|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
Dini Yıkma Gayretleri 1 OCAK 1995.MEHMET ORUÇ
İslâm düşmanları, geçmişte kaba kuvvetle, sinsi plânlarla islâmiyeti ortadan kaldırmak için çok çalıştılar. Bunda tam bir başarı sağlayamayınca bu defa açıkça dine saldırmaya başladılar. İslâmiyetin gerçek temsilcileri olan, Hakîkî Ehl-i sünnet âlimlerini öldürdüler. İslâm kitapları hattâ, Kur'ân-ı kerîmler bile yasak edildi. Bu İslâm âlimlerinin yerine, kendileri tarafından yetiştirilen din câhili kimseleri getirdiler. İslâm düşmanları, asırlardır islâmı yayan, sevdiren, feyz kaynağı olan tekkeleri ve tasavvuf yollarını ifsâd etmek, bozmak için çok çalıştılar. Osmanlıların son zamanlarında, dinin üçüncü kısmı olan ilim, amelden sonra gelen ihlâsı yâni Allah rızası için iş yapmayı yok etmeğe uğraştılar. Tasavvuf büyükleri aslâ dünyalık, makam, mevki ile uğraşmaz, kimseden bir menfaat beklemezlerdi. Tasavvuf büyüklerinin çoğu, derin âlim ve müctehid idi. Çünkü tasavvuf, Muhammed aleyhisselâmın yolunda, izinde yürümek demektir. Yâni her sözünde, her işinde, her şeyde dine yapışmaktır. Fakat, uzun zamandan beri, islâm düşmanlarının yetiştirdikleri, birçok dünyalık etiketler ile donattıkları câhiller, fâsıklar, hattâ birçok ajanlar, alçak maksatlarına kavuşmak için, tasavvuf büyüklerinin isimlerini âlet ederek, çeşitli ocaklar kurmuş, dînin bozulmasına, yıkılmasına sebep olmuşlardır. Zikir, Allahü teâlâyı hâtırlamak demektir. Bu da kalb ile olur. Zikredince, kalb temizlenir. Yâni, kalbden dünya sevgisi, mahlûkât sevgisi çıkar. Allah sevgisi yerleşir. Birçok kimselerin kadın, erkek, biraraya toplanarak bağırıp çağırmaları zikir değildir. Haram işlenerek ibâdet yapılmaz. Din büyüklerinin, Eshâb-ı kirâmın yolu unutuldu. İbâdet ismi altında günâh işlenir hale gelindi. Osmanlıların son zamanlarında harâm girmeyen, kızılbaşlık, mezhebsizlik karışmayan bir tekke hemen hemen kalmamıştı. Tasavvuf, dini yıkmak için en te'sîrli bir âlet hâlini almıştı. İslâm düşmanları, tekkelere müzik soktu. Çalgı çalarak, tegannî ederek, dans ederek, erkek kadın berâber saç baş açık, el ele yapışarak yapılan taşkınlıklara ibâdet denildi. Dînî Türk mûsikîsi, tasavvuf mûsikîsi diye bid'atler, haramlar uyduruldu. Bugün Anadolu'da ve Mısır, Irâk, İrân, Sûriye ve Hicâz'da yâni hiçbir İslâm memleketinde gerçek ma'nâda tasavvuf âlimi istisnalar hariç kalmamıştır. Fakat sahte mürşidler, müslümanları sömüren tarîkatçılar çoktur. Meselâ bugün, islâmı hakkıyla yaşamaktan uzak ba'zı kimselerin, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin anma merâsimlerinde, fes ve cübbe giyerek ilâhîler söylediği ve ba'zılarının döndüğü görülmektedir. Bunları gören din câhili kimseler, islâmiyyetin, bunları yapmak olduğunu zanetmektedir. İşte, hıristiyan misyonerler, câsûsları ile, ilim, irfân ve edep yuvası olan bu mübârek yerleri bozdular. İngilizler tarafından te'sîs edilen vehhâbîlik, mezhebsizlik, reformculuk, selefiyyecilik, mealcilik, tenasuhçuluk gibi bozuk yolların, bozuk düşüncelerin hepsinde gizli islâm düşmanlığı vardır. İslâm düşmanları, her türlü vâsıtalar kullanarak müslümanları ilimde ve fende geri bıraktılar. Müslümanların ticâret ve san'atlarına mâni' olundu. İslâm ülkelerindeki güzel ahlâkı yıkmak, İslâm medeniyyetini ortadan kaldırmak için içki, fuhuş, eğlence, kumar gibi illetler yaygınlaştırıldı. Ahlâkı bozmak için, Rûm, Ermeni ve diğer gayrı müslim kadınlar birer ajan gibi çalıştırıldı. Bir debdebe içerisinde, moda evi, dans kursu, manken ve artist yetiştirmek gibi hîlelerle, genç kızları tuzağa düşürerek, kötü yollara sürüklediler. Bu husûsta müslüman anne ve babalara çok büyük vazîfeler düşmektedir. Yavrularını, bu kâfirlerin ellerine düşürmemek için çok uyanık olmalıdırlar.
"Yok Olma Devri" 2 OCAK 1995
Osmanlı devleti, son zamanlarında, Avrupa'ya öğrenim için talebeler ve bilgilerini, görgülerini artırmaları için de devlet adamları gönderiyordu. Bu talebeler ve devlet adamlarından ba'zıları misyonerler tarafından aldatıldı, mason yapıldı. Fen ve teknik öğrenecek olanlara, bu maksatla Avrupa'ya gidenlere İslâmiyyeti ve Osmanlı imparatorluğunu yıkma teknikleri öğretildi. Bunlardan imparatorluğa ve müslümanlara en büyük zararı dokunan kimse, Mustafâ Reşîd Paşa oldu. Londra'da bulunduğu zaman azılı ve sinsi bir İslâm düşmanı olarak yetiştirildi. İskoç masonları ile el ele verdi. Sultan Mahmûd Hân, Reşîd Paşa'nın ihânetlerini görerek cezalandırılmasını istedi ise de, ömrü vefâ etmedi. Abdülmecîd Hân, henüz on sekiz yaşındaydı. Genç ve tecrübesizdi. Etrâfındaki âlimlerden, kendisini îkaz eden de olmadı. Bu hâl, Osmanlı tarihinde korkunç bir dönüm noktası olmuş, koca İslâm devletinde "Yok olma devri" başladı. Saf, temiz kalbli padişah, azılı ve sinsi İslâm düşmanı olan İngilizlerin tatlı dillerine aldanarak, Batının yetiştirdikleri câhilleri işbaşına getirdi. Bunların devleti içerden yıkma siyâsetlerini hemen anlıyamadı. Lord Rading İstanbul'a, İngiliz sefîri olarak gönderildi. Mustafâ Reşîd Pâşa'nın sadr-ı a'zam yapılması için, Lord Rading sultana çok dil döktü. "Bu aydın, kültürlü ve başarılı vezîri sadr-ı a'zam yaparsanız, İngiltere imparatorluğu ile Devlet-i aliyye arasındaki bütün anlaşmazlıklar kalkar. Devlet-i aliyye ekonomik, sosyal ve askerî sâhalarda ilerler" diyerek sultanı aldattı. Londra'dan alınan plânlarla, bir yandan idârî, zirâî, askerî değişiklikler yaptılar. Bunlarla gözleri boyadılar. Öte yandan da, İslâm ahlâkını, ecdat sevgisini, millî birliği parçalamağa başladılar. Bu senelerde Avrupa'da, fizik, kimya üzerinde dev adımlar atılıyor, yeni buluşlar, ilerlemeler oluyor, büyük fabrikalar, teknik üniversiteler kuruluyordu. Osmanlılarda bunların hiçbiri yaptırılmadı. Hattâ, Fâtih devrinden beri medreselerde okutulmakta olan fen, hesap, geometri, astronomi derslerini büsbütün kaldırdılar. Din adamlarına fen bilgisi lâzım değildir, diyerek, bilgili kimselerin yetişmelerine mâni oldular. Sonradan gelen İslâm düşmanları da, din adamları fen bilmez, din adamları câhildir, gericidir diyerek müslüman yavrularını İslâmiyyetten uzaklaştırmağa çalıştılar. İslâmiyyete ve müslümanlara zararlı olan şeylere asrîlik, ilericilik dediler. Çıkardıkları her kânûn müslümanların, devletin aleyhine idi. Vatanın asıl sâhibi olan müslüman Türkler, ikinci sınıf vatandaş hâline getirildi. Vatanın ve milletin hayrına olan her işe karşı çıkıldı. Bu vatan hâinleri ile en büyük mücâdeleyi yapan Cennet mekân Sultân Abdülhamîd Hân oldu. Bunun için, "Kızıl Sultan" ilân edildi. Sultan Abdülhamîd, Avrupalı profesörler ve fen adamlarını, çok yüksek maaş vererek İstanbul'a getirtti. Vatanına, milletine, dînine bağlı ilim ve fen adamları yetiştirdi. Kıymetli subaylar yetiştirdi. Fakat, Balkan, Çanakkale, Rus ve Filistin cephelerinde, sinsice hâzırlanmış İngiliz plânları ile, Abdülhamîd Hânın yetiştirmiş olduğu, dünyanın birinci kara ordusu yok edildi. Yüzbinlerce vatan evlâdı şehîd edildi. Osmanlıları arkadan vuranlar, hiç râhat yüzü görmediler. Bugün ortadoğunun hali meydanda... Bir islâm büyüğü, İngilizleri şöyle anlatır: "İslâmın en büyük düşmanı İngilizlerdir. İslâmiyyeti bir ağaca benzetirsek, başka kâfirler, fırsat bulunca, bu ağacı dibinden keser. Müslümanlar da, bunları bilir ve bunlara düşman olur. Fakat, bu ağaç bir gün filiz verebilir. İngiliz ise ağacı kesmez, bilâkis bu ağaca hizmet eder, besler. Müslümanlar da, onu ağaca saygı gösterdiği için sever. Fakat, gece kimse anlamadan köküne zehir sıkar. Ağaç öyle kurur ki, bir dahâ süremez. İngiliz vah vah çok üzüldüm, diyerek müslümanları aldatır."
Koyunu Kurt Değil Çoban Yerse 29 OCAK 1995..M ORUÇ
Devletlerin, milletlerin yıkılıp yok olmasının önemli bir sebebi de, rüşvetin, haksızlığın, adam kayırmanın yaygınlaşmış olmasıdır. Nitekim, asırlarca sarsılmadan yaşamış Osmanlı Devleti'nin yıkılış sebeplerinden birisi de son asırlarda rüşvetin, adam kayırmanın baş göstermesidir. Çünkü eskiden îmân kuvvetli olduğundan devlet, herşeyin üzerinde tutuluyordu. İnsanlar, devletini korumak için canlarını feda edebiliyorlardı. Daha sonra, dış güçlerin tesiri ile îmân zayıflayıp, islâm ahlâkından uzaklaşılınca, kişinin menfaati devletin, toplumun menfaatinden öne çıktı. Böylece devlet sarsılıp, kısa zamanda parçalanıp, yıkıldı. Kanûni Sultan Süleyman Han, evliyânın büyüklerindan Yahya Efendi hazretlerine sordu: - Osmanlı devleti böyle devam edecek mi, yoksa yıkılacak mı? Yıkılacaksa sebebi ne olacak? Yahya Efendi şöyle cevap verdi: - Zulüm haksızlık, rüşvet, adam kayırma, her tarafa yayılır; duyanlar işitenler buna mani olmaya çalışmazsa, neme gerek derse, sürüdeki koyunu, kurt değil çoban yerse, fakirlerin, muhtaçların feryadı göklere yükselirken kimse bunlara kulak vermezse, kişinin menfaati, devletin menfaatinin üstüne çıkarsa iş o zaman felaket başlar. Devlete itaat kalmaz, asayiş bozulur, devletin yıkılması, yok olması mukadder olur. Yahya efendinin sözleri aynen yerini buldu. Neticede, altı asırlık devlet yıkıldı. Yok oldu. Rüşvet alan görevli, devletine ihânet etmiş, namus ve haysiyet sahibi vatandaşlara zulüm yapmış olur. Zulüm ise büyük suç ve günâhtır. Fertlerin ve cemiyetlerin selâmetine muhalif olan şeyler, harâmdır. Böyle günâh olan şeyleri yapmak harâm olduğu gibi, bunlara râzı olmak veya yardım etmek de câiz değildir. Dînine, malına, canına zarâr gelmesinden korkan kimsenin rüşvet vermesi câizdir. Dînini, malını ve canını, zâlimlerin zulmünden korumak için ve hakkını kurtarmak için birşey vermek rüşvet olmaz. Fakat alana yine günâh olur. Farzları yapabilmek ve harâmlardan kurtulabilmek için verilen mal da rüşvet olmaz. Bunları almak günâh olur. Bu işleri yaptıktan sonra, istemeden verilen hediye, rüşvet olmaz. İdarecilerin zulmünden kurtulmak veya hakkını almak, malını, canını, dînini, ırzını korumak için görevliye veya aracıya vermek câizdir. Kötülük, zulüm yapılması için vermek ve almak harâmdır. Ba'zan da şöyle oluyor, görevli hiçbir şey istemeden, elinden gelen bütün gayretini gösteriyor. Hatta yapması gerekenden fazlasını yapıyor. İnsan ister istemez böyle gayretli kimseler için memnun oluyor. Böyle kimseler için, iş bittikten sonra onlara hediye vermenin dinen mahzuru yoktur. Çünkü, bir kimse, helâl mülkü olan malından hediye verse, istenmeden verilen bu hediyeyi kabûl etmek sünnettir. Hadîs-i şerîfte, (Hediyeleşiniz, birbirinizi seviniz!) buyuruldu. Hediye muhabbeti, sevgiyi artırır. Rüşvet olacak korkusuyla dinimizin güzel bir hali olan hediyeleşmeyi de ihmal etmemelidir. Hediye kabûl etmenin tevekküle de mâni' olmadığı, kıymetli kitaplarda yazılıdır. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, hazret-i Ömer'e hediyye gönderdi. Kabûl etmedi. Peygamber efendimiz geri göndermesinin sebebini sordu. Hazret-i Ömer: - İnsan için hayırlı olan, kimseden birşey almamaktır, buyurdunuz deyince, Peygamber efendimiz: - İsteyip de almak için demiştim. İstemeden verilen şey, Allahü teâlânın gönderdiği rızıktır. Onu alınız! buyurdu. Hazret-i Ömer de bunun üzerine: - Allahü teâlâya yemîn ederim ki, kimseden birşey istemiyeceğim ve istemeden verileni alacağım, dedi.
Din Düşmanlarının Yeni Taktikleri 30 OCAK 1995
Dinimiz âlime çok önem vermiştir. Âlimin kıymeti ile ilgili birçok âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf vardır. İslâmiyeti ayakta tutan âlimlerdir. Âyet-i kerimelerde (Hiç bilenle bilmiyen bir olur mu) (Âlimlerden sorun) buyuruldu. Hadîs-i şerîfte de, (Âlimler, kurtuluş yolunu gösteren birer kılavuzdur) buyuruldu. Bilindiği gibi, dinimizde kaynak dörttür: Kur'ân-ı kerîm, hadîs-i şerîfler, icma ve kıyas. Dördüncü kaynak, olan kıyastan mezhebler çıkmıştır. Müctehid âlimler, ömürlerini bu uğurda harcayarak, dinin açık olmayan emirlerini açıklamışlar, müslümanları bu ağır yükten kurtarmışlardır. Dinde müctehid olmayanın, Kur'ân-ı kerîmden, hadîs-i şerîflerden hüküm çıkarması mümkün değildir. Bugün ictihad yapabilecek derecede âlim de kalmamıştır. ^Alimler, hicri 4. asından itibaren ictihad edebilecek kimsenin olmadığında ittifak etmişlerdir. Ya'ni bugün dinimizi tam, eksiksiz olarak öğrenmek, yaşamak istiyen mutlaka dört mezhebten birine tabi olmak mecburiyetindedir. İslâmiyetin 14 asırdır, bozulmadan, değiştirilmeden bize ulaşmasını sağlayan mezhepler ve âlimlerdir. Bundan sonra da din, bozulmadan ancak bu yol ile devam ettirilebilir. Bu ana caddeden ayrılanların îmânlarını muhafaza etmeleri çok zordur. Çünkü, mezhebsizlik, dinsizliğe köprüdür. Bu inceliği asırlar sonra da olsa din düşmanları keşfettiler. Kaba kuvvet ile bir yere varamıyacaklarını idrak ettiler. Önce, islâmiyeti kalblere nakşeden, islâmiyeti sevdirerek yayan tasavvufu, tarikatları el altından bozdular. Buralara müslüman kılığındaki kendi adamlarını yerleştirdiler. Sonra da, islâmiyeti yıkmada en büyük engel gördükleri mezhebleri ve âlimleri hedef seçtiler. Bu kaleyi yıkmadıkça neticeye varamıyacaklarını çok iyi anladılar. Bunun için de, bütün güçleri ile âlimlere, mezheblere hücum ettiler. Çünkü, onlar da biliyorlar ki, bu kale yıkılınca kaynak olarak arkasından hadîs-i şerîfler gelecektir. Artık bu sahada daha rahat hareket etme imkanı elde etmiş olacaklar. Şöyle ki; dini içeriden yıkma çalışmalarına, engel olan bir hadîs-i şerîf gördüklerinde, hemen mevdu, uydurma hadîs, karalamasına girmektedirler. Böylece, bu uydurma, bunun aslı yok derken hadîs-i şerîflerin dörtte üçününü bertaraf etmektedirler. Eğer bir hadîs-i şerîf, bütün hadîs kitaplarında varsa, ya'ni buna mevdu, uydurma diyemiyorlarsa, o zaman hemen taktik değiştiriyorlar. Kendilerine göre, bir kaide ortaya çıkartıyorlar. Diyorlar ki, hadîs, Kur'âna ters olamaz. Sonra da, Kur'ân-ı kerîme istedikleri şekilde ma'nâ verip, hadîs-i şerîfin âyete ters düştüğünü dolayısıyla bununla amel edilemeyeceğini söylüyorlar. Bu şekilde, kendi sapık düşüncelerine ters olan bütün hadîs-i şerîfleri bertaraf etmiş oluyorlar. Sadece Kur'ân-ı kerîm kalıyor geriye. Zaten Kur'ân-ı kerîme de istedikleri gibi ma'nâ vermektedirler. Hatta daha da ileri gidip, Kur'ân-ı kerîmde, eksiklik, fazlalık olduğunu çekinmeden söyleyebilmektedirler. Böylece bunların esas gayelerinin dini ortadan kaldırmak olduğu açık şekilde anlaşılmış olmaktadır. Bugünkü hıristiyanların, Cennete gideceği, kadınların örtünmesinin farz olmadığı, reenkarnasyon vs. gibi safsatalar hep bu çalışmanın ürünüdür. Maalesef, din düşmanları bu çalışmalarında hayli yol almışlardır. Surdan bir çok delik açmışlardır. Bugün herkes, eline geçirdiği bir meâlden dinini öğrenmeye çalışıyor. Camilerimizde bile devamlı meâl okunması tavsiye edilmekte, kitabımızda ne yazıyor bunu öğrenmeden müslümanlık olur mu? gibi cahilce suçlayıcı ifadelerle müslümanlar, zoraki olarak meâl okumaya zorlanmaktadır. Böylece farkında olmadan din düşmanlarının tuzağına düşülmektedir. Zamanımızda o hale gelindi ki, dini bir mes'elede, İmam-ı a'zam hazretleri, İbni Âbidin hazretleri şöyle buyurdu demek ayıplanır hale geldi. Bilmiyorlar ki, fıkıh kitapları Kur'ân-ı kerîmin emirleri dışında bir şey bildirmez. Fıkıh kitaplarına, ilmihâle göre hareket eden, Kur'ân-ı kerîmin hadîs-i şerîflerin emrine uymuş olur.
.
Dualarla, kurbanlarla açılan renklI Ankara MeclIsI
Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci
1918, Osmanlı Devleti'nin felâket yılıdır. Ordu mağlup olmuş; İstanbul ve bazı Anadolu şehirleri fiilen işgal edilmiş; meclis feshedilmiştir. Halk galeyan hâlindedir. Mukavemet için cemiyetler toplanmaktadır. Saray, bunları tek elden idare etmek üzere muktedir birini Anadolu'ya göndermeyi ve böylece müttefiklere karşı elinde bir koz tutmayı düşünür. Bu kişi, Mustafa Kemal Paşa'dır. Anadolu mukavemeti, Müdafaa-ı Hukuk Cemiyeti adıyla birleşir. Sivas Kongresi'nde bir temsil heyeti seçilir. Ankara hükümetinin nüvesi budur. Ayrıca seçimlerin yenilenmesi kararı çıkar. Ancak temsil heyeti, içten içe seçime karşıdır. Zira yeni meclis toplanınca, temsil heyetinin işi bitecektir. Ancak açıktan karşı da çıkamaz. Bu sebeple Mustafa Kemal, meclisin İstanbul'da değil, demiryolu bulunan ve işgal edilmemiş merkezî Ankara'da toplanmasını ister; fakat muvaffak olamaz. Başka bir yol izler.
Planlı bir oyun
1919'da yapılan seçimlerde, Ankara'daki yeni hareket, İttihatçılarla anlaşarak kendi yandaşları dışında kimsenin seçime katılmasına izin vermez. İki kişi dışında, 140 mebusun hepsi Ankara'nın namzetidir. Mustafa Kemal, meclise seçilir; ama gidemez. İstanbul'da toplanan Meclis-i Meb'usân, vatanın her ne şekilde olursa olsun müdafaasına dair meşhur Misak-ı Millî'yi kabul edince, 16 Mart 1920'de İngilizler meclisi dağıtır. Aslında bu, Mustafa Kemal Paşa'nın planlı bir oyunundan başka bir şey değildir. İşi Ankara'dan gönderilen Rauf Bey (Orbay) yürütmüştür. Böylece İngilizler tahrik edilmiş; meclis dağıtılmıştır. Mebusların ileri gelen birkaçı İngilizlerce Malta'ya sürülmüş; bir kısmı Ankara'ya kaçmıştır. Ankara'nın istediği de budur. Böylece Ankara, mukavemetin merkezi; Mustafa Kemal de münakaşasız lideri hâline gelmiştir. Bir yandan da padişaha hürmetkâr; ama İstanbul hükûmetlerini ağır itham eden bir politika takip edilmiş; böylece Anadolu vilâyetleri, yavaş yavaş Ankara'ya bağlanmıştır.
Ankara Meclisi, 23 Nisan 1920'de, Ulus'taki İttihat ve Terakki Lokali olan iki katlı yeni binada 115 kişiyle toplandı. Meclisin açılışı mübarek Cuma gününe getirildi. Açılmadan evvel, Hacıbayram Câmii'nde namaz kılınıp, dua edildi. Kurbanlar kesildi, Buhariler okundu. Meclis salonunun duvarında, "Onların işi meşveret iledir" mealindeki âyet-i kerime asılıydı. Meclisin reisliğine Mustafa Kemal getirildi. İlk konuşmasında, padişahı öven ve kendilerinin onun itaatkâr kulları olduğunu beyan eden bir konuşma yaptı: "İnşaallah padişah-ı âlempenah efendimiz hazretlerinin sıhhat ve âfiyetle ve her türlü kuyûdât-ı ecnebiyyeden âzâde [ecnebi baskısından kurtulmuş] olarak taht-ı hümâyunlarında dâim kalmasını eltaf-ı ilahîden tazarru eylerim [Allah'tan dilerim]." Böylece hareketin bir isyan olduğuna dair bazılarının şüphesi de giderildi. Meclis, 1921 tarihli Teşkilat-ı Esasiyye Kanunu ile yasama ve yürütme gücünü elinde tuttuğunu deklare etti. Bunda olmayan meseleler için, Osmanlı Kanun-ı Esasî'si tatbik olunuyordu. Meclisin, İstanbul'dakinin devamı olduğu şuradan bellidir ki, önceki meclisin tamamlayamadığı ağnam vergisi ile alâkalı teklifin görüşülmesini sürdürmüştür.
|
|
Kız gibi Meclis
Meclis mensuplarına artık milletvekili denilmektedir. Bunların bir kısmı dağıtılan İstanbul meclisinin âzâlarıdır; bir kısmı da taşralardan tayin veya seçim suretiyle gelmiştir. Seçildiği halde gelmeyen veya gelemeyenler de vardır. Mecliste, işgal altındaki Batum temsilcileri bile vardır. Meclisin % 13'ü sarıklıdır. Ama bunların ekserisi İttihatçı veya Modernist olduğu için, devrimbazlıkta diğerleriyle yarışmışlardır. Mesela saltanatın kaldırılması teklifini veren bir şeyhtir. Siyasî partiler mevcut değildir. Ama mecliste Mustafa Kemal'e sadık Birinci Grup ile şahıs diktatoryasına karşı İkinci Grup vardır. Resmî tarihin aksine, bunlar muhafazakâr ve cumhuriyet düşmanı değildir. Olabildiğince liberal ve demokrattır. Cumhuriyet devri muhalefetinin nüvesini teşkil eder. Terakkiperver Fırka, Serbest Fırka, Demokrat Parti, hep bunlar arasından yeşermiştir.
1921'de askerî vaziyet kritikleşince, meclisin salâhiyetleri başkumandan sıfatıyla Kemal Paşa'ya devredilmiş; 1922'deki üçüncü uzatmadan sonra bu salâhiyeti geri almak isteyen meclise meydan okuyarak devletin fiilî hâkimi hâline gelmiştir. Böylece "Onların işleri meşveret iledir" âyeti indirilip, yerine "Hâkimiyet milletindir" yazısı asılırken, gerçekte aksi gerçekleşmiştir. Buna rağmen, sonradan Halk Partisi adını alacak olan Birinci Grup zaman zaman o kadar sıkıştırılmıştır ki, saltanatın kaldırılması, Lozan'ın kabulü ve cumhuriyetin ilânı çok zor olmuştur. Muhalifler bazen tehditle, bazen yok edilerek sindirilebilmiştir. Nitekim II. Grup lideri Trabzon milletvekili Ali Şükrü Bey, muhafız alayı kumandanı Topal Osman tarafından öldürülmüştür. Bundan yılan Mustafa Kemal Paşa, kız gibi bir meclis istemiş; 1920 meclisi "yıprandığı" gerekçesiyle feshedilerek, 1923'te isimlerini Halk Partisi'nin tesbit ettiği yeni bir meclis toplanmış; ertesi sene de yeni bir binaya taşınmıştır. Büyük Önder'in talimatları istikametinde inkılâpları yapacak olan meclis, artık budur.
|
23.04.2014
|
Bugün 709 ziyaretçi (972 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|