|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
İnsanlığın medeniyet serüveni kültür ve gelişim
20 Ocak 2018 02:00
Prof. Dr. Osman Kemal Kayra
osmankemalkayra@gmail.com
Yeni bir güne yeni bir heyecanla başlıyorum. Bin dokuz yüz altmışlardan beri tanıdığım bir camiayla yazı ortamında buluşmak çok güzel. Her yaptıkları şeyi takdirle takip ettiğim bu dostlar ve arkadaşlar grubuna bu şekilde de katılmaktan mutluyum. Arzumuz her on beş günde bir sizlerle bu sütunlarda buluşmaktır...
Âlemde her şey yenilenmektedir. Çünkü bu âlem mümkünlere göre yaratılmıştır. Değişme kaçınılmazdır o hâlde. Her değişme tecessüs ve şüphe uyandırır. Uymak ve alışmak zaman alabilir. Eskiyi unutmak da zaman alabilir. Yenilerde hayal ve ümit, eskilerde ise hüzün ve hatıralar vardır. Hatıraların acıları bile zamanla bizde garip ve buruk bir lezzete dönüşür. Yeni ise yaşanmamıştır; nelere gebe olduğu bilinmez.
İnsan topluluklarının millet olabilmeleri o kadar da kolay değildir. Genelde her canlı türü toplu yaşamayı arzular. Birlikte yaşar, çoğalır, üretir, paylaşır ve diğer canlılardan farklı olarak insanlar bir kültür profili oluştururlar. En basit toplulukların toplum hayatlarıyla birlikte kültür seyirleri de başlar. Kültür bir çaba değil zaman meselesidir. Toplu yaşayışla birlikte kültür vizyonu belirmeye başlar. Az gelişmişlik, gelişmişlik veya çok gelişmişlik kültür trendini yukarı da çekmez aşağı da, indirmez. Pigmelerin de, Tuareglerin de, Baskların da, Korsikalıların da kültürleri o topluluklara özeldir ve hangisi daha üstündür diye tartışmak abestir. Bu şuur dışı, istem dışı ortak yaşayış ürünü sosyal bir kazanımdır.
Medeniyete gelince; o zamanla birlikte bir çaba da ister. Tolumun kültürü bu medeniyetin oluşumunda etkili bir murakıptır. Oluşumun her safhasında görülür ama kitlelere göre bazen mutlak baskılayıcı bir güç, bazen de ılımlı değerler manzumesidir. Sahra ve belde (Şehir ve kırsal alan) kültürleri birbirlerinden farklıdır. Sahralarda sabit kültür değerleri, beldelerde ise başkalaşım, değişim ve adaptasyon daha belirgindir.
Kırsal toplumlarda samimiyet; şehir kültüründe ise muaşeret ve yaptırımlar daha geçerlidir. Kırsal kültürün yaptırımları töreler, şehirlerde ise kanun koyucuların kurduğu sistemler ve gözetimler toplulukları bağlar. Klanlarda veya az gelişmiş yerleşik olmayan (göçer) topluluklarda töreleri uygulamak kolay ve tabiidir. Gelişmiş toplumlarda töreler yıpranırken suni yaptırımları uygulamak bile zordur. Az gelişmiş toplumlarda suç oranı çok düşükken gelişmiş toplumlarda bu oran giderek yükselmektedir. Çünkü birinde güven esasken diğerinde şüphe ve itimatsızlık hâkimdir...
İşte bu kültür bağlamlı medeniyete geçiş serüveninde milletler neler yaşar. Yaşadıkları serüvenler yazı önceleri destanlarla hafızalara hatıralar olarak nakşedilmiştir.
Milletlerin hafızaları da hatırlarla doludur. Geleceğin neler getireceği binmediği için ortak şuurda ümit ön plandadır. Mazi hep hayırla yâd edilir olmuştur. Belki bir sığınmadır bu.
"Beni de alın koynunuza ne olur hatıralar" diye terennüm eden Selahaddin Pınar hangi gelecekten hangi mazi sığınağına iltica ediyor. Şiirlerimiz, musikimiz, eskiyi düşünmekle geçer. Acaba yeniyi yaşamaya veya onunla yüzleşmeye hazır değil miyiz? Hâlbuki her gelen yeni, bizi eskitmeye devam ediyor. Ama yine de yenileri sevinçle karşılıyor ve ümitlerimizi diri tutmaya gayret ediyoruz.
Yeniyi anlayabilmek için eskiyi çok iyi tanımak ve tahlil etmek gerekir. Bu yüzden milletlerin geliştirdiği destan kültürleri millî senaryolar gibidir. Savaşlar, göçler, büyük acılar hep o uzun nazımlarda gizlidir. Evveli olmayanın ahiri de olmaz. Uzun zaman tünelinde bize eşlik eden bu süreç topluma neler yaşatmamıştır ki… Destan devri gençliği ile modern devir gençliği neleri paylaşabilir? Buna kesin bir şey söylenemez ama gönül, his, aşk ve vatan duyguları hep aynı olsa gerektir.
Gençliğimiz hatıraların kara kutusudur. Zindelik, ümit, gözü peklik, aldırmazlık, enerji, hırs, hasılı gençlik delikanlılıktır işte. Bundan güzel bir kelime bulunabilir mi bir tarif için. Her şeyi gençliğe bağlayıp onu "Lâ yüs’el" (sorgulanamaz) kabul ederek "Ne olursa olur delikanlılıkta" diye gençliğimizi heba etmeye ruhsat verenlere ne demeli. Hâlbuki hayatımızın yatırım dönemi gençlik yıllarımızdır. İbadetin en kıymetlisi, tövbenin en makbulü bu hazine yıllarımıza bağlı değil midir? O yıllarımızı "Vur patlasın çal oynasın bu hayat böyle geçer" diye Epikürcü felsefeye fatura etmek kime ne kazandırır… Yapmak istediğimiz mazi ile istikbali barıştırmaktır. Ne mazimiz her şeye değer, ne de istikbalimiz karanlıktır. Ümit, irade, teslimiyet, kadere iman ve takdire rıza ama tedbiri baş tacı yapmak şartıyla. Ne "Tedbîri terk eyle, takdîr Hudânındır" (Tedbiri bırak takdir Allah’ındır) ne de "Neylersin tedbîr takdîre uymuyor" (Ne yaparsın tedbir kaderi değiştirmiyor) diye düşünemeyiz. Hem tedbirimizi alırız, hem de tedbire uymasa bile "Hakkımızda hayırlısı buymuş" diyerek gönül hoşluğuyla kadere teslim oluruz. Çünkü Yüce Peygamberimizin buyurduğu "Kadere iman hüznü giderir" formülüyle teslimiyetin huzurunu yaşarız.
Olgunluk ve yaşlılığı muattal (tembel) bir hâlde meskenet (miskinlik, uyuşukluk) yuvalarında, boş işlerle geçirip "vakit öldürmek" gibi düşündürücü bir boşluğa atmak ve giderek yaklaşan "son yolculuk"a hazırlıksız yakalanmak ne gaflettir.
Şüphesiz insan yaratılışın şifresidir. Mükemmelliklerle donatılmış olarak dünyaya gelen insanın bu gerçekleri yok sayarak sefahat ve sefaleti seçmesi hem kendisine hem de insanlığa ihanettir. Şifrelerin çözümünde ibadet parantezi içinde muazzam bir estetik boyut sunulmuştur bize. Gözümüze renkler, diğer duyularımıza ise bizi dünyaya ısındıran mükemmellikler verilmiştir. İdrak ettiğimiz bu dünya bakılmaya doyulmayan bir tablo gibidir. Ne âlemdir bu âlem aklı fikri bîkarâr eyler/Hep i’câzât-ı kudret pîş-i çeşmimden güzer eyler’’ (Bu âlem nasıl bir âlemdir, aklı fikri alır. İnsanlığı şaşkınlığa sevk eden ilahi kudret eserleri hep gözümün önünden geçer) diyen Abdülhak Hâmid bu muazzam güzelliği ne güzel anlatmış.
Göz bize Rabbimiz tarafından güzellikleri ve hakikatleri görmek, kalp ise iman meselelerini idrak etmek için verilmiştir. Her ikisinin hakkını veren kurtuluşa erer.
Bu yazılarımızda gözümüzün gördükleriyle kalbimizin tasdik ettiklerini yazmaya çalışacağız. Bu sahada uzun yolculuklarımız olacak. Sığınağımız olan maziyi de, ümidimiz olan istikbalimizi de sık sık ziyaret edeceğiz. Ne gözümüzü ne de kalbimizi yok sayacağız. Uzun tarih yolculuğumuzda bu topraklara gelinceye kadar ne gibi maceraları nasıl idrak edip nasıl sevinmiş nasıl ağlamışız. Neler söylemiş neler dinlemişiz. Yaşlı dünyamızı parselleyip devletler kurup, tahtlar deviren ecdadımız neleri nasıl değerlendirmişler, nelere gülüp nelere ağlamışlar; geçici dünya zevklerini nasıl yorumlamışlar, son yolculuklarına nasıl çıkmışlar. "Âhır çalındı kūs-ı rahil ettin irtihâl/Evvel konağın oldı cinân bûstânları’’ (En sonunda göç davulları çalındı ve sen göçtün. İlk önce de cennet bahçelerine kondun) diye, Koca Sultan Süleyman’ın arkasından müthiş mersiyesi ile ağlayan Bâkî acaba bu acıyı kalbinde duydu mu, yoksa sadece şiir olsun diye mi yazdı?
İşte böyle kültür ve medeniyet atkısıyla destan devrinden mekanik ve dijital hayata geçen toplumumuzda neler nasıl değişti? Hepsini beraberce paylaşacağız.
Bir sonraki yazımızda buluşmak üzere esen kalınız efendim...
.
DİNLERİN IŞIĞINDA KANUNLAR: Töreden emr-i ma’rufa... -I-
17 Şubat 2018 02:00
Prof. Dr. Osman Kemal Kayra
osmankemalkayra@gmail.com
Dünya yalnız insanlara değil, bütün varlıklara açık bir mekândır.
Gezegenimizde insanlar toplu olarak yaşarlar. Bu hem güven hem de yardımlaşma için önemlidir. Dünyamızda sade insanlar değil, genelde bütün varlıkların bir arada oldukları görülür.
Hayvanların beraber yaşamayı benimsemeleri de güven ve birlikte avlanma içgüdüsüne dayanır.
Bitkiler ve ağaçlar toprağı geniş alanda birlikte paylaşırlar. Tabii ortamın gereği olarak görülen bu manzarada, su ve kullanılabilir gazların varlığının önemi tartışılmaz.
Dağlar da bir düzen dâhilinde, beraber bulunurlar. Bu tabii oluşumlar her yerde silsile hâlindedirler.
Kısacası tabiatta varlıkların bir arada bulunmaları düzenli bir ortamın oluşmasını sağlamıştır. Her oluşumun büyük bir nizam ve ölçü dâhilinde olduğu düşünülürse bu sistemde ilahi bir kudretin varlığını idrak etmek hiç de zor değildir.
İnsanların toplu yaşayışı birtakım müeyyideleri de beraberinde getirmiştir. Bir zincirleme düzeni andıran cemiyet hayatı, zincirin her halkasının uyumlu ve sağlam olmasını gerektirir. Bu direnç ve nizam toplumun düzenini sağlar.
Birlikte yaşama fertlerin erdem ve iyi niyetlerine terk edilemez. İki kişinin olduğu yerde, bir iyi bir de kötü faktörün varlığı kabul edilir. Sistem iyiye göre değil, kötünün şerrinde iyiyi koruma şeklinde düzenlenir. Unutulmamalıdır ki her Habil’in bir Kabil’i olabilir.
O hâlde toplum fertlerinin beraber yaşayabilmeleri için düzen ve emniyet şarttır.
İnsanın varlığıyla mülk edinmek, benimsemek, sahiplenmek duyguları da gelişmiştir. Az olanın talibi çoktur. Karmaşık ve oturmamış toplumlarda paylaşım yerine zorbalık ve kuvvet kullanılarak mal edinmek yaygındır.
İlkel toplumlarda da yaşamak için yiyecek yanında, mülkiyet kavramı da önemlidir. Avlanmak ve savaşmak için kullandıkları ilkel silahları ve iptidai barınakları da hep bu mülkiyet kavramı içindedir.
Mülkiyet duygusu insanda şuurlu davranışa atılan ilk adımdır. Sahip oldukları mallarını korumak da özellikle ilkel toplumlarda kuvvetle mümkün olabilmiştir.
Gelişen toplumlarda ise birtakım kurallar görülmeye başlar. Bu kurallar hem mülkiyeti hem de insan hayatını korumak için gereklidir.
Kişilerin hareket sınırlarını, yapabilirlik ve davranış hürriyetlerini belirlemek, bu gelişen yaptırımlarla temin edilmeye başlamıştır.
Şunu önemle belirtelim ki, ilk insan ve onun çoğalan nesline, dolayısıyla ümmetine Hazreti Âdem (aleyhisselam) nasıl ilk peygamber olarak gönderilmiş ve her peygamber ilahi bir nizamla gelmişse, insanlığın her döneminde huzur ve düzeni temin eden dinî müeyyidelerin olduğunu da kabul etmek zorundayız.
İnsanların geniş coğrafi alanlara yayılmalarıyla ilahi nizam toplumundan kopuşlar, birtakım sıkıntıları da beraberinde getirmiştir. Kendi sistemlerini kurmak isteyen insanlar, beşerî zaafların var olduğunu görmüşler ve bu zaafların kendilerini zora sokmasıyla, maşerî vicdanlarından doğan birtakım yaygın kuralları benimsemişlerdir. Yazılı olmayan bu kurallar topluluğuna “töre’’ denilmiştir.
Her toplumun töresi o toplumun aynası gibidir. İnsana verilen değer, hakların tanzimi, uygulamalar, tedbirler, cezalar, savaş ve elde edilen malların taksimi hep törelere bağlanmıştır. Törelerin uygulanması mutlak lidere (kağan, beğ, başbuğ) bağlı ise de toplum kendi arasında töreyi mutlak bağlayıcı olarak kabul eder ve geniş çapta ona uyardı.
Türklerin ilk yazılı belgeleri olarak kabul edilen ‘Göktürk Yazıtları’nda, törenin devlet demek olduğunu gösteren çok net ifadeler vardır. Bu töreler çok zaman yazılı olmayan yaptırımlar olarak varlıklarını sürdürmüşken zamanla kanunlaştıkları ve yazılı metinlere dönüştükleri görülmüştür. ‘Dîvânü Lugâti’t-Türk’te “törüg” yani töre “Düzen, nizam, gelenek, âdet”’ olarak geçer. (DLT s. 647, TDK Yayınları,1986) “Kutadgu Bilig”de ise “törüg” “Kanun, nizam” olarak geçer. (KB İndeksi, s. 462, TKAE Yayınları, 1979.)
Bu iki büyük eserin açıklamalarında göze çarpan husus ‘töre’nin düzen ve nizam merkezli olmasıdır. Zaten kanunun görevi de düzeni ve nizamı korumak değil midir?
Töreler ister yazılı belge formunda kanun olsun veya sadece sözlü müeyyideler hâlinde bulunsun, toplumun tamamına yakınının kabul edebileceği teminatlar olarak görülmüştür.
Töreler dinî kuralların da büyük bir bölümüne hâkim durumdaydılar.
Toplum idaresi inzibati tedbirlerle sağlandığında, mutlak başarıyı yakalamak zordur. Dinî kurallar inançla ilgilidir ve aynı zamanda baskılayıcıdır. Buna rağmen insanların vicdanında ma’kes bulduğundan, bu kuralların uygulanabilirliği daha yaygın ve kolaydır. Bu yüzden varlığına inandığımız fakat muhtevalarını tam bilemediğimiz ilk inen “suhuf” (sahifeler) ve sonrasındaki ilahi tebliğlerde, mutlaka inançlarla birlikte sosyal düzene ait yaptırımla da vardı.
Kur’ân-ı kerim’e diğer kitapların ve suhufun mütemmimi olarak bakıldığında, onda, evlenmeden alışverişe, ibadetten cezalara kadar dünyevi ve uhrevi gerekli bütün beşerî kuralların dercedildiğini görürüz.
Bunun yanında beşerî dinlerde de insanların mutluluğunu esas alan tavsiye ve yaptırımlar göze çarpar. Başlangıç törelerinde, beşerî dinlerde veya felsefi doktrinlerde düşündürücü bazı noktalar vardır. Budizm’de, Konfüçyüs öğretisinde ve filozofların ortaya koydukları fikirlerinde çelişkiler olsa da yine de bunlarda ilgi çekici bazı hususları da görebiliriz. Çelişen fikirler diyoruz çünkü her akımın gerçeği olarak görülen bazı fikirler ışığında toplumun yönetilmesi ve inanç sistemleri farklılıklar arz eder. Özellikle başta İlk Çağ sonra Orta Çağ filozof ve Hristiyan din adamlarının bütün sistemlerini bilgi üzerine kurduklarını iddia etmelerine rağmen, bilimsel değerlendirmeler hiç de böyle göstermemektedir.
Dogmatikler bilginin mutlak olduğunu ve tartışılmazlığını iddia ederlerken insan zihninin varlık hakkında doğru ve kesin bilgi edinebileceğini savunurlar.
Sofist akım filozofları ise insanın kesin bilgiye ulaşmasının mümkün olmadığını söylerler.
Septikler ise her bilgiden şüphe ederler.
Kendi dönemlerindeki yönetimler üzerinde, törelerde, kanunlarda ve inançlarda etkili olan bu sistemlerin hangisi doğruyu bulabilmiş ve hangisi insanları doğru yola sevk edebilmiştir?
Dogmatikler dini referans olarak alırlarken, onun insan müdahaleleriyle bozulmuş kurallarının tartışılmasına bile tahammül edememişlerdir.
Dogmatizmle gelişen ve diğer felsefi akımlarla devam eden üst düzey düşünce tasarımı olarak kabul gören ve içindeki sosyal kuramların dogma olarak kabul edilişiyle sorgulanmazlık prensibine dayanan bu akımlar, Orta Çağ Avrupa’sında Skolastik zihniyetle zirveye ulaşmış, ilim de, ahlak da, töre de, kanun da muharref Hristiyanlık parantezi içinde görülür ve sorgulanır olmuştur. Bu sistem ‘’Kilise Kanunları’’ formuyla zulmün ta kendisi olarak tarihin kara sayfalarına işlenmiştir. Artık töre de, kanun da kilisedir. İlkel çağların basit fakat insana dayalı töreleri yerine, muharref Hristiyanlığın ve zamanlarındaki nebi ve resulleri kabul etmeyen filozofların fikir sarmalında kalan insanlık, huzura hasret kalmıştır.
Bazı filozofların ve beşeri din sahiplerinin ruha ve nefse ait şaşırtıcı bilgileri ile insanın yaratılışı, kozmografya ve kâinatın oluşumu gibi hususlarda çok ilgi çekici beyanları olduğu muhakkaktır. Akla dayalı olarak dillendirilen bu gerçekleri ne ile bağdaştırmalıyız? Beşerî aklın mahsulleri olan bu sistemler çoğu zaman da birbirlerini nakz ve cerh (Yok saymak ve yanlış kabul etmek) etmişlerdir.
Buna mukabil her devrin nebi ve resulleri hep doğru söylediler ve en büyük gerçekleri dillendirdiler. Unutulmamalıdır ki her nebi veya resul devirlerindeki bütün insanlardan üstündür. Kitaplar ve suhuftaki beyanlar ve onları tebliğ eden Allahü teâlâ’nın elçileri hep doğru oldular. Elçiler, birbirlerini hiç yalanlamadılar. Çünkü bu sözler kendi akıllarının ürünü değil, vahye dayalı kelamdı. Allah’ın mahlûku olan akıl, ilahi sıfat olan kelamdan nasıl üstün olabilirdi ki?
O hâlde diyoruz ki: Muhtemelen, çağlar boyunca beşerî dinlerde ve felsefi akımlarda göze çarpan olağanüstü sözler, uygulamalar, töre ve kanunlar, her devirde var olan ve yalnız gerçeği ve ilahi ilmi dillendiren nebi ve resullerden alınmış, değiştirilerek kullanılmıştır.
Hazreti Âdem’den beri ilahi elçiler, vahyin ışığında her konuda icaz (aklı aciz bırakan) derecesinde gerçekleri, ilmî meseleleri ve halk yönetimi prensiplerini vazettiler. Beşerî akıl sahipleri de inanmadıkları ve hep inkâr ettikleri vahyin gölgesinde gerçeği aradılar. Çünkü vahiy gerçekleri vazeder, akıl da onu tefekkür ederek yeni şeyleri yine onun ışığında üretir.
Töre ve dinler konusuna devam etmek arzusuyla, bir sonraki yazımızda buluşmak üzere esen kalınız efendim...
.
Haçlı zihniyetinin kökleri - Töreden emr-i ma’rufa... -II-
3 Mart 2018 02:00
Prof. Dr. Osman Kemal Kayra
Karadeniz Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi
osmankemalkayra@gmail.com
Toplumlar geliştikçe yaşadıkları refah seviyeleri ile gelişmekte olduklarını anlarlar.
Tam gelişme gerçekleşince cemiyetler, nereden nereye geldiklerini daha iyi tahlil ederler.
Eski çağlarda diğerlerine göre gelişmiş toplumların tekâmül ölçüleri, kısmen ticarette olan başarılarıdır. Kervan ve kafile ile değişik ülkelere mal göndermek… Para veya mal kazanıp refahı yakalamak… Bu refahın devamı için savunma sistemini geliştirmek…
Savaş veya ticaret. Sistem ne ise töre genelde ona göre belirlenir veya değişerek gelişirdi.
İlk Çağ ve Orta Çağ’da, savaş toplumunun dışında kalabilmek zor gibiydi. Bu yüzden de topyekûn savaşta olan milletler hep olağanüstü hâl ile yaşarlardı. Barış ve huzur döneminde geçerli olan törelere göre savaş zamanı töreleri çok farklıydı.
Töre kavramı, sade kanun değil, il, devlet, kağan ile de beraber kullanılırdı. Törenin olması için önce "il"in olması gerekirdi. O hâlde il nedir?
Muharrem Ergin’e göre il; el, memleket, ülke, vatan, millet, halk ve devlet düzenidir.
Gabain’e göre il; devlet ve kabile demektir.
Giraud’ya göre il; teşkilatlı devlet demektir.
Clauson’a göre il; bir müstakil hükümdar tarafından idare edilen siyasi birliktir.
Yukarıdaki bilgilerden de anlaşıldığına göre il varsa töre gereklidir; il yoksa zaten töre de yoktur.
Töre, sözlü ve geleneksel yaptırımlar olup onda cezai hükümler ağırlıktadır. Toplum cezai müeyyidelerle tedip edilir.
Göktürk Yazıtları’nda il ve töre genelde beraber zikredilir. On bir yerde geçen töre, altı yerde il ile beraber kullanılmışken beş yerde de "il"le yakın alakalı olarak kullanılmıştır.
"Töreler yerine göre değişebilen sosyal hukuki normlardır. Bu, devletin kalıplaşmış törelerle değil, zamanın icaplarına göre -meclislerin de tasvibiyle- yeni görüşlerle desteklenen nizamlardı." ( İ. Kafesoğlu )
Töre o kadar muhkemdi ki "Kitabeler"in şu sözü çağları aşıp zamanımıza kadar ulaşmıştır: "Türk Oğuz beyleri, millet işitin! Üstte gök basmasa altta yer delinmese senin ilini töreni kim bozabilir?" (KT.D; 22-23)
Bu ifadeye göre dünyanın tabii düzeni bozulmazsa Türk’ün sosyal düzeni de bozulamazdı.
Her şey gelişir. Âdetler de, gelenekler de, töreler de değişebilir. Tekâmüle hiçbir şey direnemez. Tabii bir şartla: Aslını kaybetmemek. Çünkü aslını kaybeden neslini de kaybeder.
Orta Asya’ya hükmeden kanunların başında 13. yy.dan itibaren "Cengiz Yasaları" gelir. Moğol İmparatoru Cengiz, yasalarıyla Moğol halkını tedip ederken uzun soluklu ve geniş alanlı bir imparatorluk kurmuştur. Bütün insanlığa karşı zalim olan karışık inançlı (Şamanizm, tek tanrı) Cengiz, yasalarında tutarlıdır. Tek tanrı inananlarına ve Müslümanlara da Cengiz’in zaman zaman önemli görevler verdiğini de görürüz. İşte Cengiz Yasaları’nda göze çarpan bazı önemli maddeler: Her kim zina yaparsa idam edilir. Livata yapanlar idam edilir. Bilerek yalan söyleyen, yalancı şahitlik yapan idam edilir. Suyu kirleten suya idrar yapan idam edilir.
Bu ve buna benzer bazı maddeler çok keskin olsa da tabiatı ve düzeni koruma bakımından, gerekli görülmüş olmalıdır.
İlahî dinlerde tek Allah yani “tevhîd’’ inancı vahye dayalı iken beşerî dinlerin tek tanrı inancı, tevhîd akidesini yansıtmaz.
İlk ilahî kitaplar ve suhufta tevhîd akidesi esastır. Şirk yani putlara tapmak yasaktır. Türkler tarihî dönemlerde yapma putlara tapmamakla birlikte onların “tek tanrı” veya “Gök Tanrı” inançlarının da tevhîd akidesini yansıtmadığını ilerideki yazılarımızda açıklamaya çalışacağız...
Din, töreyle beraber yürür. Kanunlar her devirde gücünü dinlerden alır. Davranışlar güzel ahlakla süslenir. İlahî kitaplarda ve törelerde güzel ahlaklı olmak bir emirdir. Kötü huy ve kötü davranışlar yasaklanmıştır, nehyedilmiştir. İyi davranış ve ahlakın en üst seviyesini İslamiyet’te görürüz. Kur’ân-ı kerimde Allahü teala Yüce Peygamber’ine “Ve sen elbette üstün ahlak üzeresin’’ (68 Kalem-4) buyurmuştur.
Yine Peygamber aleyhisselam “Ben güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim’’ (Muvatta, Hüsnü Hulk-1) diye buyururken bir diğer hadis-i şerifinde de emir ve nehyi şöyle birleştirir: “İyilik, güzel ahlaktır; günah (kötülük) ise vicdanı rahatsız eden ve insanların bilmesini istemediğin şeydir.’’ (Müslim, Birr-14 )
Törelerde esas olan vicdani meselelerle birlikte baskıcı müeyyideleri de uygulamaktır. Suç varsa ceza da vardır. Ceza kişiye taalluk ederse ilahî dinlerde ve beşerî dinlerde zarara uğrayan kişinin mağduriyeti isterse fidye ile giderilir.
Tekâmülle İslamiyet’te mükemmelliğe ulaşan ahkâm, ilk kitap ve suhufta şekillenmeye başlamış ve “Tevhid”i esas almıştır. Nitekim Tevrat da imanın esası olan “Tevhîd”le başlar:
- Allah’tan başka ilahların olmayacak.
- Kendin için put yapmayacaksın.
- Babana ve anana itaat edeceksin.
- Adam öldürmeyeceksin.
- Zina yapmayacaksın.
- Hırsızlık yapmayacaksın.
- Yalancı şahitlik yapmayacaksın.
- Komşunun malına göz dikmeyeceksin.
Kısaca sistematik olarak birbirine çok benzeyen töreler, kanunlar ve dinî yaptırımlar mutlaka ilahî mürselâttan alıntı olup hukuk normlarına uymayan beşerî vicdanı zedeleyen müeyyideler ise kişilerin indî ve ferdî fikirlerine dayanır.
Esas olan bir de törelerin uygulanabilir olması yanında yöneticilerin (ilk devirlerde tek lider) onu nasıl anladığı ve nasıl tatbik ettiğidir. Şüphesiz tarihe kanlı sayfalar yazan toplumların da töreleri, yasaları vardı.
Eski "Germania"nın ilkel halklarından olan "Gotlar" 3. yy.dan sonra Karadeniz kıyılarına yerleştiler. Küçük Asya’yı işgal ederek Efes Tapınağı’nı yaktılar. Vizigotlar ve Ostrogotlar 3. yy.dan sonra özellikle Roma ile savaşırlarken yine kendi töreleri ile barbarlıklarına çıkış yolu buldular.
Miladın başlangıcında çeşitli doğu "Germen" gruplarına "Vandallar" denildi. 5. ve 6. yy.da Vandallar, Roma’da öyle zulümler yaptılar ki, Roma’yı yakıp yıktılar ve zulmü zirveye tırmandırdılar. Bu yüzden zulmün adına "Vandalizm" dendi.
8. ve 11. yy.da yaşayan ve güneyde "Normanlar" olarak bilinen "Vikingler" Avrupa’yı kan gölüne çevirirken korsanlık yasalarını yine töre olarak uygulamışlardı. Ticaret esaslarını kölelik üzerine kuran ve esas yerleri Norveç, İsveç, Danimarka ve Hollanda olan bu kavim, bütün Avrupa’yı, barbar töreleri ile kana buladılar.
Dikkat edilirse bugünkü "medeni"(!) Avrupa’nın ataları ve menşeleri hep bu barbar kavimlere dayanır.
Şimdi açımızı biraz genişletelim: Hristiyanlığı referans olarak alan ve kilise ile de desteklenen "Haçlı Seferleri" nerede ve nasıl başladı?
Endülüs’te başlayan katliam, Müslümanlara yönelik insanlık ayıpları, Müslümanları dünya üzerinde, özellikle Avrupa’da yok sayarak veya yok ederek "kutsal kilise!" adına işlenen cinayetler, aslında İspanya’dan Müslümanların atılması için girişilen "Reconkista" (Yeniden fetih) hareketiyle doğmuştur.
Reconkista 718 yılında Kuzey İspanya dağlarındaki "Covadogna" mağaralarında Pelayo öncülüğünde başlayan bir harekettir. İlk devri 718-1085; ikinci devir 1085-1238; üçüncü devir ise 1238-1492 yılları arasında devam eden bu vahşi saldırılar sonunda, "Granada Emirliği" çökünce İspanya’da İslamiyet’i tamamen engellediler. 1508’de alınan bir kararla Müslümanları, Hristiyanlar gibi giyinmeye mecbur ettiler. Bu zaman zarfında milyonlarca Müslüman’ı şehit ettiler.
1095’te toplanan "Clermon Konsili"nde Papa yine "kutsal kilise!?" kanunları adına Hristiyanların Kudüs’ü ve doğu topraklarını ele geçirmek ve özellikle de Müslümanları bu bölgelerden silmek adına başlatılan kutsal(!) savaşa "Haçlı Savaşları" denir. Haç, yani Hristiyanlık adına yapılan katliam, sadece Müslümanlara karşı değil, kendi aralarındaki mezhep savaşlarında da görülür. 24 Ağustos 1572'de Pazar günü Aziz Bartalameo törenlerinde en az 40.000 Protestan katledilmiş, Paris sokakları kan gölüne dönmüştür.
Haçlı töreleriyle Batı emperyalizminin kanlı oyunlarına malzeme olan kara Afrika’nın kara bahtlı insanlarının, topraklarından koparılıp Amerika’ya getirilmeleriyle bu zavallı insanlar zulmün en vahşi yüzüyle karşılaştılar.
Batılıların kurduğu, kökleri Avrupa’da olan bu zulüm devleti, yani Amerika, kendi topraklarında tabiatla ve birbirleriyle barışık olarak yaşayan Kızılderililerden de milyonlarcasını vahşice katletti.
“Vahşi Batı" Amerikan filmlerini bir konsepti değil, Amerika’yı kuran Avrupa’nın, yani Batı’nın tam adıdır. Senaryosu kan, gözyaşı ve katliamdır. Kurdukları düzende beyazların dışındakileri köle olarak gören bu vahşiler "kutsal kilise!"lerinde sade beyazlara tapınma hakkı tanıdılar. Kızılderilileri köle olarak kullanamadıkları için onları külliyen imha etmeye çalıştılar. Ama ne yazıktır ki kendilerini insan bile görmeyen “Vahşi Batı"nın bu zavallı "kara"ları, kara zihniyetli bu Haçlı sürülerinin dinini zorla veya istekleriyle benimseyip onlara zilletle hizmete ve köleliğe devam ettiler. Köle, siyah, beyaz, efendi ayrımı yapmayan İslamiyet’i topluca seçip izzet ve şerefi ihtiyar edemeyen bu insanlar hâlâ rencide edilmektedirler.
"Vahşi Batı" dünyanın her yerinde özellikle de Avrupa’da İslamiyet’e tahammül edemiyor.
11 Temmuz 1995’te Vahşi Batı’nın Avrupa temsilcilerinden olan "Sırp" canileri yine "kutsal kilise!" kanunları mucibince kadın, çocuk ve ihtiyar dinlemeden Bosna’da binlerce Müslüman’ı acımasızca katlettiler. Yani "Haçlı Savaşları bitmez" dediler. Kısacası "Dedenin yediği koruk torunun dişini kamaştırır" fehvasınca "Fıtrat aynı fıtrattır" diyerek zulümlerine devam ettiler ve edeceklerdir de…
Dikkat çeken husus şudur: Bu katliamların çoğu "kutsal haç" ve "kilise" adına, kara kisveli rahip ve papazların manevi baskılarıyla yapılmıştır.
Bugünkü Batı hiç şüphesiz, Vikinglerin, Gotların, Vandalların uygunsuz çocuklarıdır. Bu Vandallık, bu vahşilik, bu barbarlık hunhar dedelerinden tevarüs ettikleri bir durumdur. Kazıklı Voyvodalar, işkenceci krallar, sadist din adamları genlerinde bu "Vandalizm"i taşıdıkları için bu zulüm onlarca normal sayılmaktadır.
İşte aslından saptırılmış bozulmuş (muharref) kitaplara dayalı dinin bozuk töre ve kanunlarının uygulamadaki sonucu.
Aynı konuya devam etmek arzusuyla bir sonraki yazımıza kadar esen kalınız efendim
.
TÖRELER VE MA’RUFLAR - İslam hukuku, insan merkezli
17 Mart 2018 02:00
Prof. Dr. Osman Kemal Kayra
osmankemalkayra@gmail.com
Karadeniz Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi
Belli bir zamandan beri töre ve kanun konularına temas ediyoruz. Konunun hassasiyetine binaen belli bir süre daha aynı mevzuda yazmaya devam edeceğiz…
Töre, kanun, adalet, ma’ruf ve münkerler; toplumun temeli, teminatı, huzuru ve rahatı için vardır. İlk insan ve ilk peygamber Hazret-i Âdem aleyhisselamla, kanunlar, yaptırımlar olarak uygulanmaya başlamıştır. Gerek töre gibi yazılı olmayanlar ve gerekse kanun gibi yazılı olup meşhur olanların tek amacı, insanın saadeti ve refahıdır.
Tarihte ilk yazılı kanunlar MÖ. 2375’te Urgakina tarafından Sümerler devrinde yapılmıştır diye biliniyor.
Yazılı kanunların ilklerinden sayılan Magna Carta, 1215’te Kral John tarafından imzalanan, halk ile kral arasındaki hukuku belirleyen ve altmış üç maddeden oluşan siyasi belgedir. İngiltere’ye demokrasiyi getiren belge olarak kabul edilen bu maddelere göre, kimse kanunsuz yargılanamayacak ve tutuklanamayacak ayrıca mülküne de el konulamayacaktı.
Kur’ân-ı kerimin vazettiği hükümler muvacehesinde, Yüce Peygamberimizin Veda Hutbesi’nde beyan buyurdukları kişi dokunulmazlığı ve mülkiyet hakkındaki sözleri göz önüne alındığında Magna Carta’nın çok basit kaldığını görmek, o kadar da zor değildir.
Eski Türk devletlerinde kağan, yargının başı kabul edilirdi. Kağan devlet ve adalet sayıldığı için, ona karşı işlenen suçlar, devlete karşı işlenmiş sayılırdı.
Atilla, şahsına suikast düzenleyen Bizans elçisini bizzat sorgulamış ve yargılamıştır.
Göktürk Kağanlığı’nda, kağanlar zaman zaman yüksek mahkemenin başkanı olurdu. Bu duruşmalar, adi suçlardan ziyade askerî ve casusluk suçları olurdu. Bu mahkemelerde “yargı” (hüküm), “yarguçı” (hâkim), “yargan” (yüksek rütbeli unvan, -9. YY.dan sonra- belediye başkanı, hâkim) gibi görevliler bulunurdu.
Bu kelime ve kavramlara ait geniş bilgi, alıntı veya madde başlıkları için “Mecmuatü’n-Nezâir, Kuman Lehçesi Sözlüğü, Kısasü’l-Enbiyâ (Rabguzî ), Gülistan Tercümesi, Eski Uygur Türkçesi Sözlüğü” gibi eserlere bakılabilir.
Göktürk Devleti Veziri Tonyukuk, bir ara yüksek mahkemede görev yapmıştır.
Hunlarda yargıçlık belli ailelerin reislerine verilirdi.
Hazarlarda dinî davalara ayrı yargıç tayin edilirdi.
Eski Türklerde, adam öldürmek, barış zamanında silah çekmek, zina yapmak, hayvan hırsızlığı, soygun ve diğer hırsızlıklar idamla cezalandırılırdı. Hayvan hırsızlığında ve basit suçlarda iki kat tazmin bedeli ile serbest kalmak mümkündü. Fakat at hırsızlığının cezası kesinlikle idamdı. Çünkü Türklerde at, sadece binek hayvanı veya savaş aracı olarak kullanılmaktan ziyade, sahibi için bir dost, bir arkadaş, bir yoldaştı. Atı sahibinden ayırmak, hem at sahibi hem de at için büyük bir zulümdü.
İdam edilenlerin mülkleri devlet hazinesine aktarılıp, aile fertlerine verilmediği gibi babalar ve baliğ olan erkek kardeşler de tutuklanabilirdi. Bunun sebebi suçlunun iyi eğitilmediği ve suça rıza gösterilmesiydi.
Türklerin yerleşik medeniyete geçmesi hemen tahakkuk etmediği için bu hukuki süreç uzun zaman geçerli olmuştur.
“Göktürk Kitabeleri” 7. ve 8. YY. Türk devletlerinde şifre mahiyetindedir. Özellikle de “töre” konusu bu dikili taşların özü durumundadır.
Türklerin nerede bir ili (vatan, millet, devlet) varsa törenin tertip ve tanzimi, halkın refahı için birinci öncelik olmuştur. Dolayısıyla Türkler nerede hâkim olmuşlarsa törelerin egemenliğini orada mutlaka hissettirmişlerdir.
Kitabelerde töreler, özellikle gelecek nesillere örneklerle anlatılır. “Töre”nin diğer adı da “yol” olup herkesin gitmek zorunda olduğu ve ondan sapanların yanıldığı (yerine göre ihanet ettiği) sistemdir.
İnsanların insanlara saygısı törelerle tahkim edilirdi. Töreler insan hakkı ve devletin bekası için gerekli görüldüğünden kutsal addedilirdi.
Türklerin töreye bağlılığı çağlar içinde düz bir grafik çizmiş, zamanına ve yerine göre dini ahkâm gibi kabul edilmiştir.
İlin olması töreyi gerektirirdi. İşte “Kitabe”lerde bununla ilgili örnekler:
“Tahta çıkar çıkmaz Türk milletinin ülkesini tutup töresini tanzim edivermiş.” K.D/1-4
Şunu da ehemmiyetle belirtelim: Türklerde, diğer devletlerde olduğu gibi taht ve taç yoktur. Yerden biraz yüksek ve postla kaplanmış olan sedir, kağanın hüküm mahallidir. Başta, önceleri börk giderek tuğlu sarık görülür.
“Babam kağan öylece ili töreyi kazanıp uçup gitmiş.” B.D / 13-5
“Öyle kazanılmış, öyle düzene sokulmuş ilimiz töremiz vardı.” B.D / 18-6
Burada “kazanılmış” sıfatı hem ili hem de töreyi niteler.
İl savaşla, töre tecrübe ile kazanılırdı.
Töreyi bırakmak zillet ve esarete sebepti.
“Yedi yüz er olup ilsizleşmiş, kağansızlaşmış, kul köle olmuş milleti, Türk töresini bırakmış milleti, ecdadımın töresince yeniden kurup yetiştirmiş.” K. D / 13-2,5
Görüldüğü gibi Türk aslen töre demektir.
Töreler eski yargılamalarda çok şey ifade ederse de gelişmiş toplumların tanzim edilmiş kanunları (anayasa) ve yargılama sistemleri gibi tekamül etmiş değildi.
Töreler anonim gelişmişlik ve ma’şeri vicdan temellerine dayanırken yazılı kanunlar ve onların uygulamaları, sistematik hukuk tahsili, şahitlik ve kişilerin mutlak savunmalarını da sağlar. Şahitleri ve savunması olmayan yargı gelişmiş hukuka göre batıldır. Hüküm, yılların davalarından çıkan sonuçlara dayalı geniş bir tecrübe perspektifi içermelidir; indi ve ferdi olmamalıdır.
İslamiyet’te kanunların esasını Kur’ân-ı kerîmin hükümleri temin ederken bunların uygulamalarını Kelâm-ı kadîmden ve hadîs-i şerîflerden çıkaran müfessir, muhaddis ve müçtehitler “fıkıh ilmini” ihdas ederek buna dayalı ahkâmı belirlemişler, bölgelerinde kazâi müessesenin başı olan kadılar da bu ilahî sistemi uygulamışlardır.
İslam hukuku, başta kişi hakları, mülkiyet ve mesken masuniyeti temel alınmak üzere insan merkezli bir adalet anlayışına dayanır. İnsan, Allahü teâlânın yarattığı en kutsal varlık olunca ona hükmeden kanunlar ve adalet sistemi de tabii ki mükemmel olmalıydı ve öyle de olmuştur.
Fıkıh ilminin esası dört temel üzerine otururken bunların sadece biri ibadet kurallarını belirler. Diğer üçü (ki üçüne birden muamelat da denilir) insanın dünyevi düzenini, dokunulmazlığını temin ederek bu geçici âlemde huzur içinde yaşamasını sağlar. Münakehat ve ukubat ise evlenme, boşanma, mehir, akit, suçlar ve cezalarla, bunların nasıl uygulanacağını belirler. Tabii ki bunları bir madde başlığı gibi düşünmemek lazımdır.
Mükemmel bir devlet kurup toplum düzenini sağlam temellere oturtan Osmanlıda hukukun nasıl işlediğini dikkatlice etüt etmek gerekir.
Osmanlı toplumu homojen (mütecanis) bir yapı oluşturmadığı için kanuni uygulamaları da oldukça girifttir. Hem ayrı milletten hem de ayrı dinden insanların varlığı hukukun işleyişini güç ve hassas kılmıştır.
Müslüman bir Sırp’la Müslüman bir Türk veya Müslüman bir Gürcü “Mü’minler kardeştir” beyan-ı ilahîsi mucibince aynı milletten (ümmetten) addedilirken, Hristiyan bir Arap’la, Hristiyan bir Hırvat da “Küfür tek millettir” Hadîs-i şerîfi mucibince onlar da tek millet sayıldı. Bu birliktelik dinî bir realite olup hukukun zahiri yüzünde geçerli değildi; zira adalet önünde herkes eşitti.
İslam devletlerinde özellikle de Osmanlı Devleti sınırları içindeki tebaa hangi dinden ve hangi milletten olursa olsun (cizye hariç) hukuk önünde eşit sayılmışlardır.
Osmanlı’da gayrimüslim tebaaya “zimmi” denirdi. Zimmiler, Müslüman ahid ve emanına girmiş yahut başka bir ifade ile İslam hükümetinin usulü dairesinde tabiiyetini kabul etmiş olan gayrimüslim (Hristiyan, Yahudi vs.) yerine kullanılan bir tabirdir.
Müste’men, kendisine eman verilmiş ve ecnebi tebaasından olan kimselerdir. İslam beldesine müste’men olarak gelen bir gayrimüslim, buradaki zimmilerle aynı haklara sahip olurdu. Müste’menlerin mallarında bey’-i fasid yapılması uygun olmazdı. Bir tebaa veya zimmi, müste’menden aldığı mal karşılığında paranın yarısını peşin verip “Yarısını da yolcum gelince vereyim” dese bu alışveriş geçerli kabul edilmezdi. Çünkü yolcunun geleceği tarih gecikebilir ve satıcı mağdur olabilirdi. Bey’-i fasid, aslı İslamiyet’e uygun olmakla birlikte sıfatı uygun olmayan yani şartlara riayet edilmeyen alışveriştir.
Zimmi ve müste’menlere ait hukuki uygulamalar, kul hakkı kapsamında düşünülerek bu konuda son derece hassas davranılmıştır.
Osmanlı Devleti’nde hane, toprak mülkiyeti ve bütün taşınmazlar özellikle de mülkiyetin esası olarak kabul edilen topraklar, tapu senetleri ile tahkim edilirken boşanmalarda mihr konusuna çok önem verilir ve boşanan kadının hakları teminat altına alınırdı.
Mahsul yetiştirenlerin vergilendirilmeleri veya adaletle vergiden muaf olmaları “Tapu Tahrir Defterleri” ile sağlanmıştır. Bunun aslı tabii ki tımar sisteminin vergilerine dayanırdı. Tahrirlerde köy, kasaba mera ve çiftliklerdeki vergi mükellefleri tespit edilip vergiden muaf olanların da niçin muaf oldukları konusu şerh edilirdi. Bu Defterler sayesinde arazi ve mahsul haritası çıkarılır ve dengeli bir vergi sistemi kurulmuş olurdu. Bütün bu yapılanların tek bir sebebi vardı: İnsan… İnsanı yani ferdi huzur içinde yaşatmak… “Ferdi yaşat ki devlet yaşasın” düsturunca Anadolu’da kurulan ve üç kıtaya yayılan Türk devletlerinde şaşılacak bir adli mekanizma göze çarpar. Adalet ne zaman yanlış işlese ne zaman inkıtaa uğrasa bir iç kargaşa veya isyan çıkmıştır. Hisbet aksayınca düzen sarsılır. Hisbet, iyiliği emredip kötülükten uzaklaştırmada hükûmet adamlarının bizzat işe karışıp gerekeni yapmalarıdır. Emr-i ma’ruf ve nehy-i münkeri güç kullanarak yapmak hükûmet adamlarının işidir. Hükûmet adamları nehy-i münkerleri kendileri ihlal ederler yani fasık ve facir olurlarsa halkta devlete karşı güven sarsılır ve isyanlar çıkar.
Anadolu topraklarında ilk gerçekleştirilen isyan “Babaîlik” isyanıdır. Baba İlyas’tan sonra onun müridi olduğunu iddia eden Baba İshak, isyanı geniş boyutlara yaymıştır. Baba İlyas aslen Sünni itikatlıdır. Oğlunu adının Ömer olması bu tezi doğrular. Sünni itikatta devlete isyan yasaklanmakla birlikte bu isyan hakkında Sünni ulema rey beyan etmemiştir. Baba İlyas idarecilerin sefahati karşısında elinde tuttuğu Kur’ân-ı kerimi Selçuklu sarayına doğru çevirip: “Bu yaptığınız zulüm bu Kitap’ta yazılı mıdır?” diye feryat eder.
Sonradan bu isyanın sergerdeliğini yapan Baba İshak kendisini “resul” ilan edip Bâtıni bir kalkışmanın öncülüğünü yapmıştır.
Baba İlyas’ın başlattığı isyanın sebepleri şöyle sıralanmıştır:
-Yöneticilerin içki ve sefahat hayatına dalmaları,
-Yöneticilerin Hazret-i Peygamber aleyhisselamın ve dört mübarek halifesinin yollarını terk etmeleri,
-İnsanlara zulüm ve işkence edilmesi. (Ahmet Yaşar Ocak, Dergâh Yayınları 2014)
Kıssadan hisse şudur ki: Devletlerin şer’i sistemden ayrılışı, önce Allahü tealanın zatına isyan, sonra da hukuk-ı ibada (kul hakkı) tecavüz olduğundan birtakım sıkıntılar vuku bulmuştur. Bu sıkıntılara düşmemek için özellikle hukukun kesintisiz işlemesi çok önemliydi. Bu da ileride devreye girecek olan mobil mahkemeler ve anında muhakeme sistemleriyle sağlanmıştır. Mahkeme zabıtları ve kadı hükümlerinin tamamı “Şer’iyye Sicilleri”ne işlenmiştir.
Şer’iyye Sicilleri ve Mecelle konularına devam etmek ümidiyle gelecek yazımızda buluşmak üzere esen kalınız efendim…
.
TÖREDEN İHTİŞAMA... Osmanlının zirve eseri: Mecelle
31 Mart 2018 02:00
Prof. Dr. Osman Kemal Kayra
Karadeniz Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi
osmankemalkayra@gmail.com
Toplumlar beraber yaşamalarını, ancak hakların tanzimi ve bunların yaptırım gücü yüksek olan kuralların uygulanmaları sayesinde başarabilmişlerdir. Gelişmiş toplum hüviyeti kazanıncaya kadar kavimler, yazılı olmayan mutlak bağlayıcı kurallar silsilesi ışığında huzuru aramışlardır.
Türk milleti hukuk yolculuğunda çeşitli devrelerden geçerek olgun ve millî karakterli bir kanuna kavuşmuştur.
Bu meyanda Osmanlı âlimleri, yıllarca sıkıntısız kullanılan ve dünyada az rastlanan İslam hukukunun abidevi bir eserini tasarlamışlardır.
Bir komisyonun istişarî huzurundan neşet eden bu muazzam eseri bu yazımızdan itibaren tanıtmaya gayret edeceğiz.
İslam hukukunun en önemli eserleri arasında yer alan “Mecelle” veya tam adıyla “Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye” diye bilinen bu eser Osmanlı devlet ve toplumunun sosyal hayattaki zirvelerinden addedilmiştir.
Osmanlı Padişahları “Devlet-i Aliyye-i Şâhâne”nin Hâkanü’l-Berrîn ve’l-Bahrîn (Karaların ve Denizlerin Hâkimi) gibi unvanlarıyla küfür mülküne dehşet ve haşyet salarlarken Osmanlı tebaasına da “Zıllullâh-i fi’l-âlem” (Allâhü teâlânın yeryüzündeki gölgesi) tasavvuru ile hem hilafeti tahkim etmişler hem de ümmete emn-ü emân telkin etmişlerdir.
Batı’da Ondördüncü Louis’nin “L’etat c’est moi” (Devlet benim!) batıl iddiasına karşılık dünyanın en büyük devletinin şahane halifesi dava edildiği vakit, kadı huzuruna bile çıkmıştır. Bu konuda taraflı addedilmemek için Arthur Limbley David tarafından İngilizce yazılıp annesi Sarah David tarafından Fransızcaya tercüme edilen “Grammaire Turquie” S. 206-207’deki “Fatih Sultan Mehmed’in Kolunun Kesilmesi Kararı”nı ibretle okumak lazımdır.
Cihan Padişahı Fatih’in, gayrimüslim bir mimarın davacı olmasıyla kadı huzuruna çıkarılıp kolunun kesilmesine hükmedilişi, dehşet ve ibret dolu bir hüküm abidesidir. Ancak davacının vazgeçmesiyle, Koca Sultan kolunu kurtarabilmiştir.
Ord. Prof. Dr. A. Schwartz’ın şu sözleri dikkat çekicidir: “İstanbul şehri, arzın ve milletler tarihinin merkezî noktalarından biridir. Bir tekâmülün büyük cereyanları birbirleriyle burada karşılaşmış, Roma hukuku burada istihale (başkalaşım, değişiklik) geçirmiş ve nihai şeklini almıştır. Eski Türkiye dahi dünyanın en büyük hukuk sistemlerinden biri olan İslam hukukunu burada inkişaf ettirmiştir.”
Elimizde esas aldığımız Mecelle, “İşbu Mecelle, Adliye Nâzırı ve Mecelle Cem’iyyet-i Celîlesi Reisi Devletlü Ahmed Cevdet Paşa hazretlerinin tertip ve tensiki ve Maarif Nezâret-i Celîlesinin fî 23 Nisan sene 1320 tarihli ve 389 numaralı ruhsatnamesiyle tab’olunmuştur. Dersaadet (İstanbul) Hanımlara Mahsus Gazete Matbaası 1322…” girişleriyle basılmıştır.
Bu baskının ön sözünde şu beyanlar dikkat çekicidir:
“İlm-i fıkıh ise bir bahr-ı bî-pâyân olup bundan dürer-i mesâil-i lâzımeyi istinbât ile hall-i mes’ele idebilmek hayli mahâret ve melekeye mevkûfdur. Ale’l-husûs Mezheb-i Hanefî üzere tabakât-ı mütefâvidede birçok müctehidler gelip ihtilâfât-ı kesîre vukû’ bulmuş. Kaldı ki tebeddül-i a’sâr ile örf ve âdete mübtenî olan mesâil-i fıkhiyye dahi tebeddül ider. Meselâ kudemâ-yı fıkhiyye indinde iştirâ olunacak hânenin bir odasını görmek kâfidir. Müteahhırîn indinde ise her odasını görmek lâzımdır. (Fıkıh ilmi sonsuz bir umman olup bundan gerekli mesele incilerini delillere dayanarak çözmek bir hayli hüner ister. Bilhassa Hanefi mezhebine dayalı farklı meselelerde birçok müçtehit gelmiş olmakla aralarında ictihat ayrılıkları zuhur etmiştir. Kaldı ki zamanın değişmesi ile örf ve âdete dayalı fıkıh meseleleri de değişir. Eski fakihler nazarında, alınacak bir evin bir odasını görmek kâfi iken sonra gelen fakihlere göre, evin her odasını görmek lazımdır.)
Mecelle’nin tertip heyetinde Şûra-yı Devlet ve Dîvân-ı Ahkâm-ı Adliye üyeleri görev almıştır. Reis, Nâzır-ı Dîvân-ı Ahkâm-ı Adliyye Ahmed Cevdet Paşadır. Ayrıca bir Evkâf-ı Hümâyun müfettişi, iki Şûrâ-yı Devlet üyesi, reisle birlikte üç Ahkâm-ı Adliyye divan üyesi dışında, A’zâyı Cem’iyette dikkat çeken isim İbni Âbidîn-zâde Alâeddin Bey’dir.
İbni Âbidîn hazretleri büyük mutasavvıf ve veli Hâlidiyye silkinin kurucusu Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin talebesindendir. Büyük veli vefat edince cenaze namazını İbn-i Âbidîn hazretleri kıldırmıştır. Bu büyük zat, küçük yaşta hafız-ı kelâm oldu. İbn-i Âbidîn aynı zamanda Şeyhü’l-kurra Sa’îdü’l-Hamevî’den tecvid ilmine dair Meydâniyye, Cezeriyye, Şâtibiyye adlı eserleri tahsil etti. Zahirî ilimleri öğrendikten sonra büyük veli Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin sohbetinde kemale erişti.
İşte bu büyük zatın oğlu olan Alâeddin Muhammed Bey, Mecelle komisyonu üyelerindendir. Alâeddin Muhammed Bey başlı başına bir ekol olan İbn-i Âbidîn’in hem oğlu hem de talebesidir.
İbn-i Âbidîn’in en büyük hususiyeti çok değerli fakihler ve hukukçular yetiştirmesidir. Talebesi arasında kendi kardeşi Allâme Esseyyid Abdülganî, yine akrabasından, Emînü’l-fetvâ Ahmed Efendi, meşhur Medine kadısı Câbîzâde, Dimaşk müftülüğü yapmış olan Ali Murâdî, Şam kadılığı yapmış olan Anadolu Kazaskeri Abdühalîm Efendi gibi mühim şahsiyetler yetiştirmiştir.
Feyzini bizzat babasından alan Alâeddîn Muhammed Bey’in Mecelle heyetinde bulunması, Ahmed Cevdet Paşa’nın komisyon seçiminde ne kadar isabetli olduğunu gösterir. Alâeddin Muhammed Bey’in bu komisyonda bulunması, bu ilmî ve hukuki kitabın hazırlanmasında ahkâm ve esrar erbabının aynı konularda nasıl hemfikir olduklarını göstermesi bakımından da mühimdir.
Fıkıh, İslam’ın özü olup toplumun her hâlinde göz önündedir. Fıkıh meselelerini en evvel tanzim eden “İmâm-ı A’zam Nu’man bin Sâbit” yani Ebû Hanîfe’dir.
Diğer üç mezhep imamının da her biri cevher olup bu ümmetin yüz aklarıdır.
İmâm-ı Mâlik, hadis ve fıkıh ilminde derin bir âlim olup Hicaz’ın muhaddis ve “fakihi” mertebesini kazanmıştır. Onun eseri olan Muvatta, fıkıh konularına göre derlenen ilk hadis kitabıdır.
İmâm-ı Şâfi’î ise İmâm-ı Mâlik’ten istifade etmek için bu büyük zatın vefatına kadar ondan faydalanmış yüksek feyiz ve kemalâta erişmiştir. Bu büyük imamın meşhur “Risâle” adlı eserinden başka “Kitâbü’l-Hadis”, “E’s-sünen”, “El-Müsned” kitapları da mevcuttur.
Ahmet bin Hanbel hazretleri ise İmâm-ı Şâfi’î’den fıkıh usulü öğrenmiş ve ondan çok feyiz almıştır.
Fukaha, şer’i delillerde tuttukları yol bakımından ikiye ayrılmıştır:
1- Hicaz veya hadis fakihi
2- Irak veya rey ve kıyas fakihi
Sahâbe-i kirâmın hepsi zatî müçtehit olduklarından uygulamaları, Resul-i Ekrem’in ışığında şaşmaz doğrulardı. Sahabe-i kiram hazretleri, Risâlet-penâh’ın kendisine indirilen Kur’ân-ı kerîmden anladığı ve söylediği ehâdis-i nebeviyyeye bizzat şahit olup uygulamalarını da ona göre yaptılar. Selef-i sâlihîn ve Halef-i sâdıkîn hazeratı, nakilleri esas alarak âsâr-ı muhallededen muhteşem fıkıh ilmini tesis ettiler.
İslam Hukuku, dünya hukukunun temeli sayılan Roma hukukunun çok daha üstünde olup Kur’ân-ı kerimin ve Yüce Peygamberimizin söz ve davranışlarını (hadis ve sünnet) esas alan âlemşümul bir hukuk sistemidir. Unutulmamalıdır ki İslam hukukunun esası, kelâm-ı ilahî olup o, bütün sistemlerin üzerindedir; çünkü vahy-i ilahîdir.
Fıkhın temel unsurlarından hadisler toplandığında, bu yekûn altı yüz bini bulmuştur. Bu yekûndan yedi binini titizlikle ayıran İmâm-ı Buhârî ve bin yedi yüz hadisi derleyen İbn-i Mendah’ın hadis ilmine, dolayısıyla fıkıh ilmine hizmetleri çok büyüktür. Muhaddis ve derleyici İmâm-ı Müslim ve diğer dört büyük muhaddis ve derleyicilerle Kütüb-i Sitte’yi de bu büyük ilmin (fıkhın) sistematiği içinde mutlaka zikretmek gerekir.
İmâm-ı Şâfi’î’ye kadar hukukta kendi içinde tedvine başvurulmamıştır. Bu büyük zat “Risâle” ve “Usûl-i Fıkh” da bu üstün hizmet sistemini geliştirmiştir.
İleride Mecelle’de de bilhassa belirtilecek olan dünyevi meselelerdeki ahkâmın zamana dayalı olarak değişmesinin ilk örneği Hazreti Ömer zamanında uygulanmıştır. İkinci halife Hazreti Ömer, Sâsânilerin tesiri altında kalan Irak ve İran bölgelerine, eski dönemlerde uygulanan bazı mali kanun muamelatını bilen kadıları göndermiş ve uygulamaların bu âdetlere göre yapılmasını emretmiştir.
Hazreti Peygamber’in (aleyhissalâtu vesselâm) Asrısaadetlerinde yüz binden fazla sahabe-i kiram yaşamıştır. Bu zatlardan sadece üçü hukuk mektebi ve usulünü ihdas ettiler. Bu zevat-ı kiram, İbni Mes’ûd, İbn-i Ömer ve Alî bin Ebî Tâlib’dir.
Kûfe’de yerleşen İbn-i Mes’ûd’un kurduğu mektepten İmâm-ı A’zam gibi bir dahi yetişmiştir.
İbn-i Ömer ise hayatını büyük bir kısmını Hicaz’da geçirdi.
Hazreti Hammâd’ın talebesi olarak yetişen İmâm-ı A’zam, Zeyd bin Ali’nin metodunu esas alarak mezhebini belirlemiştir. Bu büyük İmam binlerce talebe yetiştirdi. Bunların büyük bir kısmı müçtehit oldu. Ama en meşhurları zamanımıza kadar ışıkları yayılan İmâm-ı Ebû Yûsuf, Muhammed E’ş-şeybânî ve Kadı Züfer’dir. Yine talebesi arasında tebarüz eden Abdullah ibn-i Mübârek, Fudayl bin Ubâd, Dâvûd ibn-i Nusayr gibi fakihlerdir.
İmâm-ı A’zam bir meseleyi tespit eder sonra da herkesin reyini (görüşünü) sorardı. Sonra bu mesele açığa çıkıncaya kadar mütalaa ve münazara edilirdi. Bir nevi akademi olan bu fıkıh okulunda kâtip olarak Ebû Yûsuf görev yapardı. Bazen bir mesele üzerinde aylarca görüşüldüğü olurdu. Bu akademide İslam’ın temel meseleleri ele alınmış ve tedvin edilip kitaplaştırılmıştır. İlk kitap namazlar hakkındadır.
İkinci olarak taharet, oruç, zekât hükümlerine dayalı ibâdât, sonra da bey’ u şira, muâhedât ve şirketler gibi konuları mündemiç olan muâmelât belirlendi.
Bu dört İmam’ın çalışmaları kendisinden sonra gelen hukukçuların ışıklı yolu olmuştur. Bu hukukçular şu meseleler üzerinde çalıştılar:
1- Kur’ân-ı kerîmin tefsiri,
2- Ehâdis-i Nebeviyye’nin toplanması ve derlenmesi,
3- Fetâvânın derlenmesi,
4- Bunların ışığı altında İslamî hukuk nazariyeleri,
5- Hukukun yani ilimlerin düzenlenmesi.
Mecelle’ye gelebilmek için bu ve benzeri bilgilerin açıklanması gereklidir. Mecelle konularında daha geniş bilgi için benim de yaralandığım “Mecelle, Dr. A. Refik Gür, İstanbul, 1977” kitabına bakılabilir.
Müteakip yazımızda yine Mecelle’ye giriş için kazâ ve iftâ sistemleri ile bunları yürüten kadı ve müftîler hakkında bilgi vermeye çalışacağız.
Gelecek yazımızda buluşabilmek ümidiyle esen kalınız efendim
Osmanlı Devleti’ndeki adalet gayrimüslimleri de kuşatmıştı
28 Nisan 2018 02:00
Prof. Dr. Osman Kemal Kayra
Karadeniz Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi
osmankemalkayra@gmail.com
Hukuk sistemleri halkın yaşayışı ile uygunluk arz eder; yani öyle olmalıdır.
Orta Asya bozkırlarında yaşayan Türkler, homojen bir yapı arz ettiği için, hukuk sistemleri de buna göreydi. Zaten yazılı olmayan töreler tamamıyla örfiydi.
Örfi hukuk demek olan töre, yaptırım olarak çok ciddi bir kurumdur. Kağanların yaptırım gücü tamamen törelere dayanır.
İslamiyetten evvel Türklerde örf, halk yaşayışı ve yaptırımlara dayansa da, dinî mahiyeti yok gibi düşünülmemelidir. Kağanlarda zaten "Gök Tanrı"dan kendilerine verilmiş “kut” vardır. Kağanlar halkın içinden çıkmakla birlikte esatiri bir şahsiyet taşırlar. “Tanrı gibi gökte doğmuş Türk Bilge Kağan” ifadesi Göktürk Yazıtlarının dibacesi (önsöz, başlangıç) gibidir. Gök Tanrı gibi gökte doğmak sembolik bir ifade olup “tanrısal güç” esprisi daha güçlüdür. Onlar Gök Tanrı’nın güçlerini taşımakla birlikte halkın içinde yaşayan ve Gök Tanrı’nın kendilerine verdiği “kut”u, onun emrinde kullanan sadık uygulayıcıdırlar. Göktürklerde "kut" veya “idi kut’’ olarak geçen bu mistik güç Uygurlarda “ıdhuk’’ “ıduk ’’ (gönderilmiş, indirilmiş) anlamındadır. Sekiz Yükmek adlı Budist Uygur metninde “Idhuk darnı” ifadesi yer alır. İdi, Göktürkçede ‘’bey’’, Uygurlarda sahip veya Allah olarak geçer. Kutadgu Bilig’de ‘’idi’’ doğrudan doğruya “Allah’’ karşılığındadır. “Ay mungsuz idim.’’ (Ey her şeyden müstağni olan Allah’ım.)
Osmanlılardaki “zıllulâhi fi’l-âlem’’ (Allah’ın yeryüzündeki gölgesi) mecazıyla ifade edilirken aslen Allahü tealanın gücü manasında kullanılmıştır.
Eski Türklerde kağan buyruğu tartışılmaz. O, uygulanması zaruri olan bir emirdir ve tanrısal bir yaptırım formudur.
Töre, örfi hukukun başlangıcıdır. Kağan tarafından fakat anonim olarak belirlenir. Dinî bir yaptırım olmamakla birlikte, kağanla ilintili olduğu için dinîdir.
İleride de göreceğimiz gibi gelişmiş Osmanlı Hukuku, yaptırım gücü olarak iki esasa dayanır: Şer’i ve örfi hukuk sistemi. Şer’i hukuk sistemi tamamen “vahiy’’e dayanırken örfi hukuk sistemi ise padişahların yayınladığı kanunnamelerdir. Örfi hukuk, şer’i hukuka uygunluk göstermek zorundadır.
Tanzimat Dönemi’ne kadar Osmanlı Devleti şer’i hukukla yönetilmiştir. Şer’i hukukun temelleri dört tanedir: Kur’ân-ı kerîm, hadîs-i şerîfler, icmâ-ı ümmet ve kıyâs-ı fukahâdır. Kur’ân-ı kerîm esas alınmak üzere, kıyas da hukukun en önemli unsurlarından biridir. Çünkü hukuk genelde içtihatlara dayanır.
Selçuklularda ve Osmanlılarda şer’i sistem İslam kanunu olarak geçerliydi. Şer’i sistem önceki İslam devletlerinde de hâkimdi. Tabii ki burada Osmanlı hukuk sistemini diğerlerinden ayırmak gerekir. Bölgesel Türk İslam devletlerine göre Osmanlı devleti coğrafi vüs’ate dayalı olarak bünyesinde değişik kavimler barındırdığı için, örfi hukuk çok önemliydi. Müslim ve gayrimüslim hukukun töreyle ilgili yaptırımları zaten belliydi. Ama bunun yanında İstanbul’da yaşayan bir Müslümanla, Lübnan’da yaşayan bir Müslüman’ın örfi hukuk işleyişi farklılık gösterirdi.
Mesela Şam Emeviyye (Ümeyye) Camiinde dört ayrı mihrap ve dört ayrı minber vardır. Mihraba geçecek imamın mezhebi “mezâhib-i erbaa”nın (dört hak mezhep) herhangi birinden olabilirdi. Ama fetva konusunda mezheplere göre mihrap belirlenirdi. Yani bir mezhep saliki, fetvasını bağlı bulunduğu mezhebe göre isteme hakkına sahipti. Kaldı ki Osmanlı mülkünde ayrıca zimmi ve müste’menler de vardı. Zimmiler Osmanlı mülkünün gayrimüslim tebaası iken, müste’menler Osmanlı mülkünde geçici olarak barınan gayrimüslim misafir veya tüccarlardı. Bunlar temel hukuk kuralları önünde eşit sayılılarken yargılanmaları kendi dinleriyle ilgili örfi hukuka dayanıyordu.
Osmanlı Hukuku, sadece Müslümanlara değil, gayrimüslimlere de adil davranmaya titizlik göstermeyi gerektiriyordu. Hukuk-ı ibâd yönüyle gayrimüslim hukukunda daha da hassas davranılmıştır. Osmanlı Devletinin hükümferma olduğu dönemlerde Avrupa’da zulmün adı devlet (kral) ve kilise ile ortaklaşa anılırken bir gayrimüslimin şikâyeti ile Cihan Sultanı Fatih Mehmed Han’ı yargılayan adalet sistemi, zulümle nasıl beraber düşünülebilirdi; şiddetle yasak kılınan zulmü, halife unvanı taşıyan bir padişah irtikâp edebilir miydi? Hilafetten evvel de Osmanlıda adalet, en önemli unsurdu. Zulüm ve Osmanlı… Birbirinden o kadar uzaktılar ki… Osmanlıyı incelerken ilmî vesikalarla yaklaşmak lazımdır. Altı yüz yirmi yıllık şerefli bir maziyi kulaktan dolma eksik bilgilerle değerlendirmek mümkün değildir.
Sistemin işleyişinde şer’i hukuk net bir uygulama ortaya koymakla birlikte, dinî kurumların başında olan şeyhülislamın yargılama yetkisi yoktu. Kur’ân-ı kerim ve hadis-i şeriflerden müçtehitlerin yorum ve tespitleriyle içtihat, istihraç, istinbat yoluyla meydana gelen ve İslam hukukunun birinci kademesi olarak mütalaa edilen yasama, şeyhülislamın, kadıların ve müftülerin kaza gücü ile yürütülürdü. Yasama ve yürütme şer’i sisteme dayandığı için birbirlerine muhalefet edemezlerdi. Yasama net tavrını ortaya koyarken yürütme yani kaza makamı, şer’i sistemdeki ana başlıklara dayalı olarak, yorumlama yetkisine sahip olurdu. Tabii yargılamada belirlenmiş ve kesinleşmiş cezalarda hüküm, ancak hafifletici sebeplerle değişiklik gösterebilirdi.
İslam Hukukunda şahsa fiilen zarar veren fail, bunu mislen ödemek zorundaydı; buna da "kısas’’ denirdi. Kısas, ya beden uzuvlarından birine zarara denk bir tecziye veya doğrudan doğruya "can’’la ödeme şeklindeydi.
Şahsi fiillerde tecziye sisteminde "diyet’’ denilen tazminat da önemlidir. Diyetler kesinleşmiş miktarda oldukları için bedelde tenkis yetkisi kadıya ait değildi.
Uygulamada cezanın ve diyetin indirilmesi ancak mağdura aitti. Diyet ve kısasta mağdurun indirim ve af isteklerinin nazar-ı itibara alınması mümkünken, amme hukukuna dayalı tazir uygulaması geçerliliğini korurdu.
Tazir esasen ıslah ve terbiye sistemidir. Bu, hadd ve kefarete dayalı suçlarda geçerli olmazdı.
Hadd ve kefaret gerektiren suçlarda temel unsurların oluşmaması durumunda, mağdurun kendisinin veya doğrudan yakınının, faili affetmesiyle suç tazire dönüştürülebilirdi.
Hadd ve tazire girmeyen suçların cezasının takdiri ise ulü’l-emrin kanaatine bırakılırdı.
Örfi hukuk, padişahın otoritesini kuvvetlendiren bir sistemdir. Şer’i sistemin muhalifi olmayan örfi hukuk uygulamasında kararlar, lisanen açık, yoruma uzak bir durumdadır.
Şer’i hukuk ilahî vahye dayalı ve komplikedir; değişik yorumlar sonucu ortaya konmuş içtihatlar manzumesidir.
Örfi hukuk, icabında her padişahın tasarrufuyla değişebilen, başta yetkili padişah olmakla birlikte, nişancı ve dîvân-ı hümâyûnun da büyük katkıları ve padişahın onayıyla kanunlaşırdı. Bunlara "kanunname’’ denirdi Bu meyanda ilk uygulamayı yapan da Fatih Sultan Mehmed’dir.
Örfi hukuk daha hafif bir sistem olduğundan şer’i sistemin bazı kurallarını da etkileyip cezai uygulamalarda hafifletici sebepleri ön plana çıkarmıştır.
Şer’i hukukta karar verilirken, hükme, delil ve ispatla mesnet aranırdı. Şüphelerin izalesi şarttı. Çünkü “Şekk ile yakîn hâsıl olamaz.’’ Ayrıca suçlunun pişmanlık duygusu, şer’i hukukta da hafifletici sebeplerdendir.
Şer’i hukukta delil ve ispat dışındaki bazı unsurlar, örfi hukukta geçerli olabilir.
Kişinin geçmişi, kötü namı, şer’i sistem için geçerli olmazken örfi hukukta geçerli olabilirdi.
Hukukun kazaî olarak işleyişi temelde fıkıh olmakla beraber Osmanlı Devleti uleması Sünni Hanefî olduğu için içtihatları da bu sistem üzerinedir.
Türkler Anadolu’ya girip devletler kurmaya başlayınca coğrafi olarak genişlemesi, fıkhın uygulanmasında mezhepleri de zaruri hâle getirmiştir. Osmanlı Devleti kurulmadan evvel ya bağımsız topluluklar hâlinde veya beylikler şeklinde olan İslam grupları, değişik mezheplere bağlıydılar. Bunlar büyük devlet otoritesi dâhilinde olmadıkları için mezheplerin örfi hukuk dayanaklarıyla idare ediliyorlardı. Mezhepler genellikle şer’i hukuk sistemini ilgilendirirken küçük topluluklarda töre-örf hukuku, mezheplerle desteklenip yaptırım gücü kuvvetlenerek uygulama alanı genişletiliyordu.
Osmanlıdan evvel Anadolu topraklarında kurulan Selçuklu Devleti de Hanefi mezhebinde idi.
Burada mezhep konusu sadece itikadî bir yaptırım olarak görülürse yanlış olur. Hanefilik, Selçuklu ve Osmanlı’da fıkhi bir delildir. Bu delilleri hemen oluştu zannetmek büyük bir hata olur. Yıllarca büyük İslam âlimleri Kur’ân-ı kerîm ve Hadîs-i şerîflerin ışığı altında geliştirdikleri İslam hukuku delillerini bir prospektüs niteliğindeki yelpazeden alan mezheplerden çok faydalanmışlardır. Mezhepler kazanın yürütme gücünde ön yasamalar gibidir. Şeyhülislamlar, kadılar ve müftüler mezheplere dayalı hükümleri fetva olarak açıklarken kazanın yürütme delillerini de ortaya koymuş olurlardı.
Türk dünyası genellikle Hanefîyyü’l-mezheptir. Anadolu ve öncesinde ilk kurulan Türk devletlerinde, Hanefî fıkhına dayalı hukuk sistemi işleyişinde bir problem yoktur. Bilahare Osmanlı mülkünün bir parçası hâline gelen Arap topluluklarında Hanefî mezhebi pek tercih edilmezken genellikle Şâfiî, Hanbeli ve Malîkî mezhepleri daha yaygındı. Özellikle Şâfiîlik diğerlerine göre daha çok görülürken Kuzey Afrika’da, Berberîlerde ileri çıkan mezhep ise Malikîlikti.
Selçukîlerin Hanefî mezhebini tercih etmeleri de tesadüfi değildir. Hilafet Abbasilerde iken Hârun Reşîd döneminde İmâm-ı A’zam Ebū Hanîfe’nin müçtehit olan talebelerinden Ebû Yûsuf baş kadı tayin edildi. Dolayısıyla Hanefîlik geçerli mezhep olunca Selçukîler de Abbasilerden bu mezhebi devraldılar. Ebû Yûsuf baş kadı olunca kadıları hep kendi mezhebinden atadı. Bu, zaten genel bir usuldü. İmâm- A’zam’ın sistemi ve Türk adlî yayılmacı gücü öyle etkili oldu ki İslam dünyasında bu mezhep çok büyük bir kabul gördü.
Osmanlı Devleti kurulup sistem genişleyince Kafkaslar, Balkanlar, Afrika ve Arap ülkeleri Osmanlı mülküne katıldı. Bu ülkelerde sadece Mezahib-i Erbaa saliki Müslümanlar yoktu. Bu bölgelerde, Zeydilik, Haricilik, İsna Aşeriyyecilik ve Batıniliğe kadar varan Şia kolları da vardı.
Hanefîlik, Selçuklu mülkünde Tuğrul Bey’den beri geçerli olduğundan, kadılar Hanefî mezhebindendiler.
Osmanlı toprakları genişleyince kadılar hep Hanefî olmakla birlikte bir dönem Şâfiî fıkıh âlimleri de naip olarak nasbolunup bu mezhebin içtihatlarına göre de hükümler verilmiştir.
Giderek geniş Osmanlı topraklarının büyük bir kısmında Hanefî mezhebi yaygınlaşınca Ebu’ssuûd Efendiyle birlikte hükümler hep Hanefî mezhebine göre verilmiştir. Kadı ve müftü beratlarında "esahh-ı akvâle’’ (sözlerin en doğrusuna) göre kaydı geçerli olacaktır.
Ebu’ssuûd Efendi’nin padişaha sunduğu ve kanunlaşarak kabul edilen "Ma’rûzât’’ında kadıların "esahh-ı akvâl’’ ile hükme memur oldukları "Bu diyarda Şâfiî olmadığı, Şâfiî içtihadına göre hükümlerin geçersiz olacağı, bunun bir emr-i sultânî’’ ile yasaklandığı belirlenmiştir.
Fakat dikkat edilmesi gereken husus şudur: Bu yasaklamanın Anadolu ve Rumeli’ye mahsus olduğu, Halep, Şam, Kudüs, Mısır, Mekke gibi Hanefî olmayan bölgelerde Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî mezheplerinin ışığı altında fetvaların verildiği belirlenmiştir.
Bu mezhep uygulamalarında "beyân-ı sarîh ve esahh-ı akvâl’’e (sözleri açık ve sıhhatle belirlenmiş) olan eserlere ihtiyaç duyulunca Hanefî fıkıh âlimlerini bazı kitapları baş kitap olarak belirlenmiştir.
Bunlardan Molla Husrev’in "Durerü’l-Hukkâm fî Şerh-i Gurerü’l-Ahkâm’’ adlı eseri Fatih devrinden başlayarak mahkemelerin başvuru kaynağı olmuştur. Fatih’in hocası da olan Molla Husrev Osmanlı’nın üçüncü şeyhülislamıdır. Künyesi ise Muhammed bin Ferâmūz bin Alî Rūmî’dir. Eseri kısaca Dürer ve Gurer olarak tanınmıştır. Mezar taşında "Menba’-ı ilm ü hüner vâris-i ulemâ-i Hayrü’l-beşer fâzıl-ı hurşîd-i eser sâhibü’d-Dürer ve’l-Gurer Mevlânâ Muhammed Husrev’’ yazılıdır. Yani kısaca "İlim ve hüner sahibi, insanların en hayırlısı, Hazret-i Muhammed aleyhisselâmın ilimlerinin vârisi, güneş gibi aydınlık ve faziletli, Dürer ve Gurer sahibi Mevlânâ Muhammed Husrev.’’
Fatih Molla Husrev’den bahsederken onun için, zamanın “Ebû Hanîfe’’si derdi.
İkinci önemli kaynak ise Dârü’-l Kurrâ’da müderrislik yapan İbrâhim el Halebî’nin "Mültekâ’’ adlı fıkıh kitabıdır.
Kanuni Devrinden itibaren bu kitap Durer’in yerini almıştır.
Sultan IV. Mehmed’in emriyle bu büyük eser Mültekâ, “Mevkūfât’’ adıyla Türkçeye çevrilmiş ve kazanın baş kitabı olmuştur.
Selçuklu ve Osmanlı’nın Hanefiliği tercih etmelerinde Ekmeleddin el- Bâbertî’nin şu tespitini göz ardı etmemek gerekir: “Sultan büyük bir günah işler ve küçük günahlara devam ederse tahttan düşer mi düşmez mi?” sorusuna Hanefîler düşmez; Şâfiîler ise düşer dediler.
Mezheplerin hukuka uygulanması bazı meseleleri de ortaya çıkarmıştır. Mesela bir kadının kocasından ne kadar ayrı kalırsa boş olacağı konusu, mezheplere göre farklılıklar gösterdiği için veya "mümteddü’t-tuhûr" (âdetin normalden uzun olması) durumunda iddet müddetinin değişik zamanlara bağlanması konusu gündeme geldiğinde, İbni Abidîn, Mâlikî mezhebinden bir "kadı’’nın bulunmaması durumunda zaruret dolayısıyla bir başka mezhebe göre fetva verilebileceğini söyler.
Kısaca mezheplerde telfik (mezhepleri birleştirme) olmamak kaydıyla, hükümlerde zaruret hâlinde, taklide cevaz verilebileceği buradan da anlaşılmaktadır.
Aynı konuya, gelecek yazılarımızda da devam etmek arzusuyla, esen kalınız efendim...
Her peygamber tevhid mücadelesi verdi
12 Mayıs 2018 02:00
Prof. Dr. Osman Kemal Kayra
osmankemalkayra@gmail.com
İnsanlar kendilerini ne kadar güçlü hissetseler de kendilerinden daha güçlü bir varlığın ya idaresine veya merhametine sığınmak zorunda kalmışlardır.
Savaşın ve yayılmacılığın merkezinde dönen eski çağlarda, savaşçılara güç veren ve rakiplerin hezimete uğratan üstün kuvvet tanrılar şeklinde düşünülürken; insanlar, bu kadar çetin ve güç işleri de bir tek tanrıya yüklememişler, güya vazife taksimi yaparak tanrıların yüklerini de azaltmışlardır! Yardımı tanrıdan beklemek için evvela kendileri tanrıya yardım eden insanlar, sonra da yardım ettiği tanrılardan muavenet beklemişlerdir. Zehi gaflet…
İnsanların ilki ve ilk peygamber Âdem aleyhisselamla kullarını belli bir düzende ve barış içinde yaşatmayı irade buyuran Allahü teâlâ merhametinden hiçbir dönemde onları (kullarını) başıboş bırakmayarak peygamberler göndermiştir. Buna rağmen insanoğlu serkeşliği ve fitneyi seçerek kendisini ve çevresini hep zora sokmuştur.
Allah’ın elçilerini dinlemeyen insanlık, akılla hiç münasebeti olmayan birtakım sanal ve fantastik düşüncelerle güç odakları vehmederek “tanrılar” bulmuş ve onlardan kendilerine yol göstermesini istemişlerdir!..
Evlenen, çoğalan, çocukları olan bu tanrıların devamlı kurban istediğini vehmeden insanlar, kendi cinsinden âdemoğullarını, varlığı olmayan evham tanrılara kurban olarak sunmuşlardır. Akıtılan her damla mazlum kurban kanı, vahşeti ve zulmü beslemiş, insanlık kendi kurduğu bu sefil tiyatro sahnesinde, yıllarca başrolde bu tragedyayı oynamak zorunda kalmıştır.
Güneş’i, Ay’ı, yıldızları, rüzgârı, şimşeği ve her tabii gücü “tanrı” gibi addeden cehalet sarmalındaki insanlar, maalesef bunları yaratan asıl failin Allahü teâlâ olduğunu kendilerine bildiren emin muhbirlere rağmen bu gerçeği kabul etmeyerek en şerefli mahluk olan insanı en sefil yaratık hâline düşürmüşlerdir.
İnsan, akıl denen hediyenin, atiyenin sahibidir. Bu hediyenin verilme sebebi, doğruyu, yani hakkı bulmaktır. Akıl (sakim akıl, meaş akıl ) nefsin zimamdarlığını (dizgin tutuculuk, idarecilik) yaparak hep yanlışı, hep günahı tercih etmiştir. Kendilerine gönderilen “muhbir-i sadıklara” bazen çok az insan inanmış, bazen de bu nebilere zulmedilmiştir. Bu zulümler bazen gadab-ı ilahî ile neticelenmiş, bazı kavimler tarihe ibret sayfası olarak geçecek büyük felaketler yaşamışlardır.
Bazı güç sahipleri de geçici güçlerini ebedi zannedip tanrılık iddiasında bulunarak insanların kendilerine tapınmalarını isterken, muhbir-i sâdıklar bu batıllara karşı çıkınca Nemrut ve Firavunların hışmına uğramışlar ama onları elçi olarak gönderen Allah, hep onların yanında olmuştur.
Kendilerine hep bir sığınak arayan insan, daima bir üstün güç düşün-
müştür.
Kozmik tanrıcılık, fetişizm ve kavram tanrılara geçip çok tanrıcılık çıkmazına sapan insanlar, kurtuluş olarak tek tanrıcılığı bulduğunda, bunu yüksek bir moral motivasyonu olarak telakki ettiler. Gerçi tek tanrıcılığa geçiş şuurlu bir seçim değil sosyal bir neticeydi. Politeizmden monoteizme geçiş şüphesiz önemli bir merhaledir. Belki dinler tarihi için yeni bir sayfa başıdır. Tek tanrıcılık fikri asla tevhidle karıştırılmamalıdır. Asıl olan tek tanrıya inanmak değil vahdete iman yani tevhid dolayısıyla o ümmete gönderilmiş nebi ve resullere inanmaktır. Bu kurtuluş reçetelerine inanmayan insanlar dalalet ve buhranlar içinde kalmışlardır.
Tevhid inancı saadeti getirirken, insanlara bu inancı anlatan peygamberler çok sıkıntı çekmişlerdir. Nemrud’un zulmüyle ateşe atılmak istenen Hazret-i İbrahim, dalalet içindeki kavminin tuğyanına göğüs germeye çalışan Hazret-i Lût, Firavun’un muannit kibriyle ve mevhum ilahlığı ile mücadele eden Hazret-i Mûsâ, gücünü Rabb’inden ve az sayıdaki Havarilerinden alan ve çarmıha gerilmek istenen Hazret-i İsâ ve nihayet belagatin ve edebiyatın zirve yaptığı Arap yarımadasında küfrün mütegallibeleri olan Ebu Cehillere ve Ebu Leheblere karşı dimdik duran yetimlerin incisi Hazret-i Muhammed aleyhisselam tek bir gaye için mücadele ettiler: Tevhid… Evet tevhid!
Güneş’e ve Ay’a tapanların feraseti Hazret-i İbrâhîm gibi değildi ki “Batan şeyleri sevmiyorum” diyebilsin.
Dipsiz kuyulara atılan, köle olarak satılan, zindanlarda tebliğ görevini yapan Hazret-i Yûsuf tevekklünde insanoğlu yoktu ki Mısır’a aziz olsun.
Hazret-i Yûsuf’a ağlamaktan gözlerini kaybeden hazret-i Yakûb, kalp gözündeki pencereden gördüğü tevhid nurunu insanlara anlatırken Beytü’l ahzân’ında uzletiyle Rabbine iltica ediyordu. Şair Bahtî (I. Ahmet): “İftirâkınla efendim bende tâkat kalmadı/Bîçâre oldu bu dil aşkda mahabbet kalmadı/Şol kadar ağlattı ben bîçâreyi hükm-i kazâ Giryeden/Hiç Hazret-i Ya’kûb’a nevbet kalmadı” şiiriyle kendisini giryeler içinde ve hüznünde tek zannederken, Hazret-i Ya’kûb’a isnatla mübalağayı mecazen üst noktalara taşıyordu.
Yıllarca en büyük acılara sabreden Hazret-i Eyyûb, Rabbinin verdiği nimetlere şükrettiği sıhhatli yılların muadili sıkıntılı senelere şikâyetsiz katlanırken, yara ve dertleri tespihine mani hâle gelince Cenâb-ı Allâh’a iltica etti.
İnsanlardan en büyük zulümleri gören Mefhar-i mevcudat Efendimiz bedduayı hiç düşünmedi ve “Bilmiyorlar, bilseler yaparlar mı? diyerek merhametin evc-i bâlâsına ulaştı.
İnsanoğlu bazen inandı bazen inancından rücû etti. Bazen dalaletten hidayete ererken bazen de hidayetten dalalete düştü. Şair Fikret gibi çelişki abideleri kendi buhran sarmallarında insanları da edebî boyutta sanatın çıkmazına soktu. Peygamberlere (haşa) aldatan ve aldanan derken önceki inançlarını da reddetti. İşte hidayetten dalalete düşüşün katran gibi kapkara feryadı ve şahitli itiraf belgesi:
Sadeleştirilmiş ve kısmen atlanmıştır. (Tarih-i Kadim’e Zeyl şiirinden)
“Îsâ ile Mûsâ aldatan ve aldanan…
O büyülü değnek bir koskoca kuyruklu yalan.
İşte insanoğlu bir yerde böyle sapık…
Beşerin böyle dalaletleri var.
Putunu kendi yapar kendi tapar…
Buda’sı düzme, Ehrimen’i düzme, Yezdan’ı düzme,
Şimdi benim ne cennet ne cehennem umurumda…
Bakarım evrene şaşar kalırım.
Ne tapılan tanrım ne taptıran tanrım…
Yaradılışın kuluyum ben artık.”
İşte Fikret’in inkârı ve evrene tapma fikri. Aynı ilkel insanların Güneş’e, Ay’a hasılı hilkate tapma teması. İlkel insanların cehaleti sebebiyle düştüğü dalalete, ilmi ve belagatiyle düşen Fikret... Ne acı…
Tuhaftır ki hep inanmak ihtiyacında olan insanlar inancın kaynağındaki bir ve eşsiz olan Allah’ı kabullenmemek için çok direndiler.
Kendilerine gerçeği anlatan nebi ve resullere karşı ürettikleri spekülatif fikirlerle insanları yönlendiren filozoflar, yerleşik ve şehirleşmiş insan toplulukları üzerinde çok tesirli oldular. İkel toplumların saf fakat muannit inançlarına karşılık, yerleşik toplum düzenine geçen insanları, filozofların görüşleri fikrî olarak celb etmeye başladı.
Filozofların hemen hepsi akıllarının kendilerine gösterdiği yolu gerçek zannedip zaman zaman butlan kaynağı olan kiliseleri, tematik düşünce daireleri içine alıp bu şirk ve küfür merkezlerini daha da derin bir gayyaya yuvarlarken, bazen de kilise-din şirketiyle fikirlerini dogmalar olarak insanlara dayattılar. Çoğu akl-ı sakimin ve nefs-i emmârenin emrinde olan bu üstün düşünceli insanlar, akl-ı meaşın üzerine çıkmaları mümkün değilken teorilerini bir din formülü gibi insanlara empoze ettiler. Akl-ı meaşın üzerine çıkamadılar, çünkü tevhid ehli değildiler.
Zaman zaman insanları hayrete düşüren görüş ve düşüncelerin sahibi olan bu filozoflar, şüphesiz üstün fikirlerini vahyin muhatapları olan nebi ve resullerden mülhem olarak kendilerine etiketlediler. Ama yine de ilimlerinden kaynaklanan kibirleri, onların devirlerinin peygamberlerine ümmet-i icabet olmalarına mani oldu.
Özellikle Dogmatiklerin kâinatın yaratılışına ait fikirleri ve kozmografya ile ilgili görüşleri mücerreb (tecrübi, deneye dayalı) bilgiler olmadığı için gaybî bilgiler olarak mütalaa edilmelidir. Bu bilgilerde tevatür de söz konusu olamaz. Bedihi bilgi için his ve aklın müşterek verileri gerekir ki, bu verilerin bedahetine inanmak da zordur. Uzay bilimlerinin mutlak gözleme dayanması gereken doneleri de o dönem için mümkün değilken, bu bilgilerin tek kaynağı vahyin ışığında üstün ilimlerle donatılan nebi ve resuller olmalıdır. Matematik ve geometride veya teorik bilimlerdeki filozofların fikirlerinin mükemmelliğini inkâr etmek mümkün değildir; böyle bir gaflete düşmemek de gerekir.
Keza Buda’nın mavera ve nefis terbiyesi ile ilgili görüşleri bir beşer vüs’atinin çok üzerindedir.
Teknik ve dijital dünyanın mütekebbir çağdaşları, ilk insanları nasıl bir bilgi ile mütalaa ederler; anlamak mümkün değildir. Tarihin karanlık devirlerine ait elimizde net bilgiler olmamakla birlikte bu devir insanlarının vahşetle anılması, hayvanlar gibi yaşadığı teorik bilgileri, “Yontma Taş”, “Cilalı Taş” devirleri gibi masallarla bizlere dayatılması hep ama hep yanlıştır. İlk insan ilk peygamber Hazret-i Âdemse ve Rabbinin ona bildirdiği medeni bilgiler ile donatılmışsa o, nasıl vahşi olabilir! Varlığı ve davranışları insana benzediği için insan neslini maymuna dayandıran zihniyet, insana ait en değerli kabiliyetlerden birine yani - taklitle olsa bile- konuşma kabiliyetine sahip olan papağanı hangi nesle bağlayacak!
Bu geniş konumuza uzun bir süre devam edeceğiz. Bir dahaki yazımızda buluşmak üzere esen kalınız efendim
.
Elçileri tanısalardı sapkın olmazlardı
26 Mayıs 2018 02:00
Prof. Dr. Osman Kemal Kayra
osmankemalkayra@gmail.com
Karadeniz Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi
İnsan hayatını ve ilkel devreleri asla teknoloji ile doğru orantılı olarak ölçmemelidir. Acaba insanlar elektriğin keşfine kadar medeniyetler kurmadılar mı? Tıp bilimi yok muydu? Eskinin göz alıcı tarihî eserleri yapılırken hafriyat için kazı makineleri mi vardı? Vinçler devrede miydi? Tac Mahaller, Gök Medreseler, Süleymaniyeler yapılırken beton dökme kalıp makineleri mi vardı?.. Daha da geri gidersek Mısır Piramitleri hangi modern aletlerle yapıldı? O zamanlarda da matematik vardı, kimya vardı, cebir vardı. Kıt imkânlarla beyin ameliyatlarının yapıldığını gösteren deliller bizi hayrete düşürmüyor mu?
İnsan varsa yaşama şartlarını iyileştiren pratik bilgiler basitten mükemmele doğru gider. Bunda baş amil, tecessüs ve iradedir. Her şeyde tekâmül esastır. İnsan bu tekâmülün atlama taşıdır. Modernizm ve teknoloji, insanın cehdi, gayreti, azmi ve sezgisiyle ortaya çıktı, gelişti ve gelişmeye devam ediyor. Bütün bu çabalar niçindir: İnsanın rahatı, huzuru ve güveni için…
İlkel devirlerde insanlar hep yayılmacı, savaşan, hunhar olarak düşünüldü ve böylece tanıtıldı. Hâlbuki ilk insan Hazret-i Âdem’e çiftçilik ve dülgerlik Rabb’i tarafından öğretildi. Bu yerleşik düzene ilk geçişti. İnsanlar bu elçileri tanımadıkları için sapkınlık batağına düştüler.
İlkel insanlar sapkınlığın sarmalında giderek insanlık sıfatından uzaklaştılar; saldırgan ve acımasız oldular. Ama bu duruma gelmelerinde birtakım etkenler vardır. Bunu iki temel sebebe bile indirebilmek mümkündür: Ekonomik çıkarlar ve emniyet...
Dikkat edilirse hemen her şehrin en yüksek yerinde bir muhkem kale göze çarpar. Bu kalelerin geniş iç mekânları, o bölge halkının yaşama ve sığınma yeridir. Bu kaleler yüksek duvarları ve burçları ile düşman saldırıları için güven uyandıran sistemlerdir. Kalelerin önündeki düz arazi, tarım ve hayvancılık için kullanılırdı. Akşam olduğunda veya bir saldırı anında insanlar ve hayvanları bu kalelere sığınırlardı. Bu kale ahalisi, nispeten yerleşik düzene geçmiş toplumlardı.
Deniz kenarlarında oturan halk, denizcilik ve balıkçılıkla uğraşırken onlar da akşamları kalelere sığınırlardı. Denizde demirledikleri araçları gözcülerce korunmaya çalışılır, dengesiz güçlerin saldırılarında canlar garantiye alınıp mallardan vazgeçilirdi...
Zenginleşmiş ve nispeten müreffeh hâle geçmiş toplumlar, talancı, yağmacı ve yalnız çapul ile geçinen ilkel korsan kolonileri tarafından hep tehdit altında tutuldular. Huzur ve güvenleri hiçbir zaman garanti altında olmadı. Karalardan denize uzanan barbar kavimler, deniz ulaşım ve taşımacılığından kazandıkları mal ve insanlarla (köleler) korsan devletler kurdular. Ege ve Akdeniz tehlike ve sıkıntıların merkezleri olmuştu. Yaşamak için eğer denize açılacak olurlarsa bu alanda çok kuvvetli olmak zorundaydılar. Barutun keşfiyle artık karalar ve hatta kaleler ve burçlar bile emniyet değerlerini kaybetmeye başladılar...
İlkel devir insanlarının bu yayılmacı tutumunda fizik güçlerini destekleyen moral motivasyon kaynakları “tanrı”larıydı. Her fiillerinin, projelerinin, hatta zulümlerinin destekleyici tanrıları vardı. Tabiatın çetin şartlarına maruz olan bu insanların koruyucu tabiatla bütünleşmiş “tanrı” ve “tanrıça”ları, onlara bazen acıyarak yardım eder, bazen de onlara zulmederdi!.. Ama onlar tabiat tanrılarıydı, tanrıçalarıydı; onlar çok güçlüydüler ve onlara karşı koymak mümkün değildi. İnsan ve hayvanlardan adanılan kurbanlarla, tanrıların ve tanrıçaların yardımları talep edilirdi...
İlkel toplumlar, savaşlar dışında birbirleriyle pek temas etmezlerdi. Şartlar ne kadar ilkel olursa olsun her toplumun kültürü farklıydı. Tabiat tanrıcı, hayvan tanrıcı, fetişist veya politeist (çok tanrıcı) olan bu insanların taptıkları tanrıları da farklıydı.
Her devrin hak peygamberlerini dinlemeyen bu asi ve tuğyan içindeki insanlar, Allahü tealanın bu elçilerine hep zulmettiler. “Her ümmet kendi peygamberini yakalayıp öldürmek kastında bulundu” (El- Mü’min-5)... Sonra bu kavimler kendi kurguladıkları suç ortakları “sanal tanrılar”ının kendilerine verdikleri cesaret ve onayları ile, insanlık dışı unsurlara dönüştüler ve vahşette sınır tanımadılar...
Yerleşik topluma geçmeden evvel insanlar, panteist, animist ve Şamanist oldular. Bunlar o devirlerin genelleşmiş din profili idi. Yerleşik düzene geçerek büyük şehirler kuran, şehir devletler oluşturan bu toplumlar da sapkınlığın ta içinde idiler. Eski Mısır, Yunan, Roma ve Japonlarda millî tanrı ve tanrıçaların sayısı oldukça fazladır...
Her iş, her umut ve her nefretin bir tanrı veya tanrıçası vardı! Allahü teala kullarına saadet yolunu, insan neslinin varlık bidayeti ile açmış ve kendi varlığının ve vahdetinin şehadetini irade buyurmuştu. İnsanlık bu ilahî içtimaî mukaveleyi hiçe saymış, şirkin ve dalaletin gayyasına yuvarlanmıştı . Şimdi o ilahî ahdi bir hatırlayalım:
A’raf Suresi 172’de “Kıyamet gününde biz bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabb’in Âdemoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı. Onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: ‘ Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?’ Onlar da ‘ Evet şahit olduk dediler.’ Allah, yine onlar için Rablik delillerini dikmiş ve akıllarına onları ikrara davet edecek şeyler yerleştirmişti. Öyle ki onlara ‘ Ben sizin Rabb’iniz değil miyim’ denilmiş gibi oldular. Onlara verdiği ilim imkânını ve ( bu hadisenin) içlerine yerleşmesini, onları şahit tutma ve temsil yolu ile itiraf etme yerine koydu. Bunun sebebi, kıyamet gününde ‘ Evet şahit olduk’ demeleri içindir.”
Yine aynı Sûre-i celîlenin 173 ve 174. Âyet-i kerîmelerinde “Atalarımız önceden şirk koşmuşlardı. Biz de onlardan sonra gelen bir nesil idik; onlara uyduk” dememeniz içindir. Çünkü taklit, delil varken ve ilim imkânı mevcut iken mazeret olmaz. “Batıla sapanların yaptıkları yüzünden bizi helak mi edeceksin?” (derler). Burada şirki kuran batıl atalarını kastediyorlar. Allahü teala Hazreti Âdem’i yaratınca belinden zürriyetini küçük karıncalar gibi çıkardı. Ve onları diriltti. Onlara akıl ve konuşma verdi. Onlara bunu ilham etti. Bu konudaki Cenâb-ı Ömer’den nakledilen bir hadîs-i şerîfe Kitâbü’l-Mesâbih’de bir atıf vardır. Allahü teala onları genel söz verme ile susturmuştur. Daha önce de onları kendilerine verdiği özel söz, aklî ve naklî delillerle susturmuş ve onları fikir ve istidlâle zorlamıştı... Nitekim Cenâb-ı Allâh şöyle demişti: “İşte âyetleri böyle açıklıyoruz. Yani taklitten ve batılın arkasına düşmekten belki dönerler .” “(Kâdî Beydâvî, Envârü’t-Tenzîl ve Esrârü’t-Te’vîl) Tercüme Abdülvehhab Öztürk, Kahraman Yayınları. El-A’raf ,172, 173, 174. 2. Cilt s. 305.”
Görüldüğü gibi, Allahü teala kullarının düşeceği tuzakları görmüş ve onları doğru yola iletmek için türlü delillerle varlığının ve birliğinin tasdikini temin etmişken bütün asi toplulukların en büyük savunma mekanizması olan “Atalar dini” butlanını da iptal etmiş oluyordu...
Bütün nebi ve resuller gibi Cenâb-ı Risâlet-penâh Efendimiz de aynı sıkıntıyı çekmiş, tebligatı sırasında Mekke müşrikleri hep “Atalarımızın dinini nasıl terk ederiz” diyerek bu batıl taklit safsatası ile hakikate yüz çevirmişlerdi.
Bayraklarda ve millî göstergelerde bulunan hayvan ve bitki motifleri, hayvan ve tabiata tapma dönemlerinin izleri, kalıntılarıdır. Bunlar zamanla kült hâline gelmişlerse de hâlâ bazı toplumlarda bu varlıklara tapma olayına şahit olabiliriz. Nispeten daha arınmış bir tapınmalar manzumesi olan Şamanizm’de ruhlar esas karakterlerdir. Aslen üst düzey bir trans hâlinin yaşandığı bu inanışa hemen hemen bütün ilkel kavimler başvurmuşlardır. Bugün de bu inanışın saliklerinin olduğunu görmemiz mümkündür. Bozulmuş semavi dinler, muharref Tevrat ve İncil’e inananlar, İslamiyet’ten daha fazla nüfusa sahip olmakla birlikte, Şamanizm (din değildir), Hinduizm, Şintoizm, Budizm gibi batıl dinlere inananların nüfusu, muharref dinlerle birlikte Hak Din İslamiyet’e inananların nüfusundan daha azdır. Bunlara bir de hiçbir dinin saliki olmayanları da ekleyebiliriz...
Bugün dünyada Müslümanlar %23 (1.6 milyar), Hristiyanlar %32 (2.2 milyar), Yahudiler (Musevilik) % 0,2 (14 milyon), Hindular %15 (1 milyar), Budistler %7,1 (500 milyon), geleneksel dinlere (Jainizm, Sihizm Taoizm, Şintoizm Tenrikyo ve Zerdüştlük) inananlar %6 (400 milyon), hiçbir dine inanmayanlar %16.3 (1,1 milyar)dır. Bu grup dünyada üçüncü sıradadır. Yalnız Çin’de hiçbir dine inanmayanların sayısı 700 milyondur.
İnsanların animist, panteist, fetişist ve politeist dönemlerden vahdet dışı monoteizme geçmeleri önemli bir safhadır. Bunların inanç sistemleri birbirine benzerken kültür faktörleri (töreler) önemli bir ayraçtır. Daha evvel genişçe temas ettiğimiz törelerin dinlere etkisi, eski toplumlarda dinin belirleyici kuralları gibidir; dinî müeyyideler gibi baskılayıcıdır. Töreler ilkel din yelpazelerinden politeizme ve monoteizme kadar bütün inanışlarda görülür. İslamiyetle birlikte şirkin izlerini taşıyan töreler (örf) yasaklanırken şer’-i şerîfe uygun olanlar hukukun bir kolu olan örfî hukuk şekliyle adaletin yardımcısı olmuştur...
Dalalet batağının, geniş bir panoramasını çıkardıktan sonra, vahyî sistemlere ters düşen insanlığın sınır tanımaz sapkınlıklarını, bir sonraki yazımızda açıklamaya devam edeceğiz. Tekrar buluşmak üzere esen kalınız efendim..
Sahte ilahların kökleri
9 Haziran 2018 02:00
Prof. Dr. Osman Kemal Kayra
Karadeniz Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi
osmankemalkayra@gmail.com
İnsanlık, varlık sebebi olan insan olmanın yolunu, vahdet sırrını uzun yıllar kabul etmeyerek dalalet batağında yaşarken, kendilerine tevhit sırlarını veren nebi ve resulleri de hep reddettiler.
Vahye karşı direnen insanlık, aklın değil nefsin tuzağında en şerefli varlığı en sefil yaratık hâline getirdiler. Tarihin karanlık devrelerinde trajikomik oyunun figüranları olurken bu sefil tiyatro sahneleri için çok kan döktüler. Hiçbir akli ve mantıki yakınlığı olmayan ibadet şekilleriyle, tarihe kara lekeler olarak iz bıraktılar. Haber verilen ve var olan hakikati görmezden gelerek, vehmettikleri hayal ürünü olan “sanal tanrılar”ın baskısında insanlıktan çıkarak yaşayan ve sadece varlıklarıyla var olan bu insanlar, vahşetin de sembolü oldular.
Tanrılarının kendilerine emrettiklerini vehmeden bu insanlar, hukuksuzluğun ve adaletsizliğin de çağ açılımını gerçekleştirdiler.
Tam bir kaos olan çok tanrıcılığın batağında, tepelerindeki mevhum derebeyi tanrı ve tanrıça çetelerinin aile saadetlerine kendilerini kurban ettiler. Tanrı ve tanrıçalar evlenip çoğaldılar(!); junior oğul tanrı ve kız tanrıçalar ailecek hükümranlılarıyla dünyayı kararttılar.
Basit klanlardan büyük şehir devletlerine, imparatorluklara kadar gelişen çok tanrıcılık sadece biraz mahiyet değiştirerek nüfus ve nüfuzunu artırarak sürdürdü.
Düşüncenin ve antik sanatın merkezleri Yunan ve Roma’da; mistik medeniyetlerin merkezleri Mısır, Mezopotamya, Japon, Hint ve Çin’de de medeniyet kavramı batıl inanışlara ve bu sistemlere kurban edilen vasıfsız insan topluluklarına dayanıyordu.
İnsanın değeri tanrılarla ve tanrıçalarla bağlantıları olan soyluların yakınında olmak ve onlara köle olmaktan geçiyordu. İnsanlar, soylular ve tanrılar adına arenalarda birbirlerine veya aslanlara boğazlatılırken tanrılarını ve tabii ki kendilerini de tatmin ediyorlardı.
İnsana insan olduğu için değer veren, üstünlüğü mevki, makam, ırk ve diğer şeylerde değil sadece takvada gören İslamiyeti geç idrak eden insanlık neler kaybetti neler…
Köle Bilâl’i (Allah ondan razı olsun) müezzinliğine nasbeden Efendimiz “aleyhissalâtü vesselâm” köle oğlu Usâme’yi (Allah ondan razı olsun) 18 yaşında komutan tayin ederken; “Ey Usâme! Belka sınırına babanın şehit edildiği yere, Gazze’nin yakınındaki Darum Kalesi’ne kadar Allah’ın bereketiyle git, bu ordunun başkomutanı sensin” der. “Ey insanlar Usâme’nin kumandanlığına karşı çıkıyorsunuz. Siz bundan evvel onun babası Zeyd’in kumandanlığına da karşı çıkmıştınız!..” Sonra da “Ey Eshabım, Usâme’nin babası Zeyd benim yanımda nasıl sevgili ve kumandanlığa layıksa Usâme de komutanlığa öyle layıktır; benim yanımda da insanların en sevgililerindendir” buyurur...
İşte insana verilen değer. Ne deri rengi ne de sosyal tabaka ayrıcalığı.
Bu hareketiyle Efendimiz “aleyhissalâtü vesselâm” bütün batıl teorileri de ters yüz ediyordu.
Ne yazık ki hâlâ beyaz ırk safsatası ile siyah ırkı kadim köle kıdemlisi gibi gören bugünkü kapitalizm dininin maskeli dindarları, kurdukları sermaye imparatorluklarında azatsız köleleri “Kunta Kinte”leri hâlâ ikinci sınıf insan gibi bile görmüyorlar. Hiç değer verilmeyen, ezilen, işkence gören insanları kölelikten Sahâbeliğe yani üstün insan düzeyine çıkaran yüce dine dahil olamayan siyahî topluluklar, batıl dinlerinde hâlâ azatsız köle olmanın rehavetini ve ezikliğini yaşamaya devam ediyorlar.
İnsanlar gerçeği kabullenmede maalesef çok geç kalıyorlar. Bir tanrının gazabı yetmezmiş gibi bir sürü tanrı ve tanrıçanın hışmına uğrarken çetin tabiat şartlarıyla savaşan bu barbar kavimlerin sanal tanrılara kuralsız, kayıtsız şartsız biatleri ne kadar düşündürücüdür!..
Şimdi antik medeniyetin, sanat ve edebiyatın temsilcileri olan filozof torunları kavimlerin tanrı ve tanrıçalarına bir göz atalım...
Eski Yunan’da hemen her kavramın bir tanrı veya tanrıçası vardır:
Mesela “Limos” Açlık Tanrıçasıdır. Görevi nedir. Açlık çekenlere moral mi verir, yardım mı eder, yoksa açlara rızık mı verir!?.
“Semele”, Ahiret Tanrıçasıdır. Ahirette insanları hesaba mı çeker, ahreti mi tanzim eder!
“Momos”, Alay ve Hiciv Tanrıçasıdır. Kim kiminle alay eder; kim kimi hicveder; buna Momos karar mı yoksa izin mi verir!
Yüce Rabbimiz Kitâb-ı hakîmin 104. Sûre-i celîlesi olan el-Hümeze’de, arkadan çekiştirmeyi, yüz göz işaretleriyle insanları taklit etmeyi yasaklarken Momos ne yapar acaba!?
“Uranus”, Gök Tanrısıdır. Gökyüzüne kim hâkimdir. Gökyüzü kimlerden sorulur. Bu Gökyüzü Tanrısı Türklerin ve Moğolların Gök Tengrisi gibi tek otorite de değildir.
“Fraude”, Hile Tanrıçasıdır. O, neye ve kime karşı ne gibi hileleri savunur?
“Pitho”, Kandırma Tanrıçasıdır. Kimin kandırılacağına Pitho mu karar verir?
“Thyke”, Tesadüf Tanrıçasıdır. Neyin tesadüfü! Hilkatte tesadüf olur mu? Allahü teâlânın tevfiki olmadan şu kâinatta yaprak kımıldar mı?..
“Furina”, Hırsızlık Tanrısıdır. Yolsuzluk ve hırsızlığa “ilâhi” bir kılıf!
“Hybris”, Hayâsızlık Tanrısıdır. Şanlı Peygamberimizin “imandan” saydığı hayayı, Hybris meşrulaştırmış görünüyor.
“Hemaphrodito”, Çift Cinsiyetli Tanrısal Yaratık! Çift cinsiyeti meşrulaştıran bu yaratık hiç de yalnız değildir. MÖ 612’de Lesbos yani Midilli’de yaşayan “sevici” kadın şair Sapho’nun vatanı olan bu adanın isminden türeyen sapık akım lezbiyenliktir. Bu sapık akım zamanımızda da hâlâ yaşıyor.
Yunan’ın büyük filozofu Eflatun (Platon) da Sapho’yu çok beğenir. Helenistik dönemin zafer meydanlarına heykelleri dikilmiş ve çağdaşları arasında “Dâhi Kadın” olarak adlandırılan Sapho için Eflatun, ona “ilham perisi” demiştir. Sevgi ve aşk erotizmi üzerine görüşlerini dile getirirken şiirlerinde kadın ve kadın sevgisini anlatan Sapho ile Türkçeye “Şölen” olarak çevrilen Platon’un diyaloglarından oluşan “Symposion” eserinde sevgi ve aşk kavramına özellikle de erkek sevgisine odaklanan diyaloglarıyla karşımıza çıkan Platon arasında bir ortak nokta vardır: Eş cinsellik...
Platon sorar: Yaşlı bir adamın genç bir adam için duyduğu aşk (Eros), genç bir adamın yaşlı olan için duyduğu aşktan farklı mıdır?
Cevap verdi: Hayır, duygular farklıdır ama süreç aynıdır. (Cowan, 2003:25 )
Platon eş cinselliği tanrısal yaklaşımlarla güncelleştirir. Şöyle söyler:
Genç erkek güzeldir; çünkü tanrısal güzelliği paylaşır ve bu güzelliği ona bir ayna gibi geri yansıtan yaşlı erkekte toplanır. Böylece yaşlı erkek ve genç olanı birlikte güzelliğin ideal biçiminin var olduğu yola hizmet ederler. (Cowan, 2003:25)
Görüldüğü gibi Antik Yunan’da tanrıların onayı ve üstün filozofların nefsanî akl-ı sakimleri ile eşcinsellik dinî ve bedii bir boyut da kazanmıştır.
Her türlü sapkınlığa bir kılıf bulan Antik Yunan’da tanrı ve tanrıçalar genelde birbirleriyle de savaş hâlindedir ve heyhat ki onlara tapan bu zavallı Helenlere de yol göstereceklerdir. Az değil 35 tanrı ve 37 tanrıça… Tanrılar otoriteleriyle, tanrıçalar da hile ve desiseleriyle onlara tapanlara ne kadar da yardımcı olmuşlardır!?
HHH
Butlan batağındaki bir diğer büyük devlet “Hukuk Devleti” Roma’ya da bir bakalım: 22 tanrı ve 14 tanrıçanın caizeleriyle gücünü ve iradesini Roma imparatorlarına devreden bu sanal varlıklar adına, arenalarda tanrılar ve imparatorlar için gladyatörler birbirlerini boğazlarken tanrıların ve imparatorların tatmin sınırlarını zorlayan sadizm, İsa “aleyhisselâma” inanan müminleri de aslanlara parçalattırmaktan çekinmemiştir. Bugün hâlâ adlarını unutamadığımız Zafer Tanrıçası Bellona, kurallarımıza ambargo koyan Disiplin Tanrıçası Disciplina ve puan puan para topladığımız Eventus Bonus (İyi akşamlar) tanrıları gibi…
Yıllardır İslam ülkelerine zorla kabul ettirilmeye çalışılan Batı işte budur.
İnsana dayalı, insanı esas alan, insandan kıymetli hiçbir varlık tanımayan kapılarında ve duvarlarında “Ya hazret-i insan” yazan tek medeniyettir İslam…
Şair Şeyh Gâlib’in söylediği gibi:
Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen.
Yani ey insan kendine iyi bak. Sen bu âlemin özüsün, kâinatın göz bebeği olan varlıksın.
Başka söze ne hacet.
Bu dalalet batağının nerelere vardığını anlatabilmek amacıyla bir dahaki yazımızda buluşmak üzere esen kalınız efendim.
.
SAPKINLIK BATAĞINDA -III- Batıl inançlılar, vahye karşı inatla direndiler
23 Haziran 2018 02:00
Prof. Dr. Osman Kemal Kayra
osmankemalkayra@gmail.com
Karadeniz Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi
Geçen yazılarımızda temas etmeye başladığımız, vahye dayalı dinlerin dışındaki batıl inanışlara devam edeceğiz.
Vahye dayalı dinlerin her devirde var olmalarına rağmen, batıl inanışların da bu ilahî nizamlara hep inatla direnmeleri de hayli ilgi çekicidir.
Büyük devletler kurup kültürlerini medeniyetlerinin sembolleri yapan, kudretli edip ve filozoflar yetiştirip mamur beldeler inşa eden toplulukların en önemli eksiklikleri, ilahî dinleri idrak edememiş olmalarıdır.
Roma’nın eski “şehir tanrıları” Jüpiter, Mars ve Quirinus’tur. Bunlar “millî tanrılar”dır. Tanrı ve milliyet hangi sosyolojik tabana oturtulabilir?!.
Yahudilere göre; Yahve (Yehova) yalnız Yahudilere yardım eden tanrıydı.
İslam öncesi Araplarda da sapkınlık boyutları hayallerin üzerindedir. Bir sürü “tanrı” ve “tanrıça” iş bölümü yapmışlardır. El birliğiyle Arap kavimlerine tanrılık yaparlar. Arap dünyası dinî-idarî kantonlara ayrılmış gibidir.
Güney Arabistan’da yani Yemen’de on iki tanrı hükümrandır: Anbay, Havkum, Sema, Rub vs.
Hicaz ve Kuzey Arap bölgelerinde tanrılar daha da fazladır; sayıları kırkı bulur: Bes, Dul Halasa, El-Ukaysir, Yüek, Yaribol...
Kâbe’nin, Hazret-i Âdem’den beri kutsiyeti olan bu muazzam yapının putları daha da özeldir. En meşhurları Hubel, Uzza, Lat ve Menat’tır.
Lat, Uzza ve Menat “Üç Kuğular” diye anılan tanrıçalar olup tanrının kızları olarak bilinirler. Burada baba tanrı kimdir, o da net değildir.
El- Uzza en güçlü tanrıçadır. Hubel savaş tanrısıdır.
Arap savaşçılar Cahiliye Döneminde kendilerini Uzza ve Hubel’in çocukları olarak tanıtırlardı.
Tanrı ve tanrıçaların bir anne ve babaları vardı. Güçlü olan ve kumandayı ellerinde tutan baba tanrı ve ana tanrıçalardır.
Eski Yunan’da baba tanrı Zevs ve karısı ana tanrıça Hera’dır. Apollon, Poseidon, Aphrodite, Ares, Hermes, Hephaistos, Atena, Hades de diğer güçlü tanrı ve tanrıçalardır.
Tanrılar yönünden en zengin olan bölgelerden birisi de Mezopotamya’dır.
Sümerlerin yer altı tanrısı Ab-Zu, Tiamat’ın kocası ve Anşar ve Kinşar’ın babasıdır. Ab-Zu her yıl tabiatı canlandıran tanrı olarak bilinir.
Anu; Sümer, Akad ve Babil mitolojisinde tanrı kral ve gök tanrısıdır.
Enil de gök tanrısıdır.
Eski Mısır da tanrılar yönüyle zengindir.
Amon, baş tanrıdır. Ra, güneş tanrısı, Anubis, ölülerin tanrısı, Horus ise gök tanrısıdır.
Japonlarda millî din Şintoizm’dir. Japonca adı “Kami-Nomiçi”dir (Tanrıların Yolu). MÖ 7. yy’a kadar inen bu inanış millî bir din olup tabiata tapmayı esas alır. Gök (Baba Tanrı) ile yer (Ana Tanrı) hem kardeş hem de karı kocadır. Bunların çoğalmasıyla Japonya’da binlerce ilah vardır!
İmparator güneş ilahesini torunudur.
Erkek tanrılar (İzangzi ) ve dişi tanrıçalar (İzanami)dir. Bunlar evlenir, hasta olur, yıkanır, ağlar ve ölürler. Şintoizm’in kurucusu ve tek tanrısı yoktur.
Türk mitolojisinde de en önemli tanrı ve tanrıçalar şunlardır: Erlik Han, kötülük tanrısıdır ve hemen hemen İblis’e denktir. Altay tanrılarındandır. Mavi göklerin sahibi Tengri Han veya ‘Gök Tanrı’dır. Ülgen, iyilik tanrısıdır ve altın tahtta oturur. Ak Ana, sular tanrıçasıdır. Kırgız ve Altay tanrısı Tulpar’dır. Yakut Türklerinin tanrıçası, Kartal Ana’dır. Dişi kurdun kızı Asena, Türklerin hükümdarları olan Aşına, Şunnu, Asen ve Zenabe dişi kurttan türemişlerdir. Kayra Han en büyük tanrı ve diğer tanrıların yöneticisidir. En son gök tabakası olarak düşünülen 17. katta oturur. Burada dikkate değer en önemli husus; politeizm içinde genelde bir “gök tanrı” motifi bulunmasıdır.
İnsan, ayağını bastığı toprağı deruni olarak incelemeden sathi olarak düşünürken, özellikle göklerle temasının hiç olmadığı dönemlerde, sonsuz gibi görünen boşluk onlara hep ilgi çekici gelmiştir. Modern dönemin ateist astronotları “Uzayda tanrıyı aradım ama bulamadım” yavelerini ve herzelerini savururken, ilkel dönemlerin gök tanrı inanışıyla bir noktada buluşup ayrışıyorladı. İlkeller gök tanrıya kesin inanırlarken, modern astronotlar hâlâ yaratıcıyı (Allahü teâlâyı) gökte arama cehaletini yaşamışlardır.
Sadece bakmakla yetinilen, temas edilemeyen gökyüzündeki ay, güneş ve sair gök cisimleri hep büyüleyici bir sır taşımıştır. Bu muazzam mozaik ilkel insanlar için tanrısal ve boyutsuz bir mekândır.
Göktürklerde tanrı kavramı açıkça beyan edilmemekle birlikte satır başları açıktır. Göktürk Kitabeleri dinî yazıtlar değildir. Yine de bazı noktalara bu taşlarla ulaşmak mümkündür. Göktürklerde Kök Tengri’nin (Gök Tanrı) kesin hükümran olduğu açıktır. Bilge Kağan da Gök Tanrı gibi gökte olmuştur. Bilge Kağan’ın küçük oğlunun adı da “Tengri Kagan”dır.
Yazıtlar Doğu Cephesi -1.’de “Üstte mavi gök, altta kara toprak yaratıldığında” ifadesinde gök ve yerin yaratılışında edilgenlik esastır. Bir fail etken olarak bunları yaratmıştır. Göktürklere göre bu fail, Gök Tanrı’dır.
Doğu Cephesi Güney -11.’de “Yukarıda Türk tanrısı mukaddes yeri suyu öylece tanzim etmiş.”
“Türk Tanrısı” ifadesi de bütün önceki kavimlerde olduğu gibi millî bir tanrı kavramının göstergesidir. Kök Tengri “Allahü teala”nın karşılığı değildir. Allah bütün varlıkların, bütün mahlukatın yaratıcısıdır.
“Üze Türk Tengrisi Türk ıduk yiri subı ança itmiş. Burada da Türk tanrısı ifadesi açıkça görülmektedir. Türk’ün kutsal yeri ve suyunu yaratan yine Türk’ün tanrısıdır.
Babam kağan uçtuğunda (öldüğü zaman) küçük kardeşim Kültigin yedi yaşında kaldı. Umay gibi annem hatunun devletinde küçük kardeşim Kültigin er adını aldı.
“Umay teg ögüm katun kutınga inim Kültigin er at boldı.” Kültigin Doğu, 31.”
Kök Tengri mekânı belli (mekândan münezzeh) olmayan sadece bir milletin tanrısıdır. Evrensel değildir. Âlemleri Rabbi değildir.
Umay da eski kavimlerin bol miktardaki tanrıçalarına nispetle güçlü bir bebek, kadın ve küçük hayvan tanrıçasıdır.
“Tengri teg tengride bolmak”, ”kut”u ve tanrısal gücü ifade eder. Osmanlıdaki “zıllulâh-i fi’lâlem” ifadesine biraz benzer. Burada “zıll” kelimesi madde ile ilgisi olmayan hilafete verilen manevi güç demektir.
Türklerde başta tek tanrı da olsa bu tevhit inancının dışındadır. Vahye tâbi olmadan ve risâlete inanmadan tevhit gerçekleşmez. Bu durumda her şey nettir: Türkler İslamiyet’i kabul edene kadar muvahhit (ehli tevhid) değildirler.
Bugünkü ehl-i kitap da risâlet yönüyle batıl olup Peygamber efendimizi tanımadıkları için küfür batağındadırlar.
Budist Türklerde Burkan (Bud) tanrılar tanrısı olarak nitelendirilirken politeist anlayış içinde batıl bir monoteizmi temsil eder.
Sekiz Yükmek adlı Budist Türk dua metninde Buda’da “Tengri Tengrisi Burkan” diye söz eder. Burkan bu metinde “tükel bilge biliglig” yani her şeyi bilendir.
Budist rahipler insanlardan Buda’ya şikâyet ederken şeytana ve “kam”a yani şamana inananları hedef alırlar. Bu metinde şamanlar şeytanlarla aynı seviyededir.
Aynı metinde geçen “bir ikintike” yani ikinci hayata ifadesi ahireti değil reenkarnasyonu ifade eder “ba’s ü ba’de’l- mevt”le alakası yoktur. Budist Türklerde “üç erdin”i, “Buda , şeriat, cemaat” olarak geçer. “Namo But, namo dram, namo sang” Yani Buda’ya, şeriatine ve cemaatine saygı…
Budizm’de nübüvvet müessesesinden alıntı ve çalıntı olduğuna inandığımız mesajlar da vardır.
Nefs ve iman terimlerinde ve diğer bazı konularda açık belirtilerin bir kısmı şöyledir:
Buşı paramit-sadaka vermek.
Çakşapat paramit-ahlak fazileti.
Serinmek paramit-sabır ve tahammül.
Katıglanmak paramit-sebat ve azim.
Dıyan paramit-vecd ve istiğrak.
Bilge bilig paramit-hikmet fazileti.
Ayrıca “sakınç” istiğrak ve derin tefekkür gibi temalar vahyi dinlerin şifrelerini taşımaktadır.
Bunca batıl yanında vahyin tebliği nasıldı? Şimdi biraz buna bakalım:
Peygamberlerin halka tebliğ sistemi doğrudan, ilahî vahyin saptırılmadan Cebrail’in “aleyhisselam” bildirdiklerinin veya diğer ilahi vasıtaların yardımıyla gönderilen ve bildirilen gerçeklerin açıklanması şeklinde olmuştur.
Peygamberler yorum yapmadı. Kendilerinden hiçbir şey eklemedi. Rableri tarafından ne bildirildiyse onu söylediler.
Nitekim Yüce Peygamberimize vahyedilen ayetlerde bu çok net bildirilmiştir.
“ … O arzusuna göre konuşmaz. Bildirdikleri vahyedilenlerden başkası değildir (Necm-1,2,3.)
Evet peygamberler çok zeki, çok akıllı ve çok farklıdırlar. Çünkü onlar Allâhü teâlânın seçtiği kullardır. Fetanet sıfatları vardı. Emindirler. Bildirilenden başka hiç ekleme yapmazlar. Akılları ve diğer melekeleri ve insanları âciz bırakan mucizeleri, etrafındaki insanların inanmalarına yardımcı olmak için, kendilerine bahşedilen ilahî imtiyazlardır. Bu meyanda bazı müsteşriklerin saçmaladıkları gibi parapsikolojik verilerle ve hipnozla hiç münasebetleri olmamıştır.
Vahye dayalı hak dinler de son dine kadar bölgeseldir. Bunun da sebebi her bölgede bulunan batıl din taklitlerine karşı hakikatin tebliği içindir. Bu sistem Peygamber efendimize kadar böyle olmuştur.
Amy Borgeud’nun eserinin Fransızca tercümesinde Avrupalının meseleye bakışı çok enteresandır:
“İslam şevket ve kudretinin üçüncü bir unsuru da bütün müminlerin aralarında hiçbir renk, menşe ve içtimai mevki farkı olmamak suretiyle ve Allah’a karşı müsavi olduklarında ısrar etmelerinden mütevellittir.”
Bu kardeşlik bir tavsiye değil bir düsturdur. Bu husus Hucurât suresi onuncu ayetle tescillenmiştir. Yani “Müminler ancak kardeştirler.”
Bunu açıklayan Hadîs-i şerîfler de çok nettir: “Müminler kardeştirler. Hiç birinin diğeri üzerinde üstünlüğü yoktur; meğer ki takva ile ola” veya “Ey nas! Sizin Rabb’iniz birdir. Haberiniz olsun ki bir Arab’ın Arap olmayana; Arap olmayanın da Arap olana; hiçbir siyahın kumral üzerine ve hiçbir kumralın siyaha üstünlüğü yoktur. Meğer ki takva ile ola. Şüphesiz ki Allah katında en keriminiz en müttekî olanınızdır.
Ne mevki ne renk ne de bölge… Son din icmâlîdir. Parantez kapanmıştır.
Sebe’ Sûre-i celîlesi 28 âyet-i kerîme’de “Biz seni ancak bütün insanlara müjdeci ve haberci olarak gönderdik; lâkin insanların çoğu bunu bilmez.”
Burada iki unsura dikkat çekmek lâzım: Birincisi; “Kâffeten li’n-nâs” ibaresidir ki, bu dinin cihanşümul olduğunu, bütün insanları kapsadığını bildirirken ikinci madde acı gerçeği vurgular: “Ama insanların çoğu bunu bilmezler.” İşte bizim de uzun zaman üzerinde durduğumuz ve durmaya devam edeceğimiz husus şudur: Her ilahî vahye direnen hem inatla direnen insan topluluklarının varlığı.
.
Tevhit ehlinin, putlarla mücadelesi hiç bitmedi
7 Temmuz 2018 02:00
PROF. DR.OSMAN KEMAL KAYRA
Karadeniz Teknik Üniversitesi
osmankemalkayra@gmail.com
Sapkınlığın tek sebebi vahyi dinleri tanımamak ve onlara alternatif beşerî dinler veya sanal mistik sistemler geliştirmektir.
Bir kuvvete inanmak ihtiyacı duyan insanlar, gördüğü, silip parlattığı, düşünce kırılan, önüne yemekler konulup sonra atılan “tanrılara” veya görmeyip gazabından ya da gücünden korkulan mevhum tanrılara, dahası hür tabiatta hayatı kendilerine dar eden vahşi hayvanlara tapmıştır.
Fetişizm ve animizmde objektif ve sübjektif karmaşası olsa da, insanlık birisine kutsal ruh iare ederken diğerinde spiritüalizmde septik metodu daha geçerli görmüştür. Yani ruhi varlığın şüphesi odak noktası olmuştur. İnanç şüphe üzerinde sabitlenip tartışılmaz postulatlar gibi yüceltilirken, ilkeller hem “tanrılarından” korkmuşlar hem de bazen onları suçlayıp sorgulamışlardır. Kadere iman yerine hayvani irade ile direnmek esas olmuştur. İnsanı yöneten bu mevhum varlığın iradesi kader gibi kabul edilirken, ona direnmek ilkel bir kahramanlık payesi alma vesilesi gibi görülmüştür.
İlkel dinlerin çoğunda muğlak bir ruh varlığına inanılmakla birlikte, ruhun bekası veya ahiret âlemi yoktur.
İlkellerde hayvan-tanrıcılık en kolay inanıştır. Varlığı belli olan, her zaman görülebilen, zararlarından hiçbir zaman emin olunamayan canlı bir varlığa tapmak, hem esrarlı hem de caziptir.
Hâlâ izleri devam eden hayvan-tanrıcılık birçok ülkenin dini veya dini olmasa da tapınma törenleri yerine geçerlidir.
Hindistan’ın bazı bölgelerinde ineklere hâlâ kutsal gözüyle bakılırken, etlerini yemek de dinen yasaktır.
Hindistan’da timsah ve fillere, Finlandiya ve Kuzey Sibirya’da ayılara, Girit’te boğalara, Pasifikte kertenkeleye, Afrika’da aslan ve yılanlara tapılmıştır.
Hayvan kabile adları, hayvan adlarına dayalı ayların esas alındığı takvimler, hayvan başlı, insan vücutlu tanrılar, hayvani din ve inanışların göstergeleridir.
Türk halk edebiyatındaki “kuş donuna girme” veya hulul eski Yunan’da da vardır. Zeus kuğu kuşu kılığına girerken İo, inek kılığına girer.
İlkel Mısır’da Ra, bir yumurtadan kaz biçiminde çıkar, gökyüzü onun uçuşuyla aydınlanır.
Altay Türklerinde Tanrı Ülgen, beyaz bir kaz veya kuğu biçimindedir.
Hayvan-tanrıların gazabından o karar korkulmuştur ki zafere gebe savaşlardan bile feragat edilmiştir: MÖ VI. yy.da Mısır’a saldıran İranlılar, savaş taktiği olarak Mısır ordularının önüne kedilerle fareleri yerleştirmişlerdir. Mısır ordusu tanrılara karşı savaşmamak için savaştan çekilmiştir.
Bazı güçlü tanrılar eksik kalan güç ve prestijlerini yanlarında hazır bulunduğu kabul edilen hayvanlardan alırlar: Zeus’un yanında kartal, Athena’da baykuş, Apollon’un yanındaki kertenkele gibi.
İlkel Mısır’da tanrılar çeşitli hayvanlarla sembolize edilmişlerdir. Ptah ve Oziris, apis öküzüne benzetilirken Hathor inek, Horus leylek, Ganeş fil, Toth maymun, Kepre pislik böceği kafalıdır. Mesela Bastet kedi koruyucu tanrıçadır. Kedi eski Mısır’da çok kutsaldır. Çok enteresan olan etkileşim şudur: Hayvan-tanrılar aslî tanrılara yardım eder ve onlara güç verirken, aslî tanrılar da onları korurlar(!)
Buto, kobra tanrıçasıdır. Tanrılar kobra vasıtasıyla insanlara sihir, büyü, tılsım güç ve kabiliyetleri aktarırlar.
Edjo, yılan tanrıçasıdır. Yılan, ejderha, kobraya birçok ilkel kavimde rastlanır. Bunlar hem esrarlı hem de öldürücüdürler.
Hatmehit, balık tanrıçadır. Mısır’da balık çok sevilirdi. Zengin sofralarının vazgeçilmezi balıktı.
Mut, akbaba başlı tanrıçadır. Akbaba leş yiyicidir. Sabır sembolü ve paylaşımcı olarak da bilinir.
Selket, akrep tanrıçadır. Akrep zehirli, öldürücü, esrarlı ve korkutucu bir zararlıdır.
Tanrıça İsis’in kutsal hayvanı da kobradır.
Bes, müzik, yemek ve eğlence tanrısı olup sakallı, cüce, komik ve tombuldur. Bir tanrıya izafe edilen vasıflara dikkat etmek lazım. Sanki diğer tanrıların soytarısı gibi bir tanrı!..
Kur’ân-ı kerimde de hayvan adlarına rastlamak mümkündür. Bazı sûre-i celîleler doğrudan hayvan adlıdırlar. Bakara (inek, buzağı, sığır), Nahl (arı), Ankebut (örümcek), Neml (karınca ) ve Fîl sureleri gibi... Sûrelerin bu adları, ihtiva ettikleri konuları itibariyledir. Mesela “Bakara” İsrailoğulları’nın kestikleri inekten bahsederken, En’âm adı ise koyun, keçi, deve, sığır ve manda cinslerini belirten bir kelimedir.
Bu hayvan adlarının Kur’ân-ı kerimde geçmesi, bu hayvanların tamamen hayatın içinde olmalarından kaynaklanmaktadır. Hiçbir hayvana asla kutsallık izafe edilmemiştir. Hayvanlar kendi yerlerinde ve fonksiyonları ile zikredilmiştir. Eti yenen hayvanlarla, gücünden faydalanılan hayvanlardan ayrı ayrı bahsedilir. Aynı yenen diğer nimetler gibi. Çünkü Kur’ân-ı kerim hayatımızın içinde olup dünya çizgimizi tayin ederken, ahretimizin de yol göstericisidir.
Hayatımıza renk katan, dünyayı bizimle paylaşan diğer hayvanlara da kitabımızda atıf vardır. Bunlardan bazılarından sakınılması ve etlerinin yenilmemesi de emredilmiştir. Hepsi bir hikmete mebnidir. Bu meyanda köpek, maymun, domuz, yılan, koyun, deve, at, katır, eşek, kurt, karınca, örümcek, sinek, çekirge, bıldırcın, balık, kurbağa, kelebek, bit, kene, keçi, hüthüt adlarını da zikretmek gerekir. Yine tayr (kuş) , tâir (Ebabil kuşları, İbrahim aleyhisselâmın ve İsâ aleyhisselâmın kuşları) ile “E’s-sebu” da aslan, kaplan, ve sırtlan gibi yırtıcı hayvanları temsil eden bir kelime olarak geçer.
İsrâiloğulları’nın Mısırlılarla olan dostlukları sebebi ile sığıra tapmaya sıcak bakmış olmaları düşünülebilir. Dolayısıyla gelen emir de sığırı kendi elleriyle kesip onun kutsallığını ortadan kaldırmak içindir.
Hazret-i Mûsâ Tûr Dağı’na çıkınca onun kavmi ziynet takımlarından böğürmesi olan bir buzağı edindiler. “Görmediler mi ki o, onlara ne konuşuyor, ne de onlara yol gösteriyor. Onu ilah olarak benimsediler ve zalimlerden oldular.” Araf Sûre-i celîlesi-meali 148.
“Onun kendileri ile konuşmadığını ve onlara yol göstermediğini görmediler mi? Bu da aşırı sapkınlıklarından doğru bakışı ihmal etmelerinden onlar için azarlamadır.” Onu tanrı edindikleri zaman konuşamadığını ve sıradan bir insan gibi yol gösteremediğini görmediler de mi onun cisimleri, kuvvetleri ve kudretleri yaratan (Allah) olduğunu zannettiler. (Onu edindiler) kınamak için tekrar edilmiştir. Yine onu tanrı edindiler “ve zalim idiler.” Eşyayı konması gereken yere koymadılar. Bunun için buzağıyı tanrı edinmeleri şaşılacak bir şey değildir. (Envâru’t- Tenzîl ve Esrâru’t- Te’vîl, Beydâvî Tefsîri, C.2 s. 286-287.)
HALK GALEYANA GELDİ
İnsanların sapkınlıkları sınır tanımazken tevhîd dininin yılmaz savunucuları nebi ve resuller bütün bu batıllarla hayatları pahasına mücadele ettiler. Hazret-i İbrâhîm putları kırarken şirke en büyük savaşı açmıştı. Kendisi “büt-şiken” (put kıran) olarak tanınır. Yıllar sonra Sultan Kanûnî’nin vezirlerinden, evvelen “Makbûl”, âhiren “Maktûl” İbrâhîm Paşa diye tanınan Pargalı nam kişi evinin bahçesine Avrupa’dan gelen birkaç antik heykeli dikince halk galeyana gelmiş ve bunun üzerine devrin şairlerinden Trabzonlu Figânî nam şairin şu beyti dillere destan olmuştur:
Dü İbrâhîm âmed be-rûy-i cihan
Yekî büt-şiken şüd dîger büt-nişân
Yani: Dünya yüzüne iki İbrahim geldi, biri putları kıran (Hazret-i İbrâhîm), diğeri ise put diken (Vezir İbrâhîm Paşadır).
Bu arada reenkarnasyon (tenasüh) de önemli bir dalalet konusudur: Eski Mısır tanrıçası İsis’in reenkarnasyonla Kleopatra’nın içinde yaşadığına inanırlardı. Reenkarnasyonun başta Budizm olmak üzere bugün de bazı dinlerde yaşadığı bilinmektedir.
Katolik dünyasının Papaları da gizli bir reenkarnasyon baskısı altındadır. 451’deki Kadıköy Konsili “Aziz Petrus’un Papa Leo’nu ağzından iradesini bildirdiğini” ileri sürdü. Aziz Leo I, Büyük Leo diye bilinen 440-460 yıllarında papalık makamında bulunan papadır. Aziz Petrus (öl. 64 veya 67) dâhil olmak üzere ilk 35 papa Liberius’a kadar (352-366) hep aziz unvanlıdır. Daha sonra da bir hayli papa, aziz unvanını kullanmıştır. Hristiyan din adamlarının papalığa geldikten sonra kendi adlarını bırakıp Leo, Pius , Benedictus, Paulus, Adrianus, Gregorius, Nicolaus, Anastasius, Jean Paul gibi adları edinip papa olduktan sonra bu azizlerin adlarını taşımaları düşündürücüdür.
VATİKAN’IN SAKLADIĞI ESER
Papalık “ Necronomicon’un Gizli Gerçeği” adlı kitabı niçin yasaklamıştır? Bu kitabın Vatikan’da saklandığı, bir kopyasının da İngiliz Müzesi’nde saklı tutulduğu söylenmektedir. Bu kitabın bazı sayfaları basına sızdırılmış ve “Fenomen” adlı dergide yayınlanmıştır. Bu esrarengiz kitabı 8.yy’da Abdül al-Hazret yazmıştır. “The Hidden Truth of Necromicon” Konusu genelde büyücülük, sırlar vs. şeylerden bahseden “Çıldırtıcı Kitap” diye anılan bir eserdir.
İlkel dinlerden daha gelişmiş olmakla birlikte tevhîd akidesini kabullenmeyen bir diğer din salikleri de Sâbiîlerdir. Bunlar aya ve yıldızlara taparlar. El-Cezîre ve Harran’da yaşayan bu kavim, Yahûdîlik, Hristiyanlık ve Mecûsîlik gibi çeşitli dinlerden bazı inanışların derlenmesinden meydana getirilmiş bir sisteme inanırlar.
Arapçada “Sâbiî”, bir dinden çıkıp başka bir dine girenlere verilen bir isimdir. İbadet dillerini Süryanice olduğu söylenir. Onlar yıldızların büyük ruhları olduğunu kabul ederler. Yüceliği ulaşılmaz olan yaratıcıyı tanırlar ve ona ancak ruhlar vasıtasıyla ulaşılabileceğine inanırlar.
Zerdüştlükten evvel Farslar, Hristiyanlıktan evvel Rumlar, Sâbiî idiler. Kur’ân-ı kerîmde Hac Sûresi 17 ve Mâide Sûresi 69. ayetlerde Sâbiîlere atıf vardır.
İmâm-A’zam hazretleri bunların Hristiyanlardan olduklarını söylerken Keşşâf’ta Sâbiîlerin, Yahûdîlikten dönüp meleklere ibadet eden bir kavim olduğundan bahseder…
Milel ve Nihal’de ise “Hak yoldan ayrılıp ruhaniyet üzerine yoğunlaştıkları için bunlara Sâbiî denmiştir” diye geçer. Onlar domuz, köpek, yırtıcı ve güvercin eti yemezler; sünnet yaptırmazlar.
Tevhîd dini dışında kalan bir diğer inanış da Yezîdîliktir. Yezîdîler (Ezdîler) şeytana tapan bir fırkadır. İbâdiye fırkasının kurucusu Abdullah bin İbâd’ın adamlarından Yezîd bin Enise’ye uyarlar. Kutsal yerlerinin en önemlisi Irak Lâliş’te bulunan Nûrânî dergâhıdır.
Güneş doğarken ve batarken ona karşı dönerek tapınırlar. Güneş doğunca onun ışığının ilk değdiği toprağı öperler.
Çarşamba günü Melek Tâvûs’un ve ilk insanın yaratıldığı gün olarak bilinir ve o gün tatil yapılır. Bu dinde şeytanın adını anmak haramdır ve öldürülme sebebi olabilir. Kadınlar saç kesmez ve erkekler sakal bırakmazlar. Başka din mensuplarıyla evlenen aforoz edilir ve öldürülebilir. Hristiyanlıktaki gibi vaftiz mevcuttur. İki kutsal kitapları vardır: Kitâb el- Celve ve Meshaf Reş.
Allâhü teâlânın yarattığı, akıl verdiği ve rehber peygamberlerle yolunu aydınlattığı insanlık, şaşılacak derecede dalalet bataklıklarına batmış, kendisine gönderilen Hak Kitapları -Kur’ân-ı kerîm hariç- tahrif etmiş, kendi iradeleriyle sun’i dinler uydurmuşlardır. Hak din İslâmiyet bile Yüce Resulün buyurduğu gibi yetmiş üç fırkaya ayrılmış ve sadece Kitâb’a ve Sünnet’e verese-i Resul olan Ehl-i sünnet âlimlerinin açıkladıkları gibi tabi olanlar ve bu nurlu yoldan gidenler kurtuluşa ermişlerdir. Bu nimetin kadrini eğer bildiysek ve bu şerefe nail olduysak gece gündüz şükretsek azdır. Rabbimiz bizi bu mübarek yoldan ayırmasın.
Bir sonraki yazımızda tekrar buluşmak ümidiyle esen kalınız efendim.
.
ADIM ADIM TEVHÎDE
21 Temmuz 2018 02:00
PROF. DR. OSMAN KEMAL KAYRA
Geniş Asya bozkırlarında hür ve bağımsız yaşayan Türkler, yayılmacı politikası dışında, özellikle Çin’le ticari ilişkiler içine girmişlerdir.
Kuzeyden güneye, doğudan batıya geniş bir coğrafyada hükümran olan Türkler, kendi soydaşları da dâhil olmak üzere birçok kavimle savaşmış, sabit- kadem olmak yerine seyyal bir hayatı benimsemişlerdir.
Oğuz Kağan’la başlayan Türk cihan hâkimiyeti mefkûresi “Kızılelma”nın müşahhas yönü olmuş, zulmün dışında, hep adil bir devlet geleneğini sürdüren Türkler, Mâverâünnehir’e ininceye kadar ordu-devlet-siyaset-ticaret inceliğine biraz uzak kalmışlardır. Mâverâünnehir, yapı ve ilim yönüyle onlara yeni ufuklar açmıştır.
Türk bilim haritasının altı çizilerek işaret edilmesi gereken bölge Kaşgar-Karahan bölgesidir. Bilhassa İslamiyet’in kabulü ile yeni bir ufkun gözlemcisi olan Türkler, hak dine mensubiyetin coşkusu ile her hâlükârda değişik bir yol haritası benimsediler.
***
Türklerin İslamiyet’i hemen kabul ettiğini zannetmek yanlıştır. Arap İslam ordularının doğudaki yayılmalarına Türkler bayağı mâni olmuşlardır.
Orta Asya’da Arap-Türk savaşlarının ilki, Hazreti Osman radıyallâhü anh zamanına tekabül eder. 653’te Hazar Türkleri, Müslüman Arap ordularının Kafkasya’da ilerlemesine mâni olmuştur. O sırada İslam orduları Ermenilerin iç işlerindeki kargaşadan istifade edip Gürcistan’ı da geçerek Kafkasya’ya kadar ilerlediler. Daha ileri gidemediler, çünkü karşılarında Hazar Türkleri vardı.
Batılı araştırmacıları en çok şaşırtan da yarı göçebe bir kavim olan Hazarların, teşkilatlı İslam ordularını durdurmaları olmuştur.
Emevîler devrinde de Türkler hem Çinlilerle hem de İslam ordularıyla savaşmış, Horasan valisi Mühelleb, Türklere zaman zaman mağlup olmuştur.
İstanbul’un fethi konusunda Hazret-i risâletpenâh’ın müjdesine nail olan Türkler, İslam’ın sancaktarlığını alıncaya kadar bu dinin yayılmasına çok engel oldular.
Türklerin galibiyetleri Kuteybe’den sonra da devam etmiş, 720’de pek de teşkilatlı olmayan bir Türk ordusu, Semerkand’da İslam ordularını yine yenmiştir.
İslam’ın veya diğer vahyî dinlerin dışındaki kavimler, başlangıçta batıl inanışlarının kaybolmasından çok korkmuşlar ve bu korkudan doğan batıl dinlerini koruma içgüdüsü ile hak dinlere karşı büyük bir motivasyonla savaşmışlardır.
Leon Cahun’un nakli itibariyle Göktürk Kağanı Kültigin zamanında İslam orduları Hazret-i Sevre kumandasında 20.000 kişilik bir ordu ile Türklerle savaşmışlardır. Bu savaşta başta Hazret-i Sevre olmak üzere bir rivayete göre askerlerin tamamı şehit olmuştur.
Şurası muhakkaktır ki İslam orduları Türkleri yenerek onlara İslamiyet’i kabul ettiremediler. Fütuhatla bu ihtida gerçekleşmedi. Cahun’a göre Türklerin ihtidasında müthiş İslam ordularının zafer ve fütuhatı değil, mübelliğlerin belagati ve yüksek ikna kabiliyeti en önemli faktördü.
Moğol ve Türk kavimlerini bir açıdan inceleyen Jean Paul Roux da o devirlerde İslam ordularının Türklere karşı hiçbir kesin zaferi olmadığını söyler. “İhtidaya sebep silah ve askerî güç değildir” der.
Müsteşriklerin anlamadıkları nokta şudur: Allâhü teâlâ, dininin tealisi için bu necip milleti takdîren görevlendirmiş ve İslam’ın sancaktarlığını 11. yy’dan sonra Türklere vermiştir. Şurasını önemle belirtelim ki Eshâb-ı güzîn, Tâbiîn ve Tebeü’t-tâbiîn hazerâtının İslam’a yaptıkları hizmet, hiçbir kavim ve zümre ile kıyaslanamaz. Çünkü onlar Resûlullâh Efendimizin mübarek veresesidir.
7. yy.’dan itibaren İslam ordularıyla Türklerin savaşları takdir-i ilahidir. O savaşlar olmasaydı belki de İslamiyet’le tanışılmayacaktı veya ihtida bu kadar erken olmayacaktı.
Türkler ve İslam orduları, defalarca karşı karşıya geldiler; birbirlerinde savaş mertliğini, adilliği, düşmana karşı bile âlicenaplığı gördüler. Kâinatın Efendisi’nden silsile yoluyla alınan müthiş terbiye ile savaş meydanlarını tebliğ kürsülerine çeviren verese-i Resul hazerâtına karşı savaşan Türkler, bu manevi atmosferden cengin havasında bile etkilendiler.
Tabii ki Türklerin savaşmalarının en büyük sebebi, vatan topraklarını asla terk etmemekti. Savaşla Türk topraklarını istila etmek hemen hemen mümkün değildir. İslam orduları tevhit tebliğine gelirken, onlar vatan topraklarını müdafaa teziyle savaştılar.
***
Türkler, Budist, Hristiyan, Mani ve benzeri dinlerin de etkisinde kalmış olmakla birlikte bu dinleri kendi fıtratlarına uygun bulmamış olacaklar ki, kısa sürelerde bu inanışları terk ettiler. 9. ve 10. Asırdan sonra İslamiyet’le müşerref olup kimliklerinde eksik olan kısmı da tamamlamış oldular.
Türkler, 9. asırda küçük kabileler hâlinde İslam’la tanışmışlar ama 10. Asırdan sonra İslamî devlet statüsüne kavuşmuşlardır.
Başlangıçta İslam, uygulamada tam anlaşılamamış, akaidde de bazı noksanlıklar olmuştur. Bunun en güzel delillerinden birisi Dede Korkut Destanî Hikâyeleridir. Henüz İslamiyet’e tamamen geçmemiş olan Oğuz boylarında başlangıçta dini idrak de zayıftır. Bir Türk bilgesi olan Dede Korkut veya Korkut Ata ağzından söylenen veya onun dualarıyla hitam bulan metinlerde, Korkut adı bir rivayete göre “korkgutucı” (mübelliğ, müjdeleyici, korkutucu, uyarıcı) kelimesinden gelmektedir. (kum fe enzir ) El- Müddessir-2) âyet-i kerîmesindeki “Kalk ve insanları uyar” şeklindeki Efendimiz aleyhissalâtü vesselâma gelen emir mucibince, mübelliğler de sonradan bu görevi ifa etiler. Dede Korkut için bir başka rivayet de şudur: İslam’ı önce taallüm sonra tebliğ ve talim (öğrenme ve öğretip açıklama) için Resulullah Efendimize her kavim bir temsilci gönderirdi. İşte Korkut Ata da bunlardan birisidir. Böyle bir durumda bu mübarek zatın Eshab-ı güzinden olma durumu bile vardır.
Hikâyelerin sonradan eklendiği tahmin edilen bölüm Besmele-i şerîfe ile “ve bihi nesta’în” diye başlar. Bu bölümde şu açıklamalar vardır: “Resul aleyhisslâm zamanına yakın Bayat Boyı’ndan Korkut Ata dirler bir er koptı. Ol kişi Oğuz’un tamam biliçisi idi. Ol ne dirse olur idi. Gaibden dürlü haberler virür idi. Allah anung köngline ilham ider idi. Korkut Ata ayıttı (söyledi): Ahir zamanda hanlık girü Kayı’ya dege. Kimesne ellerinden almaya. Bu didügi Osman neslidür.” Yani bu ilave metinde Korkut Ata’nın Efendimiz zamanına yakın ortaya çıkacağını, Allahü tealânın onun gönlüne ilham ettiği için sırları bildiği belirtilir. Korkut Ata, son zamanda hanlığın (yönetimin) yine Kayı boyuna geleceğini ve kıyamete kadar kimsenin ellerinden alamayacağını beyan eder.
İslam’ı yeni öğrenen bu Oğuz Boyu’nda birtakım aksamaların olduğu göze çarpar. Amel ve inanç unsurlarında görülen bu eksiklikler hikâyelerde zaman zaman karşımıza çıkar. İmamlık ve müezzinlik gibi vazifeler muhtemelen Arap ve Acem’den gelenlerce ifa edilmekteydi. Dirse Han Oğlu Boğaç Han Hikâyesi’nde Dirse Han’ın bir soylamasında (manzum bölüm) şu ibareler dikkat çeker:
(Sadeleştirilmiş olarak)
Salkım salkım tan yelleri estiğinde=Boz tarla kuşu ötünce
Sakalı uzun yabancı kişi bağırınca (muhtemelen ezan okununca)
Asil atlar sahibini görüp kişneyince=Ak ile karanın seçileceği çağda
Güzel bağırlı dağlara gün değince…
Burada bahsedilen zaman dilimi, hemen gündoğumu sonrası vaktidir. Çünkü kaba dağlara gün değmiştir. Aklı karalı seçilen çağ ise ibareyi gün doğumundan önceki zamana da çeker. Burada sabah namazı vaktinde bir sıkıntı göze çarpar.
Sakalı uzun tat eri bangladıkta yani uzun sakallı yabancı kişi bağırdığı (muhtemelen ezan okuduğu) zaman ifadesi de çok önemlidir. Bu uzun sakallı kişi Oğuz dışından gelen Arap veya Acem imam veya müezzin olmalıdır. “Tat” Oğuz dışındaki yabancılar için kullanılan bir ifadedir. Banglamak, bağırmaktır. Bu da ezan okumak olmalıdır.
***
Karahanlılar 960 civarında 200.000’e varan çadır halkıyla topluca Müslüman oldular. Hanları, Abdülkerim Satuk Buğra’dır. Rivayetlerde, Satuk Buğra’nın rüyasında Efendimizi görerek İslamiyet’i kabul ettiği geçer.
Oğuzlar da yine aynı yy.da Müslüman olurlar. Diğer boylara nispetle Oğuzlar daha kitlesel bir kabul yaşarlar.
Profesör (Gaudferoy-Demombynes) De La Monde Musulman Et Byzantin Jusqu’aux Croides adlı eserinede: “Arap ırkının tevessü gücü azaldığında genişleme misyonu Türklere geçmiştir”, der. Oğuz Türklerinin Şiîliğe karşı Sünnîliği Karahanlılardan daha fazla müdafaa ettiklerini de belirtir. Bizans’a karşı da çok başarılı olduklarının altını çizer. Sultan Sencer zamanında Afganistan ve Hindistan’da bile hutbelerin Türk hakanı adına okutulduğuna dikkat çeken yazar, devamla “Sünnî yani hakiki Müslümanlığın, o sırada her taraftan tehdit etmekte olan Şiîlik cereyanları içerisinde zayıflamasına Oğuz Türkleri mâni olmuştur” der. “Ortodoks, Bizans ve Katolik Avrupa’nın Hristiyan birliği namına istila ve imha etmek istemelerine karşı İslam âlemini yine Türkler kurtarmıştır” diye belirtir. İsmail Hami Danişmend, Türk Irkı Niçin Müslüman oldu, Burak Yayınevi, 1994, s, 64-65.
İşte bütün mesele de bu: Keşke bir Batılı bilim adamının anlayabildiği bu gerçeği, içimizdeki gafiller de anlayabilse…
Bir sonraki yazımızda buluşabilmek ümidiyle esen kalınız efendim.
.
Batılıların intikam saati
18 Ağustos 2018 02:00
PROF. DR.OSMAN KEMAL KAYRA
osmankemalkayra@gmail.com
Karadeniz Teknik Üniversitesi
Zengin tarihi, fetih ve zaferlerle dolu, adaletin sembolü olmuş bir milletin esaret zincirlerine vurularak aşağılanmasından daha acı ne olabilir ki?
Batı, Avrupa’yı “Kristendum” yapıp Hristiyanlığın yasama gücü kabul edilen kilise kanunlarının yürütme erkini eline aldığı günlerde, bütün Avrupa zulüm ve hüsran içindeydi. Batı, yasama ve yürütmeyi kilisenin zoruyla yargıya da dönüştürünce insan hakları rafa kaldırılmıştır. Ne Magna Carta, ne diğer insani kanunlar, hepsi sözde kalmıştır.
Haçlı Seferleri’ni başlatan zihniyet “Cennetin Krallığı”nı sade kendi cennetleri(!) ilan edip Kudüs kutsalını ateş çemberine dönüştürünce, papazlar, bu seferlere katılanlara cennet tapuları dağıtarak tarihin en büyük trajedisine imza atıyordu. Kilise, düzmece kanunlarla teşri, icra ve kazayı (yasama, yürütme ve yargı) ele geçirip, temyizi olmayan bir muhakeme ile İslam âlemini yargılamak istiyordu.
Kilise adına şişirilen yelkenler deniz aşırı ülkelerde masum insanları köleleştirip sömürge imparatorlukları kurdular. Kraliyetler gölgesindeki kilise destekli zalim korsanlar, insanlara her çeşit eziyeti reva görürken milyonlarca insan temel hak ve hürriyetlerinden mahrum bırakılmış, boyunlarına zorla “haç” takılmasına rağmen efendilerinin kiliselerine girişleri bile yasaklanmıştır. Artık, denizci, korsan, tüccar, din adamları hepsi misyoner olmuş, Hristiyanlığı insanlığın kurtuluşu olarak ilan etmişler, fakat en başta da Hristiyan dünyasının ışığını söndürmüşlerdir.
Kara Afrika’da açlık ve sıtma ile boğuşan insanlara tabip olarak yaklaşan misyonerler, çantalarında üç şey taşıyorlardı: Sıtma için kinin, muharref İncil ve haç... Karnı küp gibi, boynu ip gibi, bacakları çöp gibi kalıp gözleri dışarı fırlamış bu zavallı insanlara bir kinin verip şifa dağıtırken onları Hristiyanlaştırıp ebedi felakete sürüklerdiler...
Vadedilen neydi, verilen neydi? Artık bilinen şudur: Batı’nın en büyük özelliği sömürgeciliktir. Nerede bir maden, petrol ve yer altı zenginliği sezerse oraya üşüştüler, halkının mallarını talan edip canlarını aldılar ve buna da mutlaka insani bir kılıf uydurdular. Yaşayabilen zavallı insanları da köle yaptılar. Vahşi Batı, kendi dil ve kültürlerini din parantezi ile bu zavallı insanlara enjekte etti.
Bugün diğer ülkeler hariç olmak üzere yalnız Afrika’da milyonlarca insan İngilizce ve Fransızca konuşmaktadır. Bunlardan bir kısmını hatırlayalım: İngilizceyi kullanan Afrika ülkeleri: Güney Afrika, Sudan, Kenya, Uganda, Zimbabwe, Sierra Leone, Liberya, Namibya, Lesotho, Botsvana, Mauritus ve daha bazıları… Fransızcayı kullanan Afrika ülkelerinden bazıları ise şunlardır: Madagaskar, Kamerun, Nijer, Burkina Faso, Mali, Senegal, Çad, Gine, Burundi, Benin, Gabon, Cibuti, Komarlar vb.
Şimdi asıl önemli nokta şudur: Bu insanlar kendi dillerini bırakıp istekleriyle mi bu işgalcilerin dillerini kullandılar? Bu nasıl korkunç bir sömürge anlayışıdır. Gel, işgal et, dinlerini ve dillerini unuttur ve zorla bir kültür türet. Vahşetin üst sınırını zorlayan bir uygulama...
OSMANLIYI DÜŞÜNMEK...
Bir de Osmanlı Devleti’ni düşünelim: Sınırları üç kıtada 24 milyon km2’ye ulaşmış devletin egemen olduğu hiçbir toprakta hiçbir toplumun ne dinlerine ne de dillerine müdahale edilmiştir. Avrupa’da ve Afrika’da Türkçe konuşan bir devlet var mı? Şimdi Batı medeni, biz barbarız öyle mi?
Bu Batılı mütegallibe, işgal ettikleri ülkelerde kendilerine “sahip” dedirtti. Fıtrat hiç değişmedi. Bin yıl evvelki John ne ise şimdiki John Jr. hep aynı…
Batı kendi işini yoluna koymuşken ayaklarına bir taş takılmaya başladı. İlk feryat Roma’dan (Bizans) geldi. Anadolu topraklarında bir avuç insan, sayılı çadırlardan oluşan oymaklar, görülmemiş bir enerji ve motivasyonla güçlü kaleleri kibrit kutuları gibi devirmeye başladı.
Bedir’den, Uhud’dan, Hendek’ten alınan ilhamla ve Malazgirt’ten çakan kıvılcımın şimşeğe dönüşmesiyle, sancaklarındaki hilallerle coşan bu milletin dilindeki tekbir sesleri ve “Allah Allah” nidaları çorak Anadolu topraklarına can-bahş olmuş, nur ile lebaleb dolan Anadolu, İslam’a dar gelmeye başlamıştı. Çünkü artık İslam, Türk’e zırh olmuştu.
Nereden gelmişti bu çobanlar; Asya’da ne güzel yaşıyorlardı… Orada kalsalardı ya… Anadolu Türklere yurt olunca İslam’ın teâli arzusu, İ’lâ-yı kelimetullâh olarak müşahhas hâle gelmiş, bu saik onların bir salla Rumeli’ye geçmelerini sağlamıştı. Tehlike seziliyor ama hâlâ bir haçlı ümidiyle karşı koyabilecekleri rehaveti ve kibirleri onları rahatlatıyordu.
Her şeyin bir ilki vardır. Bazen o ilk sonun da hazırlayıcısıdır Katolik Hristiyanlığın kalbi Vatikan iken aktivist Ortodoksların kalbi de Constantinopol (İstanbul) idi. Ama o Constantinopol, Hazret-i Risâletpenâh’ın hadîs-i şerîfi ile çoktan bize temlik edilmişti bile. Orta Asya’dan atılan Kayı oku artık genç Fatih’in yayına yerleşmişti.
Resul-i Ekrem’in sancaktarı Ebâ Eyyûb el- Ensârî “Tevhîd Sancağı” altında şehit olurken zaten İstanbul’u mânen Akşemseddîn hazretlerine ısmarlamıştı. Bu manevi vasiyet Sultan Fatih Muhammed Han tarafından gerçekleştirilmiş, Müslüman Türk’ün, Osmanlının pençesi Bizans’ın bağrına hançer gibi saplanmıştı.
Avrupa karış karış parsellenmeye başlamıştı. Atalarının Balkanlardaki fetihlerini Bizans’ı yıkmakla taçlandıran Fatih Sultan Muhammed Han’ın torunları bu fütuhatı devam ettirmekte kararlıydı. Doğudaki İslam ittihadını gerçekleştiren şanlı Yavuz’un ardından tahta çıkan oğlu Muhteşem Süleyman (Bu “Muhteşem” sıfatı Batılılara aittir.) Slav ve Macaristan topraklarına üç hilalli bayrağı dikerken gözünü Avrupa’nın kalbi Viyana’ya dikmişti bile.
Aksiyon sahiplerinin düşmanları aksiyoner değil hilekâr olurlar. Doğu Roma’yı yıkıp Batı Roma’nın satranç tahtasına “şah”ı değil Osmanlı hânını oturtmakta kararlı olan Fatih’in niyetini Otranto seferinde anlayan Batı, onu zehirleyerek hilelerinin semeresini aldı.
Fütuhat halkalarından bir diğeri de Birinci Viyana Kuşatmasıydı… Kanuni zamanında şartların el vermemesi ve yeterli donanım olmaması itibariyle bu kuşatma, 16 Ekim 1526’da kaldırılmıştır.
Tabii ki bunun bir tekrarı olmalıydı. İkinci Viyana Kuşatması 4. Mehmed zamanında ve Merzifonlu Kara Mustafa Paşa tarafından 14 Temmuz 1683’te gerçekleştirilmiştir. Kuşatma uzayıp bütün Avrupa Viyana’ya yığınak yapmaya başlayınca bu kuşatma da başarısız olmuştur. Bu başarısızlık sonunda idam edilen Merzifonlu Kara Mustafa Paşa suçlu değildir. Paşa Yanıkkale’yi ele geçirip şehri kuşattı. Avusturya, Avrupalı devletlerden yardım istedi. Aslında Paşa bunun tedbirini almış, Tuna Nehri’ndeki köprülerden yardımın kesilmesi için Kırım Hanı’nı görevlendirmişti. Kuşatma tam son bulacakken Lehistan Kralı Söbiyeski 120 bin kişilik yardım gücüyle Tuna’yı geçmiş, Kırım Hanı buna mâni olmamıştı. İki ateş arasında ve ihanet çemberinde kalan Osmanlı ikinci kuşatmada da başarısız oldu.
Bu iki kuşatma Osmanlıyı psikolojik olarak sıkıntıya sokarken Avrupa’nın gözünde de Osmanlının yenilmez olduğu inancı da yıkılmıştı.
Papa’nın çalışmalarıyla Osmanlıyı Avrupa’dan atmak için kutsal ittifak kurulmuştur. Bu ittifaka o zamanın kuvvetli devletleri, Lehistan, Venedik, Malta ve Rusya katılmıştır.
Avrupa’da korkulu rüya bitmiş, Osmanlıyı tamamen Avrupa’dan silmek ve hatta kökünü kazımak planları yapılmaya başlamıştır. Ezilmiş, sindirilmiş sünepe kardinalleri, kavuk sallayan kralları, hep gelecek intikam gününün ateşiyle yanmışlardır. Çanlar hep intikam gününün yeminlerinin tınısıyla çınlamış, vaftiz törenlerinde çocukların kulaklarına intikam nameleri fısıldanmıştı. Akıncılara hedef gösteren ak tolgalı beylerbeyinin Tuna’dan kafilelerle Batı’ya akan, kırk kanatlı atlarıyla hızını alamayıp cennet bahçelerinde duraklayan serdengeçtileri seyrederken sadece korkudan istavroz çıkaran Avrupa, artık Osmanlıyı bu topraklardan çıkarmanın zevkini yaşamak istiyordu. Batılı için intikam saati yaklaşıyordu. Anadolu’da Bizans’la başlayan hezimetlerin hesabı birer birer sorulmalıydı.
Fransız İhtilali’nin ırkî temayülleri ateşlemesiyle ilk sıkıntılar Osmanlının en hassas noktası Balkanlarda kendisini gösterdi: Yıllarca Osmanlının adalet sayebanında huzur içinde yaşayan Slav ve Yunanî topluluklar isyan bayrağını çekti. Artık büyük devletlerden sadece Avusturya ve Rusya değil, İngiltere, Fransa, Almanya ve 20. yy’da da Amerika Osmanlıya musallat oldu.
Avrupa’da yerleşen Osmanlının bir nüfus siyaseti vardı: Aldığı bölgelerin güveni için, orada fethin yapılmasını sağlayan askerlerden müteşekkil bir kitle oluştururdu. Bu iskan edilen fetih erbabına evlâd-ı fâtihân denilmiştir. Bu fetih erbabı yerleştikleri topraklarda Türk İslam töresinin merhamet yönünü tanıtarak büyük bir kitlenin Müslüman olmasını sağlamışlardır. Artık Avrupa’nın göbeğinde bir İslam kolonisi oluşmuştu. Boşnak’tı, Arnavut’tu, Makedon’du ama büyük bir kısmı Müslümandı bu insanların. İşte Batı’nın asıl canını yakan da bu idi. Sanki haçın bir kolu kırılmıştı. Avrupa ihtida mı ediyordu?
Rumeli, destanî masalların huzur ülkesi, kendisine has kültürüyle Osmanlının son zamanlarında din merkezli kanayan yarası olmuştur. Ortodoks-Slav sivilcesini devamlı kaşıyan Batı, 20. yy’da bu kez dinî, siyasi ve askerî Haçlı ittifakını en geniş kapsamıyla kurmuştur.
Ama artık eski Osmanlı yoktu. Dünyanın dört bir yanına yalın kılıç koşan, şimşek çakan nalların atlıları, şehit gönüllüleri artık sefere çıkan değil, dedelerinin yurtlarından sürülen bahtsızlar ordusuydu. Subaşının kır atı artık şahlanmıyor, sefer yolları kapanıyordu. Estergon Kalesi’nin boynu bükülmüş, gazilere durak olan pınarlar kurumuş, yiğitlere bir damla su bile vermiyordu.
Sen misin Hunlarla Roma’nın bağrına mızrağını saplayan, sonrasında da Doğu Roma’yı yıkıp Bizans’a Osmanlı sancağını çeken…
İstanbul’u alan Fatih mabetlere dokunmamakla birlikte Hristiyan dünyasının sembolü Ayasofya’yı camiye çevirmişti. Artık Ayasofya’da Latin ilahîler ve org sesleri yerine tekbir sesleri eşliğinde en kutsal ibadet yani namaz ifa ediliyordu.
Zaten Osmanlı’da sefere çıkılırken mehter vurmaya, Saff Sûre-i celîlesinin 13. âyet-i kerîmesi ile başlardı: “Yardım Allâhü teâlâdandır ve fetih yakındır. Mü’minlere müjdeler olsun.”
Ayasofya Bizans ve Hristiyan dünyasını sembolüydü. Ehl-i salib’in övünç kaynağıydı. İşte İstanbul’un fethi yalnız bir fetih değil İslam şerefinin te’kidi ve tevhîd sancağının Bizans’ın dolayısıyla Batı’nın bağrına saplanmasıydı.
İşte buydu mesele. Batı’nın hazmedemediği buydu. Verdiklerini tek tek geri alma zamanı gelmişti. Bu milleti silahla yenmenin mümkün olmadığını en azından çok ama çok zor olduğunu anlamışlardı. O hâlde başka yollar denenmeliydi. Neydi bu yollar. İşte bu yolları gelecek yazılarımızda anlatmağa çalışacağız...
.
Batı’nın derleme kültürü
1 Eylül 2018 02:00
PROF. DR. OSMAN KEMAL KAYRA
osmankemalkayra@gmail.com
Karadeniz Teknik Üniversitesi
Kültürler, medeniyetlere bağlı olarak çok az değişir. Medeniyetler seyyal ve değişmeye açık, kültürler muhafazakâr ve nispeten sabittir.
Kültür bedenin derisi gibi, medeniyet ise deriyi örten elbise gibidir.
Kültür dairesi dar, medeniyet dairesi geniştir.
Kültürün alanı özel, medeniyetin alanı geneldir.
İlkel dönemlerde medeniyet alanları gelişmezken etkili bir kültür alanı görmek mümkündür. Bu kültür alanını en çok etkileyen unsur ise dinî faktördür. Pagan ve agnostik dönemlerde kültür tamamen bu belirsiz din daireleri emrinde gelişmiştir. Zaten geniş olmayan beşerî münasebetler yalnız savaşlarla gerçekleştiği için, savaşın itici gücü de bu karmaşık dinler olunca, kültürün altyapısını tamamen dinî faktörler oluşturmuştur.
Batı’nın başlangıç dönemlerinde belli bir medeniyet dairesi içinde olduğunu söylemek mümkün değildir. Saldırgan ve vahşi gruplar hâlinde yaşayan kabileler, giderek Batı’nın temellerini attığı için, bu toplulukların meydana getirdiği kültür derleme, medeniyet ise ertelenmiş ve yapıştırma bir sosyal vakıadır.
Batı medeniyeti dairesinde Avrupa kıtası birim olarak alındığında, coğrafi boyut çaprazında; Amerika, Avustralya, Japonya gibi devletleri de bu daire içinde sayabiliriz.
Avrupa’da Latinler, Anglo-Saksonlar ve Germenler başkalaşım geçirerek yeni toplumlar meydana getirirken bu yeni oluşan toplumlar kendilerine mahsus bir kültür de geliştirmişlerdir. Germen kültürü, Anglo-Sakson kültürüyle birleşip bir devlet altyapısı oluşturmuştur. Bu meyanda İngiliz kraliyet ailesi Alman kökenlidir.
Kraliçe Elizabeth babası tarafından cüz’i bir İngiliz kanına sahipken, anne tarafından geçmişi de Normandiyalı, Fransız ya da İskoç’tur. Bu derleme ırkî kültürün dini olan Hristiyanlık da kendi içinde farklılıklar gösterir. Mesela, Anglikanizm İngiltere Kralı VIII. Henry’nin kurduğu bir Hristiyanî mezheptir. Bu mezhep Katolikler ve Protestanlar arasında bir ara din gibi olup orta yol olarak telakki edilir. Bunun için bu mezhebe Latince Via Media denilmiştir. O hâlde Anglikanizm bir kültür dinidir ve açıkçası sun’idir.
Oluşum bakımından Fransızlar da farklı değildir. Onların da menşei bir Cermen kavmi olan Franklara dayanır. Franklar Roma kültüründen oldukça etkilenerek Galya’nın yerli halkları olan Keltlerle ve Latin kökenli topluluklarla karışıp günümüz Fransızların atalarını tesis ettiler.
Avrupa devletleri incelendiğinde çoğunun karmaşık bir yapıya sahip olduğu ortaya çıkar. Avrupa’yı birbirine bağlayan ortak kültür olamazdı. Özellikle Orta Çağ’da din, kültürün ana temasıydı. Önceleri Katolik sultası ve kilise, hür düşüncenin en büyük düşmanıydı. Katoliklik köklü Hristiyan mezhebidir. Hristiyanlarca, Havarilerden Petrus tarafından kurulduğu iddia edilir. Petrus’tan sonra gelen papalar, Petrus’un vekili kabul edilir. 1870’te toplanan konsil, Papa’nın hatasız olduğunu, yanılmazlığını kabul etmiştir. Hiyerarşik sıra da, rahip, piskopos, kardinal ve papa şeklindedir; merkezi Vatikan’dır.
PROTESTANLIK KİLİSEYİ PARÇALADI
İşte Avrupa kültürünü temelden etkileyen din, yani Hristiyanlık, tek bir kolda sabitleşemeyip, birbirlerini çoğu yerde nakzeden üç ana dala ayrılmıştır. Bunlar, Katoliklik, Ortodoksluk ve Protestanlıktır. Protestanlığı ayrı bir kol olarak incelemek gerekir. Bu yeni mezhep, ortak eski kiliseyi parçalarken sosyal temalarıyla da halkı farklı bir görüşe çekmiştir. Bu farklılıkları kısaca belirtmeye çalışalım: Protestanlık, Katolik Kilisesi’nin baskıcı yönetimine başkaldırıdır. Martin Luther’in sistematize ettiği bu görüş giderek etkili bir Hristiyan mezhebi olarak doğmuştur. 1529’da resmîyet kazanmış, sonra o da kendi arasında üç ana dala ayrılmıştır: Luteryanizm, Kalvenizm ve Anglikanizm. Bu fer’i ayrılıklar Avrupa halkının da aslî bölünmelerine yol açmıştır.
Şunu da ehemmiyetle belirtelim ki Hristiyani mezhepleri İslamiyet’teki amelî ve itikadî mezheplerle karıştırmamak lazımdır. İslami mezhepler temel ayrılık sebebi olmayıp ne camileri ne de cemaatleri ayrıştırmıştır. Her mezhep müçtehidi imama, her mezhepten cemaat uyar. Hacda dört hak mezhep salikleri aynı imama uyup aynı kıbleye yönelirler. Dört hak mezhep imamı da her Müslüman tarafından mübarek ve mutemet kabul edilir.
Protestanlar, kilisenin günah çıkarmasına karşıdırlar. Onlara göre İncil’i her Hristiyan kendince yorumlayabilir. Ayin dilinin Latince olmasına da karşı çıkıp kendi dillerince olmasını kabul ederler. Papa insan olduğu için yanılabilir. Kiliselerdeki suretleri, özellikle de heykelleri reddederler. Teslis inancını kabul ederler.
Ortodoks inancı da farklılıklar gösterir: Katolik rahipler evlenmezken Ortodokslar evlenir. Bu kesim sadece resim ikonlara itibar eder. Ayinlerinde Yunancayı kullanırlar.
Muharref Hristiyan dininde ayin dillerinin ayrılıkları o kadar mühimdir ki İncilleri de bu dillerin alfabelerine göre yazılır.
Görüldüğü üzere Hristiyani mezhepler arasında uçurumlar vardır. Tabii ki bunlar bu mezhep saliki halkları da derinden etkilemiş ve birbirlerinden ayrıştırmıştır.
AVRUPA’DA HEYKEL KÜLTÜRÜ
Katoliklik, özellikle Hazret-i İsa, Hazret-i Meryem ve diğer azizlerin suretlerini ikon hâline getirip dinî bir anlam yükleyince, bu mezhepte resim sanatı bambaşka bir boyut kazanmıştır. Bu ikonların bu mübarek peygamber ve afife annesi ile hiçbir münasebeti yoktur. Tapınılan suretler hayal mahsulü olup bunun adı putperestliktir.
Avrupa resim ve heykel kültürü, Batı’nın dinî ve diğer sosyal hayatını kökten etkilemiştir. Avrupa kadınlarının giyim temasını dinî kanallara sokarak yeni bir çığır açan da Mikelanj (Michelangelo) olmuştur. Önceden Hristiyan kadınları da edepli bir şekilde giyinirler hatta başlarını dahi örterlerdi. Papa II. Jules, Mikelanj’ı Roma’ya çağırıp Sistine Kilisesi’nin süslemelerini yapmasını ister. Sanatçı “Yaratılış”ı konu alan 300’den fazla insan figürünü çıplak ve yarı çıplak olarak çizer. Sistine Şapeli’nin tavanında yer alan bu resim “Adem and God” (Yani haşa Hazret-i Âdem ve Tanrı) adını taşır. Bu resimde Hazret-i Âdem çıplak ve müstehcen olarak resmedilirken, haşa Tanrı mücessem bir tasvir durumundadır. Allahü teâlânın suret ve tasavvurdan beri olduğu gerçeği kilise tarafından yok hükmündedir. Dört yıl süren bu çalışma, bir papanın himayesinde kilise içinden kiliseye yeni bir ayar yapmaktı.
Aynı şekilde İspanyol ressam Goya da kilise duvar ve tavanlarına çıplak figürler çizdi. İtalya’da Chapel of The Princes’in tamamlanması uzun yıllar almıştır. Duvarlarına eski ve yeni Ahit’ten sözler resmedilmiştir.
Medici Ailesi’nin çeşitli şahıslarına ait mezarların bulunduğu Sagrestia Nuova’da, Medici Mezarları ünlü sanatçılar tarafından değişik yıllarda yapılmıştır. Bu heykeller ve diğer suretler arasında da çıplak kadın figürleri vardır. Mediciler, Boticelli, Donatello, Mikelanj (Michelangelo) ve Leonardo da Vinci’yi muhtelif zamanlarda himayelerine alarak, lahitleri resim galerilerine dönüştürmüşlerdir.
Burada şuna dikkat edilmelidir: Artık Katolik Kilisesi ve papalar korumasındaki müstehcenlik sanat ve estetizm zırhına bürünerek yeni bir dinin oluşmasını sağlamıştır. Yeni akım bir “Nouva İkona- filo”dur. Buna kendilerince sathi bir mistisizm oluşturmuşlar ve afaki bir estetik din meydana getirmişlerdir.
16. asrın ikinci yarısında “oratorio” hem kilise hem de tiyatroya ait bir müzik türü olarak kiliseye girmiştir. Requiem ise Hristiyanların cenazelerde okudukları bir ilahi olup Mozart ve Verdi’nin besteleri en meşhurlarıdır. Bu ilahiler solo ve korolarla orkestra eşliğinde icra edilirler.
“KONSER SALONU” KİLİSELER
Artık Hristiyanlık zaten muharreflik vasfını taşırken, bir de müstehcen resimlerle süslü kiliseler, orkestraların müzik, koro veya soloların nağmeleriyle konser salonlarını andıran mekânlara dönüşmüştür.
Batı, iki büyük sanatla dini birleştirmenin kendilerince gururunu yaşarken ne yapıp edip özellikle tekke ve zaviyelere müzikli ilahiler monte ediliverdi. Ney, ut, bendir ve diğer bazı enstrümanlarla icra edilen bazı ilahilerin nasıl tasarlandığını görmek hiç de zor olmasa gerek… Şurası unutulmamalı ki tekke, zâviye ve hân-gâhların içinde mihrap olup, bu mekânlar aynı zamanda mescid durumundaydılar.
Batı, ahlaki fonksiyonların temel değerleriyle oynarken, edebiyatı da unutmadı. Özellikle günah çıkarma müessesesinden doğduğu kabul edilen, itirafların ve enfüsî yasak temayüllerin bileşkesi gibi görünen “roman”ı da Batı, iyi bir silah olarak kullandı.
Toplumun Hristiyan dizginli sosyolojik ve psikolojik olmayan terbiye sistemi, insanları başkaldırmaya iterken “engizisyon” zırhlı kilise, zulüm fantezileriyle korku filmi senaryoları yazıyordu.
Artık Batı’nın edebiyatı da bundan nasibini almalıydı. Onlar edebiyatın “edeb” sözünden geldiğini çoktan unutmuşlardı. Bu sanat dalını da ahlak boyutu dışına taşıdılar. Bütün mesele ortak değer yargılarını yıkabilmek ve gayr-i ahlaki bir sistemi oturtabilmekti. Batı, kendi sisteminde pragmatizmi uygulayabilmek adına, ahlak sisteminin içini de boşaltmıştır.
TABULAR YIKILIRKEN…
Artık tabular yıkılmalıydı. Batı’da eskiden dinî ve ahlaki tabular vardı. İslamiyette ise haramlar vardır. Haram aynı zamanda “hürmet” kelimesini de karşılar. Kişi haramlardan sakındıkça Rabb’inden korkarken; kendisine, varlığına, yaradılışına da hürmet eder. Batı haramları tabu olarak algılarken, muharref de olsa dinin kurallarını törpüleyip tesviye ederek, yasakların yolunu açtığını zannedip dinî ve ahlaki bütün temelleri yok etmiştir.
Zamanımız yazarlarından Henry Miller ülkemizde yasaklanan “Oğlak Dönencesi” kitabı için yapılan eleştirilere Batı ahlakı normlarına göre şu cevabı vermiştir: “Tabular, ne de olsa hastalıklı zihinlerin ürünüdür, bir artıktır. Bu kuralların, yaşamaya cesaret edememiş din ve ahlak adı altında bize bunları dayatan korkak insanlara ait olduğunu söyleyebiliriz.
BATI ROMANLARI BİZİ DÖNÜŞTÜRDÜ
Batı’nın bazı romanları Türk toplumunu öylesine etkilemiştir ki davranış biçimlerinin reçetelerini bu romanlarda arayan, nevrotik tipli romaneskler ortaya çıkmıştır.
Gustave Flaubert’in ‘Madame Bovary’si, genç kızların beyninde hayalî şehir merkezli hayatı planlamıştır. Bu romanın enjekte ettiği fikre göre, dar yerlerde yaşanmaz; köylerden ne pahasına olursa olsun şehirlere kaçmalıdır. Ciddi ve işini hakkıyla yapan bir eş yerine, havaî, çapkın bir erkek eş olarak tercih edilmelidir. Kocasına ihanet eden roman kahramanı Emma’nın intiharla sonuçlanan hayatı genç kızlara bir çıkış yolu gibi gösterilmiştir. Bu romanın yansıması Hâlid Ziyâ’nın yazdığı Aşk-ı Memnû’daki bazı konularla benzeşir.
Yine Charlotte Bronte’nin “Jane Eyre” adlı romanında asli karakter olan kız, toplum kurallarını tanımayan, serbest fikirli biridir. Bu romanda da verilmek istenen konu, kadın cemiyette yer edinirken dinî kurallara uymamalıdır. Bu romanın da bizde bir izdüşümü vardır. Halide Edib’in “Tatarcık” romanına bir bakmak gerekir. Bu romanın kahramanı olan Jale de Türk kızlarına örnek gösterilmiştir. Kitapta zamana göre ince bir “feminizm” gölgesini görmemek mümkün değildir.
Bunlara, Leo Tolstoy’un Anna Karenina’sını, Jane Austen’in Aşk ve Gurur’unu, Balzac’ın Vadideki Zambak’ını ve benzeri bir sürü romanı eklemek mümkündür. Bu, Batı klasiklerinin büyük bir çoğunluğu, maalesef aile sistemini dipten sarsan konulardan oluşmaktadır.
Bu masum gibi görünen planlar, toplumumuzun ahlak ve inanış sistemini içten içe istila etmektedir. Batı, yüzyıllardır bu planını sabırla ve inatla uygulamaya devam ediyor.
Gelecek yazılarımızda buluşabilmek ümidiyle esen kalınız efendim
.
Filozoflardan rehber olur mu?
15 Eylül 2018 02:00
PROF. DR. OSMAN KEMAL KAYRA
osmankemalkayra@gmail.com
Karadeniz Teknik Üniversitesi
Yüzyıllardır gerek İslam dünyasında gerekse Batı’da güncelliğini koruyan felsefe, niçin hiç gündemden düşmez? Niçin bazı insanlar filozofları kesin rehber edinirken, bazı İslam âlimleri de filozoflara son derece bilimsel metotlarla cephe almışlardır? Felsefe bir bilimse İslam âlimlerinin özellikle hassas Ehl-i sünnet ekolünün, bir bilim dalına bu denli mesafeli olması nedendir?
Konumuz derinlemesine felsefi ekoller ve filozoflar olmayıp gereği kadar mevzulara temas edeceğiz.
Felsefe Yunanca “philosophos” kelimesinden gelir. “Philo” sevgi demektir. “Sophia”, “sophos” ise bilgelik, erdem, hikmet anlamlarını taşır. Filozof adını ilk defa kullanan Pythagoras (MÖ. 570-495) olmuştur. O, bilge unvanı yerine kendisi için hikmet tutkunu demiştir.
Plotinus’a (205-270) göre felsefe merakla başlar. Bu merakın kapsamı, kişiyi, evreni, olayları, oluşumu düşünmektir.
Tabii ki filozoflar sırları araştırırken akıllarının tartışılmaz gücüne inanarak, her biri kendi akılının rehberliğinde bir ekol ve yenilenen bir bilgi dinamizmi ortaya koymuştur. Filozoflar kesinlikle bulundukları toplumların düşünce yönüyle seçkin kişileridir. Birçok sosyal ve kozmik olaya, düşünce yönüyle geniş boyutlar kazandırmışlardır. Özellikle Dogmatikler, kozmik olaylarda ve matematikte şaşırtıcı sonuçlara ulaşmışlardır.
Allah, kâinat, ruh, ebedilik ve ilk olma konularıyla, felsefe sürekli meşgul olmuştur. Akıl ise önemli madde başlıklarından birisidir.
İmmanuel Kant (1724-1804) “Saf Aklın Tenkidi” adlı eserinde akıl ve Allah konularında bazı fikirler ileri sürer. Kant’a göre Tanrı idesi aklın şartları dışında belirir. Kant, aklın tarifi veya onu bir yere koymada, akıl neyi bilir neyi bilmez kanalıyla kritisizmi de ortaya koyar. Kant’a göre saf akıl hiçbir deneye ihtiyaç duymadan hakikati bulmaya çalışan akıldır. Burada bazı konu başlılarına yaslanarak onun bazı gerçekleri yakaladığını kabul edebiliriz. Ama Kant, aklı, nefs, kalp ve ruh gibi unsurlardan ayrı düşündüğü için onun hakikat kavramını yakalaması mümkün olamamıştır. Evet, ona göre Tanrı idesi aklın şartları dışında belirir. Zaten Allahü teâlâ akılla bilinseydi, Rabbimiz aklı mesul tutarak peygamberler göndermezdi.
Burada “Tanrı idesi” ifadesinde de sıkıntı vardır. İdenin sonsuz zaman ve sonsuz mekânın ötesinde oluşu, Allah’ın varlığına uygun düşerse de tefekkür temaları Cenâb-ı Allah’ın varlığına ters düşer.
Kant’ın akıl tasavvuru kendisine göredir. Akıl, evveliyle sonrasıyla bir bütündür ve aynîlik gösterir.
İslamiyet’te ise akıl nefse, ruha ve kalbe irtibatı ile değişkenlik gösteren bir varlıktır. Nefse olan münasebeti veya muhalefeti ile ya rehberdir veya değildir.
Filozoflar bilimi merak ve tecessüse bağlarlar. Tecessüs olmadan bilim olmaz tezini savunurlar. Bu kadar önemli olan bu düşünürlerin tenkide açık olan tarafları nelerdir veya nedir? Tek bir kalem ve bir nokta: Kendi akıllarını tek düstur kabul edip onu vahyin üstünde görmeleri…
AKIL VE KRİTİK
Filozoflar akıl ve kritiğe çok önem verirler. Mesela kritisizmin temellerini hem ampirizme hem de rasyonalizme dayandıran Kant, asli bilgiye ulaşmanın tek yolunun deney-gözlem-tecrübî uygulamadan geçtiğini savunur. Bunlardan birinin eksik olması hâlinde, doğru bilgiye ulaşılamayacağını beyan eder.
John Locke (1632- 1704) ve David Hume’un (1711- 1776) sistematize ettiği ampirizm, bilimin kaynağının yalnız deney olduğunu savunur. Onlara göre doğuştan gelen hiçbir bilgi yoktur.
Bu ifadeler mucize, nübüvvet ve vehbî bilgilerle çelişir. Mesela Hazret-i Îsâ aleyhisselâm daha kundakta iken konuştu. Bu bilimsel gerçeklere ve tecrübeye aykırıdır.
Eğer her şeyin kaynağını tecrübeye dayandırır ve doğuştan gelen bilgi olmadığını kabul edersek, Hazret-i Îsâ’nın kundakta iken şuuri bilgilerle elde edilen kul olma vasfını idrak etmesi, kendisine ileride kitap verileceği konusunu, peygamber olacağı gerçeğini, namazın ve zekâtın farziyetini, onun göklere diri olarak kaldırılacağı haberini hangi akıl, hangi tecrübe ve hangi bilgi ile izah edebiliriz.
Mucize zaten akıl ve idrakin üzerinde bir olaydır. Filozoflar zaten bu tip olayları reddederler. Şüphe de önemli bir noktadır. Onlara göre felsefi her hakikatten şüphe duyulmalı; aklın delaletiyle tecrübe edilip kabul edilmelidir.
Bu önermeler fen bilgileri için geçerli olabilir. İmanî hakikatlere şüphe ile yaklaşmak mümkün değildir. Vahyin ve kelâmın bizâtihî kendisi olan Kur’ân-ı kerîm, Bakara Sûre-i Celîlesi 2. âyet-i kerîmede şüphe yolunu kesmiş ve imanî aklın ruha bağlı idrakiyle şöyle beyan buyurmuştur. “O kitap (Kur’an-ı kerîm); onda asla şüphe yoktur.” Birinci kademede aklın sermayesi ve şüphe, imanî hakikate teslim edilmiştir.
CEVHER VE ÂRAZ
Filozoflar cevher ve araz konularında da yanılırlar. Cevher asıldır, özdür. Âraz ise cevher üzerinde bulunur. Âraz, sıfat olup yalnız başına bulunamaz. Felsefeciler göre beş cevher, heyula suret, cisim, nefs ve akıldır. Nefs ve aklın aynı skalada mücerret olarak gösterilmeleri yine yanıldıklarındandır. Nefs, âlem-i halktandır; âlem-i emr ile münasebeti yoktur. Akıl, letâif-i aşerede yer almaz ama o da âlem-i halktandır
HANGİ AKIL?
Akl-ı sakim ve akl-ı meaş hep ilahi hakikatlere ters düşer. Bu akıllar nefs-i emmârenin emrindedir. Akıl yükselebilen, tezkiye edilmesi gereken bir varlıktır. Mütmainne, zekiye ve kâmile nefisle birlikte hareket ederse akl-ı me’ad ve akl-ı selime ulaşarak önemli hakikatlere vasıl olur. Akl-ı selime ulaşan akıl, hakikate erişmede istidlali rehber edinir. İstidlal, aklın kabul edeceği sağlam deliller olup, şüpheli konularda bu yol geçerli olmaz. Tecrübe, delili tasdik veya teyit etmek için başvurulan bir kaynak olabilir. Akıl bilinmeyenle uğraşmaz; gaybı da bilemez. Gayb tezahür etmediği için zaten bilgi sınırları dışındadır. Gayb, ilm-i ilahi tahtındadır. Mesela fen bilgileri tecrübeye dayandığı için medlul hükmünde olup akıl bunları tasdik eder. O hâlde “akıl için yol birdir” ifadesi her akıl için geçerli değildir. Akl-ı mecaz veya akl-ı meaş dünyevi işlerde rehber olabilir ama bu aklın mükemmelliğin ispatlamaz.
Esas olan şudur: Hakikate akılla değil kalple ulaşılır. Aklın kavrama gücü kendisine verilmiş derece ve buna bağlı ilim iledir.
Filozoflar akla o kadar değer verirler ki kâinatın tabakalaşmasının bile akılla sudur ettiğine inanırlar.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri “Aklın eksikliği peygamberlerin gönderilmesiyle tamamlandı” buyurur.
İmâm-ı Gazâli hazretleri de şöyle buyurur: “Akıl ile anlaşılan şeyler, his uzuvları ile anlaşılanların üstünde olduğu ve bunların yanlışını çıkardığı gibi, yani his uzuvlarımız akıl ile anlaşılan şeyleri anlayamayacağı gibi, akıl da peygamberlik makamında anlaşılan şeyleri kavramaktan âcizdir. İnanmaktan başka çaresi yoktur.”
Filozofların birçoğunun kabul ettiği akl-ı feâl için ise İmâm-ı Rabbânî hazretleri son noktayı koyar: “Bunların bozuk inanışlarına göre insan sıkışınca aklı feâle yalvarır, Allahü teâlâdan bir şey istemez. Allahü teâlânın dünyada olup bitenlerle hiç ilgisi yoktur derler. Bunlar sapık fırkaların hepsinden daha aşağıdadır.”
SUDUR NAZARİYESİ NEDİR?
Sudur nazariyesi Kindî’den Fârâbî’ye ve İbni Sînâ’ya uzanan bir yol olup “akl”ı her şey olarak kabul eden bir sistemdir. Filozoflar varlığın idrakinde muâkaleyi (akıl yürütme) temel aldıkları için her şeyi de akılla çözebileceklerine inanırlar.
Bu nazariyeye göre filozoflar Allah’ın kendini bilmesiyle ilk aklı yarattığını, sonra zincirleme olarak ilk aklın da kendisini bilmesiyle ikinci aklı yarattığını ve bu zincirleme yaratmanın devam ederek, gök tabakalarından nefse kadar bu teselsüli tekevvünün sürdüğünü kabul ederler.
Allah’ın kendisini bilmesi ifadesi ne demektir? Bilme ve idrak şuurla alakalıdır. Yeni doğan bir bebek, şuuru, idraki ve aklı tanzim edilinceye kadar kendi varlığından haberdar değildir. İlmin sahibi, alîm ve hakîm olan Allâh-ı azîmü’ş-şâna nasıl böyle bir ifade iare edilebilir?
İmâm-ı Gazâlî “rahmetullahi aleyh” kelâm ilminin sırlarını keşfedince bu batıl sistemlerin dini tahrip etmesine karşı, vahyin ve aklın birlikteliği ile mükemmel bir metot geliştirip reddi mümkün olmayan deliller manzumesini dercetmiştir.
Zaten Yunanî filozofların düşünce sarmalında kalan Fârâbî ve İbni Sînâ, Pilotinus’un “ilk ilke”sine (mecburî başlangıç) karşı Vâcibü’l-vücûdu kabul ederler. Burada gerçeğin içindedirler. Plotinus’un “ilk ilke”sinde ilk olma vasfı olduğu için bir zaman kavramı ifade ettiğinden ezel ve ebet mefhumları ile çelişkilidir.
Sudurdaki ilk akıldan sonra diğer akılların yaratılması, ilk aklın tekâmülü ve tekevvünü ile ilgili olup, ikinci aklın yaratılması ilk akla bağlı olduğundan İmam-ı Gazâlî hazretleri sudur sürecinin mecburi olma vasfından dolayı “Allah’ın her şeyi bildiği” gerçeğine ters düştüğünü beyan eder. (Tehâfütü’l- Felâsife)
İmam-ı Gazâlî hazretleri aklın mühim ve inkâr edilemez bir varlık olduğunu zaten kabul eder. Sadece vahyin, aklın ulaşamayacağı bir gerçek olduğunu savunur. Filozofların kendi dogmalarına göre kâinatın oluşumunu kabul etmelerine karşı, Hazret-i İmam, vahyin değişmez beyanıyla yaratılışı ve tekevvünatı kabul ettiğini ferâg-ı bâl (gönül rahatlığı) ile açıklar. Zaten imanın gereği de budur.
İmâm-ı Gazâlî’nin sözlerine filozoflar karşı çıkmışlardır. Tehâfütü’l- Felâsife’sine reddiye yazan İbn-i Rüşd “akıl dinden üstündür” tezini savunur. Bu durumda bir âyet veya bir hadîs akılla çelişirse hangisini tercih etmeli sorusu ortaya çıkar. İmâm-ı Gazâlî gerçeğe imanla ulaşılır derken, İbn-i Rüşd bilimle ulaşılacağını savunur.
Burada şunu sormak gerekir: Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerle akıl ve ilmin özellikle övüldüğü bir dinde İmâm-ı Gazâlî gibi muhteşem bir âlim ilme karşı çıkabilir mi? O, sadece insan bilgisinin ilm-i ilahî karşısında çok sınırlı olduğunu savunur.
Mesela birçok filozofun ruh üzerinde türlü fikirler yürüttüğünü biliyoruz. Ama Yüce Kitâb’ımızda “Ve sana ruhtan sorarlar; de ki: Ruh Rabb’imin emrindedir ve size ruha ait ilimden az bir şey verildi. (İsrâ Sûresi-85) Burada önemli olan gelmiş geçmiş varlıklar içinde Allahü teâlâ tarafından kendisine bütün ilimler bahşedilmiş olan Risâlet-penâh Hazretlerine ruh hakkında az bir ilim verilmiş olması beyan buyurulmuştur. Bu durumda Resûl aleyhisselâmın ilmi ile, ilm-i ilahî arasında da nasıl bir fark olduğunu anlamak gerekir
ÂLEM KADÎM OLABİLİR Mİ?
Gerek Muattıla gerek Dehriyyun ve gerekse Batınîler zat-sıfat, fâil-fiil konularında da çelişki içindedirler. Büyük âlim Gazâlî “Tehafüt” eserinde “Âlem Allah’tan sonra, Allah ise âlemden öncedir” der. İbn-i Sînâ, filozofların cevher olarak kabul ettikleri heyulanın, kadîm olduğuna inandığı için âlemin kıdemini kabul eder.
Bazı filozoflar Allah’ın vâcibü’l-vücûd ve mümkinü’l-vücûd olmasını tek güç şeklinde yorumlarlar. Allahü teâlâ vâcibü’l-vücûddur. Mümkinü’l-vücûd olması bu bakımdan mümkün değildir. Mümkün, imkân şartlarıyla ortaya çıkar. İmkân şartlara göre gelişen olabilirliktir. Mümkün, vücûbîlik değildir. Zata ve sıfatlara eş koşulması şirktir. Diğer varlıkların hepsi mümteniü’l-vücûddur. Âlem-i emrden olan ruh ve kalp ayrı mütâlaa edilmelidir. Mümteniü’l-vücûd zaten yok hükmündedir. Heyula da diğerleri de hep aynıdır.
Kısaca mesele şudur: Kitâb’a, sünnete sahih bilgilerine güvendiğimiz Ehl-i sünnet âlimlerine rağmen ilim iddiası, nefsin ve kibrin vehmidir. Söz budur; gerisi hiçtir vesselam..
.
ESKİ KITA BÖYLE DOĞDU… Batı’nın menşei ve değişimi
6 Ekim 2018 02:00
Prof. Dr. Osman Kemal Kayra
osmankemalkayra@gmail.com
Karadeniz Teknik Üniversitesi
Avrupa denince bu kıtayı bugünkü hâliyle düşünmemeliyiz. Kendi hâlinde insanların yaşadığı bu kıtanın yapısı 4. yy itibariyle tamamen değişmiş ve yerini yeni devletler almıştır. “Kavimler Göçü” denilen tarihi deprem Avrupa’yı altüst etmiştir. Asya Hun İmparatorluğu’nun dağılması sonucunda Hunlar batıya yönelince Avrupa’nın içlerine akın edip önlerine çıkan kavimleri de batıya doğru sürmeye başladılar.
Başlangıçta Kuzey Karadeniz ve Avrupa’nın doğusunda Ostrogotlar, Vizigotlar, Vandallar ve Germenler bulunuyorlardı. 375 tarihi itibariyle bu kavimler yerlerinde tutunamayarak batıya doğru hızla akmaya başladılar.
Bu göçler sonucunda Roma, Doğu Roma ve Batı Roma olarak ikiye ayrıldı. Bu, Kavimler Göçünün ilk büyük sosyolojik olayı olarak görülür. Avrupa bu olaylarla yeni bir etnik yapıya ulaştı. Alanlar, Vandallar, Vizigotlar İspanya yarımadasına gelip bugünkü İspanyolları; Angollar ve Saksonlar da Britanya adalarını mesken tutarak İngilizleri; Germen kavimleri ise Ren Nehri bölgesine yerleşip Almanları meydana getirdiler.
Bugünkü Danimarka, Norveç ve İsveç bölgesinde ise Vikingler yaşamaktaydı. Gemi yapımında usta olan bu kavim için deniz hayati önem taşıyordu. Kuzeyden güneye deniz yolu ile inen bu kavim, zaman zaman karalara çıkarak genç erkekleri esir alıp kürklerde çalıştırır, yaşlı ve çocukları öldürürlerdi. Genç kızları esir alıp onlardan yeni nesiller türettiler.
Bazı kaynaklarda Vikinglerin Amerika’ya Kristof Kolomb’dan 500 sene önce geldiği yazar. Kolomb, Atlantik’i aşarak 1492’de Kuzey Amerika’ya İspanya adına ayak basmıştır. Asıl hedef keşif değil, yeni sömürge imparatorlukları oluşturmaktı.
Bu göçler sonucunda kilisenin mutlak egemenliği başlamış ve bilim, yerini karanlık skolastik felsefeye bırakmıştır.
Kilisenin de baskısıyla birtakım güçler halkı canından bezdirmeye başlamıştı. Bu belirsiz ve düzensiz karmaşalı hayatta halk, kendilerini korumak için bir güce sığınmak ihtiyacı hissetti. Halkın korunmak için sığındığı bu güçlere “süzeren”; sığınanlara yani korunanlara da “vassal” dendi. Derebeylik veya diğer bir deyişle feodalizm bu kargaşa sırasında ortaya çıkmış, giderek ileride güce dayalı anarşinin kendisini göstermesiyle, Avrupa’nın suni soyluları diye bilinen mütegallibeleri türemiştir. Böylece 9. yy’da başlayan bu hiyerarşik düzen “senyör” ve “vassal” sınıfının temellerini atarak bütün Orta Çağ’ı etkileyen “feodalizm”i ortaya çıkarmış oldu.
Bütün Orta Çağ boyunca Avrupa, feodalizmin zalim kanunları ile inlerken Osmanlıda halk, adil bir düzen olan “tımar” sistemi ile topraklarını kullanıyordu.
Allahü teâlâ dinleri ve peygamberleri insanın dünya ve ahiret saadeti için göndermiştir. Avrupa, dini yalnız baskı ve kilisenin güç devşirmesi için kullanmıştır. Rahipler ve derebeyleri hiçbir insani hassasiyet ve incelik taşımadıkları için halk, kilisenin ve mütegallibenin (feodallerin) yani derebeylerin zulmü altında inliyordu. İnsanın olduğu yerde hassasiyet ve sanat da olmalıydı. Bu cılız tecessüsler yeni arayışları doğurdu ve Avrupa Rönesans’a doğru yol aldı.
İSTANBUL’UN FETHİNİN YOL AÇTIKLARI
İstanbul’un fethi tabii ki Avrupa için en önemli olayların başında gelir. Macar Tarihçi Bende Kalman şöyle der: “Türkler şimdi bütün Avrupa’nın problemi oldu. Avrupa uğradığı korku sebebiyle istemeyerek her gün nazarlarını Doğu’ya çevirmeye ve bu andan itibaren Türklere daha büyük dikkat atfetmeye başladı. Fatih Sultan Mehmet’in disiplinli idaresiyle, Müslümanların ahlaki birliğinde gizlenen kuvvet, ancak şimdi keşfolundu. Artık Bizans İmparatorluğunun iktidar yüzü ve vârisi olan Türkler, Avrupa politikasının korkulu bir uzvu olmuştur.”
Bu konuda E. Bourgeuis de şöyle der: “Fransızlar Haçlı Seferleri’nden vazgeçseler ve Türklerin İstanbul’a yerleşmesine göz yumsalardı, Orta Çağ biter ve modern çağlar daha evvel başlardı. (Manuel Historie de Politique Entragere, Paris, 1941, C.2, s.5 )
Fetih sonunda Avrupa Türklerin bütün kıtayı ele geçireceğinin korkusunu yaşamaya başlamıştı. Halk bu durumdan pek korkmazken; kilise halkı etkileyerek Türklerin barbar bir kavim olduğunu yayıyordu. İstanbul’un fethiyle hem feodalite, hem de skolastik zihniyet inkıraza uğramıştı.
RÖNESANS’LA ANTİK KÜLTÜR CANLANDI
Yeniden doğuş anlamına gelen Rönesans’ın 15 .yy’da başladığı bilinir. Bu yeni düzen, bilim, edebiyat ve sanatta bir hamledir. Temelinde bilim, sanat, tabiat ve insan vardır. Bu hareketi başlatan sebeplerin başında coğrafî keşifler, matbaa ve kâğıdın kullanılması gösterilir. Kitap beyinlere hızla nüfuz edince, matbaanın gücü de ortaya çıktı ve kilise baskısı çatırdamaya başladı.
Şunu da önemle belirtelim ki coğrafî keşiflerin esas amacı, barbar Avrupalı torunlarının, dedelerinden tevarüs ettikleri sömürge zihniyeti ile yeni istismar ve zulüm ülkeleri kurmaktı.
Bu durumda “Dünya bir tepsi gibidir” diyen kiliseye karşı keşifler bir yerde tam bir tekzip hüviyeti taşıdı. Hâlbuki bütün peygamberlere ve dolayısıyla da ümmetlerine kozmografya hakkında vahye dayalı doğru bilgiler aktarılmıştı.
Rönesans’la eski Yunan kültürüne (antik kültür) bir eğilim doğdu. Artık insanlar kiliseyi tek otorite olarak tanımıyordu. İtalya’da başlayan Rönesans, önce Fransa, Almanya, İngiltere ve 17. yy’da da İspanya ve Hollanda’da etkili oldu.
PROTESTANLIĞIN DOĞUŞU
Avrupa’yı etkileyen bir diğer olay da Protestanlığın doğuşudur. Almanca “isyan”, “başkaldırma” anlamını taşıyan protesto kelimesinden doğan bir Hristiyan mezhebidir. Martin Luther tarafından başlatılmıştır.
Kilisenin günahları bağışlaması ve bunun için halktan toplanan haraç gibi vergiler, İncil dilinin Latince olup papazların İncili kendi çıkarları doğrultusunda açıklayıp halkı aldatmaları, bu mezhebin doğmasına sebep olmuştur. Papa artık yanılmaz değildir. Protestanlık kilise baskısını hemen hemen yok eden bir sistem gibidir.
Şunu da hatırlatalım ki Hristiyanî mezhepler Batı’da “religion” yani din olarak geçer. Dolayısıyla bu mezhepler bir diğerini kâfirlikle suçlarlar. Birbirlerinin ayin şeklini kabul etmedikleri için, kendi mezheplerinin kiliselerini kullanırlar.
SANAYİ DEVRİMİ
Avrupa artık “Batı” olmaya doğru gidiyordu. Avrupa bir kıta adıyken “Batı” munis pırıltılar altında gizlenmiş bir sömürge ve zulüm empryalizminin özel adıdır.
James Watt’ın 1763’te buhar makinesini bulmasıyla Avrupa kısmen kol gücünden makine gücüne geçti. Buhar makineleri önce maden ocaklarında kullanılmaya başladı. Sonra tekstil sanayinde, giderek de kara ve deniz ulaşımında etkili bir güç hâline geldi. Çelik üretiminin artmasıyla makineleşmede patlama yaşandı.
Avrupa’da önce toprak ön planda idi; bu da derebeyliği kuvvetlendirmişti. Makineleşme, burjuvazi, kapitalizm, banka ve sigorta gibi yeni kavramları geliştirdi. Çok ortaklı şirketler kurulmaya başladı. Avrupa, Batılılaşma sürecinde doludizgin ilerliyordu.
FRANSIZ İHTİLALİ
Avrupa’yı kökten etkileyen bir diğer olay da Fransız İhtilali’dir. 14 Temmuz 1789’da Bastil Hapishanesi önünde başlayan hareket, giderek yayıldı ve bütün suçlular serbest bırakıldı. Hapis olanların çoğu zaten zulmen içeride tutuluyorlardı ama bunun yanında azılı katil ve soyguncular da serbest kalıp bu ihtilalin baş aktörleri oldular.
Fransız halkı sınıf ayrılıkları ve mali zorluklar altında aç ve sefil yaşıyordu. Pislik yüzünden salgın hastalıklar halkı kırıp geçiriyordu. Halk dört sınıfa ayrılmış olup suni sosyal duvarlar onları birbirlerine düşman yapıyordu. Soylular, rahipler, burjuvalar ve köylüler dört ayrı toplum gibi yaşamakla birlikte yükün en ağırını köylüler çekiyordu. Soylular, rahiplerin korumasında dinî ve kurumsal baskıyla halkı eziyordu. Önemli hukuk, edebiyat ve sosyoloji temsilcilerinin müdahil olmalarıyla, özellikle Jean Jacques Rousseau, Montequieu, Volter, Diderot gibi isimlerin halkı kiliseye ve düzene karşı kışkırtmalarıyla isyan çabuk büyüdü.
Bu sistemin temel iddiası insan hakları ve demokrasi idi. Hâkimiyet milletindir tezi yaygınlaştı. İnsan hakları ve laisizm anayasalarla belirlendi. Milliyetçilik akımı kuvvetlendi. Yine burjuva sınıfı güçlenirken din adamları kiliseye dayalı siyasi erklerini kaybettiler. Gerçi bunun sonuncunda Fransa yine sınıf ayrılıklarından ve zulümden kurtulamadığı gibi 1804’te de Napolyon İmparatorluğunun doğmasını engelleyemedi.
Bu hareket özellikle Osmanlı devleti ile Avusturya-Macaristan İmparatorluğunu doğrudan etkilemiştir.
LOUIS BLANC FAKTÖRÜ
İşçi sınıfının doğuşu ve makineleşmek, sermaye ve şirketleri kuvvetlendirirken halk ve işçi sınıfı yine ezilen bir sınıf olarak sınıfsal statüsünü korumaya devam ediyordu. Bütün yapılan yenileşmeler, devrimler burjuvaziyi kuvvetlendirmekten başka bir şeye yaramamıştı. Bu sisteme ilk ılımlı isyan Louis Blanc’dan geldi. Louis Blanc (1811-1882) bir Fransız politikacısı ve tarihçisidir. Şiddete dayanmayan, seçimlere dayalı, işçi sınıfının ağırlığında bir sosyalist sistemin kurulmasını ilk uygulamaya çalışan Blanc’dır. Burjuva ve sosyalizmin ortaklaşa yöneteceği sosyalist bir ütopya takipçisidir. Blanc, emek politikasını romantik olarak savunan bir sosyalisttir. Belki bu sistem Almanya ve İngiltere’de Sosyal Demokrat ve İşçi Partisi yönetimlerinde etkili olmuştur denilebilir.
KARL MARX VE KOMÜNİZM
Avrupa’da hızla yükselen kapitalizm ve sermaye sınıfını güçlenmesi tabii ki buna karşı olan fikirleri ve sistemleri de ortaya çıkaracaktı. Makineleşme ve işçi sınıfının belirginleşmesi sistemin altyapısını hazırlıyordu. Bu sisteme ilk etkili reaksiyon bir filozoftan geldi: Karl Heinrich Marx (1818-1883) filozof, ekonomist ve komünizmin fikrî kurucusudur. Manifestosunda şu fikir esastır: “Bütün sınıfsal toplumlarda olduğu gibi kapitalizm de kendisini yok etmeye yol açacak içsel dinamikleri bünyesinde barındırır. Kapitalizm nasıl, eskimiş feodalizmin yerini almışsa, sınıfsız bir toplum olan komünizm de devletin proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olmadığı siyasal geçiş sürecinden sonra onun yerini alacaktır.” (Marx-Engels Eserleri Bölüm 4.)
Marx’ın, sosyo-ekonomik gelişimin sonunda-Auguste Comte’un dinî evrim teorisi gibi sistemlerin komünizme evrileceğini savunması, Avrupa’yı bir hayli etkilemiş ve önce 1917’de Rus devrimi gerçekleşmiş, 1936’da SSCB anayasası bu sisteme uyarlanmıştır. Dünyada milyonlarca insanın katline sebep olan bu katı sistem, ekonomik dengesizlikler ve inanç zafiyetinden dolayı çabuk yayılmıştır.
Bu sistem insan haklarına yönelik hiçbir iyileştirme getirmemiş, işçi sınıfının da hâkimiyetini sağlamamıştır. Batı sosyalist blokunda kurulan antlaşmalar gereği Sovyetler Birliği’nin zulmen işgal ettiği Slav ülkeleri başta olmak üzere, yeni bir askerî pakt (Varşova Paktı) kurularak dünya kutuplara ayrılmış oldu. Çin’de Mao Devrimi ve bazı Uzak Doğu ülkelerinin de bu daireye katılmasıyla Kapitalizmin baskısından doğan, bu insan fıtratına uymayan sistem, birdenbire dünyayı yönetmeye aday bir rejim hâline gelivermiştir. Yani bir batıl sistemin zulmü karşısında, başka bir batıl sistemin zulmü doğmuş oldu. 1989’da Avrupa’da ve Rusya’da çöken bu sistem yerini, yine kapitalist sistemlere bırakırken, özellikle Rusya’da yeni rejimle türeyen oligarklar, Rus halkına eski rejimi aratmaktadır.
İslamî bir adaletin yönetiminde olmayan bu Batılı ve batıl sistemlerin, adının şu veya bu olması hiçbir şeyi değiştirmemiş, halk hiçbir şekilde mutlu olamamıştır.
1. VE 2. DÜNYA SAVAŞLARI
1914-1945 yılları arasında bütün dünyayı etkileyen iki cihan savaşı özellikle Avrupa’da tesirini daha çok göstermiştir. İkinci Dünya Savaşı’nda ortaya çıkan ve Almanya, İtalya ve İspanya’yı etkileyen Nazizm ve Faşizm gibi harp hâli sistemleri savaşların bitiminde etkisini kaybederken, özellikle Almanya’da başlayan Antisemitizm, (Yahudi karşıtlığı) savaş sonunda tuhaftır ki bütün Avrupa’da Yahudi-seviciliğe dönüşmüştür.
Sosyal bir facia olup milyonlarca insanın ölümüne yol açan savaşlar, Komünizmin tatbikat olarak doğuşunda da etkili olmuştur. Bu savaşların önemli bir yönü da Avrupa’nın demografik yapısını değiştirmesidir.
Ayrı bir bölüm olarak düşünülmesi gereken bu iki büyük savaşı ileride daha geniş işlemeye çalışacağız.
İşte Batı’nın kısa sergüzeşti…
Bir sonraki yazımızda buluşmak üzere esen kalınız efendim.
.
Devletler neden yıkılır?
10 Kasım 2018 02:00
PROF. DR. OSMAN KEMAL KAYRA
Devlet olmak için beynelmilel veya sadece o devlete münhasır bir sistem gereklidir. Sistemi olmayan devletin maddî zenginliği ve askerî gücü kendisini ayakta tutmaya yetmez. Osmanlı’nın kıtalararası yayılımına bakıp bu yüzden büyüktür demek hatadır. Osmanlı büyük devlet oldu; çünkü özellikle bir devlet sistemi geliştirdi.
Devletlerin kuruluşları, gelişmeleri ve tarihin sayfalarına gömülüp gitmeleri sosyolojik ve zamanla ilgili bir hakikattir.
İleriki yazılarımızda genişçe tahlil edeceğimiz Osmanlı Devleti, hızla büyüyüp kıtalararası bir güce ulaşmakla birlikte, büyük devlet statüsüne ancak Fatih’ten sonra kavuşabilmiştir.
Aşiretten devlete geçiş yalnız fütuhatla olmamıştır. Batı’ya açılışı sağlayan Sırpsındığı, 1. Kosova, Niğbolu, Varna ve 2. Kosova savaşlarıdır. Bu savaşlar aslında Avrupa’da tanınmamızı ve orada var olmamızı başlatmıştır.
İstanbul’un alınması da bir fetih meselesidir. Fetihlerle büyük devlet olunmaz. Devlet olmak için çok başka sebepler gerekir. Sadece fetihlerle büyük devlet olunsaydı, büyük toprak parçalarını fetheden barbar kavimlerin en az biri ikisi büyük ve kalıcı olmalıydı. Ama böyle olmadı.
Devlet olmak için beynelmilel veya sadece o devlete münhasır bir sistem gereklidir. Sistemi olmayan devletin maddî zenginliği ve askerî gücü kendisini ayakta tutmaya yetmez. Osmanlı’nın kıtalararası yayılımına bakıp bu yüzden büyüktür demek hatadır. Osmanlı büyük devlet oldu; çünkü özellikle bir devlet sistemi geliştirdi. O sistemden inhiraf etmeye başlayınca, önce duraklama sonra çöküş başladı.
Türklerde, Hunlarla başlayıp Göktürklerle devam eden süreç, Büyük Selçuklu ve Anadolu Selçuklu Devleti’nin kuruluş ve çöküşü, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu hazırlayan faktörler olarak düşünülmelidir. Her devletin doğuş öncesi, doğuşu, yaşama süreci ile çöküşü, insan hayatına çok benzer. Anatomik, psikolojik, sosyolojik ve sonrasında iktisadî unsurlar, insanı çevreleyen faktörler gibi devleti de mutlak surette etkiler.
Devletlerin güçlü veya zayıf olmaları da etrafındaki devletlerle doğrudan ilişkilidir. Bulunulan coğrafyada kendine yer edinmek isteyen devletler, temellerini sağlam zeminlere oturtmalı ve rekabet gücünü artırmalıdır. Güce boyun eğmek tabiatın gereğidir ama o güce tabi oluncaya kadar direnmek de tabiatın gereğidir. Hiçbir güç hemen ortaya çıkıp hükümranlığını ilan edemez. Gücün onaylanması için rakip devletlerin zayıf değil güçlü olmaları gerekir. Güç, güçle kendisini ispatlar. Eğer Moğollar olmasaydı Osmanlı da olmazdı.
Fizik güç belli bir döneme kadar rekabeti kendi lehine çevirir. Dengeler eşitlenince artık başka unsurlar devreye girer. Devlet teşkilatı, bilimin gücü, altyapı ve şehirleşme, çevreyle temas ve ittifaklar kurma, dengeyi bu şartları sağlayan devletin lehine çevirir. Dengeyi lehine çeviren devlet için esas zor dönem başlar. İbre gücü göstermeye başlayınca o ibreyi sabit tutmak, duraklamaktır; o ibre hep aynı kalmaz.
Şimdi tarihte belli bir dönem büyük devlet statüsü kazanıp sonra sisteminden inhiraf edip yıkılan bazı devletlere bir göz atalım:
BİZANS’I, HALKA ZULÜM BİTİRDİ
Bizans devlet adamları, Osmanlıdan kurtulmak için Avrupa’daki Hristiyanlardan yardım istediler. Papa, bu yardıma karşılık kiliselerin birleşmesini istedi. Bizanslılar 1439 Floransa Konsili’nde bu teklifi kabul etti. Fakat halkın tamamına yakını ve bazı din adamları Ortodokslukla Katolikliğin tamamen ayrı olduğunu ve bu birleşmenin uğursuzluk getireceğini kabul ediyorlardı. Halkın büyük bir kısmı Latin yardımı almaktansa Osmanlını âdil yönetimini tercih ediyordu. Bu arada Grandük Notaras “Şehirde Latin külahı görmektense Türk sarığı görmeyi tercih ederim” diyerek Bizans halkının duygularına tercüman oluyordu. En kuvvetli savunma şartları ve Grejuva denilen Rum ateşi ile tahkim edilmiş ve aşılmaz denen surlarla fantastik bir güven rüyasıyla uyuyan Bizans da, halka yapılan zulmün yıkıntıları arasında tarihin tozlu sayfalarına gömülüp gitmiştir.
MEKKE’YE İSLAM GÜNEŞİ DOĞDU
İslamiyet’ten evvel bir şehir devleti olan ve ilkel kanunların kanunsuzluğundaki Mekke, Kâbe-i muazzama sayesinde bölgenin ticaret merkeziydi. Aristokrat putperestler, halkı köle gibi çalıştırıp sefih bir hayat yaşıyorlardı. Zenginlerin zenginliği, fakirlerin acz ve ahmaklığı ekonomik gücü eksiltmeye başlamıştı. Mekke döneminde, o zamana kadar kutsiyetlerinden hiç şüphe edilmeyen putlara mesafeli bir yaklaşım başladı. Devlet görünümündeki şehir, iktisadî ve askerî yönden nispeten güçlü ama adalet yönüyle çok kötüydü.
Güce ve baskıya dayalı bir devletin, hukuksuz da olsa yıkılması çok zordur. Zulmü çok büyük bir güç engelleyebilir. Bazen bu güç Hakk’ın görünen yüzü olabilir. Zulmü çökerten güç Hakk’ın göstergesi olmazsa, daha büyük bir zulüm, eski gücü bile aratabilir.
Mekke zenginliğinin farkına varamayan bir şehir devleti gibiydi. Bu ekonomik gücün üç ayağı, ticaret, hayvancılık ve geniş bahçe meyveciliği idi. Mekke’nin akıl dışı uygulamaları hayvancılığa büyük darbe vuruyordu. Ticaretin ağırlığı da dinî kaynaklı Mekke merkezli ve putperestliğin hem din hem de ticaret yolun açan put alım ve satımı idi. Bunun yanında kumaş ve benzeri ayniyat da ticaretin önemli bir koluydu.
Medine’de İslam devletinin doğuşu, Mekke’de önce karanlığa sonra da Medine uzantılı aydınlığa sebep olmuş, sefil aristokrat ilkel devlet yerine Hazret-i Risâlet-penâh önderliğinde modern ve âdil bir devlet kurulmuştur.
EMEVÎLERİN MÜSPET İCRAATLARI DA VAR
Bir İslam devleti olan Emevîler, dört halifenin geleneğini sürdürmemenin bedelini ödemiştir. Aslında bu dönemde yapılmış çok müspet icraatlar vardır. Bu devirde İstanbul kuşatılmış, 673’teki bu olaydan sonra Bizans, Emevîlere yüklü bir vergi ödemek zorunda kalmıştır.
İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe hazretlerinin yaşadığı bu devir aynı zamanda Tabiîn-i kirâm hazerâtının da yaşadığı dönemdir. Müfessir, muhaddis ve fakihlerin en ünlüleri de bu döneme aittir. Ebu Hanife’yle birlikte bu devirde Hasen-i Basrî, Saîd bin Cübeyr, Saîd bin Müseyyeb, Atâ, Mâlik bin Enes, İbni Cüreyc, İbni Şübrüme, Haccâc bin Ertâd, Evzâî, Şu’be bin Haccâc, Süfyâne’s Sevrî, Abdullah bin Mübârek, İmâm-ı Şâfiî “rıdvanullâhi teâlâ aleyhim ecmaîn” gibi büyük âlimler yetişmiştir.
Bu devrin bir diğer önemli olayı, büyük Halife Ömer ibni Abdülazîz’in isteğiyle ilk hadis tedvinini İbni Şihâbe’z-Zührî başlatmıştır. Fıkıh ilminde yeni ekoller de bu dönemde meydana gelmiştir. Ne yazık ki bu dönemde bütün İslam dünyasını hüzne, acıya boğan Kerbelâ olayı da yaşanmıştır. Kur’ân-ı kerîm’in hükmüyle bir ırka veya kavme dayalı imtiyaz yasaklanmışken Emevîlerin, Arap olmayanları aşağılamaları ve bu soydan gelmeyenleri devlet kademelerine getirmemeleri anlaşılır gibi değildir. O devirde mevaliden sürekli haraç alınması, Ebâ Müslim ve yanındakileri ayaklandırdı. 747’de harekete geçen Ebâ Müslim 749’da Kûfe’yi ele geçirdi. Ebu’l- Abbâs halife oldu. Mervan bin Muhammed Zap Suyu kenarındaki savaşı kaybetti ve öldürüldü. Bu olay aslî Emevîlerin sonu oldu.
ABBÂSÎLERİN BELASI: HÜLAGÜ
Ebâ Müslim Horasânî 750’de kurulan Abbâsî Devleti’nin ilk akla gelen ismi olmakla beraber bu devletin esas kurucusu Ebu’l-Abbâs Abdullâh’tır. Ebu’l Abbâs’ın lakabı olan “Seffâh” kan dökücü anlamında olup Hazret-i Hüseyin’in kanını dökenlerin devletini yine kan dökerek yıkmıştır. Seffâh, bütün Emevî hânedanını katletti. Bu katliamdan tek kurtulan Abdurrahmân, İspanya’ya kaçarak orada Endülüs Emevî Devleti’ni kurdu.
Abbâsîler döneminde de siyasete âlet olmadığı için İmâm-ı A’zam, büyük işkencelere maruz kalmıştır. Halife Mansûr’un kadılık teklifini ısrarla reddettiği için kendisi yine zindana atılmış, Bağdat sokaklarında kırbaçlattırılmıştır. Kadılığı kabul etmeyip müteahhitiği benimsemesi de onu kurtaramamıştır. Halife Mansur onu yine zindana attı ve bu mübarek zat zindanda zehirlenerek şehâdet şerbetini içti.
Bu dönemin büyük felaketi Hülagü Han’dır. Cengiz Han’ın torunu ve İlhanlı Devleti’nin kurucusu Hülagü belki hayatının en hayırlı amelini Alamut Kalesi’ni içindekileriyle beraber yok ederek işlemiştir. Hasan Sabbâh’ın bu muhkem kalesine yer altından tüneller döşenmiş ve bu tünellere barut ve petrol döşenerek kale, içindekileriyle beraber yok edilmiştir.
Ancak 1258’de Bağdat’a giren Hülagü yüz binlerce insanı öldürüp halifeyi de Moğol-bozkır geleneğine göre keçelere sarıp at nalları altında ezdirerek katletmiştir. (Bozkır töresinde asillerin kanı arza akıtılamaz. Bu gelenek Osmanlı’da da yaşatılmıştır. Hanedan üyeleri yay kirişi ile öldürülmüştür.)
Hülagü Bağdat’a girince halk korkusundan camilere sığınmıştır. Rivayete göre bir camiye atıyla dalan Hülagü, halka şöyle seslenmiştir: Ey Bağdat halkı! Siz ne zalim ve günahkâr bir kavimmişsiniz ki, kader benim gibi bir belayı size musallat etti.
Bağdat’ın istilasında binlerce kütüphane ve diğer yapılar yerle bir edilirken sayısız kıymetli eser de yakılıp kül edilmiştir.
Emevilerden ve Abbâsîlerden zulüm gören İmâm-ı A’zam hazretleri eğer Osmanlı döneminde yaşamış olsaydı, şüphesiz en büyük saygıyı görürdü. Emevilerin ve Abbâsîlerin yıkılış sebeplerinin başında, her iki devletin de bu büyük İslam âlimine yaptıkları zulmün etkisi çok büyüktür. Bu hareketler, Allâhü teâlânın gazabına ve Resûlullâh Efendimiz’in hüzn-i derûnuna sebep olmuştur.
MOĞOLLAR
Tarihin kaydettiği en acımasız devletlerden birisi de Moğollardır. Geçtiği yerleri yakıp yıkan, Cengiz Yasaları ile ülkelere adalet getirdiğine inanan putperest Cengiz, yayılmacı politikasının, coğrafyasındaki insanlara yaptığı zulümlerle tarihin kara sayfalarının mimarı olmuştur. Moğollar her imparatorluk gibi etnik olarak saf değildi. Bu toplulukta Türk unsurları olan ve Türkçe konuşan boylar da vardı.
13. yy.da Marko Polo Cengiz İmparatorluğunu gezmiş “Tatar” kelimesini Türkler ve Moğollar için kullanmıştır.
Prof. Dr. Zeki Velidi Togan 1941’de yayınladığı “Moğollar, Cengiz ve Türklük” eserinde ve 1946’da yayınladığı “Umumi Türk Tarihine Giriş” adlı eserinde, 1221’de Cengiz Kaan’ı ziyaret eden Çao-Hung adlı bir Çin elçisinin verdiği bilgilere dayalı olarak Moğolları Türk kabul eder.
Ziya Gökalp da çok şeyde yanıldığı gibi, bu konuda da yanılıp Moğolları Türk kabul eder. ”Turan” adlı şiirinde Atilla ile Cengiz’i aynı paralelde değerlendirir:
“Sahifelerde değil çünkü Atilla Cengiz-Zaferlerle ırkımı tetvîç eden bu nâsiyeler/O tozlu çerçevelerde o iftirâ âmiz-Muhit içinde görünmekte tozlu şermende/Fakat şerefle nümâyân Sezar'la İskender.'' (Sezar ve İskender şerefle görünürlerken zaferlerle ırkımı taçlandıran Atilla ile Cengiz tozlu çerçevelerde iftiraya bulaşmışlardır.)
Tarihçilerin kahir ekseriyeti Moğolları Türk kabul etmezler... Moğol İmparatorluğu da, Cengiz’in sağlığında çocukları ve torunları arasında paylaşılmış, büyük Türk-Moğol Hakanı Timur Han hariç, diğerleri zulüm ile âbâd olamayıp yok olup gitmişlerdir. Bir dahaki yazımızda buluşmak üzere esen kalınız efendim.
.
Osmanlıyla birlikte neler gitti? Çöküşe doğru...
9 Aralık 2018 02:00
PROF. DR. OSMAN KEMAL KAYRA
osmankemalkayra@gmail.com
Karadeniz Teknik Üniversitesi
Devletlerle insan bünyeleri arasında tuhaf bir benzerlik vardır.
İnsan, zamanla genelde gürbüz ve sağlıklı bir bünyeye sahip olur; bunun hep böyle gideceğini zanneder. Bünyenin tabiatı hilafına her hareket onu tahrip etmeye başlar.
Bünye harabiyet yaşarken en değerli destek acil kan takviyesidir. Ama her kan her bünyede kullanılamaz.
Organlar da bünyeler için özeldir. Her organ her bünyeye aktarılamaz…
Devletler de bir organizma gibidir; başlı başına sistemdir. Gelişiminde bu organizmanın tabii şartlarına uyulduğunda hiçbir problem yaşanmaz. Devletler büyüdükçe bu gelişmeyle doğru orantılı olarak problemleri artar. Her problem ya iç bünye verileriyle veya bünyeye en uygun olanıyla çözümlenmelidir.
Devletlerin altyapısı çok sağlam olmalıdır. Unutulmasın! Piramitlerin tabanı çok sağlam ve geniş bir alana oturduğu için, tepedeki tahribat bünyeyi pek etkilemez.
Türk devletleri geçirmiş olduğu test kuruluşlarıyla nihaî devlet yapısına ulaşmış ve tarihin en muazzam devletlerinden birisi olan Osmanlı Devleti’ni kurmuştur.
Devletler hem nüfus hem de ekonomik gücün inkişafı için, yeni topraklara yeni fetihlere ihtiyaç duyar. Fetihle her alınan yeni topraklar ve yeni nüfus, bünyeye dıştan eklenen bir organ gibidir. O bir transplantasyondur. Uyum zaman alır. Bünye onu ya kabul eder veya reddeder.
Tarih boyunca kurulan Türk devletleri iç ve dış etkenlerin tahribatıyla yıkılırken akabinde yeni bir Türk devleti kurulmuştur. Aslında bütün toplumlar bir güç etrafında birleşmeye uygundur. Bu toplu yaşamanın gereğidir. Devlet şemsiyesi vatandaşın teminatıdır.
DEVLET GELENEĞİ
Büyük devletlerin kuruluşundan sonraki hedefe uzanması, yüz yıllar almıştır. Hunlardan, Göktürklerden, Uygurlardan, iki Selçukludan Osmanlıya geçiş Türklerde sağlam bir devlet geleneğini de beraberinde getirmiştir. Türklerde devlet sistemi, yapı ve felsefe yönüyle o kadar tutarlı olmuştur ki, 750’de kurulan Abbasi Devleti’nde 833 tarihinden itibaren Türklerin gücü hissedilmeye başlamıştır. Moğollarda da askerî gücün büyük bir kısmı Türklerden oluşmakta ise de Altınordu Devleti’ne kadar yönetimde Türk hâkimiyeti sağlanamamıştır.
Göktürk ve Uygur devletleri Şehzadebaşı Camii, Selçuklu Devletleri Süleymaniye Camii, Osmanlı Devleti ise Selimiye Camii gibidir. Kurulan bu devletler, Türklerin çıraklık, kalfalık ve ustalık eserleri gibidir. Her biri büyük ve şaşaalı bünyelerdir.
Birçok insan -belki İstanbul’da olması bakımından-Süleymaniye Camii’ni, Selimiye Camii’nden üstün tutar. Şurası bir gerçek ki, Şehzadebaşı Camii’nin flu ve esrarengiz iç mekânı, hepsinden üstündür.
Şu hâlde Türklerin kurduğu her devlet bazı bakımlardan üstünlük ve tercih göstergesi taşır. Orta ve Kuzey Asya’dan başlayıp Horasan’a kadar inen Türk boyları olmasaydı ne Selçuklu ne de Osmanlı olurdu. Hiçbir devlet, “hudâyî nâbit” değildir. Onları hazırlayan güç, toprağın çok derinlerine inmiş olan kökleridir.
Türklerin ustalık eseri Osmanlı Devleti özenle işlenmiş bir pırlanta gibidir. Yüzlerce yıl ustalar bu pırlantaya şekil vermişlerdir. Bu pırlantanın ışıltısı bir anda Avrupa’nın gözlerini kamaştırmış ve bu pırlantaya bütün olarak sahip olmak istemişlerdir. Bunu başaramayınca da onu parçalara ayırarak ele geçirmeye çalışmışlardır. Peki, biz neden bu pırlantayı bütün olarak koruyamadık da, parçalarının çok büyük bir kısmını Batı’ya kaptırdık?
Osmanlı Devleti, Orta Asya’nın bütün izlerini taşıyan Kayı Boyu tarafından kurulduğunda, bütün değerleriyle kendisiydi. Tek fark, Göktürkler ve Uygurlardan alınan askerî ve teşkilat gücüyle, Selçuklulardan alınan yeni ve ateşleyici güç olan İslamiyet’ti. Her ne kadar Türkler İslamiyet’i 10. yy.da kabul ettilerse de devlet teşkilatında uygulanan İslamiyet’i Selçukludan tevarüs ettiler.
Osmanlı, Selçuklunun uyguladığı devlet ve inanç sistemiyle kurulsaydı 100 yıl bile yaşayamazdı. Çünkü deyim yerindeyse Osmanlı âdeta “münfesih” bir devletten sonra kurulmuştur. Adalet sisteminin çöktüğü, Babaî isyanlarını hiç de haksız yere çıkmadığı bir devletin çürük temelleri üzerine, bir devlet bina edilemezdi.
Osmanlı, Orta Asya’nın hür ve engin coğrafyasının genetiğinde olan sınırlandırılamama, haksızlığa isyan, tam bulamadıkları ilme boyun eğme ve aşırı saygı, Dîn-i mübin-i İslam’a ve Ehl-i sünnet itikadına en samimi bir sabâvet duygusuyla bağlanma ve cihadın düğün şenliğiyle yapılmasıyla bir anda hızla büyümeye başladı.
DEVLET VE HEDEF
Osmanlı Devleti Doğu’dan geldiğinin fakat genişleyebilmek için Batı’ya açılması gerektiğinin idraki içindeydi. Ama şuur dosdoğru işliyordu: Ne tam Doğu’dan kopmak, ne de Batılı olmak... Zaten problemler kendisini göstermeye başlayınca misyon da belirlendi. Vizyon perspektifi baş döndürücü bir hızla gelişirken misyonu da onunla atbaşı gitmeseydi, Osmanlı olmazdı.
833’ten beri İslam’ın sancaktarlığını yapan bu millet Abbasi Halifesi Mu’tasımla bu devlet içinde teşkilatlanmaya başladı. Harun Reşid’in oğlu olan Mu’tasım’ın annesi Türk bir cariye olan Merîde idi. Mu’tasım, Bağdad’a 125 km uzaklıktaki Samerra’yı başkent yaptı. Saray teşkilatı ve valiler büyük oranda Türklerden meydana geliyordu. Daha evvel Halife Mansur ve Me’mun da Türkleri orduda geniş çapta kullanmışlardı.
Osmanlı, İslam’a hâdim olmayı şeref sayıp ona musallat olan sözde İslam devletleriyle de savaşıp Doğu’da ve Güney’de İslam birliği için mücadele etmiş, Batı’da da hedefi; adalet, insanlık, hürriyet, sulh ve refah demek olan İslam’ı yani Allahü teâlânın adını yükseltmekti. İşte misyon buydu: Doğu’da ve Güney’de ittihad-ı İslam (İslam’ın birliği) Batı’da ise i’lâ-yı kelimetullah (Allah’ın adını yüceltmek). Bunun da şifresi “Kızılelma” idi.
Fethettiği her toprağın insanına teminat ve gölge olup onları bir baba şefkatiyle yöneten Osmanlının yanında, gasbettiği coğrafyada korku ve dehşet salarak insan haklarını yok sayan ve onları köleleştiren bir sistem vardı. Yani Batı… O hâlde hedef açıktı: Zulme karşı i’lâ-yı kelimetullah…
İslamiyet insana bütün olarak bakıp onu hep değerli görmüştür. Osmanlı ev dükkânların dış cephelerinde çok dikkat çeken bir levha asılırdı: “Yâ hazret-i insan”… Bu ibareyi düşünmek bile Batı’nın idrak sınırları dışındadır.
Her gün Batı’nın yaptığı yeni zulümler ortaya çıkmaktadır. Daha da saklı olan bu ayıp bohçası açıldıkça neler çıkacaktır.
İNSANLIK AYIPLARI
1958’e kadar Brüksel’de bir sergi-bahçe vardı. Adı “Human Zoo” yani “İnsanât Bahçesi”. Hayvanat bahçesi bilinir de bu neyin nesidir! Batılı zalimler 19. yy boyunca Afrika’dan getirdikleri kölelerin bir kısmını tel örgüler arkasında bilet mukabili insanların seyrine açıyordu. Bir uyarı ise daha da yürek burkuyordu: “Kongolulara yemek atmayın, bugün onların yemleri verildi.” Hey Batı! Zalim Batı! İslamiyet vahşi hayvanları bile zulmen kafeste saklamayı yasaklarken sen insanları hayvan gibi sergiledin!..
Fransızlar şehit ettikleri Cezayirlilerin tahnit edilmiş kesik başlarını tarihî eser gibi teşhir ettiler. Ve bütün bunlara ses çıkarmayan insanlık!
Bir şeyler tam rayına oturmuşken, her şey güzel giderken ne oldu da bu işleyiş aksamaya başladı. 17. ve 18. yy.larda Batı özenilecek bir sisteme sahip olmadığı için bu dönemlerde Osmanlıda Batı’ya karşı bir cazibe algısı da yoktu.
ÇARE YİNE SENDE
Rakibi kuvvetlendiren yine rakibidir. Yıllarca hükümran olunan topraklarda bile ırk, dil, din birliği kurmak mümkün değildir. Kaldı ki İslamiyet de bunu emretmiyordu. Değişik dillerde, değişik dinlerde ve değişik ırklarda zamanla gelişen derunî bir kopma duygusu gelişmeye başladı.
Irk faktörü çok önemlidir; organik mensubiyeti celbeder. Ümmet duygusu ise yüksek bir şuur ve feragat gerektirir. Buna rağmen bu tehlikeyi sezen Yüce Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm) “Arap’ın Acem’e, Acem’in de Arap’a üstünlüğü yoktur” diyerek ırka dayalı ayrıcalık kavramını baştan yasakladı. Burada Acem, Arap dışındaki bütün kavimler anlamındadır. Ümmet kavramının üstün kavrayıcılığı tam idrak edilemeyince, biraz kışkırtılan Osmanlı tâbiyetinde olan İslam topluluklarında bağımsızlık hevesi ateşlendi. Daha evvel Papalığın ve Kutsal İttifak Devletleri’nin teşvikiyle, Bulgarlar, Sırplar, Karadağlar, Eflaklar ve Yunanlar bir bir isyan etmeye başladılar. Dili ve dini farklı olan bu toplulukların kopma isteklerine sosyolojik bir yaklaşımla bir mantık açısı bulunabilir. Ya ümmet topluluğuna ne oldu?
İslam coğrafyasında Sancak-ı şerif altında ve Hilafet siyanetinde her imtiyaza eşit sahip olan Müslüman topluluklara ne oldu? Risâletpenâh Efendimizin mücaviri olduğu için ayrı bir hürmet ve itibara sahip olan Araplara ne oldu? Bunu sadece Osmanlının giderek güç kaybetmesine bağlamak hatadır. Bu, İslam coğrafyasında şans gibi görünen fakat aslında bir bela gibi felaketlerin kaynağı olan petrolün bulunması idi. 19. yy. ile hızla sanayileşmeye başlayan Batı’nın coğrafyasında petrol yoktu. Hatta dar alanları tarıma bile elverişli değildi. Tek çıkar yol sanayi çarkının dönebilmesi için petrol bulmaktı.
Hedef, Osmanlı Devleti bünyesinde olan İslam topluluklarını isyana teşvik etmekti. İç isyanlar devlet bünyesini felç edip onları yeni himaye odakları aramaya sevk eder. Yıllardır Osmanlı himayesinde ferah fahur yaşayan İslam toplulukları, Batı’nın fitnesiyle birer birer isyana başladılar. Batı’nın attığı fitne tohumu, beklenenden de çabuk yeşerdi.
Haremeyn, ona en büyük saygıyı gösteren ve yıllarca kendi rızkından keserek Sürre Alayları tertip eden ve Ehl-i sünnet itikadından taviz vermeyen Türk’ün himayesinde olmalıydı. Resulullah Efendimiz, demir yolu yapımında malzeme taşıyan atların nallarından çıkan sesleri edebe mugayir bularak, o nallara keçe saran bu aziz milletin edebinin üst derecedeki saygısının gölgesinde uyumalıydı!.. Ama bırakmadılar. Bırakmadılar…
Dört yüz yıldan fazla Osmanlının himayesinde korkusuzca ve emin olarak yaşayan Hristiyan ve Musevî topluluklar, Kudüs elden çıktığından beri, bir an rahat nefes alabildiler mi? Filistin davası Batı’nın en şeytanî planlarından biridir. Artık Batı kendi hükmünde zaferini kutlamaya başlamıştır. İnsanî güçlerle bu işleyişe kolay kolay dur denilemez. Ama unuttukları bir şey var: Onlar “zafer” diye bağırıp hileleri ve tuzakları ile övünürlerken, o hileleri ve tuzakları en hayırla bozan Allahü teâlâ buna ne diyecek. “Gevşemeyin, üzülmeyin inanıyorsanız üstün olan sizsiniz” (Al-i İmran 139) ilahî fermanı mucibince yine Yüce Rabbimizden ümit kesmeyeceğiz.
BÜYÜK TURAN ÜLKÜSÜ
Ey Seyyid Ahmed Arvasî’nin manevî rahle-i tedrisinde yetişen ülkücü kardeşlerim! Yıllarca “Tanrı Dağı kadar Türk, Hıra Dağı kadar Müslümanız” diye hançerelerimizi yırtmadık mı? O hâlde hedef artık “YENİ TURAN ÜLKÜSÜ”dür. O Turan Ülküsü, Haremeynü’ş-şerifeyn’i ve Kudüs-i Şerif’i ihata etmezse eksik değil midir? “Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi” ideal olunca işte o zaman Türk İslam Ülküsü hedefini bulacak ve Seyyid Ahmed Arvasî’nin ruhu şâd olacaktır…
Bir sonraki yazımızda buluşmak üzere esen kalınız efendim
.
.
..XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX
Büyük devlet nasıl olur?
6 Ocak 2019 02:00
PROF. DR. OSMAN KEMAL KAYRA
osmankemalkayra@gmail.com
Karadeniz Teknik Üniversitesi
Büyük devletlerin çoğu genelde deneme devreleri geçirerek hatta bölünerek ve yıkılarak tekrar kurulurlar. Bu çöküş ve yeniden yapılanmalar birkaç defa da olabilir. Her bölünme ve yıkılış -ki genelde ihanetle olur- devletin yeniden yapılanmasında kurulan devlete büyük tecrübeler sunar; tekrar aynı hataya düşmemek için tedbirler alınır. Buna rağmen yine arızalar olur mu? Olur!
Kuvvetli devletlerin kuvvetli rakipleri olur. Kuvvet kuvvete galip gelmezse bu sefer hileler ve ihanetler devreye girer. En tehlikeli düşman, içteki dost görünümlü düşmandır.
Otorite çift başlılığı kabul etmez. Bölgenin en güçlü ve hâkim devleti kendisine rakip olsun veya olmasın, her devleti ya topraklarına katıp egemen olmak veya yok etmek ister. Bu teoriye bugünkü şartlarda soğuk bakılabilir ama büyük ve emperyalist devletlerin bu iştihası asla yok olmamıştır. Yıllarca aynı coğrafyada ve ümmet kavramı içinde en büyük ortaklığı paylaşan devletler veya topluluklar, kendilerine Batılı devletlerce sunulan sanal devlet aldatmacası ve şuursuzca empoze edilen batıl kavmiyetçiliği ümmet bağından üstün görerek ayaklanmaya başlamışlardır. İşte Orta Doğu’nun hâli budur.
Balkanlarda hep diri tutulan ise aslî kavmiyetçilik ve bağımsızlık aldatmacası olmuştur.
Rusya, Büyük Türkistan’ı parçalarken, Batılı güçler Ortodoks ve Slav ağırlıklı küçük toplulukları, Osmanlıdan koparıp mono-blok devletler yerine butik devletler kurarak güçlü birliklerin oluşmasını engellemişlerdir. Maksat özerk (muhtar) yönetimli devletler değil, kendilerine bağımlı uşak devletler oluşturmaktır.
DEĞİŞİM İSTEKLERİ DEVREYE GİRİNCE
Dünyanın yeniden yapılanmasını sağlayan en önemli faktör ekonomik dengelerin değişmesidir. Yirminci asırla birlikte hızla gelişen monark idareleri yıkma çabaları önce meşrutî krallıklar vadiyle devreye girmiş, sonra daha çok hürriyet ve daha çok demokrasi gibi kulağa hoş gelen sloganlarla kitleleri hipnoz güdümlüleri hâline getirmiştir. Zaten Batı’nın en güçlü silahı da budur. Bu silah ne tutukluk yapar ne de hata…
Osmanlı döneminde bugünkü irili ufaklı Arap devletlerinin hepsi Osmanlı ümmet topluluğu içinde huzur içinde yaşıyorlardı. Orada hatırı sayılır bir Irak-ı Arap ve Irak-ı Acem vardı.
Orta Doğu’da, kurulan istikrarsızlık abidesi sanal devletler, Osmanlı’dan çalınıp sipariş üzerine kurulan güdümlü butik devletlerdir. İngilizler tarafından düzenlenen bayraklarının hepsinde genellikle alttaki siyah paralel renk kuşağı, Osmanlıya düşmanlığın simgesi olarak tasarlanmıştır.
Şimdi Fırat’ın doğusu da batısı da niçin önemli, daha iyi anlaşılmıyor mu? O hâlde kılıç hakkımız olan bu topraklarda, tekrar adalet sağlamamıza kim, nasıl mâni olabilir ki…
Orta Doğu’da demokrasi en çok da petrol bölgelerindeki devletlere vadediliyor. İyi veya kötü, halkın kendi içinden çıkan diktatörler veya ılımlı krallar yıkılıp, uydu sistemli, uzaktan kumandalı demokrat?! yöneticiler halkın başına dikiliyor.
İnsanlar bazen şöyle düşünebilirler: Zaten belirtildiği gibi yayılmacılığın en büyük sebebi, petrol rezervlerinin olduğu alanlardaki stratejik bölgelerdir. Aslî ve Latin Amerika kıtalarında da geniş petrol rezervleri vardır. Peki, o hâlde niçin bütün bu çullanmalar sadece İslam coğrafyasınadır?
Ama unutulmasın ki yapılan jeolojik araştırmalar bu bölgelerin rezervlerinin ömrünün tükenmekte olduğunu gösterirken, Orta Doğu petrol rezervleri çok uzun sürelerde yetecek durumdadır. Gerçi Venezuela, Kolombiya ve Küba gibi ülkelere de Amerikan tasallutu olmuştur ama burada Anti-Amerikanizm ve sosyalizm baş faktör durumundadır. Şurasını hemen hatırlatalım ki, Amerika bir rejim devşirici devlet olmaktan ziyade, ekonomik pazarlamacılığa ve güce dayalı bir politika izlemektedir.
Batı’ya boyun eğmemekte kararlı görünüp direnen ve geniş petrol yataklarına sahip olan İran, yıllardır ekonomik ambargolarla boğuşmaktadır. İran, o bölgenin en stratejik devletidir. Orta Doğu’da Osmanlının bir kazası ve nahiyesi iken devlet statüsü kazandırılmış küçük devletlere benzemez. Eski Pers İmparatorluğundan ve Sâsânî süzgecinden geçen İran, Amerikan yanlısı Aria Mehr Şah Rıza Pehlevî’nin yıkılmasından sonra, yıllarca Fransa’da ikamet eden Humeynî’nin İran’a hâkim olmasıyla, Şia kaynaklı molla-teokratik bir devlet kurulmuştur. Şahlık döneminde Sünnî devletlerle pek de problemi olmayan devlet yerine, prestiji ve gücü Sünnî alternatif görüşe dayalı, aktif, lobi gücü belirli olan İran, Şii devletler ve topluluklar arasında pilot bir devlet hâline gelmiştir. Bu güç kaynağı, Güney Irak, Suriye ve Lübnan’da artık söz sahibidir. Lübnan’da parlamentoya da girip yasal bir parti gibi görünen Hizbullah, bütün Orta Doğu’da karşımıza çıkar.
NİHAYET SURİYE
2011 yılından beri devam eden Suriye olaylarında, Esad’a Rusya desteği bir yana bırakılırsa bu ülkeye en büyük destek Şiilerden gelmektedir. Tabii ki Esad’a en büyük Şii milis desteğini sağlayan ülke de bölgenin en büyük gücü, İran’dır.
Orta Doğu Stratejik Araştırmalar Merkezi’ne göre, DEAŞ’tan da rejim saflarında milisler olduğu gibi Suudi Arabistan Şiilerinin kurduğu Hicaz Hizbullah Savaşçıları, Yemen’de Şii Hûsîlere bağlı Zeydîler, Pakistanlı, Hindistanlı, Somalili, Fildişili ve diğer Afrika ülkelerinde yaşayan Şii milisler, bu savaşa destek vermektedir. Şu anda Suriye’de savaşan 14 civarında Şii milis grubu vardır.
Bölgenin güçlü isimlerinden Lübnan Hizbullahı’nın Genel Sekreteri Hasan Nasrallah, DEAŞ (IŞİD) ve Vehhâbîliğin kendi cephelerinde olmadığını söylerken bu grupların savaşın kendisine ait olan ahlâkî kurallarının dışına çıktığını iddia etmektedir. Zaten DEAŞ Sünnî gibi gösterilirken Vehhâbîlik de mezhepler dışı olmakla birlikte bu da Sünnî gibi algılanmaktadır. Gerçekte her ikisinin de Sünnî itikatla alakaları yoktur.
Peki, Suriye’nin durumu Türkiye’yi neden ilgilendiriyor? Esad rejimi Suriye’de baskı ve şiddeti artırınca, ABD, Esad’a ilk tepki veren devlet oldu. Bu Arada Türkiye uzun süre Esad rejimi ile iyi ilişkilerini devam ettirdi. Amerika konuyu “BM” ye taşıyınca Türkiye ve Arap Birliği ülkeleri bölgede inisiyatif kurmaya çalıştılar.
Türkiye, Suriye ile 910 km ortak sınıra sahiptir. İki ülke arasındaki sınır doğuda Dicle, batıda Akdeniz’e kadar uzanır. Doğuda Şırnak, batıda ise altı ilimiz Suriye sınırındadır.
Suriye krizi İran ve Arap birliğinin müdahalesiyle uluslararası boyut kazanmıştır. Rusya, İran ve Çin, Anti-Amerikanizmin bir göstergesi olarak Suriye’nin yanında yer almışlardır. 2012’de Arap Birliği tarafından Suriye krizi “BM”ye taşınınca olay küresel boyut kazandı. Beşar Esad PKK/KCK terör teşkilatı liderleriyle temas kurup Suriye’nin kuzeyindeki PKK/KCK uzantısı PYD’ye serbestlik tanıdı. Artık bundan sonra Türkiye için değişik formlarla Suriye’de faaliyet gösteren terör teşkilatlarıyla savaşmak için sınır ötesi harekâtın sebebi daha iyi anlaşılmaktadır. Mesela, ABD Suriye rejimine karşı iken PKK/KCK’nın Suriye uzantısı PYD’yi niçin desteklemektedir? Amerika bölgeden gerçekten çekilmekte midir? PYD, YPG’ye verilen 22 bin 500 tır ve 500 uçak dolusu silahı geri alacak mıdır? Amerika’nın Suriye’de bulunması sadece bölgesel gücün dengelenmesi için midir? Neden Suriye’de rejim yandaşı olan Rusya ve İran, Türkiye ile yakınlaşmaya başlamıştır? İran’da var olan PKK kolu PEJAK neden bu ülkede hiçbir faaliyette bulunmaz? İslami cihatla yola çıkan DEAŞ, neden İsrail’le hiçbir problem yaşamaz? Amerika bölgeden çıkacağını belirtince müttefik olan Fransa niye buna karşı çıkmıştır? Bu soruların hepsinin cevabı nettir: Bölgede İsrail ve petrol varsa bölgeye istikrarın gelmesi zordur. Bu alanda dar bir Üçüncü Dünya Savaşı tatbikatı yapılmaktadır.
BÜYÜK DEVLET GÖSTERGESİ
Devletler artık stratejik ortaklıklar kurmaktadır. Uzun zamandır Amerika’nın müttefiki olan Türkiye, yıllar yılı soğuk durduğu Rusya, Çin ve İran ile gerçekten çok hassas ilişkiler içindedir. Bu çok önemli bir gelişmedir. Çünkü adı geçen devletlerin hiç birisi bu topraklardan el çekmeyeceklerdir. O topraklarda olaylara müdahil olması gereken aslî ülke Türkiye’dir. O topraklar hem coğrafî, hem akrabalık hem de ümmet kavramıyla bizi yakından ilgilendirir. Bu topraklar hem ata mezarlarımızın (Süleyman Şah Türbesi) ve hem de soydaşımız olan Türkmenlerin bulunduğu bölgedir. Şu hâlde hiçbir güç “Orada ne işiniz var?” diye soramaz. O zaman biz de bütün bu emperyalist güçlere “Esas sizin burada ne işiniz var?” diye sorarız.
Balkanlarda fitilini ateşledikleri bombayı Filistin’de ve Orta Doğu’da patlatan Batı, nihayet Osmanlıyı yıktı. Aynı oyunu Türkiye Cumhuriyeti için de devreye sokan bu şerîr güçler, bu sefer başaramayacaklardır. Çünkü olaylara tam zamanında müdahil olduk. Sınırları dışına nüfuz ihraç etmeyen devletler yok olur gider. Artık o Türkiye yok! Fırat’ın doğusu da batısı da manevra ve savaş alanlarımızdır. İçteki bazı kıt akıllı ve vicdanları dumura uğramış olanlar hâlâ, “Orada ne işimiz var” diye feryat etseler de, o topraklarda artık nüfuzumuz da vardır, nüfusumuz da… Gelecek yazımızda buluşmak üzere esen kalınız efendim.
Batı’yı taklit gerekli miydi?
10 Şubat 2019 02:00
PROF. DR. OSMAN KEMAL KAYRA
Osmanlı 17. asra kadar Avrupa’yı bir hedef olarak seçip topraklarını istilâ, halkını ise ihtidâ niyetinde bulundu. Çünkü Batı demek, batıl demekti, zulüm demekti, pislik demekti. Sefalet, hastalık ve desise demekti. O hâlde bu zulmün binası çökertilmeliydi; Osmanlı da öyle yaptı.
Osmanlı, 17. asrın sonuna kadar Batı’yı bir hiç gibi gördü. Osmanlının nezaket, nezafet, bedii ve âlî değerleri karşısında Batı’nın öne çıkan özellikleri, pislik, bol veba illeti, kilise zulmünden inin inim inleyen zavallı bir halktı.
Osmanlı, Anadolu’dan Rumeli’ye geçerek hem hedefini hem de kendisini büyüttü
Kuvvet, güç ve hâkimiyettir. Güçlü olduğunuz ve gücünüzden emin olduğunuz sürece büyük olduğunuzu anlarsınız. Hâkimiyetin bir yüzü adalet, diğer yüzü zulümdür. Uygulamada sizi ne zorlayan ne de engelleyen bir güç vardır. Güçlü taklit etmez, taklit edilir; ister rızayla ister baskıyla…
Gücün kontrolü çok zordur. Geniş bir coğrafyaya yayılan güçlü devletler, merkezî sistemden uzaklaştıkça ve otorite, niyabetlere (naiplik) kaldıkça kontrol daha da zorlaşır. Otoritenin temsilî olarak naipliğini elde edenler, sistemin işleyişine uyar da uymayabilir de… Merkezî otorite ne kadar âdil olursa olsun, taşra yöneticileri, merkezden uzak otorite temsilcileri zulüm ve baskı uyguladıklarında, tebaanın yorumu doğrudan merkezi suçlama üzerinedir.
İslamî bir anlayışla kurulan Osmanlı, ufacık bir aşiret-boy formatından, cihanşümul bir devlet olmanın sancılarını yaşamıştır.
Anadolu coğrafyası kısmen İslamlaştıktan sonra akın akın gelen putperest Moğol saldırıları, Batı için planlanan tebliğ ve teslim sistemini geciktirmiştir. Moğollar zulüm ve dehşetle Horasan, Bağdat ve Anadolu’ya tasallut edince i’lâ-yı kelimetullâh ideali sekteye uğramış, Selçuklu Saltanatı sallanmış ve obalar hâlindeki Türk birlikleri asıl hedef Batı'ya yönelmek yerine, bu zalim Moğol sürüleriyle uğraşmışlardır. Asya’yı süpüre süpüre Irak ve Anadolu’ya giren Moğolların, İslamiyet’e verdiği zararı kelimelerle anlatmak mümkün değildir.
Haçlı ve Moğol saldırıları, i’tilâya açık ve iştahlı İslam ordularını en azından taciz etmiş, duraklatmış ve büyük kayıplara da sebep olmuştur. Ama şerlerde bile bir hayır vardır fehvasınca, Moğol baskıları Horasan Erenleri’nin, -net tarihî bilgiler olmamakla birlikte- kökü ta Hazret-i Pîr-i Türkistan Ahmet Yesevî’ye dayanan ekolün bu topraklarda tutunmasına vesile olmuştur. Harezm diyarından göçen ebeveyn-i Mevlânâ ve Mâverâünnehir’den göçen fıkıh ve tarikatin iki büyük yüzü, Yûsuf-ı Hemedânî’nin ve Abdülhâlık Goncdüvânî’nin temiz ve katkısız Hanefî inanç sistemini bu temiz topraklara serpmişlerdir.
Yunus Emreler, Hacı Bayram Velîler, Hacı Bektaş Velîler, Ehl-i sünnet inancının en coşkulu şekliyle ve Türk diliyle Anadolu’ya taşınmasında öncü olmuşlardır.
SAVAŞLAR VE SONUÇLARI
Savaşmayan hiçbir devlet büyüyemez. Savaş rekabettir, gücünü sınamaktır... Rakibin sizi kabul etmesi, ondan üstün olduğunuzu kabul ettirmekten geçer. Bu savaşlar tekrarlarla güç sınama mahiyetinde de olabilir.
Mekkeli müşrikler ilk defa Bedir Savaşı’yla karşılarında bir devletin var olduğunu düşündüler; ama yine denediler. Uhud, ortada bir savaştır. Mekke’nin mazlum ve göz ardı edilen inanmış bir avuç Müslüman’ının yerine, düzenli orduları olan ve savaşmayı bilen bir millet, müşriklerin akıllarını başlarına getirmiştir.
İran'la ve Bizans'la yapılan savaşlar bir güç gösterisi olmaktan ziyade, İslamiyet’in var olduğunu kabul ve tescil ettirmek amaçlı savaşlardır.
Mekke’nin fethiyle parçalar yerine oturmuş, İslam’ın şan ve şerefi, i’tilâ ile hüküm-fermâ olmuştur. (Yükselişle hükmünü icra etmiştir.)
Barış isteği kuvvetli taraftan gelmez. Kuvvetli taraf barışı korur, ama barış isteği edilgen olan zayıf taraftan gelir.
Osmanlı Devleti kuruluş safhasında Doğu’da Moğol, Batı’da Bizans sıkıntısı yaşarken dar bir çembere sıkışmayı kabul etseydi, o büyük devlet asla kurulamazdı. Bizans’ın ve bilhassa Moğol’un kuru cihangirlik ile şan ve şöhrete dayalı nefsî savaşları yerine, İslam’ın cihat ruhu, nefsin fedası, şan ve şöhretin ayak altına alınması ve yalnız Allah rızasına dayalı bir hareket olduğu için, İslam Orduları, ölümü cennete açılan bir kapı olarak gördüklerinden, karşıdaki düşmanı nefret duyguları içinde değil, karşılıklı inanç rekabetinin bir tarafı olarak kabul etmişlerdir. Bu yüzden yenilen düşmanlarını esir ettikten sonra zulüm ve işkence yerine, onları misafir gibi karşılamış ve fidyelerle çoğunu serbest bırakmışlardır. Savaşı sürdürmek ve çok insan öldürmek yerine, Kelâm-ı kadîmde buyrulan “Sulhde hayır vardır” ilahî mesajına uyarak barışı iltizam etmekte de tereddüt göstermemişlerdir.
BÜYÜYEN OSMANLI
Osmanlı Devleti kurulduktan sonra artık açılmaya hazırdı. Bizans ve Moğollarla yapılan savaşlar, döktükleri kan ve verdikleri can nispetinde onları büyüttü. Güç, dar bir alana sığdırılamaz; patlatır, deler geçer ve çevreyi de istila eder. Anadolu kutsal topraktı ama bir de uzak hedef olan Batı vardı. Rumeli’ye geçiş işte bu aksiyonun göstergesiydi.
Osmanlı, Anadolu’dan Rumeli’ye geçerek hem hedefini hem de kendisini büyüttü. Buna mâni olmak isteyen Batı, karşımıza hep güçlü bir ittifak hâlinde çıktı.
Osmanlı 17. asra kadar Avrupa’yı bir hedef olarak seçip topraklarını istilâ, halkını ise ihtidâ niyetinde bulundu. Yani Batı demek “i’lâ-yı kelimetullâh” demekti. Çünkü Batı demek, batıl demekti, zulüm demekti, pislik demekti. Sefalet, hastalık ve desise demekti. O hâlde bu zulmün binası çökertilmeliydi; Osmanlı da öyle yaptı.
Batılı, dünyevî olduğu için ticareti iyi biliyordu. Bu yüzden bizim Batı ile ilk temasımız, Malazgirt Savaşından sonra Doğu Akdeniz ticaretinde rol oynayan Venedik’le olmuştur. Bu ticaret devletleri olaylara önce seyirci kalırlar, sonra kazanan devletin topraklarına akbabalar gibi üşüşürler ve yalnız ticaret amaçlı koloniler kurarlardı. Gerçi biz Batı’yı Haçlı Savaşları ile tanıdık ama o Batı, kutsal Kudüs’e yönelmiş, kutsal şövalyelerin(!) ve kutsal papazlarının(!) idaresinde yalnız Hristiyanlık ideali ile savaşan bir topluluktu.
Haçlı Savaşları’nın duraklamaları ile İstanbul’da teşekkül eden Latin İmparatorluğu’nun (1204-1261 ) yıkılmasıyla İstanbul’a yerleşen Bizans, anlamadığı bir şekilde tüccar İtalyan sitelerinin eline düşer. İtalyanlar, Venedikliler ve Cenevizliler, Bizans’ı âdeta işgal eder. İşte İstanbul’un fethine bu nazarla bakıldığında, Batı neden bu kadar tedirgin olur, daha iyi anlaşılır. Bu durumda ilk teslim olan Galata’dır. Karadeniz sahillerinin de ele geçirilmesiyle Doğu Akdeniz’de de Ceneviz gücü son bulur.
Fetih, sadece Bizans’ı düşürmedi, büyük bir güç olan ticaret firması devletleri yani Venedik ve Ceneviz’i de bitirdi. Osmanlının hedefinde hassaten ticarî amaçlı bir yayılma ve güç devşirmesi yoktu. Hangi güç hedefe engelse yok edilmeli düsturundan hareketle, hem Bizans hem de ticaret devletleri çökertildi. Osmanlı bunları yok edip tarihten silmeyi amaçlamadı; ticaret devletleriyle ticaret yaptı, bunların kalıntılarıyla ve Bizans halkıyla problem yaşamamaya özen gösterdi. Âlîcenap, toleranslı ve merhametliydi. Bu kadar güç ve haşmetine rağmen Batı, Osmanlıyı hiç benimsemedi, hiç sevmedi ve hiç taklit etmedi. Ne olursa olsun bir ticaret imparatorluğu çökertilmiş ve “Haç”ın gücü dumura uğratılmıştı. İşte bu yüzden, Batı, Osmanlı zımnında, İslam’a her zaman artan bir nefretle kendisini ayakta tutmaya devam etti. Osmanlının en güçlü zamanlarında ona biat ederlerken “el öpmek” yerine, hep o eli ısırmayı amaçladı. Osmanlı, 17. asrın sonuna kadar Batı’yı bir hiç gibi gördü. Osmanlının nezaket, nezafet, bedii ve âlî değerleri karşısında Batı’nın öne çıkan özellikleri, pislik, bol veba illeti, kilise zulmünden inin inim inleyen zavallı bir halktı.
ORTA ÇAĞ’DA BATI SEFALETİ
Tuvaletle 17. asra kadar tanışamayan Avrupa’da lâzımlıklar camlardan sokaklara boşaltılıyordu. Sokaklardan akan lağımlardan korunmak amacıyla Avrupa halkı topuklu ayakkabıları kullanmaya başladı; hem erkekler hem de kadınlar her an kafalarından aşağı bir lâzımlık boşalma tehlikesine karşılık hepsi şemsiye ile dolaşıyorlardı.
Fransa Kralı 16. Louis günün belli zamanını lâzımlıkta oturarak geçirir, devlet işlerini buradan yürütürdü. Bu dönemde İstanbul’a gelen İngiliz büyükelçileri lâzımlıkları pencerelerden boşaltma âdetleri yüzünden şehirden uzak olan Tarabya’daki konaklara götürülürdü. 19. yy.da İngilizlerin lâzımlık kullanmamaya söz vermeleriyle Taksim’e taşınmalarına izin verildi.
Orta Çağ’da özellikle İngiltere’de insanların çoğu haziranda evleniyorlardı. Çünkü senelik banyolarını mayıs ayında yapıyorlar fakat haziranda bile pis kokuyorlardı. Bu banyoda sırayla yıkanıyorlar; önce oğullar sonra diğer erkekler, sonra kadınlar, sonra çocuklar ve en sonunda da bebekler yıkanıyordu. Bu arada su o kadar kirleniyordu ki, küvet içinde bazı şeyler kayboluyordu. Banyo küvetinde kirden hiçbir şeyi göstermeyen bir tabaka oluşuyordu. Bu yüzden bugün İngilizlerin de unuttuğu bir deyim vardı: “Don’t throw the baby out with the bathwater.” Yani “Banyo suyuyla birlikte bebeği de atmayın.” Zenginler kalay-kurşun alaşımlı tabaklar kullanırlardı. Asidi yüksek yiyecekler kurşunu çözerek yemeğe karıştırırdı. Bu yüzden gıda zehirlenmeleri ile birçok ölüm meydana geliyordu. Domates bu çözülmeye sebep olan bir sebze olduğundan 400 yıl zehirli kabul edilip yenilmemiştir.Yemekler tahta tabaklarda yenilirdi. Çoğu zaman da bayat ekmek kabukları yemek tabağı olarak kullanılırdı. Bunlar hiç yıkanmadıkları için kurtlar ve küfler oluşurdu. Bunlardan yemek yiyen insanlarda “trench mouth” yani “tabak ağzı” denen hastalık ortaya çıkıyordu.
Bira ve viski içmek için kurşun kadehler kullanılırdı. Bu birleşim insanları bazen birkaç gün şuursuz vaziyette tutabiliyordu. Hareket kabiliyetleri kayboluyor, nabız durma noktasına geliyordu. Yoldan geçenler bunları ölü zannedip defnediyorlardı. Bunu önlemek için aile efradı bu tip insanları birkaç gün masa üzerine yatırıp nöbet tutuyorlardı. Kişinin uyanmasını beklemek için tutulan bu nöbete “waking up shift” yani “uyanma nöbeti” diyorlardı. Bu durumda diri diri gömülen insanlar çoğalınca tabuttan dışarıya ucu, gömülen kişinin parmağına bağlı bir ip çıkarıp kilise çanına bağlarlardı. Bir kişi de bütün gece nöbet tutup çanın çalmasını beklerdi. Buna “graveyard shift” yani "mezarlık nöbeti" denirdi. Bazıları da zil sayesinde kurtulurdu. Bunlara da “saved by the bell” yani “zil sayesinde kurtulanlar”; bazılarına da “dead ringer” yani “ölü zilci” denirdi.
Orta Çağ'da rahibelerin yüz ve ellerinden başka yerlerini yıkamaları kesin olarak yasaklanmıştı. Kastilya Kraliçesi İzabella, elli yıldan fazla süren hayatında iki defa yıkanmıştı.
Kirlilik âdeti Amerika’ya da bulaşmış, Pensilvanya ve Virginia eyaletlerinde banyo yapmayı yasaklayan veya kısıtlayan kanunlar çıkarılmıştı. Philedelphia’da bu kanunla bir ayda birden fazla banyo yapanlar cezaevine gönderiliyordu.
Batı, kiliseye ve batıl dinlerine bağlı kaldıkça pisliğe ve cehalete batmış, Müslümanlar ‘Din-i mübîn-i İslam’a bağlı kaldığı sürece nûra, selâmete, ilme ve huzura kavuşmuşlardır.
Bir sonraki yazımızda buluşmak üzere esen kalınız efendim
.
ÇÖKÜŞE DOĞRU II
3 Mart 2019 02:00
PROF. DR. OSMAN KEMAL KAYRA
Darbeler ve devrimler ‘buhran’ getirdi
İnkılap veya onun bir adım ötesi olan ihtilâller, toplumlarda sosyal buhranlara yol açar. Bu sürecin, tarihin ağır işleyen sorgulamasında sonuca varması uzun zaman alabilir, ama tarih öyle bir süreçtir ki ona dıştan müdahale asla mümkün değildir. Toplumlar sosyal olayları gerçekleştirir, fakat hükmü tarih verir.
Tanzimat ve Jön Türk bağlantılı safha; camilerde sarık, Galatasaray Lisesinde ve Pera’da fötr şapka takmakla her şeyin hallolduğuna inanan bir gafiller ordusu doğurdu.
Devletler canlı organizmalar gibidir; asli hüviyetlerini bozmamak şartı ile yenilenmeye ve gelişmeye mecburdurlar.
Bir topluluk veya bir devlet, değişime ihtiyaç duyar veya böyle bir zehaba kapılırsa, giderek artan bu iştah ile bu değişim, ya kerhen veya talebe uygun olarak gerçekleşir.
Değişim veya reform bir şeyleri başkalaştırmak, bir şeyi bir başka şeyin yerine ikame etmektir. Eski ve yeni, yani değişen ve onun yerine konan sistem veya tarz veya materyal başlangıçta hiç mukayese kabul etmez; yapılan her ne olursa olsun bir üst akıl, topluma bu değişimi büyük bir tantana ve şaşaa ile kabul ettirir. Uzun süre bu reformun sarhoşluğu ile kitleler hiçbir şeyi sorgulamaksızın şuursuz bir zevk veya şaşkınlık içinde olan biteni seyrederler. Bir şeyler ters gitse de düzelir ümidi hiç kaybolmaz. Bir aksilik, bir sıkıntı veya ters giden bir şeyler olsa bile “Nasılsa eskisinden iyidir” avuntusuyla kitleler başlangıçta hiç etkilenmemiş gibi gösterilir.
Toplum hızlı değişmelere hazır ve alışık değildir. Başlangıçta her değişim yadırganır. Savaş sonrası diretmeler ve mağlubiyetin faturası dayatmalar, sosyal dengesizlik içindeki topluma zorla yapıştırılır. Bu değişmeler toplum bünyesinde derin yaralar açar; bu yaralar kabuk bağlasa bile içten içe kanamaya devam eder. Değişim hareketlerinin öncüleri ya sahte kahramanlar olarak hayal dünyasında yaşarlar veya faturasını ağır bir şekilde öderler.
İnkılap veya onun bir adım ötesi olan ihtilâller, toplumlarda sosyal buhranlara yol açar. Bu sürecin, tarihin ağır işleyen sorgulamasında sonuca varması uzun zaman alabilir, ama tarih öyle bir süreçtir ki ona dıştan müdahale asla mümkün değildir. Toplumlar sosyal olayları gerçekleştirir, fakat hükmü tarih verir.
Devletler canlı organizmalar gibidir. Organizmalar hücre yenilenmesiyle hayatiyetlerini devam ettirirler. Devletler de asli hüviyetlerini bozmamak şartı ile yenilenmeye ve gelişmeye mecburdurlar.
ZAMANIN DEĞİŞİM ÖLÇÜSÜ
Zaman değişmez; zamanın içindeki bütün varlıklar değişime uğrarlar. Çağlar öncesi ve çağlar sonrası baş döndüren değişmeler, toplumların serüvenlerinden bellidir. Hazret-i Âdem’den zamanımıza kadar milyonlarca insan öldü, yenileri doğdu ve doğmaya devam ediyor. Kâinat, ademden (yokluktan) varlığa geçişte, suyla ilk hayat bulup, ilkin insan olmayan yaratıklar ve belki tek hücreli canlılar yaratıldı. Kâinat tekemmül edip insan denen şerefli varlığa hazır hâle gelince, zübde-i âlem (kâinatın göz bebeği) olan ilk insan, ilk peygamber, eşref-i mahlûkatın ilk üyesi Hazret-i Âdem (aleyhisselâm) yaratıldı. Varlık âlemi de kemâlin sonunda mutlaka zevâle uğrayacak ve “Her şey fânidir” ilâhî hükmünce yok olacaktır. Hiçbir değişim ve hiçbir reform bu sonu engelleyemeyecektir.
DEĞİŞİM VE DEVLETLER
En gelişmiş devletlerden biri, Orta Çağ’ın ve sonrasının en büyüklerinden olan Osmanlı Devleti de zamanla tarih sahnesinden çekildi. Ama bunu biraz düşünmek lazım; Osmanlı tarih sahnesinden çekildi mi, çektirildi mi? Gerçekten o muazzam devlet ömrünü tamamlamış mıydı? Çöküş süreci nasıl başladı?
Fütuhat dönemi yaşayan devletler âmirdir. Her galibiyet sonrası kendisi masaya oturur, mağlup olan devlet ricaline antlaşma hükümlerini dikte ettirir. Zaferler gücü ve ihtişamı beslerler; mağluplar ezilmişlik ve çaresizlik içinde galiplerin merhametinden medet umarlar.
Fetih coşkusu biz Türklere Oğuz Ata’dan armağandır. Gökyüzünü çadır güneşi alem (bayrak) yapıp kâinata hükmetmek isteyen Oğuz Ata’nın torunları bu amaçla yeryüzüne Üç Oklar ve Boz Oklar olarak yayılıp yıllarca bu cengâver ruhla âleme nizam verdiler.
İlerlerken hızın şiddetine ayak uydurmak zordur. Ufak bir sürat kaybı, bir sendeleme tehlikenin başlangıcıdır. İşler ters gitmeye başlayınca Osmanlı zafer rüyalarını hep Kânûnî devrine endekslemiştir. Özellikle giderek 16. yy’ın sonlarına doğru, hanım sultanların devlet işlerine müdahil olmaları, bir şeylerin doğru gitmediğinin işaretiydi. Kânûnî devrinde dirayeti ile takdir toplayan fakat saltanatın geleceğine kendi nesli ile hâkim olmak isteyen Hürrem Sultan’ın müdahalelerinden dolayı, başta şair Üveysî, Lutfi Paşa ve Gelibolulu Mustafa Âlî’nin devletin işleyişinde bir şeylerin değişmesi gerektiğine işaret etmeleri son derece önemlidir.
NEYE GÖRE REFORM
Tarihî hükümleri alelusul ve sathî delillere dayandıran bazı tarihçiler icraatlarını bir reform gibi görüp Fâtih, IV. Murad , Köprülü ailesi, I. Abdülhamid, III. Selim ve II. Mahmud’u reformcu hatta ilerici diye kabul ederler. Redingot ceket, setre pantolon giymekle reform arasında bir bağ varsa da ilerlemenin bunlarla bağdaştırılması ne gaflettir. Fatih yeni bir düzenin müessisi, IV. Murad ise ıslahatçıdır. Bu mülahaza ile asli düzenlemeleri en üst seviyede yapan II. Abdülhamid niçin hiç gündeme gelmez?
Osmanlı sendeledi, geriledi, sarsıldı. Böyle olmasaydı o muhteşem güce diz çöktürebilirler miydi? 350 yıl Osmanlı zafer neşesini, Batı ise mağlubiyet ve zillet sendromunu yaşadı. Genelde Viyana yenilgisini sonun başlangıcı gibi gösterirler ama yanlıştır. Bu yenilgi şaz (kural dışı) olarak mütâlaa edilmelidir.
1533’te Avusturya ile yapılan İstanbul Antlaşması gözden kaçırılmamalıdır. Bu antlaşma ile Osmanlı sadrazamı Avusturya kralı ile eşit sayılacaktır. Sadrazam, padişah savaşa gittiğinde onu temsil eder. Bu yüzden bu antlaşma, Batı için büyük zaferin başlangıcıdır.
1606’daki Zitvatorok Antlaşması ile Habsburglar, Osmanlı padişahına denk sayılmıştır. İşte 1533 tavizinin ilk darbesi bu olmuştur.
1611’deki Nasuh Paşa Antlaşması tam bir yürek yarasıdır. Osmanlı i’lâ-yı kelimetullâh için Batı’ya odaklanmışken İslam devletlerinden gelen arızalar, Osmanlı’ya ayak bağı olmuştur. Bu sıkıntıların sonu ileride bir Orta Doğu krizine dönüşecektir.
1699 Karlofça Antlaşması bizim için kâbusun başlangıcıdır. Batı bu arada, Avusturya, Lehistan, Venedik, Malta ve Rusya ile "kutsal ittifak" yaptığı için ilk toprak kaybettiğimiz antlaşma budur.
Her sosyal olayın daha iyi anlaşılması için onunla özdeşleşen bir tarih bulunur ve o sosyal olay o tarihle anılır. Sonu ve başı belli olaylarda tarih kesindir. İstanbul’un 1453’te alınması ve diğer fetihlerde tarih net ve sahihtir. Fakat İstanbul’un fethi ile Orta Çağ’ın tarihe gömülmesi bir yaklaşımdır. Geniş perspektifli sosyal olaylar bir oluşumdur; birdenbire vuku bulmaz.
1718 Pasarofça Antlaşması ile Belgrad elden çıkmıştır. Bu olay belki de Osmanlı’nın en bedbaht antlaşmasıdır. Bundan sonra çöküşle mütenasip bir meskenet devri başlamış, cihat ruhu ölmüştür. Osmanlı’nın cehd ü gayreti bir manasız romantizme dönüşüvermiştir. Edebiyatımızın Lâle Devri olan bu romantik yıllar Nedim’in cilvegâhı olan Sa’dâbâdların, Kâğıthâne ve Göksu mekânlarının doğuşuna sebep olmuştur. Padişahıyla, sadrazamıyla, şairleriyle Lâle Devri inkâr edilemez bir estetizmin de sembolüdür.
1453-1600 yılları arası hem cihadın, hem mimarînin hem edebiyatın hem dînî ilimlerin hem de diğer sanat dallarının zirveye çıktığı dönemdir... Sanatın zirve yapması için romantizmin ortama hâkim olup, bir milletin cengâverlik ruhunun öldürülmesi gerekmez. Fuzûlîler, Bâkîler, Mimar Sinanlar, Karahisârîler, Matrakçı Nasuhlar Akşemseddinler, Molla Hüsrevler, Molla Fenârîler, Molla Gürânîler, Paşazâde Kemaller, Ebussuûd Efendiler... bu cihat döneminin burçlarını süsleyen yıldızlardır.
YANLIŞ UYGULAMALAR
Bizim paradokslarımız hep sanat ve edebiyat rumuzludur. Tanzimat denen illet aynı zamanda bir edebiyat promoyonuyla gelir. Tanzimat ve Jön Türk bağlantılı bu süreç, Avrupaileşme, hürriyet, adâlet, müsâvât ve uhuvvet çığlıkları eşliğinde “taçlı krallık” ucûbesini ortaya atıp camilerde sarık, Galatasaray Lisesinde ve Pera’da fötr şapka takmakla her şeyin hallolduğuna inanan bir gafiller ordusu doğurdu.
Meşrûtiyetler birincisi ve ikincisiyle “Padişah kalsın ama yetkileri bir meclis denetiminde kısıtlansın” parolasıyla bir tiyatro oyunu sahneye koyuyordu. Bu devir zaten bir tiyatro sahnesi gibiydi. Osmanlıya yazılmış bir hâileydi; bu oyun tam bir trajediydi. Ermeni Güllü Agoplar, Rum Teodor Kasaplar Türk’ün kılcal damarlarıyla oynarlarken, Şinasi de “Şair Evlenmesi” ile nikâh, diyânet ve âdetleri terzil etmeye yönelmiş, bir lise talebesi seviyesinde yazılmış olan bu süfli komedisi ile o da görevini bi-hakkın yerine getirmiştir. Bir kavmin haysiyetini zedelediği bahanesiyle “Çerkes Özdenleri” adlı tiyatro eseri oynanırken yakılan Gedikpaşa Tiyatro Salonu ile başlayan yangın, bir fitne kıvılcımıdır.
Yine 1895’te, önce fen ve bilim mecmuası olarak çıkan Servet-i Fünûn, “Bilime ne hacet, edebiyat her şeyi daha iyi provake eder” teziyle hareket geçen bir protest grup, yenilikçi edebiyat gölgesinde ve “Edebiyat-ı Cedîde” maskesiyle, romanda ümitsizlik, karamsarlık ve teverrüm, şiirde isyan ve anarşi söylemleriyle müteselli olurken, bedenin sâbitliği ile rûhî göçün mekânı olan mevhum El Dorado’ya sığınma gibi çaresizlik ve zavallılık çırpınışları içindeydiler. Bir devleti küllerinden diriltmeye çalışan bir padişahı (Sultan II. Abdülhamîd’i) Yahudi, Ermeni (Hınçak) ve satılık iş birlikçilerin kutsal ittifakı ile deviren bu fonksiyonsuz beyinlerin ortakları, devleti Birinci Dünya Harbi’ne sokup bir ihanet ve gaflet dönemi ile koskoca bir devleti hayallerine ve en önemlisi ihanetlerine kurban ettiler. İçinizde böyle beyinsizler varsa düşmana ne hacet. Ne demeli…
Fuzûlî, bu yaralı Şîr-i jeyânı (kükreyen aslanı), Osmanlı’nın hâlini ne güzel bir beyitle özetlemiş. Hem de tâ yıllar önce…
Dost bî-vafâ felek bî-rahm, devrân bî-sükûn
Derd çok, hem-dert yok, düşman kavî tâli’ zebûn...
(Yani dost vefasız, felek merhametsiz, devran sükûnete kavuşmaz; dert çok, dert paylaşan yok, düşman kuvvetli tâlih ise düşkün ve zayıf.)
Bir sonraki yazımızda buluşmak üzere esen kalınız efendim.
.
SAVAŞTAN CİHADA… Türkler niçin harp etti?
7 Nisan 2019 02:00
PROF. DR. OSMAN KEMAL KAYRA
Türklerin ilk atası Oğuz Kağan gök kubbeyi çadırı, güneşi de alemi olarak kabul edip Türk cihan hâkimiyetini bir mefkûre hâline getirirken, boş bir cihangirlik peşinde değildi. İskender veya Cengiz gibi nefsî arzularını tatmin edip şan ve şöhret peşinde koşmadı. Zira Oğuz Han, Yaradan'ın varlığına ve birliğine inanırdı.
Gayrimüslimlerle yapılan savaşlarda aman dilenip, ahd ü peyman (yemin) edilir ve antlaşma yapılırsa, bu kavme hem eman verilir hem de o kavim korunurdu.
Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye kitabının Oğuz Han maddesi başında “rahmetullâhi aleyh” (Allah’ın rahmeti üzerine olsun) ifadesi geçer.
Savaş, çok eski dönemlerden beri kaçınılmaz sosyal gerçeklerin en başında gelenidir. Hangi sebepten olursa olsun kavimler, milletler, devletler, topluluklar sürekli savaş hâlindedirler. Bu kaçınılmaz gerçeğin meşru bir tarafı var mıdır? Vatan savunması mıdır, yeni topraklar kazanmak mıdır, mal mülk devşirmek midir, insan ticareti midi? Bu saydığımız maddelerin hepsi savaş gerçekleri için geçerlidir. O hâlde savaşa nasıl bakmalıyız?
Güç, adaletle hükmetmeye başlayınca, zalim, zulmünü icra edemediği için hakkın ve adaletin hamisi ve uygulayıcısı olan devletlere düşman olur.
Savaş denince akla ilk gelen milletlerden birisi, hatta ilki Türklerdir. Türkler İslam öncesi de mert ve asildiler. İslam orduları Türklerle savaşırken, savaşın bütün kurallarında iki tarafın da teslim ettiği nokta, mertlik ve asaletti.
Bir dinden başka bir dine, hele bütün putları yıkan hak dine geçmek kolay değildir. Türkler hemen Müslüman olmadılar. Uzun süren savaşlar oldu, direndiler ama kahir ekseriyeti sonuçta İslamiyetle şereflendi. Zamanımızda, Türkler arasında Şamanist veya Tengri dinine inananların sayısı çok azdır. Hristiyan ve Musevi olanlar da hesaba katılmayacak durumdadır. Peki, neden Türkler İslamiyet’i seçti? Bunda en büyük sebep şüphesiz ki Türklerin hiçbir dönem putperest olmamalarıdır. Bu millet tarihin hiçbir döneminde bir müşahhas varlığa, bir yontulmuş nesneye veya fetişlere tapmadı. Şamanizm ve Gök Tengri dini de zaten mücerretlere inanmayı emrediyordu.
MÜCERRETLİK VEYA MÜŞAHHASLIK NEDEN ÖNEMLİDİR?
İslamiyette mücerret, kavram olarak mücerrettir ama Tevhîd akîdesi varlığın içinde sabitleşen fakat bütün idrakleri âciz bırakan “iman” denen cevher mefhumlu bir mücerrettir.
Türklerin tevhîd akidesine benzeyen ama hiç de o olmayan Gök Tengri’ye inanmaları ve aynîlik gösteren bu benzerlikleri, tenakuzları ortadan kaldırmadı. Çünkü Gök Tengri inancı, bölgesel veya millî tek Tengri inancı idi. Türkler eğer tek tengri (Gök Tengri) yerine Allah’ı kabul etselerdi, mesele baştan halledilmiş olurdu. Ama öyle olmadı.
Mekke müşrikleri gözlerinin önündeki mucizeler gösteren bir peygambere inanmakta güçlük çekerken, uzak diyarlardan gelip kendilerine yeni bir din sunan ve bu tebliği cihat şeklinde yapan İslam mücahitlerinin bütün çabaları, önce savaş şeklinde tecelli ettiği için Türklerde mukabele bi’l-misl (ayniyle karşılık verme) şuuru kuvvetleniyordu. Türkler bu savaşlarda dinî kavramlar için değil, topraklarını korumak için savaşıyorlardı. İslam orduları içinse toprak, hiçbir zaman birinci planda olmadı. Gaye, insanları hak dine davetti. Bu mefkurenin sınırı ve toprağı olmazdı. Mademki Allahü teâlâ Rabb’ül-âlemîndir, mademki Resûl-i kibriyâ bütün insanlara gönderilmiştir, o hâlde bu ilahî mesaj bütün âleme iletilmeliydi. İşte cihadın özü de buydu. Hak elbette bütün cihana hükmetmeliydi.
Türklerin ilk atası Oğuz Kağan gök kubbeyi çadırı, güneşi de alemi olarak kabul edip Türk cihan hâkimiyetini bir mefkûre hâline getirirken, boş bir cihangirlik peşinde değildi. İskender veya Cengiz gibi nefsî arzularını tatmin edip şan ve şöhret peşinde koşmadı. Oğuz Han, Nuh aleyhisselâmın oğlu, Türk’ün neslinden Kara Han’ın (Kayra Han) sulbüdür. Yaradan'ın varlığına ve birliğine inanırdı. (Rehber Ansiklopedisi. S.185 c.13.) Ayrıca Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye kitabının Oğuz Han maddesi başında “rahmetullâhi aleyh” ifadesi geçer. (Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye, s.1157, 104. baskı) Şemseddin Sâmî, Oğuz Han için “İranîlerin Cemşîd’i ve Yunânîlerin Herkül’ü gibi şahs-ı mevhum olsa gerek” der. (Kâmûsu’l a’lâm, s.1091. İstanbul,1307) Yani, Şemseddin Sâmî’nin ifadeleri başta Şecere-i Terâkime ve diğer tarihî gerçeklerden uzak görünür. O hâlde Oğuz Han da kuru bir cihangirlik değil, tevhîd akidesi peşinde idi. Moğollar’ın Cengiz’i, Hun Türklerinin Attila’sı, cihanı hâkimiyeti altına almak isterken birinci planda görülen, gücün hegemonya olarak geniş bir coğrafyaya kabul ettirilmesi ve daha çok topraktı. Kısacası, dünyevî haz, şan ve şöhretti. Tabii ki barbar Cengiz’in kanla dünyayı sulayıp zulüm tahtına oturmak istemesi, Türklerde adalet şeklinde tecelli ediyor ve savaş gereği neyse o yapılıyordu.
İÇ ÇEKİŞMELER VE FİTNE ATEŞİ
Yedinci ve sekizinci asırlarda Kültigin Abidesi Güney Cephesi 14. ve diğer madde başlıklarında şu hususlar dikkat çeker: “Türk töresini bırakmış milletleri, ecdadının töresince toplayıp yetiştirmiş. Tölis ve Tarduş’u tanzim edip yabgu ve şadı orada vermiş.” Burada anlatılan şudur: İl (ülke) ellerinden gitsin veya gitmesin töreyi terk etmişlerse her şey terk edilmiş olur; zira töresiz yani kanunsuz vatan olmaz.
İslamiyet’in yayılma ve yükselme döneminde bünyesine kattığı topraklara kullarının saadeti için, Allah’ın gönderdiği Kur’ân-ı hakîm ve muhtevasındaki yönetim kurallarını ve dolayısıyla onun ruhu olan Şeriat-i garrâyı telkin ve teşri’ etmeyi, gerek Sahâbe-i güzin, gerekse sonra gelenler, aslî görev olarak benimsediler. Bu dairedeki gayrimüslimler dinî kurallara yani şer’î sisteme evvela direndiler, sonra bu kanunların kendi sistemlerinden daha âdil olduğunu gördüklerinden biat ettiler.
Yazılı ilk belgeler olduğu için müşahhas tarihî vesika olarak kabul edilen Göktürk Kitâbeleri’nde dikkat çeken bir diğer husus da, Türklerin en mühim düşmanlarından, yanı başı-çıbanbaşı olan Çin’e karşı hem desiselerinden hem de Göktürkleri bölme çabalarından dolayı direnmekti. Kendi kavimleri ile savaşan Türklerde amaç Türk otoritesinin teminiydi. Göktürkler, kendi milleti içindeki ayrı adlı kavimlerle ve Çinlilerle savaşıp toprak ve güç birliğini korumaya çalıştılar. Altyapısını kısmen tamamlamış yerleşik düzene geçmiş olan Çin, dost değilse düşmandı. Nitekim Kitâbeler’de bu konu şöyle geçer:
“Güneyde Çin milleti düşman imiş. Kuzeyde Baz Kağan (kendilerine tabi olan kağan) Dokuz Oğuz kavmi düşmanmış. Kırkız, Kurıkan, Otuz Tatar, Kıtay, Tatabı hep düşmanmış.” (KD-15,16)
Türklerin savaşındaki asli sebepler, gücün kabul ettirilmesi, törelerin kendi kavimlerinde tekrar tesisi ve Çin’in nimetlerinden faydalanmaktı.
Hazret-i Peygamber zamanında Bizans’a, Habeş’e, Mecûsiyân’a gönderilen ulaklar tek şey istiyorlardı: Hak dinin kabulü… Hak din kabul edilince savaş denen şey zaten olmazdı. Bu durumda İslam dairesine katılan ülkelerin de mesuliyeti ile omuzlara çöken yük kat kat artıyordu.
Tabii ki Göktürkler kendi düzenlerini kurmak için savaştan kaçınmadılar. Savaş ister kerhen ister tav’an (istekle) olsun sonuçta ağır hasarlara sebep olur, ama kaçınılmaz olabilir. Kitabelerde savaşa ait şu ibareler yine dikkat çekicidir: “Yekûn olarak on üç defa savaştık. İlliyi ilsizleştirdik, kağanlıyı kağansızlaştırdık. Dizliyi diz çöktürdük, başkaldıranın başını eğdik.” (KG-18)
Burada amaç çok açık belli edilmiştir. Otorite… Eğer ihanet bir de kendi kavimlerinden gelirse tam bir hicran yarasıdır ve asla affedilmez: “Türgiş Kağanı Türkümüz milletimiz idi; bilmediği için bize karşı yanlış hareket ettiği için kağanı öldü, On Ok kavmi eziyet gördü.” (KG-18)
Nihayet devreye dinî unsur da girer: Türk’ün tanrısı bu kavmin yok olmasını istemez ve bu durum şöyle geçer: “Türk milletinin adı sanı yok olmasın diye babam kağanı annem hatunu yükseltmiş olan Tanrı, il veren Tanrı beni kağan olarak seçti.” (KG-25-26)
Gök Tengri, soy sop, il ve otorite temininde Kültigin’e yardım eder. Burada da asıl olan nesiller, toprak ve otoritedir.
İslamî savaşın yani cihadın özünde tebliğ, teşri’ (şeraitı hâkim kılma ve adaleti uygulama) ve üzerinde İslam güneşi doğan toprakları kutsal kabul edip ona tasallut eden düşmanla savaş, yani cihat vardır. Kâfirlerle yapılan savaşlarda aman dilenip ahd ü peyman (yemin) edilir ve antlaşma yapılırsa, bu kavme hem eman verilir hem de o kavim korunurdu. Ama yeminler ne kadar tutulurdu ve tutulmazsa ne olurdu? İşte Tevbe Sûre-i celîlesi’nde bu konu mealen şöyle geçer: “Eğer antlaşmalarından sonra yeminlerini bozarlar ve dininize saldırırlarsa küfrün önderlerine karşı savaşın. Çünkü onlar yeminleri olmayan adamlardır. Onlara karşı savaşırsanız umulur ki küfre son verirler.” (Tevbe, 12)
Burada göze çarpan birinci husus yapılan antlaşmanın bozulması ve yeminlerin yok sayılmasıdır. Batıl da olsa önce yemine itimat edilir, sonra bu yemin bozulursa küfre karşı savaş, yani cihat emredilir. Âyet-i kerime’de “Onlar yeminleri olmayan adamlardır” Burada kâfirlerin yeminlerine sadık olmadıkları vurgulanır. İkinci önemli husus, yeminin ancak Allah adına yapılanı geçerlidir ve can alıcı nokta şöyle vurgulanır: “Onlara karşı savaşırsanız umulur ki küfre son verirler” Yani açıkçası cihat ilahî nizama ters düşen küfre son vermek için emredilmiştir.
BÜYÜK DÖNÜŞÜM
Türklerin İslamiyet’i kabulü ile artık toprak ilhakı ve kuru cihangirlik dönemi bitmiş, yerini “i’lâ-yı kelimetullâh” almış ve cihat ruhu ile “yerden yedi kat Arş'a kanatlanan” alperenler, akıncılar, serdengeçtiler zaferden zafere koşarak din-i mübîn-i İslam’ı kıtalardan kıtalara taşımışlardır.
Bunun en büyük göstergelerinden birisi Sultan Tuğrul Bey’de tezahür etmiştir. Tuğrul Bey, Sünnî Hilafet’i ilga edip Fâtımî güdümünde bir Hilafet tesis etmiş olan olan Şii-Fâtımîlerin hâkimiyetine son verip Bağdat’ta aslî Hilafeti, El Kâim bi Emrillâh’a teslim etmiştir. Gücünü tamamen kaybeden halife, müşahhas hilafeti, Selçûkîlere yani Türk-Oğuz kavmine bırakmak istemiştir. Yani Hilafet, 16. asırdan çok önce 11. asırda da bu İslamî müessese Türklerin gölgesine girmiştir. Bu olaydan sonra makam-ı hilafette Tuğrul Bey adına bir kürsü kurulmuş, kendisi izzet makamını ihraz etmiş ve hil’at kuşanmıştır. Başına taç giydirilen Tuğrul Bey artık Arapların ve Arap olmayan kavimlerin yani ümmet-i Muahammed’in hamisi durumuna geçmiştir. Kendisi bundan sonra taçlı-sarıklı “El mütevvecü’l-muammen” diye tesmiye edilmiştir. (Türk Irkı Niçin Müslüman Oldu, İsmail Hami Danişmend, s. 246-248) Burak YE. 1994.)
Bu tarihten asırlarca evvel İslam orduları, Hazret-i Riâletpenâh’ın İstanbul’un fethiyle ilgili hadîs-i şerîfine mazhar olmak için İstanbul surlarına dayandığı günlerde, bu ordunun içinde seksen yaşını mütecaviz bir mübarek zat da vardı. Kendisi hasta ve yorgundu. “Vefatım vukuunda beni İstanbul surlarına en yakın yere defnedin” diyen bu zat-ı mübarek, Mihmandâr-ı Resûl, Ebâ Eyyûb el Ensârî idi. 4 Mayıs 672’de vefatıyla buraya defnedildi ve Fatih’in İstanbul’u fethiyle kabr-i şerîfi bulundu. O artık cihadın ruhu, şehâdetin şuuru, Türklerin gönül sultanı, Eyüp Sultan oldu. Zira İslamiyet ve Sünnî akaid artık Türklerin şerefle taşıdıkları namus sancağıydı. İşte savaştan cihada giden yol böyledir…
Bir sonraki yazımızda buluşmak üzere esen kalınız efendim.
.
Ay yıldız medeniyeti
5 Mayıs 2019 02:00
PROF. DR. OSMAN KEMAL KAYRA
Medeniyet tek yönlü olmaz. En önce medeni, yani şehirli olmak gerekir. Sanat çok şümullü olup insanın her ihtiyacına cevap vermelidir. Çadır kültüründen muhteşem bir medeniyete ulaşan Müslüman Türkler, geçtiği yollara Samanyolu, Süreyya Yıldızı, Çoban Yıldızı gibi “çil çil kubbeler” serpti; ayyuka ser çeken kalem gibi minareler yaptı; güvercin bakışlı sükûnetin misafirleri olan dem çeken kumrular meydana getirdi.
Beş bin yıllık Türk tarihinde efsaneler, semboller, ritüeller, destanların buğulu havasından süzülüp, bir kısmı tarih olmuş, bir kısmı halk hikâyesi, bir kısmı da rüya…
Birleştirici motiflere, kaynak aramaya gerek görülmeden yürekten bağlanılmış, millet olmanın sırları, şifreleri bu formüllerde tezahür etmiş.
Kolay değildir binlerce yıllık tarihi, binlerce kilometrekarelik alanda define sandıklarında muhafaza eder gibi saklamak ve ona sahip olmak.
Efsaneler bazen aldatıcı bazen de yol gösterici olur. Maziniz derinse efsaneleriniz de çoktur.
Bizim için doğudan batıya akış, bir doğum sancısı başlangıcı idi. Bu doğumun ilk izleri Karahanlılarla başladı; 1071’de gerçekleşti. Bizans’ın şaşaalı, mutantan yaşayışının, sahte süslerinin, başa ağır gelen taçlarının, bünyeye bol gelen tahtlarının yıkılma zamanı gelmişti.
Kalabalık ve donanımlı ordusuna ve esrarengiz tarihine güvenen Romanos Diyogenes, mütevazı, müttekî, kendisine değil, Rabb’ine güvenen Alp Arslan’ın önünde perişan olunca batıya giden yol açıldı. Böylece mekânı vatanlaştıran, İslamlaştıran, Türkleştiren, rastgele bir toprak parçasını mübarek yapan, Anadolu yapan şahane olay gerçekleşti.
O gece eski bir Türk efsanesine göre, ilk defa ay ile yıldız yan yana göründü. Bu bir hilal ve hilalin bağrına bastığı parlak bir yıldızdı. Tarihçilerin çoğu, birçok Türk boyunun ay yıldızı çok eskiden beri kullandığını belirtirler. Bu ay ve yıldız nasıl birbirine kenetlendiyse, yüz yıllar boyunca Türk akınlarıyla Anadolu ve Balkanlar öylece birbirlerine kenetlendiler.
Eski Türk akınlarında Hunlar ve Atilla Batı’ya -Roma’ya kadar- gittiler. Topraklar alındı, ama ay ve yıldız birbirini kucaklamadı.
Yeni akınlarda, güneşin doğduğu yerden gelen bu aydınlık alp-erenler, İslam’ın nurunu binlerce kilometrekarelik alanlara taşıdılar; ay ve yıldızın kenetlenmesini sağladılar. Selçuklu ve Osmanlının beraberce kenetlendirdikleri bu ay yıldızın gölgesinde yeni teşekkül eden medeniyetin bir başka farklı yönü de bu topraklarda Yunan ve Roma antik çağından kalan 2000 yıllık şekillerin yeniden yapılanmasıydı. İki ruhsuz medeniyet istihale ile yeni bir medeniyet hüviyetine büründü; şeref ve haysiyet kazandı.
YENİ UFUKLARA DOĞRU
Çıplak ve çorak topraklardan, gür ormanlı Balkanlar’dan, güneşin en cömert yansıdığı Akdeniz ovalarına kadar yayılan yeni bir medeniyet doğuyordu.
Ayyuka ser çeken ince zarif minareler, doğuma her zaman hazır olan kümbet ve kubbeler, hep yeni ve güzel şeyler dünyaya getirdiler. Cami ve tekkelerin “hû”ları, yanı başlarındaki medreselerden teslimiyetle yükselen ilim ve fen sütunları ile sarmal oldu. Artık şifahanelerde hastalar şifa buluyor, ruhi ve akli sıkıntıda olanlara incelik ve şefkatle yaklaşılıyordu. “Hastahane” yerine şifahane, bîmârhane diyen munis zihniyet, Avrupa’da olduğu gibi akıl hastalarına ve sar’alılara “şeytan hâkim olmuş” deyip yakmak yerine, akarsu sesi ve tabiattaki güzel seslerle şifa dağıtıyordu.
Batı’nınki medeniyetse, bu yeni medeniyet bambaşka bir şeydi. Merkezinde insan olan bu medeniyet, insanı boğan ve sıkan bir yüzün değil, tebessümün sembolüydü. Artık bu çorak topraklar mutlu insanların gezindiği, alışveriş yaptığı alanlara dönüştü. Küçük kubbelerden oluşan ve yan yana sıralanan hırfetler (aynı meslek grupları) bölük bölük sıralanıyor, bunların emniyeti ve barınmaları için ve her sınıf yerli-yabancı insanların hizmetine sunulan vakıf amaçlı kervansaraylar sultanlar, hanedan üyeleri ve paşalar tarafından yaptırılıyor ve bu vakıf yapıları Anadolu’nun bağrını aydınlatıyordu.
İslamiyetin temizliğe verdiği önemden dolayı “su medeniyeti” de denilen bu yeni oluşumun gereği olarak, her sokak başında tertemiz “mâ-i tesnîm” akan çeşmeler bulunuyordu.
HANE MAHREMİYETİ VE AVLULAR
Bizans’ın bugünlerin habercisi gibi inşa ettiği sefertası gibi birbirinin içine geçen soğuk taş binalar, aileleri de birbirlerine hiddet ve nefretle bağlarken, bu topraklarda ferah fahur avlulu, bahçeli, yalnız bir aileye mahsus, kuş yuvaları gibi huzurlu ve mahremiyeti olan meskenler yapılmaya başladı. Bu yeni evlerin yüzü sokağa değil avluya bakıyordu. Bu avluda bir çeşme veya su tulumbası, ağaçlar ve küçük hayvanlar bulunuyordu. Evlerin arasında yayalar ve at arabaları için Arnavut kaldırımlı dar sokaklar vardı. Geceleri insanların huzuru için uykusuz dolaşan kollukçular, halka huzur ve güven veriyordu. Her sokağın başında insanı kendisine çeken uhrevi mesajların sembolü olan bir güdük minareye yaslanmış, mütevazı, küçük sıcacık bir mahalle mescidi bulunuyordu. Bu sokakların huzurunu Müslüman yerli halk ile zimmîler beraberce paylaşıyorlardı. Hâlide Edip Adıvar’ın “Sinekli Bakkal” sokağını ve “Mor Salkımlı Ev”lerini atalarımız yaşadı; bize de kıssaları kaldı.
Müslüman Türklerin dünya mekânları yanında kendilerinden hiç kopmayan ikinci mekânı da mezarlıklardı.
Mezarlıklar asla soğuk sırlı ve sıkıcı değil, sanat galerisine benzeyen mezar taşlarıyla ölümle hayat orada ay yıldız gibi iç içeydi.
Mezar taşları ilmiye sınıfına mahsus sarık veya değişik fesleriyle belli iken, devlet ricali için kemeriyye şeklinde idi. Hamileyken ölen kadının mezar taşındaki dramatik şekiller dikkat çekerken, hiç evlenmeden vefat eden hanımefendilerin mezar kapak taşında ise boş bir kalp motifi görülüyordu. (Kaptanpaşa Camii Haziresi, Üsküdar)
“Yarım ayın gölgesindeki şehirlerin tarihi, Malazgirt’te Alp Arslan’ın zaferi ile başlar. (1078-1097) yılları arasında, tarihî Nikaia, Türkler tarafından değiştirilen adıyla İznik, ilk başkent oldu. Bu arada Selçuklular bir karşı hareket ile kıyı bölgeleri bir müddet elden çıkardılar. Yavaş yavaş eski İkonya’da Havarî Paul’un yaşadığı topraklarda Sivas, Amasya ve Kayseri’de ilk Anadolu İslam eserleri belirmeye başladı. Böylece Konya, Kayseri, Sivas, Amasya ve Niksar gibi şehirler yarım aya kapılarını açtılar.” (Büyük Sancağın Gölgesinde, Friedrich- Karl Kienitz, 1001 Temel Eser, s. 15)
SİYASİ VE SIHRî BAĞLAR
Osmanlı Devleti yarı göçebelikten kurtulup şehirleşmeye başlayınca devlet de sağlam temellere oturdu. Yeni yapılanmada hem dokunulmazlık hem ticaret hem de ittifakın sağlanması için sıhriyet (nikâh) yoluyla bağlar oluşturulmaya başladı. Bursa Fatihi Orhan Bey, anne tarafından kızını Osman Bey’e vermiş olan bir Ahi dervişin torunu oluyordu. Kendisi de önce soylu bir kale kumandanının kızıyla, sonra da Bizans İmparatoru VI. Johannes Kantakuzenos’un kızı Teodora ile evlendi. (Age, s.18) Bu ilkler giderek Osmanlı Devleti’nin her döneminde görülen siyaset-sıhriyyet yollu evlilikler hâline dönüştü. Bugün hâlâ dar zihniyetli insanlar, bu evliliklerde Kayı Boyu’nun dolayısıyla da Türk ırkının genleriyle oynandığını ve Hristiyan unsurların devlete sokulduğunu savunurlar. Heyhat… Bilmezler mi ki her Hristiyan gelin sonradan ihtida ederek mükemmel bir Müslüman hanımefendi olmuştur.
Türk-İslam’ın ay yıldızı o kadar ihata edici bir “büyü”ydü ki, bu “büyü” sade Müslümanların değil Hristiyanların bile rüyaları olmuştu.
“Epey seneler evvel İstanbul’u görmeye gelen şair Henri de Regine, Eyüp Mezarlıklarının bir yokuşunda durmuş, Türk ölümünün derin bir vecdiyle Türk ırkından doğup bizimle beraber yaşayıp öldükten sonra mezarına sarıklı bir taşın dikilmeyeceğine acımış ve “İstanbul müminlerinin o kadar sevdiği Eyüp servilerinin altında kendimi senin ölülerinle kardeş hissettim” demişti. Bir Katolik şairi böyle söyleten Eyüp, bizi de içine aldığı zaman fazla düşündürmüyor, orada ahiret havasını teneffüs ederken müsterih oluyoruz. Zihnimizi yormuyoruz” (Yahyâ Kemâl, Aziz İstanbul. s. 127, 1964 İstanbul )
Mezarlıkların, taşlara yansıyan yeni edebiyat ritmiyle, muhteva ve hüviyetleriyle bir sanata dönüşmesi, muhteşem bir medeniyetin ahirete yansıması gibidir. Yemyeşil servilerin gölgelediği bu sükûnet mekânları Müslüman Türk’ün ölüme nasıl baktığını da gösteren mühim bir delildir.
Mezar taşlarında hatların en güzellerine rastlamak mümkündür. Bir sehl-i mümteni kıvamında çok şeyi az kelâmla anlatan bu sükût âbidelerinde iki şey ortaktır: “Hüvelbâkî ve Rûhuna el Fâtiha” Yani mezarın içindeki, Bâkî olan Allahü tealaya, Fâtiha sırrıyla tevdi edilmiştir. (Şunu da belirtmekte fayda vardır: Mezar taşlarına âyet-i kerîme, şiir, medhiyye yazmak bidattir.) (Seâdet-i Ebediyye.)
Eski mezarlıklarda çocuklarının salıncaklarını iki mezar taşına kuran veya çamaşırlarını mezar taşlarına bağladığı iplerde kurutan Müslüman Türk kadını, bunu mezara ve içindeki mevtaya karşı saygısızlık olarak görmez. Bu o kadar tabiidir ki, ölümle hayatı iç içe görmektir. Aynı iç içe olan ay yıldız gibi.
MEDENİYETİN MEDİNELEŞMESİ
Medeniyet tek taraflı tek yönlü olmaz, ama en önce medeni, yani şehirli olmak gerekir. Sanat çok şümullü olup insanın her ihtiyacına cevap vermelidir. Çadır kültüründen muhteşem bir medeniyete ulaşan Müslüman Türkler, geçtiği yollara Samanyolu, Süreyya Yıldızı, Çoban Yıldızı gibi “çil çil kubbeler” serpti; ayyuka ser çeken kalem gibi minareler yaptı; güvercin bakışlı sükûnetin misafirleri olan dem çeken kumrular meydana getirdi.
Çölü vaha, taşı sanat eseri hâline getiren bu medeniyet, özellikle İstanbul’un fethiyle 1453’ten sonra tarihe yeni ufuklar açtı. İstanbul’un fethinden önce Bizans entrikalarının kol gezdiği Konstantinopol, en fazla 40 bin nüfus barındırırken İslambol (İstanbul) olunca nüfusu 150 bine ulaştı. Eski başkentler Edirne ve Bursa âdeta bir şehir müzesi hâline döndü. Eskiden küçük köy görünümündeki Balkan şehirleri üzerlerine sihirli bir değnek dokunmuş gibi bayramlıklarını giydiler. Bulgaristan’ın iki küçük şehri Sofya ve Filibe, Makedonya’da Selanik, Üsküp ve Manastır, Teselya’da Yenişehir, Peleponnes’te Tripolis, Epir’de Yanya ve Sırbistan’da Belgrad, Payitahtın gölgesinde göz kamaştırmaya başladılar. Bosna Hersek, Tiran, Elbasan, Yeni Pazar Mostar, Travnik, Banjaluka, Osmanlı sayesinde kasvetli çan seslerinin baskıladığı bu kılıç hediyesi şehirler şimdi ne hâldeler? Osmanlının el çektiği İslam beldeleri zulüm ve katliama tabi tutuldu. Çünkü oralarda ay ve yıldızı birbirlerinden ayırdılar. Bugün taş yapılar hâline gelen bu şehirler Osmanlıya ihanetin bedelini taş kesilerek ödüyorlar.
Evlâd-ı fâtihânın mübarek kılıçları gölgesinde neşvünema bulan ve bir rüya gibi hatırlanan “Rakofça kırlarının hür havası” artık yok.
İslamiyeti unutmak fıtrata aykırı, Türklüğü unutmak irsiyete aykırı, millî tarihi unutmak hamiyete aykırı, ecdadı unutmak hilkate aykırı, ana babayı unutmak mürüvvete aykırı, fakir fukarayı unutmak fütüvvete aykırı, aslını unutmak asalete aykırı ve ay yıldızı unutmak da hüviyete aykırıdır.
Türk ve İslam’ı birbirinden ayırmak, ay ve yıldızı birbirinden ayırmak gibidir. İnşallahü teala bu da kıyamete kadar gerçekleşmeyecektir. Çünkü bu millet Resûl-i zî-şân Efendimizin müjdesine nail olmuştur. Gelecek yazımızda buluşmak üzere esen kalınız efendim.
.
TOPRAKTAN VATANA… Büyük devletler için büyük harpler yapılır
9 Haziran 2019 02:00
PROF. DR. OSMAN KEMAL KAYRA
Savaşçı bir kavim olan Türkler başlangıçtan beri büyük başbuğların, beylerin, kağanların ve sultanların önderliğinde kıtalara hükmetmişlerdir. Afrasyab (Alp Er Tonga), Bilge Kagan, Kültigin, Tonyukuk gibi İslam öncesi kağan ve komutanlar sanki bu milleti İslâm’a hazırlamakla görevliydiler. Savaş onların sanatıydı ama bunları yöneten sistem kağanlarda ve beylerde üstün meziyetler isterdi.
Bir devlet kurmak sosyal olayların en zorudur. Önce devletin kurulabileceği bir toprak gerekir. Sonra bu toprak basit bir coğrafi mekân iken vatanlaştırılıp “coğrafyadan vatana” safhası geliştirilir. Sonra bu vatan öncesi ve sonrası ile destanlaştırılır. Destanı olmayan millet, milleti olmayan vatan olmaz. Vaatlerle ve romantizmle devlet kurulmaz. Büyük devlet kurmak için “büyük kan dökmek” gerekir. Vatanına sahip çıkmak isteyen milletin her ferdi ölümü göze almazsa gelecek nesillere vatan bırakamaz. Güçlü bir iradenin eğittiği millet bir toprağı vatan yapınca, bu vatanın korunması için en önemli unsur güçlü bir ordudur. Ordusu olmayan veya ordusu zayıf olan bir millet, ayakta duramaz. Orduları teşvik edip onları birlikte hareket etmeye yönelten bir sembol de lâzımdır. O sembol bir “tamga”, “ buyan”, “bayrak”, “sancak” gelişimiyle yüreklerdeki kanı tahrik eden muharrik güç olmuştur. Bayrak veya sancak her zaman kutsal kabul edilmiş, sancaktarın elinde dalgalanan bu mukaddes sembol, şehidin son örtüsü olmuştur. Bayraklar hep kendilerine izafe edilen efsanelerle kutsallaştırılmıştır. Birkaç renkle şekil bulan çoğu bayrakların yanında, göklerin süsü olan hilâl ve yıldızın ünsiyetiyle tarihin her döneminde Türklere yol gösteren al bayrak, Türk-İslam’ın cihangirlik ruhunu göklerden arza indirmiştir.
Orduların teslimiyetine ve imanına güç katan “Tevhîd” li sancak Allâhü teâlanın ve sevgili Habîbinin koruması altındaki Müslüman Türkler, nice seferlere düğün şenliğinde çıkmışlardır.
Savaş kolay değildir. Ya ölür ya öldürürsünüz. Cihadın sırrı cihangirlik değil, cihanı adalete ve insanlığa tevdi etmektir. Hakkı hak bilen ve hakkı tebliğ eden, batılı batıl bilip ondan men etmeye çalışan bu övülmüş askerler, her zaman bu kutsal ve tarihi misyonlarının farkında olarak cihada çıkmışlardır.
ORDULAR VE KOMUTANLAR
Tarihin kaydettiği en büyük orduların sırrı kemiyet (sayı) değil, keyfiyet (ulviyet, sıfat, kalite) üstünlüğüdür. Bu kaliteyi idare etmek mutlaka dirayet ve feragati sinesinde barındıran bir lidere bağlıdır.
Sahâbe-i kirâm’ın savaşlarına akıl ermez. Zırhını giyip kılıcını kuşanan bir komutan, Cenâbı Hakk’ın Habîbi ise, o ordu maddî hiçbir sıfatla tavsif edilemez. Hazreti Ebûbekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman, Hazreti Ali, Hazreti Hamza, Abdullah ibn-i Revâha, Câfer-i Tayyar, Üsâme bin Zeyd ve Hâlid bin Velid’in (radıyallâhü anhüm ecmaîn ) savaştığı topluluğun adı sadece ordu değil göklerdeki izdüşümü melekeler olan mübarek bir topluluktur.
KOMUTAN OLAN KAĞAN VE PADİŞAHLAR
Savaşçı bir kavim olan Türkler başlangıçtan beri büyük başbuğların, beylerin, kağanların ve sultanların önderliğinde kıtalara hükmetmişlerdir. Afrasyab (Alp Er Tonga), Bilge Kagan, Kültigin, Tonyukuk gibi İslam öncesi kağan ve komutanlar sanki bu milleti İslâm’a hazırlamakla görevliydiler. Savaş onların sanatıydı ama bunları yöneten sistem kağanlarda ve beylerde üstün meziyetler isterdi.
İslâmî eserlerin prensiplerinden olan Kutadgu Bilig’de zaferlerin ve yüceliğin şifreleri önce “beg”e ve sonra “sübaşı”na (ordu komutanı) bağlanmıştır. Bu eserde “beg” (kağan, başbuğ vs.) şöyle tanıtılır: “Cesur, kahraman, güçlü, bilgili, akıllı, yumuşak huylu, gözü tok, gönlü zengin, merhametli ve âdil olmalı. Günahtan sakınmalı, sabırlı ve sakin görünmeli. Halka asla zulmetmeli. Vefakâr ve cefakâr olmalı. Acelecilik, cimrilik, öfke ve inattan kaçınmalı, içki içmemeli, vaktini oyunla geçirmemeli ve kibirli olmamalıdır.” Can alıcı noktası ise şudur: “Bey doğarken beylikle doğar görerek öğrenir. Allah kime beylik verirse ona işi ile mütenasip akıl ve gönül verir.”
Osmanlıda buna çok dikkat edilmiş, şehzadeler lalaların gözetiminde sancaklarda valilik yaparak yetişmişlerdir. Bunlara, adabımuaşeret , yöneticilik, devlet hassasiyeti; ulema ve meşâyıh elinden de din ve fen ilimleri, yabancı dil, mantık ve sosyal bilimler talim ettirilmiştir.
Kutadgu Bilig’de protokolde üçüncü sırada yer alan sübaşı (ordu komutanı) gelir. Ordu- milletin komutanı nasıl olmalıdır: “Cesur, gözü pek, çevik, sert ve tecrübeli olmalı. Sü başında soğukkanlılık, temkinlilik ve cömertlik esastır. Komutan bütün malını askeriyle paylaşmalıdır. Kendisi için bir at, silah ve bir elbise kâfidir. Malı ve ailesi ikinci plânda kalmalıdır. Ölümden korkmamalı, düşmanı yenmek birinci hedefi olmalıdır. Heybetli fakat mütevazi olmalıdır.”
Şimdi buradaki teşbihlere de dikkat etmeli: “Komutan düşmana karşı domuz gibi inatçı, kurt gibi güçlü, ayı gibi azılı, yaban sığırı gibi kinci, kırmızı tilki gibi hileci olmalı ve gözünü kaya kuzgunu gibi uzaklara çevirmelidir. Aslan gibi alicenap olmalı ve baykuş gibi geceleri uyumamalıdır. Savaşta aceleci olmamalı, tedbirli olup düşmanı asla rahat bırakmamalıdır.”
“Yurdu alan onu kılıçla almıştır, tutan onu kalemle tutmuştur.”
Eğer bir de kağan veya han aynı zamanda ordu komutanı olursa ne olur? Karahanlılarda, Gaznelilerde, Büyük ve Anadolu Selçuklularında, Harezmlilerde, Altunordu ve Bâbürî devletleri ile Osmanlılarda han-komutanlık nasıl yürütülmüştür.
GAZİ VEYA ŞEHİT HAN-KOMUTANLAR
Gaznelilerde Sultan Mahmud. (Gazneliler İran asılı Sâmânîler bünyesinde kurulan bir Türk devletidir.)
Büyük Selçuklularda Selçuk Bey’in oğulları Tuğrul ve Çağrı Beyler, ( Selçuk Bey, Oğuz Yabgu’nun sübaşısı idi) Büyük Selçukluların ikinci hükümdarı Anadolu’yu Türklere açan şehit han- komutan Sultan Alp Aslan’dı.
Anadolu Selçuklularında kurucu Gazi Kutalmışoğlu Süleyman Bey, 1. Kılıç Arslan, 1. Melikşah, 1. Rükneddin, 2. Kılıç Arslan, 2. Rükneddin büyük gazi komutan ve sultanlardı.
Osmanlılarda Kurucu Osman Gazi, Orhan Gazi, Murad-ı Hüdâvendigâr ( 1389 Kosova şehidi ), Yıldırım Bâyezid, Fatih Sultan Muhammed Han, 2. Bâyezid, 1. Selîm Han ( Yavuz ) Kanûnî Sultan Süleyman, Revan ve Bağdad Fatihi 4. Murad Han.
Tabiidir ki saydığımız bey, han, sultan dışında da bazı isimler vardır. Biz burada en maruf olanları zikrettik. Bu arada Celâleddin Harzemşah ve Timur Han’ı da anmadan geçmeyeceğiz.
Hanlık ve komutanlığı deruhte etmek hem üstün meziyet hem de maharet gerektirir. Bunlarda karar ve kaza mercii birleşmiştir.
Türk Sultanları içinde insiyatif, kararlılık, salâbet, mekîn olma, cesaret ve basîrette Muhteşem Süleyman’dan daha muhteşem, Yavuz Sultan Selîm Han’dır. Onda, sanki Hazreti Muhammed aleyhisselâma, Hazreti Ebubekir’in sadakati, Hazreti Ömer’in celâdeti, Hazreti Alî’nin şecaati, Hazreti Hamza’nın cihad şevki, Hazret-i Halid bin Velid’in savaş dehası ve İmâm-ı Busayrî’nin mübarek şiir kabiliyeti cem olmuştu.
SABIR VE DEHA SAVAŞI: ÇALDIRAN
Bu kadar üstün meziyetleri olan Yavuz Selîm’in tarihe satır satır işlediği Çaldıran Savaşı’nda gösterdiği dirayet ve yöneticilikteki mahareti gerçekten şayan-ı hayrettir. Çaldıran Savaşı sadece bir savaş değil, itikâdî bir hesaplaşmadır.
Anadolu’ya dâîlerini göndererek Hurûfîlerle müşterek bağ ve çalışma ile saf Sünnî akâidini ifsat etmek isteyen Şâh İsmâil, kendisinden emin bir şekilde bu savaşı kazanmayı hayal ediyordu.
Osmanlı ordusu yüz seksen bin muharip asker, on bin iaşe ve katır bölüğü, altmış bin tedarik deve ve sürücüsünden mürekkepti. Erzak yüklü bir gemi de Trabzon limanına demirlemişti.
Savaş sanatını çok iyi bilen Şâh İsmâil, satranç kozunu oynar gibi ordusunu hep çekerek, Osmanlı ordusu ile arasında bir çöl meydana getiriyordu. Şâh İsmâil’in savaşa başlamak yerine engeller ihdas etmesini cesaretsizlik olarak niteleyen Yavuz, ona kıldan bir cübbe ve bir asâ gönderdi. Bu hareket çok ince bir hicivdi: Şâh İsmâil’e silah gücüyle değil, tahta dervişlik kisvesiyle gelen babasını ima ediyordu. Farsça ve Arapçayı çok iyi bilen Yavuz hediyelerinin(!?) yanına bir de risale iliştirmişti. Bu risale Farsça ve aruzla yazılmış bir şiirdi. Meâlen diyordu ki: “Tahtları zorbalıkla ele geçirenler, onu yanında gelen okları da göğüslemesini bilmelidirler. Saltanat denen mahbube, sararıp solmadan kılıcın dudaklarını öpebilen muharibin, kendisinden buse almasına izin verir.” Gerçekten muhteşem!
Şâh İsmâil de Yavuz’a bir kutu içinde afyon sakızı gönderdi. Bu hediye (!? ) Yavuz’u hayalperestlikle itham ediyordu. Bu mağrurane harekette tam bir aşağılama vardı. Yavuz kendisine bu hediyeyi (!? ) getiren Şahkulu adlı elçinin kulağının bir kısmını keserek geri gönderdi.
Şimdi Yavuzla Şâh arasında kırk günlük yürüyüş alanı olan bir çöl vardı. Bu çölü geçmeden Tebriz’e varmak mümkün değildi. Bu sefer, gerçekten çok külfetliydi. Asker ve komutanların bazıları arasında huzursuzluk baş göstermiş ve söylenmeler artmıştı. Bazı komutanlar Yavuz’u bu seferden vazgeçirmek için onun çocukluk arkadaşı ve musahibi Hemdem Çelebi’yi aracı gönderdiler. Bir aksiyon abidesi olan Yavuz, Hemdem’in kellesini vurdurup çadırının önünde bir mızrağa astırdı. Bu askere tam bir gözdağı idi. Ordu bu şartlarda Tebriz’e yöneldi. Yolda açlık ve susuzluktan neferler ölüyor, hayvanlar telef oluyorlardı. Günlerce yol alınmasına rağmen bir tek Şâh askerine rastlanılmıyordu. Bunun üzerine Yavuz, Şâh’a bir mektup yazdı: “İsmâil sağ mısın yoksa öldün mü? Haftalardır ne seni ne de askerini gördüm. Saklanmaya devam edersen adam değilsin. O zaman miğferini çıkart, yüzüne peçe tak, zırhını at, şemsiye ve yelpaze kullan” Bu sözlerle birlikte ona bir peçe, şemsiye ve yelpaze yollar.
Şâh, sabırla direniyor, kendisi ile Yavuz arasındaki çölü sabır taşı hâline getiriyordu.
Tebriz vadisi göründüğünde Yavuz’un ordusu bu manzara karşısında şaşkına döndü. Vadideki bütün ağaçlar yakılmış ve su kuyuları taş ve kumla kurutulmuştu. Şaşkına dönen Yavuz’un ordusu padişahın çadırı etrafında bağıra çağıra dönüyorlardı. Bir isyan başlıyordu. Atılan bir ok Yavuz’un çadırını delip içerdeki direğe saplanmıştı. Büyük bir kararlılıkla çadırın önüne çıkan bu muhteşem han- komutan askere o tarihî hitabeyi irat etti:” Ben size cülûsum sırasında bu zorlukları çekeceğinizi söylemedim mi? Biz bu makamı dinlenmek ve sefa sürmek için mi aldık? Aranızda karısını özleyenler varsa hemen geri dönsün. Allah yolunda cihat etmek isteyen benimle gelsin.” diyerek atını Tebriz’e yöneltti. Tabii ki bu müthiş hitabe askeri peşine takmaya yetmişti.
Nihayet iki gün sonra Çaldıran Ovası göründü. Artık iki ordu karşı karşıyaydı. İki ayrı itikatta, iki ayrı Türk han-komutan karşılaştılar. Yol yorgunu olan ordunun dinlenmesini tavsiye eden paşalara rağmen Pîrî Paşa: “Mânevî silahlarımız bizimledir. Düşmanı görür görmez hücum etmezsek asker yılgınlığa düşer, Safevîler bundan güç devşirirler. Hemen hücum etmeliyiz.” der.
Yavuz asker grupları arasında bir strateji ve taktik ustası olarak mekik dokuyor, yüz bini mütecaviz çeri Yavuz’dan işaret bekliyordu. İki yüz bini aşkın ordusuyla yirmi savaş yapmış büyük muharip Şâh, bu savaşı kaybediyor, sonunda kadim İran İmparatorluğu bütün zenginlik ve ganimetiyle artık Osmanlı’nın eline geçiyordu.
Bu irade Anadolu’yu Şiâ istilasından kurtarmış, Sünnî akaidin kıyamete kadar koruyucusu olma şerefini bu asil millet tevdi etmişti.
Derk ettiler ki Merkad-i Pâk-i Muhammed’e
Rûhü’l- Kudüsle Arş-ı Hudâ’dan haber gelir.
Rûy-i zemîni tâbi’-i fermân kılmaya
Yavuz Selîm Han gibi bir şîr-i ner gelir. (Yahya Kemal)
Bir dahaki yazımızda buluşmak üzere esen kalınız efendim
.
TOPRAKTAN VATANA, Hanlık ve komutanlığı birleştiren Türkler…
7 Temmuz 2019 02:00
PROF. DR. OSMAN KEMAL KAYRA
osmankemalkayra@gmail.com
Karadeniz Teknik Üniversitesi
İdarecilik ve komutanlığı deruhte etmek hem üstün meziyet hem de maharet gerektirir. Bunlarda karar ve kaza mercii birleşmiştir. Türk Sultanları içinde insiyatif, kararlılık, cesaret ve basîrette Muhteşem Süleyman’dan daha muhteşem, Yavuz Sultan Selîm Han’dır. Onda, sanki Hazret-i Muhammed aleyhisselâma Hazret-i Ebabekir’in sadakati, Hazret-i Ömer’in celâdeti, Hazret-i Alî’nin şecaati, Hazret-i Hamza’nın cihad şevki ve İmâm-ı Busayrî’nin mübarek şiir kabiliyeti cem olmuştu.
Bir devlet kurmak sosyal olayların en zorudur. Önce devletin kurulabileceği bir toprak gerekir. Sonra bu toprak basit bir coğrafi mekân iken vatanlaştırılıp “coğrafyadan vatana” safhası geliştirilir. Sonra bu vatan öncesi ve sonrası ile destanlaştırılır. Destanı olmayan millet, milleti olmayan vatan olmaz.
Vaatlerle ve romantizmle devlet kurulmaz. Büyük devlet kurmak için” büyük kan dökmek” gerekir. Vatanına sahip çıkmak isteyen milletin her ferdi ölümü göze almazsa gelecek nesillere vatan bırakamaz. Güçlü bir iradenin eğittiği millet bir toprağı vatan yapınca, bu vatanın korunması için en önemli unsur güçlü bir ordudur. Ordusu olmayan veya ordusu zayıf olan bir millet, ayakta duramaz. Orduları teşvik edip onları birlikte hareket etmeye yönelten bir sembol de lâzımdır. O sembol bir “tamga”, “ buyan”, “bayrak”, “sancak” gelişimiyle yüreklerdeki kanı tahrik eden muharrik güç olmuştur. Bayrak veya sancak her zaman kutsal kabul edilmiş, sancaktarın elinde dalgalanan bu kutsal sembol, şehidin son örtüsü olmuştur.
Bayraklar hep kendilerine izafe edilen efsanelerle kutsallaştırılmıştır. Birkaç renkle şekil bulan çoğu bayrakların yanında, göklerin süsü olan hilâl ve yıldızın ünsiyetiyle tarihin her döneminde Türklere yol gösteren al bayrak, Türk-İslam’ın cihangirlik ruhunu göklerden arza indirmiştir. Orduların teslimiyetine ve imanına güç katan “Tevhîd”li sancak Allahü tealanın ve Sevgili Habîbinin koruması altındaki Müslüman Türkler, nice seferlere düğün şenliğinde çıkmışlardır.
Savaş kolay değildir. Ya ölür ya öldürürsünüz. Cihadın sırrı cihangirlik değil, cihanı adalete ve insanlığa tevdi etmektir. Hakkı hak bilen ve hakkı tebliğ eden, batılı batıl bilip ondan men etmeye çalışan bu övülmüş askerler, her zaman bu kutsal ve tarihi misyonlarının farkında olarak cihada çıkmışlardır.
ORDULAR VE KOMUTANLAR
Tarihin kaydettiği en büyük orduların sırrı kemiyet (sayı) değil, keyfiyet (ulviyet, sıfat, kalite) üstünlüğüdür. Bu kaliteyi idare etmek mutlaka dirayet ve feragati sinesinde barındıran bir lidere bağlıdır.
Sahâbe-i kirâm’ın savaşlarına akıl ermez. Zırhını giyip kılıcını kuşanan bir komutan, Cenâbı Hakk’ın Habîbi ise, o ordu maddî hiçbir sıfatla tavsif edilemez. Hazreti Ebûbekir, Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman, Hazret-i Ali, Hazret-i Hamza, Abdullah ibn-i Revâha, Câfer-i Tayyar, Üsâme bin Zeyd ve Hâlid bin Velid’in (radıyallâhü anhüm ecmaîn ) savaştığı topluluğun adı sadece ordu değil göklerdeki izdüşümü melekeler olan mübarek bir topluluktur.
KOMUTAN OLAN KAĞAN VE PADİŞAHLAR
Savaşçı bir kavim olan Türkler başlangıçtan beri büyük başbuğların, beylerin, kağanların ve sultanların önderliğinde kıtalara hükmetmişlerdir. Afrasyab ( Alp Er Tonga ), Bilge Kagan, Kültigin, Tonyukuk gibi İslam öncesi kağan ve komutanlar sanki bu milleti İslâm’a hazırlamakla görevliydiler. Savaş onların sanatıydı ama bunları yöneten sistem kağanlarda ve beylerde üstün meziyetler isterdi.
İslâmî eserlerin ilklerinden olan Kutadgu Bilig’de zaferlerin ve yüceliğin şifreleri önce “beg”e ve sonra “sübaşı”na (ordu komutanı) bağlanmıştır. Bu eserde “beg” (kağan, başbuğ vs.) şöyle tanıtılır: “Cesur, kahraman, güçlü, bilgili, akıllı, yumuşak huylu, gözü tok, gönlü zengin, merhametli ve âdil olmalı. Günahtan sakınmalı, sabırlı ve sakin görünmeli. Halka asla zulmetmeli. Vefakâr ve cefakâr olmalı. Acelecilik, cimrilik, öfke ve inattan kaçınmalı, içki içmemeli, vaktini oyunla geçirmemeli ve kibirli olmamalıdır.” Can alıcı noktası ise şudur: “Bey doğarken beylikle doğar görerek öğrenir. Allah kime beylik verirse ona işi ile mütenasip akıl ve gönül verir.”
Osmanlıda buna çok dikkat edilmiş, şehzadeler lalaların gözetiminde sancaklarda valilik yaparak yetişmişlerdir. Bunlara, adabımuaşeret, yöneticilik, devlet hassasiyeti; ulema ve meşâyıh elinden de din ve fen ilimleri, yabancı dil, mantık ve sosyal bilimler talim ettirilmiştir.
Kutadgu Biligde protokolde üçüncü sırada yer alan sübaşı (ordu komutanı) gelir. Ordu- milletin komutanı nasıl olmalıdır: “Cesur, gözü pek, çevik, sert ve tecrübeli olmalı. Sübaşında soğukkanlılık, temkinlilik ve cömertlik esastır. Komutan bütün malını askeriyle paylaşmalıdır. Kendisi için bir at, silah ve bir elbise kâfidir. Malı ve ailesi ikinci plânda kalmalıdır. Ölümden korkmamalı, düşmanı yenmek birinci hedefi olmalıdır. Heybetli fakat mütevazi olmalıdır.”
Şimdi buradaki teşbihlere de dikkat etmeli: “Komutan düşmana karşı domuz gibi inatçı, kurt gibi güçlü, ayı gibi azılı, yaban sığırı gibi kinci, kırmızı tilki gibi hileci olmalı ve gözünü kaya kuzgunu gibi uzaklara çevirmelidir. Aslan gibi alicenap olmalı ve baykuş gibi geceleri uyumamalıdır. Savaşta aceleci olmamalı, tedbirli olup düşmanı asla rahat bırakmamalıdır.
“Yurdu alan onu kılıçla almıştır, tutan onu kalemle tutmuştur.”
Eğer bir de kağan veya han aynı zamanda ordu komutanı olursa ne olur? Karahanlılarda, Gaznelilerde, Büyük ve Anadolu Selçuklularında, Harezmlilerde, Altunordu ve Bâbürî devletleri ile Osmanlılarda han-komutanlık nasıl yürütülmüştür?
GAZİ VEYA ŞEHİT HAN-KOMUTANLAR
Gaznelilerde Sultan Mahmud. (Gazneliler İran asılı Sâmânîler bünyesinde kurulan bir Türk devletidir) Büyük Selçuklularda Selçuk Bey’in oğulları Tuğrul ve Çağrı Beyler, (Selçuk Bey, Oğuz Yabgu’nun sübaşısı idi) Büyük Selçukluların ikinci hükümdarı Anadolu’yu Türklere açan şehid han- komutan Sultan Alp Aslan’dı.
Anadolu Selçuklularında kurucu Gazi Kutalmışoğlu Süleyman Bey, 1. Kılıç Arslan, 1. Melikşah, 1. Rükneddin, 2. Kılıç Arslan, 2. Rükneddin büyük gazi komutan ve sultanlardı. Osmanlılarda Kurucu Osman Gazi, Orhan Gazi, Murad-ı Hüdâvendigâr (1389 Kosova şehidi), Yıldırım Bâyezid, Fatih Sultan Muhammed Han, 2. Bâyezid, 1. Selîm Han (Yavuz) Kanûnî Sultan Süleyman, Revan ve Bağdad Fatihi 4. Murad Han… Tabiidir ki saydığımız bey, han, sultan dışında da bazı isimler vardır. Biz burada en maruf olanları zikrettik. Bu arada Celâleddin Harzemşah ve Timur Han’ı da anmadan geçmeyeceğiz.
Hanlık ve komutanlığı deruhte etmek hem üstün meziyet hem de maharet gerektirir. Bunlarda karar ve kaza mercii birleşmiştir.
Türk Sultanları içinde insiyatif, kararlılık, salâbet, mekîn olma, cesaret ve basîrette Muhteşem Süleyman’dan daha muhteşem, Yavuz Sultan Selîm Han’dır. Onda, sanki Hazret-i Muhammed aleyhisselâma Hazret-i Ebabekir’in sadakati, Hazret-i Ömer’in celâdeti, Hazret-i Alî’nin şecaati, Hazret-i Hamza’nın cihad şevki, Hazret-i Halid bin Velid’in savaş dehası ve İmâm-ı Busayrî’nin mübarek şiir kabiliyeti cem olmuştu.
SABIR VE DEHA SAVAŞI: ÇALDIRAN
Bu kadar üstün meziyetleri olan Yavuz Selîm’in tarihe satır satır işlediği Çaldıran Savaşı’nda gösterdiği dirayet ve yöneticilikteki mahareti gerçekten şayan-ı hayrettir. Çaldıran Savaşı sadece bir savaş değil, itikâdî bir hesaplaşmadır. Anadolu’ya dâîlerini göndererek Hurûfîlerle müşterek bağ ve çalışma ile saf Sünnî akâidini ifsat etmek isteyen Şâh İsmâil, kendisinden emin bir şekilde bu savaşı kazanmayı hayal ediyordu.
Osmanlı ordusu yüz seksen bin muharip asker, on bin iaşe ve katır bölüğü, altmış bin tedarik deve ve sürücüsünden mürekkepti. Erzak yüklü bir gemi de Trabzon limanına demirlemişti.
Savaş sanatını çok iyi bilen Şâh İsmâil, satranç kozunu oynar gibi ordusunu hep çekerek, Osmanlı ordusu ile arasında bir çöl meydana getiriyordu. Şâh İsmâil’in savaşa başlamak yerine engeller ihdas etmesini cesaretsizlik olarak niteleyen Yavuz, ona kıldan bir cübbe ve bir asâ gönderdi. Bu hareket çok ince bir hicivdi: Şâh İsmâil’e silah gücüyle değil, tahta dervişlik kisvesiyle gelen babasını ima ediyordu. Farsça ve Arapçayı çok iyi bilen Yavuz hediyelerinin(!) yanına bir de risale iliştirmişti. Bu risale Farsça aruzla yazılmış bir şiirdi. Meâlen diyordu ki: “Tahtları zorbalıkla ele geçirenler, onu yanında gelen okları da göğüslemesini bilmelidirler. Saltanat denen mahbube, sararıp solmadan kılıcın dudaklarını öpebilen muharibin, kendisinden buse almasına izin verir.” Gerçekten muhteşem!
Şâh İsmâil de Yavuz’a bir kutu içinde afyon sakızı gönderdi. Bu hediye (! ) Yavuz’u hayalperestlikle itham ediyordu. Bu mağrurane harekette tam bir aşağılama vardı. Yavuz kendisine bu hediyeyi (!) getiren Şahkulu adlı elçinin kulağının bir kısmını keserek geri gönderdi.
Şimdi Yavuzla Şâh arasında kırk günlük yürüyüş alanı olan bir çöl vardı. Bu çölü geçmeden Tebriz’e varmak mümkün değildi. Bu sefer, gerçekten çok külfetliydi. Asker ve komutanların bazıları arasında huzursuzluk baş göstermiş ve söylenmeler artmıştı. Bazı komutanlar Yavuz’u bu seferden vazgeçirmek için onun çocukluk arkadaşı ve musahibi Hemdem Çelebi’yi aracı gönderdiler. Bir aksiyon abidesi olan Yavuz, Hemdem’in kellesini vurdurup çadırının önünde bir mızrağa astırdı. Bu askere tam bir gözdağı idi. Ordu bu şartlarda Tebriz’e yöneldi. Yolda açlık ve susuzluktan neferler ölüyor, hayvanlar telef oluyorlardı. Günlerce yol alınmasına rağmen bir tek Şâh askerine rastlanılmıyordu. Bunun üzerine Yavuz, Şâh’a bir mektup yazdı: “İsmâil sağ mısın yoksa öldün mü? Haftalardır ne seni ne de askerini gördüm. Saklanmaya devam edersen adam değilsin. O zaman miğferini çıkart, yüzüne peçe tak, zırhını at, şemsiye ve yelpaze kullan” Bu sözlerle birlikte ona bir peçe, şemsiye ve yelpaze yollar”
Şâh, sabırla direniyor, kendisi ile Yavuz arasındaki çölü sabır taşı hâline getiriyordu.
Tebriz vadisi göründüğünde Yavuz’un ordusu bu manzara karşısında şaşkına döndü. Vadideki bütün ağaçlar yakılmış ve su kuyuları taş ve kumla kurutulmuştu. Şaşkına dönen Yavuz’un ordusu padişahın çadırı etrafında bağıra çağıra dönüyorlardı. Bir isyan başlıyordu. Atılan bir ok Yavuz’un çadırını delip içerdeki direğe saplanmıştı. Büyük bir kararlılıkla çadırın önüne çıkan bu muhteşem han- komutan askere o tarihî hitabeyi irat etti: “Ben size cülûsum sırasında bu zorlukları çekeceğinizi söylemedim mi? Biz bu makamı dinlenmek ve sefa sürmek için mi aldık? Aranızda karısını özleyenler varsa hemen geri dönsün. Allah yolunda cihat etmek isteyen benimle gelsin.” Ardından atını Tebriz’e yöneltti. Tabii ki bu müthiş hitabe askeri peşine takmaya yetmişti.
Nihayet iki gün sonra Çaldıran Ovası göründü. Artık iki ordu karşı karşıyaydı. İki ayrı itikatta, iki ayrı Türk han-komutan karşılaştılar. Yol yorgunu olan ordunun dinlenmesini tavsiye eden paşalara rağmen Pîrî Paşa: “Mânevî silahlarımız bizimledir. Düşmanı görür görmez hücum etmezsek asker yılgınlığa düşer, Safevîler bundan güç devşirirler. Hemen hücum etmeliyiz.” der.
Yavuz asker grupları arasında bir strateji ve taktik ustası olarak mekik dokuyor, yüz bini mütecaviz çeri Yavuz’dan işaret bekliyordu. İki yüz bini aşkın ordusuyla yirmi savaş yapmış büyük muharip Şâh, bu savaşı kaybediyor, sonunda kadim İran İmparatorluğu bütün zenginlik ve ganimetiyle artık Osmanlının eline geçiyordu.
Bu irade Anadolu’yu Şiâ istilasından kurtarmış, Sünnî akaidin kıyamete kadar koruyucusu olma şerefini bu asil millet tevdi etmişti.
Derk ettiler ki Merkad-i Pâk-i Muhammed’e
Rûhü’l- Kudüsle Arş-ı Hudâ’dan haber gelir.
Rûy-i zemîni tâbi’-i fermân kılmaya
Yavuz Selîm Han gibi bir şîr-i ner gelir. ( Yahya Kemal )
Bir dahaki yazımızda buluşmak üzere esen kalınız efendim.
Prof. Dr. Osman Kemal Kayra
.
Beyaz yüzlülerin yüz karaları
4 Ağustos 2019 02:00
OSMAN KEMAL KAYRA
osmankemalkayra@gmail.com
Karadeniz Teknik Üniversitesi
Orta Çağ’da başlayan insan devşirme ve toprak istilaları hep Katolik-Latin dünyasının baş meşgalesi olmuştur. İspanyol ve Portekizlilerin Kardinallerce verilen zulüm icazetleri, coğrafi keşifler adı altında yeni efendiler ve yeni köleler ortaya çıkardı.
Kendilerinden olmayan bir kavim tarafından işgal veya fethedilen toprakların asıl sahipleri için yeni efendileriyle beraber yaşamak, yerli halk tarafından hep zillet ve zulüm olarak idrak edilmiştir; zaten başka türlü de düşünülemez.
Dilleri, dinleri, renkleri ve ırkları ayrı olan bu yeni efendiler, yeni mekânlarına yerleşmek için izin almadıkları gibi onlara iyi davranmak diye bir mecburiyeti de tanımazlar. Evvela bu yeni topraklar üzerinde kendi kavimlerine bir iskân planı hazırlayan müstevliler, yerli halkın meskenetine asla izin vermeyip onların her şeylerini kendi menfaatlerine çevirmek için düzenlemeler yaparlar. Yıllarca o topraklarda yaşamış, nesiller türetmiş, mutlu aileler kurmuş, ekmiş biçmiş, hatıralarını devşirmiş, ölülerini aynı toprağa gömmüş olan aslî toprak sahipleri, başlarına bir balyoz gibi inen yeni ev sahiplerine hiçbir şey yapamamanın aczi ve sıkıntısıyla ya geçici ya da uzun süre onlara katlanmak zorunda kalırlar. Bu, bir kavmin hafızasında nesiller boyu silinmeyen derin ve acı izler bırakır.
Bazı müstevliler ufak tefek toleranslarla yerli halka sınırlı haklar tanırken, bazıları ise çeşitli bahanelerle asıl ev sahiplerini topraklarından, evlerinden, ata mezarlarından, çocukluk hatıralarından söküp atarlar. Sürgün hayatı bir kavmin genlerinde asırlar ötesine taşınır. Bu acılarla büyüyen çocuklarda kin ve nefret hep ön plandadır...
İNSAN HAKLARI
İnsan hakları, evrensel hukuk, müstevliler için kâğıt üzerinde kalmış, içi boşaltılmış maddelerdir. Güçlüler hep haklı kabul edilir. Veyl mağluplara…
Tarih bu tip olaylara o kadar doymuştur ki… Ama heyhat, sınır tanımayan emperyalistlerin iştihaları, hayallerini süsleyen dedelerinin barbarlıklarına imrenircesine yeni zulümlere devam etmeye kararlıdır.
İlk devirlerde güç devşirmek ve savunma üzerine bina edilen istilalar, sonraları toprak üstü zenginlikleri ve insan ticareti, nihayet 1800’lü yılların sonlarında doğrudan toprak altı enerji ve zenginliklerini hedef aldı. Önce kömür, altın ve diğer madenler derken, sanayi devrimiyle devreye giren petrol, kol gücünü ikinci plâna atıp, dünyayı dönen çarklar hâlinde tasavvur eden modern müstevliler, yani hunhar Batı, artık insanlığın baş belâsı olduğunu ilan etmişti.
Orta Çağ’da başlayan insan devşirme ve toprak istilaları hep Katolik-Latin dünyasının baş meşgalesi olmuştur. İspanyol ve Portekizlilerin Papa ve Kardinallerce desteklenen zulüm icazetleri, coğrafi keşifler adı altında yeni efendiler ve yeni köleler ortaya çıkardı.
Yeni kıta Amerika’yı keşfettiklerini söyleyen kilise destekli korsanlar, sonra giderek Afrika kıtasının saf ve kendi hâlindeki halkını zincirlerle bu kıtaya taşıyıp yeni bir insanlık ayıbı sayfası açtılar.
Batı… Zalim Batı… Önce derileri beyaz olmayan savunmasız siyahîleri bu yeni kıtaya taşıyan Batı’nın zalim efendileri, Afrika’dan zorla koparılan bu insanlarla bir Afro-Amerikan halk türettiler.
GÖRÜLMEMİŞ ZULÜMLER
Bu Avrupa kökenli korsanlar, kilise cevazlı eşkıyalar, gerek Afrolara gerek Negrolara derilerinden dolayı hayvanlara layık görülmeyen muameleler yaptılar.
1705 yılında Virginia’da kölelik yasasına göre: “Bu yönetim bölgesinde tüm zenci, melez ve Kızılderililer taşınmaz mal olarak elde tutulacaktır. Herhangi bir köle, efendisine karşı direnirse sahibi onu ıslah etmeye çalışırken asi köleyi öldürürse böyle bir kaza hiç olmamış gibi köle sahibi tüm cezalardan muaf tutulacaktır." Bu asilik kapsamına kölelerin çocuklarının masum davranışları da dâhildir. Kölelere verilen, günde üç orta boy patatestir. Bu üç orta boy patatesle ortalama 500 kalori alabilen köleler, 7000 ila 8000 kalorilik ağır işlere tabi tutulurlar ve güçleri kesilen köleler düşüp bayılınca en az elli kırbaçla cezalandırılırdı. Yaşlı ve işe yaramaz köleler sıcakta ağır işlere koşulurlar, susuz bırakılırlar ve böbrek yetmezliğinden ölüp giderlerdi. Kölelerde bol çocuk yapmayı teşvik ederler, doğan çocuklar büyüyünce taze güç olarak ya çalıştırılır veya satılırdı.
Ölülerin gömülmesinde ayin yapmak zaman kaybına sebep olduğu için müsaade edilmez, bir beyaz rahip ve bir iki kişi ile defin işlemi yapılırdı. Rahibin beyaz olmasının sebebi, zenci kölelerin okuma yazma bilmemeleri ve dinî bir eğitim almamalarından kaynaklanıyordu. Kilise beyazlara aitti ve köleler kiliseye gidemezdi. Yine de her zenci kölenin boynuna siyah bir haç takılırdı. Kölelerin çoğu “Hazret-i Îsâ ve Hazret-i Meryem beyaz ise bize neden yardım etsinler ki” diye düşünürlerdi. Çoğu köle Agnostik bir zihniyete sahipti. Bunların hepsi sonradan zorla Hristiyan yapılmış ama yine de kiliselere alınmamışlardır.
Kaçak bir köle olan Fredirick Douglass önemli bir hatipti. Okuma yazmayı da iyiliksever sahibinden öğrenmişti. Onun verdiği mücadele Başkan Lincoln’ün bütün ülkede köleliği kaldırmasında büyük rol oynamıştır. Siyahî köleliğin hürriyet mücadelesinde bir diğer isim Nat Turner’dir. O, tam bir isyan hareketi başlatmıştır. Amerika’da 11 Ağustos 1831 tarihinde 50-60 köle bıçak, satır ve baltalarla silahlandılar. İki gün süren kanlı bir isyan sonunda köleler serbest kaldı. Fakat bu rüya kısa sürdü. İsyancı kölelerin çoğuyla birlikte Turner, 11 Kasım 1831’de idam edildi. Ama şiddetli bir hürriyet kıvılcımı da parlamış oldu.
Lincoln’ün köleliği kaldırması, Güney eyaletlerinde huzursuzluk doğurdu. Kuzey’in artan baskısıyla Virginia, Arkansas, Tennesee ve Kuzey Carolina eyaletleri birlikten ayrıldı. İşte bu olaylar Amerika’nın en büyük iç savaşını, Kuzey-Güney Savaşı’nı başlattı. Zafer Kuzey’indi ama zenci düşmanlığı hiç bitmedi.
ZENCİLER İŞBAŞINDA
1956 yıllarına kadar zenciler beyazların lokantalarına giremez, taşıtlarında seyahat edemezlerdi. 1936 Berlin Olimpiyatları’nda Owens’ın dört altın madalya alması, Hitler’in Ârî ırk kompleksine bir şamardı. Bu olimpiyatlara zenci atletlerin de katılmasına Amerikalı beyazlar karşı çıkarken, Yahudi lobisi, Hitler düşmanlığı ile etkili bir tavır takınarak bu atletlerin olimpiyatlara katılımını sağlamıştır. Sonraki yıllarda devşirme atletler yani Afrolar, özellikle kısa mesafe koşularında dünyayı şaşırtan rekorların sahipleri oldular.
Dünya müzik piyasasında Afrolar yine öndedir. Özellikle dünyayı saran RAP’in (Rhythmic American Poem) kurucuları Amerikalı zenci topluluklardır. Bu grubun önemli bazı müzisyenleri de Snoop Dog, 50 Cent, -Jay Z vb. gibidir.
Basketbol yine Amerika’nın en sevdiği spor dalıdır. Özellikle “NBA” dünyanın seyrettiği bir sektördür. Bu alan da âdeta Afroların tekelindedir. Yine boksta da Afrolar, ringleri beyazlara dar etmişlerdir. El atmadıkları tek saha yüksek siyasetti ki onu da başardılar.
Önce Colin Powel 1983-1993 yılları arasında ABD Genelkurmay Başkanı oldu. Sonra 2001-2005 yılları arsında da ABD Dışişleri Bakanı oldu. Yine bir siyahî bayan olan Condoleezza Rice, Başkan George W. Bush’un güvenlik danışmanı oldu. (2001) Yine aynı bayan 2005-2009 yılları arasında ABD Dışişleri Bakanı oldu.
Ama Afrolar bununla da yetinmediler: Nihayet Barack Obama 2008 seçimlerinde ABD’nin 44. Başkanı olan ilk siyahî idi. Sonra 2012 seçimlerini de kazanarak ikinci defa başkan seçildi. İlk adı Huseyn olan Obama, bir proje olup İslam Dünyası’nı yanıltmak için ortaya çıkarılmıştı. Aslen koyu bir Hristiyan ve İslam düşmanı idi. Orta Doğu, özellikle Suriye, Irak onun zamanında perişan oldu. Siyah adamlar bütün bu başarılarına rağmen hâlâ zenci ve hâlâ köle kalıntılarıdır.
Kendilerine bu kadar hakaret edilip atalarına yapılmadık zulüm kalmayan Afroların çok az bir kısmının Müslüman olup onları insan bile saymayan Batı’nın propaganda dini olan Hristiyanlığı hâlâ benimsemesi, önlerine Bilal-i Habeşî gibi bir örnek sunulmuşken İslamiyet’i çok azının kabul etmesi, genlerinde köleliğin devam ettiğinin göstergesi midir acaba?
Amerika bu kompleksi kısmen aşmaya çalışırken İspanya, İtalya, İngiltere ve Fransa liglerinde hem top hem de milyon dolarlarla oynayan yeni ve eski bir sürü siyahî topçu, kendilerine tribünlerden atılan muzlarla müteessir olup saha içinde ağlamışlardır. Bunların en çarpıcı birkaç örneğini esefle hatırlayalım: Kendilerine muz ve fıstık atılıp imâ ile maymuna benzetilen meşhur topçulardan birisi, Milanlı Mario Balotelli’dir. Ağlayan fotoğrafı insanlara hicran yarası olmuştur.
Şunu anlamalıyız: Batı kendisi gibi beyaz ve Hristiyan olmayan her ırka düşmandır. Son zamanlarda Yahudiler bu saldırılardan muaf tutulmuşlardır. Devşirme ırk ve devşirme kültürlü Batı’da bu ahlaksızlıkların bitmesi mümkün görünmüyor. Beyaz ırktan olan Yahudilere de Önce İspanya’da sonra Almanya’da katliam uygulanmışken bu milletin şu anda Filistin’de en büyük ırkçılık katliamı yapması ne kadar da tuhaftır.
Daha bu zalimlerin Afrika’da yaptıkları akıl almaz zulüm ve katliamlara bu yazımızda fazla temas etmedik. İspanyol ve Portekizli dedelerinden sonra, İtalyanların, Fransızların, Hollanda ve İngiltere’nin zulüm dosyaları o kadar kabarıktır ki, hangi kalem hangi deftere bunları sığdırabilir!.. Kara Afrika’nın ak gözyaşı ve kırmızı kanıyla yazılmış bir zulüm tragedyasıdır bu...
FETHİN BİR BAŞKA YÜZÜ
İnsanlığın yüz akı, âlemlere rahmet olarak gönderilen, Risâletpenâh Efendimiz (aleyhissalatü vesselâm), hüzünle terk ettiği Mekke’ye 120 bin kişilik muzaffer ayak basarken, galip bir komutan edasıyla değil, tevazu ile girmişti. Mübarek başı âdeta devesinin boynuna yaslanmıştı. Mekke korku hâlindeydi. Acaba kendisine reva görülenlerden sonra Asâletpenâh Efendimiz tarafından onlara ne yapılacaktı. Ama o, âlemlere rahmet olarak gönderilmişti. İntikam onun çok uzağında idi. Mekke’de hiçbir direniş olmadı. Efendimiz hemen bir emân fermanı yayınladı: “Ebû Süfyân’ın evi ve içindekiler emindir. Elinde silah olmayanlar emindir. Evlerinde olanlar emindir. Kâbe’ye sığınanlar emindir.” Mekke’ye güneş doğdu; huzur ve saadet geldi. Ne korkulan oldu, ne de bir istila havası sezildi.
Osmanlı, girdiği hiçbir toprakta ne zulüm yaptı ne de baskı uyguladı. Dil, din, ırk zorlaması olamadı. Kiliseler ve havralar hep açıktı. İslâm’ın haram kıldığı içki ve benzeri bazı menhiyata belli bölgeler tahsis ederek tolerans tanıdı. 6 Nisan 1573 Kurban Bayramı’nda Türklerin içki içmelerini engellemek için Mehmet Paşa, Hristiyanlara çok sıkı yasaklar getirmişti. İçki içilen yerler han gibi gece müşteri kabul etmezdi. Meyhaneleri, Yahudiler ve Rumlar işletir ve iyi para kazanırlardı. Türkler meyhane işletemezlerdi. (Batı Seyyahlarına Göre İstanbullu gayrimüslimler, Firdevs Çetin, ss, 160-161 )
Adalet sisteminden de gayrimüslimler oldukça emindirler. Gerlach’a göre “Kadı ve subaşı bulunan yerlerde yaşayan Hristiyanlar ve Yahudiler oradaki Türklerin keyfi müdahalelerine maruz kalmadıkları için, hayatlarından gayet memnundular. Bunun yanında Ricaut, yeniçerilerin, içlerinden bir kısmının İstanbul’un sokak ve kapılarında nöbet tutarak, arkadaşlarının Hristiyanlara ve Yahudilere veya başka kimselere karşı olumsuz hareketlerini önlemeye çalıştıklarını yazar. (İstanbullu G. Age.ss, 185-186 ) Gelecek yazımızda buluşmak üzere esen kalınız efendim
.
GÖKTÜRKLERDEN BUGÜNE… Türk devletleri fitnelerden çok çekti
18 Ağustos 2019 02:00
PROF. DR. OSMAN KEMAL KAYRA
Dış düşman alenidir; savaşırsınız, yener veya yenilirsiniz. İzzet yenene, zillet yenilenenedir. Düşman içten olursa zillet ve hüsranın derecesi anlatılamaz derecededir. Bu iç ihanetler ve fitneler bütün Türk devletlerinde yaşandı. Kimi devlet yıktı, kimi devleti güçsüz hâle getirip yıkmaya hazırladı.
Tarih ibretlik sayfalar hazinesidir; onun her döneminde bize ders olacak nice ihtarlar vardır. Milletini seven herkes, tarihinin her devrini incelemeli, incelemeleri okumalı, müspet uzmanların uyarılarına kulak vermelidir.
Tarih, bir bütün olarak idrak olunmalı, çağlar içindeki sosyal ve psikolojik unsurlar hassasiyetle tetkik edilmelidir. Kurulan devletler, bu devletlerin işleyişleri, çöküşleri, bir sonraki kurulan devlete ders olmazsa, sonuç hüsran olur. Bu meyanda tarihî belgeler en büyük kültür zenginliğimizdir. Tarihî gerçekleri milletten saklayıp suni bir tarih düzenlemek, o millete yapılan en büyük haksızlıktır. İnsan nasıl dertleriyle, tasalarıyla sevinç ve hüzünleriyle varsa, tarih de zaferlerle, mağlubiyetlerle, büyük acılarla bir bütündür. Tarihi, bir millete buğulu bir cam arkasından kesik manşetler altında takdim etmek, ilme ve gerçeklere yapılan en büyük hakarettir. Bu millet yıllarca ısmarlama ve gerçeklere ters düşen, millî değerlerin düşmanları tarafından yazılmış ihanet vesikalarını tarih diye okudu. Bir nesil kendi geçmişine düşman oldu; aslî tarihini ve köklerini bilmeden yetişti. Sosyal bir laboratuvar olan, kütüphaneler, arşivler, yazma eserler yalnız uzmanlara ve oryantalistlere açık oldu. Arşivlerin ve yazma eserlerin çoğu daha düne kadar sırlar hazinesi olarak milletten saklandı; hâlâ da bu belgeler tam olarak gün yüzüne çıkmış değildir. Bu meyanda Göktürk, Uygur, Harezm, Kıpçak ve Osmanlı Türkçesi eserleri ile bağlantı kurabilmek, gerçekten kültür hayatımıza bir reanimasyon (hayata döndürme) gibi gelecektir. “Zaten uzmanlar bunları bugünkü Türkçeye aktarıyorlar” tezi, çocuğunuzu sizin yerine başkasının sevmesi gibi abestir. Tarihî perspektifin tuluu olarak kabul edebileceğimiz Göktürklerden, (hatta geriye dönük beş bin yıldan) gurubumuz olarak kabul edebileceğimiz Osmanlıya uzanan bu şerefli mazinin derinliklerini, sırlarını araştırmak, son devletimiz Türkiye Cumhuriyeti’nin de yapısını tahkim etmemizi sağlayacaktır.
Türkler, İslâmiyet’ten sonra gazâ eyleyip şan ve şöhreti bir kenara bıraktılar.
HER DÖNEMDE İHANET!..
Tarihimizi bir bütünlük içinde idrak ettiğimizde, bütün Türk devletlerinde ve kitabelerle de bildiğimiz Göktürk Devleti’ndeki ihanetlerin zamanımıza kadar uzayan fitnelerle nasıl şaşırtıcı bir felaket zinciri meydana getirdiğine dehşet ve hayretle şahit oluyoruz.
Dış düşman alenidir; savaşırsınız, yener veya yenilirsiniz. İzzet yenene, zillet yenilenenedir. Düşman içten olursa zillet ve hüsranın derecesi anlatılamaz derecededir. Bu iç ihanetler ve fitneler bütün Türk devletlerinde yaşandı. Kimi devlet yıktı, kimi devleti güçsüz hâle getirip yıkmaya hazırladı. Bunlardan hiç ders alınmamış olacak ki ihanet ve fitneler hâlen devam ediyor.
İslâm öncesi, toprak, bayrak, şan ve şöhret için savaşan Türkler, İslâmiyet’ten sonra gazâ eyleyip, cihat emr-i ilâhîsine ittibâen şan ve şöhreti bir kenara bıraktılar. “Allah yoluna cenk edelim şan alalım şan/Kur’an’da zafer vadediyor Hazret-i Yezdân” mısraları, son devir mehterinde görülen paradoks muhtevalı sözlerdir. Dinimizde savaş, şan ve şeref almak için yapılmaz. Şeref, zaten İslâm’da olduğu için cihat eden dolaylı olarak Dîn-i mübîn-i İslâm’ın şerefiyle müşerref olacaktır. İşte bütün mesele de budur...
İnsan bünyesinde her zaman mikrop vardır; bünye sağlamsa mikrop o bünyeye tesir edemez. Devletler de insan bünyesi gibidir…
İLK YAZILI BELGELER VE İLK FİTNELER
Göktürk tarihi, ilk yazılı belgeler olan Göktürk Âbideleri’nden öğrenilebilir. Neden savaştılar, niçin ihanete uğradılar, neden törelerini kaybettiler, neden düşmanlarını taklit edip onlara hayranlık duydular. Onlarda olanların hepsi Selçukluda da, Osmanlıda da oldu; hâlen de devam ediyor.
Kitâbeler’de dikkat çeken ihanetlere ve fitnelere bir göz attığımızda bunların zamanımıza da ışık tutan ibret-âmiz olaylar olduğunu görürüz: “Bilgisiz kağan oturmuştur. Buyruğu (vezir, komutan) bilgisiz ve kötü imiş. Beyler ve millet uyum içinde olmadığı için, küçük kardeşle büyük kardeş birbirine düştüğü için, Çin de sahtekâr ve aldatıcı olduğu için, Türk milleti ilini (vatanını) kaybetmiş. (Kültigin Doğu; 5/6)
İşte anlı şanlı Göktürk Devleti evvela iyi idarecilerini kaybetti, iyi yöneticilerini kaybetti, kağan ve milleti birbirine düştü, kardeşler ikbal yüzünden birbirlerine düşman oldular ve pusuda bekleyen o zamanki en büyük düşman Çin, Göktürkleri yıkmak için bütün şartları yakalayıverdi.
FİTNE FIRSAT KOLLAR
İlk İslâm devleti kurulduğunda devlet başkanı Hazret-i Risâletpenâh “aleyhissalâtü vesselâm” Efendimizdi ve sonrasında da onun halifeleri Hulefâ-yı Râşidîn efendilerimizdi. Efendimizin danışmanları bu dört mübarek insan ve Sahâbe-i kirâmdı. Eshâb-ı kirâm hazerâtının hiçbiri meslekleri ile anılmazlardı. En büyük imtiyazları Sahâbe olmalarıydı. Komutanları cihat âşığı ve âdildiler. En büyük meziyetleri Hazret-i Resûlullâh’a kayıtsız şartsız itaatti.
Düşman her zaman tetiktedir. Unutulmasın, Müseyleme ve Mescid-i Dırar, Resûlullâh Efendimizin sağlığında ortaya çıktı.
Sonrasında Emevi ve Abbasi hilafetlerinde giderek âdil olmayan yöneticiler işbaşına geldiler; âlimlere de baskı ve zulüm arttı. Sonucunda da Abbasi halifeliği daha 11. yy.da Şii-Fâtımî boyunduruğuna girdi.
İnsan bünyesinde her zaman mikrop vardır; bünye sağlamsa mikrop o bünyeye tesir edemez. Devletler de insan bünyesi gibidir; devlet sağlam ve birlik içinde olursa fitne ve ihanet çabaları boşa çıkar, aksi ise felakettir.
“Çin milletine bey olacak erkekler köle, hanım olacak kızları da cariye oldu. Türk beyleri Türk adını bıraktı. Çinlileşmiş Tük beyleri Çin adlarını alıp Çin kağanına itaat ettiler. Elli yıl bu zillet sürdü.” (Kültigin Doğu; 7/8)
Bir milletin tarihî değerleri, töreleri, yaşayış tarzı yıllar boyu nesillerden nesillere intikal eden genetik formatı gibidir; onu bozarsanız her şey bozulur.
Kitabeler’de görüldüğü gibi Çin’in üstünlüğü Göktürk kağanlarını etkiledi. Çin töresini Türk töresine tercih ettiler. İsimlerini bile Çin adlarıyla değiştirdiler. Kitabeler’de bunlara “Tabgaçgı begler” yani “Çinlileşmiş Türk beyleri” denir.
MÜBAREK DİNİMİZİN İSTİSMARI VE HAŞŞÂŞÎN OLAYLARI
Büyük Selçuklular döneminin en önemli fitnesi “Haşşâşîn” hareketi olmuştur. Buna yanlış olarak “Haşhâşîn” deniliyor. Haşiş Arapça kuru ot “esrar” olarak kullanılır. “Haşşâş” esrar çeken demektir. Bu esrar çeken topluluğa da “Haşşâşîn” denilir. Bu batıl zümre Şiî-Bâtınî idi. Büyük Selçuklular zamanında devlet hizmetlerine sızan bu batıl taife, Müslüman gibi görünüp devlete büyük zararlar verdi. Bu cümleden olarak Sultan Muhammed Tapar, vezirliğe kadar yükselmiş ve onun mutemet adamı olmayı başarmış Sa’dü’l-Mülk-i Âbî’nin kuşatma altındaki bu hain fırkaya gıda yardımı yapıp idarî bilgileri sızdırdığını öğrenince, onunla hareket eden dört arkadaşıyla birlikte bu hainleri İsfahan kapısına astırıp, ibret olsun diye cesetlerini bir hafta halka teşhir etmiştir.
Tuğrul Bey zamanında bizzat bu büyük sultanın kurduğu istihbarat teşkilatını bir gafletle Sultan Alparslan kaldırınca, Haşşâşîler bu fırsattan istifade ederek teşkilatlanıp devlet içine sızdılar.
Haşşâşîler yönetici kadro olarak iyi eğitim almışlardır. Hasan Sabbah, İbn Attâş, Nâsır Hüsrev iyi yetişmiş, ilmi fitne için kullanan bozgunculardı. Sünnîlik karşısında Şiîliği hâkim kılmak isteyen Fâtımîler, Nâsırı Husrev, Ebû Hâtim el-Râzî, Hanîfe Nu’man el-Mağribî gibi âlimlerle propagandayı esas alan bir yol takip ettiler. Bunlar fıkıh ve felsefeyi aynı anda yürüten, “Ehl-i Sünnet” itikadı dışına çıkan ve tam bir fitne unsuru olan “Dâîler”. (Bu fitne hareketinin tebliğcileri) idi. Bunlar halk arasında bayağı şöhret kazandılar. Halk, Ehl-i sünnet âlimlerini bırakıp bunlara tâbi olmaya başladı. Öyle ki bunlara karşı çıkan gerçek âlimler tahkir edildiler. Sonunda Bağdat halifeliği ve Sünnî akâid kuşatma altına giriverdi.
Anadolu Selçuklularında da bu fitneler devam etti. İyi niyetli ve çalışkan bir sultan olan I. Kılıç Arslan, Konya’yı başkent yaptı. Ama fitne ortakları olan Musul Atabeki Çavlı, Artuklu İl-Gâzî ve Suriye Meliki Rıdvan, Kılıç Arslan’a karşı birleştiler. Sultan, Suriye’de Habur kenarında yapılan savaşı kaybetti, Habur’u geçerken boğulup şehit oldu. (1107 ) Yerine geçen Mes’ûd’u diğer kardeşi Şehinşâh tanımadı. Taht kavgası 1116’ya kadar sürdü .(Kitabeler’deki kardeş kavgalarına açık bir delil olan bu olaya ileride Osmanlıda da temas edilecektir.)
Sultan II. Kılıç Arslan Türk geleneklerine uygun olarak ülkesini on bir oğlu arasında pay etti. (Oğuz Kağan da çocuklarına hitap ederken “Sizlerke bire men yurtum” [Yurdumu size bırakıyorum] demişti.) Yani tek bir evlada değil çocuklarına yurdu teslim etmişti. Ancak Selçukluda büyük ve ezelî fitne yine tecelli etti: Kardeşler arasında husumet ve rekabet düşmanlığa dönüştü. Bunu fırsat bilen Alman Kralı ve Kutsal Roma Cermen İmparatoru Friedrich Barbarossa III. Haçlı Seferi ile Anadolu’ya girdi. Amacı Kudüs’e gitmekti ama Anadolu’da öldü. Bu taht kavgaları sırasında II. Kılıç Arslan vefat etti. Yine liyakatsiz yöneticiler ülkeyi yönetmeye başladılar.
II. Gıyaseddin iyi niyetli fakat zayıf ve liyakatsizdi. Şeytanî bir zekâya ve dessas bir yapıya sahip olan veziri Sa’deddin Köpek’in yönlendirmeleri ile çok hatalar yaptı. Bu hataların en büyüğü Selçuklu hizmetine girmiş ve iyi işler yapmış olan Harezm beylerinden Kayır Han’ı öldürtmesi olmuştur. Dolaylı olarak bu olay sonrası Harezm isyanını patlak vermiştir. Bu sıkıntılar arasında da Baba İshak isyanı vuku bulmuş, bu zaafı iyi değerlendiren Moğollar 1243 yılında yapılan Kösedağ Savaşı’nda Selçuklu’yu ağır bir yenilgiye uğratmışlardır.
1256’da Anadolu’da büyük katliamlar yaşandı. Moğollar kendilerine hain işbirlikçiler bulmada zorlanmadılar. Vezir Muiniddin Süleyman Pervâne ile anlaşarak devleti Kızılırmak sınırı ile ikiye ayırdılar. (İhanetler sonunda Göktürk devleti de 630 yılında Doğu ve Batı Göktürk Devleti olarak ikiye ayrılmıştı. Bu senaryolar Osmanlı’da oynandı, Türkiye Cumhuriyeti’ndeki iş birlikçiler, sürekli aynı senaryoları oynamak için, dış ülkeleri mekân tutarak fırsat kollamaya devam ediyorlar.)
Kısacası koskoca Anadolu Selçuklu Devleti iç ihanetler, taht kavgaları ve kardeş ihtirasları yüzünden yerini 13. yy.ın sonlarına doğru Anadolu Türkmen Beyliklerine bıraktı, ama bu beyliklerin hiçbiri, bir Selçuklu olamadı.
Peki, olaylar bu kadar net iken neden ders alınmaz?
Devlet, millet için yani insan için vardır. İnsan da Allahü teâlânın en aziz emanetidir. Bu emanete ihanetin kaynağı ise, nefsanî davranış, makam hırsı, şâşaa ve saltanat rüyasıdır. Ama bunların hepsi dünyevî ve geçicidir. Rızâ-ı Bârîye bunları tercih edenlerin sonu hep hüsran ve felaket olmuştur.
Bir dahaki yazımızda buluşuncaya kadar esen kalınız efendim
.
BİTMEYEN KİN - Batı, Endülüs’ü yıkarak bilimden intikam aldı
8 Eylül 2019 02:00
Prof. Dr. Osman Kemal Kayra
Endülüs’te yapılan katliamda İslâmî eserler, binalar, en kıymetli ilmî yazmalar yok edilirken, Batı’ya kaçırılan eserlerle "yeniden doğuş" anlamına gelen “Rönesans” başlamıştır. Bu katliama İslâm düşmanlığı ve bilim düşmanlığı sebep olmuştur. Bundan şunu da çıkarabiliriz: İslâm ve ilim ayrılmaz bir bütündür.
Endülüs, asrının çok üzerinde bir medeniyet ve ilim zirvesi yakalamıştır. O günkü şartlarda Kurtuba’da 600 cami, 300 hamam, 50 hastane, 80 sıbyan mektebi ve 17 medrese vardı. 100 bin kitabı ihtiva eden 20 büyük kütüphane mevcuttu.
Hülagü’nün Bağdat’ta yaptığı katliamın aynısı Endülüs’te de yaşanmıştır.
Taklit, eksik kalınmış veya daha fazla tekâmüle ihtiyaç duyulan konularda, bu sahanın gelişmiş unsurlarını uygulamaktır. İnsan veya devletler genelde eksikliklerini pek kabul etmezler. Uyarılar, fertler için iyi gitmeyen işler, devletler için ise yenilgiler ve sürekli geriye ve çöküşe doğru gitmektir.
“Taklit aslını yaşatır” sözü çift yönlüdür: İyiyi taklit iyiye, kötüyü taklit ise kötüye götürür.
Türk devletleri asırlar boyunca kendi sistemleri içinde var olmuşlar ve çağlara hükmetmişlerdir. “O zamanlar Batı yoktu, onun için Türk devletleri ileriydi” tezi çok yanlıştır. Her sosyal vakıa kendi devrine göre değerlendirilir. Batı, sefalet, pislik ve hastalıklarla boğuşurken kilise ve din adamları yıkanmayı yasaklayıp bilimsel çalışma yapanları ölüme mahkûm ediyorlardı. Avrupa’yı kasıp kavuran veba, tifo, tifüs, kolera, verem gibi hastalıklar hep pislikten kaynaklanıyordu. Dünyanın yuvarlaklığı ve döndüğü kabul edilmiyor, bunları savunanlar, büyücü veya içine şeytan girmiş düşüncesiyle asılıyor veya yakılıyorlardı.
İlk Çağ ve Orta Çağ Batı’nın yüz karasıdır. Karanlık kilise kurallarının cahil ve haris din adamlarına göre uygulandığı, “lanetli” devirlerdir bu çağlar...
Dogmatik filozofların kozmografya ve matematiğe ait bilimsel tezleri yok sayılmış, bu konularla uğraşmak utanç vesilesi kabul edilmiştir.
O dönemlerde ilmin sistematize edildiği en büyük medeniyetlerin de üstünde olan Endülüs İslâm Devleti, modern ilimlerin merkezi durumundaydı. Dinî ilimlerin yanında astronomi, tıp, matematik, kimya, tarih metodolojisi gibi bilim dallarında yazılmış binlerce eser, Endülüs Devleti’nin yıkılmasıyla Hristiyanların nefret histerisi kabarmış, Endülüs’ten değil bilimden intikam alınmıştır. On binlerce nadide kitap yırtılmış, yakılmış, barbarca işlenen bu bilimsel katliamda Kurtuba, Tuleytula gibi bilim merkezlerine yakılan kitapların ateşi, kilometrelerce mesafeden görülmüş ve sema kıpkırmızı olmuştur. Hülagü’nün Bağdat’ta yaptığı katliamın aynısı Endülüs’te de yaşanmıştır.
İSLAM’IN YÜKSELEN GÜNEŞİ
Endülüs, asrının çok üzerinde bir medeniyet ve ilim zirvesi yakalamıştır. O günkü şartlarda Kurtuba’da 600 cami, 300 hamam, 50 hastane, 80 sıbyan mektebi ve 17 medrese vardı. 100 bin kitabı ihtiva eden 20 büyük kütüphane mevcuttu.
Birçok Hristiyan öğrenci bu ilim yuvalarında öğrendiklerini Avrupa’ya taşıdılar. Medrese, saray ve camilerin mimari şekillerini ve bilimsel metodolojiyi beraberlerinde götürdüler.
Batı’ya dönen Hristiyan öğrenciler çok yadırgandılar. Özellikle de orada edindikleri yıkanma alışkanlıkları yüzünden çok aşağılandılar.
Endülüs’te yetişen önemli din ve bilim adamlarının bazıları şunlardır: Câbir bin Eflâk, El Kurtubî, Muhyiddin Arabî, İbn Cübeyr, İbn Tufeyl, İbn Meserre, tarih metodolojisi ve umran (şehircilik) bilimi kurucusu fakih İbn Haldun, Abbas Kasım ibn Firnas, büyük dil bilimcisi Ebu Hayyan sayılabilir.
Ebu Hayyan’ın bizim için önemi büyüktür. Türk diline ait araştırmalarının bazıları şunlardır: Kitabü’l-İdrâk li Lisâni’l-Etrâk, Zehvü’l-Mülk fî Nahvi’t-Türk, El Ef’âl fî Lisâni’t-Türk, Dürretü’l-Mudiyye fî Lisâni’t-Türkiyye… Bu eserlerin bazıları maalesef kayıptır. Ebu Hayyan aynı zamanda dîvân şairidir. Onun Ka’b bin Züheyr’in Kasîdetü’l- Bürde’sine naziresi oldukça meşhurdur. Kendisi aynı zamanda kıraat ve fıkıhta da tanınmıştır.
Hülagü’nün Bağdat’ta yaptığı katliamın aynısı Endülüs’te de yaşanmıştır.
Granada şehrinde kurulu El Hamra Sarayı, İslam mimarisinin günümüze kadar ulaşan en önemli şaheserlerinden birisi olarak kabul ediliyor.
Endülüs, asrının çok üzerinde bir medeniyet ve ilim zirvesi yakalamıştır. O günkü şartlarda Kurtuba’da 600 cami, 300 hamam, 50 hastane, 80 sıbyan mektebi ve 17 medrese vardı. 100 bin kitabı ihtiva eden 20 büyük kütüphane mevcuttu.
SIKINTILI YILLAR
Endülüs’te Kastilya ve Aragon birleşince sıkıntılar artmıştır. Kral Ferdinand’ın karısı olan İzabel, “İspanya’da bütün Müslümanlar katledilinceye kadar yıkanmayacağım” demiş ve bir rivayete göre 49 sene yıkanmamıştır. Bu yüzden namı “Kirli İzabel”e çıkmıştır. İç çamaşırları kirden o kadar sararmıştır ki bu yüzden bu renk sarıya “İzabel Sarısı” denmiştir. İspanya’da İslâmî eserler, binalar en kıymetli ilmî yazmalar yok edilirken, Batı’ya kaçırılan eserlerle Batı’nın aydınlanması ve yeniden doğuşu anlamına gelen “Rönesans” başlamıştır.
Bu katliama iki şey sebep olmuştur: Birincisi İslâm düşmanlığı, ikincisi bilim düşmanlığı. Bundan şunu da çıkarabiliriz: İslâm ve ilim ayrılmaz bir bütündür. Ne zaman bu kıymetli kaynaktan sapmalar olmuşsa İslâm dünyası zillet ve fakirliğe duçar olmuş, istilalar ve esaret birbirini kovalamıştır.
Gerçek İslâm âlimleri zü’l-cenâheyn idiler. Yani hem din hem de beden (pozitif) ilimlerde de çok meşhurdular.
BATI’YA AÇILMA
Balkanlar ise Osmanlının Trakya’ya çıkmasıyla İslamlaşmaya başladı. Her fethedilen toprak parçasında seslerin ve nidânın en güzeli “Allahü ekber” sedası ufukları şenlendirirken, doğum yapmaya hazır toprakların şişkin kubbeleri, arzdan arşa ser çeken minareler, bir mühr-i Peygamberî edasıyla küfrün karanlığında bir fecr-i sadık gibi aydınlanmaya başladı. Balkanlarda küfrün kara örtüsü yerini Sancak-ı şerîf’in gölgesinde -yerli halk için dahi- emn ü emâna bıraktı. Vaftiz suyunun kirlenmemesi için yıllarca yıkanmayan ve pislikten her türlü bulaşıcı hastalıktan kırılan Batı kiliselerinin desteklediği bilim ve temizlik düşmanı hareketler Batı’yı batırdıkça batırdı. Buna rağmen “su medeniyetinin” temsilcileri olan Müslümanlar, ibadetin temizlik ve ilimle yürüyeceğini bildikleri için, tek bir cami değil, külliye yapmayı tercih etmişlerdir. Bu şu demekti: Bir cami, bir hamam, bir kütüphane, bir şifahane, bir imarethane ile bütün halka hizmet verirken, kuş barınakları yapıp, aç vahşi hayvanlara da kışın yiyecek vererek insanî boyut zirvesini temsil etmişlerdir. Hulâsaten: Hristiyanlar batıl dinlerine sımsıkı sarıldıkça cehalet ve felakete sürüklenmiş, muharref dinlerinden uzaklaştıkça biraz daha temiz, fennî olmuşlar; insanlıkları yine sorgulanırken, Müslümanlar dinine sımsıkı sarıldıkça medeniyetin zirvesinde olmuşlar, ondan uzaklaştıkça felaketler eşiğine sürüklenmişlerdir.
FETİHLERLE GELEN REFAH
Osmanlı fethettiği her toprak parçasını kendi rengine değil, oradaki halkı da yok saymayarak çok renkli bir tablo gerçekleştirmiştir. Göz alan bu tablonun ana rengi tabii ki Türk rengi olan “Turkuaz”dı. Göğün ve denizin mavisi, sancağın ve tabiatın nimeti yeşile tutkun Türkler, baskın renk olarak bu gönül çelen rengi hâkim kıldılar.
Hâkim olduğu topraklarda tam bir din hürriyeti tanıyan ecdadımız ibadethanelere (kilise ve havra) dokunmaz, yani halkın inancına müdahale etmezdi. Yalnız ilk cumayı kılmak için bir merkezî kilise camiye tahvil edilir, buna da “Yeni Cuma Mescidi” denirdi.
Dünyanın her yerinde eski eserler prestijlidir. Eski eserler nerede bulunursa oraya değer katarlar. Bu yüzden antik değeri olan eserler hep müze çevresi kabul edilmiş ve özenle korunmuştur.
El yazması eserler dünyanın en kıymetli hazineleri kabul edilip otomatik alarm cihazlarıyla korunurken, ülkemizdeki kırımdan kurtarılabilen en kıymetli yazma eserlerin bir kısmı da yurt dışına kaçırılmış, Londra ve Paris gibi dünya merkezlerinde nadide eserler olarak meraklı nazarlara sunulmaktadır. Bazı eserlerin incelenebilmesi için, kendi atalarımızın yazdığı kitaplara ulaşmak adına diplomatik izinler gerekip içerideki eserler tozlu raflarda ancak oryantalistlerin ve araştırmacı ilim adamlarının incelemelerine sunuluyor. Çoğu bir bezek gibi mahzun ve mağrur bir edayla kendi bağırlarını açmak için bir tereke hüviyetiyle torun vereseleri çağırıyor ama heyhat! Yollar çoktan kesilmiş. Yazık ki yazık… Bunları okuyabilenlerin sayısı yüz binde bir bile değildir.
Eski Bizans’tan kalan ve hiçbir değeri olmayan, bir yazı veya işaret taşımayan taşlar bile korumaya alınırken, bugün Hristiyan ellerindeki İslâm eserleri ne hâldedir diye aklımıza geliyor mu?
Yunanistan, Bulgaristan, Makedonya, Sırbistan gibi yerlerde, hidayet mührü olarak dikilen bu mübarek yapılar, bizdeki vasıfsız taşlar kadar korunuyor mu acaba?
Türk Tarih Kurumu’nun yaptığı incelemelerde terk ettiğimiz topraklardaki İslâmî eserler, özellikle ibadethaneler bar veya gece kulüplerine dönüştürülmüştür. Bu ne büyük bir saygısızlıktır!..
BARBAR BATI
Mesela 16. yy.da inşa edilen Filibe’deki Taşköprü Camii’nin minaresi yıkılıp içkili lokanta hâline getirilirken, iç mekâna cinsel içerikli resimler çizilmiş, mihraba ise putlu dev bir vazo yerleştirilmiştir.
Osmanlı bir kiliseyi zarureten camiye çevirmiş olsa bile diğer kiliselere dokunulmamış, hakaret içerikli hiçbir şeye müsaade edilmemiştir.
Yine Filibe’deki Perşembe Pazarı Camii içkili lokantaya, Köstence’deki bir cami de bara çevrilmiştir. Filibe Müftülüğü yanındaki cami de içkili lokanta olmuştur.
Arnavutluk’ta komünist rejim dini yasaklayınca, bunun üzerine bütün camiler kapatılmış, büyük bir kısmı yıkılmış, bir kısmı da depo veya kültür evlerine çevrilmiştir. Bir zamanlar 100.000 nüfuslu Tiran’da 40 cami bulunurken bugünün 1.000.000 nüfuslu Tiran’ında sadece 18 küçük mescit kalmıştır.
Camilerin yakılıp yıkılmasını yalnız eski devirlere bağlamak hata olur. Bugün sözde insan haklarına saygılı görünen Batılı ülkelerde cami düşmanlığı devam ediyor: Hollanda’da aşırı sağcı Özgürlük Partisi (PVV) Utrecht Belediye Meclisi üye adayı Henk Van Deun, Kentte ve bütün Hollanda’da bütün camilerin yakılıp yıkılması çağrısında bulunmuş, sonra da Twitter hesabından özür dilemiş, camileri yıkmayalım ama “Hepsini kapatalım” demiştir.
Henk Van Deum yine bir programda “İslâmiyet’i bir din olarak değil, Nazizm gibi bir ideoloji olarak görüyoruz” dedi. Sonra yine çark ederek “Müslümanlara karşı değilim ama yasalar çerçevesinde ayakuçlarına basılabileceğini düşünüyorum” diye açıklamalarda bulundu.
Bosna Hersek’in doğusundaki Foça şehrinde Mimar Sinan’ın ekolünden Hasan Nezir tarafından 1549’da inşa edilen, 1992-1995 yılları arasındaki Bosna savaşında Sırp askerler tarafından dinamitlenerek temeline kadar yıkılmıştır.
Batı’nın İslâmiyet düşmanlığı onların yüz karasıdır. Yalnız Balkanlarda 3000 cami yakılıp yıkılmıştır. Ama medenî(!) Helen çocuklarının çağlar aşarak yaptığı mabet zulmü Yunanlıların da ne kadar barbar olduğunu gösterir.
Bursa’nın işgali sırasında Yunanlılar tarafından gerçekleştirilen cami ve türbe saldırıları Mehmed Akif tarafından şöyle dile getirilmiştir Bülbül şiirinde:
Ne zillettir ki nâkûs inlesin beyninde Osmân’ın
Ezan sussun fezâlardan silinsin yâdı Mevlâ’nın
…..
Çökük bir kubbe kalsın mâbedinden Yıldırım Hân’ın
Şenâatlerle çiğnensin muazzam kabri Orhan’ın
Bu ne kindir? Cami yıkan zihniyet mezarları niye tahrip eder? Bunu en ilkel kavimler bile yapmadı. Ah, Batı’nın hain ve iblis çocukları…
Akif yine İslâm dünyasının Haçlı zulmünden çektiklerini anlatırken:
Emvâc-ı hurûş-âver olurken melekûta
Çan sesleri boğsun da gömülsün mü sükûta
Sönsün de ilâhî şu yanan meş’al-i vahdet
Teslis ile çöksün mü bütün âleme zulmet
…..
Küfrün o mülevves eli âyâtını sildi
Binlerce cevâmi’ yıkılıp hâke serildi.
Batı’nın İslâm düşmanlığı neden bu kadar derindir? Niçin Haçlı seferleri kesintisiz devam ediyor? Ne istiyorlar İslâm’dan Bu bir eziklik ve kompleks şuurudur. Batı’nın hem ilmi hem mimarisi, bütün olumlu ve güzel şeylerin hepsi İslâm’dan alıntıdır. Kimya, cebir, matematik, tıp, kozmografya Batı’ya o kadar yabancıydı ki… Aldılar, çaldılar, uyguladılar, şimdi de efendilerine isyan eden köleler gibi saldırıyorlar.
Yalnız Batı değil, dünyanın her yerinde İslâm’a saldırılar devam ediyor. Afrika’da, Arakan’da, Hindistan’da, Filistin’de, Filipinlerde, Keşmir’de, Kerkük ve Türkmen ellerinde ve Çin Türkistanı’nda zulümler aralıksız sürüyor. Batı uşağı İslam ülkeleri dindaşlarına ihanete devam ettiği müddetçe bu saldırıların biteceği yok gibi görünüyor.
Allâhü teâlâ İslâm ülkelerine birlik şuuru nasip etsin. Bu birlik ve beraberlik şuuru tesis edilirse Hazret-i Muîn’in avn ü inayeti müyesser olacaktır. Habîb-i edîb’i hürmetine Rabbim İslâm âlemini an karîbi’z-zaman tahlis ve ferah-nâk eylesin.
Gelecek yazımızda buluşmak üzere esen kalınız efendim
.
GELİŞME Mİ, DEĞİŞME Mİ? Reform fitnesi medeniyetleri yıkar
6 Ekim 2019 02:00
PROF. DR. OSMAN KEMAL KAYRA
Reform müthiş bir fitnedir, bid’attir; izleri her yerde görülür. Amerika ve Pakistan’da reformistler feminizmi bir aktiviteden çok bir dinî formasyon gibi idrak ettiler. Bu meyanda Amerika’da 2005 yılında Amina Wadûd adlı bir kadın ilk cuma namazını kıldırıp bunu bir hayli sürdürdü. Pakistan’da Rahael Razâ aynı yolda yürüdü. 2017’de Almanya’da Rabeya Müller, imamı yalnız kadın olan bir cami yaptırdı...
Canlı varlıkların kendilerine ait özel yapıları vardır. Her hücre bir diğer hücreden çoğalır. “Omnis cellula e cellula” (Rudolf Virchow.) Hücreler sağlıklı ise çoğalan her hücre sağlıklı olur. Hücrelerin asılları ile yani “genleri” ile oynanırsa o hücre, artık o hücre değildir; ya mutasyonlar veya habis tümörler yapıyı bozar. Mutasyon bir organizmanın yahut bir virüsün ya da bir kromozom harici genetik elementlerin nükleotit dizilişinde meydana gelen kalıcı değişmelerdir ve bunlar DNA ve RNA ile ilgilidir. Hücreler bozulursa dokular, dokular bozulursa kas sistemi, o da bozulursa iskelet sistemi bozulur. Demek ki canlı yapı ile oynamak her şeyi bozar...
Milletler, topluluklar da bir beden gibidir. Bu topluluğun hücreleri (odacıkları) ailelerdir. Bu ailenin hareketleri, refleksleri, bünyevî faaliyetler gibidir. Ailede uyum varsa toplum da uyumludur. Millet bir düzen üzerine kurulur. Yapı, yani aile düzeni bozulursa millet de bozulur.
Vücudu baş (beyin) koordine eder, uyumu sağlar. Kalp devreye girince faal olarak değil ama manevi olarak yönetimi ele alır. Beyin ve kalbin uyumu ferdi de rahatlatır. Ailenin başı (reis), devletin reisi başkan, bedende baş gibidir. Bunların uyumu milleti rahatlatır.
TARİHÎ İHTARLAR
Türklerin en önemli ilk tarihî belgeleri olan “Göktürk Kitâbeleri”nde bu ailevî, dolayısıyla, millî bozulma dramatik bir şekilde anlatılmıştır. Kültigin Güney Cephesi’ndeki bu önemli bölümün Türkiye Türkçesine aktarılmış hâli şöyledir: “Ondan sonra küçük kardeşi büyük kardeşi gibi yaratılmamış, oğlu babası gibi olmamış olacak ki bilgisiz kağanlar başa geçmiş. Vezirleri de beceriksizmiş. Beyleri ve milleti uyumsuz olduğu için, Çin milleti de sahtekâr ve hilekâr olduğundan, küçük kardeş ve büyük kardeş birbirine düşünce, bey ve millet de karşılıklı çekişmeye başlayınca Türk milleti vatanını kaybetmiş, kağanını kaybetmiş. Çin milletine delikanlıları ve genç kızları kul köle olmuşlar. Türk beyleri Türk adlarını bırakarak Çin adları almaya başladılar ve tamamen Çin’e itaat ettiler…”
Bu bölümde bir milletin nasıl çöktüğünün dramatik bir anlatımı vardır. Evvela kardeşlerin uyumsuzluğu, sonra kağanın milletiyle ve yöneticilerle sürtüşmesi, sonunda Göktürk Devleti’nin, Batı ve Doğu Göktürk Devleti diye ikiye ayrılışı anlatılır. Göktürkler 630-680 yılları arasında Çin’in uşaklığını yaptılar. Başarısız da olsa Kürşad ayaklanması, Türkleri tekrar aslî karakterlerine döndürdü…
“Göktürk Kitâbeleri”nde bu ailevî, dolayısıyla, millî bozulma dramatik bir şekilde anlatılmıştır.
Türk tarihi zaferler ve ihtişamlarla dolu olduğu kadar fitne ve ihanetlerle de doludur. Genelde her Türk devletini bir Türk devleti yıkmıştır. Orta Asya’dan Horasan’a, Çin’e, Hindistan’a, Kuzey Afrika’dan Arabistan’a ve Kırım’dan Orta Avrupa’ya kadar Türk izlerini görmeden buraların tarihi yazılmamıştır.
Daha düne kadar Orta Doğu, Balkanlar, Kafkaslar, Kuzey Afrika ve Kutsal Topraklar Türklerden sorulurdu. 1830’lara kadar sendelemeler olsa bile, devlet bünyesinde büyük değişimler olmadığı için Osmanlı ayakta idi.
İslâmiyet âdetlere ve değişmelere tamamen kapalı değildir. Türk hukuk tarihinin bir harikası olarak kabul edilen “Mecelle” bunların en büyük delilidir.
Sistem ne olursa olsun, o sistemi tavizsiz yaşayan devletler başarıyı yakalarlar. Zulüm veya küfür üzerine kurulmuş olan, Çin İmparatorluğu, Sâsânî Devleti, Roma İmparatorluğu, Moğol İmparatorluğu ve uzantısı Hülagü, Çarlık Rusyası gibi devletlerin hiçbirisi hak üzere kurulmadı. Ama zulümde ve küfürde de olsa, sistemleri batıl olduğu hâlde istikrarlı bir inatla devletlerini uzun süre yaşattılar.
Türkler de Müslüman olmadan evvel. Kurulu sistemlerinde bir muvazene temin etmişlerdi. Oğuz Kağan’dan sonra oluşamayan bir Türk dünyası birliği (Turan) ve İslâm’ı henüz tanımamış olmak bazı Türk Devletlerini de tarihin derinliklerine gömdü.
SOY VE ASÂLET
Türkler İslâmiyet’ten evvel de celâdet, asâlet, adâlet ve şecâat sahibi idiler. İslâmiyet onların bu hasletlerini doğru kanalize ederek celâdeti merhametle; asâleti tevazuyla; adâleti hakla ve şecâati merhametle tahkim etti. Artık Türkler savaşı cihat; yayılmacılığı i’lâ-yı kelimetullâh; hâkimiyetin aslını “El-hükm-i lillâh” galibiyeti ise “Lâ gâlibe illallâh” olarak idrak eden bambaşka bir milletti. Artık sefer, Risâlet-penâh Efendimiz’in övdüğü milletin, zafer ise Allâhü teâlânındı.
Artık istikamet belliydi: Kur’ân-ı kerîmin ve sünnet-i seniyyenin gölgesinde, o çizginin müştakı Ahmet Yesevî hazretlerinin temayülü, Şâh-ı Nakşîbend hazretlerinin manevî feyzi ve bereketi ile tasavvuf ve tarikatın nezaket ve safiyetini miyar alarak bütün Orta Asya’yı, Horasan’ı fetânet ve basîretiyle ihata eden İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe’nin Hanefi inayeti yanında, Kuzey Afrika, Arabistan diğer İslâm coğrafyasında İmâm-ı Mâlik, İmâm-ı Şâfii ve İmâm-ı Ahmed bin Hambel (rahmetullâhi teâlâ aleyhim ecmaîn) hazerâtının hak mezheplerinin hâdimi ve hâmîsi oldular. Böylece Osmanlı dünyanın büyük bir kısmında ferman-fermâ oldu. 16, 17 ve 18.yy.larda İslâm’ı üç daireye ayrılmış olarak alırsak Vehhabi, Şiî ve Ehl-i sünnet itikatlarından Sünnî akaidi, emanet-i Resulullâh olarak görüp ona bütün varlıklarıyla sımsıkı sarıldılar.
Daha önceleri Karahanlı, Harezm, Babür devletlerinde Sünni akaidi nasıl muhafaza ve i’lâ ettilerse, Selçuklu ve Osmanlı Devletleri de aynı istikamette başarılı oldular.
Anadolu Selçukluları İslâm öncesi Pehlevî, Mecûsî ve Sâsânî kültürlerinin esâtirî mitlerine sahip çıkıp sefahat ve israfa meyledince Baba İshak ve Baba İlyas isyanlarını haklı hâle getirdiler. (Sonraki yazılarımızda Acem kültürünün izlerinin ne kadar derinlere kadar indiğini ve İslâmi terimleri nasıl istilâ ettiğini de açıklayacağız.)
Bu arada bazı sözde bilim adamlarının, özellikle Hazret-i Mevlânâ’nın Farsça yazmasından dolayı ağır ithamlarda bulunmaları tam bir gaflettir. Bu meyanda bir profesör “Mevlânâ Şems’in etkisiyle Hurûfî olmuştu” diyor. Evet, Farsça yazdı; Çünkü o devirde Mevlânâ Celâleddîn Hazretleri’nin doğup büyüdüğü Belh şehri ve yöresinde (Bugünkü Afganistan) Farsça konuşuyorlardı. Bu gerçeği nazar-ı itibara almak gerekir. Mecûsîlik isnadına gelince: Büyük velî bir dörtlüğünde:
“Men bende-i Kur’ânem eger cân dârem/Men hâk-i reh-i Muhammed-i muhtârem
Eger nakl küned cüz in kes ez güftârem/Bîzârem ez û ve’z an sühan bîzârem.”
(Bu canım var oldukça ben Kur’ân-ı kerîmin bendesiyim ve Muhammed Mustafâ’nın yolundaki toprağım. Benden başkaca bir söz nakleden olursa, hem onu söyleyenden hem o sözden rahatsızım)
El insaf sayın profesör hem Kur’ân-ı kerîme hem de Efendimize bu kadar bağlı bir Mecûsî’yi nerede gördünüz?!
Kısacası Osmanlının, edebiyat dilini ve bazı dini terimleri bu kadar etkileyen Farsçanın tesirinde kalıp Şiî itikadını benimsememeleri ve Sünnî itikatta müstakim olmaları Yavuz Sultan Selim’in bir itikat savaşı olan Çaldıran’da pekişmiştir.
Türk tarihinin savaşlarla ve iç çekişmelerle geçen 1550-1830 arasındaki yıllar Osmanlıyı yıkacak güçte değildi. Tabii ki Yeniçeri fitnesi temel ordu kavramını bozduğu için, büyük bir sıkıntı oluşturdu. Ama devlet 1826’daki neşterle buna da bir çare buldu. Yani devlet güçlü olursa her sıkıntı giderilir.
FENNÎ BİLİMLERİN ÖNEMİ
Osmanlı kendi değerlerine bağlı, din ve fen ilimlerinde büyük âlimler yetiştirip uygulamaları Sünnî akait üzerine yaptığı sürece her çağın önünde idi.16 ile 18. yy’ın ortalarına kadar Osmanlıdan daha gelişmiş bir devlet yoktu. Dünya hızla değişirken fen bilimlerini kenara itmek meskenet doğururdu ve o da oldu. Hâlbuki iyi bilinmelidir ki büyük İslâm âlimleri ve müctehit imamlar “zü’l-cenâheyn” idiler. Yani hem din hem de fen ilimlerinde mütebahhirdiler. İrsiyet (genetik), iktisat (ekonomi), miras hukuku, suç delilleri, isnat ve ispat (hukûkî veriler) bilinmeden fıkhî meseleler nasıl çözülebilirdi? Akşemseddin, Molla Husrev, İbni Kemâl, Osmanlının yüz akları değil midir? Molla Gürânî ve Molla Husrev’in eğitim teorileri pedagojik bir çığır açmadı mı? Kâtip Çelebî’nin “Serhatlerde Çocuk Terbiyesi” bugün bile üzerinde dikkatle araştırma yapılması gereken çocuk eğitiminin ana maddelerini vermiyor muydu?..
İslâmiyet âdetlere ve değişmelere kapalı değildir. Türk hukuk tarihinin bir harikası olarak kabul edilen “Mecelle” bunların en büyük delilidir. Bunlardan bir iki maddeye bir bakalım:
Madde 36. Âdet muhakkemdir. Mecelle’nin izahına göre şer’î hükmü ispat için örf ve âdet hakem alınır. Medeni kanunun birinci maddesinde de örf ve âdet, kanunda açıklık bulunmaması hâlinde hüküm vermede önemli bir yer tutar.
Madde 37. “Nâsın isti’mâli öyle bir huccettir ki onunla amel vacip olur.” Yani halkın bilinen ve gelenekselleşmiş bir durumdaki hareket tarzı hukuk kaidesi teşkil eder.
Madde 38. “Ezmânın tegayyürü ile ahkâmın tegayyürü inkâr olunamaz.” Halkın söylediği bir söz vardır: Zaman sana uymuyorsa sen zamana uy! Tabii bu sadece âdetler içindir. Dinde, ibadette değişim bid’attir. Kelâmullâh, Ehâdis-i Nebeviyye, icma ve kıyasla sabitleşen kuralları bırakın değiştirmeyi, düşünmek bile batıldır. Resûl-i Zî-şân Efendimizin buyurduğu gibi “Bütün bid’atler dalâlettir.” (Mecellei-i Ahkâm-ı Adliyye, Madde 36, 37, 38. S. 36,37, Dersaadet Matbaası, İstanbul, 1322-1906)
MASUM GÖSTERİLEN FİTNE: DİNDE REFORM
Ziya Gökalp 1876’da Diyarbakır’da doğdu. Sosyolog, şair ve gazeteci idi. Düşünceleri ve çalışmaları ile İttihat ve Terakkî’nin fikir önderlerinden oldu. “Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak” tezi bir anda ateşlendi ve servis edildi. Oğuz Kağan’dan Abdülkerim Satuk Buğra Han’a, Tuğrul ve Çağrı Beylerden Alparslan’dan, Selçuk Bey’den, Osman Bey’den, Yavuz’dan, Sultan Abdülhamid’den ve bunların uygulamalarından Türklükten sapma mı oldu? “Türk Cihan Hâkimiyeti”ni kimler tesis etti?
Akıncı beyinin (Tümen komutanı mesabesindedir) akınlarda beresine “bozkurt” başı takması, komutanların askerlerini teşci ederken “Vurun bozkurtları, koman yiğitlerim” demeleri mi Türklüğü unutturdu? Kayı obasından neşvünema bulan Osmanlı mı Türk değildi? O hâlde “Türkleşmek” ne demektir. Ecdadımız Türklüğü inkâr mı etti? Çok milletli imparatorluklarda, devletlerde bu tahsis bir ırk üzerinden tesmiye ve iltizam o devleti ne hâle sokar?
“Türkçülüğün Esasları” adlı kitabında Gökalp bir bölümde “Dinî Türkçülük” temasını işler. Irk üzerine din bina edilirse beynelmilel İslâm temayülü olan ümmet kavramı ne olur?
“Lisânî Türkçülük”te de tenkide çok açık bölümler vardır. Muhteva ve ağır tamlamalarla lügat sayfalarına çevrilmiş dili, munis hâle getirmek fikrine zaten katılıyoruz. Bir ibadet şevkiyle okunan Süleyman Çelebî’nin “Mevlid” adlı eseri, naatlar, tevhit ve münacatlara karşı çıkan oldu mu? Bunlar Türkçe olarak yazılmışlardır. Ama ibadet diline müdahale çok vahim sonuçlar doğurur. Konu ezanın ve Kur’ân-ı kerîmin Türkçe okunması olunca, her samimi Müslüman buna karşı çıkar. Ne demek millî dil ile ibadet?
“Vatan” şiirinde Gökalp: “Bir ülke ki camiinde Türkçe ezan okunur/Köylü anlar manasını namazdaki duanın/Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kur’ân okunur/Büyük küçük herkes bilir buyruğunu Hudâ’nın.”
Şimdi şöyle düşünelim: Ezan 1932’de Türkçe okunmaya başladı. İbadet edenlerin sayısının en düşük olduğu zamanlar bu zamanlar değil midir?
Hac sırasında üç milyona yakın Müslüman Mescid- i Harâm’a geliyor. Derileri, ırkları, dilleri ayrı olan bu insanlarda ortak olan tek nokta ibadetlerin aynı dille yani Arapça yapılmasıdır. O hâlde orada hangi dille ezan okunacak? Farsça mı, Hindûca mı, Mala diliyle mi, İngilizce mi, Afrika dillerinden biriyle mi? O zaman tevhîd dini nerede kalır?
Kâbe’de imam namaz kıldırırken kıraat sırasında hangi dili kullanacak? Bu durumda Arap olmayanların kulaklarına iki milyondan fazla simultane tercüme cihazı takmak gerekir. Böylece herkesin kulağına kendi diliyle Kur’ân-ı kerîm gelir. Bu mu, çözüm bu mu? Yani bu ne biçim bir gaflettir. Rabb’imizin kelâmıyla oynanır m? Seyyidü’l- müezzinîn Bilâl-i Habeşî (radıyallâhü anh) efendimizin ezanıyla Eshâb-ı kiram efendilerimiz gözyaşlarına boğuldu. Efendimizin: “Ya Bilâl bizi ferahlandır” diyerek arzu ettiği o mübarek sözler değiştirilir mi? Dünyadaki hiçbir İslâm ülkesi bunu yapmadı ve düşünmediler bile…
Reform müthiş bir fitnedir, bid’attir; izleri her yerde görülür. Efgânî, Abduh ve Reşid Rızâ’nın idlâl ve ifsat ettiği kitlelere, yurdumuzda ve diğer ülkelerdeki İslâm toplumlarında rastlamak mümkündür. Osmanlı Ehl-i Sünnet’in kalesi olduğu için önce bu muazzez topraklara ve özellikle de Abdülhamid Han’a yüklendiler. Sonra dünyaya açıldılar. Amerika ve Pakistan’da reformistler feminizmi bir aktiviteden çok bir dinî formasyon gibi idrak ettiler. Bu meyanda Amerika’da 2005 yılında Amina Wadûd adlı bir kadın ilk cuma namazını kıldırıp bunu bir hayli sürdürdü. Pakistan’da Rahael Razâ aynı yolda yürüdü. 2017’de Almanya’da Rabeya Müller, imamı yalnız kadın olan bir cami yaptırdı.
Üsküdar Çamlıca’daki Subaşı Camii’nde kadın erkek beraber namaz kılınmaya başladı. Ön safta kadınların çokluğu dikkat çekiyordu. Tesettürsüz olan bu hanımlardan B. Z. imameti kendisi için teklif etmiştir.
Evet, fitne ve bid’at ateşi çok sâridir. Çabuk yayılır.
Gelecek yazımızda buluşmak ümidiyle esen kalınız efendim
.
Tengrilerden’ ‘tevhîd’e giden yol
10 Kasım 2019 02:00
Prof. Dr. Osman Kemal Kayra
Türkler 11. asırdan itibaren doğru bir itikatla yani “Ehli sünnet ve’l-cemâat” akidesiyle ve saf bir imanla İslâmiyet’e sarıldılar. Ancak İslâmiyet’i kabul eden Türklerde itikat ve amelde taşlar kademe kademe yerine otururken, ıstılahlarda biraz gecikme oldu.
İnanç sistemleri bağlayıcı ve birleştiricidir. "Beşerî dinler"de toplum baskısı daha şiddetli olduğu için, bu baskı çok net hissedilmiştir. Fetişist ve “hayvan tanrılar” döneminde insanların tanrılarının yanlarında veya karşılarında olmasından, bu dinler derunî ve düşündürücü değil, görsel ve fizikîdir. “Tanrıya” dokunulur, temizlenir, süslenir ve yemeseler de onlar için yemekler konurdu! Onların gazabından kurtulmak için hayvan ve hatta insan da "kurban" edilirdi!..
Tabiat "tanrıcılık" döneminde ulaşılamayan ama gücü belli olan tanrıları vardır. Güneş, Ay, yıldırım, şimşek ve fırtına gibi unsurlar ya lütufla ya da gazapla insanlara muamele ederlerdi. Böyle inanırdı insanlar. Politeist tanrıcılık inancı hâkimdi bu dönemlerde. İlkel kabilelerde bu anlayış hâlâ devam etmektedir. Her tanrı bir başka iş ile anılır ve öyle tapınılır veya kurbanlar kesilirdi. Tanrılar her kavim, her topluluk için özeldi. Türklerdeki “Kök Tengri” tek düşünülse de “Türk Tengrisi” şeklinde geçer ve yalnız Türklere mahsus bir tanrı olarak kabul edilirdi. Yunan’ın Zevs’i ve Hera’sı, Vikinglerin Odin’i yalnız o toplumlara özeldi. “Tevhîd” inancı yoktu. Güneş'e tapınılırken Ay’a da tapınmayı ihmal etmiyorlardı. "Hayvan tanrılar" ve mitler döneminde hemen her hayvana tapıldı. Türkler, Kök Tengri dini, Budizm ve Brahmanizm Maniheizm gibi muhtelif dinlere bir müddet inandılar.
ESKİ İNANIŞLARIN İZLERİ
Mücerret kavramlara geçiş, monoteizme geçiş olarak algılanmamalıdır. Politeizm ve monoteizm arasındaki geçişkenlik, algı karmaşası olarak düşünülmelidir. Mesela Doğu Göktürklerden bahsederken, her yıl asilzâdeler atalarının çıktıkları mağaraya gidip takdis merasimi yapıyorlardı. Bundan başka halk, yılın beşinci (günü ) ve ayın yirmisinde, aynı dağa “Ötüken”e giderek semanın ruhuna ibadet ediyorlardı. Aynı âdetin Batı Göktürklerinde de câri olduğu anlaşılmaktadır. Türkler Ergenekon’dan çıktıkları günün yıl dönümünde bir mesireye toplanırlar, hususi bir merasimle bir demir parçasını ateşte kızdırırlar, han bizzat kızan demiri ateşten çıkarır; örs üzerinde çekiçle döver, halk da bu günü kutlu sayıp bayram eder. Türklerin Ergenekon’dan çıkışları dolayısıyla yapılan bayram hakkında Ebulgâzî’nin verdiği malumatın “Câmiü’t-tevârîh”ten aldığı anlaşılıyor. (Prof. Dr. Osman Turan, Oniki Hayvanlı Türk Takvimi, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2009.)
Kaynaklardan anlaşıldığına göre Kırgızlar, Uygurlar ve Tuna Bulgarlarında on iki hayvan takvimi kullanılmıştır. Bugün hâlâ Kırgız ve Başkurtlarda on iki hayvan takviminin izleri net bir şekilde görülmektedir. Göktürklerin bu takvimi kullandıklarına dair net bir delil yoktur. Bu arada ortak ilkel inanç geçişkenliği çerçevesinde Simurg, Phonix, Anka, Garuda ve Grifon farklı kültürlerde yer alsa da bunların bir birlerinden türediklerine inanılır. Phonix, karanlıkları aydınlatan tanrı olarak Mısır; Simurg ise İran mitolojik unsurudur. Türklerde Arap ve İran kültürlerinin yansıması olarak Simurg ve Anka bolca kullanılmıştır. Garuda, Hint mitolojisinde ilâhî gücün sembolü Vişnu’nun bineğidir. Ejderha aslen Çin mitolojisinden diğer kavimlere ve Türklere de geçmiştir. Kurt ve geyik de Türklerde oldukça önemli bir yer tutar. Kurt Uygur ve Oğuz Kağan Destanı ile kendisini gösterir; Başkurt Türklerinde de ortak yol göstericidir.
İSLÂMİYETLE BAŞLAYAN YENİ DÖNEM
İslamiyet'i kabul eden Türklerde itikat ve amelde taşlar kademe kademe yerine otururken, ıstılahlarda biraz gecikme olmuştur. İlk İslâmî eserlerden olan Kutadgu Bilig, aruz vezniyle 1070 yılında Hakaniye Türkçesi ile kaleme alınmıştır. Kitabın müellifi Yusuf Has Hâcip (aslı Hashâcip olmalıdır) eserini Tavgaç Buğra Hanlar Hanı Kara Han’a sunmuştur. Saadetlenme bilgisi anlamındaki bu eser aynı zamanda bir siyâsetnâme ve bir nasihat kitabıdır. Dünyada ve ahirette mutluluğun işaretlerini yansıtır. Samimi bir Müslüman olan Yusuf, Allâhü teâlâ, Hazret-i Peygamber (aleyhisselam) ve Hulefâ-yı Râşidîn sevgisini de işler. Allâhü teâlânın adları ve sıfatları ve bazı İslâmî terimler, temsil ve istiare ile münasebet kurulan kelimelerden meydana gelmiştir. Bunu bazı beyitlerle açıklayalım:
1. “Bayat atı birle sözüg başladım” // “Törütgen, igitgen, keçürgen idim.”
(Yaratan, yetiştiren, bağışlayan Rabbim olan Allâh’ın adı ile söze başladım.)
Bu, Besmele-i şerife’nin ve Fâtiha-i şerîfenin baş kısmına benzerlik gösterir.
Burada “bayat” kelimesi “kadîm”; “törütgen” kelimesi “hallâk”, “hâlık”; “keçürgen” “yümît” yani öldüren hem de günahları bağışlayan; “gaffâr”,”gafûr” ve “gâfir” kelimelerine karşılık olarak kullanılmıştır. “İdi” kelimesi ise “mâlik, “melik”, “mevlâ” kelimelerine karşılıktır.
2. “Öküş ögdi birle tümen ming senâ” // “Ugan bir bayatka angar yok fena.”
Ögdi ve senâ (övmek) kelimeleri tümen ming yani (10.000x1000) demektir. Bu, çok sınırsız anlamında kullanılır. “Elhamdülillâhi kesîrâ”
Ugan, gücü yeten, muktedir olan anlamındadır. “Vehüve alâ külli şey’in kadîr”in karşılığıdır.
7) “Ulugluk sanga ol bedüklük sanga”// “Seningdin adın yok sanga tuş tenge.”
(Ululuk ve büyüklük sana mahsustur. Sana eş ve denk olan başka bir şey yoktur.)
Allâhü ekber ve “velâ şerîkelehu velâ nazîrelehu velâ misâleleh”in âdeta kelime kelime aktarımı gibidir.
14) “Kamug sen törüttüng ne erselerig” // “Yokadur ne erse sen ök sen tirig.”
(Her varlığı sen yarattın. Varlık yok olur; bâkî kalan yalnız sensin.) (Yeryüzünde bulunan her canlı yok olacak, ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin zâtı bâkî kalacak.) (Rahman sûre-i celîlesi, 26, 27 )
17) “Yorımaz ne yatmaz udımaz odug” // “Ne mengzeg ne yangzag kötürmez bodug”
(Yürümez, yatmaz, uyumaz, uyanıktır. Ne benzer ne de kıyas edilir, ne de tasavvur götürür.) (O hayydir, kayyûmdur. Kendisine ne uyku gelir ne de uyuklama.) (Bakara Sûre-i celîlesi, 255)
30) “Sevüg savçı birle kopurgıl mini” // “Elig tuttaçtı kıl könilik küni.”
(Mahşer günü beni sevgili peygamber ile birlikte haşret; onu bana şefaatçi kıl.)
Savçı, sözcü, Allahü teâlânın kelâmını onun kullarına bildiren peygamber; kopmak ise ayağa kalkmak, dikilmek, koşmak, yani mahşer günüdür. “Elig tuttaçtı”, şefaat eden, elden tutan demektir. İşaret ettiği mana ise: (Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik), (Enbiya Sûre-i celîlesi, 107)
Yalavaç aleyhisselâm ögdisin ayur. (Resûl [elçi] aleyhisselâmın mehdini söyler.)
34 )”Sevüg savçı ıdtı bağırsak idi” // “Bodunda talusı kişide kedi.”
(Merhametli Rabbim halkın en seçkinini ve insanların en iyisi olan sevgili peygamberi gönderdi.) Enbiya 107’ye atıf vardır. Ayrıca (Muhakkak ki sen çok üstün bir ahlak üzeresin) (Kalem sûre-i celîlesi, 4) “O hâlde benim rûhum ve cesedim mahlûkların en iyisidir…” (İki Cihan Güneşi Hazret-i Muhammed’in Hayatı -aleyhisselâm- Prof. Dr. Ramazan Ayvallı, 2018 )
Bu örnekleri çoğaltmak da mümkündür; yalnız önemli olan nokta şudur: Türkler 11. yy.dan itibaren doğru bir itikatla yani “Eh-i sünnet ve’l-cemâat” akidesiyle ve saf bir imanla İslâmiyet’e sarıldılar. Sonra da cihat ruhu ve fetihlerle bu dinin bayraktarlığını yaptılar. Hâlâ da bu saf ve temiz inanışın İslâm dünyasındaki temel rüknü Türklerdir.
DEDE KORKUT’TAN MİSALLER
Şimdi de bir diğer eser olan Dede Korkut Kitabı’na geçelim:
Metnin yazıya geçirilişi 15. veya 16. asırlar olarak düşünülse bile sözlü ürün olarak başlangıcı ön sözüne binaen 7. yy.a kadar iner. Çünkü ön sözde şöyle zikredilmiştir: “Bismillâhirrahmanirrahîm. Ve bihi nesta’în, Resul aleyhisselâm zamanına yakın Bayat boyından Korkut Ata dirler bir er koptı.”
İşte bu ifade bize bir ışık tutuyor. Tabii, ön söz asıl metnin içinde var mıdır yok mudur bu da tam belli değildir.
Şimdi de bu eserdeki dinî temayül ve ifadelere bir göz atalım: “Allah Allah dimeyinçe işler ongmaz. Kâdir Tangrı virmeyinçe er bayımaz.” (Allâh Allâh demeyince işler yoluna girmez. Kâdir Allâh vermeyince kul zengin olmaz.)
“Agız açıp öger olsam üstümüzde Tangrı görkli.” (Birini övecek olsam en güzeli Allâh’tır.) (Tabii ki “üstümüzde" kelimesi yanlış olarak kullanılmıştır.)
“Hecesinleyin düz okınsa Yâsîn görkli.” (Hece hece ve düz okunsa Yâsîn ne güzeldir.)
Burada en dikkate değer olan bölüm, Kur’ân-ı kerîmi yavaş yavaş ve düz (tegannisiz) okunma isteğidir. (Kur’ân-ı kerîmi -harfleri sayılırcasına- tane tane ve yavaşça okuyun.) (Müzzemmil Sûre-i celîlesi, 4)
“Minarada banglayanda fakı görkli.” (Minarede ezan okuyan (fakîh) müezzin ne güzeldir.) Burada müezzine fakıh denmesin sebebi, Türklere o zaman İslâmiyeti öğretenler Arap ve Farslardı. Bunlara “tat” veya “fakı” deniyordu.
Yine Salur Kağan Boyu’nda “…Hasan ile Hüseyn’in hasreti su… Âişe ile Fâtıma’nı nigâhı su”. Aynı konuda yine “Ağaç ağaç dersem sanga arlanma ağaç // Mekke ile Medine’nin kapusı agaç” // “Mûsâ kelîm’in asâsı agaç //……..” Şâh-ı merdân Alî’nin Düldül’nün egeri agaç”, // “ Zülfikaarung kınıyıla kabzası agaç.” // “ Şah Hasan ile Hüseyn’in bişigi agaç.” (Mekke’den Kâbe-i muazzama, Medine’den Efendimizin kabr-i şerifi anlatılmak istenmiştir.)
Uruz Beg Boyu’nda “Rabb” kelimesinin kullanıldığını görürüz.
“Altun cıda oynadana Yâ Rab noldı” //…… "Bidevi atla bir ogula yâ Rab noldı...”
Yine KanTural Boyı’nda İslâm ve Türk usullerince kız isteme sözlerine şahit oluruz: “Tangrı burugu-y-ile, Peygamber kavli-y-ile kızungı almaga gelmişem.” (Dede Korku Kitabı, Metin Sözlük, Doç Dr. Muharrem Ergi. Ankara Üniv. Basımevi, 1964)
Örnekleri çoğaltmak mümkün; biz bununla yetindik. Aynı konuya gelecek yazımızda devam etmek dileğiyle esen kalınız efendim
.
TENGRİLERDEN TEVHİDE… Türkler İslamiyeti süratle benimsediler
15 Aralık 2019 02:00
PROF. DR. OSMAN KEMAL KAYRA
İslamiyeti kabul eden ilk Türklerde İslami terminoloji henüz tam bilinmiyor ama haramlar, helâller, ibadet esasları eksiksiz uygulanıyordu. Mecelle’nin de çok ısrarla üzerinde durduğu örf hukuku İslâm’a göre daha Karahanlılarda uygulanmaya başladı.
İslâm öncesi bazı âdetler bertaraf edilmekle birlikte “Tengri” kelimesi “Allahü teâlâ” yerine kullanılmaya uzun süre devam edecekti. Bir iddiaya göre Tengri kelimesi “tang yiri” yani tan yeri ifadesinden kaynaklanmaktadır.
İslâmiyet’in kabulüyle Türkler bambaşka bir yaşayış düzenine geçtiler. Hayatları tamamen değişti. Çok üstün bir yaptırım gücüne sahip olan töreler bile yeni kabul ettikleri din çerçevesinde uygulanmaya başladı. Mecelle’nin de çok ısrarla özerinde durduğu örf hukuku İslâm’a göre ilk defa Karahanlılarda uygulanmaya başladı.
Bütün mesele, Hukûk-ı İslâmiyye ve Istılahât-ı Fıkhiyye’de idi. İslami terminoloji henüz tam bilinmiyor ama haramlar, helâller, ibadet esasları eksiksiz uygulanıyordu. İslâm öncesi bazı âdetler bertaraf edilmekle birlikte “Tengri” kelimesi Allahü teâlâ yerine kullanılmaya uzun süre devam edecekti.
TENGRİ-TANGRI
Göktürklerle başlayan veya yazılı belgelere (kitabeler) göre hüküm verebildiğimiz "Kök Tengri" inancı, İslâmiyet’in kabulüyle yerini bir olan Allah’a terk ederken, "Tengri", Zât-ı ulûhiyetin adı yerine ikâme edildi. Bir seyyie bin hasenâtla bile kolay giderilemiyor. Sonrasında örneklerle göstereceğimiz gibi birçok muteber Sünni eserlerde bile bu şekilde kullanılmıştır. Bu tengri kelimesi nereden çıkmıştır: Türkçede kök, mavi demektir. Tengri kelimesi ise gökyüzü anlamındadır. Türkçede muhtemelen “tengirmek” yani yerden göğe veya yukarı doğru çıkmak, yükselmek anlamında kullanılmıştır. “Örmek” veya genel kullanılışıyla “örü turmak” ayağa kalkmak olarak kullanıldığı için, tengirmek bu fiile daha yakındır. “Tengir-i” şekliyle türeyen bu zarf fiil şekli, giderek daralmayla “tengri” olmuştur. Yani menşei itibarıyla bile Allahü tealaya mekân isnadıyla türeyen “tengri”nin kullanılması esastan yanlıştır. İleride, yine başlangıçta görülen tangrı, çalap, Selçuklu metinleriyle başlayan sultan, pâdişah, hudâvendigâr, çîredest, Osmanlıda devam eden yezdân, hudâ gibi Allâh lafz-ı celâli veya onun mübarek isim ve sıfatları dışında iâreten kullanılmış kelimelerin doğruluk ve eğriliklerini belirtip, bunları sizlerin takdirine sunacağız.
Bir diğer iddiaya göre Tengri kelimesi “tang yiri” yani tan yeri ifadesinden kaynaklanmaktadır. Bu meyanda “Tang tengri” şiiri belki bu iddialar için mesnet olabilecek niteliktedir. Turfan kazılarında bulunan bu ilk yazılı belgelerden kabul edilen şiir Sogdça olup 7. veya 8. asra ait olmalıdır. Şiirde başlık yerine kırmızı renklerle “vam vagı-mung baş” ibaresi kullanılmış olup Türkçeye “tanrı ilâhisi” diye çevrilmiştir.
İÂRE İSİMLERDEN: TENGRİ-TANRI
Bu kelimenin başlangıç metinlerinde bir hayli kullanıldığını bazı eserlerden alıntılarla açıklayacağız:
İrşâdü’l Mülûk ve’s-Selâtîn (Sultan ve meliklerin uyarılması, irşâdı)
Aslen Arapça bir eser olup satır altı olarak tercüme edilmiştir. Metnin yazarı bilinmemektedir. Sondaki bir ibare 1387 yılında Berke Fakih tarafından Kıpçak Türkçesiyle aktarıldığını gösterir. Sünnî akait üzeredir. Sultan ve melikleri irşat etmek için yazılmıştır. Allahü teâlâya hamd, onun Rasûlü ve yakınlarına duadan sonra, eserin telif sebebi şöyle anlatılır: İskenderiyye’de saltanat sahibi Seyfî Bacman, kitabın müellifinden İmâm-ı A’zam mezhebi üzere, ibadetlerde faydalı olacak kısa ve özlü bir eser meydana getirmesini istiyor. Müellif bu isteğe uyup bu eseri telif ediyor. Eserde geçen ibarelere bakalım:
“Tengri te’âlâ ivi birle” 288, 3-a (Allâh’ın evi ile)
“Tengri te’âlâ Âdem Nebîge on sahife, takı Şît Nebige elig sahife… 36, a-9” (Allahü teâlâ Âdem Peygamber’e 10 sayfa, Şit Peygamber’e elli sayfa vd.)
İrşâdü’l- Mülûk ve’s-selâtîn Doç. Dr. Recep Toparlı, Ankara 1992 Kitâb-ı fi’l-Fıkh (Fıkıh kitabı)
1421’den önce yazılan bu eserde de Tanrı kelimesinin kullanılışına dikkat edelim: “Şükür Tangrıya sâbitdür ol Tangrı teâlâ ‘âm eyledi barça iklîme kim ni’metlerini dahi keremini.” (Allahü teâlâya şükürler olsun ki o Allah sabittir (kıyam bi nefsihi) Nimetlerini ve keremini her ülkeye dağıttı.)
“Tanuklug virür men Tangrıdan özge Tangrı yok ol Tangrı münezzehdür şeriklerden zıdlardan. Ol Tangrı teâlâ yücedür. (Şahidim ki Allah’tan başka ilâh yoktur; şeriklerden ve zıtlardan beri olan yüce Rabbdir.)
Kıpçak Türkçesi, Yrd. Dr. Recep Toparlı Kıpçak Türkçesi Erzurum, 1986 Nehcü’l- Ferâdîs (Cennetlerin Yolu)
1358’den önce Kerderli Mahmûd bin Alî tarafından Harezm Türkçesi ile yazılmış dînî-didaktik bir eserdir. “Tangrı tebâreke ve teâlâ İsmâ’îl Peygambar oglanlarıdın Kinâna atlıg kabîlasındın Kurayş kabîlasını ödürdi.” 1, 1-6 ( Allâhü teâla İsmâîl Peygamber neslinden Kinâne adlı kabileden Kureyş kabilesini seçti.)
Neehcü’l- Ferâdîs, Metin, Tıpkıbasım, Çeviri Janos Eckmann, yayınlayanlar. Semih Tezcan, Hamza Zülfikar. Ankara 1995.
Birinci bölüm “Peygambar aleyhisselâmnung fazâyil içinde turur.” (Peygamber Efendimizin faziletlerini anlatır)
“Ekinç bâbı Hulefâ-yı râşidîn takı Ehl-i beyt takı tört imâm fazâyilining beyânı içinde turur.
(İkinci bölüm Dört Halife, Ehl-i beyt, Dört İmamın faziletlerini beyan eder.)
“Sahâbalar aydılar yâ emîre’l- mü’minîn song halîfa kim bolgay kimni maslahat körersiz. Tediler erse Ömer aydı radıyallâhü anh biri Osmân turur takı biri Alî turur takı biri Talha turur takı biri Zübeyr turur takı biri Abdurrahmân ibnü Avf turur takı biri Sa’d ibnü Vakkâs turur” 85. 12-17 (Sahâbe efendilerimiz dediler ki: Ey mü’minlerin emîri, sizden sonra kimi halife olarak görürsünüz dediklerinde Ömer radıyallâhü anh dedi ki: Benden sonra sizler ittifakla şu altı kişiden birisini halife kılacaksınız: Biri Osman’dır, öbürü Ali’dir, diğeri Talha’dır, diğeri Zübeyr’dir, Bir diğeri Abdurrahmân bin Avf’dır, biri de Sa’d ibni Vakkasdır.)
“İmâm Ahmed Hambel rahmetullâhi aleyh ol âlimlerden erdi kim ilmi birle amel, kılur erdi takı ömrini takvâ perhîz birle keçürür erdi” 135-7 (İmam-ı Hambel hazretleri ilmiyle âmil olup ömrünü takva üzere geçirirdi.)
Bu eserde Tangrı 27, Tangrı teâlâ 50, Tangrı te’âlâ ve tebâreke 17, Tangrı birle 8 (Tanrı ile), Tangrı üçün 7, Tangr’nı ( Tanr’ıyı ) 6, Tanrı’nıng 17, Tangrıga 2, Tangrıke 1 Tangrıka (Tanrı’ya) 19 Tangrıdın 17, Tangrılık 1 defa kullanılmıştır. Ayrıca Rabb 40 Rabbî (Allâh’ım) 68, Rabbü’l izze 3, Rabbü’l- âlemîn (Âlemlerin Rabbi) 2, Rabbenâ (Allâhımız) 8, Rabbânî (ilâhî) 2 defa kullanılmıştır.
Aynı eserde Hakk kelimesi de bir hayli kullanılmıştır. Bu meyanda Hakk 500, Hakk tebâreke ve te’âlâ 216 defa kullanılmıştır.
Kitâb-ı fi’l- Fıkh bi’l-Lisâni’t-Türkî (Türk Dili Üzerine Fıkıh Kitabı)
Çeşitli fıkıh kitaplarından toplanan fetvalardan meydana gelmiş bir 15. yy eseridir.
“Tengri Resûli eyiddi sallâllâhü aleyhi vesellem Yâ Alî iki da’vîcinüng birisi üçün hükm itmegün…" (Allâhü teâlânın Rasulü dedi ki, Yâ Ali iki davacının birisi için hükmetmen…)
“Kıpçak Türkçesi, Yrd. Doç. Dr Recep Toparlı, Erzurum, 1986
Bu eserlerde hak mezheplere ne kadar önem verildiğini gösteren bazı ibarelere de bakalım:
“İmâm Ebû Hanîfe katında katında dahi İmâm Yûsuf katında dahi İmâm Muhammed katında ammâ İmâm Züfer katında ol da’vî idgen kişi” … 2a.
Burada Hanefî fıkıh imamlarından İmâm-ı A’zam ve üç kıymetli talebesinin hepsinin içtihatlarına yer verilmesi oldukça önemlidir.
Bu arada diğer hak mezhep imamlarını da me’haz olarak göstermesi de sünnî akâid gereği olarak anlaşılmalıdır.
“İmâm Şâfi’î katında da’vî idici kişi…” 2b.
Aynı kitapta kaynak olarak “Bedâyii’s-Sanâyi’ fî-Tertîbi’ş-şerâyi” gibi önemli bir eserden alıntılar vardır. Bu eser İbn Âbidîn’e (v. 1836 ) göre Hanefî Mezhebi’ne ait kitaplar içinde benzeri bulunmayan bir eserdir; Kitâbü’t-Tahâre ile başlayıp Kitâbü’l-Karz ile bitmektedir.
Bu konuya Anadolu coğrafyası dışında, Harezm ve Kıpçak sahalarındaki eserlerden örnekler verdik. Çok geniş bir coğrafyada yerleşen Türklerin eserlerindeki İslâmî terimlerin giderek asla yaklaşması hemen hemen Molla Fenâri (rahmetullâhi aleyh) ile başlar. 16. asır sonlarında bu işlem tamamlanmış olur.
Türkler, İslâmiyet’i kabul ettikten sonra Kaşgar, Semerkand, Horasan, Mâverâünnehr, Harezm, Kıpçak, Anadolu, Mısır, Mağrip ve Balkanlarda kahir ekseriyetle hep Ehl-i sünnet îtikâdı üzere oldular. Bu konuda mesnetsiz söylentilere, mûteber eserler ışığı altında, ilmî delillerle cevap vermeye devam edeceğiz. Bir dahaki yazımızda buluşmak üzere esen kalınız efendim...
.
.
Anlaşılamayan ve anlatılamayan Seyyid Ahmet Arvasî Hoca
29 Aralık 2019 02:00
PROF. DR. OSMAN KEMAL KAYRA
Seyyid Ahmet Arvasî’nin savunduğu Türklük, köklerinde Fransız İhtilâli kokan, Osmanlıyı yıkmak için Avrupa’nın desteğini alan, sapık müçtehit taslağı Ali Suavî’nin rüyası Jön Türklerin ve onun ayrık otu gibi büyüyen devamı İttihat ve Terakki’nin beşerî bir din gibi algılanan Türkçülüğü olamazdı.
Milletlerin düşünce tarihleri, yaşadıkları devirlere göre farklılıklar gösterebilir. Mütefekkirler, doğruyu tavsiye eden yanlıştan sakındıran toplum mühendisleridir. Fertlerin sırt sırta vermiş iki hayatları vardır: Dünya ve ahiret… Bu ikisini birbirinden kesin çizgilerle ayırmak fertleri ve toplumları bunalıma sürükler. İnsan, nasıl madde ve ruhtan meydana gelen bir varlıksa, maddeyi önceleyip manayı ötelemekle psikosomatik hastalıklara yol açılmış olur. İslâmiyet dünya ve ahireti iki ayrı âlem olarak almakla birlikte bunları birbirinin tamamlayıcısı olarak görür. O hâlde ferdi mutlu edecek sistem bu ikiliyi beraber kabul etmekle mümkündür. Beşerî veya muharref dinlerin bu dengeyi kuramamalarından, mutsuz insanlar ve mutsuz toplumlar giderek çoğalmış ve çoğalmaktadır. İslâmiyet’in ibadat kısmını ahiret; muamelat (münakehat ve ukubat da dâhil) kısımlarını ise sadece dünya için görmek büyük gaflettir. İslâmiyet bütünüyle dünya ve ahiretin vazgeçilmez unsurunu, insan olarak alır.
YANLIŞ REHBERLER
Dünya düşünce tarihini yalnız felsefî ekollere bağlayıp filozofları vazgeçilmez rehberler sanan gafiller, Peygamberân hazerâtını yok sayan eblehler şunu unutmasınlar ki, bilgi problemi (epistemoloji) yıllar boyu sırrını değiştirerek koruyan bir felsefî sistemdir. Bu konuya ışık tutan ilk çağlardaki Tales gibi filozofların asli ilgi alanı metafizikti ve kâinatın aslî maddesini araştırıyorlardı. Bilgi kadîm midir, başka bir şey midir gibi problemler arasında İslâmiyet, şu düsturu koydu: İlim "Âlim ve Alîm" olan Allahü tealaya aittir. Bu müthiş gerçekten ilk önce “vahiy” yoluyla peygamberân-ı izâm hazerâtı şerefyâb oldu; sonra da ilim için cehdeden âlimler bu payeye ulaştılar.
O hâlde asıl âlim, Allâhü teâlânın vahiy yoluyla aydınlattığı nebî ve resullerden ilham alan kişidir.
Toplumsal başkalaşımın mimarları veya toplum mühendisleri büyük vebal altındadır. Dünyayı tek eksenli kabul eden komünist, faşist, kapitalist vs. sistemlerle, toplumu fertten veya ferdi toplumdan üstün gören öğretiler hep arıza vermiştir. İktisâdî bir sistemin kurucusu iken dünyayı fitneye boğan Karl Marks, aklî tenkitçi İmmanuel Kant, Platon, Aristoteles, Rene Descartes, Friedrich Schelling gibi birçok filozofun fikirlerinden ilham alan Georg Wilhelm Friedrich Hegel veya Auguste Comte’nin verdiği adla Emile Durkheim nam agnostik filozof, özellikle İttihad ve Terakkî devrinin hayranı olduğu daha birçokları her zaman olduğu gibi hep tartışılmaya başladılar ve öyle de devam edecektir. Düşünceleri beşerî planda aktif sahaya aktarılan filozofların öğretilerinin şakirtleri dünyayı ya kana buladılar veya beyinleri allak bullak ettiler. Bu fikirler çölde susuzluktan kıvranan insana tuzlu su verip “Su verdik ya!” diyen sistemlerdi.
1870 SONRASI OSMANLI TOPLUMUNDAKİ KIRILMALAR
Bu tarihten sonra Osmanlı toplumu kabuk değiştirmeye başlayınca düşünce sistemimizde fay kırıkları meydana geldi.
Bu devirde Ziya Gökalp bir perspektife yön veren ve yaşadığı zamanın manifestosunu yazdığına inanılan bir sosyologdu. Evveli, bir dinî muhitin sonrası reformist bir alanın beslediği değişkenlik timsali… "Türkçülüğün Esasları” adlı eseri her zaman tartışmalara açık olmuştur. Gökalp, Durkheim’ın toplumsal şuur sosyolojisi ile onu reddeden Gabriel Tarde’ın karmaşık sosyal sarmalı arasında sıkışıp kalmıştı.
“Türk’ün Yeni Âmentüsü”nü yazıp Yahud, mezarlığına gömülen Moiz Kohen (Tekinalp) Munis, Mûsâ adlarını da kullanmış olan ilk Türkçülerdendir.
David Leon Cahun “Gökbayrak”, “Asya Tarihine Giriş Türkler ve Moğollar” adlı kitapların yazarıdır. Kitapları Türkçeye çevrildiğinde Türkçülerin büyük ilham kaynağı olmuştur. Yahudi asıllı Fransız'dır.
Armin Vanberi de 1910’da kurulan “Turan Cemiyeti”nin onursal başkanıdır. Teodor Herzl’in yakın dostu olup Türkoloji araştırmaları bahanesiyle fitne unsurlarından biri olmuştur.
Bu konuda 20. asrın ilk ciddi ve şümullü düşünürü Hilmi Ziya Ülken’dir. Eserlerinden bilhassa “Aşk Ahlâkı”, “Allah” ve “İnsânî Vatanperverlik” kitapları incelenmeye değer. Ama eksik olan bir şey vardı bu müktesebatta. Meselâ Farabi, İbn Rüşd gibi düşünürlerle İmam-ı Gazalî’yi aynı paralelde incelemek bir noksanlığı işaret ediyordu. Hakikatte Ülken çok önemli bir düşünürdü ama millete göre süspanse idi. İlim dünyası kendisinden faydalandı, ama sîne-i millette ma’kes bulamadı.
İlk Türkçülük akımları sosyolojik bir yaklaşımken giderek ırkî teamüllerin dinî bir hüviyete bürünmesiyle tartışılır bir hâle geldi.
Türk veya başka bir ırktan olmak bir realitedir. Osmanlı Devleti bir imparatorluk olduğu için bir ırkî temel üzerine oturtulamazdı. Osmanlının son zamanlarında hem Türkçülüğü hem de diğer ırkların varlık savaşını körükleyen dış kaynaklı ajanlar, “Pan-İslâmizm”e karşı “Pan-Türkizm”i körüklediler. Bu Osmanlıyı yıkma planlarının en tesirli hareketiydi. Gerçi 1770’lerde “Göktürk Kitabeleri”nden haberdar olmaya başlayan Batı ilim dünyasına mukabil, 1926’da Necib Âsım Bey’in bu konuda yazdığı makaleye kadar kitabeleri tanıyamayan Osmanlı için de bu bir eksiklikti.
Mesele açıktı: Hem İslâm’ı hem de Türklüğü takdim ve tehir hesabına girişmeden İslâm’ı temel değer alıp sosyal realitede Türklüğü kabul eden, İslâm’ın insanî ve toplumsal evrenselliğini benimseyip Türk’ün hamaset ve şecaatini İslâm’la bağdaştıran, Batı’yı referans almadan Ehl-i sünnet inancını baş tacı eden, Türk’ün neyi nasıl düşündüğünü, neyi neden sevdiğini Batı’dan alınan dar kalıplarda görmeyen, Sahâbe-i kirâm efendilerimizin muhteşem fedakârlığı ile Türk’ün 5000 yıllık tarihindeki şecaat, celadet, hamaset özellikle adâletini temel unsur gören, Türk ve İslâm gibi düşünen ve en mühimi de öyle yaşayan, Yahya Kemal’de buğulu bir hayal gibi terennüm edilen Osmanlı-Türk ruhunu kristal bir vazo gibi sarıp sarmalayan, Türk gibi gülen, Türk gibi kızan, Türk gibi nükte yapan İslâmiyeti bu faaliyetlerin zarfıyla örten ‘Türk-İslâm Ülküsü’nü düstur edinmiş bir rehber, bir mütefekkir lâzımdı…
TÜRK İSLÂM ÜLKÜSÜ
Bu alanda emeği geçen çoğu rahmetli olmuş bulunan Erol Güngör’ü, Mehmet Eröz’ü, Mümtaz Turhan’ı, Cemil Meriç’i, İbrahim Kafesoğlu’nu, İlhan Egemen Dârendelioğlu’nu, Gâlip Erdem’i Osman Yüksel’i reddetmeyip, bazılarının fikirlerini kendisine azık eden bir mütefekkir, yeni nesli Türk-İslâm potasında yoğuracak bir isim lazımdı. Bu kişi fetret devrine bir lutf-ı ilâhî olarak bu nesle önder olan Seyyid Ahmet Arvâsî idi. "Asrın Yesevî'si" adını ihraz eden Hoca, Türk genciyle bütünleşti. Hazret-i Hüseyin sulbünden gelen bu seyyid, şerefli bir geçmişle, şanlı bir geleceğin habercisi idi.
Sunî olarak devreye sokulan protokol Türkçülüğü, sığ, isyan ve nefret dolu bir anlayıştı. Aşağıdaki gibi ve benzeri birçok şiir dayatmaları Şeyhülislâm Mustafa Efendi’yi ve birçok saf halis Anadolu Türkü'nü varlıklarından kopardı. İşte o ucubelerden birisi:
“Millet adın zikredelim bir kere // Vâcip oldur cümle işte Türklere
Şevk ile Türk'üm dese bir dem lisan // Dökülür cümle hüzün misl-i hazan
İsm-i pâkin pâk olur zikreyleyen // Her murada erişir Türk’üm diyen”
İşte Arvasî Hoca’nın kabul etmediği bu Türkçülüktü. Arvasî’nin savunduğu Türklük, köklerinde Fransız İhtilâli kokan, Osmanlıyı yıkmak için gayr-i müslim tebaa ve Avrupa’nın desteğini alan, sapık müçtehit taslağı Ali Suavî’nin rüyası Jön Türklerin ve onun ayrık otu gibi büyüyen devamı İttihat ve Terakki’nin dayatması ve beşerî bir din gibi algılanan Türkçülüğü olamazdı.
O, hamâsî ve ahlakî karakteriyle Türk’ün genlerindeki her şeye hayran olan, Sultan Abdülhamid’e “Gök Sultan” diyen, “Türk Tarihinde Mes’eleler” adlı eseriyle tarihimize en objektif yaklaşımı gösteren, istisnasız her Osmanlı sultanından övgü ile bahseden Hüseyin Nihal Atsız’ı çok sayar; Cinnet Mustatili’nin surlarına gedikler açıp ebede sahip çıkan, İslâmiyeti fikrî hayatına yapıştıran, Abdülhakîm Arvasî Efendi’nin manevi feyiz dünyasından nasibini alan, aristokrat, silahsız İslâm mücahidi Necip Fâzıl’ı çok severdi.
O, Jean Paul Sartre’ın dünyevî “Var Oluşçuluğu”nu değil, ilâhî varlığın “lâ mevcûde illallâh” sırrından hareketle “Lâ ma’bûde illallâh” deryasında yok olarak var olmayı tercih etti.
Sigmund Freud’un psikanaliz kuramı ile emmâre nefis baskısı altında gelişen tekniğinden hareketle şehevî duyguların dehlizinde rûhî hastalıklara şifa arayan olmak yerine, âlem-i emrin lâtifesi olan rûha, ilâhî reçeteler sunmayı yeğledi.
Arvasî Hoca, Atsız’ın hamâsi Türkçülüğü ile Necip Fâzıl’ın İslâmî Türk milliyetçiliğini birleştirip buhran devri gençliğine mükemmel bir çıkış yolu gösterdi.
Arvasî Hoca ile on iki senelik bir muarafemiz olmuştur. Meslektaş, ağabey ve insan olarak tanıdığım Arvasî Hoca “hubb-i fillâh” çerçevesinde Hazret-i Osman letâfetinde; buğd-i fillâh çerçevesinde Hazret-i Ömer celâdetinde idi.
1970’lerde gençlik fırka fırka bölünmüştü. Her bölük bir tarafa akıyordu.
Vatanı için, bayrağı için, dini ve milleti için canını hiçe sayan bir nesil neşvünemâ buluyordu. Bu çilekeş nesil, çoğu saf, temiz yoksul Anadolu çocuklarından oluşan bir dervişan grubu gibiydi. Bir baş arıyordu bu nesil. Siyasî lider Alpaslan Türkeş Bey inançlı ve aksiyoner bir liderdi. Gençleri etrafında toplamayı başardı. Ama bu nesle bir Hoca Yesevî, bir Dede Korkut, bir Molla Gürânî, bir Molla Husrev, bir Akşemseddin gerekiyordu. Fikirtepe’deki Eğitim Enstitüsü’nde vazife yapan bir grup hocanın da rehberi olan Arvasî Hoca, Allahü teâlânın lütfu olarak bu gençliğin manevi lideri oldu. Türkeş Bey’in özel sevgisini kazanan Hoca MHP’nin MKYK üyesi de olmuştu. Kendisi gibi bir insanın siyasetle ne işi olabilir sorularına şu cevabı vermiştir: “Ben, bu kadar idealist gencin bir arada olduğu bir topluluğu yalnız bırakmanın vebaline katlanamam.”
O, birçok kişi tarafından yazılmış veya anlatılmıştır. Ama onu hakkıyla tanıyanlar çok sınırlıdır. Onu yazmak ve anlatmak için evvela onun hayatına uyguladığı Ehl-i sünnet düsturunu kendi hayatına uygulamalıdır. Hoca, bir Türk’ün tam bir Müslüman gibi nasıl yaşayacağını, nasıl düşünmesi gerektiğini formüle eden kişidir.
“Türk İslam Ülküsü” adlı eserler zinciriyle düşünceden siyasete, sanayiden bedayie çok geniş bir yelpazede Türk’ün günlük hayatını tanzim ederken, “Kendini Arayan İnsan”da kişinin şuurunun oluşmasındaki İslâmî temayülleri vurgulayıp “İnsan ve İnsan Ötesi”nde de aynı konulara devam etmiştir. “Diyalektiğimiz ve Estetiğimiz”de ise en çok ihmal ettiğimiz bedia halkasını terbiye ediyordu. Bu eserinde estet fikdanına temas etmiş ve sanatın hedefinde dinî yaklaşımları hassasiyetle incelemiştir, Türkiye gazetesindeki “Hasbihal” yazılarıyla bir inanç halkasını tahkim etmiştir…
Anadolu’da yerleşen sadattan, Türk milletinin mefahirini yazan bir muharrir, bir eğitimci ve sosyolog olan Hoca, aynı zamanda muhtasar “İlmihâl”i ile gençlere kolay ve anlaşılır bir de inanç rehberi sunmuştur. Bu eserin özellikle ön sözü Mektûbât-ı şerîfe’nin can alıcı noktalarını dercetmiştir.
Hoca, irtihal-i dar-ı beka eyleyeli 31 sene oldu. O, Ebâ Eyyûb el- Ensârî”nin Konstantıyniyye (İstanbul) topraklarında şehit düşmesinin bir işaret olduğu inancında idi. Bu kutlu şehadetin manası, bu milletin uzun müddet, hatta kıyamete kadar İslâm’ın bayraktarlığını yapacağının işaretiydi.
Ahmet Arvasî’de1500 yıllık İslâm ahlak ve fazileti, 5 bin yıllık Türk tarihiyle cem olmuştu. Millî şuurun, sade kan ve gen olmadığını, bilakis üst seviyede bir idrak işi olduğunu ilan etmişti. Onun yetiştirdiği binlerce genç ona tâbiiyetini teyit ederken, onu anlayamayanlar süratle istikâmetlerini ondan ayırdılar. Ülkücü camianın temerküz noktası, Arvasî Hoca’nın Sünnî-içtimâî rüyasının Türk şahikası olan Türk İslâm Ülküsü çatısıdır.
Vefatı, genç yaşta üfûlü, üzüntü verici olmakla beraber müktesebatının hamûlesi olan kitapları ve imanlı gençler, onu yaşatmaya devam edecektir.
Allâhü teâlânın rahmeti bu çilekeş idealistin üstüne olsun inşallah…
.
TENGRİLERDEN TEVHİDE -II- İsimlerin ilahi kökleri
2 Şubat 2020 02:00
PROF. DR. OSMAN KEMAL KAYRA
İlmin sahibi olan Allahü teâlâ, hareketi, durağanlığı ve konuşmadaki selâseti yaratıp insanlara -tabii ki ilk olarak Hazret-i Âdem (aleyhisselâma)- bildirdi. Kur’ân-ı kerîmde “Allah, Âdem’e bütün isimleri öğretti” diye geçer.
Tabiatta her varlığın bir adı vardır. Bu adlar varlıklara insanlar tarafından verilir. İsimler insanların varlıklara taktığı belirleyici etiketlerdir. Yalnız bunun istisnası da Hazret-i Âdem ve Hazret-i Havvâ’dır. Hazret-i Âdem’e bu ismi Cennet’te Allahü teâlâ koymuştur. Çünkü Kur’ân-ı kerîmde Rabb’inin kendisine hitabı bu şekildedir: “Allah, Âdem’e bütün isimleri öğretti.” Sonra onları meleklere söyleyip, “Eğer siz sözünüzde sadık iseniz şunların isimlerini bana bildirin” dedi. (Bakara Sûre-i celîlesi, 31) “Ey Âdem eşyanın isimlerini meleklere anlat dedi. Âdem onların isimlerini onlara (meleklere) anlatınca ‘Ben muhakkak semâvat ve arzda görülmeyenleri (onlardaki sırları ) bilirim’ dedi.” ( Bakara sûre-i celîlesi 33)
Burada açık olarak bildirildiği üzere Allahü teâlâ, Hazret-i Âdem’e (aleyhisselâm) bu adla hitap ettiği gibi “Eşyanın isimlerini de meleklere anlat” diyor. Âyet-i kerîmede geçen “esmâ” isimler demektir. Bu, tefsirlerde sadece varlık isimleri olarak, eşya ismi olarak geçiyor. Burada isim deyince sadece varlık isimleri değil muhtemelen hareket ismi (isim fiil) dediğimiz mastarları da içine alır. Tabiatta üç çeşit kelime vardır: İsim, fiil ve edat. Bütün varlık ve hareketler bu üç kelime ile kullanıma girerler. İlmin sahibi olan Allahü teâlâ, hareketi, durağanlığı ve konuşmadaki selâseti yaratıp insanlara -tabii ki ilk olarak Hazret-i Âdem’a (aleyhisselâm)- bildirdi.
Âyet-i kerîmede “O ki sizi bir nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan bu ikisinden birçok erkek ve kadınlar üreten Rabb’inizden korkun.” (Sûre-i Nisâ, 1)
Bazı tefsir kitaplarında “O ki sizi bir tek candan yarattı” diye tercüme ve buna dayalı tefsirler yapılmış. Kâdı Beydâvî tefsirinde ise “Sizi bir nefisten yaratan” ibaresi geçmektedir (Beydâvî Tefsiri, Ter. Doç. Dr. Abdülvehhâb Öztürk, s.487 İstanbul.)
Terim olarak bakıldığında can (rûh), nefs (insan, madde) iki ayrı kavramdır. Bu iki varlık özellikle tasavvufî terimlerde çok net ayrılmaktadır. Nefs, âlem-i halktan, ruh ise âlem-i emrdendir. Özellikle filozofların akla ve rûha mücerredâttandır demeleri hatalıdır. Bu hata, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine göre bunları tanımamalarından kaynaklanmaktadır. (Mektûbât-ı şerîfe alıntıları 34. Mektup.)
Burada insanların anlayabilmeleri için nefs, can olarak verilmiş olabilir. Bir lügatte, “Nefs: Can. Ruh manasına ve kan dem gibi ceset ve her nesnenin aynı” olarak geçer. Ahter-i kebir, Mustafa Ahterî Mustafa bin Şemseddin Eşşehîr bi’l- Ahter323, s.1323.
Yine Kâmûs-ı Türkî’de nefs; ruh, cân, hayât-ı hayvânî, insandaki hayvâniyyet olarak yazılıdır. (Kâmûs-ı Türkî, Şemseddin Sâmî İkdam Matbaası, s. 1466, Dersâadet, 1317)
Burada Hazret-i Âdem’in ismi hakkındaki bilgiyi verdik fakat Hazret-i Havvâ’nın adının Tevrat’ta geçtiği biliniyor. Tabii elimizde gerçek Tevrat olmadığı için kesin hüküm vermek zor. Fakat bir Hadîs-i şerîfe dayalı olarak şunları aktarabiliriz: İbni Abbas ve İbni Mes’ûd’dan rivayet (radıyallâhü anhüma) “Âdem uykuya dalmıştı. Uykusundan kalktığında bir kadının başı ucunda oturduğunu gördü. Allahü teâlâ onu Hazret-i Âdem’in kaburga kemiğinden yaratmıştı. Âdem (aleyhisselâm) ona sen kimsin, diye sordu. O da, ben bir kadınım diye cevap verdi. Âdem ona niçin yaratıldığını sorduğunda, bana ülfet edesin diye, cevap verdi. Melekler, Ey Âdem kadına niçin bu ad (Havvâ) verilmiştir, diye sordular. Hazret-i Âdem, çünkü o canlı maddeden yaratılmıştır” dedi. Burada önemli olan Hazret-i Havvâ’ya adının Hazret-i Âdem tarafından verilmediğidir. Çünkü “Kadına neden dolayı bu ad (Havvâ) verilmiştir” sorusunda ad verilmesi, yani verilmek fiili etken değil edilgendir. Yani bu ad Hazret-i Havvâ’ya Hazret-i Âdem tarafından verilmemiştir. Demek ki ilk iki insanın ismi Allahü teâlâ tarafından verilmiştir. Asıl mesele bütün mahlûkatın bir isminin var olması, bütün bu isimlerin ind-i ilâhîde malûm olduğu, diğer bütün varlık ve hareket isimlerinin Hazret-i Âdem vasıtasıyla diğer insanlara bildirildiğidir.
Allahü teâlâ varlığın, vücudun sahibi ve kadîm olduğu için, ona kendisinin seçtiği adlarla yalvarmak ve ibadet etmek mecburiyetindeyiz. Ona isim takamayız (tesmiye edemeyiz.) Çünkü Allahü azîmüşşân “En güzel isimler (esmâü’l-hüsnâ) Allah’ındır; ona onlarla dua edin. Onun isimlerinde sapıtanları bırakın. Onlar yaptıkları o şeyle cezalandırılacaklardır” buyurmuştur. (Âraf-180)
Veya de ki: “İster Allah, deyin ister Rahman deyin, hangisini derseniz deyin. En güzel isimler onundur” (İsrâ-110)
Müşrikler, Efendimizim “Yâ Allah yâ Rahman” dediğini işittikleri zaman” Bizi iki tanrıya ibadet etmekten menediyor, kendisi ise başka bir tanrıya ibadet ediyor” dediklerinde bu âyet-i kerime nazil oldu. Kelâmın aslı şuydu: Hangisi ile dua ederseniz güzeldir. Onun yerine “En güzel isimler onundur, konulmuştur. Bu da mübalağa içindir. Onların güzel olması da celâl ve ikram sıfatlarına delâlet eder.” (Beyzâvî Tef. Age. 3.c s.280.)
Bu iki âyeti-i kerîmede de Allahü teâlâ bizden kendi güzel isimlerini kullanmamızı emir buyuruyor. Kulun taktığı isimler mahlûk olup, kadîm olmadığı için bu isimlerden uzak durmalıdır.
Tengri-Tangrı kelimeleri üzerinde bir hayli açıklama yapıldı. İcap ettiğinde yine temas edilecektir. Tengrinin Kök Tengri’den gelen bir kavram olduğu belirtildi. Hiçbir bölgesel, kavmî, millî tanrı, “Allah” adı yerine ikâme edilemez. Eski eserlerde kullanılış sebeplerini genişçe açıkladık. Osmanlı ulemâsı bu adı kesinlikle kullanmadılar. Bu işte zaaf kabul edilemez. Rabb’imizin emri ‘alerre’si ve’l- ayndır. (Baş göz üzerinedir.)
ISTILÂHÂTTA OSMANLI HASSASİYETİ
Türklerin Orta Asya’dan getirdikleri saf, temiz fakat terimleri oturmamış, fıkıh ve tefsirde tam künhe vâkıf olunamamış tarz, Molla Fenâri (rahmetullâhi aleyh) ile tabana oturmaya başlamıştır. 1350’de doğan bu zâtın babası, İsmâil Hakkı Uzunçarşılı’ya göre, Sadreddîn-i Konevî’nin halifesidir. Bu durumda kendisi esrâr ilimlerine de yabancı değildir. Tefsir, tasavvuf, fıkıh, kelâm, mantık ve belâgât dallarında çok kıymetli eserler yazmıştır. Mesela “Enmûzecü’l-ulûm” adlı eseri Fahreddîn- Râzî’nin “Hadîkatü’l-envâr” adlı eseriyle desteklenmiştir. Aklî ve naklî ilimleri aslî kaynaklarından talim edince İslâmî terimler berraklaşmaya başlamıştır. Bu yüzden Molla Fenârî hazretleri Osmanlının ilk yüz aklarındandır.
Orta Asya kolu, Mâverâünnehir, Harezm, Kıpçak ve Horasan eski gelenekten kaynaklanan "Tengri, Tangrı, Çelep, Çalap gibi isimleri kullandılar. Bunda kasıt yok, gelenek vardı. Türklerin Anadolu topraklarına girip İslâm coğrafyası ile daha sıkı teması ile İslâmi terminoloji oturmaya başladı.
SELÇUKLU VE ESKİ ANADOLU TÜRKÇESİ DÖNEMİ
13. 14 yy. ile 15. yy.ın yarısı Selçuklu metinleri veya daha geniş kavramla Eski Anadolu Türkçesi eserleri, genelde tasavvufîdir. Moğol zulmü ve göçler insanları dinî temayüllere yakınlaştırdı. Bu yüzden bu dönem eserleri, muhteva olarak halk inanışına uygun, fazla derinliği olmayan, eserlerdir. Bu eserlerde de Orta Asya kaynaklı Tengri-Tangrı; Çelep-Çalap adları bir hayli kullanılmıştır.
İlk örneklerden biri Hoca Ahmed Fakîh’in “Çarhnâme” adlı eseridir. Daha ziyade ahiret ve iman konularını işleyen eserin yazarı Mevlevî-Bektaşi geleneğinde hatırası yüzyıllarca saklanmış olan “kıdvetü’l- abdâl” Hoca Ahmed Fakîhdir. Eflâkî’nin “Menâkıbü’l-ârifîn”inde bu konuda bilgi vardır. Bu esere göre Hoca Ahmed’in vefatı 650 (1252)'den önce olmalıdır. Bu eserden (Çarhnâme ) alınan bazı beyitlerde Allâü teâlâ için hangi adlar kullanılmış, bakalım:
5- Bilürmi sen miçün geldüng cihâna
Sini kullug içün yaratdı Sultân
Burada Allah adı için istiâre ile Sultan kullanılmıştır.
25- Ögüngi dir kıyamet bil yakındır
Anun kim sanga nâzırdur Yaradan
Hâlık adı veya tahlîk sıfatının açılımı olan Yaradan (Yaratan) bugün de kullanılmaktadır. Has isim olmayıp sıfat olarak istimâli câiz görülmüştür.
70- Çelebüm çün ölüme ograruz biz
Ayırma song nefesümüz îmândan
Bu beyitte geçen çelep (çalap) kelimesi de bu devirlerdeki eserlerde bol bol görülür.
Çelep, Fârisî dilinde bir musiki âlet, olan zildir. Burada bağlantı zayıf olsa bile hak olmayan ilk dinî uygulamalar hep müzikli idi. Eski Roma’da “Bağ bozumu ve şarap Tanrısı” Bacus (Dionisos) adına yapılan inisiasyon törenleri ölüm ve hayata başlangıcı işleyen koro ve müzikli şiirlerle icra edilirdi.
Sapho, Attika Aiol lehçesinde Lesbos Eresos (Midilli) adasında doğmuş antik lirik Yunan şairidir. Afrodit kültü rahibesi olan Sapho (MÖ 612-?) lir denen çalgı ile şiirler söylerdi.
Şamanizm inancındaki Türklerde Şamanlar, kopuz veya vurmalı bir âletle ruhları çağırırlardı. Muhteva olarak çelep, ilkel dinî içerikli çalgılardan biri idi.
Burada asıl çelep (Çalap) kelimesinin “çelîpâ”dan gelme ihtimali daha yüksektir. Çelîpâ, Haç. Muarrebi salîb’dir “Farsça Türkçe Lugat, Gencîne-i Güftâr Ferheng-i Ziya, Ziyâ Şükun C.1S. 716-717 Maarif Matbaası İstanbul 1944.
Bu salip (haç) anlamına gelen Çalap kelimesini, Türkler bu niyetle kullanmadılar. Niyetleri şüphesiz Allah idi. Ama bu kelimenin bu mânâları içermesi inkâr edilemez bir gerçektir. O hâlde kullanılmamaları daha evlâ idi.
Her ne kadar Mecdud Mansuroğl’na göre Hoca Ahmed Fakîh Mevlevî Bektaşi geleneğinde olsa bile, o günkü şartlarda Sünnî akâid dışında telakkî edilmemelidir. Şu beyit bunun en açık delilidir:
75- Ebûbekr ü Ömer kanı Alî hem
Ya kanı cem’ iden Kur’ân’ı Osmân
Bu eserde çelep yanında Hak (15, 41, 56, 59 ve 78.) beyitlerde kullanılmıştır.
Hayy ise 55. beyitte kullanılmıştır. Rahmân 32. beyit, Sübhân 5. beyit, Yaradan 25. beyit.
Yine 1350 yılında Hoca Mes’ûd (Mes’ûd bin Ahmed) tarafından yazılan “Süheyl ü Nevbahâr” adlı 5703 beyitlik uzun manzum eserinde de zikredilen isimler kullanılmıştır.
Çalap:
62- Bahâr olıcak tangla gözüngi aç
Çalap rahmetin tangla yüzinge saç
594- Gezelüm Çalap şalla kolay vire
Anung çâresi elümüze gire
Burada geçen “şalla” kelimesi metinde şallah, şâllâh şeklinde de bulunur ki inşâallah kelimesinin değişmiş şeklidir.
14. yy.da yazılan bir diğer önemli eser de Erzurumlu Darîr’in Kıssa-i Yûsuf mesnevîsidir. Bu metinde de Çalap kelimesinin kullanıldığını görürüz. Beyitlerde Çalap, Tangrı şekli de görülür.
203- Eyitdi iy kurd bir Çalap Tangrı hakı
Söyle sözüng saklama benden dahı
Burada kısaca temas etmemiz gereken konu Osmanlıda ve daha evvel de Türk devletlerinde “hiciv” insan haysiyetine ters düştüğü için kullanılmamıştır.
(Şeyhî’nin Harnâme’si Üzerinde Dil Araştırmaları. Doç. Dr. Faruk K. Timurtaş, Türk Kültürü Araştırmaları C.1, sayı 2. Ankara 1965)
Çalap ve Tangrı kelimelerinin kullanılmaları iddia ettiğimiz gibi önce Orta Asya sonra da İran menşelidir. Önemli eserler ve önemli şahıslar tarafından kullanılmaları, bu kelimelere meşrûiyet sağlamaz. Bunların doğruları Osmanlı ile kullanılmıştır. Osmanlı din gibidir kelâm-ı kibârı ne kadar doğru söylenmiş bir sözdür.
Bu geniş konunun devamında buluşmak üzere esen kalınız efendim...
.
TENGRİLERDEN TEVHÎDE-III / Sığınma limanımız Esmâ-i husnâ
29 Şubat 2020 02:00
PROF. DR. OSMAN KEMAL KAYRA
Her ihtiyacımızın karşılığında bir ismi olan Rabbimizin, bizim için tebliğ buyurduğu isimlerinin her biri bir derde, bir çıkmaza veya bir çaresizliğe çözüm ve çıkış yoludur: Er-Rahmân ve er-Rahîm isimleri dünyada ve ahirette onun merhametine sığınma limanlarımızdır. “Tanrı”, “Hudâ”, “Yezdân” bu iki mübarek ismi karşılayabilir mi?
Allahü tealanın kendi adlarını, güzel isimlerini kullanmamızı ve kendisine onlarla dua etmemizi emir buyurması kesin olduğu için bizlere başka seçim hakkı kalmamıştır.
Gerek Arâf sûre-i celîlesi 180. ayet-i kerimesinde, gerekse İsrâ sûre-i celîlesi 110. âyette emr-i ilâhîler çok açıktır: “En iyi isimler Allahü tealanındır. Öyleyse onu onlarla çağırın. Ona yakışmayan isimlerle çağıran kimseleri bırakın; onlar yaptıklarının cezasını göreceklerdir.”
Zâtının ismi “Allâh’ı” Kur’ân-ı kerîmde çok zikreden Rabb'imiz, “Esma-i husna”sını beğendiğini de açıkça bildiriyor.
Her ihtiyacımızın karşılığında bir ismi olan Rabbimizin, bizim için tebliğ buyurduğu isimlerinin her biri bir derde, bir çıkmaza veya bir çaresizliğe çözüm ve çıkış yoludur: Er-Rahmân ve er-Rahîm isimleri dünyada ve ahirette onun merhametine sığınma limanlarımızdır. “Tanrı”, “Hudâ”, “Yezdân” bu iki mübarek ismi karşılayabilir mi?
Onun el-Melik adını düşünelim: O, ne zatında ne sıfatlarında hiçbir varlığa ihtiyaç duymaz. Her şey onun mülkü ise onun mülkünde o Melik’ten istemeyip de hangi tanrıdan isteyeceğiz?
Es-Selâm adında Rabbimizin her türlü ayıplardan ve kötülüklerden berî olduğunu biliyoruz. Bunca varlığın selâmet ve emniyeti onun elindedir. Zaten Allahü tealanın fiilleri mutlak şerden salimdir; şerri murat etmemiştir. Dara düştüğümüzde selamete çıkmak için onun bu güzel adına sığınmayıp da hangi ada sığınacağız?
El-Musavvir ismi bütün güzellikleri ve en güzel varlığı yani insanı suretlendiren Cenâb-ı Bârî iken, çocuk isteyen ebeveynin “Yâ Musavvir” diye dua etmeleri ne güzeldir. Başka nereye iltica edeceğiz? Yaşadığımız kâinatın muazzam güzelliği onun “Musavvir” adının aynasıdır. Bütün bu güzel suretler onun ef’âlinin ufak bir göstergesidir.
Zulme uğramış, ezilmiş, dünyaya küsmüş Müslümanlar ve her mazlum kul onun el- Kahhâr isminden yardım dilemeyip, nereye sığınacaklar? Çünkü o, düşmanlarının bütün kuvvetini yok eder, kahreder.
El açıp istediğimizde karşılıksız veren, hibe eden, el-Vehhâb’a sığınmayıp ondan istemeyip kimden isteyeceğiz?
Yaşamak, bedenimizi ayakta tutmak, yiyip içme ihtiyacını gidermek için el-Rezzâk diye yalvarmayıp hangi kapılara gideceğiz?
Es-Semî’ ve el-Basîr adlarının manalarını bilip hasbe’l-beşer günah işlediğimizde, bunları her zaman duyan ve gören et-Tevvâb’a tövbe etmeyip hangi taşlara başımızı vuracağız?
Tabii ki bu örnekleri çoğaltmak mümkün.
İsrâ sûre-i celîlesi 110. âyet-i kerîmede mealen “İster Allah deyin, ister Rahman deyin, hangisini derseniz deyin. En güzel isimler onundur” buyrulmakta.
Rabbimiz hududu çizmiş: Ya Allah deyin ya da onun güzel isimlerinden birini kullanın. Bunun dışında bize bir tercih hakkı bırakılmamıştır.
Eski eserlerde Tanrı kelimesi çok kullanılmış ama bu kelime Allah veya Esmâ-i husnâ adına kullanılamaz. Bu konuda hissi davranmayıp bilimsel verilerle bunun olamayacağını açıklamaya çalışıyoruz.
TANRI ÇIKMAZI
Erich Von Daniken’in “Tanrıların Arabaları” adlı eseri yerine ancak ilahların arabaları diyebiliriz. Başkası olmaz.
Yine asıl adı “Immortals” yani ölümsüzler olan kelime “Tanrılar” olarak tercüme edilmiş. Antik Yunan’da geçen bir filmde, savaşçı Prens Theseus, kötü güçlere karşı savaş açar. Tanrıları ve toprağını titanlara ve barbarlara korumakla görevli olan Theseus’u seçen Tanrı Zeus’tur. Kendisini koruyamayıp başkasından medet uman bir Tanrı!?
“The Gods Must Be Crazy”, 1980 İngiliz-Amerikan yapımı bir komedi. Tercümesi “Tanrılar Çıldırmış Olmalı” Burada “Gods” yani tanrılar kelimesi anahtardır. “God” İngilizce “Allah” karşılığında kullanılıyor. Arapçada her kelimenin çokluğu vardır ama Allah kelimesi çokluğu olmayan tek kelimedir. La ilahe illallah diyen bir insan nasıl Tanrılar diyerek müşrik olur. İşte Tanrı kelimesinin sağlaması… Bakalım ve ibret alalım.
SATIR ALTI KUR’ÂN TERCÜMELERİ
Başlangıç dönemlerinde Kur’ân-ı kerimin Türkçe tercümelerinde kullanılan dil, satır altı çeviriler olup birebir aktarım durumundan dolayı Arapça sentaksa (cümle yapısı) uygunluk gösterir. İlk Kur’ân tercümelerinin X. yüzyılın sonu ile XI. yüzyılın başlarında yapıldığı kanaati hâkimdir. Zeki Velidi Togan da bu tezi savunanlardandır. Mesela “Özbekistan İlimler Akademisi Ebû Reyhân el-Birûnî Şarkşinaslık Enstitüsü Kütüphanesi” bünyesinde muhafaza edilen satır altları Türk-Farsça olan bir Kur’ân nüshası, bilim dünyasına “Özbekistan Nüshası” olarak tanıtılmıştır. (Yard. Doç Dr. Emek Üşenmez’in “Türkçe İlk Kur’ân Tercümelerinden Özbekistan Nüshası) Bu eser, Eski Türk Dili, hatta Harezm ve Kıpçak sahası dil benzeşmeleri ile önemli bir kaynaktır. Başta Fatiha-yı şerifenin yer almadığı bu nüsha, ilk üç sureyi ihtiva eder. Tahmin edildiği gibi bu eserde de “Tangrı” kelimesi bolca kullanılmıştır.
Kutadgu Bilig’deki “idi”, Mevla, Melik kelimeleri karşılığı olarak kullanılmıştır. Bu satır altı tercümelerde de “idi” kullanılmıştır.
Burada dikkat çeken husus Kur’ân-ı kerîmin bu nüshasında “Allah” lafz-ı celâli ayrı karakterde yazılmış olmasına rağmen onun yerine Tangrı veya idi kullanılması bu kelimelerin o zaman için ne kadar geçerli olduğunu gösterir. Aynı eserde Farsça tercümelerde Allah kelimesinin karşılığı Huda diye geçerken, Türkçe tercümede Tangrı diye geçer.
Tercümeler Türkçe-Farsça çapraz olarak verilmiştir. “Ve Huda- takı Tangrı Amûzkâr-Yarlıkagan” şeklindedir.
Tangrı kelimesi atasözlerimizde ve deyimlerde de kullanılır:
Tanrı koruduğunu iblis aleyhillane balta ile seğirtir.
Tanrı vermeli olucak beylik yuvasında dahi verir.
Tanrı misafiri
Tanrı nişanladığından kork.
Tanrı nişan vurduğu kuldan kaçmak gerek.
Atasözleri anonim olup çok eski zamanlardan beri dilimizde yaşayan önemli folklor ürünlerindendir. Olduğu gibi kabul edilmelidir.
Bugünkü Türk dünyasında da Allah, Tanrı, Kuday (Huda) beraber kullanılmaktadır.
Dinî ıstılahlarda Farsçanın da çok etkisi olmuştur: Vudû yerine abdest, salât yerine namaz dilimize tam olarak yerleşmiştir.
Özellikle dinî gibi görünen, fakat tamamen lâdinî olan geleneksel vazgeçilmezler bir nevi ritüeller olarak bilinen şekiller, eskiler tarafından da çok kullanılmıştır.
Farisi diliyle yazılmış çok kıymetli dinî eserler olması ve dinî edebî alıntıların çokluğu sebebiyle Farsça ile dilimiz içli dışlı olmuştur.
Büyük ve Anadolu Selçuklu devletlerinde I. Gıyâseddin Keyhusrev, I. İzzeddin Keykâvûs, I. Allâeddin Keykûbâd, II. Gıyâseddin Keyhusrev’in unvan adları hep Fârisî (Pers) mitolojik isimleridir.
KEBÎKEÇ
Eskiler kitapları kurt yemesin diye kitap sırtlarına veya baş sayfalara “Yâ Kebîkeç” yazarlardı. Bu kelime Süryânîcede zararlı böcekleri yok etmekle görevli bir meleğin adıdır. Eskiden el yazması kitaplara yazılan bir tılsım. Kitapları güveden korumak için yazılırdı. (Meydan Larousse, s. 137c.7, Meydan Yay. İstanbul, 1972)
Kebîkeç, yırtıcılar ayası, düğün çiçeği, kurbağa otu denilen bir bitki. Rivayete göre Süryanicede haşerat üzerine memur bir melek vardır. Bu kelimeyi güve dokunmaması için kitapların üstüne yazmalarının sebebi bu olsa gerek. (Farsça Türkçe Lugat, Gencîne-i Güftâr, Ziyâ Şükûn, c.3 s. 1503, Maarif Vekâleti, İstanbul.)
BEDÛH
Bir diğer tılsım gibi kullanılan kelime de “Bedûh’tur” Arapça veya Farsça olduğu belli olmayan bu kelime bir melek olarak düşünülmüş.
Kaâmûs-ı Osmânî bu kelimeyi Farsça olarak bildirir.
Mektupların kaybolduğu dönemlerde zarf üzerine “Bedûh” yazılınca, mektubun koruma altına alındığı inancı vardı.
Adres yazıldıktan sonra zarfın boş kalan üçte iki büyüklüğündeki yere “Bedûh” (Vedûd) kelimesi karşılığı olarak yazılırdı. (A. Talat Onay, Edebiyatımızda mazmunlar, MEB Yayınları, 1996 s.136.)
Bedûh, bir tılsımlı kelime olup üç sıralı murabbaın unsurlarından teşekkül eder. Bir ara İmam Gazâlî hazretleri de bu kelime üzerinde uğraşmıştır. (Munkız, Kahire s.46-50.)
Aynı zamanda bu asır sihirbazı olan Mısırlı Ahmed Mûsâ al- Zarkâvî, “Mefâtih al-Gayb” adlı eserinde bu konuya geniş yer vermiştir.
Aynı konuda al-İnâya ve al-Esrâr kitaplarının müellifi sihre dair yazılar yazan Mısırlı Yusuf Muhammed al-Hindî’nin eserlerinde de Bedûh hakkında bilgi vardır.
Bir diğer mütalaa da Bedûh’un Ârâmî Fârisî’deki Zühre seyyaresinin ve ilâhesinin adı olan “Biduht’tan geldiğidir. ( Krş. G. Hoffman Auszüge Aus Syrichen Akten Persicher Martyrer s.128 vd.
Bu kelime sihrî ve şeytânî bir ifadedir. Fihrist’te zikredilmiş olup ekseriya Zühre (Venüs) ile birlikte görülmektedir.
Von Hammer’in Bedûh’un Allah’ın isimlerinden birisi olduğunu iddia etmesi de çok gariptir.
Zamanında Kahireli bir büyücü, bunu mürekkep aynası ile birlikte kullanmakta idi. Bir muska gibi de kullanılırdı. Daima takılan mücevherlerin üzerine “Kebîkeç” gibi yazılıp siyânet remzi olarak kabul edilirdi. (Fath al-Celîl, Tunus 1920)
Mektup ve kitap başlarına da “Bedûh’a” işaret eden Arapça “bâ” harfi kesik olarak yazılırdı. Aslında bu kesik bâ harfi “bismihî sübhânehû”nun kısa şekli olup “Allâh’ın adıyla” ifadesini taşırdı. Ayrıca “bâ” Besmele-şerîfe”nin ilk harfi olduğu için de önemliydi. Bütün ulûmun hulâsası Besmele-i şerîfede, onun da özü “bâ” altındaki nokta olduğu düşüncesiyle Hazret-i Alî (kerremallâhu vecheh) “Ben “bâ” nın altındaki noktayım.” demiştir.
HULÂSA-İ KELÂM
Evvela şunu iyi bilelim: İhlaslı bir Müslüman İslâmî müktesebât dışında hiçbir şeyden medet ummaz. Hazret-i Risâletpenâh efendimizin bize bıraktığı, Sahâbe-i kirâm Efendilerimizin ve onların devamı İslâm âlimlerinin yolu, bizim ışıklı yolumuzdur. O ışığı kaybeden karanlığa, bâtıla ve bid’atlere gömülür.
Ehl-i sünnet âlimlerimizin kullandıkları ıstılâhât bizim için rehberdir. Dinî olan konuları ritüel hâline getirmek de çok yanlıştır. Mevlidler, na’t-ı şerîfler hakkıyla okunduğunda bir ibadettir; çünkü bunlar Efendimizi öven mesnevî ve kasîde şeklindeki şiirlerdir. Efendimizi öven her söz ibadettir.
İhlaslı ve samimi bir Müslüman, Allâhü zü’l-celâl’in adı ve Esmâü’l-husnâsı varken, Tanrı, Çalap, Yezdan ve hatta Hudâ kelimelerini tercih etmez.
Kur’ân-ı kerîm, Ehâdis-i nebeviye ve verese-i Rasûl aleyhissalâtü vesselâm Efendimizden intikal eden sahih bilgiler, bizim için kılavuz ve Habl-i metîne uzanan nurlu yoldur.
Eski zamanlarda kullanılan yanlış ıstılâhât mâzîde kalmıştır. Şimdi Molla Fenârî’den ve diğer Osmanlı şeyhülislâm ve ulemasından bize devreden dosdoğru terimlerden oluşan yol, hidayet kanalımızdır. Orta Asya menşeli İslâm ulemâsı ve tasavvuf erbâbının (rahmetullâhi teâlâ aleyhim ecmaîn)in kullandıkları Tanrı, Çalap gibi kelimeler için sadece” beynehüm beynallâh” diyebiliriz. İşin doğrusunu ancak Allâhü te’âlâ bilir… Bir dahaki yazımızda buluşmak üzere esen kalınız efendim…
.
ASKER VE DEVLET -I- Devletin gücü nerede saklı?
29 Mart 2020 02:00
Prof. Dr. Osman Kemal Kayra
Devlet ilmî deliller ve yeterli dayanaklarla ayakta kalır. Bu dayanaklar başta millet, sonra toprak, sonra da onu koruyan ordu ve bu orduyu ayakta tutan finansal güçtür. Hepsinin parantezi ise asrın şartlarına uygun olan ilmî metotlardır.
Bir devletin gücü tek bir maddenin üstünlüğüne bağlı olamaz. Devlet, çeşitli payandaların müştereken ayakta tuttuğu bir bütündür. Devlet, mücerret; millet müşahhastır. Devlet-millet bütünlüğünden dolayı devlet de müşahhas bir obje durumuna girer. Artık devlet bir kavram değildir. Devlet ilmî deliller ve yeterli dayanaklarla ayakta kalır. Bu dayanaklar başta millet, sonra toprak, sonra da onu koruyan ordu ve bu orduyu ayakta tutan finansal güçtür. Hepsinin parantezi ise asrın şartlarına uygun olan ilmî metotlardır. Modernize olmayan bir devlet yok olur gider. Eğitilmemiş vasıfsız kalabalıklar ordu değildir.
Asya’yı tamamen istilâ eden Horasan ve Anadolu’yu ele geçiren Moğolların gücü; kanunlar, kuvvetli bir ordu ve nihayet Cengiz’di… Cengiz’in müthiş bir otorite, tartışılmaz kanunlar, memnun edilen komutanlar ve kanla büyülenmiş nökerlerinin zulüm ve tedhiş üzerine kurulan ordusu, büyük bir felaket olarak arza çöktü. Fütuhât veya farklı bir yayılma olan istilâ, ya adâletin veya zulmün gölgesinde gelişir.
ORDU GÜCÜ VE CENGİZ
Cengiz, büyük askerî güç ve korku imparatorluğu denince akla ilk gelenlerden biridir. Cengiz, hükümdarlığı sırasında (1206-1227) Pasifik Okyanusu’ndan Hazar Denizi’ne kadar uzanan bir imparatorluk kurdu. Cengiz’in torunlarından Hülâgu ve diğerleri, istilâcı ve geçtiği yerlerde rahmet bulutları yokluğundan ot bitmeyen topraklarla, yakılmış ve yıkılmış şehirler, yerle bir edilmiş ilim ve sanat eserleri ve yüz binlerce ceset bıraktılar. Bu ihtişamlı zulüm imparatorluğunun gerçeği iki şeyde toplandı: Güçlü bir ordu ve güçlü bir kağan…
Vandallar, Vizigotlar, Vikingler "kan ve kurban isteyen tanrılar"a adanan topraklarda zulmün ve korkunun saltanatını kurdular. Adı büyük, ahlâkı ve insanlığı küçük İskender’in Makedonya’dan kalkıp sözde medeniyet götürmek için Türkistan’ın içlerine kadar gittiği ve zulümler yaptığı da Türklerin “Şu Destanı”nda anlatılır.
Çinliler ise kurdukları ticaret imparatorluğu ve savunma teknolojisi ile emperyalizmin felsefesini geliştirdiler; Göktürkleri de bu kültür emperyalizmi ile 630 yılında ikiye bölerek zayıflattılar. Aslında kültür emperyalizmi en güçlü silahtır. Silaha karşı psikolojik olarak direnç gösteren kavimler, kültür emperyalizmine karşı yenik düşerler.
GÜÇ MÜ ADÂLET Mİ?
Milletlerarası hukukun güce dayandığı dönemlerde hak güçlünündür. İstilânın felsefesi yok, aksiyonu vardır. O da toprak ve kandır.
Câhiliye Devri Araplarının amacı, ticaret ve sefâhattir. Mesele, ticâretin koruyucu tanrılarının ve bu amaca âlet edilen Kâbe-i muazzamanın statüsünün korunmasıydı. Müşrikler Hazret-i Peygamber’e “Bir sene sizin Allâh’ınıza bir sene de bizim putlarımıza tapalım” derken esas meselenin dinî kaygı olmadığı ortaya çıkıyordu.
İslâm’ın yayılması ise aslen tebliğ esasına dayanıyordu. Mesele toprak alıp insanları katletmek değildi. Bu tebliğin insan kaynaklı merhameti karşı tarafı bazen savaşmadan İslâm’ı kabule yaklaştırıyordu. Bu arada İslâmiyet yeni bir fetih sistemi geliştirdi: Önce tebliğ ve davet, olmazsa otoriteyi kabul ettirip vergi ödetme, bu da olmazsa cihad… Bu sistem "İ’lâ-yı kelimetullâh"ın aslı idi.
İslâmiyeti kabul eden Türkler, Cengiz gibi amaçsız bir cihangirlikle şöhret peşinde koşmak yerine, İslâm’ı cihana hâkim kılmayı gaye edindiler. Mâverâünnehir, Arap ve Afrika toprakları, Balkanlar, Orta Avrupa’ya kadar olan yerler yeniden doğmanın inşirâhını ve adâlet altında yaşamanın zevkini tadıyorlardı.
Kanunun kilise sayıldığı, zalim papazların iki dudağı arasından çıkan söz, aslında adâletin iflâsını ilân ederken, “işkence” kilisenin yeni Orta Çağ keşiflerinin başında geliyordu. Kilise o kadar güçlüydü ki bütün devlet otoritesi ona baş eğmek zorundaydı. Zaten bu mantık dışılık Haçlı Seferleri’nin itici gücü olmuştur.
Her büyük fitne gücünün karşısına diğer bir gücün zuhûru ilâhî adâletin tecellisidir. Zalim ve batıl kilise gücüne karşı Allahü teala, Türk’ü, bu köhne düzeni yok etmek ve İslâm’ı âlemşümûl yapmakla muvazzaf kıldı. Osmanlı Devleti’nin kuruluşu ilâhî bir bağış ve adaletin görünen yüzü olmuştur. Karahanlı, Gazneli, Selçuklu devletleriyle takviye edilen güç, 1299’da kınından çıkan “Zülfikar” gibi zulmün tepesine indi.
DEVLET KURMAK ZOR YIKMAK KOLAY
Bir devleti kurmak zor, yaşatmak daha zor, yıkmak ise en kolayıdır. Türkler devleti ayakta tutabilmenin çok kuvvetli bir ordu kurmaya bağlı olduğunu bildikleri için Mete zamanında MÖ 209 yılında bu teşkilâtı kurdular. Sistem bugünün aynısı olup onlu, yüzlü, binli ve on binli gruplara ayrıldı. Bu dönemlerde halk, asker ve sivil diye ayrılmazdı. Mete ordusunu kuvvetlendirmek için Altay kavimlerini bir araya toplayarak güç birliği oluşturdu. Osmanlı da aynı şeyi ümmet kavramı üzerinden yaptı.
Devamlı savaşan kavimler karşı devletlerin silahlı gücünü çözmüşler, hücum ve savunma taktiklerini ona göre geliştirmişlerdir. O hâlde yeni bir güç ve yeni bir nizam olmalıydı ve alışılmış sistemlerin dengelerini değiştirmeliydi. Osmanlıyı zaferden zafere koşturan yeni sistemin bir bölümü “Yeniçeri” olmuştur. 1826’ya kadar Osmanlı’nın muvazzaf askerine bu ad verildi. Asıl kurulma devri Sultan I. Murad zamanındadır. Daha önceki ordu kâfi gelmeyince bu teşkilat kurulmuştur. Yeniçeriliğin kuruluşunda Çandarlı Kara Halil vardır. Yeniçerilerin müthiş başarılarında ilk âmil mutlak itaatten geçiyordu. Bunlar açlık, susuzluk ve uykusuzluk gibi zorluklara alışkındılar.
YENİÇERİLERİN BOZULMAYA BAŞLAMASI
Sultan III. Murâd’a kadar Yeniçerilerin hepsi kanunlara tamamen riayet ederlerdi. Önceleri hepsi kışlalarında otururlardı. Sonra bu nizam bozuldu; değişik yerlerde oturup çarşıda pazarda alışverişe başladılar; bekâr evlerinde kalıp ulûfelerini almaya devam ettiler. Sultan III. Murad zamanında Şehzâde Mehmed’in sünnet düğününde başarılı meddahların ocağa girme istekleri kabul edilmiş ve bu süreçle bozulmağa başlamıştır. Başıbozuk Yeniçeri taifesi sırf cülûs bahşişi alabilmek için padişah devirmeyi dahi plânlar hâle gelmişti. Giderek çarşı pazarlarda dolaşan Yeniçeriler haraç almaya ve hamam külhanlarında hüküm-fermâ (sözü geçmek) olup tam bir kâtı’-ı tarîk (yol kesen eşkıya) hâline geldiler. Yeniçeriler, kazan kaldırma hareketiyle sık sık isyan çıkarıp yemeklerini pişirdikleri kazanı Atmeydânı’na getirirlerdi.
Bektaşî-Alevîlik zannedildiği gibi Ocak içinde hâkim durumda değildi. Eğer böyle olsaydı Yavuz Çaldıran’da Yeniçeri’yi Şah İsmâil’e karşı savaştıramazdı. Osmanlı Devleti’nin müesses nizâmı da bunu gerektirirdi. Ocak mezhebinin Sünnî olduğunun en büyük işareti İmâm-ı A’zam bayrağı idi...
Kısacası Yeniçeriliğin ilk dönemi rahmet, ikinci dönemi satvet, üçüncü dönemi rehâvet, dördüncü dönemi şekâvet, son dönemi ise felâket olmuş ve 1826’da Sultan II. Mahmud’un cesur kararıyla lağvedilmiştir.
Gelecek yazımızda buluşmak üzere esen kalınız efendim
.
DİL MESELEMİZ 1-Lisana yapılan hıyanet
3 Mayıs 2020 02:00
Prof. Dr. Osman Kemal Kayra
Fuzuli, Yahya Kemal ve Mecelle’nin dili ile ders kitapları yazmamak, yazılı ve sözlü medyada bu dili kullanmamak, sadece sözlük sayfalarına onları gömülü bırakmak ve tedavülden kaldırılıp masa camlarının altında sergilenen kâğıt paralara çevirmek, Türkçeye yapılan en büyük ihanettir.
Milletlerin millî karakterleri dilleriyle kâimdir. Bir milletin dili varsa o millet var kabul edilir. Diller ihtiyaca binaen gelişirler ve temellerine otururlar. İlk insan ve ilk dil Hazret-i Âdem’le (aleyhisselâm) var olduğuna göre, insan varsa dil de vardır. Hazret-i Âdem’in dili hangi ihtiyaçlara cevap veriyordu ve dilinde ne kadar kelime vardı bunu bilemeyiz. Ama kendisine dil, ilâhî bir lütuf olarak bahşedildiği için, dilinin de şümullü olduğunu tahmin edebiliriz.
Sosyal olayların giriftliği, coğrafî yayılmalar, teknolojik inkişaf ve kültürlerarası münasebetler dilleri geliştirdi. İlâhî bir hâdise olan dil, Hazret-i Âdem’den sonra nesillere nasıl aktarıldı ama coğrafî yayılımı nasıl oldu, bunu tam olarak açıklayabilmek mümkün değildir.
Dillerin genel durumuna baktığımızda, dinî veçheleri sebebiyle başlangıçta Süryânî dili, İbrânî dili ve sonradan da Arap dilinin diğer dillere göre daha derli toplu olduğunu söyleyebiliriz. Kur’ân-ı kerîmin vahyi ile Arap dili zirve yapmıştır. Arap şairlerini bile hayrette bırakan Kelâm-ı kadîm, insan zekâsını çok aşmış ve insan aklını acze sevk etmiştir.
DİLLERİN YAŞLARI
Bu diller arasında dilimiz Türkçenin geçmişi ve yaşı nedir? Ne türlü değişmeler göstermiştir ve geleceği nasıl olacaktır? Osman Nedim Tuna’ya göre Sümercedeki 168 kelime Türkçedir. Bu, vakıadan yola çıkıldığında ve yazılı belgelerde Sümerce kelimelerden de anlaşıldığına göre, Türkçenin yaşı 8 bin 500 yıl civarında olmalıdır.
Lâtince ve Yunancanın MÖ 4. yy’a ait belgeleri vardır. Panini’nin Astâdhyâyi’si MÖ 5. veya 4. asırlara ait bir Sanskritçe dil örneğidir. Aelius Donatus’un Ars Grammatica’sı ilk Lâtince gramer olarak kabul edilir. Peri Hermeneias Aristo’nun (MÖ 322-384) mantık üzerine yazdığı ikinci kitaptır.
Türk dilinin en eksi yazılı belgesi ise Çoyren Anıtı’dır. MS 689.
Japon dilinin Nihon Şoki’si MS 712, Moğolca Yesunka Taşı MS 1225, Tunguzcanda Çuçen diline ait bir vesika MS 1423, Kore dilinde 1443’ten sonraki yazılı belgeler, İngilizcede MS 8. yy’dan kalan kısa bir vesika, Fransızca-Almancada MS 843 yılından kalma Serment de Strasbourg antlaşması metni, Macarcada MS 1057 yılından kalan Thanyi Vakıfnâmesi, Fincede tarihi bilinmeyen bir İncil tercümesi, İran dilinin en eski örneği ise MÖ. 525 tarihli Behistun yazıtıdır. Şimdilik bunlar eldeki en eski vesikalar olarak biliniyorlar.
MUALLAKÂT-I SEB’A VE ARAP EDEBİYATI
Muallakât-ı Seb’a, Cahiliye Devri’nde Eşhürü’l- Hurum’da (Zilka’de, Zilhicce, Muharrem, Recep) Sûku’l Ukâz panayırlarında Kâbe duvarlarına asılan Arap şairlerinin en meşhurlarının şiirleridir. Bunlardan bilhassa İmruu’l- Kay), Tarafa b. Abd, Zuhayr b. Ebî Sülmâ ve Antere b. Şeddâd öne çıkarlar.
Araplar dil ve edebiyata çok değer veren milletler arasında en başta olanlarındandır. Zaten Sûk-ı Ukaz panayırları, Arap dilinin zirve yarışmaları olarak kabul edilirdi. Arapların Kur’ân-ı kerîme bakış açıları da diğer milletlerden farklı olmaktadır. Dilde edebiyatta zirve yapan Arap edîb ve şâirleri, Kelâm-ı Kadîm’in belâgât, fesâhât, bedi’, beyân, meânî ve tasannuâtı karşısında aciz kalmışlardır. Rabbimiz Bakara sûre-i celîlesi 23. ve 24. âyetlerinde kâfirleri terzîl ve istihfâf ederek (hafife alarak ve rezil ederek) şöyle beyan buyurmuştur: “Eğer kulumuz (Muhammed aleyhis salâtü vesselâm) indirdiğimizden (Kur’ân’dan) şüphe içinde iseniz haydi onun gibi bir sûre getirin; Allah’tan başka güvendiklerinizin hepsini çağırın, eğer doğru iseniz… Yok yapamadıysanız -ki hiçbir zaman yapamayacaksınız- o hâlde yakıtı insanlar ve taşlar olan inkârcılar için hazırlanmış ateşten sakının.” Ne müthiş bir hitap! Bu yüzden Kur’ân-ı kerîm’e “Kitâb-ı mucizü-l beyân” denmiştir.
DİLLERİN KELİME VARLIKLARI
Her dil başlangıcından itibaren coğrafya, teknik gelişmeler ve diğer âmiller sebebiyle gelişim ve değişimler gösterebilir. Dil tanzim ve düzenini kendisi yapar; bir kurul veya kurum bu işe müdahale edemez. Dil yelpazesi zamanla çok genişler. Her kültür ve medeniyet devresi dilin yapısını, kelime çeşitlerini geliştirip tıbbî, hukuki ve teknik terimleri yerleştirir. Dünyada homojen dil yoktur denilebilir. Bu durumda her dil temasta olduğu kültür ve medeniyet dairesinden kelime alır ki buna “ödünçleşme” denir.
Türkçe başlangıç dönemlerinde Moğolcadan, Toharcadan, Soğdçadan, Sanskritçeden ve Çinceden kelimeler almıştır. Tabii ki bu sayılar çok sınırlı kalmıştır. Dinler ve medeniyetler dairesi, dillere, kelime, terim, sanat ve benzeri şeylerde malzemeler vermiştir.
DİLE SUNİ MÜDAHALE
Türkçe 8. asır ile 20. asır arasında kendi normal mecrasında akmıştır. Dile suni bir müdahale yapılmamıştır. Zaten o dönemlerde böyle bir şeyin olması da mümkün değildi. 20. yy Türkçemizin ipinin çekilmeye başladığı dönem olarak görülmelidir. Genç Kalemler faaliyeti en masumane hareket gibi görülebilir. Ama kapı bir aralandı mı artık onu durdurmak mümkün değildir. Ziya Gökalp, Ali Cânib Yöntem, Ömer Seyfeddin’in başlattığı dili ıslah hareketinin zamanla hangi boyutlara varabileceğini kendileri bile tasavvur edememişlerdir. Bunun ilk tezahürü Birinci Türk Dili Kurultayı’nda görülmüş ve dilde sadeleşme yerine tasfiyecilik başlamıştır. Bu tasfiyeciliğin aslî gayesi dildeki Arapça ve Farsça kelimelerin atılmasına yöneliktir.
Şunu asla unutmamak lâzımdır: Avrupa dillerinin en gelişmişi gibi görünen İngilizcenin %50’si Lâtin, %15’i Grek (Antik Yunanca), %10’u diğer diller ve ancak %25’i Anglo-Saksondur. Demek ki İngilizcenin %75’i yabancı kökenlidir. Hiçbir İngiliz çıkıp da “Şu kelimeler şu dilden bunları atalım, öz İngilizce bir dil konuşalım” demez; derse de hiç kimse onu ciddiye almaz.
Türkçede yıllardır süregelen bir anormal durum vardır: Sadeleşmek ve öz Türkçecilik... Dilde bu öyle hatalara yol açmıştır ki, dilimiz Arapça ve Farsça kelimelerden kurtulurken bu sefer de Batı dillerinin istilâsına uğramıştır. Özellikle askerî terimler İngilizceden motamot tercüme edilmiştir. Gerçi bunda NATO’nun etkisi büyüktür ama yine de Batı’ya bu kadar râm olmamamız lâzımdır. O terimlerden bazılarını görelim:
Comand of execution: İcra komutu; Terriotorial Waters: Kara suları; Target list: Hedef listesi; Tactical air force: Taktik hava kuvvetleri; Graund to air: Yerden havaya; Heavy Weapon: Ağır silâh; Light machine gun: Ağır makineli tüfek; National defence: Millî savunma.
OSMANLICA DİYE BİR DİL VAR MI?
Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Bunlar dilde yapılan hataların küçük bir kısmıdır. Dilimiz öyle ihanetlere uğradı ki bu dili artık düzgün ve doğru konuşanların sayısı giderek azalmaktadır. Artık 250 kelimeyle konuşan aydınlarımız ve kekeleyerek konuşan bir genç neslimiz var.
Her milletin her alanda zirve yaptığı bir dönem vardır. Bu birleşik kaplar gibidir. Mesela Osmanlı Devleti’nde 16. yy’da dil, edebiyat, musiki, minyatür, hat, mimari, harp tahkimatı, harp taktikleri, askerî ve siyasi dehaların çokluğu yanında, bedeî ve dinî ilimler, astronomi, tıp, matematik, coğrafya, fıkıh, kelâm, tefsir, hadis vs. sahalarda göz kamaştıran bir seviye yakalanmıştır. Dil ve edebiyatımız bilhassa bu dönemde en verimli çağını yaşamıştır. Dil Türkçedir. Osmanlıca diye bir dil yoktur; “Osmanlı Dönemi Türkçesi” veya “Osmanlı Türkçesi” demek daha doğrudur. 15-20. yy’lar arasındaki dile bu adı vermek gerekir.
Bu meyanda Osmanlı döneminin sonlarına doğru yapılan Kaamûs-ı Türkî’de 29 bin kelime vardır. Şemseddin Sâmî bu lügate Kaamûs-ı Türkî demiştir; Kaamûs-ı Osmânî dememiştir.
Son dönemlerde kapsamlı bir sözlük olan Ferit Devellioğlu’nun Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lügat’i 67.000 kelimeliktir ve 1962 basımlıdır. Bu sözlükte kelime varlığı bakımından sadece madde başlıklarının sayısına itibar edilmiştir. Fakat belki de bu sahanın en mufassal lügati, Persian-English Dictionary, F. Steingass, Ph.D Libraırıe Du Liban Riad Solh SQurare Beirut First Edition 1892’dir. İngilizce olan bu lügatin en ilgi çekici yanı ilk baskısının 1892’de yapılmış olmasıdır.
Arapça kelime haznesinin genişliğinde, mastar olan kelime başlıklarının yanında ondan türeyen müştaklar da (türev) özel kelime anlamları kazanarak kelime hazinesini genişletmiştir. Bunlardan fâil (özne) mef’ûl (edilgen yapılı kelimeler) ve masdar (isim-fiiller) ayrı anlamlı kelimeler madde başları olarak geçer. Mesela “feth” açmaktır. Bundan türeyen “fâtih” açan, anahtar anlamlı “miftah” yerine kullanılmaz. Aynı şekilde “fetha” üstün anlamına gelip ayrı kelime olarak addedilir.
Türkçede de böyle tek kökten türemiş çok isim, fiil, sıfat, zarf ve deyimler vardır. Ama bunlar mastar ve madde başı olarak tek kelimeyle gösterildiği için kelime sayısı düşer. Mesela “açma” isim fiilini (mastar) olarak aldığımız madde başından türeyen diğer şekillere bir göz atalım: Açılım, açacak, açık, açık alan, açık kapamak, açık kapı bırakmak, açık olmak, açık vermek, açık yürekli olmak, açığa çıkmak, açığa vurmak, açığını kapamak, açıkta bırakmak, açık açık, açık ağızlı, açık artırma, açık çek, açık deniz, açık kalpli gibi altmıştan fazla şekil fardır.
Türk Dil Kurumu tarafından 2005 yılında basılan Türkçe Sözlük 104.481 kelimelik söz varlığına sahiptir. Bunların 63.318’i madde başı, 13.589’i madde içi olmak üzere 77.407 kelime bulunmaktadır. (Türkçe Sözlük, Komisyon, 2005 Ankara TDK, S,XI)
Fuzûlî, Bâkî, Şeyh Gâlib, Naimâ, Kâtib Çelebî, Ebussuûd Efendi, Yahya Kemâl ve Mecelle’nin dilini anlatmaya vesile olmak, gençlere bunları sevdirecek bağlantıyı kurmak için yeni sözlükte bu kelimelerin bir kısmına yer verilmekle birlikte, bu dil ile ders kitapları yazmamak; gazete, roman, hikâye ve röportajlarda, yazılı ve sözlü medyada bu dili kullanmamak; sadece sözlük sayfalarına onları gömülü bırakmak, tedavülden kaldırılıp masa camlarının altında sergilenen kâğıt paralara çevirmek, bu dile yapılan en büyük ihanettir. ‘Mevlid’i, Nâbî’yi anlamayan bir nesle nasıl âşinâ olacağız? Ahmed Hâşim “O Belde”sinde “Melâli anlamayan nesle âşina değiliz” diyor.
Nâbî’nin “Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hudâdır bu/Nazargâh-ı ilâhîdir makâm-ı Mustafâdır bu” beytini anlayamayan insanlarımızla biz nasıl âşinâ olacağız? Bazı lise edebiyat kitaplarında İstiklal Marşının altına bilinmeyen veya yabancı kelimelerin yazılması ayıp olarak bize yeter de artar.
Yüz sene evvel herkesin birbirine âşinâ olduğu o nesli kim çaldıysa geri versin. Yoksa bana maalesef “Dönülmez akşamın ufkundayız, vakit çok geç” mi diyorsunuz? Heyhât! Hayıf bana, yazık bana, vah bana...
Bir sonraki yazıda buluşmak ve aynı konuya devam etmek üzere esen kalınız...
.
DİL MESELEMİZ -II- Lisan ve bir medeniyetin infilakı
7 Haziran 2020 02:00
PROF. DR. OSMAN KEMAL KAYRA
Osmanlı dönemi sanatı, Osmanlının çökertilmesiyle yok olmuş değildi. 1650’lerde sanat ve edebiyat hangi merkez ve bediiyatta ise 1920’lerde de aynı hava teneffüs ediliyordu. Belki Fuzûlî, Bâkî, Nef’î veya Nedim yoktu ama Türk münevverleri bunları aynı zevkle inşat ve terennüm edebiliyorlardı. Şimdi bizim aydınlarımızdan 16. asır dehası Fuzûlî’yi kaç kişi anlar?
Kültür milletlerin varlığıyla hayat bulur, çağlar içinde gelişerek milletle beraber yaşamaya ve milleti yaşatmaya devam eder.
“Sanat halka inmez; onu anlamak isteyen ona yükselmek zorundadır.”
Harf inkılâbı ve dil meselemiz çok mühimdir. Milletimizin kökleri ile irtibatı bu inkılâpla nasıl sarsılmıştır; bunları örneklerle açıklamaya çalışacağız.
Her milletin asgarî müştereklerde anlaşacağı bir ortak dili, bir de sanat ve edebiyatını tanzim edeceği üst seviye dili vardır. Biz bu kavramları “klâsik” ve “popüler” olarak adlandırıyoruz. Popüler yani halkın temayüllerine uygun olan dille, üstün ve nitelikli sanat eserlerin meydana getiremezsiniz.
Gerek edebiyatta gerekse musikîde halk için yapılan sanatlarda ince bedîi temayüllere fazla yer verilmez. Birçoğu anonim olan bu sanatlarda üstün halk zevkinin sehl-i mümtenîlerle (kolay gibi söylenen sanatlı söyleyiş; Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm… gibi ) hissî söyleyiş ve terennümlerini görürüz. Klâsik olan sanatlarda ise herkesin değil, o zevke aşina olanların anlaması beklenir. Tevfik Fikret’in, dilinin ağır, şiirlerinin anlaşılması zor olduğunu söyleyenlere cevabı çok ilgi çekicidir: “Sanat halka inmez; onu anlamak isteyen ona yükselmek zorundadır.”
Osmanlı dönemi sanatı, Osmanlının çökertilmesiyle yok olmuş değildir. 1650’lerde sanat ve edebiyat hangi merkez ve bediiyatta ise 1920’lerde de aynı hava teneffüs ediliyordu. Belki Fuzûlî, Bâkî, Nef’î veya Nedim yoktu ama Türk münevverleri bunları aynı zevkle inşat ve terennüm edebiliyorlardı. Çünkü devlet çökse bile kültür inatla yaşamaya devam eder. Ama Harf İnkılâbı ve bununla çok bağlantılı olan dil değişimi, eski kültürü bir hayli hırpalamıştır. Bir kültür, bir medeniyet müktesebatı infilak ettirilmiştir. Hâlbuki 1870’li yıllarda, yani Osmanlının ayakta olduğu dönemde doğanlar, bu kültürün sinesinde büyümüşlerdi. 1908’lerde bu kültürü inkâr ederek redd-i miras eyleyenler de yine aynı nesildi. Dünyada bunun bir örneğini bulabilmek mümkün değildir. Osmanlı Türk’ü 1900’lü yılların başlarında, ‘Mecelle’yi, ‘Envârü’l Âşıkîn’i, ‘Halebî Şerhi’ni, Şeyh Gâlib’i, ‘Vesîletü’n-necât’ı (Mevlid), ‘Karabaş Tecvîd’ini, ‘Tâcü’t- Tevârîh’i, ‘Naimâ’yı, ‘Evliyâ Çelebî’yi, ‘Kısasü’l- Enbiyâ’yı ve ‘Muhammediyye’yi okuyup anlıyordu. Bunlar Türkçe yazılmış kitaplardı. Ama bugün bunları okuyup anlayabilenler kaç kişidir dersiniz?
Doğu’da, Batı’da, dünyanın her yerinde insanlar yüzlerce yıllık eserleri okuyup anlayabiliyorlar. İngiltere’de okullarda özel Shakespeare seminerleri yapılır. Onu anlayamayan İngiliz aydını yoktur.16. asır ile asrımız arasındaki bağı koparmadıkları için Shakespeare onlara göre hâlâ efsanedir. Bizim aydınlarımızdan 16. asır dehası Fuzûlî’yi kaç kişi anlar? Bizim neslimiz yüz yılla sınırlandırıldı. Kimse bana dilimiz çok fazla Arapça ve Farsça kelimelerle dolmuştu, anlaşılması zordu demesin. Bunu diyen modern, nesil kendi dilinden başka en az bir Batı dilini mükemmel bilmiyor mu? Aynı nesil aslından Shakespeare’i, Racine’i, Jean Jacques Rousseau’yu, Schiller’i, Edgar Alan Poe’yu okuyup anlamıyor mu?
İbn-i Haldun’u okuyup anlayamayan hangi tarihten bahsedebilir. İhtisas yapsa bile İbn-i Haldun’u okumayan bir kimse ilme girişin aslı olan modern metodolojiyi nasıl anlar? ‘Mukaddime’yi okumayan, felsefenin bir ilimde bu kadar müspet kullanılışını nasıl idrak edebilir?
KÜLTÜRÜN DEVAMLILIĞI
Kültür milletlerin varlığıyla hayat bulur, çağlar içinde gelişerek milletle beraber yaşamaya ve milleti yaşatmaya devam eder. Medeniyetler değişse bile kültürler değişmez. Onu değiştirmeye kalkmak milletin genleriyle oynamaktan farksızdır.
Batı Medeniyet dairesinde olsalar bile kendilerine has kültürlerini inatla savunan, alfabelerini-çok zor olmasına rağmen-değiştirmeyen, Çin, Japon ve Yahudi milleti en ileri milletler seviyesini yakalamışlardır. Bütün mesele, bu bağları sıkı sıkı muhafaza etmektir ama biz bunu başaramadık.
Süleyman Nazif’in Osmanlı Şehzadesi Abdülmecid’in (Son Halife) huzurunda yaptığı bir konuşma sırasında irat ettiği nutkun bir parçası çok mühimdir: “Eğer bir Yunanistan dirilmiş ise, ömr-i sânîsini herhâlde Makedonyalı İskender’in galebât-ı seyfiyyesine veya bu galebelerin şemâtet-i yâdına değil asıl Yunânî olan hukemâ ve şuarâ-yı kadîmesinin fütühât-ı fikriyyesine medyûndur.” (Eğer Yunanistan dirilmiş ve ikinci hayatını yaşıyorsa bunu Makedonyalı İskender’in kılıçlarıyla kazandığı zaferlere veya bu zaferlerin tantanalı kutlamalarına değil, esas Yunanlı olan filozof ve şairlerinin fikir fetihlerine borçludur.) Devamında: “Besî renc bürdem der in sâl sî-Acem zinde kerdem bedin Pârsî” (Otuz yıl çok eziyet çektim ama bu Farsça ile Acem milletini dirilttim) beytiyle bihakkın mübâhât etmiş olan Firdevsi-i Tûsî bir Şehnâmesiyle şâir ve bahâdır kavminin hâbîde-i a’sâr olan rûh-ı hassâsını uynandırdı. (Beytiyle haklı bir şekilde övünen Tuslu Firdevsî, Şehnâme’siyle şair ve bahadır milletinin asırlardır uyuyan rûhunu uyandırmıştır.) Fikret’in “Bir Lâhza-i Teahhur”unu, “Sis” şiirin okuyup anlayamayan, onun Abdülhamid Han’a suikast yapana “Ey şanlı avcı dâmını beyhûde kurmadın/Attın fakat yazık ki yazıklar ki vurmadın” beyti hakkında ne düşünebilir? Fikret, terörist Edouard Joris’in Abdülhamid Han’a bombalı suikast yapan hâini överken “Ey şanlı avcı, tuzağını boşuna kurmadın, ama ne yazık ki vuramadın” dediğini nasıl anlayacak?
“Sis” şiirinde İstanbul için “Ey kahbe Bizans ey koca fertût-ı musahhir-Ey bin kocadan arta kalan bîve-i bâkir” ve aynı şiirde “Milyonla barındırdığın ecsâd arasından-Kaç nâsiye vardır çıkacak pâk ü dırahşân” beyitlerinde kan ve nefret kokan şu kelimelere nasıl yaklaşacak: “Ey kahpe Bizans (İstanbul’a Bizans deme cür’etini göstermesi ne olduğunun işaretidir.) Ey koca bunak büyücü, ey bin kocadan arta kalmış bakire dul.) (Sînende milyonlarca yatan ceset içinde alnı ak kimse var mıdır.) İstanbul’da medfûn bulunan Sahâbe-i kirâm, evliyâullâh, mürşidân ve müridânla birlikte şühedâ, ulemâ, hulefâ-i Resûlullâh olan halîfe padişahlar ve diğer Osmanlı hânedânının tamamını zan ve töhmet altında bırakan Fikret’e Osmanlı Türk âşığı Yahya Kemâl’in verdiği şu cevâbı bu mükemmel dili bilmeyenler nereden anlayacaklardı: “Bir devri lanetiyle boğan şâirin “Sis”i // Vicdân ve rûh elemlerinin en zehirlisi// Hulyâma bir ezâ gibi aksetti bir daha // Örtün ve müebbeden uyu ey şehr o bedduâ.” (Bir devri lanetiyle boğan şâirin “Sis” adlı şiiri, vicdan ve ruhların en elemli en zehirli hâlidir. O beddua ki- örtün ve ebediyen bu sis altında uyu!- diyen şairin sözleri ruhuma bir ezâ gibi aksetti.”)
Şanlı tarihimiz öylesine yalan ve iftiralarla bu nesle aksettirilmiş ki, o muazzam eserleri asıllarından okuyamayan bu bahtsız insanlar, kendisine sunulan bütün bu sahte ve düzme eserlere inanarak ecdadına düşman olmuş ve tarihine lanet etmiştir.
“Vatan ve Hürriyet Şairi”! Nâmık Kemâl bir şiirinde: “Ölürsem görmeden milletde ümîd etdiğim feyzi/Yazılsın seng-i kabrime vatan mahzûn ben mahzûn.” (Millette beklediğim uyanışı görmeden ölürsem, mezar taşıma "Vatan mahzûn ben mahzûn yazılsın") der. Nâmık Kemâl Bey; sizin ümit ettiğiniz şey kat kat gerçekleşti. Vatan mahzun oldu ama eğer yaşamış olsaydınız siz bayağı mutlu olurdunuz. “Vatan” ve “hürriyet” teraneleriyle çıktığınız yolun sonunda, Genç Osmanlılar ve Tanzimatla attığınız tohumlar İttihat ve Terakki ile meyvelerini verdi ve vatan parça parça oldu. Vatanı anladık da “Hürriyet Şairi” ne demekti? Esas sizden sonra hayat zindan oldu. Dilinizden düşürmediğiniz “hürriyet” şimdi “özgürlük” olarak mutasyona uğrayan virüs gibi hâlâ üzerimize yapışmış vaziyette…
BİZ KÜLTÜRÜMÜZE SAHİP ÇIKTIK MI?
Yunanistan, eski edip ve filozofları ile ayakta; İran destanıyla dikilmiş, peki biz ne yapmışız. Elbette savaşlar bir milletin destanlarıdır… Akıtılan kanlar harita çizen mukaddes mürekkeptir… Şehitlerimiz âbidelerimiz, gâzilerimiz ise yaşayan vatan bekçilerimizdir. Peki, bunları halkımızın şuuruna yerleştiren edip ve şairlerimize ne oldu? Yok olan kültür ve edebiyatımızın yerini alanlar veya aldım sanan edip veya müteşâirler ne kadar başarılıdır. Çağlar içinden süzülüp gelen nefis edasıyla bir Nedîm daha gelir mi? Bir Mevlid daha yazılabilir mi? Bin tane Sinan edâlı mimarımız bile bir Süleymaniye daha yapabilir mi?
Bu nesil ne eski edebiyatını ne de destanlarını biliyor. Bir ufak tepecik için bir milletin göçüne sebep olan “Göç Destânı”nı bilmeden, “Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır/Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır”ı nasıl anlar? Ergenekon ve Bozkurt Destanı’nı bilmeyenler vatansızlıktan vatana, berzahtan kurtuluşa esprisini nasıl değerlendirebilir? Kür Şad ve kırk çerisini bilmeyen Ulubatlı Hasan’ı efsane sanmaz mı? Bağdat Destanı’nı bilmeyen, kelle koltukta üç gün savaşan bıyıkları terlememiş şehitler serdarı genç Osman’ı duymayan, Fırat Kalkanı, El Bab, Afrin ve İdlib şehitleri için nasıl gözyaşı döker?
İşte bunları nesilden nesile intikal ettiren kalemdir, millî lisandır. Asırlar ötesinin sisli ufuklarından bize ders veren Kutadgu Bilig sahibi Yusuf Has Hâcib bu gerçeği şöyle ifade etmiş; “Yurdu olan onu kılıçla almıştır-Tutan onu kalemle tutmuştur.”
Balzac’ın Paris’teki heykelinin kaidesinde şöyle bir yazı vardır: "Napolyon’un kılıçla yapamadığını Balzac kalemle yapmıştır.”
Kayıp nesil 19. asrın başlarından beri vardır. Giden değerleri bir daha elde etmek mümkün değildir. Kitabeler bize cevap vermez olmuş… Kabirler torunlarının selâmını duymuyor, çünkü torunları -eğer yapıyorlarsa- dedelerinin ruhlarına para vererek Kur'ân-ı kerîm okutturuyorlar… Kütüphanelerde eski eserler, ejderhâların koruduğu tılsımlı hazineler gibi, yanlarına yanaşmak zor… Câmilere giren turistler kubbe ve duvarlardaki hat şâheserlerine nasıl bakıyorsa kayıp nesil de öyle bakıyor… Ne yazık ki şanlı tarihimize ve mübârek ecdadımıza yabancı, hattâ düşman olduk, daha doğrusu düşman edildik.
Konumuza uygun düşen Rıza Tevfik’in Edirnekapı’daki Mihrümah Sultan Camii için yazdığı ağıt şiiri hatırlamakta fayda vardır:
HARÂB MÂBED
Vardım eşiğine yüzümü sürdüm Etrâfını bütün dikenler almış
Ulu mihrâbında yazılar gördüm Kim bilir ne mutlu zamandan kalmış
Batan güneşlerin ölgün nigâhı Karartıp bırakmış o kıblegâhı
Mazlûm bir ümmetin baht-ı siyâhı Vîrân kubbesinde gölgeler salmış
İslâm’ın bahtiyâr bir zamânında Âb-ı hayât varmış şadırvânında
Şimdi harâb olan sâyebânında Dem çeken kuşların ömrü azalmış
Âyât-ı hikmet var kitâbesinde Bir ders-i ibret var hitâbesinde
Bâğ-ı cennet olan harâbesinde Tekbîr sadâları artık bunalmış
Hey Rızâ secdeye baş koy da dinle Taşlar dile gelsin senin derdinle
Efsâne söyleyim ağla hem dinle O şerefli mâzî meğer masalmış
Gelecek yazımızda aynı konuya devam etmek ve buluşmak üzere esen kalınız efendim.
.
DİL MESELEMİZ -III- Alfabelerin köklerinde dinî inançlar var
5 Temmuz 2020 02:00
PROF. DR. OSMAN KEMAL KAYRA
Milletlerin alfabelerinin hemen tamamı din kitaplarının alfabesidir. Doğu’da arkaik alfabeler, Batı’da Kiril kökenli Lâtin alfabeler geçerlidir. Slav İncilleri Kiril, diğer bütün Hristiyan İncilleri ise hemen hemen Latincedir. Yani Latince, Hristiyanların hem din dili, hem de İncil alfabesidir.
Mao, tarihi çok derinlere giden Çin’de, Batı Medeniyetine savaş açarken, kendi temel kültür verileri olan alfabe, dil ve takvime hiç dokunmamıştır. Rusya’da Lenin de Stalin de bu temel kültür taşlarıyla oynamamışlardır.
Türkler Müslüman olunca Kur’ân-ı kerim alfabesini kullanmaya başladılar.
Harf İnkılâbı asla sadece bir alfabe değişimi değildir. Bunun böyle olmadığını ilmî delillerle açıklayacağız… Bir taban kültürünün oluşumu 100 veya 200 sene ile sınırlandırılamaz. Türk kültürünün kökleşme süreci şöyledir: MÖ 4-7. asırlar arası ile 10. asırlar birinci dönem ve asıl bozkır kültürü; 10-15. asırlar arası şehirleşmeye geçiş dönemi, son dönem ise beldevî (şehirleşmiş ve yerleşik) dönemdir.
Bir medeniyet kültürle takviye edilmezse, kalıcı olamaz veya medeniyet olmaz. Kültür uyumu diye bir şey asla söz konusu edilemez. Kültür devrimi en belirgin hâliyle Komünist Çin Halk Devrimi olarak görülür. Rus Devrimi ve Mao Devrimi birer kültür devrimi gibi görülmekle birlikte tam da böyle değildir. Mao, tarihi çok derinlere giden Çin’de, Batı Medeniyeti’ne savaş açarken, kendi temel kültür verileri olan alfabe, dil ve takvime hiç dokunmamıştır. Rusya’da Lenin ve Stalin de bu temel kültür taşlarıyla oynamamıştır. Komünizmin asıl hedefi dinler olduğu için, hak olsun bâtıl olsun, bütün dinler yasaklanmıştır.
Çin alfabesi 4000 yıllık bir tarihe dayanır. Dünyanın en zor alfabesi sayılan bu alfabeyi değiştirmek veya kolaylaştırmak bu devrimde hiç gündeme gelmemiştir. Çin’in din gibi kabul edilen Konfüçyüs felsefesi de hiç değiştirilmemiştir. Başlangıcındaki ütopik hukuk ve ekonomi sistemleri giderek kapitalizmin zalim pençesine düşmüş ve adeta karma ekonomiye geçilmiştir. Çin’de takvim asırlardır 12 hayvanlı burçlar takvimidir; devrim ona da dokunmamıştır.
Japonların Batı medeniyeti dairesine girmeyi kabul etmiş olmalarına rağmen, Japon alfabesi ve ilk Japon dili lehçeleri, 5000 yıl önce Korece’den türeyen şekliyle devam etmektedir. Çin’in Kanji denilen harfleri ile Kore kökenli bu alfabe asırlardır kullanılmaktadır. Japonya’da 7 milyon Hristiyan için, İngilizce İnciller de olmakla birlikte bunlar pek kullanılmaz. Yaygın olan Budizm’in çok farklı kolları olup hepsinin de farklı metin kitapları vardır; tek bir kitap söz konusu değildir. Japon İncillerinin dili arkaik Japonca olup halk pek anlamaz.
ASIL MESELE LÂTİNCE
İncil dili olarak da bilinen Latince, esas Yunan alfabesinin temel alındığı Etrüskçeden gelir. Latinler 26 harfli Etrüsk alfabesinin 22 harfini kabul etmişlerdir. MÖ 7. asırda İtalya’da başlayan bu sistem, son 2 bin 500 yılda devamlı gelişmiştir. Latin alfabesi daha derinlere gidince Sami kaynaklı Fenike, Yunan ve Etrüsk karışımıdır. Latince kilise inancına göre, Matta, İbranice veya Aramice bir İncil yazmış, sonra bu İncil, Markos İncil’i esas alınarak Yunanca yazılmıştır. Fransız alfabesi Lâtin kaynaklıdır ve İncilleri Latincedir. Yunan alfabesinin ilk şekli Lâtin ve Kirildir. İncilleri Greko-Latindir. Rus alfabesi Kirildir ve İncilleri Kirilcedir. İngiliz alfabesi Latincedir ve İncilleri Latincedir.
Tevrat ve Zebur İbranice yazılmıştır. Tevrat’ın Aramice olduğu da söylenirse de genel kanaat İbranice olduğudur. Güneyde kullanılan İbranice, 1948’de kurulan İsrail Devleti’nin resmî dili olmuştur.
Kiril ve Methodist MS 9. Asırda Selânik’te doğmuş iki kardeştir. Bizans asıllı bu Yunan iki kardeş Glogolitik (Kiril alfabesinden önceki Slav alfabesi) alfabeyi geliştirmişlerdir. Ortodoks Kilisesi’nde bu iki kardeş Havariler gibi anılır.
NE ANLATMAK İSTİYORUZ?
Bütün bu bilgileri ansiklopedik malumat olsun diye vermedik. Dikkat edilmesi gereken husus şudur: Milletlerin alfabelerinin hemen tamamı din kitaplarının alfabesidir. Doğu’da arkaik alfabeler, Batı’da Kiril kökenli Lâtin alfabeler geçerlidir. Slav İncilleri Kiril, diğer bütün Hristiyan İncilleri ise hemen hemen Latincedir. Yani Latince, Hristiyanların geçerli muharref (bozulmuş dinlerinin) hem din dili, hem de İncil alfabesidir.
TÜRKÇE İLK KUR’ÂN-I KERİM TERCÜMELERİ
Türkçede ilk satır-altı Kur’ân-ı kerîm tercümesi Karahanlılar (10. yy) dönemine aittir. Bu eser “Türkçe İlk Kur’ân Tercümesi” adıyla 2000 yılında Aysu Ata tarafından Türk Dil Kurumu Yayınları 845 numara ile bilim âlemine sunulmuştur. Bu kitabın aslı da maalesef Manchester John Rylans nüshasıdır. Sultan IV. Mehmed’in isteğiyle Ayntablı Mehmed Efendi Hıdır bin Abdurrahmân’nın tefsirini Türkçeye çevirmiştir. (1698)
“HUZUR DERSLERİ”
Namaz ve Kur’ân-ı kerîm dışında din eğitiminin Türkçe yapıldığının en büyük delili, ramazân-ı şerîflerde padişahın huzurunda yapılan tefsir dersleridir ve buna “Huzur Dersleri” denirdi. Osmanlı sarayına has olan bu dersler, bir mukarrir (dersi anlatan) tarafından icra edilir ve talipler (sonradan muhatap) dersi takip ederdi. Muhataplar üç gruba ayrılırdı: Mübtedîler, evsatlar ve mükemmellerdir. Mübtedilere çırak mollalar, (asistanlar) evsada müderrisler, mükemmellere ise rasihler (dinî konularda mütehassıs olan) ders verirdi. Derslerde Kâdî Beydâvî’nin “Envârü’t-tenzîl” ve “Esrârü’t- te’vîl” adlı meşhur tefsiri okutulurdu. Mübtedilere ilk derste Molla Efendi “Te’allem yâ fetâ fe’l cehlü ‘ârun- velâ yerdâ bihî illâ hımârun” (Oku ey genç cahillik utanılacak bir şeydir. Cehaleti isteyen ancak eşektir) der ve bu gruba dersler tamamen Türkçe olarak verilirdi. Bu sözün Hazret-i Ali (kerremallâhü vecheh) efendimize ait olduğu söylense de kelâm-ı kibar olduğu daha yaygındır. Diğer gruplara dersler Arapça-Türkçe karışık verilirken ağırlık Arapçaydı. Mükemmellerin dersleri yalnız padişah huzurunda Arapça olarak yapılırken bu gruba mukarrir konuları mülâhazalara da açardı. Sultan III. Mustafa döneminde mutad hâle gelen bu dersler, bir rivayete göre Emir Sultan tarafından Bâyezid Han’ın huzurunda verdiği derslerle başlamıştır. Bu dersler son Halife Abdülmecîd’in huzurunda 1924’e kadar okunmuş ve sonra kaldırılmıştır. Kayıtlarda tefsirin ilk dersinde mukarrir “Ey îmân edenler, kendiniz, anne babanız ve yakınlarınız aleyhine de olsa Allah için şâhitler olarak adâleti gözetin” (Nisâ sure-i celîlesi-4 / 7135) âyet mealini okurdu.
14. ve 15. asırlarda ağırlıklı tasavvuf eserleri hemen tamamen Türkçe yazılmıştır. Osmanlı Devleti’nin dili de Türkçeydi. Bu dil, göçer Türkmenlerin lisanından tabii ki farklıydı. Osmanlının dilini ve Türklüğünü unuttuğu veya unutturduğu asılsız bir iddiadır. Kayılar, Oğuz’un en seçkin koludur. Osmanlı, Kayı soyunu hiç unutmamıştır. Göçer Türkmenler çobanlık yaptıkları için daima yaylalara göçerlerdi. Elbette saray ile birtakım ihtilaflara düşmüşlerdir. Dilleri kısıtlı göçebe Türkçesi olan bu Türkmenler, sade ve coşkulu bir dille “Halk Edebiyatımızın” nice eserlerini vermişlerdir.
DİN-DİL MÜNÂSEBETİ
Türkler Müslüman olunca Kur’ân-ı kerim alfabesini kullanmaya başladılar. Selçukîler şehircilikte ileri gitmelerine rağmen edebî esreleri “Eski Anadolu Türkçesi” ile verilen Tasavvufî Türkçe basit eserlerdi. Osmanlı ise gerek şehircilik ve gerekse güzel sanatlarda tam bir zirve yapmıştır. Her iki devletin altyapısı Türkmenlerden oluşmuştur. Kayı, Dodurga, Kınık Karluk vs. Türk boyları içinde Kayılar hem cihadı hem de devleti düşündüler. Cihat ruhu olmasaydı, göçerlikle Osmanlı Devleti asla kurulamazdı. Göçer kökenli olan Kayı Beyi Osman Gazi, kurduğu aşiretten gelişmiş devletle, sosyoloji tarihinin belki de en büyük devrimini gerçekleştirerek bir şehir ve kültür medeniyeti kurmayı başarmıştır.
Gerek ilk satır-altı tercümeler, gerek Huzur Dersleri bize şunu anlatmaktadır: Herkes âlim değildir ve anlayışlar değişiktir. O hâlde ona dinini anlayacağı şekilde anlatmak tebliğdir. Efendimiz “İnsanlarla akıllarının alacağı şekilde konuşun” buyurmuyor mu?
Risâletpenâh Efendimizin görevi hidayet değil tebliğdir. Kur’ân-ı kerîm Arapçadır. Lâ teşbih bugünkü İncil’in aslı değiştirilerek Latince yapılmıştır ama bunu Hristiyanlar hiç garipsememişlerdir. Mübarek kitabımızın dili de hikmet-i rabbâniye cihetiyle ve hiç değişmemiş olarak Arapçadır ve aslı hiçbir dile dönüştürülemez.
Genişleyen İslâm coğrafyasında Müslümanların sayısı yaklaşık 2 milyarı bulmuştur. Ana dili Arapça olmayan ve bu dili bilmeyen insanlara tebligatı kim, hangi dille yapacaktır? Tebliğ bir Nebî veya Resûl işi ise, Hâtemü’l-enbiyâ (aleyhissalâtü vesselâm) Efendimizden sonra bunu kim veya kimler ve en mühimi hangi dille yapacaklardı?
Efendimiz bütün insanlara gönderildi. “Biz seni, bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik” (es-Sebe-28) Efendimiz tebligatını tabii ki Arapça yaptı. Gelen âyetleri Efendimizden başka hiçbir Sahabi açıklamadı. Buna yanaşmadılar bile. Çünkü onu ancak Efendimiz anladı. Giderek birçok kavimden Sahâbî oldu ve bunlar kendi kavimlerine bu mübârek kelâmı kendi dilleriyle tebliğ ettiler. Bir rivayette Korkut Ata “korkgutguçi” (nezîr) idi. Türklerden ilk Sahâbî bazı kayıtlara göre Bügdüz Emen idi.
Eğer Eshâb-ı kirâm efendilerimiz birtakım konularda -farz-ı muhâl- ihtilâfa düşselerdi, bize hangi rivayet aktarılırdı. Veya biz hangi cesaretle tevîl, tefsir veya bir yoruma kalkabilirdik. Kur’ân-ı kerim ne dediyse Risâletpenâh Efendimiz bize hep onu aktardı. O anladı, o aktardı. Âyette mealen şöyle buyurulmuş: “Sana kitabı özellikle ayrılığa düştükleri konularda onları aydınlatman için indirdik.” (e’n-Nahl-64 )
Peki, biz bu tertemiz dini, hangi silsile ile ve hangi kaynaklardan öğrenecektik? İşte delili: “Ümmetimin âlimleri İsrâîloğullarının peygamberleri gibidir.” (Râzî, Tefsîr, VIII-302 Keşfü’l-hafâ II-64 ve diğer delil) , “Âlimler nebîlerin vârisleridir.” (Tirmizî, Ebû Dâvûd, îbn Mâce, Ahmed bin Hanbel, Ebu’d-Derdâ rıdvânullâhi teâlâ aleyhim ecmaîn rivayetiyle.)
Kimdir o âlimler? Efendimizden sonra emir ve nehiy işini yapacak olan âlimlerin vasıfları nelerdir? Bu işlerde kaynaklar kesinlikle “nass-ı katı’’ (Âyet ve Hadîsler) ve icmâ’ ile sabit olan delillerden yola çıkan, sonradan zahir olan ihtilâfları bu deliller ışığı altında, kıyasla ictihâd eden müctehid imâmlar ve onlara tâbi’ olan râsihlerdir. Kim bunun aksi bir davranışta bulunursa büyük bir dalâlet içindedir. Arapça bilmek tefsîr için yeterli olsaydı, Eshâb-ı kirâm hazerâtından daha yetkili kim olabilirdi? Ama bundan ateşten kaçar gibi kaçtılar. O mübarek insanların usûlü, Risâlet yoluyla yapılan teblîğ-i evvelin aktarılmasıdır.
KİTABI ANLAMAK İÇİN FIKHA YÖNELDİLER
İşte bu yüzden atalarımız bu kitabı anlamak için korkgutguçıların (mübelliğlerin) delâletiyle satır-altı Kur’ân tercümelerini yapmışlardır. Bundan hareketle bu dini öğrenmenin aslî yolu olan fıkıh derslerine yönelmişlerdir.
Din ilimlerinin ıstılâhât-ı fıkhiyye ve-lilmiyyesi (fıkıh, hadîs, tefsir ve kelâm ilmi terimleri) vardır ve özeldir. Bu mükemmel bir ilim dilidir…
Gelecek yazımızda aynı konuya devam etmek üzere esen kalınız efendim
.
IV DİL MESELEMİZ Lisan giderse millet biter
9 Ağustos 2020 02:00
PROF. DR. OSMAN KEMAL KAYRA
Bir milleti ayakta tutan üç mühim unsur vardır: Dil, din, kültür. Bu sacayağının oturduğu taban ise vatandır. Diğer bütün dinî ve millî unsurlar bunlardan meydana gelir. Bu sacayağının birisi elden giderse her şey biter.
Osmanlı’nın yıkılışı ile dinî, lisânî deprem içten olunca, vatan da iç ve dış unsurlarla parçalanma sürecine girdi. Bir anda her şeyimizi kaybetme durumunda kaldık. Dinî reformlar ve harf inkılâbı kültürümüzü temelden sarstı.
Hiçbir millet yeniden teşekkül ettirilemez. Onun köklerinde binlerce yıllık mâzi temelleri vardır. Bunun dışında yapılan her şey aslına rücû eder. Bu geri dönüş, her ricat eden orduda olduğu gibi büyük hasarlar meydana getirir. Kaybolan bazı temel sütunları tekrar inşâ edemezsiniz. Bir şeyler kopmuştur ve telâfisi de imkânsızdır.
Harf inkılâbı ile başlayan süreci, iki temel kurgulama ile dilimizin yönünün nasıl değiştirildiğini anlatmaya devam edeceğiz.
İki hâdise dilimizin değiştirilmesinde çok mühimdir. Birincisi 12 Kânûn-ı evvel 1928’deki Dil Encümeni’nin yürüttüğü 1. İmlâ kılavuzu faaliyetidir. Bu konuya da sonra genişçe temas edeceğiz. Fakat bundan daha önemlisi 26 Eylül 1932’de Dolmabahçe Sarayı’nda toplanan Birinci Türk Dili Kurultayı faaliyetidir.
BİRİNCİ TÜRK DİLİ KURULTAYI
Bu toplantıda üç ana başlık vardır. 1.Dilimizin menşei, 2. Türk Dili’nin o günkü hâli, çağdaş ve medenî ihtiyaçları, 3. Türk Dili’nin nasıl gelişeceği ve nasıl çağdaş bir yazı dili hâline getirileceği.
Bu madde başlıklarına bakıldığında bu kurultayın ilmî bir değeri olduğu kanaati hâsıl olur. Fakat bazı gelişmelerle bu kurultay konuşmalarında nasıl ilmî eksiklikler ve nasıl mâziye saldırılar olduğunu görünce üzüntümüz katlanacaktır.
Bu kurultaya 670 kişi katılmış en yüksek sayı ise 238 muallim ve 60 meb’usla diğer çeşitli meslek grupları yer almıştır. Fakat en dikkate değer olanı, iki de lise öğrencisiyle kırk fakülte öğrencisinin bu kurultayda yer almasıdır.
Dikkatinizi çekmek isterim: Böyle bir ilmî kurultaya lise ve fakülte öğrencileri katılıp toplantıları dikkatle takip edebiliyorlarsa, bu insanlar hangi kültürle beslendiler ki bu seviyede bir toplantıda bulunabildiler. Bugün böyle bir toplantıya hangi lise veya fakülte öğrencisini çağırır ve takip ettirebilirsiniz. Posta müdüründen emekli hâkimlere, subaylardan müze müdürlerine kadar bu eski ve beğenilmeyen kültür sahipleri bu kurultayda söz sahibi oldular.
ESKİ METİNLERİN OKUNUŞU
Ağırlığını Köktürk Kitâbeleri ve Kutadgu Bilig gibi dünya şaheserlerinden olan bu metinlerin okunuşundaki çok büyük yanlışlar vardır. 8.ve 11. Yüzyıllardan kalan bu metinler maalesef Reşid Rahmetî Arat’a kadar doğru okunamamıştır. Yapılan okuma hatalarına bakınca böyle dil hatalarını bir dilci yapabilir mi diye şaşırmamak elde değildir. Kaldı ki Kudadgu Bilig bile “Kodatko Bilik” diye yanlış okunmuştur. Bir dilciyi hayretler içinde bırakan yanlışlarla sizi bunaltmaya niyetimiz yok, ama bir iki örnekle sizleri de şaşırtmak istiyoruz.
“Ruzini anutmuş yekil sen köle// //Kalı kim şükür kıl kanaat bile” ( Samih Rif’at, Birinci Türk Dili Kurultayı, Tezler, Müzakere Zabıtları, Devlet Matbaası, İstanbul, 1933, ss 5-7
Birincisi, Kutadgu Bilig’de böyle bir beyit yoktur. Bu beyitin iki ayrı mısraı iki ayrı beyitte geçer. Birinci mısraın doğru okunuşu şöyle olacaktı:” Rûzini anutmış yigil sen küle” ( Allah senin rızkını hazırlamış; gülerek ye! ” Bir mısrada bu kadar fâhiş hatâ… Hayret! Eski metinlerde görülen geçmiş zaman eki hep düzdür ve “ -mış// -miş” şeklindedir. “yekil” kelimesi “ye!” anlamında düşünülmüş ama aslı “yigil” olmalıdır. “Köle”elimesi daha da acâiptir. Eski metinlerde böyle bir kelime yoktur. Metin Uygur harfli metinden incelenmişse Uygur Alfabesinde a,e- ı ,i ve o,u- ö,ü tek sesle verilir. O halde kelimenin e ve i seslerini karıştırmak mümkün değildir. Metinin Arap hurufatlı nüshası esas alındıysa ( Bu konuda bir açıklama yoktur ) e ve i sesleri yine ayrıdır. Bu hatâyı etraflıca açıkladık ki ne olduğu görülsün. Böyle nice hatâlar vardır.
Bizim meşhur Oğuz Kağan Destanı’mız da hep yanlış okunmuştur.
“Men sinler ki buldum kağan //Alalının yatağı kalkan// Tamgayis ki bulsun buyan// Gök buru bulsun gıl uran. Doğru okunuş şöyledir: Men sinlerge boldum kagan// Alalıng ya takı kalkan/Tamga bizke bolsun buyan// Kök böri bolsungıl uran.
Metni düzeltmeye kalksanız bir ayrı değişik metin daha çıkar.
Köktürk metinlerinin meşhur ibareleri de bu yanlış okumalardan nasibini almıştır:” Türk budun eşiydin, uza tanrı basmasar asra yir telinmeser Türk üresin törükin kim artatı.” Doğrusu şöyleydi: Türk Oguz begleri eşiding: Üze Tengri basmasar asra yir telinmeser Türk bodun ilingin törüngin kim artatı. Görüldüğü gibi bambaşka bir metin okunmuş sanki. Bu metni böyle acâip okuyan da Besim Atalay’dır. Besim Atalay bu okumadan daha vahim bir hata yapmış ve “ Uza ne güzel bir kelimedir. Belki de faza ( fezâ ) oradan alınmıştır. Uza Tanrı nihayetsiz Tanrı demektir” ( Besim Atalay Agz. S. 422 )
Bir defa kelime uza değil “ üze “ dir; üstte anlamındadır. Köktürk metinlerinde “u” ve “ü” sesleri aynı işaretle gösterilmez. Bu kelimeyi böyle okumak da çok büyük bir hatâdır.
GARİP YAKIŞTIRMALAR
Bu kurultayda Rûşenî Bey “Eski Türkler fevkalbeşer bir kuvvete sahip olan maneviyete tiv ve dev derlerdi. Bunun için Türkçede Tanrının diğer adıda Tiyu’dur. Lâtinler bu kelimeler Diyö şekline sokarak aynı manada kullanır. (Rûşenî Bey Agz.393)
Alın bir garâbet daha. Eski Türkçe hangi kaynakta Tiyu, Tanrı diye geçer. Dîv de zaten Farsça’da “şeytan” demektir.
“Türkler hayatı suyun ve ateşin temin ettiğini görerek her ikisini takdis etmişlerdir. Türkler seyyal manasına olan (akan) ve (okean) (Okyanus kastediliyor) takdis ettikleri gibi ateş manasına olan “ağon” “ oğon” u da uzun zaman Allah olarak kullandılar. ( Rûşenî Bey. Agz, s.393 )
Bu ifadeler de çok yanlıştır. Eski metinlerde bu tip kelimeler yoktur. Divânu Lugâti’t- Türk’te Kutadgu Bilig’de ve etimolojik sözlüklerde bu kelimelere rastlanmamıştır. İşin aslı şudur. Türkçe “u-“ yani umak “ muktedir olmak” diye bir fiil vardır. Bundan “Ugan” ( her şeye gücü yeten. Kadîr ve K âdir anlamlarıyla bir kelime türetilmiştir.
Bu örnekleri saymaya çalışırsak sayfalar yetmez.
“Arap dilinde meleğin aslı me’lektir. Çünkü cem’i melâike gelir. Bu kelimede mim harfi fazladır. Bu harf çıkınca kelimenin mücerret hâli “elek” kalır. ( Rûşenî Bey, Agz. s,393)
Kelimenin mimli hâli “me’lek değil “mel’ek”tir. (el-mel’ekü) (Al- Râid, Cübrân Mes’ûd 1978, Beyrut, Lübnan, c.2,s.146 ) (Al Câmi’u Li-Ahkâmi’l-Kur’ân Kurtubî, Mısır, 1967, c., s. 262
Sibeveyh de aslının “mel’ek” olduğunu söyler. ( Zâdü’l- Mesîr Fî İlmi’t_tefsîr, İbnü’l-Cevzî, Dimeşk, 1964c. S.58 )
Şimdi burada esas mesele “el” kelimesindedir: Rûşenî Bey şöyle der: “El” kelimesi Tevrat’ta Allâh mânâsındadır. İbrânî Lügatinde “el” kuvvet, kudret anlamındadır. Bu ise Türk dilindeki “el” kelimesinden başka bir şey değildir. Çünkü eski devirlerde dünyada tanınmış en büyük kuvvet Türk’ün eli ve Türk’ün yumruğudur. (Rûşenî Bey, Agz. s.395 )
Böyle bilimsel bir kongrede böyle bir gaf içler acısıdır. Türkçe’de eski devirlerde “el” diye bir kelime yoktur; bu kelime “elig” dir.
TÜRK ŞİVELERİNE BAKIŞLARI
“Beyler ve hanımlar! Yazıktır ki Türkçeyi bu kadar gayyurâne müdafaa eden Nevâî’nin yazılarında kullandığı dil de Türkçe değildir. Zaten biz de bugün Osmanlıca’ya karşı ithamnâmelerimizi Osmanlı diliyle okumuyor muyuz? ….Mahiyet itibariyle Garp Çağataycası demek olan Osmanlıca….” (Abdullah Battal Taymas, Agz. S.239-240 )
Çağatay Türkçesini Türkçe saymayan bir dilci ve Osmanlı Türkçesine Garp Çağataycası diyen bir konuşmacı… Osmanlı Türkçesi Batı Oğuzcasıdır. Osmanlıca diye bir dil yoktur; Osmanlı Türkçesi vardır.
HEZEYANLAR
“Türk’e anayurdunu unutturdu. Hâdimü’l-Haremeynü’ş-şerefeyn diye Arap çölünün taş ve topraktan yapılmış iki beldesinin hizmetçisi yaptı.” (Rûşenî Bey ( Agz, s. 3397 )
“Git vatan Ka’be’de siyaha bürün //// Bir kolun Ravza-i Nebî’ye uzat //// Birini Kerbelâ’da Meşhed’e at //// Kâinâta o hey’etinle görün.”
İşte Türk’e vatan duygularını ilk aşılayan Nâmık Kemâl bile bu şiiriyle Türk’e âhıret koklatmaktan, Türk’ün idealini dünyânın en sefil çöllerine sürüklemekten kurtulamamıştır. ( (Ruşeni Bey, Agz. s. 397 )
Arap çöllerinin taş ve topraktan yapılmış iki beldesi, Risâletpenâh Efendimizin cilvegâhı (gezinti yaptığı yerler) olan Mekke ve Medîne’dir. Taş yapılardan bir tanesi de Ka’be-i muazzamadır. Dünyanın en sefil çölleri dedikleri yerler bu iki mübarek beldedir. Dünyada bırakın Müslümanları, Hristiyanlar bile böyle bir terbiyesizliği bu beldelere ve Kıblegâhımıza revâ görmediler. Yazıklar olsun. Bizim kutsallarımıza böyle saldıranların neye hizmet ettiklerini anlamak gerçekten zordur.
Nâmık Kemal’in bu şiiri 1880’den önce yazdığı bilinir ve o zaman bu topraklar Yozgat kadar, Edirne kadar bizimdi; bu hezeyan neyin nesidir?
“Hani dışından gâyet ma’mur gözüken sözler vardır ki içinde fikir vîrâneleri fikir yıkıntıları saklıdır. Nasıl ki şimdi altında toplandığımız bu şatafatlı ve yaldızlı sarayların tavanları altında vaktiyle en çürük, en kof, en mânâsız kafalar bulunurdu. (Fâzıl Ahmed Bey, Agz, s. 293 )
Dolmabahçe Sarayı 7 Haziran 1856’da tamamlandı. Oradan yolu geçen pâdişâhlar, Abdülmecîd, Abdülazîz, V. Murâd, II. Abdülhamîd, V. Mehmed Reşâd , VI. Mehmed Vahîdeddîn ve son Halîfe Abdülmecîd Efendidir.
Şimdi bunlar mı en kof, en çürük en mânâsız kafalar. Ayıptır, hiçbir millet târihiyle ve geşmişiyle bu kadar bağlarını koparmamış ve atalarına bu kadar hakaret etmemiştir. Sözün bittiği yer!
“O münacâtla başlar, arkasından na’at gelir, arkasından kasîde gelir, Daha ne geldiğini huzurunuzda teeddüp edip söyleyemeyeceğim. Şahsî tiryâkîlik başkasının tiryâkîliği tevcih için bir sebep midir?
Tenkit edilen Dîvân Edebiyâtıdır. Münâcât denilen, Allâhü teâlâya kurtulmak için yakarış şiirleridir. Na’t ise Efendimize övgü şiirleridir. Bunlar şereftir. İnsan bunlardan rahatsız oluyorsa kendisine bir kategori belirlemelidir. Hiçbir Müslüman bunlardan rahatsız olmamış, bilakis zevk almış ve huzur bulmuştur.
Bu makalemizde eldeki müspet evrakla bazı mes’elelere temas ettik. Daha tenkide muhtaç çok şeyler var. Dil konusuna devam edeceğiz inşallah.
(Kaynak: Tebliği sunan Doç Dr. Osman Kemal Kayra , V. Uluslararası Türk Dili Kurultayı Bildirileri, Ankara 2004 .c. 1 ss.1753-1773)
Bir dahaki yazımızda buluşmak üzere esen kalınız efendim.
.
DİL MESELEMİZ -V- Türkçedeki kısırlık yok edilebilir mi?
6 Eylül 2020 02:00
OSMAN KEMAL KAYRA
Türkçenin son asırda düştüğü kısırlık hâlâ düzeltilememiştir. Zaten düzeltilmesi de mümkün değildir. Dile müdahale devam ediyor. Türk Dili Tedkîk Cemiyeti’nden zamanımıza kadar dilimiz türlü kalıplara dökülmüştür. Hâlihazırda oturmuş bir imlâmız yoktur.
Harf inkılâbı ile terk ettiğimiz Arap hurûfâtına “İslâm harfleri” tabirinin kullanılması, bazı çevrelerce her ne hikmetse garipseniyor. Aslında bu basit bir polemik mevzuu değildir. İslâm harfleri, yani Kur’ân-ı kerîm harfleri seçilmiş harflerdir. Eskiler bu harflere çok saygı duyup yazılı bir metin parçasını öpüp başlarına koyarlardı. Bugün bunları tenkit edenler “O kâğıtta bir roman metni vardır, nesine saygı duyuyorsunuz?” diyorlar. Şurası gayet iyi bilinmelidir ki, bu harflerde ayrı bir sır, ayrı bir hikmet olmalı ki bunların on dördü “hurûf-ı mukatta’a”dır. Yani anlam olarak kesik, aralıklı bağımsız harflerdir. Bunlar; “elif, hâ, râ, sin, sâd, tı, ayn, kaf, kef, lâm, mim, nun, he, ye” harfleridir. Bunlar, tekrarlarıyla 29 ünite oluşturur; 29 sûre-i celîlenin başında yer alır. Bu harfler çok esrarlıdır. Nitekim Hazret-i Ebûbekir (radıyallâhü anh) “Her kitabın bir sırrı vardır. Ku’ân-ı kerîm’in sırrı da evâilü’s-suverdir. (Yani hurûf-mukatta’adır) buyurmuştur. Hazret- Alî (radıyallâhü anh) da “Her kitabın bir zübdesi (özü) vardır. Bu kitabın zübdesi de evâilü’s-suverdir” demiştir.
Şimdi daha net anlaşılıyor ki Arap harfleri, İslâm harfleridir ve her harf bir sır ve kutsiyet ifade eder. Yerde bulduğu İslâm harfli metinleri öpüp başına koyan Türk milletinin en cahil ferdi bile, bu sırra vâkıf olmuş gibidir.
Kur’ân-ı kerîm okunurken “Hayızla ilgili bir âyet-i kerîmeye ağlıyorlar” diyerek onları istihfâf eden birtakım insanlara cevap şudur: Bu aziz Türk milleti, yüce kitabımızın hangi âyeti okunursa okunsun, onu ayırmaksızın kelâm-ı ilâhî diye ağlar; çünkü o söz Rabbimizindir. Bârekâllâh.
Zararın neresinden dönülse kârdır. Tamam, Türkiye Cumhuriyeti’nin alfabesi Lâtin alfabesidir ama ilkokullardan başlayarak Osmanlı Türkçesi dersleri seçmeli değil mecburî ders olarak okutulmalıdır. Bu dersleri Arapça bilen meslek hocalarının vermesi kâfi değildir. Bu mesele bir gramer ve kültür meselesidir. O hâlde bu dersler yetişmiş uzmanlarca ciddiyetle verilmelidir. Zor mudur; tabii ki zordur. Fakültelerde bile yeterince netice alınamayan bu mesele için bir “u dönüş” yapıp kaybettiklerimizi yakalamak elbette çok zaman alacaktır. Mademki biz kaybettik, o hâlde yine biz inşa edeceğiz.
RAKAMLAR VE ZAMİRLER
Türkçemiz dünyanın en işlek ve en gelişmiş dillerinden biridir. Bir dilin bağımsız olmasının üç ölçüsü vardır: Şahıs zamirleri, sayı sistemi ve bağımsız fiil çekimleri…
Şimdi diğer Avrupa ve Asya dillerinden kısa örneklerle ve Türkçemizle kıyaslama yaparak, bu gerçeği daha net görelim: İtalyanca; uno, due, tre, quatro, (1,2,3,4); Fransızca; une, deux, trois, quatre); (1,2,3,4) İsveç dili; tva, tre, sex (1,2,3) İspanyolca; uno, dos, tres (1,2,3) Portekizce; un, doıs, tres (1,2,3) Hollanda dili; een, twee, drie, vijif, zes, zeven, tien ((1,2,3,5,7,10) İngilizce; one, two, three, five, six, five, seven, eight, nine, ten (1,2,3,4,5,6,7,8,9,10) Şimdi bu diller bağımlı mı bağımsız mı? Bu dillerdeki uno, twee, tres, three, zeven, tien, six gibi az farklı söyleyişlerle ifade edilen sayılar hep ortaktır.
Şahıs zamirlerinde de benzerlikler göze çarpar. İngilizce; I, you, he, she it, we, you, they. Fransızca; Jo (ben), tü (sen). Almanca; Ich, du, wir, ihr. Rusça; ya (ben) mı (biz ) tı (sen). İspanyolca; yo (ben), tu (sen).
Şimdi de köklü bağımsız dillerdeki duruma bakalım: Çince; yi, er, san, szi, wu ( 1,2,3,4,5). Japonca; hitotsu, fatatsu, mitsu, yotsu, itsutsu (2,3,4,5).
Farsça Hint-Avrupa dilleri grubunda olduğu için bu dillerle kelime benzerlikleri vardır. Fakat Farsça aslî dildir. Moğolcada da sayı sistemi orijinaldir. Arapça sayı ve şahıs sistemleri de bağımsızdır. Türkçemiz de tam bağımsız bir dildir. Zamirler ve sayılar tamamen dilimize ait olup hiçbir dille bağlantıları yoktur. Ayrıca Arapça ve Farsçadan bir sürü kelime alınmış, ama fiil çekimleri alınmamıştır. İşte bağımsız diller ve işte Avrupa dilleri… Unutulmasın ki Avrupa dilleri Greko-Lâtin dil ve kültür türevleridir.
Dilimiz sondan eklemeli bir dil olarak çok işlektir. Şu örneğe bir göz atalım: Aç- (açmak) fiilinden neler türetilmiştir: Açık ve bundan türeyenler: açık alın, açık düşmek, açık kapı bırakmak, açık kapamak, açık konuşmak, açığını kapatmak, açık vermek, açığa çıkmak, açık yürekli olmak, açık olmak, açıkta bırakmak, açık ağızlı, açık artırma, açık deniz, açık kalpli vb. gibi altmıştan fazla türevi vardır.
Zamanımızın belki en büyük şairi Yahya Kemal Türkçeyi en iyi kullanan nasir ve şairdir. Onun kullandığı kelime sayısı 5.000 civarındadır. Şiirlerini Osmanlı Türkçesiyle abidevi hâle getirmiştir. 300 kelimeyle mükemmellikleri yakalayamazsınız. Kem âletle kemâlât olmaz.
Dilimiz bu kadar zenginken, niçin tıp, hukuk ve müspet ilimlerde 13-14. asra kadar bizde yazılı eser yoktur denilebilir. Unutulmasın ki Maverâünnehir Türk kavminin müspet ilme giriş mekânıdır. O zamana kadar bozkır kültürünün savaş, hamaset, orijinal düşünce sistemi ürünleri gerçekten harikadır. Köktürk Abideleri ve Kutadgu Bilig emsalsiz eserlerdir. Dilimiz, bu ilimlerle eser verebilmek için ıstılâhâtı zengin olan Arapçayı tercih etmiştir. Bu tercih, mecbûri bir tercihtir.
Harf ve dil inkılâbının dilimizi düşürdüğü kısırlık hâlâ düzeltilememiştir. Zaten düzeltilmesi de mümkün değildir. Dile müdahale devam ediyor. Türk Dili Tedkîk Cemiyeti’nden zamanımıza kadar dilimiz türlü kalıplara dökülmüştür. Hâlihazırda oturmuş bir imlâmız yoktur.
Dünyanın en itibarlı kurumlarından biri olan Fransız Dil Akademisi (Académie Français) 1635’te Kardinal Richelieu tarafından kurulmuştur. Akademinin 1694’te ilk yayınlanan lügatinde 18.000 kelime vardır. Lügatin 9. baskısı yaklaşık 60.000 kelimedir. Bu lügate argo ve yerel kelimeler alınmamıştır. Basılacak kitaplarda da kurumun onayı dışındaki kelimeleri kullanamazsınız.
YANLIŞ KULLANIMLAR
Bizim dilimizi herkes istediği gibi kullanır. En itibarlı kanallarda bile harf çıkış yanlışları, sesli yanlışları, telaffuz yanlışları dilimizde büyük gedikler açmaktadır. Dizilerdeki meddah tavırlı mahallî ağız taklitleri tam bir faciadır. Meddahlar bu işin ustasıydılar. Azınlık telâffuzları veya mahallî ağızlar onlarda mükemmeldi.
Gençlerin dili ise yepyeni bir dil gibi, bir “Esperanto” âdeta… Damağa indirilmiş “t” ve “p” harfleri, “ş” yerine Yunan aksanına benzeyen bir “s” ve Türkçe dışında meçhul edatlar. Edat gibi kullanılan sık tekrarlı “hani” vb.
Ya yanlış kullanımlara ne demeli! Hayret bir şey. Bu nedir böyle. Ah bir şey, of bir şey diyebilir misiniz? O hâlde bu da olmaz. Bir yere teşrif edilmez; bir yeri teşrif etmek esastır. “Hanemizi teşrif etmek” doğru kullanımdır. Hristiyan veya gayri Müslime merhum ve rahmetli denmez. “Müteveffâ” denilebilir. Çağdaş ve modern aynı kelimeler gibi görünse de öyle değildir. Pigmeler, Hotantolar, Buşimanlar çağdaştırlar ama modern değildirler. Son zamanların en çok yapılan yanlışlarından birisi de hafriyat yerine harfiyat kullanılmasıdır. Hafr kazmak, hufre ise çukurdur.
Dilin en büyük TV yanlışlarından birisi de yeni bir akımla kulaklarımızı tahriş eden bir söyleyiştir: Leyla’nım, Ayşa’nım, hemşira’nım. Bu nedir böyle. Geleneksel, armonik Leyâ’nım, Ayşâ’nım, hocâ’nım nereye gizlendi. Kim çıkarıyor bu ucûbeleri?
TV'nin en itibarlı dizilerinden biri olan “Diriliş Ertuğrul”da “bekâ” kelimesi hep ince “k” ile telâffuz ediliyor. “Besmele” bir defa bile doğru çekilmiyor. Cür’et “cürret”, İ’lâ-yı kelimetullâh” hep ilâhî kelimetullâh olarak söyleniyor. Zülfikâr’da “k” kalındır yani “kaf”tır. Hep ince söyleniyor. Nizâm-ı âlem hep nîzâm şeklinde telâffuz ediliyor. Kavî kelimesi kâvî, vakûr ise yanlış olarak vâkur şeklinde söyleniyor. Hâkimiyyet, hâkımiyyet şeklinde kafla talâffuz ediliyor. Halime Sultan bir konuşmasında: “Mahperî Hatunla ittifak oldular” diyor. İttifak ettiler veya müttefik oldular denmeliydi. Bamsı bir konuşma sırasında “Biz âsî gelmedik” diyor. Âsî olmadık veya isyan etmedik denilmeliydi. Kânûnî’nin (Hâlit Ergenç) Hurrem Sultan’a yazdığı şiiri okurken: “Celîs-i halvetim, vârım, mâh-ı tâbânım” hârika mısraını “mâh-ı tabanım” diye okuması veya verd-i handânım”ı “verd-i handanım” diye okuması ayıptır, ayıp! Bu yanlışların hepsini yazmak için sayfalar yetmez. Hani danışmanlar? Ne iş yaparlar bu arkadaşlar.
YİNE İMLÂ MESELESİ
12 Kânûn-ı evvel 1928’de basılan ilk imlâ kılavuzu ile son kılavuzlar arasında hâlâ büyük farklılıklar vardır. Arapça, Farsça veya Batı kaynaklı kelimelerin imlâları devamlı değişmiştir. Osmanlı Türkçesi’nde okumak yazmaya nispetle daha kolaydır. Hem okuyup hem yazanların sayısı azdır. Bu yüzden bu hüneri gösterene “okur-yazar” denmiştir. Şimdi insanımızın %92’si okuma yazma biliyor, ama cehâlet tam bir felâket. Üniversite mezunlarımız bile Sakarya Nehri'ni Ege Denizi'ne döküyorlar.
Türkçe kelimelerde uzun ünlü yoktur. Bu kelimelerin imlâlarında uzun ses gösterilmediği için, bir yabancının bu kılavuzlardan faydalanması mümkün değildir. Ancak benzer kelimelerde uzun ünlüler gösterilir. Hala- hâlâ, aşık- âşık gibi. Birleşik kelimelerin ilk yazılışlarıyla şimdikiler arasında çok farklılıklar vardır. Önceki kılavuzlarda ilk okul, ilk öğretim, yüksek okul şeklinde yazılırken bugün, ilkokul, ilköğretim, yükseköğretim şeklindedir. Bu şekiller 1970’erde bile böyleydi Sonra ayrı yazılmaya başladı. Milyonlarca antetli kâğıt, binlerce okul tabelâsı hep değişti. İlk imlâ kılavuzunda dükan, dükanci, seyye (seyyie) jeneral, ispor, istasiyon, ahçı, atlaz, üranyom gibi tuhaflıklar vardır. (İmlâ Lugati, İstanbul Devlet Matbaası, 1928)
Eğitim Bilimleri dili ise anlaşılmaktan tamamen uzaktır: Çekinik gen, devinişsel alan, dönüt, erişi, güdülenme, özdeşim kurma, özelik, tümdengelim, tümevarım, tümel, tükel, uyumsama, duyuşsal vb. Bunları anlayan kaç kişi vardır. Kimse bana bunların ilmî ıstılâh olduğunu söylemesin.
Altının tozu bile kıymetlidir. Sarraf altını işlerken o tozları bile zâyi’ etmez. Dolayısıyla bugün nostaljik hâle gelse bile, Osmanlı Türkçesi kelime ve ibâreleri kullanılmalıdır. “ba’de harâbi’l-Basra (iş işten geçtikten sonra), ba’demâ, ba’dehû, beyne’n-nevm ve’l-yakaza (uyku ile yanıklık arası), beyne’l-havf ve’r-recâ, (korku ile ümit arası) mine’l-bâb ile’l-mihrâb (beşikten mezara kadar), lâ- ‘ale’t-ta’yîn, ‘ale’l-usûl, efrâdını câmi’ ağyârını mâni’ (esasları alıp teferruatı bırakmak) radıyallâhü anh, kaddesallâhü te’âlâ sirreh, an karîbi’z-zamân …
Gençler, aziz milletim! Bu unutulmaya yüz tutmuş ibâreleri kullanmak mazinizle ve ceddinizle irtibat kurmak demektir. Bu asla bilgiçlik ve ukalalık değildir. Bu asil bir davranıştır.
LÜTFEN VE KEREMEN
Gözümüzün nuru gençler! Dilimizin zenginliğinin farkına varalım… Bin senelik mîrâstan vazgeçmeyelim. Köksüz bir nesil olmayalım. Kütüphaneler dolusu eserleri, binlerce şer’iyye sicilini, tapu tahrîr defterlerini kimlere bırakacağız? Fî-emânillâh.
Bir dahaki yazımızda buluşmak ümidiyle esen kalınız
.
KAVİM-KAVMİYET; MİLLET-MİLLİYET -I- Milletlerin tarihî kökleri
4 Ekim 2020 02:00
PROF. DR. OSMAN KEMAL KAYRA
Millet olmak, halk ve topluluk olmaktan çok farklıdır. Evvelâ millet olunur, sonra teşkilatlanarak devlet olunur. Hâlâ ırk ayrımının zirvede olduğu ABD ve Batı’da millî devlet ve millet olamamanın sancıları vardır. Üstün ırk ve emperyalizm, İslâmiyet dairesinde olmayan her ülkede olabilir. Bu işin tabiatı budur.
İlk insan Hazreti Âdem’in (aleyhisselâm) zürriyeti çoğalmaya başlayınca çevresi genişledi; kendi neslinden kırk bin kişiye peygamberlik ve yöneticilik yaptı. Klânlar toplumların en ufak birimleridir; lügatlerde boy olarak da geçer. Boyda esas olan sülâledir. Ağırlık, usul (baba) ve sonra da füruğdan (ana) meydana gelir. Akrabalık ve hısımlık burada ağırlık kazanır. Aileler iç içe ve beraberdirler. Yiyecek ve içecekler imece usulü ile istihsal edilir. Bir kişi açsa herkes açtır. Tüketim de toplu kullanım esasına dayanır. Gizlilik ancak yurt denen çadırlarda aile sırlarıdır. Fertlerin kendi sevinç ve tasaları yoktur. Doğumlarda herkes sevinir; ölümlerde herkes üzülür. Bu sevinç ve tasada birlik, toplum yapısını inanılmaz derecede kuvvetli yapar…
Evlilikler genelde hep aynı boydandır. Bu durumda boyda herkes akraba veya hısımdır. Bu dar alan yaşayışı, suç oranını yok denecek kadar azaltır. Hırsızlık, zina, yalancılık, adam öldürme gibi suçlarda, sözlü kanun olan törelerle, müeyyideler müsamahasız bir şekilde uygulanır. Yaşı on dört olan her genç ve kılıç sallayabilen her erişkin obasını ve töresini korumakla mükelleftir. Savaştan kaçmak çok büyük bir suçtur. Bu dönemlerde savaşmak ve savaşta ölmek en büyük şereftir. Saldırana karşı koymak savaşın esasıdır. Başlangıç dönemlerinde, el işlemeciliği, ticaret yaygın olmadığı zamanlar rızık metaı avdan elde edilirdi. Av da ortak yapılır ve ortak tüketilirdi.
BOY VE BODUN-MİLLET
Bu arada bod (boy) ve bodun kavramları net değildir. Lügatlerde hemen hemen ikisine de aynı anlam yüklenmektedir. Bod; (boy), vücut, halk; bodun. (A. Von Gabain).Boy; ulus, kavim, kabîle, aşîret, hısım. (Dîvânü Lugâti’t-Türk Dizini) Bod, bodun, millet, (Tuncer Gülensoy, Köken Bilgisi). Muteber kaynaklar boy ve boduna aynı anlamları yüklemişlerdir. Bodundaki (-n) bir çokluk eki olarak geniş bir kavram meydana getirir. Buna millet denilebilir mi, örneklerle açıklayalım: Yazılı edebiyatımızın en kıymetli ve ilk ürünü olan Kültigin Âbidesi’nde karşımıza ilk çıkan kelime “oguş”tur. Anlamı; oymak, hısım, akraba, kabile, soy-sop, kavim-kardeş, aile, nesil ve boydur. (Muharrem Ergin, Orhun Kitâbeleri) Belli ki bu kelimenin kökü “ok” tur. “Ok” da teşkilât, teşkilatlı anlamındadır. “On Ok begleri bodunı”, “Tonyukuk ikinci taş.
Bod ve boduna gelince: “Otuz Tatar Tokuz Oguz begleri bodunı” “Otuz Tatar ve Dokuz Oğuz beyleri ve milleti” Türk Sir bodun yirinte bod kalmadı.” “Kitâbeler” Burada dikkat çeken iki anlam vardır. Türk Sir milletinin adı sanı kalmadı veya Türk Sir milletinin boyu bile kalmadı.
Tabgaç bodun Kitâbeler’de Çin milleti olarak geçer. Burada bodun tam millet olarak kullanılmıştır. O devirde Çin, yerleşik medeniyeti, ticareti, felsefî düşünceleri ile millet vasfını kazanmıştır.
Türk bodun, Kitâbeler’de en çok kullanılan ifadedir. Bu kelime (bodun) boy olarak da kullanılmıştır denilebilir, ama şu ifade çok farklıdır: “Az bodunug öküş kıldım.” Az bodun nüfusu az topluluktur. Bu yüzden millet ifadesinden uzaktır. Onu “öküş” (çok) kalabalık yaparak yine millet vasfını kazandırdım demektir. Diğer bir ifadede “Türk begler bodun eşiding.” (Türk beyleri ve milleti işitin.) Burada “bodun” net olarak millet şekliyle kullanılmıştır. Çünkü boyları idare eden beydir. Beyler! hitâbı boy beyleri ve bunların topluluğu da millet olarak geçer. “Türk kara kamag” ise teşkilatlı ve teşkilatsız halk veya yönetilen topluluk olarak geçer. Hülâsaten Kitâbeler’de “Türk bodun” kavramı Türk milleti anlamındadır. Yani Türkler, Kitâbeler’e göre millet olma vasfını bihakkın kazanmışlardır.
Milletleri meydana getiren klân, aşiret, boy, kavim her topluluğa göre değişik sosyolojik kriterler ihtiva eder. O zaman Çin, daha köklü bir millet gibi görünse de, Türkler, yaşayış, töre ve nev-i şahsına münhasır kültürleriyle tam bir millettir.
Hicret’in birinci yılında Enes b. Mâlik hazretlerinin evinde yapılan toplantıda kabul edilen prensipler, ilk İslâm anayasası olarak belirlenmiştir. 52 maddelik bu “Anayasa”nın 1. ve 2. maddeleri çok önemlidir: “Kureyş ve Yesribliler ve onlara katılmış olanlar ayrı bir topluluğu teşkil eder.”
Kur’ân-ı kerîm tamamlandığı zaman, muamelat (yani ticaret), münakehat (nikâh ve boşanma, veraset), ukubat (cezalar) ve ibadat bahsi, beraberinde tekmili bir anayasa oluşmuştur. Artık bütün ümmet, bir millet olarak sosyolojik ve psikolojik bir emniyet ve itimat içindedir. İşte tarihin ilk anayasası ve ilk mükemmel milleti.
KAVMİYET VE BAĞ
İlk kavimler kendi köklerine ve kavmiyet unsurlarına neden sıkı sıkıya bağlıdırlar? Burada öne çıkan en önemli faktör akrabalıktır. Akrabalık irsiyetle ilgili olduğu için çok geçerlidir. Kozmopolitleşen şehirlerde akrabalık kavramı zayıflarken, köylerde bu kavram değerinden hiçbir şey kaybetmemiştir. Soyadlarında bazı takılar hem akrabalığı hem de köklerle irtibatı sağlamlaştırır;“-gil” akraba, akrabalık anlamındadır. Başgil, Himmetgil vs. gibi… Bu ek hâlâ devam ederken onunla birlikte “-oğlu” soyadı da yaygınlaşmıştır. İmamoğlu, Kademoğlu vb. gibi.
26 Kasım 1934’te 2590 sayılı kânunla “ağa”, “hacı”, “hâfız”, “hoca” gibi lâkap ve unvanların kullanılması yasaklandı. Cumhuriyetten önce “-zâde” eki de lakap olarak kullanılırdı. Bu lakap sadece basit bir unvan veya mensubiyet ifade etmekten öte, seçkinliği de ifade ederdi. Soyda asalet, özellikleri taşırdı. “Paşazâde”, “Hocazâde”, “Kâdızâde” vb. gibi bu eki taşıyan bütün soyadları ve unvanlar da yasaklandı.
Bu akrabalık kavramları bütün dünyada yaygındır. 21. yy.da da kullanılan akrabalık ekleri sürekliliğini mutlaka devam ettirecektir. İşte dünyanın her yerinde var olan irsiyet ve mensubiyet eklerinden bazı örnekler:
İrlanda: -u (ua), eki soyundan anlamına gelir. “O’Donal” (Donaloğlu ) “O’Connor” (Connaroğlu) gibi…
İsveç: -son ve -sen ekleri. “Karl Larsson”, “Antonson” gibi…
Bulgaristan: -ov, -ev; ova, -eva”. “ Rebrov, Stepka Kostadinova.”
Rusya: -ov, -ova . “İvanov”, “İvanova” gibi...
Yunanistan: -idis,- iadis,-akis,-aki. “Teodorakis,” “İliadis”. Ayrıca Türklerden kalan “-ogluo”, “Mitrogluo” gibi...
Ermenistan: “-yan” eki en yaygın ektir. “Tomasyan”, “Atikyan” gibi...
Gürcistan; “-şivili”,”-dze”. “Şevardnadze”, “Beriaşvili” gibi...
Batı’da akrabalık ve nesep kavramları hiç ehemmiyet arz etmezken, soyadlarında bu kadar devamlılık dikkate değer. Mesela Amerika’da bu tip bir sülale bağı kurabilmek mümkün değildir. Çünkü Amerika henüz 250 yıllık (1774 ) birçok halktan meydana gelen suni bir topluluktur. Millet olmaktan ziyade bir tüccar devlet olan bu ABD’de fertlerin birbirine bağlılıkları kapitalizm ve güç üzerine bina edilmiştir. Hâlâ ırk ayrımının zirvede olduğu ABD ve Batı’da millî devlet ve millet olamamanın sancıları vardır. Üstün ırk ve emperyalizm, İslâmiyet dairesinde olmayan her ülkede olabilir. Bu işin tabiatı budur. Şaşılacak şey, kendi ülkelerinde her türlü aşağılamalara tâbi tutulan çeşitli siyahi ve melezlerin hâlâ kendilerini zelil ve hakir gören efendilerinin bozulmuş dinlerine körü körüne bağlı olup, onlara her türlü şerefin üstünde İslam şerefini veren bir dine yabancı kalmalarıdır.
AKRABÂLIK, NESEP VE İRSİYYET
Tarihte akrabalığın, aşiretin ve kabilenin en önemli olduğu dönemler ilk ve orta çağlardır. Benim en güvendiğim en yakınımdır. Tabii ki bu durumda usul ve füruğ yani oğul evlât, yeğen, akraba ve hısım dairesinde merkezden muhite itimat halkası meydana gelir. Peki, bunlarda istisnai durumlar, yâni ihanetler olmaz mı? Tabii ki vardır, fakat yaygın değildir. Bu durumda Hazret-i Osman (radıyallâhü anh) efendimizi soyculukla suçlayanlar, Tudorslara (İngiltere) Habsburglara (Avusturya) bakmazlar mı? Hâlâ kraliyet soylarını devam ettiren İngiltere, İspanya, Norveç Danimarka vb. ülkeleri görmezler mi?
Bu devirlerde ferdî mülkiyet kutsaldır ve törelerle ve toplumla korunma altındadır. Diğer bir konu da dinî törenlerdir. Gerek geleneksel dinî törenler veya ölüm hâdiselerinde, zaten aynı boy ve aynı kabileden olan insanların beraberliklerini perçinler. Nihâyet en mühim müessese töredir. Sözlü yaptırımlar olan töreler çok bağlayıcıdır. Toprak, bey ve toplum, töre parantezi içindedir. Törelerin hükümleri tartışılmaz. Töre, dinî ve içtimâî bağlayıcı ve toplayıcı âmir hükümlerdir.
EFSÂNELER VE DESTANLAR
Millet olmak, halk ve topluluk olmaktan çok farklıdır. Evvelâ millet olunur, sonra teşkilatlanarak devlet olunur. Kadim milletlerin tarihleri hep sonradan derlenmiştir. Târihte bu konuya ışık tutan aslî bir kaynak olmamakla birlikte mitler ve destanlar bir yerde kaynak gibi kullanılır. Millet olmuş her toplumun efsaneleri (mitoloji) ve destanları vardır. Bunların konuları genelde savaş ve kahramanlıklardır. Kavimler aynı ana ve aynı babadan, içinde yabancı olmayan topluluklardır. Destanlara baktığımızda birçok sosyolojik gerçeği görmemiz de mümkündür. Destanı olmayan millet olmaz. Destan köktür; tarihin gölgesidir. Atalar mirasıdır. Şimdi destanlara baktığımızda bazı Avrupa ülkelerin destanlarının da dilleri gibi pek temelli olmadığı görülür. Köklü milletlerden kadim Roma ve kadim Yunan destanlarında tanrıların çokluğu, onların ihtirasları, hile ve namus dokunmaları esastır. Almanların tek destanı Nibelungen, Avusturya’da 1200’lerde bir yazarın kaleme aldığı Alman destânıdır. (Nibe-langenlied) epik şiirlerden oluşan bir destandır. Beowulfbir Anglo-Sakson destânıdır. Aslen İskandinavyalılardan bahseder. Destan kahramanı Beowulf bile İskandinavdır, fakat bu destan İngilizlere aittir.
Kalevela, Finlerin tek destanıdır. Fransızların Chansende Rolan, Japonların Şinto (aynı zamanda Japonların kadîm dinidir) destanlarıdır. Rusların İgor destânı, Hintlerin Mahabarata ve Ramayana, Araplarda sîretler vb. milletlerin destanlarıdır. İliada ve Odisseia tahminî 12.110 satırlık maruf Yunan destanıdır. Mitolojide, Paris’in, Menelaos’un karısı Helena’yı kaçırmasını konu eden bir bir nâmus sarmalı destanıdır. İran’ın Şehnâme’si. Mısır destanları da dinî motiflidir. Aton dini Mısır’da kısa ömürlü olmasına rağmen Eski Ahit’ten etkilenmiş olabilir. Menfis Miti’nde “…Ve Tanrı göğün altında sular bir yere toplansın ve kara görünsün” diye buyurdu. (Tekvîn 1: 9) (Çev. Yalçın Ceylanoğlu) Yanlış! Hiçbir efsane, destan ve diğerleri ilâhî vahyin eseri olan kitapları etkileyememiştir.
Burada şunu da belirtelim ki, köklü milletlerin destanları MÖ’lerden kalma ve anonimdirler. Çin, Hint, Yunan, İran, Mısır ve Arap destanları çok eskidirler. Alman, Fransız, İngiliz ve Fin destanları bazen çok uluslu veya MS destanlarıdır.
Türk destanlarına gelince: Milletimiz destan zengini bir millettir. Tarihî destanlarımız İslâmiyet öncesi ve sonrası olarak ayrılmışlardır. Büyük millî destanlar yanında ayrı kavimlerin de destanları vardır. Meselâ Kırgızların Manas Destanı 500.533 mısradan oluşur. İslâmiyetten evvelki Saka Destanı’nın kolları olan Alp Er Tunga ve Şu Destanları MÖ. 4-7. yy.lara aittir. Oğuz Kağan Destanı, Bozkurt Destanı, Ergenekon Destanı, Türeyiş Destanı, Göç Destanı gibi destanlar Türklerin bu konuda en çok destana sâhip millet olduğunu gösterir. Dede Korkut Destanı Hikâyeleri İslâm öncesi ve İslâm sonrası geçiş metinlerinin en güzel örneğidir… Aynı konuya gelecek yazımızda devam etmek üzere esen kalınız efendim
.
KAVİM KAVMİYET, MİLLET MİLLİYET Kavimlerin isimlerdeki izleri
6 Aralık 2020 02:00
PROF. DR OSMAN KEMAL KAYRA
Oğuz boyları, Türkiye’deki 500 civarında yerleşim birimine adını vermiştir. Özellikle Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nde bu boy adlarının bulunması bir iddia değil, hakikattir. O hâlde bu vatana “Anatolia” (Anadolu) demek yerine “Türk ili”, “Türk yeri”, “Türkistan” ve “Türkiye” demek daha doğrudur...
Ülkemizde “Kayı” adı 31 yerde, “Bayat” 32 yerleşim biriminde, “Avşar” ismi ise 51 mahalde isim olarak bulunmaktadır.
Oğuz Boyları Türk ili Türkiye’ye damga vurmuştur.
En çok tartışılan konulardan olan kavmiyet-kavmiyetçilik, milliyet-milliyetçilik mevzuunda dinimizin bakış açısı değişmez kurallar koymuştur. Kitabımız Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde bu konularda neler buyrulmuş bakalım...
Kur’ân-ı kerîmde “kavim” kelimesi 387 yerde geçer. Lût, Semûd, Şuayb, Mûsâ, Hûd, İlyâs, Sebe, Tubba’ vb... Millet ise 51 yerde geçer. Bu kelime kavme göre daha özeldir; müspet mânâda ve genelde “din” anlamında kullanılmıştır. Kavimle irtibatlı olan âyetlerde “kezzebet” şeklinde “yalanladı” ifadesiyle ilgili menfî bir atıf vardır:
“Nûh kavmi de peygamberleri yalanladı.” (Şuarâ-105)
“Lût’un kavmi de uyarıcı peygamberleri yalanladı.” (Kamer-33)
“Semûd ve Âd kavimleri felâketi (kıyameti) yalan saymışlardı. (Hâkka- 4)
Tabii ki bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Milletle ilgili âyet-i celîlelere gelince:
“Yarattıklarımızdan daimâ hakka ileten ve adaleti hak ile yerine getiren bir millet bulunur” (A’raf-81)
“Rabbin dileseydi bütün insanları tek bir millet yapardı.” (Hûd-81)
“Daha önceki milletlere nice peygamberler göndermiştik.” (Zuhruf-6)
Millet, kabile, kavim ve akrabalık çok önemli olmakla birlikte, salih amelde olmayanların aile bağı da önemini kaybeder. Hazreti Nûh’un (aleyhisselâm) emrine uymayan oğlu için Kur’ân-ı azîmü’ş-şânda Allahü teâlâ mealen buyurdu ki: “Ey Nûh, kesinlikle o senden, ailenden değildir; o batıl ve bozuk amel sahibidir. Bu sebeple kesin bilgi sahibi olmadığın şeyi benden isteme! (Evlâdın diye zalim ve kâfirlere sahip çıkmayasın) diye sana öğüt vereyim.” (Hûd- 46)
Efendimiz kendisiyle kavim, kabile ve akrabalık bağı olmayan Selmân-ı Fârisî için “Selmân Ehl-i beytimdendir” demiştir. Selmân-ı Fârisî İran asıllı ilk sahâbedir. Hendek Savaşı’ndaki hendek kazılması fikri onundur. Rumca ve İbrânîce bilirdi. İncil, Tevrat ve Zebûr’u da iyi bildiği için kendisine “sâhibü’l-kitâbeyn” denirdi. (Kur’ân-ı kerîmle Eski ve Yeni Ahit) Medine’de Efendimizi ilk tıraş eden odur. Eshâb-ı suffa’dandı.
Millet ve kavimle ilgili diğer âyet-i kerîmelere gelince:
“Ey insanlar, gerçekten sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Tanışmanız için sizi millet ve kabilelere ayırdık. Şüphesiz Allah katında en değerliniz, ondan en çok korkanınızdır. (Günâhlardan sakınan, takvâ sâhipleri) Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir ve her şeyden haberdardır.” (Hucurât-49)
Kâdî Beydâvî hazretleri bunu tefsîrinde genişçe açıklamıştır. Ona göre şa’b (şu’be) aslı köke dayanan büyük topluluktur; o da kabileleri içine alır. Kabile de amâiri, (emirlikler) onlar da batınları, (göbekleri) batın da aşiretin kolunu içine alır. Bundan da yakın dallar meydana gelir. Bu durumda Huzeyme, Şab; Kinâne, kabiledir; Kusay, imâredir. Hâşim, fahz; Abbâs, fasîledir. Şu’ûb yabancı batınlardır. (Beydâvî Tefsîri, Ter. Doç Dr. Abdülvehhâb Öztürk, ss, 82-85,c.5 İst. 2013)
Mü’minlerin tek bir millet (ümmet) oldukları Kur’ân-ı hakîmde şöyle geçer: “Ümmetiniz tek bir ümmettir; ben de Rabbinizim. O hâlde gereği gibi sakının. (Enbiyâ- 94)
HADÎS-İ ŞERÎFLERDE MİLLET KAVRAMI
“El küfrü milletün vâhide.” Küfür tek millettir. Küfrün tek millet olduğu hususunda Hanefî, Şâfiî ve Hanbelî müctehid imâmlar (rahmetullâhi aleyhim ecmaîn) birleşmişlerdir. (E’t-tuhfetü’l-Kur’âni’l-azîm, Beyrut 1969 1, 163)
Şehristânî’nin meşhûr eseri “El-milel ve’n-nihal”inde “nihal” nihlenin cem’idir. Nihle yersiz vehim ve yersiz zandır. Dolayısıyla millet, vahye dayalı dinler için kullanılır. Nihal (nihle) ise vahiy dışı dinlerin sistemidir. (İmâmı Kurtubî, El-câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân 2.301)
“Sizin dininiz size, benim dinim bana” (Kâfirûn, 6). İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe, İmâm Şâfiî, İmâm Dâvûd, İmâm Ahmed bin Hanbel’in de içinde bulunduğu âlimler, bu ayet-i kerîmeye dayanarak küfrün tek bir millet olduğunu söylemişlerdir. Allâhü teâlâ “onların dînine” diye hitap etmiştir. Efendimiz “İki ayrı millete mensup kimseler arasında mirasçılık olmaz” buyurmuştur. Aynı âlimler bu hadîs-i şerîfi delil göstererek iki ayrı milleti İslâm ve küfür olarak belirtmişlerdir. (Buhârî, Ferâiz 126, Müslim Ferâiz 1, Ebû Dâvûd Ferâiz 10, Tirmizî Ferâiz 15, Tefsîrü’l-Kurtubî c.2, s.301)
TÜRKLERDE BOY, KAVİM, OYMAK VE OĞUZ BOYLARI
Oğuzlarda siyasi teşekkülün adı “él” “il” dir. Oğuzeli, Dulkadirli ili vb. Sonraları “el-il” yerine Arapçadaki “kavim” kelimesi kullanıldı. Oğuzlarda el’in meydana getirdiği teşekküllerin her birine “boy” (bod) denir. Onlar da obalara ayrılır. Kaşgarlı’ya göre bunların hepsi Türkçe kelimelerdir. Obalar da oymaklara ayrılır. “Oymak” kelimesi de aşiret anlamında olup Moğolca “ayimağ” kelimesinden gelir. (Tuncer Gülensoy, Köken Bilgisi, s. 642, TDK yay. Ankara, 2007)
16. yy.da Osmanlı âilesinin yurdu olan “Sultanönü Sancağı”ndaki Karacaşehir kazâsına bağlı bir köy “Tokuz Oğuz” adını taşımakta idi.
Oğuz Boyları Türk ili Türkiye’ye tam damga vurmuş ve onun ne kadar Oğuz Kağan’ın mîrâsı olduğunu göstermiştir. Hangi Oğuz Boyu hangi yerleşim alanlarında kaç defa kullanılmıştır?
Kayı 31 yerde Konya, Kütahya, Mardin, Sivas vb. Bayat 32 yerleşim biriminde; Alkaevli 2 yerleşim biriminde; Karaevli 4 yerleşim biriminde; Yazır 20 yerleşim biriminde (Mardin-Savur) Döger 12 yerleşim biriminde (Diyarbakır-Dicle, Urfa- Hilvan) Dodurga 16 yerleşim biriminde; Yaparlı 2; Avşar 51; Kızık 26; Beğdili 13; Bayındır 36; Peçenek (Beçenek) 7 (Mardin-İdil) Kargın 27; Çavuldur 14; Çepni 30; Eymür 35; Alayuntlu 2 (Mardin-Midyat-Dargeçit); Yüregir 17; İğdir (İğdır) 23; Bügdüz 7; Yuva (Yıva) 26; Kınık 46 yerleşim birimlerinde ad olarak kullanılmıştır. Bunların toplam sayısı 497’dir. Diğer Türk adı kavimleri, Uygur (Diyarbakır-Kulp-Ağaçlı), Yağma, Kuman, Kumanlar, Çiğil (Diyarbakır-Silvan) Halaç, Kazak. (Tuncer Gülensoy, 24 Oğuz Boyu’nun Anadolu’daki İzleri, KB, Millî Folklor Araştırma Dergisi Yayınları, 28, Ankara 1979)
Yukarıda da görüldüğü gibi Oğuz boyu adları Türkiye’deki 500 civarında yerleşim birimine adını vermiştir. Özellikle Güneydoğu Anadolu bölgesinde de bu boy adlarının bulunması bir iddia değil gerçektir. O hâlde bu vatana “Anatolia” (Anadolu) demek yerine “Türk ili”, “Türk yeri”, “Türkistan”, “Türkiye” demek daha doğrudur.
ŞEHİRLERİMİZİN ESKİ ADLARI
Yurdumuzdaki şehirleri arkaik adlarıyla anmamalıyız. Bunlardan bazılarını hatırlayalım: Tokat, Komanda Pontika; halkımız bunu Tokat’a çevirmiş. Trapezus (dört köşe, sofra), Trabzon; Amisos, Samsun; Nekide, Nikde, Niğde; Hititler döneminde Melittu, Malatya; Mabulla, Muğla; Tumana ve Gas’dan Kastamonu; İkonyum ve İkon’dan Konya; Angora’dan Ankara ki baştan buna Engürü denmiştir. Ankara’nın bir yerleşim biriminin adı Engürü Bağları’dır. Kayserra’dan pek değişmemiş olmakla birlikte Kayseri ve Stinpol’den İslâmbol- İstanbul.
Burada sadece birkaç adla yetindiğimiz değişimler hemen çoğu şehrimiz için geçerlidir. Yerleşime göre Bizans, Hitit, vb. kavim adlarıyla müsemmâ olan bu şehirlerimize, halk irfanıyla yeni adlar verilmiştir. Batı’da Osmanlı döneminde bizim olan şehirlerin adları ve Müslüman şahıs adları bile değiştirilmiştir..
Tabii ki şehirlerin adlarına yakıştırmalar da ilmî değildir. “Kon yâ mübârek!”ten Konya; “Cennet Burası”dan Bursa, “Tuğra bozan” veya “Tarâb Efzûn”dan Trabzon; “Kastın ne Muni”den Kastamonu gibi yakıştırmalar iyi niyetle ve gayret-i milliye ile yapılmış olsalar bile doğru değildir.
Türklerin Türkiye’yi mekân tutmaları her ne kadar 1071 olsa da Peçenekler ve Kumanlar yaklaşık 2000 yıl evvel Karadeniz sâhillerine yerleşmişlerdi.
İSLÂM DIŞI TEK MİLLET
Orta Çağ’da Avrupa’da dindar Hristiyan ülkelerin oluşturduğu politik bütünlük ve Europe’dan önceki sosyal bütünlüğe Christendum (Hristiyan ülkeleri bütünlüğü) denirdi. Giderek bu ad unutulurken bu birlikteliği bozmamak için asra uygun ekonomik-siyâsî-dînî bir topluluk oluşturuldu. Bunun adı zaman zaman değişti. Önceleri buna AET (Avrupa Ekonomik Topluluğu) dendiyse de sonra doğrudan AB yani Avrupa Birliği adıyla anılmaya başladı.
Katolik âleminin lideri Papa’dır. Tabii ki bu bir dînî liderdir. Vatikan da sembolik bir din devletidir. AB’nin omurgası Roma Antlaşması’dır. Bu Antlaşma’nın 80. yıl dönümündeki törende 27 AB ülkesinin devlet veya hükûmet başkanları Vatikan’da Apostolik Sarayı’nda ağırlandı. Sonra hep birlikte tarihî Sistin Şapeli’nde bir “âile!?” fotoğrafı çektirdiler. Bunun adı Hristiyan birliğini alenîleştirmektir.
Bütün altyapı hazırlıklarını tamamlamalarına ve ekonomisi birçok AB ülkesinden iyi olmasına rağmen, Türkiye ve Bosna Hersek’in istekleri hep savsaklanmaktadır. İşsizlik oranı on milyonu bulan Fransa ve ekonomisi dibe vurup hibeye muhtaç olan Yunanistan AB’ye ortaktırlar. Kaldı ki Yunanistan ve daha birkaç AB üyesi de Ortodoks’tur. AB ülkelerinde demokrasi şartı aranmakla birlikte, Roma Katolik Kilisesi’nin ruhânî lideri Papa monarşik bir devletin başkanıdır. Avrupa devletlerinin lâiklik ilkesini ön plâna çıkarmalarına rağmen, Papalık bu sisteme nasıl bakıyor acaba? Çünkü lâiklik önce bu devletin yapısına terstir. Ayrıca bütün demokratik ve lâik AB üyeleri monark ve bir dînî lider olan Papa’nın huzurunda el-pençe-dîvân durmaktadırlar. İçlerinde birbirleriyle düşman kardeş gibi olup birbirlerinin kiliselerine bile gitmeyen bu devlet veya hükûmet başkanları nasıl Papa’ya hulûs çakarlar? (El küfrü milletün vâhide )
İstanbul’un fethinden evvel Bizans mezhep çekişmeleriyle uğraşıyordu.1439’da Katolik ve Ortodoks kiliselerinin birleşme isteği halk arasında ayaklanmalara yol açtı. Bizans İmparatoru 8. İoannis Paleologos 1437 yılında gittikçe büyüyen Osmanlı-Türk tehlikesine karşı Doğu ve Batı kiliselerinin katılacağı bir konsil ile bunu yapabileceğini düşündü. 1439’da Fransa’da bu konsil üyeleri bir araya geldi. Bu, düşman kardeşlerin Türklere karşı ittifâkıydı. (Zorâki nikâh )
MEHTER GERÇEĞİ VE MİLLİYETÇİLİK
Mehter marşlarındaki “Türk milleti” ve “milliyet” ibârelerine gelince:
“Ceddin deden neslin baban, en kahraman Türk milleti-Türk milleti Türk milleti aşk ile sev milliyeti.” Bu marşın güftesi 1917’de İsmâil Hakkı Bey tarafından yazılmıştır.
“Târihi çevir, nal sesi kısrak sesi bunlar,/Delmiş Roma’nın bağrını mızrak gibi Hunlar” “Göktürkleri, Uygurlar, Oğuzlar Peçenekler./Türk’ün yüce târîhine bin bir zafer ekler.” Tabîî ki bunların bazıları zamanımız şâirlerinin şiirleri olup, Niyâzi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun şiirleri de bestelenmiştir; “Aylardan ağustos günlerden cuma” gibi.
Son zamanlarda “Târihi Çevir” marşını bâzı zümreler söylerken, Göktürkleri Uygurları, Oğuzları, Peçenekleri yok sayıp marş güftelerini bozuyorlar. Hatasıyla sevabıyla onlar bizim atalarımızdır. Onların genleriyle Orta Asya’yı katedip yurdumuza o silsileyle geldik; Hudâyî-nâbit (kendiliğinden yetişen) de değiliz. Elhamdülillâh 10. yy. İslâmiyetle şereflendik. 921’de ilk Müslüman Türk Devletini (İtil Bulgarları) kuran İlteber Almış Han’ı da (Câfer bin Abdullâh) unutmayalım.
Burada dikkat çeken husus tabîî ki “aşk ile sev milliyeti” ifadesidir.“Milliyet, uhuvvet, adâlet ve musâvat” kavramları Fransız İhtilâli’nden sonra “Hürriyet”e eklemelerle 1908 İkinci Meşrûtiyet’in sihirli şifreleri olmuştur.
Mehter Marşları millî duyguları dile getirdiği ve bizim mefâhirimizi (övüncümüzü, atalarımızı, Osmanlı’yı, Selçuklu’yu) hatırlattığı için teşvîk edilmeli ve yaşatılmalıdır.
Aslında adâlet, müsâvat, (eşitlik) uhuvvet (kardeşlik ) ve hürriyet İslâmiyet’in vazgeçilmez umdeleridir. Kulun hürriyeti Allâhü teâlâya ubûdiyetle başlar. Bunları başka bir zümreye ithâf etmek cehâlettir.
Bir dahaki yazımıza kadar esen kalınız efendim…
.
Batılı düşünürlerin gözünden milliyetçilik
8 Kasım 2020 02:00
PROF. DR. OSMAN KEMAL KAYRA
Albert Sorell’in “Türk diye bir kavim yoktur” sözü Yahyâ Kemâl’in suratına bir tokat gibi iner. Bu kâbustan çabuk uyanan Y. Kemâl, Paris’te zamanının büyük bir kısmını Türk tarihi, Arapça, Farsça öğrenimi ve divan edebiyatını incelemekle geçirir, sonunda “Osmanlılık ve Müslümanlığı terk eden bir ruhla Paris’e gittim; milliyetimin kıymetini Paris’te anladım” der.
Milliyet, vatan ve din kavramının reddi, hep Hristiyan kilisesinin ağır baskısına tepkiden doğmuştur.
Milliyetçilik kavramı 18. asra kadar bilinmeyen hüviyetiyle çok farklılık yaşadı.
Kavmiyet ve milliyet konularına Batılı sosyologların nasıl baktıklarını inceleyip, bizim dinimizin bu meselelere nasıl yaklaştığını mühim delillerle açıklamaya çalışacağız…
Sosyolojik açıdan millet olma şuuru, kabile şuurundan sonra ortaya çıkan detaylı bir süper-ego hâdisesidir. Alt benlikte yer eden baskıcı, ilkel vahiy dışı dinler ve bunlara dayalı kabile ve boy içi akrabalıklar, giderek yerini teşkilatlı ve modern olmayan millet kavramına bırakarak, toplum şuurunu temsil hüviyeti kazandı. Milletler vahiy dışı dinler sarmalı içinde iken, millet olma şuuru, giderek ayrı bir şekle büründü ve enternasyonalizme kadar uzandı. Milliyetçilik kavramı 18. asra kadar bilinmeyen hüviyetiyle çok farklılık yaşadı. 19. yy’a kadar böyle bir kavram tarifi bile ismen değilse heyecanla ve gayr-i şuurî olarak yaşanan bir vakıa idi.
Biz burada Batı ve Doğu sosyologlarının temyiz boyutundaki millet ve milliyet kavramlarına değil; Kitap, Sünnet-i seniyye ve Ehl-i sünnet ulemasının bize tanıdıkları hak nispetinde milletini tanıyan ve milliyet şuuruna salik bir topluluk olacağız.
Batılı sosyologlar milliyetçiliği niçin destekledi? Kendileri ve milletleri bu teze ne kadar inandılar?
Jean Jacques Rousseau (1712-1778) “Toplum Sözleşmesi” kitabında özellikle savunduğu “sivil din” teorisinde dini yorumlarken, “Hristiyanlık, Tanrı’nın krallığını ilan etmekle insanlar arasında otorite kavramını tehlikeye atmıştır. Yâni fert bir taraftan dinî otorite ile kiliyse bağlı kalırken, diğer taraftan sivil otorite olan devlete bağlılıkta tenakuza düşecektir. Bu durumda Hristiyanlık toplumsal birliği yok eder” ifadesini kullanır. Rousseau’ya göre toplumsal birliği yok eden her şey değersizdir.
SİVİL DİN KAVRAMI
Rousseau “Cumhuriyet rejimini salt bireysel haklar ve özgürlüklerin korunmasını hedefleyen kurumsal ve anayasal düzenlemelerle yaşatamayız. Bir cumhuriyeti yaşatacak olan, yurttaşların kamusal rûha sahip olmasıdır. Bu da ancak bir yurtseverlikle bütün semâvî dinleri yerini alacak yeni bir seküler dinle mümkündür. Bu yeni seküler din, aynı semâvî dinler gibi dogmalarını ( İslâmiyet’te nasslar ) ortaya koyacaktır. Halkın buna intibakı zaman alsa da, idari yönetimler, basın ve sanat çevreleri bunu sağlamak için var gücüyle çalışacaktır” düşüncesindedir
“Aydınlanmacılar” döneminde hümanizm, deizm (peygamber tanımama), ateizm (Tanrıtanımazlık), akılcılık, ilerlemecilik, iyimserlik gibi kavramlar etrafındaki kısır döngüde odaklanan halk, sivil din teorisinde kendilerine ve toplumlarına göre haklıdır. Emmanuel Kant (1724-1804 ) “Aydınlanma Hareketi”nin aslî teorisyenidir. Onun özellikle “Aklını kendin kullanma cesaretini göster” sözü tutkunları tarafından bayrak edinilmiştir. Aklını kullandığın kadar insansın diyen Kant, aklı en üst mertebeye çıkarır. Ama İslâmiyet’in akıl olmayana mesuliyet bile yüklemediğini Kant akıl edebilseydi, herhâlde aklı daha başka düşünürdü. Onun müfrit talebesi Schopenhauer ( 1788-1860 ) aynı yolu takip etmiştir. Fakat Hegel gibiler aklın sonsuz hürriyetine ve ferdiyetçiliğe karşı çıkmışlardır. Bunların ortak görüşleri milliyetçiliğe ve dine karşı olmalarıdır.
Kilisenin mutlak dinî otorite olmaktan öte bir de mutlak siyasi ve yargı otoritesi olması, Orta Çağ Hristiyanlığına karanlık bir çağ yaşatmıştır. Ferdî hürriyet ve âdil yargılama yoktur. Fuhuş yapan asiller ve halka bir müeyyide uygulanmazken, fâhişeler en ağır şekilde yargılanmaktadır. Ne tuhaf bir mantık: Fuhuş serbest fakat fâhişeler en âdî suçlu… Zenginlere sefahat, fakirlere sefalet reva görülmüş; aç fakirler bir ekmek çalınca kürek mahkûmu olmuşlardır.
Kilise dokunulmazlığını ve tartışılmazlığını bu kurum, kendi karanlık dehlizinde ve baskıcı bir şekilde halka kabul ettirmiştir. Bu yüzden Avrupa’ya göre lâisizm ve sekülarizm kaçınılmaz bir sonuçtu. Yasama, yürütme yargı olmadığı gibi, hiçbir ferdî hak ve hürriyet de yoktu. Krallar, kardinallere karşı gelemezlerdi
Ferdî hürriyet, âdil yargılama ve meşîhat kapısı yanında Hilâfetin idârî mercî olduğu İslâmiyet’te, sekülarizm veya lâisizm pek de düşünülmesi gereken bir sistem değildi.
MODERN VE TANRISIZ BEŞERÎ DİNLER
Emil Durkheim (1858-1917) “sivil din” anlayışını anlatan kitabı “Dînî Hayâtın İlkel Biçimleri”nde ilkel kabilelere belli bir önem atfeder. Bir bitki veya hayvanı totem olarak ele alan Durkheim, dinin başlangıcını totemizme dayandırır.
İlkel cemiyetlerde mücerret kavramlara inanma işi çok zordur. Müşahhas (canlı veya görülebilen her şey) totem-tanrı olabilirdi. Peygamberân hazerâtı bu ilkellikle çok uğraştılar. Hazret-i Mûsâ kavmini biraz terk edince, hemen altından bir buzağı heykeline tapınmaya başladılar.
Charlton Hayes (1862-1964) “Milliyetçilik Üzerine Denemeler” adlı kitabında, dinin, milliyetçilikle aynı noktada olduğunu savunur. Hayes milliyetçiliği bir din olarak görür. Millî marşların, açılış konuşmalarının ve geleneklerin dine benzediğini savunur. Totaliter rejimlerde tartışılmaz liderlerin her sözü bir dogma gibi kabul edilir. Liderin ortaya koyduğu doktriner sistem, bol sloganlarla düşünmeyi iptal edip çeşitli törenlerin ve görkemli kutlamaların gölgesinde yeni bir mutasyon toplum ortaya koyar. Bu toplum için düşünmek âdeta yasaktır. Liderin her sözü doğrudur. Zaman zaman halk arasında görünen mutlak liderler, halka pek değer vermemekle birlikte, onun bir parçasıymış gibi hareket ederler. Bu sistemlerde din duygusu liderin otoritesine ortak olduğu için itibarsızlaştırılır.
Seton Watson (Robet William Seton Watson) (1879-1951) millet ve milliyet fikirleriyle Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun dağılmasında aktif olarak rol alan İngiliz politikacı ve aktivisttir.
Almanya’nın Prusya’ya yenilmesiyle Durkheim’in de vatanseverlik ve milliyetçilik duyguları gelişmiştir. Durkheim, Fransız İhtilâli’ni yeni kutsal formların ortaya çıktığı kritik an olarak yorumlar. Ona göre ortak eskimiş tanrılar hükmünü yitirmiştir. Toplum artık tanrı yerine kendisini koyar veya yeni tanrılar keşfeder. Durkheim’e göre vatanseverlik enternasyonal milliyetçiliğe, yâni evrenselci bir anlayışa giden yolu açmaktır. Sonunda Durkheim kendi tercihinin evrensel bir din olduğunu ima etmiştir. Bunu da “İnsanlık Dîni” olarak nitelendirmiştir. Tabii ki onu bütün dinlerin yerine ikame etmiştir.
(Mesut Düzce, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, Emil, Durkheim’de Bir Sivil Din Olarak Milliyetçilik ve Vatanseverlik ss. 645-653)
Fransız tarihçi ve akademisyen Albert Sorell (1842-1906 ) “Türk milleti diye bir millet yoktur. Var olan düşman topluluklar ortasında otağ kurmuş fâtihlerdir. Türklerin şeklini verdiği şeye asla devlet denemez. O da zapt etmekten başka bir şeye yaramayan bir ordudur ki, durmaya zorlandığı andan itibaren çözülme temayülü göstermiştir” diye nefret dolu sözlerini sarf eder. Albert Sorell Science Politique’te akademisyendir. Bu, akademide Yahya Kemâl’in de hocası olmuştur. Hatta Yahya Kemâl ilk önce ondan bayağı etkilenmiştir. Bu fikirlerle Kemâl, o zaman vatanı zindan, Avrupa’yı nur olarak görür. Pek tanınmamış olmakla birlikte bir bürokrat ve tarihçi olan Besâlet Ersanlı “Nâmık Kemâl ve arkadaşlarının en büyük hatası, o günün şartlarında İstanbul’u Paris yapmak hülyasıydı” diyor ki mükemmel bir teşhistir. Sonra Albert Sorell’in “Türk diye bir kavim yoktur” sözü Yahya Kemâl’in suratına bir tokat gibi iner ve Türklük tarihini incelemeye başlar.
Bu arada “Üç Tarz-ı Siyaset” ile Türkçülüğün Manifestosu” olarak kabul edilen Mısır’da 1904 yılında evvelâ makale sonra kitap olarak yayınlanan eseriyle Osmanlıcılık, İslâmcılık ve Türkçülük kavramları üzerinde fikirler ileri Yusuf Akçura da Yahya Kemâl’le birlikte Albert Sorell’in talebesi olmuştur. (Bu konulara ileride de temas edeceğiz.)
Bu kâbustan çabuk uyanan Y. Kemâl, Paris’te zamanının büyük bir kısmını Türk tarihi, Arapça, Farsça öğrenimi ve divan edebiyatını incelemekle geçirir, “Osmanlılık ve Müslümanlığı terk eden bir ruhla Paris’e gittim; milliyetimin kıymetini Paris’te anladım” der. Yahya Kemâl’in bu ferasetinden uzak kalan Jön Türk ve Tanzimat çığırtkanlarının şuursuzluğuyla başlayan Frenkleşme histerisi, koskoca bir devletin yıkılışını hazırlamıştır.
Yine Y. Kemâl “Paris’te talebe mitinglerine gidiyordum. Balkan Harbi öncesinde bizim ekalliyetler (azınlıklar) Rumlar ve Bulgarlar büyük bir miting tertip ediyorlardı. O sırada bizim Jön Türkler Abdülhamid’i yıkmakla meşguldüler; yoksa Türk milletinden falan haberleri yoktu. Baktım da bunların asıl amacı Türk milletiydi” der. (Murat Gedik 2018’den faydalanıldı.)
HALÎFELİK KULLANIMI VE ÜMMET-MİLLET BİRLİĞİ
Halife unvanının kullanılması başlangıçta farklıydı. Zaten Osmanlı’dan evvel de Gıyâseddîn Keyhusrev, kitabede hakan ve halife unvanını kullandı. Hindistan Delhi hükümdarları da halife unvanını kullandılar. Fâtih Sultan Muhammed Han Kânûnnâme” sinin dîbâcesinde bu unvanı kullanmıştır. İbni Kemâl, Sultan II. Bâyezid’in de bu unvanı kullandığını yazar. III. Selîm Han’dan itibaren bu halîfelik unvânı daha net fakat etkisiz kullanılmaya başladı. Sultan Abdülmecid, Kırım Savaşı’nda ( 1853-1856 ) halîfe unvânını Ruslara karşı İslâmî vahdeti tebarüz ettirmek için bilhâssa kullanır. 1861’de tahta çıkan Abdülazîz Han, bu unvanı kullanıp gereğini icra etmeye çalışan, Batı’yı sevmeyen, tasarrufu tavsiye ederek masrafların kısılmasını isteyen bir sultandı. Halk bu hakanı ikinci bir Yavuz olarak sevdi. Alenî düşman Rus’un yanında sinsi ve münafık düşman İngiltere ve Fransa’ya karşı orduyu yenileyip kuvvetli bir donanma yapan, inanılmaz bir eğitim hamlesiyle bir sürü okul açan bu sultan, Batı’dan çok iç düşmanların husûmetini celbettiği için bu hamleci hakanı şehit ettiler.
Abdülhamid Han Pan-İslâmizm’i etkili bir silâh olarak kullanıp ümmet (millet-i İslâmiyye) kozunu oynamayı planladı. Ama Avrupa-azınlıklar-iç hainler ve maalesef bazı İslâm toplulukları bu hareketi akîm kıldı. Abdülazîz’in bıraktığı yerden aynı hamleleri devam ettiren ve İslâm bayrağını ve halifeliği i’lâ ettiği için ipten kazıktan boşanmış Makedon ve Balkan çapulcularıyla tahttan indirilip sürgün edilen II. Abdülhamid için “Amacımız evvelâ onu tahttan indirmekti. Sonra ne yapacağımızın plânını bile yapmadık” sözleri hâlâ tarihin tekerrürünü bağıra bağıra ilan etmektedir.
MİLLİYETÇİLİK VE EVRENSELLİK
Milliyet, vatan ve din kavramının reddi, hep Hristiyan kilisesinin ağır baskısına tepkiden doğmuştur. Victor Hugo ( 1802- 1895 ) “Les Burgraves” adlı piyesinde “Avoir pour patrie le monde at pour nation l’humanite” yâni “İnsanlık milletinden ve dünya ülkesindenim” diyordu. Tevfik Fikret, “Haluk’un Âmentüsü”nde “Toprak vatanım nev’-i beşer milletim” diyerek aynı konuyu tekrarlıyordu. Aslında bazıları, tarîk-i sûfyyeyi yorumlayamadığından vatan ve millet kavramını reddederler. Yûnus’un “Yetmiş iki millete bir bakmayan-Şer’ile evliyâsa hakîkatte âsîdir” beyti gibi…
Yine bir Arap şâirinin “İzâ kâne aslî min türâbin fe-küllehâ-Bilâdî ve küllü’l-âlemîne akâribî” (Aslım toprak olunca bütün topraklar vatanım, bütün âlemler yurdum herkes akrabâm) diyordu.
Yunus’un ve diğer sûfîlerin bütün sözleri bizim için şer’î deliller olamaz. Onların muradı, söyledikleri şeyin çok zaman fevkinde olup sekr ile söylenmiş sözlerdir. Kendi kimliklerinden ve bildiklerinden mücerret bir hâlde yaşayan dervişânı, haymatlos gibi vatansız ve beynelmilelci düşünmek bu Türkmen dervişine (Yûnus) ve diğer sûfîlere büyük saygısızlık olur. Anadolu’nun her cihâdında Ahi dervişânını ve hattâ Bacıyânını savaş meydanlarının gönüllü neferleri olarak gördüğümüzde, bu duâ ordusunun aynı samanda erbâb-ı seyf (kılıç erbâbı) olarak da müşâhede ederiz ki vatanseverlik ve milliyetperverliği başka hangi kalıba oturtabiliriz acaba?
Gelecek yazımızda aynı konuya devam edeceğiz inşallah. Esen kalınız efendim...
.
Bozkurt Efsanesi ve Türk’ün atası Oğuz Kağan
3 Ocak 2021 02:00
Prof. Dr. Osman Kemal Kayra
17. asır Çağatay Türkçesinde kendisi “Tanrı taâlâ” diyen Ebülgâzî Bahâdır Han, Oğuz’un “Allah Allah” dediğini nakletmiştir. Çünkü Allahü teâlânın adı vahyî dinlerde Tevrat’ta ve İncil’de hep Allah’tı. Arş’ın iki ayağından birinde Allah, diğerinde Muhammed (aleyhisselâm) yazılı idi.
Bozkurt belki çok eski zamanlarda Türklerde bir totemdi. Türkler, ana yurtlarında kurda önce “tanrı” diye tapmışlar, sonra kendilerinin bozkurt soyundan geldiklerine inanmışlardır.
Moğollara Türk demek, ırk bilimiyle bağdaşmaz.
Bir kavim coğrafi mekânda ne kadar yer değiştirirse, sosyal hayatı da o kadar değişken olur. Bunların başında dinî unsurlar, nüfus değişkenliği, savaşlar gelir ve bunlar yeni bir kültür coğrafyası doğurur. Çin, Yunan, Fars, Arap milletlerine baktığımızda bunu daha iyi anlarız. Bu kavimler sabit-mekân ve savaşları nispeten dar alanda olduğu için destanları az, kültürleri homojen ve dinleri sosyal vahiy dışı dinlerin seyri dâhilinde olmuştur. Makedonyalı Filip’in Türkistan’a gidişi belki o devrin en büyük hadisesidir. Aristo’dan dersler alıp Diyojen’le tanışan bu Genç Kral, dünyanın yarısına hükmetmiş ve Türklerin “Şu” destanına bile konu olmuştur.
Türkler dünyanın en fazla yer değiştiren, farklı kültür ve dinlerle temas eden nadir milletlerdendir. Nerede yerleşip, nereden ve nasıl çoğaldılar, türlü kaynaklardan edindiğimiz bilgilerle konuya açıklık getirmeye çalışalım…
İLK “TÜRK”…
Hazret-i Nûh alehisselâm, kavmi isyankâr olunca vukû bulan “tufan”dan sonra gemisiyle Musul yakınlarında Cûdi denilen dağa çıktı. Gemiden çıkan insanların hepsi öldüler. Hazret-i Nûh, üç oğlu ve üç gelini iyileştiler. Nûh aleyhisselâm üç oğlunu başka yerlere gönderdi. Hâm adlı oğlunu Hindistân’a, Sâm’ı Îrân’a, Yâfes’i de Kuzey Kutbu tarafına gönderdi. Yâfes’e bâzıları peygamberdi demişler, bâzıları buna katılmamışlardır. Sonra babasının emri ile Cûdi dağından İtil Yayık suyunun yakasına geldi. Sekiz oğlu vardı. Çocukları daha da çoğaldı. Onların adları Türk, Hazar, Saklap, Rus, Ming, Çin, Kimeri ve Târih’ti… Yâfes ölümünden önce Türk’ü yerine oturtup çocuklarına dedi ki: Türk’ü kendinize pâdişâh bilin ve onun sözünden çıkmayın…
Türk çok akıllı ve çok edepli idi. Çok yerler gezdikten sonra bir yeri beğenip orada durdu. Burası Isıg Köl’dü. İlk çadırı (otağ) o kurdu. Türk, ölümünden evvel dört oğlundan “Tütek”i yerine vekil bıraktı. Yemeğe tuz koymak ondan kaldı.
Alınca Han’ın ikiz oğlu oldu. Onların adları “Tatar ve Moğol” idi. Alınca Han’ın büyük oğlu Kara Han’ın büyük hatunundan bir oğlu oldu. Üç gece gündüz anasını emmedi. Her gece o oğlan anasının rüyâsına girip;
-Ey ana Müslümân ol! Eğer Müslümân olmazsan ölürsen ölürüm, senin memeni emmem, demişti. Anası oğluna kıyamadı ve Tanrı’nın birliğine îmân etti. Sonra oğlu memesini emdi. Anası bu hâdiseyi sakladı. Dolayısıyla Türk halkı Yâfes’ten Alınca Han zamanına kadar Müslümân idi. Alınca Han zamanında zenginleşen halk yaratıcıyı unuttu ve kâfir oldu. Kara Han zamanında kâfirler öyle azgınlaştılar ki babasının Müslüman olduğunu öğrense oğlu babasını; babası oğlunun Müslüman olduğunu öğrense oğlunu öldürürdü.
Kara Han oğlu bir yaşına gelince ona ad vermek için meclis topladı, fakat oğlan bir yaşında, “Benim adım Oğuz’dur” dedi. Toydakilerin hepsi şaşırdılar. “Bu çocuk bu yaşta konuştuğuna göre bu ulu devletli bir ve uzun ömürlü olacaktır” dediler.
Oğuz’un dili açılıp konuştuğunda “Allah, Allah” der gezinirdi. Onu işitenler dediler ki: Çocuktur, dili dönmediğinden ne dediğini bilmiyor. Allah kelimesi Arapça olup Moğol’un hiçbir atası Arap dilini işitmiş değildir. Oğuz’u Tanrı taâlâ anadan doğma velî yaratmıştı; onun için gönlüne ve diline kendisinin adını getiriyordu. (Ebü’l-gâzî Bahâdır Han, Şecere-i Terâkime-Türklerin Soy Kütüğü, Hazırlayan Muharrem Ergin, ss. 22-26 Tercüman 1001 Temel Eser, 33 İstanbul.)
Dikkat edilirse 17. yy. Çağatay Türkçesinde “Tanrı taâlâ” diyen Ebülgâzî Bahâdır Han, Oğuz’un “Allah, Allah” dediğini nakletmiştir. Çünkü Allahü teâlânın adı vahyî dinlerde Tevrat’ta ve İncil’de hep Allah’tı. Arş’ın iki ayağından birinde Allah diğerinde Muhammed “aleyhisselâm” yazılı idi.
“Yâfes, Nûh aleyhisselâmın üç oğlundan biridir. Çin, Rus, Slav ve Türkler bunun soyundandır. Yâfes, beş yüz yaşında suda boğuldu. Binlerce torunu Asya’ya ve o zaman mevcut olan kara yolları ile Okyanus Adalarına yayıldılar. Sonra gelenler Nûh aleyhisselâmın ve Yâfes’in dînini unutarak yıldızlara, güneşe ve putlara tapınmaya başladılar.” (Tam İlmihâl, Seâdet-i Ebediyye”, Hazırlayan Hüseyn Hilmi Işık, S. 1189, İstanbul, 2009) Adı geçen Seâdeti Ebediyye eserinde Oğuz Han “rahmetullâhi teâlâ aleyh” şeklinde yazılmıştır.
“Tevrât’ın muhtelif yerlerinde Yâfes’in adı geçer.” (Türk Ansiklopedisi, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1985, s.4689.)
“Yâfet (Yâfes) İbrânî Peygamberi, Nûh’un oğlu Hâm ve Sâm’ın kardeşi.” (Meydan Laorusse, Meydan Gazetecilik Şti, s.686, İstanbul, 1973)
Hazret-i Nûh nice yıllar kavmini tevhîde (Allah’ın birliği inancına) davet eyledi. Yalnız oğulları Sâm, Hâm ve Yâfes ile zevceleri ve diğer pek az kimseler îmân edip, sâiri kulak asmadı… Kabâil-i Türk’ün babası Yâfes’ti. (Ahmed Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, ve Tevârih-i Hulefâ c I . ss. 18-19, İstanbul, 1969.)
Burada iki noktayı belirtmekte fayda var: Birincisi, Yâfes Meydan Laurusse’da İbrânî Peygamberi olarak gösterilmiş. Başka bir yerde böyle bir kayda rastlayamadım. Kaldı ki Yâfes, babası Nûh aleyhisselâm tarafından Kuzey Kutbu tarafına gönderilmiştir. Kısas-ı Enbiyâ’da da “Türk kabîlelerinin babası” diye geçer. Ayrıca Yâfes’in Tevhid dînine inanmasına rağmen, peygamberliğine dâir bir kayıt yoktur. İkinci önemli nokta Oğuz Kağan için bir ilmihâl kitabında “rahmetullâhi teâlâ aleyh” ifadesine ilk defa rastladım. Seâdet-i Ebediyye’de Türk’ün atasına bu şerefli ifadeyi bırakan muhterem Hüseyin Hilmi Efendi’ye rahmetler diliyorum.
MOĞOL VE TÜRK FARKI
En Eski Altay Devri’nde Türk-Moğol, Mançu-Tunguz akrabalığı ve dil birliği vardı. Mîlâttan önceki dönemlerde Moğollar Türklerle temasa geçmişlerdir. Bir kısmı Türkleşmiş ve Türklerde Mongoloidlik başlamıştır. Çok az olmakla birlikte Türklerden de Moğollaşanlar olmuştur.
Cengiz Han, Göktürk Hanedanından inmiş, Moğollaşmış bir Türk prensi olup, bir Moğol kabilesinin beyi idi. Müslüman olmayan Türkleri etrafında toplayarak eski Türk hakanlarının teşkilâtlanmasını örnek almış ve Çin’i fethetmeye kalkmıştır. 1215’te Pekin’i (Hanbalık) alarak Müslüman Türk illerine saldırdı. Asya’dan Doğu Avrupa’ya atlayarak dünyanın büyük bir kısmına hâkim oldu. Gaddar, zalim ve tedhişçi ama mükemmel bir teşkilâtçı idi. Moğollara artık Türk demek ırk bilimiyle bağdaşmaz. Aralarındaki bazı kültür farklarına göz attığımızda bunu daha iyi anlarız:
Moğollar domuz besleyip yedikleri hâlde Türkler İslamiyetten evvel de domuz yemediler. Türklerde bakirelik çok önemli olduğu hâlde Moğollar bu konuya pek değer vermezlerdi. Moğollar misafirlerine gece kendi kadınlarını ikram ederlerdi. Bu çirkin âdete hiçbir eski Türk kavimlerinde rastlanmamıştır. (Jean Le Roux, “Türklerin Tarihi”) Moğollar zevk için kan dökerler, Türkler ise düşmanlarına bile asla zulmetmemişlerdir. Moğollar Şamanist iken, Türkler “Kök Tengri” dinine inanıyorlardı.
Bugünkü Moğolistan ise tamamen bir Türk yurdu idi. Göktürk Âbideleri’nin Moğolistan’ın Orhun Vadisi’nde olması bunun en büyük delilidir. 940 yılında doğudan gelen Moğollar, zaten Moğolistan’ı terk etmeye başlayan Türklerin hepsini Türkistân’a sürerek ülkeyi tamamen Moğollaştırdılar. (Age.Türk Ans. S, 4690)
BOZKURT EFSÂNESİ
Eski devirlerde tevhîd dininin dışında kalan topluluklar dalâlet içinde tabiata, hayvanlara ve bitkilere tapıyorlardı. Bunlar, zamanında tapılan bir totem, sonra bir mit veya rehber olarak kabul edilmişlerdir. Bu meyanda Almanya kara kartalı; Çin pandayı; Rusya ayıyı; İngiltere aslanı; Fransa horozu; Avustralya kanguruyu; Yeni Zelânda kivi kuşunu; Hindistan kaplanı; Türkler ise bozkurtu totem veya sembol olarak kabul etmişlerdir. Toteme tapılır fakat ilâh olarak kabul edilmez; eti yenmez, bitkisi koparılmazdı. (Prof. Dr Hikmet Tanyu, Totem, Totemizm, ve Tabu Üzerinde Yeni Araştırmalar, ss, 1-18)
Böri Tigin / Bor Çigin, Cengiz Han’ın oğlu Börü’dür. Bozkurt belki çok eski zamanlarda Türklerde bir totemdi. Hunlar zamanında bir töz (kök, asıl, temel), Göktürkler zamanında bir semboldü. Türeme, soyu yok olmaktan kurtarma ve kılavuzluk etme hususunda, Türk efsaneleri ve destanlarında kurdun ortak noktası “tanrısallığı”dır. Türkler ana yurtlarında kurda önce “tanrı” diye tapmışlar, sonra kendilerinin bozkurt soyundan geldiklerine inanmışlardır. Bozkurt başlarda Türklerin totemidir. Göktürkler ve Uygurlarda kurt ata iken, Oğuzlarda erkek bozkurt bir millî kılavuz olarak görülmüştür. Eski Türklerde kutsal olduğuna inanılan kök (gök) Tanrı’nın isimlerinden biri olarak düşünülmüştür. Dolayısıyla “böri”nin “kök” ile beraber kullanılması, ona kutsiyet verildiğinin işaretidir. (Zekiye Tunç, Yıldız Akbulut Marmara Türkiyat Araştırmaları Dergisi, c.3, s. 1ss, 81-83/ Zeki Velîdi Togan, Bozkurt Efsânesi, Türkler Ansiklopedisi, III, s. 981)
Oğuz Kağan Destânı’nda Oğuz’un beylere ve halka yaptığı konuşmasında “Kök böri bolsungıl uran” (bozkurt sesi bize savaş narası olsun) der. Türkler bu sesle düşmanı korkutmuşlardır. Yine Oğuz Kağan Destanında, Oğuz’un çadırına güneş gibi bir ışık girdi. Işıktan gök tüylü gök yeleli bir bozkurt çıktı ve Oğuz’a “Ey Oğuz, sen Urum üzerine yürümek istiyorsun. Ey Oğuz, senin önünde ben yürümek istiyorum” der. Burada bozkurtun, Oğuz Kağan’ın karşısına kutsal bir ışık içerisinde gönderildiği ve ona kılavuzluk ettiği anlatılmaktadır. Yani burada bozkurt tanrı değil, Yaratıcı tarafından gönderilen bir kılavuz olarak tasvir edilir. Hemen bütün Türk boylarında bozkurt motifi vardır.
OSMANLILARDA BOZKURT MOTİFİ KULLANILDI MI?
Akıncılar, başlarına Orta Asya’daki ataları gibi kızıl börk giyiyorlardı. (Kemalpaşazâde, Tevârîh-i Osmân, Ali Emîrî No. 31, v.95 b.) Kızıl (al, kırmızı) Osmanoğullarının hânedân rengi olup oradan Türk Bayrağı’nın rengi olmuştur. Muhtemelen I. Kosova Savaşı’ndan beri böyledir. Sultan denen Osmanlı prensesleri de gelinliklerini kırmızı giyerlerdi. Bizzat akıncı subaylığından yetişme, sonradan maliyeye geçen ve Sokollu-zâdelerden Peçevî İbrâhîm Efendi (Paşa), dayısı Ferhâd Paşa’yı anlatırken akıncıların börklerinin üzerine “kurt başı” koyduklarını yazar. Artık bu büsbütün Orta Asya’dan getirilmiş bir millî semboldür. Bu sembol İslâm öncesinden kalmış iki bin küsur yıllık geçmişe sahiptir. Akıncılar kartal kanadı takınır ve subaylar çok değerli olan kaplan ve leopar postu giyerlerdi. (Yılmaz Öztuna, Târih ve Medeniyet Dergisi, sayı 21, S. 16)
Bozkurt başlarda belki totem olarak kullanılsa bile Oğuz Kağan ve Göktürklerde sadece bir rehber, kılavuz olarak görülmüştür. Asya bozkırlarının hürriyet âşığı olan bozkurt, Türklerin karakteri ile birebir örtüşür.
Ayrıca her hayvan -totem veya rehber olsun- coğrafî mekânlarla doğrudan ilişkilidir. Aslan ve kaplanın çok olmadığı Asya bozkırlarının kralı bozkurttur. Gerçi Türklerde Bars Beg (pars) da vardır ama nadirdir.
Bugün sınır boylarında ve şehirlerde savaşan ve şehâdete susayan kolluk kuvveti yiğitlerimiz, elleriyle bozkurt işareti yaparken yüreklerden gelen sesle, bozkurt ulumaları gibi naralar atmak yerine “Allah Allah” tesbih nidalarıyla düşmana saldırıyorlar. Onların dillerinde Allah, alınlarında secde, kalplerinde cezbe varken bozkurdu sadece bir itici güç olarak hatırlıyorlar. Bütün hücrelerinde Resûl-i zîşân Efendimizin sevgisi, şâh-ı şehîd Hazret-i Hamza ve Ebâ Eyyûb el Ensârînin şehâdet rüyaları peşinden koşarlarken, kendilerine Anadolu kapılarını canı pahasına açan Sultan Alpaslan ve Kosova şehidi Sultan Murâd-ı Hüdendigâr’ın halefleri olduklarını bütün cihana ilân ediyorlar. Bu yiğitler hiçbir eski kayıtta bulunmayan “Tanrı Türk’ü korusun” yerine “Allah Müslüman Türk’ü korusun” ifadesini baş tacı ediyorlar. Cûdi ve Gabar dağlarında kar üzerine serdikleri seccadeleriyle Altay Dağları ile Cebel-i Rahme arasına manevi köprü kuruyorlar. Bu yiğitlere “kurtçu”, “kurda tapıyorlar” demek vebaldir.
Bir dahaki yazımızda buluşmak üzere esen kalınız efendim..
.
OSMANLI DEVLETİ VE TEDRÎSÂT -I- Mazideki talim terbiye
31 Ocak 2021 02:00
PROF. DR.OSMAN KEMAL KAYRA
Osmanlı’da çocuk 4-5 yaşlarına gelince “Besmele” ve “Âmin Alayı” ile eğitimine ilk adımını atardı. Pedagojik olarak çocuk için yapılan bu merasim, onda büyük bir sevinç ve iç huzuru meydana getirir ve mektep korkusunu yenerdi. “Âmin Alayları” mektebe yeni başlayan çocuklar için teberrüken yapılan bir merasimdir ve bugünkü okul öncesi eğitime tekabül eder.
İnsanoğlu akil olmadan evvel, yani sabi iken, taklitçi ve kendi seviyesinde gözlemcidir. Merak ve yeni şeyler görmek, sabâvet (çocukluk) dönemi için çok önemlidir. Tefekkür olmadığı için tecessüs, objelerle ilgili ve sathîdir. Merak, görünen şeyleredir. Muâkale (akıl yürütme) yoktur. Seçicilik akla göre değil, göze göredir. Kavramlar çok muğlaktır. Sayı ve renkler obje olmadıkları için genelde 2-2,5 yaştan evvel idrak edilemez. Göz ve obje bağlantısı çocuklarda çok kuvvetlidir.
Çocuk etrafındaki eşya ile bağ kurmaya başlayınca benzetmeler yoluyla eğitime de adım atmış olur. Bebek, bir maddeyi diğer maddelere benzeterek bağ kurmaya çalışır. Tasarım gücü olmadığı için, hayal yolu ile çevreyi yorumlamaya gayret eder. Çocuklar belli dönemde resim çizerlerken en çok gördüğü insan figürü olduğu için, bunu resmetmeye çalışır. Boyut ve hareket olmayan bu resimler hep aynı basit görünümdedir.
BEBEKLERDE BENLİK ŞUURU YOKTUR
Bebeklerde 22-24 aylık oluncaya kadar benlik şuuru yoktur. Sâhip olmak istedikleri şeyi, sevdikleri için elde etmek isterler. 2-2,5 yaş dolmadan cümleler kurulamaz. Cümleler ilk kurulmaya başladığında da isimleri ile benlikleri arasında bağ kurmakta zorlanırlar. Aynaya baktıklarında karşıdaki bebeğin kendileri olduğunu anlayamazlar. “Ben geldim” yerine “Ayşe geldi” derler. Çocuk bu yaş sınırına gelinceye kadar devamlı bilgi birikimi yapar. Bu yüzden onlarla çok konuşulmalı ve faydalı şeyler çokça tekrar edilmelidir.
Çocuk, bebekken konuşamaz ve bağlantılı düşünemez. Hazret-i İsa (aleyhisselâm) bebekken “Ben Allah’ın seçilmiş bir kuluyum; o bana kitap verdi ve beni Peygamber yaptı” dedi. (Meryem/30) Bu hâdise şüphesiz normal bir şey değildir ve bir mucizedir. Hem konuşma hem de tebliğ, çocukla, bebekle ilgili şeyler değildir. Bebek ana rahminde iken İslâm âlimlerine göre 121. gün insan olma vasfını kazanır. İlk sekiz haftalık dönem embriyo dönemidir. Bu dönemde “Âlem-i halk”ın anâsır-ı erba’asıyla mahmûl olunca (yüklenince) nefis de varlığını ilan eder.
ANNE KARNINDA RUH VERİLMESİ
Kütüb-i Sitte’de insan anne karnında “nutfe” olarak kırk, “alaka” olarak kırk, “et parçası” olarak kırk gün kalır. Bundan sonra rûh verilir. Muhammedübnü Abdullâhibni Numayr ve Zuhayrübnü Harb ve’l-lafzu ibni Numayr ve ilh.deki Hadîs-i şerîfte meâlen: “Melek kırk- kırk beş gün geçince gelir ve bu sayılanları yazar, artık sayfa dürülür” (Müslim Kitâbı 3. Hadîstir) Burada da ruhun 40-45 gün içinde verildiği bildirilmektedir. Vallâhü a’lem bi’s-savâb. “Nefis ve rûh bu ikisi ölüm hâlinde ayrılır” Zümer- 42… (Envârü’t-tenzîl, Kâdî Beydâvî, s. 485, İstanbul 2013)
Tefsîrdeki bilgiye göre Beydâvî hazretleri, nefis ve ruhun aynı anda kabzedildiğini bildiriyor. Çocuk ana rahminde ruhu üflendikten sonra, nefsin de verildiği anlaşılıyor. Yalnız ilk hayatiyet nefis ve ruhla ilgili değildir.
Nefsin tegaddi ve şehevî istekleri önemlidir; yani yemek ve şehvet. Çocukta yemek isteği insiyakidir, fakat şehvet arzusu baliğ olunca başlar. Çocukken de nefis emredicidir; ister, beğenir, beğenmez, yemek seçer, tatlı sever… Bunlar hep nefsi isteklerdir. Tabii ki çocuğun aklı ve ruhu organize olamadığı için tefekkür edemez ve imani mevzularda ilahi adalet ihsanıyla mesul olmaz. Yâni bedenî arzularda çocuğa hükmeden ve zarar verebilen nefis, dinî meselelerde devre dışıdır. Çocuk ana rahminde iken eğitimi başlar; çünkü artık dış duyumları alıyordur. Yaşadığı ortamın İslâmî olması çocuk için doğru bir hayatın başlangıcı olurken, haramla beslenen bebek, annenin göbek bağıyla da ilk haram lokmalarıyla tanışır. O hâlde anne ve baba olmaya hazırlanan ebeveyn, ateşten bir gömlek veya cennet libası giymeye hazırlanıyor demektir.
Çocuklarımızın bebeklik döneminde ebeveynler, çocukta zekâ eserleri görerek veya böyle vehmederek mutlu olmak isterler. Çocuklarına birtakım testler yaptırarak sayısal kavramlara meyli veya güzel sanatlara kabiliyeti cihetiyle onları teşvik ederler. Amaç çocuğu istikbâle hazırlamak… İstikbâli olmayan bu dünya için bu kadar çabalayan birçok ana baba, çocuğun ebedi hayatı için hiç kaygı duymazlar. Birkaç yabancı dil öğrenip dış ülkelerde ihtisas yapan evlatlarımızın “Dilimiz dönmüyor, sureleri Türkçe okusak olmaz mı yâni” demeleri -o da şayet ibadet ederlerse- vebali bu çocuğa mı, ebeveyne mi aittir. Bu yüzden çocuklarımız dilleri dönmeye başlayınca, bırakın dedelerinin, büyükannelerinin veya anne ve babalarının adlarını öğrenmesinler; ilk öğrenecekleri isimler Allahü teâlânın ve sevgili Peygamberimizin (aleyhissalâtü vesselâm) mübarek isimleri olsun. Yoksa göz nurlarımız, çocuklarımız bizim ebedî felâketimiz olur.
“Ey îmân edenler, kendinizi ve âilenizi yakıtı insan ve taş olan cehennem azâbından koruyun.”(Tahrîm- 6)
“O gün ne mal ne de çocuklar size bir fayda sağlayacaktır. Oraya götüreceğin bir temiz kalp olacaktır.” (Şu’arâ- 88)
Bağdatlı Rûhî’nin şu harika beyti her şeyi ne güzel açıklıyor:
“Sanma ey hâce senden zer ü sîm isterler/Yevme lâ yenfa’ûda kalb-i selîm isterler.”
SIBYÂN MEKTEBLERİ VE ÂMİN ALAYLARI
Talim ve terbiye çok önemli iki kavramdır. Eğitim, terbiye kelimesini karşılığı olamaz. Terbiye kelimesi “Rabb” kelimesiyle ilgilidir. Dolayısıyla terbiye “Rabbânî” yüceliklere ulaşmaktır. Talim ise Rabbimizi sonsuz ilim sıfatıyla mevsuf olmak için çaba sarf etmektir.
İlmin yelpazesi içinde kelâm-ı ilâhî, ehâdîs-i nebeviyye başta olmak üzere Allahü teâlânın kullarının tedrisine sunduğu semavi ve arzi bilmecelere, elektronlardan embriyoya, anatomiden astronomiye, kimyevî reaksiyonlara, jeofizik hâdiselere, klimatolojik bilgilere kadar çok geniş bir saha vardır. Gerek naklî (ulûm-ı diniyye) ve gerekse akli (ulûm-i fenniyye) iki muazzam bahr-i bi- kerandır. (Uçsuz bucaksız umman) O hâlde bu muazzam ilim deryasına bir yerden başlamak gerekir.
BED-İ BESMELE VE İLME ATILAN İLK ADIMLAR
Osmanlı’da çocuk 4-5 yaşlarına gelince “Besmele” ve “Âmin Alayı” ile eğitimine ilk adımını atardı. Pedagojik olarak çocuk için yapılan bu merasim, onda büyük bir sevinç ve iç huzuru meydana getirir ve mektep korkusunu yenerdi. “Âmin Alayları” mektebe yeni başlayan çocuklar için teberrüken yapılan bir merasimdir ve bugünkü okul öncesi eğitime tekabül eder. Âmin kelimesi “Rabbim kabul etsin, öyle olsun” anlamına gelir. Bu tören genelde kandillere-hassaten de Mevlid Kandili’ne tesadüf ettirilirdi. Kandillerin cumalara rastlaması ise aliyyül-ala kabul edilirdi. Mevsimde kandil yoksa cuma günleri tercih edilirdi. O gün çocukların bünyelerine göre talim için oruç tutturulurdu. Merasimden iki gün evvel evler dip-köşe temizlenir, ev halkı hamamlara gider, natırlar, ustalar, kınacılar çocuğu eğlendirmeye akşama kadar devam ederlerdi. Büyükanne, anne, kalfa, varsa dadı, sütanne, cumhur cemaat Kapalıçarşı’ya gidilerek çocuğa öteberi alınırdı. Evdeki ecdat yadigârı rahle cilaya verilir, yoksa ya ödünç alınır veya yenisi getirilirdi
O gün herkes erkenden kalkar, evin erkekleri ve çocuk, mahalle mescidine sabah namazına giderler ve mescit imamından dua alırlardı.
Kahvaltıdan sonra çocuğa hilâlli bir mintan ve beyaz çoraplar giydirilirdi. Sonra çocuğa hafif yana yatık mavi püsküllü fes takılırdı. Bilâhare çocuğun boynuna lahuri bir şal atılır, fiyonk yerine pırlanta bir ay iliştirilir ve arabalara binilip Eyüp Sultan’ın (Ebâ Eyyûb el- Ensâri radıyallâhü anh) kabr-i şerifine gidilirdi. Çocuk burada bir çini cümbüşü içindeki kabrin penceresine başını dayar, garip duygular içinde bu büyük Sahâbî’ye iltica ederdi.
Çocuğun bu alayda üç menzili vardı: 1) Destur menzili, 2) İlim menzili, 3 ) Vefa menzili.
İstanbul’da ilk durak Eba Eyyub türbesiydi. İstanbul dışında ilk durak eğer varsa bir Sahabi kabri olurdu. Zaten “Âmin Alayları” ağırlıklı olarak İstanbul ve Bursa’da yapılırdı. Diğer Anadolu illerinde kısmen sönük olur veya hiç olmazdı. Konya’da da benzer alayların yapıldığı vakidir.
Sahâbe-i kirâm hazretlerinin kabirleri, Risaletpenah Efendimizin arkadaşları oldukları için ve İslâmiyet’in bize kadar ulaşmasını sağladıklarından, destur almak amacıyla ilk menzil seçilirdi. İkinci menzilde, o şehrin ilim irfan sâhibi, Ehl-i sünnet tarik-ı sufiyye meşayıhına uğranıp, Fatiha-i şerifeler ikram edilirdi. İstanbul’da bu menzil Fatih Sultan Muhammed Han’ın hocası büyük âlim Molla Gürani Efendi’nin kabridir. Bu menzil, Fatih Haseki’dedir. Üçüncü menzil ise Ebü’l-feth Hazret-i Fatih Sultan Muhammed Hân hazretlerinin kabr-i şerifidir.
Çocuk Bursa’da bu merasim için ilk olarak Evlad-ı Resul olan Emir Sultan hazretlerinin kabr-i şerifine uğrardı. Sonraki durakta Fâtih hazretlerini hocası büyük âlim Molla Hüsrev hazretlerinin kabri ile ilk şeyhülislam, Molla Fenari hazretlerinin kabirlerine gidilirdi. İstisnai olarak Göynük’te Akşemseddîn hazretlerinin kabrine uğranılırdı. Son duraklar ise, Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Gazi ile Bursa fatihi Orhan Gazi’nin kabirleri olurdu.
Eve dönüldüğünde mektep çocukları ve ilâhîciler gelir, sokak mahalle halkıyla dolardı. Ailenin hâli vakti iyi ise kapının önünde kırmızı kolanlı ve siyah eyerli bir Midilli, olmazsa bir at, aynı şekilde süslenir ve bu hayvanların dizginlerini çocuğun babası tutardı. Çocuk evin kapısında gözükünce:
“Tevbe edelim zenbimize // Tevbe ilâllâh yâ Allâh // Lûtfunla bize merhamet eyle //Aman Allâh yâ Allâh” nidâlarına âmincilerin “Âmiiiin, Âmiiiin” sesleri refakat ederdi.
Sonra okuyucu yine “Sînen içre nûr-ı zikrile uyandır bir çerâğ // Ol çerâğın şükrüyle görünür dîdar-ı Hak” derdi. (Kalbindeki nûru, zikrile uyandır, o nurla dîdâr-ı Hakk’a yönel.)
Sonra kollarının yenleri geniş bir hoca efendi gür sesiyle bir duaya başlardı. Herkes çökerek bu duâyı huşû içinde dinlerdi.
Sonra duâcılar hep bir ağızdan “ Allâh Allâh uludur // Emrin tutan kuludur // Mü’minlerin yoludur // Allâh Allâh Rahîm Allâh // Kerîm Allâh diyelim hû! // Şefîk Allâh aman Allâh // Yüce Allâh diyelim hû!”
Mektebe yaklaşınca mahalle bekçisi çocuğu Midilli’den indirir, sonra çocuğun iki tarafına mektep kalfası ve müzakerecisi geçerlerdi.
Teşrîfatta kurallar kesindi: En öndeki kişi atlas bir yastık üzerinde sırmalı bir cüz kesesiyle “Elifbâ”yı götürürdü. Onun arkasında uzun boylu biri, başının üstünde çocuğun mektepte oturacağı mavi atlaslı pufla minderle, sedef ve bağa kakmalı rahleyi taşırdı. Sonra tarîkat mürîdânının ağızlarından sûfiyâne şu beyitler dökülürdü: “Ben bilmez idim gizli ayân hep sen imişsin // Tenlerde ve cânlarda nihân hep sen imişsin.// Senden bu cihân içre bir nişân isterdim ben // Sonra bunu bildim ki cihân hep sen imişsin.” Sonra Risâletpenâh Efendimiz’e tasliyelerde bulunulur, Ehl-i beyte ve sultana dualar edilirdi.
Müteakiben, mektep kalfası ve bevvâb, çocuğu yukarıya hoca efendinin yanına götürürlerdi. Sabî, hocasının önünde edeple diz çökerek onun ellerini öperdi.
Kız çocukları için de mescide ve hoca efendiye gidilir, fakat esas merâsim evlerde hanımefendiler, dadılar, kalfalar ve komşu hanımların refakatiyle zerde-pilav ve gül şerbetleriyle üç gün devam ederdi.
Bendeniz de 1952 yılında ilkokula başlarken Paşabahçe İncirköy Camii İmâmı merhûm Şevket İnler Hocaefendi’nin dizi dibinde “Besmele” ve “Rabbî yessir”le eğitimime ilk adımımı atmıştım. Tabii ki bu, eski “Alay”ın gölgesi bile değildi ama, maksat bu merasime sâhip çıkmaktı.
Kısmen faydalanılan kaynak: Osmanlı Târih Deyimleri ve Terimleri sözlüğü I. Mehmet Zeki Pakalın, MEB yayınları, S. 58-59, İstanbul, 1993.
Naklen dinlediğim bilgiler ise Ebe’m Hâfıza Merhûme Cemîle Hanımefendi, Mesnevihân Bıcakçı Osman Efendi, Nakşî şeyhlerinden Alî Timur Efendi’nin oğlu Ahmed Nûri Efendi ve İbrâhim Hakkı Konyalı’ya aittir. Tekrar buluşmak ümidiyle
.
.
Pardon! Batı’yı yanlış anlamışız mı diyeceksiniz?
12 Ekim 2024 02:00 | Güncelleme :12 Ekim 2024 05:51
PROF. DR. OSMAN KEMAL KAYRA
Osmanlı İmparatorluğu her şeye rağmen 1908’e kadar dünyâ siyâsetinin temel çivisiydi. Muhakkak ki Osmanlı yıkılmadan Filistin elden çıkmayacak, binlerce yıllık Arz-ı mev’ûd’un tahakkuku mümkün olmayacaktı. Bunun için kimler devreye girmedi ki…
Bizde Batı’ya yöneliş aslâ teknik ve bilim sâikasıyla olmamıştır. Batı düşüncesi demek yersiz olacak; Batı hayranlığı birtakım Osmanlı aydınlarının o zamanki Fransız hürriyet fikirlerinin te’sîri ile gelişmiştir.
Şurası mühim bir gerçektir ki, 1789 Fransız İhtilâli Avrupa’nın temellerini sarsmıştır. Monark idâreler sonlarını düşünmeye başlamış, krallar yerlerini sağlamlaştırmak için çâreler üretmeye çalışmışlardır. İlk def’a halk ve askerin bir kısmı, hapishâne kaçakları ve ağır suçlu mahkûmlar sokakları basmış, yönetime ve saraya nefret duyan çete reisleri Bastil Hapihânesi’nden çıkarak sokaklarda “Hürriyet, adâlet, müsâvât, uhuvvet” diyerek salma gezmeye ve adam avlamaya başlamışlardır.
Bizde de 31 Mart Vak’ası’ndan sonra İstanbul’a yönelen Hareket Ordusu arasındaki benzerliğe dikkat ediniz! Makedon çete artıkları, hapishâne kaçkınları, Sandanski vurgunları “Hürriyet!” na’ralarıyla İstanbul’a yürüdüler. Aynı Versailles (Versay) Sarayı’nı yağmalayan çapulcular gibi Yıldız Sarayı’nı yağmaladılar, suyunu, ışıklandırmasını ve her türlü gıdâ ihtiyaçlarını kısarak bir anda Yıldız’ı talan ettiler. Sultan II. Abdülhamid ve âilesi bir anda fakr-ü zarûrete mahkûm edildi. Aç-bî-ilâç, muhtaç ve korumasız hâle düştüler. Dışarıyla bağlantıları kesin olarak yasaklandı. Soğuk iliklerine kadar işledi. Sultan her zaman giydiği sâde ve şatafatsız Hereke kumaşından paltosunu küçük çocuklarını soğuktan korumak için kullanıyordu. Koca saray bir anda buz kesmiş, hepsi soğuktan titrer hâle gelmişlerdi. Bu tam bir intikam duygusuydu. Çoğu âile fertleri soğuktan hasta olmuşlardı. “Sen misin Filistin’i vermeyen! Al bakalım. Bu sana cezânın birinci taksîdi. Daha neler çekeceksin” diyen Batı, Siyonist tebligâtını koca Sultân’ın âdetâ gözüne sokmaya çalışıyorlardı.
DÜZENİN ÇİVİSİ ÇIKIYOR
Osmanlı her şeye rağmen 1908’e kadar dünyâ siyâsetinin temel çivisiydi. Muhakkak ki Osmanlı yıkılmadan Filistin elden çıkmayacak, binlerce yıllık Arz-ı mev’ûd’un tahakkuku mümkün olmayacaktı. Devreye kimler girmedi ki, “Fazla bir şey değil, bir ufak toprak verin, şurada İsrâil kendi mütevâzî devletini kuruversin, bunun Osmanlıya ne zarârı olabilir ki? Hem bak sizin bütün borçlarınız da ödenecek. Ne var bunda?” Alman İmparatoru III. Vilhelm de araya girdi, gâyet samîmî bir şekilde Sultan’dan istirhamda bulundu. Hediye olarak Sultanahmed Meydanı’ndaki Alman Çeşmesi’ni yaptırdı. “Hadi artık Sultân’ım bir he! deyiverin şu garip İsrâil kendi devletini kuruversin!” Peki Koca Sultan niye bu kadar diretiyordu? 1699’dan beri Osmanlı eski haşmetinde değildi. Toprak da kaybediyordu. Avuç içi kadar toprağı Yahûdî’ye verse ne olurdu ki? Bütün Avrupa, bütün Mason locaları, Jön Türk artıkları, özellikle son devrin en karışık yapısına ve zihniyetine sahip olan İttihâd ve Terakkî Cem’iyyeti (İTC) neden bu mes’elenin üzerine histerik olarak düşüyorlardı.
Avrupa’da yuvalanan Osmanlı Saltanâtı düşmanları, Osmanlının başına hep dert olan önce Mısır Hıdivliği, sonra da ikinci vatanları Pâris’i mekân tutmuşlardı. İTC yapılanması hep atlama tahtası olarak gördükleri Selânik’i birinci basamak olarak kullanmışlardı. Sabetaist hocalarının bu ilk mekânlarında tasarlanan plânlarını Pâris’te kongrelerle kendilerinden menkûl meşrûiyetlerini ilân etmişler ve sonrasında tekmil İTC’yi mason localarına kaydettirip yeminli gölge Siyonist kuklaları olarak kendilerinin iplerini tutan Dünyâ Siyonist Emperyalizmi’nin dikteleri doğrultusunda İsrâil’i kurmak için Osmanlıya ve özellikle de Sultan II. Abdülhamîd’e bu kadar baskı yapıyorlardı. Peki, Sultan bunlara niye bu kadar direniyordu? İsrâil’in Filistin topraklarını alabilmesi için tek engel de Abdülhamid’di. Bunlar Saltanâtı ve Hılâfet’i kaldırmak gibi bir düşüncede olmadıklarını da beyân ediyorlardı. Zâten Abdülhamîd, II. Meşrûtiyet’i de i’lân edip Kânûn-ı Esâsî’yi de uygulayacağını bildirmişti. Dikkat edin başlangıç dönemlerinde hiçbir Osmanlı karşıtı sistem saltanâta ve hele hele Hılâfet’e karşı olduklarını hiç ama hiç beyân etmiyorlardı. Kaldı ki dünyadaki birçok İslâm ülkesi Saltanât’a hâlâ güveniyor ve hele Hılâfet’e aslâ toz kondurmuyorlardı. Osmanlı millî bir sistem olmakla birlikte Hılâfet beyne’l-İslâm ve beyne’l-ümmet (Müslüman milletler ve ümmet arası) bir teşkîlâttı.
Osmanlı her şeye rağmen direniyor eldeki toprakları kaybetmemek için çabalıyor ama içteki fitne başı olan bâzı paşalarının bilhassa da Abdülhamîd’in baş düşmanı Midhat Paşa gibi harislerin dayatmasıyla soktukları Rus Harbi (1878-1879) Osmanlıda sonun başlangıcı olmuştu. Buna rağmen Osmanlının en son terk ettiği cephe Filistin Cephesiydi. Bu cephe Suriye-Filistin, Sînâ-Filistin durumundaydı ve korunması açısından da oldukça önemli görülüyordu. Hem Atlas Okyanusu’na hem de Hint Okyanusu’na bağlantılı olan bu kanalın açılma projesi Sokullu Mehmed Paşa zamanında gündeme gelmişti. Osmanlının Akdeniz’den Kızıldeniz’e hızlıca ulaşmak istemesi bu teşebbüsün aslıydı. Ayrıca kanalın ehemmiyetli ve stratejik yönü de Portekizlerin İslâm ülkelerine saldırılarını engellemekti. Kanal Mekke ve Medîne gibi mukaddes şehirlerin hem korunması hem de bunlara ulaşım kolaylığını amaçlıyordu.
AH ALMANYA SEVDÂSI!
Birinci Dünyâ Savaşı sırasında Almanya’nın isteği üzerine açılan cephe, Filistin’le bağlantılı Sînâ ve Sûriye cepheleridir. Süveş, Osmanlı için de özellikle İngilizler için de oldukça önemlidir. Bu kanal Akdeniz’i Kızıldeniz’e bağlayan ve Mısır’ın Osmanlı idâresinde olduğu dönemde açılan bir kanaldır.
Kanal, Mısır Vâlisi İsmâil Paşa zamânında 1869 yılında tamamlandı. Bu kanalın açılışına karşı olan İngiltere 1882’de Mısır’ı işgâl ederek kanalın kontrolünü ele geçirdi. Mısır 1914’e kadar Osmanlıya bağlılığını sürdürdü. Süveyş 1956’ya kadar bir problem olarak devâm etti. Dolayısıyla Filistin ve Süveyş, Batı’nın birisi Siyonizm, diğeri ticârî ve stratejik önem taşıyan iki coğrafyasıdır.
Osmanlı “hasta adam” i’lân edilir edilmez Batı’nın leş kargaları imparatorluğu diri diri parçalamaya başladılar. Garip olan ise iş bilmez veyâ işbirlikçi Osmanlı askerî ve ilmî erkânı da bu harekete maalesef fazlasıyla müdâhil oldular.
Osmanlının son zamanlarında iki güzîde pâdişâhı Sultan Abdülaziz ve Sultan Abdülhamîd ne kadar dirâyetli ve ne kadar ileri görüşlü iseler, bu devrin idârî ve ilmî erkânı da o kadar basiretsiz veyâ ihânet sâhibi kişilerdi. Mustafa Reşîd Paşa, sadece Abdülmecid döneminde tam altı (6) defa olmak üzere toplam 7 yıl bir ay sadrıa’zamlık yapmıştır. Giritli olan bu Paşa, hâriciye vekâletinde de İngilizlerle dirsek temâsını sıkılaştırmıştır. Yâni bu son zamanlarda tam bir kaht-ı ricâl (adam kıtlığı) vardır. Reşîd Paşa’nın bu kadar sık sadârete getirilmesinde dış güçlerin özellikle de İngilizlerin ne kadar etkili olduğunu da unutmamak lâzımdır. Öyle ki Sultan Abdülhamid’ın tahta çıkarılmasında da bu Giritli Paşa’nın sebebi belli angajmanlarının rolü de hatırlanmalıdır.
Osmanlı, iki büyük pâdişâhının bütün çabalarına rağmen Batı’nın ağına düşürüldü. Önce Balkanlar ayaklandırıldı. Sonra bunlar bağımsızlıklarını i’lân ettiler. Rusya İslâv ırkçılığı ve Ortodoksluk dînî sebepleriyle Balkan İslâv kavimlerine sâhip çıkarken, İngilizler hem bunları kerhen destekliyor hem de aslâ vazgeçmediği Arap ülkelerinde, özellikle çöl bedevileri ile Şi’â’yı tahrîk ediyor ve bu arada Vehhâbîlik yakınlığı ile Ümmet-i Muhammed’in sâdık milleti Arapları da Osmanlıya karşı ayaklandırıyordu. Almanya zaman zaman dost görünmüş, Fransa büyük devletlerin arkasında ve gölgesinde Osmanlıya hep hasım olmuş, Rusya ve İngiltere açıkça düşmanlık yapmışlardır. İslâm ülkelerinden addedilen Îran ise Osmanlının her zaman hasmı durumundaydı. Îran’ın güvenilmezliği yüzünden 16 yy.dan beri Osmanlı Doğu sınırlarını hep Îran’dan korumak için Batı seferlerinde ordunun bir kısmını Îran sınırlarında tutmak zorunda kalmıştır.
FİLİSTİN-SÛRİYE-SÎNÂ CEPHELERİ
Osmanlı Devleti en zor durumunda bile bugünleri görmüş ve Orta Doğu’nun en stratejik bölgelerini elden çıkarmamak için büyük çaba sarf etmiştir. Ama düşman tek değil ki baş edebilsin! Sâdece Çanakkale’de mi “Kimi Hindu, kimi yamyam kimi bilmem ne belâ”! Bunun medlûlü (delîli) her zaman Batı’dır. Rumeli’ye Süleyman Paşa ile sallarla geçtiğimiz asırdan îtibâren Batı hep biz açık bir düşmandır. Bu yüzden ülke adları saymaya gerek yoktur. Batı topyekûn Hristiyan haçlıdır ve “El küfrü milletün vâhideh” beyân-ı beyyinesi ile İslâm’ın ve Müslüman Türk’ün hasm-ı ezelîsi (devamlı düşman) olmuştur.
Osmanlının 1.ve 2. Kanal Harekâtı’nın sebebi, Süveyş Kanalı’nı ele geçirmekti. 1915’teki 1. Kanal Harekâtı ile 1916’daki 2. Kanal Harekâtı İngilizlerin Uzak Doğu’daki sömürgeleri ile bağlantıları kesilecekti. Ama İngilizlerin bunu anlayıp Gelibolu’daki kuşatmayı kaldırıp kuvvetlerini Filistin Cephesine sevk etmesi sonucunda bu harekât başarısız oldu. Meşhûr münâfık T.E. Lawrence’ın organize ettiği bâzı isyancı Arapların da etkisiyle Osmanlı Ordusu Sûriye’ye kadar geri çekildi. Osmanlı her şeye rağmen diretiyor bu torakları vermemek için çok başlı düşmanla savaşıyordu. Nasıl savaşmasın ki o topraklar zâten bizimdi; harîm-i ismetimizdi.
31 Ekim akşamı Albay İsmet Bey (İnönü) bu cephede yenilmiş ve Bi’rü’s-sebi İngilizlerin eline geçmişti.
M. Kemal, 5 Temmuz 1917’de Filistin’de yeni teşkîl edilen Yıldırım Orduları grubunun 7. Ordu komutanlığına atanmış, ancak bu grubun komutanı eski Almanya Genelkurmay Başkanı Mareşal Falkerhayn ile anlaşamamış, 2 Ekim 1917’de istifâ ederek İstanbul’a dönmüştür.
Sultan Vahdeddîn 5 Ağustos 1918’de 7. Ordu komutanlığına tekrar M. Kemal’i atamıştır.
Târihte Nablus Meydan Muhârebesi adıyla geçen büyük savaş sonunda Cevâd Paşa’nın 8. Ordusuyla Cemal Paşa’nın 4. Ordusu imhâ olmuş, M. Kemal’in 7. Ordusu büyük zâyiat vermiştir. Sonunda da bizim elimiz kolumuzu bağlayan, silâhtan arındıran Mondros Mütârekesi 30 Ekim 1918’de imzâlanmıştır. (Faydalanılan eser, Arşiv Belgeleri, Gnkur. ATASE Başkanlığı Arşivi, Kitaplar ve Makâleler, Aaronshon Alexander “Türk Ordusuyla Filistin’de” Çeviren Necmeddin Alkan, Selis Kitapları 2003, İstanbul)
KISSADAN HİSSE...
Bugün Türk Ordusu’nun Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı Harekâtları’yla bölgeye huzur ve refah getirmek için mücâdele ettiği coğrafyada, arşiv kayıtlarına göre 100 yıl önce Birinci Dünyâ Savaşı’nda Kanal-Sînâ ve Filistin-Sûriye Cephesi’nde 12.873 ölü 37.337 yaralı 503.377 savaş dışı zâyiât 17.530 esir, 5.981 hastalık nedeniyle vefâtlar olmuştur .
Esir düşen 15.000 Osmanlı askerinin Filistin halkı tarafından kör edildiği ve sonrasında da öldürüldüğü iddiâları dile getirilmişse de, bu konuda herhangi bir resmî kaynak bulunamamıştır. Muhtemelen aslı şudur: 1918 yılında esir alınan 16. Tümenin 48. Alayı’na bağlı askerlerin İngilizler tarafından Seydibeşir Kampı’nda kimyasal içerikli su kazanlarına atılarak kör edildiği aktarımına dayanıyor. Bu esirler, içinde bol miktarda yanıcı özelliğe sahip olan krizol maddesi konulan su dolu kazanlara sokulduğu ve bu şekilde askerlerimizin kör edildiği bildirilmektedir.
Ayrıca bir Ermeni tüccarın kışkırtmasıyla esirlerin işkencelere ve açlığa mâruz bırakıldığı ve İngilizler tarafından kör edildiğine dâir TRT 2’de bir video yayınlanmıştır.
Karamanlı Yedek Subay Ahmet Altınay’ın günlüğünü su yüzüne çıkaran Ahmet Duru’nun İmge Yayınları’ndan çıkan “Katran Kazanında Sterilize” adlı kitap da bunun için yazılmıştır. (Katran Kazanında Sterilize, Bir Türk Subayının İngiliz Esir Kampında Üç Yılı, Çeviren Sâdeleştiren, Ahmet Uçar, A.Talat Duru, Tarih Düşünce Kitapları 1 Temmuz 2004 İstanbul)
Şimdi târihi tekerrür ettirmek isteyen Siyonist- Evangelist-Haçlı ittifâkı’nın 100 yıldan beri bitirmedikleri Büyük İsrâil projesinin gönüllü köleleri, bugün oyunun uzantısını devreye koydular. Bakın bu bölgeler için ne bedeller ödemişiz! Kaç askerimiz sakat ve kör edilmiş; aç bî-ilâc o çöllerde vatan için serden geçmişlerdir. Şimdi biz eğer gaflet gösterirsek hiç mübâlağasız bu hâin ittifak yine bizim gözümüzü oymaya çalışır. Hâlâ bâzılarının “ Sûriye’de ne işimiz var, bize ne Filistin’den YPG terörist değil sınırlarını koruyan insanlardır” diyen siyâsîlerin basîret ve firâsetinden nasıl emîn olabilirsiniz. Bereket versin topyekûn güvenlik güçlerimiz, (Silâhlı Kuvvetlerimiz, Özel Harekât timlerimiz, polisimiz, korucularımız) terör-çete ve cephe savaşlarında târihin hiçbir döneminde olmadığı kadar tecrübeli ve caydırıcı olmuşlardır. BM’yi teşkîl eden teatral devletlere karşı tek başına dik duran Türk Devleti, varlığını yavaş yavaş değil hızla hissettirmektedir.
Artık atalarımızın kanıyla suladığı, göz nurlarını bıraktığı o çölleri şer ittifakına aslâ teslîm etme gafletinde olmayan bir Türk Devleti vardır. Yalnız mıyız, evet yalnızız. Unutmayalım Allahü teâlâ zâlimlerin hasmıdır. Yıllarca İslâm’ın bayraktarlığını yapan bu azîz milleti dileriz ki evvelâ bizim insanlarımız anlasın ve ayak bağı olmasınlar. Gerisi gelir inşâallâh.
.
.
|
Bugün 79 ziyaretçi (223 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|