerini Araplarda da görüyoruz. Müslümanların erken çağdaki muharebelerinde de görüyoruz. Ne yazık ki bugün harple muharebe arasındaki farkı kaybettik. Birçok lafımızda olduğu gibi savaş lafıyla bir belirginlik kayboluyor. Halbuki ikisi farklı olaydır. Muharebelerde Allah’ın kılıcı olarak kabul edilen Hz. Ali Müslümanların yiğididir. Müthiş bir olay vardır. Bir muharebede karşıdakinin boğazını keseceği sırada adam Hz. Ali’nin yüzüne tükürür. O anda Hz. Ali adamı bırakır. O da merak edip sorar: “Sen boğazımı kesiyordun, niye beni bırakıyorsun şimdi?” “Şimdiye değin dava uğruna savaşıyordum ama değil mi ki yüzüme tükürdün, şimdi bu şahsi bir olaya dönüşmüştür. O sebeple seni bırakıyorum” der. Bu savaşma biçimi eski dönemden itibaren değişti. Özellikle Farslarla birlikte gelenekleri değiştirdiler. Klasik dönemde atlı askerler, oklar kullanılmaya başlandı. Özellikle de İskender’le birlikte artık kadim devrin ahlâkı, geleneği, göreneği son bulmuştur. Yeni savaşma yönteminin en önemli örneğini Peloponnesos Doğu ve Batı Medeniyetleri • 159 Savaşları oluşturuyor. Uzun süren Sparta-Atina çatışması, benim gençlik ve orta yaş dönemimin NATO ve Varşova Paktı şeklinde bölünen dünyasını andırır. Gençlerin bundan haberi yoktur, bir zamanlar yeryüzünde Sovyetler Birliği, komünizm vardı, öbür tarafta da sermayecilik, kapitalizm vardı. Sermayeci dünyanın başını ABD, öbürlerinin de başını Sovyetler Birliği çekerdi. Altmış-yetmiş yıl süren bir bölünme getirdi dünyaya ve rahat ediyorduk, güzel bir dünyaydı. Kimin ne olduğu belliydi, bugünkü gibi karmakarışık değildi. Yunan’da da işte böyle bir durum vardı. Bir tarafı NATO, öbür tarafı da Varşova Paktı gibi düşünebilirsiniz. Atina; İngiltere, ABD gibi demokratik ve sermayeci taraftır. Sermayecilik var mıydı? Vardı. Buna öz sermayecilik, proto-kapitalizm de deniliyor. 5. yüzyıldan itibaren çok ilgi çekici bir olay baş gösteriyor. Sermaye dediğimiz birikim olayı gerçekleşti. Sermayeyi ikiye ayırıyoruz: Anamalcılık ve anaparacılık. Yunan’da önce anamalcılık vardı. Daha önceki dönemlerde dünya çapında sadece ihtiyacı karşılamak üzere üretim yapılıyor. Diyelim ki, biz bir obayız, toplumuz, hatta devletiz. Diyelim ki 10 ton buğdaya ihtiyacımız var. Belli bir süre için bu ürünü meydana getiriyoruz ve tüketiyoruz. Yani üretim tüketim karşılamak üzere yapılıyor, bu açıktır. Burada yepyeni bir olay çıkıyor: Tüketmeyi öngörmeyen bir üretim var. Bu daha sonra 19. yüzyılda Karl Marx’ın artı değer diyeceği bir olay olarak karşımıza çıkıyor. İhtiyacı karşılamanın dışında mal üretiyorsunuz. O mala ihtiyaç da duymayabilirsiniz. Başkasına satmak, kabul ettirmek için o malı üretiyorsunuz. Karşınızdaki insanlar o malı tanımayabilirler, onu götürüp tanıtıyorsunuz. Sermayeciliğin en önemli yönlerinden biri kültür yayılmacılığıdır. O sebeple sermayeciliği Yeni Çağda icat eden kültür, başta İngiltere olmak üzere sermayeciliğin şampiyonu olan ülkelerdir. İngiltere gittiği her yerde okul açtı ve okullarında İngilizceyi gösterdi ve yaydı. Öğrenci olarak giriyorsun, o kültürle birlikte tüketeceğin malları benimsiyorsun. Bu senin hayatî eksiğin hâline geliyor. İhtiyacın var veya yok, bunu benimsiyorsun. Benzerini Atina ve daha önce de Atina’nın belki de öncüsü olan Miletos yapmaya başlar ama asıl büyük ölçüde, baskın biçimde yapan Atina’dır ve bunun için de yerleşme yerleri açmak 160 • Teoman Duralı mecburiyetindeydi. Bunlara yerleşim yerleri diyoruz. Bir kısmı sömürgedir ama her yerleşim yeri sömürge değildir. Atina ve müttefikleri bütün şu alanda, yerleşim yerleri kurmuşlardır. Bunların bir kısmı dediğim gibi sömürgedir. Ne demek sömürge? Aklıma hemen Karadeniz’in kuzeyi geliyor. Kölesi var adamın, bu kölesini yerleştiriyor. O köle etraftaki insanlardan efendisinin ihtiyaç duyduğu malzemeleri temin ediyor. Burada en çok da ihtiyaç duyulan kerestedir ve Yunanistan ormanı, yeşilliği az olan bir yerdir veya yoktur. Buradan ve Lübnan’dan kereste temin ediliyor ve işleniyor. Sermayeciliğin ana payandalarından sömürgeciliğin yaygınlaşmasına emperyalizm diyoruz. Bu da çok yanlış kullanılan, anlaşılan bir kelimedir. İmparatorluktan gelir tabii ki ama her imparatorluk emperyalist değildir. Emperyalizm ancak sermayeciliğin ortaya çıktığı bir düzende meydana gelir. Sermayeci olmayan bir devlette emperyalizm de olmaz. Emperyalizmde devlet iki büyük ana kısma ayrılır: Hammaddenin, malzemenin temin edildiği sömürge ve o malzemenin işlendiği, mamul madde hâline dönüştürüldüğü anavatan. O anavatanın adı da Yunancada metropolistir. Meter anne, polis devlet anlamına gelmektedir. Mamul maddeye ve dönüştürenler patronlar ana devlette, metropoliste ikamet etmektedirler. Oranın vatandaşıdırlar. Sömürgedekiler vatandaş değildirler. Zamanla sömürgelere yerleştirilen köleler efendilerine gönderdikleri paranın dışında artan paraları kendi ceplerine indiriyorlar. Atina’ya dönüp efendilerine azatlık verip, kendilerini hür kılıyorlar. Böylelikle Atina’nın nüfusu gün geliyor 1 milyona yaklaşıyor. Atina vatandaşı olmak çok zor ve itibarlı, çeşitli şartları var. Atina ecnebilere, dışarıdan gelen kişilere son derece açık; ABD’nin uyguladığı gibi vatandaşlık vermemekle birlikte bir nevi yeşil kart veriyor. Hoş görüyor, yerleşiyorsun. Bütün imkânlardan yararlanıyorsun. Sadece seçilmiyorsun, seçemiyorsun, onun dışında iş yapıyorsun, zenginleşiyorsun. Bir de tabii mülk edinemiyorsun Atina’da, çok ender durumlarda büyük adamlara mülk edinme izni veriyor. Mesela “Tarihin Babası” sayılan Herodotos, Atinalı vatandaş olmamakla birlikte Güneybatı Anadolu’dan, Bodrum’dan, Halikarnassos’tan gitmiş bir kişizade olarak mülk edinme hakkı alıyor. Olağanüstü bir şeydir, çünkü Doğu ve Batı Medeniyetleri • 161 bir dahidir. Elitist, seçkinci bir memleket Atina, bunu daha sonra uygulayan Roma oluyor ama Roma’nın Atina’dan farkı şu: Atina dar çerçevede kalan bir devlet, genişleyemiyor. Roma dünya tarihinin sayılı imparatorluk devletlerindendir. Yalnız Roma sermayeci değil, Atina’yla birlikte sermayecilik sona eriyor ve 2000 yıla yakın beklemek zorunda, İngiltere yeniden bunu başlatacaktır. Bundan dolayı Roma emperyalist değildir. Roma nerede hâkim gözükürse gözüksün dışarıdaki parçalarıyla Roma’nın kendisi arasında ayrım yapılmamaktadır. Vatandaşlığa uygun görüldükten sonra Roma’dan ne kadar uzakta olursanız olun vatandaşsınız. Emperyalist devletten fark budur. Hiçbir vakit sömürgedeki insan metropoldekiyle aynı sayılamaz. Zamanla kapitalist ülkelerde ırkçılığın, kavmiyetçiliğin serpilmesi, yükselmesi de buradan, bu ayrımdan gelir. Atina’da da Yunan kavmiyetçilik fikri kendini göstermektedir. Roma’da bu yok, Roma birçok bakımdan Atina’ya oranla daha az hoşgörülü, daha sert olabilir. Roma o kadar uzun süre tarihte kalıyor ki her şeyi görebiliyorsunuz ama ırkçılığı görmüyorsunuz. Roma kavmiyetçiliği görülmeyen bir şey ama Yunan kavmiyetçiliği çok açıktır. Yunan kavmiyetçiliğinin zıttı yahut da baş düşmanı ne kerametse Yahudilik olmuştur. Türkiye’de herhâlde bilinmeyen bir olgu bu yahut da çok az kişi biliyor ama durum budur. Yani Yahudi düşmanlığı yeni bir olay değildir. Çağdaş dünyanın icadı değil, Yunan’da vardır ve tabii Yahudilik de Yunan’dan nefret ediyor. Roma’da bu da yok. Evet, Yahudileri yurtlarından kovmuşlardır ama orada çok açık bir gerekçesi var, isyan etmişlerdir. Roma bir şeyi bağışlamaz, bu da Roma’nın bölünmesine yol açacaktır. Roma tam bir devletçidir ve toprak kaybına asla tahammülü yoktur. Bunun kavmiyetçilikle bir ilgisi yoktur, düpedüz bir devletçilik ve merkeziyetçilikle ilgilidir. Onun bu merkeziyetçiliği ve devletçilik anlayışı Yeni Çağda Fransa’ya geçmiştir. Fransa kendisini Roma’nın varisi gibi görmeye yönelmiştir ve zaten Avrupa’da Roma’nın çöküşünden sonra ilk devlettir, bir 100 yıl sonra kurulmaya başlıyor. Tekrar Atina’daki iktisadi olaya dönersek, burada bir sermaye birikimi var. Bu sermaye birikimi önce ana malcılık olarak karşımıza çıkıyor. Para mal mukabilindedir, yani para benim için 162 • Teoman Duralı mal almaya yarayan bir nesnedir. Gel gör ki 5. yüzyıldan itibaren para kendi başına bir değer olmaya başlıyor. Artık mal karşılığı düşünülmüyor. Para başlı başına bir değerdir ve para parayla değiş tokuş yapılıyor. İşte burada anaparacılığa doğru gidiyoruz. Bunun en önemli göstergelerinden birisi bankacılıktır. Çok uzak mesafelerden mal getirebiliyorsunuz, parasını yatırıyorsunuz. Sizin oraya gitmenize, o malı satın almanıza lüzum yok, aracılar var. O günlerde İspanya kıyılarından, bugünkü Malezya, Barselona mıntıkalarından Piraeus’a, Yunanistan’a mal getiriliyor. Adam Atina’ya oturuyor, yerinden kıpırdamıyor, ısmarlıyor, sipariş ediyor ve bu mal teslim ediliyor. Tabii muazzam yolsuzluklar oluyor. Mesela, gemiyi o malı getirenler batırıyorlar. Peloponnesos, Mora Yarımadası’nın güneyinde bir yerde batırıyor, mallara da el koyuyorlar, sonra da fırtınada battı diyorlar. İspat edemiyorsun, o günlerde radar yok ama serbest rekabet olduğundan hangi şirket sipariş edilen malı daha sağlam süratli getiriyorsa, o üste geçiyor. Bu yolsuzluğu, namussuzluğu önlemeye başlayan bir unsurdur. Bu arada tabii sigorta şirketleri ortaya çıkıyor. Mallarınızı sigorta ettiriyorsunuz ve sigorta şirketlerinin de giden gemide komiserleri oluyor. İstenilen mal yüklenmiş mi, o mal sonra yerine teslim edilmiş mi onlar kontrol ediyorlar. Geniş çaplı sermayeciliği andıran, sermayeciliğe bizi götüren bir oluşumla karşı karşıyayız. Bunun karşısında Sparta’da yaprak oynamıyor, onlar sadece askerlikten anlıyorlar, sadece savaşla meşguller ve etraflarındaki devletleri hakimiyetlerine alarak onları kendilerine köle gibi çalıştırıyorlar. Burada Atina çok öne geçmeye başlıyor ve bunu gören Sparta onu durdurmaya kalkıyor. Peloponnesos Savaşlarının başta gelen sebebi de budur. Durduruyorlar, Atina gitgide savaşma gücünü kaybediyor. Çünkü Atina sermayeci, demokrat ve sivil. Sivilleştiğiniz ölçüde savaşma kudretinizi, kabiliyetinizi kaybedersiniz. Sparta sürekli savaştığından ötürü bu gücünü elde tutuyor. Nedendir bilmiyorum, bazı milletler bireyler gibi daha akıllıdırlar. Nasıl ki aptal, zeki, akıllı ve dahi bireyler varsa milletler de böyle gözüküyorlar. Bu akıllı milletlerden biri İngilizlerdir. Hemen size şunu söyleyeyim, benim İngilizlikle hiçbir alakam Doğu ve Batı Medeniyetleri • 163 yok. Soyumda sopumda hiç İngiliz yoktur, İngiltere’de de okumadım. İngilizlerle alakası olan varsa aranızda affına sığınırım, sevmiyorum da… Akıllıdırlar, çok uzun vadeli hesap yapıyorlar. Yunan medeniyetini çok yakından incelemişler. En iyi Yunancılar İngilizlerden çıkmıştır. Bunun bir ispatı da en mükemmel Yunanca sözlüğe onlar sahiptir. İtalyanlarda, Almanlarda, Fransızlarda da var ama İngilizler eşsizdir. Bizim uyuşukluğumuzun en önemli belirtisi hakimiyetimizde olmuş ülkelerin üzerinde araştırmamız yoktur. Habeşistan, Sudan, vs. çalışması göremiyoruz. Resmi devlet kayıtlarında kim ne vergi ödüyor, kim nerede nereye gitmiş, ne yapıyor, siyasi veya mali sebeplerle kayıt düşülmüş. Yoksa merak edip de bu adamlar ne yer ne içer, nasıl yaşarlar, bilimsel anlamda çalışma yoktur. Portekizlilerle Hint denizinde uzun süren çatışmalarımız var, bir tek Türk kaydına rastlamadım. Hint okyanusu neler yapmışız, Portekizlilerde bir sürü kayıt var. Buyurun efendim. SALONDAN- İngilizler oryantalizmi icat ederken gerçekten bilimsellik miydi merakları, yoksa daha iyi sömürmek miydi? TEOMAN DURALI- Şu var hanımefendi, bilimsel çalışanlar da devletlerine tabii ki bilgi verirler. 91’den itibaren Sovyetler’in çöküşüyle birlikte Orta Asya bağımsızlığına kavuştuğunda bizim üniversite beni de arkadaşımla birlikte gidin araştırma yapın diye gönderdi ve Orta ve İç Asya’yı boydan boya gezdik. Döndüğümüzde bizden ne isteyecekler? Nerede yaşarlar, ne yerler… Özel bir casusluk değil, siz de gitseniz sizin de göreceğiniz şeyler. Bunları rapor olarak yazdık, bizi gönderen mercie verdik, sonra onlar bunları verdiler bilmiyorum. Yani ille de her araştırma yapan oryantalist dediğimiz kimseler şarkiyatçı casusluk amacıyla gitmiyor, araştırma yapıyor. İngilizlerin üç çeşit adamı var: Din propagandası yapan Misyonerleri var. Çünkü din kültürü dille birlikte en önemlisi unsurudur. Dediğim gibi, tüketim mallarına alıştırma amacı güder. Çocukluğumda Türkiye’de okumuş yazmış aydın kesimde üç çeşit insan vardı: Fransa’da, İngiltere’de 164 • Teoman Duralı ve Almanya’da okumuşlar. Fransa’da okumuş olan büyüklerimiz Fransız gibi Fransız içkisi içerlerdi, Fransız yemeği yemeye bakarlardı. İngiltere’de okumuşlar İngiliz gibi Fransa’ya yukarıdan bakarlardı, Almanlara çok düşmandılar. Çünkü İngilizlerle Almanlar hiç geçinememişlerdir. Almanya’da okumuşlar da Fransa’yı ve İngilizleri sevmezler, Alman malı kullanırlar, Almanya’yı göklere çıkarırlardı. Bu özellikle Almancılarda İkinci Dünya Savaşı sonuna kadar sürmüş, İkinci Dünya Savaşında Almanya yerlere serilince onların da burnu kırılmıştır, Alamancılık yapma imkânını kaybetmişler. Ben tabii daha öncesini bilmem, büyüklerimden işitiyorum. İkinci Dünya Savaşı sonrasını ancak tanıyorum ama bu tam bir hastalıktı. Fransa’da okumuş olanlar veya burada Fransız okuluna gidenler ki bunların içinde devlet okulumuz olan Galatasaray’ımız da vardır. Onlar Fransa’dan başka hiçbir şey tanımazlardı. SALONDAN- Osmanlılar idare ettikleri ülkelerle ilgili rapor, kayıt tutmamış ve mesela Hint deniz seferleriyle ilgili çok fazla kayıt yokmuş. Ancak Piri Reis’in çalışmaları çok derinlemesine yapılmış raporlar ve modern çağda ancak ispatlanabilen bilgilerdir. TEOMAN DURALI- Çok yetersizdir hanımefendi. 600 küsur yıl yaşamış ve bu kadar geniş bir coğrafyaya yayılmış olan bir devlet için yetersizdir. Çok kayıt var tabii, Osmanlı’da uçan kuşun kaydı tutulmuştur ama demin hanımefendinin belirttiği anlamda bilimsel kayıtlar yok gibi bir şeydir. Piri Reis, Ali Reis’in tuttuğu kayıtlar bile bilimsel olmaktan ziyade askerilikle, asker sanatıyla ilgilidir. Bunun güzel bir örneğini size vereyim. 1500’lü yıllarda Sumatra’nın kuzeyinde Açe diye bir yer var. Gittiğimde kırklı yaşlarımda yoktum, ben tarihe çok meraklı bir adam olmama rağmen Açe’yi hiç işitmemiştim. Açe’ye gittiğimde “Buraya Osmanlılar geldi, bizi Portekiz’den kurtardılar” dediler. Açe’de şehitlerin defnedildiği Ormanlı mezarlığı var, bu derece ilgisizlik olmaz. SALONDAN- Hocam, dört tane donanma gönderilmiş, nasıl ilgisizlikle izah edebiliriz? Doğu ve Batı Medeniyetleri • 165 TEOMAN DURALI- Osmanlı’da bir kaydı yok, Açe’de var. Valisi bana gösterdi Açe dilinde ve Felemenkçe, yaklaşık 100 yıl sonra Felemenkliler gelmiş, Hollandalılar gitmişler. Onlar bunu öğreniyorlar ve kayda geçiriyorlar. Felemenkçe kayıtları var, yani bunun üzerine ne tezler kaleme alınabilirdi. Sonra Malezya tarafında Malakka’ya gittim. Malakka’da da bir cami imamı bana: “Onlara yardım ettiniz, bizi bıraktınız ve bizi Portekizliler ele geçirdi. Bugüne kadar sömürge kalmaya mahkûm olduk” dedi. Tarihle yakın ilgisi olan, birçok vesikayı görmüş bir kimse olarak hiç böyle bir şeyle karşılaşmadım. Var mıydı, yok muydu bilmiyorum. Daha sonra o dönemde birlikte olduğumuz Başbakanımıza bahsettim, -o zaman Başbakan değildi, o da orada görevliydiyayılmaya başladı bu olay, yani benden çıktığını söylemiyorum ama işlenmemiş bir malzemeydi. Bu kadar ilgi çekici bir olay. SALONDAN- Hocam, bu konuyla ilgili kitabı ben yazdım İngiltere’de okurken. İslam Ansiklopedisi’nde o faslı da… TEOMAN DURALI- Son yıllarda bunlar işleniyorlar. Bizde her şey sonradan keşfediliyor, sonradan keşfettikleriniz taklit oluyor. Ne yaparsanız yapın iyi veya kötü sonradan yaptıklarınız orijinal değildir, özgün değildir artık. Gangsterlik ilk çıktığında orijinaldi. Bizde ilk defa Altmışların sonlarında, banka soyan bir adam çıktı ilk defa, Türkiye ayağa kalktı o zaman. Siyasi değil, tamamen gangsterlik meselesi, o vakit Rauf Tamer Tercüman’da “Gangsterliği bile taklit ediyoruz” demişti. Yani onda bile özgün değiliz. SALONDAN- Köroğlu’nu nereye koyacağız o zaman? TEOMAN DURALI- O gangster değil, o haydut, eşkıya, o başka bir şey. O her zaman her yerde var. Şimdi bu iktisat olayı, yani sermayecilik siyasette demokrasiyle paraleldir. Demokrasi olmadan sermayeci olamıyorsunuz. Burada tabii kendimi düzeltmek üzere ufak bir not düşmem lazım. Belki bunun ilk ve tek örneği olarak Çin, demokrasiye geçmeden sermayeci olma becerisini göstermiştir ama Çin Halk Cumhuriyeti’nin dışında bütün sermayecilik teşebbüsleri demokrasiye dayanmıştır. Çünkü sermayecilikte serbest bir rekabet şarttır. Serbest rekabet olmadan neden olmuyor? Biraz önce sigortacılıktan bahsettiğim gibi de- 166 • Teoman Duralı netim mekânizmasını ancak serbest rekabette işletebiliyorsunuz. Hiçbir denetim serbest rekabetteki kadar güçlü olmuyor. Devlet zoruyla yapılan denetimler akim kalmaktadırlar. Bunun en güzel örneğini Sovyetler veriyor. Sovyetler bu denetimi sağlayamamanın sonucunda içten içe çökmüştür. İçeri doğru çökmüştür. Genellikle patlar, patlama olur. Burada tersine oluyor, içine doğru çöküyor. Fransızcada, ekspresyon değil empresyon dedikleri gibi, içeri doğru çökmüştür. Tabii burada sermaye dünyasının, yani ABD’nin, İngiltere’nin rolü olmuştur muhakkak ama doğrudan bir müdahale yok. Tarihte ilk defa bir devletin savaşsız çöktüğünü görüyoruz. Hiçbir şakası yoktu Sovyetler, çok sağlam, iyi işleyen bir devletti ama sermayeci dünyanın karşısında duramadı, direnemedi. Çin kabuk değiştirerek varlığını sürdürdü. O çok ilgi çekicidir ve Çin sağlığına kavuştu. Çin Mao devrindeki gibi kalsaydı Sovyetlerin akıbetine uğrayacaktı. Şunu da söyleyeyim, çok akıllı milletlerden birisi de Çinlilerdir. En uzun ömürlü devlet yeryüzünde tarihte Çinlilerdir. 5000 yıla yakın geçmişleri var, hep aynı yerde yaşamışlar. Ondan sonra gelen devlet Farslardır, İran’dır. Bunlar yan konular. Atina siyaset sisteminde başkanlık yoktur. Bugünlerde çok moda olan bir laf, eş başkan vardır. Atina’da gerek siyaset gerek mahkemeler gerekse askerlik, her konu rekabete dayanmaktadır. Sürekli birbirleriyle rekabet hâlindedirler. Bu rekabet siyasette, iktisatta olduğu kadar başka büyük icatlarda da mevcuttur. Bunlardan biri spordur, beden eğitimidir. Beden eğitiminin, sporun mucididirler. Efendim, bizde de spor vardı… Hayır, yoktu. İdman başka toplumlarda savaşa hazırlıktı, talim terbiyeydi. Güreşti, atçılıktı, mızrak atmak, -Erzurum’da hâlâ vardır- cirit, vs. bunlar savaşa ve avcılığa yönelikti. Tıpkı sahne sanatlarının, tiyatronun dini maksatlı yürütülmesi gibi. Yunan’da bunlar bağımsız hâle gelmişlerdir. Tiyatro Yunan’da dine hizmet etmez, bir sanat olarak karşımıza çıkıyor. Yani tiyatro tiyatro için, spor spor için yapılmaya başlanıyor ve hep bunlar rekabete dayalıdır. Olağanüstü derecede önem kazanıyor. Bu rekabetçilik birleşmeleri önlüyor ama son derece atılımcı olmalarına da yol açıyor. İcat üstüne icat, inanılmaz derecede yenilikler getiriyorlar. Bilmeyen, Doğu ve Batı Medeniyetleri • 167 tanımayan, “Efendim, bunlar ne yapmışlar?” diyor. Mezopotamya’yı, Mısır’ı taklit etmişler. Hayır efendim, malzemeyi oradan almanız taklitçilik değildir, ortaya koyduğunuz eserin kendisi özgün olup olmadığını göstermektedir. Malzemesiz bir şey meydana getirme imkânı yoktur. Ona yaratma diyoruz, bu da Allah’a mahsus, mutlaka insanın her yapıp ettiği bir hammaddeye, bir malzemeye bağlıdır. Evet, bunu almışlar, Thales geometriyi kurarken Mısır’daki ölçme yöntemlerini görmüş. Pythagoras aynı şeyi yapmıştır trigonometriyi kurarken ama Mısır’da geometri, trigonometri yoktu, teknik vardı. Bilimle teknik ayrı şeylerdir. Teknik zanaat bir işi başarmak için dünyaya yönelmeniz, elde ettiğiniz hammaddeyi işlemeniz demektir. Şu kapıyı açacağız, o kapıya uygun bir anahtar imal ederiz. Bu tekniktir. Kapı denilen nesne nasıl açılır? Anahtarla açılır, bir anahtar modeli çizeriz ve tek tek kapılara ne yapmak gerekir sorusunun cevabını getiririz. Bu bilimdir. Bilim genelcidir, bilim özele, bizi belirli bir olaya, özgün bir sorunu çözmeye götürmez. Bilimden hareketle özgün, spesifik bir sorun çözülür. Bilimin kendisi değil, bilimden hareketle geliştirdiğimiz teknik bizi belirli sorunu çözmeye götürür. Bilimden hareketle belirli bir sorunu çözmeye götürdüğümüz tekniğe bugün teknoloji, fen diyoruz. Bilimden önce de teknik vardı ama teknoloji bilimden sonradır. Yunan’da bilim ortaya çıkmıştır ilk defa ama henüz teknoloji yoktur. Teknoloji geliştirmediler, yani icat edemediler. Teknolojinin, fennin icadı İslam medeniyetindedir. İslam medeniyetinde 10. yüzyıldan itibaren teknoloji geliştirilmiştir ama teknolojide ilerlenememiştir. Teknolojinin ilerlemesi için sermayeciliği icat etmelerini, yani 18. yüzyılın ikinci yarısını beklememiz gerekmiştir. 18. yüzyılın ikinci yarısında teknolojiden sanayi doğmuştur ve sanayide teknoloji, fen tavan yapmıştır. Sermayeciliğin gelişmesi, yayılması olağanüstü derecede yararlı olmuştur, sanayi olmasaydı belki sermayecilik gelişmeyecekti. Tıpkı Yunan’da gördüğümüz gibi yerinde sayacaktı ve sonunda çökecekti. Bu bakımdan sermayecilik, kapitalizm sanayiye, sömürgeciliğe, emperyalizme ihtiyaç duyar. Yunan’da sömürgecilik var ve emperyalizm bir ölçüde gelişiyor. Bir ölçüde diyorum, çünkü sanayi olmayınca uzaklara 168 • Teoman Duralı çıkamıyorlar. Akdeniz’i terk edemiyorlar, Akdeniz’le sınırlı kalıyorlar. Ancak daha sonra, hatta 18. yüzyılın başlarından itibaren çok gelişmiş teknelerle, önce yelkenlilerle ve daha sonra buharlı gemilerle İngilizler dünyaya yayılmışlardır ve dünyanın en geniş imparatorluğunu kurmuşlardır. Güneşin Batmadığı İmparatorluk… 1920’lerde yeryüzünün neresine giderseniz gidin İngiltere var karşınızda. ABD’nin 1770’lerde bağımsızlık ilan etmesine bakmayın. ABD her zaman ve bugün hâlâ İngiltere’nin deniz aşırı yurdudur, Atlas Okyanusu’nun aşırı yurdudur, hâlâ İngiltere’yle içli dışlıdır. İngiltere’nin ne zaman başı sıkışsa ABD annesinin hemen yardımına koşar. Ön sermayecilik, demokrasi Atina çıkışlıdır. İnsanlığı çok etkilemiş olan, yeni bir kapı açmış olan tiyatro öncelikle Atina çıkışlıdır. Ben bu alanda çalıştığım için söylemiyorum, neresinden bakarsanız bakın, en önemli kırılma noktası tarihin, felsefe-bilimin ortaya çıkışıdır. Akla dayalı, akıl yoluyla yürütülen doğanın araştırılması, gerçekliğin incelenmesi ve bundan sonuçların üretilmesi felsefe-bilim logosun ürünüdür. İnsanlığın dört ana icadı vardır: Aşağı yukarı 70. Binde baş göstermiş bir olay olan ateş yakmak, 3300’lerde Sümer’de yazının icadı, 6. yüzyıl Herakleitos ve akabinde gelmiş geçmiş en büyük adamlardan biri olan Eflatun ile logosun keşfedilmesi ve sanayinin icadı. Bunlardan logosun icadı yahut da keşfi diyelim Yunan’dadır ve bu logostan türeyen felsefe-bilim dünyanın, insanlığın çehresini değiştirmiştir. Çünkü bu felsefe-bilimden daha sonra biraz önce bahsettiğim gibi İslam medeniyetinde teknoloji ortaya çıkacaktır ve teknolojiden hareketle sanayiyi getirecektir. Önümüzdeki ders ve derslerde siyasi düzeni ve bu arada felsefe-bilimin getirip sunduklarını daha ayrıntılı bir biçimde size sunmaya çalışacağım. Bir de Yunan medeniyetinin en önemli olaylarından İskender’in kurduğu devletten bahsedeceğim. Çünkü İskender’i yetiştiren, İskender’i hükümdarlığa getiren bilgi bakımından Aristoteles felsefe-bilimi kurmanın yanında savaş sanatının da mucididir. Makedonya’da çocukluk arkadaşı hükümdar Philippos’un isteği üzerine ilk askeri okulu meydana getiriyor. Makedonya’da, başşehir Pella’nın 40-50 km batısında Mieza denilen şehirde bir okul kuruyor ve bu Doğu ve Batı Medeniyetleri • 169 okulda Makedonya ordusunun müstakbel kurmayını yetiştiriyor. İskender de bunların arasında ve bu olayla birlikte savaş sanatı strategia/strateji karşımıza çıkıyor. Ondan önceki olaylar kavga, çatışma şeklindeydi. Savaş felsefenin iki ana sütunu gibidir: Theoria ve pratik. Theoria’nın savaş sanatındaki karşılığı strateji, pratiğin karşılığıysa taktiktir. İşte bunları getiriyor Aristoteles Mieza’daki talebelerine ve o olaydan itibaren tarihte gerçek anlamda harp, taktikler muharebelerde uygulanır ama harpler strateji üzerine planlanırlar. SALONDAN- Hocam, az önce bazı toplumların akıllı olduğunu, başı çektiğini söylediniz. Sorum şu: İmparatorluklar var, Bizans İmparatorluğu, Roma İmparatorluğu, Osmanlı, bunların hepsini incelediğimizde bu toplumları ileriye götüren liderlerin kişilik özellikleri nelerdir ve o toplumu inşa eden yönetim sistemini neye göre inşa ediyorlar, yöneticilerini neye göre seçiyorlar? TEOMAN DURALI- Şimdi milletlerin gene kişilerde gördüğümüz gibi belirli özellikleri, huyları var. Mesela, bizim en üstün niteliğimiz öteden beri devlet kuruyor olmamız, bu yönümüzle temayüz etmişiz. Öyle milletler var ki devlet kurmada başarılı olamamışlardır. Mesela İtalyanlar, devlet kurmanın dışında her şeyi başarmışlardır. İtalya’nın yeteneksiz olduğu hiçbir şey yoktur, bir devlet kuramıyor, iki, savaşamıyor. Sanatta, felsefe-bilimde olağanüstü bir algı gücü vardır. Herhâlde yeryüzünün en zeki insanlarındandır. Yani leb demeden leblebiyi anlar. Sokaktaki adam her yerde böndür, ahmaktır ama İtalyan bir tuhaftır. Yüzüne baktığı vakit senin ne istediğini neredeyse anlıyor gibi bir şey, böyle bir insan ama dediğim gibi Roma’nın çöküşünden 19. yüzyılın son çeyreğine değin bir türlü devletleşememişlerdir. Devletleşememenin, birlikte bir devlet kuramamanın büyük sıkıntısını çekmişlerdir. Bakıyorsunuz, bütün büyük kaşifler ta Marco Polo’dan başlayarak Kristof Kolomb dâhil 13. yüzyılda Amerika Vespuçi’ye kadar İtalyan’dır ama bunlar hep başkalarının emrine çalışmışlar. Çünkü İtalya’da devlet yok, İspanyolların, İngilizlerin, vs. emrinde iş görmüşlerdir. 170 • Teoman Duralı SALONDAN- Hocam, sorumu iyi anlatamadım sanırım, tekrar üzerinden geçeyim isterseniz. Basit bir işyerine personel alımında da CV modeli var. CV veriyor, inceleniyor, özelliklerine bakılıyor, buna göre ilgili yere, bölüme uygun mu diye kontrol ediliyor. Toplumu yöneten liderlerin bu anlamda bunları seçerken hangi özellikleri olmalı ki o toplumu iyi yönetebilsin? İkincisi, o liderlerin toplumu inşa edecek yönetim birimlerinin yöneticilerini ne şekilde seçmelidir, buradaki özellikler de ne olmalıdır? TEOMAN DURALI- Bu sorunuzun doğrudan cevabını veremem. Çok çetrefil bir şey, siyaset olağanüstü karmaşık ve çeşitli hünerlerin bir araya getirilmesini gerektiren bir sanattır. Her şeyden önce çok iyi yetiştirilmiş olmanız lazım. Bu sadece okulla olmuyor. Ben baştan bir şeyi itiraf edeyim, ben aristokratçıyım, cumhuriyetçi ve demokrat değilim. Affınıza sığınırım, isterseniz taşlayın. Aristokrasilerde çok iyi devlet adamları çıkar. Hani derler ya aman efendim, o Cumhuriyet’i yıkacak, Osmanlı’yı geri getirecek. Yıkamazsınız, Osmanlı’yı geri getiremezsiniz. Çünkü Osmanlı saraydan çıkmadır. Doğar doğmaz o kişiye nasıl devlet adamı olacağı öğretilir. Affınıza sığınırım, lazımlığına ederken bile o bebek ne yapıp ne yapmayacağını öğrenir. Bir cumhuriyette sokaktan bulduğunuz birini alıp sen cumhurbaşkanısın deyin, olsun. Belki çok basite indirgedim ama üç aşağı beş yukarı böyledir. Devlet adamlığı önce bir edep, adap işidir. Çalacaksınız, yolsuzluk edeceksiniz, bunun da bir adabı var. Bu da bir tenezzül meselesidir. Çok ufak işlere satılamazsınız aristokrat olarak yetiştirildiyseniz, anlatabiliyor muyum? İspanya Kralı Juan Carlos’un galiba kızı… Juan Carlos tahtından feragat etti, bunu yediremedi kendine, her hükümdar bunu yapar mı? İspanya hükümdarı bunu yapar, çünkü çok eski bir hanedanın mensubudur. Meşhurdur, Vahdettin giderken yüzük devlet malıdır diye bırakmış, neden? Çok eski bir hanedanlığın mensubudur. İran Şahı giderken neredeyse eşeğinin semerini de götürmüştür. Çünkü babası hükümdar olmuş bir adamdır, dedesi eşek çobanıydı. Bunlar bir birikim sonucudur. Çok eski hanedanınızdan deli baniler de çıkar ama o bile kalitelidir. Okuyun Deli İbrahim’in hayatını, zırdeliliği varsa Doğu ve Batı Medeniyetleri • 171 bile onu bile edebiyle yapıyor. Tam anlatamadım. Bunun üstüne tabii iyi yetişmek gerekiyor. Osmanlı’nın gerilemesinin en önemli sebeplerinden biri zamanla hükümdarlarını iyi yetiştirememesidir. Hücrelere hapsetmek… Fatih’in çılgınlığının sonucundadır. Rakip çıkmasın diye kardeş ve evlat katline cevaz veriyor yahut da bunu kanun olarak çıkarıyor. Bunu önlemek için de ondan sonra hücrelere kapatıyorlar. Buna rağmen bu devlet 400 yıl yaşıyor. İlber Ortaylı’nın hakkı var, en uzun dönem çöküş devridir. 19. yüzyıl inanılmaz bir şey, hiçbir devlette göremezsiniz bunu, bu kadar uzun bir ölüm-kalım savaşı vermek, Osmanlı propagandası yapmıyorum, size örnek olarak getiriyorum. Tekrar edeceğim, bugünkü şartlarda iyi bir devlet adamı nasıl çıkar? Çıkmıyor, yeryüzünün hiçbir devletinde, hiçbir cumhuriyetinde nitelikli devlet adamıyla karşılaşmıyoruz. Daha önceleri karşılaşıyor muyduk? Karşılaşıyorduk, çünkü onlar aristokrat devletlerden çıkma adamlardı. Bizde de öyledir, Mustafa Kemal de aristokrat bir devletten geliyordu, İsmet Paşa da aristokrat bir devletten geliyordu. Hatta ve hatta Celal Bayar, Adnan Menderes de öyleydiler, o sulardan içmişlerdir. Saraydan çıkmamakla birlikte gene o atmosferde yetişmiş insanlardır. Ben o havada yetişmiş insanları yakından tanıdım çocukluğumda, bambaşkaydılar bugünkülerden, bu bir hasret, bir nostalji ifadesi değil, size bir tasvir sunmak için söylüyorum. Yeryüzünde bugün bir ne Churchill var, ne de Gaulle var, ne Deng Şiaoping var, neden? Çünkü o hava kalmadı, hep cüceler, Tony Blair’ler, Bill Clinton’lar var. Yani hakaretamiz gibi görmeyin bunları, bir örnek olarak size söylüyorum. Bugün yeryüzünde nereye bakarsanız bakın, mesela Afrika’ya, ilk sömürge sonrası devlet adamlarına bakın, ne büyük insanlar var. Kwame Nkrumah, Jamo Kenyatta var mesela, neydi bunlar? Aristokrat devletlerin şemsiyesi altındaki sömürgelerde yetişmiş kişilerdi bunlar. Nasıl oturulur, nasıl kalkılır, nasıl davranılması gerekir, bunu bilen adamlar. Boğaziçi Üniversitesinde bir Osmanlı tarihçimiz, -soyadını şimdi hatırlayamıyorum, Selim Bey- Seksenli yıllarda bana bir resim göstermişti. Berlin Kongresinde Avrupa devletlerinin ileri gelen başbakanları, başkanlar ve yüksek memurları dizilmişler. Bir uçta Japon delegesi 172 • Teoman Duralı duruyor Avrupalı olmamakla birlikte, niye onu çağırmışlar bilmiyorum, frak giymiş, aynen bana bir pengueni hatırlatmıştı. Böyle ellerini bağlamış, bakıyor öbürlerine yalvarırcasına. Bizden Âlî Paşa Dışişleri Bakanı, bir kere mesafeli duruyor, kendini ayrı tutuyor, oturuşu, kılığı kıyafeti her zerresiyle, her yönüyle ben büyük bir devletin temsilcisiyim diye bağırıyor. Özal döneminde Savunma Bakanıyla ABD’nin Savunma Bakanının yan yana gelmiş resimleri çekilmiş. Amerika Savunma Bakanının yanında bizimkisi aynı Berlin Kongresindeki Japon delegesi gibi durmuş. Bir aşağılık duygusu var. Devlet adamı her şeyden önce temsil ettiği, idare ettiği memleketin, milletin şerefine ve haysiyetine inanmış ve bunu her hâliyle yansıtan bir kişidir. Öyle bir devlet yoksa elinizde böyle bir ruh hâletine kapılamazsınız. Çok ümitsiz olmanız mı gerekir? Yok ama ben belki kötümser bir adamım, bilmiyorum, sorunuzun cevabı olarak ne yazık ki Türkiye konusunda size iyimser, ümitvar bir şeyler söyleyemiyorum. Yetişeceğimiz böyle baba ocaklarımız, Enderun gibi okullarımız yok artık. Bugün nereden yetişiyorsunuz? Siyasal bilimlerden… kıyas kabul etmez. Ben Türkiye’yi çok dolaşmış bir kişiyim. Hemen hemen bütün üniversitelerinde ders verdim ve en çok da Doğu Anadolu’da verdim, Elazığ, Diyarbakır, Van, vesaire. İki tür insanımız var: Yerel şartları iyi bilenler. Elazığ Fırat Üniversitesinin kurucu rektörü aklıma geliyor rahmetli, yani orayı avucunun içi gibi bilen bir adamdı. Orada doğmuş büyümüş, yaşamış ve orasını mükemmel bir biçimde tanıyan bir adam, meraklı olduğumdan seyahate çıkmadığım vakit bu adamın yanına çöreklenirdim. Yaşlıydı da, vakti de vardı. İnsanımız da sohbeti çok seviyor. Bana anlatır durur hikâye şeklinde, halk insanı zaten hikâyeyle sarıp dolayarak bilgilenir. Bir başka insan türümüz var, o sadece dış dünyayı bilir, bizi hiç tanımaz, içerisini bilmez. Bu iki yakayı bir araya getiren kişiyle çok ender tanıştım. Bir tanesi Trabzonlu bir beyefendiydi. 74’te Trabzon’dan Artvin’e gideceğim. Otobüslerin kalktığı yere geldiğimde asıl Artvin otobüsü gitmiş, bir minibüs kalmıştı. Minibüste de yer yoktu, magirus, önde böyle motor kapağı var. “Buraya oturacaksın” dedi bana. Trabzonlular da çok nazik olduklarından, yabancıları sevdiklerinden fazla da laf etme- Doğu ve Batı Medeniyetleri • 173 ye gelmez, döverler adamı, ben de ister istemez o motor kapağına oturdum. Zaten çok da gençtim, kolayca dayak yiyebilecek bir yaştaydık. Çok da iyi oldu, işte kader kısmet, sırtım yola dönük böyle oturuyorum, solumda bir bey oturuyor tek başına, belli ki çok itibarlı bir kişizade, sağımda da şoför yola çıktık. Nasıl oldu bilmiyorum, o beyle lafa tutuştuk. Çok genç olduğunuz vakit size ilgi gösterir bazı insanlar, o da öyleydi. Konuşmaya başladık. Bu bey Fransa’da iletişim mühendisliği okulunu bitirmiş. Çok sonra bu seyahatimden İstanbul’a döndüğümde babama bahsettim bu olaydan, babam dedi ki dünyanın en iyi mühendislik okuludur ki babamın Fransa’yı takdir etmesi, o da tarihi bir olaydır. Hiç sevmezdi. Ondan sonra bu beyefendi Fransa’dan döndükten sonra yüksek bir mevkie getirilmek istenmiş ama adam Trabzon’a o derece aşık, diğer bütün işleri reddetmiş, ben Trabzon’dan ayrılamam demiş. Çarnaçar PTT Şebeke Müdürlüğüne getirmişler bunu, biz Hemşin’e geldik. Boş ver şimdi, devam etmeyelim, gel Anzer’e çıkalım dedi. PTT’ye gittik, jeep verdiler, Anzer’e çıktık. O güzellik, o manzara, Allah’ım nasıl bir şey! Bana bir tatlı kaşığı bal ikram ettiler. Üstünüze afiyet mi diyeyim bilmiyorum, bende ayılık var herhâlde, iki şeyi çok severim, armudu ve balı, o yüzden çok bal yerim ama öyle bir bal hiç yemedim. Hep demişimdir; bir gün makam, mevki sahibi olursam tek yiyeceğim rüşvet Anzer balıdır. O vakit İstanbul Üniversitesinde asistandım, maaşım 1.600 liraydı. Anzer balının kilosu 2.500 ya da 2.600’dü ve Türkiye’de kullanılmıyordu, olduğu gibi Amerika’ya satılıyormuş ilaç olarak, oradan çıktık, beni Çamlıhemşin’e götürdü, hiçbir yerden bulamayacağım, göremeyeceğim bilgilerle donattı. Çamlıhemşin’de bir dil konuşuluyordu. Ben Lazcayı işittim, Lazcaya benzemiyor, Rumca zaten çok işittiğim bir dil, Rumcayla hiçbir alakası yok. O dili konuşanlara sordum, siz nece konuşuyorsunuz? Türkiye o zaman daha böyle açılım saçılım programlarına girmemişti. Çok tehlikeli bir şeydi sormak, başka bir dil konuşulup da sorduğunuz vakit açık açık cevap verilemezdi. “Biz Hemşince konuşuyoruz” dediler. Sonra o bey geldi. İşi vardı, bir yere gitti geldi. Dedim ki: “Beyefendi, Hemşince diye bir dil varmış, ben hiç işitmedim” “Yok efendim, o Ermenice” dedi. Nasıl? “Onlar 174 • Teoman Duralı Müslüman Ermenilerdir” dedi. “Bu hır gür zamanında Müslüman” dedim. “Hayır, alakası yok, bin yıldır, belki daha da fazla Müslüman’dılar Ermeniler” dedi. Bu olayı kırk küsur yıl sonra bir Ermeni tarihçisine sorduğumda “Dur orada bir” dedi. Levon Dabağyan Beyefendi Ermeni ve tarihçi, “Amca” derim. “Levon Amca, böyle böyle bir olay var, ne diyorsun” dedim. “Evet, doğrudur. Çamlıhemşin’de Müslüman Ermeniler vardır, doğru söylemiş. Bunlar çok eski günler” dedi. Düşünün, adam iletişim mühendisi ki o zaman bana komünikasyon mühendisliği demişti. İletişim kelimesi yoktu herhâlde henüz Türkçede, şimdi ben tercüme ediyorum. SALONDAN- Bu zeki milletler kategorisinde Türklerin kategorisi nedir? Buyurduğunuz üzere Çin’in uydusu olmaktan bu yana Türkler tarihin parantezine düşmüş medeniyet inşa edemeyen, yaptıklarını bile kayıt altına alamayan… TEOMAN DURALI- Alamayan demedim. Benim demediklerimi bana dedirtme. SALONDAN- Tesadüfen hasbelkader dünyayı yönetmiş bir millet midir, medeniyet inşa edemeyen parantez içi bir kültüre mi aittir? TEOMAN DURALI- Şimdi bakın, bir şey söyleyeyim size, cerrahlar birinci derecedeki yakınları ameliyat etmezler. Annelerini, babalarını, çocuklarını, bir Türk olarak Türklüğün teşrihini size yapamam. Çünkü burada taraf olurum, taraf tutuyorum. Biraz önce söyledim, dedim ki milletler kabiliyetlerine göre değerlendirilirler. Bazı milletlerin çok çeşitli kabiliyetleri vardır, bazıları daha az kabiliyetlidir. Bhutan milletini işittiniz mi? Burada kimse yok Nepal’den bu ortamda, onun için serbest atıştı. Estonya’dan bir şey işittiniz mi? Mesela, Moğolların Cengiz Han dışında devlet kurduklarını işittiniz mi? Yok. Bir o kuruyor devleti, gittikten sonra bitiyor. Evladı, çocukları ve torunları devam ettiremiyorlar. Ele geçirdikleri ülkelerin beldesi hâline geliyor, o ülkelerin parçası oluyor. Biraz önce belirttim, Türkler öteden beri devlet kurmuşlar, ilk kurduğumuz belgeli devlet Hun Devletidir, adaşımın kurduğu devlet 220’lerde kuruluyor. O gün bugündür bu devlet Doğu ve Batı Medeniyetleri • 175 geleneği sürüyor. Bunun yanında başka özellikleri yok mu? Var. Özellikle Müslümanlığın kabulünden sonra değişen özellikler var, özellikle de Osmanlı’yla birlikte sanatta, mimaride üstün başarılar elde ediliyor. Musikide mesela; benim bildiğim kadarıyla tarihte gelmiş geçmiş en büyük üç musikişinastan birisi Türktür: Buhûrîzâde Mustafa Itrî; öbürleri Beethoven ve Bach’dır. İngilizlerle, Çinlilerle, Farslarla mukayesede ne durumdadırlar? Biraz önce söylediğim gibi bunu size açıkça söylemem mümkün değil, konumum itibariyle söyleyemem ama herhâlde buraya kadar verdiğim izahat yeter de artar. Şunu da göz önünde tutun, bir felsefeci olarak ben olaylara şüpheyle yaklaşmak zorunda olan bir kişiyim. Yani bir şeye düzayak kapılmam mümkün değil, bunu da dikkate almanızı rica ediyorum. Başka sorusu, ekleyeceği, çıkaracağı olan? Buyurun. SALONDAN- Hocam, İngilizlerde üç çeşit adam vardır, biri misyonerler dediniz, diğer ikisi nedir? TEOMAN DURALI- Misyonerler, öğretmenler ve askerler. Çok ilgi çekici, sömürgeye önce askerler girmiyorlar. Önce girenler misyonerler, öğretmenler ve onlarla birlikte ticaret şirketleri giriyor. Koca Hindistan’ı 1600’lerin başlarında East India Company (Doğu Hint Şirketi) ele geçiriyor. East India sıkıştığı vakit İngiltere asker gönderiyor. Bizde tersidir; asker girer, tüccar yoktur. Burada ancak ekalliyetten olan tüccar, yani Rumlar, Ermeniler ve özellikle Rumlar, öyle dışa açılan adamlar değil, içeride iş gören kimselerdi. Kısacası bizde asker giriyor ve asker bütün işleri görüyor. Çünkü belki de tarihte tek bulunur çok önemli bir özelliğimiz, asker olmamızdır. Cumhuriyetle birlikte Türklükte iki şey zuhur ediyor: Laiklikle birlikte din toplum hayatından çıkıyor ve askerlik ayrılıyor. Askerin dışında kalan toplum kesimine sivil diyoruz. Bizim geleneksel toplum yapımızda sivil yoktur, herkes askerdir. Dolayısıyla önce asker, sonra memur geliyor demek yanlıştır. Çünkü memur dediğiniz adam da askerdir. Bu, Hunlardan beri devam eden bir gelenektir. Bu aşamaları bütün Türk devletlerinde görüyoruz, bize benzer biraz önce bahsettiğim Sparta’dır. Başka benim aklıma gelmiyor. 176 • Teoman Duralı SALONDAN- İdarecilikte de çok iyiyiz. TEOMAN DURALI- İdareci, işte gene asker. SALONDAN- Lawrence’in meşhur bir sözü var 1927’lerde Musul’u idare konusunda “Osmanlı burayı 10.000 askerle barış içinde idare ediyordu, 124.000 İngiliz askeriyle kan gövdeyi götürüyor” diyor. TEOMAN DURALI- Asker bizde sadece kan dökmeye, savaşmaya yarayan bir alet değil. Zaten ordu sözü Türkçede millet anlamına geliyor. İngiliz etimolog, büyük kök bilimci Clauson, Türkçenin temel hecesinin “o” olduğundan bahsediyor, ateş anlamına gelen odun ve ordu, otağ, obanın, buradan türediğini iddia ediyor. Bu zat Türkçenin en önemli kök bilim sözlüğünü yazan kişidir, Türkçenin 13. yüzyıla değin kök bilim, yani etimoloji sözlüğünü kaleme alıyor. Onun iddiasına göre, Orta Türkçede temel bir söz durumundadır. Buradan türüyor temel öteki sözler ve bunların arasında ordu da bulunuyor. Çok zor anlaşılan bir sözlük, açık bir dili yok, kodlanmış bir dille kaleme almış o sözlüğü. Demek ki biraz önce sözünü ettiğim gibi ordu millet anlamına geliyor ve devlet yapıları sabit değil; bütün devletler sabittir, Türklerin devleti oynaktır. Göçer bir devlet, nerede otağ kuruluyorsa, devletin merkezi orası olur. SALONDAN- Murat Menteş’in bir yazısı var. Türk toplumunun günümüz IQ seviyesinin 88, yani donuk zekânın bulunduğunu söylüyor. Bu doğru mudur? TEOMAN DURALI- Yanlıştır tabii, öyle istatistiklerle milletlerin zekâ seviyesini ölçmeye imkân yok. Neyle ölçersiniz? Tarihte meydana getirdikleri eserlere bakarak ölçeceksiniz, yoksa böyle teker teker… SALONDAN- Latince ōrdo Türkçedeki ordudan mı gelir? TEOMAN DURALI- Avrupa dilleri sonradan o ōrdoyu horde yaparak sürü anlamını vermişler. İngilizcede, Almancada, vs. bütün Avrupa dillerinde böyle bir anlam vermişler. Golden Horde Rusya’da kurulmuş olan Altın Orda devletidir ve ne yazık ki Timur tarafından yıkılmıştır. Zaten güzel şeyleri yıkan adamdır Timur. Doğu ve Batı Medeniyetleri • 177 SALONDAN- Hocam, savaşçı milletlere örnek verirken Persleri de Spartalılara dâhil edebilir miyiz? TEOMAN DURALI- Hayır, Perslerde sivil hayat vardır ve bu sivil hayata dayalı üstün bir medeniyetleri vardır. Persler Müslüman olduktan sonra Arapçada P olmadığından Fars diye nitelenmişlerdir, aynı millettir. Fars olmayan unsurları da kendisinden göstermek için İran örtü bir addır. Büyük imparatorluklarda bunu görüyoruz, kavmin adıyla anılmazlar, İngilizler kendilerine Britanya, Ruslar Sovyetler Birliği, Türkler de kendilerine Osmanlı diyor. Bu bir örtüdür, yoksa o milletin nereden geldiğini bilmemesi meselesi değildir. SALONDAN- Amerikan örtü mü? TEOMAN DURALI- Evet, Amerikan da örtü sayılabilir. Tabii o İngiliz asıllığını, Anglosakson asıllığını örtmeye yarayan bir örtü gibi görülebilir. Bütün imparatorluklarda gördüğümüz ortak paydadır, bir örtü ad verilir. Bölünmeyi, tek tek unsurların kendilerini iddia etmelerini önlemenin yolu olarak görülmüştür. İmparatorluk kurmamış olan milletler buna ihtiyaç duymamışlardır. Mesela, Yunanlıların böyle bir şeye ihtiyacı yoktu. Çünkü İskender’e kadar imparatorlukları olmamıştır. SALONDAN- Hocam, “insanı tanıyamazsan tarihi tanıyamazsınız veya tarihi tanıyamazsanız da insanı iyi tanıyamazsınız”. Bunu biraz açar mısınız birkaç cümleyle? İnsanla tarih iç içe midir? TEOMAN DURALI- Gayet tabii, her birinizin birey olarak insanlığınız kişisel ve toplumsal tarihtir. Yetiştiğim aile, çevre, gittiğim okullar benim kişiliğimi oluşturmuştur. Döne dolaşa bu yetiştiğimiz, içinden çıktığımız millete varıncaya kadar devam eder ve o milletin tarihiyle ilgilidir. Bizim bilinçsiz olarak gayriihtiyari tavırlarımızda bile tarihimizin damgası vardır. Bunların başında da dil vardır. Bir insanın en önemli özelliği dilidir. Dil değiştirdiğinizde kişiliğiniz değişiyor. Diyelim ki İsviçre’de doğdunuz, Türk olarak büyüdünüz. Anadiliniz Fransızca olmuş. Türklükten bahsedemeyiz, tamamıyla o çerçevede mütalaa edilmeniz gere- 178 • Teoman Duralı kir, çünkü öyle davranacaksınız. Bütün tepkileriniz, hâl ve hareketleriniz bilerek ya da bilmeyerek yaptığınız hareketler o dile kilitlidir, o dil de o toplumundur. Dilsiz hareketlerimiz; el, kol, yüz, göz hareketlerimiz bile o toplumu bize yansıtır. Fransızlar çok mimikle konuşurlar, ağızlarını, gözlerini oynatırlar. Bizim orada yetişmiş insanlarımızla tanıştım ben, aynen o tavır içindeler. Türkçe bilseler bile Türkçeyi o havada kullanırlar. Türkçe yeknesak bir dildir, oynak, dalgalı bir dil değildir. Ne bileyim ben, işte İtalyanca, Fransızca, İngilizce bunlar dalgalı dillerdir ve bu dillere aşina olanlar Türkçeyi öyle kullanırlar. Bizim mesela ilerici, çok çağdaş radyolarımız vardı, ben onları dinlemeye bayılırım. Orada adam sürekli olarak bizde bulunmayan ünlemlerle konuşur. Lafların arasına aaaa, ıııım, vs. sokar. Halbuki Türkçe tık tık gider, dalgası da yoktur. Belki de hoşa gitmez dalgalanmaması, İtalyanca stagnate dedikleri düzayak bir dildir. Bütün Orta Asya dilleri öyledir. Mesela Orta Asya’dan çıkma Japonca da tak tak böyle. Azeriler çok dalgalı bir dil olan Farsçaya uydururlar Türkçeyi, yuvarlaya yuvarlaya getirirler, dişil bir hâl alır, anlatabiliyor muyum? Eril olması iyi bir şey midir bilmiyorum, zevk meselesi ama böyledir. Bizde mesela, el kol hareketleri, yüz ifadeleri de yeknesaktır. Şimdi değişmeye başladı. Ben elimle kolumla konuştuğum vakit babam beni hep uyarırdı, öyle konuşma derdi, düz konuş derdi. Islık çalıyorum diye tokat yemiştim mesela, erkek ıslık çalmaz. Çünkü müşrikler Kâbe’nin etrafında dönerlermiş, ıslık çalıp el çırparlarmış. Şimdi çok şükür dayak kalktı, yok. SALONDAN- Demokrasi ve sermayeciliği birlikte mütalaa ediyoruz. Oysa bugün mesela, liberaller sadece demokrasiden, özgürlükten falan bahsederler hep, sosyalistler, Marksistler de devamlı sermayecilikten bahsederler. Yani sizin fikrinize ben de katılıyorum ama bu liberallere ve Marksistlere bakışınızı merak ettim. TEOMAN DURALI- Liberalleri anladım da Marksçıları anlamadım, Marksçılar demokrasiden mi dem vuruyorlar? SALONDAN- Sermayecilikten… TEOMAN DURALI- Sermayeciliği kötülemek için bahsediyorlar. Doğu ve Batı Medeniyetleri • 179 SALONDAN- Evet, antikapitalist. TEOMAN DURALI- Evet, o normal, çünkü Marksçılık bunun zıttı. SALONDAN- Ama liberaller gibi demokrasiden de hiç bahsetmezler… TEOMAN DURALI- Gayet tabii bahsetmezler, çünkü demokrasiyi sevmezler. Yani siyasi bir rejim olarak demokrasiyi tutmadıkları muhakkak ama propaganda maksatlı devletlerine demokrat adını verirler. Almanya Demokratik Cumhuriyeti, Kore Demokratik Cumhuriyeti, vs. bu samimi bir şey değildir. Bu sırf göz boyamaya yönelik bir olaydır, yoksa demokrasiyi tutmadıkları ortadadır. Komünistler elitisttir, onların şura dediğimiz kurulları vardır ve bu kurulların içinden kişiler seçilir, halka gidilmez, halk oyuyla seçilmez. Galiba soruları şimdilik tükettik, iyi akşamlar diliyorum.
.Eski Çağ Ege Medeniyetinde Toplumsal Hayat TEOMAN DURALI- Bugün Eski Çağ Ege Medeniyeti ile ilgili üç konuyu işleyelim derim. Birincisi, genel olarak hayat, bunun içerisinde aile hayatı, vatandaşlık, kadınların konumu ve durumu; ikincisi siyasi hayat ki bundan daha önce kısaca bahsetmiştik; üçüncüsü de Yunan’ın en önemli icatlarından tiyatro ve genelde edebiyat -tabii edebiyatı icat etmediler ama tiyatroyu icat ettiler. Daha önce size bahsettim, uzun boylu üstünde durduk. Yunan dünyası Sparta’yla Atina diye ikiye ayrılmaktaydı. Hatta bunu gençliğim ve çocukluğumdaki bir dünyaya benzetmiştim. Bir tarafta hür dünya dedikleri bizim de içinde bulunduğumuz Amerika müttefikleri, NATO; öbür tarafta da komünist ülkeler şeklinde dünya ikiye bölünmüştü. Buna benzer bir tarzda o gün Yunan dünyası yüzyıllar boyu Sparta’yla Atina’nın çekişmesine sahne olmuştur. İkisi taban tabana zıt düzenlerin hakimiyetindeydi. Asıl Yunan medeniyeti yahut Eski Çağ Ege medeniyeti dediğimiz olay Atina kültürüne dayanmaktadır. Sparta bunun zıt kutbunu teşkil etmektedir. Öncelikle Sparta muhafazakârdır. Hükümdarlık terk edilmedi, devam ediyordu,tuhaf bir hükümdarlık, iki kralı vardı. Sparta’nın asıl ahalisi kendi başına bir iş görmemektedir, üretimde bulunmamaktadır. Şu gördüğümüz alan Sparta’dır ama şu yarımada, Peloponnesos, şehir devletleri hepsi ya Sparta’nın doğrudan hakimiyeti altında ya da Boeotia’de gördüğümüz gibi onun zoraki müttefikleridir. Doğrudan doğruya Sparta’nın hakimiyeti altındaki ülkeler ve o ülkelerin vatandaşları Sparta’nın hizmetinde üretimde bulunurlar. Ürettiklerinin yüzde 80’ini Sparta’ya vermek zorundalar. Her devlet elinde kalan yüzde 20’yle idare etmek zorunda, yağışlar kötü gittiğinde de açlık baş gösterdiğini 182 • Teoman Duralı görüyoruz. Bu insanlara yarı köle manasına gelen helot adını veriyorlardı. Bu helotlar, Sparta’ya hizmet eden kişilerdi. Spartalılar ne yapıyorlardı? Sparta’nın bütün işi asker olmak, savaşçı yetiştirmekti. Erkek çocuklar dünyaya geldiğinde muayene ediliyor, sağlamsa hayatta bırakılıyor, değilse dağ başına terk ediliyor, ölmezse 7 yaşından itibaren çok sert bir eğitime tabi tutuluyor. Yazma-okuma öğreniyor ve her Yunan devletinde olduğu gibi Sparta’da da çocuklar Homeros Destanı’nı ezberlemeye başlıyorlar. Bu kaçınılmaz bir şarttır, her Yunanlı Homeros Destanını bilmek zorundadır. Bunun ardından, biraz önce bahsettiğim gibi yaşıyla mütenasip askeri eğitime tabi tutuluyor. Askeri eğitimin başta gelen şartı dayanıklı olmaktır. Soğuğa, sıcağa, açlığa, susuzluğa dayanacak şekilde yetiştiriliyor. Olağanüstü derecede milliyetçi bir kafa yapısına sahip kılınıyorlar. Eğitimlerine Yunan’da öteki muhafazakâr kesimler hayrandırlar. Onlardan biri büyük filozofumuz Eflatun’dur, Platon’dur. Sparta’nın eğitimine çok sıcak yaklaşıyor ve Atina’da onun uygulanmasını istiyor ama Atina hiçbir zaman bunu uygulamıyor. Yüzyıllar sonra bütün askerci düzenler hep Sparta’ya hayranlıkla bakmışlardır. Bunların başında da nasyonal sosyalist Almanya gelmektedir. Sparta’yı nereye yerleştireceklerini bilemediler, o kadar hayranlar. Alman askeri el kitaplarında hep Sparta’daki gençlerin yetiştirilme yöntemlerinden bahsedilir. Bu askeri eğitimin önemli bir kısmı konuşmamaya ayrılmış. Yani ketum olmak bir atasözü hâline gelmiştir. Spartalı gibi konuşmak, yani konuşmamak, çok az sözle bir şey anlatmak, bu az sözle bir şey anlatırken sır vermemek gerekir. Ser ver sır verme ilkesi orada hâkim. Spartalı kadınlar da sert yetiştirilenler arasında, erkeklerin derecesinde olmamakla birlikte onlar da dayanıklı yetiştiriliyorlar ve öteki Yunanlı devletlerden farklı olarak kadın-erkek eşitliği çok dengededir Sparta’da, kadın kendi başına karar verme ve hareket etme serbestliğine sahiptir. Birazdan geleceğimiz Atina’da bunun tam tersini göreceğiz. Bu sert, sıkı düzen, disiplin çerçevesinde aynı zamanda Spartalı genç kendi başına karar verme istidadını da elde etmektedir. Doğu ve Batı Medeniyetleri • 183 Çok çelişik bir şeydir, hem çok sıkı bir düzen var ama gerektiği yerde kişi kendi başına karar verebilmektedir, karar vermek zorundadır. Bu dediğim anlayış daha sonraki asker toplumlara bir örnek teşkil etmiştir. Benim en önemli meraklarımdan biri savaş tarihidir. Çok ince eleyip sık dokumuşumdur bu konuyu, çünkü savaş bize öğretilenin tersine bir akıl işidir, öyle yürek işi filan değildir. Böyle göğsümüze vura vura biz şöyle yiğidiz, böyle kahramanız filan falan; zaten böyle yiğitlik propagandalarında bulunanlardan şüphe duymak lazım. Başta İngilizler ve onların bir kolu olan Amerikalılar olmak üzere bazı ordularda kumandanın ortadan kalkması bir şeyi değiştirmiyor, askerler karar alıp uyguluyor. İngilizler kumandanların hedef alınması uygulamasını Almanlara karşı uygulamışlar. Almanlarda rütbeli gördükleri şahsı özellikle öldürüyorlar ve ondan sonra Alman Birliği çöküyor. Ruslarda iki ordu var: Resmî Sovyet ordusu ki, klasik hantal eski bir ordudur, bir de partizanlar vardır ki, dehşet adamlardı. Onlarda da rütbe farkı yoktur, herkes ne yapacağını kendi başına biliyor ve İkinci Dünya Savaşında Almanlara kan kusturanlar o partizanlardır. Benzerleri Yugoslavya’da da var. İşin ucu dediğim gibi Sparta’ya kadar geri gidiyor. Bu savaş yöntemini tarihte çete savaşına soyunanlar özellikle uygulamışlardır. Klasik ordularda her zaman için rütbe olağanüstü önem kazanmıştır. Rütbenin çok önemsendiği toplumlar bürokratiktirler. Onlardan biri de biziz, olağanüstü bir bürokrasi ağırlığı var. Sparta demokrasi olmamakla, mutlakiyetçi bir toplum olmakla birlikte bürokrasisi son derece düşüktür, varla yok arası bir şeydir. Buna karşılık Atina demokrasinin öncüsü, önderidir. MÖ 6. yüzyılda Atina hükümdarlıktan demokrasiye geçer. Birdenbire hükümdarlıktan demokrasiye geçilmez, arada soylular sınıfının kurulları vardır. 6. yüzyılda bu kurullar da iptal olunur ve Atina ve müttefiklerine demokrasi gelir. Atina belli bir başkanın idaresinde değildir. Öncelikle şunu söyleyeyim, demokrasi doğrudan doğruyadır. Yani temsilcilerle değil, milletvekilleri seçilir, milletvekilleri mecliste toplanır, kanunları çıkarır; öyle değil. Doğrudan doğruya her vatandaş kendini temsil eder, bu bir hak da değil, ödevdir. Yani ben bu hak- 184 • Teoman Duralı kımı kullanmak istemiyorum diyemezsiniz. Hayır, mecbursunuz. Atina’da herkes askerlik yapmak zorundadır, siyasete katılmak zorundadır, adalet mekânizmasında yer almak mecburiyetindedir. Mutlaka sıranız gelir, ille de millet meclisine girmeyebilirsiniz. Oturduğunuz yer Atina’ya bağlı bir küçük şehirse, mesela Marathon’da yaşıyorsanız oranın meclisine girersiniz, girmek zorundasınız. Atina’nın neresinden olursanız olun mutlaka askerlik yapacaksınız, talim edeceksiniz ve savaş çıktığında gidiyorsunuz. Silah zaten elinizdedir, bunu da tarihte İsviçre taklit etmiştir. Hâlâ her İsviçre vatandaşının elinde savaşa gidecekmiş gibi silahları durur. Bir yerde kapalı, kilitlidir. Tabii topçuysa topunu evinde tutamaz, tankçıysa tankını tutamaz ama piyadeyse tüfeği, bombası, makineli tüfeği, vs. evinde bir yerde durur. O günlerde tabii bu silahlar yok, en çok da piyade sınıfından hoplitti çoğu, sadece zenginlerin atları var. Onlar süvari olabiliyorlar. Bu hoplitlerin mızrakları, kalkanları, kılıçları, bıçakları, vs. evlerinde hazır bulunuyor ve savaş çıktığında topluyor silahını, cepheye gidiyor. Bazı kişiler siyasetçi olarak Atina’ya tayin ediliyorlar. Şunu da ilave edeyim: Atina sadece demokrasi değil, bir federasyon, Atina topraklarında yer alan her şehir özerktir. Kendi idaresi, adaleti, üretimi vardır. Vergi topluyor şehir, merkezî devlet o tek tek şehirlerden vergiyi alıyor. Diyelim ki Adıyamanlısınız, İzmirlisiniz, Uşaklısınız, vs. neredenseniz orası sizden vergi alıyor, ondan sonra da Ankara o vilayetlerden vergiyi topluyor. Yine her şehrin kendi adalet işleyişi, mekânizması var. Hâkim ve savcı olarak görev yapıyorsunuz. Bir de Atina’da yüksek mahkeme, üst mahkeme var. Orada 500 hâkim, ayrıca bir yığın da savcı var. Avukatlık henüz yok, çok gerekli görürseniz ben iyi konuşamıyorum, savunamam kendimi diyorsanız iyi konuşan birini, rítoras, hatip denilen bir kişiyi tutarsınız, o sizin adınıza savunmanızı üstlenir ama şart değil, siz kendinizi savunma yetkisine sahipsiniz. En yüksek ve korkunç ceza idam yahut Atina’dan sürülmektir. Ostrakismos dedikleri defedilmek, Atina’dan çıkarılmak, olağanüstü utanç verici, aşağılayıcı bir cezadır. En ünlü dava -işitmişsinizdir- Sokrates’in davasıdır ve Sokrates idama mahkûm olur Doğu ve Batı Medeniyetleri • 185 sonunda ama kendisine bir seçenek olarak ostrakismos, yani Atina’dan sürülmek sunulur. Daha önce pek çok Atinalı ve daha sonra da içlerinde çok ünlü kumandanların, siyasetçilerin olduğu Themistokles gibi kişiler takla ata ata Atina’dan sürülmeyi tercih etmişlerdir ama Sokrates bunu büyük bir şerefsizlik olarak gördüğünden “Ben idamı kabul ediyorum” demiştir. İdamı da kendi elinizle gerçekleştiriyorsunuz. Size zehir veriyorlar, onu içiyorsunuz. Yani celladı yok idamın, cellat kendinizsiniz. Davalar uzun sürmüyor, adalet çok hızlı bir şekilde tecelli ettiriliyor ve daha ziyade para cezasına çarptırılıyor insanlar, zaman zaman hapis cezası, biraz önce dediğim gibi çok nadir olarak idam. Nedir idamı gerektiren? Kasten adam öldürmek, ırza geçmek, vatana ihanet ve dinden çıkmak. Sokrates dinden çıkmakla suçlanıyor. Gençlere tanrıları saymamak, tek ve bir Tanrıyı getirme suçlamasıyla karşı karşıyadır. Bunun bir günah olmadığını savunuyor Sokrates, hiçbir zaman hayır, ben bunu yapmadım, ben gençlere tek bir Tanrı fikrini aşılamadım demiyor. Zaten bunu bir itiraf gibi görüyor hakimler, “Sen bunun suç olduğunu biliyor olmalıydın” diyorlar. Sokrates bunun nedenini sorar. “Çünkü sen her şeyi biliyorsun” diyorlar. Bunun üzerine o çok ünlü cevabı veriyor: “Bildiğim bir şey varsa hiçbir şey bilmediğimdir” diyor ve demin dediğim gibi bunun sonucunda idama yahut seçerse ülkeden kovulmaya mahkûm ediliyor. O da verilen idam kararını kabul ediyor. Hanımı da hâliyle çok üzgün, bitkin, ağlayıp sızlıyor. Sen hak etmediğin bir cezaya çarptırıldın diye dövünüyor. Sokrates “Bir de haklı olsalardı acaba ne olurdu” diyor. Çok hoş cevapları vardır, hanımıyla arasındaki ilişkiler tarihte efsane hâlini almıştır. Buradan aile hayatına geçebiliriz. Atina’da üç tabaka var: Vatandaş her türlü hukuki, siyasi, toplumsal hakka sahip kişidir ve yetkileri vardır; bunlar Atina’da Atinalı anne-babadan doğma erkeklerdir. Atinalı kadın belli birtakım haklara sahip olmakla birlikte miras hukukundan yararlanamaz. Yani Atinalı kadına ailesinden veya kocasından miras bırakılamaz ama mensup olduğu baba ailesi yahut koca ailesi ona bakmakla yükümlüdür. 186 • Teoman Duralı Yani kocası öldüğünde ailenin en büyük oğlu anneye bakmakla mükelleftir. Evlenmemişse evleninceye değin babası bakmak zorundadır. Belki bizde Osmanlı hukukunda bulunan bir etki vardır. Bugün hâlâ devam eder, zaten Osmanlı hukukundan tek bu tarafa kalmış madde herhâlde odur: Kız evlat evleninceye değin babası tarafından geçindirilir. Bilmem biliyor muydunuz? Hatta öyledir ki kocası öldüğünde başka bir geliri yoksa yine babasının maaşını almaya devam eder. Tabii bugün devam ediyor, var. Tekrar Atina’ya dönersek, kadının hükmî bir şahsiyeti yoktur. Tek başına sokağa çıkamaz, dışarı çıktığında mutlaka ya erkek kölesi ya da kocası olacaktır yanında. Özellikle bu zenginler için geçerli, aşağı tabakalara fazla dikkat edilmiyor. Onların kadınları sık sık çarşıya, pazara tek başlarına gidebiliyorlar. Bu istenmemekle birlikte yapılıyor, kadın alışveriş sırasında kazıklandığını, aldatıldığını hissettiği takdirde kendisini aldatan, kazıklayan diyelim satıcıyı şikâyet eder ve şikâyet ettiği merci “Yanında kim var?” diye sorar. Orada tek başına olmaması gerekiyor. Çoğu kere kadınlar bu sebeple kazıklayan taciri şikâyet etmekten çekinmişlerdir yanlarında kimse olmadığı için, köle yahut kocasını şahit olarak göstermek zorunda, zaten kocasıyla birlikteyse, karısı yanındayken koca gidip o mercie şikayette bulunuyor. Atina’da ve Atina’nın müttefiklerinde şehirde asayişi sağlayan kolluk kuvvetleri var. Bunlar savaş sırasında da asker oluyorlar, savaşa gidiyorlar. Oturulan yerler çok mütevazı konutlar, kerpiç evler, tek katlı ve henüz cam konmadığından dışarı açılan herhangi bir dehliz, pencere yok, içerisi karanlık. Yunanistan’ın genelde sıcak bir memleket olmasından ötürü uzun süre kapılar açık tutuluyor ve içeri ışık giriyor ama sokakta yürürken içerisini göremiyorsunuz. Avluya bakıyor kapılar, bizde olduğu gibi evler avluya açılıyor, tek zenginlerin farklı evleri var. Bu zengin evlerinde soyluların veya zengin tüccarların evleri ikiye ayrılmış durumda: Harem, selamlık. Aynen bizim bildiğimiz harem ve selamlık ayrımı hâkim Yunan evlerinde de var. Dediğim gibi bunlar daha hâli vakti yerinde olanlar için söz konusu, fakir fukaranın zaten çoğunlukla bir veya iki odalı evleri oluyor ve Yunanlılar şatafata düşkün insanlar değiller. Çok sade adamlar, erkekler harmaniye sarıyorlar Doğu ve Batı Medeniyetleri • 187 gövdelerini ve hava sıcakken bu harmaniyle yetiniyorlar. Kışın yün veya pamuk palto giyiyorlar üstlerine, yani yazın daha ziyade pamuk, kışın yün giyiyorlar. Ayaklarında da açık sandaletler var. Kışın yerine göre, daha içerlek yerler soğuk oluyor. İçerlek bölgelerin nüfusu çok az. Kıyılar sıcak oluyor, buralarda sandaletle dolaşıyorlar, bir tek askerlerin, savaşa gidenlerin postalları oluyor. Zaman zaman onlar da sandalet giyiyorlar ama genellikle postal giyme alışkanlıkları var. Bellerine kemer takıyorlar, kadınlar aynı zamanda omuzlarına attıkları bir atkıya iğne takıyorlar. Süs iğneyle iliştiriyorlar. Kadın evine bakıyor, çocuğunu yetiştiriyor, erkek hemen her zaman dışarıda, işine göre yakınlarda veya uzaklarda çalışıyor. Atina dışındaysa rençperdir, zanaatkârdır, Atina’da, başşehirde oturuyorsa zanaatla uğraşıyordur, tüccardır, özellikle bankacılık 4. yüzyılda çok yaygınlaşıyor. Daha önce size anlatmıştım, mali sermayecilik, finans kapitalizmi sarıyor Atina’yı ve orada bankacılar var. Trapézio dedikleri, masa, Trabzon’dan geliyor. Trabzon’u masa gibi bölmüşler herhâlde, şehir oradan o adı alıyor. Meslek olarak askerlik var ama az sayıda, bunlar askerliğini yapacaklara sanatı öğreten kişilerdir, yani asker öğretmenler daha ziyade. Bir de önemli bir kesim denizci. Yunanistan çok dağlık, sakat bir ülke, inişli çıkışlı dağlar, ormanlarla kaplı, geçit vermiyor. O yüzden çok erken çağda insanlar denize yönelmişlerdir. Bundan da size bahsetmiştim, öyle hatırlıyorum. Bu sebeple mevzu miktarda denizci ve balıkçılar açık denize çıkıyorlar, uzak diyarlara gidiyorlar. Böylelikle bir kere Akdeniz’e yayılmış durumdalar. Karadeniz’e çıkıyorlar ve oralarda sömürgeleri, yerleşim birimleri var. Bu yerleşim birimleri zamanla ana devletten kopup kendi başlarına birer siyasi ve iktisadi birim hâline gelmişlerdir. Bu söylediklerimin dışında sanatçı -zanaatkâr değil, sanatçı- sayısı çok, ressam, heykeltıraş, tiyatro oyuncusu, yazar, çizer ve öğretmen, özellikle de yüksek öğretimi veren kişiler çok. Sofistler yüksek öğretimin uzmanları, parası olan sofist tutuyor, çocuğa başta konuşma sanatını, hitabeti öğretiyorlar. Çünkü hitabet siyasette ve ticarette çok önemli bir yer tutuyor. Adam kandırmak çok önemli bir iş; dimagogía dedikleri halkı kandırma, yön verme, öğretiyi kafasına sokma, yani indokt- 188 • Teoman Duralı rine etme işi çok önemli. Sparta’nın tam tersine Atinalı çok konuşan bir adam, geveze, sohbet, muhabbet sever. Hanımefendilerin affına sığınarak söylüyorum, Spartalılar Atinalıları kadınlara benzetirler çok konuştuklarından, yani bunu bir hakaret olarak kabul ediyor Spartalılar, Atinalı denildiği zaman onlar kadındırlar deyip geçiyorlar. Tabii bütün bu anlattıklarım Atina’nın müttefikleri için de geçerlidir, çünkü Atina’yı taklit ediyorlar. Atina’da ilköğretim yedi yaşında başlıyor. İlkokulda yazma-okuma, hesap ve tabii beden eğitimi müthiş önemsenen bir olay. Bütün Yunan dünyasına yaygın bir zihniyet; güzelliğe tapıyorlar. Güzellik de neden oluşmaktadır? Ne diyorlardı Frenkçede bakışa? SALONDAN- Simetri. TEOMAN DURALI- Simetri, çok teşekkür ederim, sağ ol. Zaten Yunanca asıllı bir şeydir, symmetros birleşen, benzeşen ölçüler demektir. Bakışıma hayrandır, bir de ahenk… Yunan sanatı öteki bütün dünyadaki sanatlardan farklı olarak düz bir sanattır, doğrudandır. İnsanın şeklini olduğu gibi yansıtır. Çinlilerde, Hintlilerde, vs. öbürlerinde hepsinde bir üslupçuluk, stilizasyon vardır. Yunan heykeli, olduğu gibi, insanı en ince ayrıntısına değin tasvir eder. Damarları, kasları, vs. sanki canlıymış gibi karşınızda, o derece gerçeği taklit ederler. Resim de böyledir. Nasılsa kişi, manzara yahut resmin nesnesi, öyle konulur. Eskiden ve gençliğimde, okul yıllarında saçma sapan bir münazara konusu vardı okullarda: “Sanat sanat içindir, sanat toplum içindir.” Böyle bir şey, Yunanlıda sanat insan içindir. İnsanın tasvirine odaklanır sanat, bu simetri ve ahenk her sanat dalında görülür. Başta mimari ve biraz önce bahsettiğim heykel sanatında görülebilir. Dedik ki evleri çok mütevazıdır. Kamu binaları olağanüstü güzeldir. Bireyler için fazla bir şey yapılmıyor ama kamu binası, tapınaklar, devletin binaları muhteşemdir. Yunan şehri daire biçimindedir. Daire kutsal kabul edilir. Bu dairenin ortasında büyük bir meydan vardır. Bu meydana agora denilir. Toplum hayatının yüzde sekseni bu agorada cereyan eder. Burada alım-satım işleri vardır, şehrin meseleleri konuşulur, şehrin kanunları görüşülür, Doğu ve Batı Medeniyetleri • 189 sohbet edilir, muhabbet edilir, dedikodu edilir, her şey orada geçer. Zaten sizi birkaç gün görmedikleri vakit evinize damlarlar, ne oldu, öldün mü, kaldın mı, niye gelmiyorsun derler. Bir bakıma mecbursunuz agoraya gitmeye, kendinizi göstermeye, vaktaki savaş çıktı, sefere gittiniz yahut da görevlendirildiniz, vs. o ayrı. Her şehrin istisnasız agorası vardır ve agorada yollar bütün yönlere çıkar. Şehrin en yüksek mevkiinde tapınaklar şehri vardır. Buna akropolis derler. Her şehrin bir tanrısı vardır. Atina’nın tanrısı Athena’dır. Bütün Yunan’a şamil tanrılar da var. Bu tanrıların başını çeken baş tanrı, Tanrıların Babası Zeos’tur. Tanrılar Zeos dışında ezeli değildir, dünyaya gelirler. İnsana benzerler, kavga ederler, üzülürler, sıkılırlar, tuttukları insanlara yardım ederler, tutmadıklarını aforoz ederler, kendi aralarında kavga ederler ama ölümsüzdürler. Bir kere dünyaya geldikten sonra bir daha ölmezler. Zeos her zaman vardır. O dünyaya gelmiş değildir. Her tanrı veya tanrıça belli bir işe memur edilmiştir. Mesela Poseidon, denizlerin tanrısıdır, gemicilere yardım eder. Demeter toprakları idare eder, çiftçilere, rençperlere yardım eder. Ares savaş tanrısıdır, askerlere yardım eder, askerlerin koruyucusudur, vs. Her tanrı veya tanrıçanın bir işi vardır, belli bir görevi vardır, onunla yükümlüdür. Mesleğinize göre, işinize göre tanrınıza dua etmek, onu memnun etmek mecburiyetindesiniz. İbadet ediliyor, ufak ufak tapınaklar var. En büyük tapınaklar akropolistedir. Orada her tanrının kendi mekânı vardır ama kendisi orada oturmuyor. Orası bir çeşit temsil yeridir ve o tapınağa giremezsiniz, sadece rahip oraya girip sizin adınıza dua eder. Bu da çok ilgi çekici bir şey, bütün dinlerde bir ruhban sınıfı görürüz, üstün, tanrısal bir sınıftır, zümredir. Ruhbanı olmayan tek istisna İslam’dır. Ruhban adınıza ibadet eder, dua eder, tanrının karşısında sizi âdeta avukat gibi savunur, bu Tek Tanrılı dinlerde de vardır. Yahudilikte de bu böyledir, Hıristiyanlıkta ve özellikle de Katoliklik ve Ortodokslukta da bu böyledir. Bir tek Protestanlık bundan sapmıştır, farklıdır ama İslam hariç bütün dinlerde bir ruhban sınıfı vardır ve burada anlattığım modele göre çalışır rahipler. Dinden çıkmak biraz önce söylediğim gibi idama götürür adamı. Bu bakımdan cesaret isteyen bir şeydir ama sonra felsefede gördük, bayağı 190 • Teoman Duralı dinden çıkan kişiler olmuştur, Sokrates hariç başlarına da bir şey gelmemiştir. Sokrates de çok fazla oynamıştır, çok kurcalamıştır ortalığı, teker teker gençleri sokak ortasında durdurup sîgaya çeker, onları hakikate götürmeye çalışırdı ve bu da sonunda bazılarının canına tak etti ve büyük bir dram yaşandı. Sanattan bahsettik, gündelik hayata geçtik ve sonunda dram… Drama insanın birey olarak yaşama gerçekliğini ortaya koymasıdır. Dünyaya geldikten itibaren sürekli olarak olaylarla karşılaşıyoruz, her karşılaştığımız olayla bir ilişki kuruyoruz. Olay bize etkide bulunuyor, biz de o olaya tepki duyuyoruz. Bu akşam buraya geldim, huzurunuza, şurada bir olay var. Sizler varsınız, ben varım, ben size bir şeyler anlatıyorum, siz dinliyorsunuz. Benim söylediklerimi aklınızın süzgeçlerinden geçiriyorsunuz ve kendinize göre bir resim imal ediyorsunuz kafanızda, ruhunuzda, zihninizde; bunun hayatınız üzerinde az yahut çok etkisi oluyor. Derecesi vardır. Ağzımdan yel alsın, Allah saklasın, diyelim ki bir bomba patladı. Hepimiz kendimizi yerlere attık. Yaralananlar var, ölenler var. Bu nedir? Derecesi yüksek bir olaydır. Yani üstümüzde etkisi fazla olur. Sulh, sükûn dönemlerinde olayların etkisi daha azdır ama her olayın üstümüzde bir etkisi ve bizim buna gösterdiğimiz bir tepki vardır. İşte bu bir dramdır. Olaylarla kurduğumuz bağlantılar, ilişkiler bireysel anlamda başlı başına bir olayı ifade etmektedir. Burası anlaşılıyor mu? Çok önemlidir bu, buyurun. SALONDAN- Kişi sayısı kadar drama mı var? TEOMAN DURALI- Tabii, yani yeryüzünde bugün 7 milyar insan varsa, bir o kadar drama var demektir. Tabii dramayı yaşamak belki de belli bir yaştan itibarendir, bilmiyorum ne demeli, bir-iki yaşındaki bir çocuk için drama söz konusu olabilir mi? Olabilir, etkisini daha sonra görür. Hatta annesinin rahminde olan bir çocukta bile etkisini sonra yaşayacağı bir dramanın etkisi vardır diyebiliriz. Tiyatro dramanın temsilidir. Her bireyin yaşadığı olayın açığa çıkarılması sanatıdır tiyatro. Yunan tiyatrosunda üç sanat bir araya geliyor: Birincisi temsildir; bir kişi sahnede bir dramayı Doğu ve Batı Medeniyetleri • 191 temsil ediyor. Yüzüyle, gözüyle, hareketleriyle, davranışlarıyla bunu ortaya koyuyor. İkincisi anlatıdır; bir şey anlatıyor. Üçüncüsü arka plandaki musikidir; musiki icra ediliyor. Anlatılar ikiye ayrılıyorlar: Kişiden kişiye muhavere, konuşmalar ve o muhaverenin genel çerçevesini veren anlatı. Birisi çıkıyor diyor ki: “Şu kişiyle bu kişi arasında şöyle şöyle bir ilişki var.” Sonra o iki kişi oturuyorlar, ayakta duruyorlar, konuşuyorlar, vs. O konuşmalar olağan gündelik dilde cereyan ediyor ama tanıtan, dile getiren üçüncü kişi şiir biçiminde ortaya koyuyor. Daha sonra büyük tiyatrolarda, temsillerde, mesela Shakespeare’de, Goethe’de, vs. hep tiyatro eseri şiir biçiminde olmuştur. Bu anlatı sanatını Yunan tiyatrosu efsanelerden ve destanlardan almıştır. Destanların ve efsanelerin devamı gibidir. Burada yeni olan o muhaveredir. Gündelik konuşmalardan hareketle düzenlenmiştir ve bu tiyatro yoluyla Yunan’ın gündelik hayatı hakkında paha biçilmez ipuçları elde ediyoruz. Hiç başka bir kültürü bu derece inceleyemiyoruz. Tiyatro bize o gündelik hayatın nasıl cereyan ettiğini çok açık bir biçimde söylüyor. Bu tiyatronun anlatı kesimi zamanla Avrupa sanatında roman ve hikâye olacaktır. Tabii o muhavereleri de alıyorlar, romanlarda konuşmalar da var ama asıl anlatı zemini teşkil edecektir. Tiyatro üç kademeye ayrılıyor: Hayatın olağan akışını veren kesim dramdır. İkincisi, olağanüstü acılarla dokunmuş kesim tragodía’dır. Çözümü olmayan sorunlar, umudun kesilmesi tragodía’yi teşkil eder. Çok önemli bir noktadır. Vaktinizi alıyorum, yoruldunuz biliyorum ama burayı anlatmadan geçmeyeyim. Yunan’dan itibaren Avrupa medeniyetlerini belirleyen felsefe-bilimin dışında en önemli husus tragodía olmuştur. Fransızca söyleyişle trajedi diyoruz, Yunanca aslı tragodía’dır. Büyük acılar, acıklı durumlar, olaylar tragodía’yla ilan edilirler. Bir küçük örnek vereyim. Kral Oidipus Tiyatrosunda, Oidipus hiç görmediği bir kadına aşık olur. Kadın evlidir ama Oidipus kraldır. O tanımadığı, görmediği evli kadını kocasından koparır. Doymak bilmeyen hırsıyla fethettiği kadının iş işten geçtikten sonra annesi olduğu ortaya çıkar ve Oidipus bu acıya dayanamaz, parmaklarıyla gözlerini oyar, arkasından intihar eder. Niye gözlerini oyar? 192 • Teoman Duralı Ölmek yetmiyor, işlediği günahın ağırlığı karşısında en büyük işkenceyi etmek zorunda kendine, o da gözlerini oymak. Ben bunu dokuz-on yaşlarındayken Ankara Operasında babamla seyretmiştim. Bizim çok çok iyi oyuncularımız var. Şimdi bazı dizilerde yer alıyor tiyatro oyuncuları, üstün başarı kazanıyorlar. Tiyatroya gitmiyorsanız bile dizilerde görürsünüz ama o eskilerin yerini tutan pek görmedim. Bunların başında da, Allah rahmet eylesin, Cüneyt Gökçer vardı. Bilmem hiç izlediniz mi? O bir tragodía oyuncusudur. Babamı hayatında iki kere ağlar gördüm. Bir bu oyunun sonunda gözünden yaş geliyordu, bir de Ankara’da bir güz günü Bahçelievler’den şehir merkezine doğru arabasıyla gidiyordu ve radyodan Adnan Menderes’in idam haberi gelmişti. Arabayı bir kenara çekerek başını direksiyonuna dayadı ve ağladı ki, o zamanlar erkeğin ağlaması çok ayıp kaçardı. Tragodía İslam’da kesin olarak yasaktır. Çünkü İslam’da iki büyük bağışlanmaz günah vardır. Allah her şeyi bağışlar, bunları bağışlamıyor. Birincisi şirk koşmak, yani eş koşmak, ikincisi umutsuzluk, Allah’tan umudunu kesmek. Buna rağmen İran edebiyatında tragodía’yı görüyoruz. Fars edebiyatı dünyanın en büyük edebiyatlarından biridir. İki-üç edebiyat vardır ki bunlar göklere sığmıyor. Çağımızın büyük filozoflarından Georges Dumézil ne kadar doğru yalan bilmiyorum ama ilgi çekici bir şey söylüyor. Dumézil aynı zamanda büyük bir dil araştırmacısıdır ve ölen bir dilimizi, Çerkes dillerinden Ubıhça’yı kayda geçirmiştir, Tevfik Esenç son Ubıhça bilen kişiydi. Manyas gölü kıyısında oturan bir zattı, hikâyesi uzundur, bir gün anlatırım. Dumézil Yirmili yıllarda İstanbul Üniversitesinde ders veriyor, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Ellili yıllarda da burada bulunur ve Tevfik Esenç’i konuşturur. Ubıh dilini ses kayıt cihazlarına geçirir. Yıllarca çalışırlar beraber ve Ubıhçayı ölmekten kurtarırlar. Bugün onun sayesinde Ubıhça, Sorbonne Üniversitesi Çerkes dili bölümü veya kürsüsü içinde yer alan bir konudur. Dumézil der ki: “Hint-Avrupa toplumlarında olağanüstü bir tiyatro kabiliyeti, temsil gücü vardır ve Hint-Avrupa toplumları üçlücüdürler. Buna karşılık Samiler -Araplar da Sami’dir Doğu ve Batı Medeniyetleri • 193 biliyorsunuz- tekçidir, vahdetçidir ve onlar temsil sanatına ağırlık vermezler.” İran’ın, Farsların bu tragodía’ya ağırlık vermelerini Hint-Avrupalılıklarına, Arîliklerine bağlıyor. Ne yapmıştır Farslılar? İslam tarihi içerisinde gerçekten feci bir olay ama mesela Sünnilerde bu öyle mübalağa edilmez. Hz. Hüseyin’in şehit edilmesi hikâyesi Şiilerde olağanüstü bir hadisedir. Şiiliğin mucidi olmasalar da bile esas taşıyıcıları Farslardır. Onlardan aşağı kalmamak için Sünniler de bir şeyler ah vah ederler. Tabii ki çok korkunç bir olay muhakkak ama ateşe durmadan benzin dökerler. Bu oradaki tragodía’yı canlı tutmanın bir yoludur. Zaten İran’a gidin, hep bir tiyatrodur. Çok müthiş bir şey, Şiraz’da her akşam güneş batarken ana meydanda şiir okunur. Herkes işini gücünü bırakır, meydana toplanır. Önce Hafız’dan birkaç mısra okunur, sonra da kendine güvenen çıkar, kendi şiirini okumaya başlar. Bu sadece Şiraz’a mahsus değil, Şiraz’da bu tepe noktadadır ama öbür yerlerde de sürekli olarak edebiyat ve temsil sanatı canlı tutulur. Dil de öyledir, olağanüstü önem verirler ve hakikaten herhâlde dillerin en güzellerinden biri Farsça, bu Hint-Avrupa toplumlarında tiyatro, edebiyat ve dil çok önem kazanmıştır. Avrupalı olmamakla birlikte Araplarda da dile çok önem verilmiştir. Sebebi de Kur’an ve hadis araştırmalarıdır ama Arapçayı güzelleştirmekten ziyade fasih, açık, anlaşılır kılma çabası vardır. Buna karşılık Farsça, İtalyanca, Yunanca, Fransızca güzellik peşinde koşarlar. Bilmem anlatabiliyor muyum? Orada gramerin, dilbilgisinin yanında retorika, yani belagat önem taşımıştır. Arapçada ağırlık verilen Kur’an ve hadisler daha iyi anlaşılsın, daha açık kılınabilsin diye öncelikle dilbilgisidir. Edebiyat Yunan’da bireye odaklıdır, bireyi anlatır. Çünkü hayat birey üzerinde bulunur. Her birey eşsizdir, onun için eşiniz ne yapıyor dendiğinde benim eşim yoktur derim, ben eşsizim, her birey eşsiz. Zevcenin yerine bu saçma sapan deli saçması kelimeyi getirmişlerdir. Her insan biriciktir ve edebiyatın işi onun bu biricikliğini yansıtmaktır. Bundan sonraki oturumumuzda Yunan’ın icat ettiği en önemli konu olan felsefe-bilimden bahsederken orada da genişletmekten, soyutlamaktan bahsedeceğiz. Birey somuttur ve birey üzerinden söylediklerimiz somuta işarettir. O belirli 194 • Teoman Duralı kişiye, çevresine, hayatına ilişkindir; felsefe-bilimse soyutlayıcı bir olaydır. Orada kişiyi, teki, bireyi bulamazsınız, soyutladığınız ölçüde anlaşılır kılarsınız. Uzun boylu tuttum sizi, söyleyecekleriniz, çıkaracaklarınız, ekleyecekleriniz yahut soracaklarınız vardır, buyurun. SALONDAN- Üçüncüsü de vardı… TEOMAN DURALI- Komedia, onu unuttum. Hayatın gülünçlüklerini, gülünç kesimlerini konu eder. O kadar etkili olmadığı için onu unuttum herhâlde, en etkilisi burada tragodía’dır ve tragodía Avrupa’yı olağanüstü etkilemiştir. Avrupa’yı Hıristiyanlık üzerinden etkilemiştir, Hıristiyanlık trajik bir olaydır. Bu sebeple de çok resimlidir. İsa’nın çarmıha gerilişini düşünün, o ne müthiş bir resimdir. Sırtında taşır çarmıhını, öyle olup olmadığını bilmiyoruz, bir hikâyedir. Ondan sonra dikerler o çarmıhı, bundan önceki o son akşam yemeğini, 13. Havarinin kalleşliğini, kendisini ele vermesi, tragodía’nın zirvesi çarmıhtayken Allah’a sesleniyor: “Ey baba, beni terk mi ediyorsun?” Bunun kadar İslam’a aykırı hiçbir şey olamaz. SALONDAN- Tanrı’yı erkekleştiriyor. TEOMAN DURALI- Erkek meselesi değil, zaten Hıristiyanlıkta üçlülük var: Rûhulkudüs, ata yahut baba ve oğul. Kendisi oğul olarak dünyaya geliyor, insanlarla hemhâl oluyor. Eskiden padişahların tebdili kıyafetle gezmesi gibi Tanrı da insan kılığına girip insanlar arasına giriyor, onların çektiklerini hissediyor. Her biri başlı başına müthiş bir roman konusudur. İsa geliyor, havarileriyle Kudüs’e yaklaşıyor. Surların dibinde bir kalabalık, kalabalıktan dönüp bakıyorlar, İsa geliyor, “Ey İsa, bu kadını recmedeceğiz, taşlayacağız. Hangimiz ilk taşı atsın?” diyorlar. Kadın fuhuştan ötürü hüküm giymiş, taşlanacak. Hangimiz ilk taşı atsın? İsa’nın cevabı: “En az günah işleyeniniz.” Bütün eller düşüyor yere, kadın Mary Magdalena, İsa’nın en yakın, en önemli yoldaşlarından oluyor. Zaten ölüme giderken iki kadın kendisini takip ediyor. Bu da çok önemli bir olay, demek ki erkekler o kadar sadık değil, ölüme giderken kendisine eşlik eden annesi ve Mary Magdalena. Şom Doğu ve Batı Medeniyetleri • 195 ağızlılar daha sonra sevgilisi derler. Bilmiyoruz, öyle bir şey geçmedi hiçbir yerde, o sadece birilerinin rüyası, hayali ama Mary Magdalena İsa vefat edinceye değin çarmıhın dibindedir ve fırsatını bulduğu anda da kanayan bacaklarını, ayaklarını siler ve mümkün mertebe kendisine ıslak bir bez uzatır. Susuz kalmıştır günlerce orada, gündüz boyu sıcakta, güneşin altında, başında da dikenli tel vardır. Yani işkencenin de bu derecesi olur. Ondan sonra bu umutsuzluk, tragodía büyük bir umuda dönüşür. Mezarından dirilir. Bu bana çok tabii gelmiştir, mademki sen Tanrısın, elbette dirilmen lazım. Yani bunda bir olağanüstülük ben görmedim. Halbuki bu Hıristiyanlığa göre dirilişin sembolüdür. Bu anlattığım Avrupa edebiyatlarının en önemli motifi olmuştur. En büyük Avrupalı yazarlar şaheserler yaratmışlardır. Bunlardan biri Tolstoy’un Diriliş’idir. Shakspeare, Goethe, Dostoyevski bu konu üzerinde yürümüştür. Efendim, biz bunlara uzağız ve bunları tanımıyoruz. Böyle kitaplardan okuyarak bir şey elde edemezsiniz, bunun içine doğup, bunun içinde büyümek lazım. Avrupalı olmadığımızı hep öne sürmüşümdür ve hiç de lüzumu olmadığını iddia etmişimdir. Ne kadar Avrupalı olduğumuzu sanırsak sanalım değiliz. Çünkü bunun içine doğmadık, bu olayın, bu zihniyetin, bu çerçevenin içinde büyümedik, yaşamadık. Dininden anlattırır Avrupalı, daha sonra okumaz, o ayrı bir konu, hiçbir yortumuz Alman’ın Noel’i gibi dramatik, Rus’unki gibi resim dolu değildir. Hayatımız çok önemli ölçüde resim olarak soğuk geçer. Bunu anlatmam bile fazla bir etkili değildir, çünkü tasavvur edemiyoruz. Çok müthiş bir olaydır ve medeniyetin kırılma noktasıdır. Bunu hissetmediğiniz vakit o medeniyeti anlayamazsınız. Orada doğmuştur, üçüncü nesil çocuğudur. Dışarıda gördüğüm uzun boylu vatandaşlarımızın hiçbirinde bu yok. Beni defalarca orada ders vermenin dışında bizimkilere bahusus ders vermem için Almanya’ya, Hollanda’ya, Belçika’ya çağırmışlardır, gitmişimdir. Hatta çok güzel şeyler oluyor. Ameliyat günü idama gidecek gibi ameliyathane kapısında bekliyorsunuz, beyaz mintanlı bir hekim yaklaştı. Ağzında maske vardı, “Hocam, çok sevindim, sizi gördüm” dedi. Kim bu dedim. “Ben falancayım, sizin derslerinize gelmiştim” dedi. 2008’de sanırım Almanya’ya çağırmışlardı… Şimdi 196 • Teoman Duralı cerrah olmuş, buraya gelmişti. Böyle vesileler oldu. Her neyse, o insanlar orada doğmuş büyümüşler. Türkçesinden daha iyi Almanca yahut Felemenkçe biliyor ama öyle bir noktaya geliyor ki orada duruyor. O kapıdan geçmiyor, geçemiyor, anlamıyor. SALONDAN- Hocam, içine doğmak çok önemli bir şey herhâlde, kültür kodlarımızı değiştirmeye de çalışıyoruz. TEOMAN DURALI- Şöyle bir olaydan bahsedeyim size, Sovyetler Birliği çöktükten sonra, 1995 ya da 96’da eski bir doktora öğrencimle, -şimdi profesör bizim bölümde- ikimizi araştırma yapalım diye yeni oluşmuş Türk Cumhuriyetlerine gönderdiler, 3000 km. yol kat ettik. O zaman tabii nispeten gençtik, daha güçlüydük. Bugün onun yarısı kadar bir yolu kat et deseniz herhâlde ortada kalıveririm. Neyse, Özbekistan’dan, Taşhavuz üzerinden Türkmenistan’a geçtik. Türkmenistan’a geçtikten sonra bir küçük şehre uğradık. Orada o şehrin başında bulunan belediye başkanı mı, valisi mi bilmiyorum tam olarak, sadece aklımda kalan Sovyet zamanında Kolhoz, kolektif çiftlikler müdürüymüş, Türkmen, evine davet etti. Yerde oturduk. Önceleri talebem pek oturamadı, adam da şaşırdı, bilmem nereni koy yere diyerek bize çok ayıp kaçan bir söz söyledi. O bunu deyince benim talebe büsbütün bir şaşırdı, böyle dondu kaldı. Ben de tekrar koy bilmem neyini yere dedim ve nihayet oturdu yere, laf lafı açtı, adam hatıralarını bize anlattı. İkinci Dünya Savaşının en dramatik, trajik olaylarından biri 1942-1943 tarihli Stalingrad muharebeleridir. Bu adam Kızılordu’nun bir mensubu olarak Stalingrad’dan Berlin’e kadar, 42 sonlarında, aralıkta buz gibi bir gece dedi. O kadar ki yıldızlar böyle çok berraktı. Bütün arazi bembeyaz, koyu bir ayaz ve gece çok açık bir hava var, belki eksi 40-45 derece, bir baktık biz burada duruyoruz siperde, karşı tarafta bizden taş çatlasın 100 metre ileride Almanlar, düşmanlarımız koca bir ateş yakmışlar. Hepsi görünüyor, şöyle doğrulsak tüfeğimize hepsini vuracağız ve koro hâlinde şarkı söylüyorlar. Gittim, biraz ötemizde subaylar var. Tabii subaylar hep Rus, Türkmenlerden, Özbeklerden filan subay olmuyor, sadece er. Yanlarına gittik bir arkadaşımla birlikte, “Yahu niye duruyoruz, bu herifler karşımızda dikilmiş duruyorlar, Doğu ve Batı Medeniyetleri • 197 ateş edelim, indirelim aşağı” dedik. Subay başını kaldırdı, “Orada lüks lamba yanıyor” dedi. Bir baktım, gözünden yaşlar gelmiş. Acaba bu kaç ton votka içti dedim. Baktım sağıma soluma bir şey yok, şişe yok. Bir şey yapamayız demiş, çünkü onların bu Noel gecesiymiş. Bir zihniyet akrabalığı var. Nasıl bir zihniyet akrabalığı? İki tarafta da depresif melankolik duygu hâli, can düşmanlarının ruh hâli çok benzeşiyor. Türkler soydaşımız, onlar hiçbir şey anlamıyor. Benim talebem de bir şey anlamadı. Bu Türkmen’in evinde geceledik, ertesi sabah kalktık, kahvaltı edeceğiz. Yahu dedim, adamın anlattıkları ne kadar ilgi çekiciydi. “Ne anlattı ki Hocam?” dedi. Hadi hazırlanalım biz gidelim Aşkabad’a, bunlar ancak çok yakın ilişkileri kurulduktan sonra anlaşılabilen olaylardır. Uzaktan hiçbir zaman tahayyül edemiyorsunuz. Diplomat, gazeteci, vs. olarak gidiyorsunuz… içinde yaşamanız lazım. Belki o bile yetmemiştir, o mesela dostum, arkadaşım şey yapmayayım. Evet efendim, soracak bir şey varsa buyurun sorun. SALONDAN- Hocam, bir yerde diyorsunuz ki: felsefi sistemin çarpıtılmasından elde edilmiş ideolojinin verisi içi boş, rengarenk kağıtlarla sarıp sarmalamış, yığınla deyimler ve deyişlerle zihinleri bulandırmış, uyuşturup yozlaştırmış, böylelikle insanın savaşmayla başkaldırma hassasına öldürücü darbe indirilmiştir. Bunu biraz açar mısınız? TEOMAN DURALI- Sömürü karşısında, haksızlık karşısında insanın her şeyden önce düşünme gücünü bulamamasıdır. Çünkü savaşmak için düşünmen lazım, yani tepki duygusal olabilir, o bir işe yaramaz ama düşünüp taşınarak ben nerede haksızlığa uğradım ve bana yapılan nedir, niye yapıldı şeklinde bir düşünme ve buna getirdiğiniz cevaplara dayalı eylem… Eylem zaten düşünmeye dayalı harekettir. Sadece insanda vardır, hayvanın eylemi yoktur. Bu bir ihtimal sermayecilikten bahsediyor. Propagandalarla bulandırılıyorsunuz, sizi işliyorlar, sürekli olarak işliyorlar. Sadece Hitler’in yöntemi değil, bunu Amerika, İngiltere de yapıyor. Çok masum görünen laflarla uyutuluyorsunuz. Almanya’da bir konuşma yapıyordum. “Sizde demokrasi yoktur” dedi bana, “Peki, bizde yok, güzel, sizde var mı?” dedim. 198 • Teoman Duralı “Tabii var” dedi. “Şimdi ben öyle bir şey söylerim ki beni burada Berlin’in en büyük meydanında asarsınız.” dedim. Denilemeyecek şeyler var her ülkede, Almanya’da kalkıp Naziliği yahut Hitler’i överseniz bittiniz, ölümünüze imza attınız demektir. İngiliz tarihçisi “Gerçekten bu kadar Yahudi öldürüldü mü, öldürülmedi mi?” sorusunu soruyor, beş ay hapse giriyor. Benzeri bir şeyi ben de dedim. Kur’an’da bir insanı öldürmek bütün insanlığın kanına girmek demektir. Yani fark etmez ha 6 milyon öldürmüşsün, ha bir kişiyi öldürmüşsün, ne fark eder o kişi masumsa? Vay, kıyamet koptu. Bana hak vermediklerinden değil, korku belası. O bakımdan çok olağan görünen birtakım şeyler beyin yıkamaya kullanılıyor. Sadece bunu komünistlerde, faşistlerde, vs. görmek gerekmiyor Sabah akşam reklamlar karşısındayız. Radyoyu açıyorsun reklam, sağına bakıyorsun reklam… bunlar hep beyin yıkamadır. İşte paranı bilmem nereye yatır, telefon ediyor eve… Ne hakkın var bana bunu yapmaya, beni ikna etmeye? Üç aşağı beş yukarı bunları kastediyor orası. Evet, buyurun efendim. SALONDAN- Bir de başka yerde İngiliz Yahudi medeniyetinin ahlâkça İslamlaşmasından bahsediyorsunuz. Bunu açar mısınız? TEOMAN DURALI- Şimdi şu var, bugün de çok söylenen bir şeydir: Müslümanlar Müslümanlığa asla uygun yaşamıyor ve davranmıyor. Bunu her an görüyoruz, yaşıyoruz. Yaşayamazsınız, çünkü biraz önce söylediğim gibi sürekli beyniniz yıkanıyor. Kılık kıyafetle, görünümle belli bir medeniyetin mensubu olunamıyor, içleştiremiyorsunuz. İçleştirmeniz başkaldırmanıza bağlıdır. Bunun için gerekli olan eğitimden yoksunsunuz, eğitilemiyoruz. Bundan seksen-yüz yıl önce üç aşağı beş yukarı bu eğitimden gene geçiyordunuz, bugün bu mümkün değil. Mesela bana bir insanın ahlâklı olması dindarlığıyla iç içe midir diye soruluyor. Ben dinin zerresine uğramamış öyle insanlar tanıyorum ki… Bilmem hiç işittiniz mi eski komünistlere “eski tüfek” denilirdi. O eski tüfeklerden insanları tanıdım ben, ben bu kadar dürüst adam görmedim. Bir tanesi -ben cani olmayan herkese Allah rahmet eylesin diyorum, karar Allah’ındır tabii- Doktor Hikmet Doğu ve Batı Medeniyetleri • 199 Kıvılcımlı, onu işitmişsinizdir, o yüzden bahsediyorum. Ömrünce harama ne el atmış ne göz çevirmiştir. Tutarlı, davasına ram olmuş bir adamdır. Hepsi öyleydi bunların, bütün öbür tanıdıklarım da öyleydi. Nasıl oluyor bu? Çelişmiyor mu diyorlar bana, hayır, çelişmiyor. Çünkü ahlâklı bir ortamda yetişmişlerdir. Bu terbiyeyi aldıkları ortam kapitalizm öncesi Müslümanlığın yaygın olduğu bir dünyaydı. Benim dediğim mütedeyyin olmayan insanların ahlâktan kopmaları doğru mudur, yanlış mıdır? Bunu sınamak için o eski tüfeklerin torunlarına bakacaksınız, onlara değil. Onlar öyle yetişmiş adamlar, bütün davranışları o kişilerin hep Müslümancaydı. Kur’an’ı reddediyor, inkâr ediyor, Marksçılık iddiasıyla kendini ateist gösteriyor. Önemli değil, ateizm de bir inançtır. Tanrı’ya inanmama inancı, çünkü Tanrı işte şurada oturuyor, Allah buradadır diye gösteremediğimize göre onun varlığına inanma bir inançtır, inanmama da bir inançtır. Kanıtı yok, dolayısıyla onların da belli bir inancı var. Şimdi tümüyle sapıtmış olarak gösterebileceğimiz torunlarıdır. Öyle midir, değil midir onları tanımıyorum, bir şey diyemem. O bakımdan Müslümanım demek, ben öyle yaşıyorum demek bu işin ispatı değildir. Pekâlâ Müslüman olmayan veya din dışı da gördüğümüz insanlarda da o tavrı, o ahlâkı bulabiliyoruz bu söylediğim sebepten ötürü. SALONDAN- Bugünkü İngiliz Yahudi medeniyetinin insanları o Müslüman ahlâkına ulaşabilir mi? TEOMAN DURALI- Bir ara böyle bir şey umuyordu insanlar, özellikle İkinci Dünya Savaşından hemen sonra böyle bir umuda kapılmışlardı. Gördük ki boşmuş, yani beterin beteri vardır. Nasyonal sosyalizm bundan da beter çıktı ama o yıkıldıktan sonra kapitalizm hiçbir zaman kendini ahlâktan yana ispat edememiştir. SALONDAN- Hocam, merhabalar. Birinci çağ Avrupa medeniyetinde dinin yerini felsefe-bilimin alması ve felsefebilimin yerini ideolojiye bırakması, ideolojinin de Cemil Meriç’in tabiriyle “insanın zihnine giydirilmiş bir deli gömleği olması” noktasından hareketle Yusuf Akçura’nın “Türkçülük İslamcılık ve Batıcılık”, yani 150-200 yıldır hâlâ tartıştığımız ana siyasi partilerin ilkelerini belirleyen düşünce 200 • Teoman Duralı biçimlerinin bir ideoloji olduğunu düşünüyor musunuz? İkincisi, bu ideolojinin, yani bu deliliğin yerine neyi ikame edebileceğimizi size sormak istiyorum. Aklıselim olarak bu ideolojinin yerine ne gelebilir? TEOMAN DURALI- Dinin yerine felsefeyi ikame etmeye çalıştılar, onu söylüyorum. Çünkü hayatın bütün köşe bucağına teşmil edilmiş, yayılmış bütün insani ve hayati sorularınızın cevabını beklediğimiz felsefeler, ideolojilerdir. Bunlar ilerlemezler, felsefe sürekli ilerler. Bu çok uzun bir hikâye; diyalektik yöntemle her sentez yeni bir tezdir. Halbuki ideolojide ulaştığın sentez sondur. Buna dogma denilir. Buna itiraz edemezsin. Bir sentezin tez olması için antiteze ihtiyacın var, sorgulamaya ihtiyacın vardır. O sentezi sorgulayamazsın, yasaktır. İcabında kellen gider sorgulamaya kalktığında, anlatabiliyor muyum? Böyle sentezlerden kurulu bir düşünce yapısı bir felsefeye öğreti diyoruz. Öğreti de ideolojiye vücut verir. Yeni Çağda, 19. yüzyılın başlarından itibaren biz bu oluşumu görüyoruz ve ilke sermayeciliktir, kapitalizmdir. Adam Smith’in kurduğu, Karl Marx’ın bize açıkladığı bu ideolojinin adı kapitalizm, ondan sonra sosyalizm, komünizm, nasyonal sosyalizm, faşizm çıkıyor karşımıza. Sosyalizmle komünizm arasındaki farkı ben hiçbir zaman anlayamadım. Nedir, aralarında ne fark var bilmiyorum. Faşizmle nasyonal sosyalizm farklıdırlar. Karıştırılır çoğunlukla, sebebi de Stalin’dir. Mahsus kafaları karıştırmak için nasyonal sosyalistlere faşist demiştir. Halbuki nasyonal sosyalizm faşizm değildir, faşizm de nasyonal sosyalizm değildir. Ayrı iki ideoloji bunlar. Benzer mi? Benzer, hepsi birbirine benzer. Yani nasyonal sosyalizmin komünizmle benzeyen tarafları da var, faşizmin de komünizmle benzeyen tarafları var. Her neyse, hayatı insanlığın ilk ortaya çıkışından 19. yüzyıla değin idare eden din olmuştur. Din ortadan kaldırılıyor, yerini dediğim gibi önü kapatılmış, tıkanmış felsefeler, ideolojiler alıyor. Dinle ideoloji arasında çok büyük fark var, günümüzde din de ideolojileştirilmektedir. Bunun en önemli örneği İslamcılıktır. Cılık, cilik “izm”in Türkçe karşılığıdır. İzm ideolojiye getirilen bir takıdır ve her ideoloji insan elinden çıkmadır. Din tarifi gereği, ilkece insanüstü, insan dışı bir varlık veya varlık tabakası Doğu ve Batı Medeniyetleri • 201 tarafından oluşturulmuştur. Gösterilemez, işaret edilemez, Tanrı veya başka bir şey; mesela Budizm’de Tanrı yoktur ama bir manevi güç vardır. Din insanüstü bir olaydır. Buna karşılık felsefe insandan çıkmadır, müellifi vardır. İşte sen dini ideolojileştirdiğin ölçüde insana yamıyorsun demektir. İnsanın adaletsizlikleri vardır. Dinler ise istisnasız kendilerine adaleti zemin etmiştir. Bazı dinler daha fazla adalete vurgu yapar, bazısı daha az ama mutlaka adalet vardır içinde, bir kere her din insanlar arasındaki eşitsizliği gidermeye yöneliktir. SALONDAN- Katoliklikte de var mı bu? TEOMAN DURALI- Tabii, niye Katolikliği kaldırıyorlar ortadan, niye Protestanlık gelmiştir? Kapitalizme engel oluyor diye. Katolikliğin hakkını yemeyelim. Papa engel oluyor, engel teşkil ediyor. Gericidir, Orta Çağdır, karanlıktır, bunlar hep demin dediğim gibi propaganda yüklü şeylerdir. Orta Çağ hiç de öyle karanlık değildir, Orta Çağda çok müthiş fikirler vardır. Mükemmel miydi, harikaydı mıydı? Hayır, hiçbir şey mükemmel değil, harika değil. Unutmayın ki, Marksçılık bile Hıristiyanlıktan gelişiyor. Hz. İsa İncil’de, “Alın teriyle sulanmamış hamurdan pişmiş ekmek boğazına düğümlensin” diyor. Bundan daha feci bir beddua olabilir mi? “Zengin adamın cennete girmesi devenin iğne deliğinden geçmesinden zordur.” Bundan daha komünistçe bir laf olur mu? Buyurun efendim. SALONDAN- Hocam, her din eşitliği sağlamaya çalışıyor. Ama Yahudilerde üstün millet olgusu var. Mesela, kendi inancından olmayan insanlara faiz verebilirsin diye bir yaklaşım. TEOMAN DURALI- Dinin özü vardır, dinin tarihi seyri vardır. Yahudilik bütün insanlığa gelmiş ilk insancı Tek Tanrılı dindir. Hz. Musa bütün insanlığa sesleniyor. Bunu biz “On Emir”de görüyoruz. Belli bir kavme demiyor, bütün insanlara öldürmeyeceksin, çalmayacaksın, vs. emri geliyor. O Tanrı’nın adını tam bilmiyoruz, Yahudilikte Tanrı’nın adını telaffuz etmek yasak, bir ihtimal Yahveh, bütün insanlığa hitap ediyor. Sonra İsrail kavmi o dini kendi kavmiyetine mal ediyor, râmediyor, kavmileştiriyor. 202 • Teoman Duralı Çünkü inanmayanlar denizinde bir mümin ada olarak kalıyor. Şunu da söyleyeyim, Hz. Musa önce Firavun’a gidiyor biliyorsunuz, ona tebliğ ediyor. “Bak, Allah dini budur, gel sen de buna iman et” diyor. Firavun kovuyor, “Sen ne oluyorsun, Tanrı benim, başka Tanrı nasıl çıkarırsın karşıma?” diyor. O da çarnaçar kendi kavmine, Yahudilere yöneliyor. Yahudi bir dinin adıdır efendim İslam gibi, Hıristiyanlık gibi. O yüzden Muhammedî nasıl sakat bir deyimse Musevi de öyledir, Musa’ya tapmıyorlar ki. Yahudilik dinin adıdır. Büyük ihtimalle Ya-hu-da’dan geliyor. Hu Arapçadaki gibi İbranicede de üçüncü tekil şahıstır, “o” demek, Tanrı’nın adını telaffuz edemediklerinden “O” diyorlar. Bizim tasavvufa da geçmiştir, Hu çekilir. Arapçayla İbranice akraba dillerdir, birçok kelime benzer, Hu da öyledir. Ya da bir nidadır: Ey Tanrı, ey Allah manasına gelir. Sonuna gelen “î” izafettir. Yani Allah’a inananların dini manasına geliyor. O bakımdan bu kelimenin hiçbir sakatlığı, bir kötülüğü yoktur. Herhâlde Avrupa’da çok aşındığı için, Judaism onun karşılığı olduğundan ötürü bizimkiler de kendi kendilerine gelin güvey oldular. Bizim İsrail kavmine bir kötülüğümüz dokunmamıştır, bir şey yapmadık ki niye onların günahını üstlenelim? O bakımdan tekrar sorunuza gelirsek, Yahudilik bir kavme değil, bütün insanlığa gelmiştir. O bir kavme rağm edilmiştir, kendilerini Allah’ın ilk dinine mensup olmanın üstünlüğünü yaşıyoruz iddiasında bulunmuşlardır. Kabahat onlarındır, dinin değil. SALONDAN- Weber’in yaklaşımına göre Protestanlıkla kapitalizmin birbirini tetiklediği… TEOMAN DURALI- Efendim, burada Protestan varsa affına sığınırım, maksadım hakaret değil, Protestanlık tamamıyla suni, yapma, uyduruk bir dindir. SALONDAN- Kapitalizmle ilişkisi bağlamında, Protestanlıkta Tanrı zenginleri sever. TEOMAN DURALI- Gayet tabii. Protestanlığın Hıristiyanlıkla ilişkisi ne kadardır bilmiyorum, Katolikliğin, Ortodoksluğun ne kadardır, o bile şüphe götürür ama hiç olmazsa Protestanlığa oranla çok daha yakındırlar. Bana sorarsanız, belki de sormuyor- Doğu ve Batı Medeniyetleri • 203 sunuz, bilmiyorum, Protestanlık din değildir. SALONDAN- Kapitalizmi sırtlanıyor, ona eşlik ediyor. TEOMAN DURALI- Tabii onun için Katoliklik belli grupta kalıyor. Bunun kabahatlisi, suçlusu Luther değildir, Luther belli bir ıslahatı getirmek istemiştir. Katoliklikte suiistimalleri önlemeye kalkmıştır, Hıristiyanlığın özüne dönmeyi istemiştir. Ondan sonra bunu fırsat bildi siyasiler ve o engeli kaldırdılar ve kapitalizme yolu olduğu gibi açtılar. Dinle kapitalizmi bağdaştıramazsınız. Bu anlamda komünistlerin hakkı var inkâr etmekte, inkâr ediyor, bitirdim diyor, atıyor. SALONDAN- Bir mezhep… TEOMAN DURALI- Mezhep değil bence Protestanlık, dediğim gibi affınıza sığınıyorum, bu benim belki yanlış bir yorumumdur ama tamamıyla bir aldatmaca olduğu kanısındayım. SALONDAN- Hocam, ideolojilerin dinin yerini aldığını söylediniz, dolayısıyla din ahlâk temelinde bütün insanlığa hitap eder ama ideolojiler direkt komutlar verir, benim anladığım. TEOMAN DURALI- Hayır, bazı ideolojiler bütün insanlığa sesleniyor. Komünizm öyledir, kapitalizm de öyledir. Belli bir kavme seslenen nasyonal sosyalizmdir. SALONDAN- Dolayısıyla asli dinin yanına ideolojiyi de koyamayız… TEOMAN DURALI- Koyamayız demedim ben, koyulmuştur zaten. SALONDAN- Koyuluyor da hani tutmamasının sebebi… TEOMAN DURALI- Tutmuyor da demedim. SALONDAN- Toparlayamadım ben Hocam, bunu söylerken Tanrı’nın varlığını kabul etmemiz gerekiyor mu? TEOMAN DURALI- Komünistseniz hayır. SALONDAN- Komünistsem zaten kabul etmiyorum, kabul etmeyince de o zaman ideolojiyi din olarak kabul ediyorum. 204 • Teoman Duralı TEOMAN DURALI- Evet, ideoloji dinin yerini tutuyor. Kapitalizmde serbestsiniz, ister Tanrı’ya inanın, ister inanmayın ama Tanrı’nın ahlâkına uyamazsınız kapitalizmde, çünkü Tanrı kulu soymasına cevaz vermez. Özellikle de Müslümanlıkta, bunun için modern hayatla uyuşur mu dedikleri vakit uyuşmaz. Modern hayat, çağdaş hayat kapitalizmdir. SALONDAN- Avrupa’da Tanrısız bir idealizm var demiştiniz Hocam bir yerde. TEOMAN DURALI- Evet, tabii Tanrısız idealizmler var. Nietzsche bunun bir örneğidir. SALONDAN- Hocam, sabrınıza ve affınıza sığınıyorum. Sizi bulmuşken sorayım, sizce Türk tarihinde ideolojik din ya da ideolojinin dini kullanması hangi dönemle başlamıştır? TEOMAN DURALI- Cumhuriyet’le birlikte bizde iki fikir takip edilmiştir. Öncelikle dinin topyekûn iptalini savunanlar olmuştur. Tabii bu Cumhuriyet’ten önce de vardı. Osmanlı’nın son dönemlerinde Abdullah Cevdet gibi kişiler bunu savunuyorlardı. İkincisi, Müslümanlığın Hıristiyanlığa benzetilmesi gereğini savunanlardır. Hıristiyanlıktan kastettikleri özellikle Protestanlıktır. Yani bir İslam Protestanlığının her alanda ortaya çıkmasını savunmuşlardır. Mesela camilere sıralar konulsun, yerde değil kilisede olduğu gibi oturularak ibadet edilsin. Hıristiyanlıkta ve öteki bütün dinlerde belli ölçüde dinin belli bir alanı, dünyevi hayatın bir alanı vardır. İslam’da bu ayrım yoktur. İslam’da ruhban sınıfı olmadığından ötürü dinle dünyevi hayat iç içedir. Yani şu dini yapıdır, bu dünyevi yapıdır, şu dini alandır, bu dünyevi alandır diye bir şey yok. Her alan dinin içindedir. Büyük abdest, küçük abdest -affınıza sığınırım- bile din tarafından belirlenmiştir. Dinin belirlemediği hiçbir şey yok. Bu kalksın deniliyor bu ikincisini savunanlar, şimdi bu ikinci görüşü savunanlara karşı bir tepki olarak dine dayalı bir ideoloji ortaya çıkarılıyor. Sadece Türkiye’de değil, düşünce hayatının çok etkin olduğu Mısır, Hint -sonra Pakistan oldular- gibi İslam ülkelerinde böyle bir akım ortaya çıktı ve fazla tanınmıyordu. Yani ben üniversite sıralarında İslamcılığı hiç işitmedim. Ne zaman işitmeye başladım? Yirmi-yirmi beş yıl Doğu ve Batı Medeniyetleri • 205 önce ve buraya paralel olarak Malezya’da işittim, hatta ilk tepkim şu oldu: Demek yeni bir ideoloji daha ortaya çıktı başımıza. Sonra bu gitgide arttı. Pakistanlı filozof, Chicago Üniversitesinde Profesör Fazlur Rahman… Doğrudan ondan da işitmedim. Bir gün bana çok saydığım, sevdiğim Rektörüm olan Nakib el-Attas “Bak şuna, kalkmış İslamcılık diye bir laf uydurmuş” dedi sohbetimizde, nedir dedim, nasıl bir şey bu? İşte o anlattı. Önce fazla takmadım, Fazlur Rahman’ı sevmez, aynı ipte oynayan keçiler gibi onlar hep birbirlerini kıskanırlar ama sonradan düşündüm taşındım ki hakikaten çok saçma bir laf olarak bana geldi demin söylediğim gerekçelerin ışığında. Her neyse, o sıralarda bu tepki olarak çıktı. Halbuki pekâlâ bir İslam’a dayalı dünyevi bir ideoloji kurabilirsin ve onunla hayata yön verebilirsin. İslam’ı kullanmadan ama İslam’dan nemasını alan, ilhamını alan bir şey. Çünkü İslam’ı doğrudan doğruya kullandığında İslam’ı töhmet altında bırakıyorsun. Dünya hayatında sürekli hatalar işliyoruz. Kimse dini bu anlamda kullanmamalıdır. Bu çok büyük bir hatadır. Beni uyandıran dünya olaylarıdır. İran devriminden sonra ben bunu gördüm. Humeynî rejiminin babasını idam ettiği kişinin dine etmediği küfür kalmadı. Çok psikolojik bir şey ama bu bir gerçeklik. Onun için asla hiçbir vakit din ve Tanrı kullanılmamalı dünyaya, ondan dediğim gibi esinlenirsin, kurarsın mekânizmanı ama din adına iş görmek çok sakattır. SALONDAN- Osmanlı öyle midir Hocam? TEOMAN DURALI- Biz hep laiktik tüm tarihimiz boyunca, çünkü bizim ruhban sınıfımız yok. Osmanlı da laik, Selçuklu da laiktir. Çünkü laikliğin karşıtı clerical düzendir, kilise düzeni demektir. Kilise bir müessesedir. Bizde öyle bir müessese, öyle bir kurum yok. Bizim kilisemiz yok. Cumhuriyet’ten sonra biz dini çok sakatladık. Şimdi mesela, diyorsunuz ki bu bir din adamıdır. Müslümanlıkta din adamı yoktur. Babam mühendisti, rahatlıkla cuma namazını, bayram namazını, cenaze namazını kıldırabilirdi. Çünkü o zihnin içinde yetişmiş bir kişiydi, yani din adamı olma gibi bir uzmanlık sahası yoktu. Bugün din adamımız var, müftümüz var. Gerçi o zaman 206 • Teoman Duralı da müftüler vardı ama bahusus din personeli gibi bir şey yoktu ve clerical düzende o insanlar kutsallık taşırlar. Tanrı’nın bir parçasıdırlar. Bugün gidin Papa’ya bir tokat atın, Tanrı’ya atmış olursunuz. Papaza omuz atamazsınız. SALONDAN- Papa istifa etti Hocam, Tanrı istifa eder mi? TEOMAN DURALI- Tanrı Nietzsche’de ölüyor bile, buyurun efendim. SALONDAN- Televizyonda Alev Alatlı’nın bir söyleşisini dinlerken şöyle bir şey söyledi: Aslında Marksizm de bir ideolojidir ve dini bir kisvesi vardır. TEOMAN DURALI- Şimdiki Papa Francis Küba’ya gitti. Castro’yla tanışır, sohbet ederler. Bir ara Castro Papa’ya “Yahu siz benden de komünistsiniz galiba” demiş Papa’ya, Papa da gülerek demiş ki: “Senin ağababaların komünizmi bizimkilerden öğrendiler.” Demin verdiğim örnekleri düşünün, ilk Hıristiyanlar düpedüz bir komünist hayatı yaşıyorlardı. Nedir farkı Marksçılıktan? Maneviyatı var, maneviyat esastır. Halbuki Marksçılık reddediyor maneviyatı, yani o anlamda oradan esinlenmiş olması şaşılacak bir şey değildir. Adaleti aradığınız yerde dini buluyorsunuz, bu bir din propagandası değil, bir tasvirdir. Tarihi süreç içerisinde bozuluyor, bozulmuştur. Osmanlı Devleti din devleti denilir, değildir. Sadece laik, yani ruhban sınıfı olmaması meselesi değil; Müslümanlığın, Kur’an’ın en önemli baş buyruğunu çiğniyor. Fatih’in çıkardığı evlat ve kardeş katlinin karşısında “Birisini öldüren, bütün insanları öldürmüş gibidir” diyor Kur’an. Sen yeni doğmuş bir bebeği boğazladığın vakit ne oluyor? Bundan büyük bir günah olabilir mi? Haksız mıydılar? Devlet aklı belki bunu gerektiriyordu ama Müslümanlığa aykırıdır ve çok aykırıdır. SALONDAN- Ama milleti kurtarmak için kendi ailesini feda ediyor. TEOMAN DURALI- Anladım, ben ona bir şey demiyorum. Ne kadar Müslümandı, onu söylemeye çalışıyorum. SALONDAN- Şeyhülislamlık mevkii için nasıl bir şey diyebiliriz? Doğu ve Batı Medeniyetleri • 207 TEOMAN DURALI- Şeyhülislam tamamıyla bir memurdur. SALONDAN- Ama Hocam, büyük bir bağlayıcılığı olduğu söyleniyor teoride. TEOMAN DURALI- Hayır, hiçbir şekilde şeyhülislamın çıkardığı fetvaya uymak mecburiyetinde değilsin. Sadece sen padişah olarak, idareci olarak çıkardığın bir kanunun İslam’a uygunluğu veya uygun olmamasını sorarsın. Eminim Fatih’in şeyhülislamı uygun değildir demiştir. Mümkün değil başka türlüsü. SALONDAN- İran seferine giderken Yavuz Sultan Selim fetvayı alamıyor diye biliyorum. TEOMAN DURALI- Gayet tabii, başka İslam toplumuna karşı savaşamazsınız. Sadece İran değil, Memluklularla da savaştılar. SALONDAN- Geçmişte olduğu gibi şimdilerde de İngiliz Yahudi medeniyetinin tek alternatifi klasik hâliyle İslam medeniyetidir, İslam medeniyetinin yeni baştan inşası gerekmektedir. Bu işse hâlihazırdaki tek medeniyet şablonuna uygun şekilde olabilecek… TEOMAN DURALI- Evet, siz hiçbir şekilde benim İngiliz Yahudi dediğim, çağdaş medeniyete kapıları bacaları kapatarak bir yere varamazsınız. Çok keskin bir bıçak üstünde yürüyor. Sadece İslam medeniyeti için konuşmuyorum, bunu yapan Nazi Almanyası ve komünist Rusya çökmüştür. Çünkü bütün dünyevi ilerlemeler o medeniyetin bağrında cereyan ediyor. Bugün çok akıllı bir millet olan İranlılar, baktılar ki güme gidecekler, bir hamle yaptılar, bacalarını, kapılarını Amerika, İngiltere’ye açtılar, anlatabiliyor muyum? Çünkü çok gerisinde kalıyorsunuz dünyanın ve toparlanamıyorsunuz. Benim bir yanım biyologdur, gün aşırı biyolojideki gelişmeleri takip etmediğim vakit çok basit bir felsefeyle ayın öbür tarafında kalıyorum, orayı takip edeceksiniz, orayı sürekli gözünüzün önünde tutacaksınız ama ahlâkî bakımdan oranın hükmüne girmemeniz lazım. Çok ince bir çizgidir. Çok kıvrak bir akla ihtiyaç var. SALONDAN- Bu mümkün mü? 208 • Teoman Duralı TEOMAN DURALI- Bence mümkün, ne kadar mümkündür? Bundan üç yahut dört yıl önce İran’a davet etmişlerdi. Orada bir televizyon programında İran’ın uluslararası durumuyla ilgili “Nasıl buluyorsunuz?” şeklinde bir soru sordular. Ahmedi Nejat dönemiydi ve daha sıkıydı. “O kadar kapatırsanız bacaları, pencereleri yarın çökersiniz ama tuttuğunuz yolu da kaybetmeyin bu arada” dedim. Benzeri Küba’daydı. Ben Küba’yı çok sevdim ama Küba çıkmaz bir sokak, bütün Küba’da dört tane bilgisayar var. Lazım mı? Bir yerde lazımdı. Herkese mi? Hayır ama Havana Üniversitesinde hiç olmazsa internete bağlanıyorsunuz. Havana Üniversitesinde Felsefe Bölümü Başkanını görmeye gittiğimde adam kaçtı. Sonra da Havana Komünist Partisi birinci sekterine söyledim bunu, dedim niye bu adam kaçtı gitti? “Bana söyleseydiniz ben sizi buluştururdum” dedi. Bunu yapmayın, bu kadar korkmayın, bu kadar şüpheci olmayın, ne olacak yani? Benim adamı efsunlayacak hâlim yok. Ne var bunda, sen insanına güven. Çok yaratıcı insanlar Kübalılar, son derece zeki, iş bilen, becerikli insanlar, bütün iş kapılarını kapatma bunlara özel teşebbüsü yasaklıyorum diye, sömürüyü önle. Bırak lokantamı açayım, bir el işi yapıyorsam onu sergileyeyim, satayım. Yarın da çocuğumu, eşimi dostumu da çalıştırabilirim. Parasını ödeyeceğim. Böyle çok katı bir şekilde önlediğiniz vakit su akacak mecra bulamıyor. Şimdi açtı kapıları Küba, bu sefer çok fazla açtı. En kötüsü turizme bu kadar cevaz vermek, ilk beliren de fuhuştur. Küba’da hiç öyle bir şey yokken birdenbire fuhuş patladı. Fuhuşla beraber uyuşturucu da gelir, kumar da gelir, bütün pislikler, kötülükler gelir. Sanayiyi en başta aç, tröstler, tekeller oluşmasın ama insanlar yaratıcılıklarını konuştursunlar. Orada bütün mesele herkes memur olmak istiyor. Memurluk kadar öldürücü bir iş kolu bilmiyorum. Oturuyorsun bütün gün, hım hım hım… Affınıza sığınarak oturumu bitiriyorum. Doğu ve Batı Medeniyetleri • 209 MAYIS 2016 Felsefe-bilimin Doğuşu TEOMAN DURALI- Efendim, Yunan medeniyetinde kalmıştık. Hatırladığım kadarıyla ilkin Yunan medeniyetinde siyasi düzenden söz ettik, arkasından sanata geçtik. Özellikle tiyatro, edebiyat üzerinde durduk ve bu son toplantımızda tarihin en önemli kırılma noktaları sayabileceğimiz felsefe-bilimin oluşmasına sıra geldi. Öncesi yoktur, felsefe-bilimin çıkması tarihte ilk defa baş göstermiş bir olaydır, tabii birdenbire gökten zembille de inmiş sayılmaz. Şu anlamda öncesi var ve aynı zamanda da yok diyebiliriz. Felsefe-bilimin annesi bilgeliktir ama bilgelik kendiliğinden doğrudan doğruya doğal olarak felsefe-bilime yol açmış değildir. Bilgeliklerle her kültür çevresinde karşılaşıyoruz. Bilgelikler dinlerden oluşmuştur, dinlerden dünyaya gelmişlerdir. O toplumun kendine mahsus dininden ortaya çıkıyor. Dinden farkı şu: Din müellifi belli olmayan bir olaydır. Yani kimin onu belirlediği belli değildir. İnsanların ilk ortaya çıkışından itibaren din olayıyla karşılaşıyoruz. İlk ortaya çıkışları, rakam veremeyiz ama bugünkü tahminlere göre 300 bin yıl önce Orta Doğu Afrika’da insanların ortaya çıktığı tahmin edilmektedir. Yaklaşık 100. Binde bütün Afrika’yı sarmış oldukları düşünülmektedir insanların, bu olayda üç alt olay baş göstermiştir: dil, din ve zanaat yahut teknik. İnsanlarla birlikte bu üç olayın aynı anda ortaya çıktığı düşünülmektedir. Bunlar dediğim gibi tahminlerdir, akıl yürütmelerdir. Çünkü elde inandırıcı belgelerden yoksunuz. Yazı yoktu daha o dönemlerde ama daha sonra kültür olaylarına baktığınızda bunlardan hareketle onları geçmişe yönlendiriyoruz; daha sonra gördüğümüz kültür hareketlerinde ve geçmişte nerede toplumla karşılaşıyorsak orada bu üç olayla da karşılaşıyoruz: Dinle, dille, zanaatla. Zanaat insanların ihtiyaçlarını karşılamak üzere yürüttükleri etkinliklerdir. Doğadan topladıkları maddeleri ihtiyaçlarına göre biçimlemişlerdir. İhtiyaçlarını karşılamak üzere biçim vermişlerdir bu maddelere; 210 • Teoman Duralı o hammaddeye malzeme diyoruz. İşlenmiş olan, insanın elinden geçip de işlenmiş olarak insanın ihtiyacını gideren maddeyeyse mamul diyoruz. Çıplaklıktan korunmak, yani ısınmak üzere hayvanın postunu, derisini kullanmak, etinden yiyecek üretmek, değişik otları yine beslenmek üzere kullanması gibi, bu hammaddeler sürekli olarak kullanılmıştır, uygulanmışlardır. Bu bir zanaattır ve aynı zamanda bu maddelerin mamule dönüştürülmesi için insan kendine yardımcı maddeler de üretmiştir. Bunlara alet diyoruz. O aletlerden öldürmeye yarayanlarsa silahlardır. Önce son derece basit ve kaba aletler uygulanırlar. Bu yüzden de çok eski dönemlere kaba taş devri denilmiştir. İşlenmeden kullanılıyor taşlar, özellikle de öldürmek üzere, hayvanları avlamak üzere; insanlar uzun süre yırtıcı hayvanların öldürdüklerinin üzerinden beslenmişlerdir. Yani leşle, daha sonra yahut da bunun hemen ardı sıra otlarla beslenmeye başlamışlardır ama bütün besin maddelerini pişirmek zorundaydılar. Çünkü insanın bünyesi çiğ yemeye müsait değil, bu sebeple insan için en önemli yardımcı, ateş olmuştur. Gerek ısınma gerek yemek pişirme gerekse gece cesaret bulabilmek, aydınlanmak için ateşi kullanmışlardır ve ateş uzun süre hazır kullanılmıştır, hazır ateş kullanılmıştır. Yani insanlar ateş yakmasını bilmiyorlardı. Bunu öğrenmeleri 70. bine tesadüf eder ve ateş yakmanın öğrenilmesi en önemli kırılma noktalarından biridir, büyük ihtimalle Afrika’da oluyor ve yine büyük ihtimalle güneybatı Afrika’da, çünkü burada mağaralarda ateş yakıldığını görüyoruz. Güneybatı Afrika’da bugün Güney Afrika Birliği’yle Namibya sınırındaki dağlık bölgedeki mağaralarda ateş yakıldığını görüyoruz, onun izleriyle karşılaşıyoruz. Ateş yakmayı keşfettikten sonra insan bol miktarda kullanmaya başlıyorlar. Hani Türkçede bir laf vardır, affınıza sığınırım, ayı balı bol bulduğunda bir yerine sürer misali insanlar öyledir. Bir şeyi bol bulduğunda onu alabildiğine kullanmaya başlar. Önceleri ateşi tutumlu kullanırken, çünkü hazır değil ateş, bunu bir yerden bulması, getirmesi gerekiyor. Ya yanardağ yamaçlarından topluyorlar, ya orman yangınlarından elde ediyorlar ve o ateşi sürekli diri tutmak mecburiyetinde, canlı tutmak mecburiyetinde, o ateş söndüğü anda hapı yuttu demektir. Bu sebeple bütün eski dillerde Türkçede ol- Doğu ve Batı Medeniyetleri • 211 duğu gibi ocak son derece kutsal bir sözdür. Ateşin yakıldığı yer olduğu gibi toplumun toplandığı, bir araya geldiği mahal anlamına geliyor. O topluluk kandaştır. Çünkü devlet kuruncaya değin insanlar kandaş topluluklar hâlinde yaşamışlardır. Aile, akraba, oba ve boy teşkilatları olarak karşımıza çıkıyorlar. Bunların hepsi dirimseldir, biyotiktir, kana dayalıdır, kan topluluklarıdır. İlk defa biyotik şartlardan sosyolojik şartlara geçiş devletle mümkün olmuştur. Yani kandaş insanlar değil, belli bir ülkünün şemsiyesi altında bir araya gelen insanlar devleti oluşturmaya başlamışlardır. O kadar uzun sürmüştü ki bu kandaş topluluklar süreci, bugün hâlâ biz devlet teşkilatını kurmuş olmakla birlikte bu gelenekleri sürdürüyoruz. Kardeşimize, akrabamıza ve benzeri insanlara başka türlü bir ilgiyle bakıyoruz, başka türlü bir yakınlık gösteriyoruz veya yakınlık bekliyoruz. Hatta deyimleşmektedir: Onu kardeşim gibi seviyorum, o benim kardeşim mesabesindedir gibi sürekli hâlâ kandaş deyişleri, deyimleri tekrarlar dururuz. Toplumun temelini bir üçlü teşkil ediyor: Anne, baba ve çocuk ve toplumlar buradan neşet etmektedir. Bu üçlülüğün de etkisi çok büyüktür, bunu dinde görüyoruz. Mesela bunu Hıristiyanlıktaki tesliste, felsefe-bilimin temel yöntemi diyalektikte görüyoruz: Sav, karşı sav, birleştirim, tez, antitez, sentez. Aynı şekilde Yunan’la yahut Batı’yla ilgisi, işi olmayan Çin’de, Yin Yang öğretisinde karşımıza çıkıyor. Yani birçok vesileyle birçok durumda hep bu üçlüyle karşılaşıyoruz. Bazı soylarda bu üçlülük yok. Bu da çok ilgi çekici bir şey, Samilerde, Araplarda, İbranilerde, Asurlularda vahdet var, teklik vardır ve Tek Tanrılı vahiy dinleri bu çerçevede ortaya çıktığında orada üçlülük yerine teklik görüyoruz, vahdeti görüyoruz. Bu benim görüşüm değil tabii, bu çağımızın en önemli filozoflarından Georges Dumézil’den apartarak size naklediyorum. Büyük ihtimalle de doğru bir görüştür. Yani çok iyi incelediği bir alandan söküp çıkardığı bir fikir bu size şimdi anlattığım; Samilerde teklik, Hint-Avrupalılarda üçlülük olayı. Ateşi yakmaya başladıktan sonra insan çevresini alabildiğine kötürümleştirmiştir, berbat etmiştir. Nüfusu artıyor, çevre berbat oluyor ve kısa sürede sömürülen, bozulan çevreden çekip gidiyor. Bu artan nüfusu Afrika besleyemez hâle geliyor ve 212 • Teoman Duralı insan 100’üncü, 80’inci, 70’inci Binlerde Afrika’yı terk etmeye başlıyor. Özellikle 70’ten itibaren büyük kitleler hâlinde iki yoldan Afrika’dan çıkıyor. Bunlardan biri Babülmendep Boğazı. Bugünkü Eritre’yle Yemen arasında 60. Binlerde deniz seviyesi çok daha düşüktü. Çünkü son Buzul Çağı yaşanıyordu ve buzullar yaklaşık şu yöreye dek iniyordu. Burada gördüğümüz büyük ırmaklar, göller buzulların yol açtığı çukurlar ve daha sonra tabii sularla doluyor buralar, bunlar çok büyük göller, neredeyse deniz mesabesinde göller ve buralara kadar buzul indiğine göre deniz seviyesi bugünün çok altındaydı. Bugün bu hâliyle gördüğümüz şu adalar kıtalara bitişiktiler. Babülmendep boğazı da çok daha dar, belki de hiç yoktur. Yani Kızıldeniz bir göl durumunda olabilir. Buradan insanlar çıkıyor ve kuzeye yöneliyorlar. Filistin, Mezopotamya, Anadolu üzerinden Avrupa’ya yayılıyorlar ama daha önce de giden insansı varlıklar var: homo antecessor. Onlar bu Kuzey ve Batı Avrupa’da yerleşiktiler. Yani yerleşik derken yine konargöçer yaşıyorlardı ama yaklaşık 150 bin yıldır buradaydılar. Bizim atalarımız beşer insan homo sapiens sapiens onlardan çok sonra geliyor ve 30-40 bin yıl civarında birlikte yaşıyorlar. Sevişip sevişmediklerini bilmiyoruz, yani birlikte ürediler mi üremediler mi kesin değil, bunun üzerinde çok spekülasyon var. Öbürleriyse doğuya doğru yöneliyorlar, bu kıyı boyu gidiyorlar ve Güneydoğu Asya ve oradan da Avustralya’ya geçiyorlar. Buradaki yerlilere baktığınızda aynen Afrika’da yaşayan pigmeleri andırdıklarını görüyorsunuz. Son derece görünür benzerlikleri var. Kısa boylu, hatta bir kısmı 1 metre ve 1 metrenin altında boylu, bir dudakları gökte, bir dudakları yerde ve ayrı gözler, çok kalın burunlar, saçlar kıvır kıvır; bunlar kara tenli insanlardır. Negroid, yani kara tenlilerdir, aynı Afrika’dakiler gibi; Afrika’daki belli bir ırktan, yani pigmelerin ırkından oldukları belli oluyor. Neden öyle kalmışlar? Tecrit olmuşlardır. Yukarı çıkanlar çok değişiyor ve ak tenli ırk karşımıza çıkıyor zamanla, ışık son derece zayıf olduğundan ten rengi zamanla açılıyor. Kuzeye yayılan insanlar zamanla iki önemli ırka bölünüyorlar. Hint-Avrupalı, daha önce de Arî adı verilen kavimler ile Asya ırkları, onların da en tipik olanı Moğolilerdir. Moğoliler çekik gözlü, yuvarlak kafataslı in- Doğu ve Batı Medeniyetleri • 213 sanlardır. Ten renkleri sarı değildir, beyazdır. Bütün kara kara tenlilerin dışında kalanlar ak tenlilerdir. Bu bir efsanedir, sarılık hastalığına yakalanmışların dışında kimse sarı tenli değildir. Tabii ak tenin çeşitli tonları var. Apak olanlar en kuzeyliler ki, -bugün kalmadı ya onlardan pek- İskandinavyalılar, Almanların bir kısmı, İngilizler ve Han Çinlileri. Asıl, halis Çinliler, bu Han Çinlileridir, ak tenlidirler, apaktır tenleri, süt beyazı diyebiliriz. En kara olanlar ise Nil boyunda yaşayan Sudanlı adı verilenlerdir, parlak cilalanmış gibi kapkara tenleri vardır. Uzun boyludurlar, saçları aşırı kıvırcık değildir, pigmeler gibi değildir. En büyük ırk çeşitliliğini Afrika’da buluyoruz. Çünkü insanların en eski kadim boyları Afrika’da yaşamışlardır, dolayısıyla oradaki ırk çeşitliliği çok büyüktür. Öbür hiçbir yerde bu kadar büyük bir ırk çeşitliliğiyle karşılaşmıyoruz. Konumuz olan Yunanlıların Arîlerden geldiğini söylemiştik ve yaklaşık 2000’lerde Arîlerin yerleştikleri bugünkü Rusya’nın güneyindeki düzlüklerinden Balkan Dağları’nı aşarak Yunan Yarımadası’na indiklerini ve buradan adalara ve Anadolu’nun batısına yayıldıklarını görüyoruz. Bu gelen Yunanlılar Attika’ya yerleşerek burada Atina Devletini kurdular ve aynı zamanda felsefe-bilimin de atası oldular. Şu gördüğünüz bölge Atina Devletidir, başşehri de aynı adla anılır, Atina’dır. Başka bir sürü şehir devleti var ve en önemli rakip düşman Sparta’dır. Bu bölge, Laconia’dır. Lacon Devletinin merkezi Sparta’dır ve tarihte Sparta adıyla anılır burası. Çevre bölgeleri Sparta’nın ve Atina’nın kendi hakimiyetleri altındadır veya müttefikleridir. İnebolu’dan başlayarak Sinop’u, Trabzon ve Karadeniz’in kuzey kıyılarını içine alan bütün Karadeniz boyunda, hatta Azak Denizinde bile Atina’nın yerleşme yerleri ve sömürgeleri var. Atina’nın sömürgeci bir devlet olduğundan daha önce bahsetmiştim. Çünkü sermayecidir, ön sermayeci, protokapitalist bir sistemi geliştirmiştir. Demokrasi tek başına gelmiyor, demokrasi aynı zamanda sermaye birikimini gerektirmektedir ve ortaya çıkan iktisat düzeni sermayecidir. Yani para söz konusudur burada, maliyesi vardır. Atina’da sermayecilik henüz ideoloji boyutunu kazanmamıştır. Bunu 19. yüzyılın ilk yarısında görüyoruz. Bugün anladığımız 214 • Teoman Duralı manada sermayecilik, kapitalizm İngiltere’de ortaya çıkıyor ve bu bir ideolojidir. Kurucusu, banisi Adam Smith adındaki önemli bir İngiliz iktisat filozofudur. Birazdan ona değineceğiz. Her felsefe sistemi belirli bir bilime dayanmak zorundadır. Bilime dayanmayan felsefe sisteminden bahsedemeyiz. Adam Smith’in dayandığı bilim, iktisattır. Bunu kuruyor ama bize bu ideolojiyi, aynı zamanda o ideolojinin dayandığı temel bilimi, iktisadı tasvir eden, enine-boyuna önümüze koyan Karl Marx’tır. Karl Marx tekrar ediyorum, sermayeciliğin kurucusu değildir, açıklayıcısıdır ve bunu iki yönden yapmaktadır: Sermayeciliği ortaya çıkaran İngiliz milletinin tarihini incelemiş ve ikinci olarak da bu ideolojinin dayandığı asli bilimi, yani iktisadı gözümüzün önüne sermiştir. Karl Marx’ın bir başka yönü sermayeciliğin ilk neşvünema bulduğu, yani doğup serpildiği Atina’yı da karşımıza çıkarıyor. Onu da daha az ölçüde olmak üzere bize tasvir ediyor. Zaten doktorası Yunan felsefesi üzerinedir. Atina’ya döndüğümüzde, bütün kadim devletler gibi Atina da önce bir hükümdarlıktı ve daha sonra bu hükümdarlık MÖ 6-7. yüzyıl civarında belli bir takım tarafından idare edilmeye başlanıyor. Buna siyaset felsefesinde oligarşi deniliyor. Belirli bir öbek, bir küme devleti idare ediyor. Bunlar zaman zaman soylular olabilir, zaman zaman da bu soyluları deviren para babaları olabilir. Atina’daki son oligarşi para babalarının, zenginlerin idaresiydi. 6. yüzyılda Atina’da demokrasi vardır, Atina’dan az önce Ege’nin öbür tarafında, Milet/Miletos’ta demokrasinin kurulduğunu görüyoruz ama uzun ömürlü olmuyor. Çünkü Ege boyu Yunan toplumlarını Persler ele geçirmektedirler ve Persler bütün eski toplumlarda olduğu gibi mutlak idareye sahipler, mutlakiyetle idare edilebilirler. Başlarında şah vardır. Pers savaşlarından sonra Atina Batı Anadolu’daki Yunan toplumlarını Pers istilasından kurtarıyor. Bu sebeple burası onların müttefiki durumundadır ama yine Peloponnesos Savaşlarının sonunda Sparta Atina’yı yenince, bundan istifade eden Persler bu eski sömürgelerini ele geçiriyorlar. Bu kıyıyı tamamıyla ele geçiriyorlar. Büyük İskender’le birlikte Yunanlılar tekrar Pers hakimiyetinden kurtuluyor- Doğu ve Batı Medeniyetleri • 215 lar. Böyle bir gidiş geliş var Batı Anadolu’da. MÖ 6. yüzyılda, yani 500 küsurlarda demokrasi Atina’ya yerleşiyor. Atina bir ticaret, maliye merkezi hâline geliyor ve burada belli bir zümre çok zenginleşiyor. Nüfus artıyor, demokrasi beraberinde okumuş, öğrenim görmüş insanlara ihtiyaç duyuyor. Özellikle de seçimlerde kazanmak için iyi dil dökebilen, Yunancada dimagogía, bizim Fransızca telaffuzla demagoji dediğimiz bir sanat yayılmaya başlıyor. Halk kandırıcılığı için genel bir öğrenime ihtiyaç var, ansiklopedik bir öğrenim gerektiriyor, çok iyi konuşmak gerekiyor, hitabet sanatı retorika gelişiyor burada. Retorikayla birlikte öteki bütün dil sanatları yaygınlaşmaya başlıyorlar. Dil bilgisi, güzel yazmak, güzel konuşmak mahareti ve bilgi dağarcığı çok zenginleşmeye başlıyor. Zaten denize açılan kıyı limanları, ufku alabildiğine genişletir. Yunan’da özellikle 6. yüzyıldan itibaren üç alanda gelişme görüyoruz: Bunlardan biri sağlıktır, İstanköy’de, Yunancasıyla Kos’ta baş gösteriyor. Bunun öncüsü Hippocrates MÖ 5. yüzyılda yaşayan bir kişi ve bunun okulunda dine dayanmayan, dini esas almayan, din dışı bir sağaltma düzeni genişletiliyor. Bunun için gözlem yapılıyor. Yani rahatsızlıkların, hastalıkların dünya dışı, doğa ötesi bir güç tarafından belirlendiği inancı bir yana bırakılıyor. Dinsizleştiklerini söyleyemeyiz, öyle bir şey yok ama dini müracaat noktası olarak almıyorlar, gözleme dayanıyorlar. Belirtiler nereden çıkmaktadır ve bu belirtiler nereye doğru bizi sevk etmektedirler? Yani teşhis ve tedavi usulü, üslubu geliştiriliyor. Bu bir tekniktir, zanaattır. Hekimliğin esasının, tıbbın buradan çıktığını görüyoruz. Tabii burada da Hippocrates öncesiz bir olaya damgasını vurmuyor. Bu söylediğimin benzerini daha önce Mısır’da görüyoruz. Mısır ve Mezopotamya büyük medeniyet merkezleridir. Buraya gelen zengin Yunanlılar gözlemliyorlar, kaydediyorlar ve döndüklerinde farklı bir çığır açmaktadırlar. Burası çok ilgi çekici bir olaydır. Malzemeyi yahut da ilhamı Mısır’da, Mezopotamya’da buluyorlar ama bu malzemeyi başka bir istikamete yönlendiriyorlar. Burada tekniğin, zanaatın bilime dönüştüğünü görüyoruz. Dört adam var burada: Thales, Pythagoras, Hippocrates ve Herodotos. Thales’le Pythagoras 216 • Teoman Duralı Mısır’daki büyük şaheser mimari anıtları gözlemliyorlar, bunlardan etkileniyorlar. Özellikle de piramitlerden aldıkları ilhamla yepyeni bir olay karşımıza çıkıyor: Thales’le geometri, Pythagoras’la trigonometri karşımıza çıkıyor. Gördükleri, esinlendikleriyle kendi yaptıkları arasındaki farka birazdan temas edeceğim. Hippocrates tıpta gördüklerini burada uyguluyor ve bilime yönelen bir zanaatı, bir tekniği başlatıyor. Bu farklı alanları bir çatı altında toplayan, yöntem geliştiren Herodotos’tur. Çünkü felsefe-bilim öncelikle bir yöntem işleyişidir, bir metodolojidir. Bu yöntemi getiren Herodotos malzemelerin nasıl toplanması gerektiğini, sahte olanlarla doğru olanlar arasındaki farkın nasıl tespit edileceğinin şartlarını bize bildirmektedir. Biz yanlışlıkla sadece tarihçi olarak tanıyoruz Herodotos’u, evet, tarihle ilgili önemli tespitleri var ama historia Yunancada araştırma anlamına gelmektedir. Eserinin başlığı Historias’tır. Tarih değil araştırma demektir, daha sonra tarih anlamını kazanmıştır. Latincede historia olmaktadır. Latince çok önemli ölçüde Yunancayı almıştır, işlemiştir ve bize tarih olarak nakledilir. Değildir efendim, araştırmadır aslı, neyi araştırıyor? Ziyaret ettiği, gezdiği toplumların coğrafyasını ve geçmişini araştırıyor. İnsanın en önemli dayanak noktası zamanla mekândır, zaman ile mekân boyutlarında yaşıyoruz. Toplumların zamanı tarihtir, mekânlarıysa coğrafyadır. Tarih ve coğrafyanın bir topluma nasıl biçim verdiğine bakıyor Herodotos, bize bunu naklediyor ve bir kültür tarihini bize sergiliyor. Bu kültür tarihi içerisinde elbette önemli ölçüde din ve zanaat vardır. En çok üstünde durduğu Persler, Mısırlılar ve Karadeniz’in kuzeyinde yaşayan kavimlerdir. Yunanlılar Yunanlı olmayanlara barbar diyorlardı. Bu küçültücü, hakaretamiz bir deyim değildir. Çok kereler de hak vermişimdir, hiç anlamadığım dilleri konuşan insanlarla karşılaştığımda, size böyle oldu mu bilmiyorum, bırbırbır diye geliyor bana, anlamsız sesler kulağıma çalınıyor. Yunanlılar da böyle düşünüyorlardı, bırbırbır diye konuşuyor Yunanca bilmeyen kavimler, öyle geliyor ona, o izlenimi veriyor ve buradan hareketle barbar diyorlar. Herodotos vahşi ve olmak üzere barbarları ikiye ayırıyor. Medeni barbarların en üst seviyesinde yaşayanlar Mısırlılar, Mezopotamyalılar Doğu ve Batı Medeniyetleri • 217 ve Perslerdir. Bunlar üstün barbarlardır. Karadeniz’in kuzeyinde yaşayan Tuna ötesi boylar, büyük ihtimalle Germenler ve Slavlar çok düşük seviyedeki barbarlardır. Daha sonra Herodotos’un bu görüşünü Aristoteles de söyleyecektir. O bir de zencileri katacaktır işin içine, Herodotos bize zencilerden pek bahsetmez. Tabii görür ama fazla üzerinde durmaz. Çünkü aradaki zaman farkıyla Aristoteles zencileri daha yakından tanır, tanıklıklara şahit olur. Sudan’a giden insanları tanır Aristoteles, Herodotos büyük ihtimalle Mısır’da, Libya’da zencilerle karşılaşmış olabilir ama fazla bize bahsetmiyor. Bunların üzerinde insan teorileri geliştirir. İnsanların tenleri koyulaştığı ölçüde duyguları kalınlaşır, akılları kısalır, tenleri açıldığı ölçüde akılları daha fazla basar ve duygular aklın hakimiyeti altına girer. Yani üstün insanlara dönüşürler. Aristoteles de ırkçılığa yönelen bir görüş de hakimdir. Beyaz ırk görüşü -teorisi demeyelim de böyle bir sav- meydana gelmeye başlar. Herodotos’ta henüz bunu görmüyoruz. Orada belki de vardı da, yazılarında rastlamıyoruz. Demek ki matematiğe dayalı fizik görüşü, doğa görüşü üzerinde durarak bir çığır açan Thales ve Pythagoras; öncelikle insan biyolojisi üzerinde duran tıpçılar ve Hippocrates ve toplumla doğa arasındaki bağıntıyı, ilişkiyi ele alan ise Herodotos. Bunun dışında parayla yüksek öğretim yaptıran bir kitle var: Bilgiçler, sofistler. Yunancada sofist deniliyor bunlara, Türkçe karşılığı bilgiçtir. Bizde klasik dilimizde safsatacı olarak tanımlanırlar. Bunları bize safsatacı diye tanıtan düşmanları, aslında öyle boş konuşan kötü adamlar değildirler, çok serbest düşünürler ve bildiklerini para karşılığında gösteriyorlar. İşte felsefeyi kuran zümre Sokrates, talebesi Eflatun yahut Platon ve onun talebesi Aristoteles buna şiddetle karşı çıkar. Çünkü onlara göre bilgi kutsaldır ve para karşılığında tedris edilemez. Bilen kişi bilgin bilgisini aktarmak mecburiyetindedir. Bu onun ödevidir, karşılığını beklemez. Bunun ilk örneğini bize Sokrates vermiştir. Bilgi Sokrates’e göre dümdüz aktarılmamaktadır. Sorgulayarak bildiklerini karşındakine aşılamak mecburiyetinde insanlar, başka bir deyişle soru-cevap yöntemi yoluyla karşındakini bilgisizliğine ikna edip, onu bilginin peşinde koşmaya mecbur etmek zorundasın. 218 • Teoman Duralı Bu yönteme tarihte diyalektik denilir ama bu yöntemi Sokrates düşman bildiği bilgiçlerden, yani sofistlerden almıştır, sofistler bilgelerin bir devamıdır. En başta dedik ki, bütün toplumlarda bilgelikle karşılaşıyoruz ama kimi toplumlarda üstün bilgeliklerin yetiştirildiğini görüyoruz. Özellikle Avrasya’nın doğusunda kalan Çin, Hint ve İslam öncesi İranlılar büyük bilgelik gelenekleri ortaya çıkarmıştır. Bu büyük bilgelik gelenekleri -burası çok ilgi çekici bir şey- zamanla dinlere dönüşmüştür. Şintoluk, Hinduluk, Budacılık, Konfüçyüsçülük, Zerdüştlük/ Mecusilik belli başlı büyük bilgelik kollarıdır. Bunların hepsi dine dönüşmüştür. Kimisi dinle ortaya çıkıyor, Mecusilik ve Hinduluk baştan itibaren bir dindir ama Budacılık, Konfüçyüsçülük, Taoculuk başlangıçta din değildir. Müellifleri, kurucuları bilgeydiler. Daha sonra bu bilgelikler dine dönüşmeye başlar, dinleşir. Dünya ötesi manevi güçlerin varlığı kabul edilir. Özellikle Budacılıkta başlangıçta yoktu, dünyevidir başlangıçta, yani Gautama Sidarta onun kurucusu, yapıcısı, belirleyicisi olan kişi böyle bir iddiada bulunmaz. Batıya geldiğimizde dinler bağımsız olarak ortaya çıkmışlardır. Özellikle Batı Asya’da Arap Yarımadası’nda Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık bağımsız olarak ortaya çıkıyorlar, bilgelik iddiasını taşımıyorlar. Yunan’da, Roma’da ve yine Batı Asya’da, Mısır’da, Kuzey Afrika’da gördüğümüz önceki çok Tanrılı dinler hiçbir zaman bilgelik değildirler, doğrudan doğruya din olarak gelmişlerdir. Avrasya’nın batısındaki bilgeliklerden Yunan bilgeliği felsefeye dönüşüvermiştir. En önemli büyük bilge Thales’dir. Felsefenin onunla başladığı doğru değildir ama felsefeye giden yolun başını teşkil eder. Neden? Çünkü belli bir görüşü, zanaatı genelleştirir. Felsefenin ve oradan doğan bilimin yapısını genelleme oluşturur. Şöyle örnek vereyim size: Şu gördüğünüz kapının kendine mahsus bir anahtarı vardır. O anahtar başka bir kapıyı açmak veya kilidi açmaz. Thales’in getirdiği yeni bir anahtar değildir, anahtar kavramıdır. Yani o belirli bir alet değil, aletin modelidir. O modele dayanarak çok farklı kilitlere, kapılara anahtar imal etmeye başlarsınız. Geometrinin temelini Doğu ve Batı Medeniyetleri • 219 oluşturacak üçgen fikri Pythagoras’da belirli bir yapı değil, belirli bir yapının örneğini, taslağını karşımıza çıkarır ve oradan hareketle siz istediğiniz boyda, şekilde alet üretebiliyorsunuz. Felsefeye giden yolda yarardan uzaklaşılıyor. Yarar gözetilmez hâle geliyor. Çünkü o belirli bir alet imal etmiyorsunuz, belirli bir alet bir işe yarıyor, anlatabiliyor muyum? Ama bunun modeli, kavramı işinize yaramıyor. Thales özellikle gök cisimlerini gözlemliyor. Mezopotamya’dan aldığı ilhamla gök cisimlerine merakı var. Eflatun’da şöyle bir hikâye geçer: Thales gök cisimlerini gözlemlerken kuyuya düşer gece vakti ve bütün millet kahkahalarla güler. İşe yaramayan adam, akşamları, geceleri ortaya çıkıyor, göğü gözlemliyor. Thales bundan çok alınır ve gözlemlerinden gelecek yılların hasadını hesaplar. Önündeki yılın çok yağışlı geçeceğini söyler. En önemli madde de zeytindir. Yağıyla makineleri yağlıyorsunuz, ışık elde ediyorsunuz, çıralarla kandilleri yakıyorsunuz, içiyorsunuz, yemek pişiriyorsunuz, vs. Tabii bollaşınca ürün ucuzluyor. Borç harç alarak Milet ve civarında üretilen zeytini topluyor, stokluyor. Sonraki yıllarda kurak geçince yıllar, zeytin ve zeytinyağı çok pahalı olunca satıyor, muazzam kârlar elde ediyor. Tabii filozof aynı zamanda ahlâklı kişidir. Eflatun’a göre üstadımız elde ettiği o serveti fakir, fukaraya dağıtıyor. Komünizm de var arka planında, hemen hemen kapitalizmi belirleyen İngiliz filozoflarına kadar bütün filozoflarda üç aşağı beş yukarı bu vardır. Bilgelik değişe değişe, dönüşe dönüşe Sokrates’te bir kavram soruşturması, kavram araştırması durumuna gelmektedir. Öğrencisi Eflatun felsefenin bütün şubelerini, bölümlerini karşımıza çıkarmaktadır ama henüz binayı inşa etmiyor. Eflatun’un kalburüstü, olağanüstü önemi buradadır. Batı dünyasında iki anayolun, mistikliğin ve felsefenin açıcısıdır. Talebesi Aristoteles felsefeyi bütün köşe bucağıyla inşa ediyor. İlk defa felsefe tarihte doğa ötesi güçleri veya gücü esasına, temeline almadan açıklama getirme çabasındadır. Eflatun’da bu tam anlamıyla yapılmamaktadır. Yani tümüyle felsefe inşasını din dışı bir zemine oturtmuyor. Benim gördüğüm kadarıyla en Tanrıcı -dinci demeyeyim 220 • Teoman Duralı ama Tanrıcı- filozof kişi Eflatun’dur. Hangi taşı kaldırsanız altından Tanrı çıkıyor. Doğrudan felsefeye yöntem bilgisi teşkil eden eserlerinde bir konu hiçbir vakit bitirilmiyor. Çünkü diyalektikte son yoktur, hep devam eder. Tez, antitez, sentez ve sentez tekrar bir teze dönüşür. Çünkü sentez tekrar sorgulanır. Bunu yapar ama son eseri Kanunlar’da kesiyor bunu ve dini temel alıyor. Kanunlar’da müthiş bir buyrukçuluk karşımıza çıkıyor. Tartışan taraflardan biri -artık orada Sokrates yoktur- öbürüne “Tanrı’yı inkâr edene ne yapmamız lazım?” diye soruyor. Soruya muhatap olan “İdam edilmesi gerek” diyor. Sonra tekrar soruyor: “Peki, kaç kere idam edelim?” İdam benim bildiğim bir kere olur zaten, bunun üzerinde tartışıyorlar. Yani öyle korkunç bir ceza verilmeli ki, o inkâr eden kişi bir defayla, bir idamla kalmamalı, iki yahut üç kez idam edilmeli, bunun tartışmasını yaparlar. Aristoteles biraz önce söylediğim gibi felsefeyi bildiğimiz, tanıdığımız bütün bölümleriyle, şubeleriyle, kesimleriyle dini olmayan bir zemin üzerine inşa eder. Bu, din düşmanı anlamında değil, dini temel olarak almıyor. Halbuki o tarihe değin bütün kurumlar kültür, din esaslıdır. Aristoteles’in felsefe yapısı iki bölüme ayrılıyor, iki ana binası var: Metafizik ve fizik. Fizik felsefenin dünyaya, olaylara, görünenlere yönelik kesimidir. Buradan toplanan malzeme bir ilk işlemden geçer ve felsefe-bilim dediğimiz yapının beyni olur. Bu beyin metafiziktir. Yarar yoktur, yarar gözetilmez. Ne işe yarar sorusunun cevabı; hiçbir işe yaramaz. Bütün insan etkinliklerinin ucunda istenen, belirli bir tür bilgidir. Ayakkabı boyacısı ayakkabı boyamasını bilir. Çamaşır yıkayan kadın, çamaşır nasıl yıkanır bilir. Çocukluğumda ütücüler, kolacılar vardı, bunlar ütülemesini bilir. Araba sürücüsü araba nasıl kullanılır, onu bilir. Kalp cerrahı kalp ameliyatının nasıl yapıldığını bilir. Kısacası herkesin belirli bir konuyu bilme durumu vardır. Sıvacı, duvarcı, pilot, bütün meslek alanları öyledir. Filozof bir şey bilmez, belirli bir bilginin bileni değildir. O bilgi nedir, bilgi nereden türer, doğruyla yanlış bilginin ayırt edilme ölçüsü nedir, bunu tayin eder. Filozofun kaçınılmazcasına yöneldiği alan doğadır, dünyadır. Bu bakımdan her filozof biraz önce söylediğim gibi belirli bir bilim adamıdır; fizikçidir, biyologdur, dilcidir, vs. Doğu ve Batı Medeniyetleri • 221 İlk tam teşekküllü filozof olan Aristoteles aynı zamanda bir biyologdur, canlıları incelemiştir, araştırmıştır. Bilginin ortaya çıktığı durumu, ortamı inceleyen metafiziğin belli bir kolu olan bilge öğretisi, Yunancasıyla epistimología. Bilgi nerede ortaya çıkar, bilgiyi biz nereden alırız? Varlıktan alırız. Varlık bu dünyada vardır, bu dünyada var olandan gelir. Sizler, ben, masa, saat, ne görüyorsak bunlar var olanlardır. Bunları duyumluyoruz, kokluyoruz, görüyoruz, tadıyoruz ama bu aldığımız duyu verileri kendilerini değerlendirmekte yetersizdirler. Bu gördüklerini, bu dokunduklarını olduğu gibi anlamıyorlar. Bana duyduklarını, hissettiklerini anlatan, anlamını veren işaret edemediğim aklımdır. Aklım o duyumladığım var olanları ait oldukları öbeklere geri götürür. Bu arkadaşımla karşılaşıyorum, oradan geliyor, ben buradan geliyorum. Karartı görüyorum. Yaklaştıkça ha diyorum, o bir insan, erkek, genç… ait olduğu varlık öbeklerine geri götürüyor. O varlık öbekleri insan, erkek, genç, yaşlı neyse bu dünyada var olandır. Felsefeciler açısından yapılması ve anlaşılması en zor olay metafiziktir. Daha zor hiçbir şey yoktur. Metafiziğin özünde varlık, var olan bağlantısı vardır. Bu alanın en büyük iki üstadından biri felsefe-bilimin kurucusu Aristoteles, diğeri ise yüzyılımızda yaşamış olan Heidegger’dir. Metafiziğin üç temel alanı var: Ahlâk, varlık öğretisi, bilgi öğretisi. Bilgi öğretisi varlık öğretisi olmadan anlaşılmaz, varlık öğretisi de bilgi öğretisi olmadan anlaşılmaz. İkisi birbirini tamamlıyor. Çünkü bilgiyi çekip çıkardığımız menşei, köken varlıktır. Varlığı var olan yoluyla düşünüyoruz. Var olanla karşılaşmasak varlığı tanıyamayacağız. Düşünün ki bir insan dünyaya geliyor, adam şişeyi hiç görmemiş. Ona şişe kavramını anlatamazsınız. Körler nasıl bilirler? Körler görmezler ama dokunurlar. Hiçbir duyu organımız olmasa, kör, sağır, dilsiz, dokunma duyumuz olmasa şişeyi çıkaramayız. Mutlaka belirli bir duyu organımızın işliyor olması gerekiyor. Bunu varlık kökenine, menşeine bağlayamadığın takdirde de bu bana hiçbir şey ifade etmez. Bunu anlamam için, yani anlamlandırabilmem için bağlı bulunduğu varlık özüne, varlık aslına geri götürmem lazım. Bize bunu yaptıran aklımızdır. Varlığın bir yüzü varlık, öbür yüzü kavramdır. Varlığın 222 • Teoman Duralı ifadesi kavramdır. Şişe gibi o bir kavramdır ama o kavramın yaslandığı varlığıdır. Aklımızı çok karıştırdın diyeceksiniz, haklısınız. Bu kadar kısa bir sürede daha başka türlü anlatabileceğimi sanmıyorum. Yalnız şu kadarını söyleyeyim, felsefe-bilim ilk defa aklı en üst seviyeye çıkaran etkinlik alanıdır. Felsefe-bilimde kavramların dile getirilmiş şekline düşünce diyoruz. Felsefe-bilim düşünceyi duygudan kesin bir biçimde ayırır, bıçakla keser, araya duvar örer ve duyguyu hiç kaale almaz. Yani temelde akıl hâkim unsur, dinamodur. Bu bakımdan felsefe-bilim bilgi öğretisi, varlık öğretisi ve onların devamı olan bilimlerle insana yabancıdır, insana uzaktır. Bilgeliğin annesi, bilgeliğin felsefe-bilimdeki tek uzantısı akıldır. Toplumların kendi edep kuralları vardır. Biz burada bir topluluğuz, kandaşız, babayız yahut kabileyiz. Benim şu arkadaşımın şu kitabını aparmam suçtur, kabahattir ama bu arkadaşım benim obamdan değil de başka bir obadansa, başka bir insan topluluğuna mensupsa o insan değildir. Bu takdirde bu benim helalimdir, çalarım çırparım, hatta onu keserim biçerim. Nasıl ki hayvanları kesip yiyorsak bizden olmayan insanları da öyle keser yeriz, biçeriz. Çünkü onlar insan değil. Çok eski toplumlardan gelen günümüz bazı toplumlarının adları insandır. Bantu Afrika’da yaşayan çok büyük bir topluluktur, Bantu insan demektir. Almanların kendilerine verdiği ad Deutsch’tur. Deutsch eski Germence’de insan, daha sonra da halk anlamına gelmiştir. Belli bir kavmin özel adı değildir. Eskimolar kendilerine İnuit derler, İnuit insan demektir. Eskimo komşu Kızılderili kabilelerin onlara verdiği bir addır ve küçültücüdür, çiğ et yiyen anlamına gelir. Bunun gibi daha birçok örnek verebiliriz. Aklıma ilk gelen bunlardı. Boylar, obalar kendilerini insan görürler, kendi dışlarında kalanları insan olarak görmezler. Dolayısıyla edep kuralları sadece o obanın, o boyun mensupları için geçerlidir. İlk defa bütün insanlığı ele alan semavi dinlerdir, Tek Tanrılı dinlerdir. Dinlerin birincisi olan Yahudilikte on buyruk, on emir vardır. Çalmayacaksın, öldürmeyeceksin, zina etmeyeceksin; bütün insanlar için bu geçerlidir. Daha sonra Hıristiyanlık ve Müslümanlık da bunu söylemiştir. Felsefe işte bu dediğim insan şümullükten, evrensellikten hareket ederek edep kurallarını işlemiştir, bunları Doğu ve Batı Medeniyetleri • 223 sistemleştirmiştir. Ahlâk dediğimiz, sistemleştirilmiş edep kuralları ve bunlar insan etkinliğinin bütün şubelerine yaygındır, bütün insan etkinliklerine yaygındır. Belli bir insan kuralı ahlâktan yoksun olamaz. Her şey onun içindedir. O hâlde felsefeyi varlıktan, varlık öğretisinden, bilgi öğretisinden, ahlâktan ve nihayet bilimden ibaret sayabiliriz. Bunların toplamı, bunların külliyesidir. Felsefe, dediğim gibi, MÖ 4. yüzyıl Atina’sında Aristoteles tarafından ortaya çıkarılmıştır ve felsefe-bilim bir şeyi de şart koşmuştur: Yüksek öğretim. İlk defa yüksek öğretimi felsefe-bilimin ilham ve isim babası Eflatun kurmuştur. Batıda “akademia”dır. Bugün gördüğümüz yüksek öğretimin şartlarını, şubelerini, ilkelerini Akademia’da görüyoruz. İkinci yüksek okul Aristoteles’in hocasından gördüğü, aldığı ilhamla Lykeion’dur. Lise kelimesinin atası olsa da Lykeion aslında, bir yüksek okul, üniversite, lise anlamında değildir. Daha sonra Fransızcada liseler Lykeion’u ad babası olarak görmüşler, ondan almışlardır. Onun sebepleri var, ona hiç girmeyeceğim. Kısacası tekrar ediyorum, felsefe-bilim sadece ve sadece yüksek öğretim kurumunda öğretilir, tedris edilir. Öyle bazı züppeler efendim, üniversiteye ihtiyaç yoktur, kahvehanelerde, parklarda felsefe yapılır fikriyle ortaya çıkmışlardır Fransa’da, -bu tür züppelikler her nedense hep orada ortaya çıkar. Altmışlı yıllarda Paris kahvelerinde felsefe öğrenimi yapılır. Hayır, böyle bir şey olamaz, yüksek öğrenim kurumu bunun şartıdır. Felsefe eğitimi, belli bir sınıftan itibaren olabilir. Çünkü biraz önce zorluğuna işaret ettim. İnsan çok geç yaşta kavramlarla tanışabiliyor, kavramı kavrayabiliyor. Bunu daha düşük seviyedeki sınıflarda anlatamazsınız. Bunu şunun için söylüyorum: Bazı zıpçıktılar ilkokulda felsefe öğretimi başlasın diyorlar. Saçmalıktan başka bir şey değildir. Felsefe-bilim konusuyla çok kısa geçtiğimiz, özet anlattığımız Yunan medeniyetini ister istemez kapatıyoruz. Bölümümüzün son konuşması oldu. Tabii soracaklarınız vardır, ekleyecekleriniz çıkaracaklarınız ama benim konuşmamın gövdesi burada bitiyor. Teşekkür ediyorum sabrınıza, dayanma gücünüze, metanetinize hayranım, sağ olun. Buyurun efendim. 224 • Teoman Duralı SALONDAN- Hocam, kapitalizme daha sonra değineceğim dediniz, kaldı. TEOMAN DURALI- Evet, asıl kapitalizm Yeni Çağda 18. yüzyılın son çeyreğinde karşımıza çıkıyor. Milletlerin Refahı başlıklı ünlü eseriyle Adam Smith bize bunu anlatmaktadır. Kapitalizmin ana hatlarını veriyor ama oraya doğru gidiş çok önceden başlıyor. Yani Orta Çağın sonlarında İtalya’da, Felemenk’te karşımıza çıkan Merkantilizm bize kapitalizmin kapısını aralıyor. Sermayeciliği ikiye ayırıyoruz: Mal birikimi ve anamalcılık diyoruz Türkçede buna. 17. yüzyılın ikinci yarısıyla birlikte mali sermayecilik, yani anaparacılık oluşuyor. Bu aynı zamanda sermayeciliğin omurgasını oluşturacak büyük şirketlerin oluşumunu haber veriyor. İki ülke öncülük ediyor: Bugünkü Hollanda ve Flaman bölgesi. Bunlar Felemenk’tir. Kendi dillerinde Nederland, yani deniz seviyesinden alçak bölge. Orada görüyoruz anaparacılığın nüvesini ve orada ilk defa büyük bir şirket kuruluyor. Felemenk Doğu Asya Şirketi ve bu şirket hammaddenin ucuza temin edilebileceği coğrafyayı tanımlıyor: sömürge, Doğu Hint adını alır. Hollanda’nın büyük bir sömürge elde etmesi, bugün Endonezya dediğimiz coğrafyada gerçekleşti. Kendisinin kaç kat büyüklüğündeki geniş bir ülkeyi sömürmeye geliyor. Güney Afrika gibi başka ülkeler de var, birtakım köprü başları elde ediyor. Seylan’a uğruyor. Hemen arkasından İngiltere patlak veriyor. Avrupa’dan iki ülke, İspanya ve Portekiz dâhil oluyor ama bunlar sömürgeci değil, çünkü bunlarda sermayecilik ortaya çıkmıyor. Bunu çok iyi görmek lazım, sermayeciliğin olmadığı ülkeler emperyalist değildirler. Bunu öncelikle bastırarak söylüyorum, her imparatorluk emperyalist değildir. Mesela Osmanlı için emperyalist diyenler var, alakası yok, çünkü sermayecilikle ilgisi yok. SALONDAN- O zaman Roma da değildi. TEOMAN DURALI- Roma da değil aynı şekilde, o devletin her parçası o devlettir. Sırbistan’da da yaşıyorsanız Osmanlı’ydınız, Yemen’de de yaşıyorsanız Osmanlı’ydınız. Halbuki emperyalist bir devlette sömürgede yaşayan insan anayurtta, anavatanda, metropolitte yaşayanla haklar bakımından çok büyük farklılık Doğu ve Batı Medeniyetleri • 225 içindedir, hiçbir şeyi denk değildir. Roma için dediğiniz doğru tabii, Pers İmparatorluğu, Çin İmparatorluğu için de doğru. Efendim, bir şey soracaktınız, buyurun. SALONDAN- Hocam, Sokrates’in idama mahkûm edilmesinin sebebi Yunan kanunlarına karşı çıkış mıdır yoksa Atina’da iktidar değişikliği, yani anaparacıların, kapitalistlerin iktidar oluşu mudur? TEOMAN DURALI- Efendim, yükselen sınıflar o gün de, bugün de, her dönemde dini kullanmışlardır, bir sömürü aracı hâline getirmişlerdir. Beceremedikleri vakit de dini yıkmışlardır. Bunun en bariz örneğini sermayecilik ve paralelinde sömürgeciliğin yükseldiği dönemde Katolikliğe karşı verilen savaştır. Katolikliği istedikleri gibi kullanamamışlardır. Çünkü Katoliklik son derece teşkilatlı bir dindi, ele geçiremediler. Çok uzun bir hikâye… ne yaptılar? Yeni bir din yarattılar, adına da Protestanlık dediler. Hıristiyanlık modernleşmeye, kapitalizme yatkın denildi. Yok öyle bir şey, bunlar hikâye; kapitalizme, sömürmeye, zenginleşmeye yatkın bir Hristiyanlık inşa edildi. Bunun da adı Protestanlıktır. Bunun mimarı Luther değil, onu da tenzih ederim. Tıpkı nasıl ki Gorbaçov komünizmi yıkmak için gelmediyse ama bir çivi çaktı, bütün bina yıkıldı, Luther de öyle. Gorbaçov komünistti, hiç öyle bir niyeti yoktu yıkmaya, biraz düzelteyim dedi orasını burasını, o bina yıkıldı. Luther son derece mümin bir Hıristiyandı ama düzelteyim derken o binayı öbürleri ele geçirdiler ve kendi arzularına, amaçlarına alet ettiler, dini kendilerine alet etmişlerdir. Atina’da da bu böyleydi. Sokrates dinin sömürücülüğe alet edilmemesi gerektiğini, dinin bunun için var olmadığını öne sürmüştür. Arada belli belirsiz Daimon dediği bir Tek Tanrı’dan bahseder, tam bilmiyoruz o Tanrı mıdır, vicdan mıdır, ne olduğunu tam çıkaramıyoruz ama Tek Tanrılı dinden tanıdığımız birtakım tam kavramlaşmamış, böyle boğuk birtakım mefhumları, düşünceleri de getirmiştir. Mesela, cennet, cehennemden bahsediyor, “ben öldükten sonra cennete gideceğim, o yüzden bir korkum yoktur” vs. diyor etrafındakilere, çünkü Atina’da idama mahkûm olana sorarlar: İstersen idamını iptal ederiz ama sen ülkeden kovulursun, vatandaşlıktan çıkarılırsın. Bu çok büyük bir felakettir, bir faci- 226 • Teoman Duralı adır ve Sokrates şerefliliğin zirvesinde durduğundan böyle bir aşağılanmaya asla tahammül edemezdi. Benim için idam önemli bir şey değil, ölmek önemli değil, nasıl olsa yaşamaya devam edeceğim başka bir düzlemde. SALONDAN- Mısır tesiri var herhâlde bu şekilde düşünmesinde. TEOMAN DURALI- Tabii Sokrates’in kendi yazıları yok, başkalarından öğreniyoruz. En başta Eflatun’da çok belirgin bir Tek Tanrıcılık var ve sadece Tek Tanrıcı değil, Eflatun’un Tanrısı kollayan, koruyan bir Tanrı’dır. Yani Rab’dır, Rahman’dır. Büyük ihtimalle bunu Eflatun uzun ziyaret ettiği Mısır’da Yahudilerden öğrendi, çünkü o gün tek din de Yahudilikti. Benim görüşüm bu. SALONDAN- Peygamberlik de atfediliyor bazen. TEOMAN DURALI- Bizimkiler atfederler; kendisi de Timaios’ta anlattıklarını kitlelere, halk topluluğuna açıklayamadığını, gene çok tanrıcı olarak devam edebileceğini söyler. Buradan da peygamber olmadığını, böyle bir iddia taşımadığını biliyoruz. Çok ilgi çekici bir şey, bir sır olarak veriyor etrafında yakın çevresine. Halbuki peygamber olsa açık açık tebliğ eder. SALONDAN- Felsefeyi herkesin bilemeyeceğini, herkesin yapamayacağını düşünüyor bildiğim kadarıyla. TEOMAN DURALI- Şimdi Eflatun’da ve daha önce de Pythagoras’ta felsefe tanrısal bilgiye duyulan aşktır. Aristoteles’teki bilgi sevgisi anlamında değildir, burada bir kutsallık, semavilik vardır. Halbuki Aristoteles’le birlikte gördüğümüz felsefe tamamıyla dünyevi, teknik bir olaydır, herkese açıktır, öğrenilebilir. Yani kafası basan, aklı işleyen… SALONDAN- Ama köleler ve kadınları ayırdığını biliyoruz. TEOMAN DURALI- Hayır, Eflatun kölelerin de… Aristoteles hakkında haklısınız, o erkekçidir, kölecidir. Eflatun tam tersine kadıncıdır ve köleliğin doğuştan gelmediğine, daha sonra toplumsal şartlarla ortaya çıktığına inanan bir kişidir. O anlamda çok özgündür Eflatun, Sokrates’i gerçekten öyle miydi bilmiyoruz. Doğu ve Batı Medeniyetleri • 227 Çünkü Sokrates toplumda en kutsal kabul edilen “philosophia”- ya, bilgeliğe duyan açlığı kadından öğrendiğini söylüyor. Annesi ebedir, doğurtma sanatçısıdır. Filozof da fikir doğudan kişidir ve bunu kadından edindiğini söyler Sokrates, bu sebeple de çok yerilir. Karısı da baskın bir karakterdir ve ona boyun eğer. Bu da son derece önemli bir noktadır. Kadının eşyadan farklı görülmediği Atina dünyasında kadını çok yüceltmek suretiyle şimşekleri üstüne çekmiştir Sokrates, sapıklıkla suçlanmaya başlanır ama otuz üç yıldır askerdir ve büyük bir kahraman, o yüzden bunu kalkan olarak kullanır. Yani ben sapık filan değilim, işte görüyorsunuz ne biçim de askerdim. Sokrates’ten geliyor mu, gelmiyor mu bilmiyoruz, Eflatun bir demokrasi düşmanı, asla demokrasiyle arası iyi değildir. Yine Aristoteles’te demokratlığı görüyoruz ama hepsini bağlayan kanunlara saygıdır. Eflatun da öyledir: “Ben bu düzene yekten karşıyım ama mademki bu kanunlar bunu söylemektedirler, ben de onlara uymakla yükümlüyüm.” der ve bize iki şeyin ayrımını yapar: Kanuna bağlılık ve meşruluk. İkisi farklı şeylerdir. Ahlâkın esası meşrudur. Buyurun efendim. SALONDAN- Hocam, bu ilk dönem filozofların eserlerinin değişme ihtimali nedir? Hani çok erken bir dönemden geliyor. TEOMAN DURALI- Onlardan bize hiçbir şey kalmamıştır. Onları biz Eflatun ve Aristoteles yoluyla biliyoruz. Aristoteles her şeyde olduğu gibi felsefe tarihinin de ilkidir. Bize o metinleri nakletmektedir. Ne kadar doğruydu sınayamıyoruz. Bize fikirlerini kâh metin olarak nakleder, kâh kendi ifadesiyle nakleder. Bunların da ne kadar dürüst olduğunu sınama imkânından yoksunuz, çünkü paraleli yoktur. Ona dayanmak, inanmak mecburiyetindeyiz. Zaman zaman Eflatun’da da vardır ama Aristoteles’teki gibi geniş değildir. Çünkü fizik nasıl ki görünür dünyayı, algılanır dünyayı esas alıyorsa metafizik kendisinden önceki eserleri esas almak zorundadır. Nitekim 20. yüzyılın başlarından itibaren çağdaş felsefe, metafizik yorumdan (hermeneutik) ibarettir der, bana sorarsanız yanlıştır ama böyle bir boyutu vardır. 228 • Teoman Duralı SALONDAN- Aristoteles bahsettiği dört nedenden sonuncusu olan amaçsal olanla varlık alanındaki bir şeyden mi bahsediyor, yoksa var olandan mı bahsediyor? TEOMAN DURALI- Var olandan bahsediyor ama var olanı var olan olarak anlamıyoruz. Mutlaka varlığa bağlamak mecburiyetindeyiz. Eflatun Herakleitos’a dayanarak dünyayı iki ana bölüme taksim ediyor: Gerçeklik ve hakikat. Eflatun bu ayrımı da teke indirgiyor. Hakikat de onun için gerçekliktir. İdea gerçek olan şeylerdir. Aristoteles var olanların duyumlanır hadiseler olduklarını söylerken hakikatin düşünceye konu olduğunu söyler. Yani şu şişe bir gerçekliktir, görüyorum. Bu şişenin şişeliği bir düşüncedir ve o düşünce buna (şişeye), var olana dayanmak zorundadır. Belli birtakım düşüncelerin var olan karşılığı yoktur: Matematik, ilahiyat ve ahlâk. Bu üç alanın varlığı, var olan zemine dayanmaz. Doğada karşılığı yoktur. SALONDAN- Estetik? TEOMAN DURALI- Estetik çok haklısın, ahlâk ve estetik hep iç içe görülmüştür. Yani güzelin karşılığı yoktur. Biz güzellik kavramından hareketle şu güzeldir, bu çirkindir diyoruz. Öyle bizatihi şu şişe, şu şişe değil. Bu nedir? Şişedir. Bu nedir? Bülbüldür, kuşkonmazdır. İşaret ediyorum, gösteriyorum. Böyle gösteremeyeceğiz. Nereden türediğini kestiremiyoruz. Eflatun’a göre işte dediğin gibi o ideanın bizdeki ve doğadaki yansıması ama Aristoteles bunu kabul etmiyor. Oradan bugüne bu ikilik aşılamamıştır. Gerçekçiler, pozitifçiler Aristoteles yolundan yürümüşlerdir. Platon’a idealist denilmiştir ama Platon’a sorsanız ben gerçekçiyim der, hiçbir zaman idealizmi kabul etmez. İdealizmin en ortadaki örneği Berkeley ile Hegel’dir. İkisi de zaten kendilerini idealist olarak tanımlarlar. SALONDAN- Hocam, her geçen gün bilgi ayak altına düşüyor, mesela bilgi yarışmaları veya entelektüellik, profesörlük gibi kavramlar değersizleşiyor. Dolayısıyla bilgi hakimiyetini bir yerde kaybetti. Bugün erdemli olmak, sağduyuya ulaşmak isteyen insan bilgiden, erdemden umudunu kesmeli midir sizce? Doğu ve Batı Medeniyetleri • 229 TEOMAN DURALI- Şimdi bilgelik erdemdir iddiasını güden Sokrates’ti, Eflatun’du ve daha önceki bilgeler Tanrıcıydılar. Esasta akıl o gün de, daha sonraki dönemlerde de dini bir terimdir. Erdemde de, fazilette de dini bir taraf vardır. Dini gündemde tuttuğunuz sürece alabildiğine serbestçe davranamıyorsunuz. Bunu kaldırdığınız vakit serbestliğe kavuşuyorsunuz. Büyük İngiliz filozof Jung kendisi Tanrı’ya inanmıyor, tanrısız, tanrı tanımaz ama Tanrı’nın toplum için şart olduğunu öne sürüyor. Başka türlü diyor toplumu bir arada tutamayız. Şu fikir vardı: İnsan insanın kurdudur. Yani bir düzen, düzeni sağlayan belirli, bağlayıcı bir ilke yoksa toplum dağılır, biter. Marx da bunu tekrarlıyor. Çok müthiş bir lafı vardır Marx’ın: “Din kitlelerin afyonudur” der. Onun bu sözü çok yanlış yorumlanmıştır. Uyuşturmaya yönelik anlatmıyor, söylemiyor. Ameliyatlar çok sancılı olur, uyuşturmak mecburiyetindesiniz insanı ameliyat için, Marx’ın devirlerinde anestezi yoktur, afyonla ancak uyutabiliyordunuz. İşte ameliyatlarda afyonun etkisi neyse, ölümlü hayat için din böyle bir etkiye sahiptir. Ümit veren, toplum düzenini sağlayan, insanları zapturapt altında tutan bir etken olarak düşünüyor. Kendisi hatta bu sebeple de Feuerbach’ı çok şiddetle yerer. Din ortadan kalksın, lüzum yoktur fikrini savunur. Marx hiçbir zaman dinci veya dini bir toplum düşünmüyor gayet tabii, bu durum ortada olan bir şey ama topyekûn lüzumsuz olduğu, bir tarafa atılması gerektiği görüşünü de zararlı bulur. Bunu şunun için söylüyorum: Eflatun ve Gazzâlî gibi samimiyetle inananlar bir sürü başka adam çıkıyor, inananlar da, inanmayanlar da dinin belli bir rolünün olduğu, belirli bir görev gördüğü kanaatini savunmuşlardır. Erdem değerini yitirdiği takdirde ister dini, ister daha sonra yüklenen ideoloji olsun… Komünizmde, nasyonal sosyalizmde, faşizmde erdeme yüklenen din dışı, dinden kaynaklanmayan birtakım kökler var. Bunların hepsini aldığınız vakit, üstünden sıyırdığınızda altında “herkesin herkesin kurdu” olduğu, serbest rekabet anlayışı yatar. SALONDAN- Hocam, sermayeciliğe karşı çıkabilecek tek medeniyet İslam medeniyeti diyorsunuz… TEOMAN DURALI- Öyleydi geçmişte, yok böyle bir şey. 230 • Teoman Duralı SALONDAN- Şu an İslam medeniyeti yok da… Osmanlı’nın varisi olan Türkiye Müslümanları belki çıkartabilecek bir şey ileride, o da cihat şuurundan dolayı. Şunu sormak istiyorum: O kaybolmuş cihat şuurunu tekrar kazandırmak için ne yapmak lazım? Bence hiçbir şey yapılamaz diyeceksiniz ama var mıdır bir yolu? TEOMAN DURALI- Günümüzde yeni bir medeniyetin oluşturulması için öncelikle o medeniyete zemin teşkil edecek bir felsefe sisteminin, ideolojinin oluşturulması şart. Doğrudan doğruya dini, medeniyetin ana devindiricisi, dinamosu kılamazsınız. Bu büyük bir yanılgıdır. Bugün İslamcılık denilen bir olay var maalesef, bunun en önemli zararı dinin kendisinedir. İdeoloji hâline getiriyorsunuz dini. Din ister inanırız ister inanmayız, tarifi gereği insan dışı, insan ötesi, aşkın bir menşeden, kökenden gelmektedir. İdeoloji insani bir olaydır, felsefeden çıkmaktadır. Felsefeyi insan oluşturur. Dine getirdiğiniz o “cılık” ekiyle dini aşkınlığından sıyırıp insanileştirmiş olursunuz. Beni ilk defa burada uyaran bir olay… zaten okumalarımdan çok daha fazla yaşadıklarım, tecrübelerim beni biçimlemiştir. Humeynî ihtilalinin ardından Türkiye’ye iltica etmiş genç bir İranlıyla tanışmıştım, Rıza Paşa Yokuşundaki Redhouse Kitabevinde. Ben oranın müdavimiydim, kumarhane gibi sürekli oraya gidiyordum. Bir gün laflıyorduk, o çok seviyordu benimle konuşmayı, babasını Humeynîciler idam etmişler. Nefret doluydu. Kime? İslam’a. Kitabı yakacağım, gidince bütün camileri ateşe vereceğim diyordu. Onlar din adına yapıyorlar bu işi, aynen IŞİD gibi. İslam o yönden sürekli olarak kötüleniyor, itibarını kaybediyor ve buna kimsenin hakkı yok. Kimse de “Bunu ben Allah adına yapıyorum” deme hakkına sahip değildir. O sebeple dinden, İslam’dan nemalanan, esinlenen bir ideoloji oluşturur ama o ideoloji dinden bağımsızdır. Yani o ideolojinin can düşmanı kesilirsiniz, dine dokunma hakkına sahip değilsiniz, çünkü hiçbir zaman dinin kendisinden çıkmıyor bu. Mesela o büyük hatayı Orta Çağın sonlarında siyasete karışarak Katoliklik yapar ve sonra çok pahalıya mâl olmuştur ona. Avrupa’da bir tarafta clericus dedikleri din zümresi var; dinden, dolayısıyla Tanrı’dan güç alı- Doğu ve Batı Medeniyetleri • 231 yorlar. İsa, Papa ve bir silsile-i meratipte papaza kadar iniyor, o ilahi çizgi, ışık, ziya. Bir de bunun karşısında olan din dışı, laicus kesimi var. Yunancada laicus cahil demektir, yani hiçbir şeyden anlamayan sokaktaki adamlar. Bu iki kesimin canhıraş mücadelesi Fransız devrimine kadar sürer ve Fransız devrimiyle din öldürülür. SALONDAN- Irkı öne almaya başlarlar. TEOMAN DURALI- Irkçılık, milliyetçilik diyelim biz ona, tabii, çünkü dinde milliyet yoktur. Evrensel demektir, katholikos tüm insanlara hitap eder. Ortodoks yolun İslam’da tam karşılığı sırat-ı müstakimdir; hangi ırktan, cinsiyetten, milliyetten gelirse gelsin ona giren herkes hak yolundadır. Dediğim gibi Fransız Devriminde milliyetçilik ön plandadır, sınıfçılık ortaya çıkar. Daha sonra gelen bütün devrimlerin annesidir Fransız Devrimi, hiçbirinde bir özgünlük yoktur. Sınıfçılık, milliyetçilik, proleter sınıf, burjuva, her şey var burada ve en çok da din düşmanlığı vardır, dehşet bir din adamı katli vardır. O günün nüfusunu düşünün, Fransa 28 milyon civarında, günde 1000’e yakın din adamını kesmişlerdir. Arles’ten geçen Rhône nehri vardır, denize dökülür. Onun üzerine sallara bindirirler ve salın ortasından delik açıp iterler. O adamlar kaftanlarıyla hemen suya gömülerek giderler. Bu öldürmenin bir yoludur, değişik bölgelerde farklı farklı katlediyorlar. Müthiş bir soyluluk düşmanlığı vardır. Kralların mezarlarını açarlar ve cesetlerini dağıtırlar. Fransa’da Fransız İhtilalinden önce hüküm sürmüş kralların eserleri yoktur. Benzerini kültür ihtilali sırasında Çin’de yaparlar. SALONDAN- Çin’de geçmişle hesaplaştılar, hatta kültür devriminde zarar görenlere de bazı tazminatlar da ödüyorlar. Yani devrimle bir hesaplaşma, bir revize etme var. Fransızlarda geçmişle hesaplaşma oldu mu? TEOMAN DURALI- Avrupa’da oldu efendim, 1848 İhtilali vardır. 1789-1790 ihtilalinden sonra 1848’de büyük ayaklanma gene Fransa’dan çıkar. İran ve Hint dinlerin ocağıdır, orada durmadan din çıkar, Fransa’da da ihtilal çıkar. 1848 İhtilali çıkar Fransa’da ve sonra bütün Avrupa’ya yayılır. Onun arkasından monarşiler 232 • Teoman Duralı ihtilal çıkmasın diye aralarında anlaşırlar. Fransa’ya tekrar kral gelir. Avusturya, Rusya, İngiltere el ele verirler ve buna Restorasyon denilir. Restorasyon hareketi ortaya çıkıyor. Her şey bir etki-tepkidir. O Restorasyona tepki olarak çok daha şiddetli bir devrim gelir; 1870-1871 Paris Komünü tarihte saf kan komünist ihtilalinin ilk örneğidir. Çok ilgi çekici bir şey, Avrupalı hükümdarlar Osmanlı Padişahını davet edelim mi diye tartışırlar ve vazgeçerler, davet etmezler, kendilerinden görmezler her ne kerametse, padişahın öyle bir talebi yoktur. Restorasyon döneminin Fransa’daki son büyük hükümdarı Napoléon Bonaparte’ın torunu III. Napoléon’dur. Almanlara ve Rusya’ya yenilir ve o sırada da Paris’te büyük ihtilal çıkar. Düşman iki kuvvet, işgalci Alman kuvvetleriyle yenilen Fransız ordusu el birliği ederek ihtilali, komünü bastırır. SALONDAN- Hocam, ben metafizikle ilgili bir şey soracaktım. Aristoteles’te dış dünyada, gözlemlenebilir dünyada varlığın mevcut olanlar olduğunu söylediniz. TEOMAN DURALI- Var olanların. SALONDAN- O var olanlar hareket etmeyen bir hareket ettiriciye dayanır. Dolayısıyla bu sistemde Tanrı, fizik -hareket fiziğin konusu- bir kavramla ifade ediliyorsa, yani Tanrı varlık değil, hareket veriyorsa bundan nasıl metafizik çıkıyor? TEOMAN DURALI- Metafizik Tanrı’dan çıkmıyor. Aristoteles metafiziği Tanrı’dan çıkmıyor. Biraz önce söyledim, metafizik Aristoteles’te hakikat araştırmasıdır ve daha sonra böyle yerleşiyor. Bu hakikat araştırması kavramlara yöneliktir. Çünkü Aristoteles’te varlıkla kavram bir bütünlük teşkil eder. İkisi farklı şey değildir. Platon’da farklıdır. SALONDAN- Kendi kendine düşünen düşünceye varmıyor muydu sonunda? TEOMAN DURALI- İnsanda var, Aristoteles’te bu çok boğuktur, müphemdir. Esas kendini düşünen, düşüncesini kendine konu alan metafizik Hegel’le karşımıza çıkar ama Hegel’de Tanrı vardır. Tanrı’nın iradesiyle zaten metafizik meydana gelmektedir ve insanda metafiziği oluşturan o üstün ve insana mahsus etken logostur. Doğu ve Batı Medeniyetleri • 233 SALONDAN- Arı benlikte değil miydi logos? TEOMAN DURALI- Salt akıl anlamına gelmektedir. Hegel ona geist diyor. Benim tercümemde, bana en yakın gelen bizdeki karşılığı maneviyat oluyor. Kimisi ne idüğü belirsiz tin diyor. Şarkı vardı benim bildiğim tin tin tin… SALONDAN- Hocam, konu geçti ama Osmanlı din devleti miydi? TEOMAN DURALI- Hayır efendim, Müslümanlıkta, İslam’da din devleti olamaz. Din devletini kurmanız için clericus dediğimiz din zümresine ihtiyacımız var. Kendine o süsü verenler yok değil ama süs veriyor kendisine, sadece Hıristiyanlıkta değil bütün dinlerde o vasfı taşıyan insanlar var. Bu dinin yapısından gelen bir şey. Ruhban sınıfının iktidarına teokrasi diyoruz, din devleti. SALONDAN- İran’a diyebilir miyim Hocam? TEOMAN DURALI- Deriz, çünkü Şiilikte ruhban sınıfı var. Mollalar… SALONDAN- Osmanlı’da ruhban sınıfının etkisi yok, Osmanlı’da ruhban sınıfı yahut ruhban dediğimiz mesela, âlimlerin etkisi, devletle olan bağlantısı… TEOMAN DURALI- Hayır, âlimdir o, Peygamberin kendisinin ilahi bir yönü yok. Ben de sizlerden biriyim diyor, sizin gibi hata işleyebilirim. Zaten Kelime-i şahadette Allah’ın Resulü ve Allah’ın kulu diyoruz. Senin, benim gibi Allah’ın kulu, üstün tabii, insanlar arasında eşitlik yok. Eşitliğin olduğu yerde adalet olmaz zaten, çalışıyorsun çaba harcıyorsun, ben yan gelip yatıyorum, eşitlik adına ikimiz de aynı notu alıyoruz mesela, aynı parayı kazanıyoruz, aynı hayatı sürüyoruz. Eşitlik budur. Kanun karşısında evet, o tek istisnadır. Belki orada bile istisnalar vardır. Ben de adam öldürüyorum, Albert Einstein de adam öldürüyor. Hâkim belki Albert Einstein’i kayırır, haklıdır da. SALONDAN- Hocam, ruhban sınıfının olmamasına bağlayabilir miyiz İslamiyetin bozulmamasını, bozulmadan gelmesini ona bağlayabilir miyiz? 234 • Teoman Duralı TEOMAN DURALI- Tam tersine korunmamasını ona bağlayabiliriz. Ruhban sınıfı olaydı mesela, biz Cumhuriyet Türkiye’sini kuramazdık. İran bir ara kurmaya kalktı, yıktılar. Ruhban sınıfı olaydı mesela, bugün Mısır’da Sisi iktidara gelemezdi. Gelirsiniz, Stalin gibi yahut da Fransa’nın 1789, 1790’da yaptığı gibi kesersiniz etrafı, o ayrı ama normal şartlarda gerçekleştiremezsiniz din dışı bir devleti, çünkü beyefendinin sorduğu dini devletin karşıtı din dışı devlet değildir. Siz dini esas alan bir devleti kurarsınız ama ruhban dediğimiz takım idare etmez. Nitekim Osmanlı’da dinden kaynaklanmayan kanunnameler de vardır, hatta dine ters düşen dinle zıtlaşan kanunlar vardır. Burada ruhban devleti olmadığı, teokrasi olmadığı sonucunu çıkarabiliriz. Din ağırlıklı bir etkendir, doğru. O ağırlıklı etkenin ağırlığı da çağlara göre değişir. Mesela Yıldırım Bayezid zamanındaki Osmanlı Devleti’ndeki İslam’ın ağırlığıyla II. Bayezid zamanındaki ağırlığı farklıdır. Abdülhamid zamanındaki dinin ağırlığıyla Mehmed Reşad zamanındaki ağırlığı farklıdır. Aynı seviyede değildir dinin devlette taşıdığı önem. Efendim, ben teşekkür ediyorum. Son soruyu siz sorun, buyurun. SALONDAN- Hocam diyorlar ki, Yahudiler sermayelerini Çin’e taşıyorlar, Amerika’yı ortadan kaldıracaklar, Çin’le devam edecekler. TEOMAN DURALI- Amerika’yı ortadan kaldırmazlar. Çünkü Amerika onların evladıdır. İngilizlerle birlikte kurmuşlardır, zaman zaman ortakları, can yoldaşları İngilizlerle tenakuza düşebilirler. İşte o zaman bir tehdit unsuru olarak ikiz kuleleri filan indirirler aşağı ama sonra gene düzelir araları, mecburlar, elleri mahkûm. O bakımdan Çin’e taşıyacaklarını hiç sanmıyorum. Belki Çin’i bir tehdit unsuru olarak kullanırlar ama o da bir süre için, daha fazla değil. Efendim, sonunda ben İstanbul’un içecek varlığını tüketeceğim. Sağ olun. Hepinize her şeyin en iyisini diliyorum. Teşekkür ederim, sağ olun. Esenlik içinde inşallah, tekrar iyi akşamlar. Doğu ve Batı Medeniyetleri • 235 EKİM 2016 Orata Çağ Hıristiyan Avrupa Medeniyetini Oluşturan Faktörler TEOMAN DURALI- Orta Çağ Hıristiyan medeniyetine uğrayalım, bu medeniyete bir göz atalım dedik ve öyle ayrılmıştık. Kısmet yeniden bir araya geldik çok şükür, bu dönem isterseniz bu konuya gireriz. Yanlış hatırlamıyorsam Çin, Hint, Yunan medeniyetlerine baktık daha önce, ondan sonra çok önem arz eden Orta Çağ Hıristiyan medeniyetine uğrayamadık. Önem arz ediyor, çünkü bizim için, Türkiye için şu anlamda önemli: Kapısında takla attığımız, günde bilmem kaç vakit secde ettiğimiz Avrupa’nın ne olduğunu ve ne olmadığını bilmiyoruz. Avrupa’yı inşa eden en önemli yapı taşlarından biri Orta Çağ Hıristiyan medeniyetidir ve onu Türkiye’de bilen var mıdır, onu da pek emin değilim. Varsa bile ne olup ne olmadığını yüzeyden tanıyanlar var. Katedraller inşa edilmiştir, ilericilere bakarsak karanlık bir çağdır, çok berbattı, rezildi, engizisyon mahkemeleri vardı, kara taassup vardı vd. Öbür taraf Müslümanlara sorarsan onların hiçbir fikri yok. Yani olumlu olumsuz bir fikirleri yok. Zaten bizim hastalığımız ilgisizlik, bu sadece Orta Çağ Avrupa medeniyeti karşısında değil, genel olarak dehşet bir ilgisizliğimiz, meraksızlığımız var. Bu da ondan payını fazlasıyla alıyor ama dediğim gibi çok önem arz etmesinden ötürü ilgisiz karşılayacağımız bir olay değil, son derece hayati bir konudur. Şimdi, bu medeniyete geçmeden önce medeniyetin ana hatlarını yeniden hatırlamanın vaktidir diye düşünüyorum. Çünkü bu konuşmalara Zeytinburnu’nda üç yıl önce başlamıştım. Öyle hatırlıyorum, belki onda da yanılıyorumdur. üç yıl olması lazım, 236 • Teoman Duralı çünkü hastalığımdan dolayı da bir ara verdik. Belki dört yıla uzanıyor olay, yeni gelenler vardır. Eskiler de bu arada unutmuş olabilirler medeniyetle ilgili belli başlı vasıfları, özelikleri. O bakımdan kısaca bunlara temas etmekte yarar var. Birincisi, medeniyet kültür dediğimiz olaya dayanmaktadır. Medeniyet bütün insanları sarıp sarmalamış değildir tarihte, geçmişte her daim, her yerde medeniyetin ortaya çıktığını görmüyoruz. Medeniyet tarihte daha özel, daha sınırlı bir olaydır, yaygın olan bütün insanları kucaklayan her dönemde gördüğümüz olay kültürdür. Kültürle insan örtüşür. Buna bir üçüncü unsur daha ekleyeceğiz, o da toplumdur. O hâlde toplum, insan ve kültür bir bütünlük oluşturmaktadır. Nerede olursa olsun insanın bulunduğu yerde mutlaka kültür ve toplum vardır. Toplumsuz, kültürsüz insan olmaz. Dolayısıyla bunlar bir bütünlük oluşturuyorlar. Bunlara üç unsur daha ekleyeceğiz: Dil, din ve zanaat. Nerede, ne zaman bir kültürle, toplumla karşılaşırsak orada dil, din ve zanaat da hazırdır. Zanaatın Yunancası teknik; insanın en zorunlu yaşama ihtiyacını karşılamak üzere doğadan topladığı malzemeleri ihtiyacına göre oluşturması, yeniden biçimlemesidir. Bu ihtiyacını karşılamak üzere insan aracıya ihtiyaç duyar. Doğrudan doğruya o malzemeyi alıp işleyemez. O malzemeyi işlemek üzere araçlar imal eder. Malzemeyi, doğadan topladığı maddeleri ihtiyaçları doğrultusunda işleyebilmek için imal ettiği araçlara alet diyoruz. O hâlde insan ihtiyacını gidermek üzere doğadan elde ettiği maddeleri aletleriyle işleyerek kullanır. Doğadan topladığınız maddelere hammadde diyoruz. Bunların işlenmişine mamul madde diyoruz. O hâlde her kültür zanaat sahibidir ve her zanaatta hammadde mamule dönüşür. Bu dönüştürme işinde insan yaşadığı çevreyi az yahut çok değiştirir. Zanaatının seviyesine göre insan çevresini, doğasını az yahut çok değiştirir. Zanaatı geliştikçe çevresini bozması, değiştirmesi de artar ama çevreyi değiştirmeyen, aynı bırakan bir kültürden bahsedemeyiz. Her kültür mutlaka çevresini değiştirmektedir. SALONDAN- Tarımı bir kültür sayamaz mıyız? TEOMAN DURALI- Tarım kültürdür tabii, çok önemli bir kül- Doğu ve Batı Medeniyetleri • 237 tür, birazdan ona temas edeceğim, o noktaya geleceğim. İnsan hepimizin bildiği üzere yeryüzünde yaşamaktadır. Yeryüzü yıldızlardan biri olan güneşimizin bir gezegenidir. Orta boyutta ve orta mesafede yer almaktadır. Güneşe ne çok yakın ne de uzaktır. Güneşe en yakın Merkür gezegeni, daha sonra Venüs, yeryüzü, Merih yahut Mars -bunlar topraklı gezegenler- ve ondan sonrakiler gaz kütlelerinden oluşuyor. Yeryüzü dediğim gibi orta yerlerde yer alan bir gezegendir ve güneş sayısız yıldızdan bir tanesidir. Bu yıldızların yer aldığı ve somut var olanların tümüne yurtluk eden mekâna evren yahut kainat diyoruz. Evren bugünkü hesaplara göre 300 milyar yıl önce büyük bir patlamayla ortaya çıkmış; hiç yoktan ortaya çıkmış deniliyor ve sürekli olarak genişlediği söylenir. Önceleri salt bir ışın hâlinde yer alıyordu, daha sonra maddeler oluşmaya başlıyor. Bunlar dakika itibariyle meydana gelen olaylardır. Yani yıllarla değil, dakikalarla oluşan olaylardır ve gittikçe bu maddeler birleşiyorlar. Atomlar moleküllere, moleküller de cisimlere doğru büyüyorlar, genişliyorlar ve nihayet belli bir dönemde gezegenler ve gezegenleri kendilerine cezbeden yıldızlar meydana geliyor. Bu evreni alt katmanlara sınıflamak mümkün, bunu gökbilimciler yapıyorlar. Astronom yahut astrofizikçilere göre, yıldızları bir arada tutan yıldız adalar ve daha büyük yıldız ada kümeleri var ve nihayet evrenin tamamı ortaya çıkmaktadır. Bu evrenin yarıçapını, ilk defa, çağımızın en büyük filozof bilim adamlarından Albert Einstein 20. yüzyılın Yirmili yıllarında matematik olarak ortaya koyuyor. Fakat bu biraz önce dediğim gibi sürekli olarak genişlemektedir. Neyin içinde genişliyor derseniz bilmiyoruz, bir şeyin içinde genişlemiyor. Mekânını kendisi meydana getiriyor. Bu akla mantığa aykırı bir şey ama böyle, nasıl olduğunu ben de anlamış değilim, bilmiyorum. Başka bir zarfın içinde genişler bir hâlde değil, kendi zarfını kendisi meydana getirmektedir evren ve genişlemeyi gezegenlerin yıldızlardan uzaklaşmasıyla anlıyoruz. Yıldızlar da birbirlerinden uzaklaşmaktadırlar. Yıldızların belli bir ömrü var. Bizim güneşimizin yaşı 4 milyar, aynı şekilde yeryüzü de öyle, çünkü daha önceki bir yıldızın patlamasından oluşan parçaların zamanla topaklaşmasıyla güneşimiz ve onun çevresinde dönen gezegenler 238 • Teoman Duralı ve onların da çevresinde dönen uydular ortaya çıkmışlardır. Bu gezegenlerden birinde, yeryüzünde canlılar ortaya çıkmış. Şu an için bilgilerimizin izin verdiği kadarıyla canlılık yalnızca yeryüzünde var. Bir tek yeryüzünde canlının var olduğunu biliyoruz ve hâliyle canlı olan beşer yine yeryüzüne mahsustur. Bunun da böyle olup olmadığını şu anki bilgilerimizin çerçevesinde kesin bir dille söyleyemeyiz. Yeryüzünü ilk dönemlerde kızgın bir kütle olarak görüyoruz. 1 milyar yıl sonra bu kızgın kütle soğuyor ve oluşumundan 1.5- 2 milyar yıl sonra da suların belirdiğinden bahsedebiliriz yeryüzünde, çeşitli kimya oluşumlarının sonucunda H2’yle O’nun birleştiriminden, sentezinden suyun ortaya çıktığını bugün tespit etmiş durumdayız. Aşağı yukarı 150 yıldır bilinen bir olay bu söylediğim ve zamanla yeryüzünde deniz ve kara ayrımı ortaya çıkıyor. Önceleri karalar bir bütündü. Yunancada pangaea denilen bir bütünlük vardı. Bütün kıtalar birdi, bunlar ayrılıyorlar. Kıtaları ayıran şiddetteki depremlere -ki bunlar Richter ölçeğinde 10’un üstünde olmaktadır- tektonik deprem deniliyor. Gördüğünüz gibi bir oyun gibi şu kıtaların şekilleri, hani çocukların oyunları vardır bir birleştirirler, ayırırlar; bu mesela yani Güney Amerika’nın doğu burnu Brezilya’nın şu kesimi Afrika’nın Gine Körfezi’ne uymaktadır. Buradan kopmuş olduğu görülüyor. Avustralya ve Endonezya adaları Asya’ya yapışıktırlar. Avrasya ve Afrika Amerika kıtasının şu kesimine sığmaktaydı ve bu pangaea’nın çevresinde de yekpare bir deniz var, bir okyanus var. Daha sonra bu pangaea’yı bozan sadece tektonik bir devrim değil, yaklaşık günümüzden 1-1.5 milyar yıl önce büyük bir göktaşının yeryüzüne vurduğu ve vurduğu yerde olağanüstü bir deliğin açıldığı söylenmekte, iddia edilmektedir. Bu da Büyük Okyanus’u meydana getiriyor. Buradan fırlayan maddelerin yeryüzünün etrafında dönerek zamanla topaklaşmasıyla tek uydumuz olan ay ortaya çıkmaktadır. Ayın yüzölçümüyle Büyük Okyanus’unki denk düşmektedirler. Dünyanın bugünkü şekli 4. devrin sonucunda ortaya çıkmıştır ve bu tabii değişiklikler olmaya devam ediyor. Mesela, 4. Devirden sonra da hâlâ Karadeniz’in Akdeniz’e bağlantısı yoktu. Burada göl şeklinde büyük bir iç deniz vardı; Hazar, Aral ve Karadeniz Doğu ve Batı Medeniyetleri • 239 bir bütünlük oluşturuyorlardı. Daha sonra meydana gelen daha ufak çaptaki tektonik olaylarla, depremlerle Alp, Dinar ve Himalaya zinciri oluşmaktadır. Çok zayıf bir oluşum var. Buradan başlıyor Alp Dağları, bunlar Dinarlar olarak devam ediyor, Balkan Dağları olarak geliyor ve Doğu Trakya’da çok alçalıyorlar. Bizim Trakya’nın kuzey kesiminde alçak tepeler olarak devam ediyor. Istranca dediğimiz dağların en yüksek noktası -yanlış hatırlamıyorsam- 600 küsur metre Kırklareli’nde ve İstanbul Boğazı’nın ağzında bitiyor. Alpler’den başlayan bu zincir İstanbul’un kuzeyinde Podima köyü civarında bitiyor. Anadolu’ya sıçrıyoruz. Anadolu’da kuzeyde Karadeniz’e paralel uzanan dağlar var. İsfendiyar/Küre Dağları deniliyor ve güneyde Ege’den başlıyor, Ege’den Doğu Anadolu’ya doğru uzanan Toroslar söz konusu ve bu iki silsile arasında İsfendiyar’la Toroslar’ın arasında yüksek bir yayla var; Anadolu yaylası, Orta ve Doğu Anadolu yaylaları, Doğu Anadolu tabii daha da yüksek. Bu çember Kafkas Dağları’nda kapanıyor. Çok yüksek bir silsile ortaya çıkıyor: Kafkas Dağları, bunlar da geliyor daha doğuda İran’ın kuzeyinden ve güneyinden ayrılıyorlar ve ortada yüksek bir yayla kalıyor; İran yaylası. Gene geliyorlar, bugünkü Afganistan’ın ortasında birleşiyorlar, Hindukuş’u meydana getiriyorlar. Hindukuş yeniden bölünüyor, Altay ve Tanrı Dağları olarak kuzeye doğru yürüyor, güneyde de yeryüzünün en yüksek dağ silsilesi olan Himalayalar var ve orada da yeryüzünün en yüksek tepesi, 8000 küsur metre yüksekliğindeki Everest’le karşılaşıyoruz. Bu arada çok yüksek yaylalar var. Tibet yaylasının ortalama 4000 metre irtifası var ve onun hemen kuzeyinde biraz daha alçak olmakla birlikte yine çok yüksek bir yayla olan Taklamakan çölü ve nihayet daha da kuzeyinde 2000 metre civarında çok yüksek Moğolistan düzlükleri var. Gördüğüm bir mıntıkadır, bu kadar kuru bir yeri ben görmedim, yaşamadım. Nemsizlik anlamında dehşet kuru bir yöre, mesela kar yağıyor, kar taneleri yere yapışamıyor hiç nem olmadığından, rüzgâr savuruyor bunları, dolayısıyla toprağın, yörenin aklaştığına tanık olmuyorsunuz. O derece kuru bir bölge, sürekli bir şey sürmeniz gerekiyor, çünkü habire deriniz kuruluktan çatlayabiliyor. 240 • Teoman Duralı Bu dağ silsilesi Avrasya’nın doğusunda bitiyor ve burada Doğu Asya ovaları başlıyor. Doğu Asya ovaları son derece mümbit araziler, kuzeyinde gene çok düz bir araziyle karşılaşıyoruz. Yeryüzünün iki kesif orman tabakasından biri, Avrasya’nın kuzeyindeki balta girmemiş ormanlarla doğuda Kamçatka Yarımadası’ndandır; bu Almanya’yla Fransa’yı ayıran Ren’e kadar uzanmaktaydı. Tabii bu orman kalmadı, Avrupa yakasındaki kısmı aşağı yukarı 16. yüzyılda bitiriyorlar, onun tek bir kalıntısı bugün Almanya’nın güneybatısındaki kara ormanlardır. Asya kesimi devam ediyor ki oraya da tayla denilir. Türkçe bir addır tayla, bu ad ömürlülük, ömrün bitmemesi anlamına gelirmiş. Avrasya’nın büyük kuzey ormanlarının yanı sıra güneyinde adalar kısmında ve daha da kuzeyinde yarımadalarda, Malay Yarımadası’nda Tayland’da, Hindistan’da Ekvator Ormanları var. Ama asıl en sık Ekvator Ormanları Orta Afrika’yla Güney Amerika’nın kuzey kesimlerinde, Amazon bölgesindedir, o da son derece geniş bir ova ve sularla donanmış vaziyette son derece. O da gitgide ne yazık ki ortadan kaldırılıyor. Güney Amerika’nın dağ kesimi bu görülen Alp Dağları’dır ve bu kayalık dağlar kuzeye doğru uzanır. Alaska’dan aşağı yukarı Meksika’nın ortalarına kadar uzanırlar. İki kıta Afrika’yla Avrasya bir bütünlük özelliğini gösterir. Bunlardan Amerika kıtası farklıdır. Daha kenarda kalmış görünür büyük tektonik olaylar sırasında, Avustralya’ysa bir istisnadır. O tamamıyla bir tarafa atılmıştır ve nihayet 4. Dönemde kopan bir de güney kutup, yani Antarktika dediğimiz bir kıta var. Bu görünümde en son ortaya çıktığını tanık olduğumuz canlı türü beşerdir, yani atalarımızdır. Orta Afrika’nın doğusunda, bugünkü siyasi oluşumda Tanzanya, Uganda, Kenya üçgeninde göller görüyorsunuz, Viktorya gölü, Nyassa gölü vs. bu göllerin çevresinde dağlık bir arazide ilk defa beşerle karşılaşılıyor. Son yıllardaki keşiflerle Habeşistan’la Nijer’de de ilk beşere ilişkin kalıntılar ortaya çıkarılmıştır. Bunun da tarihi tıpkı evrenin oluşumu gibi sürekli değişiyor. Benim gördüğüm son kayıtlarda 300 bin yıla geri gitmektedir. Nereden gelmiştir, kimin, neyin nesidir? Çok tartışmalı bir konu, buna girmeyeceğim. Kanıtlanamadığından inanç konusu olarak karşımıza çıkıyor Doğu ve Batı Medeniyetleri • 241 ve inançlar hararetli mücadelelere gebedirler. Militan evrimciler falanca hayvandan geliyor diyorlar, onlara karşı olanlar hayır diyorlar, bir yerlerden geldiği yok, kendi başına var edilmiştir. Dediğim gibi bu münakaşaya ben şimdi hiç girmiyorum. Gördüğümüz beşer biyologların, evrimcilerin Latince homo sapiens sapiens adını verdikleri, bildiğini bilen, bildiğinin bilincinde olan beşer demektir. SALONDAN- İnsan değil. TEOMAN DURALI- İnsan değil, hayır. Latincesiyle hūmānus, Türkçesiyle dirimsel, biyotik varlık olarak dünyaya geliyoruz ve dünyaya gelmekle birlikte beşerlikten insana geçmeye başlıyoruz, insan oluyoruz. Dünyaya gelinceye değin iki türlü oluşumumuz var: İki karşıt cinsiyetin bir araya gelmesiyle ortaya çıkan ve yine biyolojide döllenmiş yumurta denilen zigotla dünyaya gelme anına değin geçen dönem doğum olayıdır. Dünyaya gelişi doğum olarak nitelemek yanlıştır ama böyle yapıyoruz. Artık değiştirecek hâlimiz de yok, ona da doğum diyoruz. Doğumla dünyaya geliş arasındaki süre beşerliktir. Tamamıyla biyolojik bir varlık olarak gelişiyoruz. Öteki canlılarla bir bütünlük oluşturuyoruz, aynen öteki bütün canlıların özelliklerine sahibiz. Büyük sapma, devrim niteliğindeki dönüş dünyaya gelişle başlıyor. Buradan itibaren kültür, toplum varlığı olmaya başlıyor, toplum varlığı olmaya yönelen beşere insan diyoruz. Onun artık dirimsellikle, biyotiklikle ilgisi gittikçe azalmaktadır. Kültür doğal olan biyolojiye, dirimselliğe paralel gelişir, kendi başına bir gelişim çizgisini göstermiyor ve doğadan kopuktur. Biraz önce söylediğim gibi doğayı değiştirerek kendinize yontmaktayız, mâl etmekteyiz. Kendimize bir doğal çevre inşa etmekteyiz ve bunu toplum çerçevesinde bireyler olarak yapmaktayız. Bütün toplulukların ve daha sonra toplumun kendisinden doğduğu ilk topluluk, anne-baba-çocuk üçlüsünü içeren aile dediğimiz topluluktur. Bu topluluğa ilk örnektir, ana örnektir, doğaldır, dirimseldir. Aile genişler. Akraba, akrabayı taallukat, oba veyahut da Arapçasıyla söylersek kabile ve nihayet en geniş dirimsel, biyotik topluluk boydur, aşirettir. Bütün bir geçmişte insanlar bu söylediğim topluluklarda 242 • Teoman Duralı yaşamışlardır. Her topluluğun kendine mahsus kültürü ve dili olmuştur. Biyotik olmadığını nereden biliyoruz? Biyotik, dirimsel olan ne varsa topluluğuna yaygındır. Biyotik topluluklara tür diyoruz ve bunlar bir genetik bütünlük oluştururlar. Biz de biyotik, dirimsel olarak beşer türündeyiz. Hepimizin ortak genetik kaygısı var. Buna karşılık kültür dediğimiz farklı topluluklar, insan toplulukları birbirlerine benzemezler. Her kültür kendi başına özelliklere haizdir. Bunlar büyük ölçüde içinde yaşanan doğal şartlarla uyumludurlar. Beşer olarak dünyaya gelen insanın doğal çevreye ayak uydurmasına izin verecek hiçbir imkânı yoktur. Hiçbir canlı insan kadar yoksun, insan kadar hazırlıksız, insan kadar zayıf ortaya çıkmaz. Her canlı ortamıyla, çevresiyle uyum içinde dünyaya gelir. Soğuk iklimlerde yaşıyorsa postu vardır, kalın bir yağ tabakası vardır, soğuk sularda yaşayan memelileri düşünün mesela, kutup ayılarını düşünün, orada eksi 50’lere varacak sıcaklığa dayanacak bir yapıya sahiptir. Buna karşılık sıcak bölgelerde yaşayan canlılar aynı şekilde oranın iklim şartlarına uygun ortaya çıkarlar. İnsanın hiçbir iklim şartına uygun donanımı yoktur, tümüyle yoksundur ve onu yaşatan, onun ortamıyla uyuşmasını mümkün kılan toplumudur. Toplumun ilk insanı koruyan, kollayan bireyi kadındır, annedir yahut öksüzse annenin yerini tutacak bir kişidir, Allah kimsenin başına vermesin. Şimdi toplumlar, topluluklar anne ürünüdürler ve bunun en güzel karşılığını İslamcada buluyoruz: Ümmet, “umm”dan/anneden gelir. Ümmet anneden oluşan, anneden çıkandır. Umm aynı zamanda kelime anlamı itibariyle önder demektir, imam, umm aynı kökten geliyor. Önder olan, yol gösteren anlamlarına gelmektedir. Annenin doğurmanın yanında en önemli özelliği eğitmektir, terbiye etmektir. Bu sebeple yine İslamcada umm olmanın yanında anne mürebbiyedir. Rabâ, öğretmek kökünden geliyor, aynı şekilde Allah’a atfedilen en önemli vasıf Rab’dır. Rahman ve Rab kadında tecelli ediyor. Rahmi var ve mürebbiyedir. Rahimde oluşuyoruz, beşerliğimiz o rahimde geçiyor. Gerçi şimdilerde dölyatağı deyip duruyorlar ama ben rahimden olmayım. Kim istiyorsa dölyatağında olsun. Rahimde oluşmanın ayrıcalığı nedir ve mürebbiye nasıl bir şeydir? Beşerin insanlaşması, kültür, top- Doğu ve Batı Medeniyetleri • 243 lum varlığı olması eğitimle iç içedir. Eğitilerek insan oluyoruz, insanlaşıyoruz ve bu eğitimi veren annedir. Daha sonra çember çember gelişir. İşte baba da girer. Nihayet cinsiyet farklılığı sonucunda topluluklarda erkek çocuğu yetiştiren, zanaat edindiren baba olur. Kız çocukları annelerinin yanında devam ederler büyümeye, yetişmeye, vs. Sonra köy, mahalle, nerede yaşanıyorsa oranın büyükleri bir şeyler öğretmeye başlarlar. Mahallenin olduğu zamanları söylüyorum, mahalle filan kalmadı. Böylece kişi, birey yaşarken öğreniyor. Bu çok önemli bir nokta yaşarken öğrenmek, ayrıca bir yere alıp da orada bir şey kazandırmak, bir şey yedirmek söz konusu değil. Gündelik yaşama sürecinde yaşamayla ilgili sanatları öğreniyoruz. İnsanın öğrenmeden yaşama imkânı yoktur. Yürümesini öğreniyoruz, büyük küçük abdesti öğreniyoruz, yemeyi öğreniyoruz, her şeyi öğrenmek zorundayız. Bunu hep tekrarlarım, çok çarpıcı gelir bana: Yeni dünyaya gelmiş memeli bir hayvan annesinin memesini kendiliğinden bulur. İnsan yavrusu bunu yapamaz. Annesi götürmediği sürece emziremez. Bu derece insan yaşama talihinden yoksundur. Her şeyi göstermek gerekiyor, neden? Çünkü öteki canlılardan farklı olarak insanın içgüdüsü yok denilecek derecede az bulunmaktadır. Her şeyi insana kazandırmak mecburiyetindesiniz ve kazanılan özellikler, değerler ölçüsünde de bir kültürün gelişmişliğinden bahsederiz. İnsanı inceleyen, insanla uğraşan bilime beşer bilim, antropoloji deniliyor. Genellikle beşer bilimciler, antropologlar kültürlerin sahip oldukları değerler derecesinde gelişmiş oldukları görüşünü reddederler. Bir kültürün başarısı veya başarısızlığı yaşama şansına bağlıdır. Bir kültür yaşayabildiği ölçüde başarılı sayılır. Amazon ormanlarında, Yeni Gine ormanlarında 3000 yıl önce nasıl yaşıyorsa hâlâ öyle yaşayan topluluklar vardı. Artık kalmadı ya, vardı. Bunlar başarılı mıydı, başarısız mıydı? Bunların uçakları yoktu, bunların füzeleri yoktu, bunların televizyonları, radyoları, telefonları, hele hele cep telefonları yoktu vs. Başarılı diyor beşer bilimciler, neden? Çünkü o topluluklar o yörede, o ortamda yaşamışlardır, vardırlar. Bu çok şiddetli bir tartışma konusu, yani zaman içinde gözle görülecek yenilikleri üretmemişlerdir. Nasıl bilirlerse, öyle yaşamaya devam etmiş- 244 • Teoman Duralı lerdir. Zaman zaman ben kendi hesabıma bu beşer bilimcilere hak vermiyor değilim. Yeni Gine ikiye ayrılır, doğu ve batı, batı Yeni Gine Endonezya’ya bağlıdır, doğu Yeni Gine bağımsızdır. Burası Papua Yeni Gine’dir (Irian Caya). 99’da şu gördüğünüz dağlık kesimin eteklerinde bir köye gelmiştim. Daha önce hiç rastlamadığım bir yaşama biçimiyle karşılaştım. Yirmi-otuz metre yüksekliğindeki ağacın tepesini kesmişler. Geniş bir düzlem var ve o düzlemin üstüne bambudan kulübe inşa etmişler. Ağaçta çentikler var. Bu çentiklerden çevikçe inip çıkıyorlar. Benim gibi çeviklikten nasibi almamış bir yaratık felaket zorluk çekmiştir. Bana yukarıdan bambu lifleriyle örülü halat attılar. O halata yapışmıştım, oralardan kaydım, itele kakala çıktım nihayet yukarı, tabii ödüm de koptu o arada, o ayrı bir bahis. Emin olun bugünkü AVM’lerimizdeki konutlar, herhâlde oradan daha rahat, daha güzel değil. Aşağısı cehennem gibi sıcak, rutubetli, börtü böcek, sivrisinek, sinek, aklınıza gelen musibet var. Çünkü bataklıklı bir zemin, sürekli yağmur, yemyeşil etraf, oraya çıkıyorsunuz, püfür püfür esiyor. Nasıl oluyor anlamadım, sivrisinekten eser yok, hiçbir şey yok. Kulübenin içinde yemek pişiriyorlar. Penceresi filan yok ama öyle gizli delikleri var ki oradan o duman çıkıyor. O kulübenin içinde duman, koku, hiçbir şey yok. Gayet güzel nezih bir ortam, tam tabiriyle nezih, şimdi aklıma geldi ve insanları, çocukları mutlu, özellikle mutluluk çocuklarda görülür. Kalan o sulara giriyorlar çıkıyorlar cıbıldak cıbıldak oynuyorlar, koşuyorlar. Önce bir yabancıyı gördüklerinde korkuyorlar tabii, feveran ediyorlar. Geliyorlar, şaka yapıyorlar, takla atıyorlar, vesaire. Rekabet yok, çünkü her şey kurallara bağlanmış. Yani sen benim sevgilimi kaptın, sen bilmem şunu ettin filan falan, öyle bir dert yok. Kim kiminle evlenecek, nasıl aile kuracak, neler olacak, neler bitecek, bunlar son derece sıkı kurallara bağlanmış olaylardır. Kavgası gürültüsü yok ama büyük ihtimalle binlerce yıldır değişmemiş bir yaşama tarzı var. Böyle bir olayı çok daha önceki bir tarihte Toroslarda Yörüklerin arasında görmüştüm. Tabii bu derece tırnak içinde “ilkel” değil ama yine herhâlde 10-12. yüzyılda nasıl yaşamışlarsa, öyle yaşıyorlar. Bu 81’de gördüğüm bir olaydı, herhâlde yol aldık göç yollarında, sonra aynı mıntıkaya, Doğu ve Batı Medeniyetleri • 245 Toroslar’a 6-7 yıl sonra gitmiştim, Çukurova’nın köylerine elektrik gelmişti, hayat baştan ayağa değişmişti. O zamanlar bir furya vardı Dallas diye televizyonda, herhâlde siz pek tanık olmadınız. JR var, evet, onu seyretmeye başlamışlar. Birdenbire hayatları altüst oluyor. Buzdolabı almışlar, çamaşır makinesi gelmiş. Tabii bunlar gelince çalışmaya gerek kalmıyor, sıkıntı bastırıyor. Can sıkıntısı, ne yapacaklar? Dedikodu, ondan sonra erkekler tavla oynuyor, kâğıt oynuyor, kadınlar kendi aralarında toplanıp dedikodu yapıyorlar, vs. Benzeri bir olayı Eskimolardan dinlemiştim Grönland’da, Danimarka sömürgesinde yahut Danimarka iradesinde Grönland, oraya Danimarka durmadan servet yağdırıyor. Onları tutabilmek için aklına geleni veriyor; çamaşır makinesi veriyor, evleri ısıtılıyor, gençleri içkiye ve uyuşturucuya dalmışlardır. İntihar gırla geliyor. Yeryüzünün intihar edenler listesinin başında geliyor Grönland. Niye oluyor? Hayat anlamını kaybediyor. Bizde ise kişi yaşama mücadelesi veriyor. Hayatta bizim için en önemli şey yakınlarımızı yaşatmaktır. Çocuklarımızı, eşimizi, dostumuzu yaşatmak bizim için en önemli gayedir. Şimdi öyle bir şey kalmadı, mücadele gücümüz elimizden alındı. Oturuyoruz burada bütün gün, can sıkıntısından patlıyoruz. Her şey belirli bir doğal süreci izlemek zorunda, bir anda bir yeniliği getirdiğiniz vakit o doku parçalanıyor, berbat oluyor. Toplumla ilgilenen, toplumla iştigal eden varsa aranızda siyasetçi, iktisatçı, sosyolog her neyse, bunu çok dikkate almak zorundadır. Özellikle siyasiler, toplum hakkında da en cahil olanlar onlardır. O medeniyet tarihi bana kalırsa siyasileri her şeyden önce ilgilendirmeli. İlkin topluluklar çevrelerini sömürerek yaşamışlardır. Toplayıcılıkla yaşamışlardır ve bu çevreyi çok hızlı bir biçimde öldürür. Çevrenin imkânlarını tüketiyorsunuz. İnsanlığın ortaya çıkışından 100 bin yıl sonra Afrika’ya dağılmaya başlıyorlar. En köklü eski insan örfleri Afrika’dadır ve yeryüzünde bugün en büyük ırk çeşitliliğini de Afrika’da bulursunuz. Şunu da hemen işaretleyeyim, hepimizin ak teninin altında bir karartı olması gerekiyor. Çünkü oradan geliyoruz, atalarımız oradadır. Sonradan aklaşmışız. 100. Binde, Afrika’nın tamamı iskân edilmiştir. Bu kıtaların ayrışmasının yanında iklim değişikliği de çok önemli bir etken- 246 • Teoman Duralı dir: Bir aşırı soğuk iklimin hâkim olması söz konusu dünyaya, bir de iklimin ısınması. Son Buzul Çağı -ki buzul çağlar deniliyor- 8000 yıl önce bitiyor ve Buzul Çağlarında deniz seviyeleri çok düşer. Çünkü kuzey yarımküre buzlar altında kalmaktadır. Şu gördüğünüz çizgi Buzul Çağının donmuş mıntıkalarıdır ve su seviyesi düşünce burada gördüğünüz denizler karaydı, dolayısıyla Güneydoğu Asya’dan Avustralya’ya yaya geçebiliyordunuz veya en azından bugün bayağı geniş olan bu mıntıka çok dar bir yerdi ve çeşitli ağaç kütüklerle Yeni Gine’den Avustralya’ya geçmek mümkündü. Şimdi 200 bin yıl sonra insanlar Afrika’dan öteki kıtaya, Avrasya’ya çıkmaya başlamışlardır. Çıkış iki yerden olmuştur: Bir, Afrika’nın doğusunda Habeşistan’la Yemen arasında yer alan Babülmendep Boğazından Arap Yarımadası’na geçilmiştir. İki, Mısır’dan Sina Yarımadası üzerinden Filistin, Mezopotamya ve Anadolu üzerinden kuzeye geçilmiştir. Buradan geçenler kıyı boyu yol alarak binlerce yıl içerisinde Asya’nın, Avrasya’nın güney kıyıları boyunca Avustralya’ya kadar geliyorlar. Buradan çıkıp da Hindistan’da, doğu Hint adalarında, Malay Yarımadası’nda ve bu takımadalarda yerleşenler, en eski yerliler. Bunlar hâlâ Afrika’nın bazı ırklarını bize andırmaktadır. Avustralya’da da var. İngilizcede Aboriginal dedikleri, benim Türkçeye “Yepyerli” diye tercüme ettiğim bu insanlar önemli ölçüde Afrika’daki Pigmeleri andırmaktadırlar. Bir Pigme görün, sonra da Borneo yahut da Yeni Gine’deki, Avustralya’daki bir Yepyerliyi görün, arada fark yok dersiniz. Bu derece bunlar tecrit olmuşlar, karışamamışlardır ve oldukları gibi kalmışlardır. İklim şartları da uygun olduğundan mutasyon geçirenlerin orada yaşama şansı artmamıştır. Buna karşılık iklim farklılığına uğrayan topluluklar çok şekil değiştirmişlerdir. Kuzeye çıkan insanlar güneş ışığının zayıf olmasından ötürü zamanla aklaşmışlardır. İki türlü ten rengi vardır, üç değil, sarı diye bir ırk yok, bu yanlıştır. Sarı ancak sarılık hastalığına yakalananlarda vardır. Ak ve kara tenli insanlar var ve bunların arasında önemli bir çeşitlilik yer almaktadır. Apak da hafif kara aktır, daha kara ak, daha kara aktır, en nihayet kahverengi, çikolata rengi ve Afrika’nın Güney Sudan’da parlak kara tenli insanlar görüyorsunuz. Çok güzeldirler, ışığı yansıtıyorlar. Sanki ayak- Doğu ve Batı Medeniyetleri • 247 kabı boyacısı cila vurmuş… Kara ten sandığınız gibi Afrika’ya mahsus değildir. Hindistan’ın temel halklarından Tamiller de kara tenlidirler. Hindistan’da iki çeşit ırk yaşar: Kuzeyden daha sonra gelmiş olan Hint-Avrupalılar yahut Arîler tenleri kararmış olmakla birlikte güneşin etkisiyle ak tenlidirler. İkincisi, kara tenli Tamillerdir. Bunlar Hindistan’a Afrika’dan ilk gelen kavimlerdendirler. Dravid ırkına mensupturlar ve yaklaşık 70. Binde geldikleri tahmin ediliyor. Avustralya’ya 60. Binde ulaşıyor insanlar, dediğim gibi karaya bitişik bir ova ve Avustralya’da tecrit kalıyorlar. Sular yükselince gerisin geriye gidilemiyor. Orada hapis kalıyorlar. Aynı şekilde Tasmanya’daki yerliler öyledir. Ne yazık ki insan hakçı, demokrat, liberal Avrupalılar bunların soylarına kibrit suyu dökmüşlerdir. Tasmanya yerlileri soykırıma uğramışlardır. Son Tasmanya yerlisi 1880 küsurlarda ölüyor, artık Tasmanya yerlisi yok. Benzeri bir olay Güney Amerika’nın en güney ucunda ateş ülkesinin yerlilerinin kaderi olmuştur, onları da yok etmişlerdir. Burada Patagonya yerlilerinin önemli bir kısmı yok edilmiştir. Yok demiyorum ama varsa bile çok az sayıda kalmış, bunlar tümüyle gitmişlerdir. Her neyse, en son iskân edilen kıta Amerika’dır. 17. Binde geçtikleri tahmin olunuyor Avrasya’dan Bering Boğazı ile Alaska’ya geçildi, dediğim gibi son derece düşüktü su seviyesi ya da kara parçası vardı. Belki de buzullarla kaplıydı, bu şekilde geçmişler ve 15. Binde Amerika’nın güney ucuna kadar ulaşıyor insanlar, bu kuzeye çıkan insanların tenleri aklaşıyor, saçlarının rengi açılıyor ve renkli gözlü insanlar oluyor. Doğuya kaydıkça, insanlar yeni bir şekil alıyorlar. Soğuk, sert iklim ve kum çöllerine dayanıklı hâle gelen insanlar var. Çekik göz buradan ileri geliyor. Göz küçüldükçe kum fırtınalarına mukavim hâle gelir. Doğulu insanların çekik gözlü, elmacık kemiklerinin çıkış olmasının sebebi kum fırtınalarıdır. Kum fırtınasıyla karşılaşırsanız yuvarlak gözlü olmaya lanet edersiniz. Her tarafınızdan kum dolmaya başlar. Ağız, burun, göz, ne kadar küçükse yarıklar o kadar o doğa şartlarına mukavim hâle gelirsiniz. Boy da aynı şekilde, kuzeye soğuk iklime çıkan insanlar boylu poslu olmaktadırlar. Sebebi vücut ısısını korumaktır. Çok sıcak bölgelerde insanlar ufak tefektir. Çünkü sıcağı atmak mecburiyetindedir ve 248 • Teoman Duralı çok terlerler. Sıcağa uygun hâle gelmek mecburiyetindedir. Hepsinin bir sebebi vardır, yani güzellikle, çirkinlikle, yakışıklılıkla filan alakası yok, hepsi doğa şartlarıyla, çevreyle ilgili; talepleriyle ilgili olaylar değil. Bunların nasıl olduğuna, niye ortaya çıktığına girmeyeceğim, onlar bizim konumuz değil. Beşerin evrim serüvenini konuşmuyorum, sırf birtakım ön bilgilerle donanmak için bunları anlatıyorum. İnsanlar toplayıcılıktan avcılığa intikal etmişlerdir. Yine Afrika’da ama daha ziyade Afrika’dan çıkıp da Avrasya’nın kuzeyine geldiklerinde büyük ölçüde avcılığa geçmişlerdir. Çünkü doğal zenginlik yok burada, toplayıcılıkla karnınızı yetesiye doyuramıyorsunuz. İkincisi, burada etkin yırtıcı hayvanlar çok fazla, özellikle de kurtlar, insanların en fazla ilişki kurup taklit ettikleri kurtlardır. Kurtlar bütün kıtalara yayılmış durumdaydı. O bakımdan en eski kadim insanlar kurtları taklit ederek yaşama mücadelesini sürdürmüşlerdir. Kurt olağanüstü zeki bir hayvandır ve insana benzer biçimde sürü dediğimiz topluluklar hâlinde yaşar. Bütün işlerini topluluk hâlinde yapar, özellikle avlanmayı topluluk olarak görür. Avına pusu kurar, beklenmedik bir anda avının üstüne çullanır ve bir tek kurt değil, bütün bir sürü mücadeleye giriyor. İnsanlar özellikle de Avrasya’nın doğu ve iç kesimlerine iskân eden boylar kurtları taklit etmişlerdir. Türklerin ataları Hunlar bunların başında gelmektedir. Bu sebeple de kurt Hunların, daha sonra Türklerin fetişi, totemi hâline gelmiştir. Kurttan türediklerine inanırlar; bütün doğayla iç içe yaşayan toplumlarda kurt fetişizmini görürsünüz. Romalılar da kurttan türediklerine inanırlardı. Romus ile Romulus emziren bir kurttur. Türkleri de emziren Asena adında bir dişi kurttur ki, Asena aynı zamanda bir hanedanın adıdır. O hanedanın kurttan türediğine, kurttan beslendiğine inanılmıştır. Tarıma ve oradan şehir kurmaya geçişin hikâyesini isterseniz gelecek derse bırakalım. Vaktimizi epey de aştık, bu hep olan bir şey bizim konuşmalarımızda, belki ondan sonraki hafta da Orta Çağ Hıristiyan Avrupa medeniyetine geçeriz. Sorularınız, ekleyeceğiniz, çıkaracağınız bir şeyler varsa… SALONDAN- Antropologlar toplulukların başarı ölçüsü Doğu ve Batı Medeniyetleri • 249 olarak uzun süreli yaşama şansını görmüşler. Bunun dışında sayısal bir çoğunluk, sayının fazla olması antropologlar açısından başarı sayılıyor mu? TEOMAN DURALI- Hem evet, hem hayır. Şu anlamda evet, bütün canlılarda olduğu gibi insan da çoğalmakla yükümlüdür. Bu arada çok ilgi çekici bir şey, dinlerle yaşama olayı örtüşür. Onu unuttuk söylemeyi. Bütün dinler yaşatmak üzere vardırlar ve fetişizmlerden, totemliliklerden beri kültürün temelini oluştururlar. Birçok bize yaşamaya aykırı, yabancı gibi gelen din uygulamaları zamanla unutulmuş ihtiyaçlardır. Bu çerçevede Allah, Kitab-ı Mukaddes’in başlarında, Ahd-i Atîk’te, yani Eski Ahit’te, Yahudilerin kitabında “Çoğalınız, artınız” der. Bu olağanüstü önemli biyolojik bir buyruktur. Biyolojide, dirimde türlerin başarısı çoğalmalarına bağlıdır. Bir tür çoğaldıkça evrimcilerin gözünde başarılı kabul edilir. Aynı şey insanlar için de söylenmiştir. İlk defa “Çoğalmayın ey insanlar” diyen şu son dönem medeniyetidir. Onun dışında bütün kültürlerde, medeniyetlerde çoğalmak baş tacı edilmiştir. Ancak bir kültürün başarısında biricik kıstas o değil, çünkü o çoğalmayı mümkün kılacak donanıma sahip olması lazım. Çok hızlı bir biçimde çoğalma mekânizması ketlenebiliyor ve soysuzlaşma başlıyor. Çoğalma durduğu vakit soysuzlaşma, Fransızcada dégénérescence dedikleri olay baş gösteriyor. O bakımdan çok önemli bir yer tutuyor. Galiba başka bir soru yok, sizi çok da fazla sıktım. Efendim, teşekkür ederim. Sabır gösterdiniz, sağ olun. Doğu ve Batı Medeniyetleri • 251 KASIM 2016 Diller ve Medeniyetler TEOMAN DURALI- Medeniyet olayını hangi bilimler ele alır, biraz ondan bahsedip, daha sonra Orta Çağ Avrupa medeniyetinin coğrafyasından size bahsedeceğim. Medeniyet elbette öncelikle medeniyet tarihi tarafından ele alınır. Bu kendinden anlaşılır bir şey ama medeniyetin altında yatan insan dokusunu, kavmiyet ve ırk olayını, insan biyolojisini inceleyen, bir bakıma biyolojiyle sosyoloji arasında yer alan beşer bilim yahut antropoloji. Bu da birkaç kola ayrılır: Fizik antropoloji -tam karşılığı beşer bilimdir zaten- sosyal antropoloji, kültür antropolojisi, felsefi antropoloji, vs. Bizi burada ilgilendiren beşer bilim anlamındaki fizik antropolojisi oluyor. Bu beşer bilim insanın dirim, yani biyotik kesimini ele almaktadır. Biyotik anlamda insan nasıl bir yapıya sahiptir ve bunun toplumsal, kültürel etkileri ölçülür beşer bilimin araştırmalarında. Beşer bilim, antropoloji 20. yüzyılın ilk yarısında çok tartışılan sorunlu bir bilim hâline gelmiştir. Çünkü bu bilime dayalı olarak bir ideoloji ortaya çıkmıştır. İdeolojiler hayatın değişik sahalarına uygulanan felsefe sistemleridir. Belli başlı dört ideolojiden bahsedebiliriz: Sermayecilik/kapitalizm, toplumculuk/sosyalizm, milli toplumculuk/nasyonal sosyalizm ve faşizm. Bunlardan sermayecilik/ kapitalizm iktisada, özellikle de maliyeye yaslanır. Toplumculuk, Marxçı yorumuyla iktisat ve tarih temellidir. Milli toplumculukta ise yoğun bir felsefe esası var ve bu ideoloji iki önemli ırmaktan besleniyor; bir yanda Alman idealizmi ve onun edebiyata yansımış hâline romantiklik diyoruz, oradan esinini alıyor. Öbür ırmak da Darwin evrimciliğidir. Özellikle Darwin evriminin Spencer yorumu; buna toplumsal Darwincilik de denilmektedir. Faşizme gelince ana dayanağı tarihtir. Faşizm İtalya’da 1924-1945 arasında gördüğümüz bir düzendir. Bu lafızlar yalan yanlış yerlere 252 • Teoman Duralı kullanılırlar. Bir çeşit küfür gibi de kullanılır bunlar, önümüze gelene yahut önümüze gelen beğenmediğimiz düzene faşist deriz. Halbuki son derece iyi belirlenmiş bir felsefenin ifadesidir, sermayecilik, toplumculuk, milli toplumculuk gibi. Milli toplumculukla faşizm hep karıştırılır ve aynı görülür. Yakındırlar birbirlerine ama aynı değildirler. Dayandıkları ilkeler bakımından önemli birtakım farklar vardır aralarında, her şeyden önce mesela, milli toplumculuğun ana dayanaklarından biri beşer bilimin ele aldığı ırk olayıdır. Faşizmde bunun önemi yoktur. Faşizmde biyotik içerikli ırk değil, millet temeldir. Yani kültür arka planını taşıyan millet önemlidir. Milli toplumculukta kültür arka planı o kadar önem kazanmaz. Önemli olan biyotik, dirim asıllıdır. Belirli bir dirim, biyotik tarife dayanılarak oluşturulmuş bir toplumdan bahsedilir. Milli toplumculuğun milleti, ulus devlettir. Faşizmin devleti millet devletidir. Millet manevi değerlerin el üstünde tutulduğu kültür birliğinin adıdır. Beşer bilim, antropoloji milli toplumculuk doğrultusunda iş görmüş olduğundan 1945’te Almanya’nın yenilmesiyle birlikte tasfiye edilenlerin arasında yer almıştır. Gerçi bugün hâlâ tedris ediliyor okullarda, üniversitelerde, ben de bizim fakültede okumuştum. Okuduğum konular arasında bu da vardı ama tehlikeli ve hoş görülmeyen bir alandır. Avustralya’dan gelen hocamız Prof. Hart’tan ders almıştık. Irkların belirlenmesinde bizde de Otuzlu yıllarda çok rağbet gören kafatası ölçmeleri vardı. Hatta bir gün bize göstermek üzere sınıfta kafataslarını ölçmüş ve sınıftaki kafatası ölçüm ortalamasını çıkarmışlar. Adamın başına bela açtı. O zaman Türkiye’de Solun yükselme dönemiydi, adam artık sokağa çıkamaz hâle geldi, her yerde faşist diye damgalandı. Bir süre sonra da zaten bastı gitti. Sadece bundan dolayı mı, başka şeyler de vardı belki, gecekondu mahallelerinde sosyolojik araştırmalar yapıyordu. Konusu olmamakla birlikte adam yokluğundan sosyal antropoloji dersleri de veriyordu. Casus suçlamalarına maruz kaldı. Bilirsiniz, bizde çok kolay olur casus suçlamaları; beğenilmeyen, sevilmeyen adama böyle yafta yapılır. Prof. Hart da bu suçlamaların sonucunda kaçtı gitti buradan ve çok da yazık oldu. Doğru muydu bilmiyordum tabii, benim konum değil, istihbaratçı değilim, ilgilendirmez beni Doğu ve Batı Medeniyetleri • 253 ama iyi bir hocaydı, iyi bir öğretim üyesiydi. Her neyse, demek ki medeniyet mahzeninde sorunlu bir sorun olan ırk da ele alınmaktadır. Irk sadece siyasi ve toplumsal bakımdan değil, bilimsel anlamda da çok sorunludur. Bir topluluğun, büyük bir öbeğin A ırkından, B ırkından, C ırkından olduğunu anlamak ve anlatmak için elinizde hangi ölçüler var? Bilimsel anlamda çok belirgin ölçülerimiz yok, çünkü bilimden söz edildiğinde sizleri bilmem ama benim aklıma ilkin klasik mekânik, klasik fizik gelir. Galileo, Newton fiziği, orada her şey çok belirgindir, çok açıktır. İki ana dayanağı vardır: Akıl ve deney. Öne sürülen her iddia denetlenmek, sınanmak ister. Vazgeçilmez bir şarttır bu, buna kanıtlama diyoruz. İki çeşit kanıtlama vardır: Mantık, matematik kanıtlama vardır ki, buna Türkçede ispat, İngilizcede proof diyoruz. Bir de deneylerde başvurduğumuz kanıt vardır ki, göstermeye dayalı kanıtlamadır ve buna Türkçede tanıtlama, İngilizcede demonstration diyoruz. Bu ikisi bir bilim çalışmasının vazgeçilmez dayanaklarıdır. Tanıtlamanın mümkün olmadığı bir tek bilim vardır, o da matematiktir; bilim midir, değil midir bilim felsefesinde çok tartışılan bir konudur. Onun tanıtlaması mümkün değil, sadece ispat vardır matematikte. Çünkü matematiğin dış dünya kaynağı yoktur, matematik terimlerin dünyada karşılıkları bulunmaz. Yeniden fiziğe dönersek, fiziğin vazgeçilmez payandası dış dünyadır. Dış dünyadan elde edilen verilerin akıl imbiğinden geçirilerek ifadesi matematiktir. Bu yoldan sapıldıkça bilim ülküsünden uzaklaşılır. Bu nokta son derece önemlidir. Bilime tapan kesime, bilime tapanlara pozitivist diyoruz. Pozitivistlere göre klasik mekâniğin dışında bilim yoktur. Affınıza sığınarak, ben de önemli ölçüde pozitivizme meyilli bir kişiyim. O bakımdan pek çok bilim sayılan çalışma alanları benim indimde bilim değildir. Bir alanın bilim olmaması onun itibarını düşürmez. Adın nedir? Ahmet. Senin Ali, yani Ahmet değilsen itibarın yok mu demektir? Gayet tabii ki herkesin bir adı var. Bir çalışma alanı bilim olabilir, öbür çalışma alanı olmayabilir. İlle bilim olacak. Mesela, benimle uzaktan yakından ilgisi olmayan, sırf itibar kazandırmak için müneccimliğe, astrolojiye bilim diyenler var. Bilim değil. SALONDAN- Sosyoloji bilim mi? 254 • Teoman Duralı TEOMAN DURALI- Aman beni tehlikeli sulara sürüklemeyin. Evet, bana göre değil ama dediğim gibi onlara göre bilim, onun için beni isterseniz taşlamayın, recmetmeyin. Ben tek otorite değilim. Bilim madde temelli olmak zorundadır. Maddeci demedim, madde temellidir. İşaret edilebilir olaylar ama işaret edilebilir olaylardan da ibaret değil; tekrarlanabilir ve işaret edilebilir olaylar bilimin ana konusudur. Bunlara Türkçede vaka, İngilizcede fact diyoruz. Bir kereye mahsus seyrek cereyan eden olaylar bilimin konusu değildir. Neden? İddia ettiğim vakit iddiamı kanıtlamakla yükümlüyüm. Bir kere cereyan eden bir olayın tekrarlanması hâliyle imkânsızdır. Bireylere mahsus olaylar tektirler. Benzerleri olabilir. Herkes âşık oluyordur ama herkesin aşkı biriciktir. Bu sebeple aşk olağanüstü derecede duygu yüklü bir olaydır. Duygu yüklü olduğundan ötürü de tarifi imkânsızdır. Üçgeni, pi sayısını, atomu tarif edersiniz ama aşkı tarif edemezsiniz. İki aşırı uç; bunların arasında bir derecelenme var. Üçgen tarifine en fazla yaklaşan klasik mekâniktir. Günümüz fiziği bile o bilim ülküsünden uzaklaşıyor, Kuantum mekâniğinde tam olarak deneyleyemiyorsunuz. Deneyleyemediğinizden de yüzde yüz kanıtlayamıyorsunuz. Tarihi konuları ele alan çalışma alanları yine bu ülküden, idealden uzaklaşmaktadırlar. Gökbilim, astronomi alanında evrenin oluşumunu açıklamaya kalktığınızda 13 milyar yıl önce büyük bir patlama meydana gelmiştir, infilak olmuştur ve evren kendi kendine genişlemeye başlamıştır sözleri bir tahmindir. Cern’de, İsviçre’de deneyler yapılıyor, bir yaklaşım elde ediliyor, yine de o olayın kendisi olduğu gibi bizatihi tekrarlanamıyor. Dolayısıyla muğlak kalmaya mahkumdur. Burayı anlatabildim mi? En muğlak kalmaya mahkûm anlatımlar insanla ilgilidir: tarih, toplum, kültür ve özellikle insan ruhiyatı, psikoloji… Bana sorarsanız gene bu benim kötü kanaatim, tamamıyla masal. İstanbul Üniversitesinde daha yeni öğrenime başladığımda -100 yıl önce!- 1968’de Küllük diye bir kahvehane vardı, oraya çok dadanırdım. Satranç oynardık orada ve tabii satranç taşlarını da pek göremezdik dumandan, öyle bir felaket duman vardı. O zamanlar tam demokrasi vardı Türkiye’de, istediğiniz her yerde dumanlayabiliyordunuz, kimse sağlık bozuluyor, havalar kirleni- Doğu ve Batı Medeniyetleri • 255 yor demiyordu. Bir gün havada kelebek gibi bir şey vardı. Ben de bağdaş kurmuş oturuyordum, satranç tahtasında sıramı bekliyordum. Bir arkadaşımız vardı, psikolojide talebeydi. Çok ısrar ederdi, gel sen de dinle derslerimizi, hatta bir kere sokmayı başardı beni psikoloji dersine, beni böyle bağdaş kurmuş hâlde bulunca “Ee, sen anneni çok özlüyorsun” dedi. Annem o zaman hayattaydı da fazla özlediğimi de söyleyemem o günlerde, şimdi çok özlüyorum, o ayrı. Niye dedim, nereden çıktı şimdi, annemi niye özleyeyim ki? “Sen anne rahmini özlüyorsun, böyle oturman onu belirtiyor” dedi. Demek ki bütün şark, bütün doğu anne rahmini özlüyor dedim. Herkes Doğu’da bağdaş kurarak oturur, nereden çıkardın? “Bu bir psikolojik gerçeklik” dedi. Psikoloji deyince aklıma o bağdaş kurma olayı gelirdi. Tabii en çok kiminle kavga ederiz? Babamızla ederdik. Kavga etmezdik de zılgıt işitirdik ve ondan sonra şikâyet ederdim arkadaşlara gene babamdan kötek yedik. “Sende oidipus kompleksi var” Tövbe ya Rabbim. Şimdi ırk olayı da böyle çok sallantılı bir hal, insanlar arasındaki benzerlikler yahut farkların kalıtsal esasları büyük laflara rağmen hâlâ tam anlamıyla ortaya konulmuş değildir. Bugün sanki çözülmüş gibi gösteriliyor bu genetik benzerlik ve uzaklık, bu sallantılı konu ister istemez bir kılavuzluk görevini görmektedir. Yani beğensek de beğenmesek de, sağlam kabul etsek de etmesek de ırkları esas alarak tarihi ve insanlığı tarif ediyoruz. Nedir ırk? Ten rengi midir, bunun dışında başka görünümler midir? Birincisi, ten rengi ırkları belirlemekte ölçülerden biri olmakla birlikte esas değildir. Neden? Çünkü dış etkenler ten renginin değişmesinde önemli bir yer tutmaktadır. Dış etkenler tenin rengini, saçı da değiştirir. Çocukken bende altın sarısı saçlar vardı, aşağı yukarı 13-14 yaşıma kadar sürdü ve başımın baş belasıydı. Türkiye o zamanlar bugünkü gibi Avrupa ülkesi filan değil, dünyayla bağlantısı yoktu ve her geldiğim yerde böyle bakarlardı, bu nereden çıktı diye, hangi gezegenden inmedir ve sarı saçlı olmaktan nefret ederdim. Sonra Allah dualarımı kabul etti, koyulttu çok şükür. Neden? Güneşi yiye yiye, güneşli bir 256 • Teoman Duralı ülkede olmasaydım koyulaşmayacaktı. SALONDAN- Hocam, güneş açıyor ama saçı. TEOMAN DURALI- Koyulaştırıyor. İlk anda doğrudur, denize gidersiniz, orada bir süre açılır ama zamanla koyulaşıyor. Konunun dışına kayıyoruz ama söylediğinize cevap olarak, bunu biz en iyi Hintlilerde görüyoruz. Ak tenli ve büyük ihtimalle açık renk saçlı insanlar olmalarına rağmen bugün artık kapkara saçları vardır. Aslında hepimiz zenciyiz, oradan çıkmayız. Kuzeye çıktıkça, güneş ışınlarının zayıflamasından ötürü ten rengi açılmıştır. Kuzeye çıktığımız ölçüde renkler açılırlar. Oysa biyoloji dış etkenlerin başrol oynamadıkları iddiasındadır. Darwin’den itibaren dış etkenler ana bilimsel özellikleri değiştirmezler. Darwin’in en önemli savlarından birisidir. İç işleyişlerdeki mekânizmadaki çok önemli değişmelerle biz başkalaşıyoruz. Onlara biyolojide mutasyon deniliyor. Bu mutasyonlarla, bu derin değişimlerle ortaya çıkan yeni tip ortama uyuyorsa canlı olarak ayakta kalıyorsunuz, uymuyorsa bitti işiniz. Buna da doğal ayıklanma adını vermiştir. Doğal ayıklanma benim uydurmamdır, “natural selection”ın karşılığı kullanıyorum. Genellikle doğal seçilim denilir, “ayıklanma”nın çok daha uygun olduğu kanısındayım. Eminim Darwin de karşıma çıksa ve ona bunu söylesem çok haklısın derdi, keşke ben de bunu deseydim, selection yerine İngilizce karşılığı ne oluyorsa ayıklanmanın onu kullanırdım diyecekti. Bir ayıklama var efendim, kimin ayıkladığı belli değil. Türkçede “n” ortacı geldiği vakit müellifi belli olmayan bir iş görülüyor demektir. Kimin yaptığı belli değil, çünkü Darwin’in açıklamalarında tekrar ediyorum, belirli bir müellif yok. Tanrı yahut da benzeri bir güç, bir kudret bu değişmeleri, bu ayarlamaları yapmıyor, kendi kendine oluyor. Nasıl oluyorsa tesadüf. Ten rengi o hâlde birinci derecede kıstas ölçü değil ırkların tarihinde ama yine bir kıstastır. İki, ana ten rengi var, ya ak tenlisiniz ya da kara tenlisiniz. Aktan karaya yahut karadan aka geçen derecelenmeler var. Kuzeyden güneye indikçe tenler koyulaşıyor. En aklardan en karalara doğru bir geçiş oluyor, derecelenme var. Bu iddiamı da ben deneyle gördüm. Malezya’da bir tıp kuruluşuna muayeneye gittim. Oranın Çinli Doğu ve Batı Medeniyetleri • 257 azınlığı kalabalıktır. Hemşire baktı baktı, siz kendinizi ak tenli mi sanıyorsunuz dedi. Hiç böyle bir şey aklıma gelmedi şimdiye kadar ama herhâlde, bir bakayım aynaya, neye benzediğimi göreyim dedim. Yok, siz ak tenlisiniz ama ben de sizin kadar ak tenliyim dedi. Allah Allah, nasıl oluyor dedim. Uzattı elini, uzatın elinizi dedi. Böyle karşılaştırdık, hakikaten hiçbir fark yok. Han Çinlileri, Kuzey Çin’in insanları, bir Felemenk, bir Norveçli, bir İsveçli kadar ak tenli yahut da bizdeki Lazlar, Çerkesler, Gürcüler kadar ak tenlidir. Orta Afrika’da cilalanmış gibi kapkara tenliler var, neredeyse ayna gibi suretinizi görürsünüz. Irkları tayin eden bir özelliktir ten rengi ama dediğim gibi değişkendir. Aklığa doğru akabilir, karalığa doğru akabilir, melezleşme olmadıkça değişmeyen özellikler vardır. Gözlerin şekli, elmacık kemikleri, boy ve saçın biçimi, düz saç, kıvırcık saç, bedenin kıllılık derecesi, vs. bu anlamda Avrasya’da iki ana ırk tespit ediyoruz: Moğoli ırk, bir de Hint-Avrupa bunun da eski adı Arî. Bu da Nazilerin gününde zulme uğramış bir terimdir. Onun için daha ziyade bugün buna Hint-Avrupa denilir. Moğoli ırk birkaç öbeğe ayrılır: Sino-Tibet ırkı: Çinliler, Moğollar, Tibetliler ve Avustralya-Asya ırkı: Güneydoğu Asya ırkı olarak Burma, Siyam, Kmer, Vietnam ve Malay Takımadaları. Endonezya’dan biliriz herhâlde, aslı Malay’dır. Madagaskar’ı da onlar iskân ettiklerinden burada da yine bu Avustralasya ırkının belirtileri vardır ve bütün Okyanusya adalarına yaygındırlar. Polinezya adı verilir. Yeni Zelanda’dan Hawaii’ye kadar uzanan çok geniş bir alana yayılmıştır. Bu Moğoli ırkın yanında Asya’da Turani ırk vardır. Türklerin aslı Turani’dir. Nereden çıkar bu ırk? Bir karışımdır. Hint-Avrupa’yla Moğoli ırkın melezidir. 2. Binde doğudan batıya doğru büyük bir kavimler göçü olayı vardır. Anayurdu Büyük Okyanus’un kuzeybatısındaki Ohotsk Denizi kıyıları olan, Çinlilerin Hiung-nu dedikleri bir kavim var. Aslında kendilerini nasıl adlandırdıklarını bilmiyoruz, yazıları yok çünkü, Çin kayıtlarında Hiung-nu diye geçer. Bir ihtimal tarihten, hele hele uzak tarihten bahsediyorsak hep ihtimallerle hareket etmemiz lazım, bunun gerekçesini size az önce verdim. Bu Hiung-nular şu ahalide yaşıyorlar, ren geyiği avlıyorlar, avcı bunlar, avcı ve 258 • Teoman Duralı konargöçer boyların taptıkları kurta tapıyorlar. Kurtlar harika hayvanlardır, topluluk hâlinde avlanırlar. Avın üstüne hilal biçiminde hücum ederler, avı sararlar, dört bir yanından sarar, avın kaçmasına imkân da vermez. Kurt tam takım hâlinde saldırıya geçtiği takdirde hangi hayvan olursa olsun, bir dev mamut boyutunda bile olsa kurtulamıyor. Çünkü hayvanın duyarlı bir noktasını ısırdığı vakit indiriyor aşağı, son derece hareketli olmasından ötürü hiçbir şekilde alt edemiyorsunuz. Kurdun sulbünden gelen sapıklaşmış köpekleri kastetmiyorum, doğru düzgün kurttan gelen çoban köpekleri ateşli silah dışında bir şeyle alt edemezsiniz. Sopa sallayın, taş atın ne yaparsanız yapın mutlaka sizi punduna getirecektir. Çünkü onun hareketliliğine uyamıyorsunuz. Sopayı kaldırdığınız anda öyle bir manevra yapıyor ki boşa gidersiniz ve o anda üstünüze atlar. Dediğim gibi ancak ateşli bir silahla alt edilebilir. Köpekle aslanın kavgasında köpeğin galip geldiğini gördüm. Aslanı alt edebiliyor, yeter ki aslanlarla karşılaşmasın. Aslan sürüsüyle tek köpek karşılaştığında tabii yeniliyor, başka çaresi yok ama tek tek dövüştüklerinde alt ettiğini gördüm. Şimdi konargöçer avcı topluluklar kurdu totem olarak alırlar, ona taparlar. Onların en iyi dostudur. Yerleştikçe insanlar, köy hayatına geçtikçe kurt dehşet bir düşman olur. Bütün köy toplulukları kurttan nefret eder, bütün konargöçer avcı toplulukları kurdu sever. Konargöçerliğin köy hayatındaki devamı çobanlıktır. Çobanlarla kurdu sevmemekle birlikte onun sulbünden gelen köpeği severler. Bu dinlerin kültür resimlerini belirlemiştir. Din sadece ilahi bir kaynaktan gelen bildiriler dizisi değildir, kültür hayatının resmini taşır. Çok derin bir iletişim bağıdır dinle kültür, zaten Yeni Çağ Avrupa medeniyetine değin bütün kültürlerin temelinde din yatmıştır. Dinin olmadığı hiçbir kültür söz konusu değildir. Müslümanlığa gelince, Müslümanlıkta bazı mezheplerde köpek kötüdür, bazı mezheplerde ise hoş görülür. Şafiilik mesela, köpeği tümüyle yasaklar. Neden? Çünkü Şafiiler, Araplar ve Kürtler şehirleşmiş insanlardır, şehirlerde ve şehir benzeri köylerde yaşarlar. Konargöçer azdır, Arap kültürünün esasını şehir- Doğu ve Batı Medeniyetleri • 259 liler teşkil eder. Kürtlerde de öyledir. Buna karşılık Hanefilik köpeği hoş görür. Neden? Çünkü çok önemli ölçüde köylüdür. Türkler şehirli olmadıkları için Hanefi olmuşlardır, köylülüğe el değiştirir. Köyde öncelikle çobansa, köpeksiz yapamaz. Dağda bayırda gezeceksin, yatacaksın kalkacaksın ve köpeğin olmayacak; yaşayamazsın, ayakta kalamazsın. Hem sürüleri emanet ediyorsun, hem de kendini, Türk dediğin sadece Anadolu’dan ibaret değil, tüm Orta Asya, özellikle de Seyhun’la Ceyhun’un kuzeyinde kalan kesimler konargöçer ve köylüydüler. Bunlar hep köpeğe muhtaç kalmışlardır. Orta Asya çok ilgi çekici bir bölge, bu dediğim ırmakların güneyinde kalan Özbekistan, Türkmenistan var oralarda, onlar Eski Çağdan beri şehirleşmiş kesimlerdir ve oralar çok sıkı İslamileştiler. Kırgızistan, Kazakistan ve Altaylar’a geçtiğin vakit çok ince bir tabakadır İslam. Annem pasta pişirirdi, üstüne de pudra şekeri dökerdi çok ince bir tabaka olarak, ince beyaz bir pudra şekeri tabakası vardı. Ceyhun’la Seyhun’un kuzeyinde kalan bölgelerin İslamlaşmasını annemin pudra şeker serpmesine benzetirim. Kırgızlar olsun, Kazaklar olsun, hele Altaylar İslamlaşmamıştır, onlar Burkan dedikleri bir dine mensupturlar, hâlâ öyledir. O da komünizm dolayısıyla çok zayıfladı, Sovyetler’le birlikte oralar çok değiştirildiler. Bu Hiung-nular kurtlara bakarak avlanıyorlar. En başta geyik avlıyorlar. Bir başka özellikleri daha var: Toplumların en önemli püf noktası tahmin edersiniz evlenmedir. Çünkü evlenmeye dayanarak insanlar ayakta kalmışlardır. Toplumun temelinin çekirdeği ailedir ve bu üçlü kadın-erkek-çocuk. Dinler bu evlenme usulüne uygun olarak inşa edilmişlerdir. İki çeşit evlilikten bahsedebiliriz: Topluluk içi evlilik, topluluk dışı evlilik. Aynı totemden geldiğine inanan toplumlar, toplumun dışından evlenme mecburiyetini duymuşlardır. Dişi kurttan geldiklerine inanan Hiung-nuların obanın dışından evlenmeleri zorunludur. O hâlde bunlar iki şeyin peşinde koştular: Geyiklerin ve kadınların. Çoğalabilmek için, evlenebilmek için kendilerinin dışında kalan topluluklardan kadın bulmaları gerekiyordu. Tersine totemleri icabı başka toplumlar da içeriden evlenirler. Mesela, Moğollar öyleydi. Hiung-nular batıya ve güneye hareket ettiler. Bu hareketlerinde yalnızca kadın ve geyik 260 • Teoman Duralı değil, aynı zamanda sıcaklık da çok önemli bir etkendi. O hâlde üçüncü bir etken daha ekleyeceğiz: İklim şartları. İklim şartları zaman içinde değişir. Özellikle ağaç kalıntılarında ve toprak çözümlemelerinde bugün yapılan araştırmalarda 2. Binde dehşet bir soğuk dalgası tespit edilmiştir. Hayvanlar yem bulabilmek için soğuktan kaçıyorlar. Hava soğudukça besin imkânları kısıtlanıyor. Ot geyik için çok önemli, başka bir şey yiyemiyor. Bundan dolayı güneşe doğru gidiliyor. Onların peşinden Hiung-nular da güneye ve batıya doğru yol alıyorlar. O sırada batıdan gelen Hint-Avrupa boylarıyla Baykal Gölü’nün batısında karşılaşıyorlar. Her ne kerametse bunu çözemedik bir türlü, sarışın olmayan insanlar sarışın olan insanlara büyük eğilim duyar. Bunu ben mesela, Doğu Anadolu’da, mesela Tatvan’da ve başka yerlerde gördüm. Nerede bir Çerkes topluluğu varsa sıkışmış kalmış, etraftaki topluluklar üstlerine yığılırlar, sürekli onlardan gelin almak isterler. Yetmişlerin başlarında Kars’ın doğusunda Talas ırmağı kıyılarında bir yerde büyük bir şaşkınlıkla beklemediğim bir şey oldu ve Alman köyüyle karşılaştım. Önce inanılmaz bir manzara, ağaçların arasında ak badanalı evler, çiçekler, kilise, vs. Sonra gittim oturdum, anlattılar. Stalin döneminde Rusya’dan kaçan Volga Almanları buraya sığınmışlar, kimsenin haberi yok. Yani bilmiyorum yetkililerimiz biliyor mu, bilmiyor mu neyse, iki şeyden ötürü kaçacağız buradan dediler o zaman, birincisi artık evlenemiyoruz, çoğalamıyoruz. Köy akraba hâline gelmiş. İkincisi, rahat ettirilmiyoruz. Fena mı dedim işte, madem böyle bir rağbet var, bu yolla evlenin, soyunuzu sürdürürsünüz. Köyün muhtarı aksakallı mavi gözlü bir adam şöyle sıvazladı, öyle olmaz dedi, öyle çoğalınmaz dedi, bizden olmalı dedi. Yani akraba olmaması lazım ama yine aynı öbekten, kavimden olmalı. Bizim Hiung-nular da batıya, öbürleri doğuya gelip de karşılaştıklarında o belirttiğim bölgede önce savaşıyorlar, ondan sonra sevişiyorlar ve buradan bu tarihi Turani ırkın ortaya çıktığını tahmin ediyoruz. Nereden, niye biz bunu tahmin ediyoruz? Çin kayıtlarında uzunca boylu -Çinlilere oranla tabii uzunca boylu- kumral, badem gözlü insanlardan bahsediliyor. Hatta metinler şaşarak bir şeyi söylüyor, kızıl saçlılar var aralarında diyor. Bu tipleme uzun süre Doğu ve Batı Medeniyetleri • 261 devam ediyor. Hint-Avrupalılar o dediğim bölgeden çekildikten sonra Hiung-nular ve onların devamı olduğunu sandığımız Türkler Hint-Avrupalılarla evlenme yoluyla soylarını sürdüremiyorlar. Hiung-nulara en yakın Türk kavmi Kırgızlardır. Eski Kırgız’dan gene Çin kaynaklarında kumral, yer yer sarışın hatta kızıl saçlı, mavi gözlü, badem gözlü -çekik değil, badem gözlü- olarak bahsediliyor. Gel zaman git zaman yine Moğoli ırkla karışma suretiyle Kırgızlar ve onların bir çeşit devamı olan Kazaklar bu özelliklerini kaybediyorlar. Moğoli ırk özelliklerini alıyorlar. Türkler, yani Turani ırktan gelen Türkler yine anlaşılmaz bir tutkuyla hep batıya doğru yürürler. Bir İngiliz denizci şarkısı vardı: “Hep batıya, hep batıya” der. Herhâlde bu Avustralya’dan falan dönerken tutturdukları bir türkü, Türklerin de herhâlde en uygun türküsü bu olmalıydı yahut da belki milli marşı olabilirdi: Batıya, batıya, batıya böyle kaymışlar, kaymışlar ta buraya kadar gelmişler ve bu kayış sırasında Turani ırkın özelliklerini en uzun yansıtan Türk boyu Oğuzlar olmuştur. Bugün Türkmen diyoruz; aslında Türkmen diye bir şey yok, Oğuzlar, Kırgızlar, Tatarlar, Kazaklar var. Türkmen sonradan uydurulmuş bir lafızdır. Geldikleri yere ise Farslar tarafından Türkistan deniliyor. İstan Farsçada yurt demek, ülke demek, Türkistan Türk yurdu demektir. Daha batıya kayıyorlar, Rusya’nın güneyine geliyorlar, Mısır’a iniyorlar. Bu sefer de Latinler onların yerleştiği yerlere Turkia diyor, Latincede de “ia” eki yurt, ülke anlamına geliyor. Bizim Türkiye dememiz Türkçe değil, Arapçadan almışız, Arapça da Latinceden almış bu eki. Öbür ana ırk: Hint-Avrupa, Arî. Onlar büyük ihtimalle Rusya’nın güneyinden çıkma. 2. Binde demin bahsettim, müthiş bir göç var. Birkaç kola ayrılıyorlar. Niye göçüyorlar diye soracaksınız, ben de aynı şeyi söyleyeceğim: İklim değişimi. Bir kol doğuya, Asya’nın içlerine kayıyor. Bir kol güneye iniyor, Balkan Dağları üzerinden Yunanistan’ın en uç bölgelerine, Girit’e kadar iniyorlar. Bu güneye inenlerin bir kısmı Ege’yi aşarak Batı Avrupa’ya yerleşiyor, İyonya. Başka bir kol yine güneye ama ılımlı doğuya, Kafkaslardan aşağıya, Anadolu’ya iniyor. Ermeniler, ön Hititler, Lidyalılar, Frigyalılar vs. Anadolu’ya iniyorlar. Bir kol da yine doğudan güneye iniyor. İran’ın kuzeyini saran Elburzlar’ı 262 • Teoman Duralı aşarak yüksek İran yaylasına yerleşiyor. Ancak oradan da bir kol ayrılıp doğuya, Hindikuşlar’ı aşarak İndus ovasına, Hindistan’a iniyorlar. İran’ı iskân eden Farslarla Medler ve Hint Yarımadası’nı iskân edenler Hint-Avrupa kavmi. Ancak bunlar gelmeden önce burada başka kara tenli bir kavim, bir ırk var: Dravidler, bugün Hindistan’ın temel nüfusunu oluşturanlar Tamillerin atasıdır. Gelen Hint-Avrupalılar Hindistan’a Hint-Avrupa yurdundan dinlerini, Hinduluğu da beraberlerinde getiriyorlar. Eski Hint-Avrupa dinleri çok benzerler. İran’daki Zerdüşt öncesi Ahura-mazda dini, Hinduluk, Yunanların ve Germenlerin dini. Öbür bir kol batıya yönelir. O batıya yönelenler dört kola ayrılırlar: İtalik Latinler, Germenler, Keltler, Slavlar. Bunlardan öncelikle özellikle Keltler Avrupa’yı olduğu gibi istila ederler, İngiliz adalarına varıncaya kadar bütün Avrupa’ya yayılırlar. Germenler Avrupa’nın kuzeyine, Baltık Denizi kıyılarına sığınırlar. İtalikler Alpler’i aşarak İtalya’ya yerleşirler, Slavlar fazla uzaklaşmazlar anayurttan, bugün Doğu Avrupa dediğimiz şu yöreye yerleşirler. Avrasya’nın bu Avrupa yakasında gördüğünüz insan manzarası Hint-Avrupa temel ırkından neşet etmiş Slav, Kelt, Germen ve İtalik kavimler topluluğudur. Çok canınızı sıktım bu kadar uzun boylu anlatmakla ama bu da bir meslek hastalığıdır. Gazetecilikle siyasetçilik çok dar menzilli anlatımları vardır, felsefeye geçtiğiniz vakit bitmeyen ayrıntılar yer alır. Derinlerden derinlere inersiniz ama bana kalırsa bu sıkıcı ayrıntılar bizde bilinmediğinden, ele almadığımızdan ötürü hep bilinmedik sulara dalmaya kalkıyoruz. Avrupa’nın ne olduğunu, olmadığını görmek, bilmek zorundayız ki bu söylediğim daha oyunun birinci perdesi. Biz karıştık o ırkla ama temelde oradan gelmiyoruz. Açık bu, karışmış olmakla birlikte oradan gelmiyoruz, o ayrı bir konu; bunu bir kere bir yere kaydetmemiz lazım. Bu Hint-Avrupa’nın dediğim dört kolu arasında da önemli dirimsel, yani biyotik farklar vardır ve tarihin akışında farklı kültür belirlenimlerine sahip olmuşlardır. Kullandığım terimler beşer bilimsel, antropolojik terimlerdir. Ancak bunlar zamanla dilbilime, linguistiğe geçmişlerdir. Günümüz dilbilimi sınıflamasını Doğu ve Batı Medeniyetleri • 263 bahsettiğim beşer bilimsel terimler üzerine kurmaktadır ve bu terimleri hâlâ antropolojide, beşer bilimde kullanmak da âdeta tabu, yasak bir olay hâline gelmiştir. Nasyonal sosyalist bir renk kazanabilirsiniz diye bunlar istenmeyen yasak terimler hâline gelmişlerdir. Sadece dilbilimde bugün Latin dilleri, Germen dilleri, Slav dilleri, Kelt dilleri, Sino-Tibet dilleri, Sami dilleri olarak kullanırlar. Tabii Samilerden bahsetmedim, çünkü Avrupa’da şu aşamada yerleri yok ama daha sonra tarihi dönemler içinde Yahudiler yayıldıkça Avrupa’da Samilerden de bahsetmek gerekecek. O da ayrı bir ırk olarak görülür. Bugün sadece dilbilimde kullanılan bir terimdir Sami yahut Frenkçesiyle semitik olarak. Sabrınızı çok fazla zorladım, bayağı yorulmaya başladığınızı görüyorum. Bende yoruldum, ayrı bir dert. Önümüzdeki konuşmamda Orta Çağ öncesi Avrupa’da ortaya çıkan kültür ve siyaset manzarasını anlatmaya çalışacağım. Burada özellikle Roma’dan söz etmek istiyorum. Çünkü yanlış hatırlamıyorsam geçen yıl Yunan’ı anlatmıştım, Roma üzerinde çok az duracağım. Roma’dan sonra meydana gelen büyük bir olay var: Yine bir Kavimler Göçü. Germen boylarının Roma topraklarına intikali söz konusu, haftaya bir oturuma bu sığar mı, sığmaz mı bilmiyorum, bakacağız. Demek ki Roma’dan ve bu konuyu bitirebilirsek Roma sonrasındaki kavimler göçünden söz etmeye çalışacağım. Sorularınız var mı, ekleyeceğiniz, çıkaracağınız? Buyurun. SALONDAN- Hocam, ben geçen sene “Kurdun Uyanışı” diye bir film izledim. Hem kurtlardan, hem de Moğollardan bahsedince oradan bir anekdot anlatayım. O dönemki Çin hükümeti göçerleri zorla yerleştirmeye çalışıyor. İki tane Moğol da kendi aralarında konuşurken diyor ki: Bu seti niye yaptılar? Çin Seddi’nden bahsediyor. Moğollardan bir tanesi de diyor ki: “Bizi durdurmak için bunu yaptılar” Şimdi biz hep tarihte Türkleri durdurmak diye yapıldı biliyoruz. O filmde de böyle bir bakış açısı vardı. Bununla ilgili bilginiz varsa eğer… TEOMAN DURALI- O surlar, biraz önce bahsettiğim Hun diye andığımız Hiung-nulara karşı inşa edildi. Hunların Türklerin atası olduğu muhakkak, Moğolların da atası mıdır emin değiliz. 264 • Teoman Duralı Bugün hâlâ çok tartışılan bir konudur. Bugün kavimler arasındaki bağlantılar dilbilim araştırmalarından tespit ediliyor. Akraba diller bir öbek, bir çatı altında toplanır ve bunların aynı atadan geldikleri düşünülür. Hint-Avrupa dilleri de böyledir. Çok büyük farklılıklar var aralarında ama bazı temel benzerliklerden söz edebiliriz. Altay dilleri Türkçe, Moğolca, Tunguzcadır. Bazı iddialara göre Japonca, Korece bunun içine giriyor ama aralarında akrabalık bağı kurabileceğimiz benzerlikler bulamıyoruz. Nedir bu akrabalık benzerliklerini bize kurdurtan? Anne-baba, kardeş sözlerinin benzerliği, sayıların benzerliği ve ateş, hava, su gibi çok temel hayati kelimelerin benzerlikleri ve bir de dilbilgisinin bazı baş kurallarının benzerliği. Dilbilgisindeki baş kuralların üç aşağı beş yukarı benzerliği var ama kelime hazinesinde hiçbir benzerlik yok bu dillerde. Moğolcadan alma Türkçede epey kelime var. Ne zaman oldu bu? Cumhuriyet dönemiyle birlikte İslam’a düşmanlığın sonucunda Arapçaya düşmanlık besleniyor, Arapça kelimeler atıldıkça yerlerine yer yer Moğolcadan alınmış ama çok büyük ölçüde Fransızcadan alınıyor. O bakımdan bu bir ölçü değil artık. Şimdi Hiung-nuların kurucusu bildiğimiz, Çin metinlerinde gördüğümüz benim adaşımın oğlu Mete Çin’e akın düzenliyor ve Çinlilere kan kusturuyor. Bunun üzerine MÖ 2. yüzyılda Çinliler o meşhur seddi inşaya başlıyorlar ama o seddin inşası, yanlış hatırlamıyorsam bir 600 yıl sürüyor, çok müthiş, galiba 3000 km uzunluğunda. Bu arada Göktürklere, Uygurlulara karşı ve Moğollara karşı da kullanılıyor. Yani Moğolların da bunda payı var ama Moğolları durdurmaya yönelik değil, onların o 600 yıl içinde bir yerleri var fakat durduramıyorlar, Cengiz Han aşıyor orayı, Pekin’i ele geçiriyor. Başka bir sorusu olan? Herhâlde tükendik. SALONDAN- Mesela, Siyah ırkı merak ediyorum. Bir dahaki oturumda Sami ırk, Arap siyah mıdır, bahsedebilir misiniz? TEOMAN DURALI- İbraniler ve Araplar Zenci değiller. En fazla ırk çeşitliliğini Afrika’da buluyoruz. Çünkü insanlığın beşiğidir orası, oradan çıktık. Biraz önce söyledim, hepimizin üst teninin altında zencilik yatıyor olması lazım. 100. Binde Avrasya’ya çıktı Doğu ve Batı Medeniyetleri • 265 insanlar, yanlış hatırlamıyorsam 20. Binde de Amerika’ya geçtiler. Amerika’daki ırk Kızılderili dediklerimiz aslında Moğoli kökenlidirler. Afrika’dan bahsetmedim bu sefer, çünkü konumuzun dışında kalıyor. Orayı da açıkçası bilmiyorum, çünkü çok müthiş bir ırk çeşitliliği var. O ırkın yeryüzünün birçok yerinde örnekleriyle karşılaşıyoruz. Mesela, Afrika ırklarından biri Pigmelerdir ve bu Pigmeler Malaya’da, Yeni Gine’de ve Avustralya’da karşımıza çıkıyorlar. Aradan 60-70 bin yıl geçmekle birlikte hâlâ o Pigme havasını bize yansıtıyorlar. Demin bahsettiğim Dravidlerde Afrika menşelerini yansıtırlar. Galiba başka soru yok. SALONDAN- Hocam günümüzde felsefe, bilimin yerini almış mıdır ya da alır mı? TEOMAN DURALI- Efendim, felsefeyle bilim bir bütündür. Felsefe nasıl durmuşsa günümüzde, yoksa bilim de öyle durmuştur. Bilim dediğimiz bugünkü çalışmalar teknolojidir, fendir. Bilim yapılmıyor artık, çok ender olarak belki astrofizik çalışmalarından bahsedebiliriz, o bir tarafa ama büyük ölçüde artık günümüzde bilim yapılmıyor, bilimle uğraşılmıyor. Tabii bu başlı başına bir konu, şimdi size açıklayamam bilim nedir, ne değildir; felsefeyle iç içedir. O yüzden de yazılarıma rastladıysanız ben hep felsefe-bilim diye bahsederim. Ayrı bir şey değildir. Efendim, teşekkür ediyorum. Sabrettiniz, buyurdunuz, geldiniz, haftaya hayatta kalırsak görüşmek dileğiyle. Doğu ve Batı Medeniyetleri • 267 KASIM 2016 Konuk: Gökdemir İhsan ile Felsefe-bilim Üzerine GÖKDEMİR İHSAN- Böyle bir cuma akşamını dünyanın rengârenk akşamları ve binlerce ihtimal dururken bizimle geçirdiğiniz için teşekkür ederiz. İnşallah teveccühünüze layık oluruz. Hocam zaten layıktır; bendeniz de ona layık bir program sunmaya çalışacağım. İlk defa bu ay gelenler var. Hocam, müsaade ederseniz programı izah edeyim: Malumunuz, kültür merkezlerinde bir yıl boyunca sekiz program yapabiliyoruz. Her ay bir celse düzenleyeceğimiz için “Sekiz Meclis” ismini verdik. Nasip olursa her sene başlığını değiştirelim ve o alanda memleketimizin yetiştirdiği kıymetli ilim insanlarını misafir etmeye çalışalım diye düşündük. Bu seneki başlığımız “Düşünce”. Şunu murat ediyoruz: Her konuğumuz kendi meşrebi ve formasyonu bağlamında bu meseleyi izah etsin. Bir Türk düşüncesi ya da İslam Türk düşüncesi var mı? Onun hem geleneğini hem bugününü hem de bir inkıta varsa bunun sebeplerini nasıl ele alabiliriz? Ya da bugün çağdaş bir Türk düşüncesinin, özgün bir Türk düşüncesinin imkânları nelerdir? Akademik durumumuz nedir, entelijansiyamız ne durumdadır? Bütün bunları tartışacağımız bir dizi olacak bu sekiz meclis. Bugün inşallah bu meselelere hocamla giriş yapacağız. Hocam, evvela hoş geldiniz diyorum, bizi kırmadınız, şeref verdiniz. TEOMAN DURALI- Teşekkür ederim, benim için bir şereftir; sağ olun, var olun. Arkadaşlarımızı saygılarla selamlıyorum. GÖKDEMİR İHSAN- Malumunuzdur, Hocamız zaten kültür merkezimizde aylık programlar düzenliyor, kendi dersini veriyor. 268 • Teoman Duralı Onu da hatırlatmış olalım. Sizin programlarınız daha kalabalık oluyor, Hocam; bendeniz biraz sayıyı düşürmüşüm. TEOMAN DURALI- Estağfurullah. GÖKDEMİR İHSAN- Teoman Hocamızın akademideki dersinde dinleyiciler amfiye sığmazdı, taşardı. Başka bölümlerden, hatta başka okullardan insanlar o derslere iştirak ederdi. Hocam, evvela sizin terminolojinizle başlayalım. Çünkü siz “felsefe-bilim” tabir etmekte ısrar ediyorsunuz. Oradan başlayalım, bundan muradınız nedir? Bu tabir ilk duyanlara yadırgatıcı geliyor. Bu terminolojik ısrarın bir manası olmalı. Çünkü düşünürler aslında terminolojisiyle temayüz ederler. Evvela sizin bu tabirinizle başlayalım; bundan muradınız nedir Hocam? TEOMAN DURALI- Efendim, zaten felsefeyle bilim birlikte dünyaya gelmişlerdir ve aynı hedefe yöneliktirler, aynı yöntemi izlemektedirler. Aslında bilim felsefenin içinde yer almıştır ve bu durum yüzyılımızın, –yani 20. yüzyılı kastediyorum, bir türlü 21’e alışamadım henüz– 20. yüzyılın ilk çeyreğine değin böyle sürüp gelmiştir, felsefeyle bilimin iç içeliği. Bu sebeple zaten filozof-bilim adamı olarak anıyorum bu sahada iş gören kişileri. Nedir hedef? Birinci derecede bilgiyi oluşturmak, bilgi keşfetmektir. Felsefe iki ana kısma ayrılıyor: Yunan’da ortaya çıktığından Yunanca ıstılahlarla, terimlerle anılıyor tabii. Bu birinci kısım felsefe-bilimin beyni, yüreği diyebileceğimiz kısım metafizik. Buna karşılık dünyaya yönelik araştırma yapan, dünyadan malzeme toplayan kesimi de fiziktir. Neden fizik? Çünkü Yunancada doğaya “füzis” (phusis) deniliyor ve doğayı inceleme, araştırma tutumuna, tavrına “füzike” deniliyordu; buradan hareketle, bu zamanla Fransızcada fizik olup çıkmış, biz de bu terimi Türkçeye Fransızcadan almışız. Öteki de “fiziğin ötesi” demektir; “metafizik”, yani fizik-aşrı, doğayı-aşrı. Orada ne yapıyor? Fizikten gelen, doğadan alınan, dünyadan gelen malzeme işlenmektedir. Yani kavramlar, düşünceler meydana getirilmektedir ve bilgi dediğimiz olay düşüncede saklıdır, düşüncede kendini vermektedir. Bilgi konusunda ne yaparsak, ne dersek hep bir düşünce vardır içinde. Mesela burayı bilmiyorsak, tanımıyorsak bu yeri, bu binayı, soruyoruz: Doğu ve Batı Medeniyetleri • 269 Diyoruz ki Zeytinburnu Kültür Merkezi nerededir? Dikkat ederseniz içinde bir sürü kavram geçiyor. Kültür Merkezi, toplantı, toplantının yapıldığı yer; bütün bunlar kavram boyutundaki olaylardır. Diyelim ki birileri bize bir şey anlatıyor: Diyor ki şuradan gideceksin, sola sapacaksın, sağa sapacaksın. Ne yapıyor? Bilgi veriyor. Bu bilgi neye ilişkindir? Buraya ilişkindir, burayla ilgilidir. Metafizik belli bir yere ait bilgiyi ele almaz, bilginin genelini ele alır. Bilgi nedir? Zaten “ne” sorusu metafizik bir sorudur. Fiziğin soruları “nasıl”dır; temel sorudur bu, teorik soru; fizikteki bir üst kademe “neden”dir. Neden-etki bağlantısı kurulur. “Nasıl su içiyorsun” diye sorarsanız, ben bunu anlatırım, tasvir ederim. Bu su içmenin mekânizmasını verir. Nasıl sorusu zaten mekânizmayı vermektedir, cevapları mekânizmayla ilgilidir. Ondan sonraki “neden içersin” sorusu bir üst seviye sorudur. Vücudun sıvıya ihtiyacı vardır, vücutta özellikle temel unsur olan hücreler suyla yaşarlar, vesaire. En sonunda da en lüzumsuz soru gelir belki: “su nedir”? Bu metafizik bir sorudur. Verdiğim cevapta fizikten alınma unsurlar var. Çünkü iki hidrojen ve bir oksijen atomu fizikle ilgilidir, dünyayla ilgilidir ama bunların bir araya gelip suyu meydana getirmesi, o su kavramının kendisi dünyada yoktur. Felsefenin en zor tarafı da budur zaten. Bunu anlatamıyorsun ve deli diye damgalıyor insanlar derhâl. Çok başıma gelmiştir; gençliğimde sorduklarında, felsefe okuyorum dediğimde “A, sen fıttırıyorsun demek ki” derlerdi. Çünkü bu çok anlaşılmaz bir olay olarak gözükür. Bu nedir? Bardaktır. Bu nerededir? Masanın üstündedir. Bardak var mıdır? Böyle saçma soru olur mu? Hem var hem yok. Evet, burada duruyor ama bu bardak kavramı yoktur; o bizim zihnimizdedir. Yahut Eflatuncuysak onun aslı başka bir âlemdedir -o ayrı bir konu-, Eflatun’a girmeyelim. Kısacası bu… SALONDAN- İnsan var mıdır? TEOMAN DURALI- Yoktur tabii. Sen varsın, ben varım, her birimiz var ama insan yok ve bunun çok korkunç sonuçları vardır. Beni çağırıyorlar insan hakları toplantısına, “İnsan var mı ki hakkı olsun” diyorum. Bir de bu var: Zatıalinizin, benim, 270 • Teoman Duralı onun, şunun bunun hakkı başka bir konu ama insanın hakkından bahsedemeyiz. SALONDAN- Sözünüzü kestim, Hocam. Muhtemelen bu bizim bildiğimiz anlamda insan, toplum, yeni kavramlar. Yani genelleyerek insan hakkı diye bir şey söylenilmezdi daha önceleri. TEOMAN DURALI- Mesela Kur’an’da insan geçer. Beşer, insan, vesaire Kur’an’da var ama insan hakkı diye bir şey yok. Çünkü zaten dinde hak yok, ödev vardır. Karşılıksız yerine getirmekle yükümlü olduğun birtakım ödevlerin var. Bu insana biraz kabul edilebilir gelsin diye, yumuşatmak babında, din adamları bir hak meselesini çıkarmışlardır. Diyeceksiniz ki iyilik eden, iyi yaşayan cennete gider; bunlar söylenmiş şeyler ama aslı esası nedir sorusu çok havada kalıyor. Kant’ın çok ünlü şartsız buyrukları vardır: “Yapmakla mükellefsin” diyor. Bunu dinden almıştır. Dinin esasıdır bu; yani ben karşılığında şunu göreyim diye bir şey yapmıyorum dinde, yapmakla yükümlüyüm, Allah beni bununla yükümlendirmiştir ama bu ahlâkın temel kaidesidir. Çok ağır olduğundan insanlar buna bir türlü alışamadıklarından, şartlı birtakım şeyler konulmuştur. Af buyurunuz, eşeğe havuç uzatmak gibi bir şey oluyor. Bu aslında dinde yoktur. GÖKDEMİR İHSAN- Din-felsefe ilişkisi aslında daha eskilere de götürülebilir. Aristoteles’in kendisi de aslında ilk felsefe olarak anar teolojiyi. TEOMAN DURALI- Metafiziğin A kitabı –küçük alfa alt kitabı diyelim– tamamıyla dine ayrılmıştır. Ondan sonra bir daha dinden hiç bahsetmez, orada halleder bu işi; o dediğiniz gibi ilahiyattır. Theologia adını vermiş o yola ve ondan sonra bir daha dine dokunmamıştır. Tekrar sorunuza dönersek, felsefenin metafizikle fizik kısmını ayırmaya imkân yoktur. Birini ötekinden ayırdığınız vakit ikisi de kötürüm hâle gelir. Ne fiziği metafiziksiz yapabilirsiniz ne de metafiziği fiziksiz yapma imkânına sahipsiniz. GÖKDEMİR İHSAN- Peki, bu çağdaş durum bununla bağlantılı mı? Çünkü bendeniz bu ilişkiyi izah ederken şöyle karikatüri- Doğu ve Batı Medeniyetleri • 271 ze ediyorum: Evvela bütün ilimlerin üstünde felsefe vardı, sizin buyurduğunuz gibi ve metafizik vardı. Diğer bütün disiplinler yavaş yavaş ondan müsaade alarak –yani bir nevi babasından, ustasından müsaade alarak–, “Efendim, hikmet sizde. Ama müsaade buyurursanız ben sadece fizikle yahut şu alanla sınırlandıracağım kendimi” diyerek ayrıldı. Fakat bir süre sonra, bilhassa moderniteyle birlikte, o babayı, ustayı tanımayan, o ana gövdeyi tanımayan, onu reddeden, hatta hiçbir bilimselliği olmadığını iddia eden bir şeye dönüştü birçoğu –bilhassa pozitif bilimler. Çağdaş sorunu da böyle düşünebilir miyiz? Çağımızda felsefenin kötürüm kalışı, kenarda kalışı ya da artık sadece basit akademik bir faaliyete dönüşmüş olmasıyla bilimdeki eksiklik bu ilişkinin kopuşundan mı kaynaklanıyor? TEOMAN DURALI- Her filozof aynı zamanda belirli bir bilimin adamıdır. Burada adam derken erkeği kastetmiyorum, insanı kastediyorum. GÖKDEMİR İHSAN- Bunu bütün dönemler için mi söylüyorsunuz? Modern dönem de dâhil mi buna? TEOMAN DURALI- Çok yakın zamana değin bu böyleydi. Aristoteles’in temel tabanı biyolojiydi, hocası Eflatun’un tabanı matematikti -bahusus geometri-. İbn Sina’ya bakıyoruz, orada da gene biyolojidir. Bîrûnî’de büyük ölçüde gök fiziği… Bilahare Galileo’da malum fizik, özellikle de gökbilim… Descartes’ta matematik… Newton da mekânik… Zaten klasik mekâniğin babası sayılır. Her filozof aynı zamanda bir bilim adamıdır. Son büyük örnek Albert Einstein hem metafizikçi, aynı zamanda da önemli bir fizikçiydi. GÖKDEMİR İHSAN- Zatıalinizin alanı da biyoloji felsefesiydi, değil mi? TEOMAN DURALI- Biyoloji, evet. Bazısı filolojiyle uğraşmıştır Nietzsche gibi yahut toplum bilimleriyle uğraşanlar olmuştur ama her filozofun mutlaka bir fizik alanla bağlantısı vardır ve bunlar birbirlerinden ayrılmıyorlar. Oradan elde ettiği malzemeyi burada işleyerek tekrar oraya veriyor. Şöyle bir düşünün, bu 272 • Teoman Duralı fabrika hammaddesini doğadan alıyor, işliyor, mamul hâle getiriyor ve piyasaya sürüyor. Bunun gibi düşünmemiz gerekiyor. Felsefenin ölümüyle birlikte, 20. yüzyılın ikinci yarısında felsefe ortadan kalkınca bilim de ortadan kalkıyor. Günümüzde bilim yapılmıyor artık. GÖKDEMİR İHSAN- Çok yaygın bir hata var günümüzde; teknolojik gelişmeyi bilimsel bir gelişme gibi algılıyoruz. TEOMAN DURALI- Evet, bilim değildir, teknoloji ayrı bir olaydır. Günümüzde sadece teknoloji vardır. Nedir peki aradaki büyük fark? Bilim sadece bilmek için yapılır, Aristoteles’in koyduğu ilkedir. Herhangi bir ihtiyaca, belirli bir ihtiyacı karşılamak üzere, zorunlu bir ihtiyacı kapatmak üzere bilim yapılmaz. Bilmek için bilime giriyoruz. Bilimin dinamosu, bilimin güdücüsü, bilimi yürürlüğe koyan duyu insanda meraktır. İnsanlar dünyaya baktılar, şaştılar diyor Aristoteles, felsefe-bilimin kurucusu. Hayrete kapıldılar ve bu hayretin cevabını aradılar. Bunu izah etmek çok zor bir iş. Zaman zaman, yer yer gezilerimden bahsettiğim vakit bana sorarlar: Ne diye gittin oralara, ne iş görmeye? Hiç, merak ettim. Beni öteden beri tanıyanlar, sende zaten vardı bir oynaklık derler. İlerleyen yaşlarımda artık ben merak saikiyle gitmemeye başladım. Görevli gidince bunu izah edebiliyorum. Falanca işten dolayı beni gönderdiler, bu vesileyle orada bulundum diyorum. Çünkü merak saikiyle bir iş görmek tam manasıyla lükstür. Bütün ihtiyaçlar giderildikten sonra insanlar felsefe-bilime yönelmişlerdir. Af buyurunuz, “aç ayı oynamaz” örneğine geliyoruz. Bu bakımdan maddi ve manevi anlamda gelişmesini tamamlamış toplumlar felsefe-bilime intikal etmişlerdir. GÖKDEMİR İHSAN- Zatıalinizin derslerinin de başlığıydı bu. Bendeniz şöyle anlıyorum: Felsefe için şehre ihtiyacımız vardı. TEOMAN DURALI- Şehirleşmiş olmak lazım. GÖKDEMİR İHSAN- Gerekiyordu, buradan da medeniyete geleceğiz. Madem ki şehir olmadan, medeni bir toplum olmadan bir felsefenin imkânı yok, bu şehirle kastedilen nedir, medeniyetle kastettiğimiz nedir, niçin bunlar olmadan felsefe olmaz? Doğu ve Batı Medeniyetleri • 273 TEOMAN DURALI- Medeniyet için şart olan devlet oluşturmaktır ve medeniyetlerin yüzde 99’u yerleşik devletlerin üstüne bina edilmişlerdir. Yüzde 1’ini sorarsanız, bu Türklere mahsustur, yerleşmeden devletleşmişlerdir: İslam’dan önce oynak bir hâldeyken, yani göçer durumdayken, belirli bir merkeze oturmadan… Gerçi bunun da bir istisnası var. Göktürklerin Karakurum merkezi vardı ama bu da bildiğimiz anlamda pek öyle yerleşik, mamur bir şehir görünümünü sunmuyordu. İlk defa ben Moğolistan’ın başşehri Ulan Batur’u gördüğümde aklıma o geldi. Dedim ki varsayımla deney uyuştu. Hakikaten bir hayalim vardı, tasavvurum vardı, Türklerin devlet kurmasıyla ilgili. Sürekli hareket hâlindeki bir topluluğun nasıl olabileceğini düşünürdüm. Ulan Batur’u gördüğümde şehirden ziyade bir göçebe topluluğuydu; çadırlar var, merkezde Sovyet idaresi sırasında inşa edilmiş birkaç bina var -zaten Sovyet zamanında veyahut Ruslar zamanında inşa edilmiş bir şehir Ulan Batur- gerisi yüzde 80’i çadırdır. Şimdi şimdi artık binalaşıyor dediler. Kapitalizm girdi ne yazık ki ve göçerlik de çökmek üzere. GÖKDEMİR İHSAN- Söylediğiniz şey üzerine ben hiç kafa yormamıştım ama bunları söyleyince bu gerçekten çok özgün Türk tecrübesi. Çünkü Arapların da belli kabileleri göçerler. El an göçer olanlar var… TEOMAN DURALI- Arapların yerleşikleri var. GÖKDEMİR İHSAN- Ama bir devlete dönüşmeden bir medeniyete dönüşmüyor. Şiire sahip, belli kültürel özellikler gösteriyor ama devletleşmesi İslam’ı bekliyor. TEOMAN DURALI- Hayır, İslam’dan önce de devlet var Araplarda. Şu bizi aldatmasın: Cahiliye devrinde yabaniydiler de sonradan adam oldular… GÖKDEMİR İHSAN- Şehir devletleri. TEOMAN DURALI- Var, o da var. Cahiliyeyi şöyle anlamamız lazım: Müslümanların gözünde Müslüman olmayanlar yabanidirler. Bunu İbn Miskeveyh’ten işitiyoruz. Evrim tablosunu çıkarırken hayvanla insan arasındaki geçiş noktasında Zencileri 274 • Teoman Duralı ve Türkleri gösterir. Irk açısından değil, burada bir ırkçılık yok, henüz Müslümanlaşmamış olduklarından ötürü, Müslümanlaştığı ölçüde insanlaşıyor. İnsanla Müslümanlığı çakıştırıyor. Öyle bir tavırları var, öyle bir düşünüşleri var Müslümanların. Cahiliye devrinde de Müslüman olmadan önce Allah’ı tanımıyorlar. Gerçi bu sadece Müslümanlarda da değil, Hıristiyanlarda da var. Ben talebeyken Yunanca derslerine girip çıkıyordum, oralarda Kapalıçarşı’da çalışıyordum, bir Rum dükkânında tezgâhtardım. Bir gün ustaya Eflatun’un bir kitabını götürdüm, sana Yunanca bir şey okuyacağım dedim. Oku bakalım dedi. Okudum, hiçbir şey anlamadım dedi. Herhâlde benim kötü telaffuzumdan dolayı anlamadın, al sen bak dedim. Baktı, hiçbir şey anlamıyorum, bu nedir dedi. Böyle böyle dedim. Evladım, bırak onları, bunlar kâfir dedi. Aman dükkâna getirme dedi. Niye kâfir olsun? O Efendimizden -kastettiği Hz. İsa- önce mi, sonra mı, dedi. Önce dedim. Tamam bitti dedi. Cahiliye de böyle bir anlayışın ifadesidir. Araplar çok ilgi çekicidir. Şehirlisi var, bedevisi var, hem şehirli hem bedevi hayatı olanlar da var. Şehir devletleri Mekke, Medine, Yesrib. Medine’nin asıl adı Yesrib’dir. Medine çünkü aslında şehrin adı değil, devlet demektir Arapçada. Sonradan bunu yakıştırıyorlar Yesrib’e. Bu şehir devletlerinin, kent dediğimiz şehir devletlerinin yanı sıra Arapların büyük devletleri var, imparatorlukları var. Mesela Yemen, Umman, bunlar büyük devletlerdir. GÖKDEMİR İHSAN- Tabii böyle düşününce iş değişiyor. Ben Hicaz’daki şehirleri düşünmüştüm. TEOMAN DURALI- Hayır. Hicaz’da da dediğim gibi Mekke, Medine gibi şehir devletleri var ve bunlar çok gelişmiş yerlerdir. Şakası yok, düşünün ki Kur’an’ın Arapçası bir harikadır. Bu bir anda gökten zembille inmiyor, çok işlenmiş bir dil, muazzam bir edebiyatı var arkasında. Edebiyatın oluşması için yerleşik düzene ihtiyaç var. Şunu da söyleyeyim, çok gelişmiş zanaatları var. MÖ 3. yüzyıldan itibaren Süveyş’le Çin’in güneyi Kanton arasında ticaret yolu var. Denizden gidiyorlar, geliyorlar. Nitekim bu gemici Sinbad’ın maceraları oradan gelen, o deniz seyahatlerinden gelen bir efsanedir. Sinbad dedikleri yer de Seylan Doğu ve Batı Medeniyetleri • 275 adasıdır. Hatta bazı dine inanmayan kişilerin düşüncesine göre, Kur’an’daki cennet tasvirleri oradan, Seylan adasından alınmaymış. O kadar güzel bir yer ki Seylan, ancak cennet buna benziyor olabilir. Böyle bir anlayış var, gemici Sinbad’ın maceraları içerisinde. Araplarda yerleşik hayat var, çok gelişmiş bir edebiyat var ve aynı zamanda muazzam bir teknik beceriye sahipler. Özellikle gemi inşasında, denizcilikte, gemicilikte çok ileri gitmiş büyük bir topluluk Araplar. Bizde tabii sonraları, özellikle Cumhuriyet’le birlikte “tu kaka” denilmiştir; İslam’a küfredemeyenler Araplara hücum etmişlerdir, Arapları hedef tahtası seçmişlerdir. Bu bakımdan, buna inanmamak lazım. GÖKDEMİR İHSAN- Buradan tutturamadım, Hocam. Peki, Arap düşüncesinin gelişimi için ne diyeceksiniz? Bunun için devletleşme sürecini mi gözeteceğiz? TEOMAN DURALI- Elbette, tabii felsefenin Arapların arasına karışması İslam’dan sonradır. Buna hiç şüphe yok. Kelamla başlar, fıkıhta çok önemli yeri vardır felsefenin. Yani İslam hukukunun oluşmasında önemli bir yeri vardır. Kelam ve fıkıh İslam düşüncesinin felsefileşmesinde paralel yürümektedir ve çok ilgi çekicidir, İslam düşünce hayatını ilk belirleyen Aristoteles’tir, Eflatun sonra gündeme girer. Avrupa’da tersi olmuştur. İlk Hıristiyanlar yahut da Hıristiyanlığın erken döneminde Eflatun’un etkisini görüyoruz. Son derece mistiktir. Daha sonra peyderpey, yaklaşık 12. yüzyılda Aristoteles gündeme girer orada ve pozitifleşmeye başlar. Bizde tersi olmuştur, önce Aristoteles vardı, Gazzâlî bir kırılma noktasıdır. Gazzâlî’nin kendisi de Aristocudur, onu da belirteyim. Mistik yanı var tabii; mistik yani çok ağır basıyor tasavvufta ama felsefesi yüzde yüz diyebileceğimiz derecede Aristocudur. Sonra Eflatun İslam düşüncesine girer ve girdiği ölçüde de İslam düşüncesi mistikleşmeye başlar. Bu da iki tarafın birbirine zıt gidişine işaret eder. Avrupa’da edebiyat hep Eflatunî olmuştur. Bizde edebiyata felsefenin hiç etkisi olmamıştır yahut olmuşsa da az olmuştur. Tabii hemen burada biraz bir frene basayım diyorum. İran edebiyatı bir değişiktir, orada olabilir. İslam’dan çünkü bahsederken hep düşündüğüm Araplar 276 • Teoman Duralı ve Türkler. Burada Farslar varsa aflarına sığınırım. Sonradan aklıma geliyor her nedense. Belki de bir mezhep pompacılığı var, olabilir. Bunu itiraf edeyim. GÖKDEMİR İHSAN- Hocam, hazır başlamışken o sürece getirsek mi sözü? Peki, biz nereye geldik? İlk tevatürler Aristoteles dediniz, sonra Eflatun’un etkileri, İmam Gazzâlî Hazretlerinin bir müdahalesi ve kırılma dediniz. Bizde değil de Batı da bu serüveni takip edebiliyoruz, okulda okuduğumuzda görebiliyoruz. Efendim, işte Farabî, İbn Sina, İbn Rüşd çizgisi Batı’da başka bir şeye dönüşüyor, başka bir düşünce akımına dönüşüyor. Peki, bizdeki gelişimi ne oldu? Bir de “kırılma” dediniz İmam Gazzâlî hazretlerinin müdahalesine fakat şu çokça tekrarlanan “Gazzâlî sonrası İslam düşüncesi bitmiştir, donmuştur” eleştirisine katılıyor musunuz? TEOMAN DURALI- Efendim, donmuştur değil tabii. Bunlar hep çok mübalağalı ifadeler ve buralarda kötü niyet aramak yerindedir. Özellikle İmam Gazzâlî’yi kötülemek, yermek için olmadık şeyler uydurulur. Birincisi, Gazzâlî İslam felsefesinin doruğudur; bu hiç şüphe götürmeyen bir olaydır. Aynı zamanda ilahiyatı belirleyen adamdır, filozofluğun yanı sıra. Böyle iki kişi görüyoruz: Bir Eflatun’u görüyoruz ki bütün Batı medeniyetleri camiasının iki yol ağzıdır, mistikliğe giden. Mistiklik nedir? Dinin en üst kesimidir, zirvesidir, dini yaşayışın zirve noktasıdır. Bizde tasavvuf olarak, Sufîlik olarak tezahür eder. Yahudilerde, Hıristiyanlarda, Hindularda vardır, Budacılarda vardır, var oğlu vardır. O sufî yahut da mistik kesimi her dinin zirvesini, doruğunu teşkil eder. Eflatun hem bu yolun başını tutar hem de felsefe-bilime giden yolun girişidir. Her ne kadar o binayı inşa eden, kuran Aristoteles’se de, Eflatun bütün malzemeyi, unsurları hazırlayan, ortaya koyan kişidir. Hem sorunları hem de bu sorunların nasıl çözüleceğine ilişkin yöntemleri belirler ve bunun başında yüksek öğretim kurumunun, Akademia’nın kurucusudur. Bugün üniversite öğrenimi dediğimiz olayın temelini atan kişidir. Bazı iddialar vardır, işte felsefe her yerde tedris edilir, kahvehanelerde, işte bu Fransa’da zirzop misali yollarda, bilmem nerelerde; asla böyle Doğu ve Batı Medeniyetleri • 277 bir şey mümkün değil. Öncelik ve özellikle toplumda belirlenen, verilen, öğretilen bir olaydır felsefe. Neden? Çünkü felsefe insanlığa biçimselleştirilmiş düşünme tarzını getirmiştir. Okul, öncelikle de yüksek okul biçimselleştirilmiş düşünme tarzını veren, gösteren, öğreten bir yerdir. Nedir bu biçimsel düşünme tarzı? Belirli kalıplara sokulmuş, duygulardan arındırılmış düşüncelerdir. Tekrar ediyorum, belirli kalıplara sokulmuş ve duygulardan tecrit edilmiş, soyutlanmış düşünceler. Gündelik hayatımızda, olağan yaşamın akışında düşüncelerle duygular iç içedir, karışıktır. Felsefe düşünceyi duygudan tamamıyla ayırmaktadır. Buyurun, bir şey soracaktınız. SALONDAN- Peripatetiklerin yaptıkları sohbet miydi, tam o anlamıyla bir felsefe değil miydi? TEOMAN DURALI- Hayır, sohbet değil o, söyleşim; ben diyalog karşılığı kullanıyorum, sohbet değildir. Sohbet herhangi bir muhavere, herhangi bir konuşma biçimidir. Buna karşılık söyleşim, diyalog belirli bir sorunun çevresinde dönen bir konuşma tarzıdır ve o sorun didiklenir. Sorunun didiklenmesine çözümleme yahut analiz diyoruz ve didiklediğiniz sorunu daha sonra tekrar birleştiririz. Bu da bir sentezdir, senteze konu olur. Dolayısıyla Eflatun’da karşılaştığımız o diyalog tamamıyla formel, biçimsel bir düşünme yürüyüşüdür. Buna gidimli düşünme diyoruz felsefede; öncüllerden hareketle bir vargıya doğru gidiliyor. Gemilerin bağlandığı yere baba derler; felsefenin bağlandığı baba mantıktır. O mantığın iki kolu vardır: Biri matematik, öteki de dilbilgisi. Felsefe her ikisini de kullanır. Bilimler, özellikle doğa bilimleri dilbilgisini fazla kullanmazlar, hemen hemen hiç kullanmazlar, matematiğe ağırlık verirler. Felsefede her ikisi de vardır; hem matematik vardır -doğrudan doğruya matematik işaretler geçmese bile- matematik düşünülür. Bu bakımdan felsefe öğrenen, felsefe öğrenimi gören kişilerin öncelikle geçmesi gereken tezgâh matematiktir. Matematik bir kafa kazanması lazımdır. GÖKDEMİR İHSAN- Hocam, zaten biraz önce de buyurduğunuz gibi, geometri meselesinde yaygın bir görüş vardır. Akademia’nın kapısında da bunun yazdığı söylenir: “Geometri bil- 278 • Teoman Duralı meyen girmesin”. Geometri burada öğretileceklerin, metafiziğin yanında çok yüksek bir ilim değildir. Ama geometriyi bilmeyen biri de bunlardan hiçbir şey anlamaz. O nedenle “lüzum yok, geri dönsün” anlamında söylenmiştir herhâlde. TEOMAN DURALI- Felsefi düşünmeye disiplinli düşünme diyoruz. Yani sıkı bir düzen içinde, kalıplara dökülerek yürütülüyor felsefi düşünme. O kalıp da mantıktır. Aristoteles mantığı ilk kuran kişidir -birçok başka şeyin de kurucusudur- ve bu mantığın üç temel ilkesi vardır: Özdeşlik, çelişmezlik, üçüncü şıkkın olamazlığı. Bu bir çeşit demir korse gibidir, kıpırdayamıyorsunuz. Aristoteles bir şeyin daha kurucusudur; bu hemen hiç dile getirilmez -uzun bir hikâyedir, girmeyeceğim onun hikâyesine- askerlik sanatının, savaş sanatının kurucusudur. GÖKDEMİR İHSAN- Zaten İskender’e danışmanlık yapmıştı. Bizimkiler bundan dolayı ona tepki gösterirler, “kâfire danışmanlık yaptı” derler. TEOMAN DURALI- İskender’in hocasıdır. Sadece İskender’in değil, vatandaşlarının, yani Makedonya kurmay heyetinin hocası olmuştur. Onları yetiştirmiştir ve ilk defa Mieza denilen şehirde, Makedonya’da askerî akademiyi kurmuştur. İki okul kurmuştur: Bir, Lykeion var Atina’da, bir de Mieza’da askerî akademiyi kurar, askerî okulu, harp okulunu kurar ve burada yetişen kurmay heyet İskender’le birlikte o ünlü doğu seferine çıkar. Savaş dediğimiz olay bundan sonra baş gösteriyor. Daha önce ne vardı? Toplumlar arasında kavgalar olurdu. Burada bilinmez, eskiden biz gençliğimizde, çocukluğumuzda mahalle kavgasına tutuşurduk. O mahalle kavgalarının daha büyüğü, daha boyutlusudur eski savaşlar, İskender’den önceki savaşlar. Askerî bir düzen gelir ordulara, ordu dediğimiz olay çıkar. Daha önce işte savaşçılar vardı, ordu yoktu. Burada ordu ortaya çıkıyor. İskender nispeten çok küçük bir kuvvetle, kendisinden kat be kat sayıca üstün olan birlikleri akıl ve mantık yoluyla yener, mağlup eder. İskender’in hâlefi Roma’dır. Roma’da biz tam teşekküllü ordu ve asker görürüz. Bunların temelinde biraz önce bahsettiğim disiplin vardır. Askerde yürüyüşten tutun selamlaşmaya, kılık kıyafete kadar ne Doğu ve Batı Medeniyetleri • 279 aklınıza gelirse her şey belirli bir kalıba dökülmüştür. Hep bana şu sorulur, şu konuşulur: Felsefî biçimde yaşamak. Felsefece yaşanmaz efendim, felsefe yaşamaya aykırıdır. Çünkü yaşamada duygunun yeri vardır, felsefede duygunun yeri yoktur. Ahlâk nedir, peki? Ahlâk da bir akıl olayıdır. Tek Tanrılı vahiy dinlerinin, Yahudiliğin, Hıristiyanlığın ve Müslümanlığın getirdiği genel geçer ahlâka dinî bağlamda edep diyoruz. Dinde ahlâktan söz edilmez, dinde edep vardır. Nitekim Mevlânâ Hazretleri “Kur’an’ı bir baştan bir başa okudum, edepten başka bir şey bulamadım.” der. Edep yaşatır ve yaşanır; yaşanan hayatın akışında uyduğumuz, uymak mecburiyetinde olduğumuz kurallardır ama bunlar bize hayatın akışında yedirilirler, ayrıca öyle dört duvar arasında matematik, mantık harfleriyle tedris edilmezler. GÖKDEMİR İHSAN- Adabımuaşeret. TEOMAN DURALI- Adabımuaşeret, dediğiniz gibi. Oysa ahlâk biçimseldir. Malzemesini nereden alır? Dinden alır, ahlâk malzemesini dinden alır. Neden? Çünkü dinle hayat iç içedir. Dinin nazariyesine inanırız veya inanmayız, o bize kalmış bir şeydir. İnansak da inanmasak da dinin getirdiği yaşama biçimine mutlak surette uyarız. Bu dediğimi size kuru kuru kitabî olarak anlatmıyorum. Ayan beyan Tanrı tanımaz olduğunu ilan eden kişileri tanıdım hayatımda: eski komünistler. Artık bugün yok onlar, eski tüfek denilirdi bu kişilere. Düz ayak mütedeyyin bir kişinin yaşama tavrına sahiptiler. Neden? Çünkü Müslüman bir toplumda yetişmişler, Osmanlı artıklarıyla. Ben gençken bunlar artık 70’ine, hatta kimisi 80’ine filan yürüyordu. Babamın, hatta dedemin yaşıtları olan kimselerdi. Tavırları, ifadeleri, yaşama tarzları tümüyle Müslümandı. Ama inandıkları, kafa yapıları, vesaire tamamen belli bir ideolojinin yolunda, onun güdümündeydi. GÖKDEMİR İHSAN- Rahmetli Cemil Meriç üstadı da biliyoruz. Onun da ilk dönemlerinin inançsız olduğu biliniyor. TEOMAN DURALI- Ama o mezhep değiştirmiş sonra. GÖKDEMİR İHSAN- Ama yazdıklarına baktığımızda, bugünkü İslamcı düşünürlerden çok daha Müslümanca. 280 • Teoman Duralı TEOMAN DURALI- Bu benim dediklerim hiçbir zaman sapmadılar, onlar mezara kadar komünist kaldılar. Tutarlı adamlar -yani Cemil Meriç’e tutarsız demek istemiyorum, o ayrı bir konu- , bunlar hep aynı çizgide yürümüş kişilerdi. Ama haram denilen, dinin haram dediği şeye ne göz atmış ne el uzatmışlardır. Bu sadece bir üst edep meselesi de değildir; oturuşları kalkışları, davranışları tavırları, her şeyleriyle bildiğimiz İslamî edebe uygundular. Tabii ben o vakitler çok gençtim, o zaman fark etmedim. Sonra sonra üstünde düşündüğümde, ya hu dedim, nasıl bir şey bu? Bir başka çok çarpıcı bir olay din rastlantılılığı, tesadüflüğü temelden reddeder. Zorunluluk şarttır. Allah’ın yarattığı bir düzende zorunsuz hiçbir şey olamaz. Yine bakıyorsunuz, bu klasik, eski komünistlere, mesela Lenin’in Empirio-Criticism’ini açın, üstünde adını görmeseniz acaba bunu Gazzâlî mi yazdı dersiniz. O kadar determinist. Felsefe ilkokullarda okutulsun, ortaokullarda okutulsun deniyor; bunlar bana kötü niyetli işler gibi geliyor: Bir şeyi kapı dışarı edip, onun yerine bunu koyalım davranışı. GÖKDEMİR İHSAN- Hazır buraya gelmişken, şuna temas edelim, hocam. Nasıl bir eğitimimiz olmalı? İlkokula mı gönderelim felsefeyi? Sizin bir akademi, felsefe-bilim akademisi teklifiniz var. TEOMAN DURALI- Fakat bunun ilkokulla, ortaokulla bir ilgisi yok. Bence ortaöğretim kurumlarında felsefe hiç verilmese de olur. Ama talebeler topyekûn işsiz kalacağından ötürü bunu asla teklif edemiyorum. En azından lise 2-3’te olabilir. Onun altında anlaşılmaz zaten; çünkü çocuğun, ergenliğe ulaşmamış bir insanın kavramları anlaması mümkün değildir. Matematik bile son derece zor geliyor küçük yaşta. İlkokulun ilk sınıflarında çocuğun matematik anlaması imkânsız bir şey. Bizde ters işliyor: Hemen, derhâl işlenmeli, ezberlenmeli deniyor. Benim gibi böyle hafızası bozuk adamlar bu yaşa kadar çarpım cetveli ezberleyemezler mesela. Azar azar matematik verilebilir çocuğa, belli bir yerden sonra. Din bilgisinin her seviyede verilmesi gerekir. Dini reddetmeye kalksanız bile niyesini bilmeniz lazım. Hep bunu söylüyorum. Hıristiyanlığı ben iki adamdan okudum. Bir Hıristiyanlığa Doğu ve Batı Medeniyetleri • 281 dehşet inanan bir adamdan, Luther’den, bir de Feuerbach’tan, asla inanmayan bir adamdan. Hıristiyanlığı yerden yere vuran bir adam ama mükemmel bir düşünür. Niye yerden yere çaldığının gerekçelerini size sunuyor. Bizimkilere bakıyorum, hiçbir gerekçesi yok, saçma sapan şeyler uyduruyor. Müslümanlıkla ilgisi olmayan şeyler, çünkü bilmiyor. GÖKDEMİR İHSAN- Caminin çay ocağında hacı amca bilim dışı bir şey söylemiş, onu tartışıyor, böylelikle reddediyor. TEOMAN DURALI- Keşke çay ocağındaki adam kadar bilse. Camiye 50 metre yaklaşmamış, ondan ürken adamlar tanıdım. Geçenlerde Mehdi Hasan diye bir Arap -bilmiyorum Lübnanlı mıdır, Kuveytli mi- el-Cezire’de bir program düzenliyordu, bir tartışma programı. Müslümanlığa çok karşı olan bir hanım çıktı. Ne dese bu hanımefendi uymuyor, oturmuyor yerine, çünkü bilmiyor. “Ben Kur’an’ın ruhuna bağlıyım ama Peygambere inanmıyorum” diyor. Peygamberi olmayan Müslümanlığı düşünemezsiniz, imkânsızdır. Diğer dinlerde bilmiyorum bunun karşılığı nedir, peygamberi olmadan o din anlaşılır mı, anlaşılmaz mı bilmiyorum. Ama Müslümanlıkta olmuyor, mümkün değil. Her şeyden önce ibadetini yapamazsınız eğer peygamber yoksa; ibadeti olmayan bir din de din değildir. Neyse, bu bahsi diğer. Toplum hayatıyla iç içe olmuş bütün dinler. Sadece şu veya bu din değil, ta fetişizmden, totemcilikten beri toplum hayatını yönlendirmeye, belirlemeye uğraşmışlar. İlk defa toplumun dinden çekip çıkarılması Yeni Çağ Avrupa medeniyetinde ortaya çıkmıştır. Orada da dinin yerini doldurmak üzere felsefe ileri sürülmüştür ve dinin yerini dolduran topluma yön vermekle yükümlendirilen felsefe-bilime ideoloji denilmiştir. Bunun yol açtığı facialar gözümüzün önündedir, 20. yüzyıl tarihin en karanlık çağıdır. Sadece bir savaşta, İkinci Dünya Savaşı’nda 60 milyon insan ideolojik nedenlerle yok edilmiştir. İkinci Dünya Savaşı ideolojik savaşın ana örneğidir. GÖKDEMİR İHSAN- Oysa insan aklıyla dünyada da cenneti inşa edecekti. TEOMAN DURALI- Edecekti, çok doğru tabii dediğiniz. 282 • Teoman Duralı GÖKDEMİR İHSAN- Sonunda buraya kadar geldik. Müsaade buyurursanız soru-cevap şeklinde gidelim. Çünkü epey birikti dinleyenlerin soracakları şeyler. Pek kolay şeyler söylemediniz, hocam. Bakalım nasıl tepkiler alacağız? Buyurun. SALONDAN- Hocamızın ilk başlarda değindiği bir konu vardı: 20. yüzyılda bilimle felsefenin birbirlerinden ayrılmasıyla birlikte her ikisinin de kötürüm kalması. Naçizane düşüncelerimi söylemek istiyorum. 20. yüzyılda büyük Alman düşünür Martin Heidegger bu konuda bir çıkış noktası sunmadı mı acaba hem topluma, hem de felsefeye? GÖKDEMİR İHSAN- Böyle “büyük düşünür” denilince ben de korkuyorum. Hocamın Kant’la bir akrabalığı var; fakat Heidegger’e büyük düşünür der mi, bilmiyorum. TEOMAN DURALI- Derim. Tabii, mutlaka çok büyük, en önemli filozoflarından. Sevelim sevmeyelim, o ayrı bir konu. Sevmek duygu işidir, büyüklüğün tasdiki aklın gereğidir. Buyurun. SALONDAN- Sizce Heidegger 20. yüzyılda felsefenin o kötürüm kalmışlığına kendi düşünceleriyle bir çözüm üretebilmiş midir? TEOMAN DURALI- Efendim, Heidegger zaten son filozoftur. Heidegger’den sonra başka bir filozof görmedik, bitti. İrili ufaklı birtakım şeyler olabilir ama felsefeci var, felsefeciyle filozof ayrı şeyler. Felsefeci istemediğimiz kadar var ama filozof diyebileceğimiz kimse göremiyorum ondan sonra. Heidegger felsefenin merkezine, yani metafiziğe yönelmiştir ve insanın en önemli özelliğinin dil olduğundan bahsetmiştir. Gerçeklikte bulduklarımızı düşüncemizde işleyerek hakikat tabakasını oluşturuyoruz. Bunu dille yapıyoruz. Düşünme bir dil işidir. Bunu getirmiştir Heidegger. Heidegger ve hocası Husserl’le beraber hakikatin nasıl işlendiğini görüyoruz. Onun yöntemini bize sunmuşlardır. Yeniden Aristoteles yöntemini gündeme getirmiştir. Bilginin hakikatteki tohumlarına, özüne ve bunun işlenmesine fenomenoloji adını vermiştir. Son derece zor anlaşılan, son derece katmerli bir Doğu ve Batı Medeniyetleri • 283 düşünme tarzıdır. Felsefenin olduğu kadar, Alman idealizminin de son durağı olarak görebiliriz. Tarihte üç ana felsefe damarı görebiliyoruz: Yunan felsefesi, İslam felsefesi, Alman felsefesi. Bunların yanında çok önemli üç kanal daha var: Orta Çağ Hıristiyan felsefesi, Fransız felsefesi, İngiliz felsefesi. İngiliz felsefesine deneycilik veyahut ampirizm de diyoruz. Heidegger Alman idealizminin, bu Alman damarının son temsilcisidir ve aynı zamanda da felsefî düşünmenin, metafizik anlamda felsefî düşünmenin son durağıdır. 17. yüzyılda İngiliz felsefesiyle yeni bir yolun açıldığını görüyoruz ve felsefenin çekirdeği, felsefenin yüreği durumundaki metafizik yerini kaybetmektedir. Neye kaybetmektedir? İngiliz felsefesinde iktisat ve daha sonra psikoloji felsefenin merkezine oturmuşlardır. İktisadın felsefenin merkezine oturmasından bir süre sonra da zaten ilk ideoloji olan kapitalizm, sermayecilik ortaya çıkıyor, Adam Smith’le birlikte ve daha sonra Adam Smith’in ortaya koyduğu bu ideolojiyi alabildiğine işleyen müthiş bir yapı hâline getiren Karl Marx’tır. Karl Marx’ı biz sosyalizmin, komünizmin babası olarak görürüz ama esasında kapitalizmi bize resmetmiştir. Neye dayanarak? İngiliz tarihine bir, iktisada dayanarak iki. Heidegger metafizik dâhisi olmanın yanı sıra, Yeni Çağın ikinci büyük ideolojisinin de baş mimarlarındandır: Nasyonal sosyalizm. Nasyonal sosyalizmi varlık felsefesi açısından, ontolojik olarak işleyendir. Bir de Rosenberg adlı bir başka filozof var, o da biyolojik açıdan, Darwin evrimciliğine sırtını dayayarak işlemiştir. Bu ikisinden nasyonal sosyalizm, milli toplumculuk beslenmiştir. Heidegger’in reddedilmesinin temel nedenlerinden biri de nasyonal sosyalizmin babalarından olmasıdır. Bu affedilmemiştir, bağışlanmamıştır. Belki Almanlar savaşı kazansalardı bugün baş ideolog olarak çıkardı. SALONDAN- Hocam, Çağdaş Küresel Medeniyet kitabınızda Hitler ve Alman milletinden “karakterli millet” diye bahsediyorsunuz. Birkaç kelime söyleyebilir misiniz Alman milleti hakkında? Bir de gelecekte Alman milletinden yeni bir Hitler çıkarabilir mi sizce? GÖKDEMİR İHSAN- Alman milleti kaldı mı, var mı bir Alman milleti? 284 • Teoman Duralı SALONDAN- İkinci sorum: Edeple ahlâk arasındaki farkı nasıl tanımlarsınız? TEOMAN DURALI- Şimdi birincisi, tutarlılık açısından “karakterli” dedim. Muazzam bir tutarlılıkla karşı karşıyayız. Yani bir adamı omuzlarında getirdiler, arşıalaya çıkardılar eski deyişle ve onunla Yunan tragedyalarının görüntüsünü andırır biçimde felakete girdiler, ateşe atladılar. Hiç böyle bir şeye lüzum yoktu; pekâlâ belli bir yerden sonra atabilirlerdi, İtalyanların Mussolini’ye yaptıkları gibi. Aklıselim İtalyanların yaptığını emreder. Adam felakete götürüyor, yeter deyip adamı ayaklarından asıp tükürük yağmuruna boğuyorlar. Hitler bunun katmerlisini belki hak etti. Mussolini yanında çömez kalır yaptıklarıyla. Ama öyle olmadı. Nasıl biz bununla girdiysek bu yola, bununla felakete de düşeceğiz dediler ve bitti. Gökdemir Bey’in dediği gibi, Almanlık kalktı ortadan, apayrı bir dönüşüm yaşadı. Artık o hâl geçti gitti. O yüzden ne Hitler, ne mitler, ne gitler… Hiçbir şey gelmez artık bu saatten sonra; bitti. Başka yerde çıkar mı? Sanmıyorum. Bu tutarlılığı, bu idealizmi ve romantikliği başka bir yerde bulamazsınız. Çünkü bunlar çok romantik şeylerdir. Ne olursa olsun gerçekliğe sırtını çevirmek. Hegel’in harikulade bir belirlemesi vardır: Gerçeklik fikrinle uyuşmuyorsa vay o gerçekliğin hâline. Benzerini Hitler söylüyor: Alman milleti benim fikrime, ideme uyamadı, yükselemedi, yücelemedi. Onun için batsın diyor. Bu çok ağır bir beddua, -kibrin de belki dereceleri vardır- çok ağır bir kibir; bunun bir eşini daha bulamayız. İkinci sorunuz edeple ahlâk. Edep yaşama düzleminde bize nasıl yaşayacağımızı bildiren kurallar dizisidir. Bunlar yaşatır bizi. Çünkü insan olarak öbür canlılarla paylaştığımız bir husus yok. Nedir o? İçgüdüler. Genetiğimizin belirlediği davranma biçimlerinden yoksunuz. Bu sebeple yaşamamızı ayarlamaya yönelik kurallar dizisini kendimiz belirlemek zorundayız; insanın belirlemesi lazım. Din bunu insanüstü bir kudretin veya kudretlerin belirlediğini söylüyor. İnsanlar bunların arasında bağlar kurarak işliyorlar. Ama hep biçimsel olmayan tarzla koyuyorlar bunları. Biçimsel tarzda öne sürdüğümüz ne varsa onun gerekçesini de koymak mecburiyetindeyiz. İlk gençlik yıllarımda bir Doğu ve Batı Medeniyetleri • 285 gün ıslak çalıyordum, babamdan tokat yedim. O gün bugündür hiç ıslık çalamam. GÖKDEMİR İHSAN- Bizim de elimizin cebimizde olmasına kızılırdı. TEOMAN DURALI- O da yasaktı. Bir gün bir şey oldu, “neden” dedim. Onda da bir tokat yedim. O gün bugündür hiç “neden” diye sormuyorum, felsefenin dışında. Çok tuhafıma gider: Bir şey söylüyorsun, bacak kadar çocuk “neden” diyor. Edep düzleminde “neden” diye soramıyorsunuz. Neden biçimselliğe giren kapıdır. Neden-etki bağıntısı katlanarak düşünme olayıdır. Sorduğunuz vakit yaşamanızın dengesi bozulur. Din kesin inanca dayanır, iman dediğimiz: nedensiz inanç. Nedeni soktuğunuz inanç bilimde vardır, ona varsayım diyoruz. Zaten bilimde gerekçesini gösterebileceğin cevaplara yol açacak sorular soruyorsun. Dinde böyle bir şey yoktur. Sorduğun vakit cevabı saçmalamak olur. Niye Allah Hz. Muhammed yerine Hz. Ali’ye vahiy göndermedi? Çünkü bana gene gelmiştir böyle bir soru -bana gelmeyen hiçbir soru kalmadı galiba yeryüzünde-. Ne diyelim? Adresi mi şaşırmış? Böyle kardeşim, işte; ona göndermiş. Ne bileyim ben? Yok bunun cevabı. SALONDAN- Her şeyi de bilemeyiz. TEOMAN DURALI- Hiçbir şey bildiğimiz yok. Sadece dinî anlamda da değil. Benim niye şu biçimim var, rengim var? Annem-babam, amcam, halam vesaire genetik olarak, kalıtım olarak sayabilirim. Ama niye ben eşek olarak dünyaya gelmedim de insan olarak geldim? Niye bir pire değilim? Niye falanca tarihte Türkiye’nin bilmem neresinde dünyaya gelmedim de Uganda’da gelmedim? Var mı bunun cevabı? Yok. Ahlâkta koyulan kuralların gerekçeleri sorulur. İlk ahlâkı kuran gene Aristoteles’tir. Gerekçeli iddialar ortaya koyuyor. Zaten gerekçeli iddia, kanıtlanabilir cinsten olan iddialara sav diyoruz, tez diyoruz. Felsefe ve bilim tez üzerinden yürür, sav üzerinden yürür. Sava döndüremeyeceğiniz iddiaları felsefede ortaya koyamazsınız. En başta gelen fark bu ikisi arasındadır, ahlâkla edep arasında. 286 • Teoman Duralı SALONDAN- Hocam, ben bu noktada ahlâkla edep ayrımını biraz daha kafamda oturttum ama burada kafamı bulandıran başka bir terim var. Etik derken bugünkü manada ahlâkla aynı şeyi mi anlıyoruz? TEOMAN DURALI- Aynı şey, etikle ahlâk aynı şeydir. Etik Yunancası, ahlâk Türkçesidir. SALONDAN- Farklı anlamlar yükleniyor. TEOMAN DURALI- Hayır, biz bugünlerde Türkçeye düşman olduğumuzdan, ne kadar kavramımız varsa hep Frenkçe almaya başladık. Düğme gibi 2000 yahut 1000 yıllık bir kavram bile atıldı, buton denilmeye başlandı. Yani rezaletin bu derecesi olur. Etik de olduğu gibi ahlâktır. SALONDAN- Hocam, ben bir soru daha sormak istiyorum müsaadenizle. Sizin de güzel şiirler yazdığınızı biliyoruz. Ben bu noktada size şiirle ilgili birkaç soru yönlendirmek istiyordum. Birincisi, şiir size göre nedir? İkincisi, şiirin felsefeyle bağlantısı nasıldır, nasıl olmuştur? Ve son olarak Batı medeniyetinde, mesela Goethe’nin şiire yaklaşımıyla bizim Divan Edebiyatı diye nitelendirdiğimiz edebiyatımızda, mesela Fuzulî’nin şiire olan yaklaşımı arasında nasıl farklar gözlemleyebiliriz? GÖKDEMİR İHSAN- Bunlar konferans konusu. SALONDAN- Düşüncelerinizi merak ediyorum. TEOMAN DURALI- Nasıl ki biraz önce mistiklik dinin tavanıdır, zirvesidir dediysem, şiir de duygulanmanın, duygu ifadesinin zirve noktasıdır. Tabii ki duyguları düşünceye bulamadan ifade edemezsiniz; mecbursunuz düşüncenin içine yerleştirmeye. Düşünme ne kadar az yer tutarsa şiiriniz de o kadar güzel olur. Ne kadar düşünce ağır basarsa, o şiir de o kadar şiirliğini kaybeder, slogan hâlini alır, şiar hâlini alır. Şiir inşası açısından gelenekler arasında bir fark yoktur. Goethe’nin de şiiri muazzam bir şiirdir, Divan şiiri de böyledir. Farklılık şairlerin duygulanmalarından ve o şiir geleneğinin dayandığı teknikten ileri gelir. Tekniğin de iki basamağı vardır: Dil -şiir dile yapışıktır çünkü- ve o dilin ifadesi, Doğu ve Batı Medeniyetleri • 287 yani vezin ve kafiye olayı. Tabii diyeceksiniz ki çağdaş şiirde ikisi de yoktur. Çağdaş şiir ne kadar şiirdir, onu bilmiyorum, onu çağdaş bir şaire sormak lazım. GÖKDEMİR İHSAN- Hocam, bu meselelere girmeyelim. Bendeniz girdim, başıma gelmeyen kalmadı. Sadece bir cümle söyledim modern şiirle ilgili, ondan sonra başıma gelmedik kalmadı. TEOMAN DURALI- Recmediyorlar. GÖKDEMİR İHSAN- O piyasa çok karışık, Hocam. Belli ki işleri yok, dükkânda işler kesat, önden geçenlere saldırıyorlar. Buyurun efendim. SALONDAN- Hocam, ben şunu sormak istiyorum: Metafiziğin felsefeye ait olduğunu biliyoruz. Ancak gözlemliyoruz ki aynı zamanda dinler tarafından da daha çok sahipleniliyor. Bunun nedenini ve niçinini merak ediyorum açıkçası. Neden böyle olmuştur? TEOMAN DURALI- Felsefe çok talihsiz bir yaratık. Hırsızlığa uğramadığı bir an yoktur. En dehşet hırsızlıklardan biri de metafiziktir. Felsefenin has malıdır, helalidir, anasından emdiği süt kadar helalidir ama başkaları aşırmışlardır. Özellikle benim ifrit olduğum ruhçuluğun -hani şu ruh çağıranlar- kendisine metafizik adını vermesi… GÖKDEMİR İHSAN- Spiritüalistler yani. TEOMAN DURALI- Spiritüalistler. Bunların kendilerine metafizik adını vermeleri felsefeye büyük bir bühtandır. Dinde de metafizik yoktur. Metafizik sadece fiziğin üzerinde kafa yormaktır, fiziğin belirlenmesidir. Yani doğanın ve dünyanın belirlenmesi çabasıdır. Doğa ötesi her olay metafiziğin konusu değildir. Metafizikte esas olan akıldır ve aklın işleyişini bize hikâye eden araştırma alanı mantıktır. Buna karşılık dine aklı sokamazsınız, bozarsınız dini, dinin akılla ilgisi yoktur. Makuldür -o ayrı bir konudur- aklî değildir, rasyonel değildir, olamaz. Bu bakımdan dinle felsefenin karşılaşması, çatışması mümkün değil. Ancak çok uç noktalarda, olağanüstü durumlarda ahlâkın dinle çatışma duru- 288 • Teoman Duralı mu ortaya çıkabilir. Aklıma gelen bir örnek Einstein’in kuantum mekâniğinin karşısında takındığı tavırdır. “Tanrı kumarbaz değil ki zar atsın” demesi çok uç bir noktadır. Bunun dışında felsefeyle dinin çatışması mümkün değil. Çünkü felsefenin işi bahusus akılladır, ötekinin akılla bir ilgisi yoktur. Makul olmak ayrı bir şeydir. SALONDAN- Hocam, İbnü’l-Arabî’yle ilgili ne düşünüyorsunuz, onu nereye koyuyorsunuz? TEOMAN DURALI- İbnü’l-Arabî tasavvuf filozofudur. Tasavvuf üzerine felsefe yapmıştır. Bu çok olağandışı bir olaydır. İbnü’l-Arabî’nin mutasavvıflığından ziyade filozofluğu çok önemlidir. Ama öteki mutasavvıfları İbnü’l-Arabî’yle karıştırmamak lazım. İbnü’l-Arabî’ye bakarak mesela Mevlânâ’ya asla filozof diyemezsiniz. Mevlânâ iner tepeler - şiddetli de bir adamdı-, vurur, kırar geçer. Mevlânâ’nın felsefesi yoktur, düzayak bir mutasavvıftır, sufîdir ve sufîlerin yüzde 99’u böyledir, felsefeyle ilgileri yoktur. Hadi yüzde 98 diyelim; Gazzâlî de vardır çünkü hem filozof hem mutasavvıf. O da tasavvuf felsefesi yapmıştır İbnü’l-Arabî gibi; bunlar istisnadırlar. Tamamen istisnadırlar. Bir adam hem mutasavvıf hem filozof olabilir mi? Olabilir. Filozof olursunuz, aynı zamanda bahçıvansınızdır. Filozofsunuz ve aynı zamanda pul biriktirirsiniz, şair olabilirsiniz, engel değil buna. Ama şiirinize felsefe karıştıramazsınız, felsefenize de şiir karıştıramazsınız. SALONDAN- Hocam, peki, filozof kimdir o zaman? TEOMAN DURALI- Filozof akla dayanarak dünyayı, öncelikle dünyanın fizik düzenini yargılayan ve bu yargılamasının sonucunda düsturlar ortaya koyan, bu düsturlar arasındaki bağlantıları kurarak bir sistem oluşturan kişidir. Düzenlerin üç basamağı vardır: En temel düzen yasadır, doğa yasasıdır. Bunun üstünde, yasalar arasında kurduğunuz bağlantılarda teoriler ortaya çıkar. İkisi de bilim seviyesindedir; yasa da teori de bilimde bulunur. Bilimi aşan, doğrudan doğruya metafiziğin bağrında yer alan teorilerin teorisi, teorilerin arasında bağlantılar kurarak üst teori manasına gelen sistemdir. Sistem kurmaya değgin yapıları, düzenleri kuran bilim adamıdır. O bilim adamı sisteme geçtikten sonra filozof olur, sistemi inşa ettikten sonra filozof oluyor. Tabii Doğu ve Batı Medeniyetleri • 289 doğa sistemi gibi tarihle, toplumla ilgili de sistem kuranlar var. Ahlâkçılardır bunlar, ahlâk filozofları, orada da bir sistemle karşı karşıyayız. SALONDAN- Toplumsal sözleşme teorisyenleri gibi. TEOMAN DURALI- Ama o da ahlâka girer. Mesela Jean-Jacques Rousseau’nun -belirttiğiniz gibi- toplum sözleşmesi, o da ahlâka aittir. Edeple arasındaki farka gelince… Tekrar oraya geleceğim; biraz önce bir arkadaşımız sordu. Edep üzerinde konuşanlar edeplerine uygun yaşarlar. Bu kişilere bilge diyoruz. Ahlâk kuran filozof kurduğu ahlâka uygun yaşamak zorunda değildir. Rousseau deyince aklıma geldi. GÖKDEMİR İHSAN- Mükellef olmuyor. TEOMAN DURALI- Mükellef değil, çünkü formeldir. Ahlâk ve edep üzerine konuşan filozof var mı? Var: Kant var mesela, Luther vardır, Gazzâlî vardır. Bunlar hem edep hem de ahlâk filozoflarıdır. İngiliz filozofların büyük bir kısmında, başlıcalarında edep yoktur. Locke’ta, Hume’da, Smith’te, Russell’da… Yani bu bir eksiklik, nakısa değildir. GÖKDEMİR İHSAN- Fakat onu tashih edelim. Yarın gazetede manşet olabilir bu, Hocam: “Teoman Duralı İngiliz filozofları edepsiz dedi” diye manşet olabilirsiniz. TEOMAN DURALI- Burada Hocamın, Takiyettin Mengüşoğlu’nun hırsızıyım; o öyle diyordu. Ben bunu demiyorum, o edepsiz diyordu. Özellikle Russell için bir arkadaşıma “Bırak o edepsizi” demişti. Hakikaten edepten bahsetmiyorlar, edep yok ama bu edepsiz oldukları anlamına gelmiyor tabii. GÖKDEMİR İHSAN- Hocam, bu arkadaşımız saatlerdir bekliyor. SALONDAN- Hocam, siz daha evvel soruya cevap verirken de değindiniz, Heidegger’in Aristoteles’in düşüncelerine dönüşüne. Batı düşüncesine baktığımızda, ne zaman büyük bir sorunla karşılaşılsa Aristoteles’e bir geri dönüş olduğu görünüyor. Sizce Aristoteles’i bu kadar vazgeçilmez kılan nedir? 290 • Teoman Duralı TEOMAN DURALI- Çok beylik bir cevap vereceğim. Öncelikle müthiş bir deha; dehası eşsiz diyebiliriz. Neden? Fol yok yumurta yok ortada, felsefe-bilim gibi bir kurumu inşa ediyor. Kendisi de bunun bilincinde, “Benim örnek alacağım bir şey yok” diyor. “Bu bakımdan, beni okuyanlar hatalarımdan ötürü beni bağışlasınlar, örneksiz bir şey inşa ediyorum” diyor. Aristoteles’in felsefe-bilime koyduğu ilkeler eşsizdir. Benzerleri şu anlamda var: Geçerken kazara felsefî birtakım ifadelerde bulunabilirsiniz. Bu dediğinizi felsefî kılmaz. Bu tuzağa felsefe tarihçileri çok sık düşmüşlerdir. Hint felsefesinden Çin felsefesine, Mezopotamya felsefesinden, şundan bundan bahsetmişlerdir. Hayır. Mükemmel bilgelik gelenekleri var, içlerinde yer yer felsefî unsurlar geçer ama kurumlaşmış değildir. Burada bir kurum inşa edilmiştir. Burada bahsetmedik ama bunu da ekleyeyim: Felsefe dinî olmayan ilk kurumdur. Şu anlamda, gücünü dinden almamaktadır. Sorunları çözme yolunda giderken felsefe dışında bir mercie başvurmuyor. Bu onun dine düşman olduğu, dinle çatıştığı, vuruştuğu anlamına asla gelmiyor. Aristoteles felsefî akla bir sınır çizmektedir ve bu sınırın dışında kalanlara asla el atmamaktadır. Gazzâlî’nin büyük hatası burada olmuştur. Aristotelesçilere öyle bir öfkeleniyor ki Aristoteles’e tokadı çakıyor. Aristoteles’in kabahati yok orada. Aristoteles kanıtlayamayacağı problem alanlarına, sorunlara el atmıyor. Madde ezelî midir, değil midir, yaratılmış mıdır dünya, yaratılmamış mı, bunlara hiç girmiyor, bunlarla uğraşmıyor. Çünkü bunlar felsefenin konusu değil. SALONDAN- Tutarlı yani. TEOMAN DURALI- Tutarlı yaklaşım tabii. Başa koyduğu o üç ilkeye sonuna kadar bağlı kalmaktadır. Hayatımızı böyle bir kalıba da dökemeyiz, bunu da söylüyor. Döktüğümüz vakit facialarla karşılaşırız. İdeolojilerin faciası da buradadır. Biraz önce arkadaşımızın sorusunu cevaplandırırken söylediğim, Alman milletinin girdiği o facia ideolojik bir faciadır. Tutarlılık uğruna, baştan koyduğum ilkelere bağlı kalacağım diye, kendini ve bütün dünyayı ateşe atmıştır. Nasyonal sosyalizmin felaketi aşırı tutarlılığından ileri gelmektedir. Belli kalıplar çiziyor. Heinrich Himmler Rus esirler arasında uzun boylu, mavi gözlü bir adam görüyor. Doğu ve Batı Medeniyetleri • 291 “Senin ataların Germen herhâlde” diyor. “Hayır, ben Yahudiyim” diyor adam. “Yok, sen Germen asıllı olmalısın” diyor. “Hayır efendim, ben Yahudiyim” diyor. “Atın bunu” diyor “temerküz kampına”. Böyle felaket bir tutarlılık; işte o tutarlılık zulümdür. Halbuki dinin esası adalettir ve adalette son derece katı tavırlar olmaz, olmamalıdır. Hep esnekliği getirmesi lazım. Siz hakimseniz, karşınızdaki adamı yargılarken onun duygu durumlarına da göz atmanız lazım. Sadece kanun kitabına, sadece akla bağlı kalamıyorsunuz. Başka bir yargılama mercii de hocalıktır, öğreticiliktir. Talebenizi sadece ve sadece koyulmuş öğretim kuralları çerçevesinde yargılarsanız bitirirsiniz, öldürürsünüz. Benim öyle çok anlayışlı, çok mükemmel hocalarım oldu; olabildiysem onların sayesinde adam oldum. Yoksa kim bilir ne olurdu? Eğer çok katı felsefî öğretim, eğitim yöntemlerine bağlı kalınsaydı, 28 gün okuldan uzak kalma imkânı vardı. Ben 35 gün yoktum. Kaçtım, bilmem ne yaptım. Artık göz yumdular, başka unsurlar düşünüldü, vesaire, kurtardılar. Her zaman bu olmalı mı? Olmamalı. Zaten yargılamada, insanların yargılamasında eşitlik yoktur. Eşitliğin olduğu yerde adalet olmaz, adaletin olduğu yerde eşitlik olmaz. Kanun karşısında her birimiz eşitiz ama yargılanırken aynı eşitlik olmaz. Einstein araba kazası yapıp adam öldürse başka türlü yargılanacak, ben adam öldürsem başka türlü yargılanacağım. Çünkü farklı faydalar sunuyoruz topluma. SALONDAN- İslam felsefesi tabirinden ne anlamamız gerekiyor? TEOMAN DURALI- Efendim, İslam felsefesi derken, öncelikle İslam medeniyetinde yer almış, yaşamış filozofların sıfatlandırılmasıdır. GÖKDEMİR İHSAN- İslam’ın değil yani. TEOMAN DURALI- İslam’ın değil. Mesela, İbn Meymûn Yahudiydi ama İslam felsefesi çerçevesinde tanınır. Arapça yazmıştır, gerçi İbranca da eserleri vardır ama İbn Meymûn’da baskın, hâkim olan dil Arapçaydı ve İslam medeniyeti zihniyeti çerçevesinde eser vermiştir. Hatta Yahudi diniyle ilgili koyduğu birtakım kurallar Gazzâlî’nin Müslümanlıkla ilgili koyduğu kurallara çok 292 • Teoman Duralı benzer. “Son peygamber Musa’dır” der ve “ondan sonra gelenlerin tamamıyla dinle alakası yoktur”, “Son hak peygamberidir”. Halbuki bu Yahudiliğe aykırı bir şeydir. Yahudilikte her nesilde bir peygamberin gelmesi beklenirdi. Mesela Hz. İsa’yı Yahudiler önce kabul ederler ama sonra ortaya Yahudilere çok aykırı tavırlar koyunca -o büyük mabede gidiyor, işte tefecileri dövüyor- tabii çok kızdırıyor hahamları. İslam medeniyeti çerçevesinde yer alan ve o zihniyete uygun eser ortaya koyan filozoflar İslam felsefesindedirler. İslam felsefesinde bir eser ortaya koymanız sizi Müslüman kılmaz, o ayrı bir konudur. Dinle medeniyet ayrı şeylerdir. SALONDAN- Günümüzde dindar kesime baktığımızda, bazılarının çok katı kuralları var. Felsefe öğrenmek gerekiyor mu sizce? Yani çok katı noktalardan bakıyorlar; gerek vicdani gerek insani konularda çok sınırları var. Onların felsefe öğrenmeleri sizce iyi olur mu? TEOMAN DURALI- Müslümanlık yekpare değil, efendim. Milletlere, coğrafyalara göre farklılık göstermektedir. Bütün dinler böyledir. Öbür dinlere baktığımızda da, İsveçlilerin Hıristiyanlığıyla -ki bugün tabii küreselleşmenin içindeyiz, artık iyi bir örnek olmayabilir ama en azından bundan otuz-kırk yıl öncesine değin bir İsveçlinin Hıristiyanlığıyla- bir İspanyol’un Hıristiyanlığı çok farklıydı. Bizde de sadece Cumhuriyet Türkiye’sinin değil -orada büyük bir hata var- Osmanlı’nın, özellikle Anadolu ve İstanbul Müslümanlığıyla Hicaz’daki kişinin Müslümanlığı çok farklıdır. Afgan Müslümanlığıyla Malezya’daki Müslüman farklıdır. Giyimleri kuşamları, tavırları, inanışları ve dediğiniz gibi katılığı veya daha yumuşaklığı çok farklıdır. Bodrum’un dağlarında gördüm, Türkmenlerin yaşadığı bölgelerde, adam namaz kılıyor, çocuklar gelip ayağını gıdıklıyorlar. Gülüyor, kıkırdıyor, “Yapmayın yaramazlar” diyor, “şimdi kalkar döverim sizi” ama namazına devam ediyor. Bunu çok doğal yapıyor. Yani “ben hoşgörülüyüm” diye düşünmüyor, onlardan haberi yok o adamın, o onun olağan yaşama akışı. Bu bakımdan, genelleme yapmak çok hatalı bir şey. Günü- Doğu ve Batı Medeniyetleri • 293 müzdeki bu terörizm, tedhişçilik, bunlar belli yerlerden çıkan öğretilerin yansımaları şeklindedir ve kimin eli kimin cebindedir bilmiyoruz. Yani bunlar gerçekten inanmış Müslümanlar mıdır, yoksa başka odakların birtakım manipülasyonları mıdır? O bakımdan ben onları ciddiye almıyorum. Tabii şu anlamda ciddiye alıyorum: Can korkusu var. Ama İslamiyet açısından, Müslümanlığın belirlenmesi bakımından… Bazılarının dediği gibi barış dini midir? Ben ona da yanaşmıyorum. Hiçbir aşırılığa yanaşmamak lazım. Yerine göre kavga etmesini bilmek gerekir, yerine göre barışacaksınız, bağışlayacaksınız. Müslümanlığın getirdiği orta yol budur. Şöyle bir örnek vereyim size, lafı uzatmadan -yahut da biraz uzatarak-: Çok gençken çok yakın bir arkadaşım vardı, bir Hintliydi. Akşam bir yere davetliydik ve orada çok farklı milletlerden insanlar vardı. Aslında bizi davet etmediler de onu ettiler, o da “Gel, seni de götüreyim” dedi; beni de götürdüler, ona takıntı oldum. Bu davetli olduğumu yer -bilmem biliyor musunuz- Japon konsolosluğunun biraz arkasında, Gümüşsuyu’nda. Oradan çıktık. Dört Amerikalı hanım kendilerini evlerine bırakmamızı istedi bizden. Onlar da Sıraselviler’de oturuyormuş. Saat gece yarım civarıydı. Peki dedik, ana caddeye çıktık, Teknik Üniversitenin önünden geçen Gümüşsuyu caddesine. Affınıza sığınırım, birkaç it kopuk çıktı karşımıza; dediler ki bu hanımları -tabii onlar hanım demiyorlar ya- bize vereceksiniz, yoksa sizi öbür tarafa göndeririz. Ben aldığım eğitim sonucu kavgaya tutuştum ve feci bir dayak yemeye başladım. Her tarafım kan revan içinde kaldı; öldürecekler beni. Allah’tan o hanımlar bas bas bağırdılar, çığlık attılar ve o arada bekçiler geldi. O zamanlar bekçi vardı; bu dediğim 68 veya 69’du. Bekçilerin gelmesiyle adamlar -dört-beş kişiydiler- kaçtılar. Yüzümü gözümü sildiler; kanları filan… Baktım, arkadaşım askerî hastanenin duvarına sırtını vermiş bizi seyrediyor. Hayretler içinde kaldım. “Sen ne yapıyorsun?” dedim. “Ne yapayım, dinim bana kavga etmememi buyuruyor.” dedi. “Böyle dinin içine tüküreyim” dedim. “Annen olabilirdi, bacın olabilirdi, yavuklun olabilirdi” dedim, “böyle mi davranacaktın”. Eğer barışçılık kastediliyorsa, bu çok fazla. Bunun zıddı ise sal- 294 • Teoman Duralı dırganlıktır; o da tu kaka. Kendinizi ve size ait olanları savunmak tabii ki şarttır. Müslümanlık bunu getiriyor. Gaza dedikleri olay, bu savunmadır: küçük gaza. Büyük gaza ise insanın kendisini bastırması, nefsini dizginlemesi hadisesi. Bu sebeple ben barışçılık söylemlerine hiç girmiyorum. Tekrar sorunuza, yahut belirlemenize dönerek, öz İslam’ın bu aşırılıkları, bu katılığı onaylayacağını hiç sanmıyorum. Sanmıyorum derken, İslam’ın kendisine, yani peygamberine ve birinci derecedeki önemli kişilerine dayanarak söylüyorum. Burada bir sapma, bir inhiraf var. Bugünkü yaşadığımız dünyada bir sapma olayıyla karşı karşıyayız. Sadece bu döneme mi ait? Hayır, her dönemde ortaya çıkmıştır. Buyurun, efendim. SALONDAN- Hocam, ben Zekeriya Hayır Hocanın yirrmi yıllık talebesiyim. Yirmi sene önce, 96’da felsefede Aristoteles masterı yapmıştım hocamla. Bu akşam ilk defa duydum o kavga olayınızı, çok üzüldüm gerçekten; yani bunu bana hiç söylememiştiniz. Kur’an-ı Kerim’deki Hadîd suresini sizin anlattığınızla daha iyi anladım. Allah razı olsun, ben Hocamın yirmi senedir kitaplarını okuyorum, ayetleri anlamak için; o niyetle okuyorum ve anlıyorum; aynı şekilde Cemil Meriç’i de. Kur’an-ı Kerim’de Hadîd suresi var, demir suresi. Ben Orta Doğu kimya mühendisliği mezunuyum. İlk baktığımda, ağırlığı 56, 28 falan, oradan girdim. Bizde tefsirin zirvesi var; Everest’i değil, Tibet diliyle Sagramata’sı: Fahreddin Râzî. O da demiş: “Bu Demir suresi ne arıyor Kur’an’da, neden demir?”. Sizin anlattığınız konuyu daha iyi anladım, bir daha okuyacağım Hadîd suresini, hocam. Fahreddin Râzî diyor ki: “Ben de bir sayfayı açmadım”. Fahreddin Râzî diyor ki: “Muamele ikidir: Allah’la muamele, kullarla muamele. Allah’la muamele, emir ve yasakları yerine getirirsin, biter. Kullarla muamele, o da ikidir: İyilerle muamele muhabbetle olur, kötülerle muamele -yani hocama o zulmü yapanlara muamele- demirle olur diyor, başka dilden anlamaz”. Bunun için, dediğiniz gibi Hocam, hakikaten İslam barışçıl diyenlerin o Hadîd suresini okuması, bir daha okuması gerekiyor. Şimdi ben soruma geçmek istiyorum: Almanların tutarlılık damarı, kendilerini felakete sürükleyen tutarlılık damarı… Doğu ve Batı Medeniyetleri • 295 İkinci Dünya Savaşı’nda biliyoruz ki galiba sanayi siteleri sabah, öğle, akşam bombalanıyor, değil mi? Bir daha ayağa kalkamasınlar diye. Biz İkinci Dünya Savaşı’nı yaşamadık. Almanların o tutarlılık damarı sonradan disipline döndü; şu hâliyle dünyayı, Avrupa’yı satın aldılar, biliyoruz, değil mi? AB demek Almanya demek. Mark avro olmadı, tamamen Almanların parası oldu. Bu başarılarında o tutarlılık damarlarının, inatlarının payı var mıdır? Mesela benim babam, buradaki arkadaşların çoğunun belki dedesi, Almanya’yı benim onlar kalkındırdı, değil mi? Almanya bu inat damarıyla, bu tutarlılık damarıyla mı kalkındı? Biz niye kalkınamadık? Teşekkür ederim. TEOMAN DURALI- Biz de bir zamanlar kalkınmıştık. O zaman felsefe bilen bir millettik. O felsefeyi kaybettik ve bugünkü başıboşluğa düştük. Çünkü biz hep böyle değildik. Yani her şey disiplin çerçevesinde mütalaa olunmalı. Daha dün bir vesileyle Süleymaniye’nin karşısında oturuyordum ve oradan Süleymaniye’yi seyrediyordum. Bunu inşa eden millet bugün bu Betebe mozaikle bu rezil şeyleri nasıl inşa ediyor? Nasıl oluyor? Bugün güzelliği anlayamıyoruz: Ormanı yakıyoruz, yıkıyoruz. Fatih’in Kanunnamesinde “Ormanlarımdan bir dal kıranın kellesi gider” diyor. Şu ince ayrıntıya bakın. “Benim” dediği orman devletin ormanı tabii, Fatih’in kişisel kişiliği yok, tüzel kişi; ormanlardan kastı devletin ormanları. Zaten Osmanlı’da her şey devlet, her şey devletçilikti. O anlamda, sorunuzun cevabı, felsefeyi yitirdiğimiz ölçüde bu disiplinden uzaklaşmamızdır. Doğru tabii, o kalkınmada o tutarlılığın yeri var ama biraz önce hanımefendiye cevap verirken söylediğim gibi, ölçüyü kaçırmayacaksınız. O ölçü kaçtı mı bitti. Bugün Almanya’da da farklı bir ölçüsüzlük var: O da liberalizm. Onun için Almanya diye bir yer kalmadı diyoruz. Onda da dağılıyorsun bu sefer. O kalkınması eski Almanya’nın sürmesi kadardır. O muazzam kalkınma hızını yaklaşık Seksenlerden itibaren kaybettiler. Bugün yok artık o. Ben annemle-babamla ilk gittiğimde, 1956’da dükkânlar sabah 08:00’de açılıyordu. Geçen yıl gittiğimde Berlin’de 10:00’da hâlâ dükkân açılıyordu. GÖKDEMİR İHSAN- Saat 21:00’i geçti. Hocam, çok yorduk 296 • Teoman Duralı sizi. Ne dersiniz, sorulara cevap verelim mi? TEOMAN DURALI- Dövenler çıkmasın bir daha. GÖKDEMİR İHSAN- O zaman çok istirham ediyorum, kısa keselim. Hocamı yormayalım; epey uzadı. Buyurun. SALONDAN- Ben çok kısa bir şey sorayım: Birçok sorunun da içerisinde geçti. Biz dinin akıl yürütmeyle alakalı bir şey olmadığını ama makul olduğunu sizden öğreniyoruz. Bunları kendi arkadaşlarımızla konuşurken hep dile getiriyoruz. Ama tam olarak makulün ne olduğunu anlamıyorum; akıl yürütmeden makulü nasıl elde ediyoruz? İki farklı din sahibi insan, akıl yürütmeden, makul kuralları işletmeden birbirlerine dinlerinin hakikat olduğunu, doğru olduğunu nasıl anlatabilirler? TEOMAN DURALI- Makullükte de akıl var, gayet tabii ki var. Ama felsefenin aklı kalıplaşmıştır ve bu kalıplara duygular nüfuz etmemektedir. Bir bilim adamı incelediği konuya duygularıyla yönelmez. Bunu seviyorum, sevmiyorum, hoşuma gidiyor, gitmiyor yahut bu varsayımıma uygun sonuçlar veriyor, vermiyor ayrımlarını yapmaz, temyizini yapmaz. Temyiz yargılar arasında farklılıkları ortaya koymaktır. Duygu hiçbir şekilde mülahazanıza katılmaz, dâhil olmaz. Buna karşılık yaşama düzleminde sürekli olarak duygular hayatımıza nüfuz ederler. Bunun en baş örneğini kadında, annemizde görmekteyiz. Annemiz bizi yetiştiriyor ve annemiz bizi yetiştirirken duyguyla yetiştirmektedir. Duygulu olmakla duygusal olmak çok farklı şeylerdir. Akıllı olmak gerekirken duyguyu karıştırdığınızda duygusal oluyorsunuz. Ama duygularınızla yolunuzu veya sevdiğinizin yolunu açmaya kalktığınızda duygulu oluyorsunuz. Anne evladını severek büyütüyor. Ben bunu sevmek zorundayım, onun için seviyorum diyerek deği; doğal olarak seviyor. Sevmeyen anne var mı? Var tabii. Bütün anneler sevse bu içgüdü olurdu. Oysa anneden anneye farklılıklar vardır. Bir kediyi yavrusunu yangından kurtarırken gördüm. Aman ne müthiş bir hayvan, fedakâr anne. Aynı kedi daha sonraki bir mevsimde doğurduğu yavrusunu kılıyla kuyruğuyla yedi. Çünkü sakat doğmuştu. Evrime aykırı bir olaydır: Sakat olmaya- Doğu ve Batı Medeniyetleri • 297 cak, sürdüremez soyunu. İnsanda bu yok, yani insan annesinde. İnsan yaşatmak zorundayım dediği vakit o işin içine biçimsel düşünmeyi sokar. Hekimin yaptığı mesela; ben Hipokrat yemininde bulundum, buna uygun davranacağım. Annenin verdiği yemin yok, ant içmez. İçinden gelerek evladını o şekilde yetiştirir ve burada anne zaman zaman feci hatalar yapar, duygusal davranabilir: Benden uzaklaşmasın, evlenmesin, başıma gelin getirmesin, rakip olur… Yaşanan küçük düzlemdeki örnekleri veriyorum. Özellikle anneden gidiyorum, çünkü ben daha çok annenin etkisini gördüm babadan ziyade; yani babada sertlik gördüm Allah’tan. En sınır sorunlarla anneme gidiyordum dayak yiyeceğimi bile bile. Çünkü ondan yiyeceğim dayak cennetten çıkmadır. Babama bir intikal etse ayvayı yerim. Bu dayaklarla - iyi bir yöntem midir, değil midir o ayrı bir tartışma konusu; benim için belki iyi bir yöntem olmuştur- adam oldum diyelim; sağa sola sapmadık. Nedir bu? Bir makullük olayıdır. Eğitmek amacıyla cezalandırırlardı. İşkenceden farkı nedir? İşkence yapan kişi zevk duymaktadır. Halbuki beni cezalandıran annem beni cezalandırırken bundan zevk duymuyordu. Bunun böyle olması gerektiğini düşünüyordu. İşkenceyle dayak atmanın çok temel, çok belirli bir farkı var. Tabii eğitmek amacıyla döverken de acının fazlasını vermemeye çalışıyordu; bir tarafımı sakatlamıyordu. Çoğu kere edepsizliğimden, şımarıklıktan bağırıyordum, ağlıyordum. Sonra bir gün babama intikal etti bu, erkek ağlamaz dedi, bir de ondan bir dayak yedim, hakikaten de ağlamamaya başladım. Acı vermek için değil bu cezalar, mükafatı da var. Onun da belli bir ölçüsü var. Bu ölçüler aklın koyduğu kurallara uygun değil, ne idüğü belirsiz, kaynağının nerede olduğunu bilmediğimiz bir duygu durumu vardır. Buna sezgi diyoruz. Bu sezgiyle davranarak bizi eğitiyor annemiz. İslam’da olağanüstü derecede önemlidir anne ve annenin eğitimi. Bu sebeple de “ümmet” diyoruz topluma; “umm” anne demek; anne kucağından çıkma, annenin yetiştirdiği insanlar olarak görüyoruz. Burada hep söz konusu olan aklın duygulara müdahalesi ama çok sınırlıdır. Öbür tarafta aklın dışında bir merci bulamıyoruz, göremiyoruz. Aklîlik ile makullük, İngilizce tercüme edersek rational ve reasonable farkı. Türkçede 298 • Teoman Duralı tam tecessüm etmiyor mu, bilmiyorum; bu şekilde koymak mecburiyetindeyiz. Yaşanan hayatın makul olması lazım; din buna kefildir, kefil olmak zorundadır. Hanımefendinin belirttiği durumlar ortaya çıktığında din makullüğünü kaybediyor, aşırılığa kaçıyor. Aşırılığa nerede kaçıyor? Özellikle aklîleştirmek suretiyle kendini ideolojileştiriyor. Ben bu sebeple, affınıza sığınarak, İslamcılığı yerden yere çarpmaktayım. İslamcılık bir kere İslam’a aykırı bir hâldir. Çünkü “-cılık” ideolojiye âlemdir ve akıl ürünü olmak mecburiyetindedir. Halbuki din tarifi gereği insan dışı, insan üstü, insanı aşkın bir merciin kurumu olarak bize geliyor. Dine inanırız veya inanmayız, o ayrı bir konu. Sosyolojik olarak tarif edebilirsiniz dini ama din kendisinin insanüstü bir merciinin ürünü olduğunu ifade etmektedir ve bu anlamda asla ideolojileştirilmemesi gerekir. Çünkü ideoloji insan elinden çıkmadır. Dini ideolojileştirdiğinizde siyasete karıştırıyorsunuz; siyasileştiği ölçüde ayağa düşüyor. Gene tarifi gereği kutsal, mukaddes olmak zorundadır ve bu anlamda insanların basit ve bayağı siyasi, iktisadi, ticari ilişkilerine konu olmaması lazım. GÖKDEMİR İHSAN- Bu güzel bir final olsun diyorum. Çünkü saati epey aştık, buranın da çalışanları var malumunuz. Aslında böyle felsefeyi, düşünceyi seven insanlarla sabaha kadar oturabiliriz ama malum sebepler var. Bir de şunu hatırlatmama müsaade edin: Hocamız her ay burada zaten; sanki hiç görünmediğiniz bir yermiş gibi, bırakmıyorlar sizi, hocam. Bunu aylara yayalım: Biz de kendisine muhabbet duyuyoruz sizin kadar; ama bu ilgiyi aylara yayalım, bu kadar yormayalım hocamı her akşam. Çok teşekkür ediyorum geldiğiniz için, efendim: Tabii evvela Hocama teşekkür ediyorum. TEOMAN DURALI- Ben çok teşekkür ederim gösterdiğiniz sabır için. GÖKDEMİR İHSAN- Estağfurullah, Hocam. Hayırlı akşamlar diliyorum. Doğu ve Batı Medeniyetleri • 299 ARALIK 2016 Medeniyetlerin Karşılaşması TEOMAN DURALI- Dedik ki, bunlar (Hiung-nu/Hunlar) kuzeydoğudan İç Asya’ya inerken buna karşılık Hint-Avrupalılar batıdan doğuya doğru kaymıştır ve bu iki grup Aral Gölü’nün kuzey kıyılarında karşılaşıyorlar ve bu karşılaşmadan melez bir kavim, bir ırk üremektedir ve bu ırkın tarihi adı Turanilerdir. Türklerin menşei, aslı buna dayanmaktadır. Moğoli ırkla Hint-Avrupa arasında bir yerde durmaktadır. Tip olarak kafatasları üçe ayrılıyor beşer bilimde, antropolojide: Uzun kafatasına dolikosefal denir. Dolikhos uzun, kephalē kafa demektir, kefal balığının da adı buradan geliyor. Büyük ihtimalle bizim kafa da aynı kökten geliyor olması lazım, çünkü bunun Türkçesi baştır. Brakisefal ise kısa kafatasıdır. Hint-Avrupa toplumlarının, kuzey toplumlarının kafatasları uzun, dolikosefal oluyor, güneye indiğimiz ölçüde kısa kafatasları brakisefal ortaya çıkıyor, tabii bu böyle düzenli bir şekilde yürümüyor. Çok güneyde Mısırlılar Araplar, Müslümanlar gelmeden önce Hami ırktandırlar; çok koyu ama kahverengi tenli ve uzun kafataslı insanlardı. Firavunların dönemindeki, yani Arap döneminden önceki devirde yaşamış olan Mısırlılar, asıl Mısırlılar da dolikosefal, uzun kafatasları vardı. Mısır’ın güneyinde bugünkü Sudan’la Mısır arasındaki Suud bölgesinde yaşayan Nubyalılar da zenci olmakla birlikte uzun kafataslılardır. Şu hâlde uzun kafatası sadece kuzeye mahsus değildir, yeryüzünün başka birçok bölgesinde bu olayla karşılaşıyoruz. Ancak Moğoli ırkın en belirgin özelliği kısa kafataslı, brakisefal olmasıdır Moğoli ırk; yani Moğollar, Çinliler, Japonlar, Koreliler ve Güneydoğu Asya’daki halkların kafatasları kısa biçimlidir. Bu ikisi arasında orta boy kafatası vardır: mezosefal. Mezo Yunancada orta anlamında ve bildiğiniz gibi bu iki ırmak arası bölgeye “ara” “orta” anlamına gelen Mezopotamya deniliyor. Bu karışımdan orta kafataslı insanlar ortaya çıkıyor. Şunu da ekleyeyim: Bu ikisi ara- 300 • Teoman Duralı sında tip anlamında çok keskin farklar var, sadece kafatasları da değil, tenleri de farklıdır. Moğoli ırkın insanlarının yüzleri değirmi, yuvarlaktır, kuzeyli Hint-Avrupalılarsa uzun yüzlüdürler. Yüz kesimi uzun, burunları da uzun ve düzgündür. Diğerlerinin ise kısa ve biraz havaya kalkık burunları vardır. Moğoli ırkın gözleri çoktan aza doğru çekiktir, buna karşılık Hint-Avrupalıların gözleri yuvarlaktır, yusyuvarlaktır. Bu çekik gözlü Moğolilerin elmacık kemikleri çıkıktır. Hint-Avrupalı toplumlarda bireylerin elmacık kemikleri fazla belirgin değildir. Çekik göz Moğoli ırka mahsustur, yeryüzünde başka hiçbir kavimde, ırkta çekik gözle karşılaşmıyoruz. Yani zencilerin de yusyuvarlak gözleri vardır, Hint-Avrupalıların da ama tenleri çok farklıdır. Zenciler kara, Hint-Avrupalılar ak tenlidir. Sarı tenli bir ırk yoktur, bir efsanedir ancak sarı renk. Moğoli ırkın boyları kısa sayılır, 1.75’i geçmez genelde, her zaman için istisnalar var ve bugün artık büyük ölçüde değişti, bayağı uzun boylu Çinliler var. Moğollardan uzun boyluyla karşılaşmadım ama Çinlilerden epey uzun boyluyla karşılaşmışlığım var. Hint-Avrupalılarda bu değişiyor. Kuzeyden güneye doğru indiğiniz ölçüde boylar kısalıyor. Akdeniz insanının boyu kısa, özellikle de Güney Akdeniz, Kuzey Afrika kıyılarındaki ak tenli insanlar Hint-Avrupalı değiller, bunlar Sami yahut Hami. Yeryüzünün bir başka çok önemli kavim topluluğu Samilerdir: Akadlar, Babilliler, Fenikeliler, İbraniler, Yahudi adı altında andığımız İbraniler… Yahudi denmesi yanlıştır tabii, Yahudi kavim adı değildir, Yahudilik bir dinin adıdır ama o dine Türkler hariç İbranilerden başka kimse intisap etmemiş olmasından ötürü Yahudiler denmektedir. Türklerin girmediği hiçbir din yok zaten, çok acayip bir millet, Yahudiliğe bile intisap etmişlerdir ama bu istisnayı bir tarafa bırakırsak Yahudi olan İbranilerin dışında bir kavim bulamıyoruz. Çünkü İbraniler Yahudi olduklarında, yani Hz. Musa’nın yoluna girdiklerinde başka kavimlere o kapıyı kapatmışlardır. Aslında Yahudilik bütün insanlığa açık olması gerekirdi. Bu maksatla gelmiştir, nazil olmuştur. İlk dindir, ondan önceki bütün dinler belli toplumlara mahsustular. Oba yahut boy dinleridirler, ilk bütün insanlığa gelen, evrensel olan Yahudiliktir, yani Tevrat’tır. Bütün insanlığa hitap etmek üzere gelmiştir. Doğu ve Batı Medeniyetleri • 301 Nereden biliyoruz? Çünkü Tevrat’ın On Buyruğu bütün insanlara yöneliktir. Tekrar ediyorum, önceki bütün dinler ister fetişizm, ister totemcilik, ister çok tanrılı olsun hepsi belirli bir topluluğa, bir topluma hitap etmek üzere vardır. Bütün insanlara gelen ilk din budur ve oradaki On Buyruk herkese şamildir, herkesi içine almaktadır. Boylara, obalara mahsus olan dinlerde talep olunan, ortaya konulan hedefler o topluluğu bağlamaktaydı. Bu çok önemli olağanüstü derecede vurgulanması gereken bir husustur. 1999’da Borneo adasının Endonezya’ya ait bölgesinden Malezya’ya ait bölgesindeki Sandakan şehrine geçmiştim. Burada tanıştığım dört genç vardı. Buraya pek gelen giden olmadığından bana çok ilgi gösterdiler. Dolaşıyoruz, küçük bir şehir, etrafında da acayip ilgilerim, meraklarım var benim, yani açıklanabilecek cinsten şeyler değil. Ekvator kuşağına âşığım, ille ekvator kuşağına gidip üstünde durmam gerekiyor, onun için buraya geldim. Bir sahra çakım var, arazide lazım olacak cinsten İsviçre çakısı, her şey var üstünde, bıçağı var, şişe açacağı var, makası var, tornavidası var, vs. Bu İsviçre çakısının da 100. yıldönümü münasebetiyle çıkarılmış, o bakımdan daha da bir değerliydi ve çok da işime yarıyordu tabii, arazide kullandığım için. O delikanlılardan birinin teyzesi şehir dışındaydı, beni oraya götürdü. Tanıştıracak teyzesiyle, girdik, çay içtik bahçede, döndük geldik arabaya, akşam otel yok da böyle in gibi, han gibi bir şey vardı. Orada kalıyordum, felaket rezil bir yer, çantamı açtım, çakımı çıkaracağım, yanımda getirdiğim konserve kutularından birinin kapağını açmak için lazım. Baktım, çakı yok, yerinde yeller esiyor. Gençlerden dördü Hıristiyan, bir tanesi Müslümandı, bayağı samimi olduğum Müslüman genç Maluku adasından geliyor. Hıristiyanlardan birine dedim ki: “Benim çakım kayboldu, nereye gitmiş olabilir?” Nasıl? Düşürmüşsündür… “Düşmemiştir, teyzenin evine girdiğimizde çantamdaydı. Bıraktım çantayı arabada, hepimiz gittik teyzenin evine, nasıl oluyor?” dedim. Biraz eveledi geveledi: “Cemal almış olabilir” dedi. Nasıl olur? Açıklayamıyorum, bu hırsızlık dedim. “Doğru, hırsızlık bu ama mecbur almaya” dedi. “Çünkü sen bizden değilsin, yabancısın, senden bir şey götürmesi lazım, ailesine gösterecek” dedi. Şimdi ben bu yöre- 302 • Teoman Duralı ye ama Malezya tarafına, Sabah eyaletine beş yıl önce bir kez daha gelmiştim ve orada ormanda kayboldum. Neyse, sonunda Allah gene acıdı, kazara bir köy buldum, öyle kurtuldum. O geldiğim-gittiğim topluluklarda bir şey dikkatimi çekiyordu, büyük bir övünçle kırk-elli yıl öncesine kadar atalarının kendilerinden olmayan topluluklarda insanların kafalarını kestiklerini ve kafataslarını küçülttüklerini anlatıyorlardı. Bir işlemden geçirip koca boşluk olan kafatasını küçülterek kulübelerinde asıyorlar. Genellikle o yöredeki yapılar ince uzun evlerdir. İngiliz sömürgeciler de zaten bunları long house, uzun ev olarak niteliyorlar ve bunlar çoğu kere de kazık üstünde inşa edilmiş konutlardır. Aşağısı hep ıslak olduğundan bataklık hâlinde, bataklıktan korunmak için yapıyı, konutu kazıkların üzerine yerleştiriyorlar çoğunlukla, bazen de mesela -Yeni Gine’de gördüm- ağaçların üstünde yaşıyorlar. Ağacı kesiyor, üstünü düzlüyor, bir düzlem meydana getiriyor ve onun üzerine kulübesini inşa ediyor. Dahice işlemler var, müthiş bir şey. Her neyse, bu kafatasları bir övünme vesilesi, Cemal kafamı kesemediğinden ötürü çakımı götürüyor. Tabii bunu tercih ederim ve bunu açık açık öbürü söyledi ve benden rica etti, ne olur Cemal’e bundan bahsetme dedi. Yapacak bir şey yok, hiç aklıma gelmeyen bir olaydı. İnsan sadece o topluluğa mensup olan kişidir. Kendi insanının bir şeysini çalamaz, yasak, canını alamaz. O kadar da bize uzak bir şey değil bu, savaşta adam öldürdüğümüzde kahraman oluyoruz, bize nişan takıyorlar, değil mi? Pilotsak, uçağımız varsa uçağımıza çentikler atılıyor. Barışta öldürdüğünüz vakit katil oluyorsunuz. Hukukunuza göre ya içeri atıyorlar ya da asıyorlar. Bu işte bu dediğimin öncüsü, selefi olan topluluklar ve insanlardır. Bütün bahsettim mi bilmiyorum, bahsettiysem bana hatırlatın, eski milletlerin adları insandan geliyor. Eskimoların asıl adı İnuit, insan demektir. Eskimo çiğ et yiyen demek ve İnuitlerin komşusu Kızılderililerin dilinden geliyor. Komşular birbirlerini hiç sevmezler, onun için hep böyle aşağılayıcı adlar verirler. Mesela, Türkler de Moğollardan nefret ederlerdi, tonuz/domuz derler, bir kısım Moğolların adı kaldı, var hâlâ, Tunguzlar var Kuzeydoğu Asya’da yaşayan ama bugünkü bildiğimiz doğulular artık Tunguz değil. Bunlar da böyle kuzey komşularına Doğu ve Batı Medeniyetleri • 303 Eskimo diyorlar ama Eskimoların dininde kendilerine inuit/insan diyorlar. Benzeri bir olay Çingenelerle ilgilidir, “Roman” diyorlar kendilerine, Roman insan demektir. Bugün artık Çingene sözü yasaklandı biliyorsunuz. Niye bilmiyorum, hiçbir suçu da yok, böyle bazı adlar birdenbire yasaklanıyor, istenmiyor. Yüzyılların, hatta bin yılın Habeşleri de Etiyopyalı oldu, Leh diyorduk Polonyalı oldu. Acayip bir şey, bu açıklayamadığım bir olaydır. Çingeneler de Roman, Yahudiler Musevi oldular. Halbuki Yahudiler kendileri uyarmışlardır biz Musevi değiliz, biz Musa’ya tapmıyoruz. Yahudi adı da gayet güzel bir addır. Ya Hu! Ey demek ya, ünlem Sami dillerinde, Arapçada da öyledir, İbranicede de öyle, Hu üçüncü tekil şahıs o demektir. Sonuna gelen î izafet eki Arapçadaki gibi. İbranilerle Araplar amcaoğulları, Arapçayla İbranice de akrabadır. Yahudi kelimesini “Ey Tanrı’ya inanan”, “Ey Tanrıcı olan.” diye tercüme edebiliriz. Yahudilik belli bir topluluğa gelmiyor, bütün insanlığa geliyor ve belli bir kavmin tekeline giriyor. Hıristiyanlıkta misyonerlik vardır, o dini yaymak imanın bir parçasıdır. Hıristiyansanız Hıristiyanlığı yaymakla yükümlüsünüz. İslam’da bu pek açık değil, Ahilik dediğimiz bir olay var. Bu gerçekten misyonerliğe benziyor mu, benzemiyor mu, Şiilere mi mahsus, bütün Müslümanlar bu kapsama girer mi, o açık değil ama Hıristiyanlıkta çok belirgindir. Hıristiyanlığın baş ilkelerinden birisi Yunancada kelam anlamına gelen logosun, Tanrı sözünün, ilahi sözün bütün insanlığa götürülmesidir. Yahudilikte de bu böyle temelde ama daha sonra durdurulmuştur, sadece İbrani kavmi tekelinde görülmüştür. Büyük dinler arasında yine belirli bir boyun dini olmakla birlikte zamanla Avrasya’ya yayılan Hinduluk vardır. Yayılması istenmiyordu ama yayılıyor. Özellikle MS 8. yüzyıl civarında Güney Asya’ya doğru yayılan bir dindir. Bu Malay takımadalarını etkisi altına alıyor. Hindulukla birlikte bu istikamette Hint medeniyeti de yayılıyor. Doğu medeniyetleri camiasında merkez dinlerden, yıldız medeniyetlerden biridir ve bu Güneydoğu Asya’ya doğru yayılıyor. Buna karşılık büyük bir medeniyet merkezi olan Çin’in etki alanı kuzeye, doğuya ve yine güneye doğru gidiyor. Yerbilimlerindeki fay hatları gibi medeniyetlerin de fay hatları 304 • Teoman Duralı vardır. Bu çok önemli bir noktadır. Ne yazık ki, siyasiler temel hiçbir şey bilmedikleri gibi bu hususta da tamamıyla bilinçsizdirler. Büyük medeniyetlerin sınırdaş oldukları bölgeler, medeniyet açısından, siyasi bakımdan dünyanın en tehlikeli yörelerdir. Bunlardan biri Güneydoğu Asya’dır. Çin Hindi diyoruz Türkçede şu bölgeye; Vietnam, Kamboçya, Laos, Tayland (eski adıyla Siyam), Birmanya Hint medeniyetiyle Çin medeniyetinin buluşma noktasıdır. Burası hep karışır, büyük sorunlara gebe bir mıntıkadır. Bir başka siyasi açıdan son derece tehlikeli yöre Güneybatı Asya yöresi: bugün Pakistan’ın, Afganistan’ın ve İran’ın doğusunun bulunduğu bölge. İslam öncesi İran medeniyetiyle Çin’in ve Hint’in buluşma noktasıdır. Önce Hint medeniyetinin etkisini görüyoruz bu yörede, daha sonra kısmen Çin medeniyeti geliyor, MS 1-2. yüzyılda Çin’i görüyoruz ve nihayet MS 8. yüzyıldan itibaren İslam görülür. Bu medeniyetler tabakasında meydana gelen önemli çakışma ve çatışmalara, Afganistan ve Pakistan önde gelen bir örneğidir. Sebebini ilk bakışta bilmiyorum, bugüne değin diplomatlarımızın hiçbirinde, elçiliklerde, vesaire görevli olan kişilerimizde derinlemesine bu şimdi anlattığım biçimde bir bilinçle karşılaşmadık. Pakistan’ın önde gelen büyük siyasetçilerinden, devlet adamlarından biri Zülfikar Ali Butto’dur. Zülfikar Ali Butto Pakistan-Hindistan Savaşından sonra iktidar olan bir kişidir. 1971’de Halk Partisinin önderi olarak Pakistan Başbakanlığına getirilir ve aradan iki yahut üç yıl geçtikten sonra Ziya ül Hak tarafından devrilir. Ziya ül Hak generaldir, Pakistan Genelkurmay Başkanıdır. Zülfikar Bey çok yüksek rütbeli bir Masondu, idam edilemeyeceğine emindiler bu yüzden ama Ziya ül Hak idam eder Zülfikar’ı. İdamının intikamını bekledim. Abdala malum olur, dedim bir şekilde Ziya ül Hak’ın hakkından gelecekler dedim. Müthiş bir şekilde geliniyor, helikopter bir yerden bir yere giderken yanında da Amerikan Büyükelçisi vardır ve o helikopteri düşürürler. Büyükelçilerini de feda ediyorlar. Niye? Zülfikar’ın itibarını veriyorlar. Peki, Ziya ül Hak niye idam edecek kadar nefret ediyor Zülfikar’dan? İslam sonradan gelen bir hadise, Pakistan özde Hintlidir, Müslüman olduklarından ötürü İngiliz idaresinden çıkarlarken “Biz artık Hint Birliğinde kalmaya- Doğu ve Batı Medeniyetleri • 305 cağız, Müslümanlar ayrılacak” dediler ve iki yöre Müslümanlara ayrıldı: Belucistan, Sind ve doğuda Pencap bölgesinin bir kısmı. Zülfikar Pencaplıdır, Hindu döneminde, yani Müslümanlıktan önceki dönemde mevcut olan en üst kastın, Brahman kastının mensubuydu. Hinduluğu reddeden ve Müslümanlığa geçen Hintliler en alttaki “dokunulmazlar”dandı, bunlar o din çerçevesinde çok aşağılık kabul edilen bir kesimdi. Hint Müslümanlığının büyük yüzdesi bu en alttaki dokunulmazlardandı, tabiatıyla Ziya ül Hak da oradan geliyor. Bunların Müslümanlığa rağmen ortadan kalkmayan hınçları var. Brahminlerin ayrıca büyük toprakları var, çok zengin adamlar. Zülfikar Ali Butto öldürülüyor, bir süre sonra kızı başbakan oluyor ve o da bir suikasta kurban gidiyor. Pakistan’da ben bunu bizim elçilikten olanlarla konuşuyordum. Gazeteciler de vardı. Suyuna tirit, incir çekirdeğini doldurmayan lafazanlıklar için o Amerikancı, bu şucu yahut solcuysa, Marksçıysa toprak sahibidir, vs. yorumlar yapıyorlar. Niye toprak sahibi? Bunu bilmiyor. Çünkü daha sonra geleceğiz, Avrupa’da toprak sahibi olmakla Asya’da toprak sahibi olmanın arasında hiçbir bağlantı yoktur. Avrupa’daki toprak sahipliği derebeyliğinden, feodallikten geliyor. Derebeyliğin dinle bir alakası yok, Hint’te ve Çin’de toprak sahipliği siyasetten, askerlikten gelmiyor, dinden geliyor. Bizde toprak sahibi yoktur. İran’da da dinden gelen bir toprak sahipliği var. Osmanlı Devleti’nde tapusu olan topraklılar Hıristiyanlardır ve Kürtlerdir. Türklerin toprağı olmamıştır. Benim dedem toprak sahibiydi, biz bilmem kimlerden geliyoruz, hayır; görev vermiştir devlet, zeamet, tımar sahibidir ataları, kaymakamlık, valilik gibi bir şey bu, devlet veriyor. Devlet koltuğunuza yükleyince gasp etmiştir. Aman derim ben, dedenin topraklarınla övünme, gasıp olduğun çıkar ortaya, ben nereden biliyorum? Böyle okumuş yazmış bir adam değilim, yaşanmışlıklardan hareket ederek söylüyorum. Babama bir gün dedim: “Baba, atalarımız zeamet sahibi değil miydi Bulgaristan’da” Evet. “Bizim orada topraklar yok mu” “Ne toprağı oğlum? Devletin toprağıydı, idareyle yükümlü adamlardı. Bitti gitti” dedi. “Nasıl ki benim belli bir memuriyetim, makamım var, memuriyet kalkınca ortadan bitti benim işim, emekli oldum. Oturuyorum, devletten para alıyorum. 306 • Teoman Duralı Sen de aynı şekilde öyle olacaksın” dedi. Bu arka planını tayin edemediğiniz vakit, belirleyemediğinizde diz boyu batarsınız. 1960-70’lerde özellikle Sol eğilimli zevat “Kahrolsun feodaller” diye slogan atarlardı. Kimleri kastediyorlar? Doğu veya Güneydoğu Anadolu’daki ağaları. Feodal değil kardeşim onlar, dediğim gibi Kürtler hariç. Onların Güneydoğu’nun en güneyinde ve tabii bugünkü sınırlarımızın dışında Zagros Dağları’nın batı eteklerinde toprakları var. Nereden geliyordu bu? Çok eskiden kalma topraklar, İslam’dan önce Zerdüşt dinine dayanan -tıpkı öbürlerinin Hinduluğa, Konfüçyüs dinine dayalı olduğu gibi- bir toprak mülkiyeti hadisesi vardı. Şimdi çok uzun bir mesele, konumuzun dışında, oraya girmiyorum. Sadece size Avrasya’daki dinin ne kadar iktisadi hayata etki yaptığını gösterme babında ve daha sonra Avrasya’nın batı yakasındaki hadiseyi daha aydınlık, açık kurmak babında anlatıyorum, çünkü burada dine karşı bir hareket var. Dinden çıkan bir hareket var, diğer tarafta bu yok. Bunların çok ince çözümlemelerini yapmamız gerekiyor anlamamız için. Hani biz Avrupa’nın yerlisiymişiz. Bir Bakanımız “Avrupa’nın ev sahibiyiz biz, ziyaretçisi, dışarıdan geleni değil” dedi. Göreceğiz bakalım, ne kadar ev sahibiyiz, ne kadar biliyoruz, ne kadar anlamışız, nereden gelmişiz, nasıl gelmişiz? Ne buranın toprak geleneğine bağlıyız, ne de buranın… Bunu çok iyi görmek mecburiyetindeyiz. Yeryüzünde bazı milletlerin toprak geleneklerine bağlı çok eski kadim yurt gelenekleri var. Yeryüzünün günümüzde hâlâ yaşayan canlı fosil diyebileceğimiz en eski devleti Çin’dir. Bunu bir kere kaydedelim, bir kere koyalım ve önünde eğilelim. En eski devlet, MÖ 3300’lere geri gidiyor, Çin Devletinin kuruluşu, ikinci en eski devlet bizim öteden beri kıskanarak baktığımız -biz bizeyiz, aramızda yabancı yok- İran’dır. İran çok büyük bir devlet ve millet, benim hiçbir ilgim yok, söyleyeyim hemen size, hiçbir alakam yok Farslılıkla, Acem tarafım yok. 1970’li yıllarda Şah zamanında, Rıza Şah Pehlevî zamanında İran’ın başşehri Persepolis’te 2500’üncü kuruluş yıldönümünü kutlamışlardı. Devlet olma geleneğini neyle bağlı olarak söylüyorum? Aynı yerde yaşamış bu insanlar, yerlerini değiştirmemişler. Çin Devleti bugün neredeyse, 3300’lerde kuruluş sırasında da Doğu ve Batı Medeniyetleri • 307 oradaydı. İmparatorluklar kavim adlarıyla kendilerini anmazlar. Bu da çok üçkağıtçı bir şeydir. Asıl kavmin dışında da toplumlar olduğundan onları kışkırtmamak için, onları fişteklememek üzere hep başka bir ad vermişlerdir. Yani Pers, Fars İmparatorluğu adını vermiyor kendine, İran diyor; İran’ın kavmî bir anlamı yok. İngiliz İmparatorluğu demiyor, İngiliz halbuki o, Britanya diyor. Biz de Türk İmparatorluğu demiyorduk, Selçuklu yahut Osmanlı İmparatorluğu diyorduk. Rusya demiyordu, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği diyordu. Halbuki hâkim olan kavim düpedüz Rus; dini, kültürü, her şeyi Rus’tu. Yeltsin’in büyük hatasıyla Sovyetler Birliği’ni lağvettiler, Rusya’ya döndüler. Şimdi bakalım göreceğiz kendilerini bekleyen neler var? Çünkü Rusya’nın içinde bir sürü Rus olmayan unsurlar var. Öbür tarafta da düpedüz İngiliz asıllıdır ama kendini Amerikalı görür. Amerigo Vespucci’nin ne alakası varsa orayla adam burası yeni bir kıtadır demiş, onun üzerine bütün kıta adı da ona izafe ediliyor, devlet de adını oradan alıyor. Yani bu örnekleri çoğaltma imkânımız var. İran da dediğim gibi aslı Farstır, Fars kültürüdür, Farsça konuşurlar ama devletin adı İran’dır. Çok akıllıca bir şeydir. Bunun içinde Azeriler olsun, Türkmenler olsun Türklerin çok önemli bir yeri var. Bu Turaniler batıya doğru hareket ederlerken Hint-Avrupalılar önlerinden batıya doğru çekilirler. Püskürtüyorlar mı, yoksa çekiliyorlar mı tam bilemiyoruz. Hint-Avrupalıların seyrek olarak iskân ettikleri bugünkü Kazakistan’ın kuzeyi ve batısı, yoğunlukla iskân ettikleri bölge ise Urallar’ın batısı ve buradan itibaren yoğunluk git gide artar. Bir de güneyde İran dediğimiz şu ülkede iki büyük Hint-Avrupalı devlet meydana gelir: Medlerle Persler. MÖ 6. yüzyılda Medler önemli topraklara sahip olurlar. Bu yüzyılın sonlarında akrabaları olan Persler Medleri alt eder, hakimiyetleri altına alır ve Pers devletinin kurulduğunu, vücut bulduğunu görüyoruz. Bu Pers devleti bu bölgede hüküm sürer ve Arap Yarımadası’na inmez, kuzeyinden Basra Körfezi, Mısır, Filistin, Anadolu, İran yaylası ve İran’ın kuzeydoğusunda Horasan, Mâverâünnehir, Afganistan Pers idaresine geçer. Perslerin hakimiyetine giren yöre Hint medeniyetinden kopar. Biraz önce bahsetmiştim, Hint medeniyetinin üstüne yeni bir tabaka eklenir 308 • Teoman Duralı ve nihayet MS 7. yüzyılda Araplar İran’ı fethederler. Müslümanlar, Hz. Ömer zamanında Perslere hatırı sayılır zulüm reva görülür. İran’ı ele geçirirler, Arapların öteden beri hiddetli ve şiddetli bir Fars düşmanlığı vardır. Kur’an’da bile bu yansır. Rum Suresinde Rum (Roma), İran’a tercih edilen gayrimüslimlerdendir. Büyük ihtimalle Rumlar Hıristiyan olduklarından belki. Arapçada o harfi olmadığından Roma’ya Rum denilmiştir. Bu gösterdiğim yöre Roma, sonra Doğu Roma olmuştur. Selçuklu zamanında Anadolu’ya Türkçede Diyar-ı Rum deniyor, Erzurum da oradan gelir, Rum arazisi demek. Rum’dan bugün kastettiğimiz Yunanlı değil, Roma’dır. İran’ı fethettikten sonra Araplar İran kültürünü ortadan kaldırmak istemişlerdir. Bir kültürü ortadan kaldırmanın en kestirme, en kesin, en köklü yolu dilini yok etmektir. En büyük sorunumuz Türkiye’de bugün dil meselesidir. Bir milletin, bir toplumun dilini kaldırdığınızda o toplum bitti demektir. Farsçayı yasaklarlar. İran’da yaklaşık 600’lerin sonlarından 900’lere değin sadece Arapça kullanılır. Tabii halk katlarını durduramazsınız. Resmi yazışma, resmi söylemler hep Arapça görülmüştür. Bunun benzeri bir durum Avrupa’da olmuştur. 11. yüzyılın başlarında Fransızlar İngiltere’yi ele geçirirler. Fransa’nın kuzeyindeki Normanlar İngiltere’yi ele geçirir, İngilizceyi yasaklar. Aynen burada olduğu gibi 100 yıl kadar İngilizce konuşulmaz. Böyle bırakalım, buraya dönelim. İran’da Farsça ölmüyor. Muazzam bir dildir Farsça, büyük kültür milletlerinin en başta gelen özelliği dil bilincidir. Dil bilincinin de tezahür ettiği insanlar kadınlardır. Bir milletin kadını dilini unuttuğu takdirde o millet ölmüştür. Dikkat edin, büyük kültür milletlerinde kadınlar nereden evlenirse evlensin çocuklarına dillerini öğretirler. Bir furya yaşadık, Sovyetler çöktükten sonra, Rus hanımlar buraya akın ettiler. Çok evlilik oldu, TürkRus evliliği, benim gördüğüm her Türk-Rus evliliğinde çocuklar Rusça öğrenmişlerdir. 1967’de bir vesileyle Ürdün’e gitmiştim. Bu İsrail-Arap Savaşından önce, haziranda mıydı, mayısta mıydı? Filistinli erkekle evlenmiş Türk hanımlar vardı, sekiz kişi, hiçbirinin çocuğu Türkçe öğrenmemiştir. Avrupa’dakiler, hakeza Ame- Doğu ve Batı Medeniyetleri • 309 rika’dakiler, en azından belki Ürdün’dekiler öğrenirler, ederler. Hangi İngiliz kadını, Fransız kadını, Alman kadını, Rus kadını, Çinli sayabildiğiniz kadar sayın, kendi dışında bir milletle evlenirse evlensin çocukları zorunlulukla annenin dilini öğrenir. Benim gözlemim bu, hatalı olabilirim, eksik olabilirim. Bir yüzyıl sonra İran’da Farsçanın büyük eseri Şehname gibi bir şaheser ortaya çıkıyor. İran dünyaya, insanlığa edebiyat şaheserleriyle kafa tutuyor ve yeryüzünün herhâlde üç-beş en güzel şiir dillerinden biri karşımıza çıkacak. Biraz önce bahsettiğim İngiltere’de de benzer bir olay oluyor. Chaucer diye bir şair çıkıyor, yeniden İngilizceyi çok değişmiş vaziyette ihya ve inşa ediyor, Farsça da olağanüstü bir kırılmaya uğruyor. Çok büyük ölçüde Arapçadan söz alıyor ve Farsça dilbilgisi tanınmaz bir hâle geliyor ama Hint-Avrupa aslını muhafaza ediyor. Farsçanın eski hâlini bize hatırlatan akraba dili Kürtçedir. Kürtçe hiçbir şekilde kırıma uğramadan devam ediyor. Kürt dilleri üç yahut dört tanedir. Nedir bunun özelliği? Cinsiyet farklılıkları var isimlerde, takılar var, sayılardan sonra gelen isimler çoğul alıyorlar. Farsça bütün bunları kaybediyor, cinsiyet farkı yok. O tabii Arapçanın etkisi değil, Türkçenin etkisi, çünkü Araplardan sonra İran’a istilacı olarak değil, aradan sızarak Müslüman olup giren Türkler var ve 1000 yıl beraber yaşıyoruz. Muazzam bir etki bırakıyor Farsça üzerinde, biz hep kendimizi Farsçadan çok etkilenmiş görüyoruz ki doğrudur, çok kelime almışız ama dilbilgisi değişmiyor Türkçede, Farsçada dilbilgisi değişiyor. Üç-dört yıl önce İran’da bir konuşmamda belirttiğim için Farslılar çok bozuldular. Doğru söyledim, tasvir ediyorum. Farsça Türkçeye benzer bir biçimde sondan eklemeli dillere giriyor. Hint-Avrupalı olmakla birlikte İran Avrupa’nın parçası olmamıştır. Avrupa medeniyet camiası aşağı yukarı Urallar, Kafkaslar, Karadeniz’in kuzeybatı bölgesinden çevrilidir. Ne zamandan itibaren? Bu da çok önemli bir noktadır. MÖ 7. yüzyılda başlar. İran, Persler Anadolu’yu ele geçirdikten sonra Trakya’ya ve oradan da Yunan anakarasına girmeye başlıyorlar. Marathon’da sayıca çok daha düşük birleşmiş Yunan kuvvetleri tarafından hezimete uğratılıyorlar. Yunanlılar hiçbir vakit birleşememişler, hep kendi aralarında didişmişler, kavga 310 • Teoman Duralı etmişler ama karşıdan gelen bir gücün karşısında birleşerek direnmişlerdir. Yunan zihniyetinin en önemli özelliği bağımsızcılık ve hürcülüktür; hürriyet aşkıdır. Bu yüzden de bir araya gelemiyorlar, kimse kimsenin hükmünü kabul etmeye yanaşmıyor. Persleri püskürtmüşlerdir. Burada muazzam bir Yunanlılık bilinci çıkıyor. Kime karşı, kime bakarak? Benden olmayana bakarak, benden olmayan, niye benden değil, benimle onun arasında nasıl bir fark var? Bu sorunun kestirme cevabı medeniyet farkıdır. Onun medeniyeti benimkinden tamamıyla farklıdır. Nerede bu medeniyet farkı davranışlarda kendini gösteriyor; Farslar Yunanlılar tarafından Doğulu nitelendirilmişlerdir. Bugün hâlâ bizde de zihniyet şarkla sübut hâle geliyor. Doğu, coğrafi bir yön olmakla birlikte Batı dillerinde de bu vardır: Orient doğu için, şark için söylenir. Bize ilk defa medeniyetler arasındaki zihniyet farkını çok açık bir biçimde ortaya koyan Herodotos’tur. Herodotos’a göre şarklılar tabasbus eden, yağ çeken, yuvarlanan, şahsiyetsiz, seciyesiz adamlardır. Herodotos şarklılığı İranlıların, Farslıların şahsında görür ve onların boyun eğme özelliğini… çünkü Yunanlıları en çok şaşırtan Farslı askerlerin kumandanlarının ayaklarını öpmesidir. Bu, çok eski şark geleneğidir ve 1979 Humeynî Devrimine değin sürüklenmiştir. Ben çok gördüm, İran’ın önde gelen zevatı Şah Rıza’nın ayağını öperdi. Herodotos’u ilk okuduğum zaman Herodotus’un bende uyandırdığı bu tasavvurdu. Tabii İslam bunu yasaklar. Kul ile köle arasındaki fark budur. Köle yoktur, köleliği izale ediyor. Kul, o da köle demektir, sadece insan Allah’ın kuludur. Kulun kulu olmaz ama teoride denilen hayata çoğu kere yansıtılamıyor. Müslüman olmakla birlikte Şark bu zihniyetini muhafaza etmiştir. En az Türkte olmuştur. Neden? Bu da çok önemli bir medeniyet olayıdır. Çünkü Türkler askerdi ve asker kalmıştır. Farslılar bunun tam zıddıdır, sivil bir toplumdur. Romalılar ve İngilizler de Fransızlar, Çinliler gibi sivil toplumdur. Yunan Atina’yla Sparta diye ikiye ayrılmıştı: Sivil olan Atina ve Atinacılar, askerî devlet olan Sparta ve Spartacılar. Bugün Yunan medeniyeti diye andığımız ne varsa Atina merkezlidir ama bütün Yunanistan bu değildir, bütün Yunanistan demokratik değildir, bütün Yunanistan tiyatro, spor, vesaireyle uğraşmıyordu. Bir Doğu ve Batı Medeniyetleri • 311 de çok farklı Sparta tarafı var. Ama Spartalılar da şarklılar gibi ayak öpmüyor. Dik başlılar, direnen insanlar. Demek ki Doğu’yla Batı farkı ilk burada ortaya çıkıyor. Doğu, “Anatolí”dir, Anadolu bu kelimeden geliyor, anaların bol olduğu yer manasında değil. Anatolē güneşin doğuşu, Anatolía ise güneşin doğduğu yer. Çünkü Farslılar, Persler Anadolu’dan gelme ve orası doğu olarak görülüyor Yunan tasavvurunda. Daha sonra Farslara eklemlenen ikinci bir doğulu unsur daha olmuştur: Truva. Truva savaşları sırasında Truva’yı önce anlamadı Yunanlılar; Pers istilasından sonra Truva olayı değerlendirildi ve doğunun bir çeşit ana örneği olarak görüldü. İstanbul’dan İtalya’ya kaçan Bizanslı bilginler 1453’te Fatih’in Truva’nın intikam alıcısı olarak nitelemişlerdir. Bu kaçan bilginler, tarihçiler kaç bin yıl sonra Doğu’nun, Şark’ın intikamını Fatih almıştır diye beyan etmişlerdir. Bu olaylardan sonra, Yunan’la başlayan bir tarihi süreç Avrupalı bilincini belirmiştir. Burayı çok iyi görmemiz, bellememiz lazım. Avrupalı olmayan, Avrupalı olmaya teşne olan, Avrupalı olmanın peşinde koşan bizler bu noktayı bellememiz lazım. Doğudan geliyoruz, Avrupa’nın niye sevmediğini sadece İslam’la açıklayamayız. Çok derine giden bir olay var. Nâzım Hikmet’in dediğini hiç unutmamak lazım; “Dörtnala gelip Uzak Asya’dan, Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan” Ben size uzak Asya’nın hikâyesini anlattım. Asya’nın kuzeydoğusundan kalk, gel, iki günde ben Avrupalıyım diye kandırmaya kalk. Yemediler işte, olmadı. Biz bunu yemeye çok teşneyiz ama onlar yemiyor. Başından itibaren size bu genel resmi vermeye çalıştım. Önümüzdeki konuşmamızda, hayatta kalırsak, Yunan’dan Roma’ya geçişi ve bir ölçüde Roma’yı anlatacağım, çünkü Yunan’ı geçen yıl zaten anlattım. Artık bir daha tekrarlamama lüzum yok. Roma’ya temas edeceğiz; Hıristiyanlığın ortaya çıkışı ve aldığı biçim olağanüstü derecede önemlidir. Ondan sonra vaktimiz kalırsa artık Orta Çağa ayıracağım. Bunlar anlaşılmadan, burada anlattıklarım anlaşılmadan, Roma da bilinmedikçe Orta Çağı anlayamayız, Orta Çağı bilmiyorsak Yeni Çağı bilemeyiz. Eğer sorularınız varsa buyurun. 312 • Teoman Duralı SALONDAN- Hocam, kaybettiğimiz ettiğimiz İslam’ı geri kazanmak için ne yapılabilir? Siyasetten mi bir şeyler beklemeli? TEOMAN DURALI- Çok açık sözlü olmamı istiyorsanız -ağzımdan yel alsın diyerek- devrim olması lazım ve bu devrimde çok katı bir diktatorya yetişmeli, bütün medeniyet değişmeleri kırılma noktaları ancak bu yolla gerçekleşebilmiştir. Akıl bunu emrediyor ama gönül bunu istemiyor. En başta kendim istemem, böyle felaket ceberut bir düzenin gelip kafama tokmakla vurmasını, o olmayacak, bu olacak demesini. Biz medeniyet değişikliğine gittiğimizde bu oldu. 1920’lerin başlarında Stalin Rusya’sının görmediği müthiş bir ceberut idi. Şimdi, bununla kimseyi suçlamıyorum, eleştirmiyorum, bir olayı size sergiliyorum. Büyük babam çok okumuş yazmış bir adamdı. Şam vilayetinin ağır ceza reisiydi, hâlep’in başsavcısıydı. Bu adam altmış küsur yaşlarında bir günde ümmi kaldı, çünkü harfler değişti! Düşünün şimdi, bu harfler kalkıp Çin yazısı gelse ne yapardık? Ordinaryüs profesör olun, bir anda cahilsiniz. Korkunç bir şeydir. Ben Pekin’de kitapçı dükkânına girdim, uçurumdan düşmüş gibi oldum. Hiçbir şey anlamadım. Hayatımda yaşadığım en karanlık devirdir. İşaretler var, hiçbir şey anlamıyorum. Allah’tan orada altı ciltlik Arap yazısıyla bir eser gördüm. Uygur Türkçesiyle bir ansiklopedi, aman ya Rabbi, seyahate gelmeme rağmen dayanamadım, onu satın aldım, çok da ucuzdu, 3 dolardı. Tabii bunu sonra oradan alıp Malezya’ya taşıdım. Başlı başına dert, o ayrı. Böyle bir olay var karşınızda, bunu göze alabilir miyiz? Sanmıyorum, alamayız. Ben kendi hesabıma alamam ama başka türlü de olmaz. İran’ı Şiileştiren bizimkilerdi. Şah İsmail’in kesmediği adam kalmadı. Araplar Müslüman kılarlarken Türklere bunu yapmadı, hemen onu söyleyeyim. Bu çünkü çok yaygın, Beyaz Türklerin son derece sevdiği bir konu, “Bizi kese kese Müslüman yaptılar”, hayır, biz büyük bir heyecanla Müslüman olduk. Müslümanlığı sevdiğimizden değil, Çinlilerden kaçıyorduk, Arapların kucağına atladık. Belki daha önce söyledim, Arap kumandan neye uğradığını şaşırdı ve “Türk iman” diye bağırdı. O Turkoman oldu, Turkoman da Türkmen’e döndü. Müslüman olan Türkler Müslüman olmamış Türk- Doğu ve Batı Medeniyetleri • 313 lere misli görülmemiş zulüm reva görmüşlerdir. Bugün aynı şey Irak’ta oluyor. Şiiler Sünnileri kesiyor diyoruz ya, çoğunlukla Şii Türkmenler Sünni Türkmenleri kesiyor. Yalnız onlar değil tabii ama büyük ölçüde onların içinde oluyor. Kendi aramızda söylediğimiz “Türkün Türkten başka dostu yoktur” sözü kadar büyük bir yalan görmedim. Hep Türkleri yıkan başka Türkler olmuştur. SALONDAN- Hocam, hani siz dediniz ya Yahudiliği Türklerden başka kabul eden bir ırk yok diye. TEOMAN DURALI- İbranilerden başka, Türkler bir istisna, evet. SALONDAN- Benim bildiğim kadarıyla şu anda İsrail’de 150 bine yakın Yahudiliği benimsemiş Kürt de var. TEOMAN DURALI- Hayır efendim. Birkaç Yahudi menfa var. Menfa, “exodus”un Arapçası, Türkçesi. Bunlardan biri Asurluların İbranileri -yanlış hatırlamıyorsam- MÖ 7. yüzyılda Babil’e sürmeleridir. Persler, MÖ 538’de Yahudileri Babil’den kurtarır, Kudüs’e geri getirirler. Asurlular sürerler İbranileri buraya ve o tarihten itibaren Babil’e sürülenler Kafkasya’ya, İran’a ve Doğu Anadolu’ya yayılmışlardır. Anadolu’da Cumhuriyet’in kuruluşuna değin çok köklü Yahudi toplulukları vardır, özellikle İsrail’in kuruluşundan sonra Doğu Anadolu ve Irak’taki Yahudiler İsrail’e gitmişlerdir. İran’dan da gidenler var ama Irak’tan daha fazla, bunların bir kısmı Kürtçe konuşuyorlar. Bir de tabii çamur atmak âdetimiz vardır. Kimi beğenmiyorsak ona çamur atarız. Mesut Barzani’nin babası Molla Mustafa Barzani zamanında aramız çok açıktı, çok zıtlaşıyorduk ve hemen Molla Mustafa’nın Yahudi olduğu söylenmişti. Böyle de zekai bir tarafımız vardır, hemen sevmediğimiz adamlara bir şeyler izafe ederiz. Uzaktan yakından bir alakası yoktur kesinlikle Barzanilerin ama işte buyurun. SALONDAN- 1967 İsrail-Arap Savaşından sonra Habeşistan’dan gelenler? TEOMAN DURALI- İbraniydi onlar. Binlerce yıl o coğrafyada yaşamanın sonunda tabii tipleri değişti adamların, koyu tenli oldular, karışmışlardı Zencilerle, her ne kadar Yahudiler sevmiyorsa da karışmayı oluyor bu. Mesela, Aşkenaz Yahudilerini ve 314 • Teoman Duralı Alman Yahudilerini ayırt edemezsiniz kuzeylilerden, o tiplere bürünmüşler, karışmışlar. Bizim Hazar Türkleri karışmamışlardır İbranilerle yahut çok az karışmışlardır. SALONDAN- Onlar Doğu Avrupa’ya gittiler… TEOMAN DURALI- Doğu Avrupa’ya gitmediler, o kadar çok yoktu. Yahudi yazar Arthur Koestler’in iddiaları… Bu tabii uydurma, yalan, Hitler güya Türkleri kesmiş yanlışlıkla, altı milyon Yahudi kesmiş. O kadar nerede Türk var? Bu Hazarların ahfadı taş çatlasa 3.000-5.000 civarındaydı o zamanlar, bugün o kadar bile kalmamıştır. Almanların SS subayları Türk Yahudilerle İbranileri ayırt etmeyi öğrenmişti. Çok ilgi çekici bir şey, nasip olur da kitabım çıkarsa… aşağı yukarı otuz yıldır yazıyorum, çoktandır çıkması gerekiyordu, orada bu olaydan uzun boylu bahsediyorum. Nakil olduğunu çok iyi biliyorlardı ve ayırt etmişlerdir. Bir tek Karay Türkünün burnu kanamamıştır. Böyle müthiş bir titizlikle ayırt etmişler. İstanbul’da da Yahudi Türkler var ama asıl yerleri Kırım ve Sovyetler Birliği’nin batısı, bugün yaklaşık olarak Litvanya, Estonya civarı. Baltık kıyılarında bir kısmı, 1000-2000 kadar, belki o kadar bile yok, bir de Kırım’da vardı. Onlar hâlâ var mı bilmiyorum, bunları çok iyi ayırt ettiler. SALONDAN- Hocam, Perslerin ayak öptüğünden bahsettiniz. Padişahlara eğilme buradan mı gelir? TEOMAN DURALI- Biraz önce bir söz, bir kelime geçti. Tabasbus dedim. Tabasbus işte yerlere kapanma yahut katlanma, biz bunu İran’dan aldık. Bir şey daha aldık ama ondan bahsetmeyeceğim. O da bize çok aykırı olan bir işti. O da büyük ölçüde oradan geliyor çünkü, o konuda son derece ustalaşmış adamlardı. Büyük medeniyetlerin bozulma noktaları bunlar. Kadınlarda aşırı kapanma da İran’dan gelmedir. Yüzü gözü kapatan çador dedikleri çok aşırı kapanma olayı, bir iddia Yunan, özellikle Atina’dan, bir iddia da İran’dan gelmektedir. Aciz ve naçiz kanaatim İran’dır. Yunan’a da büyük ihtimalle İran’dan gitmiş olmalı. Buyurun efendim. SALONDAN- Helenizmin İran üzerinde etkisi… Doğu ve Batı Medeniyetleri • 315 TEOMAN DURALI- Var tabii, İskender olağanüstü bir adam, fetih yapmaya gitmiyor, medeniyet taşımaya gidiyor. Çok önemli bir nokta, belki de Hocası Aristoteles olduğundan böyle oldu. Tam olarak ilk savaşan adamdır İskender; İskender’den önce savaş yoktu, kavga vardı. Bunlar savaş sanatını uygulayarak, henüz savaş sanatına sahip olmayan Persleri yeniyorlar. Kendilerinden kat be kat sayıca üstün olan Persleri yeniyorlar. Aristoteles’ten önce savaş sanatının büyük üstadı Çinli bilge Sun Tzu’dır. Mete ondan öğreniyor ve onu takip ediyor. Ordu kuruyor Mete, öncesinde ordu örgütlenmesi yok. İskender de ordular meydana geliyor. O çok uzun ve ayrı bir bahis, bir ölçüde belki Roma’yı size anlatırım. Çünkü Roma bunu devralıyor. İskender Yunan medeniyetini doğuya taşıyor, birbirine can düşmanı olan doğuyla batıyı, Yunanla Persi, Yunanlının kafasında mezcetmeye, bütünleştirmeye çalışıyor. Sadece medeniyetle değil, ırk olarak yapmaya çalışıyor. Bütün askerlerine İranlı kadınlarla evlenmeyi emrediyor. Sadece İranlılarla da değil, hangi toprakları ele geçirirlerse… ırza geçme olayı değil bu, evleniyorlar, çocukları oluyor ve hatta bugün -ne dereceye kadar doğru bilmiyorum- Afganistan’ın doğusunda hiç beklenmedik yerlerde sarışın, renkli gözlü insanlarla karşılaşıyorsunuz. Mesela Afganistan’ın Kâfiristan bölgesinde çok değişik tipte insanla karşılaşıyorsunuz. Tecrit olmuş bir bölge. Demek istediğim biyolojik olarak da birleştirmeye çalışıyor iki dünyayı. SALONDAN- Farsların farklı bir mezhep tesis etmelerinin sebebi nedir? TEOMAN DURALI- Farslılar hiçbir vakit Araplara karşı yenilgiyi kabul etmemişlerdir. Müthiş bir hınç duymuşlardır. Arapların getirdiği İslam’ı değiştirmeye çalışmışlardır. Beğeniriz beğenmeyiz, ne yaparsak yapalım ama bu bir tasvirdir, Şiilik İran’ın düzenlediği, tanzim ettiği bir İslam’dır. Diyeceksiniz ki Şah İsmail götürmüştür. Şah İsmail bunun mimarı değildir. İki büyük merkez vardır yeryüzünde, kim hücum etmişse içinde erimiştir. Çin kim gelmişse Çin’e Çinleşmiştir. Moğollar, Cengiz Han ele geçirir Çin’i, ele geçiren Moğollar 100 yıl sonra Çinli olmuşlar- 316 • Teoman Duralı dır. Bu tür ikinci merkez İran’dır. Kim İran’a girmişse, gel zaman git zaman Farslaşmıştır. İslam’ı da böyle Farslaştırmışlardır. Ben bir Ayetullah’a sordum. Her ders vermeye gittiğim yerde ikinci işim dersten sonra Farsçayı nerede devam edebilirim derdim. İran Kültür Merkezinde Farsça dersler görmeye devam ederim. Avusturya’da böyle bir olay olmuştu 1994’te, gelen bir Ayetullah’la sohbet ediyoruz. Dedim ki biz bizeyiz, gelin bana doğruyu söyleyin. Sizin İslam’ınız Zerdüşt’ten kaynaklanıyor, öyle değil mi? Sakalını sıvazladı, sağa döndü, sola döndü. “Vallahi çok da haksız sayılmazsınız” dedi. En başta İslam’da olmayan, İslam’a aykırı olan bir olayı, ruhban sınıfını üretmişlerdir. Niye İslam gelmiştir sorusunun cevabı, ruhban sınıfını kaldırmak için, çünkü Tek Tanrılı dindir, Yahudilik de, üç aşağı beş yukarı Hıristiyanlık da öyle bir iddia taşıyor. Tarihte en önemli devrimlerden biri, kırılma noktası İslam’ın ruhban sınıfını lağvetmesidir. Yani ilahi insan yoktur. Rahibin manası, üstün kişi değil, ilahi kişi olmasıdır. Veli olursunuz, dahi olursunuz, üstünsünüz, rahip bu değil. Rahip normal kul değil, ilahi bir kişiliktir. Orta Çağa geldiğimizde bunu daha ayrıntılı bir biçimde anlatacağım. Katolikliğin paralelinde bir ruhban sınıfı olmuştur ve bu büyük bir sapma, bunu kimse inkâr edemez ama Farslar, Şiiler İslam’dan mı çıkmıştır? Hayır, ne münasebet, bunu kimse iddia edemez. Kelime-i şehadet getiren herkesin Müslüman olması kaçınılmaz bir olay ama çok önemli ölçüde damgalarını vurmuşlardır. Çok farklı bir yere oturmuşlardır ve bu da olağandır. Niye Hz. Hüseyin’e bu kadar bağlılar? Hz. Hüseyin’i bilhassa sevmelerinin başında son Sasanî Şahının kızıyla evlenmiş olması vardır. Hz. Hüseyin’den gelen çocuklar İran, Fars kanı taşıyor. Hint-Avrupa kavimlerinin en önemli özelliklerinden biri kana verilen önemdir. O yüzden son derece ırkçı olmuşlardır. Almanların namı çıkmıştır ırkçılıkla Nazilikten dolayı, onlardan ibaret değildir. Onların eline su dökenler var. Az da değil, kavmiyetçilerden biri de Farslardır. Dışarı gelin verip damat almak istemez. Bir başka örneği daha vereyim size: Rumlar. Bizden Rum kadınlarla evlenen çok vardır ama bizden kadınlar Rum erkeklerle evlenmemişlerdir. Çünkü kadın erkeğin, kocasının memleketine gider ve nesiller ondan çıkar. Doğu ve Batı Medeniyetleri • 317 Hint Müslümanları Şii olmasalar bile önemli ölçüde Şiivari bir yanları vardır, Şiiliğe yatkındırlar. Pakistanlılar, benim bildiğim kadarıyla Sünni’dirler. Ama tekrar ediyorum, bir kere Hindistan’da ortaya çıkan tarikatların sayısını ben bilmiyorum artık, mezheplerin, Ahmedisi vardır, İsmailisi vardır, osu vardır busu vardır. SALONDAN- Hocam, Kürtlerin en eski dini Zerdüştlük müdür? Zerdüşt’ün Kürt olduğu söyleniyor… TEOMAN DURALI- Hayır, Zerdüşt Kürt değildi, Pers’tir ama İran, yani Pers hakimiyetinde uzun süre yaşadılar. 6. yüzyıldan itibaren, Medlerden itibaren… Zaten bir iddiaya göre Medlerden geldiği söylenir ama doğru mudur, değil midir bilmiyoruz. 6. Yüzyıldan itibaren MS 7. yüzyıla, yani Arap istilasına değin fasılalarla da olsa… İskender istilasından önce Ahamenişler dönemi, İskender’den sonra da Sasanî dönemi vardır İran’da. Hz. Ömer dönemi işgalleriyle birlikte Sasanîlik biter. Hz. Ömer’den o yüzden nefret ederler. Yani bugün hâlâ İran’da yanlışlıkla bir yerde Ömer görürlerse olmadık zorluk çıkarırlar. Hz. Ebu Bekir, Ömer ve Osman’dan nefret ederler. Aslında her Müslüman herhâlde Muaviye ve Yezid’den nefret eder ama İran’da dediğim gibi büyük bir şey de var. Mesela, Hz. Aişe’yi de sevmezler. SALONDAN- Kürtlerdeki mavi gözlü sarışın olma durumunun sebebi ne olabilir? TEOMAN DURALI- Karışmış olabilirler. Var tabii öyle renkli gözlü Kürtler, bu coğrafyada herkes herkesle karışmıştır. Büyük bir ihtimalle Çerkesle evlenmiştir, Kafkasyalıyla, vesaire, yoksa böyle mavi gözle olmasını gerektirecek bir şey yoktur. İranidir, Ermeniler de öyledir. Yani renkli gözler Kafkasya kavimlerinde var; Çerkesler, Dağıstanlılar, Lazlar, bunlardır. Bir de kuzeyliler var, Slavlar, Germenler, Keltler. SALONDAN- Ermeni bölgesi neresidir? TEOMAN DURALI- Ermenilerin öteden beri yaşadığı mıntıka Kafkasya’nın güneyidir. MÖ 6. yüzyıla değin geri gidiyor Ermenilerin bilinen tarihi, ondan önce ne var ne yoktur tam olarak bilinmiyor. SALONDAN- Orta Çağ ile ilgili kaynak önerir misiniz? 318 • Teoman Duralı TEOMAN DURALI- Bu Orta Çağ Avrupa medeniyetini bize Türkçede en iyi anlatan Ahmet Refik’tir. Benim bildiğim sadece Osmanlı Türkçesinde var. Yeni yazıya geçirilmişse çok yararlı olacağını size söyleyebilirim. Başkaca Cumhuriyet döneminde yazılanlara güvenmeyin, çok tarafgir ve ideolojik olarak kaleme alınmıştılar. Ahmet Refik Bey bu işi çok iyi yapmış, Tarih-i Medeniyet’tir kitabının adı. SALONDAN- Kızılderililer ile Türkler akraba mıdır? TEOMAN DURALI- İnsan konusunda kesin hiçbir şey yoktur. Kesinlik fizikte, klasik mekânikte olabilir ancak. Kızılderililerin anayurdu Kuzey Asya, bunlara eski Sibirya halkları deniliyor. Bunların yaklaşık 17’yle 20. bin yıllar arasında Bering Boğazı kapalıyken, yani buzla örtülüyken o tarafa geçmiş olmaları gerekiyor, öyle düşünülüyor. Türklerin anayurduyla onların anayurdunun çakıştığını görüyoruz ama bu kadar eskiye geri götürebilir miyiz Türklerin tarihini bilmiyoruz. Dil benzerliği şu anlamda var: Türkçe sondan eklemeli, agglutinative bir dildir. Kuzey, Güney, Orta Amerika’da bütün Kızılderili diller de böyledir. Kanada’da bir-iki istisna hariç hepsi sondan ekle yürütürler ama bu Türkçeyle akraba olduğu anlamına gelmiyor. Diller genetik olarak akraba oldukları gibi biçim olarak da benzeşebilirler. Bu anlamda Hindistan’la Türkçeyle genetik hiçbir bağlantısı olmayan Dravid dilleri var, Tamil Hindistan’ın büyük bir kısmında kullanılıyor. Hint-Avrupa kökenli olmayan Tamil sondan eklemelidir. Afrika’da da Bantu dilleri böyledir. Bununla hiçbir ilgisi yok. Bazı kelime benzerlikleri var Kızılderililerle Türkçe arasında, tepe mesela bunlardan aklıma gelen. Sorunuzun cevabı bilmiyorum. Türkçenin akrabası var mı zaten, o bile soru konusu, bilmiyorum. Yani Altay dillerinden sayılıyor ama bu da çok açık bir husus değil. Mesela, Türkçenin Moğolcayla ilişkisine çok itiraz edenler var. Rahmetli Hocam İbrahim Kafesoğlu bunun başında gelen kişilerden, Moğollarla hiçbir alakası olmadığını öne süren bir kişidir. Bunun gibi daha başka birçok kimse var. O bakımdan Türkçeyi izole dillerden de sayanlar var, zaten bir Türk dil ailesi var. Bu dil ailesinin daha geniş çaplı bir dil ailesinin içinde olup Doğu ve Batı Medeniyetleri • 319 olmadığı çok şüpheli. SALONDAN- Hocam, İran Şiiliği, orta Asya Türk’üyle Anadolu Türkü arasında denge unsuru deniliyor. Komplo teorisi mi, yoksa? TEOMAN DURALI- Ben bizim tarihimize bakarak İran ve Araplarla dengeyi sağlamaya çalıştığımızı düşünüyorum. Osmanlı tarihine baktığımızda Şiiliğe kayan dönemler vardır, ondan sonra Sünniliğe çok ağırlık tanıdığımız dönemler var. Sanki bir yerde çok İranlaşıyoruz, Farslaşıyoruz korkusu baş gösteriyor. Mesela, Anadolu Selçuklu döneminden Fatih dönemi arasındaki bayağı uzun bir dönem bizim çok heterodoks olduğumuz bir dönemdir. Heterodoks Sünnilikten kaymak manasına gelir. Bu dönemde özellikle Selçuklularda Farslaşma eğilimimiz çok artmıştır. Lanetler yağdırdığımız Osmanlı gelmeseydi bugün Türkçe yoktu. Onu söyleyeyim size, Büyük Selçuklunun, Anadolu Selçuklusunun resmi dili Farsçadır. Halk Türkçe konuşuyordu hâlâ ve Türkçe konuşanlar kaba, cahil olarak niteleniyorlardı. Yükselmeniz için Farsça konuşmanız gerekiyordu. Osmanlıyla tekrar Türkçe gündeme geliyor ama bu heterodoks eğilimleri çok artmıştır. Anadolu’daki Müslümanlık hadisesinde tüm bu halk şairleri, din büyükleri, bunlar çok heterodoks kişilerdi. Fatih’le birlikte bir U dönüşü yapıldı, özellikle tabii Yavuz zamanında. Neden? Benim kanaatim Acemleşmeyi durdurma hadisesi vardı. Arapları zaten hakimiyetimize almışız, alamadığımız İran’dı. Yavuz bütün çabasına rağmen İran’ı ele geçiremiyor. Kimse tarihte İran’ı ele geçirememiş, o ayrı bir konu. Geçirir gibi olanlar da Farslaşmışlardır. Biraz önce bahsettim, Moğollar mesela. İran’ın Şiiliği tercih etmesi çok erken çağlarda olmuştur. Gerçi İran’ın büyük bir kısmı Şah İsmail’e değin Sünni’ydi ama içinde çok güçlü bir Şii merkez vardı. Yani Şiilik sonradan gelme bir olay değil. Şiilik de hatalı bir şeydir; 12 imam, Caferî demek lazım. Çünkü Şiiliğin bir sürü dalı budağı var ve bunların birçoğunu Farslılar reddederler, kesin olarak kabul etmezler. Caferîlik çok önceden aşağı yukarı 7-8. yüzyılda kendini göstermeye başlamıştır. Hz. Ali’nin torunlarının yüce kabul edilmesi, üstün kabul 320 • Teoman Duralı edilmesi ve Kerbela olayı sadece dini bir öğreti olarak değil, aynı zamanda bir zihniyet olarak karşımıza çıkıyor. Hint-Avrupa’da gördüğümüz tragediaya benzer. Geçen yıl da bundan bahsettik. Bunun örneklerini Hıristiyanlıktan önce Yunan’da, Hint’te görüyoruz, Avrupa kökenli olan acı çekme Samilerde yoktur. Şii Türkler de var ama Kerbela’da, Necef’te, vs. oturan Şii Araplar çok küçük bir azınlık ve onlar önemli ölçüde Farslaşmışlardır. Çok ciddi bir Arap nüfusunun Şiileşmesi tarihte Mısır’da, Fatımilerde görülür ama sonra kayboldu. Lübnan da karışıktır, Arap mıdır, Sami midir, değil midir belli değil. Suriye de öyledir, çok karışık bir nüfus yapısı vardır. Nerede Arap başlar? Ürdün’den itibaren ve Arap Yarımadası; halis Araplar Medenilerdir. Onlarda bir tek körfez ülkelerinde Şii iziyle karşılaşıyorsunuz. Onların da büyük kısmı İran’dan ve Pakistan’dan gelen adamlardır. İdareci kısmı Arap’tır ve onlar Sünni’dir. KONUŞMALAR 2017 Doğu ve Batı Medeniyetleri • 323 OCAK 2017 Avrupalı Kavim, Din ve Dillerin Kökleri TEOMAN DURALI- Orta Çağa henüz girmeden Avrupa’nın genel şartlarını, kültür bağlamında konuşuyorduk ve bu konuyu açmışken size Roma’dan bahsettim ama Avrupa’da kavimlerin yapısından söz etmedim. İkinci bir bahsetmediğim konu var: Avrupa’daki diller. Kavim ve dil konusunu birlikte ele alabiliriz. Her ne kadar günümüzde dillerle kavimler ayrımlanıyorlarsa da aslında geçmişte bunların aynı kökten geldiklerine inanılıyordu. Bu çok önemli bir noktadır. 19. yüzyılın ikinci yarısı, 20. yüzyılın ilk yarısında dil sınıflamaları kavim sınıflamasıyla iç içeydi. Bu sınıflamaları yapan Avrupalı filozof bilim adamları olmuştur. O bakımdan dünyaya bakarken, insanları değerlendirirken hep Avrupa açısından bu iş görülmektedir. Bu çok eleştirilen, yerilen bir konu: Niye Avrupa merkezli her şey? Orada da belirli milletler başı çekmiştir: İngilizler, Fransızlar, Almanlar, daha geriden gelen Felemenkliler, İtalyanlar, Ruslar. Zaten Avrupa denildiği vakit üç aşağı beş yukarı bu milletler akla geliyor. Halbuki Avrupa’da Litvanyalısı, Estonu, Finlandiyalısı, Gürcüsü, Ermenisi var, onlar da hepsi Avrupa Kıtasında yer alıyorlar. Gelin görün ki özellikle bizde, Türkiye’de Avrupa denildiği vakit akla öncelikle iki millet gelir: Fransızlar ve İngilizler, hatta Fransızlar daha baskındır. Bu sebeple uzun süre bizim sözlüğümüzde Avrupa Frengistan, Frenk ülkesi olarak geçer. Ondan sonra bu sınıflamaya baktığımızda Avrupa tek örnek sunmaktadır; çokluluk yoktur. Dil öbeği anlamında Hint-Avrupalı diller kaplamıştır bütün Avrupa’yı. Bundan daha önce kısaca bahsetmiştim. Hatta dedim ki buna eskiden Arî denilmekteydi. Arî sözü sonra kötülendi. Çünkü bu sözü nasyonal sosyalistler çok tepe tepe kullanınca, nasyonal sosyalizm de baş günah hâle gelince ve savaşı da kaybedince değerden 324 • Teoman Duralı düşmüştür. Bugün hatta çok demokratik hür Avrupa’da ağır cezalar görebilirsiniz! Bundan birkaç yıl önce çağımızın en önemli tarihçilerinden bir İngiliz tarihçisi Avusturya’da beş ay hapis yattı. İkinci Dünya Savaşıyla ilgili olarak tatsız bir şey söylemiş, adamı beş ay içeri attılar. Yasak olan sözlerden biri de bu Arîdir. O bakımdan Avrupa’da bu dil grubuna Hint-Avrupa denmektedir. İngilizcede Indo-European, Fransızcada Indo-européennes olarak söylenir. “Hint-Avrupa” benim Türkçeye uydurmam, benimsenir mi benimsenmez mi bilmiyorum. Bu dil öbeği, biraz önce söylediğimi tekrarlıyorum, kavmî esaslı olarak görülmüştür. Kavmin Frenkçesi etniktir. Etnisitenin Türkçesi kavimdir, kavmiyettir. Kavim esaslı olarak alınmıştır bu Hint-Avrupa sözü, demek ki bu dilleri kullanan insanlar aynı menşeden, kökten geliyor kabul edilmişlerdir. Hint-Avrupa kavminin anayurdu olarak Rusya’nın güneyi kabul edilir. Bu zamanla değişmiş, başka varsayımlar da ortaya atılmış ama artık klasikleştiği için ben bunu söylemeye devam ediyorum. Bazı iddialara göre doğu Anadolu’dur, bir iddiaya göre Kuzeybatı Anadolu ama bunlar daha zayıf iddialar, esas güçlü olan ve hâlâ da savunulan bu boyların Rusya’nın güneyindeki geniş düzlüklerden çıktıkları ve birkaç kol hâlinde batıya Avrupa’ya, doğuya Asya’ya doğru ve güneye indikleri düşünülmektedir. Aşağı yukarı 4. Binde hareketleniyorlar, 3-2. Bin arasında doğuya kayıyorlar. Bundan daha önce bahsetmiş olmalıyım. Bu bizimle, Türklerle çok yakından ilgili olan bir şeydir. Çünkü Türklerin en eski atasının Kuzeydoğu Asya’dan, Ohotsk Denizinin kıyılarından çıktıkları zannedilmektedir. Bu konularda açık bir fikir yok, böyle bir zan var. Buradan batıya, kuzeye doğru yöneldikleri düşünülmektedir. Bu göçleri başlatan birkaç etken var. Bunların başında iklim değişiklikleri meydana gelmektedir. Son Buzul Çağının bitişi 8. Bine dayanır. Fakat daha sonraları da zaman zaman buzul ve sıcak çağlar karşımıza çıkmaktadır. O ana çağlardan bir tanesi 4. Bindedir. Buzul Çağlarında yeryüzünün kutup kesimleri ve yüksek dağlardaki buzullar su çekerler. Su çekilince sığ yerler kara olmaya başlar. Özellikle Güneydoğu Asya, Malay Takımadaları birleşirler, olduğu gibi bir kara parçası hâline gelir. Japonya’yla Asya kıtası birleşir. Burada gördüğümüz Bering Boğazı Doğu ve Batı Medeniyetleri • 325 kapanır ve buradan, Doğu Asya’dan Amerika’ya geçiş olur. Aynı şey Kuzeybatı Avrupa’da da gerçekleşir, İngiltere kıtaya bağlanır. Burada gördüğünüz Botni Körfezi bir göl hâline gelir, İskandinavya’nın güneyi Almanya’nın kuzeyiyle birleşir. Bize gelince, Boğazlar kapanır, Ege adaları kıtayla, yani Anadolu’yla birleşir ve Karadeniz bir göl hâlindedir. Hatta bu Karadeniz Gölü Hazar Gölüyle bir ara birleşikti, tatlı suya sahip büyük bir iç deniz durumundaydı. 4. Binde meydana gelen olağanüstü yer hareketleriyle -yani bu bildiğimiz, anladığımız anlamdaki depremlerin çok üstündeki harekettir- Alp, Balkan, Anadolu, İran, Hindukuş Dağları silsilesi ortaya çıkmıştır ve bunlar Himalayalar’a, Tanrı Dağları’na bağlanmışlardır. Bu bir yekpare silsiledir, yer yer düşüyor, ova hâle geliyor, tekrar yükseliyor. Son derece estetik bir hat çizmektedir. Alpler Avrupa’nın güneybatısında başlıyor, Fransa’nın doğusunda İsviçre’yi içine alarak Avusturya’ya sarkıyor ve oradan Balkanlar üzerinden, Balkan Dağları, Dinar Dağları vasıtasıyla Trakya’mızın kuzeybatısına kadar uzanır. Kırklareli’nden bu yana o dağ silsilesi iner, bir düzlük hâline gelir, boğazları aşar, Kuzey Anadolu dağları, İsfendiyar Dağları ve güneyde Toroslar olarak Anadolu’yu böyle çepeçevrelerler. Ortada yüksek bir yayla, Orta Anadolu Yaylasıyla Doğu Anadolu Yaylaları kalır ve doğuda bu iki silsile Kafkaslar’da birleşirler. Çok yüksek rakımlara erişirler. Daha sonra İran’da ikiye ayrılır tekrar, İran’ı kuzeyden ve güneyden çevirirler ve ortada yüksek bir yayla kalır. İran Yaylası Anadolu’dan daha da yüksektir ve İran’ı çevreleyen bu iki silsile Afganistan’ın doğusunda birleşirler. Çok yüksek bir dağ silsilesi ortaya çıkar: Hindukuşlar. Afganistan’ın da ortası yüksek bir yayladır, bu sefer İran’dan da yüksektir. Yaklaşık 2000 küsur metredir Orta Afganistan Yaylası ve ikiye ayrılır: Güneyde Himalayalarda yeryüzünün en yüksek dağ silsilesi ve yeryüzünün en yüksek dağı Everest karşımıza çıkar. Kuzeye doğru da Altaylar’la Tanrı Dağları ve bunların arasında kalan Afganistan’da yüksek olan Tibet Yaylası 3000 metre civarındadır. İnsanın şu olağanüstü dehasına bakın; bir memelinin asla dayanamayacağı yüksekliklerde ve iklim şartlarında yaşayabiliyor. Bir de Güney Amerika’da Peru’yla Bolivya arasında And Dağları’nda Titikaka Gölü 326 • Teoman Duralı kıyıları 3000 metre civarındadır. Mesela Bolivya’nın başşehri de La Paz’ın rakımı, 3200 metredir. Habeşistan’ın başşehri Addis Ababa da 2000 küsur metre yüksekliğindedir. Oralara, aciz ve naçiz olarak uçakla gitmenizi tavsiye etmem, çünkü alışamıyor insan, uçakla birdenbire iniyorsunuz oraya, zonklamaya başlıyor başınız. Ben gittiğimde de gençtim, bugünkü hâlimle de gitmedim. Ona rağmen ki uçakla gitmedim, otobüsle bile çıkıldığı vakit o yüksekliğe şakaklarınız zonklamaya başlıyor, kulaklarınız uğulduyor. En doğrusu öncesinde bir kere bir kalp muayenesinden geçmek ve kan basıncınızı ölçtürmeniz iyi olur, tavsiyem öyle gitmeniz. Hele La Paz daha da tehlikeli, belki La Paz’dan daha da tehlikeli olan Tibet’in başşehri Lhasa. Bilmiyorum onu görmedim, bir şey söyleyemem, çünkü orası daha da yüksek. Her neyse, iklim şartları insanları göçmeye zorlayan şartlardan bir tanesi. Öbürü ise avcıysanız avlandığınız hayvanların peşinde gitmenizdir. Burada ren geyiklerinin peşinden yürüyorlar. Geyik sürüsü ne tarafa gidiyorsa, toplum da onun peşinden yürümek zorunda. Üçüncü bir etken evlenme durumudur. Toplumlar ikiye ayrılmışlardır: Dinlerine göre içeriden evlenenler, dışarıdan evlenenler. Bu bize bugün biraz gülünç ve güldürücü geliyor ama olağanüstü ciddi bir olaydır. Toplumun dini sebeplerle içeriden evlenmesi yasaktır, yani aynı toteme inanan insanlar kardeş sayılırlar. Kardeşlerin arasında da cinsi ilişki kurmak bildiğiniz gibi kesinlikle reddedilen bir olaydır, dolayısıyla dışarıdan evlendirilmeleri gerekiyor. Dış evlilik diyoruz bu olaya, Türklerde bu vardı. İçeriden evlenmeleri yasak, bu sebeple sürekli olarak obanın dışında, toplumun dışında kız bulması gerekiyordu. Şimdi bu adamlar bu söylediğim üç etken çerçevesinde, yani avcılık, kız bulma ve iklim zorlamasıyla batıya doğru hareketleniyorlar. Moğolistan’ın kuzey yörelerinde Baykal’ın güneyi ve doğusunda batıdan gelen Hint-Avrupalılarla karşılaşıyorlar. Bu kadim kavmin adı Hiung-nu’dur. Bütün eskilerimizle ilgili bilgileri Çinceden alıyoruz. Onlar her şeyi kayda geçirmişler ve çok eski bir yazıya sahipler. Aşağı yukarı MÖ 2. Bine geri giden yazıları var. Bu Hiung-nuların Hun olma ihtimali var. Kesin bilmiyoruz, Doğu ve Batı Medeniyetleri • 327 böyle bir ihtimal var. Çok eski tarihlerde kesinlemelerde bulunmanız imkânsız, sürekli yaklaşımlarla iş görmek zorundasınız. Metin varsa, kayıtlar varsa ne âlâ, yoksa büyük ölçüde tahminlere dayandırmak zorundasınız. Burada da bizi tek aydınlatabilecek olan Çince metinlerdir, Çin kayıtlarıdır. Bu Çin kayıtlarını da yanlış hatırlamıyorsam 20. yüzyılın başlarında Almancaya tercüme etmişlerdir ve Türklüğün en eski dönemleriyle ilgili Almanca kayıtlardan, tercümelerden hareket edebiliyoruz. Tabii Çince biliyorsak ne âlâ, doğrudan doğruya o arşivi birebir inceleyebiliriz. Demek ki bunlar buluşuyorlar, bir araya geliyorlar. Bu buluşmadan önce bir kavga çıkıyor herhâlde, öyle tahmin ediyoruz, arkasından sevişme meydana geliyor ve buradan tarihi Türk ırkı, beşer bilimde, antropolojide Turani adı verilen bir ırk çıkıyor, melez bir ırk, Moğoli ırkla Hint-Avrupa ırkının bir karışımı ortaya çıkıyor. Her ikisinden özellikler almıştır. Biyolojide genetikten gelen özelliklere genotip, bunların dışa yansıma şekline de fenotip denmektedir. Bu Turani ırkın fenotipi Moğoli ırkla Hint-Avrupa ırkının bir buluşmasıdır, bir araya gelmesidir. Nedir bu? Moğoli ırkın özelliklerine bakalım önce, yuvarlak kafatasına sahiptirler, brakisefaldirler. Çekik gözlüdürler. En aşırı çekik gözü çizgi hâlinde Moğollarda görüyorsunuz. Çok belirgin elmacık kemikleri vardır, orta boylu, tıknaz, kara saçlıdır ve saç telleri ince ve düzdür. Vücut tümüyle kılsızdır Moğoli ırkta. Mesela Malezya’da hatırı sayılır bir Çinli azınlık vardır ve Çinliler çok hafif giyinirler, iklim çok sıcak. Mesela, alışveriş merkezinde yürüyen merdivenden iniyor, bir çift bacak gördüğünüzde gövde ortaya çıkıncaya kadar bu bacakların bir kadına mı, bir erkeğe mi ait olduğunu ayırt edemiyorsunuz. Erkeklerde yüzdeki kıllar, sakal seyrek olmaktadır, gür bir sakal yoktur. Hint-Avrupalılara gelince, bunlar kendi aralarında önemli farklılıklar göstermişlerdir. İsterseniz bir de o tarafı anlatalım. Moğoli ırktaki görünüm birliğini Hint-Avrupa fenotipinde görmüyoruz. Biraz önce bahsettim, 3. Binde batıya doğru göçen Hint-Avrupalıların bir kısmı güneye inmiştir -Latinler- özellikle İtalya’ya gelmişlerdir. Bir kısmı, Avrupa’nın batısını kaplamıştır -Keltler- bir vakitler çok yaygındılar. Bugün çok çekildiler, hemen hemen yok oldular. Bütün Avrupa’ya yayıl- 328 • Teoman Duralı mışlardı. Kuzeye gidenler -Germenler- Baltık kıyısına çıkıyorlar ve buradan kuzeye, İskandinavya’ya çıkıyorlar. Bir kısmı güneydoğuya iniyor, Balkan Dağları’nı aşarak Yunan Yarımadası’na iniyorlar. Bunlar bir kısmı Yunanlı, bir kısmı da Arnavut, her ikisi de Hint-Avrupalı ama farklı. Doğuya inenlerin biraz önce bahsettim, bir kolu daha var, Hazar’ın kuzeyinden Aral’ın güneyinden geçerek yine iki kola ayrılıyor. İran yaylasına inenler, İrani halklar ve iki ana kavmi var: Persler ve Medler. MÖ 1000’de İran yaylasının güneybatısına Elbruz Dağları’nın eteklerine yerleşenler Medler ve Medler MÖ 8. yüzyıl civarında büyük bir devlet kuruyorlar. Bugünkü Irak, Suriye, Filistin, Mısır, Anadolu’nun güneydoğu kesimini ele geçiriyorlar. 7. yüzyılda Persler Medleri alt ediyor ve tarihin ilk büyük imparatorluklarından sayabileceğimiz Pers İmparatorluğunu, özellikle o günkü şartlarda muazzam bir sahada, bugünün Afganistan’ı, Pakistan’ın batısı, Orta Asya, İran, Azerbaycan, Kafkasya, Anadolu, Mısır, Filistin’de kuruyorlar. Güneye inen bir başka kol bugünün Afganistan’ından Pakistan’ına, İndus düzlüğüne iniyor ve tarihi Hint medeniyetinin kurucusu durumundaki bir Hint-Avrupa kavmidir. Burada daha önce gelmiş yerlilerle, bugünkü Tamillerin ataları Dravidlerle karşılaşıyorlar ama Hint-Avrupalılar nedense koyu tenli insanlardan hoşlanmıyorlar, karışmıyorlar. Onları hâkimiyetleri altına alıyorlar ve geliştirdikleri sınıflar -bunlara kast denilir- bu sınıfların dışında telakki olunuyor Tamiller, yani insandan pek sayılmıyorlar. Batıya inenler Yunanlılar, Arnavutlar, Keltler, İtalikler yahut Latinler, Germenler, bir de yurtlarına fazla uzaklaşmayan, Avrupa’nın doğusunda çakılıp kalan Slavlardır. Güneye giden İrani halkların dillerinin önemli bir kolu Doğu İrani dillerdir: Tacikçe ve Derî… Derî Afganistan ortalarında, özellikle Kabil’de konuşulur, Farsçaya çok yakındır. Farsça biliyorsanız Derîyi de anlarsınız, hatta Tacikçeyi bile anlarsınız. Bu İranî dillerdir. Merkezî İranî dil Farsçadır. Batıdaki İranî dillerin en önemlileri Kürt dilleridir. Bunların yanında Kafkasya’da küçük bir İranî dil grubu vardır, Osetçe bunlardandır. Batı İranî dillerinden, Kürt dillerinden Kırmanç dili biliyorsunuz Türkiye’de kullanılan, karşılaştığımız bir dildir. Birçok vatandaşımızın anadilidir, öbürleri de dediğim gibi İran, Irak Doğu ve Batı Medeniyetleri • 329 ve Suriye’de, hatta bir kısmı da Kafkasya’da dağılmış durumdadır. Anadolu dillerinin hepsi ölmüşlerdir: Hititçe, Lidce, Frigce ve bu dilleri kullanan kavimlerden az sonra yaklaşık 7. yüzyılda Ermenice geliyor. Ermenice Kafkasya’nın güneyine yerleşiyor. Batıda Germen dilleri, Latin dilleri, Kelt dilleri ve Slav dilleri var. Bu Kelt dilleri önce çok yaygındılar ama MÖ 1. yüzyılda gittikçe daralıyorlar. Keltlerin en önemli kavmi “Gaul”lerdir. Roma istilası öncesindeki Fransa’da yaşayan Gauller Galce konuşuyorlar ve bunların bir kolu güneye göçen, Anadolu’ya gelen Galatlardır. Galata’mızın adı da bu Galat’tan gelmektedir. Orta Anadolu’ya kadar uzanırlar, Bizans bunları kullanır; daha sonra Roma ikiye bölününce Doğu Roma, Batı Roma, Doğu Roma Galatları elinde tutmaya bakar. Bunlar iş gören, savaşan adamlardır ve tip itibariyle Keltler ve tabii ki Galatlar kızıl saçlı, ak tenli, yeşil gözlü, uzun boyludurlar. Zaman zaman Orta Anadolu’da bu dediğim tipte adamlar çıkar. Kırşehir, Nevşehir, Ürgüp, Göreme civarında böyle boylu poslu kızıla çalan sarışın, renkli gözlü adamlar çıkar ve şaşılır. Bunlar nedir, nereden gelmişlerdir? Bayram değil, seyran değil kim öpmüş de bunlar çıkmış birdenbire karşımıza? Büyük ihtimalle Galatların bir kalıntısı olsa gerek denilir. Hatta bu dediklerim Yozgat, Tokat taraflarına kadar uzanır. Çok olmamakla birlikte, sık olmamakla birlikte çıkar. Ben dağa çıktığımda 1981’de bir arkadaşımla Kayseri’nin güneyinden, Niğde’den Torosları aşarak Adana’ya iki hafta yürüdük, orada bir köyde misafir edildik. Genellikle çadırlarda kalıyorduk ama bu sefer bir köye geldik. Türkler tabii ahali, kara don, ak mintan giyiyorlar. Kahveden bizi görmeye çıktılar. Başka bir gezegenden acayip yaratık gelmiş diye fırladılar bizi görmeye kahveden, hepsi esmer, orta veya kısa boylu, dediğin gibi kara donlu ak mintanlı adamlar. Aralarından bir tanesi kapı gibi kızıl saçlı, ak pak tenli, yeşil gözlü bir adam, böyle kaldık. Dedi ki bir tanesi “Bu adamın adı Garip’tir. Annesi bile adını unuttu, Garip diye çağırır.” Çözememişler bu Garip’in nereden geldiğini, benim aklıma bu Galatlıktan… SALONDAN- Babası o köylü mü? TEOMAN DURALI- Babası da o köylü, babasını görmedim. 330 • Teoman Duralı Babasından da bahsetmediler. Annesinden bir tek bahsettiler, kendisi de bilmiyor nereli olduğunu, ne olduğunu ama o köylü değil. O köye dışarıdan gelmişler babası veya annesi, onu da iyi hatırlamıyor. Benim aklıma bu geldi ama tabii söylemedim orada, ne anlayacaklar Galatlardan, hiçbir âlemi yok. Böyle birtakım tuhaflıklarla karşılaşabiliyorsunuz. Hatta Güneydoğu’da Kürtlerin arasından da yeşil gözlü, ak pak tenli adamların çıktığı söylenir. Büyük ihtimalle oralara kadar uzanan bir durum vardır. Avrupa’da Hint-Avrupa dillerini kullanmayan çok az toplum vardır. Bu çok önemli bir nokta, Hint-Avrupa dilini almamış, Hint-Avrupa diline sahip olmayan çok az toplum vardır. Macarlar, Finliler, Japonlar ve çok garip küçücük bir toplum var, Basklar. Baskların nereden geldiği, kim olduğu, neyin nesi neyin fesi oldukları kesin bilinmemektedir. Hint-Avrupa Dillerinden Germen dilleri, Slav dilleri, Kelt dilleri, -çok az sayıda kalan konuşanı varİskoçya’nın kuzeyinde, İngiltere’nin batısında ve İrlanda’da görüyoruz, başka da kalmadı. Fransa’nın kuzeybatısında küçücük bir yer var burada: Bretonya, bunlar Kelt dillerini konuşuyorlar. Biraz önce dediğim Slav yerler Latin dillerini kullanıyorlar. İspanyollar, Portekizler, İtalyanlar, Fransızlar, Romenler, Katalanlar, -daha birkaç tane var ama önemli değil- Latin dillerini konuşurlar. Bu dil aileleri arasında, yani Latinler, Germenler, Slavlar vs. arasında önemli dil farklılıkları, yapı farklılıkları var. Bununla birlikte temel bazı özellikleri paylaşırlar. Nedir bu temel özellikler? Bu diller köklerini tanınmayacak derecede değiştirirler. Herkesin bildiği örnek mesela, İngilizcede to go şimdiki zamanken, mastar iken, bunun geçmişi went’dir. Hiçbir alakası yok, tamamıyla değiştiriyor, ön ve arka takı alır. Var olmak ve malik olmak fiilleri vardır ki bu dillerde baş tacı kılınmıştır. İngilizcede to be’yi kullanmadan cümle kuramıyorsunuz genellikle. Bütün bu saydığım özellikler mesela, Hint-Avrupa olmayan Türkçede bulunmaz. Türkçe mantığıyla düşünen biri için bir Hint-Avrupa dilini öğrenmek olağanüstü derecede zordur ve tersi, oradan gelen birinin Türkçe öğrenmesi de dehşet zordur. Bunu sadece İngilizce, Fransızca, Almanca, Rusça için düşünmeyin, yine Avrupa dilleri olan Farsça ve Hint dilleri için de böyledir. Hindistan’da şu anda Doğu ve Batı Medeniyetleri • 331 önemli sayılan, nüfusun 60-70 milyonunun kullandığı yaklaşık otuz dil var. Toplamda yaklaşık 400 dil var. Bunlar en önemlileri, bunların içinde hatta yanlış hatırlamıyorsam on altısı resmi dil durumundadır. Bu Hint-Avrupa dillerinin birinden öbürüne geçmek ne kadar zorsa da imkânsız değildir. Bize imkânsız gibi gelmektedir ve ben hep o bakımdan çok eğlenirim falan dili yedim yuttum, çok iyi biliyorum diyenleri dinlerken. Öyle ünlülerimiz de var, çıkarlar sağda solda ben şu dili, bu dili yuttum derler. Hikâye, tabii ayakkabıcıya gidip de benim ayakkabımı cilala yahut da lokantada niye bana kaşık getirmiyorsun gibi basit cümleyi kurabiliyorsunuz ama dil bütün düşünmelerimizi, duygularımızı ifade etmeye geldiğinde insan yanılıp kalıyor, beceremiyor. Bu dediğim dillerin dışında Avrupa’da konuşulan Macarca, Fince, Letonca, Baskça ve daha sonra Avrupa’ya girmiş olan ve bugün de bayağı da bir yekûn tutan Türkçe var. Kavim ve dil bağlamında böyle bir resimle karşı karşıyayız. Bu resmin öne çıkan ilk kısmı -epey üstünde durduk- Eski Çağ Yunan medeniyetiydi. Bu Yunan medeniyetinin -yahut Eski Çağ Ege de diyebilirsinizbir çeşit devamı Roma Devletidir. Roma tarihte MÖ 6. yüzyıla kadar geri gider. Kuruluşu bütünüyle eski devletlerin kuruluşu gibi bir efsanedir. Remus ile Romulus adında iki çocuğu bir kurt emzirir ve bunlar daha sonra devleti kurarlar. Bu anlamda Türklerle bir benzeşmesi vardır. Konargöçer avcı topluluklarda kurt yaygın olarak totem olarak kabul edilir, bundan daha önce bahsetmiş olmalıyım. Roma 6. yüzyılda kuruluyor, MS 400 küsurlarda, 1000 yıldan fazla bir süre sonra Germenler tarafından yıkılıyor. Burada da bir noktaya daha temas edeyim. Daha önce bahsettiğimi hatırlıyorum, MÖ 4. Binin sonları, 3. Binlerin başlarında medeniyetler kuruluyor. Üç ana medeniyet merkezi var demiştim: Güneybatı Asya’da Sümerler, Hindistan’ın güneybatısında Mohenjo-daro, bir de Asya’nın doğusunda Sarı Irmak deltası ana merkezlerdir. Asya’nın doğusu, Çin medeniyetinin beşiği, Hint medeniyetinin beşiği, batı medeniyetleri camiasının beşiğidir. Bu medeniyetler içerisinde Sümer, yazıyı icat eden medeniyettir ve yazı Av- 332 • Teoman Duralı rasya medeniyetlerinin en önemli özellikleri arasında yer alır. Öbür medeniyetlerde yazıyla karşılaşmıyoruz. Çok hızlı ve kısa keserek gidiyorum, bu yazı kuzeye doğru çıkıyor, batıya Mısır’a yayılıyor, kuzeye Mezopotamya medeniyetlerine, Anadolu medeniyetlerine ve Yunan’a geçiyor. Doğuya yayılıyor, İran üzerinden İç Asya’ya Çin’e geliyor. Doğuya yayılıyor, Hint’e geliyor. En eski yazılı medeniyetler Hint, Çin, İslam öncesi İran. Batıdaysa en eski yazılı medeniyetler Sümer, Akad, Mısır, İbrani medeniyeti ve hemen arkasından Fenike’yle Yunan geliyor. Yunan yazısı Roma’ya intikal ediyor ve Latinceye uygulanıyor. Sümer yazısı Fenike’ye geldiğinde hece yazısı olmaktan çıkıp alfabeye dönüşüyor. Fenike’nin alfabesi Yunan’a intikal ediyor, Yunan yazısı alfabetiktir, yani harflerden ibarettir. Hece yazısı, hece sesleridir. Arapçadan bildiğimiz mesela bu bir hecedir, cim’dir. Harf yazısı nedir? Bunun tek başına alınması ve karşılığına c denilmesidir. Bilmem anlatabiliyor muyum? Hece yazısındaki ses hecenin sesidir, alfabe yazısındaki ses harfin kendisindedir. Yunan yazısı böyledir, harf seslendirilmektedir ve bu özellik Latin yazısına intikal ediyor. Latin yazısı daha sonra bütün Avrupa dillerinin yazısı hâline gelmeye başlamıştır. İstisna Ortodoksların kullandığı Kiril yazısıyla Yunan yazısıdır. Bugün Avrupa’da Latin harfleriyle yazmayan milletler Slav ve Ortodoks milletlerdir. Kimler bunlar? Sırplar, Bulgarlar, Ruslar, Ukraynalılar, Beyaz Ruslar. Başka Slav milletleri var ama onlar Ortodoks değiller ve Latin yazısı kullanırlar: Hırvatlar, Slovenler, Çekler, Slovaklar ve Lehler, yani Polonyalılar, bunlar Slav olmakla birlikte Latin yazısını kullanırlar. Ötekiler bütün Avrupa milletleri ister Germen, ister Latin olsun topyekûn Latin harfleri kullanırlar. Biz de bildiğiniz üzere 1928’den bu yana Latin harflerini kullanmaktayız. Roma yazıda, çizide, devlet kurma sanatı ve hukuk bakımından Avrupa’nın bayrağı olmuştur. Sonraki bütün dönemlerde Roma’ya bakılmıştır. Roma yoluyla tabii Yunan’a çıkılmıştır. Çünkü Roma hukukunun aslı Yunan’dadır ama Yunan imparatorluk kuramadığından -İskender bir tarafa- bu hukuk yaygınlaşamamıştır. Yunan’da bir sürü şehir devletleri var; Solon’un kurduğu Atina hukuku Roma’ya örnek teşkil etmiştir. Roma İmparatorluk oldu- Doğu ve Batı Medeniyetleri • 333 ğundan bütün Roma topraklarına Roma hukuku hâkim kılınmıştır. Bu hukukun başta gelen ilkesi suçlanan kişinin suçu belgelerle kanıtlanıncaya değin sanık durumunda olmasıdır. Roma demin dediğim gibi 1000 yıllık bir devlet olması itibariyle bu durum yer yer, zaman zaman değişmiştir tabii, zaman zaman suçlanan suçsuz olduğunu ispatla mükelleftir. Roma önce krallıktı. Yanlış hatırlamıyorsam MÖ 4. yüzyılda cumhuriyete geçer ve MÖ 1. yüzyılda Sezar’ın suikasta kurban gitmesiyle birlikte imparatorluğa dönmüştür. İmparatorluğun hukukunda suçlanan kişinin suçunu suçlayanın ispat etmesi şart koşulmuştur. Bugün biz de aynı şeyi uyguluyoruz. Evet, büyük bir mükelleftir, bu çok önemli bir husustur. Az önce dediğim gibi Atina’nın Solon kanunlarından, hukukundan gelen bir olaydır. İki, önceleri Romalı anne-babanın çocuğu Roma vatandaşı kabul edilmekteydi. İmparatorluğa geçildikten sonra MÖ 1. yüzyılda Roma devlet topraklarında dünyaya gelen her bir kişi Roma vatandaşı kabul edilmiştir. Bunu Roma’nın varisi olarak geçinen Fransa benimsemiştir ve Fransa’nın bağımsızlığa ulaştırdığı Amerika Birleşik Devletleri esas almıştır. Çocuğunuzu -Allah analı-babalı büyütsün- Amerikan sularında, hava sahasında ve tabii ki karasında dünyaya getirirseniz ABD vatandaşı olursunuz. Size bu kopyayı verdiğimden ötürü herhâlde bana ömür boyu müteşekkirsinizdir. Uçağa atlayıp Amerika’ya sokmasalar bile sizi yeter ki uçakta Amerikan hava sahasında yahut da New York Kennedy hava meydanında bulunun ve Amerikan vatandaşı olsun. Belki onu sokarlar, sizi sokmazlar annesi-babası olarak, Roma hukukundan gelen bir husustur. Bunun tersi nedir? Anne-babanın o ülkenin vatandaşı veya o kavimden olması ki en yaygın olan budur. Birçok ülkede bugün hâlâ yeryüzünde anne-babanın durumuna, onların o kavme ait olup olmadığına bakılır. İkinci Dünya Savaşından sonra nasyonal sosyalizmde yaşananlardan alınan derslerle Avrupa’da toprak üzerinden, yani Fransız hukuku taklit edilerek vatandaşlık hakkı verilmektedir. Daha önce mesela, Alman vatandaşlığı ancak anne-babanın Alman olmasıyla mümkündür. Bizde Osmanlı tebaası olmak için Osmanlı toprağında dünyaya gelmiş olmanız gerekiyor. Hangi dinden olursanız olun Osmanlı’sınız öyle kabul 334 • Teoman Duralı ediliyorsunuz. II. Mahmud’dan itibaren bizde resmen vatandaşlık çıkmıştır. Daha önce müphemdi bu ama II. Mahmud’dan itibaren, Tanzimat’tan sonra vatandaşlık ortaya çıkmıştır ve orada toprak, ülke esas alınmıştır. Milat dediğimiz Hz. İsa’nın var sayılı doğumudur. Bilmiyoruz tam olarak ne zaman dünyaya geldiğini ama böyle bir şey kabul ediliyor ve bu sıfır noktası olarak geçer, tarih değiştirilir. İsa’nın doğumundan öncekilere MÖ, sonrasına da MS olarak gündeme gelir. İsa’nın doğumu MÖ 10’larda hesaplanır, vefatı MS 30’la tarihlenir. Demek 40 yaşlarında vefat ediyor. Kur’an’a göre Allah yanına alıyor, Hıristiyanlara bakılırsa biliyorsunuz meşhur hikâye çarmıha geriliyor. Hangisi olduğunu tabii bilmiyoruz, tarihin çerçevesinde bir inanç konusudur. İsa’nın getirdiği dine Hıristiyanlık denilmiştir ama İsa’nın gerçekten ne getirip ne getirmediği belli değil. Hıristiyanlığın asıl kurucusu, mimarı iki kişidir. Bu ikisi Roma vatandaşıdır. Aziz Pavlus ve Aziz Petrus. Aziz Pavlus’a Fransızcada St. Paul deniliyor. Bizde her şey Fransızlaştığı için, dilimizi pelesenk etmişiz St. Paul, St. Pierre, asıl Latincede Pavlus ve Petrus diye geçer. St.’in de Türkçesi aziz olduğuna göre Aziz Pavlus ve Aziz Petrus diye anıyoruz. Aziz Pavlus Yunan tarafında Hıristiyanlığı inşa ediyor. Buradı Yunanca konuşan insanlar var ama Roma toprakları, Pavlus buraya yayıyor. Petrus Roma’ya gidiyor, Roma’da ilan ediyor. Latincede durduğu kayanın adı Petrus’tur; kaya Petrus. O durduğu kayaya ilahi ışının intikal ettiğine inanılmaktadır. Hıristiyanlık çok zor bir husus. Yani Müslümanlıktan kat be kat daha zor anlaşılır, anlatılabilir bir olaydır. Çünkü Tanrı meselesi olağanüstü çetrefildir. İsa Tanrı’dan gelmektedir, Tanrı’nın bir uzantısı ama aynı zamanda da Tanrı’dan ayrıdır. Bu kadar, ben daha fazlasını bilmiyorum. Hem bir tanrılığı vardır, hem de Tanrı’dan farklıdır ve Tanrı olarak dünyaya gelir. Tanrı yarattığı insanların arasına bir uzantısını -ona oğul deniliyor- feda eder. Bunun olağanüstü renkli bir hikâyesi vardır. Tanrı’nın kendisinden neşet ettirdiği İsa’yı bir insan dünyaya getirir. Bu insanın adı, hepimizin bildiği gibi Hz. Meryem’dir. İsa ilahidir, Meryem ilahi değildir, bizim gibi bir insandır. Üstün bir insandır, olağanüstü bir insandır, kalburüstü Doğu ve Batı Medeniyetleri • 335 bir insandır o ayrı ve Hıristiyanlıkta Tanrı’nın annesi, Yunanca Theotókos olarak geçer. Meryem’in İsa’yı doğurması, dünyaya getirmesi olağanüstü hikâyelerle çerçevelenmiştir. Bir zina çocuğu olduğu iftirası atılır. İsa son derece zor şartlarda büyür. Bu büyümede çok dikkati çeken bir husus kendisinin ve annesinin çektiği azaplardır. Buna Hıristiyan lügatinde passio denilmiştir, Latincede passio Türkçede iki farklı kavramla karşılanır: Tutku ve çile. İsa’nın passio’su Türkçede çiledir ama bu çok önemli bir noktadır. Çünkü bazı şapşalların şu gözlerimle tutku diye tercüme ettiklerine şahit oldum. Tutku düşük, kötü bir şeydir. Oysa çile çok yüce bir olaydır. Müslümanlığın aslî kesiminde, şeriatta çile yoktur. Çileyi İslam’a sokan tasavvuftur. Bu da çok önemli bir noktadır. Tasavvufun Hıristiyanlıktan ve Yahudilikten etkilenmiş olma ihtimali çok kuvvetlidir. Çok önemli İspanyol filozof Miguel Asin Palacios, “Hıristiyanlaştırılmış İslam” diye adlandırır tasavvufu. Palacios İbn Arabî uzmanıdır aynı zamanda. İspanyollar İspanyol Müslümanlarıyla büyük gurur duyarlar. Bağırlarından İbn Rüşd gibi, İbn Arabî gibi büyük filozofların çıkmasından ötürü özellikle 19. yüzyıldan bu yana çok gurur duyarlar. Bu adam da onlardan biridir. Her neyse, çile Hıristiyanlığın baş kavramıdır, ana kavramıdır. Çilenin en büyüğünü İsa ömrünün son demlerinde yaşar. İftiraya uğrar, Romalı valinin karşısına çıkarırlar. Kim çıkarır, kim suçlar o çok önemlidir: Yahudiler. Orta Çağ Avrupa’sında Yahudiler Tanrı katili olarak vasıflandırılmışlardır. Bakın, bunlar bizim uzaktan yakından bilmediğimiz, tanımadığımız, kıyısından köşesinden geçmediğimiz olaylardır, Avrupalı olan bizlere bunları özellikle hatırlatıyorum, Yahudiler Tanrı katili olarak görülmüşlerdir. Niye? İsa’nın katli Yahudilere bağlanmıştır da ondan, hatta bizde bir fıkra vardır. Yeniçerinin biri bir Yahudiyi yakalar, sokak ortasında dövmeye başlar. Belki biliyorsunuzdur bu hikâyeyi, Yahudi bir anda şöyle bir kendine gelir, “bana ne vuruyorsun, ben sana ne yaptım” diyor. “Sen İsa’mızı öldürmüşsün” diyor. Yahudi de “2000 yıl önce olmuş bir olay” der. “Ne bileyim” der yeniçeri, “ben bunu dün öğrendim”. Romalı valiye şikâyet ederler. Tabii durduk yerde olmuyor bunlar, Yahudilerin de geçerli gerekçeleri var. İsa bir adalet savunucusudur. Bu da 336 • Teoman Duralı çok önemli, çok şiddetle ve hiddetle bakmayın o propagandalara, “Sana tokat atana öbür yanağını çevir”, İsa çok şiddetli bir adamdır anlatılanlardan çıkardığımız, adaletsizliğe, haksızlığa zerrece tahammülü yoktur. Yahudilerin Kudüs’te muazzam bir tapınağı vardır: Süleyman Mabedi. O Süleyman Mabedinin birinci katında sarraflar ve tefeciler vardır. Elindeki değnekle dalar, masaları altüst eder. Tefecilerin paralarını, senetlerini filan dağıtır. Orada konulmuş birtakım putlar vardır. Her ne kadar Yahudilikte kesin yasaksa da zamanla bozuluyor, heykelleri, heykelcikleri eliyle kırıyor. Hızını alamıyor, mabedin daha altında, yeraltında af buyurunuz genelev var, oraya giriyor. Kadın zaten sayılmayan bir varlık, o kadınlar sıfırın altında saygı görüyorlar. Kelimesini bulamıyorum; gördükleri saygısızlık, zulüm, işkence… Mabedin alt katı genelev olarak kullanılıyor, buradaki kadınlara gidiyor ve kadınların ayaklarını yıkıyor. Bugün hâlâ Papa belli dönemlerde müminlerin ayaklarını yıkar. Son Papa’da bir ara gördük, bir gün gazetede çıktı, müminin ayağını yıkıyordu. Oradan geliyor bu, tabii artık fahişenin ayaklarını yıkamıyor ama herhangi birinin ayağını yıkıyor. Bu İsrail camiasında olağanüstü bir tepki, nefret uyandırıyor. Yahudilikte mertebeler var, ruhban sınıfı vardır. Özellikle en yüksektekiler Rabbilerdir. Rabbilere bayrak açıyor, dinimizde böyle bir şey olmaz diyor. Tanrı’yla insan arasında ara mertebeler olamaz diyor. Tabii sonra bal gibi olmuştur, o ayrı. Şikâyet ediliyor Romalı vali Pontius Pilatus’a. Vali İsa’yı getirtiyor ve gördüğü anda -bu bütün Avrupa dillerine pelesenk olan bir deyimdir- “Ecce homo - işte insan” diyor. Bunu niye diyor bilmiyoruz. İsa kıl gibi bir adam, zayıf, üstünde bir harmanisi var. Dökülüyor kısacası, alay maksadıyla mı söylüyor bunu, işte insan dediğiniz bu mu gibilerden, yoksa İsa’nın şahsiyeti baniyesinin etkisinde kalarak mı bunu haykırıyor bilmiyoruz ama Avrupa edebiyatlarında ecce homo çok önemli bir yer tutar. İsa’nın 12-13 Havarisi vardır. On üçüncüsü hain çıkar. Bu da Avrupa milletlerinin zihniyetinde müthiş bir yer tutar. 13 bütün Avrupa dinlerinde uğursuzluk rakamıdır. 13. kişi İsa’yı Romalılara ihbar edendir. Yine olağanüstü bir resim son akşam yemeği; akşam sofrası, dinlerde -Müslümanlıkta da böyledir- birlikte yemek bir kutsallık Doğu ve Batı Medeniyetleri • 337 işaretidir, çok önemlidir. Bir arada yenilir, ibadet bir arada yapılır, yemek bir arada yenir ve bu Hıristiyan inancında son akşam yemeği en önemli ibadetlerdendir. Orada İsa: “Aranızda beni takdis eden biri vardır” der. Tabii bu bir alay olarak geçer, yani bir hain var demek istiyor. Hepsi birbirlerine bakarlar, herkes birbirinden şüphelenir. Bu da çok önemli bir noktadır. Bizde şüphe büyük bir günahtır Müslümanlarda, ümitsizliğe kapı açılır. Ertesi günü İsa’yı tutuklarlar. Yargılanır, o da başlı başına bir olay, idamına karar verilir. Romalıların idamında çarmıha gerilmek vardır. Elinize çivi, ayağınıza çivi çakarlar. İsa’ya bir şey daha yaparlar, başına demirden iğneli bir taç giydirirler. Gördüğünüz gibi her bir olay acı derecesini arttırmaya yöneliktir. Arttırabildikçe arttırıyorlar acıyı, haçı, istavrozu omzuna yüklüyorlar ve o hâlde tepeye çıkıyor Filistin sıcağında. Yalnız daha önce başka çok önemli bir olay daha var. Onu anlatayım, isterseniz idamı artık gelecek oturuma bırakırız. İsa mucizelerle dolu bir adamdır. Mesela, Galilee Gölü’nün üzerinde yürüyor. Zaten ilkin Galilee Gölü’nde bir balıkçıdır. O yüzden de çok eski sembollerde hep balık vardır. Balık İsa’yı temsil eder. Gölün üstünde yürür, balıkçıları fırtınadan kurtarır, hep bir kurtarması vardır ve nihayet 12 Havarisiyle Kudüs’e gelirken surların dibinde bir kalabalık görürler. Kalabalıktan da bazıları İsa’nın geldiğini görür. Ellerinde taşları vardır, bir kadını boğazına kadar gömmüşlerdir. Bu kadının adı Magdalena’dır. Zinayla suçlanıyor ve zinanın cezası Tevrat’ta taşlanmadır, recmdir. Bunlardan biri İsa’ya döner, der ki: “Ey İsa, hangimiz ilk taşı atsın” “Hanginizin günahı en azsa o atsın” der. Bunun üzerine eller iner, taşları yere bırakırlar. İsa gider, Magdalena’yı çukurdan çıkarır ve Magdalena İsa’nın en yakın birinci derecedeki yoldaşı olur o saatten itibaren, tabii bugün Avrupa’da rezillikler çok revaçta olduğundan hemen onu da İsa’yla arasında bilmem bir şeylere yoranlar çok. Hatta bunun tiyatroları, bilmem neleri filan yazılmıştır. Aralarında ne geçip geçmediği hakkında hiçbir fikrimiz yok, o konuda hiçbir fikir yürütmeye, akıl yürütmeye de mezun değiliz ama bildiğimiz şu: İsa’nın birinci derecede yakınıdır. Bütün peygamberlerde gördüğümüz bir olay, Hz. Peygamber’in de 338 • Teoman Duralı en yakın insanları kadınlarıydı. Karısı Hz. Hatice’yle, kızı Fatıma. Hz. İsa’nın da en yakını iki kadındır: Annesi Meryem ve biraz önce bahsettiğim Magdalena. İsa çarmıha gerildiğinde herkes İsa’yı terk eder. Yanında Meryem’le Magdalena vardır ve zaman zaman Romalı askerlerden gizli olarak Magdalena gidip su döker İsa’nın bedenine biraz rahatlatmak için, akan kanını siler, vs. Buradan da Orta Çağ yoluyla Avrupa’yı çok etkileyen bir fikir doğar: Kadın sadakat ve iffet timsalidir. Meryem’le Magdalena fedakârlığın ve iffetin zirvesi olarak görülürler ve bu olay, bu durum Avrupa’nın resmi zihniyetinde erkeğin kadına saygı göstermesi şartını doğurmuştur. Ne kadar uygulanmıştır uygulanmamıştır ayrı bir olay ama böyle bir resimle karşılaşmaktayız buradan hareketle. Özellikle Katolik -ki Ortodokslukta da bu böyledir- kadın yüce tutulmaktadır, ulu tutulmaktadır. Meryem’den hareketle yüce tutulmaktadır. Çok ilgi çekici bir şey, Meryem’in yüceliği, ululuğu Hz. Fatıma’yla birleştirilmiştir. Nerede? Portekiz’de Fatıma diye bir mağara vardır. Neden Fatıma denildiğini bilmiyoruz ve o mağaraya her yıl mümin Katolikler hac ziyaretinde bulunurlar. Meryem’i aslında ziyaret ediyorlar ama mağaranın adı Fatıma’dır. Tabii Müslümanlıktan kalma bir şey, çünkü orada Müslümanlar uzunca bir süre kalmışlardır. İberya Yarımadası’na İspanya ve Portekiz’de ve o dediğim gibi mağaraya bu ad verilmiştir. İsa’nın çarmıha gerilmesi burada haftalarca da anlatsak bitiremeyeceğimiz bir hikâyedir. Burada Yunan’ın icat ettiği o olağanüstü tiyatro görünümü canlandırılır. Yani Hıristiyanlık daha önce size söylemiştim, Yunanlılaştırılıyor. Bu Yunanlılaştırmanın en önemli belirtisi tragediadır. İsa büyük bir acıyla kıvranırken herkes onu terk etmiş, bu iki kadın var kendisini terk etmeyen, büyük bir acıyla haykırır: “Ey Tanrım, beni terk mi ediyorsun?” Muazzam bir tasavvurdur ve Avrupa edebiyatlarının resminin, resim sanatının baş tacı ettiği bir olaydır. Bize çok yabancı gelmektedir. Sadece İslam’ın reddetmesinden de değil, herhâlde soy olarak, kavim olarak tragedia bize çok yabancı, İslam milletleri içerisinde tragediaya en yatkın olan kimdir dersiniz? Farisîler tragedia esasından hareketle bir İslam inşa etmişlerdir. İsa’nın tragediasını Hz. Hüseyin ve ailesinin şehit edilmesi, Kerbela metinlerinde Doğu ve Batı Medeniyetleri • 339 görülür. İran edebiyatında Avrupa edebiyatlarında gördüğümüz trajik özellikteki şaheserliğe sahip metinlerle karşılaşıyoruz. Bir ölçüde bu İran’dan daha doğusuna, Hint’e sirayet etmiştir. Hint Müslümanlarının edebiyatında ve musikisinde yansımaları vardır. Kuzey Hindistan’ın, İsmaililerin, Ahmedilerin, vs. harikulade tasavvuf musikisi vardır. Efendim, Orta Çağa bu girişi haftaya da sürdürmek üzere, bugün gene çok uzattık, affola.. SALONDAN- “Hıristiyanlık felsefileştirilmiştir” sizin cümleniz mi? TEOMAN DURALI- Evet, Hıristiyanlık felsefileştirilmiştir. Buna karşılık İslam’da felsefe İslamileştirilmiştir. İslamileşen felsefeden kelam çıkmıştır. Felsefeye yedirilen Hıristiyanlıktan Kristoloji çıkıyor. Hıristiyanlıkta her şeyden önce bir merkez vardır. Eflatun’un hâlefi olarak görebileceğimiz MÖ yanlış hatırlamıyorsam 1. yüzyılda yaşamış Plotinos sudûr nazariyesini ortaya çıkarmıştır. Aslı Eflatun’dadır. Her şey Tanrı’dan çıkıyor. Yani Tanrı yalnızca yaratmakla kalmıyor, Eflatun’a göre yarattıktan sonra da her şeyi Tanrı sürdürüyor, devam ettiriyor. Tanrı’ya inanmak, Tanrı’nın yaratıcı olduğuna inanmakla yetinemezsin, her şeyin ondan geldiğine inanırsın, İslam’da şer ve hayır Allah’tan gelir deyişimizin âdeta bir başka çeşidi. Ne yapıyor bu Tanrı? Güneşe benzetiyor Eflatun, Plotinos da bu benzetmeyi alıyor ve güneşin ışığının en parlak olduğu dönemden gittikçe zayıflamasına kadar bütün aşamaları sıralıyor. Plotinos’un sudûr nazariyesine dayanan Hıristiyanlığa göre ışığın en parlak, en sıcak olduğu nokta İsa’dır. İsa’dan itibaren o parlaklık, o sıcaklık peyderpey azalır. Yeryüzünde en sıcak bölge Ekvator bölgesidir. İnsanlığın ekvatoru da diyelim, ruhban sınıfıdır. Tanrı’nın birinci derecede sıcaklığını temsil eder. Daha sonraki kesim ruhban olmayan, Yunancada laïkós, Latincede laicus, Fransızcada laïc. Yunancada laïcité cahil cühela, hiçbir şeyden anlamayan man kafa manasına gelir. Laikler Hıristiyanlıkta ruhban olmayan kitledir. Hayatın her noktasında ve her anında laik, ruhban olmayan ruhbana danışmak mecburiyetindedir. Orta Çağda laikse bırak oku- 340 • Teoman Duralı mayı yanında Kitab-ı Mukaddes’i bile taşımak yasaktır, yanında bulurlarsa ceza yersin. Kitab-ı Mukaddes’i okumakla bir tek rahip yükümlüdür ve sana okur, seni aydınlatır, tenvir eder. Burada sürekli olarak hayatın yeniden yorumlanması olayı çıkmıştır. Bunun tersi bizdedir, İslam’dadır. Kur’an vardır, hadisler vardır, bununla yetinmek zorundayız. İçtihat kapıları kapanmıştır Ebu Hanife ile, yani artık yorum yapamazsın, bitti. Yorumun yapılacağı alanla yapılamayacağı alanı da Gazzâlî belirlemiştir. Hangi alanda yorum yapamazsın? Dinde yapamazsın, dünya olaylarında yap. Hıristiyanlıkta her ikisinde de yorum yapma imkânı var. Dini yorum yapan rahiptir. Yorumun yapıldığı yere felsefe sızar. Felsefe nereden geliyor? Hıristiyanlığa Yunan’dan geliyor. Bize de gelmiş ama bizde düşünce hayatının dışında tutulmuştur. Tropik bitkiler vardır, evinde yetiştirirsin. Biraz dışarı çıkardın mı ölür gider soğukta, bizde felsefeyi ve onunla gelişen bilimleri buna benzetebilirsin, ilim dışında kalmışlardır. Özellikle Aristotelesçiliğin dine nerede müdahalesi olmuştur? Hukukta olmuştur ve dediğim gibi buradan kelam dediğimiz olay ortaya çıkıyor. Taban tabana bir zıtlık var. İslam’da her zaman istisnayı Şiilik teşkil eder. Hıristiyanlıktaki Kristolojinin benzerini Şiilikte görüyoruz. Şiiler üzerine çalışma yapan, büyük Fransız filozof Henry Corbin “imamoloji” demiştir. Çünkü imam Arapçada önder demektir. Şiilere göre İslam’ın önderi imamdır. Sünnilerdeki imamdan tamamıyla farklı bir konumdadır ve orada da bir mertebe vardır. Hüccetü’l-İslam’dan Ayetullah’a çıkan bir silsile vardır, aynen Katoliklikteki gibi, dolayısıyla orada da felsefenin çok önemli bir yeri vardır. Zaten felsefenin İslam dünyasında yürüdüğü yatak, mecra Şiiliktedir. Şiilik dediğim vakit de 12 İmam Şiiliğini kastediyorum. Zaten 12 İmam Şii olanlar da öbürlerini kabul etmez, onları dışlarlar, kaale almazlar. O anlamda 12 İmam Şiiliğinde felsefe yürür ve İran’da 13. Yüzyıldan sonra önemli filozoflar çıkmıştır. Burada ben Sünniliği esas alarak konuşuyorum, taraf tutuyordur diyor olabilirsiniz, bilmiyorum artık ne derseniz deyin, bu şekilde görebiliriz. Hıristiyanlıkta belli bir yere kadar felsefe yürümüştür. Nereye kadar? Tanrı’yı sınayamazsın. Ne demektir Tanrı’yı sınamak? Doğu ve Batı Medeniyetleri • 341 Tanrı’nın vasıfları hakkında dinin dışında bir şey söyleyemezsin. Dediğin anda çıkmış olursun. Orada işte laiklik su yüzüne çıkacaktır. Dinin dışında bir yol olarak karşımıza çıkacaktır Rönesans dediğimiz olay 13. Yüzyıl. SALONDAN- Gazzâlî mi engelliyor Sünnilerin felsefileşmesini? TEOMAN DURALI- Gazzâlî engelliyor ama doğru yapıyor. Yani İslam’da gitmiyor, yürümüyor, olmuyor. Çünkü çok belirgin oturtulmuş bir felsefeyle Hıristiyanlık sürekli kendini yenilemek zorundadır. Çünkü Hıristiyanlığın taşıyıcıları ilahi insanlardır. İslam’da İslam’ı taşıyan kişiler yoktur. Allah ve insan arasında bir ara mertebe yoktur İslam’da, bir Allah vardır, bir de kullar, insanlar vardır. O ara mertebe yoktur. Peygamber de ara mertebe değildir, o da senden benden gayrı bir insan değil, olağanüstü bir adam olur, dahi olur, şu olur bu olur ama insandır. Peygamber kul ve elçidir. Çok karşılaştırılır Hıristiyanlıkla Müslümanlık, bana kalırsa ortak noktaları yok kadar azdır ikisinin arasında, hani bütün dinler birleşiyor. Evet, olabilir. Tasavvufun uç noktasında benzeşebilir ama normal zeminde hayır. Yahudilikle daha fazla benzerlikler vardır. Dediğim gibi Yunan’ı çok fazla almıştır Hıristiyanlık. Yani bu İsa dini olmaktan çıkıp âdeta bir Yunan dini hâline gelmiştir. SALONDAN- Ruhbanlar peygamber gibi mi? TEOMAN DURALI- Tabii, concilium diye bir toplantı vardır. Orada dini kurallar yeniden koyulur. Üç ya da dört kere concilium olmuştur. “C” Latincede “k” okunur her zaman, Fransızcada ise “s” olur. Konsilde alınan kararla Hıristiyanlığın nasları, dogmaları oluşur. Hıristiyanlığın en başında gördüğünüz şeyler değildir, birçok Hıristiyani tasvir, birçok dogma Hıristiyanlığın başında yoktur. Mesela, İsa çarmıha geriliyor, ölümden diriliyor, eti hamura, kanı şaraba dönüşüyor ve her pazar kilisede ibadette papaz cemaate, tek tek kişilere bir parça hamur ve azıcık bir kırmızı şarap tattırır. Bu transubstant, cevherin dönüşmesidir; çok eski bir dini inançtır, sevdiğini içleştiriyorsun. Yamyamlık da oradan gelir. Yani insanlar et sevdiklerinden mi yiyorlar bilmiyorum 342 • Teoman Duralı ama kıyamıyor atmaya, onu alıp içine içleştiriyor. İşte başka bir deyim bulamıyorum. Çünkü o ette aynı zamanda o kişinin ruhu da vardır. Bütün yamyam topluluklarda bu inanç vardır. Her et yenmez; en sevdiğin babanın, -Allah saklasın- çocuğunun, vs. Bana öyle anlattılar. Dedesi yamyam olan bir adam Sumatra’da, esasında biz dedi öyle hayvanın etini yer gibi yemiyoruz, çok sevdiğimiz için onu içimize alıyoruz. Mesela, yine bazı dinlerde ceset yakılır, külleri evde bir vazonun içinde, bir kabın içinde saklanır. İnanılmaz bir şeydir, şimdi babamın külü masanın üzerinde duruyor. Bunun gibi, o da etini yemekle… neyse, şimdi akşam vakti ruhunuzu allak bullak etmeyeyim. SALONDAN- Batı dünyasının düşüncesine felsefe dersek Doğu dünyasındaki düşünceye de tasavvuf diyebilir miyiz? TEOMAN DURALI- Hayır. Batı’daki düşüncenin tümü, tamamı felsefe değildir. Batı’daki düşüncelerden biri felsefedir. Çok özel bir düşünce türü felsefedir. Tasavvufla felsefe arasında uzaktan yakından bir bağlantı yoktur, tamamıyla ayrıdır. Mesela, tasavvufun en büyük adamlarından Mevlânâ’ya filozofsunuz deseniz döver sizi en basit, yani eline ne geçirirse atar üstünüze, mutasavvıf olup da filozof olan var tabii, filozof olup bahçıvan olan da var, fotoğrafçı olan da vardır. Olabilir. İbn Arabî de böyle ama bahusus tasavvufla felsefe apayrı olaylardır. Bunun ayrıntısına girmeyeceğim. Tasavvuf dindir, basbayağı düpedüz tertemiz bir dindir. Hiç araya herhangi bir yabancı madde girmiş değildir. Çok üst seviyedeki bir dindir. Okulları sıralayacak olursak ilkokul, ortaokul, üniversite vardır. Dinin üniversitesi tasavvuftur ama tasavvufa gelmek için şeriattan geçmek mecburiyetindesiniz. Yani ilkokula, ortaokula girmeden nasıl üniversiteye ulaşamazsanız tasavvuf da böyledir, anlatabiliyor muyum? Bunlar birbirinin tersi, birbirinden aykırı, birbirinden ayrı şeyler değildir. Oysa felsefe tamamıyla farklıdır. SALONDAN- Bu tutku passio dediniz ya Hocam, bu passio üzerine değil ama Camus’nün “Düşüş”ünde insanın düşüşünden bahseder. Anlattığınız passio kıvamında anlatır bunu fakat Camus ne dinle ne Hıristiyanlıkla ilgisi Doğu ve Batı Medeniyetleri • 343 olan birisidir, felsefi açıdan bakıyor olaya, burada bir bağdaştırma düşündüm biraz olabilir mi diye, oradaki insanın düşüşünden… TEOMAN DURALI- Kendini Hıristiyan tasavvur etmeyebilir ama Hıristiyanlığın çerçevesinde düşündüğü muhakkak, çıkamaz onun içinden. Bizde de bütün klasik yazarlarımız, Müslümanlığın birinci derece düşmanı dahi olsa Müslümanca düşünür. Şimdi artık olmadığına göre, beni mahkemeye de veremeyeceğine göre Tevfik Fikret’i mesela alabilirim. Çünkü o ocakta yetişmiştir. Bugün ne kadar Müslüman olursanız olun artık o medeniyetin zihniyetinde düşünemiyorsunuz. Çıkmışız oradan, Camus de dediğiniz gibi Hıristiyanlığa karşıdır, Hıristiyanlığı benimsemiyor ama onun kategorileriyle düşünmek zorunda, başka bir düşünme imkânı yok. Hıristiyanlığın en önemli düşmanlarından biri Feuerbach’dır. Hıristiyanlığı ben bir ölçüde Feuerbach’tan okudum, öğrendim. Vururken, Hıristiyanlığı döverken Hıristiyanlığın kategorileri içinde yapıyor bunu, o zihniyetle yetişmiş bir adamdır. SALONDAN- Hocam, bugünkü Hıristiyanlıkla Roma’nın Hıristiyanlığı benzer mi? TEOMAN DURALI- Hıristiyanlıkta çeşitli mezhepler var. Katolikliği kastediyorsan tabii, oradaki sapmalar resmi sapmalardır. Yani laiklerin yorumuna göre olmuyor. Ruhbanın Konsillerde verdiği kararlar çerçevesinde olur, son Konsil 1962’deydi galiba ve o tarihten önceki Katoliklikle sonraki Katoliklik arasında tabii ki farklar var. Keyfi değil bunlar, ayrıca çok küçük farklar gelebiliyor zamanla, Papa’ya dayanarak. Papa’nın ağzından çıkan her söz Tanrı’nın sözü gibi görülür. Dedim ya Şiilik bunu taklit ediyor. Ayetullah ne demektir? Allah’ın ayeti, Allah’ın sözü. Şiilere “Ben de Ayettullahım, mademki onun yaratığıyız, her birimiz Ayetullahız, yani bunun için özel bir statüye hacet yok” dedim. Ne varsa başını salladı, belki beni boğacak durumda değildi orada ama kısacası Papa’yı tokatlarsa Tanrı’yı tokatlamış gibi oluyorsun. Çünkü Papa, sudûr nazariyesine göre Havariler Petrus ve Pavlus üzerinden İsa’dan el almış sayılır. 344 • Teoman Duralı Buyurunuz. SALONDAN- Yeni Papa seçildiği zaman bir yüzük takıyor ve balıkçının yüzüğü, herhâlde o, değil mi Hocam? TEOMAN DURALI- Evet tabii, İsa’nın sembolü. SALONDAN- Tasavvuf tümüyle panteist midir? TEOMAN DURALI- Katiyen, hiç alakası yok, panteizm İslam’a taban tabana zıt olan bir şey ve tasavvufta İslami olmayan hiçbir şey yoktur. İslam’dan sapan tasavvuflar olabilir mi? Onlar tasavvuf değil, başka şeylerdir. Kesinlikle olmaz, panteizm dediğim gibi Hıristiyanlıkta da yoktur panteizm, bildiğiniz üç dinde panteizmin “p”si yoktur. Yani Yahudilikte, Hıristiyanlıkta ve Müslümanlıkta olamaz. SALONDAN- Hıristiyanlığın dönüşmesi ve Yeni Çağa geçiş ne zaman olmuştur? TEOMAN DURALI- Medeniyetler için kesin tarih vermek mümkün değil ama önemli ölçüde Yeni Çağa geçilmesi, Hıristiyanlıkta ümmetin ortadan kalkması ve millet devletlerin kendini göstermesiyle oluyor ki bu millet devletler daha çok 1500’lerin ikinci yarısında başlar. Bunun en önemli örneği Fransızlarla Almanların birbirine girmesi ve Fransız Kralı Fransuva’nın Kanunî’den yardım dilemesidir. Daha resmen ulus devlet olayı yok ama oraya doğru bir gidiş vardır ve bu Yeni Çağın zillerini çalıyor. 1600’lerde bu katmerleşiyor ve hatta diyebiliriz ki 1600’lerin ortalarında Yeni Çağ başlamıştır. SALONDAN- Hocam, son bir soru sorayım. Cevabı kısa olabilir. En eski İngilizce yazılı metnin tarihi belli mi Hocam? TEOMAN DURALI- Tabii, Magna Carta 1215. Ama sanıyorum 9. yüzyılda var yazıları, daha İngilizce değil tabii, o eski İngilizce, Anglosakson dili şeklindedir. Yani İngilizcenin ortaya çıkması Fransız istilasından sonra 1100’lerde, 1200’lerdedir. Teşekkür ediyorum. Doğu ve Batı Medeniyetleri • 345 ŞUBAT 2017 Avrupa’nın Romalı Kökleri ve Feodal Yapılanma TEOMAN DURALI- Efendim, Avrupa’nın tarihi Roma’nın çöküşüyle başlıyor. MS 476 Roma’nın çöküşü olağanüstü bir fırtına koparmıştır. Büyük devletlerin çökmesini gemilerin batmasına benzetirim. Bende öyle bir hastalık vardır, her şeyi gemiye, denize geri götürme hastalığı, gözümde geminin batışı canlanır. Gördün mü diye sorarsanız gördüm. Çok küçüktüm, Zonguldak’ta o zamanlarda liman yoktu henüz, geminin adını bile hatırlıyorum, İnal diye kömür nakleden bir gemi, küçük bir gemiydi, buna rağmen batarken olağanüstü -yahut çok küçük olmamdan ötürü bana öyle geldi- bir girdap meydana geliyor, anafor ve o anafora karşı koyamıyorsunuz. Ne varsa çekiyor içine, bayağı bir süre gerektiriyor anafor etkisinin kaybolması; Roma, Osmanlı Devleti ve en son en yakınlarımızda büyük bir devlet olarak Sovyetler Birliği’nin çökmesi böyle bir anaforu meydana getirmiştir. Bugün Balkanlar, Güneybatı Asya ve havalisi hâlâ oturmamışsa, hâlâ büyük bir kargaşanın içindeyse, bunun başta gelen sebebi Osmanlı Devleti’nin çöküşüdür. Kısa bir sürede bu etkiyi örtemeyeceğiz, devam edeceğe benziyor. Roma’nın çöküşü aşağı yukarı 300 yıl kendini hissettirmiştir. 476’dan 700’lere değin Avrupa dengeye kavuşamamıştır. 400’lerle 700’ler arasında 300 yıllık süre, tarihte karanlık çağ olarak geçer. Gerçi daha sonra bunu uzun boylu konuşacağız, 19. yüzyıl Avrupalı tarih filozofları bütün Orta Çağa karanlık demişlerdir. Neden? Çünkü Orta Çağ Hıristiyan medeniyetine bir başkaldırı meydana gelmiştir. Ne zaman? 1500’lerden itibaren bir isyan bayrağı çekilmiştir. Devrimler hep devirdiklerini alabildiğine kötülerler. Yeni ortaya çıkan Yeni Çağ din dışı Avrupa medeniyeti de selefi Orta Çağ Hıristiyan Avrupa medeniyetini yerden yere çalmıştır. Karanlık çağ, cahillik, vahşet demiştir. 346 • Teoman Duralı Bizde de taklit olduğundan bizimle hiçbir ilgisi olmamasına rağmen, Orta Çağ Avrupa’sını da tanımıyor, bilmiyor olmamamıza rağmen, bizim dışımızda cereyan ediyor olmasına rağmen, bizde de ilericilere, çağdaşçılara kulak verdiğinizde Orta Çağ kötüdür, karanlıktır, cehalettir derler; ne dediklerini bilmeden, Yeni Çağ din dışı Avrupa medeniyetinin kurucu babalarının laflarını tekrarlarlar. Karanlık mıydı, aydınlık mıydı, iyi miydi, kötü müydü onu bilmiyoruz. Hasbelkader göreceğiz gerçekten o kadar kötü müydü, değil miydi ama baştan peşin peşin şunu söyleyeyim: Bu kötülemeler önemli ölçüde psikolojiktir. Dediğim gibi o devrimi yaratanların bir önceki dönemi kötülemesidir. Daha sonraki devrimlerde de biz benzerini yaşadık. Mesela Fransız Devriminde işbaşına gelen yeni nesil Cumhuriyetçiler kendilerinden önce eski düzen hükümdarlık düzenini yerden yere vurmuşlardır. Rusya’da meydana gelen 1917 Devriminde her şeyi iptal etmişlerdir. O kadar ki, Çarlık Rusya’sında döşenmiş demiryollarını bile sökmüşlerdir. Düşünebiliyor musunuz şu mantıksızlığı, duygusallığı, o demiryollarını hiç yok yere söküyorlar. Ondan sonra tabii trenleri, katarları yürütebilmek için yeniden inşa etmeleri gerekti. Biz yeniden Avrupa tarihinin başlangıç tarihine, 476’ya dönelim. Cereyan eden katmerli kadim bir düşmanlıktır. Roma’nın MÖ 7. yüzyılda kuruluşundan MS 476’ya, 1000 küsur yıllık ömrünün sonunda Avrupa iki ana kesime ayrılmıştır. Batıda Ren ırmağı, güneyde Alp Dağları, Avrupa’yı iki ana kesime ayırıyor: Güney Avrupa, Orta ve Kuzey Avrupa. Orta ve Kuzey Avrupa’nın yerlileri Germen soyundan gelenler. Bugün Almanları, Felemenkleri, Danimarka, Norveç, İsveç ve İngilizlerin atalarıdır Germenler, bunların dilleri akrabadır. Hatta bazıları yakın akrabadır. Mesela, Almancayla Felemenkçe, Norveççe, İsveççe, Danca ve İzlandaca yakın akrabadırlar. İngilizce de özde bir Germen dilidir ama 10. yüzyıldan itibaren Fransız işgaline uğramış olan İngiltere’de dil değişir. Çok büyük ölçüde Fransızcanın etkisine girer. Roma genişledikçe önce İberya Yarımadası’nda bugünkü Fransa’da Belçika’da ve İngiltere’de yer tutmaktadır. Bu topraklarda yaşayan halk Kelt soyundan gelmektedir. Tip itibariyle Ger- Doğu ve Batı Medeniyetleri • 347 menlerle Keltler benzeşirler, Kuzeyli insandır bunlar. Germenler uzun boyludurlar, açık tenlidirler. Çoğunlukla bunların gözleri mavi, saçları sarıdır. Diğerlerinin gözleri yeşil, saçları kızıldır. Hepsi böyle değil tabii ama genel olarak ortalamada kızıl saçlı, yeşil gözlü, sarı saçlı, mavi gözlü olurlar. Batı Avrupa Keltlerle meskundur. Fransa’daki Keltlerin adı Gaul’dür. Fransız milli kahramanı general de Gaulle’nin adı oradan geliyor. Gaul kavmi Kelt bir boy olarak Fransa’da yaşıyordu. Daha güneyde bugünün İspanya’sında İberyalılar yaşıyorlardı. Bu da bir Kelt boyuydu. İngiltere adalarıysa Bretonlarla meskundu. Roma genişledikçe buraları ele geçirip Keltler işgalci kuvvet olan Latinlerle karışmışlardır. Latinler Roma’nın taşıyıcı kavmidir. Bunlarla karışırlar ve zamanla şekillerini kaybederler. Çünkü soylarda baskın genetik yapılar vardır, çekinik olanlar vardır. Esmer, kara saçlı insanlar baskın genlere sahiptirler. Teniniz açıldıkça çekinik durumdasınız. En baskını Zencilerdir. Bu sebeple Obama’nın annesi ak tenli olmasına rağmen Obama Zenci olarak dünyaya gelmiştir, zenci tipi taşıyor. Bu genel geçer bir durumdur, bir yasadır. Yani baskın olan genetik yapı çekinik olanın üzerinde hâkimiyetini tesis eder ve ak tenli insanlar, sarışın, renkli gözlü insanlar gitgide azalırlar. Avrupa’da da bu böyle olmuştur, Fransa’da, İspanya’da, Britanya adalarında ak tenli Keltler gelen daha koyu tenli Latinlerle karıştıkça onların bu tipleri gerilemiş gözüküyor. Nihayet MÖ 1. yüzyılda bu yöre büyük ölçüde Latinleşmiştir. Akdeniz tipi insanlarla dolmaya başlamıştır. Keltler tiplerini, dillerini, kimliklerini kaybederler. Tümüyle Romalılaşırlar. Roma özellikle Kayzar, Fransızca telaffuzla Sezar -Kayserimiz oradan geliyor- döneminde MÖ 1. yüzyılın sonlarında Germen ülkesine hücum etmeye başlıyorlar. Ren ırmağını aşarak Germen ülkesine giriyorlar, topraklarına giriyorlar. Bu da bir başka tarihi yasa, tarih yasasıdır. Medeniyet kuranlar gelişmiş bir medeniyete kavuşanlar medenileşmemiş kültürleri hizmetlerine almak isterler -bugün hâlâ sürüyor-, köle kılmaya çalışırlar. Kölelik vazgeçilmez toplumsal bir işlevdir. Henüz makinalaşma baş göstermeden önce zorunlu bütün işleyişler kölelerin üstüne düşer, kölelik kaçınılmaz bir zorunluluk. Roma kölesini iki kaynaktan 348 • Teoman Duralı devşiriyor: Kara Afrika’dan zencileri getiriyorlar, kullanıyorlar ve kuzeyden Germenleri topluyorlar. Germenler güç kuvvet kazanıp da iddia sahibi olduktan sonra Germenlerin ötesinde yaşayan Slavlar -bunlar da ak tenli, sarışın, uzun boylu insanlardı- köle olarak kullanılmışlardır. Onları köle kılanlar arasında bizler de -atalarımız- varız. Özellikle de Osmanlılar köle sıkıntısı çektiklerinde, ki bizim en büyük ihtiyacımız -affınıza sığınırım- hanımlar konusunda olmuştur. Dolayısıyla Slav ülkelerine daha çok kadın toplamaya giderdik, yani çalıştıracak adamdan ziyade evlenecek kadın arıyorlardı, kadın köle toplamaya çıkarlardı. Köleler bize kuzeyden, Slav ülkelerinden ve Kafkasya’dan getirilirdi. Slavlara Latincede Slavic denilir. Slavic aynı zamanda köle demektir. İngilizce bilenler köleye slave denildiğini bilirler ve slave servus’tan (köleden) gelmektedir. O hâlde Roma hem toprak kazanmak, hem de köle temini bakımından Germen ülkelerine sefer düzenlemekteydi. Bu Germenler Türkler gibi savaşçı kavimdiler. Çok iyi savaşan adamlardı. Yerleşik değiller, konargöçer adamlardır ve bu tür boylar, toplumlar savaşçı olurlar. Bunlar gece gündüz başkalarını bulamadıklarında kendi aralarında dövüşürler. Hayvancılıkla uğraşırlar, küçük çapta tarımla iştigal ederler. Yani öyle büyük tarlalar filan yok ama zaten ülke, yaşadıkları coğrafya tarıma elverişli değil, burası kuzey ormanlarıdır. Aşağı yukarı bugünün Almanya Fransa sınırından Çukçi Yarımadası’na değin bu coğrafyaya sık kutup ormanı hâkimdi. İki büyük orman kuşağı vardır yeryüzünde: Ekvator ormanları, Afrika’da Sahel’in güneyinden Kalahari çölüne değin Ekvator ormanıdır. Güney Amerika’da da Karayip denizinden Arjantin’in kuzeylerine varıncaya değin ormandır. Yine Hindistan’ın ortası ve güneyi öyleydi. Güneydoğu Asya, yani Malay takımadaları ve Tayland, Vietnam’ın güneyi ekvator ormanlarıyla kaplıydı. Tabii son yüzyılda büyük ölçüde küçüldü. Kuzeyde de yine Kuzey Amerika’nın da kuzeybatısı şu kayalık dağlarla deniz arasındaki bölge kutup ormanlarıdır. Ne demektir bu kutup ormanları? İğne yapraklı ağaçlar, çam ağaçlarıyla kaplıdır. Ağaç altı bitki örtüsü sık olmamakla birlikte ışık toprağa değmiyor, ışık ormana giremiyor. Bu kuzey ormanlarının Avrupa’daki son kalıntısı Kara Ormanlardır. Işığın sızama- Doğu ve Batı Medeniyetleri • 349 masından dolayı kara adını vermişlerdir. Bu ormanların hâlâ devamı Rusya’nın ortasında ve kuzeyinde görülmektedir. Bunların adı tayga’dır. Eski Türkçede tayga ölümsüz demektir, Türkçeden gelen bir addır. Bu ormanlık sahada tarım imkânsızdı. Ancak bir de şu var, onu da hemen belirteyim: Yağışlı ve nemli bir bölge olması itibariyle ormanı yakma imkânına sahip değildiler. Ekvator Ormanlarından farkı da budur. Ekvator Ormanlarını nispeten rahatlıkla yakabilirsiniz. Bu sebeple Ekvator bölgelerinde yaşayan toplumlar ormanı yakarak tarım yapabilmişlerdir, bunun en gelişmiş örneği Avustralya’dır. Avustralya yepyerlileri -Aborjinlere yepyerli diyorum- ormanı yakarlar, eker biçerler ve ondan sonra orman yeniden biter. Beyazlar, ak tenliler, İngilizler buraya ayak basıncaya değin Avustralyalılar bu usulü binlerce yıl sürdürmüşlerdir. Kuzeyde bunu yapmak neredeyse imkânsızdır. Bu sebeple nüfus arttıkça kuzeyde denize açılma gereği doğmuştur. Bu olayın benzerini bizde Karadeniz’de görüyorsunuz. Tarıma elverişli olmayan dağlar ve ormanlık bir yöre, tek imkân denize açılmaktır. Bu sebeple Doğu Karadenizliler denizci olmuşlardır. Aşağı yukarı Cumhuriyet dönemine değin tarım gelişmemiştir Karadeniz’de, Cumhuriyet’ten sonra Yirmilerin sonlarında Rize’de çay ekimine başlanmıştır. Ordu, Giresun, Trabzon taraflarında ticari amaçlı fındık yetiştirilir olmuştur. Tarım yoktu, çayı bilmiyorum. Fındık da milletin bahçesinde büyüyen bir ağaç, böyle ticari amaçlı büyütülmüyor, yetiştirilmiyordu. Dediğim gibi denize açılma olayı vardı. Zaten Mübadele’den önce önemli bir Rum nüfus da yaşıyordu özellikle Giresun’un doğusunda tarihi Pontus yöresinde; Trabzon’un merkez olduğu bir bölgedir. Oranın da en yoğun Rum nüfuslu yeri Of’tur. Her ne kerametse herhâlde iş bulamadıklarından Oflu Rumlar papaz olurlardı, din adamı olurlardı. Onlar gittikten sonra da imamlar çıkmaya başladı. Bu yörenin insanları denize açılmaya zorlanmışlardır. Kuzeybatı Avrupa’da denize açılan Germenlerin adı Vikinglerdir. Tarihin en uzun yol denizcilerindendirler. Bir başkası da burada yaşayan Polinezyalılardır. Akla durgunluk verecek bir şey, Polinezyalılar bundan yaklaşık 1000 yıl önce Hawaii’den Yeni Zelanda’ya çift gövdeli yelkenli 350 • Teoman Duralı kanolarla, gemilerle seyahat etmişlerdir, yaklaşık 3000 km mesafe kat ediyorlar, buraya yerleşiyorlar. İşte, benzerini kuzeyde Vikingler gerçekleştiriyorlar. 900’lerde, yani 10. yüzyılda İzlanda üzerinden Grönland’a ve oradan da Amerika Kıtasına çıkıyorlar. 700 küsurlarda İzlanda’ya geliyorlar, yerleşiyorlar. Daha sonra buradan Grönland’a çıkıyorlar. Tutunamıyorlar, burada geçinemiyorlar. Geçimlerini sağlayacak tarıma elverişli toprak bulamıyorlar. Hepsi buzul ve devam ediyorlar. Bugünkü Kanada’nın kuzeydoğusunda Labrador Yarımadası’na çıkıyorlar ve aşağı yukarı New York’un hizasına değin bu kıyıyı iskân ediyorlar ama tutunamıyorlar. Ortadan kalkıyorlar, siliniyorlar ve ancak 1492’de Kristof Kolomb’un oraya çıkışıyla Amerika Kıtalarını Avrupalılar istila ediyorlar. Şu hâlde Latinler sık sık Germen ülkelerine giriyorlar, köle topluyorlar. Erkek köleleri özellikle savaşçı olarak kullanıyorlar; aynen Farsların ve daha sonra Türklerin uyguladığı siyasettir bu. Çok ilgi çekici paralellikler var. Özellikle Müslümanlığın ortaya çıkmasından, yani 6-7. yüzyılda Araplar İran’ı ele geçirip Horasan’a, Mâverâünnehir’e uzanınca burada yaşayan Türk boylarından erkekleri toplayıp, asker olarak kullanıyorlar ve bu askerler zamanla yükseliyorlar, iktidara geliyorlar, devlet kuruyorlar. Kurdukları ilk devlet Mısır’da Kölemenlerdir, Arapçasıyla Memluklulardır. Özü Türktür Memlukların, aralarına Çerkesler de alınmışlardır. Neden Çerkes? Çünkü Çerkes savaşmaktan başka bir şey bilmez, bir şey beceremez, sadece savaşır ve bu da çok işe yarıyor o dönemde tabii ama sonra boynuz kulağı geçiyor, iktidar oluyorlar. Benzeri dediğim gibi durum Germenlerle Latinler/Romalılar arasında cereyan ediyor. Roma ordusunda gittikçe Germen birlikleri, -Latincede Legio Fransızcada Legion- oluşuyor. Dışarıdan alınma askerlerin teşkil ettiği birliklere Legio diyorlar. Toparlamak, tam Türkçe karşılığı devşirmek demektir: legere: fiil, devşirme; legio: isim, askerler. Legere de Yunancadan gelir, derlemek, toparlamak, okumak anlamına geliyor. Yunancada, lego okuyor, derleyip toparlıyorum. Çünkü kelimeler harflerden meydana geliyor. O harfleri bir araya getirerek kelimeyi oluşturuyorsunuz. O yüzden Yunancada derlemek, toparlamaktan okuma Doğu ve Batı Medeniyetleri • 351 ortaya çıkmıştır ve bu bağlamda Latinceye geçiyor, legero oluyor mastar, lego dediğiniz vakit okuyorum. Özde derleyip toparlıyorum ama zamanla okuyorum anlamı çıkmıştır. Latinceden de öbür Avrupa dillerine geçmiştir. Mesela, Almancada bugün okumaya lesen derler, İtalyancada leggere, vs. Bu Roma lejyonları yüzde 60-70 oranında Germen askerlerinden oluşmaya başlıyor. MS 2-3. yüzyıllarda birliklerin komuta mevkilerine Germenler gelmeye başlıyor. Köle olarak gelenlerin ahbabı kumandan olup çıkıyor, tıpkı İslam âleminde Türklerin yaptığının tekrarını görüyoruz yahut da benzerini Batı’da Germenlerde görüyoruz. Savaşçılıklarını askerlik sanatıyla pekiştiriyorlar. Bu çok önemli bir nokta ve ilgi çekici bir olaydır. Savaşçılık ve askerlik zannedildiği gibi bir ve aynı şey değildir. Her ne kadar askerliğin temelinde savaşçılık varsa da savaşçı ille de asker olur fikri yanlıştır. Askerliğin itici gücü akıldır. Savaşçılıkta aklın yeri o kadar önemli değildir. Aklın askerlikteki en bariz yansıması sıkı düzendir, disiplindir. Disiplin, sıkı düzen aklın hayata intikalidir. Aklı ön plana almamış toplumlar disiplinli değildirler. Sıkı bir düzene sahip değildirler. Bunun en güzel örneğini de günümüz Türkiyesinde görüyoruz. Yalapşaplık çok önde gider. Yalapşaplığın başta gelen etkeni duygusallıktır. Aklın duyguları dizginleyemediği ortamlarda duygusallık üst plandadır. Hayatın bütün köşe bucağına yayılır. Trafikten vergi dairesine, vergi dairesinden siyasete, nereye bakarsanız bakın duygusallık hâkimdir. Nasıl ki aklın hayata hâkim olmasına sıkı düzen, disiplin diyorsak, duygusallığın hayata hâkim olmasına da laubalilik, gelişigüzellik diyoruz. Güven ortadan kalkıyor, güvenemiyorsun. Saat 06:00’da otobüs kalkacak diyorsa adam, şimdi o kadar değil ama eskiden gençliğimde emin olun 10:00’da kalkardı. Ben de ona göre kendimi ayarlardım. Sorardım, ne zaman? Saat 08:00’de gidiyoruz. İyi, 10:00’da gideriz derdim, öyle de gider. Tabii o da her zaman olmayabilir, bir bakarsınız damarı tutar adamın, 08:00’da, 09:00’a doğru hareket eder. O da belli değil, trenler öyle gider, uçaklar, dünyanın en güvenilmez uçak şirketi Türk Hava Yollarıydı. Gecikmesiz hiçbir şekilde yürümezdi. Küçük bir örnek bunlar, dersler öyle geçerdi. Hocalarımız bir gelir bir gelmez, aksırır tık- 352 • Teoman Duralı sırır, ben hastayım der, çeker gider. Neden? Ben duygusuna son derece bağlıdır. Nereden askerlik böylesine akla bağlanmıştır? Felsefe-bilimin kurucusu, biz felsefecilerin büyük efendisi Aristoteles, tarihte ilk askeri okulu kuran adamdır. Büyük İskender’i ve onunla birlikte Makedonya Kurmay Heyetini yetiştiren okulun kurucusudur. Bu okulda Aristoteles felsefe tedris ediyor. Felsefenin belkemiği nedir? Mantıktır. Mantığın ana fikri nedir? Tutarlılıktır. Tutarlılığın hayata tercümesi insicamdır. Bu insicamın tatbiki, uygulaması biraz önce söylediğim gibi disiplindir. Askerliğin disiplinli olması buradan kaynaklanmaktadır. Felsefe arka planından çıkmaktadır. Felsefede duygunun yeri yoktur, tamamıyla dışta tutulur, tümüyle akla dayanır. İyi midir, kötü müdür bilmem, böyledir. Aklın işleyiş kurallarını belirleyen mantıktır. Tekrar ediyorum, mantığın temeli tutarlılıktır. Üç ilkeyle ifade edilir: Özdeşlik, çelişmezlik, üçüncü şık da olamazlık. Bundan kesin olarak taviz verilmez. Mantığın bir çeşidi olan, bir uzantısı olan matematik bilimlerin, doğa bilimlerin esasını teşkil eder. O hâlde son derece disiplinli olan iki doğrultu vardır: Bilimler, askerler. Bir üçüncüsü var ama bu felsefeden çıkmıyor, bu bir muammadır. Tahmin eder misiniz nedir o üçüncü disiplin? Dindir. Dediğim gibi bunun felsefeyle uzaktan yakından bir ilgisi yoktur ama hangi din? Vahdet, vahiy dinleri: Yahudilik, Hıristiyanlık, Müslümanlıktır. Çok ilgi çekici bir şey, bu üç din Kur’an’da, İslam’da tek adla anılır. Müslümanlıktan ibaret değildir İslam, Kur’an’a göre üç dinden İslam’a en yakın olan, en bağlı olan Müslümanlıktır ama öbürleri de İslam’dırlar. Nereden biliyoruz? “Bütün insanlar İslam üzere yaratılmışlar, anne-babalarının yolundan giderler” diyor. Diyeceksiniz ki o zaman Hinduluk, Budacılık, Şinto, vesaire de evet ama onlar çok uzaktadırlar. Asıl kast olunan zaten onu defalarca tekrarlıyor, kitap dinleridir ve bu üç dinde de müthiş bir disiplin vardır. SALONDAN- Birbirine çok benziyor Hocam. TEOMAN DURALI- Bu normal bir şey, aynı müelliften çıkan kitaplar. Romancısınız diyelim, on tane romanınız var. Sizi ben Doğu ve Batı Medeniyetleri • 353 tanımıyorum ama romanlarınızı biliyorum, okuyorum. Kimin yazdığını anlarım. Resimlere bakıyorsunuz, aynı ressamın bir sürü resmi var, tanırsınız. Dine düşman olanların iddiası, Müslümanlık Yahudilikten kopya çekmiştir. Sosyolojik bir açıklamadır. O teolojik olarak ilahiyat açısından baktığınızda bu çok olağan bir şey, müellif aynı, ne desin yani Allah? Orada bunun zıddını söyleyecek hâli yok. Birinde hırsızlığı yasaklıyorsa öbüründe iyi olur diyecek bir durum yok. Ne bileyim, başka bir konu diyelim. Niye aralarında farklılıklar var? Çağlar itibariyle, yani Allah oturmuş da zamanla daha iyi düşünmüş, geliştirmiş… böyle bir şey söz konusu değil. İlk gelen din hangisiyse, onunla son gelen arasında bir fark yoktur ama insanlar onu toza çamura, bilmem neye bulamışlardır ve tanınmaz bir hâle sokmuşlar. Nitekim bu söylediğim dinlerden önce de saf kalanlar var: Mecusilik gibi. O da bir vahdet, vahiy dinidir. SALONDAN- Peki, bu farklılıkların toplumların yapısıyla alakası var mıdır? TEOMAN DURALI- Var, çok var tabii, İbraniler toplumların vahiy dinini bozduklarını görüyorlar. Mısırlılara Aton adında Tek Tanrılı bir din geliyor, sonra bozuluyor. Bozulduğunu gördüklerinde İbraniler Yahudiliği tekellerine alıyorlar. Aman diyorlar, bizim dışımızdaki bir toplum bunu bozabilir. Çünkü Yahudilik bütün insanlığa gelmiş ilk evrensel dindir, cihanşümuldür. Ondan önceki bütün dinler boylara, kavimlere mahsustular. Nereden biliyoruz? Çünkü ilahi yasalar genel geçerdir. Öldürmeyeceksin diyorsa bu bütün insanlar için söz konusudur. On buyruğu tekellerine alıyorlar. İbrani soyundan gelmeyen Yahudi olamaz şartını getiriyorlar sonradan, ilk başta bu yoktu. Yani Hz. Musa takriben MÖ 1300’lerde yaşamış, İbranilerin Yahudiliği tekellerine almaları yaklaşık MÖ 6-7. yüzyılda oluyor. Babillilerin Kudüs’ü basıp onları Kudüs’ten çıkarmaları, Babil’e sürmeleri 600’lere yakın bir zamanda gerçekleşti. O vakit oturuyor bunlar, dini kendi tekellerine alıyorlar. İbrani soyundan gelmeyeni Yahudi kabul etmiyorlar, özellikle de anne soyunu başat kılıyorlar. Şimdi bu disiplin savaşçılığı pekiştiren bir olaydır. Savaş 354 • Teoman Duralı tarihin en önemli devindiricisidir, dinamiğidir. Savaştan daha önemli bir devindirici, bir dinamiği bulmak imkânsızdır. Savaşın cereyan ettiği coğrafya aynı zamanda medeniyetlerin yer ettiği coğrafyadır. Şu şekilde gösterebiliriz. Şu alan savaşların alanıdır ve bu alan kalburüstü medeniyetlerin ortaya çıktığı sahadır. Kalburüstü olmayan medeniyetler Amerika’da görülür: Toltekler, Aztekler, Mayalar, İnkalar. Amerika’daki medeniyetleşmiş kültürler bunlardır. Afrika’da medeniyet olup olmadığı hâlâ tartışılır. “Zambiya” medeniyeti vardır, bir de kuzeyde Mali medeniyeti vardır. Bu Mali medeniyeti saf Afrika medeniyeti midir bilmiyoruz. Çünkü burada ak tenli insanlar Tuaregler yaşarlar, onların kurduğu bir medeniyettir bu, o bakımdan Zenci Afrika’ya dâhil midir, değil midir tartışma konusudur. Bir başka büyük medeniyet olan Habeş medeniyetidir ama o Afrikalı değildir. Habeşler de özde ak tenlidirler. Afrika’da yaşayan ak denli ırk Berberilerdir, Kuzey Afrika’da yaşarlar hâlâ, eskiden çok yaygındılar. Mesela, Mısırlılar da Araplardan önce Berberidirler. Bugün Zenci düşünürler Mısırlıları Zenci olarak gösterirler. Yanlıştır. Aslında ak tenli Berberidirler. Nubyalılar aynı şekilde Mısır’la Sudan arasında yaşar, tabii bunlar artık kalmamış gibidir. Bir tek Mısır’da Kıptîler hâlâ Berberilik özelliğini taşırlar ama dillerini de yitirmişlerdir, Arapça konuşurlar. Kime benzerler? Mısır’ın suikasta uğramış başkanı General Enver Sedat esmer, az kıvırcık saçlı ve top atan kavunu gibi bir kafatası, beşer bilimde antropolojide uzun kafatası derler ona, dolikosefal, vardır. Enver Sedat’tan sonra gelen Hüsnü Mübarek, o da tam bunun zıddıdır. Yusyuvarlak bir kafatası, tipik Sami özelliklerini gösterir, hatta fellah özelliklerine sahiptir. Bazı tipler ırklarını çok iyi yansıtırlar. Cemal Abdünnasır da Berberi tipini güzel yansıtan bir kişidir. Benim gençliğimin büyük adamı, tapardık neredeyse benim gibi Orta Doğu’ya, Arap dünyasına hayran böyle birtakım ayran budalaları vardı. Cemal Abdünnasır’ı çok severdik, o bakımdan tipi hâlâ gözümün önünde çok canlıdır. Bağımsızlıkçıydı, Avrupa müstemlekeciliğine karşıydı. Her neyse, bu minval üzere Roma devlet yapısı gitgide çözülür, Germenler uzun süre Roma baskısında kalmanın öcünü Doğu ve Batı Medeniyetleri • 355 alırlar. 476’da Roma şehrini basarak keserler ahaliyi, Roma Devletini sonlandırırlar. Roma 1 yüzyıl önce zaten ikiye bölünmüştü: Doğu Roma, Batı Roma. İstanbul Doğu Roma’nın merkezi olur. Önce Roma Latinliğinin hâkimiyetini sürdürür gibi olur ama bu bölgedeki insanların nüfus yoğunluğundan dolayı, yani Yunanlıların eline geçtikçe Roma niteliğini, vasfını yitirmeye başlar, Rumlaşır. Arapçada Rum, Roma demektir, o olmadığından “u”yla telaffuz edilmiştir, sondaki a da düşer. Anadolu’ya, Roma’nın hâkim olduğu coğrafyaya Araplar Arz-ı Rum (Rum ülkesi) demiştir, Erzurum da oradan gelir. Acemler ve Türkler Araplardan alırlar Rum deyişini; bütün İslam’ın dışında kalan, darülislam olmayan, darülharp olarak nitelenen bölgelere Rum denilmiştir. Avrupa tarafı için söylüyorum, Asya’ya zaten fazla bakmamışlar. Özellikle Türklerin nereden geldiğini bilmediğim bir batı hastalığı var. Kuzeydoğu Asya’da başlamışlar hep batı, hep batı, nasıl bir şeydir anlaşılır gibi değil. O sebeple başka coğrafyaları niteleme gereği duymamışlar. Afrika’da da bulunmuşlardır, Asya’nın hemen her tarafında bulunmuşlardır ama oralara ad vermemişler, oraları nitelememişler. Varsa yoksa Avrupa olmuştur, Batı olmuştur. Batı’ya gittikçe Rum ülkesi daralmış, Rum olmayan coğrafya genişlemiştir. Osmanlı döneminde Rum coğrafyasından bir Batı Avrupa elde kalmıştır. Batı’yı da Fransa diye bellemişler. Frengistan Fransa demektir, Frenk ülkesi bütün Avrupa için kullanıldı ve Avrupa’dan ne geliyorsa Frenk, Fransız olarak görülmüştür. Germenler Fransa’dan, Gaul’den başlayarak bütün Avrupa’yı, İtalya’yı, Sicilya’yı, Akdeniz adalarını ellerine geçirmişlerdir. 200’lerden itibaren, bu olaya kesin olarak şu etken, bu etken diye belirleyemiyoruz ama iki etkeni öne çekebiliriz: Birincisi, medeni olmayanların medeniyete duydukları hasret. İkincisi, doğudan Türk Moğol kavimlerinin, öncelikle de Hunların batıya seyretmesi, basması ve burada bölük pörçük yaşayan Slav boylarını yerlerinden kıpırdatmaları, Slavların batısında yaşayan Germenlerin tehdit olarak hissedilmeleri. Bu tehdide en fazla maruz kalanlar İsveç’in güneyinden miladi yıllarda güneye doğru göçen Gotlardır. Bunlar Germenlerin meskun olmadığı Avrupa’nın doğu kesimlerine nüfuz ederler, Slavları keserler ve Karpatlar’ın ku- 356 • Teoman Duralı zeydoğusuna yerleşirler. Atilla’nın önderliğinde gelen Hunlar bu Gotları yerlerinden kıpırdatırlar. Güneye inerler, Bizans sınırını zorlarlar. Bizans karşı koyamayınca, yani Doğu Roma direnemeyince içine alır onları; bugün aynı şey Avrupa’ya oluyor. Burada müthiş bir baskı, bir basınç var. Roma ordusuna, daha sonra da Bizans ordusuna iltihak ederler. Onların saflarında savaşmaya başlarlar. Az önce belirttiğim savaşçılıktan askerliğe dönerler. 1-2. yüzyıllarda ilkin Hunların, arkasından Göktürk Devletinin yıkılışıyla birlikte Göktürk Devletinin kapsadığı alanlardan, özellikle de batı Göktürklerinin kuşattığı Türk boylarından Peçenekler ve Kumanlar batıya doğru yürürler. Bunların bir kısmı Hunlara katılır, Hunlarla birlikte giderler. Hunlar ve daha sonra da Moğollar iyi savaştıklarından Türkleri hep tercih etmişlerdir ve kullanmışlardır. Arapların yaptığı gibi köle değildiler, Hun ordusunda er olarak yer alırlar. Gotlarla birlikte -burası çok önemli bir noktadır, çünkü bizimle çok yakın ilişkilidir- Doğu Roma sınırlarını zorlarlar. Romalılar, yani Bizanslılar Gotları alırlar. Çünkü size en başta anlatmıştım, Avrupa kavimleri Arî soydan gelir. Uzak akraba olmakla birlikte Romalı Latinlerle Germen Gotlar Arî kökenlidir. Bunları daha rahat soğururlar, içlerine alırlar. Kumanları, Peçenekleri dışarıda tutmaya çalışırlar. Roma ordusu, daha sonra da Bizans ordusu büyük ölçüde Germenleşir. Özellikle de Batı Roma 476’da çöktükten sonra onun yerini tutan Doğu Roma, Bizans büsbütün bu Germenleri almaya başlar. Medeniyet yükseldikçe, hayat rahatladıkça nüfus artışı iner, nüfus çoğalmaz. Bugün gördüğümüz olay da budur. Bütün medeniyetleşmiş ülkelerde nüfus inmektedir. Türkiye de bu çizgiye girmiştir. İster istemez dışarıdan adam almak zorunda kalınır. Roma da bunu Germenlerle yapar daha çok kendine benzediğinden.
.2007’diydi galiba, misafir öğretim üyesi olarak Bochum’da ders verdiğimde Almanlar danışma toplantılarına çağırdılar, dedim ki: “Nüfusunuz azalıyor, çanlar çalıyor. Müthiş bir azalma var. Çok şikâyet ediyorsunuz Türklerden; orayı basıyorlar, sayıları 3 milyona vardı. İyisi mi siz alın, önünde-sonunda bakın, tenlerimiz benzlerimiz benzeşiyor. Yarın bulamayabilirsiniz bu Türkleri, Zencilere mahkûm kalırsınız. O zaman da avucunuzu yalarsınız.” Ney- Doğu ve Batı Medeniyetleri • 357 se, bu işin şaka tarafı, bu Germenleri aldıkça o maden tükenmeye başladı. Çünkü bu Germenler yalnızca buraya yüklenmiyorlar. Biraz önce dedim ya, her tarafa yükleniyorlar. Gerekli olan açığı kapatamıyor artık Bizans, ne yapıyorlar? Bu sefer gelen Kumanları, Peçenekleri de almaya başlıyorlar. Yani bugün Türklerden memnun olmayan Almanların gelip de bir gün Zencileri alması gibi bir olay. Bu gelen Türklerin bir kısmı Hıristiyan olur. Slavlarla çevrili olduklarından Slav dilini alıyorlar. Kim bunlar? Bulgarlar, çok haklısınız. Bulgarlar asıl Türktür, Macarlar değil, onlar başka bir kavimdirler. Bulgarlar Slavcayı alıyorlar, Ortodoks oluyorlar ama adları Türk kalıyor. Bulgar bulamaktan gelir. Bulgar’ın paralel adı da nedir? Yiyoruz hep, bulgur. Bu Kumanlar Orta Anadolu’ya yerleştiriliyorlar. Kimdir onların ahbabı? Karamanlardır. Karaman Türkleri Kumanların ahbabıdır. Bir başka Kuman grubunu Mısır’a götürür Bizanslılar, onlar işte biraz önce dediğim Fatımilerin yerini alan Kölemenlerdir. Karamanlılar 1923’e değin o bölgenin, Karaman’ın yerlisi olarak yaşamışlardır. 23’te mübadele dediğimiz bir felaket yaşanır. Oradaki Rumları atarlar, Yunanistan’dan Müslümanları getirirler. Döve döve, ağlata ağlata Karamanlıları da Yunanistan’a atarlar. SALONDAN- Türk değil mi Hocam? TEOMAN DURALI- Türk ama Ortodoks. Çok garip bir çelişki, Cumhuriyet baştan itibaren laikiz, laikiz diye övünmüştür ama özbeöz Türk olan Hıristiyanlığa geçmiş ama çok önceden geçmiş Karamanlıları atmışlardır. Adamlar Rumca bilmezler, Kitab-ı Mukaddes’leri de Türkçedir ama Rum harfleriyle yazılır. Rum harflerini biliyorsanız Karaman’ın İncil’ini, Kitab-ı Mukaddes’ini rahatlıkla okuyabilirsiniz. Kuman Türkçesidir, biraz klasik Türkçeyle ünsiyetiniz varsa, tamamıyla bu uydurukçaya geçmemişseniz rahatlıkla anlarsınız. Germenler bütün Avrupa’yı, hatta Kuzey Afrika’yı ele geçirirler. Değişik boylar, Fraglar, Doğu Gotlar, Batı Gotlar, Vandallar bu bölgeye intikal ederler. Azınlıktırlar, savaşçı seçkin tabaka, devlet değil de idari birimlerin -bu da çok önemli bir nokta- başına geçer. Bunlar devlet değil, dev çok büyük çiftlik diyebilirsiniz. 358 • Teoman Duralı Buna tarihte derebeyliği denilmiştir, feodaldir. Feodal Germencede davardan gelir. Verklagen davar demektir. Bugünkü Almancada vieh oradan gelen bir kelimedir. Türkçede tam karşılığı maldır; büyükbaş hayvan sermayesine mal diyoruz. İşte bu vieh mal anlamına gelmektedir, feodal mal sahibi, mala sahip olan kişidir. O toprakta yaşayanlar, derebeyin hükmü altındadırlar. Derebeylik toprak, toprağın üstünde bulunan her şeye sahiptir, malikidir. Bu da çok önemli bir noktadır. Avrupa’yı anlama babında olağanüstü önemli bir noktadır. Toprakla birlikte onun üstünde var olan insan dahi ne varsa derebeyin mülkündendir. Bunu kurumlaştırıyor, tapusunu çıkarıyor. Avrupa’daki toprak sahiplerinin 1000 yıl, 2000 yıl geri giden ruhsatları vardır, tapuları vardır ellerinde. SALONDAN- Feodal aşiretle benzer mi? TEOMAN DURALI- Aşiretin toprağı değil bakın, bizde hemen belirteyim. Selçuklu’dan itibaren toprak düzenimizde Türk olmayan birtakım ufak tefek azınlıkların tapulu toprağı vardır. Osmanlı’yla birlikte bu artmıştır. Hıristiyanların toprakları vardır ruhsatlı ve Osmanlı bunlara dokunmamıştır. Küçültmüştür toprağını, diyelim ki atıyorum şimdi, 10.000 dönümlük arazisi var adamın, kanun çıkarmıştır, 1000 dönümden fazla olmayacak demiştir. Dediğim gibi bu rakamları bilmiyorum tabii, bunun miktarlarını, rakamlarını tarihçilerden, aziz Hocamız Mehmet Genç’ten öğreneceksiniz. Yavuz’dan itibaren Doğu Anadolu’ya getirilen Kürtlerin toprakları vardı. Yavuz’dan önce Doğu Anadolu’da Kürt yoktu. Şah İsmail’le çatışmaya başlayınca ve Türkmen boyları Şah İsmail’in yanında yer alınca Yavuz denildiği gibi böyle elli, altmış, yetmiş adamı kesmiyor, Türkmen boylarını büyük ölçüde bugünün Irak’ına itiyor; kendisi de Türkmen. Bugün Irak’taki Türkmen boyları Yavuz’un Doğu Anadolu’dan attıklarıdır. Kimi getiriyor? Zağros Dağları’ndan topladığı Kürt oymaklarını Doğu Anadolu’ya getiriyor. Bu Kürt oymaklarının Güneydoğu Anadolu’nun en güney ucunda kendilerine ait toprakları vardır. Demin bir arkadaşımız bir şey sordu, siz mi sordunuz? SALONDAN- Ağa, aşiret. Doğu ve Batı Medeniyetleri • 359 TEOMAN DURALI- İşte orada var, o ağaların, şıhların elinde ruhsatı var. Türkler toprak sahibi olmamışlardır. Babamın ataları Rodop Dağları’nın orada zeamet sahibi kişilerdi. Zeamet sahibi demek memur demek, valisin, kaymakamsın, sana bir bölge emanet ediliyor, idare etmekle yükümlü kılınıyorsun. Ondan sonra memuriyetin bittiğinde senin malın değil o topraklar. Böyle zeamet sahibi olanlar merkezî devlet çaptan düşünce kendi başlarına buyruk olmuşlardır. O toprağa el koymuştur, yani gasıptır. Tenzih ederim topraklarınız varsa ama tarihi seyir budur. Bir çeşit komünistti bu Osmanlı dediğiniz, yani özel mülk diye bir şey yoktu. Fatih kanun çıkarıyor: “Ormanlarımdan bir dal kıranın kellesi gider” diyor. Ormanlarım dediği kendi malı mülkü değil, devletin toprağı, devleti temsil ediyor adam. Vakıflar niye kuruldular? Memurum burada, yarın atıldığımda cascavlak kalırım ortada, çoluğuma çocuğuma rızık çıksın diye vakıf kuruyorum. Anlaşılıyor mu burası? Avrupa’da olup bitenlerle bizde olup bitenlerin hiçbir paraleli yok, tamamıyla bir yanlış anlamadır. Zaten hep yanlış anlamadan gitmişiz biz, her şeyimiz öyle, hep yanlış yorumlamışızdır. Yanlış zamanda bir medeniyetten başka bir medeniyete geçmeye kalkmışız. Yeni Çağ din dışı Avrupa medeniyetine geçiyoruz. Halbuki dünya İngiliz Yahudi medeniyetinin tahakkümüne girmiş. Yeni Çağı göreceğiz daha sonra, din dışı Avrupa medeniyeti Fransız kültürüne odaklanmıştı, ona esaslanmıştı. İngiliz Yahudi medeniyeti İngiliz esaslıdır. Ellilerden sonra anladık bunu ama iş işten geçmişti. Tanzimat’la birlikte yanlış tercihte bulunulur, geç kaldık derler. Burada da böyle bir durum var. Yani benim toprağım vardı, benim bilmem şuyum, öyle bir şey yok. Elinde tapun yok, o tapular çok yeni, Cumhuriyet döneminde çıkarılmış tapulardır. O da neye dayanır, neye dayanmaz o ayrı bir tartışma konusu, tabii bilmiyorum onları, tarihçilere sormak lazım. Önümüzdeki hafta inşallah Avrupa’daki devletleşme ve bu devletleşmenin olağanüstü sancılarına bakacağız. Niye sancı? Avrupa’da iki ana doğrultu karşımıza çıkıyor. Daha önceki konuşmalarımda belirttiğim ruhban sınıfı ve ruhban olmayan sınıf. Bu ruhban olmayan sınıf laicus dedikleri Latincede kendi içinde 360 • Teoman Duralı de sınıflara ayrılmaktadır. Orta Çağın başlarında soylular var. Bu soylular da ikiye ayrılıyor: Asilzadeler (toprak sahipleri, rençperler, zanaatkârlar), bir de köleler. Orta Çağın sonlarında yeni bir sınıf türüyor: Yeni Çağ Avrupa’yı inşa edecek sınıf burjuva, kent soyluları. Yeni Çağ Avrupa medeniyetinin son dönemleri, çağdaş İngiliz Yahudi medeniyetinin başlangıç dönemlerinde de emekçi sınıfı, proletarya karşımıza çıkacaktır. Bu sınıfların ilişkisi bilinmeden, anlaşılmadan Avrupa bilinmez, anlaşılmaz. Bugünlük buraya kadar, yine sabrınızı had safhaya zorladım. Sorular olabilir. SALONDAN- Hocam, Memlukların Türklerden oluştuğunu söylediniz, Eyyubiler de Türk mü? TEOMAN DURALI- Hayır, Kürttür. Kitle hâlinde şu devlet Kürttür, bu devlet Türktür diye bir şey yok. İdareci sınıf Kürttür yahut Türktür, burada da Selahaddin Eyyubi’den hareketle Eyyubi olmuşlardı. SALONDAN- Yavuz neden Kürtleri alıp Türkmenleri Irak’a yolluyor? TEOMAN DURALI- Onu söylemeyi unuttum. Şimdi Türkün çok önemli bir özelliği kendisine düşman olmasıdır. Hep kendi aralarında dövüşmüşlerdir. Bunun en çetin ve acıklı örneğini Yıldırım Bayezid zamanında Ankara Savaşında görüyoruz. Yıldırım’la birlikte gelen Türkmen obaları derhâl Timur’un tarafına geçmişlerdir ve Yıldırım az önce can düşmanı olan Sırp kuvvetlerinin yardımına muhtaç kalmıştır. 10000-12000 Sırp askeri vardır. Kosova’da öldürülmüş Sırp Çarının oğlu onunla geliyor Ankara’ya ve sonuna kadar Yıldırım’ın müttefiki olarak savaşıyor. Çözülmelerine ramak kala diyor ki gel çekilelim, daha sonra tekrar toparlanıp Timur’un üstüne yürürüz. Yıldırım felaket inatçı bir adam, katır inadı var. Kabul etmiyor ve çarnaçar Sırplar çekiliyorlar Timurilerin eline düşmemek için, biliyorsunuzdur, sonunda Yıldırım esir düşer Timur’a ve Osmanlı Devleti felaket bir darbe alır, Fetret Devri dediğimiz bir dönem yaşar. Bu tecrübeyi Yavuz edinmiştir, biliyor adamlarını, çaresiz gene kendi adam- Doğu ve Batı Medeniyetleri • 361 larından kurulu orduyla Şah İsmail’in karşısına çıkıyor. Bakıyor ki Yıldırım’ın başına gelen kendi başına da gelecek. Kürtler son derece sofu, İslam’a bağlı bir topluluk teşkil ediyorlar. Zağros Dağları’nın batı eteklerinde yaşıyorlar. Türklerden farklı olarak konargöçer değiller, yerleşikler. Dağ kavmi olmalarından ötürü sertler, korkusuzlar. Yerleşik olduklarından savaşçı değiller ama dediğim gibi imandan gelen ve coğrafi şartların verdiği bir özellikle sağlam adamdırlar. Yavuz, tarihimizin en önemli dahi devlet adamlarındandır. Dehanın başta gelen özelliği sezişin güçlü olmasıdır. Bunu görüyor Yavuz, dediğim gibi Türkmenleri itiyor, atıyor. Bundan bahsettiğimi de sanıyorum, Türkler İslam’ı kabul ettikten sonra da eski geleneklerini, dini ananelerini sürdürüyorlar. Buna din biliminde ilahiyatta heterodoksluk denilir. Dinin ana doğrultusundan sapmalara heterodoksluk denilir. Selçukluların idari kesimi dışında halk tabakaları önemli ölçüde heterodokstur. Şah İsmail de heterodokstu. Tam anlamında henüz Şii değildi, çünkü Şiiliğin de belirli bir öğretisi vardır. Şah İsmail’in o öğretiye aklı eriyor mu ermiyor mu tartışma konusudur, zor bir iştir. Şiilikte tasavvufun çok önemli yeri vardır. Zaten en önemli Müslüman mutasavvıflar Farslardır. Caferîlik tasavvuf üzere inşa edilmiştir. Bu heterodoks Türkmen boylarını dediğim gibi bugünkü Irak’a itiyor. O zaman o bölge henüz bizim idaremizde değildi, yani Osmanlı toprağı değildi, daha sonra oldu ve oradaki Kürtleri -Anadolu’da yok muydu? Vardı, gayet tabii ki vardı ama azdı- alıp İran’la Osmanlı arasında bir set oluşturdu. Burası açık mı, anlaşılıyor mu? Sebebi buydu, soran kişinin sorusuna cevap olarak maksadı buydu. Galiba başka soru yok bu akşam, teşekkür ediyorum, sağ olun, var olun. Doğu ve Batı Medeniyetleri • 363 MART 2017 Feodal Dönemde Dini Teşkilat TEOMAN DURALI- 300 küsurlarda çöküşünden, inkırazından sonra bu yıkılışın etkileri çok uzun sürmüştür. Bundan daha önce de yanlış hatırlamıyorsam bahsetmiştim size, öncelikle 300 yıllık bir bunalım dönemi yaşandı. Yani 4-7. yüzyıl arasında karanlık devir tabir olunan bir zaman aralığı var. Bu dönemde Roma toprakları demek Avrupa’nın tamamı demekti. Aşağı yukarı bütün saha ve Kuzey Afrika. Anadolu’yu hemen buna katamıyoruz, çünkü Roma 375’te ikiye bölünüyor. Batı bölünmeden itibaren 100 yıl kadar devam ediyor ama doğu yüzyıllarca yaşayacaktır. Doğu Roma Devleti 1453’te İstanbul’un fethiyle sona erecektir. Bizans adı çok geç tarihte anılır. Hiçbir vakit Doğu Roma kendini Bizans olarak adlandırmamıştır. 18. yüzyıldan itibaren Avrupalı tarihçiler Doğu Roma’ya Bizans adını vermeye başlarlar. Bu çok önemli ve ilgi çekici bir husustur. Nitekim dilimizde de ve Türklerin klasik dili Arapçada İslam topraklarının, darülislamın dışında kalan, batısında kalan bütün ülkelere Rum adı verilmiştir. Türkçe bunu buradan almıştır. Rumeli Roma toprakları demektir. El il, ülke, memleket demektir. Arapçada Türkiye kelimesinde olduğu gibi iye takısı -Latincede ia- büyük ihtimalle Yunancadan geliyor. Orada da iye’dir, Latincede ia olmuş, Arapçada iye geliyor. Mesela, Türkiye’nin Latincesi Turkia’dır, Arapçada Türkiye olmuş. Farsçada karşılığı istan olan bu takıların Türkçesi el’dir. İçel, Kocaeli, Rumeli, vs. gibi. Rumeli Roma toprakları, Roma ülkesi anlamına gelmektedir. Batı’da kalan bütün topraklar bu ad altında anılıyorlar. Osmanlı’dan gelen her şey kötülendiğinden Rumeli adını da iptal ettik, Avrupalılaştığımız için Avrupa oldu. Mesela, çok benim kulağıma tuhaf gelir, nereye gidiyorsun? Avrupa yakasına gidiyorum. Öyle bir şey yok, çocukluğumda, 364 • Teoman Duralı gençliğimde bu taraf Rumeli kabul edilirdi, o taraf da Anadolu’ydu. Hatta Anadolulular Rumeliler için, yani Osmanlı’nın Avrupa yakasında yaşayanlara suyun öbür tarafından, suyun ötesinden derler. Bu da size herhâlde çok yabancı gelen bir tabir, ben çok iyi hatırlarım. Özellikle Ankara ve civarı gibi Orta Anadolu’da yaşıyorsanız batıdan gelenlere genellikle Rumelili yahut Arnavut denilir. Arnavut millet olarak düşünülmüyor, Batı’dan kim gelirse ya Rumelili denilirdi ya da Arnavut. Kuzeyden gelenlere Laz derlerdi, doğudan gelenlere de istisnasız Kürt denilirdi. Nereden gelirse gelsin, Orta Anadolu’nun doğusundan geliyorsa, o Kürttür. Güney bilmiyorum, oradan gelene bir şey söylenmiyordu. Yani okuduğum okulda yatılıydık, dediğim gibi Doğu’dan gelen bütün arkadaşları biz Kürt olarak bilirdik ve öyle anardık. Bir tek İstanbullular için bir istisna vardı. Onlara muhallebici çocuğu denilirdi. İstanbul’dan gelen de pek olmazdı. Çünkü orası merkez payitaht gibi görülüyordu. Anadolu’ya geçmek taşraya gitmek anlamına geliyordu. O tarihlerde taşraydı hâlâ İstanbul’un gözünde, kırk yılda bir İstanbul’dan gelenler olabiliyordu. Mesela, bizim mahallemize birilerine misafirliğe -büyük bir olaydı- Hülya Koçyiğit Hanımefendi gelmişti, o vakit hiç unutmam, muhallebici çocukları gelmiş demişlerdi. Merak ettik, neye benziyor diye görmeye gittik. Tabii biz ufaktık, o da ufaktı, insan hayret ediyor nasıl olur da bu kadar yaşlanılıyor bir anda. Roma Devleti olağanüstü olağandışı bir devlet, bir kere çok geniş topraklara yayılıyor. Merkezci bir devlet, 1000 yıl yaşamıştır ve bu 1000 yıl Avrupa’nın zihnine damgasını basmıştır. Avrupa dillerinde çok uzun süre için kullanılan tabir 1000 yıldır. Mesela, Hıristiyanlıkta dünyanın sonu nasıl olacaktır? Kıyamet nasıl kopacaktır? Hıristiyan tasavvurunda İsa’yı taklit eden, İsa’ya benzer şeytan gelecek. Buna Deccal diyorlar. Bu, 1000 yıl hâkim olacak ve insanlığı mahvedecek. İnsanlık çöküntüye girdiği bir dönemde, o 1000 yılın sonunda kurtarıcı Mesih gelecek ve Deccal’le kavga edip, Deccal’i iptal edecek. Tekrar insanlığı toparlayarak insanları Tanrı’nın huzuruna çıkacak duruma getirecek. Lisedeyken bir hocamın yardımıyla, dahliyle Ankara’daki Fransız Kilisesinin Papazından Latince ders alma imkânını bul- Doğu ve Batı Medeniyetleri • 365 muştum. Her hafta derse gidiyordum, 1-1.5 saat kadar oturup çalışıyorduk. Genellikle klasik metinler üzerinde, MÖ kaleme alınmış klasik Roma metinleri üzerinde temrin yapıyorduk, çalışıyorduk. O herhâlde bana Orta Çağ Latincesini de anlatmak için böyle bir metin getirmişti. Orada 1000 yıllık Deccal döneminden söz ediliyordu. Ben de dedim ki: “Hoca, ne zaman gireceğiz bu Deccal devrine?” “Daha Deccal’i görmedik ama herhâlde girdik” dedi. ”O nasıl oluyor, niye böyle diyorsunuz?” dedim. “Ahlâksızlık tavan yapmış vaziyette” dedi. “Onu nereden anladık?” dedim. Çok ilgi çekici bir şey söyledi: “Herkesin ahlâksızlığa hakkı var ama papazların öyle bir hakkı yok” dedi. Neden yok papazların öyle bir şeye hakkı? Çünkü ilahi kişilerdir Hıristiyanlıkta, daha önce size bahsettim. Ruhban herhangi bir insan değil, İslam açısından baktığımızda bunu anlayamıyoruz. Tanrı’dan el almış, Tanrı’nın bir parçası, bir devamı durumundadır rahip. Din adamı bir kere günahsızdır. Çünkü Hıristiyanlıkta günah tevarüs edilir. Dünyaya gelen çocuk günahkâr olarak gelir. Çünkü ilk günah Habil’le Kabil arasında cereyan eden kavgada kardeş katlidir biliyorsunuz. Kardeş katliyle başlıyor ilk günah ve bu nesilden nesle devam ediyor. Daha önce bir günah daha var, söylemeyi unuttum, affınıza sığınarak Adem’in yasak ağaçtan yemiş yemesi, o çok ilgi çekici bir olaydır. İnsan kendini bilen varlık anlamındadır. Buna bilinç diyoruz. Bilinç sahibi olan insan aynı anda yargıda bulunabilir, karar verme imkânını elinde tutar. İslam felsefesinde ve kelamda buna irade-i cüziye derler. Bana bırakılmış, benim isteğime, yargı gücüme bırakılmış bir saha vardır. O cüzi iradedir. Benim kararıma kalmamış olan tenimin rengi, dünyaya geldiğim tarih, annem-babam, boyum posum, tipim, şeklim şemailim, vs. bana bırakılmış şeyler değil, irade-i külliye, yani Allah’ın iradesinde kalan olaylardır. Adem’e Allah yemişi yiyip yememe imkânını bırakmaktadır. Buna hür olma durumu diyoruz. İnsan vahiy dini uyarınca özden hür olan bir varlıktır ama burada bir de çelişki vardır. Hür olmaya karar verme hürriyetine sahip değilim. Yani ben hür olmak istemiyorum şeklinde karar veremezsiniz. Yani hür olmaya mahkumuz. SALONDAN- O zaman hür değiliz. 366 • Teoman Duralı TEOMAN DURALI- Temelde değiliz aynı zamanda, çünkü hür olmanın olağanüstü ağır yükümlülüğü var. Günah ve sevap giriyor işin içine, Allah’ın yasakladığını yapmaya imkânımız var. Hayır dediği meyveyi, yemişi yiyor ama bunun ceremesini çekmek zorundadır. Onu da çoğu kere yanlış anlıyoruz; sadece ahirette çekeceğimiz azap değil. Burada Yahudilik İslam’dan ve kısmen Hıristiyanlıktan ayrılır. Ağırlık dünyaya verilir Yahudilikte, cehennem azabını dünyada çekiyorsun. Sana dünya öncelikle cehennem veya cennet olmaktadır. Cehennem Allah’ın öfkesidir. Nerede görüyorsun o öfkeyi? Allah’ın sana seslenişinde. Ne deniliyor buna? Hiç kesilmeyen bir sestir, sabah akşam, gece gündüz her an devam eden bir sesleniş. Adem’in cennetten kovulma olayını Tevrat olağanüstü bir renklilikle tiyatrovari bir anlatışla verir. Bir kitabımda ben bunu tercüme etmiştim. Tercüme sayılır mı bilmiyorum, Tevrat’ın Osmanlı Türkçesindeki ifadesinden hareketle belirtmiştim, yazmıştım. Tercüme sayılır belki, çünkü çok değişti o dil, bugünkü dilde Tevrat’ın tasvirini bize yansıtan zenginlik kalmadı. Adem o yasak yemişi yedikten sonra Allah’ın adımlarını işitir. Müthiş bir tasvirdir o: Tak tak, küt küt yürüyor, o ses de Adem’e geliyor. Yine Avrupa edebiyatlarında müthiş bir dram ifade eden Allah’ın hitabı vardır: Adem, neredesin? Büyük Alman romancısı Heinrich Böll’ün Birinci Dünya Savaşıyla ilgili olağanüstü bir romanı vardır. Başlığı da “Ey Adem, neredesin?” Aynı başlığı İkinci Dünya Savaşı yahut da Nazi dönemi temerküz kampında kalan bir Yahudi şair şiirinin başına koyar: “Ey Adem, neredesin?” Tanrı üç kere haykırır, Adem ses etmez, cevap vermez. Üçüncüsünde: “Ya Rab, sen her şeyi biliyorsun, benim nerede olduğumu nasıl bilmezsin?” Allah: “Tabii ki biliyorum nerede olduğunu ama bir de senin ağzından işitmek istiyorum” der. “Çalı çırpının arkasında saklanıyorum” der. “Niye saklanıyorsun?” der. Çok güzel, müthiş bir şey, işte insan olmanın başı budur. Adem insanların atasıdır. Burada insanlık, ilk insan beden olarak yahut da varlık olarak önemli değil, bilinç olarak, burada bir bilinç ortaya çıkıyor ve insana mahsustur bu, hayvanda böyle bir şey yok. “Utanıyorum” diyor. “Niye utanıyorsun?” diye sorar. “Çıplağım da ondan” der. “Sana demedim mi yasak meyveden yeme diye?” diye Doğu ve Batı Medeniyetleri • 367 Allah sorar Adem’e, “Ya Rab, aldatıldım” der. “Benden başkasını dinlediğin sürece aldatılacaksın!” diyor. Burada insanla ilgili bütün vasıfların belirlendiğini görüyoruz. Birincisi, karar verme yetisine sahip, bu hür olmak demektir. O yemişten yemek veya yememek, bunu bize bir başka edebiyat devi tekrarlar. William Shakspeare: “Var olmak ya da olmamak.” Var olmak yalnızca insana mahsustur. Şu hâlimle varım diyorum. Neye dayanarak var olduğumu söylüyorum? Düşünmeme dayanarak var olduğumu söylüyorum. Hayvanın bilinci var mı? Yok. Hayvan varlığı üstüne katlanamaz. Varlığını duyar, hisseder. Kedinin kuyruğunu çektiğiniz vakit bağırır, okşadığınızda hırıldar ama o anlık bir olaydır. Varlığının bilincinde değildir. Farkındadır, farkında olmakla bilincinde olmak ayrı şeylerdir. Bu Adem’in yasak yemişten yemesi hür olduğunu ve hürlüğünü yanlış yönde kullandığının kanıtıdır. Bu kanıtını anlıyor, bilincinde, bunun ceremesini çekmek zorundadır. Mahkumiyettir günah, yalnızca kendisi çekmiyor, soyundan gelenleri de mahkûm ediyor. Buraya kadar İslam’la aynı yoldan gidiyor. Bu noktada İslam ayrılıyor. İşlediğin günah sana aittir, kimseyi bağlamaz. Şöyle diyebiliriz: Her koyun kendi bacağından asılır. Hıristiyanlıkta da bu böyledir. Bu günahı katmerleştiren Habil-Kabil kardeş cinayetidir. İsa’nın, yani Tanrı’nın oğlunun ilk kurtarma eylemi kendini burada gösteriyor. Tanrı insanın çektiği azabı bizzat kendi bedeni üstünde yaşıyor. Çarmıha gerilmek hadisesi o azabı, o felaketi bizzat yaşamaktadır. Bu azap insanı günahından kurtarmak içindir. Hem temel günahı, hem de Habil-Kabil cinayetinin günahını alıyor. Elektrikli süpürge gibi bütün pisliği topluyor ve bu azapla önce ölüyor, sonra ölümden diriliyor. Ölüme gidiş safhalar hâlindedir ve her safha başlı başına bir yaşantıdır. Buna yaşama felsefesinde ve edebiyatta drama denilmiştir. Drama ilkin tiyatroya, ardından da romana yol açar. Hıristiyanlık çıkışından önce var mıydı bu? Yunan’da var. Hıristiyanlık çok büyük ihtimalle bütün bu malzemeyi Yunan’dan almış olmalı. Bu görüntüler İsa’nın mensubu olduğu İbrani kavminde yok. Kavmin adı İbraniliktir. Yahudi bir din adıdır İslam gibi, Hıristiyan gibi ama İbraniler kendilerine Musa’ya gelen bu dini tekellerine aldıklarından, yayılmasını ya- 368 • Teoman Duralı sakladıklarından, başka kavimlere sirayet etmesini istemediklerinden din zamanla kavmin de adı olmuştur. Bu da çok önemli bir nokta, yani Yahudilik bir din adı olmakla birlikte İbrani kavmi, İsrail kavmi Yahudi olarak anılmaya başlamıştır. İsa’nın çarmıha gitmeden önceki safhalarda yaşadıkları Avrupa’da sadece edebiyatın değil, ahlâkın da görsel ifadesini kazanmıştır. Aslî yoldaşlarına Havari denilir. Bizde Peygamberimizin yoldaşları nasıl Sahabeyse, Hıristiyanlıkta da Havarilerdir ve bunların sayısı 13’tür. Bunların yanında iki kişi daha vardır. Bu 13’ten daha da önemli olan iki kişi vardır. Bu da çok önemli bir nokta, ikisi de kadındır. Birisi annesi Hıristiyanlığın efsanesinde Tanrı’nın annesi olarak geçer ve öz öğretisinde Hıristiyanlıkta Meryem kadının tartışılmaz üstünlüğünü, rahip olsun olmasın ilahiliğini temsil eder. O ruhban olma olmama daha ziyade erkek için söz konusudur. Bu dediğim çok ince bir ayrıntıdır ve öyle sanıyorum ki Hıristiyanların yüzde 90-95’inin bilmediği yahut da düşünmediği bir noktadır: Hz. Meryem örneğinden hareketle kadının şüphesiz olarak faikiyeti söz konusudur. İkinci kutsal yoldaşın da adı Meryem’dir. Bir fahişedir, Hz. İsa 13 Havarisiyle Galilee’den Kudüs’e yürüyerek geliyor, tam Kudüs surlarının önlerine geldiklerinde kalabalık görürler. Kalabalıktan bir veya birkaç kişi başlarını çevirip İsa’nın geldiğini görüyor. “Ey İsa, bu kadın fahişe -yahut da zina etmiştir, tam olarak bilmiyorum o tabirin hangisini kullandıklarını, çünkü ikisi farklı şeyler- hangimiz ilk taşı atsın” Çünkü Yahudilikte, Ahd-i Atik’te zina eden taşlanır. İsa “Hanginiz en az günah işlemişse, o atsın” der. Bu manzarayı gözünüzün önüne getirin, canlandırın. Eller iner, taşlar dökülür ve kalabalık dağılır. İsa gider, fahişeyi yahut da zina etmiş olan kadını çukurdan toprağı eşeleyerek çıkarır. Birinci derecede yoldaşı, arkadaşı, destekçisi olur ama bunda bir öncesi daha vardır. Kudüs’e daha önceki bir gelişinde Mimar Hiram’ın inşa ettiği Yahudilerin baş mabedi Süleyman Mabedine gider. Bu mabet tapınak şövalyelerinin baş sembollerindendir ve tapınakçıların hâlefi olarak kendini gören masonların da çok önemli bir sembol adıdır. Hiram’ın inşa ettiği bu tapınağa dalan İsa tapınağın zemin katında -birkaç katlıdır- tefeciler, kumarcılar ve benzeri adamlar Doğu ve Batı Medeniyetleri • 369 vardır. Bu durum tarihe dinin siyasete, yolsuzluklara alet edilmesinin sembolü olarak geçmiştir. Tapınağın zemin katında tefeciler kalırlar ve Hıristiyanlıkla Müslümanlıkta tefecilik çok ağır bir suçtur. Faizle çalışırlar. Bankacılık masalarda başlamıştır. Zaten banka sözü Latincede masa, sıra demektir, Yunanca trapéziden geliyor. Böyle binalarda değildir bankalar, adam yolun kenarına tezgâhını kuruyor, orada paraları değiş tokuş ediyor. Atina’da başlayan bir olaydır bu, ön sermayecilik, proto-kapitalizm burada da vardır. İsa’nın yaşadığı çağda Kudüs’te bankacılık, tefecilik sürüyor ve dinler yolsuzluğa, namussuzluğa, hırsızlığa dur demek için gelmişlerdir. Dinin bir sebebi varsa o da budur. Toplumun sürüklendiği yolsuzlukları, kepazelikleri durdurmak, set çekmek üzere gelmiştir. İnsanın ahlâksızlığa direnmesi o derece zor bir iş ki daha zor hiçbir şey yoktur. Buna alıştırmak için ibadetler çıkmıştır. Askerin talim terbiye görmesi gibi; savaşa hazırlanan asker dünyanın en zor işi öleceksin ve öldüreceksin. Ahlâklı yaşamak, dürüst yaşamak, İslami bir ifadeyle söylersek elini ve gözünü harama yöneltmemek kadar zor hiçbir şey yok. Peygamberlerin ilk işi yoldan çıkmış insanlara savaş açmak, cihat olmuştur. Bu yoldan çıkmışlığın en bariz sahnesi Kudüs’teki mabedin zemin katıdır. Dağıtıyor ortalığı İsa, böyle yumuşak bir adam da değil, hani sana tokat atana öbür yanağını ver de… bunlar saçma sapan şeyler. Belki Musa kadar değil ama şiddetli bir adamdır. Vuruyor kırıyor, dağıtıyor ortalığı ve çıkıyor ve tabii bu büyük yankılara yol açıyor. İsa’ya karşı müthiş bir tepki dalgası belirlemeye başlıyor. Kim işletiyor bunları? Allah adına söz olan adamlar, hahamlar, kohenler işletiyorlar bu tefeciliği yapanlar, kimse onlara gözünün üstünde kaşın var diyemiyor. Kim bu adam dedikleri vakit, nereden bu cüret, bu cesareti kimden alıyor diye sorulduğu vakit Havarilerinden biri onun üstünlüğünü, gücünü tebarüz ettirmek için Tanrı’nın oğlu diyor. Bu Tanrı’nın oğlu olma efsanesi buradan doğuyor. Hiçbir zaman İsa kalkıp ben Tanrı’nın oğluyum demiyor. Bir daha giriyor mabede, bu sefer bodruma iniyor, bodrum bir genelev. Şimdi şöyle düşünün; mabediniz var, yani ibadet edilen bir yer ve dine en aykırı ne varsa orada yer alıyor. Birincisi, tefecilik var, yani faiz hesaplarının döndüğü bir 370 • Teoman Duralı yer, faiz demek sadece yatırdığınız paradan daha fazlasını alma meselesi değil, her türlü alın terinin dışında kalan gelir demektir. Sosyalistlik, komünistlik dediğimiz şeyin ilham kaynağı dindir, Hıristiyanlıkla Müslümanlıktır. Hıristiyanlık daha da aşırı hatta, daha önce size örnekleri verdim. Hz. İsa “Zengin adamın cennete girmesi devenin iğne deliğinden geçmesinden zordur” diyor. “Alın teriyle sulanmamış hamurdan pişmiş ekmek gırtlağını, boğazını tıkasın” diyor. Şu bedduaya bak! Alt kata iniyor, en aşağı görünen, hor görülen yaratık fahişenin ayaklarını yıkıyor. Bu Hıristiyanlığın sembolü hâline geliyor. Muhakkak Papa yılda bir veya ilk defa papa olduğunda -unuttum şimdi- bir kadının ayağını yıkar. İsa orada ne kadar kadın varsa, fahişe varsa hepsinin ayağını yıkıyor. Kadın zaten çok hor görülmektedir. Daha da korkuncu fahişe ve gidiyor o üst katta tefeciliğin yapıldığı yerleri yerle bir etmesi yetmiyormuş gibi bu sefer de iniyor, fahişelerin ayaklarını yıkıyor. Baş yoldaşı da -biraz sonra olacak ama katmerli artık, çünkü şayia çıkıyor ortaya- bir fahişedir. Hahamlar gidiyorlar Roma valisine, Pilatus’a ihbar ediyorlar: Bu adam ortalığı allak bullak ediyor, milleti baştan çıkarıyor. Pilatus İsa’yı çağırıyor, sorguya çekecek. İsa giriyor, Pilatus oturuyor. Çok ünlü bir laftır bu da, Avrupa zihninin baş ibarelerinden birisi hâline gelmiştir: “Ecce homo-işte insan” diyor. Alay mı ediyor, çok mu etkisinde kalmış bilmiyoruz. Çünkü İsa dediğiniz çubuk gibi bir adam, zayıf, avurtları çökmüş, avret yerlerini örten bir harmanisi var, saçı sakalı birbirine karışmış bir hâlde, yani bir sefillik örneğidir. Burada da Müslümanlıkla Hıristiyanlığın tamamıyla ayrıldığını görüyoruz. Peygamberimiz yakışıklı, yüzü gözü yerli yerinde, kılığı kıyafeti aşırı olmamakla birlikte temiz, pak ve düzgün, şık diyebiliriz. Burada tam tersi döküntü hâlinde, ona mı işaret ediyor, yoksa o döküntü hâlindeki adamın arka planından mı etkileniyor bilmiyoruz ama bu söz Avrupa zihniyetinin en derin noktalarına damgasını basmış bir laftır: “Ecce homo!” Dinlerde birlikte yemek son derece önemli bir olaydır, bir ibadettir. Bütün dinlerde topluluktur esas olan, cemaat ve o cemaati meydana getiren insanların dayanışması. Bu anlamda da bireyi esas alan sermayecilikle din birbirinin zıddıdır. Evet, vah- Doğu ve Batı Medeniyetleri • 371 det-vahiy dininde günah ve sevap sahibi olan bireydir. Karar bireye aittir ama yaşama düzeninde birliktelik vardır. Bu birlikteliğin -Hıristiyanlıkta da, Müslümanlıkta da öyledir- özünde, temelinde kadınla erkek vardır. O kadın-erkek birlikteliği öteki bütün birlikteliklerin esası ve merkezidir. Bizde de gene gözümüzden kaçan asıl birliktelik Peygamberimizin karısı ve kızıyla olan birlikteliktir. Peygamber olduğunu ilk belirleyen, tasdik eden, ısrarla Peygamber olduğunu bildiren bir kadındır: Hz. Hatice. Çünkü titremeler, ıspazmoz geçirmeden dolayı delirdiğini, aklını kaçırdığını sanıyor. Hz. Hatice olağanüstü kadın sezgisiyle bunun böyle olmayabileceğini, başka bir şeyin yürürlükte olabileceğini düşünüyor. Dayısına gönderiyor. Mekke’de o tarihlerde tuhaf bir dini akım var. Hıristiyanlıktan sapmış birtakım inançlar yürürlükte, dayısı da onlardan birine mensup, bu inanç gruplarından birine mensup ve o “Sana tebliğ geliyor” diyor. Hz. Hatice’den başka ve sonra diyebileceğimiz en yakını Hz. Fatıma’dır. Hz. Fatıma son derece mütedeyyin, Katolik Hıristiyanlarını da etkilemiş bir kişidir. Uzun süre İslam coğrafyasının bir parçası olarak yaşadığını bildiğimiz Portekiz’de Fatıma Mağarası vardır. Nedir bu mağara? Ya 19. Yüzyıl sonları ya da 20. Yüzyılın başlarında çobanlar, Hz. Meryem’i o mağarada gördüklerini öne sürmüşlerdir. Hz. Meryem o mağarada tecessüm etmiş güya ama mağaraya Maria Mağarası değil, Fatıma Mağarası denilmiştir. Fatıma’yla Meryem’i çakıştırıyorlar. Eski dinlerin, vahiy dinlerinin öncesindeki çok Tanrılı dinlerin efsane ağırlığı Hıristiyanlığa geçmiştir. Bu bakımdan Hıristiyanlıkta istemediğiniz kadar çok efsane vardır. Mucize, mucize, mucize, mucizeniz varsa izaha lüzum yok. Neden, sebep gösterme gereği yok. Mucize der, geçer gidersiniz. İslam özü itibariyle efsane yönünden olağanüstü derecede yoksundur. Öbür dinlerle mukayese edildiğinde ve Kur’an’da geçen efsanevari hikâyeler, meseleler çoğunlukla Müslümanlığın dışındaki Yahudiliğe yahut Hıristiyanlığa aittir. Özellikle de Yahudiliğe aittir, Hz. Musa’yla ilgili hikâyeden geçilmez. Bu Müslümanlığın hem gücünü hem de zaafını ortaya koyar. Zaafı şu: Bu kadar az yok mesabesinde mucizeye sahip bir dini -dikkat buyurmanızı rica ediyorum- akıl yoluyla anlatabiliriz. Mutezile kelamcılarının muazzam hatası 372 • Teoman Duralı aklı Kur’an’ın üzerine bile çıkarma olayı karşımıza çıkıyor. Eş’arî de bundan pek beri değildir; akıl çok Mutezile’de olduğu kadar olmasa bile çok önemli bir yer tutmaktadır. Bu neyi getirmiştir sonunda? İslam’ı inkâr eden Yeni Çağ çağdaşçıları -öyle diyelimdini akıl yoluyla çürütmeye kalkarlar; halbuki din akla dayanmaz. Akılla izah edemezsiniz. Akıl mademki bir yaratıktır, yaratık yaratanı izah etmekten acizdir. Mantıksız bir şeydir. Yaratılmış olanın yaratanını açıklaması, çözümlemesi tamamıyla bir mantıksızlıktır, saçmalıktır. Akılsız bir iş midir din? Hayır, biçimsel, felsefi akla uygun değildir ama aklıselim sahibidir. Dinin, Müslümanlığın bildirdiği her şey aklıselimdir, yani akla aykırı değildir. Yaşama düzleminden çıktığımız andan itibaren Allah’la ilgili, melekleriyle ilgili, Peygamberleriyle ilgili bildirdiklerimiz akla dayatılamaz. Tek kaynağı vardır: Kur’an ve Hadis, onun dışında bir kaynağı yoktur. Hıristiyanlıkta bu böyle değil, bunları çok iyi görmemiz lazım. Mademki biz Avrupalı oluyoruz, günde beş vakit kapaklanıyoruz Avrupa’nın kapılarına, hiç anlamadığımız, bize fersah fersah uzak gelen bu noktaları kavramamız lazım. Yani öyle pantolon, ceket, etek, topuklu ayakkabı, mini giysi giymekle Avrupalı olunmuyor. Kahvehanelerde oturup da mum ışığında biraz filtre kahve, cappuccino, bilmem ne yudumlamak, viski devirmek, vs. ile olunmuyor, bitmiyor işler. Ruhban madem ilahi bir varlıktır, ilahi insandır o hâlde homo değildir; Tanrı adamı, mucizelerle donanmıştır. Mucizenin başı Tanrı’nın oğlu İsa’dır. İsa çarmıha geriliyor; eti hamura, kanı kızıl şaraba dönüşüyor. Bunu mümin cemaate her pazar sunma yetkisi homo dei’ye, ilahi adama verilmiştir. Papaz her pazar ibadetin başında yarım kadehte bir damla şarap alır, mümin İsa’nın kanıyla yücelir ve etinden de bir parça alır ve yerine oturur. Bu ilahi antlaşmanın teyididir. İlahi anlaşma Hıristiyanlıkta doğduğunuzda vaftizdir. Yahudilikteyse sünnettir. Kadının Yahudilikte anlaşmaya girmesine lüzum yok, o bizatihi Tanrı’dan el almıştır. Tanrı ona çok kızmıştır başta Adem’i aldattı diye ama daha sonra o öfkesini çeker kadından. İslam’da başlangıçtan herhangi bir anlaşma yoktur. Çünkü bu dünyadaki anlaşmanın öncesini ahirette halletmişiz. Hıristiyanlıktaki hürlük Adem’in cennetten kovulma olayındadır, Müslümanlıktaki hürlük Doğu ve Batı Medeniyetleri • 373 Allah’ın dünyaya gelmeden önce sorusuyla ortaya çıkmaktadır. “Rabbiniz miyim?” diye sorduğunda, “evet, gerçekten bizim Rabbimizsin” cevabını veriyor bütün insanlar. Çok büyük bir ayrılıktır burası, farklılıktır. Niye farktır? Daha sonra oluşacak kültür ve onun toplumsal ifadesi demek olan zihniyette kendini belli etmektedir. Hıristiyanlık İsa’nın mı, Pavlus’la Petrus’un mu dinidir sorusu açıktadır. Çünkü bütün Hıristiyan belirlemeleri Pavlus’la Petrus’tan kaynaklanmaktadır. Kitab-ı Mukaddes doğrudan doğruya Allah’la İsa arasındaki bağlantıyı yansıtmıyor. İsa’nın dört Havarisinin şahadetidir bu, Müslümanlığın propagandasını yapmak için söylemiyorum, tarihi bir gerçeği tebarüz ettirmek için söylüyorum. İncil’i biz halis Kur’an’dan tanıyoruz; inanıyorsak tabii, tekrar ediyorum, bunun bir kanıtı yok, mantıkça bir ispatı olamaz. Allah’ın varlığına inanıyorsak ve onun bir tebliği vardır diyorsak Hıristiyanlık dediğimiz tebliği Kur’an’da görüyoruz. Çünkü Hıristiyanların Hıristiyan tebliği doğrudan İsa’nın değil, Havarilerinin talepleridir ama Hıristiyanların açısından baktığımızda bu Havariler Tanrı’nın adamlarıdırlar. İsa’nın mesabesinde olmamakla birlikte Tanrı’nın adamlarıdır. Bir silsile-i meratib var, bir sıra düzeni var. En üstte İsa, onun altında biri hain çıkmış 13 Havari var. Hıristiyanlığın en önemli ahlâk kırılmalarından biri ihanettir. İsa’yı ihbar eder on üçüncü, o yüzden bugün Avrupa’da 13 rakamı uğursuzluktur. SALONDAN- Caferîlere nasıl geçmiş? TEOMAN DURALI- Orada da benzerlik var, evet, çok büyük benzerlikler var. Malum orada da ruhban vardır. Allah’ın tebliği Kur’an’la bitiyor. Hıristiyanlıkta öyle değil, İncil’le bitmiyor iş; ruhban Allah’tan tebliğ almaya devam ediyor. Caferîlikte de öyledir. Tam böyle değil tabii, biraz yanılttım ben, sadece Ayetullahlar esaslı bir biçimde yorumlama hakkına haizdirler. Halbuki Papa doğrudan tebliğ almaktadır, ileti almaktadır. Zaman zaman Hıristiyan tarihinde şûra toplanır. Concilium/Konsil toplanır ve orada yeni birtakım maddeler yürürlüğe girer. Şimdi aklımda değil o maddeleri, benim bildiğim bu maddelerin ayrıntılarını bilen, bunları inceden inceye çalışmış Türkiye’de iki kişi vardı: Biri 374 • Teoman Duralı rahmetli hocam Ahmet Yüksel Özemre, öbürü de Aytunç Altındal. Papa tebliğ alır sadece ve papa efradıyla, on üç adamıyla toplanır, bunu tartışır. Gerçi 1962’de daha genişletilmiş bir şûra vardı ve bunları hayata geçirirler. Çünkü din yaşanmak üzere gelir. Yani din böyle alıp da bir rafa koyarsınız, sonra geçip seyredersiniz; öyle değil, yaşanmak için vardır. Yaşanmasını ortadan kaldıran tabii Yeni Çağ din dışı Avrupa medeniyetidir. Oraya geleceğiz daha inşallah. Buradan hareketle Avrupa’da, özellikle Katolik kesimde hayatı çekip çeviren ruhban zümresi olmuştur. Neden Katolik kesimden bahsediyorum? Çünkü Hıristiyanlığın öbür kanadı olan Ortodoksluk Müslümanların, öncelikle de Türklerin hâkimiyet sahasında kaldığından Hıristiyanlığı temsil edememiştir. Hıristiyanlığı temsil eden, Hıristiyanlığın sancağını taşıyan Katolikliktir ve onun kutsal merkezi Vatikan’dır. Kiliseler Vatikan’ın devamıdırlar, temsilcisidirler. Bu anlamda kiliselerin dokunulmazlığı vardır. Büyük Fransız romancısı Victor Hugo’nun Sefiller’ini okuduğunuzda bunu görürsünüz. Adam sıkıştıkça kiliseye sığınır ve kiliseye giremezler. Ruhban olmayan kiliseye giremez. Aynı şekilde papazı sıkıştıramazlar. Cinayet işliyorsun, olmadık işler yapıyorsun. Pazar gidiyorsun papazına, günah çıkarıyorsun. Ondan hukuk, adli merciler bilgi alamazlar. Papaz kesin sükutla yükümlüdür ve Allah adına affeder veya etmez. Ruhban bu, bunu birkaç oturum size tekrar ettim. Çünkü çok ama pek çok ağırlığı olan, önemi olan bir olaydır. Ruhban olmayansa -onu da söylediğimi sanıyorum, tekrar edip burada keseceğim- dört sınıfa ayrılır: Soylular -onlar da ikiye ayrılırlar: Asilzadelerle toprak zadeliği, zanaatkârlar ve rençperler, toprağı işleyenler. Bu üçlü sınıfın altında köleler vardır. Roma’nın çöküşüyle birlikte Rumeli’yi istila eden Germen boyları savaşçıdırlar, sadece savaşırlar ve Hıristiyanlık indinde çok aşağılık bir iş olan ticarete asla uğraşmazlar. Onu dokunulmaz raddesinde görülen, kabul edilen Yahudilere bırakırlar. Size alışverişlerin yapıldığı pazar yerlerinden bahsedip etmediğimi bilmiyorum ama etmediysem haftaya orayla başlayalım. Bugün yine sizi çok fazla işgal ettim, hayati önem taşıdığına inandığım sorunlara temas etmemiz gerektiğini Doğu ve Batı Medeniyetleri • 375 sanıyorum. Teşekkür ederim, buyurun. SALONDAN- Hocam, vicdan Allah’ın insanda konuşan sesi dedik, Mutezile de aklı Kur’an’dan üstün tutuyor dediniz. Peki, onlar diyemez mi bizim burada akıl diye kastettiğimiz şey vicdandır, bu farkı nasıl yapacağız? TEOMAN DURALI- Farkımız yok, dediğin çok doğru, akıl aslında dinî, İslami bir tabir, aklı dinden çıkarmamızın tek sebebi Yeni Çağın böyle bir şeye tevessül etmesiydi. Daha sonra söyleyecektim ama mademki sordun, şu insan olsun burada da Tanrı olsun, sümme haşa, buradan buraya bir kablo uzanmaktadır. Bunu ben çok iyi tecessüm ettirebiliyorum mühendis olmamakla birlikte, babam öyle olduğundan tüm çocukluğum, gençliğim hep bu elektrik mühendisliği havasında geçti. Hiçbir vakit elektrik üreten merkezden binalara, kuruluşlara doğrudan doğruya akım verilemez. Verdiğin takdirde yakar bitirirsin. Arada trafo dedikleri bir güç indirme merkezi vardır. Aklı Allah’tan gelen cereyanı indiren ve anlaşılır kılan bir ara merkez gibi düşünelim ve onun benim içimde yayılan kabloları da vicdandır. Ne yaptılar Yeni Çağ’da? Yeni Çağ din dışı Avrupa medeniyeti dediğimiz olayda şu kablo kesildi. Bu kendinden menkul bir kaynak, bir memba olarak kabul edildi. Yani artık enerjisini buradan almıyor, kendinden diyor. Nasıl oluyorsa bilmiyorum, hiçbir Yeni Çağcı da bana bunu izah edemedi. İzah edilir bir tarafı da yok. Akıl en üst merci, daha üstü yok. Akıl sahibi insandan hareketle insancılık, hümanizma anlayışı çıkmıştır. En yüksek, en üst merci akıl sahibi insandır. Akıl sahibi varlık olan insan ve dediğim gibi aklın vicdana bağlantısı yok. Zaten vicdan var mı, yok mu belli değil. Agnostisizm denilir buna, bilinmezcilik, Tanrı var mıdır, yok mudur bilinmiyor, beni ırgalamıyor anlayışı getirilmiştir. Çünkü yok diyemiyorsunuz. Yok dediğiniz mantıkça vardır. Diyelim ki adınız Fatih, Fatih nerede denildiği takdirde burada yok. Fatih var ki Fatih’e yok diyorum. Hiç ile yok arasındaki fark budur. Yok var olan bir şeyin o sırada orada bulunmamasıdır; var olmasa hiç üstüne konuşamayız. Tanrı hiçtir diyemezsin, mantıksızlıktır. Ancak var mıdır, yok mudur bilmiyorum arkadaş deme imkânına sahibiz. Yani ateizm, tanrıtanımazlık mantıksız bir şeydir. 376 • Teoman Duralı SALONDAN- Hocam, ben sizin bir konuşmanızda dinlemiştim, tam hatırlayamıyorum ama şöyle: İnsan iyiyle kötüyü bilemez, iyinin ne olduğunu söyleyen dindir ama şimdi burada mesela, vicdan bize iyinin ne olduğunu söylüyor. TEOMAN DURALI- Ama vicdanın, aklın da kaynağı kutsal kitaptır, tebliğdir. Bunu din açısından size anlattım, Yeni Çağ din dışı Avrupa medeniyeti bunu inkâr eder. Akıl kendinden menkul derken bunu kastediyorum. Tebliği nazarı itibara almıyor. Tebliğ Adem’den beri var. Yani sadece Tevrat, İncil, Kur’an olarak gelmiyor bu bize, öteden beri her zaman her boya, her kavme Peygamberlerle tebliğ gelmiştir. Bize 99’u sayılır ama adı sanını bilmediğimiz daha ötesi de muhakkak var. SALONDAN- Peki, Mutezile burada kitabı aradan çıkartıyor mu? TEOMAN DURALI- Hayır, kitabın çözemediği sorunu önce akla götüreceksin, aklı kitapla uyuşturacaksın. Eş’arî kitabı ve hadisi esas alıyor ve aradaki bağlantıyı akılla kurabilirsin diyor. SALONDAN- Dinde akıl dediğiniz bilinç düzeyi benim anladığım kadarıyla. Peki, bilinç üstü tam olarak nerede yer alıyor? TEOMAN DURALI- Allah’ta. SALONDAN- Yeni Çağdakiler bize bilinç üstünü daha farklı anlatıyorlar çünkü, işte filozoflar bilinç üstünün… TEOMAN DURALI- Bilinç üstünden bahsetmiyorlar. Sen Freud’a gidiyorsan, bilinçdışıdır o, Freud’un bilinçdışı dediği anlaşılan bir şey değil. Onu bize gelmiş geçmiş en büyük dâhilerden biri Kant anlatıyor. Tasavvur gücü dediğimiz bir şey var. Dünyaya geldiğimiz andan itibaren, hatta öncesinde ana rahminde de olabilir, bir bombardımana tabi tutuluyoruz. Yani varlık bulduğumuz andan itibaren biz bir top ateşine tâbiyiz. Bunlardan pek azının izi kalıyor bizde, birçoğunun izini bulamıyoruz. İzini bulamadıklarımız hayatımızın belli anlarında kendini beklenmedik biçimde duyurabiliyor; sezgi diyoruz buna. Bunu başka dinden Doğu ve Batı Medeniyetleri • 377 olanlar; Hindular, Budacılar, vs. önceki bir hayatın hatırlanması şeklinde telakki ediyorlar. Bizde yok o, önceki ve sonraki hayatlarımız, ahiret hayatında buradaki renkler yok. Ne var bilmiyoruz, bize anlatılmıyor. Sufiler, mutasavvıflar öz bilinç gibi terimleri kullanmamakla birlikte bizi o noktaya götürebiliyorlar. Bunu Kur’an’dan hareketle mi yapıyorlar, yoksa bizi çok ama çok etkilemiş olan Eflatun’dan mı ötürü yapıyorlar tam anlamış değilim. Bazı arkadaşlarım, talebelerim, daha sonra can dostlarım olmuş kişiler bunun Kur’an’dan kaynaklanmadığını öne sürmektedirler. Bundan tam emin değilim, Kur’an’ın belki satır aralarında buna ilişkin birtakım telmihler olabilir ama Eflatun’da çok açık bir şekilde ahiret hayatında da yaşananların olduğunu ve bunların hatırlanmasıyla burada yol aldığımız söylenir. Benzeri bir etkiyi İslam doğudan da, Hinduluktan almıştır. İslam’da çok etkili iki ana kaynak vardır: Batı’dan Eflatun ve yeni Eflatunculuk, Doğu’dan da Hinduluktan gelen şeyler vardır. Hinduluğu sevmemiştir Müslümanlar nedense, hep bir çeşit küfür gibi telakki etmişlerdir. Eflatun’u canı gönülden almışlardır. Hatta Gazzâlî bile Eflatun’a hiçbir şey söylemiyor, âdeta günah sayıyor ki Eflatun “ilahi” diye geçer İslam kaynaklarında, o derece benimsemişizdir biz onu, o bakımdan bu bilinçdışı, bilinç ötesi o olabilir kanısındayım ama Kant’a bakarsak dünyada yaşadıklarımızın toplamıdır, belli belirsiz bizde kalan bir arka plan ışıması gibi. Dünyaya gelirken İslam’ın ak sayfa dediği olayı Hıristiyan olmasına rağmen Kant da söylüyor. SALONDAN- Hocam, dinle ahlâk münasebeti hakkında sizin söylediklerinizi, akıl yürütmenizi ben biraz sorunlu buluyorum. Günah-sevap ve ilahi vaatler gibi kavramlar bence ilahi anlamdaki ahlâka zarar veren kavramlar, çünkü bunlar araçsal, çıkarcı zihniyetin bir öğeleri bence, halbuki Kant ne diyor? İnsan Tanrı için bile araç olamaz. TEOMAN DURALI- Kant tamamıyla dinin özünden sesleniyor bize, ona göre ahlâk şartsız buyruktur. Karşılık beklemiyor. Ne dedim size biraz önce? Hıristiyanlığa taban tabana zıt demiştim sermayecilik, hatırlar mısınız? Bizi şaşırtan şu: Sevap, yani Al- 378 • Teoman Duralı lah’ın dilediğini yaparsak ırmakları olan cennete gideceksin, huriler gelecek, hanımlara ne var onu bilmiyorum. Şu olacak, bu olacak. Onlara bir şey yok, çünkü küçümsediğimden değil, erkek hayvanla insan arası bir yerlerde dolandığından ötürü ona böyle vaatler; kadın halis insan, hacet yok. Saftır o, hasta değilse, şusu busu yoksa böyle bir derdi yok. Bunlar niye var? Kapitalist anlayıştan ötürü değil, din her seviyede insana hitap etmektedir, herkese hitap etmektedir. Yani akil baliğ herkese, aklını kaçırmış adama tabii ki bir şey demiyor ama akil baliğ her Allah’ın kuluna din hitap etmektedir, etmek zorunda. Bunda ortalama zekâdan Einstein’e kadar gidebilirsin. Onun anlayacağı bir şey söylemen lazım. Dinin özünü yansıtmaya kalksa o dediğim zekâ fukarası adam hiçbir şey anlamayacaktır ama kast olunan Kant’ın dediği o şartsız buyruktur. Neden? Ölümden sonra ne olacağımız bilgi açısından kesin bir karanlıktır. İman ediyoruz sadece, bilmiyoruz, kesin bilgisizlik ölümle başlar. Allah şimdi buralarda bir yerde oturan, elinde asası olan somutluğa yakın bir kişi, bir varlık değil ki ben kimden bir şey beklerim? Bir varlıktan bir şey beklenir, anlatabiliyor muyum? Varlık nedir? Zaman ve mekân boyutlarında yer alan bir varlıktır. Tanrı’nın varlığının kanıtı mantıkça imkânsızdır. Tanrı kanıtlanamaz, hiçbir surette kanıtlanamaz. İnanırsın ya da inanmazsın. O inancın kesinkestir, öyle olmadıkça da o inanç ilahi inanç değildir, yani iman değildir. Ne demektir kesinkes? Hiçbir şekilde soru konusu kılınmayan; bu günahtır manasında değil, mantıksız da ondan, anlatabiliyor muyum? Gerekçesini gösteremeyeceğin, veremeyeceğin, kanıtına sahip olamayacağın bir iddia imandır. Dinin bütün buyrukları böyle söylediğim bir varlıktan neşet eden buyruklardır. Karşılığı yoktur. Yapmak mecburiyetindesin. Dinde hak yoktur, sadece ödev vardır. Ödevden başka bir şey yoktur. Benim hakkım yaşamak. Hayır, senin ödevin beni yaşatmaktır, benim de ödevim seni yaşatmaktır. Hepimiz dünyaya dini açıdan baktığımızda belirlenmiş ödevlerle geliyoruz. Kaderimizin yani Allah’ın belirlediği bir olaydır. Seni ayakkabı boyacısı yapmıştır, beni lokantada hizmet eden uşak yapmıştır, bilmem kimi cerrah kılmıştır, değişebilir mi bunlar? Değişir tabii, değişebilir ama hangi kategoriye giriyor- Doğu ve Batı Medeniyetleri • 379 sa, o kategoride bir tek de ödev değildir, bir sürü baba ödevin vardır senin üstünde, mesleğin ödevi vardır, şu ödevin vardır, bu ödevin vardır. O ödevleri yerine getirmekle yükümlüsün. Nerede girmiştir hak? Yeni Çağ din dışı Avrupa medeniyetinde girmiştir. O demin dediğim dine kesinlikle uymuyor ama hep öyle gösterilmiştir ve buna isyan eden adamların başında Martin Luther gelir. “Hıristiyanlık böyle değil” diyor Luther, “Tanrı karşılık bekleyen, karşılığını vermediğin sürece seni adam yerine koymayan bir varlık olamaz” diyor. İşte şunu şunu yaparsan cennete girersin. Kim verecek? Papaz mı verecek sana, böyle zırva olmaz, böyle saçmalık yok. İlk yaptığı iş Hıristiyanlıkta çok katı olan o sıra düzenini kaldırmaktır. Katoliklikte karşılaştığımız ruhban sınıfının sıra düzenini tarumar etti. Böyle bir şey yok, hepimiz Allah’ın karşısında biriz. Sevabımızla, günahımızla tartılırız. O günahın cezası ne olur? Bunu bilmeyiz, o O’na ait bir şeydir. Bunlar sadece bu dünya için söz konusudur, hukukta geçer bu, çünkü onun indinde -bizde de öyledir- söz konusu olan niyettir. Dünyada niyetin önemi yoktur. Hukuk hiçbir zaman senin niyetini esas almaz, eylemlerin söz konusudur ama Allah’ın indinde niyettir asıl olan, Peygamber böyle diyor: “Eylemler niyetlere göre düzenlenir, şekil alır” O niyetin karşılığı yoktur işte, ben bu adamı ameliyat edeyim, iyileştireyim ama iyileştiğini söylemeyin, yine mangırlarını çekip cebime atayım. Eylemim iyi mi? İyi, ameliyat ettim, iyileştirdim ama niyetim kötü. Küçük bir örnek olarak verdim. SALONDAN- Hocam, İslam Hint’le anlaşamamıştır dediniz. Doğu-Batı medeniyeti ayrımında İslam Batı’da mı, Çin muhitinde değil mi? TEOMAN DURALI- Batı’da, onu söylemiştim size daha önce, batı medeniyetleri camiasında yer almıştır. Her şeyden önce Batı medeniyetleri camiasında vahiy, vahdet din olayı vardır. Hint doğu medeniyetleri camiasındandır. Yeni Çağ din dışı Avrupa medeniyetiyle batı medeniyetleri camiasında da bölünme olmuştur. Dine dayalı medeniyetlerle dine dayanmayan medeniyet ayrımı ortaya çıkmıştır. İlk kurulan Orta Çağ Hıristiyan medeniyetidir. Yenilen, iptal edilen taraf, ondan sonra İslam medeniyetine 380 • Teoman Duralı yüklenmişlerdir. Gördüğüm kadarıyla onu da yere serdiler özellikle de Osmanlı Devleti’nin yıkılışıyla birlikte, yani batı medeniyetlerinin içinde artık çatışma olayı kalmamıştır. Doğu’da zaten medeniyet yok artık, yani bir Hint medeniyetinden, Çin medeniyetinden bahsedemeyiz, yok onlar. SALONDAN- Hocam, mesela Pers-Yunan kavgası veya onun devamı, daha öncesi… Truva? TEOMAN DURALI- Pers de Doğu medeniyetleri camiasının bir mensubuydu, doğu medeniyetlerindendi. Yunan batı medeniyetlerinin en evvelkilerinden biridir, Yunan medeniyeti yahut Eski Çağ Ege medeniyeti de diyebilirsiniz. Truva bir kere yanlış bir tasavvur, çünkü Truva Pers değildi, Doğu değildi, o da Yunan’ın bir parçasıydı, Yunanca konuşuyorlardı, sonradan uydurma bir olaydır, Avrupalı tarihçilerin şehir efsanesi. Çünkü Truva dediğim gibi Pers değildir. SALONDAN- Hocam, otuz yıl üzerinde çalıştığım bir eserim var demiştiniz, konusundan biraz bahseder misiniz? TEOMAN DURALI- Temelde biyoloji felsefesi ama onun en önemli sorunu evrimi çok uzun boylu ele alıyorum ve evrimden ortaya çıkmış sorunları, bunların da başında belirli bir ideolojiyi inceledim. Bu ideolojinin tabiatımıza aykırılıklarını, insana aykırı taraflarını anlatmaya çalıştım. Buradan evrim olmasa bile evrimciliğin, evolüsyonizmin yol açtığı zararları göstermeye gayret ettim, ediyorum. Bir türlü bitmeyen senfoni gibi bir şey oldu o, aslında bu kadar uzun sürünce içindeki bilimsel belirlemeler de eskimeye başlıyor. Çünkü çok hızla ilerleyen bir bilim biyoloji, özellikle de moleküler genetik, gel zaman git zaman yeni ortaya çıkan olayları da buna dâhil etmeye çalıştım ama şimdi de nefesim tükendi. Artık dediğim gibi bir yerde noktayı koymam gerekiyor. İşte bütün kabahati hastalığımda buluyorum. Bir kere idmandan kesildiğiniz vakit sonra tekrardan spor yapmaya mecaliniz kalmıyor. Mesela, ben eskiden koşardım. Bir hafta koşmadığım vakit yeniden sanki koşmaya başlıyormuşum havası doğardı. Kitapta da öyle oldu, öyle bir yıl ara verince Karl Marx’ın deyişiyle kitabıma yabancılaştım. Doğu ve Batı Medeniyetleri • 381 SALONDAN- Hocam, bir sözünüz var, başkası için yaşamakta sahici olmaktan çıkıyorsunuz, bunun manasını ben düşündüm, taklit olabilir mi? TEOMAN DURALI- Taklit evet ama bu başkası için yaşama değil, şu olabilir: O sözümü hatırlamıyorum. Sadece bu sizin söylediğiniz laf üzerine yorumluyorum. İki türlü başkası için yaşayabilirsin. Ya hayran olursun, taklit etmek istersin, gözüne girmek istersin, o çok kerih bir iştir; ya da kendini feda edersin, ona kendini adarsın. Bu da yine ikiye ayrılır: Adanacak adamlar vardır, adanmayacak insanlar vardır. Bir zalimin, müstenidin yoluna kendini koyarsın, bu çok kötü bir şeydir. “Zalime karşı çıkmayan ondan beterdir” diyor Hz. Peygamber yahut da bu mealde bir şey, olağanüstü bir belirlemedir bu. Bir de hak yolunda yürüdüğüne inandığın çok sevdiğin bir insana kendini adarsın. Bu çocuğun olabilir, karın olur yahut kocan olur, sevgilin olur, annen olur, çok yakının olan bir insan; bu tabii son derece yüce bir şeydir, üstün bir şeydir. Önemli olan bu adamda kendini kaybetmemendir. Öyle söyleyince aklıma tarikat geliyor; şeyhinin iki kaşı arasına dikeceksin gözünü ve kendini onda kaybedeceksin. Bu da büyük ihtimalle Hinduluktan bize gelme bir olay olsa gerek, çünkü bizde yasaktır Müslümanlıkta, Allah’a kendini adamaktan gayrı bir şey olmaz. Müthiş bir şeydir bu, yani kulun kula kendini adaması olmaz, yasaktır. Olumlu saydığım adanma, ödevin gereği o insanı yaşatman ve onun için bütün imkânlarını seferber etmen manasına gelir. Adama deyince kişiliğini, seciyeni yitirme anlamına gelir ki bu çok kötü bir şey. Cemaat hâlinde yaşamamız istenen bir şey tabii ama hiçbir zaman bireyliliğimizi yitirmeyeceğiz. Her zaman o varlığını sürdürmek zorundadır. Çünkü birey olarak yaratıldık ve yaratma hiçlikten meydana getirmek olduğuna göre her birimiz hiçlikten meydana getiriliyoruz. Bir kere ol dedi, her şey oldu değil, yanlış anladığımız bir olay, her birimiz hiçten var edilmekteyiz. Öyle görmek lazım ve bu anlamda eşsiziz. Eskilerin zevce ve zevç tabirine karşılık şimdi eş, iğrenç bir laftır, büyük bir sapmadır. Eş, matematikte olan bir şeydir sadece. Galiba bu akşam bu kadar, hepiniz de sağ olun efendim. Doğu ve Batı Medeniyetleri • 383 NİSAN 2017 Kavimler Göçü ve Batı Roma’nın Yıkılışı TEOMAN DURALI- Efendim, Orta Çağ Batı Roma’nın çöküşü 300 küsurlardan İstanbul’un fethi 1453’e değin süren çok geniş bir dönemdir. Bu çağ, üç kısma ayrılmaktadır: Erken devir 400. yüzyıldan ilk devletin kuruluşu Fransa’nın ortaya çıkışı, yani Frank Krallığının teşekkülüne kadar 400 küsur yıllık bir süredir. 800’den Rönesans’ın meydana çıktığı 1200 küsurlara kadar klasik dönem ve 1200 küsurlardan 1453 -yahut 1492 Amerika’nın keşfi de olabilir- geç devir. Erken devir karanlık çağ olarak nitelenmektedir. Bu 400 yıllık sürede Avrupa’da siyasi ve ona bağlı olarak iktisadi karışıklıklar var. Devlet dediğimiz bir yapıyla karşılaşıyoruz. Avrupa genelinde derebeylikleri var. Bunlardan daha önce size bahsetmiştim, Roma topraklarını işgal eden Germen boyları ele geçirdikleri topraklarda hâkimiyet kurmuşlardır. Belli başlı Germen boyları var: Gotlar, Vandallar, Franklar, Saksonlar, Süebiler, Vikingler, Angıllar, Jutlar belli başlıları. Gotlar ikiye ayrılmışlardır: Batı ve Doğu Gotlar; Ostrogotlar Doğu, Vizigotlar Batı Gotlarıdır. Gotlar İskandinavya’nın doğusundan hareket ediyorlar. Goldland adasından aşağıya, Balkanlara iniyorlar ve iki kola ayrılıyorlar. Bir kol Doğu Roma, Bizans topraklarına doğru ilerliyor, İstanbul istikametinde geliyor, bir kol batıya yöneliyor. Batıya yönelenler Alp Dağları’nın kuzey eteklerinde yerleşiyorlar. Öbürleri de Tuna civarındalar. Roma sınırlarını zorluyorlar, Roma bunları önce almıyor. Bugün gördüğünüzün bir benzeri; nasıl ki bugün Avrupa hudutlarında Suriye’den, Irak’tan, Afganistan’dan, Afrika’dan kopan göç dalgaları durduruluyorsa, o tarihte de Roma hudutlarında bu boylar, Germen boyları durduruluyorlardı. Ne zaman ki doğudan Hunlar batıya doğru harekete geçmişlerdir, o vakit bu Gotlar kıpırdamaya başlıyorlar. Can hav- 384 • Teoman Duralı liyle hücum ediyorlar Roma topraklarına, Doğu Roma çaresizlik içinde bunları kabul ediyor. Tarihte iki benzer olayla karşılaşıyoruz. Germenlerle Türkler, göçer boylardır ve medeniyet kapılarına dayanmışlardır. Nasıl ki Germenler Roma sınırlarına dayanmışlarsa, Türkler de ilkin doğuda Çin hududuna sürekli hücum ediyorlar. Çünkü medeniyet merkezlerinde servet vardır. İnsanın en önemli hasleti eline servet geçirmek, hayatını rahatlatmaktır. Konargöçer yaşayan insanların rahatı yerinde değildir. Yerleşik medeniyet toplumları rahatları, keyifleri yerine geliyor. Bugün de öyle, bildim bileli insanımızın Avrupa, Amerika’ya müthiş bir rağbeti vardır. Almanya hudutlarını açtığında -Altmışların sonlarında Yetmişlerin başlarında- Türkiye âdeta boşalıyordu. İpini koparan Almanya’ya kapağı atıyordu. Ağrı’dan, Hakkari’den, Yozgat’tan neresi olursa olsun böyle kitleler hâlinde gidiyorlardı trenlere atlamış, Ankara’ya, İstanbul’a, İzmir’e, buraya uğramadan, daha buraları görmeden adam olduğu gibi hop o taraftaydı çuvallarıyla, tahta bavullarıyla, tabii ki siz onları görmediniz ama ben o kavimler göçüne şahit olmuştum. Müthiş bir şeydi, nelerle gitmiyorlardı? Sucuklarıyla, pastırmalarıyla, neredeyse tavuklarını götüreceklerdi yanlarında da olmadı, o hâlde gittiler, orada gettolarda yaşadılar. Getto Yahudilerin yaşadıkları bölgelerdir Avrupa’da, yasak Yahudilere öbürleriyle, Hıristiyanlarla yaşamak, onlara ayrı bölgeler ayırıyorlar şehirlerde, bunlara “getto” denilmiştir. Bizimkiler de öyle gettolarda yaşamaya başladılar Münih’te, Berlin’de, Düsseldorf’ta, Köln’de, vs. Sadece halk tabakalarında değil, saygıdeğer aydınlarımızın da hep gözlerinde Avrupa, Amerika buram buram tütmüştür. Dalga geçtiğime bakmayın diyemiyorum, çünkü herhâlde bu hasreti duymayan tek kişi ben oldum bu memlekette, bilmiyorum başka üç beş kişi daha var mı? Ben görmedim, hiçbir zaman beni çekmemiştir, hâlâ bugün bile sorsanız Paris’e mi gitmek istersin, Ulan Batur’a mı? Ben Ulan Batur’a gitmek isterim derim yahut da Moğolistan’ın Bayan Ölgii’sine gitmek isterim, oralar beni çok çekiyor. Hatta Türkiye’de de Ankara’da mı oturmak istersin -İstanbul’u söylemiyorum, o gönlümüzün tahtında oturuyor- yoksa Çemişkezek’te mi? Çemiş- Doğu ve Batı Medeniyetleri • 385 kezek’i on kere tercih ederim Ankara’ya mesela, Çemişkezek’e gideniniz var mı bilmiyorum, çok güzel bir yerdir Çemişkezek, öyle çemiş dediklerine bakmayın, Türkiye’nin en şehirleşmiş, en güzel, en mamur şehirlerindendi. Hâlâ öyle mi bilmiyorum, 84’te gördüm ve hayran oldum. Arkasındaki mağaralarda saklanmam gerekse beni bir daha bulamazsın, yeter ki beslesin biri oraya gelip o mağaralarda, dev mağaralar var, arkasında dağlar. Tunceli’nin bir kazasıdır Çemişkezek; Dersim. Her neyse, Germenler de Roma kapılarında aynı böyle aç kurtlar gibi oturuyorlar. İmkan buldukları anda Roma topraklarına saldırıyorlar. Roma’nın medeniyetinden yararlanmaya çalışıyorlar. Roma tarihte gelmiş geçmiş en esaslı devletlerden biridir. Bir devlet örneğidir, imparatorluk devletidir. Şehir devleti filan değil, ilk kurulduğunda öyleydi ama onu boş verin, 1000 yıllık bir tarihi var. Muazzam bir süre ve bu 1000 yıllık süre Avrupa zihniyetine, Hıristiyanlığa damgasını basmıştır. Kıyamete yaklaştığımızda İsa’ya benzer Deccal dedikleri biri gelecek yeryüzüne ve insanlığı felakete sürükleyecek 1000 yıllık bir düzen kuracak. Sonra asıl İsa, Mehdi gelecek ve Deccal’i yenecek ve insanlığı Tanrı’nın huzuruna, mahkeme-i kübraya hazır hâle getirecek. Yani kıyamet kopacak ve düzgün ve düzenli bir biçimde insanlık İsa’nın arkasında Tanrı’nın yargısına hazır hâle getirilecektir. Hep bunlar Roma örneğine uygun olarak 1000 yıllık süreler hâlinde düşünülmüştür. Hitler de kurduğu devletin 1000 yıl süreceğini söylüyordu ama biraz daha az sürdü, on üç yıl ancak ayakta kalabildi. Çok feci bir biçimde yıkıldı, battı. 1000 yıl tabii bir zaman süresi olarak düşünülmemeli, çok uzun süre olarak tasavvur edilmeli, çünkü Avrupa’nın medeni kısmı Roma’dan başka bir şey görmedi. Hep Roma vardı, Roma’nın dışında var olan ise insandan sayılmadı. Barbarların diyarı olarak görülüyordu. Bu Barbarlar birkaç kola ayrılıyor tabii, hepsi aynı değil ama Romalıların gözünde onlar hep birdiler. Romalıların tanıdığı ilk Barbarlar kuzeylerinde Gauller, bugünkü Fransa’nın yerlileri Keltlerdir. İspanya, Portekiz, İngiltere, yani Britanya’da da Keltler oturuyordu. Britanya adı zaten Keltçedir. Buradan hareket eden bir Kelt kolu, Galatlar Orta Anadolu’ya kadar uzanır, bizim 386 • Teoman Duralı Galata’nın adı da oradan geliyor. Roma ilkin Keltlerle boğuştu, onları hâkimiyetine aldı. Şekil itibariyle bunlar Romalılara benzemiyorlardı. Romalılar Akdenizli insanlardı. Ufak boylu, koyu tenli, koyu renkli saçları var. Karagözlü yahut da kahve gözlü insanlar, Keltlerse uzun boylu, kızıl saçlı, yeşil gözlü insanlardı. Bunların kalıntısı İrlandalılar, İskoçlar, bir de İngiltere’nin batısında Wales denilen yerde yaşıyorlar karışmamışlarsa. Daha sonra Roma Germenlerle karşılaşıyor ama Germenlerin başka bir boy olduklarını önce bilmiyorlar. Farkına vardıklarında, bunların Kelt olmadığını gördüklerinde onlara Latincede kardeş anlamına gelen geminos diyorlar. O kadar benziyorlar ki Romalıların gözünde Germenler Keltlere, bunlara ikiz demişlerdir ve bu geminos sözü Germenlere ad olmuştur. Germenler kendilerine o adı vermiyorlar. Genellikle MÖ 1. yüzyıldan itibaren Germenlerin kendilerini andıkları bir ad var: Halk, insan anlamındaki theudō, theudisk ve zamanla buradan Deutsch olmuştur. Deutsch bugün Almanların kendilerine verdikleri addır ve asıl anlamı halk, insan demektir. Bu çok genel bir adlandırma biçimidir. Obalar, boylar kendi içlerine kapalıydılar. Dışarıdaki insanları soylarından gelmediğinden, kendi kanlarından olmadığından insan olarak görmezlerdi. Birçok milletin adı bu oymak, bu boy geleneğinden gelmektedir. Eskimolar kendilerini inuit diye anarlar. İnuit insan demektir. Eskimo güneylerinde yaşayan bir Kızılderili boyun onlara verdiği addır. Çiğ et yiyenler demektir. Topluluklar dışlarında kalanları, komşu olanları küçümsemek maksadıyla rezil adlar vermişlerdir, mesela Eski Türklerde domuz yasaktı, tabuydu. Komşuları Tunguzlar domuz eti yediklerinden onlara domuz demişlerdir ve o ad öyle kalmıştır. Tunguz tonguzdan gelir. Domuzun eski Türkçesi tonguzdur ve domuz bu kelimeden geliyor. Türkler Müslüman olmadan önce de domuz yemiyorlardı tuhaf bir tesadüf, o sebeple İslam âleminde en tutarlıca domuzu yemeyen Türklerdir. Hiç kesinlikle dokunmazlar. Öbürlerinde bu kadar sıkı değildir. Zaten herhâlde İslam’ı bu kadar sıkı ve sert bir biçimde başkası uygulamıyor. Selefîleri bir tarafa bırakalım şimdi, onları düzayak mecranın örneği olarak gösterilemezler ama mesela, bayramları bizim gibi ciddi kutla- Doğu ve Batı Medeniyetleri • 387 yanlar, kandilleri olan yoktur. Ben başka hiçbir Müslüman ülkede kandilin kutlandığını görmedim, kandil gecesi bize mahsustur. Mevlit mesela, yine bize mahsustur, buradan yayılmıştır öbür İslam ülkelerine, her neyse, bunlar şimdi konumuzun dışındadır. Konumuz Germenlerin Roma topraklarına göz dikmeleri ve Roma Devletini yıkmaları. Vizigotlar tarafından Roma yıkılır. Carolus Magnus, Büyük Karl ortaya çıkar. Adı Carolus, magnus da büyük demek. Fransızca çarpıtmasıyla Charlemagne olmuş, biz de Fransız taşıyla bunu yiyoruz, hiçbir sebep de yok, Büyük Karl yahut da Latincesiyle Carolus Magnus dersiniz. Bunun Hıristiyanlığı kabul etmesiyle Papa onu Hıristiyanlığın kılıcı ilan eder. Yıl 800 Noel gecesi, 24’ü 25’ine bağlayan gece Papa onu Frankların imparatoru ve Hıristiyanlığın kılıcı ilan eder. Bu çok önemli ve ilgi çekici bir olaydır. Fatih İstanbul’u fethettikten sonra Papa Fatih’e mektup yazar. Der ki: “Ey Mehmed, gel seni vaftiz edeyim, Hıristiyan ol ve Carolus Magnus’tan sonra sen Hıristiyanlığın kılıcı olasın, ikinci en ol” Fatih “ne yapayım” der. Fatih konusunda en dehşet hayat hikâyesini yazan Alman tarihçi Franz Babinger’dir. “Mehmed der Eroberer-Fatih Sultan Mehmed” isimli eseri galiba 20. yüzyılın ilk yarısında basılmıştır. Türkçeye tercüme edildi mi edilmedi mi bilmiyorum. Fatih Papaya Latince cevap gönderir, Fatih’in bildiği dillerden biri de Latinceydi. Mektup Vatikan arşivlerinde saklanıyormuş diye kulağıma çalındı. Siz de işittiniz mi? SALONDAN- Daha ortaya çıkmadı. TEOMAN DURALI- Çıkmadı. Bana meslektaşım, arkadaşım Kenan Gürsoy Bey bundan bahsetmişti. Ahmet Davutoğlu Başbakanlığında en isabetli tayinlerden biri onun Vatikan’a büyükelçi olarak gönderilmesi sanıyorum. O, o mektubun orada olduğundan bana bahsetti, gördü mü görmedi mi onu da şimdi hatırlamıyorum. Fatih Babinger’in sözünü ettiği mektubu göndermiş ve tabii o teklifi münasip bir dille terbiyesizlik etmeden, küstahlaşmadan nazik bir biçimde reddediyor. Doğuda Hunların batıya, Avrupa sathına doğru akın ettiklerinden bahsettik. Şunu da belirteyim, bu Hunlar atamız olan 388 • Teoman Duralı Hunlar mıdır, değil midir o da belli değil. Hemen belirteyim, iki tür Hun var: Avrupa’ya hücum eden Hunlar ki, en tanınmış beyleri Atilla’dır. Atilla da Hunca bir ad değil, Germence bir addır. Diğeri ise Doğu’da Türklerin atası diye varsayılan Hunlardır. Benzetme yoluyla Hun diyoruz onlara, çünkü Çinliler Hiung-nu diyorlar onlara, bu Hiung-nular kendilerine Hiung-nu demiyor ama Çinlilerin verdiği bir ad ve barbar, vahşi demek. Barbar aslında Yunancada vahşi demek değil, dili anlaşılmayan adamlar ve çok da haklılar Yunanlılar, anlamadığım diller bana da bırbırbır böyle anlaşılmaz bir sesler çokluğu gibi gelir. Aynı bunu taklit ediyor Yunanlılar, yani anlaşılmaz sesler çıkaran insanlar olarak görüyorlar. Yunanlıların gözünde yabani, vahşi, insandan sayılmayanlar anlamında değil ama Çinlilerin gözünde kendilerinden olmayanlar yabanidirler, vahşidirler ve her nedense istenmeyen, vahşi addedilen insanların hep çiğ et yedikleri düşünülmüştür. Bizde de denilir ya çiğ süt emmiş, sanki pişmiş süt varmış gibi, ısıtılmış anne sütü nasıl oluyorsa çiğ süt denilir. Tıpkı o demin bahsettiğim Kızılderililerin İnuitlere Eskimo demesi gibi Çinliler de bu kuzeyde oturan Çinli olmayan kavme Hiung-nu demiştir. Onların kendilerine ne dediğini bilmiyoruz, çünkü onların yazısı yoktu. Büyük bir ihtimalle bu Hiung-nular Türklerin atası olmalı, Moğolların da atası mıydı onu hiç bilemiyorum, açık değil. Dolayısıyla Türklerle Moğollar akraba mı, değil mi, o da kapalı bir olaydır. Hingnular Çin kaynaklarına göre iki kere batıya kayıyorlar. Birincisinde Baykal Gölü kuzeylerinde batıdan gelen Hint-Avrupalılarla karşılaşıp sevişiyorlar ve bir melez kavim olarak tarihi Türk soyu bu sevişmenin bir ürünü olarak ortaya çıkıyor. Böyle midir? Çünkü tarih fizik gibi denenebilecek kanıtlanabilecek cinsten bir bilim değil, hele hele belgeler çok eksik gedik olduğunda işin içine büyük ölçüde masal, hikâye vs. karışmaktadır ama Çin metinlerine, kaynaklarına baktığımızda bu Türklerin tipi öteki Moğoli ırktan olanlardan, Moğollardan, Tunguzlardan bayağı farklı; orta uzun boylu, buğday tenli, kahverengi saçlı, çekik değil, badem gözlü. Bu tip tasvirine günümüzde özellikle Türkmen adı verilen belli başlı Türk boyları giriyorlar. Türkmen boyları: Kazaklar, Kırgızlar, Kıpçaklar, Peçenekler ve Oğuzlar. Oğuz Doğu ve Batı Medeniyetleri • 389 dediklerimiz bu tip çerçevesine uygundurlar ve Türkiye’de de sık görülür. Çünkü böyle bir de propaganda vardır. Türkiye’de Türk yoktur, hepsi karışıktır vs. Hayır, antropoloji öğrenimi görüp de antropolojiden az buz anlayan adım başına bu yeni ırkı müşahede eder; bu karışım sonucu ortaya çıkan ırka Turani denilmiştir. Turani tipli insanlar bu mekânda da rahatlıkla gösterilebilir ama edep ederiz, göstermeyiz. İnsanları ırklara göre, kavimlere göre ayırmak terbiyemize göre ayıptır. Demek ki o gün bugündür bu kavim tipine uygun insanlar ortalıkta dolaşıyorlar, varlar, aramızdalar, beraber yaşayıp gidiyoruz. Atilla’nın Hunları batıya basınç, baskı icra ettikleri ölçüde karşılarına çıkan Slavları hemen hâkimiyetlerine alıyorlar, bir direnme görmüyorlar, Germenlerle çatışmaya başlıyorlar ve Germenler karşı koyamadıkça Roma topraklarına, düşman devlete sığınıyorlar. Roma çok güç kaybettiği için bu savaşçı diri adamları saflarına alıyor. Bunlardan lejyon adı verilen birlikler teşkil ediyor. Bu birliklerle, lejyonerlerle Hunlara karşı direniyorlar. Roma devleti -Batı Roma- yıkıldıktan sonra Karpatların batısı, Alpler’in güneyi, Ren ırmağının batısı topyekûn Germen istilasına, demin saydığım boyların istilalarına uğramaktadır. Gotlar İtalya’ya, Vandallar İspanya, Portekiz ve Kuzey Afrika’ya, Franklar bugünkü Fransa’ya, -zaten Fransa adı oradan geliyor- Felemenk’e intikal ediyorlar. Biraz daha geç bir saatte Danimarka’da yaşayan Angıllar ve bugünkü Almanya’nın önemli bir kısmında, yani orta kuzey bölgesinde mukim Saksonlar İngiltere’yi istila etmişlerdir. Gittikleri yerlerdeki yerli halkı ezmişlerdir, hâkimiyetleri altına almışlardır. Bunlar savaşçıdırlar, boy beyleri, oba beyleri var. Bu beyler gittikleri topluluğun amiri, hâkimi olmuştur. Her beyin bir toprak parçası vardır. Bu çok önemlidir, bu toprağın, bu toprak parçasının tapulu malikidir. Mülkiyeti beye aittir. Elinde serveti vardır; servet toprak ve davardır. Feoh Germen dilinde davar demek ve Germen dilinin devamı olan Almancada bugün vieh bu anlama gelmektedir. Feoh der herr, davarların beyi demektir. Feodal diye Fransızlaştırılıyor. Bu zatı muhterem bu toprağın, davarın, malın sahibi -aynen Türkçedeki gibi, malın davar manası var- sahibidir ve toprakta yaşayan yerli halk ona tâbi oluyor. 390 • Teoman Duralı İspanya, Portekiz, Fransa, İtalya, İngiltere’de olabilir bu toprak; İskoçya’ya çıkmıyorlar, İngiltere’de kalıyorlar. Bu toprakları paylaşıyorlar, tapuları var. Çok önemli bir nokta, neden önemli? Bizde özellikle solcularımız Doğu Anadolu’da derebeyliği olduğunu iddia ettiler yıllar yılı; hanımefendiler, beyefendiler, derebeyliği Avrupa’ya mahsus bir olaydır. Bizde derebeyliği filan olmaz. Çin’de, Japonya’da benzerleri var ama tıpatıp aynısı yok. O topraklarda yaşayan yerli halk, bu beyler ve ailelerine tabi olmuşlardır. Onlar için çalışmışlardır, onların buyruğunda olmuşlardır. O kadar ki yerli halkın her işine burunlarını sokmuşlardır. Yani bunun içine evlenme de girmektedir. Kim kiminle evlenir, kim kiminle evlenmez, bunu tayin etmişlerdir. İşitmiş olabilirsiniz, ilk gece hakkı diye bir şey çıkarmışlardır. Evlenenlerden gözlerine kestirdikleri gelini kendilerine almışlardır. Tabii afetlerde halkın yiyeceği kalmadığında onlara buğday, yiyecek, hayvan vermişlerdir ve böylelikle halk borçlanmıştır. Beyler kendi aralarında sürekli çatışıyorlar. Bu arada rençper zarar gördüğünde, o zararı beyi telafi ediyor. Böylelikle köylü rençper borca giriyor. Borç arttığı ölçüde ödenmez hâle geliyor. Sonunda yerli derebeyin kölesi hâline gelmiştir. Buna toprak köleliği denilmiştir. Başka bir deyişle köylünün, rençperin elinde toprak varken bu topraklar gitmiştir, köylü tamamıyla derebeyin insafına ve sömürüsüne açık kalmıştır. Benzer bir olay 7. yüzyıldan itibaren bir başka Germen boyu Vikingler tarafından Doğu Avrupa’da da uygulandı. Vikingler, tarihte en uzun deniz yolculuğunu gerçekleştirdi. Polinezya yerlileri de benzer bir tarihte, 10-11. yüzyılda katamaran adını verdikleri teknelerle Hawaii’den Yeni Zelanda’ya kadar göçmüşlerdir, muazzam bir olaydır. Bu konuda bir bilgimiz yoktur, çünkü bizim günümüz gecemiz Avrupa’yla, başka bir yerlere dönüp bakmıyoruz. Vikingler de uzun yol kat ediyorlar, İzlanda’ya çıkıyorlar. İzlanda’yı iskân ediyorlar. İzlanda Germence buz ülkesi demek; eis buz, land ülke. İzlanda’dan şu muazzam adaya çıkıyorlar: Grönland yeşil ada demek; yine Germen dilinde grün yeşil, land ülke. Buradan da bir kol Amerika’ya iniyor. Kristof Kolomb’dan yaklaşık 500 yıl önce bu kıtaya çıkıyorlar fakat tutunamıyorlar, geri dönmek zorunda kalıyorlar. Buralarda tarım ya- Doğu ve Batı Medeniyetleri • 391 pamıyorlar, olmuyor. Grönland’da da tutunamıyorlar, İzlanda’da tutunuyorlar. Başka bir kol İngiltere istikametinde geliyor. Çok kırıyorlar döküyorlar, kesiyorlar biçiyorlar. İngiltere’nin doğu kıyılarını ele geçiriyorlar. İngilizceye giren sözlerin önemli bir kısmı Vikinglerin dilinden gelir, bir kısmı da Dancadan geliyor. Bir kol doğuya, Rusya’daki bir sürü ırmaktan gemilerini geçirerek Karadeniz’e, İstanbul’a, Doğu Roma’ya geliyor. Doğu Roma kendisine hiçbir zaman Bizans dememiştir. Hemen onu da belirteyim. Bu sonradan Avrupalı tarihçilerin verdiği bir addır. Doğu Roma kendisini hep Roma olarak adlandırmıştır ve oradan da Araplar Roma demişlerdir. Arapçada “o” olmadığında Rum demişlerdir. Biz de bunu Arapçadan aldık, sonunda “a”sı düşmüş, “o” “u”ya dönüşmüş. Neden Bizans diye ayırmış Avrupalı tarihçiler? Belirli bir dönemden itibaren Doğu Roma Roma’nın ana dili olan Latinceyi bırakıp Rumcaya, Yunancaya geçmiştir. Bu sebeple böyle bir ayrıma gidilmiş. Üstünde yaşadığımız toprakların yüzü suyu hürmetine bunları bilmek zorundayız, Doğu Roma’nın önceleri resmi dili, anadili Latincedir ve belki 11. yüzyılda -emin değilim- Latinceden Yunancaya geçmiştir. Bizans’ta kullanılan Yunancaya biz gene Arapların etkisiyle Rumca demişiz. Bugün de bu devam ediyor. Yani Yunanca dememişiz, Eski Yunan’ın diliyle anmıyoruz, yeni bir ad verme gereğini duymuşuz, Rumca diyoruz. Bizans Rumcası var, bir de bugünün yeni Rumcası var ama artık bizde her şey her an değişiyor, nedense artık Rumca değil Yunanca deniliyor. Herhâlde Avrupa’nın ağzına bal çalmak için, çünkü Avrupa hiçbir zaman böyle bir ayrım yapmamıştır, hep Grek olarak anarlar. Yunanlılar da kendilerini Helen olarak görürler ama bildiğimiz o büyük medeniyetin mimarları Yunanlılar bugün yoklar. Ayrı bir fasıl bu, apayrı bir kavim yaşıyor bugünün Yunanistan’ında, o bildiğimiz büyük Yunan medeniyetinin yapıcıları, mimarları olan insanlar, MÖ 1. yüzyıl Roma’nın istilasıyla birlikte kayboluyorlar, karışıyorlar. Uzun bir hikâyesi var, bir gün fırsat olursa konuşuruz. Sonuçta Orta Çağın başlarında, yani 4-5. yüzyıllarda artık Avrupa’da Germen boylarının hâkimiyetini görüyoruz ve halklar 392 • Teoman Duralı bu Germen beylerinin hâkimiyeti altında yaşamaya başlıyorlar. Şimdi bu hâkimiyetin bir çizelgesini çıkaralım; bir toprak parçasının 3000-5000 km2 olduğunu düşünelim, daha da ufakları var. Buraya bey malikanesini inşa ediyor. Bu malikanenin etrafına duvarını çekiyor, surlarını dikiyor. Burası bir müstahkem mevkidir. Buna Germence burg denilir, bugün de aynı kelime var. Müstahkem mevki demek. Bu müstahkem mevkide yaşayan insanlara burgher deniyor. Latin dili olan, avam Latincesinden türeyen Fransızcada, bu kelime burjuva olmuştur. Bey ailesi, efradı, akrabayı taallukatıyla birlikte o müstahkem mevkide yaşıyorlar. Bunun dışında köyler var ve o köylerde insanlar tarımla uğraşmaktadırlar. Ürettiklerinin önemli bir kısmını beye vergi diye ödüyorlar, bir kısmını kendilerinde tutuyorlar, onunla yaşıyorlar. Bey ve ailesi elle iş görmüyor, yönetiyorlar ve savaşıyorlar. Her düşman istilasında yakın oturan köylülerin bir kısmı burga sığınır. Burga sığınanların bir kısmı orada iş görmeye başlıyor. Temizlikle, inşaatla vs. uğraşıyor; bir kısmı da marangozluk, araba imalı, araba tamiri el işleri, zanaatkârlık yapıyor. Beyin rençperden vergiyle topladığı malı başka beylere götürüp ihtiyaç duyduğu malı alması lazım: Takas. Bunun için burgların arasında belirli yerler tespit ediliyor. Oturuyor beyler, anlaşıyorlar. Falanca mıntıka mallarımızı değiş tokuş edeceğimiz yer olsun diyorlar. Kim götürecek bu malları? Hiçbir hakka sahip olmayan, savaşması söz konusu olmayanlar… Çünkü savaşmak çok üstün bir olaydır, sadece soylulara mahsustur. O derece ki İspanya’da Germen beyleri ahâlinin kanından olmadıklarını iddia ederek mavi kan (azul sangre) sahibi olduklarını iddia ediyorlar. Neden mavi kan? Açık tenli insanların teni ince olur ve damar mavi gözükür. “Koyu tenli olan halka biz mavi kanlıyız, sizden farklıyız” demiş oluyorlar. Tabii bey ve ailesi çatışmada yaralandığında halkın görmemesi gerekiyor, etrafını hemen adamları sarıyorlar. Kan kızıl akacak gayet tabii ki ama bu görülmemesi lazım, hemen sarıveriyorlar etrafını ve onu dertop edip götürüyorlar. Ayrı yaratıldık efsanesi uyduruluyor. Nereden hareketle? Dedik ki daha önce, Hıristiyanlığın çıkışından itibaren Avrupa’da iki ana zümre belirmiştir: Tanrı’dan el almış olanlar: İsa ve Ha- Doğu ve Batı Medeniyetleri • 393 varileri, özellikle Pavlus, Petrus ve oradan neşet eden Papa, kardinaller, papazlar, piskoposlar, vs. Bunlar, clericus senin benim gibi insanlar değil, herkes Tanrı’dan geliyor ama bunlar Tanrı’yı taşıyan kişiler. Bunların dışında kalanlar ise ister rençper olsun, ister bey olsun, laikustur. Laikus aslında Yunanca bir kelimedir ve avam demektir Yunancadan Latinceye geçiyor, Latinceden evladı, yavrusu Fransızcaya laic diye geçiyor. İşte o bize intikal etmiştir. Bunlar ruhban olmayandır, Türkçesiyle ruhban olmayan diyebiliriz bu zümreye. Beyler ruhbanın ayrıcalığını taklit ediyorlar. Bu mavi kanlılar ticaret gibi adi bir işle uğraşamazlar. Bütün haklardan yoksun Yahudi bu işi oluşturur. Yahudi burgdan aldığı malı pazara götürür. Pazara gelen öteki Yahudiyle değiş tokuş eder. Ondan sonra da o malı geri götürür. Bir kısım malı da kimse görmüyor tabii, iç eder, biriktirir. Bu iç edilen mal sermayedir. Bu söylediğim ticari ilişkiye daha sonraları merkantilizm denilmiştir. Bu merkantilizm çok sonra ortaya çıkacaktır. Tarihin ilk ideolojisi kapitalizmin, sermayeciliğin zeminini teşkil edecektir. Bu aşamada henüz para yok, mal malla takas edilmektedir. Malın malla takası tabii çok önceden gelen bir gelenek, ilk burada ortaya çıkmıyor. Burada ortaya çıkan nedir? Bu işi gören insanların malın bir kısmını bir kenara depo etmesidir. Bu depo edilen mallar onların servetini teşkil edecektir. O mala dayanarak daha sonra iktisatça güçlenecekler ve bu iktisatça güçlenme siyasete dönüşecektir. Yahudi olmayanlar gün gelip de bu olayı keşfettiklerinde müthiş bir tepki fırtınası kopacaktır. Avrupa’daki tarihi Yahudi aleyhtarlığının iktisadi menşei budur. Bir de tabii dini menşei var, o çok daha eski, yani Yahudilerin Hıristiyanlığı kabul etmemeleri, Hıristiyanlığa geçmemeleri bir kere daha en baştan muazzam bir öfkeye yol açmıştır. Bunlar niye hak dinine geçmiyorlar? Tabii Yahudiler de kendi dinlerini hak dini ve Hıristiyanlığı bir sapma olarak görüyorlar. Hâlâ bugün de mümin bir Yahudi bunu söyleyecektir. Ben vaktiyle Kapalıçarşı’nın hemen girişinde bir derici dükkânında tezgâhtar olarak çalışıyordum. Patronum Yahudiydi, dükkân komşusu ayakkabıcıydı ve o da Yahudiydi. Baba-oğul idiler; baba 70’lerinde bir beydi, oğlu 40’larında idi. Beni severlerdi. Arada bir iş olmadığında sohbet 394 • Teoman Duralı ederdik. İki şey gördüm orada: Birincisi, bir gün sohbet sırasında bir şey anlatıyordum, Musevi dedim. Hani bizde nezaket icabı Musevi deniliyor, Yahudi kaba kaçıyor, hakaret gibi görülüyor. Böyle bir saçmalık var. Yahudi adında bir terslik ama bizde böyle garip bir kompleks var. Baba: “Oğlum, ne demek Musevi?” “İshak Bey, Musevi işte, siz Musevi değil misiniz?” “Hayır efendim, Musevi değilim, Yahudiyim” dedi. “Peki Musevi ne demek, Yahudi ne demek?” dedim. “Musevi diye bir şey yok oğlum, Musevi demek Musa’ya tapan demektir. Biz Musa’ya tapmıyoruz ki Musa bizim peygamberimiz, biz sizin gibi Allah’a ibadet ediyoruz, Yahudiyiz. Nasıl ki Siz Muhammedî değilseniz, Müslümansanız biz de Yahudiyiz, o bizim dinimizin adı” dedi. Ondan ilk defa bunu dinledim. “Kavminizin?” dedim. “Hayır, biz İbraniyiz, kavim adı İbranidir. Dinimizin adı Yahudidir ve Türk Cumhuriyeti vatandaşıyız” dedi. Bir başka sohbetimizde bu zat “Hıristiyanlık bizden sapmadır” dedi. “İsa bir Yahudi Peygamberidir, bizde peygamberlik müessesesi sonlanmaz, devam eder ama bunlar zındıktırlar” dedi. Aynen bunu kullandı. “Bunlar sapmışlardır” dedi. “İshak Bey, biz de zındıklar taifesinden miyiz, yoksa kâfir taifesinden mi dersiniz” dedim. “Evladım, böyle saçma sapan şeyler sorma” dedi. O ticari dönemde alışverişleri Yahudiler yapıyor. Buradan bir servet birikimi meydana geliyor. İki toplaşma merkezi var Yahudilerin: İspanya’da ve Almanya’da. İspanya Yahudilerine Sefarad denilmiştir. İbranicede İspanya anlamına geliyor. Almanya’dakiler, kuzey Yahudileri Aşkenaz olarak anılırlar ve bunlar kuzeye ve doğuya yayılmışlardır. Lehistan, Ukrayna ve özellikle Rusya’ya, daha küçük bir kol Felemenk üzerinden İngiltere’ye yayılmışlar. Tekrar ediyorum, bunlar Aşkenazdırlar ve onların 11. yüzyıldan itibaren kendilerine mahsus bir dilleri olmuştur. Yüksek Almancadan sapma bir dil, buna Yidiş denilmiştir. İspanyol Yahudilerini yakından tanıyoruz. Çünkü bütün Türkiye’deki Yahudilerin bir kısmı Sefarad’dır, İspanya menşelidirler ve dilleri İspanyolcadan sapma olan Ladino’dur. Ladino dili yaklaşık 16. yüzyıl İspanyolcasından sapmış bir dildir. Bu manzarada başa dönüyorum; ruhban ve öbür tarafta ruh- Doğu ve Batı Medeniyetleri • 395 ban olmayanlar var. Ruhbanları gördük, ruhban olmayan, yani laikus zümresi şu sınıflara ayrılıyor: Soylular, savaşçılar; bunların özel adı şövalye. Fransızcada cheval at, chevalier/şövalye atlı demek. Dillere göre değişiyor, biz Fransızcasını üstlenmişiz. Almancada reiter ata binen manasına geliyor. Bir de rençperler var ki, bunlar da sınıf dışında olan toprakta çalışan köylüler ile Yahudiler. Üç temel sınıf var: Soylular, savaşçılar, rençperler (zanaatkârları da içine koyabilirsiniz). Zanaatkârlar rençperlerden ayrılmıştır. Çünkü zanaatkârlar müstahkem mevkide oturuyorlar. Buna karşılık rençperler müstahkem mevkiinin, yani burgun dışında duruyorlar. Soylular özellikle Fransa’nın teşekkülünden itibaren iki kola ayrılmıştır: Asilzadeler ve toprak zadegânı. Toprak zadegânı derebeylik döneminin devamıdır. Asilzadelerse devleti kuran zevat hâline gelmişlerdir. Asilzadelerden krallar, imparatorlar, hanedanlar ortaya çıkarılmıştır. Özellikle Fransa’nın teşekkülünden itibaren asilzadelerle toprak zadegânı birbirine girmiştir, güç-iktidar-çıkar çatışması baş göstermiştir. İngilizler muazzam zekâlarıyla bu problemi halletmişlerdir. 1215’te Magna Carta’yla anlaşmışlardır. Toprak zadegânı asilzadenin hâkimiyetini, yani kralın hâkimiyetini kabul etmiştir. Kral toprak zadegânını ezmemiştir. Fransa’da tersi, Fransa’da sürekli bir kavga var. Bir yandan ruhbanla ruhban olmayan, öbür taraftan da asilzadeyle toprak zadegânı savaşmış durmuşlardır. İngiltere’de asilzadenin hâkimiyetini kabul eden toprak zadegânı yavaş yavaş topraktan kopmuştur, toprak dışı işlere, zanaata, tekniğe, ticarete yönelmiştir ve ona ticarette arka çıkan İngiltere’deki Yahudi olmuştur. Ama İngiltere’deki Yahudi henüz az, fazla bir sayısı yok. Yahudilerin alabildiğine geliştiği yöre, her türlü hakka sahip olduğu İslam ülkeleri ve bunların başında en muhteşem İslam ülkesi İspanya, Endülüs’tür. Fransa’dan sonra devlet birliğini tesis eden iki Avrupa ülkesi var: Kuzeyde İngiltere, güneyde İspanya. İspanya iki derebeyinin bir araya gelmesiyle teşekkül etmiştir: Castile ve Aragon. Bunların birliği Müslüman İspanya’nın gerilemesine yol açmıştır. Üçüncü bir unsur Portekiz’dir. Portekiz 1100’lerde Müslümanları dışlamış ve bağımsız bir devlet olmuştur. Castile ve Aragon beyleri 1493’te Müslümanları ve 396 • Teoman Duralı bunlarla birlikte Yahudileri dışarı atmaya başladılar. Yahudilere şöyle bir seçenek sunulmuş: Ya Hıristiyan olursunuz, vaftiz edilirsiniz ya atılırsınız ya da kelleniz gider. Önemli bir kısım Yahudi İspanya’yı terk etmiştir. Güneye giden Yahudiler Kuzey Afrika’ya gelmişler, buradan II. Bayezid gemilerle bunları toplayıp Osmanlı topraklarına getirmiş. Bu merkezlerin başında Saraybosna, Selanik, İzmir ve Payitaht var. Kuzeye çıkan Yahudiler Fransa üzerinden Felemenk’e çıkmışlar. Fransa’ya yerleşemezler, çünkü Fransa merkezci bir devlettir ve paralel devletlerden hiç hoşlanmaz. Bugün Hollanda dediğimiz Felemenk’e çıkmışlar, bir müddet sonra da İngiltere’ye gitmişlerdir. İngiltere’ye gelen Yahudiler bir yandan muazzam bilgi servetlerini, öbür yandan da mali güçlerini yitirmişlerdir. Atılımcı, girişimci İngiliz, Yahudinin parasını da arkasına alarak dünyayı fethetmiştir. Orta Çağın sona erip Yeni Çağın kapılarını açan olay esas budur. Ancak İngilizle Yahudinin bu ittifakı, yani para ve yapıcılık, imalat buluşmasının ürün vermesi birkaç yüzyıl sürecektir. Avrupa’da en güçlü devlet Fransa olmaya başlıyor. 16. yüzyılda Fransa iki büyük gücü, İspanya ve Felemenk’i dize getirince kendisi zirveye yerleşiyor. Bu arada yaklaşık 1000 yıl süreyle Fransızlar İngilizlerle sürekli olarak vuruşuyorlar. 1090’da Fransızlar, Fransa’nın kuzeyine yerleşmiş Vikingler -bunlara Norman denilmektedir- İngiltere’yi ele geçirirler. 100 yıl kadar İngiltere Normanların idaresinde kalır. Bu Normanlar Fransızca konuşuyorlardı. Asıllarında tabii Germen dili kullanıyorlardı ama ne zaman siz daha medeni bir toplumu ele geçirirseniz onun dilini benimsersiniz. Bunu biz de çok yakından biliyoruz. İran’ı ele geçirmişizdir, bir müddet sonra Türkçeyi unutup Farsça konuşmuşuzdur. Selçuklu Devletinin resmi dili Farsçadır. Beğenmediğimiz, sevmediğimiz Osmanlı gelmeseydi Türkçe bugün yoktu. İyi mi olurdu, kötü mü olurdu artık her birimizin kendi yargısına kalmış bir şey ama Türkçeyi kurtaran Osmanlı olmuştur. İngilizce ölmüştü, 100 yıl kadar Fransızca kullanıldı. 100 yıl sonra ilk defa Chaucer adındaki büyük İngiliz şairle birlikte İngilizce tamamıyla şekil değiştirerek, başkalaşarak tekrar ortaya çıkmış, bir Germen diliyken önemli ölçüde Latinleşmiştir. Çünkü Doğu ve Batı Medeniyetleri • 397 Fransızca bir Latin dilidir. Benzeri bir kaderi Farsçada görüyoruz. 7. yüzyılda Hz. Ömer halifeliği sırasında Araplar Fars ülkesini, Sasanîleri ortadan kaldırıyorlar ve yaklaşık 100 yıl İran’da Farsça değil Arapça kullanılır. Firdevsî’nin Şehnâme’siyle birlikte Farsça yeniden doğar ama Sasanî Farsçasından tamamıyla farklı bir biçimde ortaya çıkar. Çok önemli bir benzerliği vardır, hatta dilin morfolojisi bakımından da büyük bir benzerlik vardır. Farsça bir Hint-Avrupa dili olarak çekimli bir dildi. İsim çekimi ve fiil çekimleri vardı. İsim çekimi ortadan kalkar, fiil çekimi kalır. Cinsiyetler vardır Farsçada, Farsçanın akrabası Kürtçede bu dilbilgisi cinsiyetleri, yani eril-dişil cinsiyetsizlik devam eder, bunların hepsi Farsçada silinir. İngilizcede de böyledir. Bir Germen dili olarak eski İngilizce çekimlidir, hem de çok çekimli bir dildir. İsim çekimleri, fiil çekimleri son derece çetrefildir. Üç cinsiyeti vardır. Almancada, İzlanda dilinde gördüğümüz gibi ism-i tarifi, artikeli vardır. Bunlardan bir tek ism-i tarifi kalmıştır ama çekimler silinir gider. İngiltere’de toprak zadegânının paralanarak soyluluktan ayrılması, zenginleşmesi, öte yandan da zanaatkârla, rençperle karışmaması sonucunda Yeni Çağda yeni bir toplum sınıfı ortaya çıkmıştır: Burjuva sınıfı, kent soylusu. Kısa bir süre sonra benzeri bir olay Fransa’da baş gösterecektir. Sınıf çatışması durmaz, soylularla burjuva, kent soyluları arasında çekişme devam eder. 16. yüzyıl sonu, 17. yüzyıl başında ayrı mütalaa edilen Yahudiler kent soylu sınıfa iltihak ederler ve buradan yeni bir zihniyet ortaya çıkar: Aydınlanma. Bu aydınlanma yeni bir medeniyetin habercisidir. Orta Çağ Hıristiyan Avrupa medeniyeti çöker, çöktürülür, inkıraz olur, yerine Yeni Çağ din dışı Avrupa medeniyeti karşımıza çıkar. Tarihte ilk defa temelinde din bulunmayan bir medeniyettir. Bütün kültürlerin, medeniyetlerin temelinde din vardır. Dini olmayan hiçbir kültür yoktur. Bu bir istisnadır, yepyenidir ve buna devrimci, revolüsyoner medeniyet denilmiştir. Adem’le Havva’dan beri 300. Binde ortaya çıkan insanlıkla dinin bütünlüğünü bozan, ayırt eden, yıkan yeni bir medeniyet modeliyle karşı karşıyayız. Şu soru aklınıza gelmesin: Bundan sonra Avrupa’da insanlar dinsiz mi olmuşlardır? Hayır, bugün 398 • Teoman Duralı de sapına kadar dindar adamlar var Avrupa’da ama medeniyetin temel değerleri dini olmaktan çıkmıştır ve bu medeniyeti inşa eden felsefe-bilimdir. İnşa eden kişi öncelik ve özellikle büyük filozof bilim adamı René Descartes’tır. Descartes bütün değerleri yeniden inşa ettiği gibi Tanrı’yı da inşa eder. Tanrı ispatı vardır Descartes’ta, hiçbir din Tanrı’nın ispatını kabul etmez. Her din kendi Tanrı’sını kendi yapar. Senin işin değildir Tanrı’yı kurmak, Tanrı’yı inşa etmek, Descartes bunu yapıyor. Yeni Çağ din dışı Avrupa medeniyetinin iktisat ekseni de tamamıyla değişiyor. Orta Çağ sonlarında mal-mal takası yerini para-mal takasına bırakmıştır. Yeni Çağ artık mal-mal takasını tamamıyla dışlamış, para-mal değiş tokuşunu ikame etmiştir. Yeni Çağ sonlarında 1710-20’lerde yeni bir iktisat süreci başlar. Para mala bağlı gözükmez, bağımsızlığını kazanır. Para kendi başına bir değer olmaya başlar. Bu malî sermayeciliğin, finans kapitalizmin kapısıdır. Adam Smith kapitalizmi meydana getiren bir filozoftur, ona gelecek konuşmamızda temas edeceğiz. Ama bize sermayeciliği gösteren, beni de İngiliz Yahudi medeniyeti fikrine sevk eden, bu tabiri icat etmeme ilham kaynaklığı teşkil eden büyük filozof Karl Marx’tır. Karl Marx sermayeciliği kurmaz ama tasvirini verir, yol göstericidir. Sermayeciliğin felsefi temellerini anlamanız için üç şeye ihtiyacımız var: Felsefeye, iktisada ve İngiliz tarihini okumaya. Yeni Çağda, 1730-1740’larda yeni bir sınıf daha ortaya çıkacaktır: Kent soylulara ek olan bir sınıf: emekçiler, proletarya. Galiba gelecek ay son oturumumuz olacak, orada bundan kısaca bahsedeceğiz. Yine size bugün daha kısa kesecektim ama alışmış kudurmuştan beterdir, yine vaktinizi gasp ettim, affola. Teşekkür ediyorum. Doğu ve Batı Medeniyetleri • 399 MAYIS 2017 Yeni Çağ Din Dışı Avrupa Medeniyetinin Doğuşu TEOMAN DURALI- Efendim, bugün bu uzun mesafeli koşumuzun sonuna geldik, sağ salim çok şükür. Orta Çağ Hıristiyan medeniyetinin belli başlı özelliklerini tekrar göz önüne almayı deneyeceğim, hatırlatmaya çalışacağım size, birçoğunuzu hatırlıyorum, baştan beri geldiğinizi görüyorum. O bakımdan bir devamlılığımız, sürekliliğimiz var. Bu bağlamda hatırlatmakla yetineceğim belli başlı konuları ve burada bunları hatırlattıktan sonra da Orta Çağı takip eden Yeni Çağ din dışı Avrupa medeniyetine bir giriş yapalım diyorum ve orada keselim. Bunun önemi nedir? Bu biraz da mesleğim gereğidir, felsefeciliğin getirdiği her işe şüpheyle bakmak sonucudur ama burada işlediğimiz konunun öneminin bizler için olağanüstü olduğu kanısındayım. Neden? Avrupalı olmak istiyoruz, taklalar atıyoruz, secdeye geliyoruz ne olur alın bizi, biz sizdeniz... Böyle deyince aklıma başka bir şey gelir. Ben çok tasavvurlu düşünen bir adamım, tasavvurlar hep benim zihnimi kaplarlar. Çocukluğumda okulda yahut mahallede şamar oğlanları vardı. Bunlarla dalga geçilir, ikide dayak yerler, büyüklere, kabadayılara yalvarırlar yakarırlar “Ya ağabey, ne olur beni de alsana takıma, ben de oynayayım biraz” hadi oradan, tokat yahut da iyi bir gününe rastlarsa “Seni alacağız ama biraz daha süt iç, et ye, bilmem ne yap. Çok çelimsizsin, zayıfsın” denilirdi. Bilmiyorum hâlâ böyle şeyler var mı bugünlerde? Eskiden mahalle kültürü vardı ve mahalle kabadayının elleri arasındaydı, onun hükmünde olurdu. Sınıfta da vardı, böyle güçlü kuvvetli ağabeyler, çarpmıştır birkaç kere, genel ortalamanın üstündeydi yaşı, bunlar durmadan zulmederlerdi. İşte bizim de Avrupa karşısındaki hâlimizi o çocukluğumdaki şamar oğlanlarının hâline 400 • Teoman Duralı benzetiyorum da bir bilsek neyle karşı karşıyayız, nereye girmek istiyoruz, niye hayranız, niye bu kadar çaba harcıyoruz? Sadece Avrupa’ya, Avrupa Topluluğuna, Avrupa ailesine girmek isteğiyle kalmıyoruz, çok yakından biliyorum, arkadaşlarım, yaşıtlarım veya benden daha genç insanlar oraya gidelim diye yırtınıyorlar ve çok sevdiğim bir dostum Almanya’ya kapağı atmak için evlendi. Sırf bunun için, hanımı Dışişlerinde iş buldu, oralarda bir konsolosluğa tayin ettiler. Bu da hiç istememesine rağmen o hanımla evlendi, hiç aklım ermiyor. Yani ne oluyor, niye bu kadar çekici, böyle bir cendereye girmeye değer mi? Evlenme gibi bir cendereye giriyorsunuz, sırf Avrupa’ya kapağı atmak için. Orta Çağ Hıristiyan medeniyeti, Eski Çağ Ege medeniyetinin son durağı Roma Devletinin çöküşüyle ortaya çıkmıştır. Roma’nın yıkılışı, inkırazı tarihin en önemli kırılmalarından biridir. Roma’nın İstanbul üzerinden devam ettiği söylenir ama asıl öz Roma Devleti MÖ 4. yüzyılda bitiyor. Kuzeyden inen Germen barbarlarının marifetiyle Roma Devleti çözülüyor, bitiyor, sona eriyor. 1000 yıl sürmüş bir devlettir ve Roma özellikle hukuku ve askeri yapısıyla sonra gelen Avrupa medeniyetlerini içten içe etkilemiş, belirlemiştir. Roma devlet yapısının ana hatlarını Eski Çağ Ege medeniyetinde buluruz. Eski Çağ Ege medeniyetini gelenleriniz varsa geçen yıl anlatmaya çalışmıştım. Eski Çağ Ege medeniyetinin Yunanistan tarafında ve gerek Batı Anadolu’da, gerek Karadeniz’in kuzeyinde, gerekse İtalya’nın güneyindeki sömürgelerinde büyük imparatorluk devleti yapısıyla bir kere karşılaşıyoruz: o da İskender Devletinin teşekkülüdür. Bunun dışında Eski Çağ Ege medeniyetinin devlet yapısı kenttir, şehir devletidir. Şehir devleti ufak, nüfusuysa mütecanistir, çeşitliliği azdır. İki çeşit devletten bahsedebiliriz: Bir küçük şehir devleti, -kentin Yunancasıyla polis, Arapçası medine, Latincesi civitas- bir de imparatorluk devleti vardır. İmparatorluk devletlerini çoğunlukla Asya’da gördük. Doğu Asya’da Çin, Batı Asya’da Asur ve Pers İmparatorlukları bu devlet yapısının ilk ana örnekleridir. Bu saydığım imparatorlukların içinde yahut devletler arasında bir üçüncü çeşit var: Türklere mahsus göçerlerin devletleri. Bu çok ilgi çekici bir şey, devlet dediğiniz yapı yerleşik toplumlara Doğu ve Batı Medeniyetleri • 401 mahsustur ve o yerleşik toplumda şehirleşme baş gösterecektir. Devletin inşasında şehirleşme başta gelen etkendir. Şehirleşmişlikle kent soyluluğu burjuvayı karıştırmayalım, kent soyluluğunu konuşmamın sonunda Orta Çağ Hıristiyan medeniyetinden Yeni Çağ din dışı medeniyete geçişte size anlatacağım. O Avrupa’ya mahsus bir hadisedir. Burjuvayla, kent soyluluğuyla yeryüzünün başka bir yöresinde karşılaşmıyoruz. Sadece ve sadece 17. yüzyıl Avrupa’sında ortaya çıkan bir sınıftır, bir toplum sınıfıdır. Şehirleşme, şehirlilik her medeniyette karşımıza çıkmaktadır. Yalnızca Avrasya’da değil, Amerika’daki medeniyetlerde, Tolteklerde, Azteklerde, Mayalarda ve İnkalarda da şehir dediğimiz olay karşımıza çıkıyor ama öncelik ve özellikle Avrasya medeniyetlerinde şehirleşme çok önemli bir etkendir, önemli bir noktadır. İstisna biraz önce söylediğim gibi Hunlarla başlayan Türk kavmine mensup devletlerdir. Bu bir devlettir, düpedüz devlettir ama yerleşik bir düzen yok, hareket hâlinde ve bu hareket hâlindeki devlet toplumuna ordu denilmiştir. Asker bu toplumun taşıyıcı etkenidir, taşıyıcısıdır. Bütün medeniyetlerde gördüğümüz açık bir olay var: O da sivilliktir, askerlik dışı işlerin öne çıkışı. Bir tek bu Türk devletlerinde asker olma ana uğraşı alanıdır ve bu bütün medeniyet değiştirmelerine rağmen olağanüstü ilgi çekici bir husustur, Türklerde Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna değin sürüp gelmiş bir değerdir. Son Cumhuriyet’ten önceki son Türk Devleti olan Osmanlı’da da taşıyıcı sütun askerliktir. Askerlik dışında iş görüyor mu? Askerlik dışında da marangozluğu, rençperliği, çobanlığı, madenciliği, vs. vardır ama arka planda hep askerdir. Halbuki medeniyet toplumlarında askerlik bir meslektir. Roma’da, Atina’da, Çin’de, Hint’te, Yeni Çağ Avrupa medeniyetinde ve nihayet -benim adlandırmamla- çağdaş İngiliz Yahudi medeniyetinde -bugün içinde yaşadığımız medeniyet- askerlik başka mesleklerde olduğu gibi bir meslek koludur. Napoléon’dan bu yana savaş hâlinde bütün vatandaşlar çağırılırlar. Seferberlik ilan edilir, bütün vatandaşlar askere çağrılır ama onların işi aslında savaşmak değildir. Geçici bir süre için askere alınırlar, savaş biter, tekrar işlerine dönerler. Türklerdeki askerlik böyle değildir. Türklerin 402 • Teoman Duralı dışında bir bir devlet daha var böyle olan ama o konargöçer bir toplum değil, yerleşiktir: Yunanistan’ın Spartalıları. Roma’nın çöküşüyle Eski Çağ medeniyetinin bittiğini görüyoruz. Eski Çağı bitiren, Eski Çağın sonunu getiren insan tarihinde yepyeni bir olay var: Vahdet, vahiy dininin ortaya çıkması. Bunun ilki Yahudiliktir. Vahdet, vahiy dininin en önemli yönlerinden biri tarihte ilk defa insanlık bilincini ortaya çıkarmasıdır. Vahdet, vahiy dininin, yani Yahudiliğin ortaya çıkışına değin insanlık fikri yoktu. İnsanlık bizim teşkil ettiğimiz kandaş insanların topluluğundan ibaretti. Obamızdan, boyumuzdan ibaretti. Bu çok önemli bir noktadır. Bunu da anlattığım için tekrar bu konuya dönmüyorum. Medeniyet kültürle anlamdaş değildir, şehirleşmiş kültür demektir. Daha dün bir konuşmamda bir zatı muhterem kalktı, dedi ki: “Almanlar kültürden medeniyeti, İngilizler ve Fransızlar da medeniyetle kültürü kastediyorlar” Bilmiyorum dedim. Benim bildiğim kültür ayrı bir tarife sahiptir, medeniyet ayrı bir şeydir. İnsanın olduğu her mıntıka, her ortam kültürdür. Kültürsüz insan mümkün değildir. Kültürde yaşıyoruz, kültür ortamında soluk alıp veriyoruz. Başka türlü yaşayamayız. Yine bunun ayrıntısına girmeyeceğim, ondan bahsettim çünkü. Medeniyet kültürün belli bir basamağıdır, seviyesidir. Medeniyet kültürün anlamdaşı değildir. Burası da açık mı, anlaşılıyor mu? Medeniyetle kültürü karıştırmayalım. İnsan olarak medeniyetsiz yaşanabilir, kültürsüz yaşanamaz. Her kültür bir medeniyete mensup değildir ama her medeniyet kültür üzerinde yükselir, kültürün üzerinde bir üstyapıdır. Altyapı kültürdür, üstyapı medeniyettir. Medeniyeti kültürler federasyonu olarak da görebiliriz. Belli, benzeşen kültürlerin oluşturduğu bir üst topluluk durumundadır. Kültürler üç payandaya, üç sütuna dayanır, bunsuz bir kültür düşünülemez: Dil, zanaat ve din. Zanaat zorunlu ihtiyaçlarımızı karşılamak üzere yürüttüğümüz, işlettiğimiz etkinliklere verilen addır. Bunun içinde en önemli husus o ihtiyaçlarımızı giderirken işimizi kolaylaştıran aletlerin imalidir. Bu da zanaatın içinde beklenir. Dine gelince, zanaatla birlikte hayatımızın en önemli nirengi Doğu ve Batı Medeniyetleri • 403 noktası tavırlarımızı, davranışlarımızı ayar etme sanatıdır. Bunlar sayesinde birlikte yaşayabiliyoruz. Niye? Bizi birlikte yaşatacak içgüdülerden yoksunuz da ondan, genetiğimizde, kalıtımımızda yaşamımızı yönlendirecek, idare edecek yapılardan yoksunuz. İçgüdülerimiz yoktur. Bunu telafi etmek maksadıyla biz insan olarak birtakım yapılanmalara giriyoruz. Bu yapılanmaların ana unsurlarını insanüstü, doğaötesi kudretten veya kudretlerden edindiğimize inanmışız. İşte o inanca, o inançlar bütününe din diyoruz ve edindiğimiz yaşama sanatını, edebi dinden alıyoruz, dinden bize geçmektedir. Bu din totemcilik olabilir, fetişizm olabilir, çok tanrılı putperest dinler ve nihayet Tek Tanrılı vahiy dinleri, vs. Önemli olan din dediğimiz bir kurumun bütün kültürlere şamil olmasıdır, yaygın olmasıdır. Dinsiz, dini esas almamış hiçbir kültür insanlık serüveninde görülmemiştir. İlk defa bunun tek istisnası 17. yüzyılda vücut bulduğunu gördüğümüz din dışı Avrupa medeniyetidir. Resmen ve bilinçli olarak dini temele almamıştır. Buradan hareketle sakın şöyle bir görüş ortaya çıkmasın: Demek ki din dışı Avrupa medeniyetinde insanlar Tanrı’yı inkâr etmektedirler, dinsizdirler, imansızdırlar; hayır, bal gibi bugün de Avrupa’da yığınla dindar mütedeyyin insanlar vardır ama kurumların temelinde, esasında din bulunmamaktadır. Dini dışlamışlar. Neden? Dini olağanüstü derecede mübalağa etmiş olan bir medeniyete tepkiden ötürü, o da Orta Çağ Hıristiyan medeniyetidir. Öbür medeniyetlerde ve kültürlerde din hayatın doğal akışında yerini almaktadır. Fark edilmiyor. Mesela, Borneo’da, Yeni Gine’de doğa güçlerine inanan, tapan topluluklarda din ayrı, farklı baskı icra eden bir kurum olarak göze çarpmıyor. Büyük, cihanşümul dinlerde, mesela, Hindulukta da yakın zamanlara değin ayrı, baskı icra eden bir kurum gibi görünmüyor ya da Budacılık yaşanan ortamın doğal bir parçası gibi. Şimdi değişmeye başladı, onu da hemen söyleyeyim. Hinduluk son 30- kırk yıl içinde basınçlı ve baskılı bir hâl almaya başlamıştır. Öbür dinlerin etkisiyle orada da bir taassup ortaya çıkmaya başlamıştır. İşte dinin toplum hayatında doğal bir yer işgal etmesinin dışında kendine farklı bir konum icat etmesinin en önemli örneğini Orta Çağ Hıristiyan medeniyetinde görüyoruz. Kilise ayrıcalıklı, 404 • Teoman Duralı müstesna, mümtaz, ilahi insanların yönlendirdiği, yönettiği bir kurum olarak karşımıza çıkıyor. Kilise yalnızca ibadet edilen bir yer değil. O kadar farklı bir yapısı var ki Müslümanlar açısından baktığınızda anlayamıyorsunuz, kavrayamıyorsunuz ve bunun ceremesini Cumhuriyet Türkiye’sinde çektik. İslam’da biraz önce bahsettiğim müstesna, mümtaz, ilahi insan zümresi yoktur. Buna ruhban diyoruz. Latincede Orta Çağ Hıristiyan dünyasında clericus diye adlandırılan bu insanların, bu mümtaz tabakanın teşkil ettiği kurumun adı Kilise’dir. Bu kurum dokunulmazdır, ruhban en önemli ihtiyacı gidermek üzere Allah tarafından görevlendirilmiştir: Kul ile Tanrı arasındaki irtibatı sağlamak. Çok önemli bir konu ve bunu iyi anlamak şarttır. İster mühendis olun, ister avukat olun, ister savcı olun, ister ayakkabı boyacısı olun, ister çımacı olun, ne olursanız olun değil mi ki biz bugün bir bunalım dönemini yaşıyoruz, kabuk değiştirmek istiyoruz, o elbiseyi beğenmedik, başka bir elbise giyeceğiz diyoruz; onun ölçülerini almamız lazım. O ölçüyü kaçırdık mı elimizden, her şeyi kaçırmaya başlarız. Kilise dediğimiz kurumu teşkil eden takım, bir silsile-i meratibe, bir sıra düzenine dayanır. En üstte Tanrı’yla insan arasındaki bağlantının ara durağı İsa gelmektedir. İsa bir köprüdür, Tanrı’yla Tanrı’nın yarattığı insan arasında bir köprüdür. Oğuldan kast olunan odur. İsa bir yanıyla mademki insandır, insanlara örnek olmak için insani vasıfları vardır, hem Tanrı’ya yaratmış olduğu insanın durumunu aktarmaya memurdur. Evet, o yarattı ama yarattığına bilinç vermiştir. Bilinç vermenin sonucunda insan Tanrı’nın ektiği tohumlardan farklı birtakım ürünler de çıkarmaya başlamıştır. Bunun en başta gördüğümüz örneği Tevrat’ta rastladığımız Kabil’in cennetten kovulma hikâyesidir. Daha önce de bundan bahsettim. O kadar ilgi çekici bir hikâyedir ki bu on kere de bahsetsem yetmeyecektir. Çok müthiş bir tasviri vardır. Allah Adem’e bir tek yemişi yasaklar. O bilgidir, bilgilenme, bilinçlenme; kendinin bilgi sahibi olduğunun bilgisi bilinçtir. Buna bugün biyolojide insan için insan türüne homo sapiens sapiens denilmektedir. Bilgi üstüne katlanan, akıl yürüttüğünü akleden beşer, o yasak yemişi Havva’nın kandırmasıyla yiyen Adem cen- Doğu ve Batı Medeniyetleri • 405 net hayatını kaybediyor. Neden? Bilinç sahibi olduğu için, bilinç insana mahsustur. İnsanın dışında hiçbir canlının bilinci yoktur. İnsan farkındadır varlığının. Kedinin kuyruğunu çektiğinizde bağırır, okşadığınızda mırıldar ama üzerine düşünmez. Düşünmenin temelinde kavramlar vardır. Felsefe ne iş görür derseniz, işte bu kavramlarla uğraşır, kavram işidir. İnsanın en önemli, en başta gelen yetisi düşünmektir ve düşünmeyi kavramlarla beceriyoruz. Bu kavramların bir kısmını örneklerini yaşamımızda görüyoruz. Telefon nedir? İşte bu. Ama bu telefonun bağlı olduğu kavram yoktur. O kavramın birebir temsilcisi, karşılığı yoktur. Çeşit çeşit telefon da vardır. Bunu bütün kavramlar için tekrarlayabiliriz. Bardak, bin çeşit bardak var. Hepsi bardak kavramı içinde yer almaktadır. O bardak kavramının tek bir tek temsilcisi, mukabili yoktur ve insan oluşumuzu bu soyutlamalara dayatıyoruz ve borçluyuz. Öyle kavramlar var ki bunların doğrudan hiçbir örneği bulunmaz. İyilik, kötülük, fazilet, yücelik, üçgen, pi sayısı, on, sekiz, beş bin beş yüz yirmi beş, yedi yüz seksen yedi milyar beş yüz on altı milyon… bunların hiçbir mukabili yoktur karşımızda, yani mantık, matematik, ahlâk, edebin kullandığı kavramların karşılığını görmedik, yoktur. Edebin yakın akrabası, edebin içinde mütalaa edebileceğimiz estetikle ilgili güzellik, çirkinlik gibi kavramlarla şiirler yazılır ama inek gülü gördüğünde çatır çutur yiyor, onun için somut bir yiyecek maddesidir. Her kültür mü gülü yüceleştirir? Hayır. Gül görmedim gerçi Borneo’da ama olsa onlar da onu yerlerdi, en azından çorbasını pişirirlerdi. Çünkü güle şiir düzecek bir ortamları yok adamların, bu sebeple edebi bize insan dışı, insan ötesi, doğa dışı bir kudret veya kudretlerin telkin ettiğine inanıyoruz. Karşılığı kesinlikle yoktur ve bu karşılığı bulunmayan edep kavramları hayatımızın en önemli olaylarıdır. Onlarsız yaşayamayız. Güven mesela, en önemli ahlâk kavramlarındandır. Namus nerede, bana gösterin? Yok. Niye bu lazım? Başka türlü hayatımızı ayarlayamayız da ondan. Köpek yenildiği vakit sırtüstü yatar, ayakları da çeker. Saldıran köpek kuduz değilse bırakır yahut sizi bir köpek kovalıyorsa, o anda toparlayabilirseniz kendinizi korkunuzu yenip çökün, durur. Dediğim gibi bu demesi kolay, yapması çok zor bir iş. Bütün saldıran 406 • Teoman Duralı hayvanlarda kuduz olmadıkça belirli davranışlar gösterirseniz durdurabilirsiniz. Ayı için bu böyledir, aslan için bu böyledir, vs. Neden? Çünkü onda bir sigorta var, genetiğine kayıtlıdır. İnsan için bu ne vahşet, insanlık dışı deriz. İnsanlık dışı diye bir şey yok. Hayvanlık dışı olur, vardır ama insanlık dışı diye bir şey yoktur. İnşa ettiğimiz ahlâk sistemi bakımından evet, insanlık dışıdır ama tabiatımız, fıtratımız gereği; yok öyle bir şey. Büyük İngiliz filozofu “İnsan insanın kurdudur” diyor. Kurt hiçbir zaman kurdun kurdu olmaz. Dediğim gibi kurdun kurtla olan ilişkilerini ayarlayan onun genetik işleyişi vardır ama insanın öyle bir işleyişi yok. Bu sebeple gerçekten insan insanın canavarıdır, olabilir. Olmayabilir de… insanın, hiç mi bir kuvvesi, potansiyeli yok? Var. Bunun genetikten gelip gelmediğini bilmiyoruz. 40 yıldır genetikle uğraşan bir kişi olarak size bunun genetikten gelip gelmediğini bilmediğimi itiraf etmek zorundayım. Bütün ilanlar bana palavra gibi geliyor, genetiğimiz bunu getiriyor diyorlar. Halbuki yapılan DNA incelemelerinin bir şey verdiği yok ama davranış, tavır konusundan bahsediyorum. Hastalıklar, yapımız, tipimiz, şeklimiz, şemailimiz konusunda DNA bilgi verir ama davranışlar konusunda öyle değil. Belirlemelerde bulunamıyorsunuz. Kültür belirlemeleri ortaya koymuştur. Bu bakımdan kültürsüz yaşam olmuyor ve kültürün dayandığı o belirlemenin en önemli kısmı edeptir. Edep diyorum, ahlâk demiyorum. Çünkü ahlâk daha müstesna bir alandır. Edebin felsefe tarafından işlenen kısmı ahlâktır. Yunancada ithikí (etik) dedikleri şey bizim dilimizde ahlâktır. Her toplumun ahlâkı olmaz. Felsefileşmiş medeniyetlerde ahlâkla karşılaşıyoruz ama her toplumda, her kültürde edep vardır ve tekrar ediyorum, onun kaynağı dinde oluşur. Bunun açık ifadesini ben Mevlânâ’da görürüm. “Kur’an’ı bir baştan bir başa okudum, edepten başka bir şey bulamadım” diyor. Bu çok önemli bir noktadır. Çünkü dini yanlış bilen, yanlış yorumlayan mümtaz zevatımız Kur’an’ı bir ansiklopedi olarak algılıyor ve tutuyorlar, doğa olaylarına bakarak ayetleri kanıtlandıklarını sanıyorlar. Meşhur Fransız okyanus bilimcisi Kaptan Cousteau bir tarihte Amazon Ormanından Atlas Okyanusu’na dökülen suları inceliyor. 300 km kadar gidiyor ve suların karışmadığını fark ediyor. Hah Doğu ve Batı Medeniyetleri • 407 diyorlar, kanıtım işte, ayet doğrulandı. Öyle bir ayet var çünkü “tatlıyla tuzlu suyu karıştıramazsınız”, yarın yeryüzünün hidrosfer şartları değişir de bu karışmaya başlarsa ne olacak? Her an bu mümkün, yalanlanmış mı olacak ayet? Dinin mutlakçı bir yanı vardır ki hangi dini ele alırsanız alın, başka türlü insanları belirli bir istikamete sevk edemezsiniz. Hayvandaki genetik şartlar insanda dini naslar şeklinde tezahür etmektedir. Yakalayamazsın, dizginleyemezsin. Dışımızdaki olayları algılıyoruz, aklımızın süzgecinden geçirerek belli bir düzene sokuyoruz. Bunun için bizim üstümüzde, dışımızdaki herhangi merciinin talimatına ihtiyacımız yok. O zaten bize akıl olarak verilmiştir ama tekrar aynı konuya dönüyorum. Edebin dış devindiricisini, dinamiğini bulamıyorsunuz, mümkün değil. Medeniyetler, özellikle Eski Çağ Ege medeniyeti ve ondan epey sonra da İslam medeniyeti medeniyetler sıralamasında en üst seviyeye çıkmışlardır ve en üst seviyeye çıktıklarında çok geniş bir tartışma ortamı kendini göstermiştir. MÖ 4. ve 3. yüzyılların Yunan medeniyetinde ve MS 9-10. yüzyıllarda İslam medeniyetinde bu olayla karşılaşıyoruz. Her kafadan bir ses çıkıyor. O günün sunduğu imkânlar çerçevesinde insanın düşünme sınırları neredeyse sonsuz, her şey tartışma konusu. Medeniyetin çöküş, inkıraz kapısı, konuşmamın başından beri tekrarladığım edep duvarlarının yıkılmasıyla başlıyor. Bu iki medeniyette bunun çok açık örneğini görüyoruz. Orta Çağ Hıristiyan medeniyetinin en önemli etkeni kendisinden önceki Yunan medeniyetinde ortaya çıkmış bu çözülüşe bir tepkidir. Birincisi bilim, insanlık bilincinin ortaya çıkması söz konusu, Yahudilik bunu gerçekleştiremiyor. İbrani kavmi bütün insanlığa gelmiş olan Yahudiliği kendi tekeline almıştır. Eski dinler gibi bir boy, aşiret dini hâline getirmiştir Yahudiliği, arkasından gelen Hıristiyanlık bu hatayı telafi etmektedir. İlk defa kesin olarak kullanım açısından bütün insanlığa yönelen ve insanlık bilincini çok açık bir biçimde suyun yüzüne çıkaran Hıristiyanlık olmuştur. Tekrar ediyorum, Yahudilikle başlar bu ama gerçekleştirilemez. Başka bir deyişle teoride kalır. Bunu pratiğe çeviren Hıristiyanlık olmuştur. 408 • Teoman Duralı Hıristiyanlık özellikle 10. yüzyılda iki büyük kola ayrılmıştır: Ortodoksluk ve Katoliklik. Ortodoks olan kesim iki yüzyıl sonra İslam dinini benimsemiş milletlerin, öncelikle de Türklerin hâkimiyet alanında kalmıştır. 6. yüzyılda çıkan Müslümanlık Hıristiyanlığa meydan okumuştur ve Hıristiyanlığın önemli bir kısmını hâkimiyet sahasına almıştır. Müslümanlığın hâkimiyet sahasına girmeyen kesim Katolikler olmuştur. O anlamda Katolikler Hıristiyanlığın sancağını taşımışlardır, bayraktarı olmuştur. Katoliklik demin bahsettim gibi İsa, Papa, Papa’nın etrafındaki kardinaller, başpiskoposlar, piskoposlar, papazlar, keşişler şeklinde sıralanmaktadır. Bu mümtaz, ilahi bir kadrodur. Bunların dışında kalan gelişigüzel insanlardır, ruhban olmayandır. Şunu da hemen belirteyim: Dört İncil vardır ve bunlar Yunanca yazılmışlardır. O bakımdan Hıristiyanlığın temel kavramları Yunancadır. Bunlar Latinceye aktarılmışlardır ve daha sonra da Latinceden öncelikle Almancaya ve ondan sonra öbür dillere tercüme edilmişlerdir. O bakımdan bizim de Hıristiyanlıkla ilgili terimlerimiz Fransızca yoluyla Latince asıllıdırlar. Bunların en önemlisi sabahtan akşama, akşamdan sabaha dilimizden düşürmediğimiz laik, “laicus”un Fransızca telaffuzudur ve bizim kastettiğimiz şey değildir laik; bizim günümüz Türkiye’sinde laiklikle söylemek istediğimiz şey aslında sekülerliktir, din dışıdır. Sekülerlik din dışı demektir, laiklik ise ruhban olmayandır. Bizim hiçbir zaman zaten öyle bir sorunumuz olmadı. Şöyle diyeyim, biz oldum olası laik olmuşuz. Katoliklikteki öz anlamıyla biz oldum olası laicus idik, sonradan olma laicus değiliz. Bizim ruhbanımız yok. Osmanlı din devleti değildir, hiçbir Müslüman devlet din devleti olmamıştır. Neden? Çünkü teokrasi ruhban takımının siyasi iktidarı demektir. Bizde öyle bir din sınıfı olmamış ki onun siyasi iktidarı olsun. İktidarda olanlar her zaman için bizde ruhban olmayanlardır. Benzetme yoluyla taklitler var. Nasıl ki Papa ruhi anlamda İsa’nın hâlefiyse bizde de bunu takliden Peygamberimize ilahi birtakım vasıflar giydirilmiş ve onun devamı gibi gösterilen devlet başkanlarına halife denilmiştir. Yok öyle bir şey, Peygamber üstün bir insan muhakkak ama insan. Papa’ya tokat attığınızda Tanrı’ya tokat atmış gibi olursunuz, anlatabiliyor muyum? İsa’yı çarmıha geren- Doğu ve Batı Medeniyetleri • 409 lere Hıristiyanlar Tanrı’nın katili, Fransızcada meurtrier de dieu derler. Bunları çok iyi görmek, anlamak lazım. Orta Çağ Hıristiyan medeniyeti her anlamda sınıflı bir toplumdur. Ruhban olmayanlar, soylular, savaşçılar ve rençperler olarak üç ana sınıfa ayrılır. Soylular tekrar ikiye ayrılırlar: Asilzadelerle toprakzadeler. Bu da çok önemli bir noktadır. Orta Çağ boyunca ruhbanla ruhban olmayanın çatışmasının yanında asilzadelerle toprak zadegânı arasında da sürekli bir çatışma söz konusu olmuştur. Fransa’da asilzadeler 9. yüzyılda toprak zadegânını alt ederek iktidar olanca güçlerini hâkim kılmışlardır. Başka Avrupa ülkelerinde, İspanya’da, Almanya’da ve Doğu Avrupa ülkelerinde bu çatışma çok uzun sürmüştür. Çok akıllı bir millet olan İngilizler bunu kansız halletmenin yoluna gitmişler, çok erken bir çağda 1215’te Magna Carta denilen bir anlaşmayı toprak zadegânıyla asilzadeler imzalamışlardır. Böylelikle İngiltere erken bir çağda belirli bir devlet düzenine girmiştir. Toprak zadegânının yaşadığı mekâna, meskene müstahkem mevki denilmiştir. Ayrılmıştır, korunaklı bir yerdir, kaledir ve bunun Almancası burg’dur. Çünkü Avrupa’yı istila eden toprak zadegânı Germen asıllıydı, dilleri Germen dilleriydi. Bunlardan hepsinden size bahsettim. Bu burg’larda oturuyorlardı ve burg’da oturan kişilere Almancada burgher denilmiştir. Onun Fransızca telaffuzu burjuva olmuştur. Bu burjuva rençperlik etmiyor, yani toprakla uğraşmıyor, sanatla da uğraşmıyor, bir şeyler imal etmiyor. Ne yapıyor? Yalnızca savaşıyor ve yerli halkı yönetiyorlar. Yerli halk çoğunlukla İspanya’da, İtalya’da, Portekiz’de, Fransa’da koyu tenlidir. Bunlar kuzeyli ak tenli insanlar ve ak tenli insanlarda damarlar mavi görünürler. Şeffaftır tenleri, aranızda çok ak pak olanlar bakabilirler, mavimtırak damarları, bu sebeple bir Germen boyu olan Vandallar, İspanya’yı ele geçirmiş olan Vandallar mavi kanlı oldukları efsanesini uydurmuşlardır. Soylular mavi kanlı olurlar, oysa kitle kızıl kanlıdır. Tabii savaşta yaralandığında kanı yine kızıl akacak. Bunu önlemek için etrafını hemen adamları çevirir beyin, savaşçının ve asker kızıl kan aktığını görmez. Bu Germen boyları ele geçirdikleri topraklarda her türlü işleri çevirmişlerdir. Toprakların tapusunu çıkarmışlardır. Bu da son derece önemlidir. 410 • Teoman Duralı Zamanla toprak zadegânı özellikle İngiltere’de toprakları elinden çıkarıp satarak yahut yarıcıya vererek o paraları bir kenara koymuştur. Orta Çağı ben size üçe ayırmıştım: Erken Orta Çağ, klasik Orta Çağ, geç Orta Çağ. Klasik Orta Çağdan itibaren İngiltere’de, Fransa’da ve İspanya’da toprak zadegânı topraklarını elden çıkarıp paraları bir kenara koyarak, o paraları malla değiş tokuş etmeye başlamıştır. Öncelikle tekrar ediyorum, İngiltere’de, Felemenk ülkesinde, kısmen İtalya’da ve Fransa’da mal-mal değiş tokuşu demek olan merkantilizmden para-mal değiş tokuşu demek olan sermayeciliğe bir kayış söz konusu ama felsefe olarak sermayecilik henüz ortaya çıkmıyor. Orta Çağın klasik döneminde, yani 1200’lerde o ruhban olmayan zümre ruhbanı alt etmeye başladığında, paranın gücü azalmaya başladığında ki bunun iki çok önemli örneğini İngiltere’de ve Fransa’da görüyoruz. Fransa’da 1300 küsurlarda yakışıklı Philip “Papayı tanımıyorum” diyor. Bu müthiş bir olaydır. O kadar “seni ben tanımıyorum” diyor ki “bundan sonra senin ensene ben şaplak atacağım” diyor. Alıyor Vatikan’dan Papa Hazretlerini, Fransa’nın güneyindeki Avignon şehrine getiriyor, “Burada oturacaksın, benim ellerimdesin” diyor. Bu ruhban olmayan zümrenin ilk büyük zaferidir. Arkasından çok güçlenmiş bir kudrete öldürücü bir tokat atıyor. Orta Çağın en önemli olaylarından biri, 1090’larda başlayan, 1200 küsurlarda biten, Papa’nın ruhani gücünü ispat etmek için İslam topraklarına düzenlediği Haçlı Seferleridir. Bu Haçlı Seferlerinin sebeplerinin başında Kudüs’ü ele geçirmek var. Kudüs ele geçirildikten sonra iki büyük teşekkül ortaya çıkar: Tapınak Şövalyeleri ve hastane şövalyeleri. Bunlardan özellikle tapınakçılar büyük bir askeri güç hâline geldikleri gibi iktisadi anlamda da müthiş yükselirler ve ilk defa banka kredi kartlı ticareti başlatırlar. Diyelim ki siz Paris’te oturuyorsunuz, Bağdat’tan mal istiyorsunuz. Tapınakçının Paris’teki şubesine başvuruyorsunuz. Diyorsunuz ki ben Bağdat’tan şu ebatta ayakkabı istiyorum ve size 300-500 çift, 1000 çift ayakkabı, çizme Bağdat’tan alıyor, Paris’e kapınıza teslim ediyor. Parasını da veriyorsunuz tapınakçıya, o Bağdat’taki imalatçının hakkını verdikten sonra komisyonu kendi cebine atıyor. Hıristiyanlardan aracılık eden ilk topluluk tapınakçılardır. Doğu ve Batı Medeniyetleri • 411 Daha önce ise her türlü şerefli iş görmekten mahrum Yahudilerdi, yani toprak edinemiyor, asker olamıyor, zanaat sahibi olamıyor. Germenlerin, savaşçı Germenlerin aşağılık gördüğü aracılık işiyle, tefecilikle uğraşıyorlar ve Yahudiler buradan hem bilgi, hem de maddi anlamda müthiş bir birikim elde ediyorlar. Bu Yahudiler derebeyinin malikanesinde barınamıyorlar. Onlara ayrı yerleşme yerleri açılıyor. Yani burg’da değil, gettolarda yaşıyorlar ve buradan bir paralel burjuvazi, kent soyluluk ortaya çıkıyor. Bir Hıristiyan kent soyluluğu var, bir de Yahudi kent soyluluğu var. Bu iki kent soylular birbirlerine müthiş iş veriyorlar. 1512’de Avrupa’da müthiş bir devrim baş gösteriyor. Yeni bir din kuruluyor. Martin Luther adındaki büyük filozof, din âlimi, şair ve besteci on parmağında on marifet olan bir adam Papalığa, Katolikliğe meydan okuyor. Kendisi bir Katolik rahibi ama ilk meydan okuyuşu evlenmek suretiyle oluyor. İlahi, müstesna varlık olan papaz ve keşişin evlenmesi yasak. Sadece resmi bir kurum olan evlenme değil, her türlü cinsi ilişki yasak veya kadın rahibeyse de yasak. Bir rahip olarak Luther evleniyor, çoluğu çocuğu var ve insan vasfındaki ilahi kişileri de reddediyor. “Bu yoktur, öyle bir şey yasaktır” diyor. Bu olmayınca Katolikliğin en önemli özelliklerinden biri azizlerdir. Bir Katolik Kilisesine girdiğinizde çok tanrılı bir tapınağa girmişsinizdir. Yığınla heykelcikler vardır, resimler vardır ve bunların karşısında onlardan medet uman müminler vardır. Bu tamamıyla vahdet dinine aykırı olan bir şeydir. Yahudilerin öteden beri zaten Hıristiyanlara attığı en önemli çamur da budur. Sonra Yahudileri Müslümanlar da takip eder olmuşlardır. Hıristiyanlığa siz çok tanrılısınız, putlara tapıyorsunuz demişlerdir. Luther buna işaret ediyor. “Bu vahdet dinine aykırı bir olaydır, böyle bir şey olmaz” diyor. Kitab-ı Mukaddes iki büyük kısımdan meydana gelir: Ahd-i Atik Hıristiyanlarla birlikte Yahudilerin inandığı kitap, Ahd-i Cedit sadece Hıristiyanların inandığı, yani İsa’ya gelen tebliğdir. Katoliklik -bu da çok önemli bir nokta- Ahd-i Atik’i hep göz ardı etmiştir. Yani Yahudilerle birlikte inanılan kısım dışlanmıştır. Dışlanmış biraz ağır olur, o da tabii ki hesaba katılıyor ama Katoliklikte sıklet noktası, ağırlık Ahd-i Cedit’tedir, Protestanlık Ahd-i 412 • Teoman Duralı Atik’e ağırlık tanır. Böylelikle Luther’den sonra mümin Protestan Hıristiyanlar Yahudilerle bir kardeşlik ilişkisi içine girmişlerdir. Luther’den sonra demem çok önemli, çünkü Luther aşırı derecede bir Yahudi düşmanıdır. İkinci büyük bir Yahudi düşmanı olan Hitler’in birçok sözü, lafı Luther’den alınmadır. Hitler aslında Avusturyalı bir Katolik’tir ama Katolikliğe can düşmanı kesilmiştir zamanla, daha da genelleştirirsek Hıristiyanlığa karşıdır. Hıristiyanlıkta tuttuğu, sevdiği bir tek adam olabilir, o da Luther’dir. Luther’in tabii Alman olması -sadece Yahudi aleyhtarı olmasından değil- ve Hıristiyanlığı Latinlerin tekelinden çekip Almanlaştırması Hitler’i çok memnun eder. Şimdi Hitler bir tarafa, gelelim Protestanlığa; Protestanlık Katolikliği çökertir, Katolikliği dumura uğratır. Luther sonrası Protestanlık milliyetlere bölünür: Alman Protestanlığı, Felemenk Protestanlığı, İngiliz Protestanlığı Anglikanlık, İskoç Protestanlığı presbiteryenlik ve metodizm daha da küçük bölümlere bölünür. İnsanlığa hitap eden, insanlığı kucaklamaya yönelik olan Katoliklik -Yunancada katholikós evrensel demektir- milli dinlere bölünür. İbranilerin Yahudiliği milli bir din hâline getirmesini taklit eder. İngiliz Protestanlığı Anglikanlık bunların en önemlisidir. Bu neye cevaz veriyor? 19. yüzyılda ortaya çıkacak sermayeciliğe, kapitalizme cevaz veriyor. Nasıl ki Müslüman olarak sermayeciliğe yamanamazsanız -daha az miktarda diyelim- Katolik olarak da sermayeci olamazsınız. Neden? Burada konumuz din, belki başka bir bahara bunu işleriz. Sermayecilik -bunu kötülemek için söylemiyorum, bir tasvirdir, size bir resim çıkarıyorumsömürmeye dayanır. Yani bu vazgeçilmez bir şarttır. Sermayeci olacağım ve sömürüyü dışlayacağım olmaz. Hiçbir vahdet, vahiy dini ve bu arada Katoliklik sömürmeye açık çek çıkaramaz, mümkün değildir. Sermayeciliğin gelişmesi sürecinde Katoliklik ayak bağı olmuştur, engel olmuştur. Yiğidi öldür hakkını ver, Katolikliği severiz sevmeyiz, yereriz yermeyiz neyse ama sömürüye cevaz vermiyor. Sömürmüş müdür Katolik? Tabii ki sömürmüşlerdir, o ayrı, orada sistemden bahsediyorum. Bir sistem olarak karşımıza çıkıyor. Müslümanlık da, Hıristiyanlık da özünde sömürmeyi yasaklayan dinlerdir. Zaten varlık sebepleri de budur. Doğu ve Batı Medeniyetleri • 413 Edebin dayandığı en önemli iki sütundan biri güven demiştik, öbürü de insanın insanı sömürmemesidir. İnsan insanın kölesi olamaz şartını getirir. Kölelik sadece Allah’adır: Kul. O nerededir? O yok ortalıkta, somut hiçbir varlığa insan ibadet edemez. Bu ibadetin içinde tabii karşılıksız hizmet olayı vardır. Anglikanlık yoluyla bu engel aşılmıştır, Papa devre dışı bırakılmıştır. Kilise bir kurum olmaktan çıkarılmıştır. Yol alabildiğine açılmıştır. Bunun ilki efsanevi bir hikâye gibi anlatılır: VIII. Henry kırk defa evlenir-boşanır. Papa hâliyle cevaz vermez, yasaktır Katoliklikte boşanmak, “Katolik nikahı” denilir. Papa’dan izin ister, papa hayır der. Bunun üzerine “Henry al dinini başına çal!” cevabını verir ve Anglikan Kilisesi vücut bulur. Burada boşanmak serbest, her şey serbesttir. Ondan sonra yalana dolana sarılırlar. Weber diye bir Alman filozof “Kalkınmanın yolu Protestanlıktan geçer” der. Daha benim çocukluğumda Cumhuriyet büyüklerimiz hep söylerlerdi: “Biz Protestanlığı benimseseydik bugün bambaşka yerlerde olurduk. Protestanlar çalışkan olurlar, iş bilir olurlar.” Hayır, herkes çalışkandır. Sömürüye cevaz verme en önemli yönleridir. Sömürüyü mümkün kılacak yollar misyonerlik gerekçesi altında, yani eğitim yoluyla tesviye edilir. Bu da çok önemli bir noktadır. Eğitim kültürün inşacısıdır, kültürün inşa mühendisidir. Eğitim yoluyla kültürünüzün taleplerini boca ediyorsunuz genç nesillere, çünkü kapitalizmin gerektirdiği baş unsur tüketimdir. O tüketim mallarına ihtiyaç duymanız lazım, onun ben çok aşikar örneğini vaktiyle Afganistan’da görmüştüm. Oraya herhangi bir görevle gitmedim, çok şükür hiçbir yere görevli gitmedim, dolayısıyla insanlarla, yaşıtlarımla birebir ilişki kurabiliyordum, çok gençtim. Bana sorarlardı: Ne olacak hâlimiz? Üniversiteye gidiyor o genç, ben de o zaman üniversite mensubuyum. Abdala malum olur! Böyle götüremezsiniz, sizi yıkacaklar, mahvedecekler. Ağzımdan yel aldı inşallah ve o dediğim çıktı. 1979’da Rus işgali baş gösterdi ve ondan daha fecisi Amerikan işgali geldi. Hâlâ 79’dan bugüne belini doğrultamadı. Çünkü Afganistan’da Coca Cola, hamburger, bilmem ne marka giyim eşyası, parfüm, jaguar, Alfa Romeo yoktu. Benim çocukluğumda köylerde çalışan tahta karoserli otobüsler vardı, denkleri çatıya çıkarırlar atarlardı. Nuh 414 • Teoman Duralı nebiden kalma böyle tahta karoserli otobüslerle gidilir gelinirdi. Şahın sarayı Kabil’de bizim burada bir zenginimizin malikanesi durumundaydı. Hiçbir şatafatı yoktu, yani büyük bir gelir farkı yoktu insanlar arasında, herkes sefildi üç aşağı beş yukarı ama yaşıyorlardı. Açlık yoktu, herkes kendi başına buyruktu. Bir gün Kabil’in 100 km kuzeyinde otobüs yolda giderken jandarma durdurdu. Bindi otobüse, denetleme yapacak. Adamın üstüne yürüdüler, dövdüler herifi, attılar otobüsten, sen kim oluyorsun? Hayretler içinde kaldım. Çünkü benim çocukluğumda, gençliğimde yarı Tanrı gibi bir şeydi jandarma, polis böyle, kazara karakola yolunuz düştüğünde oranız buranız zedelenmeden çıkamazdınız. Bu adamı dövüp attılar dışarı sen kim oluyorsun diye, üstünde silahı yoktu. Dedim nasıl oluyor? Silahsız adama silah çekemeyiz dediler. O yüzden Afganistan’da o tarihlerde polis ve jandarma silah taşımazdı, silahsız gezerlerdi. Dediğim gibi o zaman ne olacağını üç aşağı beş yukarı kestirebildim, bunlara yaşama hakkı tanınmaz. Ya iyilikle, eğitimle, vs. bizim yolumuza girersiniz dediler… Kalkınma için size yardım ediyoruz dediler... Biz bununla çok övündük. Yollar döşedik, fabrikalar kurduk, vs. Onlar kurdurdu bunu sana. Direndiğin takdirde dayak yersin, yok ederler seni. Kötü demiyorum ama saiki, yaptırıcısı dışarıdan, bu sömürü düzeninin dünya çapındaki teşkilatlanmasına emperyalizm denilir. Kapitalizmle birlikte emperyalizm gelmiştir. Orta Çağdan Yeni Çağa geçişte biraz önce söylediğim gibi dinin gündemden çıkarılması olayı vardır. Tanrı’nın yerini insan almaktadır. İnsan baş tacıdır, neden? Akıl vardır. Akıl aslında dini bir ıstılah, dini bir terimdir. Elektrik üreten bir merkezden konutlara doğrudan cereyan verilmez. Güç indirici merkezler, trafolar inşa ederiz. Doğrudan buraya bir elektrik üretim merkezinden enerji verdiğiniz takdirde yakarsınız. Benzer bir durum Tanrı’yla insan arasında da geçerlidir. Akıl Allah’tan gelen talimatları, ifadeleri bana, sana, ona göre dağıtır, tercüme eder, anlaşılır hâle getirir ve onun sesinin benim içimdeki yankısına -yine dini bir terimle söyleyeyim- vicdan diyoruz. Konuşma karşılıklı olur. Yunancada buna dialogos denilir. Di iki, çift demektir, logos da söz; iki taraflı söz etme. İçimizde sürekli olarak bir dialogos, konuşma Doğu ve Batı Medeniyetleri • 415 cereyan etmekte; bir taraftan aklınla yönlendirdiğin vicdan dediğimiz o ses, bir tarafta benim ona verdiğim cevaplar veyahut sorduğum sorular, konuşmam, o da nefstir. Günümüzde buna ego diyoruz. Nefsle vicdan arasında bir gidiş-geliş vardır. Bu sadece hat safhadaki durumlar için değil, her an için biz onunla sohbet hâlindeyiz ve onu bize açan, anlatan, anlaşılır kılan lügat dini metinlerdir. Kur’an’dır, Kitab-ı Mukaddes’tir, vs. Onun sedasını, sesini bana anlaşılır kılan aklım ve kutsal metinlerdir. O iki türlü sesleniyor: 1. Elçileri, peygamberleri yoluyla insanlığa sesleniyor, 2. Her birimizin içine sesleniyor, “Ben sana şah damarından yakınım” diyor. René Descartes’la başlayan Yeni Çağ felsefesinde aklı Allah’a bağlayan kablo kesiliyor. Akıl kendinden menkul bir güç üretme merkezi hâline geliyor. Bu akılcılık, Fransızcasıyla rasyonalizm olarak vasıflandırılıyor. Akıl kimde var? Bende var. Ben kimim? İnsan. Akıl sahibi insan her şeyin üstündedir. Buna insancılık diyoruz. Yeni Çağ din dışı Avrupa medeniyeti ilham kaynağı olarak Orta Çağ Hıristiyan medeniyetinin baş düşmanı olan Eski Çağ Ege medeniyetine dönüyor. Çünkü orada Tek Tanrı meselesi yoktur. Bu Eski Çağın yeniden canlandırılması olayına da Fransızcada yeniden diriliş demek olan Rönesans adı verilir. Dinin yerine, hayatı yönlendirmek, yönetmek gibi bir derdi olmayan felsefe-bilimi belirmektedir. Yeni Çağ din dışı Avrupa medeniyetinin temeline felsefe-bilim almaktadır. Üç ana doğrultu doğuyor Yeni Çağ Avrupa medeniyetinde: Fransız akılcı felsefe-bilim çizgisi, İngiliz akılcı deneyci damar ve bunlara bir tepki olarak doğan, Alman idealizmi, romantikliği baş gösteriyor. Hayatı biçimlemeye yönlendirdiğimiz felsefe-bilim sistemine ideoloji denir; ideolojiler doktrinlerden, öğretilerden kurulur. Felsefe diyalektik dediğimiz bir otoyol izler. O otoyol iki geliş-gidişe ayarlıdır. Her gidiş-geliş iki şeride ayrılmıştır. Şeritlerden biri çözümlemedir, analiz, tümdengeliş redüksiyon, geliş de tümevarış indüksiyon ve birleştirim, yani sentez. Tekrar ediyorum: Analiz, redüksiyon, sentez, indüksiyon şeritleri var ve bütün bu ana yol diyalektiktir. Diyalektik yoldan gidiyorsanız 416 • Teoman Duralı onun sonu yoktur. Ulaşılan her sentez bir sonraki tezdir. Bu uzun bir bahis, buna hiç girmiyorum burada, bu kadarla yetiniyorum. Sentezimiz artık teze dönüşmüyor, sondur, kapıyı kapatıyoruz dediğimiz andan itibaren o sentez dogma olur. Dogmalardan örülü sistemlere öğreti diyoruz. O öğretiler ideolojiye dönüşür. İlk ideoloji 18. yüzyılın ortalarında oluşturulmuş olan sermayeciliktir. Müellifi İngiliz filozof Adam Smith’dir. Adam Smith’den aşağı yukarı 60-70 yıl sonra bu ideolojiyi bize bütün açıklığıyla sunan, tarihin en önemli filozoflarından Karl Marx’tır. Karl Marx sermayecilik ideolojisini inşa etmiyor ama açıyor ve ne olup ne olmadığını önümüze seriyor. Kapitalizmden, yani sermayecilikten hareketle Karl Marx yeni bir ideoloji oluşturmaktadır. Bu Marksçı komünizmdir, çünkü çeşitli komünistlikler var. Ama en tanınmış, bilindik ve daha sonra da tatbik edilmiş olan Marxçı komünizmdir. Sermayecilikle komünizm ilerlemeye, çağdaşlığa ayak uydurmaya yöneliktirler. Bunlara karşı tepki olarak iki ideolojinin çıktığını görüyoruz: Faşizm ve milli toplumculuk yahut nasyonal sosyalizm. Bunlar kapitalizme ve komünizme tepki olarak çıktıklarında onun dediklerinin tersini iddia etmelerinden ötürü bunlara tepkicilik, reaksiyonerlik adı da verilmiştir. İkisi bir ve aynı değildir. Stalin kafaları karıştırmak için nasyonal sosyalistlere faşist demiştir ama bir ve aynı şey değildir, ikisi farklı birer ideolojidir. Şartlar öyle gerektirdiğinden ötürü ikisi ittifak etmek zorunda kalmışlardır ve tarihin en ilgi çekici, en yıkıcı, en feci savaşı İkinci Dünya Savaşı patlamıştır. Bu bir ideolojiler çatışmasıdır. Bizim aklı evvel aydınlarımızın iddia ettiği gibi iktisadi sebeplerle ortaya çıkmış bir görüş değil, yalın kat ideolojik bir çatışma sahası olarak karşımıza çıkmaktadır. Sermayecilikle benim ortak mülkçülük diye Türkçeye tercüme ettiğim komünizm iktisadi temellidirler, iktisadı temel alırlar. Buna karşılık faşizmle nasyonal sosyalizm iktisat temelli değildirler. Nasyonal sosyalizm öbür ideolojilerden tamamıyla farklı olarak belli bir doğa bilimine, biyolojiye sırtını dayamıştır. Biyolojinin evrim anlayışına, varsayımına dayanmıştır. Faşizmse iki kaynak benimsemiştir: Din ile tarih. Bunlara daha fazla burada girmeyeceğim, sadece Doğu ve Batı Medeniyetleri • 417 Yeni Çağ din dışı Avrupa medeniyetine bir nazar atfedelim dedim. Bu medeniyet Orta Çağ Hıristiyan medeniyetinin devamı değildir efendim, buna tümüyle karşı çıkmıştır, savaşmıştır. Bugün çağdaş medeniyetin İslam’la olan mücadelesi neyse, Yeni Çağ din dışı Avrupa medeniyetinin Orta Çağ Avrupa ve Hıristiyan medeniyetiyle olan çatışması da odur. Yeni Çağ din dışı Avrupa medeniyetinin bir devamı olarak çağdaş medeniyeti görebiliriz. İkisinin kalkış noktaları benzer olmakla birlikte, Yeni Çağ Avrupa medeniyetiyle çağdaş İngiliz Yahudi medeniyetinin kalkış noktaları, hareket noktaları benzer olmakla birlikte aynı değildir. Yeni Çağ din dışı Avrupa medeniyeti 1500’lerin sonlarında vücut bulur. Özellikle Protestanlığın ortaya çıkışı bunda önemli bir amildir ve 1789 bizim Osmanlı tarihçilerinin “ İhtilal-i Kebir” dedikleri büyük Fransız Devrimiyle şekil değiştirerek çağdaş İngiliz Yahudi medeniyeti kisvesine bürünür. Çağdaş İngiliz Yahudi medeniyeti henüz içinde yaşadığımız, idrak ettiğimiz medeniyettir. Saçma sapan laflar vardır: Postmodern vs., postu mostu yok, düpedüz biz bu medeniyeti yaşıyoruz, o medeniyet henüz ayaktadır ve öleceğine dair hiçbir belirti de görülmüyor, dümdüz yürümesine devam ediyor. Efendim, insaf sınırlarını çok zorladım, size ne kadar teşekkür etsem azdır, sağ olun, var olun. Hakikaten müthiş bir sabır örneğini gösterdiniz. Hepinize her şeyin en iyisini, sağlık ve sevgi diliyorum, buyurun efendim. SALONDAN- İngiliz-Yahudi medeniyetine karşı Türkiye nasıl ayağa kalkabilir? TEOMAN DURALI- Yeni bir medeniyet modeliyle kalkılabilir, yeni bir medeniyet modelini ortaya koymak için bir felsefe oluşturacaksınız. O felsefeyi pratiğe dönüştürmenize izin verecekler. İki deneme oldu çağdaş İngiliz Yahudi medeniyetine karşı: Biri Avrupa’nın dışından İslam medeniyetinin yeniden harlanması, canlandırılması teşebbüsü. Abdülhamid döneminde gördük biz bunu, bunlar hepsi tasvir olarak sunuyorum size, ben kimseyi övmüyor veya yermiyorum. Böyle bir şey anlaşılmasın. Zaten kimseyi övmeye veya yermeye hakkım ve yetkim de yok; bu öğ- 418 • Teoman Duralı reticiliğe, hocalığa tamamıyla karşı olan bir şeydir. Neyse, İslam medeniyetinin canlanması, yeni bir biçim kazandırılması birinci meydan okumaydı. Bunun da büyük filozofu, -medeniyetlerin oluşturucu beyinleri filozoflardır- beyni, Muhammed İkbal’dir. Bizim hemen hemen hiç önem vermediğimiz, es geçtiğimiz bir şahsiyettir. Habermas’lar, Heidegger’ler, onlar bunlar müthiş, Muhammed İkbal’e bakan yok. Muazzam bir sistem geliştirmeye bakmıştır. Geliştirememiştir, çünkü ardı gelmemiştir. Yani bir sistemin temelini attığınız vakit arkanızdan gelen sizin yetiştirdiğiniz insanlar o binanın çatısını, duvarlarını örmesi lazım. Bu yapılmamıştır, Muhammed İkbal’in inşa ettiği o bina bir iskelet olarak kalmıştır ortada ve ondan sonra zaten bir daha bakan, eden olmadı. Çünkü bastırıldı. Osmanlı Devleti’nin, daha doğrusu Abdülhamid’in kaybedilmesiyle birlikte İslam medeniyeti bitirilmiştir. İdam infaz edilmiştir. SALONDAN- Birincisine Abdülhamid dönemi dediniz. İki gelişimden ikincisi nedir? TEOMAN DURALI- İki gelişim oldu dedim. Öbürsü Avrupa’nın içinden gelen bir gelişimdir. O Alman felsefesinin neticesinde ortaya çıkan bir ideolojidir: nasyonal sosyalizm, başkişisi Hitler’dir. İkinci Dünya Savaşının sebebi de bu yeni oluşan medeniyet tasarısıyla var olan medeniyetin çatışmasıdır. Çünkü çağdaş İngiliz Yahudi medeniyeti sadece sermayecilik değildi, bugün öyle ama dün o medeniyeti oluşturan bir başka unsur sosyalizmdir. Ben radikal bir adam olduğumdan pek sosyalizme kafam ermiyor. Bana sol dediğiniz vakit komünizm aklıma geliyor, sosyalistler ne yapar bilmiyorum. Hele bir de sosyal demokratlar var, onu hiç anlamadım. Gerçekten anlamıyorum, kafam ermiyor buna, komünizm denildiği vakit de benim düşündüğüm Stalin’dir, bir ölçüde Mao’dur. Öbür türlü ne yapılır, ne edilir tam bilmiyorum. Neyse, İngiliz Yahudi medeniyeti bu temeller üzerindeydi ama asıl olan tabii sermayecilik, tekrar onu vurgulamam lazım. O da bitirilmiştir, hallolmuştur. Komünizm rahatsız edici bir diken gibi duruyordu. Fazla bir kıymeti harbiyesi yoktu ama yine de rahatsız ediyordu. Nitekim artık ondan sonra düğmeye basıldı, Doğu ve Batı Medeniyetleri • 419 1991’de o da tamamlandı, bitirildi. Dinle doğrudan doğruya günümüzde artık medeniyet türetmek son derece zararlıdır. İran örneği, hiç kimsenin dünyevi hırslarına, ihtiraslarına Allah’ı alet etmeye hakkı yoktur. Bu olağanüstü derecede yerilecek, reddedilecek bir olaydır. Yapacağınız iş bir sistem meydana getirmek, dinden nemalanan, dinden esinlenen ama insan eliyle ortaya çıkarılmış bir olay olacak ki siz eleştirilesiniz, yerilesiniz, yerden yere vurulasınız. Sizin adınıza Allah’ı sorumlu tutmak kimsenin haddi değildir. Faşizm bunu getirmeye çalıştı, o da beceremedi. Aptal Mussolini gidip de Hitler’le ittifak etmeseydi faşizmin geleceği olabilirdi. Faşizm İtalya’da ortaya çıkmıştır ve faşizmin esin kaynağı büyük İtalyan filozofu Giambattista Vico’dur. Descartes’ın çağdaşı ama bambaşka bir yöne yönelmiştir. İnsan temellidir Vico’nun felsefesi, dini kaale alır. Descartes da tamamıyla bunu yok eder, ortadan kaldırır. SALONDAN- Hocam, medeniyetlerin geri dönüşümsüz bir şekilde ölmesi mevzusunda şöyle bir soru sormak isterim: Sizin de konuşmanızın başında söylediğiniz gibi medeniyet tartışmaları literatüründe, medeniyetle kültürü tamamen kesinkes ayrı tanımlayanlar ve medeniyet ve kültürü özdeşleştirerek birbirlerinin yerine koyanlar var. Bunlar genelde ya medeniyeti kültür kavramı içine ekliyorlar, ya kültürü medeniyet kavramına ekliyorlar. Mesela, Toynbee medeniyeti kültür içinde görür ve incelediği 26 kültürün öldüğünü söyler. Halbuki ondan sonra Türk kültürü, İtalyan kültüründe, vs. bir üst basamak inşa ediliyor. Ya da medeniyeti kültür içinde eritenler var. Mesela, Ahmet Hoca öyle yapıyor. Onların altında kültürleri biraz görmezden geliyor. O yüzden biraz fazla özcü olduğu şeklinde eleştiri alıyor mesela, yani aslında kültürü medeniyet içinde eritmiş oluyor. Bir de kültürü medeniyetle ayıranlar var. Burada da şöyle bir farklılaşma var: Yani sizin tanımlamanıza getireceğim. Mesela, Spengler en radikal bir şekilde ayıranlardan, sizin gibi federatif bir yapı tanımlamıyor, tıpkı Ahmet Hoca ve Toynbee gibi üniter bir yapı var onda da, üst bir mertebe olarak tek bir kültür var. Kültürle medeniyet 420 • Teoman Duralı arasında ontolojik bir fark var. Kültür ürün vermez bir hâle geldiğinde ölüyor ve bir nevi uygarlık kültürün cesedi olmuş oluyor. Şimdi bunu şu yüzden söyledim: Sizinki daha hiyerarşik, daha yapısal bir adlandırma. Siz medeniyet kültürün kültürel federasyonudur diyorsunuz. TEOMAN DURALI- Aynen öyle. SALONDAN- Hatta onun üzerine bir katman daha inşa edip medeniyetler camiası diyorsunuz, oldukça da derin bir mimari söz konusu. Burada şöyle bir şey var: Hepsinde bir medeniyetlerin nihai ölümü söz konusu, ihya edilemez bir şekilde tamamen ebedi bir çöküş. Mesela, Toybee bazı kültürler ve bizim kültürümüz için arrested civilization, Yahudi kültürü için fosil medeniyet ifadesini kullanıyor. Şimdi burada şöyle bir şey var: Sizin tanımlamanızda biz cihanşumul İngiliz Yahudi medeniyetinin cenderesinde yaşıyoruz ve bu cihanşümul olduğu için, küresel olduğu için de müdâhil bir medeniyet. Dolayısıyla direkt küredeki medeniyetlere direkt tecavüz eder, biz de gönüllü bir şekilde benzeşiriz. Şimdi burada nihai ölüm çok önemli bir nokta, çünkü bize İngiliz Yahudi medeniyeti de şunu diyor: “Bütün opsiyonlar artık öldü, nihayete erdi, yani tarihin sonu”, dolayısıyla doyuma erdi ve ölen medeniyet bir daha geri gelmez. Ben sizin hiyerarşinizde, mimarinizde şöyle bir umut seziyorum: Çok derin bir yapı ve katmanlar arasında bir ilişki var, yani medeniyet altındaki kültürlerden teşekkül ediyor ve o kültürler bir dip akıntı gibi devam ediyor. Kültürün altında da inanç öbekleri var ve benim sorum şu: Bu nihai ölüm İngiliz Yahudi medeniyetinin bize yutturduğu bir zoka mıdır, yoksa sizin de biraz önce ima ettiğiniz gibi o kültürlerden yeniden bir medeniyet ihya etmek mümkün müdür? Çünkü şöyle diyorum: Sizin mimariniz çok derin ve denizlerde, okyanuslarda da derinlik arttıkça canlılık artıyor. Böyle bir canlılık seziyorum bu tanımlamanızdan, yani o alt katmanlar üste hayat öpücüğü verebilir mi? TEOMAN DURALI- Bizde bazı şeyler çok aptalca ortaya konulup, bazıları da tesadüfen yerini bulur. Üst akıl diye bir şey icat ettiler. Bu doğrudur, uydurulmuş bir şey ama yerini tuttu. İngi- Doğu ve Batı Medeniyetleri • 421 liz-Yahudi Medeniyetinin bir üst aklı var, yani teşkilatın yönetimine dayalı bir medeniyet modeliyle karşı karşıyayız. Zaten sürekli olarak bu teşkilat gözden ırak tutulmaya çalışılıyor. Yok efendim, bunlar uydurma, bunlar kumpas, böyle bir şey yok. Hayır, var, vardır. Değişik adlar altında o teşkilatta zaman zaman belli belirsiz bu karşımıza çıkar. O teşkilatta yer alan zevat hakikaten üstün bir akla sahiptir. Sadece herkesin üstünde bir akıl olarak değil, bizatihi üstün bir aklı var o kişilerin. Nereden görüyoruz bunu? Bu medeniyet tıkanma noktalarına geldiğinde yolları açmaya başlıyorlar. Bu medeniyetin üç ana devleti var: İngiltere, ABD, İsrail. O üst aklın yerleştiği iki merkez var: Londra, New York. Üst aklı teşkil eden kişiler iki kaynaktan geliyorlar öncelikle: İngilizlerden, -Amerikalıları da İngiliz sayıyorum- ve Yahudiler. Bunlar hem dünyayı paylaşma bakımından birlikte hareket ediyorlar, hem de o üst kurumun teşkilinde birlikteler. Biraz önce söylemiştim. Benim çok tasavvurlu bir zihin yapım var. 95’te yanlış hatırlamıyorsam Kuala Lumpur’da iki kule inşa etmeye başladılar: Petronas İkiz Kuleleri. Müthiş bir kalabalık vardı, törenler düzenlendi. Bunlar bittikten, ortalık yatıştıktan sonra görmeye gittim. Bu iki kulenin arasında kapalı, camekânlı bir köprü var. Bu iki kuleden birini İngilizliğe, öbürünü Yahudiliğe benzettim ve aradaki o geçiş Masonluktur. Dedim ya tasavvur, tabii elimde bir belge yok. Belgeci tarihçiler vardır, belgesi var mı, koy derler. Belge sadece doğa bilimlerinde, fizikte olur, çünkü tekrarlarsın. Tarihte böyle bir şey yapmamız mümkün değil. 29 Mayıs 1453’te İstanbul fethedildi. Peki, nereden biliyoruz? Üç, beş tane belge var. O olayı tekrar edemiyoruz. Bilimin şartı budur, bilim bunu şart koşar. Bir şeyi iddia ediyorsam o iddiamı deneylemem, deney olarak ortaya koymam, tekrarlamam lazım. O zaman iddia sava dönüşür, tez olur. Şimdi bu bir tarafa, ben bir felsefeci olarak gerçekliği inşa ediyorum. Benim işim bu, gerçekliği aklımla inşa etmek. Bugünkü medeniyeti de biraz önce size belirttiğim gibi akıllar inşa ediyor. İki tane kule var, aradan bir geçiş idare ediyor iki tarafı da, bu ikisinin arasında hır çıkar mı? Çıkar tabii. Aile içi kavga, kardeş kavgası çıkar. Bir taraf öbür tarafa vaziyet edebilir. New York’taki kulelerin 11 Eylül’de yıkılması da bunun güzel 422 • Teoman Duralı bir örneğidir. Sizi açığa çıkarmayacak bir mercie havale ediyorsunuz; Müslüman adamları yetiştiriyorsun ve şaheser bir tedhiş, bir terör estetiğiyle bu işi gerçekleştiriyor. Gerçekten üstün bir estetiği var o olayın, yani değme savaş pilotunun becereceği bir iş değil o, nerede kalmış heveskâr bir adam… Üç kere uçağa binmiş de ondan sonra o kuleye… bu çocukların kandırılacağı bir olay. Kimin kime zındık çektiğini bilmiyorum. Yahudi mi İngilize, İngiliz mi Yahudiye? Çünkü bir taraf mali finans, öbür taraf inşacı; İngiliz inşa etme işini üstlenmiştir. Onun mali kaynağını Yahudi getirmiştir. Nerede? 1496’da İspanya’dan kovulan Yahudiler Fransa ve Felemenk üzerinden İngiltere’ye gitmişlerdir. O bizim topladığımız Yahudileri boş verin, öbürleri çok önemli, Avrupa’yı değiştiren adamlardır. En büyük filozoflardan biri Spinoza Portekiz’den geliyor. Çok büyük bir etkisi var o İspanya’dan atılanların, Stalin’in de aslının Portekiz Yahudisi olduğu rivayet olunur. Günahına girmeyelim. Çünkü önce İspanya’dan kovuluyorlar 93’te, 96’da da Portekiz’den, bunun ataları Portekiz Yahudisi olduğu rivayet olunur. Kuzey Afrika üzerinden Arap Yarımadası’na ve Umman’a gittikleri söylenir. 17. yüzyılda da bir kol yukarı çıkar, Gürcistan’a kadar gelir. Bunu niye anlattım? Ne kadar önemli bir etki sahasına sahip olduklarını bildirmek için. Bu medeniyet ebedi midir? Tabii ki hiçbir şey ebedi değildir ama gene aklı evvellerimizin iddia ettiği gibi Avrupa çökmüyor. O bununla şununla sevişiyor, içiyorlar, vs. diye bir şey çökmez. Ne zaman çöker, bunu bilmiyorum ve inşallah alternatifi çıkmadan çökmesin. O zaman hepimiz gideriz, biter işimiz. O demin dediğiniz topyekûn ortadan kalkma o zaman olur. SALONDAN- Hocam, bu dediğiniz çöküşle ilgili; medeniyetler, Yahudiler ve İngilizler belki 200 yıldır özellikle enerji üzerinde hâkimiyet kuruyorlar. Enerji kaynaklarının azalması, hatta sonlanmasıyla önümüzdeki 100 yıl içerisinde, belki 22. yüzyıla kalmadan öyle bir çöküş gerçekleşebilir mi? Mesela, Rockefeller petrol işinden çıktı. 150 yıldır hâkim olduğu bir alandan çok kesinkes bir anda çıkış yaptı. TEOMAN DURALI- İki yerden çıkılıyor: Birincisi, yenilenemez Doğu ve Batı Medeniyetleri • 423 enerji kaynaklarından, ikincisi, silah sanayinden çıkılıyor. Yatırımlar büyük bir hızla feza teknolojisine kaydırılıyor. 2030’larda Merih’e… çünkü şu ana değin bu feza taşıtları sonluydular. Yani bir kere kullanıyorsunuz, bitiyor işi, şimdi gidip gelebilenleri geliştiriyorlar. Amerika’da Kennedy’den başlayan yenilikçilerle eskiciler arasında müthiş bir mücadele var. Bu yenilikçiler -ve ben onlara canı gönülden katılıyorum- istikbal fezadadır. Göklerde değil, fezadadır. Yani oraya açılamadığınız takdirde dediğiniz olacaktır. Sadece enerji kaynakları değil, dünya bu sömürülme yükünü taşıyamıyor artık, Gandi’nin olağanüstü bir tespiti vardır: “Dünya bütün insanları beslemeye yeter, ihtiraslarını besleyemiyor” Kapitalizm yekpare bir ihtiras olayıdır. Bunu tatmin etmek için mutlaka bu dünyayı terk etmeniz lazım, mademki sosyalizmi gerçekleştiremedik, olmadı, komünizm de tabii kapitalizm gibi sömürüye yöneldi. Bunun en güzel örneği Aral Gölü’nün kurutulmasıdır. Pamuk üretimini arttıracağım diye ahmakça, eblehçe Amuderya’yla Siriderya’nın mecraları değiştirildi ve o koskocaman nefis göl bitti. Bir deniz ebadındaki göl kurutuldu. Niye bu hataya düşmüşlerdir? Kapitalistlerle yarışacağız meselesinde Marxçı ilkeleri terk ettiler ki bu Stalin zamanında başladı. Yani bu sonradan gelen bir olay değil. SALONDAN- Hocam, teşekkür ederim. Belki geçen ay sormam gereken bir soruydu ama İsviçre Avrupa’nın ve de dünyanın ortasında karanlık bir nokta gibi geliyor bana. Vatikan’ın koruması İsviçreliler, dünya savaşlarında tarafsızlar, yanılmıyorsam demokrasiye geç geçen bir ülke, dünyanın bankası orada, bütün paraları orada. İsviçre bu farklı durumu kendi mi seçti? TEOMAN DURALI- İkisi de rol oynuyor. Hem böyle bir seçimi var. İsviçre bir uzlaşma devleti, bir millet değil. Fransızlardan, Almanlardan, İtalyanlardan, bir de ne idüğü belirsiz bir Romanç diye bir azınlık var. Onlar da bir Latin dili kullanır ama çok küçük bir topluluktur. Onu bir tarafa bırakalım, bu üç milletin bir araya gelmesiyle teşekkül etmiş, kurulmuş bir devlettir İsviçre ve son derece gevşektir. Konfederasyon; önemli bütün kararlar halk oylamalarıyla alınır. Meclise fazla iş düşmez. İsviçre’nin bu 424 • Teoman Duralı mutlak tarafsızlık statüsünü ilk defa Hitler tasdik eder. Etrafındaki adamlar İsviçre’yi yenelim der, ““Hayır, orası bir istikrar adasıdır, bir cankurtaran simidini bırakalım” der ve Almanya İsviçre’ye girmez. Bütün komşularına girer Almanya, İsviçre’den sarfınazar eder. Efendim, denilir ki İsviçre ordusu çok güçlüdür, dağlık bir memlekettir. Yok, bunlar lafügüzaftır. İsviçre’nin zaten kalıcı bir ordusu yoktur. Her İsviçre erkeği yanlış hatırlamıyorsam kırk yaşına kadar askerlikle görevlidir. Evinde silahlarını tutar, yılda galiba bir kere talime gitmek zorundadır. Böyle belirli bir ordusu yoktur, bu adamlar, yani askerliğini yapanlar sürekli olarak onun ordusunu beslerler. Bir mutabakat, bir uzlaşma devletidir İsviçre, Belçika da onu taklit etmek istemiştir. Belçika da bir millet değildir. Bir tarafı Fransız, bir tarafı Felemenk’tir: Valonlarla Flamanlar. Ama Belçika bunu gerçekleştirememiştir, çünkü Fransa Birinci Dünya Savaşından sonra, 1940’ta Almanya’ya karşı bir sur gibi, Maginot hattını döşemiştir, Almanlar Maginot hattını aşamayacaklarını görünce hile-i şeriyyeye sapmışlar, tarafsız Hollanda ve Belçika’ya aniden baskın düzenleyerek Fransa’ya girmişlerdir. İsviçre’nin şansı böyle bir stratejik konumda olmamasıdır. Yani Maginot hattı döşenmeseydi Almanlar Belçika’ya işgal etmeyeceklerdi, dolayısıyla da Belçika’nın bir çeşit İsviçreliliği kalacaktı ortada, İsviçre tarafsızlığını perçinlemek için milletler arası kuruluşun merkezi olmayı düşünmüştür. Hatta ilk Birleşmiş Milletler İsviçre’de açılmıştır ama İkinci Dünya Savaşından sonra İngiliz-Amerikan Birliği dünya bizimdir, artık kimseye ruhsat vermiyoruz dedi ve Birleşmiş Milletler önce San Francisco’da, daha sonra da New York’ta kurulmuştur. Biz gene kendi kendimize gelin güvey oluyoruz. İstanbul dünyanın ortasındadır, niye buraya getirilmiyor Birleşmiş Milletler? Sanki coğrafi bir mevkiiyle ilgiliymiş gibi. Güç kimdeyse Birleşmiş Milletler de onun elindedir. SALONDAN- Marx da dâhil dünya 200 yıldır Yahudileri konuşuyor, bu etnik mesele midir, bu üstünlük müdür? TEOMAN DURALI- Efendim, hiç şüphesiz etnik bir boyutu var. Her ne kadar inkâr edilse de bir temeli olması gerekir ama Doğu ve Batı Medeniyetleri • 425 bunun yanında tarihi şartlar belirlemiştir. Çok erken bir çağda yersiz yurtsuz kalmanın ve bunun mücadelesini vermenin sonucunu da yaşıyoruz. SALONDAN- Vatansız olma, bir yerde yerleşip kalmama okur-yazarlığı arttırmış… TEOMAN DURALI- Evet, şimdi bizim de okur-yazarlığımız iyi, bugün maşallah her birimiz üniversite mezunuyuz ama ben bir aklın ışıldamasını görmüyorum bizde, açıkça söyleyeyim. Aflarınıza ve kendi affıma da sığınarak söyleyeyim, bundan ibaret değil. Bir kere en önemli özelliği Yahudilerin ve İngilizlerin özlerine sadık kalmalarıdır. Dünyanın dört bir yanına dağılmışlar, iki şeyi terk etmemişler: Dinlerini ve dillerini. Maruz kaldıkları bunca baskıya, işkenceye, her şeye rağmen dillerine dört elle sarılmışlardır. Dini seversiniz sevmezsiniz, Marx hiç sevmiyor dini ama “Yahudinin en önemli özelliği bu dinine bağlılığıdır” diyor. Bunu Karl Marx söylüyor, Yahudilik Sorunu Üzerine kitabında: “Din, Yahudilik toplumları ayakta tutan kurumdur. Kitlelerin afyonu dindir” Bunu biz hep yanlış anladık. İnsanların ayakta tutmanın yolunu kastediyor. Çünkü Marx döneminde anestezi yoktu, adama afyon koklatırlardı ve öyle ameliyat ederlerdi. Afyonsuz ameliyat, insan ölür, sancıdan gider bu sefer. Din hayatı yaşanabilir bir hâle sokan kurum anlamında söylüyor bunu “kitlelerin afyonudur” derken. SALONDAN- Genetik midir, disiplin sonucu mudur, dinin getirdiği bir şey midir? Yani bir üstünlüğü var kesin. TEOMAN DURALI- Her şeyi genetiğe, kavmiyete bağlamak yanlıştır. O bizi nasyonal sosyalizmin sapıklığına götürür, oraya gitmemek lazım ama başka bir sapıklık da nasyonal sosyalizme duyduğun tepkiden dolayı biyolojik unsurları topyekûn inkâr etmektir. Aklın emrettiği bu iki aşırı ucun ortasını bulmaktır. Burada belirttiğiniz gibi kavmiyetin, kavmi genetiğin, etnik genetiğin mutlaka bir rolü vardır ama yerini gösteremiyoruz. Şu genler, şu kültür neticelerine, sonuçlarına yol açmıştır diye parmak basamıyoruz ama bu var. Onun dışında geliştirdikleri eğitim ve birtakım ilkeler de etkilidir. Yahudiliğin en önemli ilkelerinden biri 426 • Teoman Duralı adlarına âşık olmalarıdır. Çocuk dillendiği andan itibaren adı ona aşılanır. Temerküz kamplarından canlı çıkan anneler-babalar çocuklarını adları yoluyla buldular. 3-5 yıl kalmış orada, büyüyor, değişiyor ve kalabalığın içinde anne veya baba Moris, Rachael, vs. bağırıyor. Çocuk oraya diyelim ki 2 yaşında gelmişse, her şeyi unutmuşsa adını unutmamıştır ve cevap veriyor, benim diyor, çıkıyor. Tabii aynı adı taşıyan değişik çocuklar, öyle karışıklık da olmuş. Çocukluğumda Halk Partisinin bir yayın organı vardı. Ulus gazetesi, bilmem siz rastladınız mı? Ulus serlevhası altında “Adımız andımızdır” yazardı. Kırkının, belki de Ellisinin altında olanlar bilmezler. Ulus herhâlde 27 Mayıs’tan sonra, hatırlamıyorum yahut da Altmışlı yıllarda en azından kapandı. Demokrat Partinin gazetesi Zafer’di, Halk Partisininki de Ulus’tur. “Adımız andımızdır”, bu tamamıyla Yahudilikten alınma, biz bilinçli olarak oradan almış değiliz, Avrupa üzerinden bize gelmiş bir ibaredir. Niye başka toplumlar buna bu kadar önem vermemiş de onlar vermişler? Bunu dediğim gibi sadece kültürle açıklayamıyoruz ve hakikaten yersiz yurtsuz kalmış birçok başka toplum var, kendilerini unutmuşlar, aptallaşmışlar, karışmışlar, yok olmuşlardır. Bunlar kendilerini ayakta tutmuşlardır. İngilizler de buna benzer, dünyanın dört bir yerine yayılmışlar ve gittikleri her yere dillerini ve dinlerini götürmüşlerdir. En önemlisi de dillerini hiç unutmamışlardır. Avustralya nere, İngiltere nere? İki ayda gidiyorsunuz gemiyle 1700’lerin sonlarında, oraya yerleşenler bir daha İngiltere’yle bağlantıları olmamış ama İngilizceyi de devam ettirmişlerdir. SALONDAN- Bir akıl tanımı getirdiniz. Dediniz ki akıl Tanrı’yla kul arasında bir trafo vazifesi görür ve ondan da vicdan neşet ediyor ve ondan sonra dediniz ki çağdaş Avrupa medeniyeti de bu aklın vahiyle olan ilişkisini kesiyor ve bunu tamamen insana matuf bir şey kılıyor ve bunu yüceltiyor. İnsanı yüceltmek için aklı da yüceltiyor. Benim aklıma çok basit bir soru geldi, bu klasik din altyapılı medeniyetlerde de, gerek Katolik medeniyetinde, gerek İslam medeniyetinde de çok yoğun şekilde görüyoruz; zaman zaman bir akıl eleştirisi duyuluyor. Çok erken Doğu ve Batı Medeniyetleri • 427 dönemlerde de sufilerde akıl eleştirisi görebiliyoruz ama o dönem için anlamlı bir akıldan da söz edebiliyor muyuz ki böyle bir eleştiri gelmiş? TEOMAN DURALI- Şimdi Yeni Çağda Fransa’da bu din dışı felsefenin yanında dini bir felsefe de görülüyor: Katolik felsefesi. Cumhuriyet’in ilk dönemindeki felsefecilerimizin bir kısmı Fransa’da tabii tahsil görmüşler, o Katolik filozofları çok dile getirirler. Din dışı aklı eleştirirler. Aklı değil, bağı kesilmiş, Tanrı’ya giden kablosu kesilmiş aklı eleştirirler. Aklıma onu getirdi sizin dediğiniz, onların akıl eleştirisi var ama din dışı kalmış seküler akıl eleştirisi. SALONDAN- O dönem için de öyle bir akıldan söz edilebilir. TEOMAN DURALI- Edebiliyoruz, evet. Efendim, tekrar teşekkür ediyorum, sağ olun, eksik olmayın. İyi akşamlar, iyi günler. Doğu ve Batı Medeniyetleri • 429 EKİM 2017 Doğu Medeniyetleri Camiası TEOMAN DURALI- Önceki üç yılda Eski Çağ medeniyetini, Orta Çağ Avrupa medeniyetini konuştuk ve geçen yılın sonunda Yeni Çağ din dışı Avrupa medeniyetine bir giriş yaptık ve orada bitirdik. Daha sonra aldığım duyumlarda medeniyetin yapısı, çeşitleri üzerinde konuşmam istendi. İsterseniz bu yıl medeniyetin dayandığı payandalara, nasıl bir yapıya kavuştuklarına, medeniyetlerin ortak paydalarına bakalım. Bir de bugüne değin hiç temas etmediğim Asya’daki medeniyetleri kısaca ele alalım. Yani Çin, Hint ve İslam öncesi İran medeniyetine göz atabiliriz. Bu arada vakit kalırsa İslam medeniyetine de tekrar bir göz atabiliriz. Çünkü o da iki yıl önce anlattığım bir olaydı, öyle hatırlıyorum ve tekrarlamamda yarar olduğu görüşünü bana dile getirdiler. Sizin bu arada özellikle durmamı istediğiniz bir konu varsa onu belirtebilirsiniz, biliyorsam tabii, o konuyla ilgili aşinalığım varsa onun üzerinde de durabiliriz. Vardır böyle bir şey çünkü, gördüğüm kadarıyla epey tanıdık var, eski dostlar var. Buyurun hanımefendi. SALONDAN- Günümüzün medeniyetinden bahsedebilir miyiz? TEOMAN DURALI- Günümüzün medeniyetinden, evet. O hâlde önce saydıklarımı biraz kısa keserek isterseniz bütün bir medeniyet yürüyüşü, gezisi yapalım. Baştan günümüze gelelim, daha kısa keserek konuları sığdırmaya çalışabiliriz. Efendim, medeniyet dediğimiz son dişi kalmış canavar insanlığın devlet kurmasıyla birlikte ortaya çıkmıştır. Epey geç bir çağda insan devletleşme aşamasına ulaşmıştır. Aşağı yukarı 300 bin yıl önce Orta Doğu Afrika’da bugünkü insanın atalarının göründüğü, ortaya çıktığı rivayet olunur. Biyoloji antropolojisinde geçen adı, Latincede homo sapiens sapiens, ben bunu Türkçe- 430 • Teoman Duralı ye beşer insan olarak aktarıyorum. Sapere fiili düşünerek bilmek manasına geliyor, sapiens sapiens bildiğini bilmeye çalışan, bildiğinin üzerine katlanma manasına geliyor. Bu da beşer demek Latincede, bildiğini bilmeye çalışan, bildiğinin üstüne katlanan beşer anlamına geliyor. Bundan önce de insana benzer yaratıkların var olduklarından bahsediliyor. Onlara sadece homo sapiens denilmektedir. Özellikle bu yörede gene çok garip bir şey çıktığı söylenir. Söylenir derken burada yapılan kazılarda elde edilen kalıntılar bizi o yöne götürmektedir. Homo sapiens çeşitleri var. Beşer insana en yakın -biraz sonra ondan bahsedeceğim- homo sapiens neanderthalensistir. Biz onları şimdi bir tarafa bırakarak bizimkilerden bahsedelim. Bunlar ortaya çıktıktan, belirdikten sonra Afrika’nın değişik yörelerine yayılmaya başlıyorlar. Niye yayılıyorlar? Bugünkü gibi canı sıkılan turistik geziye mi çıkıyor? Hayır. Günümüze değin insanların yola çıkması zorunlu ihtiyaç sonucudur. Türümüzün en eski mensupları leş yiyorlar, tüketiyorlar. Leş derken yırtıcı hayvanların parçaladıkları hayvanların kalıntılarını yiyorlar. Bunun yanında toplayıcılıkla geçiniyorlar. Yani yabani yemişleri, otları toplayarak bunları pişirmek suretiyle yiyor, bu çok önemli bir nokta, insan pişmiş olmayan eti veya sebzeyi sindiremiyor. Urfa’nın çiğ köftesi dışında çiğ yiyemiyoruz. Mutlaka pişirmek zorundayız. Bunun yanında ateş bin çeşit ihtiyacımızı karşılayan bir nesne, o bakımdan insanlığın en eski dayanaklarından biridir ateş ama ateşin nasıl yakıldığını akıl edememişler. Çok geç bir çağda ateş yakmayı becermiştir insanlar, 300 binlerde ortaya çıktığı söyleniyor, ateşi yakması ise 70. bini buluyor. Bayağı bir fasıla var arada, toplayıcılığa gelmeden önce ateşten biraz bahsetmeye devam edeyim. Sürekli ateşi canlı tutmak zorundadırlar. Ateşin sönmesine izin verilmiyor. Yangın yerlerinden, orman yangınlarından, yanardağ intifalarından elde edilen ateşi sürekli canlı tutmaya çaba harcamaktadır insanlar, ateşin yakıldığı yere bütün eski dillerin olağanüstü önem verdiklerini görüyoruz ve bu kelime şimdi söyleyeceğim kutsal kabul edilen bir sözdür. O da ocaktır. Ocak ateş yakılan yer anlamına geldiği gibi ailenin toplandığı, bir araya geldiği yuva manasına da gelmektedir. Bilirsiniz, dilimizde en Doğu ve Batı Medeniyetleri • 431 ağır, en kötü beddualar ocak üzerinedir. Ağzımdan yel alsın, ocağı sönesice derler mesela, ocağı batsın denilir. Ocak söndüğü anda hapı yuttuğumuzun resmidir. Bu yakın bir geçmişe değin sürüp gelmiş bir şeydir. Rahmetli Hocam Ahmed Yüksel Özemre’nin annesinin bayramlarda elini öpmeye giderdim. Allah rahmet eylesin. Tek başına yaşıyordu Üsküdar’da, bana yemek çıkarırdı. “Anacığım, bu yemekleri nereden buluyorsunuz, nasıl oluyor, bunlar nereden” derdim. “Allah Allah, ne demek nereden buluyorsun?” derdi.. “Tek başınıza oturuyorsunuz, hazır bana pişmiş yemek getiriyorsunuz, birbirinden leziz yemekler.” “Ocak sönmez evladım.” derdi. Ocak sürekli diri tutulmak ister. Söndü mü bittin demektir, ölüm demektir. Düşünün, demek ki 300 bin yıla yakın bir gelenekten size bahsediyorum ocağın canlı tutulma olayı, tabii bugün denilmiyor, bu bitmiş bir gelenektir. Zaten herhâlde yeni bir insanlık evresine girmiş gözüküyoruz günümüzde, o yüzden benim gibi fosilleşmişlerin artık bugüne ayak uydurması imkânsız hâle geldi. Bambaşka bir zihniyet, bambaşka bir anlayış, vs. Zaten robotlardan bahsediliyor şimdi günümüzde, gittikçe robotların geliştirildiğinden söz ediliyor. Artık onlarla siz hemhâl olursunuz, dostluk kurarsınız. Çok şükür geride kaldı her şey, ben bu belalardan sıyıracağım demektir. Demek ki ocak sürekli diri tutulmaktadır ve bütün kültürlerde istisnasız ateş yakma başta gelen bir âdettir, bir tutumdur, bir tavırdır ve eski dillerde, bu arada Türkçede ateşe vücut veren söz esastır. Sözlerin tarihi kültürlerin geçmişini bize verir. Söz kök bilimi diye bir olay vardır, etimoloji; sözlere bakarak kültürün köklerine inersiniz. Ateş Farsçadır, Türkçesi “od”dur ve Türkçedeki söz kökü araştırmalarının en önde gelen adamı İngiliz Clauson’dur. 13. yüzyıla değin Türkçe sözlerin tarihini yazmış bir kişidir Gerard Clauson, Türkçe tercümesi var mı, olmama ihtimali çok yüksektir. Çünkü çok zor bir sözlük, uzmanca bir yaklaşım bekleyen bir sözlük, o bakımdan Türkçesi bulunma ihtimali çok düşük. Biz zor işlere gelmiyoruz, gelemiyoruz. Dağ devirir laflar ediliyor ama mesela, Türkçenin hâlâ bir etimolojik sözlüğü yoktur. En önemli işlerden biridir. Sabahtan akşama kelime uydururlar abuk sabuk ama böyle bir esaslı işe girişmezler. Neyse, od 432 • Teoman Duralı dedik, “o” kökünden neşet eden bir sözdür ve bu kökten bütün önemli kelimeler, sözler çıkmıştır. Ocak, orta, ordu ve tabii od, odla bağlantılı olarak malzemesi olan odun, arazide biten ot da odla bağlantılıdır. İkisinin arasında harf farkı var. Büyük ihtimalle eski Türkçede, -eski Türkçe dediğim vakit Göktürkçe, Uygur Türkçesi, Osmanlı Türkçesi, benim lügatimde klasik Türkçedir. O bakımdan eski Türkçe dedikçe aklınıza bu gelsin- Uygurcayla Göktürkçede, eski Türkçede d harfiyle kelime bitmez. Bugün de öyledir. Türkçede kelimeler, sözler t’yle biterler. Büyük ihtimalle o eski Türkçede farklı bir t’yle yazılıyordu. Nitekim Osmanlı Türkçesinde, yani klasik Türkçede de çeşitli t’ler vardır. Kalın t vardır, ince t vardır. Aynı şekilde ke’ler, ka’lar da farklıydı. Osmanlı Türkçesinde de öyledir. Mesela, ök farklı bir k’yle yazıldığında anne demektir. Bilmem hiç işittiniz mi? Ök Türkçede annedir ama ök’ü bitmiş, süz’ü kalmış. Öksüz annesiz. Bir başka ök farklı bir k’yla yazılıyor, o da akıl demektir. Öke veya ök, o öke’yi de uydurukçular ö’ye dönüştürdüler şimdi. Ya o ök’ten ö türetildi ya da anneden ö türetildi. Öğe var ya unsur anlamında, gerçi ben de kullanıyorum öğeyi ama unsur karşılığında değil, kimyadaki eleman, elementler karşılığında öğeyi kullanıyorum. Metafizikte unsur demeye devam ediyorum. Böyle cambazlıklarım var. Ateş bütün kültürlere yaygın dedik. En inanılmaz gelen kültürlerde bile ateşin yakıldığını görüyoruz. Çağdaş evrim nazariyesinin müellifi, babası Charles Darwin 1827’de bir araştırma gemisiyle dünya gezisine çıkar ve bu gemi Macellan Boğazı’ndan, Atlas Okyanusu’ndan Büyük Okyanus’a açılır. Güney Amerika’nın en güney ucunda büyük bir ada vardır, hep buraya gitmek rüyasını görmüşümdür ama olmadı. Üç yerin rüyasını gördüm, burayı (Güneydoğu Asya) nihayet 1993’te gerçekleştirdim bu rüyamı ama burası daha duruyor. Üçüncü rüyam da gün gelip emekliye ayrılıp alacağım tazminatla yahut ikramiyeyle Petersburg’dan Vladivostok’a Sibirya demiryoluyla kışın gitmeyi düşünmüşümdür. O da olmayacak, o da öyle kaldı bir rüya olarak. Buradan geçerken gemi burada bir süre kalıyor ve burada Darwin iniyor, ateş ülkesi yerlileriyle karşılaşıyor. Dünyanın en tatsız, olumsuz iklim şartları burada hüküm sürüyor. Oranın yazı bizim tersimiz Doğu ve Batı Medeniyetleri • 433 oluyor. En sıcak ay güney yarımkürede ocak oluyor, bizim temmuzumuza tekabül ediyor. Burada aralık veya ocakta en sıcak zamanlarda sıcaklık +5’in üstüne çıkmıyor. Güney kutbundan sert rüzgârlara maruz kalan bir yer ve buranın yerlileri çıplak, anadan üryan, yalın ayak başı kabak bu soğuk iklimde dolaşıyorlar. Kütüklerin içini, taşla oyuyor. Çünkü bunların kültürleri henüz eski kaba taş devridir. Frenkçesiyle kalkolitik denilir. İçini oyuyorlar ve bunları yüzdürüyorlar. Orada fırtına oluyor ama Macellan Boğazı çok sakin bir su, çünkü fırtınalara karşı dağlar set teşkil ediyorlar. Bunun içine biniyorlar ve o sakin sularda geziniyorlar. Bu teknenin içerisinde madeni bir levha üzerinde sürekli yanan bir ateş var, çünkü etraf yanardağlarla çevrili, oradan aldıkları lavla gelen ateşi bu levhalarda hep diri duruyorlar; bir tek ısınma, yemeklerini pişirme imkânı bu sahada olur. Balıklarını Tasmanya yerlileri gibi sopayla kafalarına vurarak öldürüyorlar. Bizde Trakya’da Kırklareli’nde gördüm. Derelerde de alabalığını öyle avlarlar. Göreniniz var mı bilmiyorum, zavallıyı gürültü yaparak ağacın köklerine doğru kovalarlar, hayvan da oralara girince orada da kafasına vurarak avlıyorlar. Tabii nefis bir et alabalığı. Darwin çok şaşırıyor, nasıl oluyor bu insanlar yaşayabiliyorlar bu soğukta bu şartlar altında? Bu adamlardan üç tane alıyor, İngiltere’ye götürüyor. Orada din ve İngilizce öğretiliyor bunlara. Giydiriyorlar, kuşandırıyorlar ve adamlar kısa bir sürede, belki 50-60 bin yıllık bir sıçramayla o yeni kültüre ayak uyduruyorlar. En kadim -ilkel lafını kullanmak istemiyorum- kültür şartlarından 19. yüzyıl ortalarında en ileri, en gelişmiş medeniyete ayak uyduruyorlar. Bir mucize, olağanüstü bir şeydir. Sonra geri getiriyorlar yerlerine, yurtlarına iade ediyorlar bu adamları ve bir süre sonra ölüyor bunlar. Beyazlar, ak tenliler, yere batasıca ak tenliler, özellikle İngilizler Amerika’nın her yerinde olduğu gibi bu yöreye de girdiklerinde buranın yerlilerinin köküne kibrit suyu döküyorlar. Patagonya yerlileriyle ateş ülkesi yerlileri yerle bir oluyor. Nasıl ortadan kaldırıyorlar? Eski bir İngiliz usulü: Adamlara çamaşır veriyorlar, battaniye veriyorlar. Kısa sürede kızamık, kızılcık beliriyor. Bunlara karşı onların bağışıklığı yok ve adamlar ortadan kalkıyor. Başka yerlerde de soykırım yapıyorlar ama burada tabii 434 • Teoman Duralı nüfus daha az olduğundan topyekûn gidiyor. Yukarılarda gene bir avuç içi kadar falan kalıyor. 70. Binde insanlar ateşin nasıl yakılacağını keşfediyor ve bu büyük bir kolaylık sağlıyor. Kolaylık hayat ümidini, yaşama umudunu arttırıyor. Ateş sadece yemek pişirme babında değil, ısınma için de gerekli. Özellikle de geceleri arazide kalanınız varsa ne kadar önemli bir olaydır. Arazide gecelemek felaket korkutucu bir olaydır. Kapkaranlık her yer, gökte yıldızlar var ve bir sen, bir de karanlık bir dünya, müthiş bir korku basar insanı, ateşin yandığı yer sana umut kaynağıdır, ocaktır. Çağımızın en büyük filozoflarından Heidegger ocağı insanın yaşama iksiri olarak görür ve onun dışı ölümdür. Tabii dilden hareket ederek koyuyor bunu, müthiş bir şeydir, dil sadece konuşmaya, bir şeyler bildirmeye yaramıyor. Dil ruhumuzun ve onun dayandığı kültür geçmişimizin aynasıdır. Kültürü tanımadan öğrenilen bir dil hiçbir işe yaramaz, kupkuru olur. İnsanlar derleyip toplayarak yaşıyorlar ve leş eti tüketiyorlar. Yani yırtıcı hayvanların bıraktığı kalıntılarla besleniyorlar ve kandaşlığa dayanarak topluluk oluşturuyorlar. Kandaşlık esasında insanın kökeni kadın-erkek cinsi ilişkisidir. Bu ilişki bütün insan oluşumlarının anahtarıdır, başıdır, başlangıcıdır ve bu ilişkinin cereyan ettiği, bu ilişkinin serpildiği ortam, ocak başıdır, yuvadır. Bir üçlülük ortaya çıkıyor: Kadın, erkek ve ondan oluşan çocuklar. Bütün kültürlerin arka planlarında hep bir üçlülük görüyoruz. Hıristiyanlıktaki teslis, felsefedeki diyalektik, Çin bilgeliğindeki yin ve yang… Doğayı da böyle yorumlamıştır insanlar, karşıtların birleşmesinden ortaya yeni bir ürün çıkmaktadır. Gece-gündüz ve gün bir örnektir. Yaz-kış-yıl, vs. Aile o hâlde esastır, temeldir ve bütün toplumsal oluşumlar bu çekirdekten ortaya çıkmaktadır. Burada izin verirseniz kadın propagandası yapacağım. Daha kadıncılık yokken ortalıklarda ben ilk kadıncıydım, onu da söyleyeyim size, neden ilk kadıncıydım? Çünkü ben annemi çok severim, herhâlde hepimizin yaptığı iş bu; annemizi sevmek. Peygamberimizden gelen bir gelenek, değil mi? Yanlış hatırlamıyorsam üç kere “annendir” dedikten sonra dördüncüde “babandır” demiş- Doğu ve Batı Medeniyetleri • 435 tir. Toplum kadın üzerinden ortaya çıkmaktadır. Bütün kadim kültürlerde, yani medeniyet öncesi kültürlerde kadın ululanmıştır. Kızarız ya medenileşmedik, o yüzden kadın hor görüldü. Hayır efendim, insanlar medenileştikçe kadının itibarı düşmüştür. Bunu bütün medeniyetlerde istisnasız görüyoruz. İslam medeniyetinin başını çeken Peygamberin indinde kadının eşsiz bir makamı vardı ama yayıldığı kültürlerde kadın hor görülmesinden ötürü o medeniyet sonunda kadını aşağılamaya başlamıştır. Niye üstün görülmüştür? Bir mucize olarak anlaşılmıştır. Tek başına yürüyen bir yaratığın, bir bakıyorlar, üç beş gün sonra yanında ondan çıkma tıfıllar. Bu nasıl oluyor, nereden çıktı? İzah edilemiyor. Kadın-erkek ilişkisi ve çocuğun oluşumu arasında bağ kurulamıyor. Nereden biliyoruz bunu? Yakın bir geçmişe değin yeryüzündeki birçok kültürde bunu tespit ediyoruz. Amazon’da, Yeni Gine’de ve demin bahsettiğim Güney Amerika’nın en ucundaki bazı kabileler… Tabii onlar günümüze gelmediler, 1870’lerde ortadan kalkıyorlar. Onlarla ilgili Charles Darwin’in olağanüstü tespitleri var. Charles Darwin’i hep biyolog olarak görüyoruz ama aynı zamanda çok önemli bir insan bilimci, bir antropologdu. Kadim devirlerin dinlerinde kadınlar tanrıça olarak kabul edilmişlerdir. Hatta bizim Anadolu’da, Mezopotamya’da da büyük dinler ortaya çıkmadan önceki devirlerde hep kadın tanrıça olarak kabul edilmekteydi. Kadının kutsallığı büyük dinlere de sirayet etmiştir. Mesela, Hintlilerde ineğin kutsal kabul edilmesi anneliğin, kadınlığın bir devamı gibi görülebilir. Bunun çok bariz bir timsalini İslam’da görmekteyiz yahut da büyük çoğunlukla görmüyoruz. Allah’ın en başat iki sıfatı kadına bahşedilmiştir: Rahman ve Rahim. Rahmini kadına rahim olarak bağışlıyor, müthiş bir şeydir. Yani ben onu söyledikçe kendim titriyorum. Kim isterse “dölyatağı”ndan çıkmış olsun, ben rahim çıkışlıyım. Rab de mürebbiye olarak yansıyor. Toplum anne çıkışlıdır, yani ümmet, “umm”den geliyor. Üm anne demek, annenin yetiştirdiği, annenin oluşturduğu bir yapıdır toplum. Üm, anne imamla aynı kökten geliyor, önder demektir, öncü demektir. İnsan dünyaya tümüyle eksik olarak gelmektedir. Yaşama için hiçbir şeyimiz yeterli değil dünyaya gelirken, hemen her şeyi öğrenme sonucun- 436 • Teoman Duralı da ediniyoruz. İçgüdü dediğimiz genetiğimizle gelen hemen hemen hiçbir şey yoktur. Yürüme, oturma, kalkma, yemek, içmek, af buyurunuz, defihacet, su dökme, bilâkaydüşart bütün yaşama olaylarını öğreniyoruz. Öğrenme sonucunda ediniyoruz, hafızamıza yerleştiriyoruz. Hafızamızı yitirdiğimizde insan olmaktan çıkıyoruz. Yürüyemiyoruz, içemiyoruz, hafızasını kaybetmiş insana bizim serumla gıda veriyorlar. Nereden öğreniyoruz, kim öğretiyor? Anne veya onun yerini tutan kişi. İlk öğretici o, sonra daire daire gelişiyor. İcabında baba çıkıyor, ailenin büyük fertleri çıkıyor, akrabalar, kabile ileri gelenleri, vs. Dünyaya beşer olarak geliyoruz, toplumsallaşarak, öğrenerek insanlaşma sürecine terbiye diyoruz. Eğitim, terbiye diyoruz. Rabâ Arapçada öğretti, eğitti; mürebbiye ise eğiten manasına geliyor. Bu yolla insanlaşıyoruz, insan olma durumuna erişiyoruz. İnsanlaşma ancak ve ancak toplum ortamında mümkündür. Topluma mahkûmuz, toplum dışında insanın oluşması imkânsızdır. Aman bana kalkıp efsaneleri sormayın. İşte kurt emzirmiş de, büyütmüş de, bunlar masaldır, efsanedir. İnsanın dışında insanı büyütecek, yetiştirecek hiçbir güç, kuvvet yoktur. O hâlde insan, toplum ve kültür örtüşen, çakışan kavramlardır. Kandaş insanların oluşturduğu değişik ebattaki topluluklar aile, akraba, akrabayı taallukat, oba yahut kabile, boy; Arapçasıyla aşiret, bu kadar, bu son basamaktır. Kandaş kabul edilen milletler için kavim denilir ama bunun ne derece doğru olduğunu bilmiyoruz. Böyle bir efsane vardır. Çok geniş kandaş topluluğun kavmi oluşturma durumu, tekrar ediyorum, varsa bile çok çok ender rastlanabilen bir olaydır. Karışmamış çok az toplum var yeryüzünde; yakın bir geçmişe değin İzlanda böyle bir toplumdu. Büyük ihtimalle hemen hepsi akrabaydı ama şimdi artık değiller, karışıyor. Japonlar mütecanis bir toplum görünümünü veriyorlardı. Büyük ihtimalle Avustralya’da, Yeni Gine’de, Borneo’nun bazı yerlerinde ve Afrika ormanlarında yaşayan Yepyerlilerin (Aborjin) kavim oluşturmuş olma ihtimali var ama kesin değil. Bu yapı MÖ 4 Binlerde değişmeye başlıyor. İnsanlar konargöçer olmaktan sıyrılıp tarımla uğraşmaya başlıyorlar. Doğu ve Batı Medeniyetleri • 437 Biraz önce dedim ki size 200. Binde insanlar hemen hemen bütün Afrika’ya yayılmış bulunuyorlar ve 100. Binde Afrika’dan iki yoldan çıkıyorlar: Birincisi, şimdi Süveyş Kanalı olan bölgeden Sina Yarımadası’na geçiyorlar. İkincisi, Kızıldeniz’i Umman Denizine bağlayan Babülmendep Boğazı üzerinden Arabîstan’ın güneyine çıkıyorlar. İklim değişen bir olaydır. Buzul Çağlarında dünyanın kuzeyi buzuldur. Bunun son kalıntısı Grönland’la güney kutbudur. Bir de yüksek dağ silsileleri buzul tutar ve bu deniz seviyesinin düşmesine yol açar. Sonuçta burada gördüğünüz bu adalar topluluğu, takımadalar birbirlerine bağlıydılar. Kara Avustralya’ya kadar uzanıyordu. Bering kapalıydı ve Avrupa’da da İngiltere adaları kıtaya bağlıydılar. Aynı şekilde İskandinavya da bugünkü Danimarka’ya bağlıydı. Sonuçta rahatlıkla insanlar bugün deniz olan yerlerden geçmişlerdir, kıyıyı izleyerek yürümüşler, 60. Binde Çin’e, 40. Binde Güneydoğu Asya ve Avustralya’ya ve yaklaşık 50. Binde Tasmanya’ya çıkmışlardır. Havalar ısınıp buzullar çözüldükçe, bu buzulların bıraktığı artıklar, çukurlar göl hâline gelmiştir. Finlandiya mesela göllerle doludur, deniz seviyesi yükselmiştir. Bugün yeniden bir sıcak iklim kuşağına girdik ve deniz suyu yükselmektedir. Yükselince karalar sularla kaplanıyor ve buralara göçen, buralara varmış olan topluluklar dönemiyorlar. Çok ilgi çekici manzaralarla karşılaşıyoruz. Mesela, 1840’ta Tasmanya’ya İngilizler girdiğinde -Hollandalılar daha önce giriyorlar ama onlar durmuyorlar burada, İngilizler gelip işgal ediyor- Tasmanya yerlileri kaba taş devrini yaşıyorlar. Aletleri sadece yontulmamış taşlardan ibarettir. Balıkları biraz önce ateş ülkesi yerlileri için söylediğim gibi kafalarına taş veya sopayla vurarak öldürüyorlar ve yaşlı ağaçların kavuklarında barınıyorlar. Konutları yok, barınakları yok, doğal barınaklarda yaşıyorlar. Buraya ilk gelen insanlar karışmadıklarından Afrika’daki asıllarını andırmaktadırlar. Kendi gözümle gördüm, hayret edilecek derecede buranın yepyerlileri Orta Afrika’daki Pigmelerin hık demiş burnundan düşmüşler. Boyları, bir dudakları gökte bir dudakları yerde, neredeyse bitişik gözleri, burunlarının üstü çok dar ve burun kanatları çok geniş, kıvır kıvır saçları... İklimlerden ötürü insanların böyle bir tipe girdiklerinden bahsedilir. Kuzeye çıkıl- 438 • Teoman Duralı dıkça insanların tenleri açılıyor. Güneş ışığının gücü azaldıkça pigmentler açılıyor ve aklaşıyor insanlar. Boyları uzuyor, terlememeye yönelik bir beden yapısı ortaya çıkıyor. Beyaz Türklerimiz hep burun kıvırırlar ya, kendilerine benzemeyen esmer insanların koktuğundan, çok terlediğinden filan bahsederler. İşte o terleme, koku ısıyı atmak babından önemlidir. Soğuk yörelere çıktığınız ölçüde terlememeniz lazım, çünkü vücut ısısını kaybediyorsunuz. Vücut ısısını kaybettiğinizde bitiyorsunuz, mahvoluyorsunuz. Soğuk yörelerde ve özellikle soğuk çöllerde insan tipleri çekik gözlü oluyorlar, büyük ihtimalle -tabii bunların fizik kesinliği yok- kuma karşı, soğuğa karşı bir tedbir olarak. Kuzeyli Çinlilerin veya Moğoli ırktan gelen insanların soğuk etkilemesin diye burunları da ufak oluyor. İnsan tümüyle iklime mi mahkumdur? Hayır, bunu da mübalağa etmemek lazım. İklimin çok önemli bir yeri var ama insan iklim ötesi, bütün tabiat şartlarının üstesinden gelen bir varlıktır. Ateşin icadından sonra en büyük devrim 3500’lerde Sümerler tarafından yazının icadıdır. Üçüncü en büyük icat, insanın akıl varlığının olduğu bilincine ulaşmasıdır. İnsan MÖ 5. yüzyılda akıl varlığı olduğunu anlıyor. Buna Yunancada logos denilir. Türkçeye ben bunu maneviyat diye tercüme ettim. Bir logos varlığıdır insan ve bu yolla tabiata, doğaya mahkûm olmaktan çıkıyor. Hayatını aklıyla yönlendiriyor, aklıyla hayatına yön vermektedir. İnsan MÖ 3500’lerde biyolojik yapısını terk ediyor, yani artık kandaşlığa dayalı olarak topluluk oluşturmayı bırakıp, ülküdaşlığa dayalı yeni bir evreye geçiyor, devlet kuruyor. Artık aynı kandan, aynı kökten, soydan gelen insanlar bir araya gelmeyip, benzer inançları besleyen insanlar birleşiyorlar. Bu birleşmeden büyük köyler, giderek şehirler ve şehirlere dayalı olarak da devlet yapısının ortaya çıktığını görüyoruz. Şehir üzerinde kurulu devlete Arapçada medine, Yunancada polis, Latincede civitas deniliyor. Medine’den de bildiğiniz medeniyet çıkıyor. Bu büyük ihtimalle bizimkilerin, Ahmed Cevdet Paşa, Namık Kemal’in icadı, tam bilmiyorum, çünkü Arapçada medeniyet temeddün, medine kökünden gelmektedir. Türkçede bugün buna kent diyoruz. Fransızcada da civitas’dan türetilme cite şehir devleti, kent, şehir var Doğu ve Batı Medeniyetleri • 439 ve bunun etrafında bir toprak parçası, bunun üzerinde irili ufaklı yerleşme birimleri var; köyler, kasabalar ve merkezde bir şehir var. Bu şehir devletleşiyor, o devletin topraklarıyla başka bir devletin toprağını ayıran bir hudut çizilmektedir. Devletten önce bulunmayan üç ana kurum burada kendini gösteriyor: Hukuk, iktisat, siyaset. Daha önce yoktu. Burada topluluk Fransızcasıyla communauté teşkilatlanmaktadır. Teşkilatlanmış topluluğa toplum -Fransızca société- diyoruz. Teşkilatlanma ne demek? Burada farklı köklerden, asıllardan gelen insanlar var. Gayrimütecanis, heterojen bir topluluk var, aynı soydan gelmiyorlar, bir kökten gelmiyorlar. Farklı farklı soylardan gelen insanlar ve bunlar belli bir düzen içerisinde yaşıyorlar. Bu düzeni sağlayan kurum hukuk ve siyasettir. Önceki topluluklarda, yani obada, boyda herkes aynı şekilde yaşıyor, aynı işi görüyor. Cinsiyetler arasında da bir ayrım yapılmıyor. Mülk yok, bir bakıma doğal bir komünizm hâkimdir obalara, bunu ben kendim Toroslarda Türkmenlerde, Yörüklerde gördüm. Yok bugün tabii, çok eskiden 1981-82’de gördüğüm bir manzara, topluluk hemen hemen hep aynı işi görüyor. Keçileri var, keçileri sağıyorlar, çok küçük birtakım ayrıntı işbölümü görülür. Erkekler sürüyü daha yüksek yerlere otlamaya götürüyor, kadınlar sağıyorlar, yoğurt, peynir yapıyor. Cinsiyetler arası farkın en önemli kısmı dövüşme, savaşma olayı erkeklere; barışma hadisesi hep kadınlara verilir. Bunlarda öyle bir şey de yoktur, kadınlar da erkekler kadar iyi dövüşen yaratıklardı gördüğüm kadarıyla, biz 3000 küsur metreden indiğimizde bir orman sınırına girerdik, birkaç çadır vardı. Hep insandan bıkıyoruz ya, insansız ortamda dehşet insan özlüyorsunuz. Karşılaştığınızda dünyalar sizin oluyor. O toplulukta obanın bir parçasıydı, yedi kız vardı. En büyüğü on yedi, en ufağı yedi-sekiz yaşlarında, adı bile hâlâ aklımda: Yetti. Herhâlde çok kız çocukları olmuş ki Yetti adını koymuşlar. Bizi aldılar, ağırladılar, yedirdiler içirdiler, akşamına bir çadırı boşaltıp bize verdiler. Dediler böyle uyku tulumuyla burada uyumayın, donarsınız, neyse girdik çadıra, ertesi sabah dedik ki bu Yetti’ye: “Nasıl oluyor da korkmadınız?” İki genç adam; gençtim, arkadaşım da öyle aynı yaştayız. Yapyabancı iki erkek geliyor. “Ne olmuş” dedi. “Ne olmuşu var mı, her şey olabilir” de- 440 • Teoman Duralı dim. “Ne olabilir” dedi. “Tehlikeli olabiliriz” dedim. Gülümsedi, “Ya ne tehlikesi” dedi. “Bakın, şu zirveleri görüyor musunuz” dedi. “Evet.” dedim. “Hep erkeklerimiz orada” dedi. Bir kere o var, yani buradan sağ çıkamazsınız. İkincisi, gelin bir şey göstereceğim size, bir çadır açtı, içi cephane dolu; boy boy tüfek, fişek, tabanca görmedim ama tüfek ve bıçak. Aldı oradan bir tüfeği, karşıda kayalıklar var, aramızda 60-70 metre mesafe vardı ve o kayalıkların üzerinde onların geyik dediği dağ keçileri hoplayıp zıplıyor. “Hangisini vurayım?” dedi. “Niye vuracaksın?” dedim. “Vurayım da bir tane size geyik eti yedireyim” dedi. “İstemiyorum, vurmayın” dedim. Orada bir keçi böyle duruyor, iki ayağı biraz böyle ayrık, aptal aptal bakınıyor. Bu doğrulttu tüfeğini, nişan aldı, o iki arka ayağının arasındaki taşı vurdu. Pes, yani biz size değil, siz bize belki tecavüz edersiniz. Böyle bir ayrım yok o topluluklarda, bunlar hep sonra ortaya çıkar. İşbölümüyle baş gösteren bir ayrım, çünkü bir sürü işkolu ortaya çıkıyor. Tarımla uğraşanlar var, bu tarımla uğraşanların alet edevatını şehirde imal edenler var. Demircisi var, marangozu var, ıvırı var, zıvırı var ve bu değişik işkolları değişik kökenden gelen insanların ilişkilerini ayarlayan bir meslek öbeği karşımıza çıkıyor. Bunlar el emeği, kol gücüne dayanmayan insanlardır. Bunlar düşünen kişilerdir: Akil insanlar. Bunlara Arapçada hakîm, Türkçede bilge denilir. Hakîm daha doğru bir söz, çünkü yargılamak kökünden, “hakeme”den gelen bir sözdür. Yargılayan, yargılamak ne demektir? Akıl ürünü cümle ortaya koymaktır. Tamamıyla akla dayanan, yani duyguları işe karıştırmadan düşünen insanların işi. Bu hakîmler aynı zamanda kişiler arasında doğan anlaşmazlıkları gidermeye yönelik hâkimliğe de soyunurlar. Hakîm aynı zamanda hâkimdir ve aynı zamanda tek tek bireylerin rahatsızlıklarını, hastalıklarını teşhis edip tedavi eden insanlardır, hekimlerdir ve nihayet siyaset olayını yürüten hüküm sahibidir, hüküm verirler. Bu yolla iki önemli olay baş göstermiştir: Mülksüzlükten mülke geçilmiştir. Yani insanlar birtakım mallara sahip olmuşlardır. Daha önce ortaktı her şey, devletle birlikte kişisel mallar ortaya çıkmakta, aidiyet, mülkiyet var. Çok ilgi çekici bir dil Arapça, mal anlamına geldiği kadar devlet de demektir. Doğu ve Batı Medeniyetleri • 441 Bizde oldum olası kapitalizm vardı demişti bir zamanlar bir şapşal otuz-kırk yıl önce, neden? “Adalet mülkün temelidir.” lafına bakarak aşırı solcu o kişizade bu mülkü kapitalizmin malı mülkü gibi yorumluyordu. Halbuki Hz. Ömer’in bundan kastettiği devlettir. Adalet mülkün temelidir derken adalet devletin temelidir demek istiyor. Mülkün böyle bir çifte anlamı var ve bu mal mülk dağılımını ayarlayan yönetici kişi hüküm sahibidir ve hükmetme, bütün toplum hakkında hüküm verme olayı siyasettir. Siyaset karşımıza çıkıyor. Bu yapının dışarıdan hücum edenlere karşı savunulması gerektiği için de ayrı bir meslek olarak askerlik ortaya çıkıyor. Bu yolla biz devlet yapısının nasıl ortaya çıktığını görmeye çalıştık. Önümüzdeki konuşmamızda bu devletten hareketle medeniyetin oluşmasına bakmaya çalışacağız. Sorularınız varsa emrinize amadeyim. SALONDAN- Öncelikle teşekkür ederiz. TEOMAN DURALI- Ben teşekkür ediyorum sizlere gösterdiğiniz sabırdan ötürü. SALONDAN- Hocam, konuşmanızın başında beşer insan gibi şeyler söylediniz. TEOMAN DURALI- Beşer, insanın dirimsel, biyolojik esasıdır. Biz iki farklı bir yapıya sahibiz. Bir yanımızda dirimsel, biyotik bir yönümüz var, bütün öteki canlılara benzer bir biçimde hücrelerden oluşuyoruz. Organcıklarımız var, organlarımız var ve bunların bir bütününü meydana getiriyoruz. Dışarıdan seçerek aldığımız etkileri işleyerek artıkları dışarı veriyoruz. İşte bu metabolizma dediğimiz olaydır. Bir bu yanımız var ve bu şekilde dünyaya geliyoruz. Dünyaya geldikten sonra bizim ikili bir oluşumumuz var: Bir ana rahminde oluşumumuz var, buna doğum diyoruz. Orada dokuz ay filan oturuyoruz, çok da mutluyuz, güzel bir dönem geçiriyoruz. Ondan sonrası cehennemin ilk durağı dünya geliveriyor. Orada her şey değişiyor. Bambaşka bir yapıya, bambaşka bir biçime bürünüyoruz ve eğitim, terbiye yoluyla insanlaşmaya insan olmaya başlıyoruz. Bu insanlığımızın, insan oluşumuzun beşerlikle ne kadar bağıntılı olduğunu bilmiyoruz. Bu lafım çok samimidir, zevahiri kurtarma babından söylenmiş 442 • Teoman Duralı bir şey değil. Yani ne şiş yansın, ne kebap babından bir şey değil, gerçekten bilim teorisi açısından söylüyorum, benim işim bu bilim teorisi, bilmiyoruz ama beşerliğimiz, dirim yönümüz ortadan kalkarsa insanlığımız da çöker. Aynı şekilde insanlığımızı yitirirsek dirim yanımızı da yürütemeyiz. Hep verdiğim örneği tekrarlayacağım. Kendim bıktım bu örnekten: Yeni doğmuş bir çocuğu ortama bırakıp, bakmazsak iklim şartlarına göre, okyanus ikliminde birkaç saat yaşar, kutupta birkaç dakikada ölür. İnsanlığımızı toplumla kazanıyoruz ve toplumdan uzak düştüğümüzde beşerliğimizi de yürütemiyoruz, ayakta tutamıyoruz. Kastedilen bu beşer insan arasındaki fark. SALONDAN- Konuşmanızın başında temel bir üçlüden bahsettiniz. Bu üçlünün İslamiyetteki karşılığını Peygamber Efendimizin hadisinden hareketle güzel koku, kadın ve namaz şeklinde ilişkilendirebilir miyiz? TEOMAN DURALI- İlişkilendirebiliriz. Allah’ın hakkı üçtür, bu bir hadis midir, yoksa İsrailiyat mıdır onu bilmiyorum. O konuda bir şey söyleyemem ama bizde her şeyin gene üçlülük üzerinde yürüdüğünü görüyoruz. Allah’ın tekliği hariç tabii, orada hiçbir taviz yoktur. Yalnızca Müslümanlıkta değil, bunu da belirteyim, Yahudilikte de bu böyledir. Kesin olarak Allah’a eş koşulamaz, bu en büyük günahlardan biridir. SALONDAN- Peki, o üçlüdeki anne, baba ve çocuk üçlüsünü o güzel koku, kadın ve namaz üçlüsüyle bağdaştırma… TEOMAN DURALI- Tabii bunu spekülasyon yapıyorum, ancak bunu ben ahirette Peygamber’e soracağım. Burada size bunu kesin olarak O’nun adına cevaplamam mümkün değil, böyle bir şey söylemedim. Kendi aklımdan ben bunu çıkarıyorum. Orada zaten öbür tarafta çok soracağım adamlar var, Aristoteles gibi. İyi ki orada sonsuz hayatımız var, artık hepsine vakit bulacağız. SALONDAN- Hocam, zatıalinizin dostu olan Prof. Dr. Yalçın Koç Hocanın bir kitabını okudum: Anadolu’nun Mayası. Orada insanın bir asli içi olduğundan bahsediyor. Bu asli için kendisinin tabiriyle yine Latin kilise diyarında, Batı’da kapatıldığını, Anadolu mayasında hâlâ tutunduğunu Doğu ve Batı Medeniyetleri • 443 söylüyor ve bunun antropolojik, kültürel araştırmalarla izah edilemeyeceğini söylüyor. Bu konuda sizin değerlendirmenizi merak ediyorum. TEOMAN DURALI- Hiçbir şey söyleyemem. Ben herhâlde Yalçın’dan daha objektivistim, bu bana bir şey ifade etmiyor. Anadolu’nun hangi halkından söz ediyor? Bir sürü halkı olmuş tarihte ve hâlâ da var ve bunların kültür dağları vardır. Benim en yakından tanıdığım Türklerdir. Öbürlerini tanımak istemeyişimden ileri gelmiyor, bu kader, yapacak bir şey yok. Türklerde böyle bir kültür esasını görmedim, bilmiyorum ve biraz önce dediğim gibi Peygamber’in söylediğiyle o üçlülüğü nasıl bağdaştırma pozitif anlamda mümkün değilse, bunu da yapamıyorum. Elimde herhangi bir belge, kanıt, bir şey yok, bir şey söyleyemem. Kültür genellemeleri çok tehlikelidir. Denilir ki mesela, işte Batı’da neresiyse bu batı, onu da hiç çözemedim. Herhâlde biz Batı derken hep aklımıza Fransa, İngiltere geliyor, öyle değil mi? İngiltere’ye bağlı dünya ABD, Kanada, Avustralya, vs. buralarda insanlık ölmüştür denilir. Yardım eden yoktur, komşuluk hakkı yoktur, böyle genellemeler. Doğuya gidildikçe göklere çıkarılır ama böyle değil. O Batı dedikleri yerlerde ben çok insanlık gördüm. Doğuda da tam tersini de görmüşümdür. Şu var, aklın hâkimiyeti var batı dedikleri yerlerde, şöyle bir örnek vereyim: 1970’te çok eski bir arkadaşımla orada okuyan ve orayı son derece iyi bilen Londra’da caddede yürüyoruz. Bir araba geldi, bir kadına çarptı ve kadın yere düştü gözümüzün önünde, ben buranın verdiği alışkanlıkla mertlik göstergesi, fırladım. Kolumdan tuttu, nereye gidiyorsun? Ya dedim, sen ne biçim insansın, kadına vurdu. “Ne olacak, ne yapacaksın, gideceksin kadına, ne oluyor” dedi. “Kadını kaldıracağım” dedim. “Kadının ölmeyeceği varsa öldürürsün. Beyin kanamasından gider, bilmem neden gider. Bırak, onun adamları var” derken cankurtaran geldi. Bir yerden pıtrak gibi çıktılar. İçinden ak mintanlı birtakım yaratıklar fırladı. Bir sedye serdiler, bana çok acayip geldi. Türkiye’de o tarihlerde cankurtaran filan göremezdiniz. Kaza olduğunda taksiyle götürürler, hamile kadını taksiyle taşırlar. O arada neler oluyor, kalp sektesinden gider, beyinden gider. Aldılar kadını, hop arabaya koydular. Şimdi Türki- 444 • Teoman Duralı ye’de de oluyor artık, 70’ten bu yana kaç yıl geçti siz hesaplayın, matematikçiler hesaplasınlar. Ancak bu kadar zaman zarfında biz bu duruma geldik. Bugün eminim ezilen arabanın çarptığı bir yaratığın yanına kimse koşmuyor. En azından bir telefon ediliyor sağlıkçılara, yani bunu ben o vakit büyük bir zalimlik olarak gördüm. Beni durduramazsın dedim, bu kadar gayri insani yaratıkların yaşadığı yer. Halbuki doğru olan oymuş. Ben kalp uzmanı değilim, bilmem ne uzmanı değilim. Nasıl kaldırırım, nasıl indiririm bilmem, bunun bir usulü var. Bu yüzden kültür genellemelerinde çok dikkat etmek lazım. Yalçın dostum fizikten geliyor. Fizikte genellemeler yaparsınız. Bilimin ara örneği klasik mekâniktir ve orada matematik kesinlemelerde bulunulur. Çağdaş fizikte bundan yoksunsunuz, onu yapamıyorsunuz. İnsana geldiğinizde hiçbir şey yapamıyorsunuz, matematik işinize yaramıyor. Güya bazı insanî konulara matematik sokuyorlar. Dedemin külahına yuttursunlar. İktisat, sosyo-mekânik, vs. laf ola beri gel. Çok oynak, kaygan bir zemindir insan, kesinlemeye gelmez. Diyeceksiniz ki sen sabahtan beri burada kesinlemelerde bulundun. Kesinlemelerde bulunmuyorum, bazı ortak noktaları tespit etmeye çalışıyorum, yaptığım bu. Sürekli olana zaten tevatür diyoruz, bir söylem, bazı bulgulara göre böyle sonuçlar çıkarılmış. SALONDAN- Hocam, geçtiğimiz haftalarda Tvnet’te Yusuf Kaplan’la beraber bir programa katılmıştınız. Programda konu Batı uygarlığına geldiği zaman siz sermaye üzerine yoğunlaşmıştınız. Demiştiniz ki insanlık tarihinde modernlik tabii ki ayrı bir tecrübe. Kant ve Kant sonrasında modernliğin başlangıcından itibaren ortaya çıkan düşünceler, bir şekilde tenkit edilmiş, eleştirilmiş, birçoğu da yerle bir edilmiş şeklinde hatırlıyorum ifadelerinizi fakat bu düşüncenin varlığını devam ettirmesi bugün sermayeye bağlı diye söylemiştiniz yanlış hatırlamıyorsam. Peki, geçmişe doğru bakarsak sermayenin veya paranın bu kadar merkezde olduğu başka bir dönem var mı? Mesela, ticaret Eski Çağda da çok önemli. Düşüncelerin, dinlerin yayılmasını sermaye merkezinde okursak, yani bunu Marksist okuma şeklinde söylemiyorum, en tesirli olduğu dönemleri nasıl görebiliriz? Düşünce merkezinden Doğu ve Batı Medeniyetleri • 445 bakarsak mesela, felsefenin çok yoğun bir şekilde yaşandığı dönemlerde düşüncenin iktisadı etkilemesi, iktisadın düşünceyi etkilemesi üzerinden okumalar yapabilir miyiz? Tarih içerisinde bunlar birbirine hangi dönemlerde galebe çalmıştır? Böyle bir soru sorulabilir mi? Bu bağlamda düşünceleriniz nelerdir diye merak ediyorum. TEOMAN DURALI- Şimdi birincisi, bunu inşallah ileride çağdaş medeniyete geldiğimizde ele alacağız. Bu çok geniş çaplı sabaha kadar bizi burada tutacak bir cevabı gerektirir ama şimdilik şunu söyleyeyim: Daha önce de söyledim galiba, istisnasız bütün kültürlerin temelinde din yatmaktadır. Bu benim özel ideolojik görüşüm değil, bunu tarihten çıkarıyoruz. En kadim topluluklardan bu yana bu durumu görüyoruz. Fetişistlik, totemcilik, şamanlık, çok tanrılı dinler, Tek Tanrılı dinler gibi her kültürün temelinde din vardır ve zamanla da din kurumları esas olmuştur. Hangi dini ele alırsan al, insanlar arası ilişkileri ayarladığı gibi dünya ötesi kabul ettiği bir sahayla dünya arasında da bir bağlantı kurar. İlla tanrı olması gerekmiyor, tanrısız din de vardır ama mutlaka dinin esası dünya ötesi ruhani bir sahadır. Ölümden sonra bir çeşit yaşamak, şamanlıkta olduğu gibi ya bu dünya düzleminde devam eder -Hindulukta da önemli ölçüde bu böyledir- veya dinimizden bildiğimiz gibi apayrı, tanımadığımız bir âlemde sürüp gider. Bu ruhanilik insanın maddi hırslarını, ihtiraslarını gemlemeye yöneliktir ve hayatı yaşanabilir bir biçime sokmaktadır. Bu dediğimin en bariz örneğini -şimdi şaşıracaksınız- Karl Marx’tan işitiyoruz: “Din kitlelerin afyonudur” diyor. Kötü bir anlamda söylemiyor bunu, hep öyle anlaşılır. Karl Marx’ın zamanında ameliyatlar için afyon koklatılırdı. Anestezi yoktu daha, çok öteden beri afyonla uyutuluyordu insanlar, herhangi bir uyuşturucuyla, diri diri adamı ameliyat edemezsin. Bu feci bir şey, bir diş bile çekilirken uyuşturuyor adam, bir şey yapması lazım, dayanılmaz bir şey. Hayat öylesine dayanılmaz bir olaydır ki din olmasa fıttırırız demeye getiriyor Karl Marx, özellikle senin bahsettiğin o sermayeciliğin, kapitalizmin hâkim olduğu maddiyat hayatı… Türkçede çok güzel bir ayrım yapabiliyoruz: Maddecilikle maddiyat. Maddecilik belirli bir felsefi görüştür. Maddiyatsa tamamıyla bu 446 • Teoman Duralı dünya hayatına tutkuyla bağlanmaktır, maddi çıkardan gayrı bir şeyi düşünmemektir. Maddiyat yaşamımızı darmaduman eden bir olay Marx’a göre. Maddeci olmakla birlikte erken dönem Markçıları -çok da tuhaf bir şey söyleyeceğim size- idealisttiler. Sovyet Devriminin ilk dönemlerini düşünün, 1917-1920 arasında dehşet verici bir idealizm vardır. O günün şairlerinde, bazen Nâzım Hikmet’te görürsünüz bu idealizmi; idealizm maneviyata dayalı bir hadisedir. Çok çelişkili bir şey, o bakımdan dinin tarihte gündemden kaldırılması, resmen gündemden çıkarılması ve kültürün artık dine dayanmaması çok yeni bir olaydır ve 1600’lerin ortalarından itibaren Yeni Çağ din dışı Avrupa medeniyetiyle karşımıza çıkıyor. İlk bunun sistemleştiricisi İngiliz felsefeciler, Locke, Hobbes ve kapitalizmi kuran adam Adam Smith. Dediğim gibi bunun ayrıntılarına daha sonra geçeriz. SALONDAN- Hocam, ilk insanların Doğu Afrika’dan yayıldığını söylediniz. Bu insanlar bizim gibi konuşabiliyorlar mıydı? TEOMAN DURALI- Tahmin ediyoruz. İncelenen boğaz, gırtlak yörelerinden tahmin ediyoruz. Ama şimdi ben her girdiğim ortamda hır çıkaran bir adam oldum. Antropoloji tahsili görüyordum ve hocamız dünyaca tanınmış Prof. Hart İstanbul’da biyolojik antropoloji dersinde aynen size verdiğim cevabı vermişti. Ondan aşırıyorum, o anlatmıştı bu gırtlak meselesini. “Bu gırtlak sayesinde mi insanlar konuşuyor?” dedim. “Evet, ne var?” dedi. “O zaman papağanlar ne yapıyorlar” dedim. Papağanlar bizim gırtlak yapımıza sahip değiller, onlar da konuşuyor ama bir farkla, ne dediğini bilmiyorlar. Biz ne dediğimizi biliyoruz. SALONDAN- Şuraya bağlayacaktım Hocam, eğer konuşuyorlarsa ve bizim gibi mesela, en temel kavramları, mesela suya su diyorlarsa, bu sonraki insanlarla da aynı olması gerekmez mi? Onlar eğer konuşup suya su dedilerse bunların devamında gelen bir adam neden suya başka bir şey desin? TEOMAN DURALI- Çünkü insan bir tür varlığı değil. Çok güzel bir yere geldiniz. Bütün canlılar türleri içinde doğarlar. İnsan Doğu ve Batı Medeniyetleri • 447 topluma doğar, toplum demek kültür demektir. Kadim insanın ne dediğini bilmiyoruz. Çünkü o günlerden bugünlere kalan bir dil yok. Bugün yaşayan en eski diller Khoisan dilleri, Güneybatı Afrika’da kullanılan bir dil, bunlardan bir tanesinin -adını unuttum- doksan küsur kelimesi var ve bu bir dünya rekoru olarak ilan edilmişti 70’li yıllarda, BBC’de dinlemiştim. Hiç üşenmedim, oturdum BBC’ye yazdım. Rekor olarak Türkçede, biz otuz kelimeyle meramımızı anlatıyoruz. Onlar programlarında bu lafımın tekrarını söylediler o zamanlar 70’lerde, böyle arada bir hınzırlık edip yazıyordum ben bunlara. İnsan oldum olası konuşuyor ve düşünüyor olmalı, evrimcilikle evrim bilimi ayrı şeylerdir. Evrimcilik bir ideoloji alanı ve saçmalıklar çok büyüktür. Şimdi bu evrimcilere göre insanlığın ilk ortaya çıktığı dönemlerde Afrika’da kuraklık hâkim olmuş. Ormanlar kurumuş, dev otlar var. Ağaçlar, orman ortadan kalkınca zavallı maymunlar zemine inmişler. Zemine inince korumasız kalıyor, ister istemez iki arka ayağının üzerine dikilip etrafına bakması gerekiyor, acaba düşman yanaşıyor mu ve buradan bağırıyor: Ayy, ayy. Ne o? Düşman geliyor, tehlike var. Yani bunlar çok masalsı şeyler ve buradan insanın dil kuruşu, dile yönelmesi, dillenmesi izah edilmeye çalışılıyor. Dediğim gibi bunlar “Masal masal matitas kaynanamın bilmem nesi uçamaz” diye bir laf vardır, bilmem işittiniz mi? Böyle saçma sapan şeylerdir bunlar, o sebeple bilmiyoruz. İnsanın ortaya çıkışı meselesinde her şeyi bilecek hâlimiz yok. Bu meçhul bir şey, bilmediğimiz şeylerde inanırız. Ya Kur’an’ın dediğine inanırız ya da bunlara inanırız. İkisinden birini seçme hakkı, seçme durumu sizin elinizde, hangisine inanırsanız ama kalkıp da hayır, bu doğrudur, bu bilgidir demek yobazlıktır. Sadece din yobazlığı yoktur, onu da söyleyeyim size, öbür tarafın da dağ deviren yobazlığı vardır. Adamı döverler, onu söyleyeyim size, öyle değildir dediğin zaman da bitti işiniz, dogmaya karşı çıkmak büyük bir suçtur. Efendim, teşekkür ediyorum, çok sabır gösterdiniz. Doğu ve Batı Medeniyetleri • 449 KASIM 2017 Kültürden Medeniyete Geçiş TEOMAN DURALI- Beni en çok çarpan husus ve sizi de herhâlde çok etkileyecektir: İnsanın dehasıdır. Baştan size insan iki katlı bir varlıktır demiştim. Beşer tarafı vardır, insan tarafı vardır. Bu beşer, dirim tarafında öteki canlılarla, hayvanlarla iç içeliği var. Ama insan yakamızın da öbür canlılarla bir bağlantısı var. Tamamıyla oradan bağımsız değil. Bu sebepten bu düşüncemle, bu fikrimle ne İsa’ya, ne Musa’ya yaranabiliyorum. Dine karşı olanlar evrimi insanla bağdaştırmadığımdan ötürü beni yererken sıkı Müslümanlar beşerin evrimle iç içeliğine işaret etmemden ötürü bu sefer beni yeriyorlar. 15.000 yıl önce, yani daha medeniyet yokken, salt bir kültür hayatı içinde yürüdüğünü varsaydığımız insanlığın ortaya koyduğu kalburüstü başarılar var. Bunları biyolojik açıdan açıklayamayız. Nasıl Itrî’yi, Dede Efendi’yi evrimsel bir gelişimin sonucu olarak gösteremezsek, 15000 yıl öncesine tarihlenen Avustralya yepyerlilerini ve bizim Güneydoğu Anadolu’da Göbeklitepe denilen yerde ortaya konulmuş olan eserleri evrimle açıklayamayız; felaket bir şekilde insanı hayrete düşürüyorlar. Bugüne mahsus gördüğümüz teknolojik, fenni dakiklikler… Bundan kastım, olağanüstü taş işçiliği; ancak elektronik aletlerle kesebileceğiniz granitleri yontmuşlar. Yan yana ve üst üste koyarak tapınaklarını ve binalarını inşa etmişler tesadüfe zerrece yer bırakmamacasına, bu taşları yan yana getiriyor. Ebatlarını farklı tutuyor ve buradan birbirinden çok farklı yörelerde kuklavari yapıları meydana getirmişlerdir. İnkaların merkezi Machu Picchu’dan yaklaşık 4000 metre irtifada bir bölgede, Göbeklitepe’de, ve Mısır’da ehramların, piramitlerin inşaatında, farklı tarihlerde -en eskisi Göbeklitepe 15.000’e tarihleniyor- kullandıkları sembolleri aynısıyla Avustralya yepyerlilerinde de görüyoruz. En çarpıcı olan sürekli 450 • Teoman Duralı kuş resimleri çıkıyor. Bu bir tesadüf değil, kuş ruhu temsil ediyor. Ruhu temsil eden çeşitli ifade biçimleri var; kuş, ağaç, duman. İnsanların en önem verdikleri husus ruh. Bugünün insanı dışında ruhu bütün çağlar boyunca insanlar olağanüstü derecede önemsemişlerdir. Neden önemsemişlerdir? Her çağda, her coğrafyada insan, ruhu öz olarak kabul etmiştir. Akıl, ruhun zirve noktası kabul edilir. Mayalarda MÖ 1000’e geri gidiyor. Bu taş işçiliği, kesinlikle gelişigüzel çekiçle ve benzeri aletlerle becerebileceğiniz bir iş değil. Mısır’da, Mayalarda, İngiltere’nin ortalarındaki Stonehenge -MÖ 1000’lere doğru geri gidiyor-, Peru’daki Machu Picchu -dağın tepesine inşa edilmiş harikulade şehir-, hepsi birbirinden tamamıyla farklı coğrafyalarda, birbiriyle temas hâlinde bulunma ihtimali olmayan toplumların üstün başarılarıdır. Özellikle İnkaların altın, som altın tekerlekleri var. İspanyollar ilk defa 1510’larda Güney Amerika’yı işgal ettiklerinde buluyorlar bu altın tekerlekleri ve yakın bir geçmişe değin bunların ne anlama geldiği bilinmiyordu. Onları tonlarla eritip İspanya’ya götürmek üzere gemilerine yüklemişler, ancak yollarda akıllı İngilizler İspanyolların gemilerinin yolunu kesip o altınları iç etmişler ve bu yolla da mukaddes kapitalizmi inşa etmişler. İspanyollar da bize benziyorlar, o altınları yastıklarının altına koyacaklardı herhâlde, üstünde uyuyacaklardı ama İngilizler onu, kısmen de Hollandalılar bu gemileri soyup kullanmışlar. Her neyse, o bizim konumuz değil. Bu altın tekerlekler, diskler ne işe yarıyordu? Bunu çok yeni keşfettiler, o yüzden ben bu heyecanla sizin karşınıza, huzurunuza çıktım. Akla durgunluk verecek bir şey, altın bildiğiniz gibi ışığı her şeyden daha iyi yansıtan bir mercek görevi görüyor. Cam merceklerden başka altın bu işi son derece iyi görüyor. Altın tekerlekler; tekerlek derken başka bir kelime bulamadığım için kullanıyorum bunu, çünkü tekerlek yok, Amerika’da tekerleği bulamadılar, zaten taşıtları yok. Bu altın tabakları diyelim güneşe tutuyor ve güneş ışığını taşa yansıtıyor, taşı cetvelle kesiyor. O sebeple bu taşlar zerre kadar bel vermeden, zikzak çizmeden çekiçle asla yapamayacağınız bir işi bunlarla beceriyorlar. Bugün ışınla yapılan kesme işini o tarihte altın tabakla güneş ışığını taşa yansıtarak yapıyorlar. Öylesine güçlü bir ışık ki taşın üstü- Doğu ve Batı Medeniyetleri • 451 nü, graniti kesebiliyor ve o kestikleri taşların arasına aynı bizde Rumelihisarı inşaatında kullanıldığı gibi yumurta akı döküyorlar. Çimento görevini görüyor. Hani çok çağımızla böbürleniyoruz ya, adam bunu dediğim gibi MÖ 15. Binde başarıyor, beceriyor. Medeniyet seviyesine ulaşmamış başka toplumlar tarafından da kullanılıyor. Avustralya Yerlileri kaba taş dönemini yaşıyorlar. Henüz Cilalı Taş Devrine geçemediler ama Taş Devrini yaşıyorlar; bu medeniyet de sembolleri kullanıyor. Güneydoğu Anadolu’daki Göbeklitepe’de de aynı taş kesme usulünü ve yöntemini görüyorsunuz. İnkaların, Mayaların, Mısırlıların taş kesme yöntemleri, zanaatta aynı seviyede olduklarını gösteriyor. Birbirlerinden çok farklı bölgelerin bu insanları, bilim adamlarını öyle meşgul etmiş ki bir sürü hikâye, masal uyduruluyor. Bağlantıyı kurmak için vaktiyle bu kıtaya geçmişler yahut da buralarda bir başka kıta vardı gibi hikâyeler var; Eflatun’un bahsettiği Atlantis var mı bilmiyoruz. Bunların hepsi masal, gerçeklik payı var mı, yok mu bilmiyoruz. Şu anki bilgilerimizin ışığında aralarında herhangi bir bağlantı yok. Burada gördüğümüz İnkaların bina kurma, mabet inşaatında kullandıkları zanaat ile tonlar çeken taşları vinçlerle kaldırıp üst üste yerleştiriyorlar, dairevi bir bina inşa ediyorlar; bir tapınak, en önemli dert tapınak inşaatıdır. Bütün üstün medeniyetlerde din, beraberinde tapınağı getiriyor. Burada bizimle ilgili önemli bir nokta var: Benim çok sevdiğim milliyetçi talebelerimle öteden beri çekişmem var. Çünkü bizde İslam’dan önce dinî hayatımızda, öz dinimiz olan Tengri dininde, şamanlıkta tapınak yok. Aynı şekilde Türklerin yaşadığı bölgenin zıttı bölgede Germenlerin yaşadığı bu bölgede de tapınak yok, çok benzerlikler var. Özellikle ormanlarda -ki bunlar hep orman toplumu- kutsal kabul edilen belirli yerler var. Bu kutsallıkların başında demin sözünü ettiğim ağaç gelmektedir. Nitekim Türkçede ağaç sözü “ağ”maktan geliyor. Ağmak yukarı çıkmak, yücelmek demektir. Çok eski bir Türkçe kelime olan ağa oradan geliyor, yüce demektir, ağa ağabeyin “ağa”sı yahut köyün ağası. Bu başka dillere de geçmiştir. Mesela, Türkçeden Farsçaya geçmiş, Farsçada da ağa bey, beyefendi anlamına geliyor. Aynı şekilde Türkçeden Moğol- 452 • Teoman Duralı caya da geçmiştir ağa sözü, sözler bir kültürün soyağacıdır. Dile benim aşırı derecede önem vermem, sözlere tapmamın başta gelen sebebi budur. Sözleri attığınız andan itibaren geçmişe olan bağınızı koparıyorsunuz. O soyağacını kuramıyorsunuz. Küçük bir örneği şimdi verdim size, o ağa sözüyle ağaç, ağmak, hepsi şamanlık inancının vazgeçilmez sözleridir. Buralarda, tekrar ediyorum, gördüğümüz tapınaklar yoktur. Bakın, demin bahsettiğim kuş resimleri ve bu kuş resimlerinin gök cisimlerine dayanılarak yapıldığını gösteren bir belgedir bu, ayrıntısını bilmiyorum. Benim pek çok ilgim var, en az üzerinde durduğum, ilgi duymadığım ne vardır diye sorarsanız siyaset, iktisat ve hukuk; bu üçüne, hele siyasete hiç ilgi duymamışımdır. Gökbilim de benim fazla ilgimi çekmemiştir. O yüzden size şu konstelasyonları tam açıklayamıyorum ama onlara dayanarak çıkarılmış kuşlar. SALONDAN- Hocam, kuşlara bakıp da görüntü… TEOMAN DURALI- Hayır, tersi, bu gök cisimlerinin arasında kurulan malumunuz en eski uğraşı alanlarından biri müneccimliktir, astroloji yahut yıldızlara bakarak geleceğin tayini meselesi. Bunlar, bu resimleri gene Mayalardan almışlardır. Fakat neredeyse tıpkısı Avustralya yerlilerinde de mağaraların duvar resimleri olarak karşımıza çıkıyor. Avustralya’ya insan 40. Binde geçmiştir. O günlerde deniz suyu seviyesi çok düşüktü. Çünkü iklim soğuk, yani buzul çağ yaşanıyor ve yöre tahminen buzlar altında, bunun bugünkü kalıntısı, o buzların erimesi sonucunda delik deşik hâle gelen Batı Sibirya, Finlandiya, İsveç, Kuzey Amerika’da da bugünkü Kanada dedikleri yörede görüyorsunuz. Delik deşik bir vaziyette, buzulların ağırlığı çukur açıyor. Buzullar çekildikten sonra bunlar suyla doluyorlar ve irili ufaklı göller meydana geliyor. Daha güneydeki göller böyle değil, bunlar dev denizin kalıntıları, iklim ısınıp kuraklık baş gösterince bu iç denizin öbürleriyle bağlantısı kalmıyor, ortadan kalkıyor. 4. yer bilimsel devrimde tekrar bu topraklar, bu bölgeler çökerek Akdeniz’in suları Karadeniz’e inmeye başlıyor ama Hazar’ın böyle bir şansı yok. Çünkü arada yükseltiler pek fazla, dolayısıyla Hazar kopuyor denizlerden, karşımızda bir iç deniz olarak, göl olarak kalıyor. Doğu ve Batı Medeniyetleri • 453 Aral da öyle, bugün tabii Aral iyiden iyiye kurutulmuş vaziyette ahmakların yüzünden, eblehler tamamıyla kuruttular. Buzul çağda deniz yüksek olunca adalar Güneydoğu Asya’ya yapışık kara parçasıydı ve toplumlar bu kara parçalarını kat ederek Avustralya’ya ve hatta Tasmanya’ya kadar geliyorlar. Ancak 12. Binden itibaren iklim ısınınca buzullar çözülüyor ve deniz suyu yükseliyor. Yükselince bağlantı kesiliyor. Buraya göçmüş olan topluluklar bir daha dışarı çıkamıyorlar. İngilizler 1790’larda Tasmanya’ya vardıklarında orada yaşayan yerliler kaba taş devrini bile idrak etmiyorlardı. Kaba Taş Devrinde işlenmemiş taşlar vardı. Özellikle de avlanmak için hayvana atılan taşlardı bunlar, bunun yanında o kaba taşlarla başka taşlar yontuluyorlardı. yaklaşık 18. Binde bu Yontma Taş Devrine geçiliyor. Tasmanya yerlileri 1790’larda henüz yontma taş devrine geçmemişlerdi. Konutları yoktu, ağaç kavuklarında, dağlık bir bölgeyle mağaralarda yaşıyorlardı ve oltaları yoktu. Bir ada olmasına rağmen deniz suyu balığını yiyemiyor, yakalayamıyordu. Ne yapıyor? Tatlı su balıklarını derelerde yakalıyorlar. Ben bu olayı herhâlde otuz yıl önce okumuştum, tekniğini, bu tekniği yedi yıl önce Kırklareli’nde gördüm. Orada görevliyken oranın yerlisi olan arkadaşlar hep hasta avcı ve balıkçı adamlardı, ben avlanmaktan nefret ettiğim için benim hatırıma araziye çıktığımızda avlanmıyorlardı, seyrediyorduk, geziyorduk tozuyorduk ama tabii ki avlandıkları hayvanları da iç ediyordum. O ayrı bir konu, ona hayır diyemiyorduk. Bu arada derelerde alabalık tutuyorlardı. Balığı kovalıyor ve hayvan bir ağaç köküne sığınıyor. Ağaç kökleri suya dal budak salmış vaziyette, bunun içine girince kıpırdayamıyor. Aynen MÖ 480 Atinalılar Pers donanmasını Salamis Körfezi’ne celp ediyorlar, kaçar gibi yapıyorlar. Persler koskoca gemileriyle körfeze, dar, sığ sulara giriyorlar ve orada elleriyle koymuşçasına o gemilere avlıyor Atinalı, Yunanlı askerler, savaşçılar ve kesiyorlar Persleri, gemileri hareket edemiyor. Bunun gibi alabalığımız da bu köprünün kılcal damarları arasına girince kıpırdayamaz hâle geliyor. Bizim aslanlar da onları elleriyle yakalayıp atıyorlar karaya ve ondan sonra kemali afiyetle iç ediyorduk. İşte bu Tasmanya yerlilerinin balık tutma tekniği de böyleydi ama 15, 10, 5. Binde 454 • Teoman Duralı bu hayat yaşanırken Tasmanya yerlileri 1790’lara kadar bu hayatı yaşamışlar, değiştirmemişler. Bahsettiğim diğer yerlerde harikulade fen, zanaat gelişiyor. Böyle muazzam bir dengesizlik ama aynı zamanda da bazı toplumlar arasında ortaklık var. Bilmiyorum bu muammayı size yansıtabildim mi? Bu içgüdüsel olamaz, içgüdüden ortaya çıkan aynılıktır. Kurdun uluması kurt türünün ortaya çıkmasıyla başlar. Bilmiyorum, 5-6 milyon yıl önce diyelim kurt ortaya çıktığından bu yana uluyor, başka yaptığı bir iş yok. Oysa ne kadar toplum varsa yeryüzünde hemen hemen o kadar da dil var ve bu diller sürekli değişmektedir. Ne kadar tarihte toplum ortaya çıktıysa o kadar değişik teknikler, yaşama üslupları karşımıza çıkmıştır. O kadar farklı edepler karşımıza çıkmıştır. Yine edep demişken vahdet vahiy dininin ortaya çıkışından önce genel geçer bütün insanları sarıp sarmalayan bir edep düzeni yoktu. Toplumdan topluma değişen edepler vardı. Bu çok iyi anlaşılması gereken bir husus, çünkü bu dediğimin günümüzde bile devamını görüyoruz. Medeniyet öncesi topluluklarda esas olan kan akrabalığıydı, kandaşlıktı. Bunlar akraba, oba, boy ve eski Türklerde boyların birleşmesinden uluslar ortaya çıkıyor. Bir çeşit boylar federasyonu diye de görebilirsiniz. Şimdi her obanın veya boyun kendine mahsus bir edebi var. Çünkü biz burada bir boyuz diyelim, bir obayız, bizim dışımızdan gelenler bizden değiller, bizden olmayanlar insan sınıfına girmiyorlar, insan değiller. İnsana benzetebiliriz ama nasıl ki maymunu da benzetiyor ama insandan saymıyorsak o gelenler de bizden değiller. Bugün bizi bu ilgilendiriyor mu? Bal gibi ilgilendiriyor. Medeniyetin kuruluşundan bu yana 3-4 bin yıl geçmiş olmakla birlikte bu zihniyetin kalıntıları hâlâ belli belirsiz dolanıyor ortalıklarda, benim boyumdan olan benim haklarıma sahiptir. Boyumdan, obamdan olmayan insan olmadığı için benim haklarımı paylaşamaz. Ona ben her türlü muameleyi reva görebilirim. Şaşıyoruz ya yamyamlık mesela, değil mi? Biz rahatlıkla koyun, keçi, inek eti yiyoruz. Bazı kültürlerde kedi, köpek, fare, hamam böceği, sümüklü böcek, vs. yeniliyor. Mesela, Çinliler uçan, sürünen, koşan ne varsa her şeyi yiyorlar. Ben iğrenmiş, midesi bulanmış bir adamın tavrını gösterdiğim vakit de bana gülerlerdi. Senin gibi bar- Doğu ve Batı Medeniyetleri • 455 bara biz ayrı bir şeyler hazırladık diyerek gönlümü alıyorlardı. Malezya’da arkadaşım, kapı komşum Çinlinin doğum gününde bahçede dolaşırken baktım, aman ya Rabbi, fare yavrusunu şişe takmış, çeviriyor ateşin üstünde ve hayvanın kılları dökülüyor. Ondan sonra hamam böceğini takmış oraya, “Ben kaçıyorum buradan” dedim. “Senin gibi bir barbarı almışız burada” dedi, yani kendilerini çok medeni gördüklerinden “Sana ben balık ve sebze ayırdım, gönlün rahat olsun, hiç kendini engelleme, kısıtlama” dedi. Neyse, insan etini de yiyen o dönemin kavimleri vardı. Onlar çok kısa bir süre öncesine kadar varlıklarını sürdürmüşlerdir. Afrika’da, Borneo’da, Sumatra’da, Yeni Gine’de sürü sepet böyle kabile vardı. İlla da et ihtiyacını giderme babında yemiyorlar, bazıları dini sebeplerle yiyorlar. Çok sevdiği insanın ruhu kendisine geçsin diye yiyor. Babası ölmüş mesela, ata ruhu son derece önemli, atasının belli bir uzvunu kesiyor, pişiriyor, kızartıyor ne yapıyorsa ve mideye indiriyor. Ne oluyor? Böylelikle atasının ruhunu içleştirmiş oluyor. Başka kavimler bu ruhu içleştirmenin ayrı yöntemlerini bulmuşlar. O öldürdüğünün yahut ölenin etini yemiyor artık, adını alıyor. Mesela, Cengiz Han’ın annesini Tatarlar kaçırıyorlar ve çok kötü işler görüyorlar. Cengiz Han yani Temuçin büyüyor, Moğolların hakanı hâline geliyor ve Moğolları birleştirdikten sonra ilk yaptığı iş Tatarlara hücum ediyor, onları topyekûn kesip biçiyor, Tatar bırakmıyor ama Tatarların ruhu intikam alır korkusuyla onların adını alıyorlar, Tatarız diyorlar. Tatar olmamakla birlikte Moğollar kendilerine Tatar diyorlar ve bu ad altında Rusya’ya, Doğu Avrupa’ya hücum ediyorlar, o yöreleri ellerine geçiriyorlar. Bugün hâlâ Rusya’da, Polonya’da doğudan gelenleri halk Tatar diye adlandırır. Ruslar, Çinliler hariç bütün yörede aslı Türk olan halkları Tatar biliyorlar. Biz de Kazan Tatarları, Kırım Tatarları, vs. demişiz. Tatar değil aslında, Tatarlık belki bulaşmıştır. Ne de olsa kılıç artığı vardır ama Tatar dediklerinin yüzde 98’i Türk veya Türk ve Moğol karışımıdır. Ruhun intikam alma, öç alma kaygısından, korkusundan böyle şeyler icat edilmiştir. Bu yapılarda da sürekli olarak ruh damgasını basıyor. Ne yapıp ediyorsanız her şeyi ruhla başlatıyorsunuz. Özellikle ata ruhu olağanüstü bir önem taşıyor. 456 • Teoman Duralı Biraz önce topluluklara göre edepler de sınıflanmaktadır dedim. Toplulukların kendilerine mahsus dinleri vardır. Her topluluğun, her boyun kendi dini vardır. Bunun bir örneğini Borneo’da ve Irian Jaya’da gördüm. Burada yaklaşık 20 ailelik bir köy, kazıkların üstünde uzun evler, evin her tarafı bambularla kapalı, yani penceresi filan yok, baca da yok. Çünkü, çok yağışlı bölge, suyun akması için dik çatılar ve içeride yakılan ateşin dumanının çıkması için delikler var ve aynı zamanda birazcık ışık veriyor içeri, içerisi bayağı loş, çünkü insanlar ışıktan bıkmışlar. Güneşten artık illallah demişler, o kadar çok sıcak ve güneş var. İçeride asla koku, duman filan yok, bir teknoloji harikası, nasıl gidiyor bilmiyorum, içeride yakılan mangala benzer aletlerle yakılan ateşin dumanı hop sanki çekici bir alet varmış gibi çıkıp gidiyor. Her ev bir akrabayı taallukat ve her akrabayı taallukat biriminin başında bir reis var. O hanenin reisi aynı zamanda oranın başrahibi, baş şamanı, ibadetleri o yönetiyor. Ayrı bir ibadet yeri yok, evin içinde veyahut da ormanda ibadet ediliyor. Belli ibadet günleri de yok, her an ibadete hazır insanlar. O köyün, obanın da başında bir reis, bir başkan var. Oba beyi diyelim biz ona eski Türkçe bir tabirle, o bu obanın başrahibidir. Nasıl ki hanenin bir başrahibi varsa obanın da bir başrahibi var. Şöyle diyelim, obanın dini var ve hanelere göre değişen mezhepler, tarikatlar. O obanın ötesinde berisindeki obaların yine kendilerine ait dinleri var. Herkesin kendine mahsus bir dini var. Ben oraya geldiğimde sanacağınız gibi merhaba, hoş geldin, sefa getirdin gibi bir tavır yok. Önce dehşet bir kuşkuyla karşılıyorlar. Kim bu, hangi gezegenden gelme? Koca obada, köyde bir kişi devletin resmi dili olan Malayca biliyor. Başka kimse bilmiyor, öbürleri hepsi kendi boylarının resmi dili Kadazan dilini konuşuyorlar. Bir süre sonra o oba beyinin tavassutuyla beni kabul ediyorlar, aralarına buyur ediyorlar. O yakınlık göstermese hâlimiz duman, şimdi obanın parçası olduğunuz andan itibaren hayatınız, üstünüz, başınız teminat altında, aksi takdirde hiçbir şey sizi koruyamaz. Dışarıdan gelen yahut dışarıda rast gelinen insanı öldürmek cinayet değil, ancak kendi obasının bir adamını öldürmek cinayettir. Yaptırımı var mı? Yok. Oba beyinin kararına göre bir ceza veriliyor. Çünkü Doğu ve Batı Medeniyetleri • 457 hukuk devletle birlikte karşımıza çıkacaktır. Burada henüz devlet yok. Obanın bireylerini bağlayan havadaki kurallar: Havada diyorum, çünkü yerleştirilmiş, tespit edilmiş kanun dediğimiz kalıplara dökülmüş kurallar düzeni yok burada, bir bakıma her şey geleneklere bağlı olarak yürümektedir. Bunlar yerine getirilmediği takdirde ne yapılacağı konusunda açık bir fikir yoktur. İnsanlar akıllandığı ölçüde, yani akıl hâkimiyeti ele geçirdiği ölçüde, yani medeniyete geçildikçe bir alanın hâkimiyet sahası perçinlenmektedir: Matematik düşünme, ne kadar düzenli düşünürseniz o kadar matematiktesiniz. Ne kadar düzenli düşünmeden saparsanız matematikten sapıyorsunuz demektir. Matematik düşünmenin zirvesi felsefe-bilimin ortaya çıkışıyla karşımıza çıkmıştır. Felsefe-bilimin ortaya çıkmasıyla duyguların bir kenara alınması ve aklın olanca baskısı hissedilmeye başlanıyor. İşte o süreçte hukukun ve hukukun yanı sıra insanın meydana getirdiği teşkilatlanmanın en üst seviyesini ifade eden devlet âdeta bir mucize gibi karşımıza çıkıyor. Bir ihtiyaç olarak çıkmıyor, bir ihtiyaca cevap olarak gelmiyor. Benim bu oba hayatında gördüğüm şu: İnsanlar rahat ve son derece mutlu bir biçimde bu hayatı sürdürebiliyorlar. Hiçbir mücbir sebep, hiçbir zorlayıcı etken insanları devletleştirmeye yönlendirmiyor. Hatta ilk devletler çok dar çerçevededir: Şehir devleti. İmparatorluk devletinin ortaya çıkması aynı şekilde hiçbir ihtiyaca cevap olarak belirmemiştir. Hatta belki devlet hayatının ortaya çıkması insanın mutluluğunu azaltmış da olabilir ama o insanlık fikrine gidişte çok önemli bir mesafe taşıdır ve insanlık fikrinin tezahürü, perçinlenmesi vahdet vahiy dininin gelişiyle beraber olmuştur. Obadan olmayan gâvurdur. Gâvur kelimesi çok eskidir, kâfir demek değildir; kâfir tamamıyla İslami bir terimdir, hakikati inkâr eden demektir. Kâfir bizim ailemizden, obamızdan, memleketimizden, milletimizden olabilir, çıkar. Gâvur ise bizden olmayan, özellikle belirli tipte bir yaratıktık, kuzeylidir, bize benzemeyendir. Benzeri kelimeler başka dillerde de var. Mesela, İspanyolcada gringo vardır, aynen gâvur demektir ve kast olunan uzun boylu, sarışın ak tenli, yani İspanyola yahut İspanya’nın işgal ettiği bölgelerdeki insanlara, şimdi mesela Meksikalıya benzemeyen 458 • Teoman Duralı adamdır; öncelikle Amerikalı onların gözünde gringodur. Münih’te bir fabrikada çalışıyordum, yıl 1970. Sabah 07:00’de başlıyor iş, ses kayıt cihazları imal eden bir fabrika, ben de orada bir şey yapıyordum ve her fişi takışımda aklıma Karl Marx gelirdi: “İnsanın Kendine Yabancılaşması” Senden hiçbir iz yok, giriyor böyle zzzt gidiyor, tamamıyla bir otomat bölümü. Kocaman bir salon, gürültü patırtı, nereden geliyor? Salonun ta dibinde camlı bir oda var ve camlı odada ustabaşı tipik Bavyeralı kocaman bir herif, kızıl suratlı sarışın iri yarı, iri kıyım, onun odasından geliyor bağırtılar, bir süre sonra geldi. “Gelsene benimle” dedi. Gittim, “Bu herifler geç biniyorlar, onlara ceza keseceğim. Vermiyorlar ve olmadık hır çıkarıyorlar” dedi. Ben ne yapacağım, kim bunlar dedim. Yunanlı dedi. Ne yapabilirim Yunanlıya? Gel dedi, siz komşusunuz. Kardeşim, siz de Polonya’yla komşusunuz, sen Polonyalıyı anlıyor musun, Fransızı anlıyor musun? Yok. Neyse, biz öyle tartışırken kapıyı açtı, girdim. Basbas bağırıyor bunlar, Rumca küfrediyorlar, bir şeyler söylüyorlar. Ondan sonra boş bulundum, bir anda unuttum, Türkçe bir şey söyledim. O kadar benzettim ki bize koyu tenli ufak tefek adamlar ve sinirli, ne oluyor gibi bir şey söyledim. Şimdi hatırlamıyorum. “Aaaa” dediler, “sen Türk müsün?” Evet. “Yahu bıktık usandık gâvur…” Kaldım ben burada, şimdi bunu diyen Hıristiyan, Ortodoks, Rum Sakız adasından geliyorlarmış. Efendim, bir çıngar çıkardılar. Saymayı unuttum, kaç kere gâvur dediler, dövecekler adamı, aralarında duruyorum. Durun ya, şudur budur, biz ödemeyiz dediler. Bu gâvur ama nasıl küfür, ne müstehcen laflar, hepsi bir tarafa en hoşuma giden gâvur kelimesi. Demek ki ne kadar biz reddetsek de Osmanlı kafası en azından 70’lere kadar gelmişler. Osmanlı olmayana, kuzeyliye gâvur diyorlar. Zaten güneyde Osmanlı olmayan biri yoktur; Kuzey Afrika, Arap Yarımadası, vs. Yabancı düşmanlığı, tip ayrımı, hepsi o günlerin kalıntısıdır, diyeceğim buydu, binlerce, on binlerce, hatta yüz bin yıllık alışkanlıklar 1000 yılda, 2000 yılda atılamıyor, üstesinden gelemiyoruz. Bu hepimizi ilgilendiren bir olay, sabahtan akşama kabile zihniyetinden şikâyet ediyoruz. Yani nedir bu? Kanunun hâkimiyetinin olmaması, hukukun üstünlüğünün görülmemesi, geçmiyor ol- Doğu ve Batı Medeniyetleri • 459 ması neyi getiriyor beraberinde? Bakın, bugün kabile dayanışmasının yerini alan çağdaş toplumda ne var? Okul dayanışması; belirli okullardan mezun olanlar birbirlerini tutarlar. Bunun ben mantığını anlayamadım. Neden anlayamadım? Mantığı yok da ondan. Hemşerilik; hele Türkiye’de öyle kalındır ki o hemşerilik, özellikle bazı vilayetlerde -şimdi saymayacağım onları- iş arıyorsun, değil mi? Amir durumunda kişi senin memleketindense senin öbürlerine oranla defalarca kat be kat önceliğin var demektir. Okul dayanışması da öyledir. Ben bunu ağabeyimde görürdüm. Galatasaray çıkışlıydı ve adam Galatasaray’dan gelmeye görsün, böyle kapalı peşin peşin onu alırdı. Ne yapıyorsun? Galatasaraylı ki bu dediğim kişi Allah rahmet eylesin kendini medeni addeden biriydi -ben de öyle görürdüm onu- ama bu tarafı var. Aidiyet hissi veriyor. Müthiş bir şey o aidiyet, o cihanşümul insanlık fikrine bağlanmış dinlerde bile görüyoruz. Tabii en başta Yahudilikte, onu bir tarafa alıyorum şimdi, çünkü onlar açık açık resmen İbraniliğe bağlamışlar dinlerini ama bizde de var. Müslümanlığı bir kavim gibi görüyoruz çoğu kere, bir kavimmiş gibi kabul ediyoruz. Ümmet kavmiyeti aşan bir olaydır. Marx’la bu aşılmıştır. Enternasyonal lafzını çıkarmıştır, aynen ümmet fikrini getirir. Sadece içinde maneviyatı yok. Kavmiyette ne var? Kandaşlık var, kan akrabalığı var. Böyle bir anlayışı vahdet vahiy dini dahi topyekûn silememiştir. Teoride evet ama pratikte bu böyle değildir, böyle olmadı. Bakın, Avustralya yerlisinde de o demin bahsettiğim kuşun bir kısmı çıkıyor. Bu bir yepyerli, Avustralya yerlisi ve tip olarak çok ilgi çekici bir şey, bunu anlatmak aklıma gelmedi ama madem çıktı bu resim, bu tip Orta Afrika Pigmelerinin aynısı, boy kısa, gözler ayrık, burun yassı, burun delikleri geniş ve bir dudak gökte bir dudak yerde. En zengin ırk dağılımı yeryüzünde Afrika’dadır. Hepsine Zenci deyip geçiyoruz, ten rengi bile aynı değildir. Hafif kara olanlardan kapkaralara kadar bir yelpazelenme vardır. Tip itibariyle son derece değişiktirler. Mesela, orta doğu Afrika Yerlileri -sahra yerlileri denilir bunlara- uzun boylu incedirler. 1.80’in altına düşmezler, upuzundurlar. Dudakları dardır, kafatasları uzundur. Nasyonal sosyalist Almanya’sına taş çıkaracak bir tipolojileri vardır. Çünkü hep kuzeyli ırkı uzun ka- 460 • Teoman Duralı falı tasavvur eder buradaki ahbap çavuşlar, halbuki bu zencilerin de kafatasları uzundur ve bunların bir benzerini eski Mısırlılarda görüyoruz. Firavun Mısır’ında da kafatasları uzundur. Son firavun Mısır’ının tip örneğini söyleyeyim size, yaşı benimkisine yakın olanlar bilirler, Enver Sedat vardır. Yetmişlerin sonunda öldürüldü. Enver Sedat tipik bir Mısır Firavunu örneğiydi. Böyle topatan kavunu gibi uzun bir kafatası vardı, ince bir yüzü vardı. Onun halefi Mübarek tipik bir fellahtır. Yusyuvarlak kafatası ve eğimli bir yüzü vardır. Bugünlük isterseniz burada keselim, gelecek ay aralık sonuna medeniyetlerden bugüne değin işlemediklerimiz Amerika gelmekte, Aztekler ve İnkalardan biraz bahsedelim. Medeniyet olmamakla birlikte çok önemli deniz kültürleri var. Polinezyalılar ve Vikingler, bunlar da dehşet insanlar, bundan 1000 yıl önce binlerce kilometreyi teknelerle kat etmişlerdir. En zor yapılacak işlerden biri deniz aşırı seyahatlerdir. Muazzam bir lojistiğe ihtiyaç vardır, muazzam bir gemi inşa zanaatına sahip olmak gerekir. Sorularınız, ekleyecek çıkaracaklarınız varsa buyurun. SALONDAN- Hocam, teşekkür ederim. Birbirinden çok farklı coğrafyalarda benzer motiflerin ve zanaatların ortaya çıktığından bahsettiniz ve bunların içgüdüsel olamayacağından söz açtınız. Peki, bu bilme hâli deneysel miydi, yoksa bunlar ilahi olarak açıklanabilir mi? TEOMAN DURALI- İlahi mi bilmiyorum, inanıyorum. İkisi aynı şey değil, biliyorum demen için kanıt göstermen lazım, o yok. Her deney mutlaka bir düşünce şemasını gerektirir. Düşünerek bir şemayı çıkarmadığım takdirde onu tecrübe edemem. Yani gelişigüzel hiçbir işi yapmıyoruz insan olarak, daha şuraya çıkarken bakıyorum acaba yaşıma başıma göre nereden çıkarım? Deneyerek yapmıyorum, denesem kafamı gözümü, başımı yararım. Burası daha rahat çıkılıyor. Bundan otuz yıl önce bir de gösteriş olsun diye şuradan zıplardık. Becerebileceğimi gözüme kestirirdim. Sonuçta bu gördüğümüz olayların hepsinin bir planı programı var ve bu da aklın gemisidir. Bu aklın ilk ateşleyicisi kimdir, nedir diye sorduğunuzda o işte inanca girer. Orada size Doğu ve Batı Medeniyetleri • 461 herhangi bir şeyi getirmem, kabul ettirmem ayıp olur. SALONDAN- Göbeklitepe’deki şekilleri gösterdiniz. Bir Hintli profesör bu şekillerin Vedalar’da olduğunu açıkladı. Aynı zamanda Mısırlıların piramitlerini gösterdiniz biraz evvel, o piramitlerde de biliyorsunuz o açıklıklar var, onlar da Orion takım yıldızına doğru yöneliyor, yani oraya doğru ruhların uçacağını Firavunlar söylüyorlar. Yani şimdi burada da keza aynı şekilde Orion takım yıldızıyla ilgili görüntüler var. Bunların arasındaki aynı şekildeki buluşmalar insanı gerçekten hayrete düşürüyor. Bu konuda bir açıklama var mı sizin yapabileceğiniz? TEOMAN DURALI- Orada bir noktaya, belki tesadüfen temas ettiniz. Çağımızın büyük bir hastalığı kavmiyetçilik, Vedalar’dan söz ettiniz, oradan aklıma geldi. Şimdi Vedalar Hinduların kutsal metinleridir. Hindular Arîdirler, Hint-Avrupa kavmidir. Göbeklitepe’nin ne olduğunu bilmiyorum. Bir kere o kadar eski ki artık Arîleri bir ölçüde önceliyor olması… SALONDAN- Vedalar 4 bin yıl önce Hocam, öbürü için ise 15.000 yıldan bahsediyoruz. TEOMAN DURALI- O bakımdan dediğiniz doğru, bugünkü Avrupalı arkeologlar, tarih öncesi araştırmacılar durduk yerde Arîleri sokuyorlar işin içine, Vedalar’la bağlantılıdır-değildir, vs. Buradan biz gene bir Arîlik propagandasıyla karşı karşıya geliyoruz. Benzerini zenciler yapıyorlar. Mısır medeniyeti bizden çıkmıştır, bir Zenci medeniyeti diyorlar. Halbuki firavunların Mısır’ı Zenci değildi, ak tenli bir kavimdi. Kavimler bölümlemesinde Hamilerdir. Nitekim Arapçadan önce Mısır’da kullanılan Mısırca bir Hami dilidir. Bugün bu Hami dilinin birkaç kalıntısı var: Berber dili, Tuareg dili, Habeşistan’da konuşulan Amhara dili, Somalice. Biz de yapıyoruz bu saçmalamaları, katmadığımız adam kalmadı mesela, Sümerlere Türk diyoruz. Hiç alakası yok, ne oldukları bilinmiyor. Hititler, eskiden bunlara bir de Eti dedik nedense, nereden geliyorsa o Eti lafı. Sümerler tarihte MÖ 4. bine uzanan bir kavim. Dillere bakarak bir şeyler çıkarıyoruz ki, dil tasnifi de uzun bir hikâye, bizi çok başka yerlere götürür. 462 • Teoman Duralı O yüzden onu bırakıyorum. Bunların Vedalar’la benzeşmesi o çağın bir gereği olabilir ama kavmiyet itibariyle bir bağlantılarını göremiyorum. Yani kavim olarak aralarında bir irtibatın bulunduğunu bize kanıtlayacak belgelerden yoksunuz. SALONDAN- Hocam, eski medeniyetlerden bugünlere kalan bazı alışkanlıklarımızdan bahsettiniz. Peki, bugün sizin tabirinizle çağdaş küresel medeniyette ne kadar ilerleme var, gelecek zamanlara böyle alışkanlıklar bırakabilecek bir zenginliğe sahip midir, bırakabilirse ne bırakabilir? TEOMAN DURALI- Bencilliği bırakabilir, bireyciliği bırakabilir, maddiyata düşkünlüğü bırakabilir. Hoşgörüden bahsedebilir miyiz bilmiyorum. Çok çağdaşçı yakın veya uzak arkadaşıma, dostlarıma bakıyorum, bir yere geldiğimizde hoşgörü tak diye kesiliveriyor. Hoşgörünün “h”si kalmıyor. O bakımdan hoşgörüsü kalır mı, kalmaz mı bilmiyorum. Yeni Çağ benim eserimdir, icadımdır dediği bazı çok önemli hususların Yeni Çağdan çıkmadığı görülüyor. Mesela, Müslümanlıkta ilkece başka inançtan olanlara gösterilmesi gereken hoşgörü Kur’an’da vardır. Allah elçisine “Sizin dininiz size, benim dinim bana” dediği Yeni Çağın en çok övündüğü hoşgörünün kaynağı, daha ne olsun? Bilmem anlatabiliyor muyum? Bu dediğim çağdaş olmanın bir gereği değil, Müslüman olmanın bir gereği, çünkü Allah emrediyor. Şimdi aklıma bir tek bu geldi şu anda, buna benzer bir sürü başka örnek getirebilirim. Tabii ben de insanım önünde-sonunda, duygularım var. Çok şükür suni zekâ, yapay zekâ filan değilim, robot da değilim, dolayısıyla duygularım var ve bu çağın ideolojisini sevmiyorum açıkçası, o bakımdan size nesnel, tarafsız cevap getirmekten de yoksunum. En azından bu kadarını söyleyeyim. SALONDAN- Yani bu seküler çağın neyini sevelim ki biz? TEOMAN DURALI- Sevenler var, bırakın sevsinler. Ben bir şey diyemem, nasıl ki onlar benim sevmememe bir şey dememeleri gerekiyorsa, ben de onların sevmelerine bir şey diyemem. Çok büyük zararları olduğunu görüyoruz. Her şeyden önce doğanın dengesinin bozulması bu medeniyetin eseridir. Hiç şüphe götürmüyor. Doğu ve Batı Medeniyetleri • 463 SALONDAN- Kabul ediyorlar mı? TEOMAN DURALI- İster etsin, ister etmesin ortada bu, burada bir inanç meselesi yok, ortada olan bir şey. Ortada olan bir başka olay da bu medeniyetin zirve çağı 20. yüzyılda iki dünya savaşında 100 milyon insan ölmüştür. Daha ötesi berisi yok. 100 milyon insan öldürülmüştür ve İkinci Dünya Savaşında öldürülen, ölen insanlar pisipisine gitmişlerdir. Yani yiyecek, içecek, üstünde yaşayacak topraklar için vuruşabilirsiniz. Bu doğaldır ama bu üstün bir insandır, üstün bir ırktan geliyor, o alçak bir ırktan geliyor, üstün ırk alçak ırkı yok edecek yahut da benzeri birtakım gerekçelerle… iki taraf da, tencere dibin kara, seninki benden kara… Ne galibi haklı, ne mağlubu, ikisi de eşit derecede pislik. Bunca insanın canına, kanına mâl olan bir süreç hiç kimse tarafından olumlu karşılanacak bir olay değildir ve bugün devam eden vahşet yanı başımızda İkinci Dünya Savaşının devamıdır. Hatta birincisi bile, bitmemiş bir davadır. Pisipisine sürdürülen bir cinayetler dizisi. SALONDAN- Hocam, sizce kitaplı dinler, vahiy dinlerinin medeniyeti fosilleşti mi, yoksa kriz mi yaşıyor? Yani tedavi mümkün mü ya da artık Aztekler gibi tamamen tarihe karışmaya yakın mı? TEOMAN DURALI- Şimdi her dinin iddiası hayatın her köşe bucağını idame ettirmektir. Her dinin iddiası budur. Sekülerlik dini hayattan ayırma işidir. Bu anlamda dinler demin kullandığın deyişle fosilleşmiş durumdadır. En azından gündemden düşmüştür. O yüzden de ben zaten haklı olarak Yeni Çağ din dışı Avrupa medeniyeti diyorum. Tarihte ilk defa dine dayanmadan, dini esas almadan meydana getirilmiş bir medeniyettir Yeni Çağ din dışı Avrupa medeniyeti ve bugünkü medeniyet onun bir türevidir. Hangi dini ele alırsanız alın, bu sadece vahiy dini için değil, öbürleri için de bu böyledir, hayatı her yanıyla kuşatmaya bakmaktadır. Bu sebeple diyorum edep dinden türemiştir. Bununla kastettiğim yalnızca İslam değil, bütün dinler için böyledir, oradan çıkmıştır. Edebin felsefenin tezgâhından geçmiş hâline de ahlâk diyoruz. SALONDAN- Sezai Karakoç’un bir ifadesi vardı: “Ben insanı 464 • Teoman Duralı ruh, ruhu da tapınak olarak görüyorum” diyor. TEOMAN DURALI- Evet, şimdi bu çok ilgi çekici ayrı bir olaydır. Eski Türklerin bütün yaşama tarzları sadece din değil, dinin yanında başka olaylarda da kalıntılarını peyderpey görüyoruz, topyekûn kalmamıştır. Öyle sanıyorduk. İslam’la silindi bilinen olay önemli ölçüde alttan alta kendini duyurmuştur. Bir tek örnek verip kapatayım bunu: Hakan Tanrı’nın izdüşümüydü eski Türklerde, bunu İslam’da da sürdürdü. Zillullah -Allah’ın gölgesi- anlayışının İslam’la hiçbir alakası yoktur. Halife mukaddes bir kişi değildir. İslam’da zaten mukaddes kişi yoktur. Öbür dinlerle farkı bu, Tanrı’dan el almış bir kişi yoktur. SALONDAN- Siyasi bir şeydir. TEOMAN DURALI- Siyasidir tabii ama biz onu kutsal kişiliğe bürüdük. Bir başka örnek, tarihte seyyar devlet bir tek Türklerde vardır. Hareket hâlinde hakan nereye otağını kurarsa, devletin merkezi odur. Bu gelenek II. Selim’e kadar devam eder. İlk defa sabit devlet fikrini gerçekleştiren Kanunî’nin oğlu II. Selim’dir. Yok efendim, korkaktı da, bilmem yozlaşmıştı da onun için yerinden kıpırdamadı. Hayır efendim, zaten bu ters, bu sakat kafayla biz tarihimizi hep yorumluyoruz. Selim son derece önemli bir devlet adamıdır II. Selim ve devletin hareket hâlinde olamayacağını görmüştür. Deneyle, tecrübeyle sabit olan bir şeydir. Açe Portekizlilerin tehdidi altındadır. Bunu da ben burada öğrenmedim, bu olayı orada öğrendim. Felaket bir tarih bilinci, zaten hangi bilincimiz var ki tarih bilincimiz olsun. Açe Portekizlinin tehdidi altında, ha ele geçirildi, ha ele geçirilecektir. Oradan bir heyet kalkar, üç-dört ayda felaket mesafeyi kat ederek İstanbul’a gelir. Kanunî’yi koyduysan bul, yerinde yeller esiyor. Nereye gitti, nerede? Çünkü hakanın otağının yeri devletin merkezi, karar oradan çıkıyor. O sıra hazret Mohaç’ta otağını kurmuş, bu zavallılar İstanbul’dan Mohaç’a gidiyorlar. İki ayda mı ne gidiyorlar ki, o arada Kanunî ölmüş. Böyle elleri böğürlerinde kalıyor. Kanunî’nin vücudunu mu, beynini mi, bir şeyini getiriyorlar İstanbul’a, bir kısmı da orada kalıyor, böyle dönüyorlar bunlar İstanbul’a, o ara II. Selim tahta çıkıyor. Tarihimizin en önemli Doğu ve Batı Medeniyetleri • 465 en büyük devlet adamlarından Sokullu, Selim’e “Hünkarım, yerinden oynama artık” diyor. Devlet dediğin sabittir, Latincede status, ve state “stare”den, durmaktan geliyor. Selim payitahta yerleşiyor. O tarihten itibaren IV. Murad hariç hiçbir padişah sefere çıkmıyor. Emir veriyor, Süveyş’ten bir filo kalkıyor, Açe’ye gidip Açe’yi kurtarıyor. Ben gittiğimde her yıl Ramazan boyunca Osmanlı’nın ruhuna mevlit okutulurdu Açe’de, Sumatra’nın karşısında Maraka var, Maraka’nın en büyük camiinin imamı “Bizi bıraktınız, Açe’yi kurtardınız, biz de kâfirin eline düştük. O gün bugündür bir daha kurtulamadık” dedi. Çünkü Açe’yi alamayınca Portekizliler Maraka’ya saldırırlar, Maraka’yı ele geçirirler. Maraka’ya tabii yardım götüremiyoruz, Açe’de kalmışız, çok hazin bir şehitliğimiz var orada. Harap vaziyetteydi ben gördüğümde, hükümetimiz Seksenlerde galiba Endonezya’ya hatırı sayılır bir yardım göndermiş… Galiba sorular tükenmiş, öyle gözüküyor. SALONDAN- Hocam, bu Hami dili hakkında bilgi verebilir misiniz? Hami dillerinden bahsetmiştiniz, bir de Koptik dil Hami dili midir? TEOMAN DURALI- Koptik dil Hami dilidir tabii, Türkçesi Kıptî, Koptik Yunancadan geliyor. Kıptînin Çingeneyle uzaktan yakından alakası yoktur. Bizde bir garip hastalıklar var hanımefendiler, beyefendiler, çok tuhaf hastalıklarımız var. Mesela, Çingene demek ayıp, niye ayıp olduğunu bir türlü öğrenemedim, anlamadım. Herhâlde benim kalın kafamdan ileri gelen bir şey, almıyor. Çingene Çin’den gelen demektir. Doğudan geliyor ya, asıl Çin’le hiçbir ilgisi yok, Çingeneler MS 1000’lerde Pencap’tan gelmişlerdir. Hatırı sayılır muteber bir kavimdir. Doğudan gelen ne varsa Çin demişiz. Çünkü bizim en eski düşmanımız, Hindistan’ı filan biliyor muyduk, bilmiyor muyduk bilmiyorum ama doğudan geldiği için Çin, bir kısmı da çok sonraları yeni zamanlarda Kavalalı Mehmed Ali Paşa zamanında Mısır’dan gelmiş, Anadolu’ya ve Yunanistan’a, özellikle de Mora’ya çok gelmişler. Mısır’dan geliyor diye bunlara Kıptî demişler. Kıptînin Çingenelikle bir bağlantısı yoktur. Kıptî eski Mısırlı ve eski Mısırlıların kabul ettiği Hıristiyanlıktır. MS 2. yüzyılda bu eski Mısırlılar, Firavun 466 • Teoman Duralı Mısırından kalıntılar, Arap etkisine girmeden önce Hıristiyanlığı alıyorlar; Mısır Hıristiyanlığı bir Ortodoks koludur. Ortodokslar yekpare değildir, çeşit çeşit Ortodokslar vardır. Ermeni Ortodoksları, Kıptî Ortodokslar, Habeş Ortodoksları, Rum Ortodoksları, Rus Ortodoksları vardır. Kıptîler de bir Ortodoks koludur ve eski Mısırlıların devamı oldukları görüşündedirler. Yanlış hatırlamıyorsam Kitab-ı Mukaddes’leri de Arapça değil, eski Mısır dilindedir, emin değilim. Efendim, teşekkür ediyorum. Sabır gösterdiniz, sağ olunuz, var olunuz. KONUŞMALAR 2018 Doğu ve Batı Medeniyetleri • 469 OCAK 2018 Bilgeliklerden Dinlere Medeniyetlerin Temelleri TEOMAN DURALI- Eski Çağ Ege medeniyetini, yani Yunan medeniyetini, ondan sonra Orta Çağ Hıristiyan medeniyetini konuştuk, galiba Yeni Çağa geçtik, çağdaşa gelemedik. Bu arada Amerika’daki ve Afrika’daki medeniyetlerden hiç bahis açılmadı. Afrika’dan şu anlamda bahsettik: Size insanlığın oluşumu ve ortaya çıkışında Afrika’dan uzun boylu bahsettim. Çünkü neslimiz, beşer insan diye Türkçeye çevirdiğim homo sapiens sapiens Afrika’da; Kenya, Uganda, Kongo’nun doğusu, Habeşistan civarında ortaya çıktı. Bir de üstünde durmadığımız çok önemli üç medeniyet var: Çin, Hint, İran. Bunlardan söz etmedik. Bir başka bahis, medeniyet felsefesi ve tarihinin en önemli iki sütunu, dayanağı benim yine Türkçeye beşer bilim diye tercüme ettiğim antropoloji ve dilbilim, dillerin tasnifi, medeniyet tarihi bakımından büyük bir önem taşımaktadır. Ne zaman bunların üzerinde dururuz bilmiyorum ama isterseniz bugün Çin medeniyetine kısaca bakalım. Hem kendi başına çok önemli, hem de bizim açımızdan, Türklük açısından çok önemli bir yeri var. Çünkü kadim Türkler Çin medeniyet dairesindendiler, o medeniyete aittiler. Bu bakımdan kısaca Çin medeniyeti üzerinde duralım ve ondan sonra da hiç gene sözünü etmediğimiz, genel olarak da Türkiye’de üstünde durulmayan bir konu olarak Türklerin çıktığı yer, İslam’dan önceki en eski kültür hayatlarından söz edelim. Çok ilgi çekici olduğunu size burada bildirebilirim. Neden çok ilgi çekici? Üç bakımdan: Tarihte en fazla yer değiştiren ve en uzun boylu göçe çıkmış kavim Türklerdir. Kuzeydoğu Asya’dan Akdeniz’e, Nâzım Hikmet’in lafıyla bir kısrak başı gibi sarkarlar ama burada da durmayıp Rumeli’ye, orta Avrupa’ya, hatta bugünümüzde Batı Avrupa’ya uzanıyorlar. Bunun dışında da Kuzey Afri- 470 • Teoman Duralı ka’yla orta Afrika’ya intikal etmişler, Hindistan’a gelmişler. Böyle muazzam bir coğrafyayı kat etmiş, sadece gezip dolaşmamışlar tabii, gittikleri yerlere yerleşip devlet kurmuşlar. Hint’te Babil Devletini kuruyorlar, İran’da 1000 yıl sürmüş hanedanlar Türk asıllı olmuşlardır. İran’ın Müslümanlaşmasından, yani 633’te Hz. Ömer’in fethinden itibaren Humeynî’nin devirdiği Rıza Şah Pehlevî’nin babasına değin İran’daki bütün hanedanlar hep Türk asıllı olmuşlar. Bunlar da genellikle Osmanlı’yla çatışmış, savaşmışlar. Bir devlet kurma hastasıdır Türk dediğimiz yaratık, her gittiği yerde devletleşmiştir, devlet kurmuştur ve kurduğu devletleri de yine kendisi yıkmıştır, başka Türk boyları yıkmışlardır. Bir üçüncü çok ilgi çekici konu: Hep asker kalmıştır. Cumhuriyet’in kuruluşuna, yani Yirmili yıllara değin millet-asker iç içe olmuştur. Ordu aynı zamanda toplum yahut millet anlamına gelmiştir. Bütün bir toplum savaşan bir makine gibidir. Bunları isterseniz sonraya bırakalım, ilkin Çin medeniyetine göz atalım. Çin çok özgün ve ilgi çekici bir dünya, günümüzde yaşayan en eski devlettir. Bir çeşit canlı fosil, MÖ 3. Binin başlarında kurulmuştur. 2900’de Fu Xi adındaki bir büyük bilge Sarı Irmak’ın Büyük Okyanus’a döküldüğü civarda ilk defa devletini kuruyor. Bir başka medeniyet merkezi Mohenjo-daro Hint medeniyetinin beşiği ve nihayet Batı medeniyetlerinin kendisinden kaynaklandığı Sümerliler. Genel bir sınıflama var mı, yok mu bilmiyorum ama belki büyük ihtimalle benim uydurmam, bu Avrasya’da yer alan medeniyetleri ikiye ayırıyorum: Doğu medeniyetleri camiası, Batı medeniyetleri camiası. Bunlar birbirlerinden ayrı medeniyetler olmakla birlikte bazı ortak noktaları var ve bu ortak noktalarına dayanarak bunları iki topluluğa, iki camiaya ayırıyorum. Doğu medeniyetleri camiasında üç medeniyetten bahsedebiliriz: Çin, Hint ve Pers medeniyeti veyahut İslam öncesi İran medeniyeti. Bir kere daha tekrarlayayım: Hangi kültüre medeniyet diyebiliyoruz, niye kimi kültürler medeniyet başlığı altında anılmaktadır? Her şeyden önce bir kültürün medeniyete evrilmesi için devletleşmiş olması şarttır. Devlet kurulmadan medeniyet- Doğu ve Batı Medeniyetleri • 471 ten bahsedemeyiz. Tarihin en önemli kırılma noktalarından biri devlet hâlinde bir toplumun teşkilatlanmasıdır. Devletleşmeden önce toplumlar çoğu kere konargöçer tarzda yaşamışlardır. Bu konargöçer tarzda yaşayan toplumlar aynı soydan gelen bireylerin oluşturduğu toplumlardır. Burada karanlık kalan kısımlar varsa lütfen hemen müdahale edin, sorun, açmaya çalışayım. Soydaş bireylerin oluşturduğu toplumların başında kadın-erkek cinsiyet farklılığının, karşıtlığının oluşturduğu bir toplulaşma vardır. Bir üçgen çizilir: Kadın, erkek, çocuk. Bu her şeyin başıdır. Bundan daha önemli hiçbir şey yoktur. Hayatı idare eden en önemli birinci derecedeki kurum oldum olası dindir; ilk insandan itibaren hayatımızı yönlendiren, belirleyen din dediğimiz kurum olmuştur. Fetişistlik, totemcilik, şamanlık, çok Tanrılı dinler ve nihayet vahdet vahiy dinleri, vs. fark etmiyor. Dinlerin ister efsaneyle donanmış olsun, ister kutsal kitapları bulunsun en başta gelen buyruk kadın ve erkeğin bir araya gelmesi ve Kitab-ı Mukaddesi’in Ahd-i Atik’inde Tevrat’ta dediği gibi çoğalma buyruğu gelmektedir. İnsana mahsus değildir, bütün canlıları meydana getiren türlerin temel derdi, kaygısı çoğalmaktır. Bir tür, bir canlı topluluğu çoğalamıyorsa, buna canlılar birliğinde biyolojide soysuzlaşma diyoruz, Frenkçesiyle dejenerasyon baş gösteriyor. Bir tür bir soy çoğalamıyorsa, çoğalması kesilmişse ister insan ister hayvan, bitki gibi başka bir canlı türü olsun o tür soysuzlaşmaya başlar. O hâlde tekrar kadın ve erkeğe dönüyoruz. Bunların beraberliğinden meydana gelen çocukların tabii iltihakıyla ortaya çıkan temel ana topluluğa aile diyoruz. Bu ailenin genişlemiş hâli, biraz daha genişleyen çerçevesi akraba, akrabayı taallukat. Geçmişten kalıtım yoluyla gelen çizgi sülale ve genişleyen sülale oba, kabile; kabilenin, obanın genişlemesiyle de boy, Arapçasıyla aşiret meydana gelir. Aşer on demek, aşiret on kabilenin bir araya gelmesinden ortaya çıkıyor; boy olmaktır. Boyların daha genişine -öyle bir şey var mı, yok mu kesin bilmiyoruz, bilimsel bir veri yok elimizde- Yunancada ethnos, eski Türkçede budun denir. Bugün unuttuğumuz birçok kelimeden bir tanesidir budun, kavim. Soydaş bireylerden oluşmuş bir millet… Millet asla soydaş olmaz, farklı soylardan gelen insanların oluşturdukları bir 472 • Teoman Duralı toplumdur millet, Frenkçesiyle nation, bu milletin oluşması için devlete ihtiyacınız vardır. Devlet çatısı altında yaşayan bir topluma millet diyoruz, nation adı veriliyor. Ben tabii özde felsefeci olduğum için böyle kavram hastalığım, tutkum vardır. Kavramları en ince ayrıntılarına kadar tarif etmeden huzur bulamıyorum. O bakımdan beni bağışlayacaksınız ama bunun da iyi bir tarafı var. Çünkü biz toplum olarak kesinlikle kavramları belirlemekten yana değiliz ve kavramlar belirlenmediği sürece toplum huzur bulmaz, kavga bitmez. Her kafadan bir ses çıkar ve sürekli olarak bir ses kargaşası vardır. Kimse kimseye derdini anlatamaz. Çünkü derdimizi anlatmamız için kavrama ihtiyacımız var. Dil kavramlardan kurulu bir yapıdır, herhangi sesler topluluğu değil. Kavram ses topluluğudur ama anlam ifade etmektedir. Anlamı olmayan sesler çıkardığınızda, bunlar insana has değildirler. Başka varlıkların öyle bir haberleşmesi olabilir, hayvanlarda, vs. Şimdi dedik ki en geniş kandaş topluluk bilimsel anlamda antropolojide, beşer bilimdeki anlamıyla boydur. Tekrar edeyim, kavmin bilimsel tutarlılığı biraz çürüktür, işaret edilemiyor tam olarak, ayrıca beşer bilim, antropoloji yakın bir geçmişte çok yıpranmış, kötüye kullanılmış, suiistimal edilmiş bir bilimdir. Bu bilim belli bir ideolojinin tabanını, esasını oluşturmuştur. Bu yüzden bu bilime ait kavramların kullanılmasında günümüzde çekingen davranılmaktadır. Bahsettiğim ideoloji de milli toplumculuk yahut nasyonal sosyalizmdir. Antropolojinin kavramlarını çekinerek kullanırken anlatmak istediğimiz birçok şeyi de ifade edemiyoruz bu arada; her şeyin bir olumlu, bir de olumsuz yanı vardır. Antropolojinin, beşer bilimin kullanılmasında günümüzde böyle birtakım sınırlamalar vardır. Bu sınırlamaların en önemlilerinden biri kavmiyettir. Çünkü milli toplumculuk kavmiyeti tepe tepe kullanmıştır ve çok yıpratmıştır. O bakımdan bugün kavimden ya hiç bahsetmiyoruz ya da çok dikkat kesilmek, dikkat etmemiz gerekiyor. Tarıma intikal ederek, tarımla uğraşmaya başlayıp yerleşmeye koyulan insanlar, çeşitli yörelerde ortaya çıkmıştır. Güney Afrika’da, Zimbabwe’de, Batı Afrika’da, Mali’de ama daha geç bir Doğu ve Batı Medeniyetleri • 473 çağda 3. Binde her ne kerametse hemen hemen aynı çağda üç merkezde devletleşmenin baş gösterdiğini görüyoruz her nedense, 2000’lerin sonları, 3000’lerin başlarında biraz önce bahsettiğim Çin’de, Mohenjo-daro’da, Basra Körfezi’nin kuzeydoğusunda Elam denilen şu yörede Sümerlilerle başlayan bir süreç var. Daha önce Sümerlilerin Batı medeniyetleri camiasının beşiği olduğundan söz ettim. Sümerlilerin nereli olduklarını bilmiyoruz. Bizim çok hızlı milliyetçilerimiz Türk derler; değildirler. O dönemlerde 3. Binde Türkler ne yapıyorlardı, var mıydılar, yok muydular bilmiyoruz. Dilleri Türkçe gibi sondan eklemeli bir dil ama bu da bir şey ifade etmiyor. İlla aynı soydan gelmesi gerekmiyor dillerin sondan eklemeli olmaları için. Öyle çağlar vardır ki o çağlarda diller sondan eklemeli oluyorlar. Genetik anlamda Türkçeyle Sümer dilinin akraba olduğunu söyleyemeyiz. Biçim olarak evet ama biçim olarak başka birçok dil sondan eklemelidir. Mesela, Hint’teki Dravid dilleri de sondan eklemelidir. Amerika’daki diller sondan eklemelidir. Afrika’da Nil, Sahra dilleri sondan eklemelidir. O bize akrabalık konusunda fazla bir şey söylemiyor. Sümerlerde takriben 3800’lerde devletleşmenin yanında birtakım zanaat, teknikte olağanüstü gelişme olmuştur ve tabii Sümerlilerin insanlığa en önemli bir başka hediyesi yaklaşık 3400’lerde yazıyı icatlarıdır. Bu insanlığın en önemli devrimlerinden, kırılma noktalarından biridir. Yazıcının icadı bize iki şeyi daha başlatıyor: Tarihi, okullaşmayı. Okullaşma yazıyla başlar. Çok sevdiğimiz, gittiğimiz, aşık olduğumuz okul yazıyla başlar ve aynı zamanda tarih başlar. Yazıdan önceki geçmişe tarih öncesi, Frenkçesiyle prehistoria denilmektedir. Yazının icadından sonra metinler var ve metinlere dayanarak geçmişimizi inceliyoruz. İlk yazılı metinlerin örneklerini Topkapı Sarayı’nın altındaki Arkeoloji Müzesinde bulabilirsiniz. Olağanüstü bir müzedir. En büyük zenginliklerimizden biridir. Allah orayı korusun diyelim, oranın başına da bir dert gelmesin. 3200’lere tarihlenen yazılı aşk mektupları da var orada ve günümüzdeki whatsapp’lara, toplumsal basına, sosyal medyaya uygun bir üslupla kaleme alınmış mektuplardır. Sümerliler demek ki devleti, yazıyı, yelkeni, su değirmenini icat etmişlerdir, ortaya koymuşlardır. 474 • Teoman Duralı SALONDAN- Hocam, yazı veya Lidyalıların parayı bulması gibi icatlardan Sümerliler, Lidyalılar buldu diye bahsediyoruz da neden bir insanın ismini anmıyoruz? TEOMAN DURALI- Çok haklısın, herhâlde kolektif icatlar değildi. Olamaz öyle bir şey, zaten o saçmalık günümüzde ortaya çıktı takım çalışmaları, vs. Aslında bir şey yapılmadığından ötürü öyle avunuyoruz. Takım çalışması var günümüzde, Einstein’ler, Newton’lar filan çıkmadığından ne yapalım? İşte takım hâlinde çalışılıyor, bir şey de bulunmuyor. Bakmayın siz iPhone’lara, şunlara bunlara, Graham Bell buldu iPhone’u aslında, kökü, kökeni önünde-sonunda telefondur. Bir kere çorap delinmeye görülsün, eskiden naylon çorap giyerdi hanımlar, bir de ufacık bir şey söküldü mü o gider, çorap söküğü derlerdi ona, onun gibi bir şey işte, başta bir adam, bir dahi bir şey buluyor, ondan sonra onun üzerinde çeşitlemeler yapılıyor, öyle yürüyor gidiyor. Batı medeniyetlerinden bahsedersek Sümerler menşei oluyor ve daha sonra kuzeye ve batıya doğru Sami kavimleri yoluyla yayılıyor; Mısır’a, Mezopotamya üzerinden Anadolu’ya ve Ege’ye doğru yayılıyor. Bu böyle, onu şimdi bir tarafa bırakıyoruz. Çünkü dediğim gibi onu daha önce ele almıştım. Fu Xi bir bilge; bir adam, bir kabile reisi, bir obabaşı yahut boy başı durumunda, ne yapıyor? İnsanlar sürekli olarak ihtiyaçlarını karşılamak üzere elle çalışıyorlar. Topluyorlar, avlanıyorlar ve nihayet ekip biçmeye başlıyorlar. Öyle adamlar çıkıyor ki bunlar ellerini toprağa, suya vurmuyorlar. Bir köşeye çekilip, olup biteni seyrediyor, tarassut ediyor, düşünüyor. Düşün düşün bilmem nedir işin derler bizde, çünkü biz düşünmesini sevmeyiz. İcraata geçemezsiniz düşünmezseniz, düşünmenin sonucunda hareket etmekteyiz ve düşünmeden harekete geçmeye eylem diyoruz. Bu da insana mahsustur. Eylem başka hiçbir canlıda yoktur, sadece ve sadece insanda vardır, düşünmeye dayanır. Düşünen kişiler düşüncelerini ifade ederler; buna yargı diyoruz. Yargı şeklinde ortaya çıkar düşünme süreci sonuçları ve o yargılara dayanılarak icraata geçilir, eylemlerde bulunulur. İlk yargılarda bulunduğunu gördüğümüz insanlar hep bir üçlülükten hareket etmişlerdir. Az önce de söylediğim gibi kadın-erkek-çocuk üçlüsü insanın en Doğu ve Batı Medeniyetleri • 475 fazla dikkatini çeken olaydır, artı doğaya baktığımızda da hep üçlülerden gitmişizdir. Gece-gündüz ve nihayet bu iki zıtlığın bir araya gelmesi günü meydana getiriyor. Aslında var olan o iki zıtlıktır, geceyle gündüzdür. Gün yok, somut bir şey değil, o bizim uydurmamız. Yaz-kış var mı? Var, görüyoruz, yaşıyoruz. Ya yıl? O yok, onu da biz uyduruyoruz. Uydurmalarımızı da bir yerlere dayıyoruz. Diyoruz ki işte yeryüzünün güneş çevresindeki tam bir dönüşü bir yılı meydana getiriyor, tam ekseni etrafındaki tam bir dönüşü günü meydana getiriyor. Biz tespit ediyoruz bunları, bizim uydurmalarımız yaza-kışa, soğuğa-sıcağı benzemiyor. Mevsiminiz yoksa çuvallamaya başlıyorsunuz. Hep aynı örneği veriyorum, beni çok çarpan bir örnektir, Malezya’da ders vermeye gittiğimde Malayca öğrenmek için derslere gidiyordum. Bir Amerikalı Hanım: “Ben bütün gece baktım Malayca-İngilizce sözlükte yaz kelimesiyle karşılaşmadım, niye acaba? Bana bir sözlük söyleyin de onda yazı bulayım” dedi. Hocamız da dedi ki: “Malaycada yaz sözü yok” Nasıl olur? “Kışımız var mı yazımız olsun” dedi. Tropik bir iklim, kış yok. Kış olmadığına göre yaz da olmayacak demektir. Düşünün ki geceniz olmasa gündüze gündüz demeyeceğiz. Her şeyi zıddıyla anmak zorundayız. Malay dünyasında mevsim yok mu? Var. Yaz-kış yok ama yağmur mevsimi var, yağışsız mevsim var. Yıllarını, mevsimlerini ona göre kuruyorlar. Fu Xi de bu zıtlıkları tespit ediyor; yazı-kışı, günü-geceyi, erkeği-dişiyi ve buradan var olmayan bir zıtlığa zıt diyor. Bu da işte insanın kendisine mahsus olan üstünlüğü, var olmayan, somut olmayan bir noktaya geçiş. Kötülük-iyilik zıtlığı: iyiliği ışığa, aydınlığa, kötülüğü karanlığa benzetiyor. Fu Xi’den sonra gördüğümüz hemen hemen bütün bilgelerde Zerdüşt’te, Gautama Siddhartha’da, Homeros’ta hep bu zıtlığı bulacağız. Aydınlık-karanlık, iyilik-kötülük zıtlığından Fu Xi bir ayar ortaya koyuyor. Bu iki zıtlığı olduğu gibi bırakamayız. Nasıl ki yazla kış bize yılı veriyorsa, gündüzle gece günü veriyorsa, kötülükle iyilik zıtlığı yaşama bütünlüğünü vermektedir, hayatı düzenlemektedir. Hayat insana mahsus olan yaşamadır, öbür canlıların hayatı yoktur. Kedinin, köpeğin, atın, filin, amibin, süngerin, bülbülün, sümbülün sadece yaşamaları vardır. Buna dirimsel işleyişler, bi- 476 • Teoman Duralı yotik mekânizmalar diyoruz. Onlara verilmiştir, meşrebinize göre Allah vermiştir dersiniz, doğa vermiştir dersiniz, ikisi de aynı kapıya çıkar, hiçbir şey fark etmez. İkisi de benim ötemdedir. Ha doğa bilmişim, ha Tanrı bilmişim, yani Tanrı’yı kapıdan kovarken bacadan alıyoruz. Çünkü ikisi de müdahalemizin dışında olan olaylardır, tıpkı hayatımı belirleyen kaderim gibi. Genlerimi kaderim gibi değiştirmeme imkân yok, bunlar bana verilmişlerdir. Kansere yatkınlığım varsa genlerimde iki gıdım sigara da içsem kanser oluyorum, yoksa fabrika gibi de tütsem hiçbir şey olmuyor bana ama bildiğimiz için içmeyin derim size, genlerimizin nasıl olduklarını baştan tayin edemiyoruz, bilmiyoruz. Gen ölçer diye bir aletimiz yok. O bakımdan en doğrusu dediğim gibi bunu da size tecrübeyle söylüyorum. Yani kafadan atmıyorum. Sonra böyle sürekli içmek zorunda kalırsınız eğer yaşarsanız, bir de o var. Buna da şükür. Şimdi, hayatımızı iyi ve kötü ayarına göre tanzim etme durumu, sadece insana mahsus ve bizi yaşatan içgüdülerimiz olmadığından ötürü yaşamamızı ayarlayan kurallar bütününe edep diyoruz. Dinlerin maksadı edeptir. Hangi dini ele alırsanız alın, temel maksadı edeptir. Büyük dahi Celaleddin-i Rumî Mevlânâ “Kur’an’ı baştanbaşa okudum, edepten başka bir şey bulamadım” diyor. Niye edep, edebe ne lüzum var? Bir kere hayatımızı idame ettirmek için ihtiyaçlarımızı karşılamak üzere iş görüyoruz. Ekiyoruz biçiyoruz, kanallar açıyoruz, yollar açıyoruz. Bunları yaparken karşımızda nesneler var, o nesneleri işliyoruz. Bana masa nedir diye sorsanız “işte bu” diyorum. Ancak iyilik, fazilet, cesaret, kötülüğü gösteremezsiniz. Aynen matematikte 1, 2, piramit, üçgen, beşgen, pi sayısı, din ve ahlâk kavramları gibi; bunlara ideal kavramlar diyoruz. Bunların gösterimi yoktur, işaret edemezsiniz. Masa da aslında soyut bir kavramdır, buna girmeyeceğim şimdi ama en azından gösterebiliyorum. Bu da şişe ama değişik biçimde de olabilir ama ideal kavramları işaret etme imkânından yoksunuz. Bu anlamda şu sorulmuştur: Bunları bana veren kim? Madem önümde yok bunlar, madem gösteremiyorum, işaret edemiyorum, nereden geliyor bunlar bana? İnsanlardaki bu merakı gideren, gidermeye yönelik alana, yani maddi Doğu ve Batı Medeniyetleri • 477 varlıkların ötesindeki sahaya maneviyat denilmiştir. Din maneviyattan hareketle maddiyatı belirleme çabasıdır. İlle dinlerin Tanrısı olmayabilir, birçok tanrısız din vardır ama kaçınılmazcasına her din maneviyat arkalıdır, maneviyata dayanır. Dünyayı, evreni maneviyattan hareketle belirlemeye çalışır. Maneviyatın en toplumsal görünümü tekrar ediyorum, demin söyledim, edeptir. Burada dinle kültür çakışırlar. Hayatımızı edep kurallarına göre inşa etmekteyiz. Ne yapıyorsak bütün zanaatlarımız, sanatlarımız da temelde edep kurallarına dayanmaktadır. En basiti bal satıyorsunuz, sahte de satabilirsiniz, düzgün de satabilirsiniz. Balı örnek veriyorum, ben çünkü çok severim balı bir, ikincisi de balın halisiyle sahtesini ayırt edemezsiniz. Ne kadar uzmanı olursanız olun laboratuar ortamına sokup da orada tahlil etmediğin sürece bal halis midir, değil midir anlaşılmıyor. Kaç yere kazık yemişimdir. Karakovan balı diye satmıştır adam bana, baştan ayağa sahte çıkmıştır. Çünkü inceletmişimdir sonra, yapacak bir şey yok, lanet ediyorsunuz. Her alan, her kesim edepten nasibini almaktadır. Çok sonraları felsefe-bilim ortaya çıktıktan sonra edebin felsefece işlenmesiyle ahlâk karşımıza çıkmıştır. Ahlâk edepten farklı olarak dine dayanmaz, ahlâk felsefenin neticesidir. Din tanrı veya ona benzer bir güçle nemalanır, ona dayanır. Felsefe aklın gücü dışındaki bir güce dayanmaz. Bu dine karşı olma anlamına gelmiyor. Özerktir, sadece ve sadece aklı esas almaktadır. Onun inşa ettiği edep o anlamda dini olmaktan uzaktadır. Zaten ahlâk hayatımıza ilişkin bize bir şey söylemez, edep hayatımızı yönlendirir, idare eder. Ahlâkın böyle bir derdi yoktur ama şimdi ahlâk üzerine daha başka bir şey söylemem yakışık almaz. Çünkü konumuz felsefe değil, bunları hep en eski bilgelerden Fu Xi’yi anlamlandırmak, ortaya koymak maksadıyla söylüyorum. Fu Xi’nin bildirdikleri ağızdan kulağa binlerce yıl aktarılmış ve nihayet MÖ 5. yüzyılda Lao Tzu adındaki büyük bilge Fu Xi’den gelen değerleri işlemiş, kaleme almıştır. 3400’lerde yazı icat edildi dedim, tahminen, 1000-1500’lerde yazı Çinlilere intikal eder ve en eski Sümer yazılarından birini üstlenirler. Fikir yazısı diye Türkçeye çevirdiğim ideogramı hâlâ kullanır Çinliler; her şekil bir kelimeyi ifade eder ve tıpkı aritmetikte kullandığı- 478 • Teoman Duralı mız rakamlar gibi telaffuz değeri yoktur. Bunu Türkçede üç diye okuruz, Farsçada görenler s derler, İngilizcede görenler three derler. İşaret ise belirli bir fikri ifade eder ve onu gören herkes hangi dili konuşuyorsa konuşsun o işareti anlar. Çin yazısı da böyledir. Bu Çin yazısına hayran olanlar vardır. Bunlardan biri büyük Alman filozofu Leibniz’dir. 17. yüzyılda yaşamış ve Avrupalıların Çin yazısını benimsemelerini önermiştir ama tutmamış, almamışlardır. Dediğim gibi sadece matematikte biz fikir yazısını kullanmaya devam ediyoruz. Bilindiği üzere en kesin, sağlam dil matematik dilidir. Bir şeyi matematikleştirdiğiniz takdirde kavga biter, orada herkes görüş birliğine varmak zorundadır. Matematikten uzaklaştığımız ölçüde de kavga artar. En fazla da sosyolojiye, edebiyata, vs. girince her biri birbirini didikler. Lao Tzu zıtlıkları yin ve yang olarak koymuştur. Gördüğümüz, karşılaştığımız bütün zıtlıklar ya yin ya da yang kategorisinde sınıflanırlar. Yin alçak, rutubet, düşük olan, soğuk, alıcı, vs. anlamlarına geliyor. Yang bunun zıttı, yüksek, yaş, erkek, vs. En üstün yang dünyada göktür, Çincesi tien. Alçaklığın en son noktası ise yerdir. Eski Türklerde de bu böyleydi. Çin’in tien’i Tengri/Tanrı’dır, Gök Tanrısıdır, yer tanrıçası ise Umay’dır. Çok hüzün verici bir hâli vardır Umay’ın, Moğolistan’da uçsuz bucaksız düzlükte âdeta ağlayan bir heykel görürsünüz. Boşluğun içine atılmıştır. Ben de başucuna oturdum, Umay’la birlikte ağladım. Lafın gelişi, sen nasıl böyle terk edilmişsin... Ama manzara çok karanlıktı, soğuk kar altında arkasındaki ırmak donmuş ve o orada böyle gözleri düşmüş. Zaten yusyuvarlak bir taştır. Bir sanatı yok, içler acısı bir görünümü vardır. Çin medeniyeti iki zıtlık üzerine inşa edilmiştir. Yemek pişirmesini hiç beceremem, bilmiyorum ama öyle anlattılar bana, Çin yemeği tamamıyla bu yin ve yang zıtlığına uygun hazırlanırmış. Çin tıbbı akupunktur aynı şekilde yin-yang üzerinde yürür. Tien-Şan, bizim Tanrı Dağları dediğimiz Moğolistan’ın kuzeybatısında çok yüce dağlardır, hemen Altaylar’ın bitişiğindedir. Göğün (tien) dünyadaki izdüşümü ikidir: Devletin başında imparator, ailenin başında aile reisi. İkisinin de dokunulmazlığı var. Daha da öte ikisi görünmeyen yaratıklardır. İmparatoru Doğu ve Batı Medeniyetleri • 479 kimse görmez, kimse imparatorla karşı karşıya gelmez. Gelmek zorunda olanlar bile başlarını önlerine eğer ve kendilerini yere atarlar. Başını kaldırıp da acaba bu neye benziyor diyen çıkmadı. Devleti onun adına yöneten, ondan güç alarak idare eden veziriazamdır. Bugünkü terminolojimizde konuşursak başbakandır. Devlet her şeydir. Her işe devlet karışır. Devletin başında bulunan -çok önemli bir noktadır- imparator tanrısal bir varlıktır. Lao Tzu’nin kurduğu düzene Avrupalı düşünce tarihçileri okul diyorlar ama bunlar okul değil, biz çok daha yakın olduğumuz için daha iyi anlıyoruz onların ne demek istediğini, bunlar tarikattırlar ve kurduğu tarikatın adı Tao’dur. Tao evrenin bütünü demektir. Her şey başlangıçta bir bütündü, zamanla yin ve yang olarak ayrışarak çoğaldı. Bütün bu ayrışmalardan meydana gelen çoğalma göz aldatmacasıdır. Hakikat bir ve tektir, o da Tao’dur. Tanrı mıdır bu? Bilmiyoruz. Bakın, burada çok önemli bir nokta var. İçine doğup içinde büyüdüğümüz kültürün mahkumuyuz. En azından ben şaşkın, anlamlandıramıyorum bunun ne olduğunu, anlaşılıyor mu? Yani Tanrı mıdır? Değil. Değilse ne? Bilmiyorum, bir anlam veremiyorum. Tarikat olarak kurdu dedim size, tarikattır bu fakat o tarikat dinleşmiştir, din olmuştur. Çok önemli bir nokta: Asya’daki bilgeliklerden dinler ortaya çıkmıştır. Lao Tzu bir din önderi olmuştur. Peygamber diyemeyiz, çünkü Tanrısı yok. Peygamber Tanrı elçisidir. Batı’da bu var mıdır? Kısmen var. Hıristiyanlıkta da İsa düzayak bir peygamber değildir. Tanrı gibidir, onu da anlamıyorum, onu da size izah edemem. Hıristiyanlıktaki teslisi de ben size anlatamam ne olup ne olmadığını, sadece şu kadarını söyleyeyim: 1994’te Sudan, Hartum’da ders veriyordum, Malezya’dan tanıdığım Sudanlı bir arkadaşım geldiydi. Beni tuttu, köyüne götürdü. Hartum’un 130-140 km güneybatısında bir köye gittik. Köyün dışında rençper olan bir akrabasına götürdü. Çok hoş bir adammış, ben tabii o sıralarda genç bir adamdım, o da 60’larında filandı. Bana çok yaşlı geliyordu. “Yahu geçenlerde tuhaf bir şey oldu” dedi akrabası, “Ne oldu?” dedik. “Buraya üç adam geldi. Bana oturdular, uzun boylu İsa’yı anlattılar. Hiç bunu daha önce işitmedim. İsa sağa, İsa sola, İsa aşağı, İsa yukarı” “Ne bu?” dedim. İşte dediler ki: “Üçlüden 480 • Teoman Duralı biridir. Tanrı baba, Rûhulkudüs ve oğul” “Gidin be kardeşim, gidin işinize, zaten ben bir Allah’la başım dertte, bir de başıma üç tane çıkardınız, onlarla uğraşacak hâlim yok, gidin diye heyetleri kovaladım buradan” dedi. İşte benim de anladığım Sudanlı rençperin bana anlattığı hikâye kadar. Bizim için tabii Hz. İsa peygamberdir, bu muhakkak ama Hıristiyanların öyle anladığını sanmıyorum. Batı medeniyetleri camiasında peygamberlik müessesesi bir Yahudilerde vardır, bir de Müslümanlıkta vardır. Çünkü burada Tanrı’nın yeri, konumu çok açıktır, hiç sarsılmaz bir biçimde belirlenmiştir. Taoculukta Lao Tzu’nin durumu böyle değil, bir din büyüğü, bir din yol açıcısı ama konum itibariyle bizim bildiğimiz kavramlarla açıklanabilecek bir şey değildir. Öbürleri de öyle; Lao Tzu’nin çağdaşı Kung-Fu-Tzu usta, üstat anlamına geliyor. Marco Polo bu KungFu-Tzu’yi (Kung Fu Çe) İtalyancılaştırarak Konfüçyüs hâline getirmiştir ve dünyada bu ad altında tanınır olmuştur. Ne yapmıştır Konfüçyüs? Lao Tzu’den aldığını ebedi devlet, siyaset görüşüne dönüştürmüştür. Bu devlet ve siyaset görüşünde merkezde imparator ve imparatora mutlak itaat vardır. İmparator adaleti gerçekleştirmekle yükümlü olan kişidir. Adaletten saptığı andan itibaren çevresinde yer alan danışma meclisi onu görevinden alır. Ama imparatorların adalete aykırı davranışlara geçtiklerine tanık olmuyoruz. Çin’de hanedan değişiklikleri olmuş, bu hanedan değişikliklerinin sebeplerini açık seçik bilmiyoruz. İsyanlar oluyor, devriliyor hanedanlar, yeni hanedanlar işbaşına geliyor ama bunların ömürleri o kadar uzun sürüyor ki zamanla olup bitenleri takip edemiyorsunuz. Devletin yapısı vatandaşların arasında aile olarak karşımıza çıkıyor. Ailede ata, aile reisi mutlak itaate sahip olan kişidir. Baba görülmeyen adamdır. Aileyi çekip çeviren, ailenin bütün sorumluluğunu üstlenmiş olan annedir. Anne babadan aldığı yetkiye dayanarak alikıran baş kesen, anneye ses çıkaran babaya gitmekle tehdit edilir ama babaya giden yok. O medeniyetin sürdüğünü ben benim baba evimden bilirim. Binlerce yıl önceki Çin medeniyetinin bizdeki hakimiyeti çocukluğumda baba evimizde Doğu ve Batı Medeniyetleri • 481 vardı. Ben babamı hemen hemen görmezdim, hep işteydi ve annemin en korkutucu tehdidi bu; baban gelir. O her şeyi yapardı, döver de, söver de. Tabii onun işleri korkunç zordu, hele benim veliliğimi yapması felaket bir şeydi. Bakalım bunun hesabını ben bir gün nasıl vereceğim öbür tarafta, onu da kara kara düşünüyorum. Hele geceleri kabus gibi geliyor bana bazen, o hesabı nasıl vereceğim. Neyse, Doğu’daki, özellikle de Çin’deki yönetim şekli Batı dünyasında hep mutlakiyetçi olarak tanınmıştır ama benzeri İran’da da vardı. Acaba Acemler de mi Çin asıllıdır diye soracaksınız, hayır, onların Hint-Avrupalı olduğunu kesin biliyoruz, onda hiç şüphe yok ama her ne kerametse bu Konfüçyüsçü anlayış kendini Zerdüşt’te de hissettirmiştir. Zerdüşt Mazdek dininin de mimarıdır ama Zerdüşt’te Tek Tanrı fikri vardır, bunu hemen belirteyim, vahdetçidir. SALONDAN- Hürmüz ve Ehrimen olarak iki tanrılı yapı yok mu? TEOMAN DURALI- Hayır, Hürmüz Tek Tanrıdır. Ehrimen’i reddeder. Ehrimen tanrı değildir, sadece İblis’tir. O sebeple Müslümanlar İran’a girdikten sonra Zerdüştîlere, Mazdeklere kötü davranmamışlardır. Çünkü çok büyük benzerlikler bulurlar. Avesta diniyle, Zerdüşt diniyle, Mazdekle büyük benzerlikler vardır. O Tanrı’nın çift oluşu Zerdüşt’ten öncedir. Ahura Mazda’yla Druj Ehrimen Tanrı’dır, ikili karşıtlık vardır ama bu Zerdüşt’ten öncedir. Konfüçyüs şu hâlde devlet yapısını belirler ve o devlet yapısı MÖ 5. yüzyıldan günümüze değin Mao Çin’ine rağmen sürüp gelmiştir. Hep şunu ikna ettim: Mao Marxçı değildir, bir Konfüçyüsçüdür ama Konfüçyüs’ü çağdışı ilan ettiklerinden modaya uymak için kendine Marksist denilmiştir. Toprak dağıtımı, toprak mülkiyeti aynı Konfüçyüs’teki gibidir. Sonra bozuldu bunlar tabii, özellikle 19. yüzyılda İngiliz alçak emperyalizmiyle Çin’in Konfüçyüsçü yapısı allak bullak oldu. Bilmem işittiniz mi, İngilizler zorla Çinlilere afyon yutturdular, afyona alıştırdılar. 1890 ve 1900’de Çinliler ayaklandılar afyon yutmak istemiyoruz diye, buna Boxer İhtilali denildi. Yumruklarıyla İngilizlerin silahlı bir- 482 • Teoman Duralı liklerine karşı çıktılar ve tabii yenildiler, top ateşine tutuldular. İnsan haklarını savunanlar tarafından kitleler hâlinde katledildiler. Büyük karışıklıklar oldu, Çin’de devlet çöktü, derebeylikleri ortaya çıktı ve nihayet 1910’da Sun Yat-sen adındaki bir adam Çin’de cumhuriyeti ilan etti. Son hanedan ki Çinli değil Mançuryalıydılar, kovuldular. 1937’de batı Çin Japon işgaline uğradı, Japonlar bilhassa Nankin’de feci katliamlar yaptı ve 1945’te savaşın bitimiyle birlikte çekildiler. Çin’de iç savaş baş gösterdi ve iç savaşı Mao’nun Kızıl Ordusu Mareşal Çan Kay-Şek’e karşı kazandı. Mareşal Çan Kay-Şek’in milliyetçi birlikleri Tayvan adasına çekildiler. O gün bugündür burası bir Halk Cumhuriyeti adı altında idare edilmektedir. Çin çok geniş bir araziden oluşuyor ama Çinlilerden oluşmuyor tamamı, Çin’de önemli azınlıklar var. Başta Doğu Türkistan’da Uygurlar var, Kazaklar var, Tibet’te Tibetliler var, Mançuryalılar tamamıyla Çinlileşmiş durumdalar ve iç Moğolistan. Bağımsız olan Moğolistan dış Moğolistan’dır. Çin’in en önemli özelliklerinden biri dışarıdan gelen saldırıları, kavimleri içine alır, eritir, Çinlileştirir. Bir süre sonra bakarsınız, onların kendileri, özleri bitmiştir, Çinlileşmişlerdir. Benzerini İran’da görüyoruz. Dışarıdan gelenleri alır, içinde eritir ve Farslaştırır. Çok güçlü kültürleri vardır. Her medeniyet belirli bir kültürü merkez alır. Çin medeniyeti de MÖ 3. yüzyıl Çin kültürü üzerinde inşa olunmuştur ve bu medeniyetin çevre kültürleri Moğollardır, batıya kaymadan önce Türklerdir, Japonlar, Kore ve kısmen güneydoğu Asya. Güneydoğu Asya bir kırılma noktasıdır, Hint’le Çin medeniyetinin karşılaştığı bir fay hattıdır; Myanmar, Burma, Siyam, Vietnam, Laos, Kamboçya. Hint medeniyeti zamanla kuzeye yayılarak Tibet’i etkisi altına alır, Çin medeniyetinin etki alanından çıkararak kendisine katar ve Tibet üzerinden özellikle Hint menşeli olan Budacılık Tibet üzerinden Çin’i etkiler, Moğollar tarafından kabul edilir ama onlardan önce de Uygur Türkleri Budacılığı kabul etmişlerdir. Biz Hint medeniyetine bakmadığımız için şimdi onun üzerinde fazla bir şey söylemeyeceğim. Konfüçyüs’ten sonra Mo Ti adında büyük bir bilge gelir ve o da Çin’in devlet ve aile hukukunu belirler. Bir devletin üç sütunu vardır: Hukuk, -ahlâktan gelir- iktisat ve siyaset. Mo Ti özel- Doğu ve Batı Medeniyetleri • 483 likle hukuku belirler. Çin olağanüstü derecede sağlam bir hukuk devleti olarak yaşaya gelmiştir. Belki bu kadar uzun ömürlü olmasının hikmeti de buradadır. Çok sağlam bir hukuka dayalı olmasındadır. Galiba ben yine ipin ucunu biraz kaçırdım, sizi fazla tuttum ama konu bunu gerektirdi. Kısmetse bundan sonraki konuşmamızda kısmen Çin’den hareketle eski Türk tarihine bir göz atacağız. Çin’den etkilenmekle birlikte çok önemli ölçüde Çin’den ayrıldığını görüyoruz. Türkler benim bildiğim kadarıyla tarihte seyyar devlet kuran tek millettir. Devletler hep sabittirler. Özellikle de gördüğümüz gibi Çin 3000-4000 yıldır yerinden kıpırdamamıştır. Bütün eski büyük devletler böyledirler. Türklerin kurduğu devlet bir konargöçer topluluğun devleti olmuştur. Öteki bütün konargöçer toplumlar devletsizdirler, devlet kurmamışlardır. SALONDAN- Hocam, Moğollar? TEOMAN DURALI- Onu soracağınızı bekliyordum. Moğollar yerleşiktirler, göçer değildirler ve Moğollar yurtlarından çok uzağa gidince çökmüşlerdir. Bunun da sebebi evlilik düzenleridir. Türklerin gene çok özgün, orijinal bir evlenme düzenleri vardır. Kadın topluluğun dışından alınır ama bunu da dediğim gibi sonraki bir şeyimize bırakalım. SALONDAN- Tarih felsefesiyle uğraşmak isteyen bir kişi genel olarak hangi sahalarla ilgilenmeli, hangi lisanlara vakıf olmalıdır? TEOMAN DURALI- Tabii ki önce felsefe ve tarih. Medeniyet tarihi, yani belirli bir toplumun, milletin tarihinden ziyade genel medeniyet tarihini. Nereden geliyorum ben buna? Ben tarih felsefecisi değilim ama çok ilgimi çeken bir tarih filozofu Arnold Toynbee’yi göz önünde tutarak bunu söylüyorum. Arnold Toynbee medeniyet tarihçisidir, bir filozoftur. O bakımdan sorunun ilk bölümü felsefe öğrenimi göreceksiniz, artı medeniyet tarihi öğrenimi. Felsefede diller değişir. Hangi felsefeye ağırlık veriyorsanız, onun diline intisap etmeniz lazım. Eski Çağ felsefesiyle uğraşıyorsanız Yunanca bilecekseniz, İslam felsefesiyle uğraşıyorsanız tabiatıyla Arapça göreceksiniz. Orta Çağ Hıristiyan fel- 484 • Teoman Duralı sefesi Latinceyi gerektirir. Felsefenin dört ana dili var: Yunanca, Latince, Arapça, Almanca. Çünkü bunlar felsefede dört ana yoldur, gelenektir. Hangisini seçiyorsanız, onun diline intisap etmeniz lazım. Tabii bugün yazının-çizimin yüzde 80’i İngilizce, bu bakımdan asıl metinlerinizin dışında okumanız gereken yazılar İngilizce olacağından İngilizce de biliyor olmanız lazım. Türk tarihiyle uğraşacak olanlarla da benzer bir zorunluluk var. Eski Türk tarihine değinenlerin Çince bilmesi kaçınılmaz, arkasından 8. yüzyıldan sonraki tarihimize bakanlar Farsçayı bilmek zorundalar. İslami devirlerle uğraşanlar tabii ki Arapça bilmek zorundadırlar. Bir de tabii Türkçenin değişik dönemlerdeki çeşitleri var. En eski Türkçe Göktürkçe, Uygurca, orta Türkçe ve geç dönem Selçuklu, Osmanlı Türkçeleri söz konusudur. Gerçi Selçuklu Türkçesi yok, Selçukluların resmi dili Farsçaydı ve yerden yere vurduğumuz Osmanlı olmasaydı bugün Türkçe konuşmayacaktık. Türkçe Selçuklu’ya kalaydık bitmişti. Bunun yanında Türkçeyle en fazla uğraşmış olan kültürler Almanlar, Ruslar; bu sebeple Rusça ve Almanca şart, bunun yanında tabii İngilizce var. SALONDAN- Farslardan bahsettiniz, Hârezmî Arapça yazmıştı. Kendisi Fars mıydı, Türk müydü? TEOMAN DURALI- Fars. Biz çok duygusal insanlar olduğumuzdan herkesi Türkleştiriyoruz. Cengiz Türktür, Atilla Türktür, Birunî Türktür, İbn Sina Türktür ve aklınıza kim gelirse… bana kalırsa Birunî, İbn Sina Türk olsun da Cengiz niye Türk olsun, Atilla niye Türk olsun? Kelle kesen, uçuran adamlardır bunlar, ikisinin de böyle övünülecek bir tarafı yok. İç içe yaşadığımız, bize en yakın millet Farslardır. Benim özel bir bağlantım yok ama nesnel olarak baktığımızda bize en yakın olan millettir. İşte Yunanlılarla biz bu kadar iç içeyiz, patlıcan musakkaymış, bilmem ne hikâye, bizim en iç içe olduğumuz, bütünleştiğimiz… seviştiğimiz diyemem, zaten ne kadar yakın olursanız o kadar düşman oluyorsunuz. SALONDAN- Aynı şey Mısır için de söz konusu olabilir mi? TEOMAN DURALI- Hayır. Birincisi, Mısırlılar olağanüstü derecede sevimli insanlardır, insan adamlardır. Misafir eder, yedirir Doğu ve Batı Medeniyetleri • 485 içirir, hiçbir şeysi yoksa ekmeğini ikiye böler verir. Genelde Araplarda vardır bu, çöl Arapları dışında, yani Bedeviler daha serttirler, daha diktirler, Mısırlılar köylüdürler, fellah ve onun verdiği bir yumuşaklık vardır. Yumuşaktırlar, dövüşmeye pek istidatları yoktur. Kızarlar, bağırırlar çağırırlar falan filan, çok da gırtlaktan konuşurlar ama oradan bir kan çıkmaz. Kabadayılıkları yoktur. Türkün en önemli özelliği, çok eski savaşçılığının kabadayılık olarak devam etmesidir. Yani bu bizim yürüyüşümüze bile intikal eder. Yengeç yürüyüşü, kayboluyor tabii, günümüzde artık Avrupalılaştığımız ölçüde bunlar siliniyor ama benim gençliğimin en önemli olayı kabadayı olmaktı. Kabadayı olmak bir ülküydü bizim için, Mısır’da bu yok, İran’da da yok bu, hatta İran’ın Acem kesiminden Türk kesimine Azerbaycan’a geçtiğinizde ilk gözünüze çarpacak olan budur. 1970’te ben Tahran’dan Tebriz’e gelirken arabanın nerede durduğunu bilmiyordum. Bir çay evine girdim, tenhaydı, soramadım da burası Azerbaycan mıdır, değil midir? Şah dönemi, zaten çok da korkuyordum. Her tarafta Savak ajanlarını bekliyordum. Kapı açıldı, iki adam girdi içeri, yumurta topuk, top ense, ceketleri sağ omzuna atmış ve tespih çekerek geliyorlardı. Tamam dedim, Azerbaycan’dayım. Bir-iki adım attılar, Azeri Türkçesi konuştuklarını işittim ve gönlüme su serpildi. Demek ki Tebriz’e yaklaşıyoruz dedim. Mısır’ı yönettik. Mumluklular yahut Kölemenler Türktüler. Daha sonra Osmanlılar geldi ama Mısır’la bizim çok içli dışlı olma durumumuz yoktu. Çünkü biz Orta Asya’dan buraya gelirken Türkistan dediğimiz yer Farslılarındır, onlardan aldık biz burayı ve 1000 yıl boyunca Anadolu’ya intikal edinceye değin iç içe yaşadık, bir kısmımız yine buralarda kaldı. Ufacık bir yerin dışında burayı tamamıyla Türkleştirdiler. İran’da da bugün 80 milyon nüfusun yanlış hatırlamıyorsam 24-25 milyonu Azeri’dir ve 2-3 milyon da Türkmen vardır. Yani İran’ın neresine giderseniz gidin Türkçeyle anlaşıyorsunuz. Tavır, tutum itibariyle de bu böyledir. Diller çok iç içe geçmiştir. Çok büyük bir benzerlik ortaya çıkmıştır. Gramer olarak değil ama kelime itibariyle biz Arapçadan çok daha fazla Farsça almışızdır dilimize, Arapça daha ziyade yüksek seviyedekilerin kelime hazinesinde kalmıştır. 486 • Teoman Duralı Farsça kelimeler gündelik konuşmalarımızda fazladır: Pencere, cam, zemin, çap, namaz, oruç hep Farsçadan gelen şeylerdir. O anlamda ben kendi yaşantımdan hareketle söylüyorum, Mısır’da kendimi o kadar evimde hissetmedim İran’da hissettiğim kadar, tek orada terslik Şah zamanında Şiiliğin ısırganlığıydı. Camiye gireceksiniz, Şii misin diye sorarlar, tabii benim tipim de aykırı olduğu için hemen durduruyorlardı. Bugün o da kalkmış gözüküyor. Humeynî on yıl daha yaşasaydı sanıyorum bu tefrik büyük ölçüde kalkacaktı. Zaten ne olur ilan et, gaip imam sen ol demişler. Estağfurullah demiş. Benim bu tabii görüşüm, bilmiyorum ne kadar doğru, ne kadar yanlış, kılık kıyafet açısından da çok benzeşiyoruz İran’la. Mısır çok farklı, tabii erkeklerin çöllük bir memlekette entari giymeleri normal. Başka, buyurun. SALONDAN- Hocam, Tao dininden bahsettiniz ama peygamberi yok, Allah’ı, Tanrısı yok. İnanç sistemi diyoruz ona, inanç sistemine nasıl din diyoruz? TEOMAN DURALI- Onu söyledim, maneviyatı var, manevi güçlere olağanüstü derecede inanılıyor. Mesela, tanrısal olmayan Budacılığın da tanrısı yoktur ama Gautama Siddhatrha öldükten sonra onu Tanrı ilan ettiler. Yani Taoculuk zaten pek yerleşmedi. Zihniyet olarak evet ama din olarak yayılmadı. Ne oldu? Hint’ten gelen Budacılıkla Taoculuk karşılaştığında mecz olundular ve Zen Budacılığı ortaya çıktı. Yine Zen Budacılığında da açık bizim anladığımız anlamda bir Tanrı yok ama bir tanrısallık anlayışı var. Çin’de o kadar açık değil ama mesela Zen Budacı olan Japonlarda o Tanrı’nın temsilcisi imparatordur ve imparatora bundan yetmiş yıl öncesine değin bakılamazdı. Japonya yenilince İkinci Dünya Savaşında Missouri gemisinde barış anlaşması imzalıyorlar, teslim oluyorlar yani, Amerikalılar Japonlara bilakaydüşart bütün şartları kabul ettiriyorlar, imparatoru tasfiye edeceksiniz dedikleri anda Japon temsilciler kalkıyorlar ayağa: “Hayır, Japonya’yı zaten yerle bir ettiniz, daha da edin isterseniz ama biz bunu kabul etmiyoruz” dediler. Bunun üzerine Amerikalıların kumandanı MacArthur “İlahi kudretinden soyunacaktır” diyor. Japonlar tekrar yerlerinde oturmuyorlar, nasıl olsa biz bunu Doğu ve Batı Medeniyetleri • 487 yapmayacağız diyerek peki diyorlar ama imparator zaten Japon ordularına “Teslim olunuz, silahlarınızı bırakınız” diye radyoda ilk defa tarihte hitap edince tanrısallığından soyunmuş oldu. Gerçi o hitabını kimse anlamadı, tercüme ettiler. Nasıl ki bizde çok ağdalı bir Osmanlı Türkçesiyle bir şey söylense anlamayacaksak orada da ağdalı bir Japoncayla seslendi. Bütün büyük dillerde iki yön vardır: Bir üst edebi dil vardır, bir de avam dili vardır. Bizde Osmanlıca başka bir dildi diye çamur atarlar, hayır efendim, her dilde, Latincede de, Almancada da, Arapçada da, Japoncada da öyledir. İmparatorun sesini radyodan işiten Japonlar şok oldular ve bir kısmı harakiri yaparak korkunç şerefsizliği yediremediler kendilerine. Sorunuza dönecek olursak, bizdeki Tanrı görüşü istisnaidir: Sadece yaratan bir Tanrı değil bu, aynı zamanda idare ediyor, sürekli müdahil, Rahman, Rahim ve Rab. Bunu başka dinlerde, başka kültürlerde bu şekilde göremiyorsunuz; ilk defa Yahudilikte, İbrahim dininde ortaya çıkıyor. Musa’yla birlikte bu tecsim oluyor ve çok tuhaf bir biçimde hiç yeri yokken Eflatun’da da bu Tanrı görüşü vardır. Tanrı’nın varlığı değil, rablığı ve rahmeti üzerinde tartışıyorlar. Bu Tanrı rahimdir, Rab’dır; buna benzer Yunancada birtakım terimler sıralıyorlar. Tanrı’nın bu sıfatlarını inkâr edenler kaç kere idam edilecek? Çok sert adamdır Eflatun’umuzun şakaya gelir yanı yok. SALONDAN- Hocam, Hz. İbrahim’in Mezopotamya bölgesine aslında Hindistan’dan gelme bir Brahman olduğu iddia ediliyor. TEOMAN DURALI- Hindistan değil. Sümerlilerin kıyısında yaşıyordu İbraniler, Yahudilik yoktu. Din adıdır Yahudilik. Varsa Yahudi vatandaşımız şimdi özür dileyerek söyleyeyim, yine burada da hır çıkarmış olmaları gerekir ki buradan kovulmuşlar ve Hz. İbrahim’in önderliğinde batıya geliyorlar. Çok uzun yıllar çöllerde dolana dolana Filistin’e varıyorlar. Bu MÖ 2000 küsurlarda cereyan eden bir olay, Hz. Musa’nın 1300’lerde dünyaya geldiği söylenir. Tabii geç bir tarih bu, o tarihlerde Yahudiler gene buradan da kovulmuşlar, Mısır’da ikamet ediyorlardı. Mısır’daki sürgünleri 200 küsur yıl sürdü ve Musa’nın önderliğinde tekrar Fi- 488 • Teoman Duralı listin’e dönüyorlar. Buradan Sümerliler mi, başka Sami boylar mı kovdu bilmiyoruz ama Filistin’den kovanlar Kenanlardır. Onlar nereden gelmiş belli değil, denizden geldiklerini söyleyenler var, kuzeyden indiklerini söyleyenler var. Bu Kenanlarla kapışıyorlar ve Kenanlar onları sürüyor. İsrail’den çıkıp Mısır’a sığınıyorlar ve ondan sonra bildiğiniz hadiseler cereyan ediyor. Özellikle Mısır’da kendisine Allah’ın dini geldikten sonra Hz. Musa Firavun’la çatışıyor. Firavun’u döndürmek istiyor. Firavun da diyor ki: “Ben burada tanrıyım, sana ne oluyor? Sen bana nereden yeni Tanrı çıkarıyorsun?” Bütün çok tanrılı dinlerde Tek Tanrılı dinin karşılaştığı durum budur. Roma’da da bu böyle olmuştur, Hıristiyanlık geldiğinde buranın Tanrıları var, ne oluyor size demişlerdir ve işte güya aslanlara filan atmışlar. Benzeri biliyorsunuz Hz. Peygamber’in döneminde Mekke’de oldu, kısacası Hint’ten geldiğine ilişkin ben bir şey bilmiyorum. SALONDAN- Dil olarak da benziyor Hocam, Brahmanİbrahim… TEOMAN DURALI- Kelimelerin benzerliğinden hareket etmek yanlış bir iş olur. Hiç benzemeyen dillerde benzer kelimeler çıkabiliyor. Hindistan konusunu bilmiyorum. Hz. İbrahim’in bağlı bulunduğu millet, İbrani toplumu Sami’ydi ve Hintliler Hint-Avrupa’ydılar. Yani farklı ırklar. SALONDAN- Hocam, medeniyetle ilgili bir soru sormak istiyorum. Siz daha evvelden İslam öncesi Türk tarihini bir ölçüde Çin medeniyetiyle irtibatlamıştınız. Her şeyden önce Türk medeniyetinden mi söz edebiliriz, Osmanlı medeniyetinden mi ya da İslam medeniyetinden mi? TEOMAN DURALI- İslam medeniyeti. SALONDAN- Normalde bir medeniyeti söyleyebilir miyiz? Bir konu daha söyleyeceğim müsaade ederseniz, şimdi daha evvelden Osmanlı döneminde bir İslam milleti kavramı vardı; yani nation, millet kavramı. Daha sonra en azından Türklerin kabul ettiği bir kavram. Bu konuyu da açıklarsanız sevinirim. Doğu ve Batı Medeniyetleri • 489 TEOMAN DURALI- Milletten başlayalım. Milletin bizdeki tarihi anlamı çok farklıdır. İslam lügatinde, jargonunda millet dini bir topluluktur. İslam’da Avrupa’da gördüğünüz nation anlamında millet yoktur. O nation anlamındaki millet bize II. Meşrutiyet’ten sonra gelmiştir, 1908-1909’larda başlar. Daha önce gerçi şu anlamda var: Abdülhamid zamanında Almanya’dan mebzul miktarda subay getirilir. Bunlar harp okulunda hoca olacaktır. Bizim harp okulundaki talebelere milliyet fikrini aşılarlar. Prusya Almanya’sında milliyet çok güçlü bir olaydı. Bunu bizim harp okullarında Alman subayları talebelere işlemeye başlarlar ve milletin bizdeki geleneksel manası değişmeye başlar, nation anlamına gelir. Alman milliyetçiliğinde nation, aynı kandan gelen insanların teşkil ettiği bir büyük topluluktur. Kültür milliyetçiliği değil, kan milliyetçiliği vardı. Kültür milliyetçiliği Fransa’dadır. Fransız milliyetçiliği kültüre dayanır. Nereden gelirseniz gelin Fransız kültürünü benimsemişseniz, Fransızca konuşursanız siz Fransızsınız. Le Pen gibi ırkçı milliyetçiler çıkıyorsa bu Almanya’nın etkisiyle gördüğümüz adamlardır. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’nda yenilip Almanya’nın işgaline uğrayınca oranın çok etkisinde kalıyorlar: Alman milliyetçiliği nasyonal sosyalizme, Fransız milliyetçiliğinin özü kültüre dayanır. Zaten bizde milliyet diye bir şey yoktur, bizim has dönemlerimizde Türk, Arap, Kürt ayrımı yoktu, böyle bir bilinç yoktu; insaniyetimizden değil, böyle bir bilinç yoktu ortada. Müslim-gayrimüslim, darülharp ve darülislam tefriki var. Milliyet olayı Tanzimat’la birlikte başlar, çünkü Fransız okul etkisi baş gösterir ve burada demin dediğim gibi kültür baskındır, kültüre önem verilir. Orada da karar veremezler bir türlü, İslam esaslı Osmanlı kültürü mü, yoksa yeni yeni uyanmaya başlayan belli belirsiz bir Türklük duygusu mu? Türklük duygusu da nereden çıkıyor? Bize tabi olan milletlerin, özellikle Yunanlıların milliyetçilik taslamalarından ortaya çıkıyor. Fakat Abdülhamid yeniden Tanzimat öncesine dönmek istiyor. Ümmet fikrini yerleştirmeye çalışıyor. II. Meşrutiyet’le birlikte İttihat Terakkinin başa gelmesiyle birlikte biraz önce söylediğim o Alman etkisi kendini gösteriyor, çok belirgin bir biçimde karşımıza çıkıyor. Okullardan çıkan insanlar Alman milliyetçiliğini 490 • Teoman Duralı savunur; mesela, Mustafa Kemal’de de var: “Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur.” Söylemek caiz mi, değil mi bilmiyorum, bu müthiş bir nasyonal sosyalizm etkisidir. Ne kadar bilincindeydi, ne kadar değildi bilmiyorum ama büyük ölçüde o gördüğü öğrenimin etkisini taşıyordu. Benzerini öbürlerinde, Enver Paşa’da, Cemal Paşa’da da görüyoruz. Mesela, şu sıralarda çok ilgi çekici bir dizi film var TRT1’de: Kûtü’l-Amâre, o günün zihniyetini yansıtması bakımından son derece önemli bir belgedir, iyi incelemişler o günün belgelerini. Yani milletin aslı dini topluluk demektir. Cumhuriyet’le birlikte nation için Moğolcadan ithal edilmiş ulusu kullanmaya başlamışlardır. Moğolcada ulus Türkçedeki budun karşılığıdır. SALONDAN- İslam medeniyeti, Türk medeniyetiyle Osmanlı medeniyeti tabirleri… TEOMAN DURALI- Yanlıştır efendim onlar, Osmanlı medeniyeti diye bir şey yoktur, Türk kültürü vardır. Osmanlı Türk kültürü diyebiliriz. Nereye bağlıydı bu? İslam medeniyetine mensup Fars kültürü, Arap kültürü, Hint kültürü vardır. Bunlar hepsi İslam medeniyetinin içindedir. Medeniyeti bir nevi kültürler federasyonu olarak görebilirsiniz. Müstakil kültürler var, bunların teşkil ettiği topluluk bir medeniyettir. Bizim içinde yer aldığımız medeniyet İslam medeniyetidir. Kültürler arasında fark var mı? Var tabii. Mısır da İslam medeniyetinin bir kültürüdür, biz de öyleyiz ama farkımız var. Daha hemen bakar bakmaz bu farkları görebiliyorsunuz ama heyeti mecmuuyla aynı medeniyete mensubuz. Dinden kaynaklanıyor evet ama dinden ibaret değil. İslam medeniyeti İslam dini demek değil. İslam medeniyetinin çerçevesinde yaşamış yığınla gayrimüslim var, tamamıyla İslam medeniyetinin biçiminde kılığıyla, kıyafetiyle, yemesiyle içmesiyle o medeniyete mensup ama ayrı bir dinden, Hıristiyandır, Yahudidir. İbn Meymûn tamamıyla İslam medeniyetinin çerçevesinde yer alır. Hatta ben bir İslam filozofu olarak görürüm İbn Meymûn’u ama Sefaradi Yahudisidir tavizsizce. Doğu ve Batı Medeniyetleri • 491 SALONDAN- Hocam, matematik, din, ahlâk kavramları idealdir, işaret edilemez demiştiniz. Sanıyorum matematik kavramları bizim haricimizdeki evren tarafından çağrıştırılıyorlar. Acaba dinin Tanrı kavramı da Durkheim’in topluma Tanrı demesi veya Freud’un babayı çocuklukta Tanrıyla benzeştirmesi gibi ben acaba dini kavramları da matematik gibi dışımızdaki, haricimizdeki dünyada çağrıştırma yoluyla hissedilebilir mi? TEOMAN DURALI- Bir esin kaynağı olabilir. En çok üstünde durduğum, en çok araştırdığım, incelediğim kimselerden biri Eflatun’dur, Platon’dur. Öyle yatıp kumlara göğü, yıldızları seyrederek ah bu düzen, vah bu düzen, demek ki bunu bir kudretli güç idare ediyor, vs. demek; bu imkânsız bir şey. Ne kadar dâhi olursa olsun… tabiatı seyrederek, düşünerek sadece bir müellifi olabilir dersin. Acaba bütün bunları belirleyen bir kudret, bir güç var mıdır dersin ama o kudreti, o gücü ayrıntılı şahıslaştırma yapamazsın. Bu, özellikle Yahudilikte ve Müslümanlıkta vardır. Bir kişidir Tanrı, Allah bir kavram değildir, bir addır. Yahudilikte de YHV diye yazıyorlar, nasıl okunduğunu kendileri de bilmiyorlar, yasaktır çünkü. Ad anıldığı vakit özü ifade eder, Tanrı’nın özünü bilmemiz imkânsızdır. O sebeple Yahudiler Tanrı’yı hep üçüncü tekil şahısla adlandırırlar, hu derler, bizim tarikatlara da bu geçmiştir. İbrancada hu Arapçada olduğu gibi üçüncü tekil şahıstır. O şekilde anarlar Tanrı’yı, Allah’ı ama onun özel bir adı var. Aynen Arapça gibi İbrancada sessiz harflerle yazılır. Yahova diyenler var, Yahveh diyenler var, bilmiyoruz. Hahamlar bunun telaffuzunu yasaklamışlar, bunu Yahudilerin kendilerinden dinledim, işittim. Her neyse, Tanrı’yı kişilik özellikleriyle belirlemeye imkânımız yok. Platon bunu nereden bildirmiş? Benim tahminim Mısır’dayken karşılaştığı Yahudi din adamlarından almış olması lazım. Çünkü onun kadar Yunan’da Tanrı’yı belirleyen ikinci bir adam yoktur ve başta Farabî olmak üzere İslam felsefe tarihçileri onu peygamber olarak görürler ki olmadığını kendisi söyler. Timaios’ta Tanrı’yı alabildiğine açıklar, anlatır, sonra çevresindekilere der ki: “Bunu sakın dışarıda tekrarlamayın, bunlar sırdır” ve kendisi dışarıda yeniden çok Tanrılı dinin kuralları- 492 • Teoman Duralı na, âdetine uyar, hiçbir zaman Tek Tanrı dinini yaymaz. Benim tahminim peygamber olmadığını bildiği için kendisine böyle bir vazife çıkarmıyor. Başkaları hocası Sokrates’in başına gelenden ürktüğü için bunu yapmadığını söylüyorlar. Ben sanmıyorum, üç kere ihtilal ordularına önderlik etmiş bir adamın kalkıp da böyle bir şeyden tırsacağına ihtimal vermiyorum. Tarihte iki filozof var eylemci: Biri Eflatun, öbürü de Lenin. Başka hiç eylemci filozof görmedim eylemlere bizzat katılmış. SALONDAN- Hocam, cesareti cüretten ayıran fark nedir? TEOMAN DURALI- Gene Eflatun veriyor onun cevabını, Sokrates diyorlar ama Sokrates var mıydı, yok muydu bilmiyorum. Talebesi Eflatun konuşturuyor, kendisi konuşmuyor hiçbir şey. Şöyle bir örnek veriyor: Arazide yürüyorsun, bir yerden imdat çığlığı geliyor. Dönüp bakıyorsun, kuyuya çocuk düşmüş, yardım diye bağırıyor. Yüzme bilip atlıyorsan çocuğu kurtarıyorsan cesursun, yok yüzme bilmeden atlıyorsan çocukla birlikte sen de boğulacaksın, bu da cürettir. SALONDAN- Hangisini yapmak doğru? TEOMAN DURALI- Birincisini yapmak doğrudur. İkincisinde sen de boğulacaksın. Çocuğa yararı yok, o boğulacak nasıl olsa, sen de gidiyorsun. Galiba bu kadardı bugün, tekrar teşekkür ediyorum, sağ olun, var olun. Doğu ve Batı Medeniyetleri • 493 ŞUBAT 2018 Medeniyetlerin Coğrafi Sınırları TEOMAN DURALI- Çin medeniyetine bakıyorduk, onunla meşguldük. Çin medeniyetinin etkin sahası şu mıntıkayı1 içine almaktadır. Ancak MÖ 1. yüzyıldan itibaren Hint medeniyeti kuzeye doğru etki sahasını genişletmeye başlıyor. Özellikle de Budacılığın ortaya çıkmasıyla birlikte Budacılık kuzeye ve güneye yayılmaktadır. Kuzeye yayılan Budacılık Çin etki sahasındaki Tibet’i ele geçiriyor. Bununla da kalmıyor Hint medeniyeti, Çin’i de önemli ölçüde etkilemeye başlıyor. Çünkü Budacılık bir süre sonra Çin’de etkisini gösteriyor. Öncelikle Taoculukla etkileşmesi sonucunda Çin’de Zen Budacılığı ortaya çıkıyor. Zen Budacılığı doğuya doğru yayılıyor ve Japonya’yı etkiliyor ama Japonların Çin etkisindeki dinlerinin dışında atalarından kalan bir dinleri de var. Bu atalarının diniyle çok eski kadim Türklerin dini arasında önemli bir benzerlik var. Ona Çin medeniyetini bitirdikten sonra bugün temas etmeye çalışacağım, o medeniyetin etki sahasındaki eski Türkler ve onların da atası olan Hunlardan kısaca size bahsedeceğim. Şu hâlde Çin medeniyeti Güneydoğu Asya’da Vietnam ve Kamboçya, eski adıyla Kimer bölgelerini etkilemektedir. Doğuda Kore, Japonya bu etki sahası içine giriyor. Paleontolojide primer denilen, Türkçeye ilk diye tercüme edebileceğimiz Kuzeydeki çok eski ormanlar, kutup ormanlarıdır: Boreal diyorlar buna, Türkçeye Kutup ormanları diye tercüme edebiliriz. Bir de ekvator ormanları, ilk ormanlar olarak anılırlar. Bunların bir başka ifadesi de balta girmemiş ormanlardır. Ama ne yazık ki bayağı balta girmiş bütün bu mıntıkalara, bu ormanlık sahanın kuzeyinde bitkisiz bir yöre var. Bunun adı tundra, kutup bölgesinde çok cılız 1 Teoman Duralı’nın konuşmaları sırasında işaret ettiği dünya haritası için kitap kapağına bakılabilir. 494 • Teoman Duralı bitkiler ortaya çıkıyor, bitiyor. İlkbaharda aşağı yukarı yarım metreye kadar biten, büyüyen bitkiler var. Onun ötesine geçmiyor. Neden? Çünkü köklerini uzatamıyorlar. Yaklaşık 1.5 metre sonrası donmuş bir tabakadır. Buna permafrost deniliyor. Bu durum bütün kuzey bölgesinde hâkim; Amerika’nın en kuzey bölgelerinden Kuzey Avrupa’ya ve Sibirya’ya kadar geliyor. Bu tundra bölgesinin kuzeyi buz çölüdür. Şu deniz yakın bir geçmişe değin kışın yaklaşık beş ay boyunca donardı. Günümüzde bu küresel ısınmayla donma çok kısa sürüyor, bir aya ancak tekabül ediyor oranın donması. Amerika tarafında da -ne yazık ki o haritamız elimizde değil- Baffin Yarımadası’na dek donardı. Şimdi bilmiyorum, orası da belki donmuyordur artık, düşünün ki bundan otuz yıl öncesine değin Azak Denizinin kuzey kıyıları ve Baltık denizinin kuzeyindeki Botni Körfezi donardı. Botni demişken başımdan geçen bir olaydan bahsedeyim. Buradan çoluk çocuk, genç yaşlı hopluyorlar, zıplıyorlar denize giriyorlardı. Hava da gayet boz bulanık iğrenç bir hava, su da çamur gibi kahverengi bir su, tabii gök mavi olmayınca su da mavi olmuyor. Bana da “Sen de girsene, ne güzel ılık su, yüzelim”, ayağımı şöyle bir uzattım, uzatmamla çekmem bir oldu. Sanki sırtımdan bıçak sokmuşlar gibi öyle bir soğuktu. Herhâlde 5-6 derece filandı sıcaklığı, bakıyorlar bakıyorlar, peki nesi var bu suyun? Hiçbir şeysi yok, bana çok sıcak geliyor, ben buna giremeyeceğim dedim ve bir daha bu havalide teşebbüs etmedim suya girmeye, ağustosta bile buz gibi bir su, çünkü dediğim gibi kış boyu bu körfez donuyordu. Şimdi şu sıralar artık öyle değil sanıyorum, burası donmuyor efendim, Meksika Körfezi’nden başlayarak Avrupa kıyılarını yalayan Gulf Stream dedikleri akıntı Novaya Zemlya’ya dek bu kıyıları buzdan uzak tutmaktadır, buzdan arındırmaktadır ve bu yolla Rusya’nın kuzey limanları yıl boyu açık kalmaktadır, donma tehlikesi yok. Bu çöl mıntıkasının, Grönland’ın biraz güneyinde kalan Tundra bölgesinde baharda son derece cılız bir bitki örtüsü, onun altında da sık muazzam bir orman tabakası var. Orman Çukçi Yarımadası’ndan başlar, Avrupa’nın kuzeybatısına dek sürerdi. Yaklaşık 18. yüzyıla değin bu ormanın varlığından haberdarız. 18. yüzyıldan itibaren Avrupa tarafındaki orman gittikçe seyrelmiştir, azal- Doğu ve Batı Medeniyetleri • 495 mıştır. Bugün Kuzeybatı Avrupa’daki son kalıntısı Almanya’nın güneybatısındaki Kara Ormanlardır. Bunun dışında Avrupa’da bu ilk orman tabakasından eser kalmamıştır, Rusya’da da yaklaşık olarak şu bölgeye dek uzanmaktadır bu orman, o ormanın altında da Ohotsk Denizi kıyılarından başlayarak Karadeniz’in kuzeyine dek uzanan çok geniş bir bozkır saha var. Bu bozkır sahanın merkezini Kazakistan teşkil eder. Onun altında da çöl ve yeryüzünün eşsiz dağları, en yüksek dağ silsileleri ve çok yüksek yaylalar var. Tibet yaylasının irtifası yaklaşık 6000 metredir. Onun yanında da Afganistan’ın yaylaları İran’a doğru uzanmakta, son yüksek yayla Orta Anadolu yaylasıdır. Bu coğrafya yaklaşık Doğu Asya’dan eski Yugoslavya’nın orta kesimlerine dek uzanmaktadır. Çok belirgin özgün bir coğrafya ve bu coğrafyanın insanları benzeşiyorlar. Orta Avrupa’ya bu hattı taşıyan Osmanlı olmuştur. Benim yaşıma yakın olanlar ancak hatırlar, Yugoslavya’nın Sırbistan’la Slovenya arasındaki sınırı doğuyla batının sınırıdır. Slovenya’ya dek Osmanlı hakimiyetini görüyoruz ve biz ne kadar takla atarsak atalım doğuluyuz ve götürdüğümüz kültür malzemesi, kültür serveti doğulu olmuştur. Slovenya’ya dek Osmanlı hakimiyetini görüyoruz. Slovenya’dan itibaren, Alman etkisini görüyoruz. Almanya, Avusturya aynı şey, yani ondan sonra Avrupa başlıyor; manzarasıyla, insanların tipiyle, yaşayışlarıyla, her şeyleriyle apayrı, bambaşka bir dünya başlamaktaydı. Şimdi tabii ki geçmiş olabilir. Zaten dünya Doksanların başlarından bu yana tanınmayacak bir hâle girmiştir. Sadece bu coğrafya değil, bütün dünyada küreselleşme dediğimiz hadise damgasını her yere basmaktadır. Günümüzde Stockholm’den Singapur’a kadar gidin, üç aşağı beş yukarı aynı manzaralarla karşılaşıyorsunuz. Uzun süre farklı bir manzara sunan İstanbul da bu rezil şehirler silsilesine katılmaya başlamıştır. Gökdelenleri, çok özlediğimiz çirkin yapılaşmayı öncelikle arkası olmayan, gerisi olmayan tarihten kopmuş şehirlerde görüyorum. Pekin de böyledir, gökdelenlerle donanmaya başlamıştır. Geleneksel Çin mimarisi yerini bunlara terk etmeye başlamıştır. Buraya bence en uymayan, en muhafazakâr kalan şehirler Londra, Stockholm, Oslo, Kopenhag gibi kuzey şehirleridir. Almanya’yı zaten katamayız bunun içine, 496 • Teoman Duralı çünkü Almanya baştan ayağa yerle bir edilmişti ve her şeyi Amerika’ya göre inşa etmeye başlamıştı. Çin medeniyetinden bahsediyorduk, niye buralara girdik? Bu coğrafyayı anlatmak için… Çin medeniyetinin etki alanı iç Asya’dır. Dillere pelesenk olan acayip rezil bir deyim var: Yakın Doğu, Orta Doğu, Uzak Doğu. Bu bize göre değil, bu deyimlendirmeler Londra’ya göre. Orası da Londra’ya göre tabiatıyla Uzak Doğu. Biz üstünde yaşadığımız şu coğrafyaya nasıl Yakın Doğu yahut Orta Doğu diyebiliriz? Saçma bir şey değil mi? Olsa olsa burası biraz önce andığım gibi Batı Asya’dır, biz Batı Asya’dayız, kendimize göre Orta Doğu’da değiliz. Bizim açımızdan bu bölge Uzak Asya mıdır bilmiyorum, Nâzım Hikmet’in o güzel şiirindeki gibi “Dört nal gelip Uzak Asya’dan, Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan” derseniz evet, olabilir. Çünkü Uzak Asya hakikaten Türklerin çıkış yeri ve burası bugünkü yaşadığımız yöreye bayağı da uzaktır. Çok ilgi çekici, Çin medeniyetinin etki alanı İç Asya’nın güney bölgelerine dek uzanmaktadır. Doğu’yu çok etkilemiştir. Çin’in güneydoğusunu nispeten daha az bir biçimde etkilemiştir. Gelelim İç Asya’ya ve oradaki Çin etkisinin derecesine; burada kendimizden bahsedeceğiz. İç Asya doğuyla batı arasında, çok sevdiğimiz bir deyişle, köprü konumundadır. Kesintisiz bir geçiş vardır. Burada doğal engel ve engebe yoktur. Yani tabanınıza güveniyorsanız Orta Avrupa’dan çıkıp yürüye yürüye Ohotsk Denizinin kıyılarına varabilirsiniz. Sizi fazlaca engelleyecek hiçbir şey yok. Ural Dağları zaten yüksek değildir, en yüksek yerleri belki 1000 küsur metre ve arada geçitler var. Ormana girmediğiniz takdirde, ormanla bozkırın sınırından rahatça yürüyebilirsiniz. Artık kaç yıl sürer, onu bilmiyorum. Tahminime göre 7-8 bin km uzunluğundaki bu yöre Avrasya’nın merkezi, kalbi konumundadır. Çin’in kuzeyinde kalan bu yörede konargöçer boyları görüyoruz. Konargöçer kavimler bu yörede yaşamışlardır. Bunlar çok çeşitlidirler. Şu veya bu kavmin, şu veya bu boyun tekelinde değildir. Bu civarda ve tabii İran’da ve Hindistan’da Hint-Avrupalı Arî boyları vardır, Moğol ırkından gelen boylar vardır, bir de arîlerle Moğolilerin karışımından ortaya çıkmış Turaniler vardır. Doğu ve Batı Medeniyetleri • 497 Türkler Turani ırkından gelen bir boydur. Mütecanis bir kavim değildir, karışıktır ama önemli ölçüde Turani’dir. 3. Binin sonu, 2. Binin başlarında yine son derece önemli bir kavimler göçüne sahne oluyor Avrasya, batıdan doğuya Arîler yahut Hint-Avrupalılar hareket etmektedirler. Kuzeydoğuda, ormanlarda ve deniz kıyısında yaşayan Xiongnu büyük ihtimalle Çince Hiung-nu/Hun demek. Ben Çinceyi bir türlü beceremiyorum. Onların çok farklı müzikli bir telaffuzu var, bizim dilimiz de küt olmasından ötürü benim dilim dönmüyor öyle müzikli dillere, böyle yuvarlanarak yürüyor. İngiltere İngilizcesi bilenlerimiz varsa aramızda onlar bunu daha iyi becerebilirler. İngilizce de çünkü böyle müzikli bir dildir. Bunlar Ohotsk Denizinin kıyılarından içeri doğru, İç Asya’ya doğru hareketleniyorlar. Zaten önceleri de konargöçerdiler, yerleşik değildiler. Konargöçerlik efendim, ikiye ayrılır: Kısa yol konargöçer, uzun yol konargöçer. Kısa yol konargöçer mevsimlik göçtür. Çok yakın dönemlere değin Türkiye’de, ülkemizde de kısa yol göçerlik bulunuyordu. Kendim gördüm ve yaşadım aralarında, Güneydoğu, Güneybatı Anadolu’da Türkmenlerin bir kısmı, Yörük adı verilen bir Türkmen kolu mevsim içinde göçerdiler. Kışın ovaya inerler, yazın mart ortalarında yaylaya çıkmaya başlarlar. Mevsimine göre yer değiştiriyor bu insanlar, buna kısa yol denir. Hayvancılıkla geçinirler. Hayvanları besleyebilecekleri, otlatabilecekleri yörelere intikal ederler ve çoğunlukla çadırda otururlar. Oturdukları yerler, konutları çadırdır. Bizimkiler kıl çadırda -keçi kılından- otururlardı. Bütün Türk boyları benzer bir yaşama tarzına sahiptiler. Yani bizim burada Yörükleri gözlemlediğimiz takdirde Kazakların, Kırgızların, Altayların da yaşama tarzını gözlemlemiş olursunuz. Çadırların şekli biraz farklı olarak genellikle kubbe biçimindedir ve bana kalırsa bizim cami mimarimizdeki kubbe Bizans’tan değil, eski Türk konut tipi olan çadırdan gelmektedir. Özellikle Koca Sinan’ın mimarisinin… Mimarlık tarihi konusunda bir şey diyemem, cahilim ama kendi gözlemlerimden hareketle bu kadarını sanıyorum söyleyebilirim. Sinan Kayseriliydi, yanlış hatırlamıyorsam Ağırnas köyündendi. Ermeni asıllı olduğu iddiası vardır. Ben o kanıda değilim. Oğuzlardan çok önce Anadolu’ya bir başka Türk boyu olan 498 • Teoman Duralı Peçenekler gelmişlerdir. Kumanlar ve Peçenekler batıya hareket eder, MS aşağı yukarı 1. yüzyılda Karadeniz’in kuzeyine intikal ederler. Bulgarlar da bunlardandır, Bizanslıların avucuna düşerler. Bizans, yani Doğu Roma Ortodoksdur. Bunlardan Kumanlar Katolikliğe geçerler, Katolik Hıristiyanlığına ait çok ünlü Türkçe yazılmış eserleri vardır. Codex Cumanicus adını taşıyan bu eserleri Katolikliğin ana hatlarını çizer. Peçeneklerse -Bulgarlar da öyle- Ortodoks olurlar ve Doğu Roma -isterseniz Bizans diyelimonların bir kısmını Anadolu’ya taşır ve Karaman dediğimiz yöreye yerleştirir. Bir kısım Peçenek de Akdeniz’i aşar, Mısır’a intikal eder. O Akdeniz’i aşıp Mısır’a intikal etmiş olan Peçenekler daha sonra Müslüman olup Fatımi Devletini yıkarlar ve yerine Kölemen Devletini -Arapçasıyla Memluk- kurarlar. Çünkü Türkler asker olmaktan gayrı bir işe yaramıyorlar. Her gittikleri yerlerde devletler bunlara el koyar, asker kılarlar, asker köle olurlar. Becerileriyle yükselirler, kumandan olurlar ve kumandan olununca da biliyorsunuz darbe yapıp başa geçilir. Onun için ben de çok hayıflanıyorum, keşke ben de askeri okula gitseydim, aramızda sır olsun bu, herhâlde darbe yapıp başa geçerdim. Her neyse şakası bir tarafa Peçeneklerin dediğim gibi bir kısmı Mısır’da zamanla Kölemen Devletini kuruyorlar, öbürleri Karaman’a yerleştirilip Hıristiyanlaştırılır. İncilleri Rum harfleriyle Türkçedir ve Cumhuriyet kurulduktan sonra yapılan korkunç işlemlerden biri bu adamlar Rumdur diye alınıp Yunanistan’a atılır. Ağlaya ağlaya, dövüle dövüle gönderilirler. Yunanistan’da yapmadıklarını bırakmamışlar bu Karamanlılara. İşte kanaatimce Mimar Sinan da bu Karamanlılardan biridir. Hıristiyan olmasından ötürü devşirilmiştir. Özellikle Anadolu’daki devşirmeler zorla değil, ailenin kendisi veriyor. Nasıl ki bugün çocuklarımızı paralı okullara veriyoruz, İngiliz, Amerikan, Fransız, vs. okullarına veriyorsak, işte o günlerde de aileler Balkanlar’da olsun, Anadolu’da olsun çocuğum adam olsun diye Osmanlı’ya veriyorlardı ve orada yükseliyordu, başbakanlığa kadar geliyorlardı. Birçok veziriazam devşirmelerden çıkmıştır. Niye batıya doğru kayıyorlar, bir de ona bakalım. Yani bu mevsimlik göçerliğin dışında bir de uzun yol göçerliği var. Türk- Doğu ve Batı Medeniyetleri • 499 ler tarihte uzun yol göçerliği şampiyonudurlar. Fetih amacıyla çıkılan sefer değil, uzun yol göç; yerinizden memnun değilsiniz, yeni bir yurt aramak peşindesiniz. Büyük ihtimalle Buzul Çağlarından biri olan 3. Binde küçük Buzul Çağı bitiyor ve daha sıcak bir dönem başlıyor. Bu sıcak dönemin başlamasıyla birlikte ot varlığı çoğalıyor. Hiung-nu Çincede kuzeyli köle demektir, hakaretamiz bir laftır. “Hun” Huncada -Hun dili ön Türkçedir, proto-Türk dili olduğu söyleniyor- insan demektir. Bu çok genel ve geniş bir sahada boylar kendi içlerine kapalıydılar. Aynı soydan gelen kandaş insanlar bir boy teşkil etmektedir. Bu boyların daha ufak parçaları obadır. Onların da ufak parçası otağdır. Akrabayı taallukat, akraba ve nihayet aile, aynı soydan gelen insanların oluşturdukları topluluklardır. Bu çok uzun sürmüş bir gelenektir. Yer yer günümüze değin sürmüş bir gelenektir. Hatta soydaşlık o kadar etkili olmuştur ki 20. yüzyılda bir felsefe sistematiği, ideoloji dediğimiz nasyonal sosyalizm, çok eski kandaşlık fikri üzerine inşa edilmiş bir felsefe sistemidir. En eski dini itikatlardan biri Şamanlıktır; Türklere mahsus değil, çok yaygındır, her yerde vardır. Türkçesi Kam, Şaman Moğolcadır. Nedir Kam yahut Şaman? Benim beden yapım biricik gerçekliğimdir ve gördüğüm, tuttuğum bu bedenimin arkasında bedenimi tutan, destekleyen görünmez bir güç olan ruh vardır. Ruh, görünmez güçtür ve öteden beri bir fikir olarak her zaman vardır insanda. Ölüm insan için dehşet vericidir; çünkü hakkında hiçbir şey bilmediğimiz bir olaydır. Bilgimiz sıfırdır ölüm hakkında, bilmediklerimize inanırız. Hz. Peygamber’in harikulade bir belirlemesi vardır: “Gördüklerime inanırım, görmediklerimi Allah’a havale ederim.” Bu lafı bilgi felsefesine çevirirsek “gördüklerimi bilirim, görmediklerime inanırım” manasına geliyor. Görmediğimiz, duyumlamadığımız ne varsa ruha atfediyoruz. O kadar uzağa gitmeyin, bugün sabahtan akşama eğilip kalktığımız, secde ettiğimiz tıbba bakmak yeterli. Hafiften bir yerimiz ağrıdığında rahibe koşar gibi hekime gidiyoruz, bakıyor, işin içinden çıkamadığında “Efendim, bu psişik bir olaydır” diyor. Psişik bir çöp kutusu gibidir. Ne bilmiyorsak oraya atıyoruz. İşte o ruh. Ölümü insanlar ruhla kapatmaya çalışmışlardır. Bu bedenin 500 • Teoman Duralı ortadan kalktığını görüyorlar çünkü, nalları dikti bitti, gömüyor, yakıyor, vs. Geriye bir şey kalsın istiyor. Otuz-kırk yılda değer mi bunca acıya, ıstıraba? O yaşamaya devam ediyor diye ona inanıyor insan. Tabii eskiden otuz-kırk yıldı, şimdi yüz-yüz elli yıla çıktı çok şükür ömürler ama yine de en sonunda bitiyor. Ne kalıyor? Ruh kalıyor. O ruhun tıpkı kan gibi atadan evlada intikal ettiğine inanıyorlardı. Henüz ahiret inancı yoktu. O ruh süreklice yaşayan nesillerde devam etmekteydi. Tarihi değerlendirdiğimizde bu noktaya çok dikkat etmemiz lazım. Ben bizzat Yeni Gine’de gördüm; ölen kişinin bir tarafını pişiriyorlar ve yiyorlar. Böylelikle onun ruhu yaşayanlara geçiyor. Şamanlık çok gerilerde ilkel kalmış bir şey değil, yaşayan büyük medeniyetlerde de bugün var. Çinlilerde ataya ihanet çok önemli bir yer tutar. Ölenin cesedini yakıyorlar, külünü evlerinde kavanozda saklıyorlar ve zaman zaman karşısına geçip ibadet ediyorlar, saygı gösteriyorlar diyelim. Bunlar Taocu olabilir, Zen Budacı olabilir, vs. hepsinde bu ortak bir yandır. Budist mabedine gidiyorlar, orada ölene para yatırıyorlar. O nerede yeniden can bulmuşsa ihtiyaç duyacaktır, parayı kullanacaktır yahut yiyecek bırakıyorlar. Mesela, Meksika’da da gördüm bunu, ölüm gününde mezarlara gidiliyor, mezarın başına türlü çeşitli yiyecekler bırakıyorlar. Ruh gelip onları tüketecek. Tüketiliyor da zaten ama ruh gelip tüketmiyor tabii, yabani hayvanlar geliyor yiyor onları ve bunu ruhun tükettiğine inanıyorlar. Şimdi, buzul çağlardan dolayı daha ılık iklimlere göçen hayvanların, öncelikle de geyiklerin peşinden gidiyorlar ama bir olay daha var. Boylar dinlerine göre iki çeşit evliliğe taliptirler: Topluluk içi evlilik, topluluk dışı evlilik. Buna antropolojide egzogami, endogami adı veriliyor. İç evlilik, aşağı yukarı akraba evliliği dediğimiz olay. İç evliliğin yasak olduğu boylar dışarı çıkmak mecburiyetindeler, dışarıdan kız alırlar. Bir ihtimal Hunlar ama onların hâlefi durumunda olan Türkler kesin ve kesin olarak dış evliliğe bağlıydılar, dışarıdan evlenmek zorundaydılar. Bozkurdun soyundan geldiklerine inanıyorlardı ve içeriden evlendikleri takdirde kardeş evliliği sayılıyordu. Sadece bu Ya- Doğu ve Batı Medeniyetleri • 501 hudilikten, Müslümanlıktan ortaya çıkan bir olay değil, birkaç istisnayla birlikte bütün toplumlarda kardeş evliliği yasaktır. Çok az istisnası var, mesela, Mısır’da Firavun ailesi kardeş evliliğine bağlıydı. Bu sayılıdır, parmakla sayabilirsiniz tarihte, hep yasak edilmiştir. Çünkü din insanın yaşamasıyla iç içedir. Biyolojimizin izin vermediğine din de izin vermez, özellikle de İslam, son derece biyolojik bir olay. Genetik anlamda en zararlı şey biraz önce söylediğim, artık tekrarlamak istemiyorum bana çok aykırı gelen bir laf o çeşit evlilikler. Buna Frenkçede incest demişlerdir. Obanın içinden evlenmeyi bu kadim dönemdeki Türkler ensest gibi görmüşler, telakki etmişlerdir. İyilikle alamadıklarında zorla toplamışlar hanımları, kaçırmışlar ve bu çok köklü bir gelenek hâline gelmiştir. Dil bir kültürün birinci derecede aynasıdır. Bu sebeple de zaten kelime katlinden nefret ederim. Kelimeyi öldürdünüz mü o kültür dalını yok ediyorsunuz. Onunla bütün bir geleneği ortadan kaldırıyorsunuz. Söz kökleri olağanüstü derecede önemlidir kültür tarihi bakımından, bunun bir örneği “gelin”dir. Gelmekten çıkar, dışarıdan gelen, hep dışarıdan almıştır. En yakın ve güzel örneklerinden biri Osmanlı hanedanıdır. Birkaç istisna dışında kadın tarafı hep Türk olmayandır. O istisnalarda da aynı obadan evlenilmiyor, yine farklı obalardan evleniliyor ama Türktür. Onun dışında hemen hemen otuz altı padişah var, otuz altının aşağı yukarı otuz dördünün annesi Türk değildir. Orada da seçilir. Rakip olabilecek kavimlerden gelin alınmaz. Çok istisnai durumlar vardır. Bir tek galiba II. Mahmud’un annesi Fransızdır, başka böyle güçlü kavimlerden gelin alınmamıştır. Acem, Arap, Rus, Ukraynalı, Polonyalı, öncelikle de Çerkes gibi tehlike teşkil etmeyecek kavimlerden alınır. Evlenen erkek güveydir, damat Farsçadır. Güvey nereden geliyor? Güvenmekten geliyor, güvenilen, dayanılan, dışarıdan getirilen kadının dayanacağı, güveneceği, sırtını dayayacağı kocasıdır. Bu kelimelerde böyle bir anlayışın yansıması mevcut. Hiung-nular güneybatıya doğru kayıyor. Bu olağanüstü gölün, Baykal Gölü’nün derinliği yer yer 1000 metreyi aşar. Bunun kuzeyinde ve batı kıyılarında Arîlerle karşılaşıyorlar. İlkin büyük ihtimalle dövüşüyorlar, ondan sonra da sevişiyorlar ve bu seviş- 502 • Teoman Duralı menin sonunda biraz önce bahsettiğim Turani ırk ortaya çıkıyor. Bu hikâyeyi Çinlilerden öğreniyoruz, onlar bize bunları naklediyorlar. Çinlilerin tuttuğu kayıtlar, öncelikle de büyük Çin tarihçisi Sima Tsyan’ın kayıtlarından öğreniyoruz. Ayrıca bunları bize kazandıran Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinde ders veren Alman tarihçi Eberhard olmuştur. Eseri: Çin’in Şimal Komşuları. Eberhard çok önemli bir kişidir. Çin kayıtlarını öncelikle Almancaya tercüme ettiler. Doğrudan resmi hocam olmadı ama ben onu hep hocam olarak görürüm, son zamanlarda tanıma şerefine nail oldum İbrahim Kafesoğlu (Allah rahmet eylesin) bana onların Almanca tercümelerini lütfetmişti. Çok çok yararlandığım kaynaklardır bunlar, size bunları aktarıyorum. Bu birleşmelerin, evlenmelerin sonucunda -Çinlilere göre- ortanın üstünde uzunca boylu ince endamlı, yer yer sarışın, kızıl saçlı, mavi yahut yeşil gözlü, badem gözlü tip ortaya çıkar. Moğoli ırk çekik gözlüdür, Turanilerde badem göz vardır. Elmacık kemiği çıkıktır. Kafatası Moğolilerde yuvarlaktır. Beşer bilimde buna brakisefal denilir. Turanilerde ve Arîlerde biraz daha uzundur. Dolikosefal derler buna, hatta Türk olmayan iç Asya kavimlerinde de bu tiplerle karşılaşıldığı söylenilir. Yahudi asıllı, büyük bir Fars tarihçisi Reşidüddin’in söylediğine kulak verirsek Cengiz Han da boylu poslu, sarışın, yeşil gözlü bir zatımuhteremmiş. Kendisi görmüyor ama işitmiş, haber almış Raşidüddin. Hiung-nular ikiye ayrılıyor: Turanileşenler, Moğoli kalanlar. Bu Turanileşenlerden ortaya çıkan bir boy Türklerdir. Türük adındadır bunlar, Türük çok ilgi çekici, Macarcada da Türke Török derler. Türkler birkaç boya ayrılıyor: Kırgızlar, Oğuzlar, Peçenekler ve Bulgarlar, vs. Bugünkü Bulgarlarla karıştırmayın, bunların addan başka hiç alakası yok. Hiung-nular aşağı yukarı MÖ 3. yüzyılda devlet kuruyorlar, devletleşiyorlar. Bu çok ilgi çekici bir olay. Şimdi, Hiung-nuları, Türkleri bir yana bırakalım, şimdi devlet felsefesini deşelim. Bizi çok yakından ilgilendiren bir olaydır: devlet nedir, nasıl devlet olunur? Daha önce bahsettim sanıyorum, devlet 4. Binin sonlarında, 3. Binin başlarında yeryüzünün üç noktasında vücut bulmuştur: Sümer Devleti Şattülarap’la Zağros Dağları arasında, Mohenjo-daro Devleti İndus Irmağının denize döküldüğü yere Doğu ve Batı Medeniyetleri • 503 yakın ortaya çıkıyor ve nihayet Sarı Irmak’ın denize döküldüğü bölgede de Çin’in kurulduğunu görüyoruz. Aşağı yukarı aynı dönemlerde bir dördüncü devlet de bugünkü Kamboçya’nın batısında Tayland-Kamboçya arasında ortaya çıkıyor. Bugün son derece turistik bir yer olmuştur, çok büyük bir harabeler vardır. Daha sonra Budacıların önemli bir merkezi olacaktır orası, orada da bir devletin kurulduğunu görüyoruz. Devlet kısaca insanın en üstün teşkilatlanma örneğidir. Devletin kuruluşuna değin kandaş topluluklar hâlinde yaşanmaktaydı. Bu kandaş topluluklarda örf söz konusudur. Belirlenmiş, tespit edilmiş kurallar yoktur. Gelenek, görenek şeklinde yürür, geleneğe göreneğe aykırı davranırsanız başınıza ne geleceği belli değildir. Cezalandırma ayıplanmadan başlar, topluluktan atılmaya dek gidebilir. Kuralların tespit edilmesi ve kuralların çiğnenmesi sonucunda başa gelecek derdin ne çeşit olduğunu belirleyen düsturlar kanunlardır ve kanunlar devlet çerçevesi içinde ortaya çıkmıştır. Devlete omuz veren, devleti ayakta tutan üç kurum vardır: İktisat, hukuk, siyaset. Devletin oluşmasıyla birlikte işbölümü ve sınıflaşma baş göstermektedir. Devletten önceki topluluklarda sınıf ve cinsiyet ayrımı yoktur. Yine bunu Yörüklerin arasında görüyoruz. Erkek-kadın iş ayrımı yok, neredeyse herkes aynı işi görür. Bir eğilim vardır, kadınlar daha ziyade akşamları keçileri sağıyorlardı ama bu bir kural değildi. Erkekler de pekâlâ sağıyordu ama daha ziyade bunu kadınlar yapıyordu. Erkek yine daha ziyade topluluğu korumakla görevliydi. Fakat kadınlar da benzeri bir iş görüyorlardı. Devlet kuruyorlar. Devlet yerleşik toplumun işidir. Hareket etme yoktur devlette, belli bir merkezi vardır. Yerleşik hareket eden tek devlet örneği Türklerdir. Buna bir deyim buldum: “Seyyar devlet”. Seyyar devlet geleneğine bağlıdırlar. Her devletin bir merkezi, başşehri vardır. Türk devletlerinin başşehri hakanın bulunduğu yerdir. Sürekli o yer değiştirdikçe merkez değişir. Bu durum bütün medeniyet değiştirmelerine rağmen tarih boyunca değişmemiştir. Hakanın, hükümdarın otağını çaktığı yer devletin merkezi olmuştur. Bu geleneğin son örneği Kanunî Sultan Süleyman’dır. II. Selim’den bu yana devlet merkezidir, yerleşiktir, artık bir yere oynamamaktadır. Bir IV. Murad istisnadır, o bir daha 504 • Teoman Duralı sefere çıkıyor ama onu da fazla kaale almaya lüzum yok. Bir daha kesinlikle yerinden oynamıyor devletin başı olan kişi. Türk Devletinin öbür özelliği silme asker olmalarıdır. Asker olmayla savaşçılık bir ve aynı şey değildir. Bu İç Asya’daki konargöçer boylar ister Arî, ister Moğoli, ister Turani olsun, bunlar savaşçıdırlar, hep savaşçıydılar. Germenler savaşçıydı, İskitliler savaşçıydı, Moğollar savaşçıydı, Japonlar savaşçıydı. Asker savaşçılığı içerir, mantık terimleriyle söylersek asker kaplan, savaşçılık içlemlerden biridir. Nedir fark? Askerlik savaşçılıkta görmediğimiz bir teşkilatlanmadır. O teşkilatlanma beraberinde sıkı disiplini getirir. Savaşçılık önemli ölçüde başıbozukluktur. Mesela Osmanlı’da Akıncılar başıbozuk adamlardı. Öyle teşkilatlı adamlar değildirler. Oysa ordunun kendisi dehşet derecede disiplinlidir. Zaten asker demek disiplin demektir. Disiplin ne demektir? Aklın hareketlerimize kesin hakimiyeti demektir. Nerede sıkı düzen görürseniz orada aklın kendini gösterdiğini görürsünüz. Sıkı düzen sadece rap rap rap yürümekten, yat-kalk emirlerinden ibaret değildir. Eski emekli askerlere bakın, apayrı bir tiptir onlar, ayakkabısı pasparlaktır. Adam ordudan çıkalı yirmi yıl olmuş mesela, hâlâ üstü başı tertiplidir. Hiçbir aksama yoktur, yaşaması da öyledir. Sabah belli bir saatte uyanır, kalkar, kahvaltısını eder, tıraş olur, giyinir kuşanır, bir yere gideceği yoktur. Pazara gider, alışveriş eder gelir. Belli bir saatte yatar, hayatı belli bir kalıba oturtulmuştur ama kendiliğinden olan bir olaydır. Zorlamayla değil, ben bunu askerde gördüm. Bize dediler ki kapalı yere girdiğinizde kasketlerinizi çıkaracaksınız. Yüzde 99’umuz buna uyamıyordu, bir türlü ayak uyduramıyorduk. Ne cezalar alınırdı. Yatağı böyle yapacaksınız derlerdi, mümkün değil yapamıyorduk. Ben yapıyor muydum? Yapıyordum. Ben hiç ceza almadan Türkiye’nin en disiplinli asker okulu Polatlı’dan çıktım. Çok akıllı olduğumdan değil, öyle alıştırılmışım. Alışmış kudurmuştan beter ama aklı kullanmak da bir alışma meselesidir. Aklınızı kullanmanız kendiliğinden olan bir olay değildir. Öyle olsaydı mesela, felsefe öğrenimine hacet kalmazdı. Halbuki çok zorlu bir öğretimdir. Aklın kullanılması yollarına yöntem diyoruz ve askerlik buna dayanır. Türk devletleri askeri teşkilatlanma Doğu ve Batı Medeniyetleri • 505 esası üzerinedir. Burada emir-komuta işliyor ama bu emir-komuta istibdat anlamına gelmiyor. Her zaman için bir danışma mekânizması vardır. Toy dediğimiz bir danışma olayı var; Meclis, toy, Moğolcada kurultaydır. Çin bunun tam tersidir. Çin’de istibdat vardır. Danışma Meclisi, toy yahut kurultay yok. Sima Tsyan’dan size bunu aktarıyorum, ona dayanarak söylüyorum. Çin’de keskin bir istibdattan söz ediyoruz. Çin medeniyetinin dairesi içinde yer alıyorlardı ama ondan çok saptıkları yerler var. İşte şimdi söyledim, Çinliler sivil bir toplumdu. Asker-sivil ayrımı var. Burada asker-sivil ayrımı yoktur. Çin’de ruhban sınıfı vardır, burada ruhban yoktur. Şamanlar var ama Şamanlığın ilahi yetkileri, ilahi güçleri yoktur. Ruhban ilahi güç sahibi adamdır. Çin hükümdarı göğün yeryüzündeki yansısıdır. Türklerde de bu var; tien gök, en üstün ilke demek. SALONDAN- Hocam, Tanrı’yla bir ilişkisi var mı, Tanrı kelimesiyle bir ilişkisi var mı? TEOMAN DURALI- Tanrı’nın eski Türkçesi Tengri, Oğuzcada, bizim konuştuğumuz dilde Tanrı olmuştur. Türkçede Cumhuriyet’le birlikte kaybettiğimiz çok güzel seslerden biri nazal n’dir. Bunun gibi birçok başka ses iptal edilmiştir, kalın K vardı mesela. Derler ki Kadıköy şivesi alınmıştır ve Kadıköy’deki Nazeninlerin gırtlağı tabii bu seslere elverişli olmadığından bunlar iptal edilmiştir. Kalın H vardır, eski Türkçede üstü noktalı H, öz be öz Türkçe olan hanım öyle mesela, hanım öz be öz Türkçedir. O da iptal edildi, Moğolcadan bayan alındı. Nedendir bilmiyorum, bayanın hanımla ilgisi yok, zengin demektir bayan, demek ki hanımlar zengin olmak zorunda. Böyle saçma sapan şeyler var. Her neyse, ruhban ve ruhban olmayan ayrımı olmadığı gibi asker-sivil ayrımı yoktur. Devlet sürekli olarak yer değiştirebiliyor. Son olarak şunu da belirterek kalanını önümüzdeki derse nakledeyim: Devletin -çok önemli bir nokta- hükümran olduğu sınırlı topraklara vatan diyoruz. Devletin hükümran olduğu, hâkim olduğu toprak parçası vatandır. Doğup büyüdüğümüz atalarımızın yaşadığı topraklar yurttur. Yurtla vatan aynı şey değildir. Yurt daha manevi bir topraktır, vatan siyasidir. Diyelim ki Türki- 506 • Teoman Duralı ye’de doğdunuz büyüdünüz, atanız, büyük atanız, onun atası buranın insanı, yurdunuz burasıdır. Kanada’ya göçtünüz, Kanada vatandaşı oldunuz, vatanınız Kanada’dır ama yurdunuz burasıdır. İkili bir anlamı da vardır, yurt ve ocak bize mahsus deyimlerdir ve ben bir tek Almancada bunun bir benzerini görüyorum, heimat bu tür bir kelimedir. SALONDAN- Moğollar da yurt diyorlar ama Hocam. TEOMAN DURALI- İyi bir şey söylediniz, Moğolların yurdu ve vatanı örtüşmüştür, değişmemiştir. Çinlilerin öyledir, Farsların öyledir, birçok milletin böyledir. Türkün yurdu olmamıştır, vatanları olmuştur. Mustafa Kemal’in ünlü bir lafı var. Bunu nasıl görmüş, ben hâlâ çözemedim, anlayamadım: “Hattı müdafaa yok, sathı müdafaa var. O satıh vatandır.” Yurt kavrayışı bulunmadığından yer-yurt dediği şeyi bulunduğu yerden ibaret saymıştır. Daha genel bir yurt kavrayışı olmamıştır. Yurt ile, insan tipi de örtüşüyor. Zatıaliniz Bosnalı olmanız hasebiyle mesela, Arî tipiniz var. Öz be öz Türkler ki bayağı da vardır Türkiye’de, bakmayın siz propagandalara Türkiye’de Türk kalmamıştır, hepten karışmıştır. Yok, ben bir antropolog gözüyle baktığım vakit, benim öğrenimlerimden biri antropolojidir, beşer bilimdir, gidip de kan örneği almama gerek yok, yüzlere baktığımda görüyorum. Baskın bir Turani tiplemesi vardır Türkiye’de, başka tipler gayet tabii ki var. Dediğim gibi bu sadece Osmanlı’dan gelen bir olay değil, oldum olası karışmıştır. Buna rağmen o kavmi özellik kendini kaybetmemiş. Mesela, sende var o Turani tip, beyefendide var. Tabii yanılıyor olabilirim, o ayrı bir konu ama ilk bakışta tespit edilebiliyor. Bundan daha önemlisi bu biraz önce saydığım çok baskın özelliklerin devam ettiğini görüyoruz. Hükümdarın ilahi yetkilerle donanmış olma özelliği Osmanlı’nın son padişahı Abdülhamid’e kadar geliyor. Zillullah İslami bir şey değildir, hiç alakası yok. Çünkü Müslümanlıkta Allah apayrıdır, yaratık apayrıdır. Arada bir bağ yoktur şahıs anlamında, kişi anlamında, Japonlarda görüyoruz bunu, görüyorduk tabii, artık değil. Bunlar İç Asya’nın Çin’den aldığı özelliklerdir. Aldıkları var, almadıkları var. Doğu ve Batı Medeniyetleri • 507 Çin medeniyetinin temel gıdası, besini pirinç, Türkler arasında yer etmiş değildir, çünkü Çin surlarının kuzeyi pirinç ekimine elverişli bir yer değil. Sulak sıcak bir arazi değildir. Tarım fazla yer etmemiştir; sebze, yemiş, vs, bahçe tarımı vardır. Yüzde 80 ölçüsünde hayvancılık yapılmış ve et yenmiştir. Et yiyeceklerinizin çok büyük bir kısmı İç Asya’dan gelmektedir. Pastırma, sucuk, bastırılmış yoğurt, dondurulmuş yoğurt, vs. Mesela yoğurdu hep başkaları kapmağa çalışır. Bir ara ders verdiğimde Bulgar talebem vardı. “İşte yoğurt bizden gelme” dedi. Bulgarca yoğurt ne manaya gelir? Hiçbir manası yok ama Türkçede var, yoğurmaktan gelir dedim. Aynı şey Yunanistan’dan bir kişi yine bir yemek toplantısında dolma gelmişti. Dôlma, dôlma dedi. Dôlma dôlma değil, o dolmadır dedim. “Yunanca ne manaya gelir?” dedim. Manası yok dedi. Var, “doldurmak”tan gelir dedim. O anlamda etle beslenme çok esastır. Bu askerlik, devlet kurma konusunda İslam Türklere çok uygun düşmüştür. Her ne kadar günümüzde “barış dinidir” gibi palavralar sıkılıyorsa da bir savaş dinidir aynı zamanda, güzelliği de oradadır. Savaşçı özellik, çok uygun düşmüştür Türklere. Uygurlar, daha önce de Göktürkler Budacılığa geçiyorlardı, Türk tarihinin en büyük devlet adamlarından Tonyukuk hiddet ve şiddetle uyarır: “Sakın, o bizi miskinliğe götürür, aman ha Budacılığa geçilmesin.” İslam’ın dışında hemen hemen bütün dinleri almışızdır ve o dinleri kabul eden bütün Türk boyları silinmiştir, hiçbirisi ayakta kalmamıştır. Azınlık-çoğunluk meselesi değil, yan gelip yatmaya geldiği anda bitiyor. İyi bir şey mi, kötü bir şey mi bilmiyorum, ben size bir tasvir sunuyorum. Yargısı size düşer. Efendim, bu konuyla ilgili kalan birkaç unsur daha var, onları artık bundan sonraki dersimize saklayalım ve daha sonra da Hint medeniyetine kısaca bakalım. Hint medeniyeti mart, nisan doldurur sanıyorum. Mayısa açıkta bıraktığımız neler varsa onları ele alıp bitirmeye gayret ederiz. SALONDAN- Eflatun “ben felsefe yapmadım” diyor. Onu başka bir şekilde mi tanımlamalıyız? TEOMAN DURALI- Eflatun Batı medeniyetleri camiasının su- 508 • Teoman Duralı başıdır, en önemli adamıdır. İki ana yolun, güzergahın çıkışıdır: Tasavvuf ve felsefe-bilim. Tasavvuf dini hayatın en üst zirvesidir ve felsefe-bilimin zıddıdır. Tasavvuf duyguya dayanır, din bir duygu işidir. Onun için tasavvufun merkezi olarak gönlü alırız. Felsefe-bilim safi akıldır, aklın dışında hiçbir şeyi alamayız. Bu yaşatır, yaşamanızı belirler, yaşamamıza yol verir. Aklın burada yeri yok demiyorum, duygular hakimdir, akıl duygulara şekil verir. Buna Türkçede makullük diyoruz. Felsefe-bilimde salt akıl hakimdir, buna aklilik, Frenkçede rasyonalite denilir. Eflatun’un gönlü tasavvuftadır. Peki, felsefe-bilimi niye deşiyor? Bir ihtiyaç sonucu, âdeta tasavvuftan tamamıyla farklı ne var sorusunun cevabını getirmeye çalışıyor. Tasavvufa göre yaşayacağımızı söylüyor, Felsefe-bilime göre değil ve çok garip işler yapıyor Eflatun, çok tanrılı dinin tümüyle hâkim olduğu bir dünyada sadece Tek Tanrıdan, vahdetten bahsetmiyor, Tanrı’nın bizim çok yakından tanıdığımız sıfatlarından bahsediyor. Son eseri Kanunlar’da şöyle bir söyleşi geçer: Artık Sokrates yoktur orada, onu konuşturmuyor. Atinalı bir başkasına diyor ki: “Rahman ve Rahim olmayan Tanrı’dan bahsedeni ne yapalım?” Öbürü de cevap veriyor: “İdam edelim” diyor. “Kaç kere idam edelim?” diyor. Bir süre bunun tartışmasını yapıyorlar iki kere mi, üç kere mi, nasıl idam ediyorsa iki-üç kere. Son derece akli bir mecrada götürdüğü felsefi söyleşilerinden dine geldiğimizde birdenbire başkalaşıyor. Beklenmedik bir sertliğe bürünüyor. Bu yüzden yüzeysel adamlar “faşizmin kurucusu” deyip dururlar Eflatun’a, özel mülkiyeti idareci sınıftan yasakladığından ötürü de komünist diyenler var. Yani yönetici sınıfın kesinlikle mülkü, bırakın mülkü, malı olmaz. Üstündeki elbisesinin dışında hiçbir şey ona ait değildir. Bir başka kesim daha vardır malsız-mülksüz, onlar da askerlerdir. Burada bahsetmedik, belki gelecek derste biraz değiniriz. Bizim yeniçeriler âdeta Eflatun’un devletinde tasarladığı askerin izdüşümüdür. Kimse bugüne değin bizde bunu araştırmamıştır. Bu öyle gelişigüzel köle asker manasına gelmez. İslam tarihinde gulam denilen tip değildir bizim yeniçeri, bambaşka bir yapısı vardır. Tamamıyla Eflatunîdir, Platoniktir ama hiçbir Osmanlı kaydında, belgesinde, kaynağında Eflatun’dan bu anlamda söz edilmez. En çok nerede bahsedi- Doğu ve Batı Medeniyetleri • 509 lir? Farabî’nin peygamber olarak görmesinde ama Eflatun kendisi dehasıyla öngörmüştür ve kesinlikle peygamber olmadığını söyler. Onu da başka bir gün ele alırız, bunun şimdi ayrıntısına girmeyeyim. Peygamberlikle alakasının olmadığını bize bildirir. Araştırıcı tarihçilerimiz varsa yemesinler içmesinler, Yeniçerilikle Eflatun’un devleti arasında bağlantı kursunlar. Hiçbir belgemiz yok, hiçbir şey bundan bahsetmiyor. Yeniçeri teşkilatı olağanüstü bir teşkilattır. Her defasında yeniden şaşıyorum ben oraya göz attığımda, hayretler içinde kalıyorum. Osmanlı’nın sadece yeniçerisi yok, biraz önce bahsettiğim Akıncılar çok ilgi çekicidir. Size burada bir şey daha söyleyeyim, büyük ihtimalle Almanlar bunu taklit ettiler. Schutzstaffel SS Akıncıları çok andırmaktadır. Tabii Osmanlı’nın asla bir ırkçılığı yok, bırakın ırkçılığı ırk kavrayışı yok, kavmiyet yok. Öyle bir anlayış yok, o çok yenidir. Yani 1910’larda ortaya çıkmış bir şeydir o kavmiyet; biraz önce dediğim gibi, uzun yol göçlerde, yerleştikleri yerden ayrılmıyorlar, orayı yurt tutuyorlar, yurt ediniyorlar ve yurt edindikleri her yerde Türk olmayanlar Türkiye diyor. Yunanlılarla başlar, Yunanlılar Tourkía, Latincede Turchia diyorlar, Arapçaya Türkiye diye geçiyor. Farslar Türkistan diyorlar. Kölemenlerin idare ettiği Mısır’a Türkiye denilmiştir. Babür’ün idare ettiği Hindistan’a bir zamanlar Türkiye denilmiştir. İrani bir coğrafya olan Orta Asya’ya 9. yüzyıldan itibaren Türkistan denilmiştir ve nihayet buraya da Türkiye denilmiştir. SALONDAN- Hocam, benim gördüğüm kadarıyla Sokrates iki çeşit okumayla geliyor bize: Yanılmıyorsam Bertrand Russell onu felsefeyi bitiren adam olarak görür. Öbür tarzda da belki biraz dindarlar onu çok büyük bir adam olarak görür. Hatta Antik Çağ felsefesini de Sokrat’tan önce ve Sokrat’tan sonra olarak ayırıyorlar. Buna düz bir şekilde yaklaştığımızda Sokrat Nietzsche ve Russell gibi felsefeyi bitiren biri olarak mı, yoksa çığır açmış bir adam olarak mı görülür? TEOMAN DURALI- Felsefenin annesi bilgeliktir. Filosofía hikmeti sevme manasına geliyor. Eflatun hikmeti Tanrı’yı sevmek (theósfilía) manasında alıyor. Eflatun filosofía ve theósfilía’yı 510 • Teoman Duralı birleştiriyor ve bu dünyevi bilgelik anlamını aşıyor, ilahilik işin içine giriyor. Eflatun’un talebesi Aristoteles tamamıyla dinden koparır. Dine düşman, dine karşı değil, dinden bağımsız bir olay hâline getiriyor. Seküler, dünyevi, akla dayalı bir olay olarak ele alıyor. Sokrates’in ne dediğini bilmiyoruz, çünkü yazılı hiçbir şey yok. Sokrates adına ne deniliyorsa, Eflatun’da çıkmış. Eflatun kendi ağzıyla konuşmuyor, hep Sokrates’in, hocasının, ustasının ağzından konuşuyor. Bu da işte tasavvufi bir gelenektir, mistik bir olaydır. İslam’daki mistikliğe tasavvuf diyoruz. Benliği ortaya çıkarmayacaksın. Zaten Eflatun, bütün eserlerimi yakın diye vasiyet ediyor. Allah’tan yakmıyorlar, tam tersi oluyor ilahi bir tecelli herhâlde, hiçbir eseri kaybolmuyor, hepsi elimizde bugün, birkaç mektubu dışında tüm o mektuplar tabii gittikleri kişilerin elinde kalmış, onlar da kayboluyorlar. Talebelerin tuttuğu notlar ayrı, kendi kaleminden çıkan bütün eserleri elimizde olduğu gibi. Bir tek şiirlerini kendisi yakıyor, onları bırakmıyor, vasiyet etmiyor, kendisi ömrünün sonlarında yakıyor onları, çünkü -çok tuhaf bir şey- şiire ve askeri olmayan bütün musikilere karşı. Felsefi anlayışının merkezinde siyaset, devlet idaresi var; o bakımdan felsefe, yani metafizikle uğraşıyorum demek istiyor. Metafiziğin ayırt edilmesi, Aristoteles’le başlıyor; gerçi Eflatun temelleri verir. Bildiğimiz, tanıdığımız ne varsa Batı medeniyetleri camiasında -İslam da bunun bir parçasıdır- hepsi Eflatun’un başından çıkıyor. SALONDAN- Eflatun’da metafizik yok mu? TEOMAN DURALI- Eflatun’da var, Eflatun’da her şey var ama sistemleştirmiyor. Binayı çatısıyla, duvarlarıyla, her şeyiyle ortaya koyan Aristoteles’tir. Bu sebeple mutasavvıflar, mistikler hiç sevmezler Aristoteles’i, Eflatuncudurlar. İslam düşüncesi başlangıçta Aristocudur, Gazzâlî’den Eflatunculuğa döner. Avrupa’daki düşünce geleneğinin başında Eflatun vardır. 11. yüzyıldan itibaren Eflatun terk ediliyor, Aristoculuğa geçiliyor ve kilise Aristo üzerine bina ediliyor. Kilisenin (Vatikan’ı kastediyorum) üstünde en etkin olan kişilerden biri Gazzâlî’dir. Vatikan’ın nefret ettiği adam İbn Rüşd’dür. Avrupa’nın ruhban olmayan kesimi, yani laik Doğu ve Batı Medeniyetleri • 511 kesimi Rüşdçüdür ve Gazzâlî’den nefret eder. Gazzâlî’nin eserlerini Vatikan Latinceye tercüme eder, bir yerde hile yapar. Nerede Allah’ın sıfatlarından bahsediyorsa, tercümelerinde vasıf hâline getirirler. Sıfatla vasıf ilahiyat bakımından çok tartışılmıştır. Hıristiyanlıkta Tanrı’nın vasıfları vardır, bizde yoktur. Rahim oluşu, Rab oluşu, Gafur oluşu, vs. hep onun sıfatlarıdır. Vasıf dediği, siyasi kavramla, özerk gibi bir şey oluyor. Yani neredeyse ayrı bir varlık, çünkü orada ata, oğul, Rûhulkudüs var. Sıfat üstünüzdeki elbise gibidir, teninizin rengi gibidir. Güneşe çıkarsınız, kararsınız. Kış gelir, açılırsınız. Vasıf değişmez, vasıf aynıdır. SALONDAN- Vasıflar kendi başına Tanrı gibi midir? TEOMAN DURALI- Değildir diyorlar ama öyledir bana kalırsa ve o tarafıyla zaten Hıristiyanlık Yahudiliği inkâr etmiştir. Çünkü Hıristiyanlığı inşa eden adam Hz. İsa değil, Pavlus’la Petrus’tur ve bunlar da Romalıdırlar. O anlayışa uygun yapmışlardır. Hz. İsa’dan pek az bir şey kalmıştır. İncil’de birtakım düsturları var ama Hıristiyanlık geneliyle Petrus ve Pavlus’un inşasıdır. Efendim, çok sağ olun, teşekkür ederim, eksik olmayın. 512 • Teoman Duralı Doğu ve Batı Medeniyetleri • 513 MART 2018 İslam Öncesi Türk Kültürü TEOMAN DURALI- Bütün araştırmalarda, çalışmalarda Türklerin Hunlara dayandığı görüşü ağır basmaktadır. Bu tabii kesin bir şey değil, çünkü tarihten bahsettiğimizde kesinlemelerde bulunmamız imkânsızdır. Kesinlemeyi olsa olsa klasik fizikte görüyoruz. Vuku bulan bir olayı alıp tekrarlayabiliyorsunuz. Geçmişte olup bitmiş bir olayın tekrarı mümkün değil, orada ancak tarihi devirlere giriyorsa, metinlere, yazılı kalıntılara bakmak mümkün. Yazılı belge yoksa işimiz yaş, orada ancak kazılarla, arkeolojik araştırmalarla bir yerlere varmak tam mümkün olmasa bile aşağı yukarı mümkün oluyor. Türklerin en eski belgeleri, ünlü Orhun ve Yenisey Yazıtları MS 8. yüzyıla tarihlenmektedir. Bundan önce büyük ölçüde Çin kaynaklarına muhtacız. Çinliler aşağı yukarı MÖ 5. yüzyıldan beri yazıyorlar. Çok eskiye dayanan yazıları var ve bugün yaşayan en eski devlettir. Bir canlı fosil gibi görebilirsiniz. 4000 yıllık bir geçmişleri var devlet olarak, yerlerinden oynamamışlardır. Onların zıttı Türklerdir. Türkler en oynak toplum olmuştur. Hiçbir zaman yerlerinde duramamışlar, sürekli hareket hâlinde olmuşlardır. Bunun sebeplerinden bahsetmiş olmalıyım. Üç etkenden söz edebiliriz: Birincisi, iklim şartları; yaşadıkları bölgelerde meydana gelen aşırı iklim değişmeleri onları yerlerinden ediyor. İkincisi, yaşama tarzları; göçer ve avcı topluluklar hâlinde yaşıyorlar. Yaklaşık MÖ 4. yüzyıldan itibaren büyük çapta hayvancılıkla uğraşmışlardır. Onların bu hayat tarzı, bu yaşayışı hayrete mucip, o günden aşağı yukarı düne kadar devam etmiştir. Ben tanık oldum, Yörüklerin arasında bulundum. Metinlerde gördüğüm birçok şeyi maalesef ben okumadan önce tecrübe ettim. İsim sonradan gelsin misali, sonradan okuyunca yaşadıklarımı anlamlandırma durumunda kaldım ama okumadan önce yaşarsanız, tecrübe ederseniz birçok şeyi de anlayamıyorsunuz, kapalı kalıyor. O dediğim yaşama tarzları, o yaşama biçimleri 514 • Teoman Duralı Seksenli yılların ortalarına değin, Anadolu’da sürmüştür. Orta Asya’da daha önce bu yaşama tarzı kapanmıştır. Orta Asya’da Rus boyunduruğuna girip arkasından komünizm gelince konargöçer yaşama tarzı sona erdirilmiştir, yerleşik hâle gelmişlerdir. Anadolu’daysa Selçuklu ve Osmanlı ne kadar uğraşmışsa, bunları yerleştirmeye çaba harcamışsa da başaramamıştır. Burada Selçuklunun, özellikle de Osmanlı’nın gevşek davrandığını, yumuşak davrandığını söyleyebilirim. Birçok başka devlet tarzına baktığımızda, onlarla karşılaştırdığımızda Osmanlı’nın son derece yumuşak davrandığını görüyoruz. Zaman zaman istisnalar ortaya çıkıyor. Mesela, Yavuz Sultan Selim devri, IV. Murad devri çok serttir ama 600 küsur yıllık bir süreçte böyle kesintiler önem arz etmiyor. Fazla bir değişikliğe yol açmıyor. Dolayısıyla iç ve orta Asya’dan getirdikleri yaşama tarzını Cuhuriyet’in en azından ilk yarısına değin sürdürebilmişlerdir. Tabii o eski uzun mesafe göçerliği ortadan kalkmış, kısa göçerlikler var. Mevsimlere göre değişen göç durumları var ama hareket tarzı olağanüstü derecede ilgi çekicidir. Mart sonu havalar hafif tertip ısınmaya başlayınca göç ediyorlar. Güney Anadolu’da Adana, Çukurova civarında, Güneydoğu Anadolu’da Beritan aşiretinde uzunca sayılabilecek bir süre gözlem yapabildim. Çünkü ben o sıralarda Elazığ’da, Diyarbakır ve Malatya’da aynı zaman kesitinde ders okutuyordum. Harcadığım çaba bakımından çok zorlu bir zamandı ve o arada o havaliyi, doğu ve güneydoğu Anadolu’yu karış karış dolaşma imkânını buldum ve bu meyanda Beritanlar arasında da kaldım. Türkün en önemli özelliklerini yansıtıyorlardı, göçer durumdaydılar. Ancak 12 Eylül’den sonra askeri idare bunları yerleşmeye zorladı. Evler inşa edildi ve dehşet mutsuzdular. Çadırlarını terk edip abuk sabuk konutlara yerleşmek onlara son derece ağır geldi. Türkün diline sadakatsizliği ve saygısızlığı, bu çok önemli bir özelliğimiz. Doğu’da ve Güneydoğu’da Türk asıllı olup dillerini unutan ve oranın dillerine intisap etmiş pek çok toplulukla karşılaştım. Öncelikle Kürtçeye, mesela Beritanlar da Kürtçe konuşuyorlar. Tunceli havalisi bir karma dili var. Onu da orada bir seyahatimde tesadüfen 1970’lerdeki siyasi kargaşalara karışmış, içeri Doğu ve Batı Medeniyetleri • 515 atılmış ben otobüsle giderken yanımda bulunma saadetini bana yaşatmış Ali Rıza’dan öğrenmiştim. Bu ülkenin öyle gerçeklikleri var ki insanın aklı hayali durur ve Fransız olarak yaşıyoruz burada, onu da söyleyeyim. Gerçekliğimiz hakkında bir fikrimiz yok. Ondan aldığım bilgiyle Dersim dedikleri yörede karma bir dil konuşulduğunu öğrendim. Zazaca, Kırmançça, Türkçe karması bir dil ama asılları Türktür. Hatta bir ara Halk Partisinin Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu Bey “Biz Oğuz asıllıyız.” dediğinde bazı gazeteciler dalgasını geçmişlerdi. Doğrudur, Tunceli havalisi öyledir. Kırmanç pek yok ama arada Zazalar da var. Yeni yeni okullaşmalarla, üniversiteyle vs. Türkçe belki yeni yeni uyanıyor. Yoksa benim ilk gittiğim yıllarda, 1970’lerde özellikle kadınlar arasında Türkçe bilenine pek rastlayamazdınız. Erkekler çoğunlukla askerde öğreniyorlar. Bir de esas konumuza geçmeden şunu da hemen belirteyim: Dillerden yayılmacı, yayılmaya yatkın hâkim diller vardır, çekinik diller vardır. Türkçe o çekinik dillerdendir ve bunu öncelikle kadınlarda görüyorsunuz. Kadın bir kültürün ilk ve son omuzlayıcısıdır. Bir toplum çökme emaresi gösterdiğinde ilk bel verenler erkeklerdir, ortadan kaybolur, çöker gider. Kadın ayaktaysa, o kültür kurtulur. Kültürün en önemli etkeni, unsuru dildir ve kadın dile sahipse, o dil yaşıyor. Öncelikle ve özellikle ecnebiyle evlenen kadının çocuklarına, yani kendi toplumundan, milletinden olmayan bir erkekle evlenen kadın çocuğuna dilini öğretiyor mu, öğretmiyor mu, ona bakarım. Doğuda ve batıda nereye gitmişsem Türk olmayanla evlenen Türk kadını çocuğuna hiçbir zaman Türkçe öğretmemiştir. 1967’de Ürdün’e gittiğimde tanıştığım yedi ailenin kocaları Filistinli, burada ODTÜ’de okumuşlar, hanımlar Türk, hiçbirinin çocuğunun Türkçenin t’sinden haberi yok. Benzeri bir olayı Avrupa ve Amerika’da görebilirsiniz. Buna karşılık Çinli, Fars, Rus, Fransız, İtalyan, Arap, matematik kesinlikle söyleyebilirim, çocuklarına dilini öğretiyor. Kürtçe de öyledir, onu da unutmadan söyleyeyim. Tanıdığım Türkle evli Kürt hanımların çocukları Kürtçe bilirler. Zazalar öyle değil, Zazaca ölen bir dildir. Çerkesler öyle değil, Adigece de ölen bir dil, Lazlar aynı şekilde çekiniktir, gidiyor. Türkçe öyle ölmediyse, bunun 516 • Teoman Duralı fazileti yerden yere vurduğumuz, sürekli kötülediğimiz Osmanlı’dan gelir. Osmanlı olmasaydı bugün Türkçe yoktu. İyi mi olurdu, kötü mü onu bilmem, o ayrı bir konu, çünkü Selçuklu açık ve seçik bir biçimde Farsçayı benimsemiştir. Resmi yazışma dili Farsçaydı. Bu şartlarda 3000 yıllık olağanüstü hareketli bir geçmişe sahip Türke baktığımızda sadece dili değil, elbise değiştirir gibi medeniyeti de değiştirmiştir. Geleceğiz ona, kısaca temas edeceğiz. Şaşırtıcı derecede bir devlet geleneğini takip etmiş ve sürdürmüştür. Çin kaynaklarından ve kazılardan edindiğimiz kırık dökük malumatla Türklerin ilk devletinin Büyük Hun İmparatorluğu olduğunu görüyoruz. Muazzam geniş bir imparatorluk; Büyük Okyanus’un kuzeybatı kıyılarından, Ohotsk Denizi kıyılarından çıkmış olmaları lazım, esas kayıtların tutulduğu bildiğimiz anayurdun burası olduğu düşünülmektedir. Burası bugün Rusya’nın doğu kısmıdır, Rusya’nın Büyük Okyanus’a açılan limanı Vladivostok var burada, Amur Irmağı buradan denize dökülür. Güneyinde Kuzey Kore ve Güney Kore, batısında Çin Halk Cumhuriyeti vardır. Öz Türkçe yahut da Hunca Hun insan, beşer demek; Çinliler Hiung-nu, kuzeyli vahşiler, barbarlar adını veriyorlar. Niye buradan hareket ediyorlar? Birincisi, tahminlere göre 1000’lerde hava son defa çok soğuyor, bir buzul çağına giriyor, avlandıkları hayvan sürüleri, ren geyikleri güneybatıya doğru kayıyorlar. Onlar da peşlerinden gidiyorlar ve bugün Moğolistan’ın kuzeydoğusu, Mançurya’nın batısına denk düşen bölgeye geliyorlar. Ötüken diye bir yeri merkez alarak coğrafyada İç Asya, ilerisi de Orta Asya, tabir ediliyor. Efsaneye göre Asena adlı dişi bir kurt ayakta kalan çocuğu emziriyor ve o daha sonra başka kişileri boyunduruğuna alarak bir toplum meydana getiriyor. Buradan iki şeyi anlıyoruz: Birincisi, kurdun bir totem oluşudur; bu da çok ilgi çekici bir husus, konargöçer avcılıkla iştigal eden toplumlar kurdu çok yüceltirler. Çünkü kurt son derece zeki bir hayvan, topluluk hâlinde yaşar, etoburdur. Topluluk hâlinde yaşamasından türü birbirine bağlanır, insanca bir duygunuzu ona yönlendiririz: vefa, sadakat. Bunlar hayvanlarda yoktur, bir tek insanda vardır ama öyleymiş gibi görürüz. Bağlan- Doğu ve Batı Medeniyetleri • 517 dıklarından birbirlerine bunlar sadık varlıklardır deriz. Niye öyle değildirler? Çünkü hayvanlar içgüdüleriyle yaşarlar. Türlerinin genetik özelliklerine bağlı olarak yaşarlar. Mesela, erkek leylek bir defanın dışında bir araya gelmez dişiyle, “Ne kadar faziletli, iffetli hayvanlar, ne kadar sadık ve eşi öldüğünde de başka bir eş bulamaz”. Bu onun yapısında olan bir şeydir. Leylek türü kaç milyon yıldır varsa bu hareket tarzı hiç değişmemiştir, her zaman olmuştur. İçgüdüsel olmayan olaylar değişmeye mahkumdurlar. O yüzden insanda tolumdan topluma, çağdan çağa ve bireyden bireye her şey her zaman değişir; bu sebeple sadık insan vardır, sadık olmayan insan vardır, vefakâr vardır, vefakâr olmayan vardır ama kurdun vefalısı vefasızı olmaz. İnsan açısından yapılan yanlış değerlendirmelerdir bunlar. Kurt bu saydığım ve saymadığım bir sürü özelliğinden ötürü göçer insana çok yakın gelmiştir; kurtla doğanın bağrında yaşayan, doğayla iç içe olan konargöçer insan yaşam ortaklığı kurmuştur. Yunancada symbiosis dedikleri ortak yaşam, biyolojide çok önemli bir kavramdır, karşılıklı menfaate dayanır. O sizi korur, koku alma gücü çok fazladır, sizi uyarır düşmana karşı, siz de onu beslersiniz, yiyeceğini verirsiniz. Kurdun sayısız kabiliyetleri vardır. Ehlileştikçe dönüşüp köpek olmuştur. Çünkü ehlileştirmede ve sonra da evcilleştirmede insan yönlendirmektedir. Gerek bitkilerde, gerekse hayvanlarda insan ehlileştirdiğinde ve evcilleştirdiğinde -ehlileştirmeyle evcilleştirme bir ve aynı şey değildir- ayıklama meydana gelir. İyi ürün alınan, verimi yüksek olan bitki veya hayvanı bir kenara alır ve çiftleştirirler. Bunu daha sonra biyolojinin evrim bilimi kendiliğinden oluyor anlayışıyla, yani bunun bir müellifi yoktur şeklinde düşünmüş ve İngilizcede natural selection demişlerdir. Ama Türkçede çok daha güzel bir deyim buldum: Doğal ayıklanma. Ayıklanma dediğimizde onun müellifi yoktur. O “n” ortacı onun yapıcısı, edicisinin olmadığını söylüyor. Darwinci evrim görüşü de yapıcı, edici bir mercii reddediyor zaten. Ayıklanan o kurtlardan özel olarak yetiştirilen, çiftleştirilen kurtlar zamanla bize köpek olarak dönmüşlerdir. Bu arada şunu da hemen size belirteyim: Dile saygısızlığımızdan ötürü Türkçenin olağanüstü zenginliğini hor görmüşüzdür. Köpeğin Türkçesi, affınıza sığını- 518 • Teoman Duralı rım, “it”tir, tabii başlangıçta bir hakaret görüyor, çok doğal bir laftı. Köpek itin erkeği, kancık dişisidir. Her ne kerametse bilmiyorum, it çok ayıp sayılmıştır ama Orta Asya Türkçelerinde, Azerbaycan Türkçesinde de it gayet doğal, meşru bir laf olarak devam ediyor. Türkiye’deki Türkçede çok ayıp sayılıyor ve erkek iti köpeğin yerine koymuşuz. Her neyse şimdi bu bir tarafa, demek ki bu adamların totemi kurttur. O coğrafyanın kurdu boz renkli olduğundan bozkurt olmuştur totem ve ondan geldiklerine inanmışlar. Bu sebeple topluluk içi evlenmeyi yasaklamışlar. Aile içi evlenme nasıl yasaksa, sonra biraz genişleyerek obanın içinde evlenmeniz de yasak, çünkü oba da aynı soydan gelen insanların topluluğudur, kandaştırlar. Obanın içinden evlenemeyince dışarı yönelmek zorunda kalmışlardır. Topluluk dışı evlenme zorunluluğu ortaya çıkıyor. Çok sağlıklı bir şey aslında, bunun tersi toplum içi evlenme zorunluluğunu koşan toplumlar var. Orada çok yakın evlenmeler söz konusudur. Sadece av hayvanı peşinde koşmuyor, kadın bulmak için de açılıyorlar, göçmek zorunda kalıyorlar. Demek ki iklim değişikliği, hayvanların kovalanması ve bu evlenme meselesi Hunları dışarı sevk etmeye başlıyor. O ilk yurtlarından ayrıldıklarında denizi tanıyorlardı. MÖ 1000’lerden MS 1000’lere değin Türklerin denizle teması olmuyor; iç ve orta Asya’da denizden uzak kalıyorlar. 500’lerde, yani 6. yüzyılda Göktürkler Hazar’a ve Karadeniz’e ulaşıyorlar. Bunun etkilerini pek bilmiyoruz, kaydı kuydu yok. MS 1000 küsurlarda Selçuklular Anadolu’ya giriyorlar. İşte ilk defa denizle Türkün karşılaşması buradadır. 1080’lerde Akdeniz’e ulaşıyorlar ve sanki denizi dün bırakmışlar gibi denizcilik ve gemi inşaat zanaatına geçiyorlar. Alanya’da tersane kuruyorlar ama daha önemlisi bu kadar uzun süre denizden uzak kalmakla birlikte Türkçede deniz ve denizcilik tabirleri yaşıyor. Deniz, talay, gemi, tekne, bunlar öz Türkçedir. Denizle teması hiç olmamış İç Asya milletleri var; Moğollar, deniz sözünü Türkçeden almıştır, denizin aslı tengizdir. Burundan gelen bir “n” sesi tengiz ve tengizden türetilmiş Cengiz; ulu Deniz, evrensel olan, Temuçin’in unvanı Cengiz Han. Tibetliler denizi tanımıyorlar ve Türkçede ulu deniz, büyük deniz, umman, okyanus demek olan Doğu ve Batı Medeniyetleri • 519 talayı alıyorlar. Tibetlilerin tanrı hükümdarı Dalay Lama; lama bilge, dalay ise ulu deniz demektir. Talay dalay olmuştur, bütün değişiklik bu. Denizle çok fazla bağlantısı olmayan milletlerde deniz, göl, ırmak ayrımı açık değildir. Farsçada göle de, denize de, ırmağa da derya diyorlar ki olağanüstü zengin bir dildir Farsça. Ayrıca bunların terimleri var ama eski Farsçada üçüne de bu tek kelime karşılık geliyor: derya. Türkçede talay, deniz, göl, ırmak, dere var. Nehir Arapça ve lüzumsuzdur. Zaten o kadar çok lüzumsuz işler yapmışız ki od gibi bir kelime dururken onu atmış, ateşi almışız. Gayet tuhaf bir şey, içi diye bir kelime dururken onu atmış, biraderi almış. Bunun gibi bir sürü örnek getirilebilir. Hun Devleti’nin ne zaman devletleştiği tam olarak bilinmiyor. Çin kaynaklarına göre adaşım Teoman Han MÖ 220’de bu devleti inşa ediyor. Ondan önce devleti yok muydu bilmiyoruz, Çin kaynaklarının söylediği bu. Yaptığı nedir? Göçer boyları bir çatı altında topluyor, ittifaklar birliği kuruyor. Bugün Frenkçe bir kelime kullanıyoruz bunun yerine, konfederasyon diyoruz. Bir boylar konfederasyonu, boylar ittifaklar birliği tesis ediyor. Belirli bir merkezi yok, buna ben bir terim uydurdum: Seyyar asker devleti. Çünkü bütün toplum a’dan z’ye asker ama içinde hukuk var, iktisat var, siyaset var, çeşitli meslek öbekleri, zanaatkârlar ve özellikle de demirciler, madenleri işleyen adamlar var, hayvancılıkla meşgul olanlar var ama herkes kadınlar dâhil askerlik çerçevesinde görülüyorlar. Bu asker milletin adı Ordu; ordu sadece askerden ibaret değil. Asker anlamındaki ordu “sü”dür ama topyekûn bütün bir asker toplumdan bahsediliyorsa, ona ordu deniliyor. Başka asker toplumlar var mı tarihte? Yunanlıların Spartalıları baştan ayağa askerdirler ve bir ihtimal Almanların Prusya kesimi de örnek gösterilebilir. Ancak Türklerde bu saydıklarımdan farklı olarak konargöçer vaziyetteler. Hunlar bir süre sonra taht kavgalarıyla bölünüyorlar. Bu da Türk tarihinin değişmez bir kaderidir. “Türkün dostu Türkür” derler, tam tersi Türkün bir tek düşmanı vardır, o da Türktür. Kaç devlet kuruldu ise bütün devletleri yıkan gene Türklerdir ve hep bu taht kavgalarındandır. En uzun ömürlüsü Büyük Selçuklular 520 • Teoman Duralı olmuştur. Daha sonra Anadolu Selçuklularında gene sen-ben kavgası yüzünden paldır küldür gitmiştir. Ne Haçlılar, ne Moğollar, ne Eyyubiler yıkmıştır, kendileri yıktılar Selçuklu Devletini. Bazıları Fatih’i hor görüyor, değil mi? Basın yayında, televizyonda Fatih’e dil uzatanlar varmış. Fatih, bir dâhiydi. Sadece İstanbul’u fethinden dolayı değil, Türkün en önemli hastalığına karşı devleti ayakta tutmanın yolunu bulduğu için. Çünkü yine çok tuhaf bir özellik, devleti inşa eden belirli bir halk grubu değil, tepedeki belirli bir zümredir. Yani önce devlet var ve sonra devlet milletini oluşturmaktadır. Bu yüzden devlete dehşet bir bağlılık vardır. Bugün de sürüyor bu, hâlâ olur olmaz her yerde devletin bekası denir, marazi bir şeydir. Fatih Türk tarihini içleştirmiş, sindirmiş bir adam ve Türk devletlerinin neden, nasıl yıkıldıklarını gören bir adam ve çok yakınında büyük büyük babası Bayezid’in Timur’a yenilmesiyle ortaya çıkan faciayı da yakından biliyor. Fetret Devri henüz hafızalarda taze, devleti kurtarmak amacıyla Allah’ın koyduğu buyruğu çiğniyor. Dini bütün bir adamdır, öyle böyle sallantılı bir adam değil Fatih, Vatikan’ın, Papa’nın bütün göz alıcı tekliflerine rağmen asla Hıristiyanlığa yaklaşmıyor, yerinde gayet sabit, taviz vermiyor ama bu adam Kur’an’da çok açık seçik bildirilen bir yasağı çiğniyor. Bir masumu öldüren insanlığı öldürmüş sayılır. Feci bir şey, korkunç bir şey, o insanlık bugün yaşayan insanlardan ibaret değil, Adem’den bu yana gelmiş ne kadar insan varsa hepsini katletmiş sayılırsın. Bunu çiğniyor Fatih, evlat ve kardeş katlini kural olarak koyuyor. Niye? Devleti kurtarmak için, Türkün makus talihini yenmek için, şakası yok. Devlet çöktü mü hepimiz mahvoluruz, perişan oluruz. Uzağa gitmeyelim, yanı başımızda Suriye’de, Irak’ta, daha dün Yugoslavya’da, biraz daha öteye geçersek 1947’de Hindistan’da olanlara bakalım. O günden itibaren Osmanlı Türk tarihinin en uzun süreli devleti hâline gelmiştir. Şakası yok, yeni zamanlarda, Yeni Çağda, modern dönemde 600 küsur yıl yaşamış. Emperyalizme kurban gitmiş bir dünyada bir ada olarak kalmıştır. Onların buyruğuna girmemiş bir tek Osmanlı Devleti vardır. Bunu Fatih’e borçluyuz. Fatih kendini kurban etmiştir. Kim bilir ne ceza görmüştür öbür tarafta veyahut da görecek. Tabii Allah’ın aklını Doğu ve Batı Medeniyetleri • 521 yorumlamak, yargılamak elimizde olan bir şey değil, bilmiyoruz. Yasak olan bir şeyi çiğniyor, o açık ama ondan sonra ceza mı görür, görmez mi bilemiyoruz. Ona bir şey söyleyemeyiz. Neyse dönelim tekrar, burada birkaç özellikten bahsettik. Başta devlet en önemli olay ve bu devlet (Hunlar) çok farklı toplulukları uhdesinde topluyor, şemsiyesi altında topluyor ve o topluluklar kültürlerin yaşamalarını, yaşama tarzlarını, inançlarını sürdürebiliyorlar. Çin kaynaklarına, Sima Tsyan adındaki Çin tarihçisine göre, merkeziyetçi ama müstebit olmayan bir devlet. Çin’le Hunlar ve Türkler arasında en büyük fark Çinlilerin istibdatçı oluşu, öbürlerinin istibdatçı olmamaları gözüküyor. Türklerde hakanın etrafında toy dedikleri bir meclis var. Daha sonra Moğollar bunu taklit ediyorlar, Cengiz Han’ın kurultayı vardır. Toy kanunları çıkarıyor. “Kanun”un Türkçesi tüzedir, yasa değil; yasa da Moğolca. Tüzenin şümulü, bizim bugün hukuk dediğimiz töredir. Törenin içerisinde yer alan değişik olaylara verilen hükümler tüzelerdir. Bunların dayandığı temel ilke köniklik/adalettir. Köniliği yönetici, hakan Tengri’den almaktadır. Ne vakit könilikten saparsa, Tengri onu aforoz eder, işi biter. Bütün taht kavgalarının sığındığı gerekçe başta bulunan adamın adaletten saptığı suçlamasıdır. Adaletten sapıyorsan bir başkaldırma söz konusudur. Ondan sonra ortalık karışıyor ve devlet bölünüyor. Hunlar da bu şekilde kuzey ve güney olmak üzere bölünüyorlar. Güney Hunları Çinliler yiyip bitiriyorlar. Çinlilerin ve Farslıların böyle bir özelliği var. İranlı demiyorum, Fars diyorum. Çünkü İran geniş bir deyimdir, içinde Türkü, Arabı vs. vardır. O devletin nüvesi Fars’tır. Acem bir tür aşağılama terimi. Kim kime duhul etmişse Çin onu soğurmuş, kendileştirmiştir. Benzerini Fars’ta da görüyoruz. Fars da Çinli gibi yerini 1000-2000 yıl değiştirmemişler, aynı yerde kalmışlar. Biraz daha geniş bir coğrafyadaydı. Bugün Türkistan dediğimiz yer de Farslılarındı, Türkler İç Asya’dan batıya doğru kaydıkça Farsları itmişler ve orası Türkistan olmuştur. Büyük ihtimalle Türk Hunların çerçevesinde bir hanedandı. Bu arada Teoman’ın oğlu ve hâlefi Mete Han -yine efsaneyle karışık bir şey- Oğuz diye bir başka boyla dövüşüyor, savaşıyor, yeniyor, içinde soğuruyor. Türklerde Kamlık dediğimiz 522 • Teoman Duralı Şamanlıkta ruh yaşamaya devam eder. Beden ölür, ruh yaşamaya devam eder. Öldürdüğünüz bedenin ruhunu içinize almazsınız, o yarın bir gün gelip sizi çarpar, öç alır. Büyük ihtimalle Mete, Oğuz adını, yendiği boyun adını alıyor. Benzerini Moğollarda görüyoruz. Cengiz atasını öldüren annesini kaçıran Tatarlardan öç alıyor. Tatarları kılıçtan geçiriyor. Ruhları öç almasın diye Tatar adını alıyor. Moğollar nereye gitmişlerse, kendilerini Tatar diye tanıtmışlardır. Ruslar, Lehler, vs. Moğolları hep Tatar diye nitelerler. Tatar diye bir şey yok, Volga Tatarları, Kırım Tatarları, bunlar Türktürler. Bir ölçüde Moğollarla karışmışlardır ama azdır. Çünkü Moğollar Türklerin tersine içeriden evlenen adamlardır. İçeriden evlendiklerinden kurdukları imparatorluk kısa ömürlü olmuş, tez elden evlenebilmek için yurtlarına dönmüşlerdir. Türkler gittikleri yerlere yerleşmişlerdir, yurt edinmişlerdir. Çok ilgi çekici bir şey, Göktürklerin dışında kendilerine hiçbir zaman Türk dememişlerdir. Hep başkaları onları Türk diye nitelemiştir. Bu da bir başka özelliktir. Babür’le birlikte kuzey Hindistan’ı ele geçirirler ve kuzey Hindistan’a Türk yurdu denilir. Aslında Fars olan Orta Asya’ya Türkistan denmiştir. Tourkía Yunancadır, oradan Latinceye, oradan da Arapçaya Türkiye olarak geçmiştir. Mısır’a, Cezire’ye, gene Irak, Suriye havalisine Türkiye denilmiştir ve nihayet buraya denilmiştir. Hep başkaları Türkiye diyorlardı, Göktürler hariç biz demiyorduk. Kuzey Hunlarda Türk hanedanı ele geçirmeye başladıkça ilk Türk devleti Göktürkler vücut bulmaya başlar. Kuzey Hunlar Miladi 300’lerde batıya doğru yönelirler. Bu da Türklerin bir başka hastalığıdır. Hep batı, hep batı, hep batı… neden bilinmiyor ve onların ünlü hakanı Atilla’dır. Fransa’nın ortalarına kadar gelir Atilla, nüfusu kalmaz. Hunlar çok azalınca o devletin savaş yönünü götürecek bir ahali kalmaz. En önemli yanları askerlik ve asker Türkten alınır. Selçukluda da, Osmanlı’da da asker Türklerden alınır. Ne Araptan, ne Kürtten… Hıristiyanlar zaten alınmıyor. Yeniçerileri örnek olarak getirmeyin, çünkü o çok küçük bir öbektir ve padişahın hassa alanıdır. Asıl savaşan sipahiler Türk asıllılardır. II. Mahmud bunu kurallaştırmıştır. Daha önce kurallaştırılmış bir olay değildi, bir gelenekti. II. Mahmud’la birlikte bu kural hâline gelir ve -bu da çok ilgi Doğu ve Batı Medeniyetleri • 523 çekicidir- Türklerin dışında yeni dönemlerde tek istisna Çerkes, Kürt ve Arnavuttur, yani 1830’lardan itibaren asla başkaları alınmıyor. Evlenilen kadınlar da böyle, çok dikkati çekecek milletlerden kadınlarla evlenilmiyor. Çok enderdir, Osmanlı hanedanına bakın, dikkati çeken bir tek evlilik vardır. II. Mahmud’un annesi Fransızdır. Fransız, Rus, Alman, İngiliz, Arap, Acem gelin yoktur. Çerkesler gibi daha mütevazı, devleti olmayan, hak iddiası olmayan milletlerden evleniyorlar. Harem değişik toplumlardan gelen kadınlarla oluşturuluyor. Tek kadının uhdesine bırakılmıyor. Mesela, yanlış kanaatler vardır. Yahudiler çok azdır, mesela Hürrem Sultan için Yahudi derler, hayır, Hürrem Sultan Leh’tir. Polonyalı, belki de Ukraynalı ama bana kalırsa Leh’tir, çünkü babası Katolik papazıdır. Ukraynalılar Ortodoksturlar ve o dönemlerde Protestanlık çıkıyor, Katolikler çok ezilenlerdendir. Hep bu siyasi oyunlar göz önünde tutuluyor, bunlar planlı programlı, devletin bekasına yönelik evlilikler. Göktürklere, Uygurlara değin Türkler Çin medeniyetindendiler. Mutlak anlamda değil, çok saptıkları noktalar var ama heyeti mecmuu Doğu medeniyetleri camiasından Çin medeniyetine mensuptular. Uygurlar Hint medeniyetine geçerler. Türk tarihinin en büyük devlet adamlarından biri Tonyukuk’tur. Kesif bir Budacılık akımı var, Budacılığa geçmek isteniyor. Tonyukuk Çin’de dünyaya gelip yetişmiş, orada öğrenim görmüş bir Göktürktür ve Bilge Kağan’ın veziriazamı olur. “Kesinlikle Budacılıkla Taoculuğa geçilmeyecek. Bunlar yatalak dinlerdir, bizi miskinliğe sevk eder.” diyor. Her dine, en olmayacak dine bile girmişler, Hazarlar Yahudi olmuşlardır ki İbrani değilseniz Yahudi olamazsınız ama asıl intisap ettikleri Müslümanlık olmuştur. Bana öyle geliyor ki Müslümanlığın savaşı meşru addetmesindendir. Kim ne dersin desin öyle barış dini değildir. Cihat var işin içinde, bu çok celp etmiş onları. İçeriden evlenen sivil ve barışçı bir kültür olan Farslar hiçbir zaman İslam’ın askeri olamamışlardır. Bu yüzden de Türkler 1000 yıl boyu İslam medeniyetini sırtlamışlardır. 1000’den 1920’lere değin bu medeniyetin sırtlayıcısıdırlar. Selçukluların büyük hizmeti vardır, Haçlıları durdurmuşlardır. Daha sonra Moğollarla cebelleşmişlerdir. Selçukluların yanında 524 • Teoman Duralı çok önemli iş gören bir başka Türk devleti de Memluklar yahut Kölemenlerdir ve daha sonra Osmanlı’ya geçen bir olaydır. Bu savaşçılığın sonucudur. Bunu yalnız ben tespit etmiyorum. “Hitler’in Sofra Sohbetleri diye çok ilgi çekici bir kitap var. “Türklerin Müslümanlıkta gördüğü işi biz Hıristiyanlıkta göremedik” diyor Almanlar için, niye? Soruyor etrafındakilere, bir sürü abuk sabuk cevap çıkıyor. “Hayır, hiçbirisi doğru değil. İntisap ettiğimiz din yanlış da ondan, bize uygun bir din değil Hıristiyanlık, onlar gibi biz de bize uygun düşen dini seçseydik dinimizi ve ona dayalı medeniyeti kurtarırdık.” diyor. Uygurlar kısman Budacı oluyor ve Hint medeniyetine giriyorlar, yerleşiyorlar. Seyyar olma özelliğini kaybediyorlar ama onların dışında kalan Oğuzlar, Peçenekler, Kırgızlar devam ettiriyorlar. Oğuzların dışında kalan Türk boyları devlet kurmuyor, kuramıyorlar. Oğuzlar Uygurlularla birlikte Karahanlıları, Gaznelileri kuruyorlar ve ondan sonra da esas büyük Türk devleti Selçuklu Devleti karşımıza çıkıyor. Selçuklu Devleti Osmanlı’ya el vermiştir ve o Türk tarihinin zirvesini meydana getiriyor. Tarihte kurulmuş Çin, Roma ve İngiliz İmparatorluklarının yanında en büyük imparatorluktur. Hiç şüphesi yok bunun, en önemli imparatorluktur. Sadece yayıldığı saha itibariyle değil, olağanüstü özgünlüğü ve getirdiği büyük yeniliklerle en büyük imparatorluktur. Bunun devlet felsefesi yapılmamıştır. Devlet kurmada üstümüze yok ama iş felsefe-bilime gelince yerlerde sürünmüşüz, hiç oraya dokunmamışız. O olmayınca öz bilincimizi ortaya koyamamışızdır. Felsefemiz olmayınca kimiz, ne yaptık, nereye kadar götürdük sorularını cevaplayamıyorsunuz, niye felsefemiz olmadığı sorusuna hemen “Bilmiyorum” cevabını vereceğim. SALONDAN- Yerleşik olmamak olabilir mi Hocam? TEOMAN DURALI- Birinci sebebi o olabilir ama en azından Selçuklu ve Osmanlı döneminde bir felsefe binasını oluşturabilirdik. Başta Farabî olmak üzere bölük pörçük filozofumuz var ama onun bize hiçbir etkisi olmamıştır. Filozof sayılır mı, sayılmaz mı, önemli bir düşünürlerimiz Yusuf Has Hacib’dir, Tonyukuk’tur. Ama dört dörtlük mufassal bir devlet felsefesi çıkmamıştır. Ziya Doğu ve Batı Medeniyetleri • 525 Gökalp buna teşebbüs eder ama o da akim kalır, olmaz. SALONDAN- Ahmed Yesevi için diyebilir miyiz? TEOMAN DURALI- O bir mutasavvıftır. Felsefe dinden çok farklı bir olay, çünkü felsefe yalın akla dayanır, duygular işin içine girmez. Felsefi görüşler tabii her zaman için ortaya atılır ama akli temellendirme olmadıkça bir sistem ortaya çıkmıyor. En önemli kaygımız Eflatun’un Devlet’te çizdiği bir teşkilat var: Asker teşkilatı. Bunun tıpkı basımı yeniçeri ocağıdır, tıpkı basımıdır ve bu eşsizdir. Nereden gelir bilmiyoruz, elimizde hiçbir kayıt Eflatun’a atıfta bulunmuyor. Sadece mukayeseden, bunu bunun bir izdüşümü gibi olduğunu görüyoruz. Bunun uzak boylu değerlendirmesine girmeyeceğim. Romalılarda ve İslam devletlerinde Arapların gulam dedikleri esirlerden oluşturulan ordular var ama Yeniçeri Teşkilatı hiç buna benzemez. Bir kere esir değildir o adamlar; birden çok oğlu olan Hıristiyan aileden oğulların en sağlamı, yakışıklısı, yapılısı ailenin rızasıyla alınıyor, kaçırılıyor değil. Verir mi aile? Gayet tabii verir, vermez olur mu? Adam olacağını biliyor. O çocuklar alınıyorlar, ortalıkta açık bir Türklük bilinci yok, bil-intizam Türk ailelerine veriliyor. Arada Türk soyundan gelenler de Hıristiyan ise devşirilmiştir. Örnek, Koca Sinan. Kayseri çevresinden bir Hıristiyan Türk ailesinden gelir. Çünkü orada Karamanlılar vardı ve Karamanlıların aslı Oğuz değil Peçenektir. Oğuzlardan çok önce kuzey Karadeniz üzerinden Balkanlara gelmişler, Bizans bunları Hıristiyan kılmış ve asker olarak kullanmıştır. Başka bir işe de yaramamıştır Türk zaten, her tarafta asker olarak kullanılmıştır. Bunu İkinci Dünya Savaşında Almanlar bile yapmışlardır. Orta Asya’da ve Kırım’da topladıkları Türklerden SS birlikleri kurmuşlardır. Mükemmel savaşan adamlar, sadakat gösteriyor. Neyse, işte Sinan böyle bir Peçenek soyundan gelen Hıristiyandı. Bu seçilen adamlar elitist, harikulade okullarda yetişiyor ve kabiliyetleri doğrultusunda mimarlığa yönlendiriliyor ama herkes temelde asker olmasından ötürü mimarlığına rağmen bir yerde de askerdir aynı zamanda. Asker demek savaşçıyla aynı düzlemde olmak demek değil. Savaşçılar asker değildirler ama askerler özde savaşçıdırlar. Afri- 526 • Teoman Duralı ka’da, Amerika’da, Asya’da, Kızılderililerin arasında çok savaşçı topluluklar vardır ama bunlar asker değildir. Askerliğin gerektirdiği şartlara haiz değildirler. Asker olmanız için her şeyden önce bir kere devletiniz olacak. Nasıl ki devleti olan topluma millet diyorsak, devleti olan savaşçı da askerdir. Savaşçının topluluğu çetecidir, çeteler meydana getirirler. Asker topluluğu ordu oluşturur ve bu minval üzere 3000 yıllık bir geçmişi devirerek gelmişlerdir buraya kadar, Uzak Asya’dan kısrak başı gibi Akdeniz’e uzanmakla kalmamışlar. Nâzım ötesini görmemiş demek ki... Orta Avrupa’ya kadar uzanmışlardır, sadece Akdeniz’de kalmamışlar, Kuzey Afrika’ya girmişler. Hani deniliyor ya efendim, biz Avrupalıyız. Çünkü Avrupa’da 500-600 yıl bulunmuşuz. Bulunmamışız, kılıç sallamışız. Ona bakarsanız Afrikalı da sayılmamız gerekir. Afrika’da da hayli bir zaman kalmışız ama her şeyden önce Asyalıyız. Asya’dan gelmişiz ve büyük bir kısmı Asya’da hâlâ. Efendim, uzatmayacağım dedim ama sizin varlığınıza dayanamadan ister istemez uzattım. Bugün burada kesmek gereğini duyuyorum. Geldiğiniz için teşekkür ederim. Uzun boylu sorular için hâlim yok, anlayış gösterirseniz memnun olurum. Doğu ve Batı Medeniyetleri • 527 NİSAN 2018 Türk Kültürü ve İslam Medeniyeti TEOMAN DURALI- Türklerin devlet kurma, devletleşme sanatından, geleneğinden söz etmiştim ve bunu size anlatırken Türklerin İslam’dan öncesine vurgu yapmıştım. Henüz İslami dönemden bahsetmedik, öyle hatırlıyorum. Bu konu bir eksiklik, bundan söz edeceğim, artı devlet felsefesini dört başı mamur bir biçimde önümüze ilk çıkaran, aynı zamanda da felsefe-bilimin zeminini hazırlayan Eflatun’un devlet felsefesinden bahsetmek istiyorum. Çünkü bu hem genel olarak devlet anlayışının ana örneğini bize sunuyor, hem de şaşırtıcı derecede onun sunduğu resimle Türklerin devlet anlayışı arasında bir uyuşma, benzeşme var. Baştan söyleyeyim, bu benzeşmenin belge yönü yoktur. Yani doğrudan doğruya falanca tarihte şu biçimde Türkler Eflatun’dan bu örneği almış ve uygulamışlardır dememizi mümkün kılacak herhangi bir belgemiz, delilimiz yoktur. Dolaylı olarak bundan söz edebiliriz. Eflatun’dan en fazla etkilenmiş büyük filozofumuz, belki de tek Türk filozofu Uzluk Oğlu Farabî’dir. Öncelikle devlet felsefesi babında Eflatun’dan çok etkilenmiştir. Farabî’den başka filozof değil ama iki büyük bilgemiz var. Türklerin bilgeleri İslam’dan önce ve İslam’dan hemen sonraki dönemde öncelikle devlete odaklanmışlardır. Tasavvufa kayan bilgelerimiz daha sonraki çağlardadır. Çünkü Türklüğün yüreğinde -öyle diyeyimdevlet ve askerlik olmuştur. Eflatun’a geçmeden önce toplum yapısına tekrar bakalım; ilgi çekici bir toplum yapısı var ve bu toplum yapısı devletleşiyor. Size daha önceki konuşmalarımda devletleşmenin tarihte nasıl cereyan etmiş olduğundan bahsetmiştim. Devlet öncesindeki toplum yapılarında kandaşlık var demiştim, hep kan bağına dayalı bir süreç yaşanmaktadır. Kadın-erkek cinsi ilişkisinin so- 528 • Teoman Duralı nucunda çocuğun ortaya çıkışıyla aileden başlıyor; bir üçlülükten bahsettim size, insanların kafasındaki en önemli örnek bu üçlüdür. Fransızların üç büyük filozofu -başka da bir filozofları var mı bilmiyorum- Descartes, Henri Bergson ve George Dumézil’dir. Hemen şunu belirteyim, her filozof aynı zamanda bir bilim adamıdır. Bilime dayanmayan bir felsefe sistemi mümkün değil, salt bir felsefe sistemi olmaz. Mutlaka bilimden hareket eder. Dumezil’in hareket ettiği bilim kültür tarihçiliği ve dil bilimciliğidir. Dil bilimi ve kültür tarihi bilimlerinden hareketle felsefesini kurmuştur. Şöyle bir tespitte bulunuyor: “Hint-Avrupa kavimlerinde, Arîlerde üçlülük, üçlü bir tabakalaşma vardır. Buna karşılık Samiler tekçidirler. Bu sebeple Sami kavimlerinden sudur etmiş dinler Tek Tanrılıdır.” Yahudilikte gördüğümüz gibi din Tek Tanrılı, buna karşılık Arîlerden sudur eden dinler, inanışlar hep bir üçlülüğe yaslanırlar, Hıristiyanlıkta Rûhulkudüs-ata-oğul üçlüsünde gördüğümüz gibi. Önceleri gençlik yıllarında Dumézil’in bu görüşü beni çok etkilemişti, çarpmıştı ama gel zaman git zaman bazı konular yaşlanmayı gerektiriyor. Genç yaşta filozof oldum iddiasında değilim ama dünyada en zor anlaşılan olay felsefe sorunlarıdır ve felsefe sorunlarını açmakta, bunları anlamakta yaşın çok önemli bir etken olduğunu görmüştüm. Mesela, bir filmi birden fazla seyretmeye tahammülüm yoktur, zaten sevmem de görsel şeyleri, tiyatroyu, sinemayı, vs. Seyrettiğim filmleri ne kadar beğenirsem beğeneyim birden fazla seyretmeye mecalim yoktur, sıkılırım. Çoğu kere kitaplarda da böyledir. Birden fazla okuduğum metinler mecburiyet tahtındadır. Defalarca okuduğum metinler vardır, anlama babında mesleğim gereği, yoksa sıkılırım. Başka bir düşünce yazısını defalarca okuyup da her okuduğumda çağ atladığım iki metin vardır. Biri Kur’an-ı Kerim, öbürü Eflatun’un söyleşileri, diyaloglarıdır. Bu söyleşileri her okuyuşumda önümde yeni bir ufuk açılır. Müthiş bir şey, hani yürüyorsunuz da La Joconde tablosu hep size bakıyor, bir türlü gözü sizden ayrılmıyor gibi, Eflatun’un söyleşilerinde de böyledir. En azından bir yirmi yaşında filan başlarsınız okumaya, daha önce hiçbir şey söylemez, anlatmaz. Çünkü bir kavram kurgusuna sahip olmanız Doğu ve Batı Medeniyetleri • 529 gerekiyor. O da genç yaşta olmuyor. Bu yüzden liselere felsefe koymanın lüzumsuz, sakat olduğunu savunurum. Çok küçük sınıflara matematik koymak gibi felsefenin de ortaöğretimde gösterilmesi lüzumsuzdur. Çünkü salt bir kavram dokusu vardır ve insanın en zor duhul ettiği, girdiği kapı kavram kapısıdır. Çok genç yaşta mucit olan, kaşif olan, büyük şair olan kimseler var. Filozof olarak genç yaşta o mertebeye erişmiş bir tek Danimarkalı büyük filozof Soren Kierkegaard’ı tanıdım, başka genç yaşta yoktur. 42 yaşında ölür. Genellikle de filozoflar bayağı geç ölürlerdi. Yaşlandıkça sorunları anlamakta hayli yol aldım. Bu yol alışta çözdüğüm sorunlardan biri Dumézil’in iddia ettiği teknik ve üçlülük olayının Dumézil’in söylediği gibi olmadığıdır. Üçlülük her yerde her zaman olmuştur. Felsefenin f’sinin görülmediği Amerika Kızılderililerin bilgeliklerinde de bir üçlülükle karşılaşıyoruz. Bildiğimiz dünyada çok ünlü bir üçlülük Çinlilerde var. Önceki yıllarda bahsetmiş olabilirim, yin yang karşıtlığı ve bunun birleşimi söz konusu. Hintlilerde de var. Diyeceksiniz ki Hintliler de Arî’dir, doğru ama Çinliler değildirler. İnsanın en açık ve seçik gördüğü işte hep bu üçlülük olmuştur. Sadece kadın-erkek-çocuktan da gelmiyor, doğadaki olaylar da bize bunu gösteriyor. Gece-gündüz ve gün; gün sentezi doğal olmaktan ziyade düşünseldir. Günü biz düşüncemizde ortaya koyuyoruz. Somut olan nedir, gözümüzün önünde olan nedir? Gündüzdür, gecedir. Yaz-kış ama yıl bizim düşüncemizin ürünü olarak karşımıza çıkıyor. Aile de böyle ve ailede çocuğun annenin-babanın evladı olduğu anlayışı çok geç bir çağda ortaya çıkmıştır. Kadın-erkek ilişkisinin verimi olduğu olayını insanlar 100 bin yıl sonra keşfetmişlerdir. Az buz bir zaman değil, insanlığın ortaya çıkışı daha önce bahsettim, 300 Bine geri götürülüyorsa bugünkü hesaplarda -yarın değişir- 200 Binde hatta 150 Binde bu olay ortaya çıkmaya başlıyor. O yüzden insanlığın erken dönemlerinde kadın kutsal görülürdü, mucizevi kabul edilirdi. Tek başına olan bir yaratık bir süre sonra bir bakıyorlar, yanında bir başkası, yavrusu var. Bunu hayvanlarda da böyle görüyorlardı. Önce zaten büyü hayvanların gözlemlenmesinde bozulmuştur. Oradaki süre daha kısa olduğundan bağ kurabiliyorlar ve oradan insana atladılar. 530 • Teoman Duralı İnsanda kadının çocuğa nasıl sahip olduğu anlaşılmaya başlanınca büyüsü bozuldu. Dikkat ederseniz bütün erken dönemlerde tanrılar dişidirler, tanrıça da böyle, bütün coğrafyalarda Anadolu’da, Mezopotamya’da… Amerika’da o kadar değil, çünkü Amerika’ya insanlar geç bir çağda, 17. Binde geçmişlerdir. Bu çok geç bir çağ oluyor, atı alan Üsküdar’ı geçmiştir ama Avustralya’da yakın zamanlara değin dinlerinde Tanrıçalar vardı. Çünkü Avustralya’ya ve oradan Tasmanya’ya geçiş yaklaşık 60. Bindedir. Aynı resmi Türklerde görüyoruz. En temel topluluk ailedir. Nedense eski Türkçede bütün sözler var, söz dağı son derece zengin ama gel gör ki Türkler dillerine olağanüstü derecede nankördürler. Uguş dururken niye aileyi almış Arapçadan belli değil, od varken niye onu bırakıp ateşi almış? Aynı şey bugün devam ediyor, hiçbir şey değişmedi. Binlerce yıllık bey dururken sen kalk Moğolcadan zengin anlamına gelen bayı al, binlerce yıllık öz be öz Türkçe hanım dururken yine Moğolcadan zengin anlamına gelen bayanı al. Ne ilgisi var zenginin beyle, hanımla? Onu ben kuramadım, size tevdi ediyorum, siz belki bu bağı kurarsınız. Demek ki temel topluluk uruştur, anne-baba ve çocuk topluluğu, buradan akrabaya genişler, oymak akrabanın genişlemiş halidir. Oradan obaya geçilir ve en geniş kandaş topluluğu boydur. Daha boya gelinirken öbür kavimlerde gördüğümüz kan Arîliği, kavmi Arîlik Türklerde bozulmuştur. Uruş, oymak, obada bir kan beraberliği var ama boya geçtiğimizde bu kalmıyor. Yine daha önce size bahsettim, Türkler dışarıdan evlenmek zorundaydılar, yani oymağın, obanın içinden evlenemiyor. En azından başka bir oymaktan, obadan evlenmek zorunda, yani kadını mutlak dışarıdaki bir obadan almak zorunda; gelinin gelmekten geldiğini söylemiştim. Güvey güven kökünden gelmektedir, güvenilendir. Dışarıdan gelen burada kimsesi bulunmayan kadın kime dayanmaktadır? Kocasına dayanmaktadır ve baskın bir çoğunlukla, kahir ekseriyetle tek kadındır bu, çok kadınla evlenme nadir görülen bir olaydır. Bu da çok önemli bir husus, Müslümanlığa geçtikten sonra da çok kadınla evlenme olayı yaygınlaşmıyor. Bizim toplum yapımızı büyük ölçüde kendi atalarımın çizgilerine bakarak tayin etmişimdir, orada da dört göbek ötesine kadar takip ede- Doğu ve Batı Medeniyetleri • 531 biliyorum ve hiçbirinde birden fazla kadınla evleneni görmedim. Üst makamlara tırmanmışlardı hepsi, denilir ki yükseldikçe bu çok kadınla evlenme genelleşir. Hayır, en azından benim ailemde gördüğüm, soyumda tek kadınla evlenilir. Çok kadınlı niye evlenmemişlerdir? Bu sorunun cevabı da basittir: Konargöçerdiler, yerleşik değiller. Konargöçerlik çok tehlikeli bir iştir. Yerleşiklik rahatlığı sağlar, güven verir, vaktiniz artar. Vakit arttıkça azıtma ihtimali de artar. İşsizlikten azıtmışlık doğar. Bu dün de öyleydi, bugün de öyle. Göçer vaziyette olan insanların boş vakti olmaz, sürekli olarak iş üstündedirler. Kondukları yerlerde bile göçe hazırlanmaları lazım, hazırlıklarını bitirmeleri gerekir. Bu bir, ikincisi iklim şartları son derece önemlidir. Öyle iklimler var ki armut piş ağzıma düş, sıcak bölgelerde her şeyi yere tükürseniz neredeyse tükürük ağacı bitecek çok verimli topraklar, mutedil her şey yerli yerinde. 95’teydi yanlış hatırlamıyorsam, Borneo’dan bu yarımadaya bir gemiyle geliyordum, güvertede oturuyordum. Karşımda da tipik bir İngiliz oturuyordu. Haki renkli kısa pantolonlu, sömürge askerlerinin belli bir üniforması vardı haki renk, toprak rengi asker pantolonlu, yaklaşık 70’li yaşlarında bir bey ve yanında da güzel giyimli zarif bir Malay hanımefendi oturuyordu. Nasıl olduysa lafa girdik. Ondan sonra bana Malayları anlatıyor. Daha çok eskiden sömürge döneminden başlayarak Malaylardan bahsediyor ve dedi ki: “Kendinize dikkat edin, bu hanımlar çok düşkündürler bizim tiplerimize, paçayı kurtaramazsınız.” Karısına bakarak hafif de gülümseyerek söylüyordu. Dedim ki: “Beni burada en çok çarpan insanların aşırı derecede barışsever, barışçıl ve kırılgan oluşlarıdır” Hatta yer yer zaman zaman ilk günlerde erkeklerin böyle fazla kırıtışları benim çok dikkatimi çekmişti. Endişelendiriyordu, böyle tuhaf oluyordum. Hiç alışık değildim, hele benim yetiştiğim dönemlerde bizde erkek dedin mi ayı oluyordu. Başka bir şey, böyle bir dünyamız vardı. Tükürürdük, küfrederdik, jiletle, bıçakla, bilmem neyle dolaşırdık. Saçma sapan işler, bunlarda tam tersi. “Evet, onlar öyledirler. Bunun da sebebi iklimin aşırı sıcak oluşu, insanlar laubalileşiyorlar. Soğuk iklimlere geçtiğimiz ölçüde sertleşirsiniz, disiplin diye bir şey ortaya çıkar.” Çünkü disiplin neden ileri geliyor? Tedbir alma gereği, bura- 532 • Teoman Duralı da niye tedbir alasınız ki her şeyiniz var. Yakacak derdiniz yok, giyinme derdiniz yok, ısınma derdiniz yok, beslenme derdiniz yok. Yani “Niye kavga edesiniz ki” dedi. Hakikaten Malezya’da kavga edenler sadece Çinlilerdi. Malaylarda zerre kadar öyle bir şey yok. Türklerin tarihi yüzde seksen oranında sert, soğuk ve zorlu iklimlerde geçmiştir. Türkler, Germenler ve Slavlar soğuk iklimlerde yaşamışlardır. Bu şartlarda can yoldaşına ihtiyaç duyuyorsunuz. Zorlu hayat şartlarında birinci derecede ihtiyaç duyduğumuz şey can yoldaşıdır. Can yoldaşının da sayısını arttıramazsınız. Her yönden güveneceğiniz insandır can yoldaşı, bu sebeple yerleşik şehir hayatına intikal edinceye değin büyük ölçüde tek kadınla yaşama gereğini duymuşlar. Çünkü ikisi birlikte mücadele etmektedirler. Bunu ben değişik Türk boylarında gözlemledim. Toroslar’da Yörüklerde, Pamir yaylasında Kırgızlarda, Doğu Anadolu’da Beritan aşiretinde hep tek kadınla yaşıyorlardı. Ancak biraz önce dediğim gibi belli bir medeniyete, öncelikle de İslam medeniyetine intikal edip yerleşme başlayınca rahata eriyorlar, ondan sonra eski alışkanlıklar toplumun belli kesimlerinde peyderpey kaybolmaya başlıyor. Dışarıdan kadın alma, gelin alma geleneği boyda kendini çok bariz bir biçimde göstermekte ve boy kandaşlık olayından uzaklaşmaktadır. MÖ 3. yüzyılda Hunlarla devletin kurulduğunu görüyoruz. Orada boyların ittifakı var ve bu boylar belli bir soydan gelmiyorlar, değişik soylardan geliyorlar. Bir boylar ittifak birliği, Fransızcasıyla bir konfederasyon karşımıza çıkıyor. Her boy kendi başına bir siyasi birlik, bunların birliğini gözeten bir hakan var ama hakan boyların arasındaki bağlantıyı sağlamakla meşgul. Boylar kendi içlerinde özerktirler, hatta boyların içinde yer alan obalar ve obalarda yer alan oymaklar da boy kadar olmasa da özerktirler. Her birinin başında bir bey var. Bey sözü oradan geliyor; toplumun önderi, toplumun başı manasına gelmektedir, buna aynı zamanda ağa da denilmektedir. Bey gibi ağa da çok eski bir Türkçe kelimedir. Ağmaktan geliyor, yükselmek demektir. Bütün bu kişiler kutsal kişilerdir. Dünyevilik, kutsallık dışı anlayış henüz yok. Her şey kutsallıkla iç içe ve esas olan uçucu bir nesne gibi görülen ruhtur. Tın yahut tin uçucu bir şey de- Doğu ve Batı Medeniyetleri • 533 mektir. Türkçede bugün, kulaklarım çınlıyor dersiniz. Ses olarak tından gelmiştir, aslı tınlıyor, çınlıyor olmuştur. Tın, her şeyde var. Canlı-cansız ayrımı yok, her şey tınlıdır, canlıdır. Bazı tınlar uyku hâlindedir. Kimi tınlar uyanmıştır, kimi tınlar üs bir mertebeye geçmiştir, insan olmuşlardır. Bunlarda bir üst seviyeye geçen tınlarda yeni bir aşamaya işaret eden us vardır. Şöyle diyebiliriz, us ruhtur, buna karşılık tını nefs olarak görebiliriz. Tın zamanla Farsçadan alınan bir kelimeyle ifade edilmiştir: Can. Can Farsçadır, tın demektir, Arapçası da nefstir, “us”un Arapçası ruhtur. En üstün us toplumların önderleri olan beylerdedir. En üst seviyedeki us beylerde ve boyların birliğini ifade eden budunun başındaki kişide tecelli etmektedir, bunun adı meliktir. “Melik”i bilge veya bilinç diye bugünkü Türkçeye tercüme edebiliriz. Meliğin tecellisi, tezahürü toplum idare sanatıdır ve buna en önemli, en büyük bilgelerimizden Yusuf Has Hacib “kutadgu bilig” demiş. Kutadgu bilig, bilince ermenin getirdiği üstün saadettir, kut en üst seviyedeki kutsallıktır. En üst seviyedeki mukaddeslik, kutsallık devlettir. Bunun bilincini yaşayan kişi ise “kutadgu bilig”dir. İslam’dan önceki eski Türklerde toplumun önderliğine soyunan kişiler bilge olarak nitelenmektedirler, Bilge Kağan, Bilge Tonyukuk gibi. Bilgelerin bir danışma meclisi vardır. Bir araya gelirler, toplumun, devletin hayati meselelerini tartışırlar. Savaş kararları alırlar, göç kararı alırlar, nereye yerleşileceğine ilişkin kararlar alırlar. Bu danışma meclislerine toy adı verilir. Devletin oluşumuyla birlikte gelenekler zayıflar, yerini kanun alır. Daha önce size söylemiştim, devletin üç sütunu vardır: Hukuk, iktisat, siyaset. Kanuna tüze demişlerdir. Gene bir sapıklık sonucu nedendir bilmiyorum, Arapçadır diye kanun atılır, yerine Moğolcadan yasa alınır. Madem atıyorsun kanunu, niye tüzeyi almıyorsun, yasayı alıyorsun, ne lüzumu vardı? Herhâlde bu kanuna karşı çıkanlar çağdaşçılarımız, ilericilerimiz İslam’dan dolayı Arapçaya düşman olanlarımız ne yazık ki aslında kanunun Yunancadan geldiğini bilmiyorlardı. Bilselerdi belki kanun kalacaktı yerinde. Kanun sözü Yunancada “kanon”dan gelir. Kanon’dan Arapçaya geçmiş, kanun olmuş, oradan biz almışız. Öyle çok var ki Yunancadan Arapçaya geçip de oradan bize gelen kelimeler, bir tane- 534 • Teoman Duralı si mesela namustur. Yunancası nomos’tur. Hatta Eflatun’un en büyük eserlerinden biri son eseri “Nómoi”-Kanunlar’dır. Nomos aynı zamanda ihlal edilmesi asla mümkün olmayan yüce kanun demektir. Türkler toyları toplayarak karar alırlar. Bizim iki çeşit zevzeğimiz var: 1. Kendimizi olağanüstü düşük görme gayretinde olan şebelekler var, 2. Olağanüstü yüce göstermeye, haddinden fazla göklere çıkarmaya eğilimli kişilerimiz var. Bu toyların, danışma meclislerinin demokrasiyle uzaktan yakından alakası yoktur. Çünkü bu iddiayı getirir bu kişiler, bizde demokrasi vardı, efendim meclis vardı derler. Evet meclistir ama bütün halk kitlesinin katıldığı bir meclis değildir. Sadece ve sadece her toplumun, obanın, oymağın, boyun ve nihayet budunun bilgelerinin bir araya geldiği bir meclistir. Bu, Türklere mahsus değildir, hemen hemen bütün kadim toplumlarda karşılaştığımız bir manzaradır. Germenlerde, İbranilerde, Araplarda da vardır. Çinlilerde yoktur, çünkü Çinliler baştan itibaren son derece muhkem, müstebit, merkezi bir devlete sahiptirler. Türklerin devleti merkezidir ama muhkem değildir. Çok mütecanis, homojen değildir. Birçok parçadan meydana gelir. Konfederatif, ittifaklara dayalı bir yapısı vardır. Bu sebeple de çok kolay dağılabiliyor. Selçukluya değin Türk devletleri kısa ömürlü olmuşlardır. seksen, yüz, yüz elli, en babası iki yüz yıl civarında yaşadı, bunu aşmıyor. Gerek Büyük Selçuklularda, gerekse Anadolu Selçuklularında ilk kez uzun ömürlü bir devlet yapısını görüyoruz, tabii en uzun süreyi Türk devlet geleneğinin şahikasını oluşturan Osmanlı’da görüyoruz ki altı yüz küsur yıllık bir devlet yapısına sahiptir. Bu bahsettiğim toplumsal yapı ve ondan çıkan devlet kuruluşu kavmi açıdan mütecanis olmadığı gibi siyasi bakımdan da mütecanis değildir. Soya dayanıyor tabii, hanedanlar var ama hanedanların zincirleme görünüşü sırayla olmayabilir. Toy beyini, hakanı makamına layık görmediği takdirde indirebiliyor, alaşağı ediyor, değiştirebiliyor. Burada en önemli tutku, yani kutadgu bilig, adaletin tecellisidir. Türkçede köni adil, köniklik adalet demektir. Burada yönetici durumundaki kişi bir hata işlerse, o hata Doğu ve Batı Medeniyetleri • 535 ona ödetilir. Üst seviyedeki yöneticiler birbirleriyle çekişirler. Bunu biz Osmanlı’da bile görüyoruz. Oraya bakarak adalet görüşünü yargılayamayız. Adalet halka olan davranışlarda önemlidir. Halka verilen hak, biraz aşağılama anlamını taşır. Kara budun, geniş kitle manasına geliyor. Karanın Türkçede çok çeşitli anlamları var. Renk olduğu gibi belirsizlik, ayırt etme imkânının olmaması manasını taşır… Yine burada bir ara nağme olarak size belirteyim; bütün Türkçelerde renk adları Türkçedir. Bir bizim buradaki Türkçemizde her ne kerametse Arapçadan ve Farsçadan almışızdır. Mesela, Türkçelerin hiçbirinde siyah, beyaz, kırmızı kullanılmaz. Tüm doğu Türkçelerinde, hatta Farsçanın son derece etkisinde olan Azerbaycan Türkçesinde de renkler salt Türkçedirler: Kızıl, kara, ak, al, boz gibi. Mesela, bozu niye kullanmayız bilmiyorum. Grinin düpedüz Türkçesi bozdur. Bozun ne kadar önemsendiğini bozkurttan görebiliriz. Şu hâlde adalet baş tacı edilmiştir. Türk devlet anlayışının iki sütunu vardır: Savaş ve adalet. Savaş gelir elde etme imkânıdır. Maden işleme ve hayvancılığın dışında üretimleri yoktur. Geliri talanla elde ederler ve talanla elde edilen gelir bütün toplum sathında adaletle bölüşülür. Buna ülüş denilir. Son derece önemli bir deyimdir Türkçede, ülüşü toplumun değişik kesimlerine dağıtan toplumun başındaki kişilerdir, beylerdir. Ülüşlere bakılarak adaletleri derecelendirilir, yargılanır. Bu durum Osmanlı’da da devam etmiştir. Devlet ve ülke aynı kelime ile ifade ediliyordu: il. Aynı zamanda il, barış demektir. İlin üç anlamı var: Devlet, ülke, barış. Demek ki barış istiyorsan devletleşeceksin. Devletleşmenin ana sütunu adalettir. Adaletin sağlanması temel ülküdür ve bu temel ülkünün adı Kızılelma’dır. Her Türk Devletinin nihai gayesi Kızılelma olmuştur. Bu yapı Müslüman olununcaya değin müphem kalmıştır. Bir hak savaşı, adalet vuruşması var. Bunu yapan, bunu üstlenen kişi alptır. Toplum üç -Dumézil’in üçlülüğüseviyeden oluşmaktadır: Bilge kağan, alplar ve budundur. Burada herkes aslında alptır. Zaman zaman işleri gereği bazı alplar budunun işlerine soyunur; çobanlık eder, -en önemli meşgale- 536 • Teoman Duralı lerden biri de madenciliktir- maden işler, silah imal eder. İmal edilen en dahice silah ok, İç Asya icadıdır. Nispeten geç çağlarda Yunan’a gelmiştir. Bahsettim mi bilmiyorum, Yunanlılar sevmezler oku, kalleşlik olarak görürler. Delikli demir icat edildi, mertlik öldü demesi gibi ok icat edildi, mertlik öldü demeye getiriyorlar. Oku uzak mesafeden atıyorsunuz. Aşağı yukarı MÖ 6. yüzyıldan önceki kadim Yunan’da, özellikle de Homeros destanlarından tanıdığımız Yunanlıda dövüş göz göze, göğüs göğse yapılır. Yunanlılar Truva’yı kuşattıklarında Yunanlı hükümdar, karısı güzel Helena’yı kaçırmış olan Truvalı şehzade Paris’i cenge çağırır, meydan okur. Haykırır: “Ey Paris, çık ortaya erkeksen!” İki şey göğüs göğse ve göz göze olur: Sevişme ve savaşma. Sırtını çeviren kahpedir, kalleştir. O yüzden Yunanlıların bu en eski dönemlerinde, kadim Yunan’da atlıdan ziyade yaya askerliği vardır. Hoplit dedikleri yaya askerler vardır, mızrakla giderler, çok uzun kargıları vardır ve kılıçla dövüşürler. Bizde ağırlık taşıyan attır, atlıdır, buna atlı sü derler. Sü asker demek, süvari atlı süden gelmektedir, vari Farsça bir ektir. Bugün de yine her şeyde olduğu gibi çarpık çurpuk bir sentez ortaya çıkarılmıştır. Su’su Türkçedir, bay’ı da Moğolcadan getirilmiştir, neden bilmiyorum, subay denmektedir. Türkçe yapmak istiyorsanız sübey yahut subey olması gerekirdi ama bey istenmeyen, lanetlenen bir kelime olduğundan herhâlde getirilmiyor, Moğolcadan bay’ı almışlar, subay olmuş. Türkçedeki ses uyumunu da sağlamak için sü, su olmuştur. Neyse, bunları şimdi bir tarafa bırakalım. Askerlik ağırlıklı olarak süvari şeklindedir. Ok atar, yanında kılıç var, mızrak çok ender kullanılır. Mızrak hemen hemen yok gibi bir şeydir, geç tarihlerde mızrağa geçmişlerdir. Süvarilik ne zaman Yunan’a gelmiştir? MÖ 4. yüzyılda ilk defa İskender’in hatırı sayılır süvari birlikleri vardır. Ok atmaya başlamışlardır. Bu, Orta Asya’dan Avarlardan, İskitlerden aldıkları bir şeydir. Öbür büyük kavimlerde savaş arabaları vardır. Arabanın mucidi zaten Sümerlerdir. Mısırlılarda, Hititlilerde savaş arabası vardır, Türklerde yoktur, Yunanlılar da çok ender kullanırlar. Yunanlılar arabayı sadece yarışmada kullanırlar, araba yarışı yaparlar. En çetin düşman Çin’dir. Yüzlerce yıl Çinlilerle boğuşmuşlar- Doğu ve Batı Medeniyetleri • 537 dır ve Çinliler bunların önünü kesmek için o meşhur Çin Seddini örmüşlerdir ama onu aşmışlardır. Devlet kurmada Eflatun’un devlet felsefesinin izleri vardır. Belki bu gece Eflatun’a geçemeyeceğiz, beceremeyeceğiz o işi. Ne kadar oradan esinlenmişlerse ki dediğim gibi esinlenmelerini belgeleyecek hiçbir şey yok ortada. Dolaylı olarak Farabî, ondan sonra Yusuf Has Hacib’i bir yana bırakırsak Tonyukuk’un hiç haberi yoktu Eflatun’dan, Tonyukuk büyük ihtimalle Konfüçyüs’ü biliyordu ama tabii Yusuf Has Hacib Eflatun’u tanımış olmalı, özellikle de Farabî üzerinden, Farabî iyi biliyor. Bir başka çok çarpıcı olay, anlattım mı hatırlamıyorum, askerlik ve savaş sanatının mucidi felsefe-bilimin kurucusu olan Aristoteles’tir. Büyük İskender’in babası II. Filip Aristoteles’in çocukluk arkadaşıdır ve Aristoteles bizim Asos’ta mukimken ona mektup yazar ve “Hemen kalk gel Makedonya’ya, şehzadeyi, İskender’i sen yetiştireceksin” der. Makedonya payitahtına 40-50 km uzaklıkta Mieza denilen küçük bir şehirde tarihin ilk askerlik okulu, askeri akademi, harp akademisi açılır. Burada Aristoteles İskender ve silah arkadaşlarını, yani Makedonya ordusunun kumandanlarını yetiştirir ve bu okulda savaş sanatı geliştirilir. Tıpkı bilimde olduğu gibi savaş sanatının iki ana dalı vardır. Bilimde teori ve pratik olduğu gibi savaş sanatında da strateji ve taktik vardır. Yunancada stratigikí savaş sanatı, stratós ordu demek. Stratejinin Arapçası sevkülceyş; bir savaşın heyeti umumiyesi çıkarılır, nasıl yürütüleceği belirlenir. Nasıl bir kitabın kısımları varsa savaşın da bölümleri vardır. Bunlara Türkçesiyle vuruşma, Arapçasıyla muharebe diyoruz. Muharebe savaşın yürütülüşüdür, pratiğidir; savaşın yapılma şekli stratejide, teoride verilir ve buna taktik diyoruz. İkisi askerlik terimidir: Strateji ve taktik salt askerlik terimidir ve bunlar Aristoteles’te ortaya çıkmışlardır. İlk uygulayan İskender’dir. İskender’den önce savaş yoktu efendim, kavgalar vardı. Sizler bilmezsiniz ama benim çocukluğumda mahalle kavgaları vardı. O zaman İstanbul en büyük şehirdi, ilkokul 5. sınıfta sınava girdiğimde bana o soru geldiği için hâlâ hatırlıyorum, 1957’de İstanbul’un nüfusu 980 bin, Ankara’nın nüfusu 240 bindi. Bugün neredeyse iri kıyım bir kazamızın nüfusu. O 538 • Teoman Duralı vakitler bu şehirlerde, Adana’da, Trabzon’da, Erzurum’da, Ankara, İstanbul, İzmir’de mahalleler arasında kavgalar olurdu. Yeni yetme bitirimler birbirleriyle kavgaya tutuşurlardı; taşla, sopayla, patlıcanla, domatesle, vs. mevsimine göre ne varsa, çünkü o vakit her tarafta bunlar bitiyorlardı, evler bahçeliydi, bostanlar vardı. Köyler arasında da böyle kavgalar çıkardı. İskender’den önce toplumlar, kabileler, aşiretler ve hatta devletler arasında kavgalar vardı. Başıbozuk kavgalar çıkıyordu. Kavgalarda tabii ki belirli birtakım planlar uygulanır ama her bakımdan hazırlanmış plan, program, tasarı yoktur. Strateji hazırlıyorsanız yalnızca savaşın ayrıntılarını öngörmüyorsunuz, ordunun nasıl naklolacağı, nasıl besleneceği, nerede yatıp nerede kalkacağı, hayvanlarını nasıl besleyeceği, vs, bütün bunları hesaplıyorsunuz. Hatta ve hatta Osmanlı gibi bir cihan devletinin muazzam ordusu askerden ibaret değildi. Askerlerin aileleri, karıları da yanlarında gidiyorlardı. 1994’te Viyana Üniversitesinde ders veriyorum. Viyana’dan belki 100-120 km güneyde Macaristan sınırına yakın bir ovada birdenbire külah gibi bir tepe çıkıyor ve o tepenin üstünde bir müstahkem mevki vardı; demir şehir anlamında Eisenstadt diye bir yer. Ovada yürüyorum, Ocak ayı olabilir, karşıdan kelli felli bir beyefendi geliyordu. Gencim o zaman, o bey 70’inde vardı. Selamlaştık, nereden geliyorsunuz, ne yapıyorsunuz, vs., ben de sordum. “Ben burada lisede tarih hocasıyım” dedi. Tabii orada liselerde tarih hocası olmak olağanüstü bir şeydir. En merak ettiğim ve en feci olarak kabul ettiğim hadise savaşlarda ırza geçme olayıdır. Dedim ki: “Burası Türkleri de, Rusları da gördü. Bunlardan hangisi daha korkunçtu ırza geçme olayında?” Gerçi daha korkuncu olmaz ya, yani sayıca hangisi daha fazlaydı demek istiyorum. Hayatımda en şaşırdığım cevaplardan biridir bu: “Türkler hiç ırza geçmediler.” dedi. Adam Türk değil ki yalan söylesin, göklere çıkarsın. “Nasıl hiç ırza geçmediler?” dedim. “İhtiyaçları yoktu. Osmanlı ordusu 1683 Viyana kuşatmasına aileleriyle geldiler” dedi. Viyana yakınlarında Tuna kıyısında adını yine unuttuğum bir şehre -hatta ben oraya sonra gittim- kadınları yerleştirmişler. Viyana’nın hemen yanında Merzifonlu Kara Mustafa Paşa tarafından Kahlenberg Tepesine ordugah kuruluyor. Viyana’yı aldılar Doğu ve Batı Medeniyetleri • 539 alacaklar, arkadan Jan Sobieski kumandasında Haçlılar beklenmedik bir anda baskın veriyorlar ve Osmanlı ordusu dağılıyor. Viyana kuşatması akim kalıyor. Ordu apar topar Budin’e çekiliyor. Bütün ağırlıkları bırakıyorlar. Bıraktıkları ağırlıklar arasında kahve çuvalları -bununla Avrupa’da kahve geleneği doğacaktır- ve hanımlar vardı. O adını hatırlayamadığım şehirde oturan askerlerin karıları orada kalıyor. Bu hanımları alıyorlar Avusturyalı Hıristiyanlar, Eisenstadt’a getiriyorlar. Diyorlar ki: “Ya vaftiz olursunuz ya da kelleniz gider.” Bunlar topluca vaftiz oluyorlar. Bilahare o civardan erkeklerle evlendiriliyorlar. Nitekim onların bu muhasara sırasında oturdukları şehirde kendilerini saklayan ama benim keşfettiğim üç-dört Türk asıllı aile vardı. Diyelim ki Lala Mustafa Paşa’nın ordusu 300 bin civarında olsun, 100-200 bin de hanım olsun orada, o 100-200 bin hanım oradaki erkeklerle evlendiriliyor. O zaman Avusturya’nın nüfusu taş çatlasa 1-1.5 milyon civarındadır, bugün 8 milyondur. Nüfusun yapısına bakın, bugün biz gelirsek Avrupa’nın nüfusu bozulurmuş. Zaten bozulmuşsun sen, daha başka nasıl bozulursun? Oraya 1-1.5 milyonluk bir nüfusa 200 bin kadın eklenip, bunların çocukları olmuş, bunların soyu üremiş, artık ne kalır geriye? Nitekim Almanya’da Alman bölgesinde Türk soyadına çok rastlanır. Türke, von Türk gibi soyadları, hatta Hitler’in büyük generallerinden birinin soyadı da öyledir, von Türke diye geçer. İskender’le birlikte başlayan o savaş bilimi çok tuhaf bir biçimde Türklerde var. Nereden nasıl geçmiş bilmiyoruz. Ordunun kurucusu Mete Han’dır ve Mete Han’ın strateji ve taktik uyguladığını Çin belgelerinde görüyoruz. Tekrar tekrar söylüyorum, belge yok efendim, ne kadar tarihçimiz varsa ki hiçbirisi bu size anlattıklarımla da ilgilenmiyor, o ayrı bir şey, bana tatmin edici bir cevap getirememiştir. Stratejiyle taktiğin Türk Silahlı Kuvvetlerinde var olduğunu, Hunlardan ve Göktürklerden bahseden Çin metinlerinde gördüm. Bu Çin metinlerini, yanlış hatırlamıyorsam 20. yüzyılın başlarında Almancaya tercüme etmişlerdi. Gerek size anlattığım devlet anlayışını, gerekse askerlik sanatının İslam’dan önceki kısmını o metinlerden öğrendik. Bunlar felsefe metni değil, düpedüz tasvirlerdir. Adamlar ne görmüşlerse, kaydetmişler. 540 • Teoman Duralı Ben tarihçi değilim ama felsefeci olarak işim bir resmi ortaya çıkarmaktır. Tarihçi, olayları zamanlarına göre sıralar. Aralardaki bağları kurmak, neden-etki irtibatını tesis etme felsefecinin işidir. Size burada yapmaya çalıştığımız budur. Bunu da ilk defa yapıyorum, haberiniz olsun. Çünkü benim esas konum tarih felsefesi değil, medeniyetten buraya geldik. Türkler baş düşmanları, kanlı canlı düşmanları Çinlilerden kaçmışlardır. Türkler Çinlilerle birlikte değillerdi. Birlikteysen niye kalkıp da Talas ovasında kuzeye doğru çıkan Müslüman Arapların kucağına atlayasın? MS 751’de İran’ı fethetmiş olan Araplara “Aman bizi bu Çinli belasından kurtarın.” diye cankurtaran simidi gibi yapışmışlardır ve o derece can havliyle atlamışlar ki günde birkaç bin Türk ihtida etmiş. Türkler kılıç zoruyla Müslüman kılındılar büyük bir yalandır. Evet, kılıç zoruyla Müslüman kılınmış Türkler var ama onlar Türkler tarafından yapıldı. Henüz Müslüman olmamış Türkleri kesen gene Müslüman olmuş olan Türklerdir. Bugün benzerini yine Irak’ta yaşadık. Sünni Türkler Şii Türkleri, Şii Türkler de Sünni Türkleri kesmişlerdir. Bunu da büyük bir iftirayla Acemlerin üstüne atarlar. Saddam’ın devrilmesinden sonra, Amerikan işgalinin son dönemlerinde IŞİD’in ortaya çıkışıyla birlikte büyük çatışmalar oluyor orada, Türkmenler birbirlerini mezhep ayrılıkları sebebiyle kesiyorlar. Benzerini İslam’ın başında da yapmışlardır. Türkleri kesen Araplar değildi. Can havliyle günde birkaç bin Türk ihtida ediyor. O kadar ki Arap kumandan hayretle bağırmış, “Türk iman” diye haykırmış, onun o haykırışı Farsçaya “Turkoman” diye geçiyor ve Turkoman Türkçeye Türkmen diye geçiyor. Türkmen diye bir boy yok. O boy yahut da budun Oğuzlardır. İlk dönemlerde Oğuzların Müslüman olanlarına bu Arap kumandanın nidasından mülhem Türkmen demişlerdir. Türkmen adı oradan geliyor. Zamanla bütün Oğuzlar Müslüman olurlar. İslam’a geçişle birlikte biraz önce söylediğim kuvve hâlindeki ülkü yer değiştirmiş. Adalet savaşçısı olarak alp mücahittir, bilge kağan da halifedir. Kağanın tanrısal bir yanı vardır, kutadgu bilig sahibidir, halife de böyle görülmüştür. Halife Tanrı’nın yer- Doğu ve Batı Medeniyetleri • 541 yüzündeki yansısı olarak gösterilmiştir, İslam’daki halife anlayışı bu değil. Halife Hz. Peygamber’in siyasi hâlefi anlamındadır, bir kutsallığı yoktur. Osmanlı halifesine -daha önce Türklerde halife yok- bu tanrısal niteliği yükleyen Türkler olmuşlardır. Bahsettiğim yapı Osmanlı’nın yıkılışına değin sürmüştür. Osmanlı’nın ortadan kalkmasıyla sadece İslam medeniyeti son bulmaz, Türk tarihinin son derece belirgin omurgası da kırılır. Cumhuriyet’le birlikte yapı baştan ayağa değişir. Tarihte gördüğümüz en halis, en saf, lügat anlamıyla uygun devrim bizde cereyan etmiştir. Devrim bir geleneğin, bir silsilenin topyekûn ortadan kalkması ve her şeyin yeniden inşa edilmesidir. Sadece Müslümanlıkla ilgili olan taraflar atılmıyor, bize mahsus olan asker-sivil bütünlüğü, yani ordu geleneği de ortadan kalkıyor. Çünkü ilk defa Türk tarihinde Cumhuriyet’le birlikte sivil anlayış baş göstermektedir. Osmanlı’da buna bir gidiş var mıydı? Vardı ama boz bulanık, tam bir sivilleşme anlayışı henüz ortaya çıkmamıştı. Bunu da zaten bütün üst kademedeki zevatın askeri rütbe alışında, paşa olmalarında görüyoruz. Çok üstün tutulan husus savaşçılık, alplıktır, mücahitliktir. Sivilleşmeyle birlikte bu alplık bir anda silinemiyor. Gençliğimde yaşadığım, gördüğüm kabadayılık -bugün kabadayı bir küfür gibidir- hayran olduğum, hep olmak için can attığım bir şeydi ve benim gibi bütün yeniyetmeler de kabadayı olmak, savaşçı, dövüşçü adam olmak isterdi. Sivilleşme katmerleştikçe, yerleştikçe, savaşçılık silindikçe kabadayılık önce mafyozoya dönüştü, 1960’ların başlarında haydutluk, mafyalaşma baş gösterir Türkiye’de, kabadayıların bir kısmı oraya geçer. Daha sonra belli birtakım siyasi teşkilatlanmaların içinde dövüşçü olurlar, Doksanlardan itibaren de tamamıyla silinirler, kalıntısı kalmaz. Çünkü günümüz topluluğumuzda -çok şükür mü diyelim, ne yazık ki mi demek gerekir ama bir tasvir olarak söylüyorum- savaşçılık, savaşma damarı kurumuştur. Buna dayalı olarak bir ahlâk anlayışı da ortaya atılmıştır. Bugün benim yaşlardakilere sorduğunuz vakit gençlik çöktü, gençlik berbat, gençlik lime lime bir hâldedir, vs… alışık olmadığımız durumlarla karşılaştığımızda korkuya kapılırsınız. Gençliğin lime lime döküldüğü filan falan yok, sadece benim alışık olduğum manzara yok. Bu da ahlâkın çöktüğü, 542 • Teoman Duralı gençliğin dağıldığı anlamına gelmez. Ben sürekli olarak gençlerle iç içeyim, birlikteyim. Öyle bir felaketle, bir faciayla karşı karşıya değiliz. Başka türlü bir dünya geldi. O dünyayı beğeniyor muyum? Beğenmiyorum o ayrı bir konu ama bir çöküntüden bahsedemeyiz. Sokrates “Bizden sonra gelenlerle dünya batacak” diyor. Düşünün, 3000 yıldır batıyoruz. O bakımdan üzülmeye, korkmaya, heyecanlanmaya mahal yok, it ürür kervan yürür diyorum, budur efendim. Teşekkür ederim, gene çok sabır gösterdiniz. Bilmem sorularınız var mı? SALONDAN- Hocam, hayatınızda yapmak isteyip de yapamadığınız şeyler nelerdir? TEOMAN DURALI- Ohoooo SALONDAN- Hocam, bu hafta Hint medeniyetinden bahsedecektik. TEOMAN DURALI- Edecektik evet, demin dediğim gibi İslam’a geçişi koymalıydım. Bu sebeple bunu yapayım dedim. Biraz güç kaybım var. Toparlayabilirsem mayısta anlatmak istiyorum, toparlayamazsam beni bağışlayacaksınız, Hint medeniyeti başka bir bahara kalır. Ne yapmak istiyordum? En büyük ülküm kaptan olmaktı. Şimdiki gemilere baktıkça iyi ki olmamışım diyorum. Çünkü benim bildiğim, sevdiğim, tanıdığım gemilerden eser kalmadı. Bunlara gemi denilmez artık, bunlar hilkat garibeleri, böyle bir yerde de kaptan olmayı asla istemezdim. Her istediğiniz olmuyor işte, hatta belki de istediğiniz hiçbir şey olmayabilir. Felsefe okumak istiyordum, doğa bilimi okumak istiyordum. Çok şükür, Allah onları bana gerçekleştirdi. O bakımdan memnun olduğumu söyleyebilirim. Hocalık sadece zevkli değil, mukaddes bir meslek, din adamlığının artık olmadığı bir çağda belki de onun yerini tutan öğretici kişidir, eski dille bilimi muallim olan kişidir. Buyurun efendim, başka? SALONDAN- Hocam, savaş sanatının Aristoteles’in Makedonya’da işte Büyük İskender’i yetiştirdiği akademide başladığını ve Türklerde de Mete Han’ın ilk savaş komutanı, Doğu ve Batı Medeniyetleri • 543 stratejisti olduğunu söylediniz. Bize yedek subay okulunda Çinli Kung Fu’nun kitabını okutmuşlardı. Bugün hâlâ tahmin ediyorum okutuyorlardır. Bizimkiler muhtemelen oradan almışlar diye düşünüyorum, doğru olabilir mi? TEOMAN DURALI- Kung Fu bir filozof değildi, bir bilgeydi. Strateji ve taktik ikiliği yoktu onda, o bize dövüş sanatlarını aktarır. Bu sadece onda değil, bütün Çinli bilgelerde vardır, Konfüçyüs’te de vardı. Bütün bu doğu bilgeliklerinde savunma sanatı diyebileceğimiz olaylar vardır. Savaş ve askerlik sanatı bunu aşar. Dövüş sanatı değildir o yalnızca, biraz önce söyledim size, bütün bir savaş senaryosu düşünülür, öngörülür. Orduyu nereden yürüteceksiniz, nasıl besleyeceksiniz, Osmanlı örneğinde gördüğümüz gibi aileleriyle mi götürürsünüz, götürürseniz o aileleri nerede barındırırsınız, nasıl yedirir içirirsiniz? Tarihçiler reddederler ama yine bildiğimiz kadarıyla büyük sayıda asker yürütülür. İskender Çanakkale Boğazı üzerinden 60000 kişiyi Anadolu’ya geçirir. Bu muazzam bir rakamdır. Bu adamların beslenmesi, yürütülmesi, iaşesi, lojistik ve onun yanında tabii taktik, yani doğrudan doğruya savaş sanatı, kim nereye yerleştirilecek; okçularıyla, piyadesiyse, süvarisiyle vs. Bunların arasında savaş sanatında en önemli ilham kaynağı, esin kaynağı satranç oyunlarıdır. Üç olay salt akla dayanır, duygu hiç karışmaz içine: Felsefe-bilim, savaş sanatı ve satranç. Felsefe-bilimde de tabii başı çeken en önemli zirve salt akılla kurulan mantık, matematiktir. Bu anlamda kavgadan tamamıyla farklı bir olaydır savaş, savaş ve ordu yeni bir olaydır. MÖ 4. yüzyılda başlar. Mete Han da zaten 2. yüzyıldadır. Bu dediğim yapıyı o Çinli bilgede görmüyoruz. SALONDAN- Hocam, her yerde üçlü görüyorum demiştiniz, İslam’da bir üçlü görebiliyor musunuz? TEOMAN DURALI- Hayır, görmüyoruz. İslam’da yok. İslam’da şaşırtıcı ve sarsıcı bir vahdet görüşü vardır. Müthiş bir şey, Yahudiliğin de hakkını yemeyelim, orada da öyledir. İslam’da derecelenme var, toplum yapısı bakımından İslam çok özgündür. Tarihte ilk defa ruhbanı olmayan din Müslümanlıktır. Başka hiçbir din yoktur ruhbansız. Tanrı’yla insan arasında ara istasyon 544 • Teoman Duralı bulunmuyor. Bütün dinlerde bulunur. İyi midir, kötü müdür diye sormayın, bilmiyorum, bir şey söyleyemem. Zaman zaman bunun eksikliğini çok duyuyoruz. Bütün dinlerde insanlar kısıtlandıklarında, sıkıldıklarında bu ilahi kişilere sığınırlar. En yakından tanıdığımız Hıristiyanlıkta papaz, özellikle Katolik papazları Tanrısal bir kişidir. İslam’da böyle bir merci yok. Doğrudan doğruya Allah’la karşı karşıyasınız. Bu ihtiyacı karşılamak üzere, bu çok derin psişik bir ihtiyaç, suni bir şey yaratılmıştır; şıhlar, tarikat şeyhleri asla Müslümanca bir şey değildir. SALONDAN- Günümüzdeki tarikatların sosyolojisi nereden geliyor? TEOMAN DURALI- Bu ihtiyacı karşılamaya yönelik, geçmişten geliyor. İslam pozitif bilim gibi bir olaydır. Süssüz, tabirimi mazur görün, kara kuru bir şeydir. Hiç böyle renkli, alacalı bulacalı bir tarafı yoktur ama bu muazzam psişik bir ihtiyaçtır. İkide bir bağırır çağırırlar: Efendim, İslam’da kandil yoktur. Yoktur, yapmak mecburiyetindesin. Yani bir renklendir ortalığı… SALONDAN- Toplum müdahalesidir yani. TEOMAN DURALI- Tabii, beyefendinin dediği gibi sosyopsişik bir olaydır. Bayramlar mesela, ben Araplarda kurban kesildiğini filan görmedim. Bu bizde vardır. Kandil de kutlamıyorlar. Yine mezar kültürü bize mahsus bir olaydır. Öldü, ruhu gitti, madde burada kaldı, beden çürüyüp gidecek; mezar başına gidip dua etmeler… SALONDAN- Yedisi,, kırkı filan. TEOMAN DURALI- Aynen ve şunu da söyleyeyim, onlar İsrailiyattır, Yahudilerden alınmadır. Kötülemek için söylemiyorum, bu bir ihtiyaç, atamazsınız. Allah niye bunu bize öngörmedi diyelim. Bilmiyoruz, Allah’ı sorgulamak bize düşmüyor. SALONDAN- O zaman seküler diyebilir miyiz Hocam, hani inanç boyutunda? TEOMAN DURALI- Şu anlamda, İslam’da kutsal ve kutsal olmayan ayrımı yoktur, her şey kutsaldır. Profan ve mukaddes ay- Doğu ve Batı Medeniyetleri • 545 rımı yapamazsınız. Nasıl ki Türklerde siville asker ayrımı yoktu, aynı şekilde ruhban ve ruhban olmayan ayrımı da yok, dolayısıyla da mukaddes ve mukaddes olmayan ayrımı da yok, her şey mukaddes. SALONDAN- Hocam, şunu diyebilir miyiz? Hıristiyanlıkta ruhban olmazsa gerçek bir Hıristiyan olarak kabul edilmiyor mu? TEOMAN DURALI- Edilmiyor. TEOMAN DURALI- Laik denilen şey Yunanca laós’tan gelir. Laos aynen kara budun demektir. Bir şey bilmeyen körkütük adam. İlahi bir tarafı yok laós’un, Latincede laicus, Fransızcada laik diye geçmiş. Onun karşısında kutsal kişi var: clericus. Hıristiyan bir laicus olarak sen o clericus’a tabisin, ondan ayrılamazsın. Yani bir Hıristiyan, Katolik, Ortodoks aklına estiği gibi bir kiliseye gelip dua edemez, bağlı olduğu bir kilise vardır ve o kilisenin papazı vardır. Onlar da sırayla yükselerek Piskoposa bağlanır ve en yukarıda da İsa’nın dini anlamda mukaddes hâlefi Papa Hazretleri vardır. SALONDAN- Sizin pratiğiniz açısından ben “İslam’da din kişinin anladığı kadardır”a vardım, ne dersiniz? TEOMAN DURALI- Hayır. İslam zor anlaşılan ve bu yüzden çok yanlış yorumlanan bir olaydır. Kur’an’a göre İslam din demektir. “Hepiniz İslam üzere yaratıldınız” diyor, sonra “Annenizin-babanızın yolundan gidiyorsunuz” diyor. Yani o dinin parçalarından birine yöneliyorsunuz. Bizim yöneldiğimiz yol Peygamber’in gösterdiği yoldur. Peygamber’i kaale almadan Müslüman olunamıyor. İslam olabilirsiniz. Hani bugün çok moda bir laf vardır: Deizm. İslam’la Müslümanlık arasında bir ayrım koymamız lazım. Çünkü, Hıristiyanlığa, Yahudiliğe de İslam diyoruz. İslam Peygamberi İsa, Musa diyoruz. Ama Sünneti ve hadisi kaale almadığınız takdirde Müslümanca yaşayamazsınız. “Ne lüzum var Peygambere, işte Kur’an duruyor ya” derler. Halbuki Kur’an bütün ilahi metinleri kapsamaktadır. Şöyle düşünebiliriz, Tevrat da, Zebur da, İncil de -bozulmamış hâlleriyle- Kur’an’ın cüzlerinden 546 • Teoman Duralı sayılır. O sebeple mesela, Hıristiyana, Yahudiye kâfir değil, ehl-i kitap diyoruz. Salt Zebur’dan, Tevrat’tan ötürü değil, Kur’an’ın cüzleri olarak kabul edildiğinden; yani o dinleri hoşgörü icabı kabul etmiyoruz, -felsefi bir terim kullanayım- ontolojik olarak kabul ediyoruz. Bana vaktiyle bir talebem “Hıristiyanı kesmek bize helal midir?” diye sordu. Hümanist açıdan değil, tamamıyla Müslümanlık açısından hiç kimseyi kesemezsin dedim. Çünkü bütün insanlar İslam’a mensup kabul edilmektedirler. Onun neticesi bir masumun kanına girmek bütün insanlığı ortadan kaldırmakla eşit kılınır. Bunun bir başka tezahürü Peygamber’in Veda Haccındaki hutbesidir. Tekrar ediyorum, ben insancı, hümanist, aydınlanmış değilim. Tamamıyla size İslam’ın özünden hareketle bildiriyorum. Kendim tabii ki bir yorumum var ayrı mesele ama Kur’an’ın kendisine, bir de hadislere dayanarak söylüyorum. SALONDAN- Hocam, o zaman İstanbul’un fethi, Ortodoks Bizans veya Doğu Roma İmparatorluğunun fethi savaş oluyor, kuşatma oluyor. Karşılıklı olarak bir… TEOMAN DURALI- Size şunu söyleyeyim, tek meşru savaş İslam’da Hz. Peygamber’in savaşıdır. Onun dışındaki bütün savaşlara şüpheyle bakarsınız. SALONDAN- Hocam, Hıristiyanlığı herhâlde biraz idealize ediyorsunuz anladığım kadarıyla, yani bu Pavlus’un inşa ettiği Hıristiyanlık değil sanırım bahsettiğiniz, yani Grekleşen, biraz Paganlaşan… TEOMAN DURALI- Değil tabii, gayet tabii asli olan hakkında çok az fikrimiz var. Yani kabul edilmiş dört İncil’in bazı parçaları İslami’dir, her tarafı değildir. Onları da teşhis etmek o kadar zor bir iş değil, yani bilen, bu işin uzmanı olan kişiler onları pekâlâ ortaya çıkarabilir. Aynı şeyi Tevrat için de söyleyebiliriz. Bütün Tevrat İslami’dir diyemeyiz. Çünkü orada da çok çarpıtmalar ve saptırmalar var. SALONDAN- Kurultay, yasa, bay, bayan gibi Moğolca kelimeler ne zaman Türkçeye girdi? TEOMAN DURALI- 1920’lerden sonra. Doğu ve Batı Medeniyetleri • 547 SALONDAN- Şahıs olarak kim bunları tasarladı, biliyor musunuz? TEOMAN DURALI- Cumhuriyet’in önde gelen zevatının tasarısı bunlar, dille uğraşan kişiler mesela, bugünkü Türkçemizi, telaffuzumuzu Agop Dilaçar’a borçluyuz. Dilaçar neyi esas almıştır? Moda’daki Ermeni hanımefendilerinin konuşmalarını, telaffuzlarını. Mesela, bugünkü, buradaki Türkçede çok değerli sesleri kaybettik. Gırtlak h’sı, gırtlak k’sı, burun n’si çok önemli şeyler, o hanımefendiler bunlardan bihaber olmalarından ötürü biz de onu… SALONDAN- Fakat Almancadan çok etkilenmişler herhâlde. TEOMAN DURALI- Fransızcadan da etkilenmiş olduklarını sanıyorum. Bilmiyorum Almanca… çünkü Almancada gırtlak sesi vardır. Bugünkü gerçi çarpıtılmış Almancada o da kalmadı da, korkuyorlar Nazilikle suçlanırız diye, o gırtlak seslerini onlar da temizlediler ama has Almancada vardır. Bana kalırsa daha çok Fransızca, zaten bizim bütün Monşerler Fransızcavari telaffuz etmeye bakarlardı. Şimdi azaldı o tabii, çocukluğumda çoktu Fransız okulu çıkışlılar, şimdi tabii daha da kötüsüne geldik: Amerikanca. Fransızcayı da pertavsızla arıyoruz artık, daha üstün bir kültürün dilleriydi bunlar. Efendim, herhâlde başka soru yok, tekrar teşekkür ediyorum, iyi günler. Doğu ve Batı Medeniyetleri • 549 Dizin 12 Eylül 514 II. Bayezid 234 II. Mahmud 334, 501, 522, 523 A ABD 9, 12, 126, 159, 160, 166, 168, 172, 333, 421, 443 Abdülhamid 234, 417, 418, 489, 506 Aborjin 436 Acem 306, 485, 501, 521, 523 Açe 164, 165, 464, 465 Adam Smith 200, 214, 224, 283, 398, 416, 446 Adana 329, 514, 538 Addis Ababa 326 Adem 82, 115, 118, 120, 365, 366, 367, 372, 376, 397, 404, 520 Adigece 515 Adnan Menderes 171, 192 Adolf Eichmann 120 Afganistan 12, 74, 148, 239, 304, 307, 315, 325, 328, 383, 413, 414, 495 Afrika 26, 48, 50, 87, 111, 121, 122, 123, 126, 139, 171, 209, 210, 211, 212, 213, 218, 222, 224, 238, 240, 245, 246, 247, 248, 257, 264, 265, 300, 318, 348, 354, 355, 357, 363, 383, 389, 396, 422, 429, 430, 436, 437, 446, 447, 455, 458, 459, 469, 470, 472, 473, 525, 526 agglutinative 318 Agop Dilaçar 547 Ahamenişler 317 Ahd-i Atik 37, 116, 368, 411 Ahd-i Cedit 116, 411 Ahmedi Nejat 208 Ahmed Yesevi 525 Ahmet Cevdet Paşa 438 Ahmet Refik 318 Ahura Mazda 481 Akademia 79, 223, 276, 277 Akadlar 77, 156, 300 Akhilleus 47, 158 Akropolis 152 Alanya 150, 518 Alevilik 130 Ali 47, 75, 84, 129, 131, 135, 158, 164, 253, 285, 304, 305, 319, 465, 515 Ali Reis 164 Almanya 141, 164, 179, 182, 195, 197, 198, 240, 252, 295, 325, 348, 384, 389, 394, 400, 409, 424, 489, 495, 496, 539 Alpler 325 Altay dilleri 140, 264 Altın Orda 176 Amazon 85, 240, 243, 406, 435 Amerigo Vespucci 307 Amerika 9, 50, 80, 87, 91, 93, 101, 108, 109, 111, 126, 139, 147, 153, 169, 172, 173, 181, 197, 207, 234, 238, 240, 247, 265, 308, 318, 325, 333, 348, 350, 354, 383, 384, 390, 401, 423, 432, 433, 435, 450, 452, 460, 469, 473, 494, 496, 515, 526, 529, 530 Amhara 461 Amuderya 423 Anadolu 44, 53, 64, 69, 91, 96, 97, 122, 123, 135, 140, 142, 143, 145, 147, 149, 150, 151, 153, 156, 160, 172, 212, 213, 214, 215, 239, 246, 259, 260, 261, 292, 306, 307, 308, 309, 311, 313, 319, 324, 325, 328, 329, 332, 355, 357, 358, 361, 363, 364, 385, 390, 400, 435, 442, 443, 449, 451, 465, 474, 485, 495, 497, 498, 514, 518, 520, 530, 532, 534, 543 Anatolía 311 Angıllar 383, 389 Anglikanlık 412, 413 Anglosakson 177, 344 Ankara 12, 54, 143, 184, 192, 360, 364, 384, 385, 502, 537, 538 550 • Teoman Duralı Ankara Üniversitesi 502 Antalya 150 Antropoloji 446 Anzer 173 Aragon 395 Arap 71, 76, 81, 99, 103, 107, 112, 113, 121, 130, 131, 218, 246, 258, 264, 275, 281, 299, 307, 308, 312, 313, 317, 320,
.
.
|
Bugün 1156 ziyaretçi (2044 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|