Ömer Nasuhi Bilmen Fatiha Suresi Meal ve Tefsiri
1-FATİHA SURESİ
Eûzübillâhimineşşeytânirracîm Bismillâhirrahmânirrahîm
Bilindiği üzere Kur’an’ı Kerîm (114) sûre ile (6666) âyet-i kerîmeden meydana gelmektedir. Fatiha ve de Suresi ise bu mübârek sürelerin birincisidir.
Tercih edilen görüşe göre Mekke-i Mükerreme’de inmiştir. Fatiha suresi, Kur’an’ı Kerim’in kıraatine başlangıç teşkil ettiği için fatiha adını almıştır.
Çünkü derece derece ortaya çıkan her şeyin ilkine fatiha denir. Fatiha suresi. Kur’an hakikatlerinin özünü kapsadığı için kendisine (Ümmü’l-Kur’an), (Ümmü’l-Kitap) gibi isimler de verilmiştir.
Aynı şekilde bu mübârek sûre yedi âyetten ibâret olup namazların her rekatında okunduğu için (Seb’ul-mesânî) adını da almıştır.
Fatiha suresi, yüce Allah’a hamd ve övgüyü içeren, O Ulu Yaratıcının mukaddes vasıflarını kapsayan ve O Kerem sâhibi Mabu’da kulluk arzetmede en önemli duayı içine alan bir sûredir.
Fatiha sûresi, Besmele-i şerife ile beraber yedi âyettir. Hanefî fakihlerince sahih olan görüşe göre bütün sürelerin başındaki besmeleler, o surelerden birer cüz değildir.
Belki birer müstakil âyet olup sürelerin aralarını ayırmak ve kendileriyle bereket istemek için tekrar tekrar indirilmiştir. Fatiha-i şerifeyi okuyup bitirince (Âmîn) denilmesi de bir sünneti seniyyedir.
Fatiha Suresi 1. Ayet Meal ve Tefsiri
1. Rahman ve rahim olan Allah Teâlânın adıyla (Okumaya başlarım).
1. Bu âyet-i kerime, Besmele-i Şerife adını alan, kâinatın yaratıcısı Yüce Allah’ın üç mukaddes ismini içeren, her okunacak ve yapılacak mühim ve meşru bir şeye teberrüken kendisiyle başlanılması muvaffakiyete vesîle olan bir âyettir. İşte Fatiha Suresini okuyacak bir kimse bu besmele-i şerifeyi okuyunca: (Rahman ve rahim olan Allah Teâlâ’nın mübârek adıyla) bu sûreyi okumaya başladım, demiş ve bu mukaddes isimler ile bereket isteğinde bulunmuş, bununla Cenab’ı Haktan yardım dilemiş olur. Ne mukaddes, ne mübârek bir ayeti kerime!
Fatiha Suresi 2. Ayet Meal ve Tefsiri
2. Hamd âlemlerin Rabbi ,
2. (Hamd) medih, övgü ve şükür (Alemlerin bütün mahlûkatın (Rabbi) sâhibi, idârecisi, terbiye edicisi olan,
Fatiha Suresi 3. Ayet Meal ve Tefsiri
3. Rahman ve rahim olup
3. (Rahman ve rahim) yani Yüce Zatı rahmet ile vasıflanmış olup kullarına fiilen merhamet buyuran,
Fatiha Suresi 4. Ayet Meal ve Tefsiri
4. Cezâ gününün sâhibi olan Allah Teâlâ’ya mahsustur.
4. (Cezâ gününün) kıyâmet gününün (sâhibi olan) o gündeki bütün işler kudreti elinde bulunan (Allahû Teâlâ’ya mahsustur) O’nun için sabittir. Artık şüphe yok ki her türlü hamd ve senâya O layıktır. O’ndan başka mülkün sâhibi ve âlemlerin yaratıcısı yoktur.
Fatiha Suresi 5. Ayet Meal ve Tefsiri
5. Ey Allah’ım yalnız sana ibâdet ederiz ve ancak senden yardım dileriz.
5. Ey Allah’ım (Yalnız sana ibâdet ederiz). Senin büyüklüğünü kalben düşünür, tam bir huşu ile ancak sana itaat ve kullukta bulunuruz. (Ve ancak senden yardım dileriz). Ancak sana sığınır, senden lütûf ve yardım bekleriz.
Fatiha Suresi 6. Ayet Meal ve Tefsiri
6. Bizleri doğru yola ilet,
6. Artık ey kerem sâhibi Rabbimiz (Bizleri doğru yola ilet) Bize doğru yolu bildir, bizi o yolu takibe muvaffak kıl. O yol ise İslâmiyetten ibârettir.
Fatiha Suresi 7. Ayet Meal ve Tefsiri
7. O kendilerine nimet vermiş olduğun kimselerin yoluna ilet, gazaba uğramışların ve sapmışların yoluna değil!
7. (O kendilerine nimet vermiş) kendilerine İslâmiyeti, zühd ve takvayı nasip etmiş (olduğun kimselerin yoluna) ilet, hidâyet et, onlar gibi biz de doğru yolu takibe muvaffak olalım, (gazaba uğramışların) ilâhî rahmetten uzaklaştırılmış, şiddetli bir şekilde cezalandırılmış kimselerin (ve sapmışların) doğru yolu, İslâm yolunu bırakıp çıkmaz yollara sapmış kimselerin (yoluna değil.) Öyle takipçilerini hidayetten mahrum bırakan, felâket çukuruna düşüren bir yola bizi sevk etme.
Ey alemlerin Rabbi! Peygamberlerin efendisinin hürmetine duamızı kabul buyur. Amin! Amin kelimesi, Kur’ân’dan değildir. Fakat Fatiha Suresi nin sonunda bunu söylemek sünnettir. Bu kelime, Ya rabbi! bizden kabul et, dualarımızı kabul buyur mânasını ifade eder.
§ “Hamd”;
Güzel bir zikirdir, güzel bir halden, bir nimetten dolayı saygı yoluyla şükür ve senada bulunmak demektir. Cenâb-ı Hak bütün mahlukatı luftuyla vücude getirmiş, onlara nîmetler, kâbiliyeler vermiş, özellikle insanlara peygamberler, kitaplar göndermiş, kendilerini hidâyet ve saadet yollarına dâvet buyurmuş olduğundan, bütün varlıkların hamd ve övgüsüne layıktır.
§ “Allah”
ismi celili, Cenâb-ı Hakka mahsus O’nun bütün kemal sıfatlarını ifâde eden bir isimdir ki başka hiç bir kimseye verilemez. Bu, bir ismi âzamdır.
§ “Rab”,
ismi şerifi de sâhip, yöneten ve ıslah eden mânâlarını ifade ettiği gibi bütün varlıkların yaratıcısı terbiye edicisi ve besleyicisi mânasını da içermektedir. İşte bütün mahlukatın terbiye edicisi yaratıcı ve eğiticisi de Allah Teâlâ’dan başkası değildir.
§ “Rahmân” ve “Rahîm”
de rahmet sâhibi mânasına Allah’ın birer ismidir. Rahman bütün mahlukatı yaratan, yaşatan, nîmetlere kavuşturan kimse demektir. Rahim de mü’min kulları hakkında ilâhî lûtuflarını bolca veren Yüce Yaratıcı mânasınadır.
Deniliyor ki rahman öyle bir nîmet verendir ki, onun vereceği nimetlerin başkası tarafından verilmesi düşünülemez. Bu sebeple rahman ismi mahlukata verilemez. Rahim ise öyle bir nîmet verendir ki onun vereceği nîmetin benzeri başkaları tarafından da gelebilir. Bu sebeple rahim adı kullara da verilebilir.
§ “Alemîn tâbirine gelince;
bu da Cenab’ı Hakkın varlığına, birliğine delâlet ve şehadet eden, onu bilip tasdik etmeğe vesile olan varlıklardan, mahlûkattan ibarettir ki her birine bir âlem denir. Bunlar; gökler âlemi, yer âlemi, hayvanlar âlemi, bitkiler âlemi, ruhlar âlemi, dünya âlemi, âhiret âlime gibi nevîlere ayrılmıştır. Bir rivayete göre on sekiz bin âlem vardır.
Bizim dünyamız ise bu alemlerden yalnız biridir. Bütün âlemler birer mahluktur. Bütün bunların yaratıcısı Cenâb-ı Haktan başkası değildir. Bütün âlemler, O Yüce Yaratıcının varlığına, kuvvet ve büyüklüğüne birer parlak delildir.
§ “Yevmiddin”,
cezâ günü, âhiret günü korku ve saygı âlemi demektir ki, o günde bütün tasarruflar, bütün mükâfat ve cezalar Allah’a ait olup onun hâkimiyet ve iradesinin zıddına hareket edecek bir kuvvet bulunamaz.
§ “İbâdet”;
Allah’ın emrine tam mânasıyla boyun eğmek ve itaat etmek demektir. Hak Teâlâya karşı gösterilecek alçak gönüllülüğün, boyun eğme ve itaatın son derecesidir.
§ “İstiane”
de yardım istemektir, ibâdet ve iteat hususunda ve diğer işlerde Cenâb-ı Hakkın lütûf ve yardımına sığınmaktır.
§ “Nîmet”,
halin iyiliği ve nefsin lezzet aldığı şey demektir. Bizim için istenilmeye en lâyık olan nîmet ise, Allah’ın rızâsına kavuşmak ve salih, seçkin kulların yollarına girebilmek, Allah’ın gazabına uğramış, sapıklıklar içinde kalmış, kötü ruhlu kimselerin yollarından uzak kalmaktır.
§ “Hidâyet”;
insanı İstenilen şeye kavuşturacak olan bir nesneye delâlet ve yardım etmek demektir. Bu bir hayırlı rehberlikten ibârettir. Hidâyet edene hâdi, hidayet bulana da mühtedi denir. İhtida da doğru yolu bulmak demektir, İslâmiyete kavuşmak gibi.
§ “Dalal” =
dalâlet de helâk olmak, kaybolmak, doğru yoldan çıkmak, İnsanı İstediği şeye ulaştıracak olan nesnenin yok olması ve istenen şeye kavuşturamayacak olan bir yola girmek demektir. İslâmiyetten ayrılmak gibi. Dalâlete düşene dâl, dalâlete düşürene de mudill, dalâlete düşürmeğe, azdırmağa da idlâl denir.
§ “Tarikı müstakim”
İse doğru yoldur, İnsanı dünyada ve âhirette selâmet ve saadete kavuşturacak olan her hangi bir şey demektir. Bu itibar ile Kur’an’ı Kerîm’e, İslâm dinine, sünnet ile camaate ve cennete girmeye hak edenlerin yoluna sıratı müstakim denmiştir. İşte Fatiha sûre-i celilesi, bizlere bu hususlardaki vâzifelerimizi telkin ve ilham ediyor.
Buyurulmuş oluyor ki: “Ey insanlar!, uyanınız, şu sonsuz kâinatın yaratıcısının büyüklüğünü düşününüz. O, ne büyük bir yaratıcıdır, ne muazzam bir besleyicidir. Bütün mahlukatı için ne kadar rahmet ve merhameti vardır. Bütün âlemlerin müstakil sâhibi ve hâkimi yalnız odur. Artık -Yarabbi! yalnız sana ibâdet ederiz. Yalnız senden lütuf ve ihsan bekleriz- diyerek kulluğumuzu arzederiz.
Doğru yola gitmenizi muhterem kulların izlerini takibe muvaffakiyetinizi O Kerem sâhibi Yaratıcıdan niyaz ediniz. Küfür ve isyan ile doğru yolu kaybetmiş, dalâlet içinde kalmış, insanlık için bir fitne, korkunç bir belâ mahiyetinde bulunmuş, dinsiz, ahlâksız, sapık kimselere uymaktan, onların iğfallerine kapılmaktan emin olmanızı da O rahmet ve ihsanı sonsuz olan kerem sahibi ve merhametli mabudunuzdan istemeye devam ediniz. Ey insan toplulukları! Sizin için bundan başka selâmet ve saadet yolu yoktur.”
Evet… Fatiha Sûre-i celilesi İşte bizleri böyle bir uyanışa, bir yalvarış ve yakarışa ve bir yükselişe davet edip durmaktadır. Ey âlemlerin Rabbi!.. Biz âciz kullarının bu husustaki niyaz ve istirhamımızı lütfen kabul buyur. Peygamberlerin efendisinin hürmetine duamızı kabul buyur. Âmin!
Sonraki Sure: Bakara Suresi Meal ve Tefsiri
.
2-BAKARA SûRESİ
Bismillâhirrahmânirrahîm
Bu mübârek sûre, Medine’de inmiştir, iki yüz seksen altı ayetten meydana gelmektedir. Mekkî ve Medenî olan sûreler arasındaki fark, kısaca şöyledir: Mekkî olan sûreler, Peygamber (s.a.)in hicretinden evvel inmiş sûrelerdir. Medenî olan sûreler de Peygamberin hicretinden sonra inmiş sûrelerdir.
İsterse Medine-i Münevvere dışında meselâ Mekke-i Mükerreme’nin fethi esnasında Mekke’de veya diğer savaşlar esnasında inmiş olsun. Mekkî olan sürelerin bazı ayetleri pek kısa ve edebidir. Dinin esaslarını özet olarak içermektedir.
İslâm’ın başlangıcında nazil olmuş, Mekke-i Mükerreme’deki Arap ediplerine karşı bir belâgat mucizesi olmak üzere tecelli eylemiştir. Medenî olan âyetlerin büyük bir kısmı ise nisbeten uzuncadır. Bunlardan birçoğu ehli kitaba hitap etmektedir.
Eski ümmetlerin tarihî hallerini birer ibret levhası olmak üzere dikkat nazarlarına sunmakla ve itikadî meselelere, ibâdetlere şahsî, medenî, siyasî muamelelere ait hükümleri kapsamaktadır. İşte Bakara sûresi de böyle binlerce meseleleri, hakikatleri içine almaktadır.
Özellikle bir bakara=sığır hadisesine dâir bilgi vermektedir ki, bu olay haddizatında Cenab’ı Hakkın varlığına, kudret ve hikmetine ve nice harikaları yaratmış ve yaratmakta olduğuna delâlet etmektedir.
Ve bu olay peygamberlik ve risâletin hak olduğuna peygamberlerin mucizeler göstermeye muvaffak olduğuna ve bu zatlara itaatın lüzumuna tenbih ve işâret etmektedir, İşte bu mühim nükteleri, işaretleri kapsayan Bakara hadisesi münasebetiyle bu mübârek süreye Bakara sûresi adı verilmiştir. Kendisinde bakara hadisesi bildirilen sûre demektir.
1. Elm = Elif, lâm, mîm.
1. Bu mübârek ayetler, Kur’an’ı Kerîm’in hak olduğunu, hidâyete vesile olduğunu bildirmektedir. Gayba inanan, dinî vazîfelerini yerine getiren, semavî kitaplara ve âhiret gününe İman eden kimselerin hidâyet üzere olup kurtuluşa erdiklerini müjdelemektedir.
Şöyle ki (Elm): Harfleri, Bakara sûresinin birinci âyetini teşkil etmektedir. Bu gibi harflere “Hurûfi Mukataa” denir ki mânaları bizce bilinmemektedir. Bunların inişinde birer hikmet vardır. Kısaca deniliyor ki bunlar başlarında bulundukları sürelerin isimleridir.
Bunlar, İnsanların dikkatlerini çekmeye sebeptir. Adeta denilmiş oluyor ki ey insanlar! Bütün Kur’an âyetleri bu gibi harflerden meydana gelmiştir. Böyle olduğu halde siz ne için bu harflerden oluşan bir sûre meydana getiremiyorsunuz?
Öyle ise acizliğinizi İtiraf ediniz ve Kur’ân’ı Kerîm’in edebî bir mucize olduğunu kabul ediniz.Bununla beraber ibni Abbâs hazretlerinden bir rivâyete göre Elm’in mânası: (Ben en âlim olan Allah’ım) demektir. Araplar bazen bir kelimenin bir harfini zikredip o kelimenin tamamını kasdederler. Nitekim şimdi Türkiye’de de bazı şahıs ve yer isimlerinin İlk harflerini yazmakla yetinilmektedir.
2. İşte bu kitap ki, bunda bir kuşku yoktur, müttakiler için bir hidâyettir.
2. Cenâb-ı Hak Kur’an’ı Kerîm’in yüceliğini beyân etmek için buyuruyor ki: (İşte bu kitap ki bunda bir kuşku yoktur.) Burada kitaptan maksat, Kur’an’ı Kerîm’dir. Bu bir eşsiz güzel söz ve bir sonsuz mucizedir ki bunun benzerini getirmek asla mümkün değildir.
Bunun âyetlerine karşı bütün edîpler âcizliklerini itiraf etmişlerdir. Artık bunun bir Allah kelâmı ve bir semavî kitap olduğunda nasıl şek ve şüphe edilebilir? Bu mübârek kitap bütün (sakınanlar için bir hidâyettir.) onları doğru yola ileten, onlar için, bir selâmet ve saadet rehberi bulunmaktadır.
§ Takvâ, İttikâ, Hak Teâlâ’dan korkmak, İnsanı günaha, zelilliğe düşürecek şeylerden sakınmak nefsi gayri meşru şeylerden korumak ve himaye etmektir. Bu şekilde hareket eden, üzerine düşen dinî vazifeleri yerine getirmeye çalışan bir şahsa (Mütteki) denilir.
3. O müttakiler ki, gayba inanırlar, namazı da doğruca kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden de infakta bulunurlar.
3. Gerçek müttaki kimlerdir. İşte bunu Kur’an’ı Kerîm’in bu ayetleri şöyle açıklıyor: (O müttakiler ki gayba inanırlar.) Yani görmedikleri halde aklî ve naklî delillere dayanarak bir takım varlıklara inanırlar. Vazifeleri olan (Namazı da doğruca) usûl ve erkânına uyarak (kılarlar.)
Bu kutsal ibâdeti vaktinde edâ ederler (ve kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden de infakta bulunurlar.) Yani: Allah tarafından ihsan buyurulmuş olan nimetlerden bir kısmını da ailelerine zekât ve sadaka olarak diğer muhtaç kimselere sarf ederler ve insanlığa hizmet etmiş olurlar.
4. Ve onlar o kimselerdir ki sana indirilmiş ve senden evvel indirilmiş olan kitaplara da iman ederler ve onlar âhirete de kesin olarak inanırlar.
4. (Ve onlar) o takva sâhibleri (O kimselerdir ki) Rasûlûm! Ey Muhammed aleyhisselâm (sana) yüce katımdan (İndirilmiş) olan Kur’an-ı Kerîme imân ederler.
(Ve senden evvel) diğer peygamberlere (İndirilmiş olan kitaplara da imân ederler.) Hepsini de tasdik ve tâzimde bulunurlar. (Ve onlar âhirete de) İnanırlar, bir sonsuz mükafat ve cezâ âleminin varlığını da tasdik ederler. Onun varlığına (kesin olarak) İnanırlar
5. İşte onlar kerem sahibi Rableri tarafından bir hidayet üzeredirler. Kurtuluşa erenler de ancak onlardır.
5. (İşte onlar) öyle güzel bir imân sahibi olan o takva sâhibi kimseler, (keremi bol Rableri tarafından bir hidâyet) ve mutluluk (üzeredirler.) Onların güzelce sakınmaları kendilerinin böyle büyük bir nîmeteulaşmalarına sebep olmuştur. (Kurtuluşa erenler de ancak onlardır.) Her türlü korkudan, âhirete ait sorumluluktan emin olacak olanlar, onlardan başkası değildir.
Binaenaleyh bu ilâhî sözler, bütün insanlığa hidâyet, selâmet ve mutluluk yollarını gösteriyor ve insanlığı yüce bir gayeye eriştirecek şeyleri açıkça bildiriyor. Artık bütün insanlık âlemi uyanmalı, bu yüksek ve ilâhî irşattan istifade etmeye çalışmalı değil midir?
6. Muhakkak o kimseler ki kâfir olmuşlardır, onları korkutsan da, korkutmasan da onlar için müsavîdir, onlar imana gelmezler.
6. Yukarıdaki mübârek ayetler, hidâyet ve mutluluğa ulaşan kimseleri bildirmiştir. Bu iki ayeti celile de hidayetten yoksun ve azaba layık olan kötü tabiatlı, şahısların kimlerden ibaret olduğunu göstermiştir. Şöyle ki (Muhakkak o kimseler ki kâfir olmuşlardır.) İmân mutluluğuna erememişlerdir. (Onları) İlâhi azab ile (korkutsan da, korkutmasan da onlar için müsavidir.)
Onlar yaratılışlarını kötüye kullanan Yüce Yaratıcının varlığına şehadet eden eserleri görmemek için gözlerini kapayan ve üzerlerine düşen vazîfeleri yapmaktan kaçınan inkârcı kimselerdir. Artık onlara verilecek öğütlerin ve yapılacak tehditlerin bir tesîri olamaz. (Onlar imâna gelmezler.) Onlar kendi iradeleri ile işledikleri alçaklığı küfür ve isyanı terk etmezler.
§ Bu ayeti kerime gösteriyor ki bazı mükelleflere ve muhataplar bakımından bir nasihatın, bir dinî tebliğin bir şerî tehdidin yapılıp yapılmaması müsavidir. Fakat bu tebliğ ve tehdit vazîfesi bunları yapabilecek şahıslar açısından eşit derecede değildir. Belki onlar bu vazîfeyi yine yapmakla sorumludurlar.
Ta ki ilâhî deliller tamam olsun, mükellefler: Biz böyle bizi irşat edecek ve uyaracak kimselerle karşılaşmadık, diye mazeret ileri sürmesinler. Bu sebepledir ki, mübârek peygamberler ve onları takip eden samimi mü’minler dalma insan topluluklarını uyarmaya çalışmışlardır. İsterse o topluluklar bunu kabul etmiş olmasınlar.
7. Allah Teâlâ onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir, onların gözleri üzerinde de bir perde vardır. Onlar için büyük bir azap da vardır.
7. Öyle inatcı ve inkârcı olanlar yaratılış itibariyle sâhip oldukları irâde ve ihtiyarlarını kötüye kullandıkları için (Allahû Teâlâ onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir.)
Artık onların kalplerine imân girmez, kulakları hakkı İşitmez. (Onların gözleri üzerinde de bir perde vardır.) Hakkı göremezler ve bu kötü hareketlerinden dolayı (Onlar için büyük bir azab da vardır.) Âhirette sürekli ve pek acıtıcı bir azaba tutulacaklardır.
§ Evet… Allah Teâlâ bütün kullarına bir irâde ve bir seçme kâbiliyeti vermiştir. Her insan bu kabiliyetini güzelce kullanmaya da, kullanmamaya da hikmet gereği muktedirdir. Cenâb-ı Hak ise her kulunun bu kabiliyetini bu dünyada ne şekilde kullanacağını ezeli âlemde bildiği için ona göre kulları hakkında ezeli hükmünü vermiştir. Binaenaleyh bunda bir zorlama yoktur.
Belki bu ezeli hüküm kulların kendi hareket ve irâdelerine göre tecelli etmiştir. Bu teklif âleminde ilâhî adâletin ortaya çıkması kulluk ve Rablığın belirmesi için bundandaha uygun yol yoktur. Bu mübârek âyetler Rasûli Ekrem efendimizi teselli etmek mânasını da içermektedir. Şöyle ki: Peygamber efendimiz herkesin İslâmiyeti kabul ederek ebedî mutluluğa ermelerini arzu buyururdu. Kutsi emirlerini, öğütlerini kabul etmeyenlerin davranışlarından dolayı pek müteessir olurdu.
Cenab’ı Hak ise buyurmuş oluyor ki: Rasûlüm!.. Üzülme, İnkârcıların uğrayacakları azaplar, felâketler, kendilerinin hakkı kabul etmeyip inatcı bir şekilde harekette bulunmalarının bir neticesidir. Sen ise onlara hak ve hakîkati ulaştırmış olmakla peygamberlik vazîfesini yerine getirmiş ve en yüksek derecelere aday olmuşsundur. Sallallahü Aleyhi vessellem.
8. İnsanlardan bir kısmı da: Biz Allah’a ve âhiret gününe inandık der. Halbuki onlar inanmış değildirler.
8. Bu mübârek âyetler, bir kısım insanların da münâfıkça hareketlerde bulunduklarını, bu yüzden pek fazla felâketlere, azaplara maruz kalacaklarını bildirmektedir. Binaenaleyh bütün insanlar, itikat, amel, ruhî durum itibariyle başlıca üç kısma ayrılmaktadırlar.
Şöyle ki: insanların bir kısmı samimi surette mü’min olan zatlardır. Onların kalpleri, lisanları birdir. Hak ve hakikata doğruca inanırlar, bunu itirafta bulunurlar.
İşte hakikî mü’min bunlardır, insanların bir kısmı da kâfirdirler. İlâhî dininin hükümlerini kabul etmezler, kendi yanlış inançlarını açığa vururlar, kendi bozuk inançları içerisinde yürür dururlar. Bunların bu davranışları meydanda olduğu için kendilerine karşı vaziyet almak mü’minler için kolay olur. insanların bir kısmı ise münafıklardır.
Bunlar kalplerinde olanı lisanlarıyla açığa vurmazlar. Bilâkis bunu saklar, kendilerini görünüşte mü’min gösterirler, ehli imanı aldatmak isterler. Artık bu tür şahıslara karşı hakikî mü’minlerin pek uyanık bulunmaları lâzımdır. İşte Cenâb-ı Hak bunların bu münâfıkça tutumlarını şöyle beyan buyuruyor:
(İnsanların bir takımı da) dinsizliklerini gözlemek, mü’minler! aldatmak için (Biz Allah’a ve âhiret gününe inandık derler.) Müslümanlık iddiasında bulunurlar. (Halbuki onlar inanmış değildirler.) Yalan söylemektedirler.
9. Onlar Allah’ı ve imân etmiş kimseleri aldatmak isterler. Halbuki onlar kendi nefislerinden başkasını aldatamazlar da bunun farkında olamazlar.
9. Evet: Münâfık olanlar, kendi kanaatlerini gizlerler, müslümanlara karşı kendilerini müslüman gösterirler. (Onlar) bu hareketleriyle haşa (Allah Teâlâ’yı ve İman etmiş kimseleri) hakikî mü’minler! (Aldatmak isterler.)
Aldatmak hayaline kapılırlar da bu cehaletlerinin, bu bozuk kanaatlerinin ne kadar yanlış, ne kadar akıl ve fikre aykırı olduğunun farkında bile olamazlar. (Halbuki onlar kendi nefislerinden başkasını aldatamazlar da) gafîl, câhil herif ler (Bunun farkında olamazlar.) Böyle zelil bir durumda yaşar dururlar.
10. Onların kalplerinde bir hastalık vardır. Allah Teâlâ da onlar için hastalığı artırmıştır. Ve onlar için yalan söylemeleri sebebiyle gayet acı bir azap vardır.
10. (Onların) o münafıkların (kalplerinde) o kötü inançlarından, hareketlerinden dolayı ağır, öldürücü (bir hastalık vardır.) Bu ruhî, manevi bir hastalıktır. (Allah-u Teâlâ’da onlar için) bu elem verici (hastalığı artırmıştır.) Kur’an’ı Kerîm’in âyetleri indikçe, İslâmiyet her tarafa yayıldıkça onların düşmanlıkları, nifakları artarak küfürleri kat kat olmuştur.
(Ve onlar için yalan söylemeleri) İman etmedikleri halde kendilerini mü’min göstermeleri (sebebiyle gayet acı bir azap vardır.) Artık onlar için bu yalancı tavırlarından, bu münâfıkça hareketlerinden dolayı pek ağır bir cehennem azabı vardır. Gerçekten münâfıklar böyle bir sonuca pek fazlasıyla layık olmuşlardır. Münafıklardan bir çokları bu kötü hareketlerinin cezalarını daha dünyada iken de görmüşlerdir. Bunun daha müthişini ise âhirette göreceklerdir.
11. Onlara, yeryüzünde fesatta bulunmayınız, denilince onlar. “Biz ancak islâh edici kimseleriz” derler.
11. Bu mübârek ayetler de münafıkların hakkı kabul etmediklerini, müminleri küçümseyip kendi fenâlıklarında ısrarlı bulunduklarını bildirmektedir. Şöyle ki (Onlara) o münafıklara (yer yüzünde fesatta bulunmayınız) kötü, fesatçı hareketlerden kaçınınız (denilince) bunu reddederler, kendilerinin alemi ıslah edici olduklarını iddiada bulunarak (Biz ancak islâh edici kimseleriz, derler.) Kendi kusurlarını görüp itiraf etmezler.
Evet: Yer yüzünde böyle bir takım şahıslar vardır ki kendi sapıklık ve beyinsizliklerinin hiç de farkında değildirler. Onlar bütün insanlık için zarar verici hareketlerde bulundukları halde bunu medenî, insanî bir hareket sanırlar. Artık bu gibi zararlı şahıslardan kaçınmalıdır.
12. Haberiniz olsun ki fesat çıkaran şahıslar, onların kendileridir. Fakat bunu anlamazlar.
12. Ey mü’minler! ey akıl sâhipleri!.. Uyanık bulununuz, öyle beyinsizce münafıkca hareketlerde bulunan şahısların aldatmalarına kapılmayınız. (Haberiniz olsun ki fesat çıkaran şahıslar onların kendileridir.) Asıl fesada, âlemin huzurunu bozmaya çalışan onlardır. (Fakat) ne garip ki (Bunu anlamazlar.) Bu hareketlerin farkında bulunamazlar.
13. Ve onlara: “Sizde insanların iman ettiği gibi iman edin” denilince derler ki: “Biz o beyinsizlerin iman ettiği gibi iman eder miyiz?” muhakkak biliniz ki beyinsiz olan ancak kendileridir. Fakat bilmezler.
13. (Ve onlara) o fesatçı, münafık kimselere hitaben geliniz (siz de insanların) hakikî mü’minlerin (İmân ettiği gibi) samimî bir şekilde (İman edin denilince) onlar bencilliklerini açığa vurarak (Derler ki: “Biz o beyinsizlerin İman ettiği gibi İman eder miyiz?) halbuki asıl beyinsiz, budala olan onlardır. Evet: (Muhakkak biliniz ki beyinsiz olan ancak kendileridir. Fakat bilmezler) bunu idrak edemezler.
§ Gerçek şu ki, her zaman, her yerde böyle bir takım yanlış düşünceli şahıslar bulunmaktadır. Bunlar kendilerini bilgili, aydın, ilerici zannederler. Başkalarına bir hakaret gözüyle bakarlar, kendileri gibi düşünmeyenleri fikirden, zekâdan mahrum sayarlar, onlarınmedeniyete ilerlemeye karşı olduklarını sanırlar.
Zavallılar kendilerinin nasıl bir cehalet ve gaflet çukuruna düşmüş olduklarının farkında değildirler. Kendilerinin o acınacak “karanlık hallerini bir saadet, bir aydınlık hali zannederler” Ne diyelim, Cenâb-ı Hak cümlemize uyanıklık nasip buyursun.
14. Onlar iman edenlere rasgelince: “Biz iman ettik” derler. Kendi şeytanları ile yalnız kalınca da: “Biz sizinle beraberiz, biz ancak o iman edenler ile alay eden kimseleriz” derler.
14. Bu mübârek ayetler münafıkların ahlâk ve tavırlarını açıklamakta onların hidayetten mahrum olduklarını ihtar etmektedir. Şöyle ki: (Onlar) yani münafıklar, ciddiyetten mahrum olan kimseler (İman edenlere rasgelince) hakiki müminlerle karşılaşınca onları aldatmak, şahsî menfaatlerini elde etmek için (biz İman ettik.) bizde sizin gibi mü’min kimseleriz (derler.) Hakikate aykırı olarak müslüman olduklarını iddia ederler.
Fakat (kendi şeytanları ile) yani reisleri ile, kendilerini aldatmış kimseler ile (yalnız kalınca) ıssız yerde konuşunca da (biz sizinle beraberiz) biz sizin yolunuzdan ayrılmayız (biz) İman ettik demekle (ancak o İman edenler ile) müslümanlar ile (alay eden kimseleriz derler.) Mü’minleri kandırmak, onlar ile alay etmek isteriz diye söylenirler. İşte samimiyetten uzak, geçici menfaatlere düşkün olan vicdansız kimselerin hali böyledir.
15. Allah Telâlâ ise onlar ile alay eder. Onları kendi azgınlıklarında şaşkın bir halde bırakır.
15. Halbuki o münâfık kimseler aldanıyorlar. (Allah Teâlâ ise onlar ile) o münâfıklar ile (alay eder) yani onlara hikmet gereği bir müddet hayat, nimet verir.
(Onları kendi azgınlıklarında şaşkın bir halde bırakır.) Onların o azgınlık, dinsizlik içinde bir müddet daha şaşkın şaşkın bir halde yaşamalarına mühlet verir. Artık onlar bu müdlet içinde elde edebildikleri geçici ehemmiyetsiz nimetlerden, makamlardan dolayı gururlu bir halde yaşarlar. İşte bu hal onların hakkında bir manevî, ilâhî alay demektir ki neticesi pek acıklıdır.
16. Onlar o münâfıklar o kimselerdir ki: Hidâyet karşılığında dalâleti satın almışlardır. Onların bu ticaretleri bir kazanç temin etmemiştir. Ve onlar hidâyete ermiş kimseler değildir.
16. Evet: mü’minler ile alay ettiklerini sıkılmadan söyleyen o pis topluluk yok mu? Onlar pek aldanmışlardır. Evet: (Onlar) o münâfıklar (O kimselerdir ki hidâyet karşılığında dalâleti) küfür ve isyanı (satın almışlardır.) Böyle bir alışverişte bulunmuşlardır. (Onların) o münafıkların (bu ticaretleri) bu gayretleri hakikî (bir kazanç temin etmemiştir.)
Bilâkis pek büyük bir zarara, felâkete maruz kalmışlardır (Ve onlar hidayete ermiş kimseler değildirler.) Evet; onlar hakiki bir ticaret yoluna, manevi bir kazanç sahasına yol bulmuş değildirler.
Ne yazık ki onların, bu feci sonuçtan haberleri yoktur. Artık uyanık mü’minlere lâzımdır ki o gibi beyinsiz kimseleri iyice tanısınlar, onların aldatışlarına kapılmasınlar, kendi sahalarını o gibi uğursuz kimselerin zararlı ve helâk edici telkinlerinden korumaya çalışsınlar.
17. Onların durumu, ateş yakmış kimsenin durumu gibidir ki, o ateş çevresinde kilerini aydınlatınca. Hak Teâlâ hemen onların nurunu giderdi, onları karanlıklar içinde görmez bir halde bıraktı.
17. Bu mübârek ayetler, münafıkların acayip hallerini, İman nurundan nasıl bir mahrumiyet içinde yaşadıklarını çeşitli şekilde misallendirmekte tasvir buyurmaktadır. Şöyle ki: (Onların) o münâfık kimselerin (durumu) garip tavırlar!, bir takım fâideli şeylerden istifade edemez halleri (ateş yakmış kimsenin durumu gibidir ki o ateş çevresindekileri aydınlatınca) o kimse de bundan istifâde edebileceğini sanıverdi. Fakat (Hak Teâlâ hemen onların nurunu giderdi nurdan faydalanamadılar.
(Onları zulmetler içinde görmez bir halde bıraktı.) Onlar yine karanlıklar içinde kalıp gittiler. İşte münafıkların karanlıktaki durumları!.. Çünkü münâfıklar kendilerine bir kısım açık, parlak deliller getirildikçe inkâr ettikleri meseleler ortaya çıkar, açılır, kendilerinde hakkı kabule, doğru yolu görmeğe bir temayül, bir kabiliyet vücude gelir gibi olur.
Fakat yanlış düşünceleri, geçici menfaatlere kapılmaları sebebiyle o manevi temayülü takip etmezler, yine inkâr ve ihânet yoluna yönelirler, bu hareketlerinin lâik bir cezâsı olarak da fâideli temayülleri Allah tarafından giderilir, kendileri yine o manevi karanlıklar, delâletler içinde bırakılırlar.
§ Mesel: Sıfat, açık durum, geçmiş zamandaki halleri tasvir eden garip kıssa demektir. Çoğulu: Emsaldir.
18. Onlar bir takım sağırlar, dilsizler, körlerdir. Artık onlar o sapıklıktan dönmezler.
18. Onlar, o münâfık kimseler (Bir takım) manen (sağırlar) dır. Hak sözü dinleyip işitmezler. Ve onlar (dilsizler) dir. Kelimeyi şahadet ile lisanlarını ciddi şekilde nurlandıramazlar. Ve onlar (körlerdîr). Çevrelerindeki milyonlarca kudret eserlerini görüp onların yüce yaratıcısını tasdik etmezler.
(Artık onlar -o dalâlete- dönmezler.) Onlar kendi tabii yeteneklerini kendi kötü hareketleri ile ellerinden çıkarmış oldukları için artık sapıklıktan kurtulup hidâyet yolunu takip edemezler.
19. Yahut onların durumu gökten şiddetle boşanan bir yağmur gibidir ki onda karanlıklar vardır, dehşetli bir gök gürültüsü, bir şimşek vardır. Ölüm korkusundan dolayı yıldırımlardan parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Allah Teâlâ ise kâfirleri kuşatmıştır.
19. (Yahut) onların, o münafıkların durumu, garip halleri bir bakımdan da (gökten şiddetle boşanan bir yağmur gibidir ki) yani böyle bir yağmura tutulmuş kimsenin haline benzer ki (Onda) o yağmurda (karanlıklar vardır.) Karanlık bir halde bulunur ve onda (dehşetli bir gök gürültüsü, bir şimşek vardır.)
Her tarafa dehşet verir. Bunu görüp işitenler (ölüm korkusundan dolayı yıldırımlardan) kurtulmak hayaliyle (parmaklarını kulaklarına tıkarlar.) Onlar böyle yapmakla kurtulacaklar mı? Ne gezer!..
(Allah Teâlâ ise kâfirleri) bütün dinsizleri (kuşatmıştır) ilim ve kudreti ile ihata buyurmuştur. Artık onun kudret elinden yakalarını asla kurtaramayacaklardır.İşte münâfıklar da böyledir. Kendilerine yönelen dinî ve insanî tebliğlerden, uyarılardan, vaad ve tehditten dolayı müthiş bir hâdise karşısında kalmış gibi bulunurlar.
Dünyevî varlıkların, fanî parıltıların ellerinden çıkacağı korkusu ile kulaklarını tıkarlar. Hak sözleri dinlemezler. Fakat böyle hareket etmekle kurtulacaklar mı? Ne mümkün!.. Allah Teâlâ onların canlarını alır, kendilerini layık oldukları azaplara kavuşturur.
20. Az kalıyor ki şimşek gözlerini hemen kapayıverecek. Her ne zaman önlerini aydınlatsa ışığında yürürler. Üzerlerine karanlık çöktükçe de dikilip kalıverirler. Eğer Allah Teâlâ dilemiş olsa idi onların elbette işitmelerini de, görmelerini de gideriverirdi. Şüphe yok ki Allah Teâlâ her şeye kadirdir.
20. O bozuk düşünceli şahısların gerçekteki durumlarına güzelce bakılacak olsa görülür ki onlar gelecek olan pek büyük bir tehlike ile karşı karşıya bulunmuşlardır. Bu ayeti kerime onların bu halini de temsil yoluyla şöyle açıklıyor. (Az kalıyor ki şimşek gözlerini hemen kapıverecek) İlâhî bir yıldırım, bir azap onların gözlerini hemen hemen kör edecektir. (Her ne zaman önlerini aydınlatsa ışığında yürürler.)
İlâhî bir imtihan olarak vakit vakit bir geniş hale, bir parlak makama nâil oldular mı, bunun parıltısında yaşamağa çalışırlar. Fakat bu hal devam etmez. (Üzerlerine karanlık çöktükçe de dikilip kalıverirler.) Onların bahtlarının açıklığı tersine döner, ümitsizlik ve şaşkınlık içinde kalırlar.
Bunlar düşünmelidir ki: (Eğer Allah Teâlâ dilemiş olsa idi onların işitmelerini de, görmelerini de) bütün varlıklarını da bir anda (gideri verirdi.) Hiç bir şeye sâhip olamazlardı. (Şüphe yok ki Allah Teâlâ her şeye kadirdir.) Buna inanmışızdır. Artık o gibi kimseler uyanmalı değil midirler?..
Fanî varlıklarına güvenerek maneviyattan mahrum, hakikî ve daimî aydınlıktan nasipsiz bir halde yaşamalı mıdırlar? Cenab’ı Hak hepimize uyanıklık nasip buyursun. Amin!..
§ Bu mübârek ayetler, vaktiyle Medine-i Münevvere ile çevresinde yerleşmiş olan bir takım münâfıklar hakkında nazil olmuştur. Bu ayetlerin hükmü, bütün münâfıklar ile diğer yanlış düşünceli kimseleri kapsamaktadır. Bu yüce ayetler bütün insanlığı irşat edecek bir mahiyette bulunmaktadır.
21. Ey insanlar! Sizi ve sizden evvelkileri yaratmış olan Rabbinize ibâdet ediniz ki sakınmış olasınız.
21. Hak Teâlâ Hazretleri, İnsanların din bakımından çeşitli guruplara ayrılmış olduklarını beyandan sonra bütün insanlığa lütfu ile hitap ederek onların haklarında tecelli eden nîmetlerine ve kendisinin kudret izlerine işâret buyurmuş, onları bir birlik dairesinde yaşamağa, bir yüce yaratıcıya ibâdet ve itaatte bulunmağa, dâvet etmiştir.
Şöyle ki: (Ey insanlar! Sizi ve sizden evvelkileri yaratmış olan Rabbinize ibâdet ediniz.) Onun emirlerine, yasaklarına uyunuz. (Ta ki, sakınmış alasınız). Yüce Allah’ın rızâsını kazanıp, takvâ sâhibi olmak şerefine nâil olasınız.
Evet: insanların takva sahibi olabilmeleri için hem kendilerini yaratmış olan, hem de gelip geçmiş kavimlerin yegâne yaratıcısı olan alemlerin Rabbine ibâdet ve itaatte bulunmalarılâzımdır, başka çare yoktur.
“Lealle” kelimesi; belki, umulur ki, ihtimal ki, memuldur ki mânasına ümit ifâde eden .bir edattır. Terecci ise ummak yalvarmak, temininde, niyazda bulunmak mânasınadır. Meselâ bir şahsa hitaben:
denilse “umulur ki, sen bu kitabı okursun, yani: Senin bunu okuman arzu edilir, rica olunur” denilmiş olur. Cenab’ı Hakkın ise kullarından hangi bir şeyi rica etmesi, hangi bir şey hakkında ümitli olması düşünülemez. Çünkü o bütün kâinatın yaratıcısıdır, her şeye hakkıyla kâdir ve her şeyi bilendir.
Dilediğini yaratabilir ve her şeyin ne olup ne olacağını bilir. Binaenaleyh Yüce Allah’ın “Lealle” buyurması, beyan edilen şeyin dini yönden istenen ve Allah katında makbul olduğunu göstermek içindir. İşte
denilmesi de “Sizin züht ve takvâda bulunmanız Allah katında istenen ve kabul edilen bir şeydir. Size layık olan odur ki sakınasınız.” demek yerindedir.
22. Öyle Rabbiniz ki, sizlere yeryüzünü bir döşek, göğü de bir kubbe yapmış ve gökden su indirmiş ve o su ile sizin için rızık olmak üzere bir nice şeyler meydana çıkarmıştır. Artık Allah Teâlâ için bile bile eşler kılmayınız.
22. Ey insanlar! Kendisine ibâdet ve itaatle mükellef olduğunuz zat, öyle yaratıcınız (Öyle Rabbiniz) dir (ki, sizlere yer yüzünü bir döşek) yapmıştır. Şu latîf yer yüzünü insanlara bir ikametgâh yaratmıştır, insanlar bunun üzerinde rahat rahat yaşayabilirler. Ve o yüce yaratıcı (Göğü de) üstünüzdeki muhteşem semayı da, (Bir kubbe yapmış) tır. Onu yer yüzünün üzerinde vücude getirmiştir.
Ve o Kereme sâhibi yaratıcı (Gökten su indirmiş) tir. O yüksek tabakadan, üstünüzdeki bulutlardan tatlı, berrak yağmur sularını yağdırmıştır. (Ve o su ile siziniçin rızık olmak üzere) yer yüzünde (Meyvalardan) sebzelerden, ekinlerden (Bir nice şeyler -meydana- çıkarmıştır.) Bunlar ile bütün insanlığı rızıklandırmıştır. (Artık) o Rabbiniz, o yüce yaratıcınız olan (Allahü Teâlâ için eşler kılmayınız.)
O ortağı ve benzeri olmaktan uzaktır. Bu kadar güzel şeyler ve ilâhî lutûflar meydanda iken artık o Yüce Yaratıcının varlığı, birliği nasıl inkâr edilebilir. Ve onun yarattığı şeyler nasıl olur da ona ortak koşulabilir! (Siz ise) ey insanlık kütlesi! Bu hakikati (bilirsiniz) evet…
Siz yaradılışınıza aykırı hareket etmezseniz, yaratılıştan sâhip olduğunuz akıl ve irfanı güzelce kullanırsanız, bu ilâhî eserleri göz önüne alır da düşünürseniz elbette Allah Teâlâ’nın yaratıcılığını, ondan başka yaratıcı, ibâdete lâik bir zatın bulunmadığını bilir, tasdik edersiniz. Artık yazıklar olsun o sağlam yaratılışlarını kaybederek küfr ve şirke düşenlere!.. Endat: Niddin çoğuludur. Nidd ise misil, nezir, şebih, benzer demektir.
23. Ve eğer siz kulumuza indirdiğimizden şüphede iseniz, onun benzerinden bir sûre vücuda getiriniz. Ve Allah Teâlâ’dan başka şâhitlerinizi dâvet ediniz, eğer siz doğru kimseler iseniz.
23. Bu mübârek âyetler Allah’ın birliğini bütün insanlara tebliğ eden Hz. Muhammed Aleyhisselâmın doğruluğuna, hakîkaten bir yüce peygamber olduğuna şahâdette bulunan Kur’ân’ı Kerîm’in, benzerinin getirilmesi mümkün olmayan bir ebedî mucize olduğunu açıklamaktadır.
Şöyle ki: (Ve) Ey inkarcılar! Ey münafıklar! Ey şüphede bulunanlar; (Eğer siz kulumuza) Hz. Muhammed’e âyet âyet, sûre sûre (indirdiğimizden) Kur’ân’ı Kerîm’den (şüphede iseniz) o apaçık kitabın bir ilâhî kitap olduğunda, onu size tebliğ eden zatın peygamberliğinde şüphe ediyorsanız (onun benzerinden bir sûre) o surelerden birinin bir benzerini (vücude getiriniz) başkalarından da yardım isteyiniz.
(Ve Allahü Teâlâ’dan başka şâhitlerinizi) yardımcılarınızı, mâbud olduğuna inandığınız putlarınızı (dâvet ediniz) çağırınız, gelsin size yardım etsinler. (Eğer siz) iddianızda (doğru kimseler iseniz) çok uzak, buna imkân mı var?
24. Eğer siz onu yapamaz iseniz, elbette yapamayacaksınız ya, artık o ateşten sakınınız ki, onun çırası, bir takım insanlar ile taşlardır. O ateş ise kâfirler için hazırlanmıştır.
24. Ey câhiller! (Eğer siz onu yapamazsanız) Kur’ân’ı Kerîm’in bir sûresinin olsun benzerini vücuda getirmekten âciz kalırsanız (Elbette yapamıyacaksınız ya) zaten âciz kalacağınız muhakkak ya (Artık o ateşten sakınınız ki) o cehennemden korkunuz ki (Onun çırası) onu yandıran, parlatan, tutuşturacak şey (bir takım insanlar ile taşlardır.)
Evet… Onun çırası yerinde olan şeyler, kâfirler, bir takım günahkârlar ile bir çok taşlar, putlardır. (O ateş ise) asıl (kâfirler için hazırlanmıştır) bugün mevcuttur. Artık siz de küfr ve isyanda devam ederek öyle bir ateşe atılmaya nasıl cesâret edebiliyorsunuz?
§ ilerde de beyan olunacağı üzere Kur’ân’ı Kerîm öyle bir ebedî bir mûcizedir ki, onun hiç bir sûresinin benzerini getirmeye hiç bir kimse muktedir olamamış ve olamıyacaktır. O eşsiz ilâhi bir kitaptır, Allah’ın bir lütfudur, belâgat ve fesahatın en parlak, benzersiz bir nümûnesidir.
O Kur’ân-ı Kerîm’in bu yüceliğini bütün ilim ve fazîletsâhipleri kabul etmektedirler. Artık böyle ebedî bir şekilde âleme diyanet, fazilet, hikmet, ilim ve irfan nurlarını yayıp duran kutsî bir kitabı kim inkâr edebilir? Bunu değiştirmeye bozmaya kimin selahiyeti bulunabilir?
Ne mutlu bu yüce kitabın nûrlarından hakkıyla istifâde edenlere! Kur’ân-ı Kerîm’in bu pek yüksek mahiyetini bir çok insaflı yabancı bilginler de itiraf etmektedirler. Bu cümleden olarak Dr. İzak, Taymis gazetesinde neşredilmiş olan bir makalesinde şöyle demiştir: “Müslümanlık, medeniyetin meşalesi olan Kur’an’a dayanmaktadır.
Bu kitap insanları bilmediklerini öğrenmeğe teşvik eder, ilerleme, doğruluk ve izzeti nefsin insanlar için lâzım olduğunu anlatır. Şüphesiz dir ki, İslâmiyetin faydalı olduğu açıktır.
Onun başlıca hususiyet!, medeniyetin esası, belki en büyük direği olmaktır.” Evet… Hakikî medeniyet, İnsanlık, ahlâk ve fazîlet ancak İslâmiyet sayesinde ortaya çıkar. Elverir ki, ondan lâyıkiyle istifadeye çalışılsın.
25. Îman edip güzel güzel amellerde bulunanlara müjde var. Şüphe yok ki onlar için altından ırmaklar akan cennetler vardır. Her ne vakit o cennetlerden bir meyva ile rızıklanınca diyeceklerdir ki: Bu meyve bizim evvelce de rızıklandığımız bir meyvadır. Onlara birbirine benzeyen böyle nimetler verilmiş olacaktır. Ve onlar için cennetlerde tertemiz eşler de vardır ve onlar o cennetlerde ebedî olarak kalacaklardır.
25. Kur’ân-ı Kerîm’in âyetleri arasında pek güzel bir uyum, bir münasebet vardır. Evvelki âyetler, küfür ve isyan sahiplerinin uğrayacakları ahiret azaplarını ve felâketlerini bildirmiştir.
Bu âyeti Kerîme’de İman ve güzel âmel sahiplerinin ahiret âleminde ebedî olarak kazanacakları nimetleri, mükâfatları bildirmektedir. Şöyle ki: Ey yüce peygamberim! (İman edîp güzel güzel amellerde bulunanlara müjde var) onları müjdele (şüphe yok ki onlar için) ağaçları (altından ırmaklar akan cennetler vardır.) Bu mü’min, salih kullar için ne büyük bir müjdedir.
Bu müjde, bütün insanlığı uyanmaya dâvet ve o gibi nimetleri kazanmaya teşvik hikmetini de içermektedir. Evet… mü’min, güzel amellere sâhip olanlar için ebedî, mesut bir hayat vardır.
Onlar “cin.an, cennât” denilen ve ağaçları altında tatlı tatlı ırmaklar akan ebedî bir âlemde pek mühim nimetler elde edeceklerdir. Ve mü’min salih kullar (Her ne vakit o cennetlerden bir meyva ile rızıklanınca) vaktiyle dünyada da elde etmiş oldukları nimetleri hatırlayarak (diyeceklerdir ki: Bu meyva bizim evvelce rızıklandığınız bir meyvadır) o nevidendir.
Bu zatlar, Cenâb-ı Hakkın kendilerini dünya da da, ahirette de rızıklandırmış olduğunu bir şükran vesilesi olarak saygılı bir lisan ile anacaklardır. Gerçek şu ki, her ne kadar dünya nimetleri, cennet nimetleri kadar ebedî, leziz, fevkalâde bir tazelik ve güzelliğe sâhip değilse de şekil ve mahiyet itibariyle onlara kısmen benzemektedir. Bu bakımdan bu dünya nimetleri de daima şükrana lâyıktır.
(Onlara birbirine benzeyen) böyle nimetler (verilmiş olacaktır.) Bu ne büyük ilâhî lutuftur. Evet… Güzel düşünülürse dünyada da nâil olduğumuz nimetler, birer ilâhî lutuftur.
Bunlar da ne kadar kıymetlidir, ne kadar şükrana lâyıktır. (Ve onlariçin) o mü’min, salih kullar için (cennetlerde tertemiz) her kusurdan uzak (eşler de vardır.) Bu da ne büyük bir nimettir. Evet… Dünyadaki evlilik hayatı da meşru, faziletli ve temiz olunca hayatımızın devamına, inkişaf ve güzelleşmesine pek iyi bir vesîledir.
Demek ki bunlar ahiret hayatında da liyakatlı kimseler için birer büyük nimet mahiyetinde bulunacaktır. Artık bugün de kısmen olsun elde ettiğimiz nimetlerin kadrini bilmemiz icap etmektedir.
Bu dünyevî nimetleri küçümseyenler, bunların uhrevî hayatta ne işleri var diyenler ise nimete nankörlük etmiş, dünya hayatını da, ahiret hayatını da güzelce anlamak meziyeinden mahrum kalmış kimselerdir.
(Ve onlar) mü’min, salih, şükreden kullar ise (o cennetlerde ebedî olarakkalacaklardır.) İşte insan daha dünyada iken böyle bir istikbale sâhip olmanın sebeplerine sarılmalıdır. İmandan, salih amellerden aslâ ayrılmamalıdır. Cenâb-ı Hakkın korumasına’sığınmalıdır.
26. Şüphe yok ki. Allahü Teâlâ bir sivrisineği ve onun üstünde bulunanı misal getirmekten haya etmez. İmdi iman etmiş olanlar bunun Rableri tarafından bir hak olduğunu bilirler. Kâfir olanlar ise: Allah bununla misal olarak ne murat etti derler. Hak Teâlâ bu misal ile birçoklarını saptırır birçoklarını da hidayete eriştirir. Allah Teâlâ bununla ancak fasik olanları dalâlete düşürür.
26. Bu mübârek âyetler: Mü’minlerin güzel inanışlarını bildirmekte, mü’min olmayanların da cehalelerini, yanlış düşüncelerini teşhir etmektedir, onların en boş iddialar ile Kur’ân’ı Kerîm hakkında şüphe uyandırmağa çalıştıklarını ilân eylemektedirler.
Allah’a verdiği sözü bozmuş, yer yüzünde fesat çıkarmağa çalışmış olan kimselerin de ebedî ziyanda kalacaklarını ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki Kur’ân’ı Kerîm’de birer misal olarak zübab = sinek – enkebut = örümcek gibi bâzı ehemmiyetsiz görülen hayvancıklar zikredilmiştir.
Bir takım cahil yahudiler ise, “Bu Allah kelâmına benzemiyor” diye Kur’ân’ı Kerîm hakkında bir şüphe uyandırmak istemişler, bunun üzerine bu âyeti kerime nâzil olmuştur. Evet… (Şüphe yok ki Allah Teâlâ bir sivrisineği ve) hattâ küçüklükte (onun üstünde bulunanı) diğer hayvancıklar gibi şeyleri Kur’ân-ı Kerîm’de (Misal olarak getirmekten utanmaz.)
Bu, haşa haddizatında bir eksiklik değildir, utanmayı icap etmez, belki bunda bir hikmet vardır. Bu bir uyarma vesilesidir, bir ilâhî imtihandır. (İmdi İman etmiş olanlar, bunun Rableri tarafından bir hak olduğunu bilirler.) Bu sebeple de hidayete ermiş, ilâhî nimetlere kavuşmuş olurlar. Bilâkis (kâfir olanlar ise) bunun hikmetini anlamazlar. (Allah bununla misal olarak ne murat etti derler) inkâra cesaret gösterirler.
(Hak Teâlâ) ise (bu misal ile birçoklarını dalalette bırakır) onlar bu inkârlan yüzünden dalâlete düşmüş, ebedî olarak azabı hak etmiş olurlar. Cenab’ı Hak bununla (birçoklarını da hidayete eriştirir.) Bundaki hikmeti, büyük gayeleri mü’minler anlayıp tasdik ederler, hidayete nâil bulunmuş olurlar.
(Allah Teâlâ bununla) böyle bir hikmet gereği getirmekte (ancak fâsık olanları dalâlete düşürür.) Onlar düşünerek bundaki hikmeti, gayeyi anlayamazlar, cehâletlerini anlamıyarak, Allah’ın kelâmına itarazda bulunurlar, bu yüzden ebedî bir şekilde sapıtarakfelâkete düşerler.
§ Mesel: Lûgatte bir şeyin benzeri, neziri demektir. Delil, hüccet, kıssa, hikâye, örnek olarak söylenilen söz, büyük ahlâkî hikâye mânasında kullanılır. Böyle bir şeyi hikâye etmeğe de “darbı mesel” denir.
Darbımeseldeki fayda ise bir şahsın veya bir olayın münasibini, benzerini söyleyip böylece o şahsın veya olayın güzelliğini veya çirkinliğini, özen göstermeye lâyık olup olmadığını güzelce ve hâtıralarda kalacak bir şekilde göstermekten ibarettir.
Bunun içindir ki en beliğ, en edebî makalelerde, manzumelerde birçok mesellere tesadüf olunur. Meselâ: Güzel sesli bir zata “bülbül”, güzel gözlü bir insana “âhû” zararlı bir şahsa “yılan” uğursuz bir kişiye “baykuş” denir.
Bu benzetiliş ile onların mahiyetleri en kısa birer ifade ile en kuvvetli bir şekilde anlatılmış olur. Artık, Kur’ân’ı Kerîm’de bir hikmet ve ihtiyaçtan dolayı böyle bâzı mesellerin, benzetmelerin bulunması onun ilâhî bir kitap olmasına engel olduğu nasıl düşünülebilir?
27. O kimseler ki Yüce Allah’ın ahdini tevsik yemin ile tekit ettikten sonra bozarlar. Bitişmesini emretmiş olduğu şeyi kesiverirler, yeryüzünde fesat çıkarırlar, İşte ziyana uğrayanlar, onlardır.
27. (O kimseler ki) o fâsık, sözlerinde durmaz şahıslar ki (Allah Teâlâ’nın ahdini sağlam bir şekilde) yemin ile (pekiştirdikten sonra bozarlar) ona aykırı hareketlerden kaçınmazlar ve Cenâb-ı Hakkın (bitişmesini) sımsıkı tutulmasını ve gözetilmesini (emretmiş olduğu şeyi kesiverirler) onu gözetmezler, ve onlar (yer yüzünde fesat çıkarırlar) diyanete, ahlâka, İnsanlığa aykırı, zararlı şeyleri yaparlar, (İşte ziyana uğrayanlar) ziyana uğrayan ve sapıklaşanlar ancak (onlardır.) Ne büyük bir felâket!
§ Ahid; Lûgatte zaman, asır, vasiyet, yemin, güven, Hakkı gözetmek, söz vermek, mukavele yapmak, kefil olmak demektir. Allah Teâlâyı birlemek, bir söze inanıp güvenmek mânasında kullanılmıştır. Ayeti kerimedeki abid’den maksat ise ruhlar âleminde bütün ruhların Allah’ın Rab oluşunu tasdik etmiş olmalarıdır. Onlar “
= (Ben sizin Rabbiniz değil miyim?)” (A’raf 7/172) yüce hitabına karşı “Evet” diye tasdikte bulunmuşlardı. Veyahut her insanın yaratılıştan sahip olduğu Allah’ı tasdik etme kabiliyetidir. Bu yaratılışın kaybetmeyen herkes, bu kâinatı yaratan bir yüce yaratıcının varlığına,onun ibâdet ve itaata layık olduğuna aklen, fikren kanaat getirebilirler.
Bununla beraber peygamber zamanında bazı kimseler veya kabileler, Rasûlü Ekrem’e, müraccat ederek onu tasdik etmiş, onunla sağlam anılaşma yapmış oldukları halde daha sonra sözlerinden dönmüşler, dünyada da, ahirette de belâlarını bulmuşlardır. Binaenaleyh bu âyeti kerimedeki ahid bunu da kapsamına alır.
§ Misak da; ahid, yemin, bir şeyi bir şey ile, bağlamak, takviyede bulunmaktır. Yapılan bir anılaşmaya bir şey ile güvence altına almak ve takviye etmek bir misak demektir.
Nitekim senet ve delil gibi kendisine itimat edilen, inanılıp kendisi ile kalbe kanaat gelen bir şeye de “vesika” denilir. Ayeti kerimedeki misaktan murat ise ahdi pekiştiren, o husustaki düşünceleri aydınlatan âyetler, mucizeler, semavi kitaplardır.
§ Vasıl ise lûgatte: Bir şeyi diğer bir şeye ulaştırmak, bitiştirmek, ulaşıvermek demektir.
Âyeti kerimedeki vasıldan maksat ise, bütün peygamberleri, bütün semavî kitapları tasdik edip bunların aralarını ayırmamaktır; üzerimize düşen vazîfeleri, görevleri yerine getirip terk etmemektir, bütün mü’minlere dostlukta, hayır dileğinde bulunup aralarına ayrılık düşürmemektir, umum halkın iyiliğini sağlayan nizamlara uyup bunları ihmal eylememektir.
İşte bu gibi hususlara riayet etmeyenler, ahd ve yemini bozmuş, dalâlete düşmüş, ziyana uğramış fasık kimselerdir.
§ Fişka gelince: Bu da lûgatte yoldan çıkıp sapmaktır. Şeriat lisanında ise: Allah’ın Emrini terkederek isyanda bulunmaktır. Böyle hak yolundan çıkan şahsa da “fâsık” denir.
Çoğulu “Fasikûn” ve “Füsekâ” dir. Fasıklığın üç tabakası vardır. Birincisi: Günahları arasıra işlemekle beraber onları çirkin görmektir; haram olduklarını kabul etmektir. İkincisi: Kebire (büyük) denilen günahları İşleyerek, bunlara kapılarak devamda bulunmaktır. Üçüncüsü de: Kebirelerin haram olduğunu, çirkin bulunduğunu inkâr etmek suretiyle onları işlemektir.
İşte bu üçüncü tabaka, bir küfür mertebesidir. Bir fasık bu mertebede bulunmadıkça ondan İslâm adı kaldırılmaz. Çünkü o, haramı gerektiren esasları tastikte bulunmuştur. Üçüncü tabakadakiler tevbe ve istiğfar etmeden ölürse ahirette ebedî olarak azap çekerler, ziyana uğrarlar.
§ Hüsran: Zarar, ziyan, noksanlık, sermayeyi kaybetmek, helâke ve dalâlete mâruz kalmak demektir. Sahibine “Hasir” denir. Çoğulu “Hâsirûn” dur.
28. Allahü Teâlâ’yı nasıl inkâr ediyorsunuz ki sizi ölüler iken o diriltti. Sonra sizi öldürecektir, sonra da sizi diriltecektir, sonra da ona döndürüleceksinizdir.
28. Bu mübârek âyetler Kâinatın Yüce Yaratıcısının insanlık hakkındaki şefkatini, kâinattaki tesarruflarını uyanma vesilesi olarak gözler önüne koymaktadır.
Ve bütün insanlığı gafletten uyanmağa dâvet ederek bütün kainatın bilgili ve güçlü yaratıcısının kudret ve azametini düşünmeğe bizleri sevk eyelmektedir. Şöyle ki: Ey insanlar! Ey gafîlinsanlar!..
Siz (Allahü Teâlâ’yı nasıl inkâr ediyorsunuz ki) o pek büyük olan Kâinatın Yaratıcısını neye dayanarak inkâr edebilirsiniz ki bütün kâinat, onun varlığına şahittir. Bu cümleden olarak ey insanlar!
(Sizi ölüler iken o diriltti) siz evvelce hayattan mahrum birer zerreden bir damla sudan ıbarettiniz, sonra sizi hayata o kavuşturdu, sizi ruh, idrak sahibi bir hale getirdi. (Sonra sizi öldürecektir) geçici olarak hayattan mahrum bırakacaktır. Fakat büsbütün mahv ve yok olmayacaksınız.
Muhakkak ki (sonra da sizi) tekrar (diriltecektir.) Kıyamet günü size tekrar hayat verecektir. Daha (sonra da ona) o yüce yaratıcıya, onun mükâfat ve ceza âlemine (döndürüleceksinizdir.) Dünyadaki amellerinizden dolayı muhakemeye tâbi tutulacaksınızdır, amellerinize göre mükâfat ve ceza göreceksiniz. Artık bu âkıbeti düşününüz.
29. O öyle bir Kerem sahibi yaratıcıdır ki yeryüzünde her ne var ise hepsini sizin için yarattı, sonra da semaya yönelip onları yedi gök olarak düzenledi, o her şeyi hakkıyla bilicidir.
29. Ey insanlar! ( Yüce Mabud (öyle kerem sahibi bir yaratıcıdır ki, yer yüzünde her ne var ise hepsini sizin) İstifade edebilmeniz (için yarattı.) vücude getirdi, onlardan istifade için size kabiliyet verdi. (Sonra da) bundan başka da (semaya) üstünüzdeki yüksek kubbelere (yönelerek) ilâhî İradesini yönelterek (onları yedi gök olarak düzenledi.) Oradaki kudret eserlerini sema, yedi tabaka, yedi âlem olmak üzere, tanzim kıldı. (Ve o) Kâinatın yüce yaratıcısı (her şeyi hakkıyla bilicidir) onun kudreti böyle her şeye fazlasıyla kâfidir.
Ve onun her yaratışında bir nice faydalar, hikmetler vardır ki bunların umumuna ancak o bilir. Artık insanlar için lâzımdır ki gafletten uyansınlar. Cenâb-ı Hakkın nimetlerinden istifade ederek o cömertçe nimet verenin bütün emirlerine, yasaklarına uysunlar. Yer yüzündeki bütün varlıklardan meşru bir şekilde istifade ederek bunları kendilerine ihsan buyurmuş olan Yüce Mâbuda şükretsinler.
Evet!.. Bu mübârek âyetlerden müslümanlar daima birer uyanış dersi almalıdırlar, hayatlarını, yurtlarını, tanzim için daha ziyade çalışmalıdırlar, kendileri için yaratılmış milyonlarca nimetlerden, yaratılış kanunlarından istifade yollarını takip etmelidirler.
Tembellik ve sefalet içinde yaşayarak başka milletlerin çalışmalarına, maddeten kalkınmalarına bir hayret bakışıyla bakmamalıdırlar. Belki maddî ve mânevî kalkınma hususunda bütün insanlığa bir parlak numune olmalıdırlar. Nitekim vaktiyle müslümanlar böyle bir uyulacak Örnek halinde bulunmuşlardı. Medeniyet tarihi buna şahittir.
§ Arz: Bir cins isimdir. Bütün yer yüzüne denir. Çoğulu “arzât, urûz. arazûn, erâzi” dir. Arz; nezle hastalığına, sarsılmağa, titremeğe, aşağı şeyede denir.
§ Sema; her şeyin sakf ma =
= tavanına denir. Yağmura, buluta da sema denir. Gök kubbesi yerinde kullanılmıştır. Çoğulu: Semavattir. Kur’ân-ı Kerîm’de beyan buyrulan semadan ve semavattan maksat, bizim yer kürenin üstünde görülen birçok işik saçan işik alan sabit yıldızları, gezegenleri, kapsayan tabakalardan ibarettir ki bunların varlıklarını kısmen görmekte, keşfetmekteyiz.
Fakat yedi tabakayaayrılmış olan göklerin varlığına inanmakla beraber, bunların ne şekilde ne mahiyette olduğunu Allah’ın ilmine havale ederiz. Vaktiyle bir kısım astronomi âlimlerinin semalar, gök cisimleri hakkında vermiş oldukları bilgiler, bilahara pek noksan görülmüştür.
Meselâ vaktiyle güneş en büyük bir işik merkezi kabul edilip diğer bir kısım sabit yıldızlar, gezegenler ise, onun etrafında dolanmakta, yalnız ondan işik almakta sanılıyordu. Özellikle Ay, Zühre, Utarit, Şems, Mirrih, Müşteri, Zühel adındaki işik saçan, nurani yıldızların birer gök tabakasında yerleşmiş bulunduğu görüşünde idiler. Bu sebeple bu yıldızların yedi kat göklerde bulunduğunu iddia ediyorlardı. Halbuki bilahara fennin, uzay araştırmalarının ilerlemesi neticesinde anlaşılıyor ki üzerimizdeki uzay sonsuzdur.
Bunda pek ziyade işiklı cisimler, yıldızlar vardır. Güneş bize nisbeten yakın olduğu için bütün yıldızlardan büyük gözüküyor. Halbuki uzayda öyle işiklı küreler vardır ki güneş onlara nazaran pek küçüktür ve bizlere pek yakındır. Güneşin işiğı bizlere beş on dakika içinde geldiği halde öyle yıldızlar vardır ki onların işiğı bizim küremize binlerce sene zarfında ancak gelip kavuşabiliyor.
Artık kâinatın genişliğini, bunları yaratmış olan Yüce Yaratıcının kudret ve azametini düşünmelidir. Artık üstümüzde düzenlenmiş müstesna bir halde bulunmuş yedi sema tabakasının bulunduğunu , mucize olan Kur’ân’ı Kerîm haber verdiği halde bunu kim inkâr eder ve uzak görebilir.
Meğer ki, akıldan mahrum, kâinatın genişliğini İdrakten habersiz, ilâhî kudreti inkâr eden bir budala olsun. Velhasıl biz müslümanlar yedi kat semanın varlığına inanırız. Bunların detaylarını ise ancak Allahü Teâlâ bilir.
.
30. Hatırla o zamanı ki. Rabbin meleklere: “Ben yeryüzünde muhakkak bir halife kılacağım” diye buyurmuştu. Melekler de: “Yeryüzünde fesat çıkaracak, kanlar dökecek kimseyi mi yaratacaksın, bizler ise sana, hamd ile tesbih eder, seni takdis eyleriz.” demişlerdi. Allahü Teâlâ da: “Şüphe yok ki sizin bilemiyeceğiniz şeyleri ben bilirim.” diye buyurmuştur.
30. Bu âyeti kerime, Cenâb-ı Allah’ın yer yüzünde bir halife yaratacağını meleklere bildirmiş olduğunu, meleklerin de bu yaradılıştaki hikmeti anlayamadıkları için bunu sual ettiklerini beyan buyurmaktadır.
Şöyle ki: Rasûlüm! (Hatırla o zamanı ki Rabbin meleklere) hitâben (ben yer yüzünde muhakkak bir halife kılacağım) yerin imarına, idaresine, zürriyetinin yer yüzünde yayılmasına, onu memur edeceğim (diye buyurmuştu.
Melekler de) bu husustaki ilâhî iradenin hikmetini idrâk edemedikleri için bunu anlamak istemişler, Yarabbi! Sen (yer yüzünde fesat çıkaracak) isyanlar yüzünden fenalıklara sebebiyet verecek ve (kanlar dökecek) birbirini öldürecek (kimseyi mi yaratacaksın) bu kabiliyette olan insan türünü mü vücude getireceksin?..
Ey Allah’ım! Bunun hikmeti nedir? (Biz ise sana hamd ile tesbih eder) subhanallah ve bihamdih deriz. (Seni takdis eyleriz) İlahlığına lâik olmayan şeylerden seni uzak tutarız. Artık hikmet nedir ki bizim gibi mâsum bir zümre varken, isyan edecek bir zümreyi halife kılıyorsunuz? (demişlerdi.)
Bunlar böyle demekle Allah’ın iradesinehaşa itiraz değil belki onun yalnız ne gibi hikmet ve menfaate dayandığını anlamak istemişlerdi. (Allah Teâlâ da) melekleri aydınlatma, her iradesinde bir nice faydaların, hikmetlerin var olduğuna işaret için (şüphe yok ki sizin bilemiyeceğiniz şeyleri ben bilirim “diye byurmuştur”.) Öyle bir nev’i mahlûku vücude getirmekte de nice faydalar vardır.
Onların âsileri olacak ise de itaatkâr olanları da bulunacaktır. Allah’ın dinini yayamaya, insanlığı aydınlatmaya çalışacak ne yüce şahsiyete sâhip zatlar da ortaya çıkacaktır. Artık ey melekler! Siz her şeyin hikmetini bilemezsiniz. Her şeyin hikmetini, faydasını, zararını hakkıyla bilmek zatı uluhiyetime mahsustur, bunu böyle biliniz.
§ Melekler, Adem oğularının yer yüzünde fesat çıkaracaklarını, kan dökeceklerini, onların yaratılmasından önce nasıl bilmiş idiler? Buna cevaben denilebilir ki, Cenâb-ı Hak geleceğe ait bütün hadiseleri levhi mahfuzda yazmış olduğundan melekler bu levhaya bakmakla bu bilgileri edinmişlerdi. Veyahut bunu başka bir yolla meydana gelmeden önce öğrenmişlerdi.
§ Melâike, melek kelimesinin çoğuludur. Melekler bir takım mübârek, günahlardan uzak maddî yönden yiyip içmeğe ihtiyacı olmayan ibâdet ve itaatle meşgul olan muhtelif şekillere girebilen, lâtif varlıklardır. Bunların mahiyetlerini Cenâb-ı Hak bilir. Bunlar latif cisimlerdendirler.
Ruhlar gibi, veyahut birer soyut cevherdirler. Bunların birçok nevileri vardır. Bir kısmı peygamberlere Cenâb-ı Hakkın emirlerini, kitaplarını getirip tebliğ etmeye memur bulunmuştur. Cibril Aleyhisselam gibi. Meleklerin varlığına bütün din mensupları ve bütün eski felsefeciler inanmışlardır.
§ Halife: Başkasının yerine geçen, onun makamına kaim, onun bâzı hususlarda vekili olan kimse demektir. Çoğulu Hülefadır. Bu âyeti kerimedeki halifeden murat Adem Aleyhisselamdır. Kendi evlât ve torunlarına Allahü Teâlâ’nın emirlerini, yasaklarını Cenâb-ı Hak adına vekâleten tebliğe memur bulunmuştur.
§ Tesbih: Subhanallah diyerek Hak Teâlâyı yüceltmek ve O’nu noksan sıfatlardan uzak tutmak, yani onun bütün noksanlardan beri olduğunu itiraf etmektir.
§ Takdisde: Mukaddes saymak, mübârek tutmak, hamd ve övgüde bulunmak, layık olmayan bir şeyden uzak tutmaktır.
31. Ve Allahu Teâlâ bütün eşyanın isimlerini Âdem’e bildirdi. Sonra da bu eşyayı meleklere göstererek bunların isimlerini bana haber veriniz. Eğer siz doğru söylüyor iseniz, diye buyurdu.
31. Yüce Allah (30) âyeti kerimesi ile meleklerin bilemiyecekleri şeyleri bildiğini beyan ve her aradışının bir hikmete dayandığna işaret buyurmuştu. Gerçekten, melekler de Allah’ın ilminin azametine kani, ilâhi fi’lin bir hikmet ve faydaya dayandığını İtiraf ediyorlardı.
Fakat Cenâb-ı Hak onları daha ziyade aydınlatmak, kanaatlerini görerek pekiştirmeleri için onların bilmedikleri şeyleri Hazreti Adem’in bildiğini göstermiş, binaenaleyh Adem Aleyhisselâmın yer yüzünde hilâf ete meleklerden daha lâyık olduğuna işaret buyurmuştur.
Şöyle ki: (Ve Allahü Teâlâ) Hazretleri (bütün eşyanın isimlerini Adem’e bildirdi.)Bütün isimleri, yani bu isimlerin delâlet edeceği eşyayı, mânaları bir ilham, bir zaruri ilim şekliyle tarif ve tâyin buyurdu.
(Sonra da bu eşyayı meleklere göstererek bunların isimlerini) nelerden ibaret olduklarını (bana haber veriniz eğer siz) iddianızda, hilâfete daha lâyık bulunduğunuzu zannetmenizde (sadık) doğru sözlü (İseniz, diye buyurdu.) Onların kanaatlerini tashih lütfunda bulundu.
32. Dediler ki; Seni tesbih ederiz, senin bize bildirdiklerinden başka bizim bilgimiz yoktur. Şüphe yok ki alîm, hakîm olan sensin.
32. Melekler de âcizliklerini ikrar edip sorularının bir itiraz mahiyetinde olmayıp bir açıklama isteğinden ibâret olduğunu arz için (dediler ki) Ey Rabbimiz! (Seni tesbih ederiz) seni noksan sıfatlardan uzak tutar ve takdis eyleriz. Senin her fiilin, her hükmün elbette bir hikmet ve faydaya dayanmaktadır.
(Senin bize bildirdiklerinden başka bizim bilgimiz yoktur) biz aczimizi İtiraf ediyoruz. (Şüphe yok ki alîm) her şeyi hakkıyla bilen ve (hakîm olan) her şeyi bir hikmet ve faydaya binaen yaratan ancak (sensin) buna inancımız tamdır.
33. Buyurdu ki: Ey Âdem! O şeyleri adları ile bu meleklere haber ver. Âdem de o şeyleri adları ile haber verince Cenâb-ı Hak buyurdu ki; Size dememiş miydim ki, ben şüphesiz göklerin de, yerinde gizliliklerini bilirim. Ve sizlerin açıkça yaptığınız ve gizlediğiniz şeyleri de bilirim.
33. Allahü Teâlâ, Adem Aleyhiselâm’a hitâben (buyurdu ki ey Adem! O şeyleri adlariyle bu meleklere haber ver.) Bunlara dair bildiklerini anlat (Adem de) sâhip olduğu zaruri bir ilim, ilâhî bir ilhama dayanarak (o şeyleri adlariyle haber verince) onların ne gibi hikmetlere binaen yaratılmış olduklarını bildirince Cenab’ı Hak (buyurdu ki: Size dememiş mi idim ki ben şüphesiz göklerin de, yerin de gizliliklerini) esrarını, gayb şeylerini, gizli kapalı her şeyini (bilirim.) Tek olan zatıma hiç bir şey gizli kalamaz.
(Ve) binaenaleyh (sizlerin açıkça yaptığınız ve gizlediğiniz şeyleri de bilirim.) O halde Hazreti Adem’e o payenin verilmesi de bir hikmeti ilâhiyem gereğidir. O hikmeti lâyıkiyle bilen de ancak benim, mahlûkatın vazîfesi de, Yüce Yaratıcı’nın ilim ve hikmetini tasdik ve tazim etmektir.
Velhasıl: Yüce Allah bu şekilde de insanlığın bir fıtrî fazîlete sâhip olduğunu göstermiştir. Artık bunun kadrini bilmek, insanlığın bu şerefini yok edecek gayri meşm hareketlerden kaçınmak, biz insanların üzerine düşen bir vazîfedir.
34. Hani biz meleklere demiştik ki Âdem’e secde ediniz. Onlar da hemen secde edivermişlerdi. Yalnız şeytan kaçınmış, kibirlenmiş ve kâfirlerden olmuştu.
34. Bu mübârek âyetler, Cenab’ı Hakkın Adem Aleyhisselâm hakkındaki lütfu ihsanını bildiriyor. Hz. Adem’den insanlık hali bazı hataların meydana geldiğine işaret buyuruyor.
İnsanlığın düşmanı olan iblisin de ne kadar kötü olduğunu bildirerek onun vesvesesinden insanların kaçınmaları lüzumunu gösteriyor. Şöyle ki: (Hani) Rasûlüm! Hatırla ki (biz meleklere demiştik ki) yani ben Yüce Mabud emretmiş idim ki (Adem’e secde ediniz) ona saygıda bulununuz. (Onlar da) o melekler de (hemen secde edivermişlerdi.) Bu ilâhî emre derhal uymuşlardı.
(Yalnız şeytan) müstesna, o, secde etmekten (kaçınmış) bu emreuymamış (kibirlenmiş) kendisini büyük görmüş (ve kâfirlerden olmuştu.) O habis, zaten Allah’ın ilminde kâfirlerden idi.
Bu tutumuyla da küfrü meydana çıkmış oldu. Bu ilâhî beyan gösteriyor ki Hak Teâlâ’nın her hangi bir emir ve yasağını kabul etmek ve ona saygı göstermek İman alâmetidir, dinin gereğidir.
Bunun aksine hareket ise küfür ve taşkınlık nişanesidir. İşte bu secde hususundaki ilâhî emri beğenmemek alçaklığında bulunan iblis, bu yüzden ebedî bir ziyana uğramıştır.
35. Ve biz demiştik ki ey Âdem! Sen ve eşin şu cennette oturun. Dilediğiniz yerlerde onun yemişlerinden bol bol yiyin. Ancak şu ağaca yaklaşmayın, yoksa ikiniz de zalimlerden olursunuz.
35. (Ve biz demiştik ki ey Adem! Sen ve eşin) hayat arkadaşın olan Havva (şu cennette oturun) orası sizin ikametgâhınız olsun. (Dilediğiniz yerlerde onun yemişlerinden bol bol yiyin) onlardan istifade edin.
(Ancak şu ağaca yaklaşmayın) onun meyvasından yemeyin, (yoksa ikiniz de zalimlerden olursunuz.) Bunun üzerine gelecek cezadan dolayı nefsinize zulm ve gadr etmiş, böyle güzel, pek hoş bir cennetten çıkarılmış bulunursunuz.
§ Meyvesinden yenilmesi yasaklanan ağaçtan maksat, rivayetlere göre buğday veya üzüm veya incir veya kâfur ağacıdır. Fakat kesin veya açık bir delil bulunmadıkça bunu tâyin etmemek en iyisidir.
Nitekim Kur’ân’ı Kerîm’de de bu açıklanmamaktadır. Yasağa uyma hususunda hepsi de eşittir, belirlemeye ihtiyaç yoktur. Binaenaleyh biz bunu da Allah’ın ilmine havale ederiz.
§ Secde: Lûgatte son derece tevazu ile, tezellül ile baş eğmektir. Buna “serf üm” denir. Şeriat lisanında ise ibâdet kasti ile baş eğip alnı yere koymaktır. Bu secde yalnız Allahü Teâlâya yapılır.
§ Meleklerin Hz. Adem’e yaptıkları secde ise bunun ya lüğavî mânası kast olunmuştur. Bunun mânai şerifi kast olunduğu takdirde ise, bu Adem’in kadrini, şanını yüceltmek meleklerin ilâhî emre ne kadar itaatli olduklarını göstermek için Hz. Adem’in bir kıblegâhı makamında bulunmasından ibarettir.
§ Cennet: Bağlık, bahçelik yer demektir. Âhiret âleminde mü’minlere vaad edilen nimet ve saadet âlemine de cennet denilmiştir ki, çoğulu Cennât ve cinandır. Bu otuzbeşinci âyetteki cennetten maksat nedir? Biz bunu da Allah’ın ilmine havale ederiz.
Bir rivayete göre bu, yer yüzünde bulunan ve ağaçlar ile kuşatılmış olan bir bostandan, bir mesireden İbarettir. Fakat, alimlerin çoğuna göre bundan maksat, asıl cennettir. Bugün mevcut olup âhirette mü’minlerin nâil olacakları bir sevap yurdundan, bir ebedî saadet âleminden ibarettir.
Şüphe yok, Yüce Yaratıcı her şeye kadirdir. Dilediği mübârek kulunu daha dünyada iken de cennetine kaldırıp orada yerleştirebilir. Bunu uzak göremeye aslâ mahal yoktur.
§ Hz. Adem: Peygamberler tarihine ait kitaplarda genişçe yazılmış olduğu üzere bütün insanların İlk babası ve İlk peygamberidir.
Cenâb-ı Hak onu yer yüzünde bir hilkat hârikası olmak üzere müstakillen topraktan yaratmış, kendisine ruh ile ilim ve irfan ihsan buyurmuş ve ona eş olarak ta “Havva” adındaki muhterem validemiziyaratmıştır. Hz. Adem ile Havva bir müddet cennette kalmışlar, bilahara yine yer yüzüne indirilmişlerdir. Adem Aleysisselâm Hindistana, Havva da Cidde’ye indirilmiştir.
Adem Aleyhisselâm bilahara aldığı emre binaen Mekke-i Mükerreme tarafına gitmiş, orada Hz. Havva ile buluşmuştur. Rivayete göre Hz. Adem, bin veya dokuzyüzotuz sene yaşamış, vafatında Serendip dağında veya Mekke’de “Ebu Kubeys” dağında defnolunmuştur.
§ iblis: Şeytan demektir. Bu cin tâifesinden bir ferttir. Küfre kabiliyetli bulunmuş, Adem’e secde etmekten kaçınmış bu husustaki ilâhî emri doğru görmemiş, bu sebeple Allah’ın kahrına uğrayarak ebediyyen küfr içinde kalmıştır.
Kendisi ve soyu öteden beri insanlığı saptırmaya çalışmaktadırlar. Bunların bu gizli, ruhî saptırma aldatmalarından kaçınmak, her akıllı mükellef insanın en mühim bir vazifesidir.
36. İmdi şeytan, Âdem ile Havva’yı cennetten kaydırdı, oradaki nimetlerden çıkarıp uzaklaştırdı. Biz de dedik ki: Bâzınız bâzınıza düşman olmak üzere yeryüzüne ininiz, sizin için yeryüzünde bir vakte kadar bir ikametgâh ve bir nasip vardır.
36. Bu mübârek âyetler, şeytanın insanları ne kadar zararlara sokacağını gösteriyor, ondan kaçınılması lüzumuna işâret ediyor. Cenâb-ı Hakkın da ne kadar kerem sâhibi ve merhametli olduğunu ve tövbenin de af ve mağfirete ne büyük vesile bulunduğunu beyan buyuruyor.
Şöyle ki: (İmdi şeytan. Adem ile Havva’yı cennetten kaydırdı) oradan uzaklaşmalarına sebebiyet verdi. (Oradaki nimetlerden çıkarıp uzaklaştırdı) böyle nimetlerden geçici olarak mahrum kaldılar.
(Biz de) ben Yüce Yaratıcı da Adem ile Havva’ya hitaben (bazınız bâzınıza) yâni Adem’in zürriyetinden olan mü’minler ve onların düşmanı olan şeytanlar sizler (yek diğerinize düşman olmak üzere yer yüzüne ininiz) artık cennette durmayınız.
(Sizin için yer yüzünde bir vakte kadar) yani öleceğiniz zamana kadar veya kıyamet gününe kadar (bir karar) bir ikamet yeri (ve bir nasip) bir istifade (vardır.) Sonra her biriniz layık olduğunuz sonuca kavuşursunuz.
§ Şeytan; Hz. Adem ile Hz. Havva’ya vesvesede, kötü telkinlerde bulunmuş, onlara yemin ederek demiş ki: Siz cennetteki bu size yasaklanan ağacın meyvasından yer iseniz bu cennette ebedî olarak kalırsınız. Onlar da yemişler, bunun üzerine cennetten çıkmalarına ilâhî emir gelmiş. O nîmetlerden geçici olarak mahrum kalmışlardır.
37. Âdem Yüce Rabbi tarafından bir kısım kelimeler aldı. Onun üzerine tövbe eyledi. Tövbeleri ziyadesiyle kabul eden, pek ziyade merhamet sahibi olan ise ancak o Kerem sâhibi Rab’dır.
37. (Adem) Aleyhisselâm, şeytanın kıskançlığından yapmış olduğu o aldatma ve iknayı müteakip (Yüce Rabbi tarafından bir kısım kelimeler aldı) bu kelimeler; alimlerin beyanına göre: “Ey bizim Rabbimiz! Bizler nefislerimize zulüm ettik, artık sen bizlere mağfiret etmez, bizlere merhamet buyurmaz isen elbette bizler hüsrana zarar ve ziyana, mânevi cezaya uğramış kimselerden oluruz.” meâlindeki
âyeti kerimesidir. (Onun üzerine tevbe eyledi) tevbe edip bağış diledi, (tevbeleri ziyadesiyle kabul eden) ve kulları hakkında (pek ziyade merhamet sâhibi olan ise ancak o Kerem sâhibi Rab’dir.) Binaenaleyh Hz. Adem’in töbesini de kabul buyurmuş, onun hakkında yine sonsuz rahmet ve merhameti tecelli etmiştir.
§ Tevbe: Lûgatte bir şeyden geri dönmektir. Şeriat lisanında ise günahı bilip itiraf etmek, o yapılan günahtan dolayı pişmanlıkta bulunmak ve o günahı bir daha işlememeğe kesin olarak niyet eylemektir.
Tövbe edene “Taib” denir. Cenâb-ı Allah’ın yaptığı bildirilen bir tövbe ise ceza vermekten affetmek, kulunun günahını lütfen bağışlamak mânasıdır. Bu yönden Yüce Allah “tevvâb” ismi celilini taşır.
§ insanlar, İnsanlık icabı zaman zaman bazı günahlarda, hatalarda bulunabilirler. Elverir ki kusurlarını bilsinler. Bunları bir an evvel terkedip bir daha işlememeğe azim etsinler ve bu hatâlarından dolayı Cenâb-ı Hakka niyaz edip onun af ve mağfiretini istirhamde bulunsunlar, İşte Hz. Adem kıssası, bize bu hikmet dersini vermektedir.
38. Dedik ki: O cennetten hepiniz aşağıya ininiz. Eğer benim tarafımdan size bir hidayet gelir de her kim hidâyetime tâbi olursa artık onlar için bir korku yoktur. Ve onlar mahzun da olmayacaktır.
38. Bu mübârek âyetlerdeki hitap, Hz. Adem ile Havvaya ve tabii olarak onarın gelecekteki evlâdına ve onları aldatmaya çalışan şeytana yöneliktir.
İnsanlık için, selâmet ve saadete vesile olacak yolu göstermektedir. Şöyle ki: Hz. Adem’in gaflet ederek yasak meyveden yemesi üzerine (dedik ki) ilâhî emrim çıktı ki (o cennetten hipiniz aşağıya ininiz.) yer yüzüne inerek mukadder vakte kadar orada ikamet ediniz.
(Eğer benim tarafımdan size bir hidayet gelir de) sizin için hidayete vesile olacak bir peygamber, bir kitap, bir şeriat gibi bir şey gönderilir de sizden (her kim) o (hidayetime tâbi olursa artık onlar için bir korku yoktur.)
Onlar Allah’ın azabından kurtulacaklardır. (Ve onlarmahzun da olmayacaklardır.) Nail olacakları nimetler ellerinden çıkmıyacağı için hüzün ve kedere düşmelerine bir sebep bulunmayacaktır. Ne büyük saadet!
39. Ve o kimseler ki kâfir oldular ve bizim âyetlerimizi yalanladılar, onlar ateş sâhipleridir, onlar o ateşte ebediyyen kalıcılardır.
39. (Ve) bilakis (o kimseler ki, kâfir oldular) Allah Teâlâyı inkâr ettiler veya ona ortak koştular, Hak Teâlâ’nın gösterdiği doğru yola yönelmediler (ve bîzim âyetlerimizi yalanladılar) peygamberleri, kitapları, gerek dış alemde gerekse kendi varlıklarındaki delilleri inkâr eylediler, İşte (onlar ateş sahipleridir.)
Asıl cehennem ehli onlardır, (Onlar o ateşte) o ateş saçan cehennemde (ebediyyen kalıcılardır.) Oradan ebediyyen çıkamayacaklardır. Ne müthiş bir felâket! Binaenaleyh bütün insanlar uyanmalıdırlar. öyle ebedî bir felâkete uğramamanın sebeplerine sarılmalıdırlar. Allah Teâla’nın gösterdiği hidayet yolunu takibe devam etmelidirler. Kurtuluş için başka çare yoktur.
40. Ey İsrail oğulları: Benim sizlere lûtf etmiş olduğum nimetlerimi hatırlayınız. Ve benim ahdimi yerine getiriniz ki ben de sizin ahdinizi yerine getireyim. Ve ancak benden korkunuz.
40. Bu mübârek âyetler, İsrail Oğullarına vaktiyle nâil oldukları nimetleri hatırlatarak kendilerini ilâhî dine uymaya, Kur’ân’ı Kerîm’ini inkâr etmemeğe, hakkı bâtıl ile değiştirmemeğe dâvet ediyor.
Şöyle ki: (Ey İsrail Oğulları! Benim sizlere) vaktiyle sizin atalarınıza ve ecdadınıza (İhsan etmiş olduğum nimetlerimi yadediniz.) Siz bir peygamber sülâlesinden meydana getirilmiş oldunuz, aranızdan Hz. Musa gibi peygamberler yetişmiştir, Firavunun zulmünden kurtularak istiklâle, hâkimiyete kavuşmuş idiniz.
Sizleri irşat ve aydınlatmak için Hz. Musa’ya Tevrat gibi mübârek bir kitap verilmiştir. Bütün bunlar hakkınızda birer muazzam ilâhî nîmettir. Bunları unutup, nankörcesine hareket etmeniz doğru olabilir mi? Artık bu nimetleri unutmayınız. (Ve benim ahdimi yerine getiriniz.)
Vaktiyle üstlenmiş olduğunuz şeyleri yerine getiriniz. Yani: Ya ruhlar alemindeki ahd ve yemini korumaya çalışınız. Vayahut Allah Teâlâ’ya İman, bütün peygamberleri semavî kitapları tasdik edeceklerine dair aba ve ecdadınızın vermiş oldukları sözlerde durarak böyle bir ahd ve verilen sözü yerine getirmekte kusur etmeyiniz. (Ki ben) Yüce Mabud (da sizin ahdinizi yerine getireyim.)
Sizi korkulardan koruyayım, sizi ilâhî lutuflarıma devamlı olarak nâil eyleyeyim. (Ve) ey İsrail Oğulları!.. (Ancak benden korkunuz.) Vaktiyle yapmış olduğunuz bir ahdi, üzerinize düşen bir dinî vazîfeyi bir takım kötü kimselerin tecavüzlerine uğrayabileceğinizi düşünerek veya dünyevî, şahsi bir menfaatin elden uçmasından korkarak terketmeyiniz. Yalnız Cenâb-ı Haktan korkarak onun gösterdiği yolu takip ediniz.
41. Ve sizin yanınızdakini tasdik edici olarak indirmiş olduğuma iman ediniz. Onu İlk inkâr edenlerden olmayın Ve âyetlerimi az bir paha ile satmayın. Ve ancak benden sakının.
41. (Ve) ey İsrail Oğullar!.. (Sizin yanınızdakini) yani vaktiyle Musa Aleyhisselâm’a nâzil olup yanınızda bulunan Tevrat’ı (tasdik ediciolarak indirmiş olduğuma) yani Kur’ân’ı Kerîme (İman ediniz.) Tevrat’ın da semavî bir kitap olduğunu beyan buyuran ve onun gibi semavî, ilâhî bir kitap bulunan Kur’ân’ı Mübin’i artık tasdik eyleyiniz. (Onu) o anlattıkları mucize olan Kur’ân’ı (İlk inkâr edenlerden olmayın.)
Bilakis ona İlk İman edenlerden olmalısınız. Onun nasıl ebedî, bir mucize olduğunu bakıp anlayacak bir durumda bulunuyorsunuz.
(Ve âyetlerini az bir paha ile satmayın.) Yani Hz. Muhammed’in doğruluğuna şahitlik edip sizin kitaplarınızda yazılmış bulunan apaçık âyetleri, haddizatında pek ehemmiyetsiz bir şey olan dünyevî mal, riyaset, cahilce geleneklere uymak maksadiyle inkâra, değiştirme ve bozmaya kalkışmayınız.
Bütün bu dünyevî, fanî şeyler, o âyetlerin yüceliği karşısında pek kıymetsiz, ehemmiyetsiz şeylerden başka değildirler. Artık o değersiz şeyleri elde etmek için veya başkalarından korkarak bu kutsî âyetler, hakikatler nasıl elden çıkarılabilir. Ey gafiller!..
Öyle bir cürette bulunmayınız, (ve ancak benden sakının.) Benim bir tek olan şahsımdan korkun, bir takım maddî, fani menfaatlerden mahrum kalacağınızdan korkmayın, yalnız Kerem sâhibi yaratıcınızdan korkunuz ki sizi muhafaza edecek, sizi nimetlere nâil buyuracak olan ancak odur.
42. Ve hakkı bâtıl ile örtüp karıştırmayın. Ve hakkı bile bile saklamayın.
42. (Ve) ey İsrail Oğulları!.. (hakkı bâtıl ile karıştırmayın.) Hz. Muhammed’in vasıfları hakkındaki Tevrat âyetlerini ve diğerlerini kendi uydurduğunuz esassız şeyler ile değiştirme ve bozmaya kalkışmayınız. (ve hakkı saklamanın.) Rasûlü ekrem Sallallahü Aleyhi Vessellemin mübârek vasıflarını gizlemeyin, bunun mesuliyetini düşününüz. (Halbuki siz) böyle inkarcı bir şekilde bâtılca hareketlerin ne kadar çirkin, ne kadar cezâyı gerektirir olduğunu (bilirsiniz.) Bu hususta cehâletinizi mazeret makamında ileri süremezsiniz.
Yahut siz hakkı gizlediğinizi biliyorsunuz. Artık böyle bir isyana bile bile nasıl cüret ediyorsunuz. Gerçek şu ki hakkı gizlemek büyük bir rezalettir, bir ahlâksızlıktır, âmme hakkında bir hiyânettir. Şahsi menfaat hırsiyle veya geçici bir mahrumiyet korkusu ile bile bile hakkı saklamak, onun aksini yapmak ve yaptırmak; bir alçaklıktır, İnsanlığa yakışmaz, hakikî selâmet ve saadetin yok olmasına sebep olur. Binaenaleyh Allah Teâlâ Hazretleri cümlemizi haktan ayırmasın. Amin.
§ İsrail: Yakup Aleyhisselâmın lâkâbıdır, İbranî lisanında abdullah (Allah’ın kulu) veya Saffetullah (Allah’ın seçkin kulu) mânasınadır. Emir, Allah yolunda mücahit mânasına olduğu da mervidir. Yahudiler Hz. Yakub’un neslinden geldikleri için “Beni İsrail” lâkabını almışlardır. Hz. Musa’ya tâbi olduklarını iddia ettikleri için de “Museviler” diye anılmaktadırlar.
Bu mübârek âyetlerde onlara: (Ey İsrail oğulları) diye hitap edilmesi bir uyarı ve işâreti içermektedir. Sanki denilmiş oluyor ki: Siz yüce bir peygamberin evlât ve ahfadından bulunuyorsunuz. Yanınızda Tevrat denilen bir kitabı ilâhî vardır. Orada son peygamberin vasıfları yazılıdır.
Artık size düşer mi ki o kitaba aykırı hareket edip Hz. Muhammed Aleyhisselâmı ve ona nâzil olan Kur’ân’ı Kerim’i inkâr edesiniz. Bir nice hakikatleri değiştirme ve bozmaya çalışasınız. Bu bircehâlet, bir nankörlük bir kadir bilmezlik değil midir? Böyle hareketlerden vazgeçiniz, hakkı kabul ediniz. Cenâb-ı Allah gafletten uyandırsın!
43. Ve namazı kılınız, zekâtı da veriniz ve rükû edenler ile beraber rükû ediniz.
43. Bu mübârek âyetler, İsrail Oğullarını ve benzerlerini kötülükten alıkoyarak en mükemmel bir kulluk vazîfesini ifa etmeğe davet ediyor. Başkalarına iyilik yapmalarını emrettikleri halde, kendileri İyilik yapmaktan kaçınanların bu hallerini kınıyor.
Hakkın yardımını kazanmak için sabra, namaza devam edilmesini tavsiye buyuruyor. Cenâb-ı Haktan korkanların da hangi zatlardan ibaret olduğunu gösteriyor: (Ve) ey İsrail Oğulları!.. Sizler de müslümanlar gibi beş vakit (namazı kılınız.) Âdâbına, erkânına riayet ederek edâya çalışınız. (Zekâtı da veriniz.) Mallarınızın farz olan zekâtını da fakilere ödeyiniz.
(Ve rükû edenler ile beraber rükû ediniz.) Siz de cemaati müslimin ile beraber rükûa varınız. Velhasıl: Onların da İslâm şerefine nâil olup İslâm cemaatine katılmaları emir ve tavsiye olunuyor. Yahudilerin namazlarında rükû bulunmamaktadır. Halbuki namazın mühim bir rüknü olan rükû vaziyeti, pek lâtif hikmetleri, içermektedir.
44. Nasa iyilik ile emredersiniz de kendi nefislerinizi unutur musunuz? Halbuki siz kitabı okursunuz, hiç düşünmez misiniz?
44. Ey İsrail Oğulları!.. Siz (İnsanlara iyilik ile emredersiniz de) herkese iyilik yapmalarını veya İslâm dininde sebat etmelerini bâzı kimselere emir ve tavsiyede bulunursunuz da (kendi nefislerinizi unutur musunuz?) Kendiniz neden o yolda hareket etmez, kimseye iyilikte bulunmaz, İslâmiyet sahasına atılmazısınız. (Halbuki sizler kitabı) Tevrat’ı (okursunuz.)
O kitapta herkesin elinden gelen İyilik ve ihsanda bulunması ve âhir zaman peygamberinin vasıfları bulunmaktadır. Veyahut o kitapta halka tavsiye ettikleri şeyler ile âmel etmeyenlerin cezaya, tekdire lâyık olacaklarına dair beyanatı görürsünüz. Artık siz (hiç düşünmez misiniz) bunları düşünüp tefekkürde bulunmaz mısınız?
Nedir bunun aksine yaptığınız hareketler? Bu âyeti kerime; halka emr ve nehiyde, öğütler vermekte bulundukları halde bunlar ile kendileri âmel etmeyen kimseler hakkında büyük bir tehdit ve kınamayı içermektedir.
45. Sabır ile ve namaz ile yardım isteyiniz. Ve namaz şüphe yok ki ağır bir iştir. Ancak Allah’tan korkanlar için değil.
45. Ey Allah’ın kulları!.. (Sabır ile ve namaz ile) İşleriniz hakkında Rabbinizden (yardım isteyiniz) muvaffakıyet bekleyiniz. (Namaz şüphe yok ki ağırdır.) Buna alışmayanlara çetin bir iş gibi görünür.
(Ancak Haktan korkanlar için değil.) Takva sahibi olanlar için bu çetin bir iş değildir. Öyle ibâdet ve itaat ehli için namaz; en zevkli, ruhu besleyen ibâdettir. Onlar bu gibi vazîfeleri büyük bir şevk ve gayretle ifaya çalışırlar. Fakat Allah’tan korkmayan, nefislerine mağlûp olan, hakikî İstikbali düşünmeyen kimseler için sabretmek, namaz kılmak büyük bir iş gibidir.
Onlar bu gibi mühim, kutsî vazîfelerden faydalanamazlar.Rivayet olunuyor ki: Rasûlü ekrem, Sallallahü Aleyhi Vesellem Efendimiz güç bir olay karşısında kalınca namaza başlar, onunla Cenâb-ı Hak’tan yardım talebinde bulunurdu.
46. Allah’tan korkanlar, o zatlardır ki Rablerine kavuşacaklarını ve onun manevî huzuruna döneceklerini düşünüp tefekkür ederler.
46. (Allah’tan korkanlar o zatlardır ki) o hakikî mü’minlerdir ki, öldükten sonra (Rablerine kavuşacaklarını) Cenâb-ı Hakkı göreceklerini (onun manevî huzuruna döneceklerini) âhirette onun cennetlerine, Yüce Allah’ı görme şerefine nâil olacaklarını (düşünüp tefekkür ederler) büyük bir şevk ve neş’e ile ibâdet ve itaate devam eder dururlar. Ne bahtiyar zevat!
47. Ey İsrail Oğulları! Sizlere ihsan ettiğim nimetimi ve sizi âlemlere tercih ettiğimi hatırlayınız.
47. Bu mübârek âyetlerde İsrail Oğullarına dedelerinin nâil oldukları ilâhî lutfu hatırlatarak onları nankörlükten, dedelerinin doğru yoluna muhâlefeti yasaklamaktadır. Ve onları korkmaya, uyanmaya dâvet buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ey İsrail Oğulları! Sizlere lûtf ettiğim nîmetimi) yani sizin ecdadınıza lütuf ve ihsanda bulunmuş olduğum hoş dirliği, refah ve rahatı düşününüz. (Ve sizi âlemlere tercih ettiğimi hatırlayınız.)
Artık nîmete nankörlükte bulunmayınız. Evet… Cenâb-ı Hak İsrail oğullarından bir kısım zevatı peygamberi iğe, ilim ve hikmete, saltanat ve ihtişama nâil buyurmuştu. Onlar, Hz. Musa’dan ve onun yolunu takip etmiş olan kimselerden ibârettir ki zamanlarındaki âlemlere, kavimlere, hükümetlere üstün bulunmuş idiler.
Cenâb-ı Hak onların kadrini yüceltmişti. Artık o zatların torunları bulunan muasır İsrail Oğullarının da onlar gibi dindar, Hakkı gözetici olmaları icap etmez mi? Nedir bu mahalefet, Allah’ın dinine karşı bu düşmanlık!..
48. Öyle bir günden korkunuz ki, o günde hiç bir şahıs hiç bir şahıstan dolayı hiç bir şey ödemez. Ve o şahıstan hiç bir şefaat kabul edilmez. Ve ondan hiç bir fidye alınmaz. Ve ne de onlara yardım olunurlar.
48. Ey İsrail Oğulları! Siz (Öyle bir günden) kıyamet gününden (korkunuz) sakınınız (ki o günde) Cenâb-ı Hakkın müsaadesi olmadıkça (hiç bir şahıs, hiç bir şahıstan dolayı hiç birşey ödemez.) Lâzım gelen bir hakkı kaza edemez. (Ve o şahıstan hiç bir şefaat kabul edilmez.) Adam kayırmaya müsaade olunmaz. (Ve ondan hiç bir fidye) bir kurtuluş bedeli (alınmaz) böyle bir şey kabul edilmez.
(Ve onlar ne de yardım olunurlar.) Ne de ilâhî azaptan kurtulmaları için bir yardıma nâil bulunurlar. İşte inkârcıların, münafıkların ahiretteki durumları böyledir. Artık ata ve ecdadın büyüklüğü ile gururlanıp, onlardan fayda göreceklerine ümitli olmamalıdırlar. Kendi hallerini islâh etmelidirler ki nefislerini kurtarabilmiş olsunlar.
§ Bu âyeti kerimedeki şefâatin reddi, kafirler içindir. Çünkü Kur’ân’ın bu hitabı onlara yöneliktir. Ve Allah’ın izni olmadıkça kimsenin şefâatte bulunamıyacağını bildirmektedir.
Yoksa müslümanlar hakkında din büyüklerinin ve bilhassa Rasûlü Ekrem Efendimizin şefâattebulunacakları naklen sabittir. Şefaat ise: Bir kimsenin suçunu affettirmek, kendisinden cezayı gidermek için hakkında yapılan bir istek ve istirhamdan ibarettir.
49. Ve o zamanı hatırlayınız ki, sizi Firavun taraftarlarından kurtardık. Sizi en kötü azap ile cezalandırıyorlardı. Oğullarınızı boğazlıyorlardı, kadınlarınızı da diri bırakıyorlardı. Bunda sizin için Rabbiniz tarafından pek büyük bir imtihan vardı.
49. Bu mübârek âyetler, İsrail Oğullarına vaktiyle nâil olmuş oldukları kurtuluşu, Allah’ın korumasını hatırlatıyor, düşmanlarının da nasıl helâk olup gittiklerini bildiriyor, kendilerini uyanmaya dâvet buyuruyor. Şöyle ki, Ey İsrail Oğulları!.. (Ve) siz (o zamanı da hatırlayın ki) bir ilâhî lutuf olarak (sizi Firavun taraftarlarından kurtardık.) Yani sizin ecdâdınızı Furavuna tâbi olanların ezâ ve cefâsından kurtardık.
Onlar (sizî en kötü azab ile cezalandırıyorlardı.) Onlar, dedelerinizi en şiddetli işkencelere uğratıyorlardı. Onlar sizin (oğullarınızı boğazlıyorlardı.) Sülâlenizin erkek çocuklarınızı öldürüyorlardı. (Kadınlarınızı da diri bırakıyorlardı.) Kız çocuklarınızı öldürmüyorlardı. Onlar düşmanlarınız bulunuyorlardı. (Bunda) bu azapta, bu kurtuluşta ise (sizin için Rabbiniz tarafından pek büyük bir imtihan vardı.)
Ta ki öyle düşmanlardan halâsınızı büyük bir nîmet bilip Cenâb-ı Hakka hamd ve şükür edesiniz. Bilahare sabredenlerin muazzam mükâfatlara nâil olacaklarını bilesiniz. Artık o pek büyük tarihî yakaları güzelce düşünerek bir intibah dersi almak lâzım gelmez mi?
50. Ve hatırlayınız o zamanı ki sizin için denizi yardık ta hepinizi kurtardık. Firavunun taraftarlarını da sizler bakıp dururken boğduk.
50. (Ve) Ey İsrail Oğulları! (Hatırlayınız o zamanı ki, sizin) selâmetiniz (için denizi) Kızıl denizi (yardık da hepinizi) sizin ecdadınızı (kurtardık.) Firavunun kahrından, denizde boğulmaktan kurtardık. (Firavun taraftarlarını da) sularda (boğduk.) Hepsini hayattan mahrum bıraktık.
(Bir haldeki sizler bakıp duruyordunuz.) Yani ecdadınız Firavun ile taraftarlarının nasıl boğulduklarını seyredip durmuşlardı. Yahut birbirine bakıp duruyorlardı. Artık ırkınız hakkında bu gibi nimetleri hatırlayarak şükrünü ifaya, Allah’ın dinine uymaya çalışmalı değil misiniz?
§ Bu ilâhi açıklamalarda şöyle bir uyan vardır: Bir zata veya bir kavme hayır veya şer olarak her ne isâbet ederse bu Allah Teâlâ’nın sırf hikmet olan takdirine dayanmaktadır.
Binaenaleyh, o şey hayır ise kadrini bilip şükretmelidir. Ve eğer şer ise sabrederek Allah’ın korumasına sığınmalı ve işlenilmiş bir kusur varsa ondan da tövbe edip peşiman olmalıdır ki, onun güzel bir inanç sâhibi olduğu bu şekilde ortaya çıksın.
§ Firavun: Mısır’da yaşamış olan Âmâlika hükümdarlarının ünvanıdır. Bunların en son hükümdarı rüyasında görmüştü ki Beyti Martik tarafından bir ateş yönelip Mısırı kaplamış, Mısır ahalisinden olan her kıptiyi yakmış, yalnız İsrail Oğullarına dokunmamış. Firavun bu rüyasını kâhinlere söylemiş, onlar da: İsrail Oğullarından bir erkek çocuk doğacak, senin helâkin ve hükûmetinin yok olması onun elindebulunacaktır. Bunun üzerine Firavun, İsrail Oğullarının her doğan erkek çocuğunu öldürtmüştü. Bunların miktarı bir rivâyete göre on iki bindir. Bu yavrulardan yalnız Hz. Musa müstesna bulunmaktadır.
Şöyle ki: Hz. Musa, İsrail oğulları hânedânından imran adında bir zatın oğlu olarak dünyaya geldi. Annesi bu mübârek yavrusunun Firavun tarafından öldürülmemesi için bir sandık içine koyup Nil nehrine attı. Firavunun eşi Asiye ise bu fevkalâde güzel çocuğu nehirde görüp çıkarmış onu sevip himaye etmiş, onu Firavunun sarayında yetiştirmiştir. İşte ilerde Firavunun helâkine sebep olacak çocuk, bu melek yüzlü yavru idi. Evet!.. Bu muhterem yavru büyüdü. Hatta annesi bir süt anne olarak saraya alındı. Yavrusuna kavuşmuş oldu. Bu muhterem zat sonra da peygamberlik şerefine kavuştu.
Firavuna karşı pek muazzam mucizeler göstererek onu titretti. İsrail Oğullarını Mısır’dan alıp Kenan iline çıkarmak için birçok müracaatlar neticesinde Firavundan müsaade aldı. Fakat… İsrail Oğulları toplanıp Mısırdan çıkarken Firavun pişman oldu. Onları mahvetmek için takibe başladı. Bundan kurtulmak için yeni bir mucize gerçekleşti. Şöyle ki: İsrail Oğulları kendilerini Firavunun takip ettiğini görünce heyecana geldiler.
Fakat Hz. Musa bir mucize olmak üzere âsasını (bastonunu) Süveyş denizine vurdu, denizde oniki yol açıldı, İsrail Oğullarının oniki kabilesi bu yollardan sahile sağ salim çıktılar.
Firavun ise askerleri ile bunları takip ederken, denizin ayrılmış olan suları tekrar birleşti, bunların yollarını kapadı, Firavun da, ordusu da suların içinde helâk olup gittiler.
Bu muazzam hâdise de gösteriyor ki Allah’ın takdirine hiç bir tedbir mâni olamaz. “Takdiri huda, kuvvei bazu ile dönmez” “Bir şem”! ki mevlâ yaka bir veçhile sönmez” “Allah’ın takdiri pazu gücü ile dönmez.” “Mevla’nın yaktığı mum hiçbir şekilde sönmez.”
51. Ve bir vakit Musa ile Kırk geceyi vadeleştirmiştik, sonra siz zalimler olarak onun arkasından buzağıya tutunmuş idiniz.
51. Bu mübârek âyetler, İsrail Oğullarının hayat safhalarını gösteriyor. Haklarındaki ilâhî nimetlere karşı ne kadar münasabetsiz hareketlerde bulunmuş olduklarını kendilerine bir uyanma vesilesi olmak üzere hatırlatıyor. Şöyle ki: Ey İsrail Oğulları! (Ve) hatırlayınız ki (bir vakit Musa ile kırk geceyi vadleştirmiştik) yani:
Musa Aleyhisselâma 40 gün 40 gece Tur dağında bulunarak bizimle konuşması ve kendisine ilâhî vahyin nüzûlü için bir vaadde bulunduk. Ona böyle bir zaman tâyin ettik. (Sonra siz zalimlerden olarak onun arkasından) Hz. Musa’nın Tura gitmesini müteakip (buzağıya tutunmuş idiniz.) Buzağıyı mabud edinmiş, böyle ibâdeti yapılması gerekenden başkasına yapmakla nefsinize zulmeylemiş bulundunuz.
52. Sonra bunu müteakip sizi affettik, gerekti ki, şükredesiniz.
52. (Sonra bunu) böyle cahilce hareketiniz! (müteakıp sizi) bu suçunuzu (affettik) hakkınızda afv gösterdik ve bağışladık, sizi bu putperestee hareketinizden dolayı hemen cezalandırıp mahv etmedik.(Gerekti ki) böyle bir ilâhî nîmeti elde etmenizden dolayı (şükredesiniz.) Hakkınızda tecelli eden bu afv ve keremin kıymetini takdir eyleyesiniz.
53. Ve bir vakitte Musa’ya kitap ve fürkan vermiştik. Ta ki hidâyete eresiniz.
53. (Ve) gene hatırlayınız ki (bir vakitte) pek büyük ilâhî bir lütûf olarak (kitap) Tevrat’ı Şerif (ve furkan vermiştik) yani ona hak ile bâtılın, helâl ile haramın aralarını ayırmaya vâsıta olan şeyleri, özellikle âsâ (baston) gibi, beyaz el gibi, mucizeleri ihsan etmiştik.
(Ta ki hidâyete eresiniz,) doğru yola gidesiniz. Bu gibi nîmetlere nâil olanlara lâyık odur ki bunların kadrini bilip şükrünü ifa etsinler, bunlara aykırı hareketlerde bulunmasınlar.
§ Tarihen sabittir ki İsrail Oğulları Hz. Yusuf’tan sonra Mısır’da yerleşmiş, çoğalmışlardı. Hz. Yakup ile Hz. Yusuf’un şeriatlarına tâbi bulunuyorlardı. Eski Mısır ahalisi ise kıpt kavmi olup putlara, yıldızlara tapıyorlardı, İsrail Oğulları daha sonra Hz. Musa ile ve onun kardeşi olan Hz. Harûn ile beraber Mısır’dan çıkıp yolda Amalikadan bir kavmin yurduna uğradılar.
Onların öküz heykellerine taptıklarını gördüler, cehalet sebebiyle o müşrik kavmin bu hareketlerine bir eyilim gösterdiler. Hz. Musa ise Allah tarafından Tur dağına dâvet olmuştu. Kardeşi Harun Aleyhisselâmı yerine vekil bırakarak kendisi Tura gitti.
Orada 40 gün kalıp ibâdette, duada bulundu. Orada vasıtasız olarak Cenab’ı Hakkın kelâmını işitti ve kendisine Tevrat kitabı ihsan olundu. Tih çölünde kalmış olan İsrail Oğulları ise Samiri adındaki bir münafıkın aldatmalarına kapıldılar. Samirî yanlarında bulunan altınları toplayıp eritti, bundan bir buzağı heykeli yaptı “Bu sizin ve Musa’nın mabududur” diyerek onları buzağıya taptırdı.
İsrail Oğulları Harun Aleyhisselâmın nasihatlerini dinlemediler, bu cehâleti İşlediler. Musa Aleyhisselâm Tur’dan avdet edince kavminin bu müşrikce hareketlerinden dolayı çok müteessir oldu, kendilerini kınadı. Onlar da pişman olup tevbe ettiler.
§ Hz. Musa’nın Tur’da bulunduğu müddet: Zilkade ayı ile Zilhiccenin on gününden ibarettir.
54. Ve o zamanki Musa kavmine: Ey kavmim! Buzağıya tutunmakla nefisinize zulmetmiş oldunuz. Hemen Yaratıcınıza tevbe edin, nefislerinizi öldürün. Bu sizin için Rabbiniz katında hayırlıdır demişti O Kerem Sahibi Yaratıcı da tevbenizi kabul etmişti. Şübhe yok ki tevbeleri kabul eden rahim olan ancak O’dur.
54. Bu âyeti kerime, İsrail Oğullarının bir aralık Buzagıya taptıklarını, sonra tevbe edip yaptıklarından pişman olduklarını bildirmektedir. Şöyle ki: Ey İsrail Oğulları! (Ve) yine düşününüz (o zamanki Musa) Aleyhisselâm (kavmine) bir tövbe ve pişman olmaya dâvet için (ey kavmim!) Siz (Buzağıyı tutunmakla) hakikî mabud olan Allah Teâlaya tapacak yerde kendinize buzağıyı mabud etmekle (nefsinize zulm etmiş oldunuz.) Şüphe yok ki Allah’ı ortak koşmak en büyük bir zulümdür, en büyük bir felâkettir.
(Hemen Yaratanınıza tevbe edin) nâdim ve peşiman olduğunuzu arz edin. (Nefislerinizi öldürün) ebedî hayatınızı kurtarmağa çalışınız. (Bu) tövbe ve nefsi öldürme (sizin içinRabbinizin katında hayırlıdır.) Bu sebeple ilâhi azaptan kurtulmuş olursunuz, (demişti.) Bu emir ve tavsiye üzerine onlar da tevbe etmişlerdi. Binaenaleyh o Kerem sahibi yaratıcı da (tevbenizi kabul etmişti) yâni ecdadınızın o tevbeleri Allah katında kabul edilmişti.
(Şüphe yok ki tövbeleri kabul eden) kulları hakkında (rahim) çok merhametli (olan ancak O’dur) o Yüce Yaratıcıdır. Artık siz de bundan ibret alınız. Hz. Muhammed’i, Kur’ân-ı Kerîm’i diğer mukaddesa dinî şeyleri tasdik ederek hakikî bir imana ve bu sayede ebedî bir selâmet ve saadete nâil olunuz. Sizin için başka kurtuluş çaresi yoktur.
§ Beni İsrail’in şeriatına göre dinden dönen bir kimsenin tövbe edebilmesi için bu hareketinden pişman olup kendini öldürmesi lâzımdır. Binaenaleyh Hz. Musa’nın bu teklifi üzerine üç bin kişinin kendini öldürdüğü Tevrat’ta yazılıdır. Bizim müfessirlerin beyanlarına göre bunlar on bin kişiden ibârettir.
§ Tefsircilerin çoğunluğuna göre bu öldürmeden maksat gerçek öldürmedir, intihardır. Bazı zatlara göre de bu kendini öldürmekten maksat mecazî mânadır ki, nefsi islâh etmek, onun kötü temayüllerini gidermek, onu hayra yöneltmekten ibarettir. Fakat bu görüş asılsızdır.
55. Ve hatırlayınız ki siz: “Ya Musa! Sana iman etmeyiz Allah Teâlâ’yı âşikâr surette görmedikçe” demiştiniz de sizi yıldırım çarpmıştı. Siz ise bakıp duruyordunuz.
55. Bu mübârek âyetler, vaktiyle İsrail Oğullarının liyakatları üstünde bir talepte bulunarak imanlarındaki zayıflığı göstermiş olduklarını bildirmektedir. Ve bu yüzden bir ceza olarak hayattan mahrum kaldıklarını ve bir şükür vesilesi olmak için de tekrar hayata nâil kılınmış olduklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Hz. Musa bir mucize olarak mekândan ve zamandan münezzeh olan Allah Teâlâ ile konuşmak, onun emirlerini almak için Tur dağına gidiyordu.
Bu mûcizeyi görüp kavmine haber vermeleri için veya buzağıya tapıldığından dolayı özür dilemeleri için kavminden 70 kadar kimseyi beraber alıp götürdü. Onlar Hz. Musa ile beraber Tura gidince orasını bir bulut kapladı. Musa Aleyhisselâm onları dağın tepesine yakın bir yerde bıraktı, kendisi dağın tepesine çıktı. Cenab’ı Hak ile konuşma şerefine nâil oldu.
Bu yetmiş kimse ise o konuşmayı İşittikleri halde bulut pek kesif olduğu için Hz. Musayı göremiyorlardı. Bu konuşmanın Cenâb-ı Hak ile olup olmadığında şüphe ettiler. Cenâb-ı Hakkı görmek isteme cüretinde bulundular. Bunların bu cüretini bu âyeti kerime şöyle beyan buyuruyor:
(Ve) Ey İsrail Oğulları! (Hatırlayınız ki siz) yani ecdadınız (ya Musa! Sana İman etmeyiz) senin peygamberliğini, Hak Teâlâ ile konuştuğunu tasdik eylemeyiz. (Allah Teâlâ’yı) bizler (âşikâr surette görmedikçe) bizler öyle açık bir şekilde görmedikçe (demiştiniz de) bu cüretinizden dolayı (sizi yıldırım çarpmıştı) yani bir yıldırım hücum ederek o görme isteğinde bulunan ecdadınızı hayattan mahrum bırakmıştı.
(Siz ise bakıp duruyordunuz) yani bir haldeki kendilerine gelmekte olan bu musîbet! onlar görüp duruyorlardı. Bunlar Hz. Musa’nın gösterdiği bir nice mucizeleri görmüşlerdi. O halde böyle bir istek ve iddiada bulunmaları büyük bir cehâlet ve gaflet eseri değil miydi?
56. Sonra sizi ölümünüzü müteakip diriltmiştik, ta ki şükredesiniz.
56. (Sonra sizi) Ey İsrail Oğulları! Öyle yıldırım çarpmasiyle meydana gelen (ölümünüzü müteakip) ilâhî kudretim ile (diriltmiş) yeniden hayata nâil etmiş (dik.) Hakkınızda böyle bir ilâhî lütuf cerayan etmişti. (Ta ki) bu ilâhî lütfu elde etmenizden dolayı (şükredesiniz) kulluk vazîfelerinizi ifaya çalışasınız.
§ Evet… İsrail Oğullarının bir cemaati öyle bir ölüm müsibetine mâruz kalmışlardı. Hz. Musa bundan müteessir olmuş, bunların bu feci ölümünü geride kalan kavmine nasıl haber vereceğini düşünmüş, Cenab’ı Hakka tazarru ve niyazda bulunarak tekrar hayata nâil olmalarını İstirham etmiş, Allah Teâlâ Hazretleri de bir yaratma harikası olmak üzere onları yeniden hayata kavuşturmuştur. Kerem sahibi Yüce Yaratıcı her şeye kadirdir. Buna inanmışızdır.
57. Ve üzerinize bulutları gölgelik kıldık. Ve üzerinize kudret helvası ile Selva denilen yelve kuşunu indirdik. Size rızk olarak verdiğimiz şeylerin pak helâl olanlarını yiyiniz dedik. Bize zulmetmiş olmadılar ancak kendi nefislerine zulmeder oldular.
57. Bu mübârek âyetler de vaktiyle İsrail Oğullarının nâil oldukları nimetleri bildiriyor. Birçok şeylerden istifâde etmeleri için kendilerine müsaade edildiğini hatırlatıyor, buna rağmen onların muhalif vaziyet alarak pek büyük felâketlere uğradıklarını bir ibret dersi olmak üzere hatırlatıyor.
Şöyle ki: (Ve) Ey İsrail Oğulları! Vaktiyle Tih çölünde (üzerinize) gamamı -ince- (bulutları gölgelik kıldık) güneşin hararetinden korunuldunuz. (Ve üzerinize) men denilen (kudret helvası İle) selva denilen (yelve) veya bıldırcın (kuşunu indirdik) bunlar ile sizi rızıklandırdık
(Size rızk olarak verdiğimiz şeylerin pek -helâl- olanlarını yiyiniz -dedik-.) İçinizden bu nimetlerin kadrini bilmeyip şükrünü eda etmeyenler ise (bize zulmetmiş olmadılar. Ancak kendi nefislerine zulmeder oldular.) nimete karşı nankörlük etmekten dolayı cezayı hak ettiler.
58. Ve hani demiştik ki: Şu kasabaya girin, ondan dilediğiniz yerde bol bol yiyiniz. Kapısından secde ederek giriniz ve “hitte” deyiniz, sizin için hatalarınızı bağışlayalım. Ve iyilik edenlere mükâfatı daha artıracağız.
58. (Ve hani) ecdadınıza hitaben (demiştik ki: Şu kasabaya) beyti makdise veya erihaye (girin) Tih sahrasında gezip durmaktan kurtulun. (Ondan) onun meyvalarından, ürünlerinden (dilediğiniz yerde) oturup (bol bol yiyiniz.) Ve onun içine (kapısından secde ederek) mütevazi ve düşünür bir vaziyet alarak (giriniz.) Sizi bu nimete kavuşturan Rabbinize şükranlarını arzediniz.
(Ve hitta) yani: Günahlarımızın, hatalarımızın affedilmesini niyaz ederiz (deyiniz.) Siz böyle yalvarınız ki (sizin için hatalarınızı bağışlayalım) Onlar ile sizi hesaba çekmeyelim.
(Ve iyilik edenlerin) ibâdet ve itaatte, Allah’ın yaratıklarına karşı lütuf ve ihsanda bulunanların (-mükâfatını- daha artıracağız.) Onların sevaplarını, nimetlerini daha ziyade kılacağız. Ne büyük bir ilâhî müjde!..
59. Fakat nefislerine zulmedenler, sözü kendilerine söylenilenden başkasıyla değiştirdiler. Biz de zulmeden kimseler üzerine yaptıklarıfısıklar sebebiyle gökten korkunç bir azap indirdik.
59. (Fakat nefislerine zulmedenler) yani İsrail Oğullarından zulmeden şahıslar (sözü) hitta kelimesini (kendilerine söylenilenden başkasıyla değiştirdiler.) Hitta yerine hintai hadra = kırmızı buğday gibi bir söz söyleyerek alayımsı bir tarzda harekette bulundular.
(Biz de) böyle ilâhî emre karşı gelmekle nefislerine (zulmeden kimseler üzerine yaptıkları fısklar sebebiyle) öyle itaatten ayrıldıklarından dolayı (gökten korkunç bir azap indirdik) kendilerini lâyık oldukları cezaya kavuşturduk.
§ Ricz, kelimesi lûgatte: Korkunç ve pis şey, takdir edilen azap demektir. Gökter. indirilen ricz’in taun hastalığı olduğu rivâyet edilmektedir ki bir saat içinde 70 bin veya 24 bin şahsın ölümüne sebep olmuştur. Velhasıl: Bütün bu gibi felâketler, insanların yaptıkları fenalıklardan dolayı başlarına gelmiştir. Binaenaleyh tarihten ibret almalıdır. Öncekilerin faziletlerini takdir ve takip etmelidir.
Kötülüklerinden de kaçınmalıdır. Onların selâmetlerine veya felâketlerine sebep olan şeyleri güzelce düşünerek uyanık bir halde yaşamağa çalışmalıdır.
.
60. Ve hani bir vakitte Musa, kavmi için su isteğinde bulunmuştu. Biz de aşan ile taşa vur, demiştik o da vurunca taştan on iki çeşme fışkırdı. Her gurup kendisinin su alacağı çeşmeyi bildi. Biz de onlara dedik ki: Allah Teâlâ’nın rızkından yiyiniz ve içiniz ve yeryüzünde bozgunculardan olarak haddi aşmayınız.
60. Bu âyeti kerime de Hz. Musa’nın göstermeye muvaffak olduğu mühim bir mucizeyi bildiriyor. İsrail Oğullarının da bu sayede rızıklanıp kendilerine bozguncu hareketlerin yasaklanmış olduğunu hatırlatıyor. Şöyle ki: İsrail Oğulları, Tih sahrasında susuz kalmışlardı.
Mısır’daki suları, nimetleri hatırlayarak oradan ayrıldıklarından dolayı Hz. Musa’ya karşı, üzüntülerini göstermişlerdi. Bunun üzerine Musa Aleyhisselâm, Allah’ın dergâhına yönelerek kendilerine su ihsan buyurulmasını istirham etti. İşte bu mübârek âyet, bunu şöylece beyan buyuruyor: (Ve hani bir vakitde Musa, kavmi için su isteğinde bulunmuştu) yani Cenâb-ı Haktan su ve yağmur istemiş dua ve niyazda bulunuvermişti. (Biz de) yani ben Yüce Yaratıcı da ona vahyederek (âsân ile taşa vur demiştik.)
Hz. Musa da asasını taşa vurunca (taştan) İsrail Oğullarının kabileleri sayısınca (on iki çeşme fışkırdı) Bu kabileler birbirine zahmet vermeksizin (her gurup kendisinin su alacağı çeşmeyî bildi). Kendilerine tâyin edilen pınarları tanıyıp onlardan sularını aldılar, su ihtiyacından kurtuldular. Biz de onlara dedik ki: Yani haklarında şöyle bir ilâhî vahip tecelli ettik ki: Ey İsrail Oğulları!.. (Allah Teâlâ’nın rızkından yiyiniz ve içiniz.)
Yani kudret helvası bıldırcın etinden yiyip bu yerden kaynayan sulardan istifade ediniz. Ve yer yüzünde bozgunculardan olarak haddi asmayınız.). Bu nimetlerin kadrini bilip şükür vazîfesini yerine getirmeye çalışınız.
§ Bir gurubun baba ve dedelerinin kavuştukları nimetler, kendileri için de bir hayat kaynağı bir kurtuluş vesilesi ve bir iftihar sebebi olduğundan onlara da bunun şükrünü yerine getirmeye çalışmak lâzım gelir.
§ Asanın yere vurulması ile suların hemen fışkırması, bir mûcizedir. Bu kâinatta Allah’ın kudretiyle nice mucizelerin, nice olağanüstü şeylerin zaman zaman meydana geldiğini görüp işiten hakikî aydın ve mütefekkir zatlar için bu gibi mucizeleri inkâra aslâ imkân yoktur.
61. Hani siz bir vakitte demiştiniz ki: Ya Musa! biz bir çeşit yemeğe elbette sabredemeyiz. Bizim için Rabbine dua etde yerin bitirdiği tere, hıyar, buğday, mercimek, soğandan bizim için de çıkarsın. Musa da demişti ki: Siz bayağı olan şey ile hayırlı olan şeyi değiştirir misiniz? Öyle ise bir kasabaya ininiz sizin için istediğiniz şeyler orada vardır. Onların üzerlerine alçaklık, yoksulluk vuruldu ve Allah’ın gazabına uğradılar. Bu da şüphe yok ki Allah’ın ayetlerini inkâr, peygamberlerini haksız yere katletmeleri sebebiyle olmuştur. İşte bu ceza onların isyan etmelerinden ve haddi aşmış olmalarından dolayıdır.
61. Bu ayeti kerime de İsrail Oğullarının ne kadar nankör, isyankâr bulunmuş olduklarını ve bunun neticesinde ne kadar felâketlere maruz kaldıklarını göstermektedir. Şöyle ki: İsrail Oğulları Tih çölünde dolaşırken Hz. Musa’nın duasıyla kendilerine gökten kudret helvası, bıldırcın kuşları gibi nîmetler verilmiş, yerlerden sular fışkırmağa başlamıştı. Hiç bir zahmet çekmeden bu gibi pek mükemmel nimetlerden istifade etmekteydiler. Fakat İsrail oğulları bu nîmetlerin kadrini bilmediler.
Mısır’daki yiyip içtikleri âdi şeyleri arzu ettiler, İşte Cenab’ı Hak bunların o halini şöylece beyan buyuruyor! (Hani siz) Ey İsrail Oğulları!.. (bir vakitte demiştiniz ki ya Musa! biz bir çeşit yemeğe elbette sabredemeyiz.) Böyle bir çeşit yemek ile yetinip duramayız. (Bizim için rabbine dua et de yerin bitirdiği tere, hıyar, buğday, mercimek, soğandan bizim için de çıkarsın) biz onlar ile gıdamızı temin edelim. Bunlar adeta Mısır’dan çıkmış olduklarına pişman olmuşlardı. Firavunun kendilerine yaptığı eza ve cefâyı unutmuşlardı.
Hz. (Musa da) bunların bu kıymet bilmez hallerini görünce (demişti ki: Siz bayağı olan şey ile hayırlı olan şeyi değiştirir misiniz?) Siz en hayırlı olan kudret helvası ve bıldırcın eti gibi şeyleri öyle âdi şeyler ile değişmek istiyorsunuz. Bu ne kıymet bilmezlik!.. (Öyle ise bir kasabaya ininiz). Haydi bir şehre gidiniz ki (sizin için istediğiniz şeyler) orada (vardır) o alıştığınız şeyleri orada bulabilirsiniz.
Artık (onların üzerlerine) bu kötü hareketlerinden dolayı (alçaklık, yoksulluk vuruldu.) Onlara ebediyyen zelillik ve miskinlik damgası vurulmuş oldu. (Ve Allah’ın gazabına uğradılar.) Nice milletlerin esareti altında yaşamağa mecbur oldular. (Bu da) böyle ilâhî gazaba uğramaları da (şüphe yok ki Allah’ın ayetlerini inkâr, peygamberlerini haksız yere katletmeleri sebebiyle olmuştur.)
Nitekim onlar incil gibi Kur’ân-ı Kerîm gibi semavî kitaplara inanmazlar. Şa’ya, Zekeriya ve Yahya Aleyhisselâm gibi peygamberleri şehit etmişlerdir. (İşte bu ceza) onların ebediyyen zillet ve hakarete maruz kalıp durmaları kendilerinin dinî hükümlere, esaslara (isyan etmelerinden) ve insanların ve bilhassa peygamberlerin hukukuna tecavüz ile (haddi aşmış olmalarından dolayıdır.) Artık bu gibi cinayetlere, İsyanla ra cüret edenler ebedî bir hüsrana maruz olmazlar mı?
62. Şüphe yok ki, mü’minler ile Yahudilerden ve Hıristiyanlar ile sabiîlerden her hangi kimseler Allah Teâlâ’ya, âhiret gününe iman edipsalih amellerde bulunmuş olurlarsa onlar için rabları katında mükâfatlar vardır. Ve kendilerine asla korku yoktur. Ve onlar mahzun da olmayacaklardır.
62.Bu ayeti kerime, kimlerin azaptan, felâketten emin, mükâfatlara nâil olacaklarını bütün insanlığa tebliğ ediyor. Şöyle ki: Vaktiyle peygambere uyup, İman etmiş olan (mü’minler ile Yahudilerden ve Hıristiyanlar ile sabiîlerden her hangi kimseler) peygamberlerinin bildirdikleri şekilde (Allah Teâlâ’ya) onun birliğine, yaratıcılığına, ilâhlığına ve (âhiret gününe) kıyametin, mahşerin ve cennet ile cehennemin varlığına (İman edip salih amellerde) namaz, oruç, zekat gibi yapılması gereken ibadetlerde hayır ve iyiliklerde (bulunmuş olurlarsa onlar için) öyle hakikî şekilde dindar olan iyi kullar için (rableri katında mükâfatlar vardır.)
Bu güzel amellerinin sevâbına ulaşacaklardır. (Ve kendilerine) dünyada (aslâ bir korku yoktur.) Tam bir emniyet içinde yaşayacaklardır. (Ve onlar) ahirette sevaptan yoksun olma ve nîmetlere erişememe sebebiyle (mahzun da olmayacaklardır.) Onlar her türlü ilâhî lutfa kavuşacaklardır. İşte hakikî İmânın mükâfatı!.. Evet… Bu ayeti kerime de gösteriyor ki:
Her hangi bir insan, Allah’ın azâbından emin ve geleceğinin güvenli olması için hakikî bir dine bağlanmış olması lâzımdır. Vaktiyle her hangi bir peygamberin tebliğlerine uyanlar o peygamberin ümmetinden sayılmış ve hak dine sâhip bulunmuşlardır. Bilâhare geçmiş dinlerin bir çok hükümleri kaldırılarak son din olan İslâmiyet, bütün insanlığın dinî olmak üzere Allah tarafından şanı yüce son peygamber olan Hz. Muhammed aleyhisselâm vasıtasıyle bütün insanlara tebliğ edilmiştir. Nitekim Kur’ân’ı Kerîm’de:
= “Şüphesiz Allah katında din, İslâm dinidir.” (Al-i İmran 3/193) buyurulmaktadır. Binaenaleyh peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed’den itibârenonun tebliğleri doğrultusunda Allah Teâlâya, âhiret gününe diğer dinî esaslara İman eden ve namaz, oruç gibi salih amellerde bulunan insanlar, hangi bir kavme, hangi bir ırka mensup bulunmuş olurlarsa olsunlar artık selâmettedirler, onlar için ahiretle ilgili bir korku, bir hüzün ve keder yoktur. Onlar ilâhî lutfa aday bulunmaktadırlar.
§ Yahudiler vaktiyle Hz. Musa’nın dinine girmiş kimselerdir. Rivâyete göre Yakup aleyhisselâmın oğullarından birinin adı “Yahuda” imiş, bilâhare İsrail oğuları bu isme nisbetle Yahudi adını almışlardır. Bunlar bilâhare Hz. Musa’nın dini adına bir takım hurafelere tabi olmuşlar, Hz. İsa gibi Hz. Muhammed aleyhimasselâm gibi büyük peygamberleri inkârda bulunmuşlardır.
§ Nasara: Hazreti İsa’nın ümmetine verilmiş bir isimdir. Bunlar Hz. İsa’ya yardım ettikleri veya “nasıra” denilen kasabada Hz. İsa ile beraber bulundukları için bu ismi almışlardır. Dinlerine “nesraniyyet” (Hiristiyanlık) denilmiştir. Bunlar da bilâhare bir çok mezheplere ayrılmış, Hz. İsa’nın asıl tebliğlerine muhalif itîkatlarda bulunmuşlardır.
§ Sabie; Hz. Nuh’un veya Hz. İbrahim’in dinî üzerine bulunmuş kimselerdir. Bir görüşe göre bunlar meleklere veya yıldızlara tapan bir guruptur. Velhasıl: Bütün bu milletler, bu guruplar yanlış ve küfür dolu inançlarını harekelerini bırakır da Cenâb-ı Hakka layık şekilde, şartları dahilinde İman etmiş olurlarsa hidayete ermiş, korkudan, hüzün ve kederden emin bulunmuş olurlar. İşte insanlık için en yüce gaye bundan ibarettir.
63. Hani bir vakitte misakınızı almış. Turu da üzerinize kaldırmış size verdiğimizi kuvvetle tutunuz, onda olanı zîkreyleyiniz ki, korunmuş olabilesiniz, demiştik.
63. Bu mübârek ayetlerde Beni İsrail’in geçmiş zamanlardaki kötü hareketlerini ve bir mucize olarak Tur dağının üzerlerine kalkıp düşecek bir vazıyet almış olduğunu bununla beraber haklarında ilâhî rahmet eseri olarak bir takım felâketlerden kurtulmuş olduklarını hatırlatıyor.
Şöyle ki: Ey İsrail oğulları!.. (Hani bir vakitte) ecdadınızın zamanında Musa aleyhisselâma tabi olup Tevrat ile amel etmeniz için sizden, sizin ecdadınızdan söz ve (misakınızı almış, turu da üzerinize kaldırmış) size bu kudret harikasını göstermiştik.
Ve (size verdiğimizi) Tevrat kitabını (kuvvetle tutunuz) tam bir gayret ve kuvvetle tutarak hükümlerine uyunuz. (Onda olanı) onunu bildirdiği hükümleri (zîkreyleyiniz) hatırlayınız ve tefekkür eyleyiniz (ki korunmuş) o sâyede hem korunmuş hem de, kendinizi korumuş (olabilesiniz.. demiştik.) Ne yazık ki bir rahmet eseri olan böyle kutsî bir uyarıya riayet edilmemiştir.
64. Sonra o misakın ardından yüz çevirdiniz.. Eğer üzerinize Allah Teâlâ’nın fazl ve rahmeti olmasaydı elbette hüsrana uğrayanlardan olurdunuz.
64. Ey İsrail oğulları!.. (Sonra) siz (o) söz ve (misakın ardından) ona uymadınız, ondan (yüz çevirdiniz.) Yanlış yollar takibine başladınız. (Eğer üzerinize Allah Teâlâ’nın lutuf ve keremi) koruma ve himayesi(olmasa idî e! bette) büsbütün (hüsrana uğrayanlardan olurdunuz.) Tamamen mahv ve perişan olur giderdiniz. Artık uyanın, kaybedilen şeyleri telâfi etmeye çalışın.
§ Bu Tur hadisesi; bir harikadır, bir mûcizedir. Mübârek peygamberlerin ellerindi halkın İman etmeleri için bir nice mucizeler meydana gelmiştir. Bu mucizeleri gördük ten sonra güzel bir tefekkür ve kanaat neticesinde ortaya çıkacak bir İman, sahihtir Zora dayalı bir İman değildir. İşte Tur’un kaldırılması harikası da böyledir. Bunu görenlerin imanı da, zorlamaya dayanan bir İman sayılamaz ki makbul olmamış olsun.
§ Bu Tur’un kaldırılması Allah’ın kudreti karşısında imkânsız görülemez. Üstünde yaşadığımız yer yüzü bir yere dayanmaksızın havada dönüp durmaktadır Üzerimizdeki gök kubbesinde güneş, ay ve yıldız denilen binlerce kürenin fezada dönüp durduğu da fen ve his yoluyla sâbittir. O halde Allah’ın kudretiyle bir dağ parçasının yerden ayrılarak bir müddet hava sahasında dönüp durması nasıl imkânsız görülebilir? Böyle bir hâdise, insanlık için bir uyarı vasıtasıdır, bir mucize örneğidir.
§ Bu ayeti kerimedeki “Tur” dan maksat, bilinen Turi sinadır. Bir kavle göre de dağ şeklinde görülen diğer bir hava olayıdır. Araf sûresindeki (171) inci ayeti kerimenin izahına da bakınız.
65. And olsun ki, sizler içinizden cumartesi gününde haddi aşanları elbette bilmişsinizdir. Biz de onlara sefil, hakir maymunlar olunuz, demiştik.
65. Bu mübârek ayetler de vaktiyle İsrail oğulları arasında Allah’ın emrine muhalefet edenlerin bu yüzden uğramış oldukları müthiş sonlarını bildirmektedir. Bu acı verici sonucun bir ibret ve nasihat vesilesi olduğunu beyan buyurmaktadır.
Şöyle ki: Ey İsrail oğulları!.. (Andolsun ki sizler içinizden cumartesi gününde haddi aşanları) kendilerine yasak edilen avlanmaya karşı cür’et gösterip durmuş olanları (elbette bilmişsinizdir.) Bu bir tarihî hakikattir, milletinizce bilinmektedir. (Biz de onlara) böyle haddi aşanlara (sefil, hakir maymunlar olunuz demiştik.) Onlar da hemen maymun olmuşlardı. İşte ilâhî emre karşı gelmenin cezası. Artık bu gibi korkunç cezalara tutulmamak için Cenâb-ı Hakkın emirlerine karşı gelmekten sizlerin de kaçınmanız lâzım değil midir?
66. Artık bunu o zamandakilere ve ondan sonrakilere bir ibret, korunanlar için de bir nasihat kıldık.
66. (Artık bunu) bu cezayı, yani: Cumartesi gününün haramlığını tanımayan bir gurubun öyle bir cezaya uğrayışını (o zamandakilere) o hadiseyi görenlere (ve ondan sonrakilere) bilâhare vücude gelip bu tarihi hâdiseden haberdar olanlara (bir ibret) kıldık. Bu fevkalâde hâdise, bütün insanlar için bir ibret vesilesidir. Ve bunu (korunanlar için de bir nasihat kıldık.) Bundan asıl istifâde edecek olanlar da gerçekten korunmuş olanlardır.
§ Bilinmektedir ki: Yahudiler vaktiyle cumartesi gününe saygı göstermekle o gün dünya ile ilgili İşlerini bırakıp ibâdet ve itaattebulunmakla mükellef kılınmışlardı. Alış verişle, avlanma ile uğraşmaları dini yönden yasak idi. Halbuki bunlardan “İle” kasabası ahalisi bu güne asla riâyet etmiyorlardı. O günde aralıksız balık avlamakla meşgul bulunuyorlardı,
İşte bunlara “maymun olunuz” ilâhî emri tecelli etmiş, hepsi de derhal maymun kesilmişti. Bu hadiseyi Yahudiler bilirler. Evet… Bu ceza Allah’ın emrine karşı gelmenin bir cezâsı idi. Ve bütün insanlık için bir ibret ve uyarı vesilesi idi. Allah’ın kudreti karşısında böyle bir trajedinin meydana gelmesi İmkânsız değildir.
Binaenaleyh tefsircilerin çoğunluğuna göre bu maymunluğa dönüşme işi, hakikaten vaki olmuştur. Bazı zatlara göre ise o kavmin maymun kesilmesi, şeklen değil, ruhen idi. Onlar insaniyet şerefini kaybetmiş ahlâk ve davranış yönünden maymun kesilmişlerdi. Fakat kuvvetli bir delil bulunmadıkça bu gibi dinî metinleri, dış anlamlarına ters düşecek şekilde yorumlamak doğru görülemez.
§ ile; Medine-i münevvere ile Turi sina arasındaki bir deniz sahilinde bulunan bir kasabadır.
67. Bir vakitte Musa aleyhisselâm kavmine dedi ki: Allah Teâlâ bir sığır boğazlamanızı size muhakkak emrediyor. Dediler ki: Sen bizimle alay mı ediyorsun? Musa aleyhisselâm da dedi ki: Ben cahillerden olmaktan Allah Teâlâ’ya sığınırım.
67. Bu mübârek ayetler de İsrail Oğullarının ruh hallerini gösteriyor, onların aldıkları dinî emirlere karşı ne kadar tereddütlü ve inatçı olduklarını bildirmektedir.
Söyle ki: (Bir vakitte Musa) aleyhisselâm aldığı bir ilâhî vahiy sebebiyle (kavmine) hitaben (dedi ki: Allah Teâlâ bir sığır) hayvanı (boğazlamanızı size muhakkak emrediyor.) Onlar da bu emre hemen uyacakları yerde itiraza başladılar da (dediler ki) Ya Musa! (Sen bizimle alay mı ediyorsun?)
Onlar Hz. Musa’ya yalan isnat etmişler, onun Cenâb-ı Hak adına emrettiği bir vazîfeyi bir alay sanarak “Sen bizimle alay mı ediyorsun” demişlerdi. Musa aleyhisselâm da kendisini müdafaa etmiş, alayın cahilce bir hareket olup peygamberliğin şanına layık olmadığına işaret için (dedi ki: ben cahillerden olmaktan Allah Teâlâ’ya sığınırım.) Size bu emrettiğim, bir ilâhî vahye dayanmaktadır.
68. Dediler ki: Bizim için Rabbine dua et, o sığırın ne olduğunu bize bildirsin. Dedi ki: Cenab’ı Hak buyuruyor. O bir sığırdır ki, ne pek yaşlıdır ne de pek gençtir, iki ortası dinç bir sığırdır. Artık emrolunduğunuz işi yapınız.
68. İsrail oğulları, Hz. Musa’nın bu uyansı üzerine ağız değiştirerek (dediler ki: Bizim için) bizim hakîkatten haberdar olmamız için (rabbine dua et o sığırın ne olduğunu) ne gibi bir vasıf ve tavırda bulunduğunu (bize bildirsin.) Hz. Musa da aldığı bir ilâhî vahye dayanarak (dedî ki Cenab’ı Hak buyuruyor, o bir sığırdır ki ne pek yaşlıdır, ne de pek gençtir. İkisi ortası bir dinç sığırdır.) Binaenaleyh böyle bir sığır bularak boğazlayınız, emrolunan şeyi yerine getiriniz. Fakat yine onlar suallerine devam ettiler.
69. Dediler ki: Bizim için Rabbine dua et onun rengi nedir. Bize açıklasın. Dedi ki: Muhakkak o buyuruyor ki: O sarı renkte bir sığırdır. Onun rengi tam sarıdır. Kendisine bakanları sevindirir.
69. Bu mübârek ayetler, bir cinayetin harikûlâde bir suretle meydana çıkarılması için İsrail oğullarının kendilerine teklif edilen bir husus hakkında tekrar tekrar açıklama isteğinde bulunmuş olduklarını bildirmektedir. Ve bu teklif edilen hususun bir alay için değil, bir hikmet, bir ilâhî emir gereği olduğu kendilerince anlaşılınca ağız değiştirdiklerini beyan buyurmaktadır.
Şöyle ki: İsrail oğulları (dediler ki:) Ya Musa (bizim için rabbine dua et) istirhamda bulun. (Onun) o boğazlayacağımız sığırın (rengi nedir) onun ne renkte olduğunu (bize açıklasın) onu tamamen anlayalım. Hz. Musa da onlara cevaben: (Dedi ki: Muhakkak o) Rabbim (buyuruyor ki: O sarı renkte bir sığırdır.) Onun rengine başka bir renk karışmamıştır. (Onun rengi tam sarıdır.) Öyle ki; O (kendisine bakanları sevindirir.) Memnun eder, neşeler içinde bırakır.
70. Dediler ki: Rabbine dua et bize açıkça bildirsin. Şüphe yok ki o sığır bize karışık geldi. Ve şüphesiz ki Allah Teâlâ dilerse biz elbette hidâyete ermişler oluruz.
70. İsrail oğulları aldıkları bu bilgilerle yetinmediler. (Dediler ki:) Ya Musa (Rabbine dua et bize açıkça bildirsin) o sığırın nasıl olduğunu anlayalım, biri birine benzeyen bir çok sığır hayvanı vardır. (Şüphe yok ki o sığır bize karışık geldi) Bunun açıklığa kavuşturulmasını arzu etmekteyiz. (Ve şüphesiz ki Allah Teâlâ dilerse biz elbette hidâyete ermişler oluruz.) Yani bizler inşaallah bu sığırın nasıl olduğunu tamamen öğrenir, onu keserek Allah’ın emrini yerine getirmiş ve hidâyete ermiş oluruz.
§ İsrail oğullarının böyle “İnşaallah” demeleri İmdatlarına yetişmiş, İstenen sığırı bulup emredildikleri vazîfeyi yerine getirmişlerdir. Şöyle ki:
71. Dedi ki; O buyuruyor ki: O muhakkak bir sığırdır ki zillete uğramamıştır. Ne tarla sürmeğe, ne de ekin sulamada alıştırılmamıştır. Bütün kusurlardan uzaktır. Onda renk karışıklığı yoktur, tam sarıdır. Dediler ki: İşte şimdi hakikatı getirdin. Hemen onu o sığırı bulup boğazladılar. Halbuki bunu yapmağa asla yaklaşmıyorlardı.
71. Musa aleyhisselâm onlara (Dedi ki: O) Yüce Yaratıcı (buyuruyor ki: O muhakkak) öyle (bir sığırdır ki zillete uğramamıştır.) O zelûl = hakarete, meşakkate maruz kalmış değildir. O (ne tarla sürmeğe, ne de ekin sulamağa alıştırılmamıştır.) Onda bir leke yoktur. (Bütün kusurlardan uzaktır.) Böyle müstesna bir hayvandır. (Onda renk karışıklığı yoktur, tam sarıdır.)
Bunun üzerine İsrail oğulları tam bilgi sâhibi oldular. Ve Hz. Musa’ya hitâben (dediler ki: İşte şimdi hakikati getirdin.) gerçek olanı emrolunan şeyin tam mahiyetini getirip bize haber verdin ve (hemen onu) o emrolundukları sığırı bulup (boğazladılar) emre uymuş oldular. (Halbuki) bu emroldukları şeyi evvelce (yapmağa asla yaklaşmıyorlardı.) Nihâyet bunu yerine getirmeye muvaffak olmuşlardır.
§ Bu mübârek ayetlerde işaret vardır ki bir ilâhî emre hemen yapışmamak, lüzumsuz suallerle açıklama isteğinde bulunmak, sorumluluğu artırır ve bazen hoş olmayan neticelere sebebiyet verir,Eğer İsrail oğulları İlk emre uyarak her hangi bir sığırı = bakarayı kesecek olsalardı başka sorumlulukla karşı karşıya kalmazlardı.
§ Müfessirlerin izahına göre bu sığır = bakara bir çok araştırmalar netîcesinde bulunmuş, bir çok bedel karşılığında da ancak temin edilebilmişti.
Şöyle ki: Bu sığır, bir yetimin malı imiş, ihtiyar, salih pederî kendisinden sonra oğlu için yaşam vasıtası olmak için bu sığın bir ormana salmış, yarabbi! Bunu oğlum için sana emânet veriyorum, sen bunu muhafaza buyur diye dua etmiş, bu sığır ormanda korunmuş, çocuk da olgunluk çağına ermiş, bunun ardından İsrail oğulları aradıkları vasıfları ancak bu hayvanda bulmuşlar ve bunu o yetimden büyük bir para karşılığında alıp kesmişlerdir.
72. Ve yine hatırlayınız ki: Siz bir şahsı öldürmüştünüz, sonra bunda çekişmeye kalkıştınız. Allah Teâlâ ise sizin gizlediğiniz şeyi meydana çıkarıcıdır.
72. Bu mübârek ayetler de İsrail oğullarına bir garîb tarihî olaylarını hatırlatıyor. Allah’ın kudreti ile ne harikaların meydana gelebileceğini bütün insanlığa bildiriyor. Herkesi güzelce ve akıllıca düşünmeğe dâvet buyuruyor. Şöyle ki:
Ey İsrail oğulları!.. (Ve yine hatırlayınız ki) ırkınıza âid tarihî mühim bir olayı da düşünüp ibret alınız ki (bir şahsı öldürmüş idiniz.) Yani sizin ırkınızdan bazı kimseler bir şahsı öldürmüşlerdi. O katiller ise meçhuldü. (Sonra bunda) bu katil hâdisesinde müdafaaya ve (çekişmeye kalkıştınız) Bu cinayeti meydana çıkarmak istemiyordunuz. (Allah Teâlâ ise sizin gizlediğiniz şeyi) meydana (çıkarıcıdır.) Nitekim de çıkarmıştır.
§ Tefsirlerde açıklandığı üzere Beni İsrail zenginlerinden bir şahsın bir oğlu ile iki yeğeni varmış. Bu iki kardeş, amcalarının vefatında malı kendilerine kalsın diye onun o bir tek oğlunu gizlice öldürmüşler. Cesedini de götürüp halkın her gün toplanacakları bir yere atmışlar.
Sonra da bir çok yapma şamatalar kopararak katilin bulunup meydana çıkarılmasını istiyorlar, bu yüzden aralarında büyük çekişmeler oluyor. Bir çok araştırmalar yapılıyorsa da katiller bulunamıyor. Nihâyet alınan ilâhî bir emir sayesinde katiller anlaşılıyor.
§ iddira: Lûgatte; müdafaa, düşmanlık besleme ve çekişme demektir. Bir cinayetin vukuunu bazı kimselerin birbirine isnat etmeleri bir iddira’dır.
73. İmdi dedik ki: Onun Boğazlayacağınız sığırın bazı parçasını o öldürülen kişiye vurunuz. İşte Allah Teâlâ ölüleri böyle diriltir ve sizlere ayetlerini gösterir. Gerektir ki akıllıca düşünesiniz.
73. (İmdi dedik ki:) yani yapılan cinayetin meydana çıkarılması için Hz. Musa’ya vahip yoluyla bildirdik ki (onun) boğazlayacağınız sığırın (bazı parçasını o öldürülen kişiye vurunuz) onlar da vurdular. Öldürülen şahıs Allah’ın kudreti ile yeniden dirildi, kendisini öldürenlerin amcaoğulları olduğunu bildirdi. Bunun ardından yine ruhunu teslim ederek vefat etti. İşte bu, bir kudret delilidir.
(İşte Allah Teâlâ) diğer ölüleri de (böyle) kudretiyle (diriltir) hayat sahasına çıkarır. (Ve sizlere ayetlerini gösterir.) Bütün insanlığa vakit vakit böyle kudret ve yüceliğine delâlet ve şahadet eden harikalar! yaratır. Artık ey insanlar! (Gerektir ki, akıllıca düşünesiniz.) Hasn ve neşri, âhirethayatını inkâra cüret etmeyesiniz. Kanlatın Yaratıcısı bütün bunlara her bakımdan kadirdir, inancımız, tamdır.
§ Bakar ve bakara: Erkek olsun, dişi olsun mutlaka sığır hayvanı demektir. Bunların erkeğine öküz, dişisine de inek denir. Kur’ân’ı Kerîm’de beyan olunan bakara hadisesi bir takım işaretleri, hikmetleri içine almaktadır. Yalnız zikredilen maktulün diriltilerek katillerini haber vermesi için değildir. Belki bundan başka daha nice şeylere işâreti kapsamaktadır.
Kısaca, bu sığırın boğazlanması evvelâ: İsrail oğullarının ruh hallerini peygamberlerinin emirlerine karşı ne kadar tereddütlü bir şekilde hareket etmiş olduklarını gösterir. İkincisi: Bu muamele, Allah’ın emri üzerine bir kurban kesilmesi şeklinde gerçekleşmiştir. Üçüncüsü: Allah’a emanet verilen çocuklar ve torunların ilâhî koruma altında olacaklarına bir işâreti kapsamaktadır.
Dördüncüsü: ölmüş bir şahsın ilâhî kudrette tekrar hayat bulacağına açıkça bir alâmet ve şehâdeti içine almaktadır. Beşincisi: İnşallah deyip muvaffakıyeti Cenâb-ı Haktan bilenlerin işlerinde muvaffak olacaklarına dâir bir işaret taşımaktadır. Altıncısı: Şahsî ve gayri meşru menfaatleri için başkalarının zararına hareket edenlerin er geç anlaşılıp meydana çıkacaklarına bir delildir.
§ Bakara kıssası, işbu (73) üncü ayeti celileyle tamam olmuştur.
74. Sonra onun ardından kalpleriniz katılaştı. O kalpler taşlar gibidir. Veya katılıkça daha şiddetlidir. Ve şüphesiz taşlardan öylesi vardır ki ondan ırmaklar kaynar. Ve yine şüphe yok taşlardan öylesi vardır ki yarılır, kendisinden su çıkar. Ve yine şüphe yok taşlardan öylesi vardır ki, Allah korkusundan aşağıya düşüverir. Allah Teâlâ ise sizin yaptıklarınızdan asla gâfil değildir.
74. Bu ayeti kerime de İsrail oğullarının taşlardan daha katı olan ruhi sertliklerini tasvir ediyor. Ve onlar için bir tehdid mahiyetinde bulunmaktadır. Şöyle ki: Ey İsrail oğulları!.. O maktulün ilâhî kudrette nasıl dirildiğini gördükten (sonra) uyanmalı değil miydiniz? Halbuki (onun) o Allah’ın kudretine şehâdet eden harikayi (ardından kalpleriniz katılaştı.) Daha ziyâde sertleşti.
Bu harikadan ibret alıp uyanmadınız. Çünkü (o kalpler taşlar gibidir) kolay kolay ibret alamazlar. (Veya katılıkça daha şiddetlidir.) daha ziyâde katıdır, serttir (Ve şüphe yok taşlardan öylesi vardır ki) yarılır (ondan ırmaklar kaynar.) Nehirler meydana gelir.
(Ve yine şüphesiz taşlardan öylesi vardır ki yarılır, kendisinden su çıkar.) Gözeler, sular meydana atılır. (Ve yine şüphe yok taşlardan öylesi vardır ki Allah korkusundan aşağıya düşüverir.) Kainatı Yaratanın emir ve iradesine göre dağların tepelerinden aşağıya iniverir. Sizler ise ilâhî emirleri yerine getirmiyorsunuz. (Allah Teâlâ ise sizin yaptıklarınızdan, asla gâfil değildir) Elbette sizi bu hareketinizin cezasına er geç kavuşturacaktır.
§ Bu ayeti kerime, gösteriyor ki bütün kâinat Allah’ın hükmüne tabidir. Bütün cansız varlıklar ve hayvanlar da Allah’ı tanıma şerefine ermişler ve Yüce varlığın iradesine boyun eğmişlerdir. Onların da kendilerine göre ibâdetleri, tesbihleri vardır. Nitekim bir ayeti kerimede
“O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur.” (İsra 17/44) buyurulmuştur. Diğer bir ayeti kerimede de “Allah Teâlâ’ya göklerde ve yerde bulunanların güneş ile ayın ve diğerlerinin secde ettikleri” zikredilmiştir. Şu kadar var ki bu tesbihlerin, bu ibâdetlerin ne şekilde olduğunu biz bilemeyiz. Biz bunu Allah’ın bilgisine havale ederiz.
75. Artık sizin için onların iman edip inanacaklarını ümit eder misiniz? Onlardan muhakkak bir gurup vardır ki Allah’ın kelâmını işitirler de onu akılları ile anladıktan sonra değiştirmeye kalkışırlar. Halbuki onlar bilirler.
75. Bu ayeti celile; İsrail oğullarının İslâmiyete ve Allah’ın kelâmına karşı olan cüretlerini bildirmektedir. Şöyle ki: Asrı saadetle müslümanlar, bütün insanlığın hakikî bir dine, İslâmiyete kavuşup kurtuluşa ermelerini bir fazîlet dininin eseri olarak arzu ederlerdi, kendilerine İslâm dinine girmelerini tavsiyede bulunurlardı. Halbuki Yahudilerden bir çokları inatcı bir şekilde veya münafıkca bir vaziyet alır İslâmiyeti kabule yanaşmazlardı.
İşte bu ayeti kerime onların bu halini şöylece beyan buyuruyor: Ey mü’minler!.. (Artık sizin için onların) o Yahudilerin (İman edîp inanacaklarını ümit eder misiniz?) onlar ne inatcı kimselerdir. Hattâ (onlardan bir gurup vardır ki) bile bile sapıklıklarında ısrar eder dururlar. (Allah’ın kelâmını işitirler de onu) o kendilerine tebliğ edilen ilâhî sözlerin yüceliğini, gerçekliğini (akıllarıyle anladıktan sonra) yine cüret ederek (değiştirmeye kalkışırlar) Yani Allah Teâlâ’nın kelâmı olanTevratı işitir, dinlerler, içindekileri anlarlar da sonra onu değiştirmeye çalışırlar.
Evet… Onlar Tevrat’ta peygamber efendimizin vasıflarını görüp okurlar da bunu örtbas eder, değiştirmeye cüret gösterirler. Tâki başkaları bunu anlayıp İslâmiyeti kabul etmesinler. (Halbuki onlar) böyle bir cürette bulunanlar, bu kötü hareketlerini (bilerler) buna rağmen yine bundan vaz geçmezler. Artık bunların müslümanları tasdik etmeleri yüceltmeleri nasıl ümit edilebilir?
Diğer bir görüşe göre Yahudilerden 70 kadar kimse Turı sinada Hz. Musa’nın, nâil olduğu ilâhî konuşmayı işittikden sonra onun mealine aykırı iddialarda bulunmuşlar, Cenâb-ı Hakkın: Şu vazîfeleri dilerseniz yapınız ve dilerseniz terk ediniz” dediğini gerçeğe aykırı olarak iddiaya cüret göstermişlerdi. İşte bu ayeti kerime, buna da işaret etmektedir.
76. Onlar, mü’minlerle karşılaştıkları zaman biz de iman ettik derler. Ve bunların bazıları diğer bazıları ile tenha kalınca da derler ki: Allah’ın size açtığını o Müslümanlara haber verirmisiniz, ki onunla Rabbiniz katında size karşı delil getirsinler. Sizin buna aklınız ermiyor mu?
76.Bu ayeti kerime müslümanlara karşı münâfıkca hareket eden bir kısım Yahudiler ile kendi bilgilerini açıklayan diğer bir kısım Yahudilerin hallerini bildirmektedir.
Şöyle ki: (Onlar, mü’minlerle karşılaştıkları zaman) yani: Asrı saadetteki Yahudilerin münafıkları müslümanlar ile görüştükleri vakit (bîz de İman ettik derler.) Yani: Biz de müslümanlığı kabul ettik, siz hak üzeresiniz, peygamberiniz de, gelişi Tevrat’ta müjdelenmiş olan zattır, diye itirafta bulunurlar.
(Bunlardan bâzıları dîger bâzıları İle tenha kalınca da) bunlardan Kab ibni Eşref gibi başta gelenleri o münafıklara hitâben (derler ki Allah’ın size açtığını) yani: Hz. Muhammed’in vasıflarına dâir Tevrat’ta haber verdiğini (o müslümanlara haber verirmisiniz ki, onunla rabbiniz katında size karşı delil getirsinler) Sizinle karşılıklı düşmanlıkta bulunsunlar, sizi kendi ifâdelerinizle sustursunlar. Onlara tabi olmadığınızdan dolayı sizi itham eylesinler. (Sizin buna aklınız ermiyor mu?) Bu sözlerinizin aleyhinizde bir delil olacağını neden düşünmüyorsunuz?
§ Diğer bir yoruma göre
müslümanlara hitaptır. Bu takdirde buyurulmuş oluyor ki: Ey müslümanlar!.. Onların imana gelmelerini nasıl ümit ediyorsunuz. Onların hallerini, düşmanlıkların! inatçılıklarını bilip düşünemiyor musunuz? Artık öyle bir ümide yer yok.
77. Bilmiyorlar mı ki Allah Teâlâ şüphesiz onların sakladıklarını da, açığa vurduklarını da bilir.
77. Bu ayeti celile münafıkların ne kadar cahilce hareket ettiklerini kötülemektedir. Şöyle ki: O münâfıklar ve onları kınamayan kâfirler (bilmiyorlar mı ki Allah Teâlâ şüphesiz onların sakladıklarını da açığa vurduklarını da) tamamen (bilir.) Evet Yüce Allah onların küfürlerim de imanlarını da bilir.
Ve Tevrat kitabında onlara bildirilmiş olduğu şeyleri, kısaca peygamberin vasıflarını gizleyip aksini iddia eylediklerini ve kendi kanaatlerini saklamayıp meydana koyduklarını da tamamen bilir. Artık bu çirkin hareketlerinin cezâsını görmeyecekler mi sanıyorlar? Heyhat!.. Onlar, sakladıkları hakikatleri Kur’ân-ı Kerîm’in müslümanlara haber vereceğini de düşünmelidirler.
78. Ve onlardan bâzıları da ümmîdirler. Kitabi bilmezdirler. Ancak bir takım batıl şeyleri bilirler. Ve onlar yalnız zanneder dururlar.
78. (Ve onlardan) İsrail oğullarından (bâzıları da) bir takım şahıslar da vardır ki (ümmidirler) okuyup yazmak bilmezler. (Kitabı) de Tevrat kitabını da (bilmezler) onun içeriğinden habersizdirler. Onlar (ancak bir takım batıl) faydasız, hayali şeyleri (bilirler.) Hakikatlerden haberleri yoktur. (Ve onlar zanneder dururlar) uydurma ve isteklerine ait şeylerle yetinirler. Artık bu gibi cahilce hallerden kaçınmalı değil midirler?
§ Bu ayeti kerimede Tevrat’ın sonradan bir takım değişikliğe uğradığına işaret vardır.
§ Ümmî; okuyup yazmak bilmeyen bir kimse demektir. Cemi: Ümmiyyundur. Bu, henüz anasından doğmuş, bir şey bilmez bir çocuk gibi sayıldığından “ana” mânasına olan ümme nisbet edilmiştir.
79. İmdi yazıklar olsun o kimselere ki, kitabı elleriyle yazarlar da sonra bununla az bir paha satın almak için “bu Allah tarafındandır” derler. Artık yazıklar olsun onlara o ellerinin yazmış olduğu şeylerden dolayı. Ve yazıklar olsun onlara o kazanmış oldukları şeylerden dolayı.
79. Bu ayeti celile kendi uydurma yazılarına ilâhî bir kıymet vererek dünyaya ait bir menfaat teminine çalışanları kötülemekte ve onların helâke uğrayacaklarını ihtar etmektedir. Şöyle ki: (İmdi yazıklar olsun) yani acıtıcı bir azap veya cehennemdeki bir vadi (o kimselere ki) onlar uydurma (kitabı elleriyle yazarlar da) kendi taraflarından hazırlar, bununla halkı aldatmak isterler de (sonra bununla) bu yazdıklarıasılsız şeyler ile (az bir baha satın almak) yani: mukabilinde âdi, geçici bir menfaat temin etmek (için bu) yazılan şey (Allah tarafından) bir semavî kitabtır. (derler.) Bu ne kadar büyük cüret, hakikate muhalefet!..
Artık (Yazıklar olsun onlara) öyle iddiada bulunanlara. (O ellerinin yazmış olduğu şeylerden dolayı.) Bu yüzden ne büyük azâba uğrayacaklardır. (Ve yazıklar olsun onlara o kazanmış oldukları şeylerden dolayı.) Bu yüzden ne büyük zarar ve ziyana uğrayacaklardır. Evet… Vay bu gibi cahilce hareket edenlerin ve gayri meşru menfaatler peşinde koşanların hallerine.
§ Eski kavimlerden bazıları özellikle Yahudiler, kendi kuruntularına göre bazı şeyler yazmışlar, bunlara bir ilâhî kitab süsü vermek istemişlerdir. Kısacası Tevrat’ta peygamberimizin vasıflarını ve recm ayetini değiştirmişlerdir. Maksatlarını kabul ettirmek için bu yazdıkları şeylerin Allah katından gönderildiğini iddiada bulunmuşlardır. Böyle bir hareket ise Cenab’ı Hakka karşı bir iftiradır.
Böyle hakikate, diyanete muhalif, yazıları vasıtasiyle elde edecekleri kazançları ise ne kadar maddi yönden çok olsa da haddizatında onların hiç bir kıymeti yoktur, bilâkis felâketlerine sebeptir. Çünkü o cüretlerinden dolayı ebedî saadetten, ahirete dair mükafatlardan ebediyyen mahrum ve azaba uğramış olacaklardır. Artık insan böyle bir alçaklığa, cinayete nasıl cüret edebilir!.. İşte bu ayeti kerime onların helâke, azaba ebediyyen yakalanmış olacaklarını hatırlatıp durmaktadır. Yazıklar olsun o gibi cahilce cüretlere devam edenlere.
80. Ve dediler ki: Bizlere bir kaç sayılı günden başka cehennem ateşi temas etmeyecektir. De ki: Siz Allah’ın huzurunda bir ahid mi aldınız? Elbet de Allah Teâlâ dönmez. Yoksa bilmeyeceğiniz bir şeyi Cenab’ı Hakka isnad edip söylüyor musunuz?
80. Bu mübârek ayetler; İsrail oğullarının gerçeğe aykırı iddialarını reddetmektedir. Küfür içinde ölüp gidenlerin, ebediyyen azap göreceklerini hatırlatmaktadır, İmân ve iyi hal ile vasıflanan zatlarında ebediyyen cennetlerde kalacaklarını müjdelemektedir.
Şöyle ki: İsrail oğullarına İslâmiyeti kabul etmeleri, aksi takdirde ebediyyen azap görecekleri hatırlatılınca bunu inkâr ettiler. (Ve dediler ki: bizlere bir kaç sayılı günden başka cehennem ateşi temas etmeyecektir.) Bizim cehennemde kalacağımız nihayet bir kaç günle sınırlı bulunacaktır.
Cenâb-ı Hak ise onları yalanlamak için buyuruyor ki: Rasûlum!! onlara (de ki: siz Allah’ın huzurunda) katında (bir ahid mi aldınız?) bir söz mü aldınız? (elbette Allah Teâlâ ahdinden dönmez.) Buna inandık!.. Fakat böyle bir akid neyle sabit. (Yoksa bilmeyeceğiniz bir şeyi Cenâb-ı Hakka isnad edip söylüyor musunuz?) Buna nasıl cesaret edilebilir?
§ İsrail oğulları kendilerini müdafaa için temelsiz bir iddiaya kalkışmışlardır. şöyle ki: Vaktiyle içlerinden bazıları 40 gün buzağıya tapmış oldukları için cehennemde nihayet 40 gün kalacaklarını söylemişlerdir.
Diğer bir kanaatlerine göre de dünyanın 7000 sene ömrü olduğundan her bin sene için bir gün cehenneme gireceklerini, bu cihetle cehennemde nihayet 7 gün kalacaklarını iddia etmişlerdir. İşte bunların bu pek yanlış ve boş iddialarını Cenâb-ı Hak bu ayeti celilesi ile reddedip çürütmektedir.
81. Hayır, her kim bir yaramazlık işler, günahı da kendisini kuşatırsa işte onlar ateş halkıdır. Onlar o ateşde ebedî kalacak kimselerdir.
81. (Hayır) öyle değil (her kim bir yaramazlık işler) bir günahı yapar durur (günahı da kendisini kuşatırsa) yaptığı o günah kendisini her taraftan sararsa (İşte onlar ateş halkıdırlar.) Ebediyyen cehennem ehlidirler. (Onlar o ateşte) cehennem içinde (ebedî kalacak kimselerdir) oradan asla çıkamayacaklar.
Devamlı şekilde azap görüp duracaklardır. Artık onların öyle geçici olarak cehennemde kalacaklarına ait iddiaları asılsızdır. Kendilerinin uydurmasıdır. Böyle bir vaziyet, böyle cehennemde ebedî kalmak küfür ehline mahsustur. Çünkü bir şahsı her yönden kuşatan, ruhuna ve vicdanına musallat bulunan günah, küfürden başka değildir.
82. Îman edenler ve salih amellerde bulunanlar ise işte onlar cennet ashabıdır. Onlar cennette ebedî kalacaklardır.
82. Kur’ânı Kerîm’de hoş ve mükemmel bir üslûp vardır. Bir azap ayeti zikredildi mi onun ardından bir sevap, bir lûtf ve inâyet ayeti de zikredilir. Bu şekilde Cenâb-ı Hakkın şiddetli azap edici olduğu gibi esirgeyici ve merhametli olduğu da açıklanmış olur. İşte bu 82 inci âyeti kerime de bu kabildendir.
Bunda buyurulmuş oluyor ki: (İman edenler ve salih amellerde bulunanlar ise) yani: İman edilmesi dinen icab eden şeyleri kalben tasdik ve lisânen ikrar eyleyen ve üzerlerine düşen güzel güzel amelleri, vazîfeleri ifaya çalışan zatlar yok mu (İşte onlar ashabı cennettir.) Cennet onlara mahsustur. (Onlar cennette devamlı kalacaklardır) Cennette ebedî olarak kalacaklardır. Ne büyük müjde.
Evet… Allah Teâlâ hem azâbı şiddetli olan, hem de acıyan ve merhamet edendir. Bu kutsî sıfatları elbette tecellî edip duracaktır. Onun gösterdiği yolu takip edenler onun sonsuz rahmetine kavuşacaklardır. Onun gösterdiği binlerce delillere ve kanıtlara rağmen onu inkâr ederek veya ona ortak koşarak sapıklık içinde kalmış olanlarda, ebedî bir azâba tutulacaklardır. Hak Teâlâ’nın bütün açıklamaları gerçeğin ta kendisidir. Artık insanlık ona göre hayatını tanzim etmelidir.
83. Ve biz bir vakit İsrail oğullarının misâkını almıştık ki siz Allah’tan başkasına ibâdet etmezsiniz, ananıza babanıza da ihsan da bulunursunuz Akrabalara, yetimlere, yoksullara da ihsan edersiniz Ve insanlara güzel söz söyleyin. Ve namazı doğruca kılın, zekatı da verin. Sonra siz, içinizden pek az müstesna olmak üzere yüz çevirdiniz ve siz halâ yüz çeviren kimselersiniz.
83. Bu ayeti kerime İsrail oğullarının vaktiyle mükellef olup, üstlenmiş oldukları dinî hükümlere, vazîfelere ne kadar muhalefette bulunmuş olduklarını bildirmektedir. Şöyle ki Hak Teâlâ hazretleri buyuruyor ki (ve biz) yani ben şanı Yüce Yaratıcı (bir vakit) Musa aleyhisselâm zamanında Tevrat vasıtasıyla (İsrail oğullarının misâkını) sözünü, teminatını (almıştık ki siz Allah’tan başkasına ibâdet etmezsiniz.)
Yani yalnız ona ibâdette bulunun, başkasına ibâdet etmeyin. Ondan başka ibâdet edilecek yoktur. (Ananıza, babanıza da ihsan) da bulunursunuz. Yani bunlara da iyilik edin. (Akrabalara) hısımlardanolana da (yetimlere, yoksullara da) iyilikte bulunun. (Ve insanlara güzel söz söyleyin.) Yani halk ile güzelce konuşun, bir birinize iyiliği tavsiye ediniz, hayra yöneltici öğütler veriniz. Ve sorumlu olduğunuz (namazı doğruca kılın.) Rükün ve şartlarına uyarak kılın. Ve üzerinize düşen (zekatı da verin.) Ne yazık ki bu emirlere uyulmadı.
(Sonra siz, içinizden pek azı müstesna olmak üzere yüz çevirdiniz.) Söz ve yemine uymadınız, sizden Abdullah ibni Selâm gibi az bir zümre müstesna olmak üzere hepiniz de sözünüzde durmadınız. İşte sizin tarihî hayatınız böyle geçmiştir. (Ve) mamafih (siz halâ yüz çeviren kimselersiniz.) Evet… Siz halâ haktan dönen bir kavimsiniz.
§ Bu ayeti kerime, semavî kitapların ne kadar faydalı, insanlığı yükseltmeye sevkedici hükümler taşıdıklarını göstermektedir. İşte Tevrat’ta da insanlara şu ahlâkî, sosyal, dinî hükümler, vazifeler emir ve tavsiyeler buyrulmuştur:
1) Yalnız Allah Teâlâya ibâdet edilmesi:
Evet… Bütün kâinatın yaratıcısı, ibâdet edileni birdir. Bütün kudret izleri buna şahittir. Binaenaleyh Allah Teâlâ’dan başkasını ilâh tanıyıp ona ibâdette bulunmak en büyük bir sapıklıktır. Artık böyle cahilce bir hareketten sakınılması emrolunmuştur.
2) Anaya, babaya ihsan edilmesi:
Ana, baba insanın hayatına vesîledir. Onlar varlıklarına sebep oldukları çocukları hakkında ne kadar şefkatli, ne kadar fedakârdırlar. Artık onların kadrini bilmek, kendilerine hizmette ve yardımda bulunmak, onların meşru emirlerine riayet eylemek mühim ve insanî bir vazîfe değil midir? İşte ilâhî dinler insanları bu vazîfe ile mükellef tutmuştur.
3) Yakınlara iyilikte bulunmak:
Evet… Akraba, ana ve baba tarafından olan hısımlar, adeta bir aile teşkil etmiş olurlar, aralarında mühim bir münâsebet, bir sosyal alâka vardır. Artık bunlar ile güzelce görüşüp konuşmak, kendilerine iyilikte bulunmak mühim bir vazîfe değil midir? İşte ilâhî dinler bu hususa uyulmasını da emretmektedir.
4) Yetimlere yardım edilmesi:
Vaktiyle babasını kaybetmiş, onun şefkatli bakışlarından, yardımlarından mahrum kalmış bir çocuğu düşünelim. Bunun bu vaziyeti, şefkatli bakışı ve merhameti celbedecek bir halde değil midir? Artık bunlara da uygun şekilde yardımda ve güzel mumelede bulunmak ne kadar insanî bir görevidir. İşte mukaddes dinler bu hususa da uyulmasını İnsanlara emretmiş bulunmaktadır.
5) Miskinlere, yani: geçimlerini temin edecek kuvvete ve hiç bir mala malik bulunmayan yoksul kimselere yardım edilmesi:
Malumdur ki her yerde, her zamanda bir takım aciz, perişan insanlar bulunur ki, kendi geçimlerini temin edecek birşeye sâhip bulunmazlar. Artık bunlara hali, vakti yerinde olan hemcinslerinin yardım etmeleri lâzım değil midir? İşte ilâhî dinler insanlara bu hayırlı yardımı da tavsiye buyurmaktadır.
6) Bütün insanlar ile güzelce konuşulması:
Malumdur ki insanlar cins olarak aynıdırlar, bir Yüce Yaratıcısının kullarıdır, aralarında sosyal bağlar vardır. Artık biri biriyle güzelce, nazikâne konuşmaları ve aralarında bir dayanışmanın, bir iyilik severliğin cereyanı gerekmez mi? Hakiki İnsaniyet ve medeniyet bu suretle ortaya çıkar. İşte semavidinler insanlara bu mühim, bu karşılıklı vazîfeyi de yüklemiştir.
7) Kerem sâhibi Rabbimize kulluk arzında bulunulması:
Şüphe yok ki bizler bir Yüce Yaratıcının kullarıyız. Bizler daima onun nimetlerine nâil bulunuyoruz. Artık daima o Yüce Yaratıcımızın lûtuf ve ihsanını düşünmeli, ona vakit vakit kulluk arzında ve şükranda bulunmalı değil miyiz? Bizler birer uyanık ruha ve nurlu kalbe sâhip olmalı değil miyiz? İşte mükellef olduğunuz namazlar ve dualar bizlere bu yüce fâideleri temin etmektedir. Binaenaleyh doğru, hikmetli ve esasen aynı olan ilâhî dinler insanlığa bu yüksek farizeyi de yüklemiştir.
8) Fakir dindaşlara zekât adıyla yardım edilmesi:
Malumdur ki aralarında din bağı bulunan insanlar din kardeşidirler. Bir hikmet gereği olarak bu insanlar, geçim itibariyle aynı durumda bulunamazlar. Bunlardan bir kısmı servete ve refaha ulaşmış olduğu halde diğer bir kısmı da maddi yönden bir ihtiyaç içinde bulunabilir. İşte birinci zümrenin bu ikinci yoksul zümreye maddi bakımdan yardım etmesi pek uygun olmaz mı? İşte ilâhî dinler zekât vazîfesiyle bu insanî davranışı da temin etmiş bulunmaktadır.
Artık ilâhî dinlerin ve özellikle dinlerin sonuncusu olan ve hükmü bütün insanlığa yönelik bulunan ve bütün bu yüksek vazifeleri en mükemmel bir şekilde bütün insanlık alemine teklif buyuran mukaddes İslâm dininin yüceliğini İtiraf etmek emirlerini, yasaklarını tam bir şevk ve hürmetle kabul etmek bütün insanlara lâzım gelmez mi? Ne yazık ki bir çok kütleler bu hakikatten gâfil bulunuyorlar. Bu gibi faydalı, yüce hükümlere uymaktan kaçınıyorlar. İşte İsrail oğulları hakkında yapmış olduğumuz Kur’ânî açıklamalar da buna şahittir. Cenab’ı Hak cümlemize uyanıklıklar nasip buyursun amin!..
84. Ve bir vakitte biz: Kendi kanlarınızı dökmeyeceksiniz ve nefislerinizi yurdunuzdan çıkarmayacaksınız diye bir ahdinizi almıştık. Sonra ikrarda etmiştiniz. Ve siz bu ikrarınıza şahadet de edersiniz.
84. Bu ayeti kerime İsrail oğullarının kabul etmiş ve itirafta bulunmuş oldukları bir söz ve yemini beyan etmektedir. Bu söz ve yeminin hem Musa aleyhisselâm zamanındaki bir söz ve yemine, hem de Hz. Peygamber zamanındaki bir kısım Yahudilerin arap kabileleri ile yapmış oldukları anılaşmayı içine alır.
Buyrulmuş oluyor ki: (Ve) ey İsrail oğulları! (bir vakitte biz, kendi kanlarınızı dökmeyeceksiniz) birbirinizi öldürmek suretiyle hayatınıza tecavüz etmeyeceksiniz. (ve nefislerinizi yurdunuzdan çıkarmayacaksınız) bir kısmınız, diğer bir kısmınızı vatanından çıkarıp dışarı atmayacaksınız (diye bir ahdinizi almıştık) sizden bu hususlara dair kesin söz almıştık. (Sonra) siz (ikrar da etmiştiniz) yani:
Bu ahdin hak olduğunu söyleyerek kabul de eylediniz. (Ve siz) bu ikrarınıza (şahadet de edersiniz) Böyle bir söz ve ikrarı itiraf edersiniz. Artık bu söze uymalı değil miydiniz?.. Halbuki buna uymadınız.
§ işbu: 83. ve 84. âyetler Beni İsrail hakkındaki “Evamiri aşereyi = On emri” kapsamaktadır. Bunların sekizi 83. âyeti celilenin izahında görülmektedir. Dokuzuncusu da haksız yere adam öldürme ve intihardır. Onuncusu da bir kimseyi haksız yere vatanından çıkarmak, sürgün etmektir ki işbu 84. âyeti kerime de bunları tesbitbuyurmuştur. Velhasıl bu âyeti celilede şuna da işaret vardır ki:
Bir milletin fertleri bir birlik teşkil ederler, her birinin kanı, nefsi, vatanı diğerinin de kanı, nefsi ve vatanı mesabesindedir. Bunlardan birinin haksız yere kanını döken, şahsını vatanından uzaklaştıran sanki kendi kanını dökmüş, kendi şahsını yurdundan uzaklaştırmış gibi olur. Artık insanlar böyle bir hale teşebbüs etmemelidirler. Halbuki İsrail Oğulları bilahara böyle bir harekette bulunmuşlardır. İşte 85. âyeti celile bunu göstermektedir.
85. Sonra siz o kimselersiniz ki, kendilerinizi öldürürsünüz ve sizden olan bir fırkayı da yurtlarınızdan çıkarırsınız. Ve onların aleyhine günah ile, düşmanlıkla yardımlaşıyorsunuz. Ve onlar size esir olarak gelince de onlar ile fidyeleşmekte bulunuyorsunuz. Halbuki onların öyle yurtlarından çıkarılması sizin üzerinize haram bulunmuştur. Artık siz kitabın bir kısmına inanır da bir kısımını inkâr mı eyliyorsunuz? İmdi sizden böyle bir fiilde bulunanların cezası, bu dünya hayatında zilletten başka değildir. Kıyamet gününde ise onlar azabın en şiddetlisine sevk olunacaklardır. Allah Teâlâ da sizin yaptıklarınızdan gafîl değildir aslâ.
85. Bu âyeti celile, asrı saaddetteki bir kısım yahudi zümrelerinin birbirine düşman kesilmiş, Tevrat’ın da hükümlerine muhalefette bulunup durmuş olduklarını beyan ile bu hareketlerini vermektedir. Şöyle ki: Ey İsrail Oğulları! (Sonra siz o kimselersiniz ki kendinizi öldürürsünüz) birbirinizin hayatına kast edersiniz. (Ve sizden olan bir fırkayı da yurtlarından çıkarırsınız) kendi milletinizden bulundukları halde onları vatanlarından uzaklaştırırsınız. (Ve onların aleyhine günah ile, düşmanlıkta yardımlaşıyorsunuz.)
O fırkanın aleyhine olarak müttefiki bulunduğunuz kabilelerin fertleri ile bir diğerinize yardımda bulunuyorsunuz. Zalimce hareketlere devam ediyorsunuz. (Ve onlar) o sizin ırkdaşınız olan fırkanın fertleri (Size esir olarak gelince de onlar ile fidyeleşmekte bulunuyorsunuz.) Onların fidyelerini verip kendilerini esaretten kurtarmak istiyorsunuz. Diğer bir görüşe göre: Onlardan fidye alıyorsunuz, haklarında esir muamelesi yapıyorsunuz.
(Halbuki onların öyle yurtlarından çıkarılması) Tevrat’ın hükümlerine göre (sizin üzerinize haram bulunmuştur.) Buna neden uymuyorsunuz? (Artık siz kitabın bir kısmına inanır da bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?) Halbuki İman edilecek şeylerin bir kısmını kabul, diğer bir kısmını inkâr etmek, imana aykırıdır ve küfrü gerektirmektedir. (İmdi sizden böyle bir fiilde bulunanların cezası) pek büyüktür.
(Bu dünya hayatında zilletten başka değildir.) Onlar daima zelilce yaşayacaklardır. (Kıyamet gününde ise onlar azabın) cehennem ateşinin (en şiddetlisine sevk olunacaklardır.) Ne ebedî felâket!.. (Allah Teâlâ da sizin yaptıklarınızdan) haşâ (gafîl) habersiz (değildir.) Hepsini tamamen bilmektedir. Buna inancımız tamdır. Artık istikbalinizi düşünün!..
§ Tarihen sabittir ki: Peygamberimizin yaşadığı dönemdeki Yahudilerden Medinei Münevvere civarında bulunan “Beni Kaynuka”‘ ile “Beni Kureyza” kabileleri biri birinin düşmanı kesilmişti.
Bunlardan Beni Kaynuka’ araplardan “Evs” kabilesiyle, Beni Kureyza’ da araplardan “Beni Nadır” ve “Hazrec” kabileleriyle ittifak kurmuşlardı.Eve ve Hazrec kabileleri arasında ise İslâmiyetten evvel bir düşmanlık devam edip duruyordu. Bu suretle bu Yahudiler de diğer tarafta olan Yahudiler ile düşman kesilmiş, vakit vakit çarpışıp duruyorlardı.
Sonra da Yahudilerden esir düşenlerin fidyelerini vererek onları esaretten kurtarmak isterlerdi. Ne için bunlar ile hem savaşta bulunuyorsunuz, hem de bunlardan esir düşenleri fidyelerini vererek esaretten kurtarmak istiyorsunuz?
Denilince de: “Tevrata böyle emrolunmuştur, ona binaen o dindaşlarımızı esaretten kurtarmak istiyoruz” derlerdi. Halbuki onların kendi dindaşlarına karşı savaşta bulunmaları, onları yurtlarından uzaklaştırmaları men edilmişti. Binaenaleyh Tevrat’ın bâzı emirlerini tutuyorlar, bâzı emirlerini de tutmuyor, inkâr etmiş bulunuyorlardı. İşte onların bu hallerini Kur’ân’ı Kerîm böylece haber veriyor. Ne kadar dalalette kalmış olduklarına işaret buyuruyor.
86. İşte onlar öyle bir güruhtur ki, âhiret karşılığında dünya hayatını satın almışlardır. Binaenaleyh onlardan azap hafiflendirilmeyecektir. Ve onlar yardımda olunmayacaklardır.
86. Bu âyeti celile İsrail Oğullarının ne kadar dünyaya bağlı ve ebedî azabla karşı karşıya olduklarını göstermektedir. Şöyle ki: (İşte onlar) o ilâhî hükümlere muhalefet edip duran İsrail Oğulları (öyle bir güruhtur ki) öyle geçici menfaatlere düşkün, yalnız dünyayı düşünmekle meşgul bir cemaattır ki (âhiret karşılığında) yâni ebedî hayat ve saadet mukabilinde, bunları feda ederek (dünya hayatını satın almışlardır.)
Kendi elleriyle kendilerini ebedî azaba düşürmüşlerdir. (Binaenaleyh onlardan azap hafiflendirilmeyecektir.) Onlardan değiş-tokuş yüzünden ebediyen uğrayacakları azaplar aslâ azaltılmayacaktır. (Ve onlar yardımda olunmayacaklardır.) Onların haklarında bir şefaatçı, bir yardımcı bulunmayacaktır. Artık bu akibeti düşünmelidirler.
§ Malûm olduğu üzere dünya, en yakın ve en aşağı mânasınadır, içinde yaşadığımız bu fâni âleme verilmiş bir isimdir. Ahiret ise dünya hayatından sonra yüz gösterecek olan ebedî bir âlemdir ki, İman sâhipleri orada bir ebedî saadet içinde yaşayacaklardır.
İmandan mahrum olanlar da orada ilel ebed azab görüp duracaklardır. Artık aklı başında olan bir insan o âhiret hayatına kıymet vermez de bu dünya hayatına hırslı bir şekilde sarılabilir mi?.. Her gün bu fâni dünya hayatına veda edip gidenleri acaba görüyor muyuz? Bahtiyar ve hakikaten akıllı o kimsedir ki dünya hayatından da meşru şekilde istifade eder, bu hayat sayesinde dünyasını da, âhiretini de makbul, makul ve mesuliyetten uzak bir şekilde kazanmaya muvaffak olur.
87. And olsun ki muhakkak biz Musa’ya kitap verdik, ondan sonra da biri biri ardınca peygamberler gönderdik. Meryem’in oğulu İsa’ya da mucizeler verdik. Ve onu ruhulkuds ile destekledik. Sizler ise her ne vakit nefislerinizin hoşlanmadığı bir emir ile peygamber gelince büyüklük taslayarak bir kısmını yalanlayıp, bir kısmını da öldürecek misiniz?
87. Bu âyeti celile de İsrail Oğullarının vaktiyle kendilerini aydınlatacak ve irşad edecek peygamberlere, kitaplara ve diğer delillere karşı ne fecî vaziyetler almış olduklarım bildirmektedir. Şöyleki: Ey İsrail Oğulları! (And olsun ki, muhakkak biz) ben şanı Yüce Rab (Musa’ya kitap verdik) ona Tevrat’ı Şerifi birden indirdik. (Ondan sonra da biri biri ardınca peygamberler gönderdik.)
Bu zatların vasıtalariyle dinî, dünyevî hükümler sizlere ulaştırılmış oldu. Kısacası (Meryem’in oğlu İsa’ya da mucizeler verdik.) Ona açık deliller, açık mucizeler, ölüleri diriltmek gibi, gaybdan haber vermek gibi harikalar veya incil gibi bir kitap ihsan ettik. (Ve onu) Hz. İsa’yı (ruhulkuds ile) yani Cibrili Emin ile veya Allah Teâlâ’nın ismi azamı ile veya incil Kitabı ile (destekledik) onun yüce bir peygamber olduğunu gösterdik. (Sizler ise) o mübârek zatdan da istifadeye çalışmadınız, bilâkis onu inkâra cüret ettiniz.
Artık sizlere (her ne vakit nefislerinizin hoşlanmadığı) gönüllerinizin istek ve arzularına zıt düşen (bir emr ile) bir dinî hükm ile (peygamber gelince) siz (büyüklük taslayarak) kibirli ve gururlu bir vaziyet alarak o muhterem zatların (bir kısmını yalanlamış olacak, bir kısmını da öldürecek misiniz?) Nefisleriniz sizi daima böyle cinayetlere mi sevkedecek? Bu ne alçakça hareket!.. Nitekim onlar Hz. İsa ile son peygamber Hz. Muhammed’i yalanlamaktadırlar. Hz. Zekeriya ile Hz. Yahya’yı da şehit etmişlerdir. Kendilerinde merhamet ve Hakka saygı eseri aslâ görülmemiştir.
88. Ve dediler ki: Bizim kalplerimiz perdelidir. Öyle değil. Allah Teâlâ onlara küfürleri sebebiyle lânet etmiştir. Onun içindir ki az pek az iman ederler.
88. Bu mübârek âyetler de bir takım Yahudilerin son peygamber Hz. Muhammed’e karşı olan inkârcı durumlarını bildirmektedir. Şöyle ki: Rasûlü Ekrem Efendimiz, kendi zamanında bulunan yahudi kabilelerini İslâmiyete dâvet edip onların yanlış inançlarını açığa vurdukça onlar buna karşı alaycı bir tavır aldılar. (Ve dediler ki, bizim kalblerimiz perdelidir) biz senin bu açıklamalarını Kur’ân’ın emirlerini, yasaklarını İşitip kabul edecek bir durumda değiliz.
Bizim yüreklerimiz kaşarlıdır. Halubik (öyle değil) onar mükellef insanlar oldukları için tabiatları İtibariyle o gibi emirleri, yasakları işidip anlayabilecek bir yaradılışta bulunmuşlardır. Öyle olmasaydı zaten mükellef olmazlardı. Nitekim akıl hastaları mükellef değildir.
Fakat onların bu alayımsı sözlerini söyleyip Hakkı kabulden kaçınmaları sebebiyle Cenab’ı Hak onları rahmetinden uzaklaştırmıştır. Evet… (Allah Teâlâ onlara küfürleri sebebiyle lânet etmiştir.) Onları öyle yüksek bir yetenekten yoksun bırakmıştır. (Onun içindir ki) onlar (az pek az İman ederler.) Bazı şeyleri tasdik etseler de birçoğunu inkârda bulunurlar.
89. Vaktaki onlara Allah tarafından yanlarındakini tasdik edici bir kitap geldi, halbuki evvelce kâfirlere karşı fetih ve yardım isterlerdi. Fakat o bildikleri şey kendilerine gelince onu inkâr ettiler. Artık Allah’ın lâneti kâfirler üzerinedir.
89. (Vaktaki onlara) o yahudîlere (Allah tarafından yanlarındakini) Tevrat Kitabını (tasdik eden bir kitap geldi) yani Kur’ân’ı Kerîm nâzil olarak hepsini İman daireyisine dâvet etti, onu inkâra kalkıştılar. (Halbuki evvelce kâfirlere karşı) öyle gelecek ilâhî bir kitap ile, Kur’ân’ı Kerîm ile veya gönderilecek âhirzaman peygamberi ile (fetih ve yardım isterlerdi.)
O sayede hürriyete kavuşup, başka milletlere galip geleceklerini beklerlerdi. (Fakat o bildikleri) İnsanlık âlemine ergeçşeref vereceğine inandıkları (şey) o yüce nebi veya o kitabı kerim (kendilerine gelince) kendilerini İslâm dinîne dâvet edince (onu inkâr ettiler.) Sırf hasetlerinden ve makamlarını kaybedecekleri endişesinden dolayı o yüce peygamberi ve ona inen kitabı kerimi İnkâra cüret gösterdiler. (Artık Allah’ın lâneti) bütün (kâfirler üzerinedir.) Artık o münkirler de bu lânetten kendilerini kurtaramayacaklarını düşünsünler.
.
90. Nefislerini karşılığında sattıkları şey ne kötü bir şey!.. O şey. Allah’ın lütfuyla kullarından dilediği zata indirmiş olmasına haset ederek Allah Teâlâ’nın indirdiğini inkâr etmeleridir. Artık gazaptan gazaba uğradılar. Kâfirler için bir alçaltıcı azap ta vardır.
90. Bu âyeti celile de İsrail Oğullarının ne kadar inkârcı ve inatçı hareketlerde bulunmuş, ne derecelerde azabı hak etmiş olduklarını bildirmektedir. Şöyle ki: O İsrail Oğullarının (nefislerini karşılığında sattıkları şey ne kötü bir şey) Onlar dünya hayatı için ebedî hayatlarını feda ettiler de farkında değillerdir. Evet… (O şey Allah’ın lütfuyla) lütuf ve keremiyle (kullarından dilediği zata) Son peygamber Hz. Muhammed’e vahiy yoluyla kitap (İndirmiş olmasına haset ederek Allah Teâlâ’nın indirdiğini) Kur’ân-ı Kerîm’i, o ilâhî vahyi (inkâr etmeleridir.) İşte bu inkâr, ne kötü, ne felâket getiren bir şeydir. Bu sırf bir küfürdür.
Evet… Onlar (artık) bu sebeple (gazaptan gazaba uğradılar.) Bu küfrün bir cezasıdır. Böyle (kâfirler için) şüphe yok ki bir (alçaltıcı) aşağılayıcı küçük düşürücü ve alçaltıcı (bir azap ta vardır.) Onlar dünyada da, ahirette de felâketten felâkete uğrayacaklardır. Evet… Tarihen de sabittir ki: İsrail Oğulları, hem Tevrat’a İman ettiklerini iddia ederler, hem de Tevrat’ta vasıfları bildirilmiş olan âhir zaman peygamberini inkârda bulunurlar.
Onlar vaktiyle firavunun ve diğer kavimlerin bir çok hakaretlerine uğramış, nîmetleri, vatanları, devletleri ellerinden çıkmıştı. Bunlar onların haklarında birer ilâhî gazab eseri idi. Sonra da âhir zaman peygamberini ve ona nâzil olan Kur’ân’ı Kerim’i inkâr etmekle gazap üstüne gazaba layık olmuşlardır. Ne yazık ki onlar bu hasetlerinde, inkârlarında devam edip durmaktadırlar.
91. Onlara: “Allah’ın indirdiklerine iman ediniz” denilince: “Bîz, bizim üzerimize indirilmiş olana iman ederiz.” derler. Onun ötesindekini inkâr ederler. Halbuki o da kendileriyle beraber olanı Tevrat’ı tasdik eder hak bir kitaptır. De ki: Eğer siz iman etmiş kimseler iseniz, bundan evvel Allah’ın peygamberlerini ne için öldürüyordunuz?
91. Bu mübârek âyetler de İsrail Oğullarının ne kadar yanlış kanaatlerde bulunduklarını. İçlerinden bir çokları bir nice mucizeler gördükleri halde yine kendilerini putperestlikten kurtaramamış olduklarını beyan buyurmuktadır. Şöyle ki: (Onlara: Allah’ın) peygamberlerine (indirdiklerine) İndirmiş olduğu kitaplara ve özellikle son peygambere indirmiş olduğu Kur’ân,! Kerîm’e (İman ediniz) onların birer ilâhî kitab olduğunu tasdik eyleyiniz. (Denilince) onlar (Uz) vaktiyle (bizim üzerimize) bizim kavmimize (İndirilmiş olana) Tevrat kitabına (İman ederiz) bu bize kâfidir (derler.) Onlar (onun ötesindekini inkâr ederler.)
İncil gibi, Kur’ân’ı Kerîm gibi ilâhî kitapları tasdik etmezler. (Halbuki o da) O Kur’ân’ı Kerîm’de (kendileriyleberaber olanı) yani Tevrat kitabını, (tasdik eden hak bir kitaptır.) Böyle kutsî bir kitabı neden tasdik etmiyorsunuz? Maamafih onların Tevrat’a İman ettikleri hakkındaki iddiaları da doğru değildir. Tevratta peygamberlerin hayatlarına sui kasıtta bulunmanın haram olduğu yazılıdır.
Onlar ise bu hiyâneti işlemişlerdir. Artık onlara (de ki: Eğer siz) hakikaten Tevrat’a (İman etmiş kimseler iseniz bundan evvel ecdâdınızın zamanında (Allah’ın peygamberlerini ne için öldürüyordunuz?) Ecdadınızın bu cinâyetini doğru bir hareket gördüğünüz için siz de onlar gibi cani hükmünde bulunmaktasınızdır. Binaenaleyh sizin fiilleriniz sözlerinize muhalif bulunmaktadır.
92. Ve şüphe yok ki Musa sizlere mucizeler ile geldi. Sonra siz onun arkasından buzağıyı tanrı edindiniz. Siz zâlim kimselersiniz.
92. Ey İsrail Oğulları!.. Şunu da düşününüz ki: (Şüphesiz Musa) Aleyhisselâm (sizlere) bir takım (mucizeler ile) açık ve kuvvetli deliller ile, meselâ: Asa gibi, yedi beyzâ gibi mucizeler ile (geldi.) Sizi Allah’ın birliğini tasdike dâvet etti. (Sonra siz onun arkasından) onun Turi Sinaya belli bir süre gitmesinin ardından (buzağıyı tanrı edindiniz) Sizin ırkınız bu kabiliyette kimselerdir. Artık (siz zâlim kimselersiniz) sizin âdetiniz, zalimce harekettir. Allah’ın emrine karşı gelmektir.
93. Ve o zamanı hatırlayınız ki, sizin misakınızı almıştık. Size verdiğimiz şeyi kuvvetle alınız ve dinleyiniz diye üzerinize Tur dağını kaldırmıştık. Demişdiler ki: İşittik ve isyan ettik. Ve onların küfürleri sebebiyle kalplerine buzağı muhabbeti yerleştirilmişti. De ki size imanınız ne kötü şey ile emrediyor, eğer mü’minlerseniz.
93. Bu âyeti celile, İsrail Oğullarının putperestlikte bulunmuş olduklarını bildirmekte, .onların Tevrat’a İman etmiş oldukları iddialarını çürütmektedir. Şöyle ki: Ey İsrail Oğulları!..
(Ve o zamanı hatırlayınız ki) kavminizin garip tarihî hayatını göz önüne alınız ki (sizin) yani bir birlik teşkil ettiğiniz ecdat ve geçmişlerinizin (misakınızı almıştık.) Fakat sözünüzü yerine getirmediğiniz için (size verdiğimiz şeyi kuvvetle alınız ve dinleyiniz) Tevrat kitabına kuvvetlice sarılınız, onun hükümlerine hakkıyla uyunuz, (diye üzerinize Tur dağını kaldırmıştık.) Bu harikayı vücude getirmiştik.
Bu şekilde muhatap olanlar ise (demiştiler ki: İşittik) dinledik (ve isyan ettik) bunların kabiliyetleri, hayat tarzları lisan ile olmasa bile kalb ile, hâlen böyle söylemiş olmalarını gerektiriyordu. (ve onların küfürleri sebebiyle kalblerine buzağı) sevgisi aşılanmış, (yerleştirilmişti.) Bundan kaçınmak istemiyorlardı. Rasûlüm, onlara (de ki) siz Tevrat’a İman ettiğinizi iddia ediyorsunuz, sonra da buzağıya tapıyorsunuz.
O halde (size imanınız) buzağıya tapmanızı hoşgören inancınız, size (ne kötü şey ile emrediyor?) Sizler eğer bu şekilde (mü’minler iseniz) böyle İman mı, böyle mü’minlik mi olur? Çok uzak!..
94. De ki: Eğer Allah Teâlâ’nın yanında ahiret yurdu başka insanların değil de özel olarak sizin ise ölümünüzü temenni ediniz, eğer siz doğru sözlü kimselerseniz.
94. Bu mübârek âyetler, İsrail Oğullarının hakikate aykırı bir iddialarını yalanlamaktadır. Ve onların âhiret hayatından ne kadar kaçındıklarını beyan buyurmaktadır.
Şöyle ki: Rasûlüm!.. İsrail Oğullarına (de ki:Eğer) öyle iddianıza göre (Allah Teâlâ’nın yanında) onun emr ve takdirine göre (ahiret yurdu) cennet ve saadet (başka insanların değil de özel olarak) tek ve yalnız (sizin ise ölmenizi temenni ediniz.) Bir an evvel dünya sıkıntılarından kurtulup o ebedî saadete can atınız. (Eğer siz doğru sözlü kimseler iseniz.) Bu iddianızda sadık bulunuyorsanız böyle bir temenniden geri durmayınız. Nerede, onlarda böyle bir temenni ne gezer?
95. Halbuki onu evvelce kendi elleriyle yaptıkları şeyler sebebiyle aslâ temenni etmezler.
95. (Halbuki) onlar, İsrail Oğulları (onu) ölümü, o ahiret âlimine, o sonsuzluk yurduna çıkıp gitmeği (evvelce kendi elleriyle yaptıkları şeyler) zulümler, isyanlar (sebebiyle aslâ temenni etmezler.) Hiç bir zaman onu arzuda bulunmazlar. Evet… Onlar bu dünyada ne günahlar, ne cinayetler yapmışlardır. Artık ahirete, o mükâfat ve cezâ alemine çıkıp gitmeğe cesaret edebilirler mi?
§ Halbuki onların iddiasına göre Cenab’ı Hak cenneti yalnız İsrail kavmi için yaratmıştır. Ahiret nimetleri, saadetler! yalnız kendilerine mahsustur. Onlardan bir kısmı cehennemlik olsa da orada nihayet 40 gün kadar kalacaklar yine cennete gireceklerdir. Böyle dedikleri halde dünya hayatına dört elle hırslı bir şekilde sarılmışlardır. Her biri binlerce sene yaşayacak olsa yine ölüp gitmek istemez. Bir kere düşünmeli, eğer iddiaları gibi ebedî saadet âlemi kendilerine ait ise ona bir gün evvel kavuşmayı temenni etmeli değil midirler?
Hayır: Onlar dünyada binlerce sıkıntıya düşmüş olsalar da yine daima dünyada yaşamak isterler, İslâmiyetten feyz almış olan seçkin mü’minlerin hali ise böyle midir? Bir kerre cennetle müjdelenen on şahsın temiz hayatlarını düşünelim. Onlar peygamber zamanında pek güzel yaşarlarken yine ölümden çekinmezler, âhiret hayatına kavuşmayı büyük bir nimet bilirlerdi. Hz. Ali, savaşlarda korkusuzca saflar arasına atılır, cihada devam ederdi. Bir gün muhterem oğlu Hz. Hasan demişti ki:
Biz savaşçıların kendilerini böyle korkusuzca tehlikelere attıklarını göremeyiz. Siz neden bu kadar atılıyorusunuz? Hz. Ali de demiş ki: Oğlum, ister baban ölüm üzerine düşsün ve ister ölüm baban üzerine düşsün, baban bunu kayırmaz. İşte ahirete inanan salih mübârek zatların durumaları. İsrail Oğullarına gelince onlar böyle midirler? Ne gezer.
96. Ve and olsun ki onları. İnsanların ve müşriklerin hayata en düşkünü bulacaksın. Her biri arzu eder ki bin sene yaşatılsın. Halbuki yaşatılması onu azaptan uzaklaştırıcı değildir. Allah Teâlâ ise onların neler yaptıklarını hakkıyla görücüdür.
96. Bu âyeti celile de İsrail Oğullarının dünya hayatına herkesten ziyâde düşkün olduklarını şöylece beyan buyuruyor: (Ve andolsun ki) Rasûlüm!.. Sen (onları), o İsrail Oğullarını, diğer (İnsanların ve) hattâ ahireti inkâr eden ve Cenâb-ı Hakka ortak koşan (müşriklerin) dünyadaki geçici (hayata en düşkünü bulacaksın.) Bir takım müşrikler, mecusîler; öldükten sonra dirileceklerini inkâr ettikleri için âhirete gidip azap göreceklerinden bir korkuları yoktur. Buna rağmen dünya hayatına yahudiler kadar düşkün değildirler.
Yahudiler ise ahireteinanıp, zalimlerin ve günahkârların orada azap göreceklerini kabul ettikleri için oraya gitmelerini hiç istemezler. Onlardan (her biri arzu eder ki bin sene) asırlarca (yaşatılsın) Yaşasın dursun. (Halbuki) ne kadar çok yaşarsa yaşasın (yaşatılması onu azaptan uzaklaştırıcı değildir.) Onlar öyle çok yaşamakla azaptan mı kurtulacaklarını sanıyorlar? Bu ne kadar da uzak!. (Allah Teâlâ ise onların neler yaptıklarını hakkıyla görücüdür.) Elbette onları o yaptıkları İnkârcı hareketlerinin cezasına ergeç kavuşturacaktır.
97. De ki: Her kim Cibrîl’e düşman olmuş ise Kahrolsun. Çünkü Kur’ân’ı, önündeki kitapları tasdik edici ve mü’minler için bir yol gösterici ve bir müjdeci olmak üzere Allah Teâlâ’nın izniyle senin kalbin üzerine indiren, şüphe yok ki odur.
97. Bu mübârek âyetler de Kur’an’a düşmanlıklarından dolayı Cebrail’e düşman olan ve Cenâb-ı Hak ile diğer muhterem zatlara düşman kimselerin küfre düşüp Allah’ın kahrına uğrayacaklarını hatırlatmaktadır. Şöyle ki: Rasûlüm Ya Muhammed!.. Yahudilere (de ki: Her kim Cibrîl’e düşman olmuş işe) kahrolsun, gazabından gebersin, öyle bir meleğe düşmanlık gösterebilir mi?..
(Çünkü Kur’ân’ı) o ilâhî kitabı, onun (önündeki) nazil olmuş (kitapları) Tevrat, Zebur, İncil gibi semavî kitapları (tasdik edici ve mü’minler için bir yol gösterici ve bir müjdeci) yani onlara hidayet yolunu gösteren ve onların ilâhî lutuflara nâil olacaklarını müjdeleyen (olmak üzere Allah Teâlâ’nın izniyle senin kalbin üzerine indiren) o Kur’ân’ı Kerim’i vahiy yoluyla indirmiş olan (şüphe yok ki odur.) O Cibril’i emîndir.
Artık öyle kutsî bir meleğe nasıl düşmanlık edilebilir? Böyle bir düşmanlığın acıklı neticesini düşünmeli değil midir?
98. Her kim Allah Teâlâ’ya ve onun meleklerine, peygamberlerine ve Cebrâil ile Mikâile düşman olursa kâfir olur Allah Teâlâ da şüphe yok ki, kâfirlerin düşmanıdır.
98. Evet… (Her kim Allah Teâlâ’ya ve onun) mübârek kulları olan meleklerine, peygamberlerine ve bilhassa meleklerin en büyüklerinden olan (Cebrail ile Mikâile düşman olursa) elbette kâfir olur. Allah’ın diniyle bir alâkası kalmamış bulunur.
(Allah Teâlâ da şüphe yok ki kâfirlerin düşmanıdır.) Artık o kâfirleri Allah’ın helâkinden ve ahiretteki azaptan kim kurtarabilir?
§ Yahudiler Hz. Cibrîl’e düşman bulunuyorlardı. Onlara göre vaktiyle uğradıkları azaplar, savaşlar zelzeleler, kıtlık ve pahalılıklar bütün Cibril vâsıtasiyle meydana gelmiştir. Kendilerini kınayan haberleri içine alan Kur’ân’ı Kerim’i de Peygamber Efendimize o getirmiştir. İşte bunlardan dolayı düşman kesilmişlerdi. Yahut derlerdi ki: Allah Teâlâ peygamberliği bizlere getirmesini emrettiği halde Cibril, onu Hz. Muhammed’e getirmiştir. Bu ne kadar cahilce bir itikad!..
Bir melek hiç Allah Teâlâ’nın emrine aykırı bir harekette bulunabilir mi? Allah Teâlâ da kendi emr ve iradesine aykırı olan bir hareketi islâh ve tebdile kâdir değil midir? Halbuki İsrail Oğulları böyle çürüklüğü açık olan bir kanatte bulunmuşlardır. İşte Cenab’ı Hak da onların küfrü gerektiren bu hallerini çirkin görerek layık oldukları cezalara işaret buyurmuş oluyor.
§ Cibril: İbranî dilinde “Abdullah” demektir. Peygamberimize ilâhî vahyi getirmekle görevlendirilen pek yüce bir melektir. Buna “Cebrail” de denir. Mikâil de yine pek büyük bir melektir. Yağmurların yağması ve diğer bir takım hâdiselerin ortaya çıkarılmasıyla görevlendirilmiştir. Bu iki büyük melek ile Azrail ve israfil adındaki melekler, elçilik vasfını taşımaktadır. Kendilerine “meleklerin elçisi” denilir.
99. Andolsun ki sana çok açık âyetler indirdik. Onları fasıklardan başka bir kimse inkâr etmez.
99. Bu mübârek âyetler, Kur’ân’ı mübinin pek açık bir mucize olduğunu inkâr edenlerin pek sapık kimseler olacaklarını bildirmektedir. Ve İsrail Oğullarından bir kısmının yapmış oldukları anılaşmada sebat etmediklerini beyan buyurmaktadır.
Şöyle ki: Rasûlüm! (Andolsun ki sana çok açık) pek açık (âyetler indirdik.) Helâli, haramı, hukukî cezaları ve diğer dinî hükümleri detaylı olarak bildiren Kur’ân’ı Kerim’i İndirdik. (Onları) o kutsî âyetleri (fasıklardan başka bir kimse inkâr etmez.) Bu İnkâra inatcı şahıslardan başkası cüret gösteremez. Öyle açık ve mana dolu, âyetler nasıl inkâr edilebilir?
100. Ya her ne zaman bir antlaşma yapacak olsalar onlardan bir güruh o antlaşmayı bozup atacak mı?. Belki onların ekserisi iman etmezler.
100. (Ya) onlar, o İsrail Oğulları (her ne zaman bir antlaşma yapacak olsalar) bir sözleşmeye bağlansalar (onlardan bir güruh) bir takımları cüret edip (o antlaşması bozup atacak mı?..) Böyle bir hareket uygun mudur? Evet… Onlar antlaşmalarına riayet etmezler. (Belki onların ekserisi iman etmezler) Tevrat’ı da inkâr ederler. Üstlendikleri şeyleri bozmaktan, inkârdan vazgeçmezler, çekinmezler. Onların ruhsal halleri bundan ibarettir.
§ Hak Teâlâ Hazretleri Tevrat’ta İsrail Oğullarından Peygamber Efendimizin peygamberliğini tasdik edeceklerine dair bir söz almıştı. Bilahara bu söze uygun hareket etmediler. Hattâ İçlerinden “Mâlik İbni Seyf” adındaki şahıs “Bizim Tevrat’ta İsrail oğullarnıdan âhir zaman peygamberine iman etmeleri için kesin bir söz alınmamıştır” diye bu sözü inkâr etmişti. Bunun üzerine bu âyeti kerime nâzil olmuş ve onların bu kabiliyetlerini ortaya çıkarmıştır.
101. Ve onlara Allah Teâlâ tarafından yanlarındaki kitabı tasdik edici bir rasûl gelince o kendilerine kitap verilmiş olanlardan bir gürûh’ sanki bilmiyorlarmış gibi Allah’ın kitabını arkalarına atıverdiler.
101. Bu âyeti celile, yahudilerin Hz. Muhammed’in peygamberliğini tasdik etmemek için Allah’ın kitabına sırt çevirmiş olduklarını bildirmektedir. Şöyle ki îsrail Oğulları sözlerine riayet etmediler. (Ve onlara Allah Teâlâ tarafından) kendi (yanlarındaki kitabı) Tevrat’ı (tasdik edici) onun ilâhî bir kitab olduğunu tasdik eden (bir rasûl) yani:
Hz. Muhammed Aleyhisselâm (gelince) peygamber gönderilmiş olunca (o kendilerine hitap) vaktiyle Tevrat (verilmiş olanlardan) yahudilerden (bir güruh) bir taife (sanki bilmiyorlarmış gîbî) Hazreti Muhammed’in peygamber gönderileceğini Tevrat’ta okumamışlar gibi İnkâra kalkıştılar. (Allah’ın kitabını) Tevrat’ı veya Kur’ân-ı Kerîm’i (arkalarına atıverdiler) ondan yüz çevirdiler. Bâtıl fikirlerin tesiri altında kalarak dalâlete düştüler.
102. Ve onlar Süleyman Aleyhisselâm mülkü aleyhine şeytanların uydurdukları şeylerin ardına düştüler. Halbuki Süleyman, aslâ küfretmedi, fakat o şeytanlar kâfir oldular. Onlar insanlara sihir ve Babildeki iki meleke, Hârut ile Marut’a indirilmiş olan şeyleri öğretiyorlardı. Bu iki melek ise: “Bîz ancak bir fîtneyiz, sakın kâfir olma” demedikçe bir kimseye sihir adına bir şey öğretmezlerdi. İşte bir takım kimseler bu iki melekten koca ile karının arasını ayıracak şeyler öğreniyorlardı. Fakat bunlar Allah Teâlânın izni olmadıkça bu sihir ile bir kimseye bir zarar verebilir değildiler onlar kendilerine zarar verip fayda vermeyen şeyleri öğreniyorlardı. Yemin olsun ki onlar, o sihri satın alan kimse için ahirette hiç bir nasip olmayacağını muhakkak bilmişlerdir. Ne kötü bir şey, karşılığında nefislerini satmış oldular. Eğer bilecek olsalardı.
102. Bu âyeti kerime, vaktiyle Allah’ın kitabından yüz çeviren bir kısım İsrail Oğullarının peygamberler hakkında ne kadar iftiralarda bulunmuş olduklarını bildirmektedir. Şöyle ki: (ve onlar) o ilâhî kitabı arkalarına atan bir kısım yahudiler (Süleyman) Aleyhisselâmın (mülkü aleyhine şeytanların uydurdukları) okudukları, söyledikleri (şeylerin ardına düştüler.) Onlara tâbi oldular, Süleyman’ın saltanatı bütün sihir sayesindedir dediler. (Halbuki Süleyman) Aleyhisselâm (aslâ küfretmedi.)
Onların öyle iftiralrı gibi sihir yaparak küfre düşmedi. (Fakat o şeytanlar) dır ki. İnsanlara sihri öğreterek (kâfîr oldular.) Evet… (Onlar insanlara sihir) öğretiyorlardı. (Ve Babildeki iki meleğe) yani (Hârut ile Maruta) bu işimdeki iki meleğe (İndirilmiş olan şeyleri, öğretiyorlardı.) İnsanları aldatıyor ve saptırıyorlardı. (Bu iki melek işe) kendilerine müracaat edenlere gerçek durumu bildiriyor (biz fitneyiz) ilâhî bir imtihan vasıtasıyız. (Sakın kâfir olma, demedikçe bir kimseye sihir adına bir şey öğretmezlerdi.) Bunların bu ihtarına rağmen (İşte bir takım kimseler, bu iki melekten koca ile karının arasını ayıracak) bir ailenin dağılmasına sebebiyet verecek (şeyler öğreniyorlardı.) Bunları tatbika cür’et ediyorlardı.
(Fakat bunlar) bu büyücüler (Allah Teâlâ’nın izni) ilâhî takdiri (olmadıkça bu sihir ile bir kimseye bir zarar verebilir değildiler.) O sihirler yüzünden meydana gelen zararlar yine Allah Teâlâ’nın hikmeti gereği dilemesi ve yaratması iledir. Bu imtihan âleminde böyle bir takım olaylar meydana gelir. Bunların ortaya çıkması için hikmet gereği bir takım sebepler vardır. İşte sihir de böyle bir sebepten başka bir şey değildir. (Onlar) o sihir yapmayı öğrenenler (kendilerine zarar verip) ahiret sorumluluğunu gerektirip (fâide vermeyen şeyleri öğreniyorlardı.) Bunu takdir edemiyorlardı.
(Yemin olsun ki onlar) o yahudi taifesi (o sihri satın alan kimse için) öyle Allah’ın kitabını şeytanların uydurma hikâyeleriyle değişen her hangi şahıs için (ahirette hiç bir nasip olmayacağını muhakkak bilmişlerdir). Evet… Onlar öyle kimselerin ebediyyen cennetten mahrum kalacaklarını kitaplarında okumuş, bilmişlerdir. Artık ne cesaret ki, bu yahudiler bu bildiklerine muhalefet ederek şeytanların uydurdukları şeylerin ardına düştüler. Allah’ın Kitabını bırakarak onu sihir kitapları ile değiştirmeye kalkıştılar.
(Ne kötü bir şey karşılığında nefislerini satmış oldular, eğer bilecek olsalardı) eğer bu hakkı terk etmenin ve değiştirmenin ne kadar kötü, ne kadar sorumluluk gerektiren şeyler olduğunu düşünselerdi öyle dünya varlığı için bunları yapmaya cesaretedebilirler miydi? Elbette böyle helak edici bir harekette bulunmazlardı.
§ Rivayete göre vaktiyle bir takım insan ve cin şeytanları Hz. Süleyman’a iftirada bulunmuşlar “onun mülk ve saltanatı yaptığı sihirler sayesinde vücude gelmişti” demişler. Ve onun vefatından sonra tahtının altını kazıyıp oradaki sihre dair olan bir takım kitapları meydana çıkarmışlar, İşte Süleyman bu kitaplardaki sihir vasıtasiyle o yüksek hâkimiyeti elde etmişti diye iddiaya kalkışmışlar.
Halbuki Hz. Süleyman, ilâhî vahye mazhar olmuş ve kendisine bir kısım mucizeler verilmişti. O öyle sihre tenezzül eder miydi?.. O sihir kitapları ise düşmanları tarafından sonradan getirilerek onun tahtının altına gömülmüş, sonra da bunlar kendilerine bir delil olmak üzere meydana çıkarılmıştır. Maamafih Hz. Süleyman zamanında sihirbazlar çoğalmıştı, sihre dair kitaplar yazılmıştı. Süleyman Aleyhisselâmın o kitapları toplatıp böyle topraklara gömdürmüş olması da düşünülebilir. Fakat onun düşmanı olan şeytanlar budan istifadeye kalkışmışlar, iftiraya cür’et etmişlerdir, İşte bu âyeti celile, onların bu alçakça iftiralarını reddetmektedir.
§ Sihir:
Lûgatte sebebi gizli olan ince ve latif şey demektir. İstilâhta ise sebebi gizli olduğundan hakikatinin aksine hayal edilen yaldızlı düzenbazca ve yanıltıcı olan her hangi bir şeydir. Gözbağcılık, hokkabazlık bu kabildendir. Firavunun zamanındaki sihirbazların ellerindeki değnekleri birer ejderha suretinde gösterdikleri gibi. Bâzi gizli sebeplere binaen ruhlar üzerinde tesir eden ve ekseriya kötülüğe yönelik bulunan şeyler de birer sihir demektir. Bir aile fertleri arasına ayrılıklar bırakan büyücülük gibi.
Bâzı cinlerden yardım istemek suretiyle yapılan gayri meşrû ve harika nevinden sayılan bir takım muameleler de birer sihirdir. Buna cincilik denir. Sihir, belirli bir usûle göre yapılan ve bu usûlü bilenlerin bunu yapmağa kadir olacakları tabiî ve taplumun menfaatine hizmet etmediğinden mucizeler, kerametler gibi hakikaten sabit ve meşrû bir faideye sâhip değildir.
Sihir, harama ve zararlı şeylere alet olacağı sebebiyle bunun yapılması haram olduğu gibi nasıl yapıldığını öğrenmekte çoğu alime göre haramdır. Bazı meşru şeyler; pek hoş, pek dakik olup güzelliği, loşluğu kalplere tesir ettiği için onlara da mecazen sihir denir. Pek güzel şiirlere “helâl sihir” denilmesi bu kabildendir.
§ Hârut ile Marut:
İki melektir. Hikmet gereği insan suretinde görünerek Babil şehrine indirilmişlerdir. Vaktiyle Babil şehrinde sihirbazlar çoğalmış olduğundan bu melekler gelerek insanlara sihrin fenâlığını, kötü neticesini bildirmişler, buna rağmen yine sihir öğrenmek isteyenlere bir hikmet gereği olarak sihir adına bazı şeyler öğretmişler ise de sihrin zararlarını telkinden yine geri durmamışlardır.
Nasıl ki Cenab’ı Hak, küfrün ebedî azaba sebep olacağını kullarına bildirmiştir. Maamafih küfre kendi İradeleri ile can atanlar hakkında da küfrü takdir buyurmuş, meydana getirmiş olur. Böyle bir muamele, birsınama ve imtihan hikmetine dayanır, bu teklif, âlemlerin gereğidir.
§ Bâzı zatlara göre bu iki melekten murat iki İnsandır. Salih, fâzıl iki zat oldukları için kendilerine melek denmişir. Onlara nazil olandan murad da ilhâm aldıkları ilim ve bilgidir. Fakat bu, dış anlamına aykırı bir tevil demektir.
§ Babil şehri:
Geldanilerin merkezi hükûmeti olan meşhur bir şehirdir. Bağdat’ın 93 Km. güneyinde ve “Hille” kasabası civarında imiş Nemrut tarafından bina edilmiş, bir buçuk milyon halkı varmış, o zaman dünyanın en mâmur, en süslü bir şehri bulunuyormuş.
Burası sihirbazlar diyarı olmakla şöhret bulmuştu. Sonra bu şehir bir çok hükümdarların ellerine geçmiş, nihayet harap olup halkı dağılmış, kendisinden eser kalmamıştır.
§ Hille:
Bağdat vilâlayetinde bir sancak merkezi olan bir kasabadır. Bu inşa edilirken Babil harabelerin tuğlalarından istifade edilmiştir. Maamafih son zamanlarda araştırmalar yapan Avrupalılar bu Hille civarında Babile ait bâzı harabeleri, yazıları vesaireyi kefşetmişlerdir.
103. Eğer onlar iman etseler ve sakınsalardı idi elbette Allah Teâlâ katından bir sevap çok hayırlı olacaktı. Eğer bilir olsalardı.
103. Bu mübârek âyetler, hakikî mü’minlerin büyük mükâfatlara ereceklerini bildiriyor. Rasûlü Ekreme karşı nasıl saygı gösterir bir tavır alınacağını tâyin ederek buna muhalefette bulunanların sosyal terbiyeden yoksun olduklarına işaret buyuruyor. Şöyle ki: (Eğer onlar) yahudiler ve diğer müslüman olmayan unsurlar (İman etseler) Allah’ın birliğine Hz. Muhammed’in peygamberliğine, Kur’ân’ı Kerîme ve diğer dinî esaslara inanıp itikatta bulunsalar (ve sakınsalar) Allah Teâlâ’dan korkup haram olan şeyleri terk eyleseler (idi) bu sayede ebedî selâmet ve saadete ereceklerdi.
(Elbette Allah Teâlâ katında) elde edecekleri (bir sevap) haklarında (çok hayırlı olacaktı.) Onları öyle ebedî bir saadete kavuşturacaktı. (Eğer) onlar bu hakikatı, ilâhi sevabın tercih ettikleri şeylerden hayırlı olduğunu (bilir olsalardı) Öyle cahilce hareketlerde bulunmaz, imana, tekvaya mualefet edip durmazlardı.
104. Ey iman etmiş olanlar!.. “Raina”, demeyin, “unzurna” diyin ve dinleyin. Kâfirler için acıtıcı bir azap vardır.
104. (Ey İman etmiş olanlar!) Ey Hz. Muhammed’in peygamberliğini tasdik etmiş olan müslümanlar!..O Yüce Rasûle karşı (Raina demeyin) O Yüce Peygambere: Bizi gözet, kolla diye hitap etmeyin. (Unzurna diyin) bizi gözet, bize bak diye hitap edip. (Ve) o Yüce Rasûlün sözlerini tam bir hürmetle (dinleyin) onları güzelce anlamağa dikkat eyleyin. Ona hürmet etmeyen hakaret dolu lâkırdılarda bulunan, onu inkâr eyleyen (kâfirler için elim) pek acıklı (bir azap vardır.) Onlar o kötü hareketlerinin elbette pek dehşetli cezasına kavuşacaklardır.
§ Rivayete göre müslümanlardan bazıları vakit vakit peygamber (s.a.i)’in huzurunda bulunup yüce izahlarına nâil olunca: Ya Rasûllullah!.. “Raina” derlerdi. Yani: Ey Allah’ın Peygamberi!.. Bizi gözet, kolla. Mübarek beyanatını güzelce anlayabilmemiz için bizi gözet, konuşurken yavaş ol diye istirhamda bulunurlardı.
Halbuki,yahudiler “raina” tabiri ile başka bir mâna kasdeder, “Raiyna” der Bununla: “Sen bizim çobanımızsın” demiş olurlardı. Binaenaleyh peygamberin huzuruna gelince bir hürmetsizlik maksadiyle böyle bir hitapta bulunurlardı. Bunun üzerine bu âyeti kerime nâzil olmuş, Rasûli Ekrem’e nasıl hitap edileceği ehli imana emredilmişti. Velhasıl: Bu mübârek âyet bütün insanlığa pek mühim bir edep dersi veriyor.
Konuşmalarda nezaketten ayrılmamayı, büyüklere karşı hürmete aykarı, yanlış yoruma tabi olacak lâkırdılarda bulunmamayı, bilhassa Rasûli Ekrem Sallallahü aleyhi vesselem hakkında daima edebe, hürmete aykırı tâbirlerden kaçınılmayı emir ve tavsiye buyurmaktadır.
105. Ehli kitaptan kâfir olanlar da ve müşrikler de sizin üzerinize Rabbiniz tarafından bir hayrın indirilmesini arzu etmezler. Allah Teâlâ ise rahmetini dilediğine tahsis buyurur. Ve Allah Teâlâ pek büyük ihsan sahibidir.
105. Bu âyeti kerime, gayri müslimlerin müslümanlar için ne kadar kötülük istediklerini beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ehli kitaptan) Museviler ile isevilerden İslâmiyeti inkâr ederek (kâfir olanlar da) Cenâb-ı Hakka ortak koşan putperest (müşrikler de) ey müslümanlar!.. (Sizin üzerinize Rabbiniz tarafından bir hayrin indirilmesini arzu etmezler.) Hz. Muhammed’e peygamberlik ve rasûlluk verilmesini, ona tâbi olanların devlet ve nimete nâil olmalarını sevmezler, çekemezler, bundan müteessir olurlar.
(Allah Teâlâ ise) bir hikmet sahibi, yaratıcıdır, bir kerem sahibi Mabuddur. (Rahmetini) lütuf ve iyiliğini kullarından (dilediğine tahsis buyurur.) Onu seçerek lütfuna mazhar kılar. (Ve Allah Teâlâ pek büyük ihsan) fazl ve lütuf (sahibidir.) Buna inanmışızdır. Artık, bu yüce ihsanı elde etmek için liyakat kazanmağa çalışmalı değil midir?
106. Biz bir âyetten her neyi nesh eder veya unutturursak ondan daha hayırlısını veya onun benzerini getiririz. Bilmez misin ki Allah Teâlâ şüphe yok herşeye tam manasıyla kadirdir.
106. Bu mübârek âyetler, kâfirlerin İslâm hükümleri hakkındaki yanlış düşünce ve telkinlerinin batıllığını meydana koymaktadır. Ve Allah Teâlâ’nın bütün kâinata sâhip ve hâkim olduğunu bildirerek gafilleri uyanmaya dâvet buyurmaktadır. Şöyle ki: Kur’â-ı Kerîm, nazil olarak insanlığa yeni bir şeriat, bir ilâhî kanun ihsan buyrulmuş, bunun gereklerinden olarak eski kitapların bir kısım ibâdetlere, muamelelere ait meseleleri hükümsüz kalmıştır. Artık Tevrat ile, İncil ile değil, Kur’an’ı Kerîm ile âmel edilmesi icap ediyordu.
Bu, bir hikmet ve maslahat muhtezası bulunmuştur. Ehli kitap denilen Museviler ile iseviler ise buna itiraza başlamışlar, “Allah’ın vaktiyle hakla göndermiş olduğu hükümler, şimdi nasıl kaldırılır? Allah Teâlâ beyanatını, emirlerini, nehiylerini değiştirir mi?.. Dün yaptığını bugün bozar mı?..” diyerek müslümanlık aleyhinde bir cereyan uyandırmak istemişlerdi. İşte onların bu bâtıl düşüncelerini Cenab’ı Hak bu âyeti kerimesiyle şöylece reddediyor. (Biz) Ben yüce Mabud (bir âyetten her neyi) yani:
Bir semavî kitabın ayetlerinden, hükümlerinden hangi birini veya bir âyetin bir kısmını (nesh eder) artık onunla amel edilmemesiniemreylersek (veya) o âyeti (unutturursak) hafızalardan çıkarırsak veya vaktiyle bir peygambere verilip ondan sonra zamanın geçmesiyle unutularak kendisinden eser kalmamış olan bir hükmü şerîyi böyle unutturursak (ondan daha hayırlısını veya onun mislini getiririz) Peygambere vahyeder bildiririz. Ey insan! (Bilmez misin ki Allah Teâlâ şüphe yok her şeye tam mânasiyle kadirdir.)
Bir şeyi ne kadar mükemmel olursa olsun ondan daha mükemmelini vücude getirmeğe kudreti fazlasıyla kâfidir. Artık bu neshi uzak görmeye mahal yoktur. Nasih olan âyet, mensuh olan ayetten hükmen daha mükemmel daha ziyâde hikmet dolu olabilir.
§ Nesh:
Lûgatte bir şeyi tebdil etmek, başkası ile değiştirmek demektir. Şeriat istilâhında ise her hangi bir ibâdete, bir muameleye ait bir şerî hükmün yerine sonradan şeriatın diğer bir hükmünün gelmiş olmasıdır ki, artık evvelki hüküm mensuh olur, onunla âmel edilemez, nasih olan sonraki hükümle âmel edilir. Bu bir hikmet gereğidir. Cenab-ı Hak bunu zaten ilmi ezelîsiyle böyle bilip takdir buyurmuştur. Zamanı gelince de bunu peygamberleri vasıtasiyle kullarına bildirir.
Bu bakımdan Allah’ın ilminde ve takdirinde haşâ bir değişiklik meydana gelmiş olamaz. Belki bu; idarî, İçtimaî bir hikmet ve faydaya binaen böyle takdir edilmiştir. Bu nesha Cenâb-ı Haktan başkası selâhiyetli olamaz. Ve nesih inanç esaslarında, haberlerde geçerli değildir. Şer’î bir hükmün mensuh olduğu ise ya Allah’ın Kitabı ile veya mütevatir veya meşhur olan hadis-i şerifler ile malûm bulunur. İsevîler neshi kabul ederlerse de yahudiler kabul etmezler. Neshi kabul etmeyip itiraz edenler düşünmelidirler ki, kendi kitapları da daha evvelki kitapların bir çok hükümlerini nesh etmiş hükümsüz bırakmıştır.
Tevrat ile incil’in hükümleri aynı midir?.. Eğer aynı ise bunların sâhiplerin ne için bir birini tekfir ediyor? Artık o kitaplardaki bir çok ahkamın neshi ile yerine İslâmî hükümlerin geçmesini uzak görmeye, tenkide aslâ mahal yoktur. Kur’ân’ı Kerîm’in bâzı âyetleri arasında da bu nesih vakidir. Bu müctehidlerin icmaı ile sabit bir hakikattir. Bunun vukuunu müslümanlar, bir hikmeti ilâhîye gereği olarak bilir, saygı gösterirler.
§ Evet… Cenab’ı Hak, şerî hükümlerden bâzılarını nesh etmiştir. Bu da bir ilâhî sünnet ve dinî hikmet icabıdır. Binaenaleyh neshin meydana gelmemesi, bu ilâhî sünnete ve rabbanî hikmete aykırı olacağından aslâ iddia edilemez. Böyle bir iddia, hem Kur’ân-ı Kerîm’in hem de bütün müctehidlerin icmâına muhalif, cahilce bir iddiadan başka değildir. Hattâ bu hususa dair Ibni Hazm’in bir eseri de vardır.
107. Bilmez misin ki göklerin ve yerin mülkü muhakkak Allah’ındır. Ve sözler için Allah Teâlâ’dan başka ne bir dost ve ne de bir yardımcı vardır.
107. Ey neshi inkâr eden insan! Bir kere düşün. (Bilmez misin ki göklerin ve yerin mülkü) bu sonsuz âlemlerin mülkiyeti, hâkimiyeti, tasarrufu (muhakkak Allah’ındır.) Bütün bunlar o şanı yüce yaratıcının hükmüne, emrine tabidir. (Ve) ey insanlar! (Sizler için Allah Teâlâ’dan başka ne bir veli) ne bir dost, bir destekçi (ve ne de bir yardımcı vardır.) Artık o Yüce Yaratıcının her şeye kâdir olduğunu biliyorsunuz.Her zaman binlerce hâdiseler, değişiklikler, eşsiz güzel şeyler vücude getirdiğini görüyorsunuz.
Hakkınızda o Kerim Rabbinizden başka tam bir lûtf ile himaye ve korumada bulunacak kim vardır? Elbette o nesh ve değiştirmede de sizlerin hakkında bir lûtf, bir menfaat vardır. Cenâb-ı Hak haşâ abes yere bir şey yapmaz. Allah Teâlâ’nın rasûlü de hakikate aykırı bir iddeada bulunmaz. Artık uyanın, bu gibi inkârlardan vazgeçiniz, öyle cehalet ve delâlet içinde ölüp gitmiş kavimleri taklit edip durmayınız.
108. Yoksa evvelce Musa’ya sorulduğu gibi siz de peygamberinizi sorguya mı çekmek istersiniz? Her kim imanını küfür ile değiştirirse şüphe yok ki; yolun doğrusundan sapıtmış olur.
108. Bu âyeti kerime, müslümanları vaktiyle İsrail Oğullarının peygamberlerini sorguya çekmek suretiyle yapmış oldukları edepsizce harekelerden men etmektedir. Şöyle ki: Ey Ümmeti Muhammediye!.. Veya ey Mekke ahalisi! (Yoksa evvelce Musa’ya) kavmi tarafından uygun olmayan bir takım sualler (sorulduğu gibi) şimdi (siz de peygamberinizi) Hz. Muhammed Aleyhisselâmı o gibi uygunsuz bir şekilde (sorguya mı çekmek istersiniz?) Öyle bir sual ve talep, İmandan yoksunluk belirtisidir.
(Her kim) bilfiil veya yaratılış itibariyle bil kuvve sâhip olduğu (İmanını küfür ile değiştirirse) öyle alaylı yolu terk ederek dalâlet vadisine düşer alaylı sorular ile peygambere ihanette bulunmak isterse (şüphe yok ki, yolun doğrusundan sapıtmış olur.) O peygamberin gösterdiği dürüst yolu terk ederek delâlet vadisine düşer gider. Artık öyle helâk edici suallerden, hareketlerden kaçınmalıdır.
§ Vaktiyle yahudilerden bâzıları Hz. Musa’ya müracat ederek: “Bize Allah’ı apaçık göster, bize Allah’ı ve melekleri getir, bize ırmaklar akıt” diye bir çok şeyler istemişlerdi. Daha sonra Mekke ahalisinden bazıları da Peygamber Efendimize gidip: “Bize Mekke sahasını genişlet, bize Safa dağını altın kütlesi kıl” gibi İmtihan edercesine temennilerde bulunmuşlardı. İşte bunun üzerine bu âyeti kerime nâzil olmuştur.
109. Ehli kitaptan birçokları kendilerine hak belirdikten sonra nefislerindeki hasetten dolayı sizi imanınızdan sonra kâfirler haline döndürmeği temenni etmiştir. İmdi siz Allah’ın emri gelinceye kadar affediniz, tekdirde bulunmayın. Şüphe yok ki. Allah Teâlâ her şeye kemâliyle kadirdir.
109. Bu mübârek âyetler; ehli küfrün, özellikle yahudilerin müslümanlar hakkında ne kadar kötü niyetli olduklarını gösteriyor. Ve din, düşmanlarının kötü telkinlerine bakmayıp ibâdet ve itaatlarına devam etmelerini ve bunun mükâfatını göreceklerini müslümanlara emir ve tavsiye buyurmaktadır.
Şöyle ki: Ey cemaati müslimin!.. (Ehli Kitaptan) yahudilerle isevîlerden (birçokları kendilerine hak belirdikten sonra) İslâmiyetin hakikî bir din olduğu kesin delil ile ortaya çıktığı ve Tevrat ile incil’de yazılı olduğu halde sırf (nefislerindeki hasetten dolayı) ey müslümanlar! (Sizi İmanınızdan sonra) öyle İslâmiyete girmenizi müteakip (kâfirler haline döndürmeği) sizi İslâm’dan döndürmeyi (temenni etmiştir.)
Onlar öyle fena bir arzuda bulunurlar. Fakat Ey Müslümanlar!.. (Siz Allah’ın emri gelinceye kadar) size onlarile cihad emr edilinceye ve onlardan cizye almağa izin verilinceye değin onları (affediniz) onlara tecavüz etmeyin ve (tekdirde bulunmayın.) Onların o kötü hallerine karşı sabredin. Onlardan yüz çevirin, emri ilâhinin gelmesini bekleyin (Şüphe yok ki, Allah Teâlâ her şeye kemâliyle kadirdir.) Elbette onlardan intikam alacaktır.
110. Ve namazı dosdoğru kılın, zekâtı da verin, nefisleriniz için evvelce hayırdan her ne gönderirseniz onu Allah indinde bulursunuz. Şüphe yok ki. Allah Teâlâ İşlediğiniz şeyleri tamamiyle görücüdür.
110. (Ve) Ey Müslümanlar!.. Siz düşmanlarınıza karşı afv ve bağışlama ile muamelede bulunacağınız gibi (namazı) da erkânı ve adabına uyarak (dosdoğru kılın) üzerinize düşen (zekâtı da) ehil olanlara (verin.) Fakirlere merhamet gösterin. (Nefisleriniz için) kendi faydalarınız maksadıyla (evvelce) namaz, zekât gibi (hayırdan her ne gönderirseniz) hayatta iken bunları Allah rızası için yapmış bulunursanız (onu) böyle takdim ettiğiniz ibâdet ve itaatın sevabını (Allah katında bulursunuz) Yarın ahiret âleminden bunun mükafatına kavuşursunuz.
Evet: (Şüphe yok ki Allah Teâlâ İşlediğiniz şeyleri tamamiyle görücüdür.) Onun katında hiç bir âmel meçhul kalmaz, zâyi olmaz. Binaenaleyh siz de düşmanlarınızın kâfirce tavsiyelerine bakmayın, güzel güzel amellerde bulununuz ki, mükâfatını göresiniz.
§ Gerçekten bir takım dinsiz, yabancı unsurlar: İslâmiyetin sönmesi için bin türlü çarelere baş vururlar, bin türlü hilelere tevessül ederler, İslâmî fikirleri bozmak için bir çok yanlış, tahripkâr tavsiyelerde bulunurlar, ahlâkî fazileti din kuvvetini sarsacak şeyleri bir medeniyet icabı, bir ilerleme ve aydınlanma vesilesi imiş gibi mâsum halka telkinden geri durmazlar.
İbadetler ve itaatler hakkında uzun dillilikte bulunmadan çekinmezler. Artık müslümanlar için lâzımdır ki, dost ile düşmanlarını tanısınlar, İslâm dininin bütün kutsî, son derece faydalı emirlerine, yasaklarına hakkıyla riayet ederek ebedî saadete, mükâfata nâil olsunlar.
111. Ve dediler ki cennete Yahudi veya Hıristiyan olanlardan başkası elbette giremeyecektir. Bu onların boş hülyalarıdır. De ki: delilinizi getirin, eğer siz doğru kimseler iseniz.
111. Bu mübârek âyetler, ehli kitap denilen iki taifenin iddiasını reddediyor. Kimlerin korku ve kederden emin olarak cennete, Allah’ın mükâfatına nâil olacaklarını bildiriyor. Şöyle ki: Medine-i Münevveredeki Yahudiler ile Necran hıristiyanlarından bazıları Hz. Peygamber’in huzurunda bulundular. (Ve dediler ki: Cennete Yahudi veya Hırıstiyan olanlardan başkası elbette giremeyecektir!)
Yani Yahudiler dediler ki: Cennete ancak Yahudiler girecektir. Hıristiyanlar da dediler ki cennete yalnız hıristiyanlar girecektir, başkaları değil. Bunlardan her biri kendi dinlerinin hak olduğunu iddiada bulundu. Halbuki (bu) iddeaları (onların boş hülyalarıdır) sadece kendi ümitleridir, kendi kuruntulandır. Rasûlüm!.. Onlara (de ki: Delilinizi getirin) bu hususta dayandığınız delilinizi gösteriniz.
(Eğer siz) bu iddeanızda (doğru kimseler iseniz.) Çok uzak! Onlar bu iddealarını isbat edecek bir delile, bir hüccete sâhip değildirler. Artık böyle bir delile, bir dayanağa dayanmayan bir iddeanın ne kıymeti olabilir.
112. Hayır… Kim muhsin olduğu halde yüzünü Allah’a teslim ederse işte onun için Rabbinin katında mükâfatı vardır. Ve onların üzerine bir korku yoktur. Ve onlar mahzun da olmayacaklardır.
112. (Hayır) Yahudilerin, Hıristiyanların bu iddealan boştur. Cennet öyle muayyen bir tâifeye mahsus değildir. Oraya girebilmek için belli başlı şartlar vardır. Şöyle ki: Her (kim muhsin) yani: Dinî vazîfelerini güzelce, lâikiyle ifâ eder (olduğu halde yüzünü) yani kendini (Allah için) ilâhî emre uyar, Allah’ın rızâsını kazanmak için küfür ve isyandan (salim kılarsa) kendisini Hakka teslim ederse (İşte onun için Rabbinin katında) âhiret aleminde (mükâfatı vardır.) O cennete. Allah’ın zatını görmeye hak kazanacaktır. (Ve onların üzerine bir korku yoktur.) O gibi itaatkâr kullar için dünyada bir korku ve endişe ariz olmayacaktır.
(Ve onlar mahsûn da olmayacaklardır.) O muhterem zatlar, âhirette de bir hüzün ve kedere tutulmuş olmayacaklardır. İşte cennet bu gibi zatlara mahsustur. Vaktiyle Hz. Musa’ya hakkıyla İman edenler ve Hz. İsa’ya da bir peygamber olduğunu bilip ümmet olanlarda bu güzel itikatlarının mükâfatını göreceklerdir, onlar da cennete gireceklerdir.
Nasıl ki son peygamberin gösterdiği yolu takip edip İslâm şerefine nâil olanlar da cennete gireceklerdir. Fakat Allah Teâlâ’nın bir kısım peygamberlerini, kitaplarını inkâr edenler, bir kısım insanlara tanrılık payesi verip tapanlar cennete ebediyen giremeyeceklerdir. Onların bu husustaki iddiaları boştur, semavî kitapların beyanlarına aykırıdır.
113. Ve Yahudiler dedi ki: Hıristiyanlar hiç bir şey üzere değildir. Ve Hıristiyanlar da dedi ki: Yahudiler hiç bir şey üzere değildir. Halbuki onlar kitabı okurlar. Bilmeyen kimseler de onların sözleri gibi söylediler. Allah Teâlâ ise bu ihtilâf ettikleri şeyler hakkında yarın kıyamet günü aralarında hükmedecektir.
113. Bu âyeti kerime, müslüman olmayan milletlerin bir birine karşı olan kötü kanaatlerini göstermektedir. Şöyle ki, Necran Hırıstiyanlarından bir taife elçi olarak Hz. Peygamber’in huzuruna gelince Yahudî âlimleri de gelmişlerdi. Bu iki taife arasında münakaşalar oldu. Biri birinin dini ile alay etti. (Ve Yahudiler dedi ki: Hıristiyanlar hiç bir şey üzere değildir.) Onların din adına dayanacakları bir şey yoktur. (Ve Hıristiyanlar da dedi ki: Yahudiler hiç bir şey üzere değildir.) Onların istinad dayanacakları bir esas yoktur.
O iki taife biri birinin kitabını, peygamberini inkâr eylediler. (Halbuki onlar) o iki taife (kitabı okurlar). Yahudilerin okudukları Tevrat’ta, eski ahitte Hz. İsa’yı, onun bir peygamber olarak dünyaya geleceğini tasdik vardır. Hırısityanların okudukları İncil’de de Hz. Musa’yı tasdik vardır.
Artık böyle mutlak inkâr lâyık mıdır?.. İşte… (Bilmeyen) cahil putperest, ilâhî dinlerden habersiz (kimseler de onların sözleri gibi söylerler.) Yani onlar da öyle peygamberleri, kitapları inkâr ederler. (Allah Teâlâ ise) o taifelerin (bu ihtilâf ettikleri şeyler hakkında yarın kıyamet günü aralarında hükmedecektir.) Bu ihtilâflarının batıl olduğunu kendilerine gösterecek, onları lâik oldukları azâba kavuşturacaktır.
§ Artık müslümanlar ile diğer kavimler arasındaki farkı düşünmeli. Birmüslüman; bu kainatın Yüce Yaratıcısını tasdik eder, birliğine inanır, saygıda bulunur. Bütün peygamberleri, bütün semavî kitapları tasdik eder, bu cümleden olarak Hz. Musa ile asıl Tevrat’ı ve Hz. İsa ile asıl incil’i bilip tasdikte bulunur.
Ve bütün insanlık arasında bir din kardeşliğinin, bir muhabbet ve dayanışmanın bulunmasını arzu eder. Musevîler ise hem Hz. İsa ile incil’i, hem de son peygamber Hz. Muhammed ile Kur’ân’ı Kerim’i inkâr ederler, kendi ırklarından başkası hakkında aslâ iyi niyette bulunmazlar. Hıristiyanlar ise hem Peygamber Efendimizle Kur’ân’ı Azimi inkâr ederler, hem de Hz. Musa ile Tevrat’a karşı hürmetsizlik gösterirler. Daha ileri giderek Hz. İsa gibi yaratılmış muhterem bir kimseyi Allah Teâlâ’nın oğlu tanıyarak ona tapınmakta bulunurlar. Bütün dinleri inkâr edenler ise pek cahilce bir halde yaşamaktadırlar.
Bunlar için de yaşadıkları bu kâinatın azametini, yaratılışındaki hikmeti, kendi hayatlarındaki gayeyi İdrakten âciz, nefislerine mağlûp birer şaşkın kimselerden başka değildirler. Şimdi düşünelim: Bir mûsevî müslüman olsa ne kaybedecektir. Hem evvelce kendisine mensup olduğunu iddia ettiği Hz. Musa’yı, hem de asıl Tevrat’ı yine tasdik edecek, hem de Hz. İsa’yı ve incil’i inkâr etmeyecek, hem de son peygamber Hz. Muhammed ile ona nâzil olmuş olan Kur’ân’ı Kerîme İman etmiş olarak hidâyete erecektir. Bir isevî de müslüman olunca hem Hz. İsa’nın büyük bir peygamber olduğunu ve ona verilmiş olan asıl incil’i ve Hz. Musa ile asıl Tevrat’ı yine tasdik edecek, hem de bunları tasdik eden son peygamber Hz. Muhammed’e ve onun ebedî bir mucizesi olan kitabına İman ederek ebedî saadete nâil olacaktır.
Bütün dinleri inkâr eden bir şahsa gelince, bu da aklını başına toplayarak bu kâinattaki harikalar! güzelce düşünse, beşeriyete en yüce bir ahlâk ve fazilet, bir adâlet ve eşitlik dersi vermiş olsa İslâmiyeti düşünse; şüphe yok ki yeni bir hayat bulacak, ebedî ve nuranî bir istikbâle aday olacak, bir çok ahlâkî güzellikleri bulunacaktır. Artık düşünelim! Bütün insanlık için İslâmiyeti kabulden başka bir selâmet ve saadet, bir ittifak ve birlik yolu var mıdır? Elbette ki yoktur. Ne mutlu bu hakikati idrak ederek İslâmiyete sığınanlara!..
114. Allah Teâlâ’nın mescitlerinde onun isminin zikiredilmesini engelleyen ve o mescitlerin harap olmasına çalışan kimseden daha zâlim kim vardır? Onlar için o mescitlere korka korka girmelerinden başka selâhiyet yoktur. Onlar için dünyada rezillik vardır onlar için ahirette ise pek büyük bir azap vardır.
114. Bu âyeti kerime; mabetlerin harap olmasına sebebiyet veren, onlarda ibâdet ve itaatin yerine getirilmesine mâni olan kimselerin fecî akıbetlerini ihtar etmektedir. Şöyle ki: (Allah Teâlâ’nın mescitlerinde) mukaddes mabedlerinde (onun) o Yüce Mabudun mübârek (İsminin anılmasını) ona tekbir ve tesbihde bulunulmasını (engelleyen) böyle yüce bir ibâdete engel olan (ve o mescîtlerin) bakılmayarak, cemaatten mahrum bırakılarak (harap olmasına) içinde ibâdet ve itaat edilmeyerek boş kalmasına (çalışan kimseden daha zâlim)müslümanların hukukuna daha çok tecâvüz eden (kim vardır?) Evet!.. Böyle bir şahıs, son derece zâlimdir.
Büyük cezaları hak etmiştir. (Onlar için) öyle bir zulme cesâret, mabedlere karşı ne büyük bir hakârettir. Halbuki onların (o mescitlere korka korka) saygılı bir vazîyet almış olarak (girmelerinden başka selâhiyet yoktur.) Onlar ne hak ile o mabetlerin harap olmasına öyle cesaret edebiliyorlar?
Artık (onlar için) bu engelleme ve tahribe cüretleri yüzünden (dünyada rezillik vardır) rezil ve rüsva olacaklardır. (Onlar için ahirette ise pek büyük bir azap vardır.) Onlar cehennemde azap göreceklerdir. Binaenaleyh İslâm mabetlerinin muhafazasına, onlarda Allah’ın zikrin, selâtü selamın devamına hizmet edilmesi bizim için mühim bir vazifedir.
§ Rivayet olunduğu üzere Rasûlü Ekrem Hazretleri Hicretin altıncı senesi Kabe’yi ziyaret için eshabı kirâmından 500 zat ile Medine-i Münevvereden çıkıp Mekke-i Mükerreme tarafına hareket etmişlerdi. “Hudeybiye” denilen mevkide Mekke müşrikleri ile karşılaşmış, onlar bu ziyarete mâni olmuşlardı. Vaktiyle Romalılar da Beyti Makdisi yıkmış, orada ibâdet ve itaatte bulunulmasına imkân bırakmamışlardı. İşte Cenab’ı Hak bu gibi ibâdet ve itaate mâni, mescitleri yıkıp içlerinde tesbih ve tahlîl yapılmasına engel olanlar hakkında bu âyeti kerimesini İndirmiştir.
115. Doğu da, batı da Allah’ındır. Artık hangi bir yerde yüzünüzü kıbleye çevirirseniz Allah’ın zatı oradadır, şüphe yok ki Allah Teâlâ’nın rahmeti geniştir, o herşeyi bilendir.
115. Bu âyeti kerime, her nerede olursa olsun yapılacak ibâdetlerin makbul ve Allah’a yönelik olacağını bildirmektedir. Beytullahı ve emsalini ziyaretten engellenen müslümanları da teselli etmektedir.
Şöyle ki: Ey Allah Teâlâ’nın kulları!.. Biliniz ki (Maşrik te) Doğu yeri de (Mağripte) Batı yeri de, yani bütün küreyi arz (Allah’ındır.) Onun mülküdür. (Artık her hangi bir yerde) namaz gibi bir ibâdet için (yüzünüzü Kıbleye) Kıble yönüne (çevirirseniz Allah’ın zatı oradadır.) Allah Teâlâ’ya ibâdet ve itaat yönü orasıdır. Onun mekân ve zamandan uzak bir olan zâtı için namaz kılmış, ibâdette bulunmuş olursunuz.
(Şüphe yok ki. Allah Teâlâ vâsidir.) Onun kullarına rahmeti, nimeti, mağfireti geniştir. Bunun içindir ki, ibâdet hususunda da kullarına bir genişlik bir kolaylık göstermiştir. Ve o Kerem sahibi Mabud (âlimdir.) nerede yapılacak olursa olsun zâtı ülûhiyeti için yapılacak zikirleri, ibâdetleri bilir, herkese lâik olduğu mükâfatı verir.
§ İslâm’ın başlangıcında Kudüs’e yönelerek namaz kılınırken bilahara Kâbei Mükerremeye doğru namaz kılınması bir hikmet binaen emredilince bir takım gayri müslimler itiraza başlamışlar, müslümanlar neden kıblelerini değiştirdiler diye söylenmişler.
Bu âyeti kerime ise Cenâb-ı Hakkın mekân ve zamandan uzak olup her ne tarafa yönelerek namaz kılınmasını emretse yine onun tek olan zatı için kılınmış olacağına işerette bulunmuştur. Bazı milletlerde Allah Teâlâ ibâdetin yalnız bazı mabedlerde yapılabilip, başka yerlerde yapılamıyacağını iddia ederler. Bu âyeti kerime ise onların bu inançlarını reddetmektedir, Cenâb-ı Hakkınkulları için pek geniş bir ibâdet alanı göstermektedir.
116. Ve dediler ki Allah çocuk edindi etti Haşa Allah Teâlâ bundan uzaktır. Doğrusu göklerde ve yerde ne varsa onundur. Hepsi de ona itaat edicilerdir.
116. Bu mübârek âyetler: Yahudiler ile Hıristiyanların ve Arap müşriklerinin pek bâtıl inançlarını reddetmektedir. Ve Kâinatı yaratan yüce Allah’ın evlât edinmekten uzak ve yüce olduğunu beyan eylemektedir. Şöyle ki: Bir takım cahiller, Kâbe tarafına dönülmesine itiraz ettiler.
(Ve dediler ki: Allah evlat edindi.) kendisine çocuk edindi. Yahudilere göre Üzeyr Aleyhisselâm Allah’ın oğludur. Hıristiyanlara göre de Hz. İsa Allah’ın oğludur. Arap müşrikleri de melekleri Allah Teâlâ’nın kızları sanmışlardır. (-Haşâ- Allah Teâlâ) kendisine evlât edinmekten (uzaktır.) O evlada muhtaç değildir. Bu gibi şeylerden beridir, yücedir. (Doğrusu göklerde ve yerde ne varsa onundur.) Hepsi de onun mahlûkudur, onun mülkiyet ve hâkimiyeti altındadırlar. (Hepsi de ona itaat edicilerdir.)
Bütün bunlar, o yüce Yaratıcıya boyun eğer, itaat eder ve emrine uyarlar. Artık böyle bütün kâinatın Yüce Yaratıcısı evlada muhtaç olur mu? Bütün bu kâinat onun yaratmasının eseridir, onun birer mülküdür. Artık mahlûk olan, mülk bulunan şeyler; Yaratıcısının, sahibinin üzerinde dilediği gibi tasarruf edenin evladı olabilirler mi?..
117. Allah Teâlâ göklerin ve yerin yaratıcısıdır. Bir şeyi isteyince ona “ol” der, o da hemen oluverir.
117. Evet… Şüphe yok ki (Allah Teâlâ göklerin ve yerin) bütün bu mükevvenatın (yoktan yaratıcısıdır.) Bunları birer eşsiz varlık olarak benzersiz bir şekilde vücude getirmiştir. (Bir şeyi irade edince) hangi bir şeyin vücude gelmesini takdir buyurmuş olunca da (ona “ol” der o da hemen oluverir.) Yani: O hikmet sahibi Yaratıcı bir şeyin vücudunu muayyen bir zamanda yaratmak isteyince o şey o zaman gelince bu ezelî irade sebebiyle hemen vücut sahasına gelir, onun bu iradesine muhalefet düşünülemez.
Artık bu ezeli yaratıcı, evlada muhtaç olur mu? Öyle sonradan yaratılan, bir çok ihtiyaçlar içinde yaşayıp ölüme mahkûm bulunan, birer yaratma sonucu meydana gelen, Allah’ın birer kulu olan şeyler hiç o eşsiz yaratıcının evladı olabilirler mi?.. Mahlûkat; sonradan olmuştur, fanidir, bunlar bir birinden ayrılmıştır biri birine muhtaç bir vaziyette bulunurlar. Allah Teâlâ ise bu gibi şeylerden uzaktır. Onun ilâhî zatına hiç bir şey benzeyemez, onun kutsî varlığından hiç bir şey bir cüz olamaz. Ve o hiç bir mahlûkuna muhtaç bulunmaz. Artık Allah hakkında babalık ve oğulluk nasıl tasavvur olunabilir?.. Ey gafîl insanlar!.. Artık uyanınız, böyle bâtıl iddealarda, selâhiyetiniz hariçindeki temennilerde bulunmayınız.
118. Ve bilmeyen kimseler dedi ki: Allah bizimle konuşsa ya veya bize bir âyet gelse ya. Onlardan evvelkiler de onların dedikleri gibi demişti. Kalpleri bir birine benzemiştir. Biz âyetlerimizi kesin iman sahibi olan bir kavme apaçık bildirdik.
118. Bu âyeti kerime, asrı saadetteki bir takım müşriklerin, kendilerinden evvelki kâfirlerin yaptıkları gibi inkârcı ve alaycı şekildeki lâkırdılarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve) bir takım(bilmeyenler) cehalet veya inatlarından dolayı cahilce harekete devam eden Arap müşrikleri de (dedi ki: Allah bizimle konuşsa ya) madem ki Allah, Hz. Muhammed ile konuşuyormuş, yâni ona vahy ve ilhamda bulunuyormuş, ona kitabını gönderiyormuş, o halde bizimle de konuşmalı değil mi?..
(Veya bize) de (bir âyet gelse ya) madem ki Muhammed Aleyhisselâma âyetler nâzil oluyormuş, bizlere de bir âyet, bir harika, onun peygamberliğini gösterecek bir alâmet gelse olmaz mı?.. (Onlardan evvelkiler de) İsrail Oğullarından ve diğer kavimlerden bir takımları da (onların dedikleri gibî demişti) Nitekim İsrail oğulları. Hz. Musa’ya hitaben: Bize Rabbini apaçık göster demek cüretinde bulunmuşlardı. Bunların (kalbleri biri birine benzemiştir.)
Hepsi de böyle cahilce bir haleti ruhiyeye, bir kalbî kusura sâhip bulunuyor. (Biz âyetlerimizi kesin İman sahibi olan bir kavme) hakikatleri anlayan şüphelerden uzak bulunanlara (apaçık bildirdik) Hz. Peygamberin elinde bir takım mucizeler meydana geldi. Ona nâzil olan Kur’ân ayetlerinden her biri de bir hikmet harikası, edebiyat harikası olarak tecelli edip duruyor. Artık başka âyetlere, alâmetlere ne ihtiyaç var?..
119. Şüphe yok ki, biz seni hak ile müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Sen cehennem ehlinden mesul olmazsın.
119. Bu mübârek âyetler Rasûlî Ekremin ne büyük selâhiyete sâhip yüce bir peygamber olduğunu beyan ile kendilerine teselli vermektedir. Bir takım İslâm düşmanlarının ise İslâmiyeti imha için ne bâtıl arzularda bulunduklarını, İslâmiyet sahasından ayrılacak olanların da ebedî ziyâna uğrayacaklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Rasûlüm!.. (Şüphe yok ki, biz) yani ben şanı yüce Yaratıcı (seni hak ile) Kur’ân’ı Kerîm ile, İslâm şeriatı ile (mübeşşir ve münzir) müjdeleyici ve korkutucu (olarak gönderdik.)
Senin vazifen, mü’min olanların cennete, ebedî saadete nâil olacaklarını kendilerine müjdelemek, dinsiz olanların da cehennemde ebediyyen azap göreceklerini kendilerine hatırlatmaktır, yoksa onlara cebir ve baskıda bulunmak değildir. Zaten zora dayanarak kabul edilen bir İman muteber olmaz. (Sen cehennem eshabından mesul olmazsın.) Senin vazîfen, dinî hükümleri tebliğ, kendilerini İslâmiyete dâvettir. Artık mesul olanlar, bu tebliğatı kabul etmeyenlerdir. Bu mühim mesuliyeti artık onlar düşünsünler.
.Ana sayfa » BAKARA SURESİ
BAKARA SURESİ
120. Sen onların milletine tâbi oluncaya değin senden ne Yahudiler ne de Hıristiyanlar aslâ hoşnut olmazlar. De ki: Asıl hidayet Allah’ın hidâyetidir. Eğer sen sana gelen ilimden sonra, onların arzularına uyacak olsan, yemin olsun ki senin için Allah tarafından ne bir dost bulunur ne de bir yardımcı.
120. Rasûlüm!.. (Sen onların milletine) yani: Dinine, bâtıl kanaatlerine, heva ve heveslerine (tâbi oluncaya deyin senden ne Yahudiler, ne de Hıristiyanlar aslâ hoşnut olmazlar.) Ne cahilce arzu… Habibim!.. Onlara (deki: Asıl hidâyet. Allah’ın hidâyetidir.) Yani Allah Teâlâ’nın hidâyet yolu olan İslâmiyet yok mu, İşte hidayet yolu onun tam kendisidir, başka değildir.
(Eğer sen, sana gelen ilimden sonra) Kur’ân’ı Kerîm ile, diğer bir kısım mucizeler ile İslâmiyetin hak oluşu öyle ortaya çıkmış olduktan sonra (onların havalarına) o bâtıl milliyetlerine, arzularına bil farz (uyacak olsan yemin olsun ki, seniniçin Allah tarafından ne bir dost bulunur ne de bir yardımcı.) O takdirde ebedî bir hüsran yüz göstermiş olur.
§ Yüce Peygamberler böyle bir hüsrana uğramaktan korunmuşlardır. Onlar ebediyyen günahsız, ilâhî korumaya mazhardırlar. Bu tarzdaki Kur’ân beyanatı, asıl müslüman fertler için bir uyanıklık vesilesidir. Her asırda gayri müslimlerin müslümanları yoldan çıkarmak için ne çarelere başvurdukları, ne propağandalar yaptıkları malumdur.
Artık bütün müslümanlara düşen vazîfe uyanık bulunmaktır. Öyle yaldızlı, aldatıcı sözlere kulak vermeyerek kendi yüksek dinlerinin, milliyetlerinin parlak feyz ve irfan sahasında muntazam bir şekilde yaşamağa devam etmektir. Başarı Cenâb-ı Haktandır.
121. Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler ki, onun hakkiyle okuyarak tilâvette bulunurlar. İşte onlar ona iman ederler. Ve kimler ki onu inkâr ederlerse işte hüsrana uğramış olanlar da onlardır.
121. Bu âyeti kerime, her hangi bir ilâhî kitabı ona layık bir şekilde okuyup anlayanların o kitaba İman edeceklerini beyan buyurmaktadır.
Şöyle ki: (Kendilerine kitap verdiğimiz kimselerki) gerek geçmiş ümmetlerden olsunlar ve gerek şimdiki ümmetlerden bulunsunlar peygamberleri vasıtasiyle elde ettikleri bir ilâhî kitabı güzelce düşünür, (onu gerçek bir şekilde tilâvette bulunurlar) ondaki beyanları değiştirip bozmaz, ondaki yüceliği, ondaki fazîlet ve hikmeti güzelce düşünürler (İşte onlar ona Allah kitabına (İman ederler.)
Onun hak olduğuna, İçindekilerin hakikat olduğuna kânî olurlar. (Ve) bilâkis (kimler ki, onu) o Allah kitabını lâikıyla göz önüne almayarak hemen (inkâr ederlerse) bu yüzden küfre düşerlerse (İşte hüsrana) ebedî zarar ve ziyâna felâkete (uğramış olanlar da onlardır.) Onlar ebedî saadetten mahrum cehennem azabına ebedî olarak mâruz kalmış olacaklardır.
§ Bu âyeti kerime, Habeşistandan Medine-i Münevvereye gelip İslâmiyeti kabul eden bir kısım ehli kitap hakkında nâzil olmuştur. Yahudilerden, Hıristiyanlardan olup ta Tevrat ve incil kitaplarını değiştirme ve bozma olmaksızın okuyan, onlarda yazılı olan son peygamber Hz. Muhammed’in vasıflarını olduğu gibi mütalâa eden insaflı, düşünceli ehli kitabın İslâm dinini kabul edeceklerine de işaret buyurmaktadır.
Nitekim vaktiyle Yahudilerden Abdullah ibni Selâm gibi âlim zatlar İslâmiyeti kabul etmişlerdi. Bugün de Avrupada, Amerikada bulunan bir kısım ilim adamı, aydın hıristiyanlar, Kur’ân’ı Kerîm’i okuyarak ondan istifade ediyorlar, Kur’ân’ın yüceliğini tasdik ederek İslâmiyeti kabul ile neşre çalışıyorlar.
Binaenaleyh hidâyete, ebedî saadete nâil olmak isteyenler için en birinci vazîfe, Allah’ın Kitabını güzelce muhafaza edip onun kutsal hükümlerine İman edip onunla amel etmektir. Bir şahıs, bir kavim için en ebedî felâkete sebepte Allah Kitabının mukaddes hükümlerini değiştirme ve bozmaya cüret ile onu inkâra, onunla alaya cesâret etme alçaklığında bulunmaktır.
122. Ey İsrail Oğulları!.. Size ihsan etmiş olduğum nimetimi ve sizi âlemler üzerine üstün kılmış olduğumu hatırlayınız.
122. Bu mübârek âyetler, İsrail Oğullarını uyandırmak için vaktiyle nâiloldukları nimetleri düşünmeğe tekrar dâvet ediyor. Onların ahiret gününün felâketinden kurtulabilmeleri için İslâmiyeti kabulden başka çare bulunmadığına işarett e bulunuyor.
Şöyle ki: (Ey İsrail Oğulları!.. Size) sizin ata ve ecdadınıza vaktiyle (ihsan etmiş olduğum nîmeti) hatırlayınız. Sizin ırkınıza vaktiyle Hz. Musa gibi şanı yüce bir peygamberi göndermiştim, sizlere son peygamberin vasıflarını İçeren Tevrat kitabını vermiştim, sizleri Firavun’un öldürücü pençesinden kurtararak bir hükümete nâil kılmıştım. (Ve sizi âlemler) yani muasır milletler (üzerine tefdil) onlardan üstün (kılmış olduğumu hatırlayınız.)
Artık bu nimetleri düşünün de şimdi nankörlük etmeyin. İslâmiyet gibi yüce ve kitaplarınızda yüksek vasıfları yazılı bir evrensel kabulden kaçınmayın, böyle hakikî bir dinden mahrumiyetin, ahiretteki cezasını düşünün.
123. Ve öyle bir günden sakının ki, hiç bir şahıs hiç bir şahıs için bir şey ödeyemez ve hiç bir şahıstan fidye de kabul edilmez. Ve ona şefaatte fayda vermez. Ve onlar yardım da olunmazlar.
123. Ey İsrail Oğulları… (Ve öyle bir günden) bir kıyâmet ânından, bir âhiret hesabından (sakının ki) o günde (hiç bir şahıs başka bir şahıs için) onun hesabına olarak (bir şey ödeyemez.) Onu mesuliyetten kurtarmak için ona yardımda bulunamaz. (Ve hiç bir şahıstan fidye de kabul edilmez.) O şahıs öyle bir fidye karşılığında azaptan kurtarılamaz. (Ve ona şefaat de fayda vermez.)
Allah’ın izni olmadıkça kimsenin kimseye şefaati kabul edilmez. (Ve onlar) öyle dünyada diyanetten, Hakka itaatten mahrum olan şahıslar o ahiret âleminde (yardım da olunmazlar.) Onlar hiç bir kimsenin yardımına nâil olamazlar. Binaenaleyh daha dünyada iken uyanınız, üzerinize düşen vazifeleri belleyiniz, hak dini kabul ederek ibâdet ve itaatte bulununuz ki o müthiş ahiret hayatının azabından emin, selâmet ve saadete nâil olabilesiniz. Ne merhametli bir nasihat! 47, 48. âyetlere de müracaat ediniz.
124. Şunu da hatırla ki, bir zamanlar İbrahim’i Rabbi si bir takım kelimeler ile imtihan etmişti. O da bunları tamamen yerine getirmiştir. Cenâb-ı Hak dedi ki: Ben seni insanlara İmam kılacağım. O da dedi ki: Zürriyetimden de Hak Teâlâ da buyurdu ki benim ahdime zalimler nâil olamaz.
124. Bu âyeti kerime, bütün insanlığa dinler tarihinden. Peygamberlerin hayatlarından bir örnek gösteriyor. Cenab’ı Hakkın verdiği söze, imamet ve riyaset makamına kimlerin lâik olup olmadığına işâret ediyor, sadece büyük bir zatın soyundan olmanın ahlâksız, adaletsiz kimseler için fayda vermeyeceğini bildiriyor.
Şöyle ki: Ey mütefekkir insan!.. (Şunu da hatırla ki, bir vakit) Hz. (İbrahim’i rabbisi) olan Allah Teâlâ (bir tık kelimeler ile) yani: Emirler, yasaklar ile, meselâ: Namaz ile, Kâbe’i Muazzamayı tavaf ile, evlâdını kurban etmek ile (imtihan etmişti.) Mükellef kılmıştı. (O da) Hz. İbrahim de (bunları tamamen yerine getirmişti.) Böyle kendisine emr edilen şeyleri hakkıyla ifa eylemişti. Bunun mükâfatı olmak üzere Cenab’ı Hak (dedi ki) Ya İbrahim! (Ben seni insanlara İmam kıhcıyım.) Seni peygamberliğe, en büyük imamlığa nâil kılacağım. (O da) Hz. İbrahim de (dedi ki: Zürriyetimden de) bir kısmını bu şerefe, bu risâlet veimamate nâil buyur. Hak Teâlâ da (buyurdu ki: Benim ahdime) benim risalet ve imametime (zâlimler nâil olamaz.)
Onlar o makama lâyık değildirler. Zalim olmayan, yüksek bir yaratılış üstün bir kabiliyete sâhip olanlardan seçkin bir zümre o nîmete nâil olacaktır. Nitekim Hz. İbrahim’in zürriyetinden İsmail, İshak, Yakup, Yusuf ve Hz. Muhammed Mustafa -Aleyhimüsselâm- gibi yüce zatlar bu şerefe nâil olmuşlardır. Hz. İbrahim’in o temennisi de bu suretle kabul edilmiştir. Maamafih İsrail Oğulları, İbrahim aleyhisselâmın soyuna mensup oldukları için risalet ve imamet makamına kendilerinin layık olduklarını iddia ediyorlardı. Bu âyeti kerime ise bu iddiayı reddetmek, sadece öyle bir zata mensup olmanın hakkı kazanmaya sebep olamayacağını bildirmiş, dinî hükümlere muhalefet edenlere öyle bir mensup olmanın fayda vermeyeceğini ihtar buyurmuştur.
§ İmtihan: Sınamak, tecrübe etmek, bilinmeyen bir şeyi meydana çıkarıp anlamak veya başkasına anlatmak demektir. Cenâb-ı Hak her şeyi tam mânasıyla bilmiş olduğundan onun yaptığı imtihan başkalarınca bilinmeyen bir şeyi meydana çıkarmak, o şeyin mahiyetini halka anlatmak içindir. Hazreti İbrâhim hakkındaki imtihan da onun Allah’ın tekliflerini ne kadar yerine getirmekte olduğunu ve onun o sayede ne yüksek olgunluk mertebesine nâil bulunduğunu bütün insanlığa ilân etme hikmetine dayanmaktadır.
§ İbrahim Aleyhisselâm; Âzer adındaki bir kimsenin oğludur. Rivâyete göre Hz. Adem’in yaratılışından (3337) sene sonra Babil şehrinde dünyaya gelmiş (175). veya (200) sene yaşamıştır. Babil ahilisi putlara, aya, güneşe, yıldızlara, Menrut denilen hükümdarlarına taparlardı. Bu bir “Sabie” dini idi. İbrahim Aleyhisselâm, Nemrut ibni Kenan zamanında Babil ahalisine peygamber gönderilmiş, kendisine 10 sayfa kitap verilmiştir. Babil ahalisi bu mübârek peygamberin nasihatlerini dinlemediler. Nemrut, onu büyük bir ateş içine attırdı. Fakat bir mucize olmak üzere o ateş, ona aslâ tesir etmedi. Bu harikayı görenlerden bazıları Hz. İbrahime İman ettiler.
Diğerleri yine küfürlerinde ısrar edip durdular. Hazreti İbrahim de kendisine İman edenler ile Babilden çıktı, Şam diyarına hicret etti. Bir aralık Mısıra gitti, sonra Kenan ilinde, yani: Kutsi Şerif dolaylarında ikâmet buyurdu. Kâbe-i Muazzamayı oğlu İsmail Aleyhisselâm ile beraber yeniden veya yıkıldıktan sonra tekrar bina etmiştir. İbrahim, Süryanîce: Ebirahîm = Çok merhametli baba mânasındadır. Kendisine “Halilür rahman” da denir. Ûlülazm denilen beş büyük peygamberden birisidir.
Diğerleri de Hz. Nuh ile Hz. Musa, Hz. İsa ve peygamberlerin sonuncusu Efendimiz Hazretleridir. Peygamber Efendimiz, Hz. İbrahim’in muhterem oğlu İsmail Aleyhisselâmın neslinden dünyaya şeref vermiştir. Hz. İbrahim, Kudüs’e tâbi bulunan “Halilürrahman” kasabasında bir mağara içinde defn edilmiştir.
125. Ve o vakit de hatırlayınız ki biz Beyti Şerifi İnsanlar için bir sevap yeri ve bir Eman yurdu kıldık. Siz de İbrahim’in makamından bir namaz yeri edininiz. Ve biz İbrahim’e ve İsmail’e kesin emir vermiştik ki: Benim beytimi tavaf edenler için ve orada mücavir bulunanlar için ve rükûa, secdeye varacaklar için tertemiz bulundurunuz.
125. Bu âyeti kerime, Hz. İbrahim ile muhterem oğlunun yüksek hizmetlerini ve Kâbe-i Muazzamanın yüceliğini göstermektedir. Ve İbrahim Aleyhisselâmın zürriyetinden Hz. Muhammed Aleyhisselâmın gönderilmiş olup onun ve ümmetinin namazlarında rükûa varacaklarına da işâret etmektedir. Çünkü rükû ile namaz kılmak bu seçkin ümmete mahsustur.
Velhasıl buyrulmuş oluyor ki: Ey müslümanlar!.. (Ve o vakti de hatırlayınız ki biz beyti şerifi) Beytullahı, Kâbe-i Muuazzama denilen mukaddes mabedi (insanlar için) ehli İman için (bir sevap yeri ve bir eman yurdu kıldık.) Oraya gidip ibâdette bulunanlar için büyük büyük sevaplar vardır. Ve oraya sığınanlar tecavüzden emin bulunurlar. (-Siz de-) Ey, mü’minler!..
Kâbei Muazzamaya gidiniz. (İbrahim’in makamından) kendinize (bir namazgâh ittehaz ediniz.) Sevâba ermek için orada namaz kılın, dua edin. (Ve biz Ibrahim’e ve İsmail’e) bir abidde bulunmuş, yani onlara (kat’î bir emir vermiştik ki, benim beytimi) Kâbe-i Muazzamayı (tavaf edenler için ve orada mücavir bulunanlar için) uzun süre kalacaklar için (ve rükûa, secdeye yaracaklar için) orasını (tertemiz bulundurunuz.) Temizliğine dikkat ediniz.
§ Bu âyeti kerime, bütün mabedlerin temizliğine dikkat edilmesini de biz müslümanlara telkin etmiş bulunmaktadır.
§ “Makamı İbrahim”: Hazreti İbrahimin Kâbe-i bina ederken veya insanları Kâbeyi ziyarete dâvet ederken üstüne çıkmış olduğu taşın bulunduğu yerdir ki, hacılar tavaf namazını orada kılarlar. Hz. İbrahim, ayağını basınca bu taş yumuşamış, mübârek ayağı topuğuna kadar taşa batmış, bunun eseri hâlâ görülmekte bulunmuştur, böyle bir taşa mübârek bir ayağın böyle tesir etmesi ise âdeta aykırı olduğundan bir mucize mahiyetinde bulunmuştur.
126. Şunu da zikred ki: İbrahim, Rabbim! Burasını bir emin belde kıl, ahalisini Allah’a ve âhiret gününe iman etmiş olanları da meyvelerden rızıklandır, demiştir. Allah Teâlâ da: Kâfir olanı da az bir müddet faydalandırırım, sonra da onu ateş azabına girmeye mecbur kılarım. Ne fena bir gidiş!.. diye buyurmuştur.
126. Bu âyeti kerime Hz. İbrahim’in Mekke ve Mekke halkı hakkındaki bir niyazını Cenâb-ı Hakkın da o niyâzı ne şekilde kabul buyurduğunu beyan etmektedir. Şöyle ki: Ey müslüman zat!.. (Şunu da zikret) güzel bir saygı ile an (ki: İbrahim) Aleyhisselâm, muhterem eşini ve oğlu Hz. İsmail’i alıp Mekke-i Mükerreme vadisine götürmüş, orada yerleştirmişti. Orası ise kuru, çıplak bir vadi idi.
Binaenaleyh bunların ve diğer ehli imanın burada tam bir emniyet ile ve bol bir maişet ile yaşayabilmeleri için dua ederek: (Rabbim! Burasını bir emin belde kıl) burasını bir takım kabîlelerin, yabancıların tecavüzlerinden koru. Bunun (ahalisini) yani onlardan (Allah’a ve âhiret gününe İman etmiş olanları da meyvelerden) her türlü mahsulâtından (rızıklandır, demişti.)
Böyle bir niyaz ve temennide bulunmuştu. (Allah Teâlâ da: Kâfir olanı dahi az bir müddet yararlandırırım.) Yani: Ona da dünyada bulundukça rızık veririm. Fakat (Sonrada onu ateş azâbına) cehennem ateşine (müzdar kılarım) oraya atmağa mecbur ederim. Bu (ne fena bir gidiş! diye buyurmuştu.)Burada bir işaret vardır ki, bu dünyada müşrikler de maddî şeylerden rızıklanıp, yararlanacaklardır. Bu da onların haklarında ilâhî azabın daha fazla meydana gelmesine sebep olacaktır.
Çünki onlara denilecektir ki: Siz dünyada bulundukça o kadar nimetlere nâil olduğunuz halde o nîmetleri size ihsan buyuran yüce Yaratıcıyı, o Kerem sâhibi rızık vereni düşünüp ona niçin İman etmediniz? Artık sizler o nankörlüğünüzün cezası olarak bu kıyâmet gününde cehennem azâbına ebedî olarak mâruz olacaksınızdır. Ne fena bir sonuç!
127. Hatırla ki. İbrahim Beytullah’ın temellerini İsmail ile beraber yükseltiyor, ey Rabbimiz! Bizden kabul buyur, şüphe yok ki sen işitensin ve bilensin, diyordu.
127. Bu âyeti kerime; Hz. İbrahimin Kâbe’i Muazzamayı inşa ettiğini ve bu hizmetinin Allah tarafından kabul edilmesini İstirham eylediğini göstermektedir. Bir rivayete göre Kâbe’i Muazzamayı İlk kez Hz. Adem bina etmiştir. Sonra da zamanın geçmesi ile yok olmuş bir hale gelmiş iken ikinci defa olarak Hz. İbrahim oğlu Hz. İsmail ile beraber yeniden inşa etmişlerdir.
İşte Hz. İbrâhim bu mübârek amellerinin kabulünü Cenab’ı Haktan niyaz etmişti. Cenab’ı Hak ta bunu şu suretle beyan buyuruyor. (Hatırla) bir zaman (İbrâhim) Aleyhisselâm (Kâ’be’nin temellerini) kaidelerini (İsmail ile beraber) atıyor (yükseltiyor) ve şöylece dua eyliyordu. (Ey Rabbimiz!) Şu yaptığımız hizmeti (bizden kabul buyur, şüphe yok ki sen semîsin) her şeyi işitirsin, bizim bu niyazımızı da işitmektesin (ve) sen (âlîmsin) bütün fiil ve hareketlerimizin bütün istek ve istirhamımızı tamamen bilirsin, buna inandık! (diyordu.)
128. Ey Rabbimiz! Bir de bizleri sana iki ihlaslı Müslüman kıl. Ve zürriyetimizden de senin için bir Müslüman ümmet vücuda getir Ve bizlere haccın usulünü göster, tövbelerimizi de kabul buyur. Şüphe yok ki sen tevbeleri kabul edensin, merhametlisin diye de duada bulunuyordu.
128. Bu âyeti kerimede Hz. İbrahim’in kendi zürriyeti, aile ve evlâdı hakkındaki pek yüce dualarını göstererek bizlere bir dua ve yakarış örneği göstermektedir. Evet… O şanı yüce mübârek peygamber şöyle dua buyurmuş: (Ey Rabbimiz!
Bir de bizleri) benim ile oğlumu (sana iki ihlaslı) emir ve yasağına hakkiyle uyan (müslüman) iki kul (kıl). Zürriyetimizden de senin için müslüman bir ümmet temiz inançlı bir zümre (vücude getir ve bizlere menasikimizi göster.) Yani hacca ve kurbana ait vazîfelerimizi bize bildir. (Ve töbelerimizi de kabul buyur.) İnsanlık icâbı meydana gelecek noksanlarımızdan dolayı vuku bulacak pişmanlıklarımızı af ve mağfirete vesîle buyur. (Şüphe yok ki tevbeyi kabul eden merhametli olan ancak Sensin.) Binaenaleyh daima Senin af ve mağfiretine, lütuf ve ihsânına sığınırız.
129. Ey Rabbimiz! Onların arasında onlardan bir Peygamber gönder ki, onlara âyetlerini okusun. Onlara kitap ve hikmet öğretsin. Ve onları temiz bir hale getirsin. Şüphe yok ki sen evet sen azizsin, hikmet sahibisin.
129. Bu âyeti kerime ile beyan buyrulan temennide Hz. İbrahim’inKâbe’i Muazzamayı inşa sırasında zürriyeti hakkında yaptığı duanın bir devamıdır. Denilmiş oluyor ki: (Ey Rabbimiz! onların arasında) zürriyetimin bulunduğu muhitte (onların kendilerinden) kendi sülâlelerinden (bir peygamber gönder ki onlara) senin (âyetlerini okusun.) Senin varlığına, birliğine, hak dinin yüce ulvî mahiyetine dair delilleri; alâmetleri göstersin. (Ve onlara kitabı, hikmeti öğretsin.)
Onlara Kur’ân’ı Kerim’i, hikmet dolu meseleleri Öğretsin. (Ve onları tezkiyede bulunsun) onların ahlâkını, davranışlarını temiz bir hale getirsin. Ey Rabbim! (Şüphe yok ki sen evet sen azizsin) her dilediğini yapmağa kâdirsin ve (hakîmsin.) Her dilediğin, her vücude getirdiğin şey, bir hikmet ve menfaat icabıdır. Artık öyle muhterem bir peygamberi, varlık alemine getirmek için de senin kudret ve hikmetin her bakımdan kâfidir. İşte Hz. İbrahim’in bu duası kabul olmuş, onun muhterem oğlu İsmail Aleyhisselâmın neslinden son peygamber Hz. Muhammad Mekke-i Mükerremede dünyaya şeref vererek ümmetine, bütün insanlığa Cenâb-ı Hakkın dinini telkin buyurmuş, bu hususta nice mucizeler göstermeye muvaffak bulunmuştur.
130. Nefsine ihânet edenlerden başka kim İbrahim’in milletinden kaçınır. Şüphe yok ki biz onu dünyada seçkin mümtaz kıldık ve şüphesiz ahirette de, o, muhakkak sâlihler zümresindendir.
130. Bu âyeti kerime işâret ediyor ki; Hz. İbrahim, gerek zürriyeti ve gerek bütün insanlık hakkında pek çok hayır dileğinde bulunmuş, hakikî, kutsî bir dini neşre çalışmıştır. Artık böyle pek mübârek bir zata kim tabi olup, hürmette, bulunmaz, meğerki beyinsiz, düşünceden mahrum olsun.
Evet… Buyruluyor ki: (Nefsine ihânet edenlerden) nefsini zelil edip sefahata sevk eyleyenlerden (başka kim İbrahim’in milletinden iraz eder?) Kim onun dininden yüz çevirir? Vazgeçer? (Andolsun ki, biz onu) İbrahim Aleyhisselâmı (dünyada seçtik) onu mümtaz seçkin bir peygamber kıldık. (Ve şüphe yok ki o ahirette de muhakkak sâlihlerdendir.) Hayır ve iyilik üzere bulunan zatlardandır. Artık böyle pek mübârek zâttan beyinsizlerden başka kim kaçınır.
131. Hani o vakit ki İbrahim’e Kerem sâhibi Rabbi İslâm ol dedi. O da âlemlerin Rabbine teslim oldum işlerimi ona bıraktım. Dedi.
131. Bu âyeti kerimede İbrahim Aleyhisselâmın Cenâb-ı Hakka ne kadar teslimiyetle bulunduğunu, Hakka ibâdet ve itaat hususunda bütün insanlığa uyulması gereken bir örnek olduğunu göstermektedir. Evet… Onun bulunduğu muhit, bütün putperestlerle dolmuş, ilâhî dinden eser kalmamıştı.
Bu hale rağmen Hz. İbrahim bir üstün kabiliyete, bir temiz yaratılışa sâhip olup Cenâb-ı Hakkın kâinatın yaratıcısı olduğunu bilmiş, ilâhî vahye mazhar olarak insanlığı aydınlatmaya çalışmıştır, İşte buna işareten buyruluyor ki (Hani o zaman ki İbrahim’e Rabbisi İslâm ol dedi) yani bana teslim ol, İşlerini yaratıcına bırak, tamamen kendini Hakka teslim, ibadetlerini Allah’ına tahsis et, diye emreyledi; (O da âlemlerin Rabbine teslim oldum dedi.) Alemlerin Rabbine kendim teslim ettim, onun mübârek emirlerine, nehiylerine boyun eğdim, nefsimi muhitimdeki şirk ve isyandan beri kıldım diye kulluk arzetti. İşte Yüce Peygamberlere tâbi olan zatlaradüşen, vazîfe de bundan ibarettir.
132. Ve bunu dinini İbrahim de oğullarına vasiyette bulundu, Yakup ta. Her biri dedi ki Oğullarım; şüphe yok ki Allah Teâlâ sizin için İslâm dinini seçti. Binaenaleyh siz ölmeyiniz, ancak Müslüman olduğunuz halde ölünüz.
132. Bu âyeti kerime; Hz. İbrahim ile Hz. Yakub’un oğullarına olan tavsiyelerini bütün insanlığa bir hareket düştüm olmak üzere şöylece beyan ediyor: (Ve bunun) yani Cenâb-ı Hakka boyun eğmeyi ve teslimi olmayı ve bir görüşe göre kelime-i tev-hid olan lâlilâhe illallah sözünü (İbrahim oğullarına vasiyet etti. Yakup ta) kendi oğullarına vasiyette bulundu. Ve her biri dedi ki: (Ey oğullarını!.. Şüphe yokki Allah Teâlâ sizin için İslâm dinini) dinlerin aslı olan İslâmiyeti (istıfa buyurdu) seçti. Artık İslâmiyete sarılın, onu aslâ terk etmeyeniz. (Ancak müslüman olduğunuz halde ölünüz.) Ölünceye kadar İslâm dininde sebat edip durunuz.
133. Yoksa Yakub’a ölüm geldiği zaman sizler hazır mı bulunuyordunuz. O vakit ki oğullarına dedi: Benden sonra neye ibâdet edeceksiniz? Dediler ki: Senin ilanına ve babaların olan İbrahim, İsmail ve İshak’ın ilâhına ibâdet edeceğiz ki bir tek ilahtır. Ve biz ancak onun için Müslüman kimseleriz.
133. Bu âyeti kerime de Yahudilerin iddiasını yalanlıyor, Hz. Yakub’un İslâm dini üzere yaşamış ve evlâdına da onu tavsiye etmiş olduğunu gösteriyor. Yahudiler Hz. Peygamberimize demişlerdi ki: Sen bilmez misin ki, Yakup Aleyhisselâm vefat edeceği gün oğullarına Yahudiliği tavsiye etmişti. İşte Cenab’ı Hak, bunları yalanlamak için bu âyeti kerimeyi inzal buyurmuştur.
Deniliyor ki: Ey Yahudiler!.. (Yoksa Yakub’a ölüm geleceği zaman) onun ölüm hastalığında (siz hazır mı bulunuyordunuz?) da onun öyle vasiyetine şahit oldunuz!.. Halbuki o öyle vasiyet etmemişti. Belki (o vakit oğullarına dedi ki, benden sonra ne şeye ibâdet edeceksiniz? Onlar da dediler ki, senin ilanına ve babalarının İbrahim, İsmail ve Ishak’ın ilâhına ibâdet edeceğiz ki bir tek ilahtır.) Hepsinin mabudu bir Yüce Yaratıcıdır. (Ve bizler ona teslim olmuş) boyun eğmiş (kimseleriz.) Hz. Yakup bu suali ile evlâdının tevhid dini, apaçık İslâm dini üzere olmalarının gereğini anlatmak ve onlardan bu hususta bir ahd ve sağlam söz almak istemiştir.
§ Hz. İbrahim’in bir rivâyete göre 4 oğlu vardır. Bunlar İsmail, İshak, Medyen ve Medan namındaki zatlardır. Hz. Yakub’un da 12 oğlu vardır. Hz. Yusuf ile Bünyamin bunlardandır.
134. Onlar bir ümmettir ki, gelip geçmişlerdir. Onların kazandıkları kendilerinedir. Sizin kazandığınız şeyler de size aittir. Ve siz onların yapmış oldukları amellerden mesul olmayacaksınızdır.
134. Bu âyeti kerime biz İsrail Oğullarıyız diye gelip geçmiş olan ata ve ecdatları ile iftihar edip duran Yahudilere şöyle hitap ediyor: (Onlar) yani İbrahim Aleyhissel
âm ile oğulları ve onlara tâbi olan zatlar (bir ümmet) bir üstün zümre (dir ki gelip geçmişlerdir.) Onlara mensup olanlar onların izinde gidenlerdir. Sizin ise onlar ile biralâkamız yoktur.
Onların yollarını takip etmiş bulunmuyorsunuz. Artık (onların kazandıkları kendilerinedir.) Onların kazançlarına, güzel amellerine siz iştirak edemezsiniz. Nasıl ki (sizin kazancınız da size mahsustur.) Ondan ecdadınız istifâde edecek veya sorumlu olacak değildir. (Ve siz) de (onların yapmış oldukları amellerden mesul olmayacaksınızdır.) Binaenaleyh onlar ile övünmek yeterli değildir. Onların amellerinden siz mesul olmayacağınız gibi ondan istifade edemezsiniz. Siz de güzel amellerde bulununuz ki mükâfata erişip o büyük zatlara katılabilesiniz.
§ Ümmet; Büyük bir cemaat, bir heyet, bir dine girmiş veya bir zata tâbi olmuş kimselerin meydana getirdiği topluluk gibi mânaları kapsar.
135. Ve dediler ki: Yahudi veya Hıristiyan olunuz ki hidayete ermiş olasınız. De ki: Biz hânif olarak İbrahim’in milletine tâbi bulunmaktayız. O müşriklerden değildir.
135. Bu âyeti kerime Yahudi ve Hırıstiyan tâifesinden her birinin selâmet ve hidâyeti kendi dininde görüp başkalarını da kendileri gibi bâtıl inançları kabul etmeğe gayret sarf ettiklerini göstermektedir. Buyrulmuş oluyor ki (Ve) Yahudi ve Hırıstiyan taifeleri müslümanlara (dediler ki; Yahudi veya Hırıstiyan olunuz ki hidayete ermiş olasınız.)
Yani Yahudiler müslümanları Yahudiliğe dâvet ettiler, Hıristiyanlar da kendi dinlerine davette bulundular. Rasûlüm! Onları reddederek (de ki) öyle değil (biz Hânif olarak İbrahim’in dini üzere bulunmaktayız.) Asıl tabi olunacak din, yol, onun dinidir, onun yoludur. (O müşriklerden değildir.) O Allah’ın birliğine inanırdı. Ey gafîl taifeler!.. Sizin gibi, insanlara ilahlık isnad eden, Üzeyr Allah’ın oğludur veya İsa Allah’ın oğludur, diyen dinsizlerden değildi. Artık sizlere nasıl uyulabilir.
136. Diyiniz ki, biz. Allah’a ve bize indirilmiş olana ve İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakup’a, Esbata indirilmiş olana ve Musa ile İsa’ya verilene ve peygamberlere Rableri tarafından verilmiş olan şeylere iman ettik, biz onlardan hiç birinin arsını ayırmayız ve biz ona Allah Teâlâ’ya hâlisane itaat eden kimseleriz.
136. Bu âyeti kerime de Yahudilerin, Hıristiyanların iddialarını reddettikten sonra müslümanların onları hakikî bir dine, bir selâmet ve saadet yoluna şu şekilde dâvet ve irşatta bulunmalarını emretmektedir. Ey mü’minler!.. Sizi kendi dinlerine dâvet edenlere (deyiniz ki biz Allah’a) onun varlığına, birliğine, evlada ihtiyaçtan uzak olduğuna İman ederiz. (Ve bize inzal olunana) yani Kur’ân’ı Kerîm’e de İman ederiz.
(Ve İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a, Esbat’a) yani onların mü’min olan torunlarına (indirilmiş olana) yani onlara ait indirilmiş olan sahifelere inanırız. Hz. (Musa ile) Hz. (İsa’ya verilene) asıl Tevrat ile incil’e ve bütün (peygamberlere Rabbîlerî katından verilmiş olan şeylere) yani âyetlere, mucizelere de (İman ettik) bunlara da inanmış bulunuruz, hepsini de yüce tutarız (Biz onlardan) o peygamberlerden (hiç birinin arasını ayırmayız.) hepsine de hürmet ve muhabbette bulunuruz. (Ve biz ona) o peygamberler vasıtasiyle bizlere kitaplarını ihsan buyurmuş olan o ortak ve benzerden uzak mabudumuza (teslim olmuş kimseleriz.) Biz o yüce Yaratıcıya tam bir ihlâs ile bağlı, itaatkâr kimseleriz. Artık başka milletlere lâzım olan,bizim gibi güzel bir inanıp, İslâm camiasına can atmaktır.
137. İmdi onlar sizin iman ettiğiniz gibi iman ederlerse muhakkak hidayete ermiş olurlar. Ve eğer yüz çevirirlerse şüphe yok ki onlar şikak çekişme ve mücadele içinde kalmış olurlar. O halde Cenab’ı Hak onlara karşı sana yetecektir ve o işîtendir, bilendir.
137. Bu âyeti kerime müslümanlar için teselli edici olmuştur. Müslümanların Allah’ın korumasında olup, yardıma nâil olacaklarını müjdelemiş, gerçektende bu ilâhî vaid tahakkuk eylemiştir. Buyrulmuş oluyor ki: Ey müslümanlar!.. Siz o milletlere İslâmiyeti, hak ve hakikati beyan etmiş bulunuyorsunuz. (İmdi onlar) da (sizin İman ettiğiniz gibi İman ederlerse) bütün peygamberlere, bütün semavî kitaplara ve bilhassa son peygamber ile Kur’ân’ı Kerîme inanır, tâbi olurlarsa (muhakkak hidayete ermiş olurlar.) İhtida edip saadete kavuşmuş bulunurlar.
(Ve eğer yüz çevirirlerse) böyle hakikî bir imandan kaçınırlarsa (şüphe yok ki onlar şikak) bir nifak, bir mücadele ve çekişme (içinde kalmış olurlar.) Habibim! Onlar öyle olunca şüphe yok ki (o halde Cenab’ı Hak onlara karşı sana kifayet edecektir.) Seni her bakımdan koruma ve kollamağa, onlara karşı galip kılmağa onun kudret ve azameti her bakından kâfidir. (Ve o) Yüce Yaratıcı (işitendir) her şeyi hakkıyla iştir ve (bilendir) her şeyi hakkıyla bilir.
Binaenaleyh senin aleyhindeki sözleri, hareketleri de her bakımdan bilir, işitir, intikamını alır. Nitekim de öyle olmuştur. Rasûli Ekrem Hazretleri ilâhî yardıma nâil olmuş, baş düşmanları olan Kureyze kabilesi katledilmiş, Nadir oğulları kabilesi sürgün edilmiş, diğer Yahudi, ve Hırıstiyan kabileleri de cizyeye tâbi tutulmuşlardı. İşte Hakka bağlananlar böyle başarılara, galibiyelere nâil olurlar.
138. Ey mü’minler! Diyiniz ki, bizim boyamız Allah’ın boyasıdır. Allah’ın boyasından boyası daha güzel olan kim vardır? Ve bizler ancak ona ibâdet edenleriz.
138. Bu âyeti kerime, Hıristiyanların bir iddiasını reddetmektedir. Şöyle ki: Hıristiyanlar doğan çocuklarını yedinci gün Mamudiye = Vaftiz denilen sarı bir suya daldırılırlar. Bu onlarca sünnet olma yerine geçen bir temizleme ve boyama muamelesidir.
Çocukların bu daldırma ânında hakkıyla Hıristiyan olduklarına inanırlar. İşte bunların bu kanaatlerine, ayinlerine karşı buyruluyor ki: (Ey müslümanlar!) onlara (deyiniz ki, bizim boyamız Allah’ın boyasıdır.) Bizim mânevî süsümüz, bizim fazilet rengimiz, bizim taharet ve temizliğimiz İslâm dinidir, bizim İslâm fıtratı üzerine bulunmamızdır. Cenab’ı Hak biz müslümanları bu suretle boyadı ve süsledi. Bunlar bizim için bir ilâhî, mânevî boyadır. Bunlara “Sibgatullah” denmiştir.
(Artık Allah’ın boyasından daha güzel boyası olan kim vardır?) Onun bütün insanlık için en mükemmel bir mukaddeslik cilası olan dininden daha mükemmel, daha güzel bir renk ve cilâ düşünülebilir mi? İşte böyle bir lütfi ilâhiye mazhar olduğumuzdan dolayı (bizler ancak ona) o Hâlikî Kerime (ibâdet edenleriz.) Bu şekilde şükran vazîfemizi yerine getirmeye çalışırız.
139. Rasûlüm! de ki: Allah hakkında bizimle mücadele mi ediyorsunuz? Halbuki o bizim de Rabbimizdir, sizin de Rabbinizdir. Ve bizim amellerimiz bize aittir, sizin amelleriniz de size aittir. Ve bizler ancakonun ihlaslı kullarıyız.
139. Bu âyeti kerime de ehli kitaba karşı bir reddiye mahiyetindedir. Şöyle ki: Onlar diyorlardı ki: Hz. Muhammed Arap kavmine mensuptur. Eğer Allah bir kuluna peygamberlik ihsan edecek ve kitap indirecek olsaydı Arap ırkına değil, bizim ırkımıza mensup bir zata ihsan eder ve kitap indirirdi. Halbuki bütün insanlar Cenab’ı Hakkın kullarıdır. Bütün zümreler onun birer mahlûkudur.
Artık o Hekimet sahibi yaratıcı peygamberlik ve risaleti, ilâhî kitaplarını dilediği kuluna verir, dilediği zümreyi bu şerefe nâil eder. Bunun tersi nasıl iddia edilebilir? Bunun aksini isbat için kim delil getirebilir? İşte bu hakikati beyan için şöyle buyruluyor. Rasûlüm!.. Onlara (de ki: Allah hakkında bizim ile mücadelede mi bulunuyorsunuz?) Eğer Hak Teâlâ bir kimseye peygamberlik ihsan edecek ve kitap indirecek olsaydı bizim ırkımıza mensup bir zata ihsan eder ve indirirdi, diyorsunuz. Buna dair bir deliliniz var mıdır? (Halbuki o) yüce Yaratıcı (bizim de Rabbimizdir, sizin de Rabbinizdir.) Hepimiz kullukta ortağız. O dilediği ırkı, dilediği kulunu rahmetine, risalet ve peygamberliğine mazhar kılar. (Ve bizim amellerimiz bize aittir.) ona göre mükâfat veya ceza görürüz. (Sizin amelleriniz de size aittir.) Siz de bu amellerinizin gerektirdiğine kavuşursunuz.
(Ve) maamafih (bizler ancak ona muhlis kullarız.) Her hususta ona boyun eğmişizdir, onun birliğine, doğmadan, doğurmadan uzak olduğuna inanırız. Sizler ise insanlara bile tapıyorsunuz. Sonradan yaratılmış, fanî İnsanlara Allah’ın oğlu diyorsunuz, Allah’ın bir nice muhterem peygamberlerini, kitaplarını inkâr ediyorsunuz. Artık bizim Allah’ın birliğini kabul eden, tertemiz bir inanca sâhip olan peygamberimizin peygamberlik şerefine nâil buyrulmasını neden uzak görüyorsunuz?
140. Yoksa diyor musunuz ki şüphe yok İbrahim, İsmail, İshak, Yakup ve Esbat Yahudi veya Hıristiyan idiler. De ki: Sizler mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı? Daha zalim kim vardır? Allah tarafından yanında bulunan şahitliği gizleyenden? Allah Teâlâ sizin yaptıklarından gafil değildir.
140. Bu âyeti kerime de Yahudilerin, Hıristiyanların iddialarını yalanlayıp, kendilerini tehdit etmektedir. Şöyle buyruluyor ki: (Yoksa diyor musunuz ki: Şüphe yok İbrahim, İsmail, İshak, Yakup ve torunlar Yehudi veya Nesrani İdiler.) Bu ne kadar hakikat aykırı bir iddea. Tevrat’ın, İncil’in inmesinden evvel peygamber bulunmuş olan bu yüce zatların Yahudi veya Hıristiyan olduğu nasıl iddea olunabilir?
Rasûlüm! Onlara (de ki: Sizler mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah Teâlâ mı.) Cenâb-ı Hak İbrahim’in ve onun yolunda bulunan zatların Yahudi ve Hıristiyan olmadıklarını açıkça beyan buyurmuştur. Bu, o iddia edenlerce de malûmdur. Artık (daha zâlim kim vardır? Allah tarafından yanında bulunan bir şahitliği gizleyenden?) Bu şahitlik ise Hz. İbrahim’in Yahudi ve Hıristiyan olmayıp bir Hânif Müslüman olduğunu Allah’ın kitabının söylemesidir ki, buna ehli kitap denilen Yahudiler ile Hıristiyanlar biliyorlar.
Artık bunu gizleyip te Hz. İbrahim’in kendilerinden olduğunu iddiaya nasıl cür’et ediyorlar? Bu hakikati değiştirmeye çalışmak en büyük zulüm değil midir? Ey ehli kitap (Allah Teâlâ sizin yaptıklarınızdan gafîl değildir.) Sizin şu inkârcı bir şekildekiiddeanızı bilmektedir. Ve ona göre cezanızı verecektir. Ne büyük bir tehdit.
§ İsmail Aleyhisselâm: Hz. İbrahim’in oğludur. Annesi Hacer’dir. Hz. İbrahim’in şeriatı ile amel etmek üzere Yemen kabilelerine ve Âmâlika denilen eski bir kavme peygamber gönderilmiştir. Rivayete göre 137 sene yaşamış, vefatında annesinin Hicr’deki kabri civarına defnedilmiştir. İşte Peygamber Efendimiz bu mübârek zatın soyundan dünyaya şeref vermiştir.
§ ishak Aleyhisselâm: Hz. İbrahim’in ikinci oğludur. Annesi Sare’dir. Bu zat daha babasının hayatında Şam ahalisine peygamber gönderilmişti. Rivayete göre 160 yaşında iken vefat etmiş Hz. İbrahim’in defnedilmiş bulunduğu mağaraya defnedilmiştir. Soyundan birçok peygamber gelmiştir.
§ Yakup Aleyhisselâm: İshak Aleyhisselâmın oğludur. Lekabı “İsrail” dir. Bu sebeple onun soyundan olanlara İsrail oğulları denilmiştir. Babasından sonra yerine peygamber olarak Kenan elinde kalmış, sonra da Mısır’a giderek orada vefat etmiş, mübârek na’şı Ceddi Hz. İbrahim’in defnedilmiş olduğu mağaraya götürülüp defnedilmiştir.
§ Esbat: Bir kimsenin erkek ve kız çocuğunun çocuğu yani torunları demektir. Tekil Sıbt’dır. İsrail oğullarına esbat denmiştir. Bu Kabileler yerinde kullanılmıştır.
141. O bir ümmettir ki, gelip geçmiştir. Ona kendi kazandığı, size de sizin kazandığınız vardır. Ve siz onların yapmış olduklarından mesul olmayacaksınızdır.
141. Bu âyeti kerime ata ve ecdat ile iftihar edilmenin onlara güvenilmesi insan tabiatından yerleşmiş bir özellik olduğundan, bundan sakındırmak için bir hikmet gereği tekrar nazil olmuştur. Yahut 134. âyeti kerimedeki hitap İsrail oğullarına, bu âyeti kerimedeki hitap da Muhammed ümmetine yöneliktir. Bu takdirde bu tekrar sayılmaz. Buyrulmuş oluyor ki: Ey Muhammed Ümmeti! (O) İbrahim ile Yakup ve onların Allah’ın birliğine inanan evlâd ve torunları (bir ümmettir ki gelip geçmişlerdir.) tarihe karışmışlardır.
Sizinle alâkaları kalmamıştır. (O ümmete kendi kazanmış olduğu şeyler aittir.) O şeylerin mükâfatı, sorumluluğu ona aittir. (Size de, sizin kazanmış olduğunuz şeyler vardır.) Siz de bu amellerinize göre mükâfat veya ceza göreceksiniz. Artık siz kendinizi düşününüz. (Ve siz onların) o eski ümmetlerin (yapmış olduklarından mesul olmayacaksınızdır.) O halde onların nâil olacakları mükâfatlara da ortak olamazsınız. Onların amellerinin faydası da, zararı da kendilerine aittir. Artık onların güzel amellerinden hisse alacağınıza ümitli olarak onlara dayanıp güvenmeyin. Kendi üzerinize düşen vazifeleri ihmal eylemeyiniz.
Ey ümmeti Muhammed!.. Siz müstakil bir ümmetsiniz. Sizin mükellef olduğunuz vazifeler de hikmek icabı olarak sizlere mahsustur. Binaenaleyh her hususta geçmiş milletlerin hükümlerine tâbi olmanız icap etmez. Bunun içindir ki, ibâdetler, muameleler hususunda size mahsus bir yenilik vardır. Buna o kavimlerin itiraz hakkı olamaz. İşte kıbleyi değiştirme meselesi de bu cümledendir.
142. Yakında diyeceklerdir ki: Onları yöneldikleri kıblelerinden hangi şey çevirdi? De ki: Doğu da Batı da Allah’ındır. Dilediği kimseyi doğru bir yola iletir.
142. Bu âyeti kerime, Kâbei Muazzamaya yönelerek namaz kılınmasına itiraz eden anlayışsız bir taifenin fikrî sapıklığını göstermektedir. Şöyle ki: (İnsanlardan beyinsiz olanlar) Yahudiler, münafıklar veya diğer bir kısım cahiller (yakında) kıblenin değiştirildiğini öğrenince (diyecekler ki onları) o müslümanları (tarafına yöneldikleri kıblelerinden) yani Beyti Mukaddes tarafına yönelerek namaz kılmalarından (hangi şey geri çevirdi?) Habibim!.. Onlara (de ki: Doğu da, batı da Allahındır) hepsi de onun mülküdür.
Halk ta onun kullarıdır. Hiç bir taraf, kendi mahiyeti itirabiyle kendisinden başka yöne ibâdette dönülmesini engelleyecek bir ayrıcalığa sâhip değildir. Asıl gözetilecek şey, Allah’ın emridir. Cenâb-ı Hak hangi tarafa yönelerek ibâdet edilmesini emrederse ona uymak lâzım gelir. O Yüce Yaratıcı (dilediği kulunu doğru yola hidayet eder.) Binaenaleyh bir müddet Beyti Makdise sonra da Kâbei Muazzamaya yönelerek namaz kılınması da o hikmet sahibi Mabûdun bir hikmeti gereğidir. Buna kim karışabilir. Bu gibi ilâhî emirlere riayet edilmelidir ki ona samimî şekilde itaat ve bağlılığımız ortaya çıkabilsin.
§ Kıble: Namazda tarafına yüz çevirecek yer demektir. Peygamber Efendimiz Mekkei Mükkeremede iken Beytullaha, Medinei Münevvereye hicreti müteakıp bir müddet Kudsi Şerife daha sonra da yine Kâbei Muazzamaya doğru namaz kılmakla mükellef olmuştur.
143. Ve işte böylece sizleri de bir orta ümmeti kıldık ki İnsanlar üzerine şahitler olasınız. Ve bu peygamber de sizlerin üzerinize tam bir şahit olsun. Ve senin evvelce tarafına yönelmiş bulunduğun Kâbe’yi yine kıble yapmadık, ancak Rasule kimlerin tâbi olacaklarını gerisi gerisine döneceklerden ayırmak için yaptık. Gerçi bu büyük bir hâdisedir. Ancak Allah’ın hidayet ettiği zatlar hakkında değil. Ve Allah sizin imanınızı elbette zâyi edecek değildir. Şüphe yok ki Allah Teâlâ insanlara karşı elbette çok şefkatli, pek merhametlidir.
143. Bu âyeti kerime, ümmeti Muhammed’in pek seçkin bir ümmet olduğunu, dinî hükümlere hakkıyla itattkâr bulunduğunu beyan etmektedir. Kıblenin değişmesi meselesini tutamak edinerek İslâmiyete itiraz etmek isteyenleri de reddeylemektedir. Bu cümleden olarak Yahudiler demişlerdi ki:
Ey Müslümanlar! Eğer Kudüse doğru namaz kılmanız bir hidayet gereği ise şimdi Kâbeye doğru namaz kılınca o hidayetten mahrum kalmış olmazmısınız?.. Kudüse doğru fıâmaz, bir dalâlet eseri ise evvelki namazlarınız ne olacak? Ve o tarafa namaz kılanlardan vefat edenler de delâlet üzere vefat etmiş olmayacaklar mı? İşte bunların bu iddialarını red için buyruluyor ki: (Ve işte böylece) İbrahim Aleyhisselâm ile onun Allah’ı birleyen zürriyetini biz seçkin kıldığımız gibi (sizleri de bir orta ümmet kıldık). Sizi de ey ümmeti Muhammed Adil, mutedil, ifrat ve tefritten uzak, seçkin bir ümmet olarak varlık alanına geçirdik.
(ki İnsanlar üzerine şahitler olasınız.) Onlara peygamberlerinin Allah’ın hükümlerini tebliğ etmiş olduklarına dair kıyamet gününde şahitlikte bulunasınız. Çünkü müslümanlar bu hakikati peygamberimizin beyanları ve Kur’ân’ı Kerim’in tebliğler! vasıtasiyle kesin olarak bilmektedirler. (Rasûllullahta sizin üzerinize tam bir şahit olsun.) Son peygamber sizi tezkiye etsin, adaletinize şahitlikte bulunsun. (Ve senin evvelce tarafına yönelmiş bulunduğun Kâbe’yi yine Kıble yapmadık, ancak o Rasûle kimin tâbi olup kimin gerisin geriye döneceğini bilmemiz için yaptık.) Yani hakikî müslümanlar ile münafıkları, dinden dönenleri birbirinden ayıklamak için yaptık. Kâbe’nin böyle yeniden kıble ciheti olması bu hususta itaatli olanlar ile asî olanların halleri herkesçe bilinsin içindir. Yoksa her şey, bütün evrendeki olanlar meydana gelmeden evvel de Cenab’ı Hakka malumdur.
Ancak meydana gelmelidir ki, mükâfat ve cezaya vesile olsun. (Gerçi bu) Kıblenin yine Kâbe cihetine çevrilmesi (bir büyük hâdisedir.) Cenâb-ı Hakkın emir ve yasağındaki fayda ve hikmeti güzelce düşünmeyenler için ağır gelecektir. (Ancak Allah’ın hidayete erdirdiği zatlar hakkında değil.) Onlar böyle bir değişimi büyütmezler, elbette bir hikmete müsteniddir diye onu hemen kabul ve takdir ederler.
(Ve Allah sizin imanınızı elbette zayi’edecek değildir.) Hak Teâlâ sizin imanınızdaki sebatınızı, Kâbe’ye dönme sebebi ile imanınıza bir sarsıntı ârız olmadığını bilir, size mükâfatlar verir. Vaktiyle Beyti Makdise doğru kıldığınız namazları da zâyi, sevaptan mahrum kılmayacaktır. (Şüphe yok ki Allah Teâlâ İnsanlara karşı şefkatlidir.) kullarına şefkati, lütfü pek çoktur ve (merhametlidir) rahmet ve merhameti pek ziyadedir, onları esirger ve korur. Artık onların ilâhî emre uyarak yapmış oldukları amelleri zâyi, mükâf attan mahrum olur mu?.. Elbette olmaz.
144. Biz yüzünün semaya doğru çevrilip durduğunu muhakkak görüyoruz. Artık seni hoşnut olacağın bir kıbleye muhakkak yönelteceğiz. Haydi yüzünü Mescidi Haram tarafına döndür. Ve her nerede bulunursanız yüzlerinizi onun tarafına yöneltiniz. Ve şüphe yok ki kendilerine kitap verilmiş olanlar da bunun Rableri tarafından hakkolduğunu elbette bilirler. Ve Allah onların amellerinden gafil değildir.
144. Bu âyeti kerime Kıblenin değişmesi hakkındaki ilâhî emrin geldiğini bildirmektedir. Bu değiştirme Bedir savaşından evvel Recep ayında öğle vaktini müteakip gelmiştir. Şerî emirlerden İlk evvel nesh olan da bu kıblenin değişmesi meselesidir.
Bu âyeti kerimede şöyle buyruluyor: Habibim! (Biz yüzünün semaya doğru çevrilip, durduğunu muhakkak görüyoruz.) Kıblenin Kâbe-i Muazzama tarafına değiştirilmesi hakkında Cibrili eminin sema tarafından bir vahiy getirmesini büyük bir arzu ile bekliyordun.
(Artık seni hoşnud olacağın bir kıbleye muhakkak yönelteceğiz.) Yani arzu ve temenni ettiğin Beytullaha doğru namaz kılmana emir vereceğiz. (Haydi yüzünü Mecsidi Haram) yani Kâbe-i Muazzama (tarafına döndür.) O tarafa yönelerek namaz kıl. (Ve) Ey Ümmeti Muhammed, sizler de (her nerede bulunursanız) karada, denizde, Doğuda, Batıda bulunup namaz kılacağınız zaman (yüzlerinizi onun tarafına) Mescidi Harama doğru (tevcih ediniz.) Şimdi size bu emredilmiştir.
Size böyle emredileceği önceki kitaplarda da yazılmıştır. (Ve şüphe yok ki kendilerine kitap verilmiş olanlar da) Yahudiler de, Hıristiyanlar da (bunun) bu kıblenin değiştirilmesi meselesinin (Rabbileri tarafından hak olduğunu elbette bilirler.) Artık ona nasıl itiraz edebilirler! Nitekim onların âlimlerinden Abdullah ibni Selâm gibi, zatlar bunu itiraf etmiş, İslâm şerefine nâilolmuşlardır.
(Ve Allah onların amellerinden gafîl değildir) her birine ameline, tasdik ve inkârına göre mükâfat ve ceza verecektir. Bu kıblenin değiştirilmesini hikmete muafık görmeyenler de lâyık oldukları cezaya kavuşacaklardır. Ne büyük bir uyan ve tehdit!..
145. And olsun ki sen kendilerine vaktiyle kitap verilmiş olanlara her ne delil getirsen yine senin Kıblene tâbi olmuş olmayacaklarıdır. Sen de onların Kıblesine tâbi olmazsın. Onların bâzıları da bazılarının Kıblesine tâbi değildir. Ve kasem olsun ki sana gelen ilimden sonra onların isteklerine tâbi olacak olsan şüphe yok sen de o zaman zalimlerden olmuş olursun.
145. Bu âyeti kerime, Yahudiler ile Hıristiyanların -Genel durumları itibariyle-kendi dinlerinde ne kadar tutucu olup hakkı kabule temayül göstermediklerini, onlara bu gibi hususlarda tâbi olacak olanların da kendi nefislerine, kendi varlıklarına ne kadar zulüm ve ihanette bulunmuş olacaklarını gösteriyor.
Evet… Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: (Mukaddes Zatıma yemîn olsun ki, sen kendilerine vaktiyle kitap verilmiş olanlara) Yahudiler ile Hıristiyanlara (her ne delil getirsen) Kâbe tarafına yönelmen hak olduğuna ve diğer hususlara dâir her ne delil, getirsen, her hangi bir mucize göstersen (senin Kıblene tâbi olmayacaklardır.) Onlar bir kibirleşme, bir inat eseri olarak bunu inkâra devamda bulunurlar. Maamafih (sen onların Kıblesine tâbi olmazsın.) Artık onlar buna ümitli olmasınlar. Nitekim (onların bâzıları da bâzılarının Kıblesine tâbi değildir.) Onlar müslümanlara karşı bu hususta müttefik olsalar da Kıble edinme hakkında yine biri birine muhalif bulunmaktadırlar. Yahudiler Sahreye, Hıristiyanlar da Güneş’in doğduğu tarafa ibadette bulunurlar.
Habibim!.. (Ve yemin olsun ki sana gelen ilimden) Kıble yönü sana gelen vahyile bildirildikten (sonra) farza (onların arzularına tâbi olacak olsan şüphe yok ki sen de o zaman zalimlerden olmuş olursun.) Rasûli Ekrem mâsum olduğundan ehli kitabın arzularına tâbi olmayacağı muhakkaktır. Bu gibi ilâhî beyanlar asıl bizleri ikaz ve irşat hikmetini kapsamaktadır. Bizleri gayri müslimlere uymaktan, onların dinî ayinlerine iştirak etmekten sakındırmakta ve kaçındırmaktadır.
146. O kendilerine kitap verdiğimiz kimseler kendi oğullarını bildikleri gibi onu da bilirler. Fakat onlardan bir fırka, hiç şüphe yok ki, bilir oldukları halde hakkı gizlerler.
146. ‘Bu âyeti kerime Peygamber Efendimizin bütün şemail ve vasıflarını önceki kitaplarda anlatılmış olduğunu gösteriyor. Şöyle ki: (O kendilerine kitap verdiğimiz kimseler) yani Yahudilerin, Hıristiyanların âlimleri (kendi oğullarını) tanıyıp (bildikleri gibi onu da) Hz. Muhammed’i de tanıyıp (bilirler.)
Çünkü onun mübârek varlığını kitaplarında açıkça görüp okumuşlardır. (Fakat) bu böyle iken (onlardan bir fırka, hiç şüphe yok ki bilir oldukları halde hakkı gizlerler.) Onun peygamberlik ve risaletini tasdik etmezler. Nefislerinin isteğine tâbi, şahsî menfaatlerine düşkün oldukları için öyle parlak bir hakikati tasdik ederek şerefi İman şerefine nâil olmazlar.
§ Hz. Ömer, Yahudi âlimlerinden, olup İslâm şerefine nâil bulunmuş olan Abdullah ibni Selâma demiş ki: Sen Hz. Muhammed’i nasıl tanıyıpbildin? O da demiş ki: Ben onu kendi oğlumu bildiğimden daha ziyade bilip tanıdım. Çünkü ben kendi evladımdan şüphe edebilirim.
Onun annesi belki başkasından edinmiş olabilir. Fakat ben Hz. Muhammed’in zatında, peygamberlik ve risaletinde aslâ şüphe etmem. Bunun üzerine Hz. Ömer: Allah seni ey ibni Selâm!.. Muvaffak etsin, çok doğru söyledin demiştir.
147. O hak, Rabbindendir. Artık şüphe edenlerden sakın olma.
147. Bu âyeti kerime de hak olduğu sabit olan şeyleri hemen kabul edip bu hususta bir takım inkârcıların, yabancıların kötü telkinlerine kulak vermemelerini bütün bu ümmeti merhumeye emir ve tavsiye etmektedir. Şöyle ki: Habibim! (O hak Rabbindendir.)
Yani: Senin peygamberlik ve risaletin, senin Kâbeye yönelerek namaz kılacağın veya senin önceki kitaplarda yazılı evsafın tarafı ilâhîden takdir ve tesbit buyrulmuş birer hak ve hakikattir.
(Artık şüphe edenlerden sakın olma.) Hemen uhdene düşen vazifeleri yap, Kıbleye yönelerek namaz kıl, İslâmiyet aleyhindeki dedi koduya kulak asma. Bu ilâhî emri, Hz. Peygamber vasıtasiyle bütün Muhammed ümmetine aittir. Peygamber Efendimizin masum, her türlü şüphelerden beri olduğu ise kesin olarak bilinmektedir.
148. Her birinin bir kıblesi vardır, o yüzünü o kıbleye döndürür. Artık hayırlı işlere koşunuz. Siz her nerede olursanız olunuz Allah Teâlâ hepinizi bir araya getirir. Şüphe yok ki Allah Teâlâ her şeye kadirdir.
148. Bu âyeti kerime müslümanların bir kıbleye yönelerek ibâdet ve itaatte bulunmalarını, hayırlı ve güzel işlere koşmalarını, bu sebeple bir birlik teşkil edip fevz ve kurtuluşa nâil olmalarını emir ve tavsiye buyuruyor. Şöyle ki (Her birinin bir kıblesi vardır, o yüzünü o kıbleye döndürür.) Yani: Her ümmet için bir kıble, ibâdette yöneleceği bir makam vardır. Yahut müslümanlardan her zümre için bulundukları beldelere göre belirli bir kıble yönü vardır. (Artık hayırlı işlere koşunuz.)
Kıble tarafına yönelerek namaz kılınız, ibâdet ve itaate devam ediniz, kabulünü Hak Teâlâ’dan dileyiniz ki, dünya ve ahiret saadetine nâil olasınız. (Siz her nerede ikâmet ederseniz ediniz) ey müslümanlar! Ey ehli kitap! (Allah Teâlâ hepinizi toplayacak, bir araya getirecektir.) Sizi kıyâmet sahasına erdirecek, size amellerinize göre mükâfat veya ceza verecektir. (Şüphe yok ki Allah Teâlâ her şeye kadirdir.) Binaenaleyh sizleri diriltip bir araya toplamaya da kudreti fazlasıyla yeterlidir. Artık ona göre düşünüp hareket ediniz.
149. Ve her nereden sefere çıkarsan hemen yüzünü Mescidi Haram tarafına döndür. Şüphe yok ki bu Rabbin katından bir haktır. Ve Allah Teâlâ sizin amellerinizden gâfil değildir.
149. Bu âyeti kerime Allah’ın rahmetine ermiş bir ümmetin kendi kıblelerine yönelerek ibâdete devam etmelerini, bu bakımdan bir birlik teşkil edip fevz ve kurtuluşa nâil olmalarını şöylece emir ve tavsiye buyuruyor: Habibim!.. (Ve her nereden) sefere (çıkarsan hemen) namazda (yüzünü Mescidi Haram) Kâbe’i Muazzama (tarafına döndür. Şüphe yok ki bu) husustaki emir (rabbin tarafından bir haktır.) Bir hikmete dayanan hakikattir. (Ve Allah Teâlâ sizin işlediklerinizden gâfîl değildir.) Bu emre itaat edip etmeyenlerin hareketlerini bilir, ona göremükâfat ve cezâ verir. Artık bunu düşünüp işinizi tanzim ediniz.
.
150. Ve her nereden sefere çıkarsan hemen yüzünü Mescidi Haram tarafına çevir ve her nerede bulunursanız yüzlerinizi, onun tarafına çeviriniz. Ta ki İnsanlar için sizin Üzerinize bir delil bulunmasın. Ancak onlardan zalim olanlar müstesna. Artık onlardan korkmayınız. Ve benden korkunuz. Hem üzerinizdeki nimetimi itmam edeyim, hem de hidayete nâil olmanızı ümit edebilesiniz.
150. Bu ayeti kerime kıbleye yönelme meselesini pekiştirmekte ve yerleştirmektedir. Çünkü bu husustaki nesh, kıblenin değişmesi hakkındaki emir, bir ilâhî İmtihandır, yanlış anlaşılması, yanlış telâkki edilmesi muhtemeldir. Binaenaleyh bu emir kendisinde bir şüpheye, bir tereddüde mahal kalmaması için hikmete binaen üç kere tekid buyrulmuştur.
Bununla beraber, bu üç emrin ikisi bizzat Hz. Peygambere üçüncüsü de bütün ümmeti Muhammede müteveccih bulunmuştur. Şöyle buyruluyor ki: (Ve her nereden) sefere (çıkarsan) namazda (yüzünü hemen Mescidi Haram tarafına çevir.) O yöne doğru namaz kıl. (Ve) ey rahmete ermiş!..
Sizler de (her nerede bulunursanız) gerek yurdunuzda ve gerek sefer halinde (yüzlerinizi) namaz kılarken (onun) o mescidi haramın (tarafına döndürünüz.) Bu bir hikmet gereğidir. (Takî İnsanlar için aleyhinize bir delil bulunmasın) Şöyle ki: Tevrat’ta ahir zaman peygamberinin kudüs tarafını bırakıp kâbe tarafına namaz kılacağı yazılıdır. Eğer şimdi müslümanlar kâbe tarafına namaz kılmayacak olsalar, bir kısım inkarcılar bunu delil getirmeye kalkışırlar, eğer bu zat, ahir zaman peygamberi olsa idi Tevrat’ın bildirdiği şekilde kâbe tarafına dönüp namaz kılarlardı, derdiler.
Artık bu gibi bir delil getirmeye meydan kalmaması için hemen Kâbe tarafına yönelerek namaza devam ediniz. (Ancak o zalimlerden) o hakkı inkâr eden topluluktan (olanlar müstesna.) Onlar da kendi kuruntularına göre aleyhinize delil getirmek isterler. Meselâ derler ki: Muhammed -aleyhisselâm- ın kâbe tarafına yönelmesi, kavminin dinîne meyhnden ve beldesine muhabbetinden dolayıdır.
Bu gibi sözlerin ise ne ehemmiyeti vardır. Bunlar aleyhte bir delil olacak şeyler değildir. (Artık) Ey müslümanlar! (onlardan) o zalimler, cahiller topluluğundan (korkmayınız) onların öyle yerme ve ayıplamalarına bakmayınız. Onlar size bir zarar veremezler, benim emirlerime sarılınız. (Ve benden korkunuz) ki (hem üzerinizdeki nimetimi tamamlayayım, hem de hidâyete nâil olmanızı) hidayet üzere devamlı olmanızı (ümit edebilesiniz.)
§ Bu ayeti kerimedeki nîmetin tamamından maksat, İslâmiyet üzere ölmektir. Veya cennete girmek ile Allah Teâlâyı görme şerefine ermektir. § Bu ayeti kerimede şuna da işaret vardır ki hiç bir kimse iyi bir âkibete nâil olacağını kesin olarak bilemez, nice kimseler senelerce hidayet yolunda iken bilahara bundan çıkmış dalâlete düşmüşlerdir. Binaenaleyh hidayet üzere devamlı olmayı Cenâb-ı Haktan niyaz etmeli, bu muvaffakiyet! ancak onun şefkat ve merhametinden beklemelidir.
151. Nitekim sizin içinizde sizden bir peygamber gönderdik ki sizebizim ayetlerimizi okuyor ve sizleri tezkiye ediyor ve sizlere hitap, hikmet öğretiyor. Ve sizlere bilmedikleriniz şeyleri öğretiyor.
151. Bu âyeti kerime, Cenâb-ı Hakkın müslümanlar için nimetlerini tamamlayacağına dair olan vadini bizlere hatırlatıyor. Bu ümmet hakkında nice ilâhî lutüfların tecellî etmiş olduğunu gösteriyor ve kısaca şöyle buyuruyor: Ey ümmeti muhammed (Nitekim sizin içinizde) İbrahim aleyhisselâmın mübârek soyundan olmak üzere (sizden) insanlar cinsinden (bir peygamber gönderdik ki) o son peygamber Hz. Muhammed’dir.
O öyle bir peygamberdir ki, ey insanlar! (Sizi bizim ayetlerimizi) Kur’ân’ı Kerim’i (okuyor) tilâvette bulunuyor (ve sizleri tezkiye ediyor) sizleri küfür ve günahtan temizlemeye çalışıyor (Ve sizlere kitabı) Kur’ân-ı Kerim’i (hikmeti) ahlâka, ictimaiyata, muamelâta ait hayatın tanzimini gerektiren hükümleri (öğretiyor.
Ve sizlere bilmedikleriniz şeyleri) tefekkür ile, düşünme ile bilinemeyip ilâhî vahiy vasıtasıyla bilinen bir nice meseleleri (öğretiyor.) Ne büyük bir rehber, ne muazzam bir peygamber!
Evet… Peygamber Efendimiz bütün insanlığı hak ve hakikatten haberdar etmek, insanlık alemini maddî ve manevî hasletlerle süslemek ve onları uyarmak için Allah tarafından insanlığa en büyük bir nîmettir. Ne mutlu bunu takdir ederek yüce peygamberin o mukaddes hayatını kurtuluş ve saadet rehberi edinenlere!
152. Artık beni zikrediniz ki ben de sizi zikiredeyim. Ve bana şükrediniz, bana nankörlükte bulunmayınız.
152. Bu ayeti kerimede Cenâb-ı Hakkın o muazzam nimetlerine nâil olan insanlara, düşünme ve teşekkür vazîfelerini telkin buyuruyor. Evet… Hak Teâlâ hazretleri buyuruyor ki (Artık beni zikrediniz.) kalbinizi, ruhunuzu, lisanınızı benim zikrimle aydınlatınız ve süsleyiniz.
Namaza, niyaza, tevhid ve tesbihe devam ediniz, (ki ben de sizi anayım.) Sizin ibadetlerinizi kabul, sizi sıkıntı ve belâ anlarında himaye edip koruyayım. (Ve) ey kullarım! Nâil olduğunuz nimetlerden dolayı (bana şükrediniz.) Bu nimetlere ibâdet ve itaatle karşılık veriniz. (Bana nankörlükte bulunmayınız.) Nimetlerimi inkâr, emrime isyan etmek suretiyle nankörlükte bulunmaktan sakınınız, sizin ebedî selâmet ve saadetiniz buna bağlıdır.
§ Zikr: Lûgatte anmak, yad etmek, hatıra getirmek, beyan ve ifade etmek, hafızada olanları hatırlamak gibi manalara gelir, İstilahta Cenâb-ı Hakkın yüce ismini büyüklüğünü ve uluhiyetini anmaktır ki üç şekilde olur. Şöyle ki: Ya lisânen olur.
Bu, Hak Teâlâ’nın mübârek isimlerinden birini veya bir kaçını lisan ile söylemektir. Allah… Allah… denilmesi gibi. Ya bedenen olur.
Bu da namaz, oruç gibi ibâdetleri ifa etmektir. Veya kalben olur. Bu da: Allah-u Teâlâ’nın varlığını, kudret ve azametini düşünüp ruhî bir neş’eyi elde etmektir. Ya ilâhî! beni gafletten uyandır daim, Zikrü fikrinle benim kalbimi tenvir eyle. Allahım! Beni daima gafletten uyandır, Senin zikrin ve fikrinle benim kalbimi aydınlat.
§ Şükür; İyiliğe karşı minnettarlık göstermektir, İyiliğe karşı sözleveya fiile gösterilen kadirşinaslıktır. Cenâb-ı Hakka şükretmek ise üç şekilde olur. Birincisi: Lisânen şükürdür. Bu, Cenab’ı Hakkın nimetlerine karşı yüce Allah’a dil ile saygı göstermektir. İkincisi: Bedenen şükürdür. Bu da Hak Teâlâ’nın nimetlerini hatırlayarak şükür secdesine kapanmak gibi bir şekilde olur. Üçüncüsü de: Kalben şükürdür ki bu da Allah’ın nimetlerini düşünerek kalben saygılı hislerle mütehassis olmaktır. Şükrün zıddı, küfr ve nankörlüktür ki nîmeti gizlemek ve inkâr eylemektir. Nitekim bir zat şöyle demiştir:
Nimete şükr etmek, nimeti artırır.
Nîmete karşı nankörlükte bulunmak da nimetin yok olmasına, elden çıkmasına sebep olur.
153. Ey mü’minler! Sabır ile namaz ile yardım isteyiniz. Şüphe yok ki Allah Teâlâ sabredenlerle beraberdir.
153. Bu âyeti kerime, Cenâb-ı Hakkın bir çok nimetlerine nâil olan müslümanların bir hikmet gereği olarak bazı hoş olmayan hallere maruz kalabileceklerini, bu takdirde sabır ile ve namaz ile yardım isteğinde bulunup mükâfata ereceklerini gösteriyor.
Evet… Buyruluyor ki: (Ey İman edenler!) günahlardan kaçınmak, bazı belalara, müsibetlere tahammül edebilmek, cihada, ibâdet ve itaata devamda bulunabilmek gibi hususlarda (sabır ile ve namaz ile) Allah Teâlâ’dan (yardım isteyiniz.) Ümitsizlik ve kedere kapılmayınız. (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ sabredenlerle beraberdir.) Yani onların sabrını bilir, kendilerine imdat eder, mükâfatlar ihsan buyurur.
§ Sabır: Acıya katlanmak, insan tabiatına uygun olmayan hallere karşı telâş göstermeyip sarsılmadan tahammül etmek demektir. Akıl ve şeriata aykırı şeylerden kaçınarak nefsi tutmak ta sabırdır. Sabreden zafer bulur. Nitekim şöyle denilmiştir:
Evet… Sabır acıdır, müşküldür, fakat meyvesi pek tatlıdır. Bir çok eziyetler sabır ve sebat, hakka dua ve niyaz sayesinde ortadan kalkar. İşte, namazda insanın ruhuna, azmine kuvvet veren en yüce dua ve niyâzı kapsayan bir ibâdet olduğundan buna güzelce devam edilmesi de insanın maddî ve mânevî kederlerini, üzüntülerin! gidermeğe en mükemmel bir vesîledir.
154. Ve Allah yolunda öldürülenlere, ölülerdir, demeyiniz. Yok, onlar hayattadırlar, fakat siz bilmezsiniz.
154. Bu âyeti kerime de işâret ediyor ki, hak yolunda cihad da bulunup şehid olmak ta nefse ağır gelirse de bu gerçekte bir mutlu,ebedî hayata nâil olmaktan başka değildir. Artık buna sabredilmez mi? Evet… Buyuruluyor ki (Ve) Ey müslümanlar!.. (Allah yolunda Öldürülenlere de ölülerdir demeyiniz.) Onlar hak yolunda fâni hayatı terk edip ebedî bir hayata ermişlerdir.
Onlar kendilerine tahsis edilen yüksek makamlarda rızıklandırılmaktadırlar. Nice ruhanî, mânevî nimetlere nâil bulunmaktadırlar. Artık onlara nasıl “ölüler” denilebilir? (Yok onlar hayattadırlar.) Onların bu hayatını (fakat siz bilmezsiniz.) Onların hayat şekli akıl ile değil vahyi ilâhî ile malumdur. Onların hayatı dünyadaki hayatın kat kat üstündedir. Buna dair bir çok hadisi şerif de vardır.
155. Vallahi biz sizleri elbette biraz korku ile açlık ile mallardan, canlardan, mahsulâttan biraz eksiklik ile imtahan edeceğiz. Sabredenleri müjdele.
155. Bu âyeti kerime hakikî mü’minlerin bir hikmete binaen bâzı hoş görmeyecekleri hallere mâruz kalacaklarını ve o zaman Cenab’ı Hakkın takdirine teslimiyet gösterip tesellî olacaklarını mükâfat elde edeceklerini gösteriyor.
Şöyle ki: Ey ümmeti Muhammed (Bir olan Yüce Zatıma andolsun ki, biz sizleri elbette biraz korku ile) düşman endişesi ile (biraz açlık ile) kıtlık ve pahalılık ile (mallardan, canlardan, mahsulâttan biraz eksiklik ile) bunların helâkiyle, ölmesi, öldürülmesi, ihtiyar ve hasta olması ile, gelişip artmayıp zâyi bulunması ile (imtihan edeceğiz.) Bu takdiri ilâhiye hanginizin razı, sabırlı olup olmadığını meydana çıkaracağız. Rasûlüm!…
Sen de şu kendilerine gelen bu gibi müsibetlere karşı (sabredenleri müjdele) Onlar bu yüzden ne büyük mükâfatlara nâil olacaklardır.
156. Onlar ki, kendilerine bir musîbet isâbet ettiği zaman: “Biz Allah içiniz ve biz sonunda ona döneceğiz” derler.
156. Bu âyeti kerime de hakikaten sabırlı olanların kimlerden ibâret olduklarını bildiriyor. Şöyle ki: (Onlar) o sabredenler, o zatlardır (ki, kendilerine) hak tarafından (bir musibet) kötü, hoş görmeyecekleri bir hâdise (isâbet ettiği zaman) büyük bir ümitsizlik ve kedere kapılmazlar.
Belki (= Biz Allah içiniz, bîz sonunda ona döneceğiz, derler.) Yani: Biz Allah Teâlâ’nın kullarıyız, onun kölesiyiz, ve sonunda onun mânevî huzuruna, âhiret âlemine dönüp gideceğiz. Bu geçici hayatın ne ehemmiyeti vardır, bu hayatta göreceğimiz şeyler geçicidir. Bu hoş olmayan haller de yok olur, bunlardan dolayı sevaba nâil oluruz diye teselli bulurlar.
157. İşte onlar için Rableri tarafından mağfiretler ve rahmet vardır. Hidâyete erenler de onlardır.
157. Bu âyeti kerime de sabredenlerin nâil olacakları mükâfatı açıklıyor. Şöyle ki: (İşte onlar) o kendilerinin Allah’a döneceklerini söyleyen sabırlı zatlar (İçin Rabbleri tarafından mağfiretler) vardır (ve rahmet vardır.) Lûtf ve ihsan takdir edilmiştir. (Ve hidâyete erenler de) doğru yolu takip etmiş olanlar da (onlardır.) Ne büyük başarı!
§ Salevât: Salatin çoğuludur. Salât ta: Allah’tan rahmet, günahları affetmek ve örtmektir. Meleklerden istiğfardır. Ve mü’minlerden de dua mânâsınadır. Namaz dediğimiz ibâdetin de ismidir.
§ istirca: Rücu etmek, geri dönmek ve müsibet zamanında
Biz Allah içiniz, biz sonunda ona döneceğiz, demektir. İstirca: Yalnız lisan ile değil kalp ile de olmalıdır. Şöyle ki: Bir mü’min bâzı belâlara düşebilir. Fakat düşünür, bunda da elbet bir hikmet vardır der. Ben şu kadar ilâhî nimetlere mazhar bulunuyorum, elhamdülillah müslümânım, Hz. muhammed’in ümmetindenim, şimdi böyle bir musibete tutulmam da elbette ilâhî bir hikmet gereğidir. Cenâb-ı Hakkın bana verdiği nimetler şimdi elimden aldığı nimetlerden kat kat fazladır.
Veren de odur, alan da odur. Ben de nihâyet onun mânevî huzuruna gideceğim, ebedî hayata nâil olacağım. Artık bu geçici belânın ne ehemmiyeti vardır? diye güzel kanaatini gösterir. Böyle bir kanaat ise insana teselli verir. İnsanın güzel inancına delalet eder, bu yüzden sevap ve mükâfata nâil olur.
Nitekim bir hadisi şerifte şöyle buyrulmuştur:
“Bir müslümana bir dert, bir ağrı, bir düşünce, bir gam, bir hüzün, İsabet etmez ki, hattâ bir uzvuna bir diken batmaz ki illâ onun sebebiyle Cenâb-ı Hak o müslümanın hatalarını affeder ve örter.” Bu arıza, o müslüman için günahlarına keffaret olmuş olur. Ne büyük ilâhî merhamet. Diğer bir hadisi şerifte de buyrulmuştur ki: “Mü’mine her eziyet veren şey bir musibettir.” İşte böyle bir musibete karşı
diyen mü’minler ilâhî affa ve ilâhî lütufa nâil olacaklardır.
§ İbrahim Hakkı merhumun şu kıtası ne kadar güzeldir.
“Haktan olacak işler”
“Boştur gamü teşvişler”
“Hak bildiğini işler”
“Mevlâ görelim neyler”
“Neylerse güzel eyler”
158. Şüphe yok ki Sefa ile Merve Allah Teâlâ’nın şaairinden “dinî merasiminden” dir. Artık her kim haç veya umre niyetiyle Beytullahı ziyâret ederse tavafı bu ikisiyle beraber yapmasında kendisi için hiç bir günah yoktur. Ve her kim bir hayri nafile olarak yaparsa şüphe yok ki Allah Teâlâ kabul edendir, bilendir.
158. Bu âyeti kerime; sözle ve fiil ile Allah’ı zikretmeyi içine alan büyük dinî bir vazîfemizi bizlere beyan buyuruyor. Şöyle ki: Ey müslümanlar!.. (Şüphe yok ki Sefa ile Merve) denilen iki mevki arasında sizin gidip gelmeniz, Say denilen dinî merasimi ifa etmeniz (Allah Teâlâ’nın şaairindendir.) Ona yapılan ibâdetler, muhabbetler, alâmetlerindendir.
(Artık her kini Haç veya Ûmre niyetiyle Beytullahı ziyâret ederse tavafı bu ikisiyle beraber yapmasında) yani Kâbe’i Muazzamayı ziyaret eder de onu tavaf etmekle beraber Sefa ile Merve arasında da gider gelir ise bundan dolayı (kendisi için hiç bir günah) sakınca (yoktur.) Bu da bir kulluk vazifesidir, bir itaat alametidir.
(Ve her kim) böyle (bir hayri tatavveen) kendisine vâcip olmasa dahi sırf (Allah rızâsı için yaparsa) pek çok sevâba, mükâfata nâil olur. Zira, (şüphe yok ki Allah Teâlâ şâkirdir) kullarını güzel amellerinden dolayı sevaba nâil buyurur. (Alimdir) her şeyi hakkıyla bilir. Herkese niyetine, ihlasına göre mükâfat ve cezâ verir.
§ Sefa ve Merve: Kâbe’i Muazzamanın hemen bir tarafında bulunan iki tepeden ibarettir. Bunlar bir cadde ile biri birine bağlıdır. Sefa tarafından başlanıp 4 defa Merveye, 3 defa da Merve tarafından Sefaya gidip gelmek biz Hanefilerce bir vaciptir.
Bunlar Beytullahı tavaftan sonra yapılır. Bu, İmamı Ahmete göre sünnettir. İmamı Mâlik ile imami Şâfiye göre de farzdır. Haccın erkânından sayılmıştır. Vaktiyle Sefa ile Mervede birer put vardı. Müşrikler bunları ziyâret ederlerdi. İslâmiyet hâkim olunca o iki put kırılmış, atılmış, o iki mübârek makam bunlardan temizlenmişti.
Bununla beraber bâzı müslümanlar, bu putların böyle vaktiyle bulunmuş olduğundan dolayı bu iki makam arasında gidip gelmeden çekinmişlerdi. Bu âyeti kerime ise böyle bir çekinmeye lüzum olmadığını beyan buyurmuştur.
§ Rasûli Ekrem Hazretleri Hudeybiye anlaşması gereğince hicretin 7. senesi Medine-i Münevvereden Mekke-i Mükerremeye gitmiş, iki bin kadar eshabı kiramı ile Beytullahı ziyaret etmiş ve Sefa ile Merve arasında eshabı kiramın kuvvet ve yiğitliğini göstermek için süratle gidip gelmişlerdi.
Buna “Say denilir. Bu say, bu hareket tarzı Yüce Yaratıcıya saygıyı, İhtiyaçları arz için Beytullahın mübârek kapısı önünde bir şevk ve heyecan ile tekrar tekrar gidip gelerek ilâhî rahmeti beklemenin bir sembolü yerinde bulunmuştur.
§ Hac: Lûgatte tazim edilecek makamları ve diğer yerleri ziyaret kasdinde bulunmaktır. Şeri Şerifte Arafat denilen yerde belirli vakitte bir miktar durmaktan, sonra da gidip Kâbe-i Muazzamayı tavaf suretiyle ziyaret etmekten ibarettir ki, şartlarını taşıyanlar için bu ziyaret bir defaya mahsus olmak üzere farzdır.
Sonra tekrar ziyâret etmek tatavvû, nâfile kabilinden olup sevâba vesîle olan bir ibâdettir. Haç eden zata “Hacı” denir. Ûmre ise lûgatte ziyâret mânasınadır. İstilâhta Kâbe-i Muazzamayı tavaftan ve Sefa ile Merve arasında gidip gelmekten ibârettir. Bunun belirli bir zamanı yoktur. Ve bunun için Arafatta bulunmak lâzım değildir. Bu bir sünneti müekkededir. .Bunu yapan zata “mutemir” denilir.
159. O kimseler ki bizim indirmiş olduğumuz açık delilleri ve hidâyeti İnsanlara açıkça beyan etmiş olduğumuzdan sonra saklarlar, muhakkak onlara Allah Teâlâ lânet eder. Ve onlara lânet ediciler de lânette bulunurlar.
159. Bu âyeti kerime, Peygamberimizin mübârek vasıflarını, İslâmiyetin doğruluğunu, kitaplarında görüp okumuş olan bir takım Yahudi âlimleri hakkında nâzil olmuştur. Ensardan bâzıları, Rasûli Ekrem Efendimizin Tevrat’ta yazılı olan vasıflarını Yahudi bilginlerinden sormuşlar. Onlar ise bunu bile bile saklayıp beyan etmemişlerdi. İşte bu gibi hareketlerin çirkinliğini beyan için şöyle buyruluyor:
(O kimseler ki, bizim indirmiş olduğumuz açık delilleri) recm âyeti gibi, son peygamberin vasıfları gibi şeyleri (ve hidâyeti) o peygambere imâna, ona tâbi olmanın gereğine dalâlet eden mucizeleri biz Tevrat’ta ve diğer semavî kitaplarda (İnsanlara açıkça beyan etmiş olduğumuzdan sonra) bir kıskançlık, bir inâdî küfür eseri olarak (saklarlar) halka bildirmezler. İşte (muhakkak onlara Allah Teâlâ lânet eder.)
Onlarırahmetinden ebediyyen mahrum bırakır. (Ve onlara iânet ediciler de lânette bulunurlar.) Onlara lânet etmesini Cenab’ı Haktan dilerler. Bu lânet okuyanlar, bütün insan ve cinlerin mü’minleridir, veyahut kendilerine mahsus birer lisan ile bütün mahlukattır.
§ Bu ilâhî beyan: Naslara dayalı ve onlardan çıkarılmış olan dinî ilimlerin saklanılmayıp lüzumuna göre açıklanmasını ve ilâm edilmesini icap etmektedir.
160. Ancak tövbe edenler, islâhta bulunanlar ve açıklayanlar müstesna. İşte ben onların tövbelerini kabul ederim. Ve tevbeyi çokça kabul eden, esirgeyen ancak benim.
160. Bu âyeti kerime de, tevbe ve istiğfar edenlere rahmet ve mağfiret kapılarının açık bulunduğunu müjdelemektedir. Şöyle ki, küfür ve isyanlarından dolayı (tövbe edenleri ve) bozduklarını (islâh eyleyenler ve) kitaplarda gördükleri hakikatleri saklamaktan vaz geçip (beyanda bulunanlar müstesna, işte) onlar lânete hedef olmaktan kurtulurlar. (Ben onların tövbelerînî kabul ederim.)
kendilerini azaptan kurtarırım. (Ve tevbeleri çokça kabul eden, esirgeyen ancak benim.) Bana yönelenlere merhamet ve lûtf um boldur. Artık bütün insanlar durumlarını düzelterek bu ilâhî lütfu elde etmek için koşmalı değil midirler?
161. Muhakkak o kimseler ki kâfir oldular ve onlar kâfir oldukları halde öldüler. İşte Allah Teâlâ’nın lâneti de, meleklerin ve bütün insanların lânetleri de onların üzerinedir.
161. Bu âyeti kerime kimlerin ebedî bir şekilde lânete, cehennem azabına mâruz kalacaklarını şöylece gösteriyor. (O kimseler ki kâfir oldular) Allah Teâlâ’yı onun birliğini ve diğer İman edilecek şeyleri ve bilhassa son peygamberi inkâr ettiler, o büyük peygamberin vasıflarını sakladılar, itiraf etmediler (Ve onlar) böyle (kâfir oldukları halde öldüler.) Daha hayatta iken tevbe edip af dilemediler.
(İşte Allah Teâlâ’nın lânetide) bunların üzerinedir, Cenâb-ı Hak bunları ebediyyen azaba uğratacaktır. (Meleklerin ve bütün insanların lânetleri de onların üzerinedir.) Yarabbi! Bu kâfirleri lâik oldukları azaba kavuştur, Rahmetinden ebediyyen mahrum bırak diye lânet okurlar. İnsanları müminleri o kâfirler için böyle lânet edecekleri gibi kâfirler de yarın âhirette biribirine lânette bulunacaklardır. Çünkü onlar dünyada biri birini aldatarak küfre sevkettikleri için ahirette bu hareketlerinin kötülüğünü görünce biri birine lânet etmeğe başlayacaklardır.
162. Orada ebedî bir halde kalacaklardır. Onlardan azap hafifletilmez ve kendilerine aslâ bakılmaz.
162. Bu âyeti kerime de, lânete hedef olacakların ne fena felâketlere uğrayacaklarını gösteriyor. Şöyle ki; onlar, o lânete uğrayanlar (Orada) cehennemde veya lânet içinde (ebedî olarak kalacaklardır.) Haklarında hiç bir şefaat ve saire kabul edilmiyecektir. (Onlardan azap hafîfleştirilmeyecektir.)
Daima aynı azaba mâruz kalacaklardır. (Ve kendilerine aslâ bakılmayacaktır.) Onların yalvarıp yakarmalarına aslâ iltifat olunmayacaktır. Allah’ım, ne elem verici âkıbet!.. Artık böyle bir lânete, felâkete uğramamak için bir kurtuluş çaresi aramalı değilmidir?
163. Ve sizin ilahınız, bir tek ilahtır. O rahman ve rahim olan Allah’tan başka bir tanrı yoktur.
163. Bu âyeti kerime, bütün insanları bir birlik dairesine dâvet ediyor. Onlara lânetten, azaptan kurtulmanın yolunu gösteriyor. Evet buyrulmuş oluyor ki: Ey insanlar! Uyanınız. Öyle fânî, yaratılmış şeylere tapmayınız. Onları mabut edinmeyiniz. (ve) biliniz ki (sizin ilahınız) Yaratıcınız, mabudunuz (bir tek ilahtır.) Bir benzeri, ortağı olmayan Yüce Allah’tır, hepiniz onun kullarısınız. (Ondan başka) hakikî (bir ilâh yoktur.)
Bütün kainatın yaratıcısı, mabudu yalnız odur. O (rahmandır) kullarını esirgeyen, koruyan, rahmetine erdiren odur. Ve O (râhimdir.) Bütün mahlûkatına en rekik (ince) merhametlerde bulunan onlardan tövbe edenlere kusurlarını af edip bağışlayan ancak odur. Artık yalnız ona yönelmeli, ondan aflar, keremler niyaz etmeli değil midir?
164. Şüphe yok ki göklerin ve yerin yaradılışında, gece ile gündüzün birbirini takibinde. İnsanlara faydalı olan şeyler ile denizde akıp giden gemilerde ve Allah’ın semadan indirip onunla yeryüzüne ölümünden sonra hayat verdiği suda ve yeryüzünde her nevi hayat sahibi mahlukatı yaymasında, rüzgârların değiştirilmesinde ve gök ile yer arasında emre hazır olan bulutta düşünen bir kavm için elbette nice alâmetler vardır.
164. Bu âyeti kerime de, Cenâb-ı Hakkın varlığını, birliğini, kudret ve azametini gösteren yaratılış hârikalarını insanlığın dikkat nazarına takdim ediyor. Evet…. buyruluyor ki: Ey insanlar! Bir kere gözünüzü açın da güzelce bir düşününüz. (Şüphe yok ki göklerin ve yerin yaradılışında) büyük alâmetler, hakkın varlığına büyük delâletler vardır. O muazzam sema kubbeleri, nedir? Şu üzerinde yaşadığımız güzel, pek hoş yer küresi ne kadar lâtiftir? (Gece ile gündüzün birbirini takibinde) de ne kadar âyetler, alâmetler vardır.
Bunlar ne kadar muntazam şekilde biri birini takip eder dururlar. Eğer böyle bir uyum ve intizam bulunmasa yer yüzünde yaşamak kabul olabilir miydi?.. (İnsanlara faydalı olan şeyler ile denizde yürüyen gemilerde) de ilâhî şefkate ne büyük dalâletler vardır. Eğer Cenâb-ı Hak havayı, suları ve diğer kuvvetleri İnsanlara hizmetçi kılmasa idi, deniz vasıtaları ile bir çok iktisadî, içtimaî faydaları elde edebilirler miydi?
Uçakların insanlara hizmeti de bu cümleden değil midir? (Ve Allah’ın gökten) hava tabakalarından (İndirip onunla yer yüzüne ölümünden sonra tekrar hayat verdiği sularda) da onun kudretine ve Rab olduğuna ne kadar delilleri mevcuttur. Yer yüzü kış olunca nebatattan, güzel, zengin çiçeklerden mahrum kalır. Adeta ölmüş, lâtif bir hayattan mahrum kalmış bulunur. Fakat, sonra bahar olur, havadan lâtif, leziz yağmurlar yağmağa başlar, yer yüzüne yeniden bir güzellik, bir tazelik bahşeder.
Yine Allah Teâlâ’nın (yer yüzünde her türlü hayvanatı) hayat sahibi olan mahlûkatı (yaymasında) da nice âyetler vardır. Ne kadar muhtelif, hayat sahibi İnsanlar, aslanlar, atlar, mandalar, kuşlar ve saire vardır. Bütün bunların varlığı hikmet sahibi bir yaratıcının varlığına birer kesin delil değil midir? Aynı şekilde (rüzgârların) vakit vakit (değiştirilmesinde) de Yaratıcımızın varlığına büyük şahadetlervardır.
Bu rüzgârlar Doğu, Batı, Güney, Kuzey kısımlarına ayrılmıştır. Bunlar nefislere rahat ve kuvvet verdikleri için “rih” namını almışlardır. Çoğulu “riyâh” dır. (Ve yer ile gök arasında emre hazır olan bulutta) da hakkın varlığına, kudret ve hikmetine dalâlet eden nice alâmetler vardır. Bu bulutlar güzel, rengârenk bir şekilde görülür. Leziz, şeffaf suları taşırlar. Vakit vakit yükselir alçalır, yer yüzüne serinlik verir, faydalı yağmurlar yağdırırlar. Bütün bunlar Cenâb-ı Hakkın emrine tâbi, onun yarattığı birer eserdir.
Artık bunlarda şüphe yok ki (aklını güzel kullanan bir kavim için bir çok alâmetler vardır.) Bütün bunlar öyle kendi kendine var olan, bir tesadüf eseri olarak bu kadar hikmetli ve faydalı bulunan şeyler değildir. Hiç bir akıl sahibi bu kanaatle olamaz. Artık bütün bu yaratılış harikalar! bir hikmet sahibi Yaratıcının varlığına, azamet ve kudretine birer parlak delil değil de nedir? Olanlar feyziyabı İntibah aşan kudretten Alırlar hisset ibret temaşai tabiattan.
§ Vaktiyle Kureyş müşrikleri, Peygamber Efendimize müracaat ederek: Ya Muhammed!.. -Aleyhisselâm- Sen mabudunun vasfını bize anlat demişler. Bunun üzerine
= İlahınız bir tek Allah’tır, âyeti kerimesi nâzil olmuştur. Bu müşriklerin 360 putları vardı. Böyle bir mabut nasıl olur? diye taaccüp etmişler, Hz. Peygamber’den bu Allah’ın birliği iddiasında sâdık olduğuna dair kendisinden bir âyet, bir alâmet istemişlerdi.
Bunun üzerine bu âyeti kerime nâzil olmuş Cenâb-ı Hakkın varlığına, birliğine delâlet ve şahadet eden bu kainata onların nazarı dikkatleri çekilmiştir. Artık şüphe yok ki aklını, fikrini, muhakemesini kaybetmeyen bir insan bu yaratılış hârikalarını güzelce seyr edince Cenâb-ı Hakkın varlığında, birliğinde aslâ şüphe edemez. Yazık ki akılların!, düşüncelerini suistimal eden bir çok kimseler de bulunmaktadır. Cenâb-ı Hak uyanma nasip etsin!
165. Ve insanlardan öyleleri vardır ki Allah’tan başkalarını Allah’a denk tanrılar ederler. Onları Allah’ı sever gibi severler. Mü’minlerin ise Allah Teâlâ’ya muhabbetleri daha ziyadedir. Eğer zulüm edenler azabıgörecekleri zaman bütün kuvvetin Allah’a mahsus olduğunu ve hakikaten Allah’ın azabının şiddetli bulunduğunu görüp anlasalar ne kadar nadim ve pişman olacaklardır.
165. Bu âyeti kerime Cenâb-ı Hakka ortak koşan ve başka şeyleri ona denk tutanların aklî muhakemeden ne kadar mahrum olup bilahara ne kadar pişmanlık ve felâkete mâruz olacaklarını göstermektedir. Buyrulmuş oluyor ki: (Ve insanlardan öyle) müşrik (kimseler vardır ki Allah’tan başkalarını) bir takım putları, Nemrut ve Firavn gibi bir takım şahısları (Allah’a emsal) Yaratıcılıkta, mabud oluşta Cenâb-ı Hakka ortak, denk (sayarlar.)
Onlara da tapınır dururlar. (Onları Allah’ı sever gibi severler.) Kendilerine muhabbet ve hürmet gösterirler. Fakat (müminlerin ise Allah Teâlâ’ya muhabbetleri daha zîyadedîr.) Çünkü mü’minlerin muhabbetleri bir yüce Yaratıcıya tam bir samimiyet ve kanaatle olur. Mü’minler hiç bir kimseyi hiç bir şeyi Cenâb-ı Hakkı sevdikleri kadar sevmezler. Başkalarını sevmeleri de yine Cenâb-ı Hakkın rızası ve müsaadesiyledir. Müşriklerin muhabbetleri ise putlara bölünmüştür. Samimiyetten uzaktır.
Çabuk yok olur, vakit vakit taptıkları putları parçalayarak yerlerine başka putları getirip onlara muhabbet gösterirler. Hattâ Nemrut, Firavun gibi bâzı zâlimleri sırf dünyevî bir menfaat düşüncesiyle mabut derecesine yükselterek kendilerine tapınırlar. Bütün bu tapınışlar, kendileri için büyük felâketlere sebep olacaktır. Bu müşrikler; nefislerine zulmetmiş, kendilerini ilâhî azaba mâruz bırakmışlardır da haberleri yok.
(Eğer) bu (zulmedenler, ahiret azabını görecekleri zaman) başlarına gelip de (bütün kuvvetin) ve galibiyetin (Hak Teâlâ’ya mahsus olduğunu ve hikakaten Cenab’ı Allah’ın azabı şiddetli bulunduğunu görüp anlasalar) ne kadar nâdim ve pişman olacaklardır. Ne yazık ki pişmanlık fayda vermez. Bir fâide bahşeder mi heyhat! Vaktında yapılmayan nedamet. Vaktinde yapılmayan pişmanlık bir fayda sağlar mı? Çok uzak!
166. O vakit o kendilerine uyulmuş kimseler o uyan şahıslardan uzaklaşacaklar ve azabı görmüş olacaklar. Ve aralarındaki bağlar kesilmiş bulunacaktır.
166. Bu âyeti kerime, müşriklerin mabut edindikleri kimselerin ahirette alacakları vaziyeti beyan buyuruyor. Şöyle ki: (O vakit) o kıyamet günü, cehennem ateşine mâruz bulunacakları zaman (o kendilerine uyulmuş) mabut edilmiş (kimseler) korku ve heyecan içinde kalacak, mabut edinildiklerinden dolayı daha ziyade azaba giriftar olacaklarından korkarak (o) kendilerine (uyan) kendilerini mabud edinerek tapınan (şahıslardan uzak olduklarını söyleyeceklerdir.)
Bizim bunlar ile bir alâkamız yoktur, biz bunlara böyle tapınmayı emretmedik diyeceklerdir. (Ve) bunların hepsi de (azabı) cehennem ateşini (görmüş) içine düşmüş (olacaklar ve aralarındaki münasebetler) alâkalar, yakınlıklar, muhabbetler, (kesilmiş) parçalanmış, darmadağın olmuş (bulunacaktır.) Her biri kendi amelinin cezasına kavuşmuş, biri birine fayda verecek bir durumda bulunmayacaklardır. İşte Cenâb-ı Hakkı bırakıp, mahlukata tapanların ebedî cezası!
167. Ve o uyanlar diyeceklerdir ki: Eğer bizim için bir kere dünyayadönüş olsa biz de onlardan uzaklaşırız, onlar bizden uzaklaştıkları gibi. İşte Allah Teâlâ onlar amellerini üzerlerine pişmanlıklar halinde gösterecektir. Ve onlar ateşten çıkacak kimseler de değildir.
167. Bu âyeti kerime de Cenâb-ı Haktan başkasını mabud edinenlerin ahiretteki pişmanlıklarını ve dünyadaki amellerinin kendilerine fayda vermeyeceğini bildirmektedir. Şöyle ki: (Ve) o kıyamet günü (o uyanlar), dünyada Cenâb-ı Hakka ortak koşmuş olanlar, o putlara tapınanlar (diyeceklerdir ki eğer bizim için) dünyada (bir kere) daha (dönüş olsa biz de onlardan) o mabut edindiğimiz halde bizden kaçınan putlardan, şahıslardan (uzaklaşırız) Onlar ile alâkamız yoktur der, kendilerini reddeyleriz.
(Onlar bizden uzaklaştıkları gibi.) Fakat artık bu uzaklaşmanın ne faydası vardır? Teklif âlemi olan dünyada bunu düşünüp bilmeli değil miydiler? (İşte Allah Teâlâ) ahiret âleminde (onlara) o müşriklere dünyadaki o mahlukata tapmayı (amellerini üzerlerine yıkılmış hasretler) nedametler, pişmanlıklar (halinde gösterecektir. Ve) onlar Cenâb-ı Hakka ortak koşup bâtıl şeylere muhabbet ve bağlılıkta bulunmuş oldukları için (cehennem ateşinden çıkacak kimseler de değildirler.)
Bütün bunlar, Allah’tan başkasına tapmanın, meşru şekilde muhabbetten, ibâdet ve itaatten mahrum bulunmanın bir cezasıdır. Artık uyanmalı, yalnız Cenâb-ı Hakka tapmalı, onun rızasına muvafık muhabbetlerde bulunmalıdır.
“Ya ölür, ya ayrılır, ya terkeder”
“Herki haktan gayri yar oldu sana”
168. Ey insanlar! Yeryüzündeki şeylerden helâl, tertemiz olanlarını yiyiniz. Ve şeytanın adımlarına tâbi olmayınız. Şüphe yok ki o sizin için pek açık bir düşmandır.
168. Bu âyeti kerime, bütün insanlığa takip edecekleri selâmet yolunu gösteriyor. Şöyle ki: Müşrikler bir takım cahil kimseler hiç bir şer’î delile dayanmaksızın bir takım şeylerin helâl, bir takım şeylerin de haram olduğunu söylerler. Bunların bu sözlerine iltifat edilmesi aslâ câiz değildir.
Dinimiz bize helâl olan şeyleri de, haram olan şeyleri de bildirmiştir. Bizim harekât rehberimiz, ancak İslâmî hükümlerdir, İşte buna işareten buyruluyor ki: (Ey insanlar! Yer yüzündeki şeylerden) şer’en (helâl, tertemiz olanlarını yiyiniz.)
O nîmetlerden istifâde edip bunları size veren Yaratıcınıza teşekkürde, kullukta bulununuz. (Ve şeytanın) sizi aldatmaya çalışan dinsiz, imânsız, ahlâksız kimselerin (adımlarına tâbi olmayınız.) Onlara uyup arkalarından gitmeyiniz. (Muhakkak ki o) şeytan ve emsali (sizin için apaçık bir düşmandır.) Sizin hakkınızda aslâ hayır istemezler. Size doğru bir yolu göstermez. Artık akıllı olan bir insan, mukaddes dininin emirlerini, yasaklarını bırakır da böyle din düşmanlarının sözlerine tavsiyelerine iltifat eder mi?
169. O sözlere ancak çirkin, pek murdar şeyleri emreder. Ve Allah’a karşı bilmedikleriniz şeyleri söylemenizi emreder.
169. Bu âyeti kerime de şeytanların, insanları ne kadar aldatmaya çalıştıklarını bildiriyor, Şöyle ki: Ey insanlar!.. (O) lânetli şeytan (sizlere) doğru, hayır isteyerek bir şey söylemez. (Ancak çirkin, fuhşiyattan ibaret şeyler ile emreder.) Bunları yaldızlayarak sizlerekabul ettirmek ister.
(Allah Teâlâ hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi) emreder. Helâl olan şeyleri haram, haram olan şeyleri helâl görmenizi, putlara, insanlara tapmanızı ister, dinen malûm, var olmayan şeyleri size kabul ettirmek arzu eyler. Artık ey insanlar! Dostunuzu, düşmanınızı iyice bilip tanıyınız, sizin mukaddes dininize, mübârek vazîfelerinize mâni olacak şeytan tabiatîi kimselerin, aldatmalarına aslâ kapılmayınız. Onların yanlış yollarına aslâ gitmeyin. Sizler için bundan başka selâmet ve saadet çaresi yoktur.
170. Ve onlara Allah’ın indirdiğine uyun, denildiği zaman, dediler ki: Hayır biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız. Ataları bir şeye akıl erdirememiş, doğru bir yola gitmemiş oldukları halde de mi?, onlara uyacaklar.
170. Bu âyeti kerime, bir takım insanların hurafelere tâbi, akıllıca düşünmek duygusundan uzak olduklarını bildiriyor.
Şöyle ki: (Ve onlara) o Allah’tan başkasını Allah’a denk tutan müşriklere (Allah’ın indirmiş olduğu Kur’an’a uyun) bildirdiği şekilde Cenâb-ı Hakkı birleyin ve takdiste bulunun (denildiği vakit) onlar (dediler ki: Öyle değil, biz atlarımızı üzerinde bulduğumuz şeye tâbi oluruz) onlar gibi putlara taparız. Behair, Sevaip denilen hayvanların haram olduğu kanaatini taşıyıp etlerinden yemeyiz. Ata ve ecdadımız böyle yaparlardı. Onlar bizden daha hayırlı, daha bilgili idiler. Çok uzak!…
Bu bir kuru iddia. Küfr ve şirk içinde yaşamış olanlar, hiç insan için alınacak güzel örnek olabilir mi?. Tarihî şeyler, makul, faydalı, meşru olursa o zaman onlara kıymet ve ehemmiyet verilir. Yoksa zararlı, makul olmayan şeyleri taklit nasıl muvafık olabilir?.
(Artık) o müşrikler (ataları bir şeye akıl erdirememiş) dinî işleri anlayamamış (doğru bir yola gitmemiş) peygamberlerin göstermiş oldukları hidayet yolunu takip etmemiş (oldukları haldede mi?.) Onlara tâbi olacaklar ve onları alınacak örnek sayacaklar. Bu ne kadar cahilce bir hareket!.
“Mizana vur görüştüğün ahbabı el hazar”
“Rehber tasavvur eylediğin rehzen olmasın”
“Görüştüğün dostları teraziye vur,”
“Sakın, kılavuz sandığın, yol kesen olmasın”
171. Ve kâfirlerin durumu, o hayvanların durumu gibidir ki, çağırmadan, bağırmadan başka bir şey işitmeksizin haykırır durur. Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Artık onlar düşünemezler.
171. Bu âyeti kerime de bir kısım insanların hayvanî bir hayat yaşayıp hak ve hakikati anlamak kabîliyetinden mahrum olduklarını şöylece gösteriyor:
(O kâfir) putlara ibâdette devamlı (olanların durumu) sıfatları (o hayvanın durumu gibidir ki; çağırmadan, bağırmadan başka bir şey işitmeksizin) anlamaksızın mânâsız boşyere (haykırır durur.) İşte bu kâfirlerin o bâtıl putperestçe sözleri de böyle boş, mânâsız bir dâvadan, bir gürültüden başka değildir. Velhâsıl bunların hepsi de (sağırdırlar) hak sözü işitmezler. (dilsizdirler) hayırlı bir şey, hak dine muvafık bir söz söylemezler. (Kördürler) hidayet yolunu görüp takip etmezler.
Artık bunların sözlerinin mânen ne kıymeti vardır? Bu âyeti kerime şöyle de yorumlanabilir. O inkârcıların durumu, ohayvanın durumu gibidir ki, ona çobanı bağırır, o hayvan ise kuru bir sesten, bir çağırmadan başka bir şey duyup anlamaz. O İnkarcılar da kendilerini hidâyete dâvet edenlerin seslerini işitir dururlar. Fakat onların mânasını düşünmezler, anlamazlar, kabule yanaşmazlar.
Yahut: O müşriklerin bir takım anlayış ve idrakten mahrum putlara tapınıp durmalarının durumu, bir çobanın hayvanlara karşı bağırıp çağırması gibidir ki, o hayvanlar bu kuru sesten, bu çağırmadan başka bir şey işitip anlamazlar. İşte o putlar da böyle bir şey anlayıp idrak etmekten büsbütün mahrumdurlar. Artık onlara yalvarmanın, onlara tapınmanın ne faydası olabilir. Onlar adına bâzı şeylerin helâl, bazı şeylerin haram, yiyilmesi .yasak olduğuna nasıl hükmedilebilir?.
172. Ey iman edenler! Size rızk olarak verdiğimiz şeylerin tertemiz olanlarından yiyiniz ve Allah’a şükür ediniz. Eğer siz ancak ona ibâdette bulunuyorsanız.
172. Bu âyeti kerime, helâl olan şeylerden istifâde ederek bunları ihsan buyuran çokca rızık veren kerem sahibi Yüce Allah’a şükretmemizi emretmektedir. Şöyle ki: (Ey mü’minler!..) Ey İslâmiyet’e nâil olmuş Allah’ın birliğine inanan kullar! (Sizlere rızık olarak verdiğimiz şeylerin temiz olanlarından) her bakımdan helâl, tertemiz bulunanlarından (yiyiniz.) Ve bu nîmetlerin kadrini biliniz.
(Ve) bunlardan dolayı (Allah Teâlâ’ya şükrediniz.) Onun ne cömert bir nimet verici olduğunu düşününüz. (Eğer siz hakikaten ona ibâdette) kulluk göstermede (bulunuyorsanız.) Bunun tersine hareket, meselâ helâl ve haram nedir bilmemek, Cenâb-ı Hakkın nimetlerine şükretmemek ise kulluğa aykırıdır. Maddî mânevî sorumluluğu gerektirir. Artık uyanık bulunmalı.
173. O sizlere ancak ölmüş olanları, akar kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası adına boğazlananı haram kılmıştır. Sonra kim çaresiz bir halde kalır da saldırgan ve mütecaviz olmamak üzere bunlardan istifade ederse kendisine bir günah tereddüp etmez. Şüphe yok ki Allah; gafurdur, râhimdir.
173. Bu âyeti kerime de haram olan şeyleri özet olarak beyan etmektedir. Şöyle buyruluyor ki: (O) Yüce Yaratıcı, ey insanlar!. (Sizlere ancak ölmüş olanları) yani: Boğazlanması lâzım gelirken boğazlanmayıp kendi kendine ölen hayvan etlerini ve (akan kanı) hayvanlardan akıp dışarıya dökülen kanları ve (domuz etini) o hayvanın boğazlanmış olsun ve olmasın bütün parçalarını (ve Allah’tan başkası adına boğazlananı) her hangi bir mahlûka saygı için onun adına kesilip Cenab’ı Hakkın rızâsı aranmadan, mukaddes adı anılmaksızın boğazlanan kurbanları (haranı kılmıştır). Bunlar yiyilemez, bunlardan istifade caiz olmaz, bunların insanlara maddî ve mânevî yönden zararları vardır. Ancak bazı haller müstesna.
Şöyle ki: (Her kim çaresiz bir halde kalır da) hayatını kurtarmak için bunlardan başka bir şey bulamazsa (bağı) başkasının üzerine saldırıcı veya helâl olan miktarı tecavüz edici olmaksızın (ve müteaddi) yol kesicilik gibi bir surette tecavüzde bulunmaksızın veya hayatını kurtaracak miktardan fazlasını almaksızın o yasak olan domuz eti ve saireden bir miktar alırsa (üzerine bir günah gelmiş olmaz.) Mazur görülür.(Şüphe yok ki Allah Teâlâ çok bağışlayandır) böyle çaresiz bir kulunu mes’ul tutmaz.
(Pek merhametlidir) rahmeti ilâhîyesi sonsuzdur. Bunun içindir ki bu hususta kullarına ruhsat vermiştir. Bu âyeti kerimeden anlaşılan bir kaç mesele.
(1): Bir insan, son derece aç kalıp başka helâl bir şey bulamadığı takdirde domuz eti gibi haram olan bir şeyden yalnız hayatını kurtaracak bir miktar yemesi helâl olur ve lâzım gelir. Eğer bunu yemez de açlıktan ölürse bir nevi intahar etmiş olacağından Allah katında mesul bulunur. Bunun aksine böyle bir halde ihtiyacından fazla yediği takdirde de İmamı Azam’a göre yine mesul olur. İmamı Mâlik ile İmamı Şâfiye göre bundan doyuncaya kadar da yiyebilir.
(2): Boğazlanma meselesinden balıklar müstesnadır. Şöyle ki: Deniz içinde tutulan balıklar daha kesilmeden ölürler. Bunların etleri yiyilebilir. Ancak kendi kendine ölüp te su üstüne çıkmış bulunan balıklar yiyilemez. Bunlar leş hükmündedirler.
(3): Aç kalan bir kimse, kendi canını kurtarmak için yol kesiciliğe çıkıp ona buna saldıramaz ve kendisi gibi muhtaç olan bir şahsın hayatını kurtaracak kadar elinde bulunan bir gidasına tecavüz edemez. Ancak böyle bir tecavüz bulunmaksızın başkasına ait bir maldan bilahara imkân bulunduğunda ödemek üzere hayatını kurtaracak kadar bir şey alabilir.
(4): Eti yiyilecek bir hayvan, Allah rızası için Allah’ın adı anılarak kurban edilince eti helâl olur. İsterse sevâbı bir zata bağışlanmak veya bir zatın gelmesinden dolayı Cenâb-ı Hakka şükretmek için olsun. Fakat… Başkasının adına sırf ona saygı için kesilen bir hayvanın eti helâl olmaz. Müşriklerin putları adına kestikleri kurbanlar gibi.
174. Muhakkak o kimseler ki. Allah’ın kitaptan indirmiş olduğunu gizlerler ve bunun karşılığında az bir bedel alırlar. İşte onlar karınlarında ateşten başka bir şey yemezler. Ve Allah onlar ile kıyamet gününde konuşmaz ve onları temize çıkarmaz ve onlar için elim bir azap vardır.
174. Bu âyeti kerime hakkı gizleyenlerin korkunç akıbetine şöylece işaret ediyor: (Şüphesiz o kimseler) o müşrikler, o inkarcılar (ki Allah Teâlâ’nın) peygamberlerine (İndirdiği kitaptan) bâzılarını veya bâzı hükümleri (gizlerler) bu cümleden olarak son peygamber Hz. Muhammed’in Tevratta ve diğer kitaplarda yazılı vasıflarını, soranlara söylemeyip saklarlar (ve bunun) bu saklamanın (karşılığında az bir bedel) bir rüşvet, bir yenilecek şey (alırlar) bunlar kendi mânevî hayatlarını mahvetmiş olurlar da haberleri bile olmaz.
Evet… (İşte onlar karınlan dolusunca ateşten başka bir şey yemiş olmazlar.) Kendilerini ebedî olarak cehennem ateşine atmış olurlar. (Ve Allah Teâlâ onlar ile kıyamet gününde) rahmet ve mağfiret ile (konuşmaz.) Onların hakkında yalnız ilâhî ceza ve azap tecelli eder, daima ilâhî gazaba mâruz bulunurlar. (Ve) Allah Teâlâ (onları temize de çıkarmaz.) Küfür ve günah pisliğinden onları aslâ temizlemez. (Ve onlar için pek elim verici bir azap vardır.) Bundan artık kurtulamıyacaklardır.
175. Onlar o kimselerdir ki, hidâyet karşılığında dalâleti, mağfiretkarşılığında azabı satın almışlardır. Onları ateşe karşı bu kadar sabırlı kılan nedir?
175. Bu âyeti kerime de inkârcıların durumunun kötü olduğunu bildiriyor. Şöyle ki: (onlar) o hakkı gizleyen ve ona âdî, fânî, şeyler karşılığında satan beyinsiz kimseler yok mu? (Öyle kimselerdir ki, hidâyet karşılığında dalâleti, mağfiret karşılığında azâbı satın almışlar) böyle ebedî zararlarına, felâketlerine sebep olan bir değişiklikte bulunmuşlar (dır.) Bu ne cahilce, zalimce bir hareket (Onlar ateşe karşı ne kadar sabırlı?) Heyhat!. Ateşi bir kere gördüler mi, artık sabretmeleri düşünülebilir mi? Ne taaccüp edilecek bir hal!.
176. Bu azap onun içindir ki: Allah Teâlâ şüphesiz kitabını hak olarak indirmiştir. Artık bunu gizleyen ve tekzip edenler azaba lâyık olmazlar mı? Ve şüphe yok ki Allah’ın Kitabında ihtilâfa düşenler pek uzak bir ayrılık içindedirler.
176. Bu âyeti kerime de inkârcıların azaba lâyık olmalarının başlıca sebebini şöylece gösteriyor: (Şu) inkârcıların ateşe atılmaları (şunun içindir ki. Allah Teâlâ kitabını şüphesiz hak üzere indirmiştir.) O inkarcılar ise bunu saklamış, inkâr etmişlerdir.
Artık ebedî azaba lâyık olmuş değil midirler? (Ve şüphe yok ki Allah’ın Kitabında ihtilâf edenler) bazılarını kabul, bazılarını inkâr eyleyenler, bâzı hükümlerini kabul, bâzılarını da red eden ve gizleyenler (haktan pek uzak bir ihtilâf) bir nifak ve ayrılık (İçindedirler.) Binaenaleyh bunlar ateşte ebedî kalıcılardır. Bunlar için kurtuluş ümidi yoktur. Meğer ki daha dünyada iken fikirlerini değiştirip inançlarını düzelterek hakkın kitaplarını tasdik, kutsî hükümlerini kabul edip yüceltsinler.
177. İyilik takva yüzlerinizi Doğu ve Batı tarafına çevirmeniz değildir. Fakat, İyilik, o kimsenin iyiliğidir ki: Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere iman etmiş olur. Ve malını seve seve akrabalara, yetimlere, yoksullara, yolculara, dilenenlere verir. Ve köleleri azat etmek hususunda sarfeder. Ve namazını kılar, zekâtını verir. Bir de anlaşma yaptıkları zaman ahidlerini yerine getirirler ve ihtiyaç, hastalık ve şiddetli savaş hallerinde de sabırlı bulunurlar. İşte sadık olanlar onlardır. Takva sahibi olanlar da onlardan ibarettir.
177. Bu âyeti kerime, itikade, ibâdetlere, ahlâka dâir başlıca vazîfelerimizi İçine alan, bütün insanî değerleri açıkça ve işâret yoluyla kapsamaktadır. Kâbe tarafına dönülmesine itiraz edenlere de en güzel cevabı vermektedir. Şöyle buyuruluyor ki: (İyilik) iyilik, hayır, ibâdet takvâ (yüzlerinizi) ibâdet esnasında (Doğr ve) ya (Batı tarafına çevirmeniz değildir.)
Bütün yönler haddi zatında birdir, Cenâb-ı Hak ise yönlerden uzaktır. (Lâkin bir) takvâ (o mü’min zatın iyilik ve takvasıdır ki: Allah’a) onun birliğine, ortak ve benzerden uzak olduğuna, bütün kâinatın yegâne Yüce Yaratıcısı olduğuna imân eder. (Ahiret gününe) de imân eder, onun ebedî bir âlem olduğuna, burada cennet ve cehennem bulunduğuna inam. (Meleklere) de inanır, onların erkeklikten, dişilikten uzak, daima ibâdet ve itaatle meşgul, günahlardan korunmuş bulunduklarını bilir, tasdik eder.
(Kitaplara) da (imân) eder, semâvi kitapların Allah tarafından peygamberlere indirilmiş olduğuna imân eder. (Peygamberlere) de (imân etmiş olur.)Onların insanlığı hak dinden haberdar etmek üzere gönderilmiş birer mübârek, mâsum zatlar olduğunu bilir, tasdik eyler. (Ve malını seve seve) veya malına kalben muhabbeti olmakla beraber Allah rızası için fedakârlıkta bulunarak (akrabalara) akrabasından fakir olanlara verir. Babaları ölmüş, bakıma muhtaç (yetim çocuklara) da verir. Şiddetli bir fakirliğe tutulup elinde hiç bir şeyi bulunmayan (yoksullara) da verir.
Yurdundan ayrılmış, yanında bir şeyi bulunmamış olan (yolculara) da verir. Malı olmayıp, kazanmadan âciz bulunan (dîlenenlere) de verir. (Ve) hürriyetlerini kaybedip köle veya câriye bulunan (esirleri azat etmek hususuna) da (sarfeder ve) böyle sadakalarda bulunduğu gibi (namazını kılar) beş vakit namazına devam eder, üzerine farz olan (zekâtını verir, bir de) bu gibi zatlar (muahade yaptıkları) biriyle ahd ve anılaşmada, bir sözleşme ve mukavelede bulundukları (zaman ahdlerini yerîne getirirler.)
Sözlerinde dururlar. (Ve) bu zatlar insanlık icabı (ihtiyaç) içinde kalsalar da (hastalık) gibi bir ârızaya uğrasalar da (ve) yurtlarını, varlıklarını düşmanlarına karşı müdafaa için (şiddetli savaş hallerinde de) takdire râzı olarak ruhî bir metanetle (sabırlı bulunurlar.) Ne büyük faziletleri, (İşte) asıl (doğru sözlü olan onlardır.) Bu fazîletlere sâhip bulunan zatlardır. Asıl (takvâ sâhibi) iyilik ve ihsan sâhibi (olanlar da onlardan ibarettir). Gerçekten de bu vasıflara sâhip zatlar hakkıyla saygıya, örnek edinmeğe lâyıktırlar. Çünkü bu âyeti kerime ile beyan olunan ibâdetleri ve itaatleri, insanî vazifeleri hakkıyla ifaya muvaffak olan zatlar, en yüksek fazilet ve olgunluklar ile vasıflanmış olurlar. Nitekim Peygamberi Alişan Efendimiz:
buyurmuştur. Yani: Her kim bu âyeti kerime ile amel ederse imânını olgunluk derecesine erdirmiş olur. Ne büyük bahtiyarlık.
178. Ey mü’minler! Öldürülenler hakkında sizin üzerinize kısas farz olmuştur. Hür ile hür, köle ile köle, kadın ile kadın kısas edilir. Fakat hangi bir katil için kardeşi tarafından bir şey affedilirse mâruf olan emre ittiba etmeli ve ona da diyeti güzellikle edada bulunmalıdır. Bu Rabbiniz tarafından bir hafifletme ve bir rahmettir. Artık bundan sonra tecavüzde bulunursa onun için elem verici bir azap vardır.
178. Bu âyeti kerime İslâm hukukunun cezâ hususunda ne kadar mutedil, adaletli, eşitliği gözetir olduğunu göstermektedir. Hıristiyanlarca katillerin affedilmeleri bir vecîbe gibidir. Yahûdilerce katillerin affı caiz olmayıp mutlaka katledilmeleri lâzımdır. Vaktiyle bir kısım müşrik kabîleler de çok kere bir şahıs karşılığında birçok şahısları öldürürlerdi. Özellikle eşraftan saydıkları bir maktul karşılığında katilin mensup olduğu bir kabîlenin hayatına kasteder, hepsini öldürmek isterlerdi.
Bütün bunlar ifrat ve tefrittir, adalete, eşitliğe aykırıdır. Binaenaleyh İslâm şeriatı bu hususta hikmet ve menfaata riâyet etmiş büyük bir adalet göstermiş, cemiyet hayatına pek güzel bir intizam ve denge getirmiştir. Evet buyruluyor ki, (Ey İman edenler!.) ey İslâmiyeti kabul edip hükümlerine itaat edenler! (Öldürülenler hakkında üzerinize kısas yazılmıştır) yani başkalarını haksız yere kasden öldürdüğünüz takdirde sizin de öldürülmeniz farz kılınmıştır. Buna ilâhî hüküm lâyik olmuştur. Şöyle ki: (Hür kimse karşılığında, hür, köle karşılığında köle ve kadın karşılığında da) onu katleden (kadın) kısasen öldürülür.
(Fakat hangi bir katil için kardeşi) İnsanlık, dindaşlık veya vatandaşlık gibi bir suretle aralarında bir kardeşlik bulunan ve kısas yaptırmağa selâhiyetli bulunan kimse (tarafından bir şey) meselâ kısas yaparak öldürülmesi veya diyet alınması (affedilirse) bu hususta (mâruf) ahlâken güzel görülmüş (olan emre ittiba etmeli) dir. Artık bundan dolayı başa kakmamalı, kâtilden başka tazmânat vesâire istememelidir.
(Ve ona) da o affeden kısas yaptırmak hakkına sâhip olana da kâtil tarafından verilecek diyet vesaire (güzellikle eda edilmelidir.) Bu hususta müşkilât gösterilmemelidir. İyiliğe karşı İyilikte bulunmalıdır. (Bu) af ile muamelenin, diyet vesâire ile kısastan kurtulmanın şer’en caiz kılınması (Rabbiniz tarafından bir kolaylıktır, bir rahmettir.) Bunu takdir ediniz, böyle insanî, af edici, ahlâkî bir harekette sebat eyleyiniz.
(Artık bundan sonra) böyle af ettikten ve diyet aldıktan sonra (her kim tecavüzde bulunursa) tekrar kısas talep eder veya katili öldürürse (onun için bir elem verici azab vardır.) Dünyada azap görür, cezâya uğrar, ahirette de cehennem azabına lâyık bulunur. Artık bu gibi gayri ahlâkî hareketlerden sakınmalıdır.
§ Kısas; esâsen eşitlik mânasınadır. Bir şeyin benzerini meydana getirmek demektir. Şer’en kısas şartları mevcut olunca katili maktul karşılığında öldürmektir ki buna: “Kısas finnefs” denir. Veyahut yaralanan veya kesilen bir aza karşılığında bunu yapanın da o âzasını yaralamak veya kesmekdir ki buna da: “Fi Kısas Fil uzuv” denir.
§ Kısas icrası için bir takım şartlar vardır. Bu cümleden olarak:
(1): Katil; akıllı, bülûğ çağına ermiş, yaptığı cinayeti kasten isteyerek yapmış olmalıdır. Maktul da öldürülmesini gerektirecek suçtan uzak olmalıdır. Düşmanlardan olmak gibi öldürülmeyi hak etmişbulunmamalıdır.
(2): Katil; kısastan önce cinnet getirmemiş veya ölmemiş veya çocuk ve torunlarından biri maktule varis bulunmamış olmalıdır.
(3): Kendileri lehine kısas yapılanlardan hiç biri katili affetmiş veya katil ile bir bedel üzere sulh olmuş olmamalıdır. Aksi takdirde kısas düşer, diğerlerine diyet verilmesi gerekir.
(4): Katil; maktulün usulünden olmamalıdır. Meselâ babası veya dedesi bulunmamalıdır.
(5): Katil; müslüman veya zımmi olduğu halde maktul düşman veya İslâm dininden dönmüş bulunmamalıdır. Veya katil hür olduğu halde maktul onun kölesi bulunmuş olmamalıdır. Bu durumda hapis ve dövme gibi taziren ceza lâzım gelir.
(6): Katiller birden çok oldukları takdirde her biri kısasa elverişli bulunmalıdır. Meselâ onların içinde bir mecnun veya bir çocuk bulunmuş olursa üzerlerine eşit olarak diyet lâzım gelir. Kısas icra edilemez.
(7): Maktulün varisleri kısas talebinde bulunmalıdırlar. Çünkü bu hak, varislerine aittir.
(8): Maktulün varisi malûm olmalıdır. Meçhul olursa kısas icra edilemez. Çünkü öyle meçhul bir şahsın kısas talep edecek bir varisi bulunmamış olur.
§ Kısasın uygulanış şekli: Bu, yalnız kılıç gibi keskin bir kesici âleti ile, bir silâh ile katilin boynunu kesmek sûretiyle yerine getirilir. İsterse katil maktulü suya veya ateşe atmak sûretiyle veya gözlerini çıkarmak veya parça parça etmek gibi bir suretle öldürmüş olsun.
§ Diyet: Öldürmek veya aza kesmek gibi bir cinâyet sebebiyle o cinayeti yapandan veya onunla beraber âkılesi denilen aşîretinden vesaireden alınıp hakkında cinayet yapılan şahsa veya onun vârislerine verilen maldır ki, bu bir nevî tazminat demektir.
§ Hür bir erkeğin diyeti bin dinar veya on bin şer’î dirhem gümüş veya yüz de ve veya iki yüz sığır veya iki bin koyun veya her biri iki parçadan ibaret olmak üzere iki yüz kat elbisedir. Hür bir kadının diyeti ise bunların yarısıdır. Erkekler ile kadınlar arasında nüfus, İnsanlık, hayat itibâriyle bir eşitlik olduğundan hür bir kadın karşılığında hür bir erkek te kısasen katl edilebilir.
Fakat mal, kazanç itibariyle aralarında eşitlik olamaz. Erkekler daha ziyade üreticidirler. Bu sebeple kadınların diyeti erkeklerin diyetinden noksandır. Kölelerin, cariyelerin diyetleri de kendi kıymetleri miktarında bulunmaktadır. Şu kadar var ki: Kölelerinden birini kıymeti bir hürrün diyeti miktarına eşit veya ondan ziyade olursa hürrün diyetinden on dirhem miktarı noksan verilir. Aynı şekilde bir câriyenin kıymeti de bir hür kadının kıymetine eşit veya ondan ziyâde bulunursa hür kadının diyetinden on dirhem miktarı eksik verilir. Bu, hürriyetin şerefine bir alâmettir.
§ Yaralanan ve kesilen organların diyetine gelince insanlarda eller, ayaklar, gözler, kulaklar gibi çift olan organların diyeti, bir nefsin tam diyetine eşittir. Bunlardan her birinin diyeti de bir nefse mahsus diyetin yarısı kadardır. Meselâ bir kadının gözü cebren çıkarılacak olsa o kadına mahsus diyetin yarısı bu cinayeti yapan şahıs üzerine lâzım gelir. Kirpiklerin, göz kapakları gibi sayıları dört olan âzalardan her birinin diyeti de bir tam diyetin dörtte biri nispetindedir.
Dişlerden her birinin erşi = diyeti de sahibinin tam diyetinin yirmide birine eşittir. Ellerdeki, ayaklardaki parmaklardan her birinin diyeti de bir tam diyetin onda biri miktarıdır. Lisanın ve aklın diyetleri ise birer tam diyettir. Binaenaleyh bir kimse bir hata neticesi olarak bir kimsenin dilini kesse üzerine tam bir diyet lâzım gelir. Bu meseleler hakkında (Hukuk İslâmıye ve Istilâhatı Fıkhıye) unvanlı eserde geniş bilgi vardır.
179. Ve ey akıl sâhipleri! Sizin için kısasta büyük bir hayat vardır. Umulur ki siz öldürmekten sakınırsınız.
179. Bu âyeti kerime kısasın pek büyük bir fayda ve hikmet icabı olduğuna işaret ediyor. Çünkü haksız yere olan öldürmeler en büyük cinâyetlerdir. Bunların kötülüğünden Allah’a sığınmak lâzımdır. Günahsız bir şahsın hayatına kastetmek, içtimai bir heyetin hayatına saldırmak kadar yerilmiştir.
Binaenaleyh böyle bir cinayetin en muvafık cezâsı kısastır. Bu sayede adalet temin edilmiş, cemiyet hayatının nizam ve intizamı korunulmuş olur. Bu bir şahsî cezadır. Bunun yapılması ile büyük gailelerin, çarpışmaların önüne geçilmiş olur. Cahiliye devrinde olduğu gibi bir şahıs karşılığında birçok kimselerin hayatlarına kastedilmiş olmaz. Bununla kâfi derecede gönül rahatlığı hâsıl olur. Heyecanlar giderilmiş bulunur. Bu bir ilâhî ceza olduğundan ruhlar üzerinde güzel bir tesir bırakır.
Bir çok kimselerin katil cinâyetine cüret etmelerine mâni olmuş bulunur. Bunun neticesinde de umumî hayat kurtulur Yurtların asayişi, yaşayışı güvenli bir hale gelir. İşte bunun için buyruluyor ki: (Sizler için kısasta) bu cezânın tatbik edilmesinde büyük bir (hayat vardır.) Medenî, içtimaî hayatın bir intizam ve sükûn dairesinde cereyanı bu cezânın tatbiki sayesinde kabildir. (Ey akıl sâhipleri!) artık düşününüz, bunun faydalarını güzelce mülâhaza ediniz. (Umulur ki) kısasın bu mahiyetini düşünür, öyle bir cezaya uğramaktan korkar da katle cüretten (sakınırsınız.) Ne büyük bir irşadı ilâhî!. Ne müessir bir cezai süphanî!.
.
180. Birinize ölüm yaklaştığı zaman eğer fazla bir mal terk edecekse anasına, babasına ve en yakın akrabalarına uygun bir şekilde vasiyette bulunması farz kılınmıştır. Bu takva sâhipleri üzerine tereddüp eden bir borçtur.
180. Bu âyeti kerime, müslümanlara ebedî hayatlarına yardım edecek olan bir hayri, bir vasiyet vazîfesini telkin buyuruyor. Şöyle ki: Ey müslümanlar! Sizden (birinize ölüm yaklaştığı) ihtiyarlık gibi, hastalık gibi ölüm sebepleri, ârızaları yüz gösterdiği (zaman eğer fazla) sayılacak bir miktarda (bir mal terk edecekse anasına, babasına ve yakın akrabalarına uygun bir şekilde) adâletli bir biçimde zenginin! fakirine tercih etmeksizin ve üçte bir miktarını tecâvüz eylemeksizin(vasiyette bulunması farz kılınmıştır.)
Bu ilâhî emir bir zamana kadar mü’minler için geçerli olmuştur. Bilahara diğer bir âyeti kerime ile kimlere vasiyetin geçerli olacağı beyan buyrulmuş, ana baba gibi vârislere vasiyetin cevazı kayıtlandırılmıştır. Şöyle ki, varisler terekeden zaten birer hisse alacaklardır. Bu sebeple onlara yapılacak vasiyetlerin geçerli olabilmesi için diğer vârislerin rızaları şarttır.
Onlar razı olmadıkça bu vasiyet geçerli olmaz. Fakat başka varis bulunmadığı, yahut bulunup ta bu vasiyete izin verdikleri takdirde yine geçerli olur. Binaenaleyh bu âyeti kerime miraslara ait âyetler ile kısmen nesh edilmiş ve kayıtlandırılmıştır. (Bu) vasiyetin uygulama ve icrası (müttakiler üzerine terettüp eden bir borçtur) artık buna riayet etmelidir.
181. Artık her kim bunu işitip bildikten sonra değiştirirse şüphe yok ki bunun günahı o değiştirenin üzerinedir. Allah Teâlâ muhakkak işitendir, bilendir.
181. Bu âyeti kerime de, vasiyetlere güzelce uyulmasını emretmektedir. Şöyle ki: (Her kim) vasilerden veya şahitlerden hangi bir şahıs (bunu) bu vasiyeti (işittikten) buna muttali olduktan (sonra değiştirirse) aksine iddiaya kalkışırsa (şüphe yok ki bunun) bu değiştirilen vasiyetin (günahı o değiştirenlerin üzerinedir.)
Ölü bundan beridir. Ona bu yüzden bir günah gelmez. (Allah Teâlâ muhakkak işitendir) vasiyet edenin nasıl ve ne vasiyet ettiğini hakkıyla işitmiştir. (bilendir) her şeyi hakkıyla bilir, vasiyeti değiştirme ve bozmayla cüret edenlerin bu hallerini de tamamen bilir. Ona göre cezâsını verir.
182. İmdi her kim vasiyette bulunan kimsenin bir hatasından veya bir günaha girmiş olmasından korkar da aralarını islâh ederse onun üzerine bir günah yoktur. Şüphesiz Allah Teâlâ çok bağışlayan, pek esirgeyendir.
182. Bu âyeti kerime de müslümanlara, hayır dilemelerini, içtimaî hayatlarında görülecek noksanları islaha çalışmalarını emir ve tavsiye buyuruyor.
Şöyle ki: Velilerden, vasilerden (her kim musînin) vasiyette bulunmuş olan şahsın (bir hatasından veya) kasden (bir günaha girmiş olmasından) meselâ varislerden mal kaçırmak gibi bir maksada binaen vasiyette bulunmuş olduğundan (korkar da) vasiyet yapan ile kendilerine vâsîyet yapılanların ve sair alâkadarların (aralarını islâh ederse) bundan dolayı (onun) o ıslah edenin (üzerine bir günah yoktur.)
Çünkî o bozmaya değil, islaha çalışmıştır. (Şüphe yok ki Allah Teâlâ çok bağışlayandır.) Kusurunu bilip islâhî tarafına gidenin günahını affeder ve gizler. Ve Allah Teâlâ pek esirgeyendir. O gibi ıslah eden kulları hakkında rahmet ve yardımı pek çoktur. Bu, âlemi islaha çalışanlar için ilâhî bir vadi ve ilâhî bir lütfa nâiliyeti müjdelemektedir.
§ Vasiyet: Lûgatte emir, bir işi birine ismarlamak demektir, İstilâhta bir malı veya bir menfaati, ölümden sonra kaydıyla bir şahsa veya bir hayır yönüne meccanen bağışlamaktır. Böylece bağışlanan mala “Müşabih” denir. Kendisine böylece bağışlanan şahsa veya hayır yönüne de “Musaleh” denilir.
Bunu böylece teberrüen bağışlayan kimseye de “Musi” adı verilir. Bir kimsenin mallarında, çocuklarınınişlerinde tasarruf etmek üzere görevlendirilen kimseye de “vasi”, “musaileyh” denilir. Bunun taşıdığı sif ata da “vesayet” denilmektedir.
§ Şartları İçerisinde olan bir vasiyet pek faydalıdır. Çok kere insanın öldükten sonra da amel defterinin kapanmayı? ona sevap yazılmasına bir vesiledir, İnsanlık adına yapılan güzel, hayırlı, şefkatlice bir muameledir. Bu bir sadakai câriyedir.
Özellikle dinî vazîfelerinden bazılarını her nasılsa vaktiyle yapamamış olan bir müslümanın yapamadıklarını telâfi için kefaret kabilinden yapacağı bir vasiyet, bir vecibedir ki kendisinin kurtuluşu sebebi olabilir. Bu yüzden bir nice fakirlerin, zayıfların imdadına koşulmuş, duaları alınmış olur. Binaenaleyh vasiyetlerin meşru olmasının hikmeti açıkça görülmektedir. Şu kadar var ki bir kimsenin vasiyette bulunması için fazlaca malı bulunmalıdır. Kendisine vâris olanları verâsetten mahrum bırakmamalıdır.
Rivâyet olunuyor ki; Hz. Ali’nin bir azatlısı vasiyette bulunmak istemiş; Hz. Ali ona sormuş: Ne kadar malın var?. O da demiş ki: Yedi yüz dirhem malım var. Bunun üzerine Hz. Ali ona mâni olarak demiş ki: Cenâb-ı Hak (intereke hayren) buyuruyor.
Bu çok bir mal demektir. Senin bu malın ise çok değildir. Bir kimsenin terekesinin muhtaç olan yakınlarına kalması bunu başkalarına bağışlamasından daha ziyade sevaba vesîledir. Fakat, akrabasını mahrum bırakmadığı halde oldukça fazla olan malının üçte birini vasiyet ederse bu meteberdir.
Ve yerine sarf edilince büyük sevaba vesîle olur. Bu varisler de uymaya mecburdur. Ana, baba veya diğer varislere yapılan vasiyetlere ve üçte bir miktarından fazla olan vasiyete diğer varisler razı olurlarsa bu da geçerli olur.
§ Vasiyetler bir yönden de beş kısma ayrılır. Birincisi: Vacip olan vasîyetlerdir. Emânetleri, borçları sahiplerine vermeğe dâir ve vaktiyle yapılmayan haç, zekât ve kefaretlere ait vasiyetler bu kabildendir. İkincisi: Müstehap vasiyetlerdir.
Borcu ve varisi olmayan bir müslümanın bütün mallarını vasiyet etmesi gibi. Üçüncüsü; mendup olan vasiyetlerdir. Zengin bulunan ilim sâhibi ve iyi durumda olan kimselere yardım için yapılan vasiyetler gibi. Dördüncü mübah olan vasiyetlerdir. Gariplerden veya yabancılardan zengin kimseler vasiyet gibi. Beşincisi de mekruh olan vasiyetlerdir. Fasık, günahkâr kimselere yapılan vasiyet gibi.
183. Ey iman edenler! Oruç sizden evvelkilerin üzerine farz olduğu gibi sizin üzerinize de farz olmuştur. Ta ki sakınabilesiniz.
183. Bu âyeti kerime, orucun pek kadim, mübârek bir fariza olduğunu bildiriyor. Şöyle ki: (Ey müslümanlar! Oruç sizin üzerinize farz olmuştur.) Bu mübârek ibâdet (sizden evvelki) ümmetlerin. Hz. Adem’den itibaren bütün peygamberlerin ve onlara tâbi olan (zatların üzerlerine farz olduğu gibi, sizin üzerinize de farz olmuştur.) Evet… Bu öyle mukaddes bir ibâdettir ki, bununla bütün ümmetler mükellef bulunmuşlardır.
Bununla beraber bu hususta bir külfet hissedilirse bu külfete bütün takva sahibi ümmetler Allah rızasını kazanmak için seve seve katlanmışlardır. Sizler de bu pek feyizli ibâdeti bir şevk ve muhabbetle ifa ediniz. (Ta ki) Allah’ın emrine muhalef etten(sakınabilesiniz). Nefsinizi koruyabilip takva sâhipleri zümresinden olmuş olasınız.
184. Sayılı günler. İmdi sizden her kim hasta olur veya sefer üzere bulunursa tutamadığı günler adedince diğer günler de tutar. Oruca pek zor dayanabilecek kimse üzerine de fidye bir fakir yemeği farzdır. İmdi her kim nâfile olarak bir hayır yaparsa bu kendisi için daha hayırlıdır. Ve eğer oruç tutarsanız sizin için hayırlıdır. Eğer bilirseniz.
184. Bu âyeti kerime de oruç hususundaki ilâhî bir müsâadeyi bizlere bildirmektedir. Şöyle ki: Bu farz olan oruç günleri öyle pek uzun bir müddet değildir. Belki (sayılı günler) dir, bir aydan ibârettir. Başkaca da kolaylık gösterilmiştir. (İmdi sizden her kim) bu oruç günlerinde (hasta olur veya) belirli bir süre (bir sefer üzere bulunursa) oruç tutmayabilir.
Bilahara iyi olunca ve sefere son verip ikamete başlayınca (tutmadığı günler adedince sair günlerde) oruç (tutar.) Bir de (oruca pek zor dayanabilecek bir kimse üzerine de) meselâ: Pek ihtiyar olduğundan veya müzmin bir hastalığın dâimî tesiri altında bulunduğundan dolayı eda ve kaza sûretiyle oruç tutması kendisi için aşırı yorucu bir hal sayılan bir müslüman üzerine de mutlaka oruç tutmak lâzım gelmez.
Onun üzerine (bir fidye = bir fakirin yemeği) farz olmuş olur. Yani her günün orucu için bir fakire bir gününe yetecek kadar sabah ve akşam yemek verir veya onun bedelini verir. (İmdi her kim nâfile olarak) Allah rızâsı için gönül hoşluğu ile nâfile olarak (bir hayır yaparsa) meselâ fidye miktarını artırırsa veya pek ihtiyar olduğu veya hasta bulunduğu halde fazla metanet ve mukavemet göstererek orucu tutar, hem de fidye verirse (bu kendisi için daha hayırlıdır.) Bu yüzden daha çok sevâba nâil olur.
(Ve eğer) ey müslümanlar öyle hastalık halinde veya sefer esnasında tahammül eder de (oruç tutarsanız) bunu tehire bırakmazsanız bu (sizin için hayırlıdır) vaktiyle vazîfenizi yapmış, borcunuzdan kurtulmuş, fazla sevâba nâil olmuş olursunuz. Şüphe yok ki, nimet külfete göredir. Binaenaleyh sizler (eğer) bu hakikati (bilirseniz) orucunuzu bir an evvel tutarsanız, orucun faydalarına nâil olursunuz.
§ Savm, Siyam = Oruç; lûgatta nefsi meylettiği şeylerden imsak etmek, yani o şeyi yapmaktan kendini tutmaktır. Şer’en ise mükellef bir insanın bütün bir gün, yani: Sabahın başlangıcından güneşin batması zamanına kadar nefsini yemekten, İçmekten ve cinsel ilişkiden oruç niyetiyle engellemesidir.
§ Rasûli Ekrem Efendimiz, hicretin İlk yıllarında her aydan üç gün bir de aşure gününde nafile olarak oruç tutulmasını eshabı kiramına tavsiye buyurmuştu. Hicretten bir buçuk sene sonra ise Şaban ayının onuncu gününde ramazanı şerif orucunun farziyyeti beyan olunmuştur.
§ Oruç Hz. Adem’den itibaren bütün ümmetlere tevcih edilmiş bir mübârek ibâdettir. Fakat bilahara Yahudîler ve Hıristiyanlar, mükellef bulunmuş oldukları oruçların günlerini, sayılarını değiştirmiş, şartlarını değiştirmiş, perhiz ve diğer adlar altında uydurma törenler vücude getirmişlerdir.
§ Orucun meşru olmasının hikmeti pek açıktır. Oruç ilâhî bir emirdir. Her ilâhî emir ise bir nice hikmetleri, faydaları cemidir. Binaenaleyhoruç ta dinî, ahlâkî, İçtimaî, sıhhî bir çok faydalan ve meziyetleri içermektedir.
Bu cümleden olarak, oruç tutan bir zat Kerem sahibi mabudunun emrine uymuş olacağından bu sebeple bir nice ilâhî lütfa mazhar olur. Bundan başka nefsine hâkim olmuş, geçici bir mahrumiyete katlanmış hayatın muhtelif cereyanlarına karşıdır erebilecek bir özellik kazanmış bulunur.
Oruç tutan bir zatta rikkat ve merhamet duyguları tecelli eder. Bir takım fakirlerin, yoksulların hallerini düşünür, kendisinde bir kalp yumuşaklığı bir insanlık duygusu meydana gelir. Bununla beraber oruç tutan bir zat, geçici bir mahrumiyete katlanır, bunun neticesinde nâil bulunmuş olduğu nimetlerin kadrini daha iyi anlar, kalbinde daha ziyade şükran hissi parlamağa başlar, diğer dinî vazîfelerini de bir şevk ile ifaya çalışır durur. Velhasıl orucun daha bir nice faydaları vardır. Ne mutlu bu güzel vazifeyi bir şevk ve neşe ile hakkıyla ifa eden müslümanlara.
§ Sefer ve sefer müddeti: Sefer, lûgatte: Her hangi bir mesafeye gitmektir. Buna müsaferet te denir. Mukabili ikamettir. İstilâhta sefer: Mutedil bir yürüyüş ile üç günlük, yani: On sekiz saatlik bir mesafeye gitmek. Mutedil yürüyüş ise yaya yürüyüştür ve kafile arasındaki deve yürüyüşüdür. Denizlerde de yelken gemileri ile havanın itidali muteberdir. İşte bu veçhile on sekiz saat sürecek mesafe, müddeti sefer sayılır. Fıkıh alimlerinden bâzı zatlara göre sefer müddeti on sekiz fersahlık bir mesafeden ibarettir.
Bir fersah ise üç mil, her mil ise yirmi dakika sürecek olsa on sekiz fersah 18 saat sürmüş olur. Sefer müddeti İmamı Mâlik ile İmamı Ahmet’e göre de (16) fersah yani (48) mildir. Velhasıl sefer müddetinin böyle muayyen olması, bir ilâhî lütuftur. Yolcular için bir kolaylıktır. Yolcular bu şerî müsaadeden istifâde edebilirler. İsterse bu kadar mesâfeyi süratli nakil vasıtasiyle bir iki saat içinde kat edecek olsunlar.
185. Ramazan ayı, o, öyle bir aydır ki, o ayda insanlara doğru yolu gösteren ve açık âyetleri içine alıp hak ile bâtılın arasını ayıran Kur’ân’ı Kerîm nâzil olmuştur. İmdi sizden ramazan ayında hazır bulunan, o ayın orucunu tutsun. Ve kim hasta veya sefer halinde bulunursa, diğer günlerde o miktar oruç tutsun. Allah Teâlâ sizin için kolaylık ister, sizin için güçlük istemez. Umulur ki oruç adedini ikmal edersiniz. Ve size hidâyet buyurmuş olduğundan dolayı Allah’a tekbirde bulunursunuz ve şükredersiniz.
185. Bu âyeti kerime Ramazan ayının şerefini ve orucun ehemmiyetini şöylece göstermektedir: (Ramazan ayı öyle bir aydır ki) yahut o sayılı günler Ramazan ayıdır ki (o ayda insanlara hîdayet olan) onlara dinî vazifelerini bildirip kendilerini selâmet sahasına sevk eden (ve açık delilleri kapsayıp hak ile bâtılın arasını ayıran Kur’ân’ı Kerîm) levhi mahfuzdan dünya semâsına Kadir gecesinde toptan (nazil olmuştur.)
Sonra âyet âyet, sûre sûre hikmet ve ihtiyaca göre 23 sene zarfında yüce Peygamberimize Cibrilî Emin vâsıtasiyle indirilmiştir. Diğer bir tefsire göre de Ramazanı Şerif öyle bir mübârek aydır ki onun şan ve şerefi hakkında Kur’ân”! Kerîm nazil olmuştur. (İmdi sizden) mükellefve ârızalardan berî olarak (Ramazanı şerife kavuşan o ayın orucunu tutsun.) Bu kendisi için bir farizadır.
(Ve) sizden (kim hasta veya sefer halinde bulunur) da oruç tutmaz (ise diğer) oruç tutulmasında bir mahzur bulunmayan (günlerde o miktar) o oruç tutmamış olduğu günler adedince (oruç tutsun) Bu oruç borcunu kaza etsin. (Allah Teâlâ sizin için kolaylık ister.) Bunun içindir ki bu iki mazeretten dolayı orucu tehire bırakmanızı caiz kılmıştır, (sizin için güçlük istemez.)
Size takatinizin üstünde bir şey ile emretmez. Artık Cenab-ı Hakkın bu lütuf ve keremini düşününüz. (Umulur ki) o kazaya kalan (oruç adedini ikmal edersiniz.) İlk fırsatta gününe gün oruç tutarsanız. (Ve size hidâyet buyurmuş olduğundan dolayı Allah’a tekbirde bulunursunuz.)
Nail olduğunuz İslâmiyetten, hak ve hakikati idrake kudretten dolayı bunları size ihsan buyurmuş olan Yüce Yaratıcıya saygı, tesbih ve tehlilde bulunmaya devam edersiniz. (Ve) o kerem sâhibi nîmet verene (şükredersiniz.) Üzerinize düşen kulluk vazifelerini yerine getirmeğe çalışırsınız. Artık böyle güzel bir hareket sayesinde mânen Allah’a ne kadar yakın olacağınızı düşününüz.
186. Ve kullarım, sana benden sordukları zaman şüphe yok ki, ben pek yakınım. Bana dua ettiği vakit dua edenin davetine icabet ederim. Artık onlar da benim için icabet etsinler. Ve bana iman eylesinler. Ta ki doğruyu bulmuş olalar.
186. Bu âyeti kerime ibadetlerde bulunan kullarına Cenab-ı Hakkın mânen yakın olduğunu bildirerek onları dua ve niyaza, ibâdet ve itaate teşvik etmektedir. Rivâyete göre bir bedevî, Rasûli Ekrem’e müracaat ederek: Ya Rasûlallah!.. Rabbimiz bize yakın mıdır ki ona sessizce duada bulunalım, yoksa uzak mıdır ki ona seslenelim diye sormuş, onun üzerine bu âyeti celile nâzil olarak Cenab’ı Hakkın dualara olan icabeti şöyle beyan buyrulmuştur.
Habibim! (Kullarım sana benden sual ettikleri zaman) yani Rabbimiz bizim dualarımızı işiterek kabul eder mi? Ona ne şekilde yalvaralım? diye sorduklarında onlara de ki: Rabbim şöyle buyuruyor: (Şüphe yok ki ben) kullarıma (çok yakınım) yani onlara zaman ve mekândan uzak olarak mânevî, bir yakınlık ile pek yakınım, onların bütün hallerini, dualarını bilirim. (Bana dua ettiği vakit dua edenin temennisine) hikmet ve menfaate muvafık takdiri ezeliye aykırı değilse (icâbet ederim) onu vücude getiririm.
(Artık onlar da) o dua ve niyazda bulunan kullar da (benim için) imâna dâvetime, ibâdet ve itaate devam etmeleri hususundaki emirlerime (icâbet etsinler) muhalefette bulunmasınlar. (Ve bana İman eylesînler) imânlarında sebat üzere bulunsunlar. (Ta ki raşidinden) doğruyu bulmuş, hidayete ermiş kullarımdan (olabilsinler). Binaenaleyh Cenab-ı Hakkın mânevî yakınlığına, onun merhamet ve şefkatine nâiliyet için hâlisâne dualarda, niyazlarda bulunmalıyız.
İmanımızda, dinî vâzifelerimizde sebat ve metanet göstermeğe çalışmalıyız. Hattâ bazı müfessirlere göre bu âyeti kerimedeki duadan maksat, ibâdet ve itaattir. İcabetten maksat ta sevaptır. O halde buyrulmuş oluyor ki: Kullarım bana ibâdet ve itaatte bulunsunlar ki ben de onlara sevap ihsan edeyim.
§ Dua: Lûgatte çağırmak demektir, İstilâhta: Küçükten büyüğe, aşağıdan yukarıya karşı yapılan niyaz ve temenni mânasındır. Icâbet ise istenilen şeyi vermek, yerine getirmektir.
§ Duaların lüzumu ve faydası: Cenab’ı Hakka yapılan dualar; ondan keremler, lütuflar, aflar, istemek demektir. Böyle bir istek, böyle bir niyaz bir Yüce Yaratıcının varlığına imanın güzel bir delilidir. Cenab-ı Hakka bağlığın, ondan başka hakikî bir şekilde veren, alan ve verilene engel olan bulunmadığına ait sağlam bir kanaatin mükemmel bir nişanesidir. Maamafih dua ile kulluk ortaya konmuş Yüce Mabûdumuza karşı zillet ve güçsüzlüğümüz, ihtiyacımız gösterilmiş bulunur.
= Rabbinize yalvara yakara gizlice dua edin. (A’raf 7/55) âyeti kerimesi de gösteriyor ki, biz kullar Cenab’ı Hakka tam bir yalvarış ve niyaz ile tenhaca gizli olarak, dua etmekle mükellefiz. Artık duadan kim müstağni olabilir? İnsana yönelen bir zararın, bir felâketin açılıp bertaraf olması için Kâinatın Yaratıcısı Yüce Allah’a dua ve niyazda bulunmamak şeriat ve tarikat ehli katında yerilmiştir. Çünkü böyle bir hareket, dolaylı olarak, Allah’a karşı bir direnme, belâya karşı bir tahammül iddiasını gösterir ki, bu kulluk şanına lâik değildir. Halbuki bütün mahlûkat her hususta Cenab’ı Hakka muhtaçtırlar.
Dua ise bu ihtiyacı itiraftır. Cenab’ı Hakka ilticadır. “Allah Teâlâ benim halime benim duamdan evvel kâfidir” diyen zatlar, bununla duanın lüzumsuzluğu görüşünde değildirler. Belki Cenab-ı Hakkın hikmetinin gereği ne ise onun zuhur edeceğine inanmış bulunduklarını ifade etmek istemişlerdir. Bir de kendilerinin nâil oldukları binlerce nîmete rağmen mâruz kaldıkları bedenî, geçici bir musibetten dolayı hemen duada bulunmayı, bir sabırsızlık ve hakka teslim olmamak belirtisi gibi olacağından derhal muvafık görmemişlerdir.
Yoksa Hz. İbrahim gibi en büyük peygamberler de bir çok dualarda bulunmuşlardır. Kur’ân’ı Kerîm bunu söylemektedir. Özellikle Fatiha-i Şerifeyi okuyan her müslüman, her gün defalarca Cenab’ı Hakka dua ve niyazda bulunmuşolmuyor mu? Binaenaleyh dua, bizim için bir kulluk vazifesidir. Bunu terk etmek kulluk alametine aykırıdır. Biz dua ile Cenab’ı Hakka mânen yakınlık şerefine nâil olmak, maddî ve mânevî hastalıklardan kurtulmak niyaz ederiz.
Duaların kabulü meselesine gelince: Bunların adabı ve şartları vardır, dua: Meşru, haddizatında mümkün bir şey hakkında yapılmalıdır. Gâfilâne, eğlenircesine değil bir huzûri kalp ile olmalıdır. Maamafih kabulünü acele istememelidir. Olabilir ki hikmeti gereği bir zaman sonra kabul olunur.
Bâzı dualar da takdiri ezeliye muhalif olacağından istenildiği gibi kabul edilmezse de bundan dolayı dua eden sevâba nâil olur, daha mühim dünyevî veya uhrevî bir nîmete kavuşur. Bu suretle de yine duası kabul olmuş sayılır.Gerçek şu ki, yapılan duaları Cenab’ı Hakkın kabul buyurması; bu duaları Hak Teâlâ’nın işitip o hususta hikmetinin gereği ne ise onun tecelli etmesi demektir. Hak Teâlâ yapılan dualardan haşa gafil değildir. Bunların takdiri ilâhiye, hikmet icabına muhalif olmayan kısmını kabul buyurur. Sünneti ilâhiye böyle işler.
§ Allah’a yakınlık meselesine gelince: Bu da bir mânevî yakınlıktır, yoksa bir mekân yakınlığı değildir. Malûm olduğu üzere Cenab’ı Hak zaman ve mekândan uzaktır. O mahlûkat gibi her hangi bir mekâna muhtaç, bir mekânda mukim değildir. Bu, mahlukata mahsus bir ihtiyaçtır.
Cenab-ı Hak bir mekânda olsa o mekâna uzak bulunan bir yerdeki mahlûkatına uzak bulunmuş olur. Meselâ: Semada olsa yeryüzünde bulunanlara, yer yüzünde bulunsa semada olanlara uzak düşmüş olur. Böyle bir hal ise ilahlık şanına zıttır. O halde, Hak Teâlâ’nın kullarına yakın olması, onun ilminin kemalini temsil içindir. Yani: Kullarının bütün işlerini, sözlerini son derece iyi bildiğine beyan içindir. Nitekim bir âyeti kerimede
= Biz ona boynundaki şah damarından daha yakınız. (Kaf 50/16) buyrulmuştur. Yani: Kullarımın her halini son derecede iyi bilmekteyim. Binaenaleyh biz kullara düşen vazîfe, Cenab-ı Hakkın bizleri her bakımdan görüp bildiğini düşünerek kendi hayatımıza, şahsi terbiyemize, adabı İslâmiyemize hakkıyla riayette bulunmamızdır. O kerem sahibi ve merhametli olan mabudumuzun bizlere verdiği nîmetlere, müsaadelere karşı da şükür secdesine kapanıp kulluk arzında bulunmaktır.
187. Sizin için oruç gecesi kadınlarınızla cinsel ilişkide bulunmak helâl kılındı. Onlar sizin için elbisedir. Siz de onlar için elbisesiniz. Muhakkaksizin nefislerinize hiyanet edeceğinizi Allah Teâlâ bildi ve tövbenizi kabul etti ve sizden günahlarınızı af buyurdu. Şimdi onlarla cinsel ilişkide bulununuz. Ve Allah Teâlâ’nın sizler için yazdığı şeyi isteyiniz. Ve sizler için sabahın beyaz ipliği siyah ipliğinden ayrılıncaya kadar yiyiniz ve içiniz. Sonra orucu ertesi geceye kadar tam tutunuz. Ve siz mescitlerde itikafta bulundukça kadınlarınızla cinsel ilişkide bulunmayınız. Bu, Allah’ın hudududur. Sakın onlara yaklaşmayınız. İşte Allah Teâlâ âyetlerini insanlara böyle açıkça beyan buyurur. Ta ki onlar sakınalar.
187. Bu âyeti kerime, bu rahmete nâil olmuş ümmet hakkında önemli bir müsâadeyi içerir, aile hayatının ehemmiyetine işaret etmektedir, itikâfın da bir kudsî ibâdet olduğunu göstermektedir. Şöyle ki: Vaktiyle müslümanlar oruç tutacakları zaman yatsı namazını kılıncaya, veya uyuyuncaya kadar yiyip içer, eşleriyle cinsel ilişkide bulunabilirlerdi, ondan sonra böyle yapamazlardı. Her nasılsa ashabı kiramdan bazıları yatsıdan sonra eşleriyle cinsel ilişkide bulunmuşlar, sonra da bunun haram olduğunu düşünerek pek müteessir olmuşlar, Hz. Peygamber’e gelip özür beyanında bulunuvermişlerdi.
Bunun üzerine bu âyeti kerime nazil olmuş, bu rahmete ermiş ümmet için bir lûtfu ilâhî olarak fecri sadıkın doğuşuna kadar yiyip, içmek ve eşlerine yaklaşmak oruç tutacak zatlar için helâl kılınmıştır. Sonra bir erkek ile eşi, biri birinin elbisesi sayılmış, aralarında pek ziyâde bir bağlılık olduğu gösterilmiştir.
Bir elbise sahibini nasıl soğuktan, sıcaktan, insanların gözlerinden muhafaza ederse bir koca ile bir karısının da biri birini böyle korumasına, bir iffet ve nezahat dairesinde yaşamalarına işâret buyrulmuştur. Bir de itikaf halinde nefsanî şeylerden mümkün mertebe alâkayı keserek bir huzûri kalb ile ibâdet ve taatte bulunulmasına dikkat çekilmiştir.
Şöyle ki: Ey müslümanlar!.. (Sizin için) Ramazanı şerifteki veya diğer günlerdeki (oruç gecesinde kadınlarınızla cinsel ilişkide bulunmak helâl kılındı.) Artık buna aykırı olan hüküm, kaldırılmıştır. (Onlar) eşleriniz (sizin için bir elbisedir.) Sizinle bir vücut gibidir. Bir yatakta yatar, bir birinizle temasta bulunursunuz. Ey erkekler!.. (Siz de onlar için) o eşlerinize mahsus (bir elbisenizdir.)
Aranızda büyük bir alâka, mühim bir bağlılık vardır. (Muhakkak sizin nefislerinize hıyanet edeceğinizi) oruç tutacağınız günlerin gecelerinde nefislerinizi eşlerinizle cinsel ilişkiden engellemeyip zulme, günaha mâruz bırakacağınızı (Allah Teâlâ) ilmi ezelîsiyle (bildi de tevbenizi) şimdi veya daha sonra olacak pişmanlıklarınızı (kabul buyurdu ve) tövbelerinizden dolayı (sizden) günahlarınızı (af buyurdu.) Onların eserini imha etti. Ve size artık müsaade buyurmuştur, (şimdi onlara) eşlerinizle (cinsel ilişkide bulununuz ve) maamafih bu muameleniz yalnız nefsanî zevklerinizi tatmin için olmamalıdır.
(Allah Teâlâ’nın sizin için yazdığı) mukadder buyurduğu (şeyi isteyiniz) evlât sâhibi olmanızı, nefsinizi yasak şeylerden, gayri meşru temayüllerden muhafaza buyurmasını o kerem sahibi yaratıcıdan niyâz eyleyiniz. (ve sizler için sabahın beyaz ipliği) gecenin (siyah ipliğinden seçilinceye kadar) sabahleyin şafak söküp tan yeri iplik gibi ağarıncaya kadar = Sabahın bir beyaz hattı ziyaîsi zuhur edip imsak vakti oluncaya değin (yiyiniz ve içiniz) cinsel ilişkide bulununuz, bunlar size helâldır.
(Sonra) bu fecri sadıktan itiberen (orucu ertesi geceye kadar tam tutunuz.) Bu müddet zarfında yemekten, içmekten, cinsel ilişkiden sakınınız. (Ve siz mescitlerde itikafta bulundukça eşlerinizle cinsel ilişkide bulunmayınız.) Bu halde bu ilişki câiz değildir, itikâfa mânidir. (Bu) hükümler (Allah Teâlâ’nın hudududur.)
Bunlara tecavüz etmek câiz değildir. (Sakın onlara yaklaşmayınız) onlara tecavüz sayılacak, tecavüze sebebiyet verecek şeylere temayül göstermeyiniz. (İşte Allah Teâlâ âyetlerini) dinî delilleri, (böylece açıkça insanlara beyan buyurur.) Onları ikaz eder ve aydınlatır. (Ta ki onlar sakınalar) Cenab-ı Hakkın emirlerine, yasaklarına muhalefeten sakınırlar.
§ İtikâf: Lûgatte bir şeye devam etmektir. Böyle bir şeye devam eden kimseye de “mutekit” denilir. Şeriat lisanında ise itikaf bir mescidi şerifte veya o hükümde bulunana bir yerde itikaf niyetiyle bir müddet ikamet etmektir. itikâflar üç kısımdır. Birincisi; kifayet yoluyla bir sünneti müekkededir. Bu müslümanlardan bir veya bir kaç zatın Ramazanı şerifte itikâfta bulunmasıdır.
Bu halde başkaları artık bu sünnetle mükellef bulunmuş olmazlar. İkincisi; müstehab olan itikâftır. Bu, Ramazandan başka bir zamanda ibâdet niyetiyle bir mescitte bir müddet ister bir saat olsun yapılan bir itikâftır. Üçüncüsü de; vacip olan itikâftır. Bu da nezrim olsun şu kadar gün itikâfta bulunayım diye yapılan itikâftır. Bu itikaf için her halde oruçlu bulunmak şarttır.
§ İtikâfın diğer şartlarına gelince: İtikâfa giren kimse müslüman, akıllı, temiz bulunmalıdır. İsterse henüz bâliğ olmamış olsun. İtikâf, mescitte veya o hükümde olan bir yerde yapılmalıdır. Kadınlara için hânelerinde mescit edinecekleri bir oda mescit hükmündedir. Onlar bu odalarında itikâfa niyet edebilirler.
§ İtikâfın şerî hikmeti ihlâs ile yapılan bir itikaf pek güzel bir ameldir, İnsan bu sayede geçici dahi olsa dünya işlerinden ayrılarak hakka yönelmiş, ilâhî dergâha iltica eylemiş sayılır. Bu müddet zarfında mümkün mertebe nefsanî şeylerden alâkasını keserek bir huzuru kalb ile ibâdet ve itaatte bulunmuş olur.
Mâneviyatı, tefekkürleri yüksetir. Ve bir mabette itikâfta bulunmadıkça dâima namaz vakitlerini bekleyeceğinden devamlı olarak namaz kılıyormuş gibi sevâba nâil olur. Bu sayede mâneviyatı yükselir, hayatının en kıymetli faydalı günlerini yaşamış olur. Rasûli Ekrem Efendimiz Medine’i Münevvere’de bulundukça her Ramazanı şerifin son on gününde itikâfa devam buyurmuşlardır.
Velhâsıl: İtikaf, bir güzel ameldir, bir takva, bir fazîlet nişânesidir. Rizai hak için itikafa giren bir zat, güzel bir itikade, güzel bir hayat tarzına sâhip demektir. Artık o Mabudu Keriminin bütün emirlerine, yasaklarına riayet etmek ister, kimsenin malına, canına kötü bir gözle bakmaz. Ne güzel bir hayat.
188. Ve mallarınızı aranızda bâtıl sebeple yemeyiniz. Ve insanların mallarından bir kısmını siz bildiğiniz halde günah ile yemek için o malları hakimlere düşürmeyiniz.
188. Bu âyeti kerime insanlık âlemine en mühim hukukî, içtimaî bir ders vermektedir. Rivayet olunuyor ki: Abdanıl Harzemî adındaki birzat, İmrü Ülkaysil’ Kindî aleyhine bir arazi hakkında peygamber (a.s.’ın huzuruna gelerek davada bulunmuş, bu hususa dair delili olmadığı için imrül’ Kays’ın yemin etmesi gerekmiş, Resûlullah ta
= Allah’ın ahdini ve yeminlerini az bir değer ile değiştirenler var ya… (Âl-i İmran 3/77) âyeti kerimesini okumuş, bunun üzerine imrül’ Kays titremiş, yemine cesâret edemeyip o araziyi davacıya vermiş, bunun üzerine de bu âyeti kerime nâzil olmuştur. Bu âyeti kerime, bilhassa müslümanlara şöyle bir tenbihte bulunmuş oluyor: Ey müslümanlar!. Siz oruçlu olduğunuz zaman kendi helâl malınızdan, ailenizden bile geçici bir zaman için olsun istifâde etmekten yasaklanmış bulunuyorsunuz. O halde kendi mallarınızdan ve başkalarının mallarından haram yere istifadeye çalışmanız nasıl câiz olabilir.
Bir kerre insan kendi helâl malını bile lüzumsuz yere sarf etmemeli, içki gibi, kumar gibi şeylere harç ederek günahkârolmamalıdır. O halde başkasının mallarına da her hangi esassız bir sebeple tecavüze kalkmamalıdır. Yalan yere yemin etmek, yalancı şahit tutmak, bu hususta ona buna rüşvet vermek gibi en büyük günahları işlememelidir. Her müslüman böyle bir hareketin câiz olmadığını bilir. Artık buna nasıl cesaret edebilir?.
Ve yine bu âyeti kerime de işâret vardır ki: Bir aile fertleri de biri birine karşı haksız yere husunette bulunmamalıdır. Meselâ boşanma ve zulüm ve eziyet veya kötü davranma iddiasiyle hasmane bir vaziyet alarak mahkemelere düşmemelidir. Böyle lüzumsuz, hilafı hakikat iddialarla mallarını boş yere elden çıkarmamalıdır. Bunun mânevî mesuliyetini de düşünmelidirler.
Evet… Buyruluyor ki, ey insanlar!. (Mallarınızı da aranızda) gasp gibi, hırsızlık gibi bir (bâtıl sebeple yemeyiniz.) Ondan her hangi haram suretle istifadeye kalkışmayınız. (Ve insanların mallarından bir kısmını) size haram olduğunu (siz bildiğiniz halde günah ile) günahı icap eden yalan şâhitlik ile, yalan yere yemin ile veya rüşvet ile elde edip (yemek için o malları hakimlere düşürmeyiniz.) O hususta muhakemelere sebebiyet verip bir kısım malların beyhude yere elden çıkmasına meydan vermeyiniz.
Bunun mânevî, uhrevî mesuliyetini düşününüz. Hâkim olan zat da basîret sâhibi bulunmalıdır. İcap ederse dâvacıları uyarmaya ve irşad etmeye çalışmalıdır. Maamafih hâkim şahitlerin şahadetine veya davacı veya davalının yeminine binaen hüküm verir.
Fakat eğer şahitler yalan yere şahâdette bulunmuşlar ise veya yalan yere yemin yapılmış ise bu hükmün Allah katında bir kıymeti yoktur. Bunun bütün mesuliyeti yalan yere davada bulunanlara, yalan yere şâhitlik edenlere, yalan yere yemine cüret edenlere aittir. Artık buna bir mü’min nasıl cesâret edebilir?.. “Gam değildir gide dünya kala din” “Gam odur kim kala dünya, gide din”
189. Sana hilâllerden soruyorlar. De ki: Onlar insanlar için ve haç için birer alâmettir. İyilik, evlere arka taraflarından gelmeniz değildir. Fakat iyilik, takvâ sâhibi olanın iyiliğidir. Ve evlere kapılarından geliniz. Ve Allah’tan korkunuz ki kurtuluşa eresiniz.
189. Bu âyeti kerime, Ay’ın safhalarındaki hikmet ve menfaate ve hareketlerden sakınmanın lüzumuna işaret etmektedir. Malûm olduğu üzere: Ehille, hilalin çoğuludur. Hilâl ise ayın birinci, ikinci ve üçüncü gecedeki halidir. Ondan sonra ayın sonuna kadar “kamer” denir.
Bâzı kimseler Rasûli Ekrem’e müracaat edip, bu hilâllerin böyle zuhur edip durmalarındaki sebebi veya hikmeti sual etmişlerdi. Bir de belirli aylarda haç veya ûmre yapan cahiliye kavimleri ihrama girdikleri zaman evlerine veya çadırlarına girmek zaruretinde kalırlarsa bunlara kapılarından girmezlerdi. Belki bunlara arka taraflarından birer delik açarak oralardan girerlerdi.
Bunu da bir iyilik ve takva alâmeti sayarlardı. İşte bunun da doğru bir hareket olup olmadığı sual olunmuştur. Bunun üzerine bu âyeti kerime nâzil olmuştur. Buyrulmuş oluyor ki: Resûlüm!. (Sana hilâllerden soruyorlar.) Bunun ne hikmete mebni böyle göründüğünü anlamak istiyorlar. Kendilerine (de ki onlar) o hilâller (insanlar için ve haç içinbirer alâmetlerdir.)
Bunların vasıtasiyle ziraat, ticaret, borçları ödeme gibi dünyevî işlere ait zamanlar anlaşılır. Oruç, iftar, bayram gibi dinî vazifelere ait zamanlar belli olur. Kadınlara ait âdet, gebelik, boşanma iddeti gibi müddetler de bilinmiş olur. Eda veya kaza edilecek haç ve ûmre vakitleri de bu sayede anlaşılır, ona göre hareket edilir. Evlere girmek hususuna gelince (iyilik) hayır ve takvâ (evlere arka taraflarından girmeniz değildir.)
Bunun ne faydası var? (Fakat… İyilik, takva sahibi olanın) haktan korkarak namaz, haç gibi dinî vazifelerini ifa eden ehli imanın (iyiliğidir.) İyilik ve takva bunların bu gibi hareketleridir. İşte siz de böyle hareket ediniz. (Ve evlerinize kapılarından) gelip (giriniz) dinî hükümleri değiştirmeyin veya yanlış telâkki etmeyin. (Ve Allah Teâlâ’dan korkunuz ki kurtuluşa eresiniz.) Fevz ve kurtuluşa nâil olasınız.
Velhâsıl bu ilâhî beyanlardan pek güzel anlaşılıyor ki, Cenab-ı Hakkın her yarattığı şeyde bir büyük hikmet vardır. Bu cümleden olarak ayın, muhtelif safhaları birer kudret harikasıdır. Beşeriyet için bir mükemmel rehberi hareket rehberidir. Güneş ile Ay arasında büyük bir münasebet ve yine büyük bir muhalefet vardır. Kamer ziyasını muntazam güneşten almakta, onunla her ay muhtelif ve birbirine uygun tarzda karşılaşmaktadır. Fakat… Ay dâima güneş gibi bir halde görülmemektedir.
Hilâl halinde görülmekte, safhasının ziyası vakit vakit azalıp çoğalmaktadır. Bu sayede ise medenî, bedevî, bütün insanlar için belirli vakitleri kolaylıkla tâyin etmek ve anlamak mümkün olmuştur. Ne güzel bir hikmet örneği… Diğer bir tefsir ve yoruma göre de bu âyeti kerime bir mühim uyarıyı içermektedir. Şöyle ki: Bâzı kimseler Rasûli Ekrem’e müracaat edip ayın safhalarındaki farklılığın hikmetini, faydasını değil, astronomi ilmî bakımından sebebini sormuşlar.
Bu farklılığın neden ileri geldiğini bildirmesini istemişler, halbuki Yüce Peygamber’den bunu sormak değil, bunun şer’î hikmetini umumî faydasını sormak uygun olurdu. Binaenaleyh bu sualleri ile ters bir harekette bulunmuşlar, âdeta evlerine kapılarını bırakıp ta arka taraflarından girmek isteyenlere benzemişlerdi. Artık bunları irşat için bir darbı mesel kabilinden olarak: Evlerinize kapılarınızdan giriniz, aksine harekette bulunmayınız diye tenbih buyrulmuştur.
190. Ve sizinle savaşanlar ile siz de Allah yolunda savaşınız. Fakat haddi tecavüz etmeyiniz. Şüphe yok ki Allah Teâlâ öyle tecavüz edenleri sevmez.
190. Bu âyeti kerime, İslâmî hayatı müdafaa ve muhafaza için cihadın meşruiyetini bildirmektedir. Müslümanlar İlk zamanlarda müşriklerin ezâ ve cefalarına karşı sabretmekle mükelleftiler. Bilahara bu âyeti kerime ile müslümanlara cihad emrolunmuştur.
Şöyle buyrulmuş oluyor ki: Ey müslümanlar!.. Kurtuluşa ermek için Allah’tan korkunuz. (Ve sizinle savaşta) muharebede (bulunan) kâfir (ler ile siz de Allah yolunda) Cenab’ı Hakkın dinini yüceltmek ve güçlendirmek için (mukatelede) cihatta (bulununuz.) Güzel niyetten ayrılmayınız. (Ve haddi tecavüz etmeyiniz.) Bu hususta İslâmiyetin tâyin ettiği hududu asmayınız. Meselâ: Sizinle harb etmeyen kadınlara, çocuklara,rahiplere, acizler güruhuna saldırmayınız. (Şüphe yok ki Allah Teâlâ öyle saldırgan olanları sevmez.) Yani onlar hakkında hayır dilemez.
§ Muhabbet: Nefsin bir şeye meyletmesidir. Cenab-ı Hakta ise böyle bir nefsin meyletmesi düşünülemez, bu imkânsızdır. Binaenaleyh Allah’ın muhabbetinden maksat, onun dilediği kulu hakkında lûtf ve ihsanıdır.
191. Ve onları her nerede bulursanız öldürünüz. Ve sizi çıkarmış oldukları yerden siz de onları çıkarın. Fitne ise kâtilden daha büyüktür. Ve onlar sizinle savaşta bulunmadıkça siz de Mekke hareminde onlar ile savaşta bulunmayınız. Fakat onlar sizinle savaşta bulunurlarsa onları öldürünüz. Kâfirlerin cezâsı böyledir.
191. Bu âyeti kerime misilleme yoluyla müdafaanın meşru olduğunu ve lüzumunu göstermektedir. Şöyle buyrulmuş oluyor ki: Ey müslümanlar!. Siz, hayatınıza, mukadderatınıza saldıran din düşmanlarına karşı koyunuz. (Ve onları her nerede) gerek Mescid’i Haram dışında ve gerek haremde (bulursanız öldürünüz.)
Millî hayatınızı korumağa çalışınız. (Ve sizi çıkarmış oldukları yerden) Mekke’i Mükerreme’den (siz de onları çıkarın.) Onlar fitnede bulunmuş, şirke düşmüş, sizleri vatanınızdan çıkarmış kimselerdir. Böyle bir (fitne ise öldürmekten daha şiddetlidir.) Onları harem sahasında öldürmenizden daha büyüktür. Onlar böyle bir katli fazlasıyla haketmişlerdir.
(Ve onlar sizinle savaşta bulunmadıkça siz de) haremi Mekke’de (onlar ile) İlk önce savaşta bulunmayınız. Haremin hürmetine riayet ediniz. (Fakat. Onlar sizinle savaşa kalkışırlarsa) Haremi Şerifin hürmetin! çiğneyen onlar olmuş olurlar. O halde (onları öldürünüz) öyle mukaddesata ihanet eden (kâfirlerin cezâsı böyle) öldürme ve tenkil (dir.)
§ Fitne: İmtihan, tecrübe, tefrika mânasına geldiği gibi çok kere de insanı günaha sokan, insanı vatanından haksız yere çıkaran, insanı belâya, sıkıntıya uğratan, insanı aldatan şey mânasına gelir. Böyle bir fitne ölümden daha ağırdır. Çünkü bunun zararı ölümden sonra da devam edecektir.
192. Artık şirke son verirlerse şüphe yok ki Allah Teâlâ bağışlayandır, esirgeyendir.
192. Bu âyeti kerime, cihadı, ı âdi bir menfaat için olmayıp ilâhî din gayesine matuf olduğunu göstermektedir. Şöyle ki: (Artık) size karşı savaşta bulunanlar, küfür ve şirke (son verirlerse) size karşı savaşmaktan sakınırlarsa, siz de onları bırakınız, dünyevî bir maksat için onları cezalandırmaya çalışmayınız. (Şüphe yok ki Allah Teâlâ bağışlayandır) onların evvelce yaptıkları şeyleri af ve mağfiret buyurur.
Ve Hak Tealâ (esirgeyendir.) onları cezâlandırmaz. Bu halde onlara tecavüz etmenize merhameti ilâhiye müsaade etmez. Bunun içindir ki Rasûli Ekrem Hazretleri vaktiyle Yüce Peygamberliğine karşı büyük düşmanlıkta, tecavüzde bulunup o mukaddes vücûdu Mekke-i Mükerremeden, o mübarek yurdundan çıkarmış olanları da bilahara tövbe ve istiğfar edip İslâmiyeti kabul ettikleri için af f etmiş, haklarında İslâm kardeşliği düsturunu tatbik eylemiş, hepsine karşı pek âlicenapca muamelede bulunmuştur.
193. Ve bir fitne kalmayıp din yalnız Allah için oluncaya kadar onlar ile savaşa devam ediniz. Eğer onlar son verirlerse artık husûmet ancak zâlimlere karşı olur.
193. Bu âyeti kerime Cihadın ne zamana kadar ve kimlere karşı yapılıp yapılamıyacağını göstermektedir. Şöyle buyrulmuş oluyor ki: Ey müslümanlar!. Düşmanlarınız size saldırmayıncaya (ve bir fitne) bir küfür, bir zulüm ve isyan (kalmayıp din) ibâdet ve itaat (yalnız Allah için oluncaya) ondan başkasına tapılmayıncaya (kadar onlar ile) o müşrikler ile (cihada devam ediniz.)
İslâm dinini yayıp yüceltmeye çalışınız. (Ve eğer onlar) şirk ve isyana (son verir) tövbe ve istiğfarda bulunur (larsa) artık onlara tecavüz etmeyin. Çünkü (husumet) Allah yolunda savaş (ancak zâlimlere) küfr ve isyan erbabına (karşı olur.) Binaenaleyh halini düzeltip küfr ve zulme son verenlere karşı savaşta bulunmak caiz olmaz. Nitekim bir hadisi şerifte( التَّائِبُ مِنَ الذَّنْبِ كَمَنْ لاَ َ ذَنْبَ لَهُ ) buyrulmuştur. Evet.. Günahından tövbe eden hiç günah işlememiş gibi olur. “Fıskı ne ziyan eyler hayrolsa serencamı”
194. Haram ay haram aya karşılıktır. Ve bütün hürmetler bir birine kısastır. O halde her kim size tecavüz ederse siz de ona size olan tecavüzünün misliyle tecavüz ediniz. Ve Allah’tan korkunuz. Ve biliniz ki Allah Teâlâ şüphesiz korunanlarla beraberdir.
194. Bu âyeti kerime, bir mühim cezâ nazariyyesinin aslını teşkil etmektedir. Suç ile cezâ arasında bir uygunluk bulunmasını, cezânın suçtan fazla olmamasını emretmektedir. Bilindiği üzere bu haram aydan maksat, Zilkade ayıdır. Bu ay’a öteden beri hürmet edilirdi. Bu ay’da savaş yapılmazdı. Rasûli Ekrem hazretleri bir umre yapmak için bu ay’da Mekke-i Mükerremeye gitmişti.
Fakat Mekke müşrikleri bu umreye mâni olmuşlardı. Yapılan bir anılaşmaya göre Rasûli Ekrem hazretleri ertesi sene gidip bu umreyi yapmıştı. Şayet müşrikler yine mâni olacak olsalardı o yüce peygamber harp ederek Mekke’ye girip bu umreyi yapacaktı. Bazı kimseler şayet harp edilirse bu ayın haramlığı bozulmuş olmaz mı? demişlerdi. Bunun üzerine bu ayeti kerime nâzil oldu.
Buyrulmuşoluyor ki: (Haram ay) zilkade ayı (haram aya karşılıktır.) Buna iki tarafta karşılıklı olarak uymalıdır. Madem ki müşrikler bu ayın haramlığına riayet etmeyip müslümanlara karşı vaziyet aldılar, harbi göze almış bulundular, müslümanlarda bu ayda onlara karşılık vererek harp edebilirler. Çünkü bu bir, misliyle karşılıkta bulunmaktır.
(Ve bütün hürmetler (dokunulmazlıklar) birbirine kısastır.) Gayrimüslimler, haram aya haram belde olan Mekke-i Mükerremeye ve ihrama hürmete riayet etmeyip de bunlarda müslümanlara saldırırlarsa müslümanlar da bir kısas, bir karşılık olmak üzere onlara saldırabilirler. Buna o düşmanlar sebebiyet vermişlerdir. (O halde) ey müslümanlar!. (Her kim size tecâvüz ederse) harem bölgesi içerisinde ihramlı iken veya haram ayda sizi öldürmeye cür’et gösterirse (siz de ona size olan tecavüzünün misli ile tecâvüz ediniz.)
Çünkü bir kötülüğün cezası, onun misli olan bir kötülüktür. (Ve) ey müslümanlar (Allah’tan korkunuz.) size izin verilmemiş olan şeyi tercih edip cezâyı artırmayınız. (Ve biliniz ki Allah Teâlâ) kendilerine yardım etmek, şan ve şereflerini düzeltmek ve yüceltmek sûretiyle (şüphesiz korunanlarla beraberdir.) Artık Cenab-ı Hakkın bu harp ve vuruşma hususundaki emirlerine de gerçekten uyunuz ki Allah’ın yardımına ve lütfuna kavuşasınız.
195. Ve Allah yolunda harcayınız. Ve kendi nefislerinizi tehlikeye düşürmeyiniz. Ve iyilikte bulununuz. Şüphe yok ki Allah Teâlâ iyilik edenleri sever.
195. Bu âyeti kerime, hak yolunda fedakârlığın lüzumunu şöylece anlatmaktadır. Ey müslümanlar!. Takvâ sâhipleri olunuz (Ve Allah yolunda) cihad uğrunda, fakirlere yardım hususunda, hayır ve iyilik konusunda mallarınızı (harcayınız ve kendinizi) harpten kaçınmak, o uğurda mal sarfetmemek, düşmanın maksadını anlamaya çalışmamak gibi sebeplerle veya malınızı boş yere çokça sarf edip de fakirlik ve ihtiyaç içinde kalmak suretiyle (tehlikeye düşürmeyiniz. Ve) Allah yolunda mal ve bedenle (iyilikte) fedakârlıkta (bulununuz) elbette iyilikleriniz zayi olmaz. (Şüphe yok ki Allah Teâlâ iyilik edenleri) iş ve ahlâkı güzel (olanları sever.) Onları sevaba ve mükâfata ulaştırır.
§ Bu âyeti kerimedeki, iyilikle emr, cihadı da içine almaktadır. Çünkü cihad, müslümanlıkta iyilik etmek vazifesidir. Cihattan maksat; mal kazanmak, başkalarının yurdunu elde etmek, başkalarını esir olarak yaşatmak değildir. Belki bütün insanlık âlemini hak ve hakikatten haberdar etmek, bütün insanları gerçek bir dine, bir hürriyet ve hidayete kavuşturmaktır.
Cihad, görünürde bir tecavüz gibi görünse de, haddi zatında bir korunmadır, bir korumadır, insanlığı sonsuz mes’ûliyetten ve felâketten kurtarma vesilesidir, bir nice akıllı kimseleri uyandırıp hak yoluna sevk etmeye sebeptir. Binaenaleyh böyle güzel bir niyetle yapılan bir cihad, haddizatında bütün insanlığa karşı bir iyilikten başka birşey değildir. Maamafih müslümanlara karşı sırf dünya menfaatları sebebiyle düşman bulunan bir çok kavim mevcuttur. Artık bunlara karşı müslümanların uyanık olmaları mal ve bedenle fedakâr olarak cihada hazır bir halde bulunmaları lâzımdır.
Bu da bir iyiliktir. Buna muhalif hareket ise İslâm cemiyeti hakkında bir tehlike teşkil edeceğinden aslâ caiz değildir.İstanbul’da defnedilmiş bulunan ashabı kiramdan Ebu Eyyübil Ensârî demiştir ki: Bu âyeti kerime bizim hakkımızda nâzil olmuştur. Biz İslâm’ın başlangıcında Resûlullah’a yardım ettik. Onunla muharebelere iştirak ettik, onu çocuklarımıza, ailemizi mallarımıza tercih eyledik.
Vaktaki İslâmiyet etrafa yayıldı, müslümanların sayısı arttı, muharebelere son verilir gibi oldu, bizler de âilemize, çocuklarımıza, mallarımıza döndük, onlar ile meşgul olmağa başladık. Bu hal ise bir tehlikeye sebebiyet verebilirdi. Binaenaleyh bu âyeti kerime nâzil oldu.
Bu gibi tehlikelere kendi elimizle sebebiyet vermekten bizi men buyurdu, ikaz etti. Gerçekten de söz konusu zat, bundan sonra bütün cihadlara iştirak etmiş ve Hz. Muaviye zamanında İslâm ordusu ile gelip İstanbul’un muhasarasında bulunmuş ve bu esnada vefat edip bilinen türbesine gömülmüştür. Allah ondan razı olsun.
196. Ve Allah için haccı da umreyi de tamam yapınız. Fakat men olunursanız kurbandan kolaya geleni Minâya gönderirseniz. Ve bu kurban mahalline varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyiniz. Ancak sizden her kim hasta olur veya başında bir eziyet bulunursa ona da oruçtan veya sadakadan veya kurbandan bir fidye vacip olur. Sonra emin olduğunuzda kim hac zamanına kadar umre ile istifade etmiş olursa kolayına gelen bir kurban kesmek icap eder Fakat her kim bulamazsa üç gün hac esnasında, yedi günde döndüğünüz vakit oruç vâcip olur ki bunlar tam on gündür, Bu, ailesi Mescidi Haramda bulunmayan kimseler hakkındadır. Ve Allah’tan korkunuz ve biliniz ki Allah Teâlâ’nın azabı pek şiddetlidir.
196. Bu âyeti kerime, hac ve umre vazifesini yapacak zatlara nasıl hareket edeceklerini gösteriyor. Şöyle ki: Ey müslümanlar!. Korununuz ve iyilikte bulununuz. (Ve Allah için) sırf Allah’ın rızası için (haccı ve umreyi tamam yapınız.) Bunlardan herhangi birine veya her ikisine başlanılmış olunca bunları lâyıki veçhile tamamlamaya gayret ediniz. (Fakat men olunursanız) yani ihramdan sonra her hangi bir mecburiyet sebebiyle hacdan, umreden alıkonulursanız size (kurbandan kolaya geleni) vâcip olur.
Yani deve, sığır, davar nev’inden hangisini kurban etmeniz size kolay gelirse onu kurban olarak Minâ’ya gönderirsiniz. (Ve bu kurban mahalline varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyiniz.) Yani: Bu kurbanın Minâ’ya gidip kesilmiş olduğuna kanaat gelinceye kadar siz tıraş olup ihramdan çıkmayınız. (Ancak sizden her kim) ihramda iken (hasta olursa veya başında) yara gibi, bu gibi bir şey sebebiyle eziyet bulunur) da bundan kurtulmak için tıraş olur (sa ona da oruçtan veya sadakadan veya kurbandan bir fidye) vâcip olur.
(Sonra emin olduğunuz zaman) yani engellemekten veya hastalıktan, eziyetten kurtulduğunuz zaman sizden (her kim hac zamanına kadar umre ile istifade etmek isterse) haccı temettüde bulunmak arzu eylerse veya hac zamanına kadar ümresine nihayet verir ihramdan çıkar, hac yapacağı zamana kadar serbest bulunursa (kolayına gelen bir kurban kesmek icab eder.)
Kurban nevilerinden kolayına geleni seçer. (Fakat her kim) böyle bir kurban (bulamazsa üç gün hac esnasında, yedi gün de) hacdan (döndüğünüz vakit oruç) tutması vâcip olur ki (bunlar tam on gündür. Bu) umre ile haccı birleştirerektemettüde bulunmak ve kurbanın vücubu veya temettüde bulunan için orucun lüzumu (ailesi) ikametgâhı (Mescidi Haramda bulunmayan kimseler hakkındadır.) Mekke’de ve Mikad denilen saha dahilinde bulunanlar ise Mekke-i Mükerreme’ye ihramsız olarak girebilirler.
Hariçten gelip Mekke’de geçici olarak bulunanlar da Mikad yerinden dışarıya çıkmadıkça Mekke-i Mükerreme’ye ihramsız olarak dönebilirler. Kısacası ey müslümanlar. Hac ve ûmre vazifesini lâyıkıyla yapmaya çalışınız. (Ve Allah’tan korkunuz.) Günahkâr olmayınız. (Ve biliniz ki Allah Teâlâ’nın azabı pek şîddetlidir.) Artık bu mukaddes vâzifenizi de Allah’ın rızasına uygun bir şekilde yapınız. Aranızdaki din kardeşliğini de güzelce göstererek birbirinize karşı sevgide, birbirinizin hukukuna riayette bulununuz ki kurtuluşa ve saadete ulaşasınız.
§ Bir kimseye hac farz olmak için şöyle sekiz şart vardır: 1 – Müslüman olmak. 2 – Baliğ olmak. 3 – Akıllı olmak. 4 – Hür olmak. 5 – Haccın farziyetini bilmek. 6 – Hacc vazifesini meşakkatsiz bir şekilde yapmaya yetecek bir vakit bulunmak. 7 – Hacca gidip gelinceye kadar kendisi ve ailesi için yeterli miktar nafakaya mâlik bulunmak. 8 – Kendi haline münasip nakil vasıtası ve yol masrafına yetecek parası bulunmak. Bu şartlar bulunmayınca hac farz olmaz.
§ Bununla beraber haccın edasının farziyyeti için şöyle 5 şart ta lâzımdır:
1 – Bizzat hacc edebilecek derecede bir vücut sıhhati bulunmalıdır.
2 – Hacca gitmeğe hapis gibi, zorla mâni olmak gibi bir engel bulunmamalıdır.
3 -Yolda emniyet bulunmalıdır.
4 – En az normal yürüyüşte 13 saatlik bir yolculukta bulunacak bir kadının yanında kocası veya ebediyyen nikâhı haram olan bir erkek bulunmalıdır.
Bu erkek aklı baliğ veya mürahik = Erginlik çağına yakın bulunmalıdır.
5 -Boşanmış veya kocası ölmüş bir kadının iddeti bitmiş olmalıdır.
§ Haccın şöyle altı nevi vardır:
1- Farz olan hacdır. Bu şartlarını taşıyan bir müslümana ömründe bir kere farz olan hacdır.
2 – Vacip olan hacdır. Bu da nezr edilen veya nafile olarak başlanılmış iken bozulan hac için kaza etmek suretiyle yapılan hacdır.
3 – Nafile olan hacdır. Bu kendisine farz olan haccı yapmış olan bir yetişkinin veya henüz bülûğa ermeyip de rüşd çağına yaklaşmış olan birinin yaptığı hacdır.
4 – Haccı ifraddır. Bu ûmre ile birleştirmeksizin yalnız farz veya vacip veya nafile olarak yapılan hactır. Bunu yapana “müfrid” denir.
5 – Haccı temettüdür. Bu, hac mevsiminde evvelâ ûmre için ihrama girip umre yapıldıktan sonra aynı mevsimde daha yurda dönmeden tekrar ihrama girilerek yapılan hactır. Bunu yapana “mütemetti” denilir.
6 – Haccı kırandır. Bu da hac aylarıdan evvel veya hac ayları içinde mikaddan evvel veya mikaddan itibaren ûmre ile arası bir niyet ile bir ihram ile birleştirilmiş olan hacdır ki, ûmre yapıldıktan sonra usulü dairesinde ifa edilir.
§ Haccın rükünlerine gelince bu da ikidir.
Birincisi: Arafatta bir müddet durmaktır. Şöyle ki: Zilhiccenin 9 una rastlayan arafe gününün öğle vaktinden, kurban bayramının İlk günü fecrin doğuşuna kadar olan zaman içerisinde Arafatta isterse bir dakika olsun durmak farzdır. İkincisi de: Arafatta durduktan sonra gidip Kâbe’i Muazzama’yı ziyaret tavafı yapmaktır. İsterse bu ziyaret bir müddet sonra olsun. Şöyle ki: Bu Arafatta durduktansonra Kâbe’i Muazzamanın etrafında 7 defa dolaşmakta yapılır ki, bunun 4 defası bir rükündur, bir farzdır. Diğer 3’ü nafile kabilindendir. Kâbe’i Muazzamayı vakit vakit tavafta bulunmak ta bir sünnettir, bir ibâdettir, bir nevi, namazdan sayılmaktadır.
§ Mîkad: Hac için dışardan gelen zatların ihrama girmelerine mahsus 5 yer vardır ki bunlardan her birine “Mîkad” denir. Bu yerlere daha gelmeden de ihrama girilebilir.
§ İhramın yapılması: Şöyle ki hac için yolculukta bulunan bir erkek zat Mikad denilen bir yere gelince yıkanır, apdest alır, giderilmesi lâzım gelen tüylerini bedeninden giderir, tırnaklarını keser, elbisesini çıkarır, beyaz, temiz bir peştimal ile dikişsiz bir örtüye, meselha bir iki havluya sarılır. Güzel kokulu şeyler sürünür, başını açık, ayaklarını çorapsız bulundurur. Üstü açık, topukları kısa ayakkabı giyinir, İki rekât ihram namazı kılar, ihrama niyet eder “Yarabbi! Ben hac etmek istiyorum, onu bana kolay kıl ve onu benden kabul et.” diye dua eder. Sonra
= Emrin baş üstüne Ey Allah’ım! emrin baş üstüne…) diye telbiyede bulunur. Artık karısıyla cinsî münasebette bulunamaz, onu öpüp okşayamaz, dikişli elbise giyemez, kokulu şeyler sürünemez, saçlarını, tırnaklarını kesemez, av hayvanlarını avlayamaz, yeşil ağaçları, otları kesemez, kötü sözler söyleyemez. Fakat yıkanabilir, para kesesini de beline bağlayabilir ve usulü dairesinde gidip Arafatta bulunur. Sonra da Beytullah! ziyaret ederek ihrama son verir. (158.) âyeti kerimeyede bakılabilir.
§ Haccın farziyyetindeki hikmete gelince: O da şüphe yok ki çok mühimdir. Malumdur ki hac İslâmiyetin beş esasından biridir. Hem malî hem de bedenî bir ibâdettir. Hak yolunda fedakârlığın bir alametidir. Bir ilâhî lütuf olan sıhhatimizin ve servetimizin bir şükran vazifesidir. Hac fârizesi Cenab-ı Hakkın mânevî dergâhına sığınılarak tam bir hürmet ve yakarış ile lütuf ve af niyâz edilmesinin bir örneğidir.
Pek yüce bir mâbedin içinde binlerce din kardeşi ile birlikte yapılan bir ibâdetin, bir dua ve yakarışın uyanık ruhlar üzerinde yapacağı hoş tesirler ve ruhu besleyen neşeler ise her türlü maddî zevklerin binlerce kat üstündedir. Bütün müslümanların kıblesi olan ve Hz. İbrahim gibi ulu bir peygamberin makamını içine alan Beytullah’ta yapılan bir ibâdet ve itaatin Allah’ın yanında ne kadar makbul, ne kadar sevaba vesile olacağı da pek açıktır.
Rasûli Ekrem Efendimizin içinde doğup cihana nurlar yaymış olduğu mübarek beldeyi ve bu vesile ile o yüce nebinin hicret yurdu olup kabri saadetini şerefli göğsünde saklayan Medine’i Münevvereyi gidip bir arzu ve heyecan ile ziyaret etmek de İslâmiyete bağlılığın, o yüce peygambere hürmet ve sevginin en açık bir alametidir. Hele doğu ve batıdan çeşitli ırklara mensup müslümanların böyle kutsî bir mabette toplanarak hep birden aynı şekilde dinî vazifelerini yerine getirmeleri de aralarında din kardeşliğini ne kadar canlandırır, aralarında ne kadar içten bir sevgi ve dayanışmanın ortaya çıkmasına vesile olur.
Ve İslâm âlemine dair bir çok bilgi edinebilmelerine yardım eder. Seyahatin sıhhî, medenî, içtimaî menfaatleri herkes tarafından bilinmektedir. Bir çok yabancı kendileri için bir dinî vazife olmadığı halde seyahati gerekli buluyor, dünyanın muhtelif yerlerini gidip görüyorlar.
İslâm dini ise bizlere en güzel şartlar çerçevesinde en tarihî, en kutsî bir mubite seyahat etmemizi emretmiş bulunuyor. Artık bu ilâhî emrin ne kadar faideleri, hikmetleri kapsadığını hangi aydın ve düşünen bir insan takdir etmez. Böyle kutsal bir vazife ile mükellef olduğumuzdan dolayı Rabbimizin yüce eşiğine teşekkürlerimizi takdim eyleriz. “Her kime Kâbe nasip olsa hüda dâvet eder” “Her kişi sevdiğini hanesine dâvet eder”.
197. Haccın vakti bilinen aylardır. Her kim o aylarda haccı kendisine farz kılarsa artık hacda cinsel ilişkide bulunmak günaha sapmak kavga etmek yoktur. Ve hayırdan her ne yaparsa Allah Teâlâ onu bilir. Ve azık edininiz, azığın en hayırlısı ise takvadır. Ve benden korkunuz. Ey tam akıl sâhipleri!.
197. Bu âyeti kerime haccın mevsimini ve hacıların riayet edecekleri şeyleri bildirmektedir. Şöyle ki (haccın vakti bilinen aylardır.) Yani hacca başlanacak aylar: Şevval, zilkade ayları ile zilhiccenin tam on günüdür. Bu, Hanefilere göredir. Şafîlere göre şevval, zilkade ayları ile zilhiccenin dokuzuncu günü ve onuncu gününün yalnız gecesidir. İmamı Mâlik’e göre: Zilhiccenin de tamamıdır.
Binaenaleyh (her kim oaylarda haccı kendisine farz kılarsa) yani, hacca niyet eder de veya ihrama girer de veya telbiyede bulunur da veya kurban gönderir de hacca başlamış, bu fârizeyi üzerin almış olursa (artık hacda cinsel ilişkide bulunmak) yoktur. Bu müddet içinde karısıyla cinsel ilişkide bulunamaz. (Günaha sapmak) da yoktur. Şeriatın konuları dışına çıkmak veya ona buna söğüp, saymak aslâ caiz olamaz. (Kavga etmek) de yoktur. Hizmetçiler ile, yol arkadaşları ile ve diğerleriyle düşmanlık ve kavga etmek aslâ uygun görülmez.
(Ve hayırdan her ne işlerseniz) meselâ sadaka verirseniz, arkadaşlar ile güzelce yaşayarak onlara lüzumuna göre yardımda bulunursanız (Allah Teâlâ onu) o yaptığınız hayrı, ezelî ilmiyle (bilir) mükâfatını verir. (Ve) yolunuza rahatça, kalb huzuru ile devam edebilmeniz için de (azık edininiz.) Maddî, mânevî muhtaç olduğunuz gıda maddelerini tedarik ederek onunla hac yolculuğuna başlayın.
(Azığın en hayırlısı ise korunmadır.) Yâni Allah’tan korkup onun bunun malına, canına saldırmamaktır. Helâlından yiyip, haramdan sakınmaktır. (Ve benden korkunuz.) Korkunuz Allah için olsun. Sırf dünya ile ilgili olan bir maksat için başkalarından korkmak bir fazilet değildir. (Ey tam akıl sâhipleri!.) Ey hakikî aydınlar!. Ey İslâmiyetin bu yüce tavsiyelerini güzelce anlamaya kabiliyetli olan zatlar.
§ Rivayete göre vakfiye. Yemen halkı, Hicaza giderken yanlarına azık adına bir şey almazlar, biz tevekkül ehli kimseleriz, biz Beytullah’ı ziyarete gidiyoruz, elbette Cenab-ı Hak bizleri yolda aç bırakmaz derlermiş. Bununla beraber bazen yolda başkalarının mallarına sataşmaya da mecbur kalırlarmış.
Bunun üzerine bu âyeti kerime nâzil olmuş, hacca gidecek zatlara azık denilen nafakalarını, muhtaç olacakları şeyleri daha yola çıkmadan hazırlamaları emrolunmuştur. Geçimi temin etme hususunda geçerli olan örf ve adete uymak lâzımdır. Meselâ, hac mevsiminde de geçimini temin etmek için meşru şekilde alış verişte bulunulması caizdir. Nitekim şu âyeti kerime bunu ifade etmektedir.
198. Rabbinizden bir rızık talep etmeniz sizin üzerinize bir günah değildir. Arafat’tan geri döndüğünüz zaman Allah Teâlâ’yı Meş’ari Haram yanında hemen zikrediniz. Ve onu, size hidayet ettiği gibi zikireyleyiniz. Şüphe yok ki, siz bundan evvel dalalette kalmış kimselerden idiniz.
198. Bu âyeti kerime hac mevsiminde de ticaretin meşru olduğunu ve Cenâb-ı Hakkın gösterdiği yola gitmenin lüzumunu bildirmektedir. Şöyle ki: Ey müslümanlar!.. Hac mevsiminde de ticaret yoluyla (Rabbinizden bir rızık talep etmeniz) caizdir. Bundan dolayı (sizin üzerinize bir günah) yüklenecek (değildir.)
Sonra (Arafattan) cemaat halinde (gerî döndüğünüz zaman Allah Teâlâ’ya Mes’ari Haram yanında) Allahu Ekber ve La ilahe illallah diyerek, dua ve niyâz ile veya akşam ve yatsı namazlarını kılmak suretiyle (zikrediniz ve onu) o Yüce Rabbi (size hidayet ettiği) size dinî vazifelerini, hac ibadetlerini zikir ve fikir yolunu ihsan ve ilham buyurduğu (gîbî zikreyleyiniz) bu ilâhî hidayet sayesinde dinî vazifelerinizi bilmiş bulunuyorsunuz.
(Şüphe yok ki siz bundan evvel) bu hidayete, bu İslâmiyet şerefine ulaşmadan önce (dalalette kalmış kimselerden idiniz.) İmânı, itaati vehacla ilgili ibâdetleri bilmeyen, yolunu şaşırmış takımlardan idiniz. Şimdi ise hidayete ermiş bulunuyorsunuz. Artık Cenab’ı Hakkın emri üzerine hareket ediniz, ulaştığınız hidayet ve saadetin kadrini yüceltmeye, şükrünü yerine getirmeye çalışınız.
§ Cahiliye döneminde bir çok pazar yerleri vardı. Araplar hac mevsiminde buralarda ticaretle meşgul olurlardı, İslâmiyet yayılmaya başladığı zaman bazı müslümanlar böyle hac mevsiminde ticarette bulunmadan çekinmişlerdi. Halbuki buna lüzmu yoktu, Ticaretle uğraşmak dinî vazifelere engel olmamak üzere her zaman caizdir.
Özellikle hac mevsiminde etraftan bir çok zatlar Hicâzda toplanıyorlar, bunlar kendi ihtiyaçlarını bertaraf etmek için ticarethanelere müracaata mecbur kalmaktadırlar. Eğer o mevsimde ticaret yasak olursa bu gibi zatların ihtiyaçları nasıl giderilebilir? Binaenaleyh hikmet dolu olan İslâm dinî, bu ticareti men etmemiştir. Elverir ki meşru şekilde yapılsın.
§ Arafat: Mekke-i Mükerreme şehrine on iki mil mesafede bulunan bir dağın ismidir.Hacılar arefe günü, yani; zilhiccenin 9 uncu günü burada vakfeye dururlar, zilhiccenin 8 inci gününe de “terviye günü” denilir. Rivayete göre Hz. Adem Hinde, Hz. Havva da Ciddiye indirilmişlerdi.
Birbirini ararken arafat sahasında karşılaşmış, birbirlerini tanımışlardı. Bu cihetle o güne arefe, o karşılaşma sahasına da Arafat denilmiştir. Diğer bir rivayete göre de İbrahim Aleyhisselâm’a hacla ilgili ibâdetler burada vahyolunmuş olduğu için buraya Arafat adı verilmiştir. Müzdelife: Mekke’de hacla ilgili İbâdetlerin yapıldığı yerlerden biridir. Hacılar Arafattan sonra Müzdelifeye vararak orada akşam, yatsı ve sabah namazlarını kılarlar.
§ Meş’ari Haram, Müzdelifenin bitişiğinde bir tepedir. Buna “Cebeli Kuzah” da denir. Arafattan Müzdelifeye dönüp gelen hacılar, yolculara engel olmamak için bu Meş’ari Haram tepesi civarında gecelerler.
199. Sonra insanların geri döndüğü yerden siz de dönüveriniz. Ve Allah Teâlâ’dan mağfiret isteyiniz. Şüphe yok ki Hak Tealâ affedici ve esirgeyicidir.
199. Bu âyeti kerime de bütün müslümanların aynı şekilde ibâdetlerle mükellef olduklarını gösteriyor. Şöyle ki: Cahiliye döneminde Kureyş kabilesi gibi bazı seçkin kabileler, halk Arafatta toplandıkları vakit kendileri Meşari Haramda dururlar, onlara karışmazlar, biz Allah’ın ehliyiz derler, bu durumu bir üstünlük alâmeti sayarlardı. Sonra bunlar müslüman olunca kendilerine, hitaben buyruldu ki:
Ey Kureyş! Ey bütün müslümanlar!.. (Sonra insanların koşup döndüğü yerden) yani Arafattan (Siz de hemen dönünüz.) hacla ilgili ibâdetlere tamamen iştirak ediniz. Bu husustaki kusurlarınızdan, günahlarınızdan dolayı (Allah Teâlâ’dan mağfiret isteyiniz.) Daima onun af ve keremine sığınınız.
(Şüphe yok Yüce Allah gafurdur) af dileyenlerin günahlarını mağfiret buyurur. (Râhimdir) kulları hakkında rahmet ve yardımını bol tutar. Elverir ki o kerem sahibi yaratıcının yüce dergâhına, kendisini zikr ve tesbih etmek suretiyle sığınılsın.
200. Sonra hacca ait ibadetlerinizi bitirdiğiniz zaman babalarınızızikredtiğiniz gibi veya daha ziyade olarak Allah Teâlâ’yı zikrediniz. İmdi insanlardan öylesi vardır ki: Ey Rabbimiz bize nasibimizi dünyada ver der. Bunun için âhirette bir nasip yoktur.
200. Bu âyeti kerime Allah’ı zikretmenin ehemmiyetini gösteriyor, İslâmiyetten evvel araplar hacca ait ibadetlerini bitirdikten sonra Mina’da mescit ile dağ arasındaki bir yerde toplanır, babalarının övünülecek şeylerini anarlardı.
Bunlar İslâmiyetle şereflenince babalarını andıkları gibi ve hattâ ondan daha fazla Cenab-ı Hakkı anmaları, Hak Tealâ’nın zikri ile dillerini süslemeleri, kalblerini nurlandırmaları kendilerine şöylece hatırlatılmıştır: (İmdi sizler hacca ait ibadetlerinizi bitirdiğiniz zaman) yani taşları attıktan, tavafta bulunduktan Mina’da kaldıktan sonra (babalarınızı zikrettiğiniz gibi veya daha ziyade) daha kuvvetli, daha şevk ve heyecan ile (olarak Allah Teâlâ’yı zikrediniz) asıl onun yüceliğini, kudret ve büyüklüğünü, sizlere verdiği nimetleri bir ibâdet lisanıyla zikrediniz. Ondan dünya ve âhirete ait hayırlar isteyiniz.
Halbuki (insanlardan öylesi vardır ki, ey Rabbimiz! Bize nasibimizi dünyada ver der.) Bunlar bir takım müşriklerdir ki, vaktiyle hac esnasında yalnız dünya ile ilgili şeyleri ister, Yarabbi bize koyun ver, deve ver.
Babalarımıza verdiğin gibi bizlere de bağlar, bahçeler ver diye duada bulunurlar, âhiret fikrinden mahrum bir halde yaşarlardı. Artık (bunun için) böyle yalnız dünyaya düşkün bir şahıs için (âhirette bir nasip yoktur.) Çünkü onun bütün arzu ve hedefi dünyadadır. Menasik: Hac esnasında yapılması icap eden merasimin tamamı demektir. Tekili mensekdir. Bu kelime; ibâdet edilecek, kurban kesilecek yere de denir.
201. Ve insanlardan öylesi vardır ki: Ey Rabbimiz! Bize dünyada bir iyilik ve âhirette de bir iyilik ver ve bizi ateş azabından koru der.
201. Bu âyeti kerime, mü’minlerin ne kadar güzel bir tarzda dua ve niyazda bulunduklarını şöylece bildiriyor: (Ve insanlardan öylesi vardır ki) Cenab-ı Hakka inanıp, onun âhirete âit nimetlerine çok fazla ihtiyacı olduğuna kanaat getirdiğinden (Ey Rabbimiz! Bize dünyada da bir iyilik ver, âhirette de bir iyilik ver) diye dua eder (ve bizi cehennem azâbından koru) diye niyazda bulunur. Âhiret hayatına inandığını bu şekilde de göstermiş olur.
§ Bu mübârek dua âyetindeki haseneden murat nedir: Bilindiği üzere hasene lûgat itîbariyle güzellik demektir. İnsanın nefsine, bedenine, servetine ait olup elde edinilmesiyle sevineceği her nîmet bir hasenedir. Ibâdet ve itaat da birer hasenedir. Bu âyeti kerimedeki haseneden maksat ise bazı âlimlere göre dünyada ilimdir, ibâdettir. Ahirette cennettir veya dünyada helâl rızıktır, âhirette de mağfirettir, sevaptır. İmamı Aliden bir rivâyete göre de hasene dünyada iyi ahlâklı kadındır, âhirette de cennettir. Nitekim bir hadisi şerifte:
buyrulmuştur. Yani: Dünya varlıktan ibârettir. Dünya varlığının en hayırlısı ise iyi ahlâk sahibi olan kadındır.
202. İşte bu iki kısım insanlar yok mu, bunlar için kazandıkları şeyden bir nasip vardır. Ve Allah Teâlâ hesabı pek süratle görücüdür.
202. Bu âyeti kerime de, mükâfat ve cezânın amellere göre olduğunu şöylece göstermektedir: (İşte bu iki kısım insanlar yok mu) yalnız dünyayı isteyenler ile hem dünyayı hem de âhireti isteyen zümreler, (bunlar için kazandıkları şeyden bir nasip vardır.) Hayatını yalnız dünyaya adayanlar dünya varlığından hisse sahibi olurlar, âhireti hiç dikkate almadıkları için âhiret saadetinden bir pay alamazlar.
Fakat hayatını güzel tanzim edip te hem dünya için meşru şekilde çalışanlar, hem de âhirete ait vazifelerini yapıp âhiret nimetlerine ulaşmayı niyâz edenler de, hem dünyada hem âhirette nîmetlere kavuşmuş olurlar ve âhiret azabından korunurlar.
(Ve) şüphe yok ki (Allah Teâlâ) kullarının bu hallerini bilmektedir, yarın âhirette bunlara ait (hesabı) bunların haklarındaki muhakemeleri (pek süratle görücüdür.) Artık insanlar daha hayatta iken istikballerini düşünmeli üzerlerine düşen kulluk vazifelerini güzelce yapmalıdırlar ki, ebediyet âleminde selâmet ve saadete ulaşabilsinler.
203. Ve Allah Teâlâ’yı sayılı günlerde zikrediniz. İmdi her kim iki gün içinde acele ederse onun üzerine bir günah yoktur. Ve her kim geri kalırsa onun üzerine de günah yoktur. Bu korunan içindir. Ve Allah’tan korkunuz ve biliniz ki, sizler şüphesiz onun huzuruna toplanacaksınız.
203. Bu âyeti kerime, teşrik günlerinde yapılacak tekbirlere işâret etmektedir. Şöyle ki: Ey hac vazifesini ifa eden zatlar!. Hacca aitibâdetlere güzelce riâyet ediniz. (Ve Allah Teâlâ’yı sayılı günlerde) yani teşrik günlerinde (zikr ediniz.) Allahu Ekber ve la ilahe illallah deyiniz.
Namazların ardından ve kurbanları keserken ve taşları atarken tekbir alınız. (İmdi her kim iki gün içinde) işini bitirip vatanına dönmek hususunda (acele ederse) bu iki gün Mina’da bulunması kâfidir. Bundan bir gün evvel ayrıldığından dolayı (onun üzerine bir günah yoktur.) Bundan dolayı sorumlu olmaz, istediği gibi hareket edebilir. (Ve her kim geri kalırsa) acele etmeyip üçüncü gün de Mina’da kalırsa (onun üzerine de bir günah yoktur.) Bunlar da serbesttir.
Bu acele etme ve geriye bırakmadan dolayı sorumlu değildirler. Burada sorumluluğun olmaması (takva sahibi olan) haccını Allah rızası için yapıp ondan korkan hacılar (içindir.) Artık bunu düşününüz. (Ve Allah’tan korkunuz.) Bütün işlerinizde takvadan ayrılmayınız. (Ve biliniz ki sizler muhakkak onun) o Yüce Yaratıcının (huzuruna toplanacaksınız.) Onun mânevî huzuruna toplanıp varacaksınızdır. Amellerinize göre mükâfat veya cezâ göreceksinizdir.
§ Teşrik: Yüksek sesle tekbir almaktır. Teşrik günleri ise zilhiccenin 11 inci, 12 inci, 13 üncü günlerine denilir ki, bunlar kurban bayramının ikinci, üçüncü, dördüncü günleridir. İşte eyyamı madudat = Sayılı günlerden murat, bu günlerdir. Hacılar bu günlerde Mina’da bulunur, tekbir alır, şeytanı taşlarlar. Şeytanî şeylere düşmanlıklarını bu şekilde de göstermiş olurlar, İşte bu Mina’de kurban bayramının ikinci, üçüncü, dördüncü günlerinde bulunmak meşru olduğu gibi yalnız ikinci, üçüncü gününde durmak ta câizdir. El verir ki korunma ve iyi niyetle olsun.
204. Ve insanlardan bâzıları vardır ki, dünya hayatı hakkındaki sözü senin hoşuna gider. Ve kalbinde olana Allah’ı şâhit tutar. Halbuki o pek katı düşmanlık sahibidir.
204. Bu âyeti kerime sözleri özlerine uymayan münâfık kimselerin kınanmış hareketlerini bildirmektedir. Şöyle ki: Habibim!.. (İnsanlardan bâzıları da vardır ki) haktan yana görünür. (Dünya hayatı hakkındaki sözü) dünya işlerinin idaresi, geçim sebeplerinin beyanı ve sana karşı sevgi ve bağlılık iddiası hususundaki ifadesi (senin hoşuna gider) hayretini çeker. (Ve kalbinde olana Allah’ı şahit tutar).
Sözüm özüme uygundur der. İyi niyet sahibi olduğuna yemin eder. Buna Cenab’ı Hakkı şahit tutar. (Halbuki onun) sana (düşmanlığı pek şiddetlidir.) Veya o sözünde yalancıdır. Veya onun kalbinin katılığı pek fazladır. Sözleri hikmetli olsa da işleri hata doludur.
205. Ve yanından ayrılınca yeryüzünde fesat çıkarmağa, ekinleri, zürriyetleri helâk etmeğe çalışır. Allah Teâlâ ise fesadı sevmez.
205. (Ve) o münâfık senin (yanından ayrılınca) veya bir işe girişince (yer yüzünde fesat çıkarmağa) müslümanların kanlarım akıtmağa akrabalık bağlarını koparmaya başlar (Ekinleri ve zürriyetler! helâk etmeğe) İslâm cemiyyetini dağıtmağa (çalışır.) Fakat (Allah Teâlâ fesadı sevmez.) Yani fesada razı olmaz. Elbette öyle fesatçıların cezalarını bir gün verecektir.
206. Ve ona Allah’tan kork denildiği zaman kendisini günah ile bir gurur yakalar. Artık ona cehennem kâfidir. Ve ne fena bir yataktır.
206. (Ve ona) o münâfıka (Allah’tan kork) yalan söyleme, Allah’ın azâbını düşün (denildiği zaman) bu söz onun gururuna dokunur. (Kendisini) o terk etmesi istenilen (günah ile beraber bir gurur yakalar.) Daha ziyade günaha girer, cahilce bir onurun düşkünü olur.
(Artık ona) ceza ve azap olmak üzere (cehennem kâfidir.) O cehennemde ebediyyen kalacaktır. Cehennem bir azap yeridir. (Ve ne fena bir yataktır.) Artık bir insan, kendisini böyle ateşli bir yere sevkedecek olan kötü hareketlere nasıl cür’et edebilir.
§ Rivâyete göre bu âyetler Sekif Oğullarından “Ahnes İbni Şerik” hakkında nâzil olmuştur. Bu bir münâfıktır. Güzel yüzlü, tatlı sözlü bulunuyordu. Peygamberin huzuruna girmiş, müslüman olduğunu söylemiş, Hz. Peygamber’i sevdiğini iddia etmiş, bu sözlerinde doğru olduğuna yemin etmiş ve Cenab-ı Hak şahidimdir demişti. Halbuki hakikaten müslümanlığı kabul etmiş değildi.
Müslüman düşmanı bulunuyordu. Peygamberin huzurundan ayrıldıktan sonra müslümanlardan birinin tarlasına uğramış, ekinlerini yakmış, hayvanlarını öldürmüştü. Bu âyetlerin nüzul sebebi, böyle hususî olsa da hükmü geneldir. Binaenaleyh bizlere işâret buyrulmuş oluyor ki: İnsanların yalnız sözlerine bakıp ta aldanmamak, nice münafıklar vardır ki, İslâmiyet iddiasında bulunurlar.
Yaldızlı sözler söylerler, onu bunu aldatırlar, fakat fırsat bulunca bütün kutsal şeylere saldırırlar. Maamafih samimî şekilde müslüman olup ta bu uğurda pek çok fedakârlıkta bulunan muhterem zatlar da vardır. İşte şu âyeti kerime de bunu ifâde etmektedir.
207. İnsanlardan bazıları da vardır ki. Allah Teâlâ’nın rızâsına kavuşmak için kendini feda eder. Yüce Allah ise kullarına çok şefkatlidir.
207. Bu âyeti celile, hakikî mü’minlerin yüksek fedakârlıklarını gösteriyor. Şöyle ki: (İnsanlardan bâzıları da vardır ki Allah Teâlâ’nın rızâsını talep için kendini feda eder.) Cihada atılır, veya ölünceye kadar iyiliği emreder, kötülükten sakındırır.
Diğer bir görüşe göre de Allah’ın rızası için her fedakârlıkta bulunarak nefsini, ebedî hayatını din düşmanlarının tecavüzlerinden kurtarmağa çalışır. Artık şüphe yok ki bu gibi şahıslar, Cenab’ı Hakkın rızasını kazanmış olurlar. (Ve Allah Teâlâ) böyle (kulları hakkında çok şefkatlidir.) Bu ilâhî şefkatten dolayıdır ki, kullarını kendi rızasına kavuşturacak bir hidâyet yoluna irşat buyurmuştur.
§ Bir rivâyete göre: Bu âyeti kerime Suheyb İbni Sinani Rûmî hakkında nâzil olmuştur. Bu zat İslâmiyeti kabul etmiştir. Müşrikler bunu yakalamışlar, dövmüşler, İslâmiyetten döndürmek istemişlerdi.
Bu zat da “Ben ihtiyar bir kimseyim, ben müslümanlığımdan size bir zarar gelmez” demiş ve büyük bir servetini o müşriklere vererek ellerinden kurtulmuş Medine’i Münevvere’ye gelmiştir. Diğer bir rivâyete göre de bu âyeti celile, Hz. Ali hakkında nâzil olmuştur.
Çünkü Peygamber Efendimiz, Medine’i Münevvere’ye hicret ederken Hz. Ali, onun mübarek yatağında yatmış, Rasûlullah’ın hicretini gizlemek istemiş, düşmanların hücumuna kendisini hedefyapmıştı. İşte bu gibi din kahramanları hakkında elbette Allah’ın şefkati ve lütfu pek mükemmel şekilde tecelli edecektir.
208. Ey imân edenler! Hepiniz toptan barışa giriniz. Ve şeytanın adımlarına uymayınız. Şüphe yok ki o sizin için apaçık bir düşmandır.
208. Bu âyeti kerime, bütün müslümanların dinî hükümlere layıkıyle sarılmalarını emretmektedir. Şöyle ki: (Ey mü’minler!. Hepiniz harîsa giriniz.) Hepiniz tam müslüman olunuz. Sulh ve barış içinde yaşayın. Çekişme ve mücadeleden sakınınız, dininizin emirleri doğrultusunda hareket ediniz.
(Ve şeytanın adımlarına uymayınız.) Onun izinden yürümeyiniz. İnsanları dinden çıkarmak isteyen dalâlet sahiplerinin hareketlerini taklit eylemeyiniz. (Şüphe yok ki o) şeytan (sizin için) ey müslümanlar (apaçık bir düşmandır.) Aranızı açmaya, aranıza nifak sokmaya çalışan bir düşmandan başka değildir. Artık uyanık bulununuz.
209. İmdi size bunca deliller geldikten sonra yine kayarsanız, artık biliniz ki. Allah Teâlâ şüphesiz azizdir, hakimdir.
209. Bu âyeti kerime de bu gibi ilâhî uyarılara aykırı harekette bulunanlar için büyük bir tehdid taşımaktadır. Şöyle ki: Ey müslümanlar!. (İmdi size bunca beyyîneler) açık deliller, emirler aklî ve naklî açık kanıtlar (geldikten sonra yîne kayarsanız) yine kusur eder, gösterilen doğru yoldan çıkarsanız, şeytanların aldatmalarına kapılırsanız (artık biliniz ki. Allah Teâlâ şüphesiz azizdir) onun intikam almasına bir şey mâni olamaz. O üstünlük ve galibiyet sahibidir. Sizlere lâyık olduğunuz cezâyı verir. Ve o Yüce Yaratıcı (hakimdir) her emri, her yaptığı şey bir hikmet ve faydaya dayanmaktadır.
§ Bir rivâyete göre İslâm’ın başlangıcında bazı zatlar müslüman olmakla beraber eski âdetleri doğrultusunda cumartesi gününe saygı gösterir, devlerin etlerini, sütlerini çirkin görürlerdi. Bunun üzerine bu iki âyeti kerime nâzil olmuş, o gibi kanaatlerden, yabancılara ait âyinlerden vazgeçilmesi, bütün müslümanların bir selâmet ve kardeşlik dairesinde yaşamaları emir ve tavsiye buyrulmuştur.
.
210. Onlar ancak beyaz buluttan gölgeler içinde Allah’ın ve meleklerin kendilerine gelmelerini beklerler. Hâlbuki emir tamam olmuştur. Ve bütün işler Allah Teâlâ’ya döndürülecektir.
210. Bu âyeti kerime İsrail Oğullarının İslâmiyeti kabul etme hususundaki mallarını göstermektedir. Onlar vaktiyle Hz. Musa’dan istedikleri gibi Asrı Saadette de Rasûli Ekrem’e imân etmeleri için Cenab-ı Hakkın meleklerle beraber gelip kendilerine görünmelerini istemişler. Zaman ve mekândan, gelip gitmeden uzak olan Allah Teâlâ’nın yüce varlığını takdirden gâfil bulunmuşlardı.
Halbuki gelip gitmek hali; sonradan ortaya çıkma ve sınırlı olmayı görünme ve kaybolmayı, cisim olma yönüyle sonradan olanlara benzemeyi icap eder ki bütün bunlardan Cenab’ı Hak uzaktır, yücedir. Böyle olduğu halde (onlar) o İsrail Oğulları (ancak beyaz buluttan gölgeler içinde Allah’ın ve meleklerin kendilerine gelmelerini) kendilerine lâzım gelen hükümleri ulaştırmalarını ve söylemelerini (beklerler.)
İmân etmeleri için sıkılmadan böyle uygunsuz bir isteğe cür’et gösterirler. (Halbuki emir tamam olmuştur.) Onların haklarındaki ilâhî hüküm sabitolmuştur, onların helâki kararlaştırılmıştır. (Ve bütün işler Allah Teâlâ’ya) âhirette (döndürülecektir.) Orada herkese amellerine, inançlarına göre mükâfat ve cezâ verilecektir. Artık Allah’a imândan kaçınanlar da o günü düşünsünler.
211. İsrail Oğullarına sor, biz onlara ne kadar açık âyetler vermiştik. Ve her kim Allah’ın nimetini, kendisine geldikten sonra değiştirirse artık şüphe yok ki Allah cezâsı şiddetli olandır.
211. Bu âyeti kerime de İsrail Oğulları hakkında bir kınamayı içermektedir. Çünkü onlar vaktiyle Hz. Musa vâsıtasiyle bir çok mucizeleri görmüş oldukları halde yine yanlış yola gitmekten geri durmamışlardı. İşte bunun için buyruluyor ki; (İsrail Oğullarına sor, biz onlara ne kadar açık âyetler) mucizeler (vermiştik.) Kısacası âsanın yılana dönmesi bir çok kalıcı hastalıkların bertaraf olması, denizin yarılması, kudret helvası ve bıldırcın etinin gökten yere inişi gibi hârikalar onlara gösterilmişti.
Halbuki onlar bunları gördükleri halde yine inkâr ve isyana devam etmişlerdi. Artık bu gibi hareketlerde bulunanlar elbette cezalara uğrayacaklardır. (Ve her kim Allah’ın nîmetini) âyetlerini (kendisine geldikten sonra değiştirirse) onları değiştirmeye, inkâra cür’et gösterirse böyle cezaları hak etmiş olur. (Artık şüphe yok ki Allah cezâsı pek şiddetli olandır.) Onu düşünmeli, onu gerektirecek gayri meşm hareketlerden çekinmelidir.
212. Kâfîr olanlar için dünya hayatı süslü gösterilmiştir. Ve onlar, imân edenler ile eylenirler. Halbuki bu takvâ sâhipleri kıyâmet gününde onların üstündedirler. Ve Allah Teâlâ dilediğine hesapsız olarak rızık verir.
212. Bu âyeti kerime dünya varlığına aldanan beyinsizlerin hallerini bildirmektedir. Kısaca Ebu Cehil gibi bir takım kâfirler, ellerinde bulunan geçici dünya varlığına güvenerek Abdullah İbni Mes’ûd, Bilali Habeşi, Ebu Übeyde gibi -Radiyallahu tealâ anhüm- ashabı kiramın fakirleri ile alay ediyor, bunlar ile mi müslümanlık yayılacak diyorlardı. İşte bunların bu halini beyan için buyruluyor ki:
(Kâfir olanlar için dünya hayatı) dünyanın fanî olan servet ve zenginliği (süslü gösterilmiştir.) Onlar bunun ötesinde bir şey düşünemezler. Bu pek süslü gördükleri varlıklarına aldanırlar. (Ve onlar mü’minler ile) müslümanların fakirleri ile (alay ederler) Bakınız şunlara, bunlar ile mi galibiyet yüz gösterecek derler. (Halbuki) fakir görülüp kendileriyle eylenilen (bu korunan) mü’min (ler kıyâmet gününde onların) o alaycı kâfirlerin (üstündedirler.) Bu mü’minler en yüce makamlarda, cennetlerde bulunacaklardır. O kâfirler ise aşağıların aşağısında cehennemlerin içinde azap göreceklerdir. Artık onlar, öyle geçici dünya varlıklarının ne kıymeti vardır ki, ona aldanıyorlar. Bütün elvahi rengârengi dünya çeşmi ibrette Hayali mahzdır, bir tayfı zailden ibârettir.
Dünyanın bütün rengarenk levhaları, ibret alan göz için Sırf hayal ve yok olan bir hayaletten ibârettir. (Ve Allah Teâlâ) bir hikmet sahibi yaratıcıdır. (Dilediğini) bu dünyada ve âhirette (hesapsız olarak) sonsuza kadar (rızıklandırır.) Yavaşyavaş azâba yaklaştırmak için dünyada kâfirlere bir çok servetler verir, onlar bu nîmetleri kendilerine veren Yüce Yaratıcıya kullukta ve şükürde bulunmadıklarından dolayı, bilâhare azaba, felâkete uğrayacaklardır. Cenab’ı Hak mü’minlerin bir kısmına da bir ilâhî imtihan olarak bu dünyada büyük bir servet verir. Bunun şükrünü yerine getirdikleri takdirde sevaba kavuşurlar. Yarın âhirette de sonsuz nîmetlere ulaşmakla rızıklanırlar. İşte asıl övünmeye lâyık olan varlık, bundan ibârettir.
213. İnsanlar bir tek ümmet idi. Allah Teâlâ müjdeleyici ve korkutucu olan peygamberler gönderdi. Ve onlar ile beraber hak yolu gösteren kitap indirdi ki insanlar arasında ihtilâf ettikleri hususlarda hükmetsin. Halbuki, kendilerine apaçık deliller geldikten sonra aralarında olan kıskançlıktan dolayı dinde ihtilâfa düşenler, o kendilerine kitap verilenlerden başkası değildir. İmdi Allah Teâlâ imân edenleri ihtilâfa düştükleri hakka kendi ilâhî iradesiyle ulaştırır. Ve Allah Teâlâ dilediğini doğru yolu gösterir.
213. Bu âyeti kerime, insanlık cemiyetleri arasındaki ihtilâfların yegâne sebebini gösteriyor ki o da: “Bağy” dır. Yâni dünya hırsı ile meydana gelen kıskançlık ve zulümdür, aşırı hırstır, haktan dönerek başkaldırmaktır. Şöyle ki: (insanlar) vaktiyle (bir tek ümmet idi.) Aralarında ihtilâf yoktu. Hak üzere ittifak ediyorlardı. Sonra ihtilâfa düştüler, haktan ayrıldılar. (Allah Teâlâ) da bunları irşat için (müjdeleyici) yani: İmân ve itaat sahiplerini cennet ile müjdeleyici (ve korkutucu) yâni:
Küfr ve isyan sahiplerini de cehennem ateşi ile korkutucu (olan peygamberler gönderdi.) İnsanları o peygamberler vasıtasıyla hak ve hakikatten haberdar etti. (Ve onlar ile beraber) o peygamberler vasıtasıyle o insanlara (hak yolu gösteren) hak ve hakikatı açıklayan (kitap indirdi ki) o kitap (insanlar arasında ihtilâf ettikleri) dinî (hususlarda hükmetsin.) Onun şer’î hükmünü kendilerine bildirsin (Halbuki) o insanlar (kendilerine apaçık deliller) Allah’ın birliği hususunda açık, kesin deliller (geldikten sonra) aralarındaki birliği daha güzel muhafaza etmeleri lâzım gelirken onlar bilâkis (aralarında olan kıskançlıkla!!) haset ve hırstan (dolayı dinde ihtilâfa düşenler, o kendilerine) peygamberler vasıtasiyle (kitap verilenlerden) semavî kitapların hükümleri, o kendilerine tebliğ edilenlerden (başkası değildir.)
Artık onlar hakikatı anlayıp din birliğini muhafaza etmeli değil miydiler? Onlar ise bilâkis dünya ile ilgili hırslarından kurtulamamış hak ve hakikate, selâmet ve hidayete ulaşamamışlardır. (İmdi Allah Teâlâ) öyle hırs sahiplerini değil (imân edenleri) o bir takım kimselerin kendisinde (ihtilâfa düştükleri hakka) dinî gerçeklere, şer’î meselelere (kendi İlâhî iradesiyle ulaştırır.) Onları bu husustaki hatâlardan korur, kendi rızâsına uygun olan tarafa yöneltir. (Ve Allah Teâlâ) kullarından (dilediğini) hidâyete ermesini takdir buyurmuş olduğunu (doğru yola hidâyet eder) binaenaleyh Cenâb-ı Hakka sığınmalı, ondan hidâyet ve saadet niyâz eylemelidir.
§ Bu âyeti kerime de: Bir tek ümmetten maksat nedir? Bu hususta deniliyor ki: Bundan maksat, ya Hz. Adem’in arkasından çıkarılan zürriyetidir. Bunlar Allah’ın birliğini kabul etmişlerdi. Veya Nuh’un gemisinde bulunan mü’minlerdir. Bunlar Hz. Nuh’tan sonra ihtilâfadüşmüşlerdi. Diğer bir görüşe göre de bütün insanlar Hz. Adem’in vefatından, Nûh aleyhisselâmın gönderildiği zamana kadar bir şeriat üzere idiler. Sonra Hz. Nuh’un zamanında ihtilâfa düşmüşlerdir.
Diğer bir görüşe göre de bir tek ümmetten maksat, Hz. Âdem’dir. Çünkü o insanlığın babasıdır. Bütün insanların aslıdır. Sonra da Havva yaratılmış, bunların çocukları dünyaya gelmiş, hepsi de müslüman olarak yaşamışlardı. Kabil ile Habil arasındaki öldürme hâdisesinden sonra ise ihtilâf yüz göstermiştir. Başka bir görüşe göre de Hz. İbrahim’in zamanında insanların hepsi de kâfirdir. Bu itibar ile bir tek ümmet bulunuyorlardı. Cenâb-ı Hak bunlara İbrahim aleyhisselâmı ve diğer zatları peygamber göndermiştir. Bu zatlara uyanlar hidayete ermiş, ihtilâftan kurtulmuşlardır. Bunlara uymayanlar da ihtilaflar içinde kalarak hidâyet ve selâmetten ebediyyen mahrum kalmışlardır.
214. Yoksa Cennete gireceğinizi mi zannettiniz? Sizden evvelki geçmiş ümmetlerin hali sizlere gelmedikçe. Onları nice şiddetli ihtiyaçlar, hastalıklar kapladı ve sarsıntılara uğradılar. Hattâ peygamberleri ve onunla beraber imân edenler. Allah’ın yardımı ne zaman? diyecek bir hale geldiler. Haberiniz olsun Allah’ın yardımı şüphe yok ki pek yakındır.
214. Bu âyeti kerime, hak yolunda bazı sıkıntılara uğrayan zatlara kalp dayanıklığı vermekte ve teselli kaynağı olmaktadır. Bu âyeti celilenin, nüzul sebebi olarak deniliyor ki: Rasûli Ekrem Hazretleri ashabı kiramının bir kısmıyla Medine’i Münevvereye hicret edince mallarını, yurtlarını bırakmış, bâzı sıkıntılara uğramışlardı. Binaenaleyh onların gönüllerini hoş etmek için bu âyeti kerime inmiş, Allah’ın rızasına kavuşmak için geçmiş ümmetler arasında da böyle nice sıkıntılara uğramış zatların bulunduğu bildirilmiş, hak yolunda çekilen böyle sıkıntıların ilâhî yardımın bir an evvel gelmesine vesîle olacağı müjdelenmiştir.
Diğer bir rivâyete göre de bu âyeti celilenin iniş sebebi Hendek gazvesidir. Bu gazvede Medine’i Münevvere düşman tarafından kuşatılmış, ashabı kiram bir çok sıkıntılara uğramıştı. Bu gibi üzücü haller geçmiş ümmetlerin başına da gelmiş, bunun mükâfatı olarak cennete aday bulunmuşlardı.
Binaenaleyh şimdi müslümanların da bu gibi geçici belâlara tahammül etmeleri gelecekte büyük mükâfatlara, yardımlara ulaşmalarına bir vesîle olacaktır, diye buyrulmuş oluyor. Gerçekten öyle de olmuştur. İslâmiyet az bir zamanda Doğu ve Batıya yayılmış ve Allah’ın yardımı tam mânasıyla tecelli etmiştir. İşte bu hakikati beyan için buyruluyor ki: Ey müslümanlar!.(Yoksa cennete gireceğinizi mi zannettiniz?)
Hak yolunda bir takım musibetlere katlanmadıkça. (Sizden evvelki geçmiş ümmetlerin hali) onların çekmiş oldukları sıkıntıların benzeri (sizlere) sizlerin başınıza (gelmedikçe) tarihte de sabittir ki (onları nice şiddetli ihtiyaçlar, hastalıklar kapladı) nice zarüretler içinde kaldılar.
(Ve sarsıntılara uğradılar) cemiyetleri darma dağın olmak tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. (Hatta peygamberleri ve onunla beraber olan mü’minler) fevkalâde bir izdirap içinde bulunduklarından (Allah’ın yardımı ne zaman) gelecek, bizleri bufelâketten ne vakit kurtaracaktır? (diyecek bir hale geldiler.) Bunun üzerine kendilerine şöyle bir ilâhî müjde verildi. Ey hak yolunda sabr eden ehli imân!..
(Haberiniz olsun Allah’ın yardımı şüphe yok ki pek yakındır.) Dinî ve mukaddesatı uğrunda sıkıntılara katlananlar elbette ki, Allah’ın yardımına kavuşacaklardır. Artık bu geçici sıkıntıların ne ehemmiyeti vardır? Sabreden zafere erer.
215. Ne infak edelim diye senden soruyorlar. De ki: Maldan ne infak ederseniz ana baba ile en yakınlar, yetimler, yoksullar, yolcular içindir. Ve hayırdan her ne yaparsanız şüphe yok ki. Allah Teâlâ onu hakkıyla bilir.
215. Bu âyeti kerime, sadakaların en münasip şekilde verileceği yerleri bildiriyor. Rivâyete göre ensarı kiramdan Amr ibnil Cumuh, zengin bir ihtiyardı Rasûli Ekrem’e müracaat ederek nelerin infak edileceğini sormuş, bunun üzerine bu âyeti celile nâzil olarak her hangi helâl bir malın infak edileceğine işâret buyrulmuş ve sadakaların asıl verileceği yerler ehemmiyetine göre açılanmıştır.
Şöyle ki: Habibim! (Ne infak edelim) ne gibi şeyleri sadaka olarak verelim (diye senden sual ediyorlar.) Onlara (de ki: Maldan) yani helâl mallardan az çok (ne infak ederseniz) onun yenileceği münasip yer (ana ve baba ile en yakın akraba) nızdır. Ve muhtaç olan (yetimlerdir. Ve hiç bir şeyi olmayan (yoksullar) dır.
Bir de nafakasız kalmış (yolcular içindir ve) bununla beraber (hayırdan) gerek infak suretiyle olsun ve gerek başka bir sûretle olsun (her ne yaparsanız) aslâ zâyi olmaz, mükâfatsız kalmaz. (Şüphe yok ki Allah Teâlâ onu) o yaptığınız hayrı (hakkiyle bilir) onun mükâfatını ihsan buyurur. Bu âyeti kerime, nafile sadaka kabilinden olan infak hakkında olduğundan zekâtın hükümlerine ters düşmemektedir.
216. Cihad hoşunuza gitmediği halde üzerinize farz kılındı. Bazen bir şeyden hoşlanmazsınız. Halbuki o şey sizin için bir hayırdır. Ve bazen de bir şeyi seversiniz halbuki o şey sizin için bir şerdir. Ve Allah Teâlâ bilir, sizler ise bilmezsiniz.
216. Bu âyeti kerime İslâm varlığını mu
hafaza için yapılacak cihadın büyük bir hayır olduğuna işâret ediyor. Şöyle ki: Ey Müslümanlar!.. (Cihad) İlk bakışta meşakkati, mâl ve beden ile de fedakarlığı gerektirdiği için (hoşunuza gitmediği halde üzerinize farz kılındı.) Halbuki cihadda zafer vardır, ganîmet vardır, milletin varlığını muhafaza ve müdafaa vardır. Şahitlikle sevab ve mükâfat vardır. Artık bu hoş görülmeli değil midir?. Fakat insanlık, garip bir tabiatta yaratılmıştır. Her şeyin mahiyetini, hayır mı, şer mi olduğunu güzelce takdir ve tesbit edemez. Aksine (bazen bir şeyden hoşlanmazsınız.) Hoşunuza gitmez, ondan kaçınmak istersiniz.
(Halbuki, o sizin için bir hayırdır.) İşte cihad da bu kabildendir. (Bazen de bir şeyi seversiniz.) Onu yapmağa koşarsınız. (Halbuki o şey sizin için bir şerdir.) İşte cihaddan kaçınmak ta böyledir. (Ve) şüphe yok ki (Allah Teâlâ) insanların haklarında nelerin hayr ve nelerin şer olduğunu tamamen (bilir.) Ey insanlar (sizler ise) öyle her şeyi (bilmezsiniz) öyle ise Cenab’ı Hakkın emir ve yasağına gerçek mânada uyunuz. Onun her emri sırf bir hayırdır, onun her yasakladığı şey de sırf bir şerdir. Artıkona göre hareketinizi düzenlemelisiniz.
217. Sana haram ayı, o ayda yapılan savaşı soruyorlar. De ki, o ayda savaşmak büyük bir günahtır. Fakat insanları Allah’ın yolundan men etmek ve onu inkâr eylemek, Mescid’i Haram’dan mende bulunmak ve onun ehlini oradan çıkarmak Allah yanında daha büyük bir cinâyettir Ve fitne ise kâtilden daha büyüktür. Onlar güç yetirebilseler sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaştan geri durmazlar. Sizden ise her kim dininden dönüpte kâfir olarak ölürse artık onların bütün amelleri dünyada da, âhirette de boşa çıkmış olur. Ve onlar artık cehennem ehlidirler. Onlar orada ebediyyen kalacaklardır.
217. Bu âyeti kerime, dinsizliğin ve mukaddesata tecavüzün en büyük bir rezillik olduğunu gösteriyor. Şöyle ki: Rasûli Ekrem Efendimiz eshabı kiramdan Abdullah Bini Cahş’ı bir Seriyye reisi olarak cemaziyelâhir ayı içinde Mekke’i Mükerreme tarafına göndermişti. Müşriklerin müslümanlara karşı ne tavır aldıklarını öğrenmek istiyordu. Bunlar Kureyşten bir kâfile ile çarpıştılar.
Onlardan Amr İbni Ebdillahıl’ Hazremî öldürüldü. İki şahıs da esir alındı. Bu çarpışma ise Recep ayının İlk gününe tesadüf etmişti. Halbuki öteden beri zilkade, zilhicce, muharrem ve recep ayları birer haram ay idi. Bunlarda muharebe câiz görülmemişti. Fakat İslâm fırkası, henüz cemâziyelahirin son gününde bulunduklarını sanmış ve bu savaşı yapmışlardı. Her ne ise Kureyş müşrikleri ve yahudiler bu hadiseyi, İtiraza sebep göstermişler, bak müslümanlar haram olan aylarda da harb ederek bizden bir şahsı öldürdüler. Bu olur mu?. Bu günah değil mi? derneğe başladılar.
Bunun üzerine Seriyyede bulunan eshabı kiram da: Acaba günaha mı girdik? diye üzülmeğe başlamışlardı. İşte bu hâdiseden dolayı bu âyeti kerime nâzil oldu. Ve zaten daha sonradan bu haram aylarda da lüzum görülünce cihadın caiz olduğuna dair başka bir âyeti celile de nâzil olmuştur. Bu âyeti kerime de buyruluyor ki: Habibim!.. (Sana haram ayı) yani: (o ayda yapılan savaşı sual ediyorlar).
Bu ayda savaş câiz midir diye soruyorlar. (De ki: O ayda savaş büyüktür.) büyük bir günahtır (Fakat insanları Allah’ın yolundan) dininden (men etmek ve Allah’a küfr eylemek) onu inkâr edip kâfir olmak (Mescid’i Haram’dan) yani Mekke’den (men etmek ve onun ehlini oradan çıkarmak) Rasûli Ekrem ile bir kısım ashabı kiramı hicrete mecbur etmeleri (Allah katında daha büyüktür.)
Seriyyenin yaptığından daha büyük bir günahtır. Seriyyenin hareketi bir hata eseridir, bir zanna dayanmaktadır. Düşmanların yaptıklarıyla kıyas etmek mümkün değildir. (Ve fitne ise) yani düşmanların küfr ve şirki (savaştan daha büyüktür.)
Daha büyük bir cinayettir. (Onlar) o kâfirler (güç yetirebilseler) faraza ellerinden gelse (sizi dininizden döndürünceye kadar) Ey müslümanlar!. (Sizinle savaştan geri durmazlar.) Fakat buna güç yetiremiyeceklerdir. Lâkin (sizden) faraza (her kim dininden) İslâmiyetten (dönüp te kâfir olarak ölürse) küfründen dönmezse (artık) öyle kimseler ebediyyen hüsrana uğramış olurlar.
(Onların bütün amelleri) vaktiyle yapmış oldukları ibâdetleri, hayırlı işleri (dünyada da, âhirette de boşa çıkmış) ehemmiyetten, sevaptan mahrum kalmış (olur.) Kendileri pek büyük bir hüsrana uğramış bulunuyorlar. (Ve onlar artık cehennem ehlidirler.)Orada azap göreceklerdir ve (onlar orada) cehennem ateşinde (ebediyyen kalacaklardır.) Artık onlar için kurtuluş yoktur.
§ Müslümanlıktan dönen bir kimse daha sonra İslâmiyete geri dönse İmamı Âzam’a göre vaktiyle yapmış olduğu amellerinin sevâbı tekrar kendisine verilmez. O ameller boşa gitmiştir. Fakat İmamı Şâfiye göre böyle biri İslâmiyete geri dönünce müslümanlıktan ayrılmadan evvel yapmış oldukları amelleri boşa gitmez. Binaenaleyh vaktiyle yapmış olduğu haccı iade etmesi gerekmez. Şu kadar var ki sevabı boşa gitmiş olur.
218. Şüphe yok ki imân edenler ve hicret edîpte Allah yolunda cihad da bulunanlar Allah’ın rahmetini umarlar. Allah Teâlâ da gafurdur, râhimdir.
218. Bu âyeti kerime, kimlerin Allah’ın rahmetine lâyık olduğunu şöylece göstermektedir. (Şüphe yok ki) muhakkak (imân edenler) İslâmiyeti kabul edip, Allah’ın birliğini tasdik edenler (Ve) mallarını, yurtlarını, aşiretlerini bırakarak Allah’ın rızası için (hicret edip te Allah yolunda) İslâm dinini yüceltmek için müşriklere karşı (cihadda bulunanlar) nefislerinin arzusuna uymayıp Allah’ın emrine uyarak dinî vazifelerini yapmaya çalışan, görünüşte faydalı görülse bile haddizatında bir nice fenalıkları doğuracak yasaklardan kaçınan zatlar yok mu ya? İşte onlar (Allah Teâlâ’nın rahmetini umarlar.)
Allah’ın Rahmetine kavuşacak olanlar işte bu gibi korunan zatlardır. Şüphe yok ki (Allah Teâlâ da gafurdur.) Bu gibi İyi kullarından insanlık icabı bir kusur ortaya çıksa onu affeder ve örter. Ve Hak Teâlâ (râhimdir.) Mü’min kulları hakkında ilâhî rahmetini bollaştırır. Bu âyeti kerime de şuna da işaret vardır ki, bir kimse ne kabar ibâdet yapsa ve kendini kulluğa da adasa âkibetinin ne olacağına kat’î surette hükmedemez. Önemli olan son nefestir. Binaenaleyh ibâdet ve itaata aldanmayıp güzel bir sonu Cenâb-ı Haktan rica etmelidir.
219. Sana şaraptan ve kumardan soruyorlar. De ki: İkisinde de büyük günah vardır. Ve insanlar için faydalar da vardır. Bunların günahı ise faydalarından çok büyüktür. Sana ne infak edeceklerini de sual ediyorlar. De ki: İhtiyacınızdan artanı. Allah Teâlâ âyetlerini sizlere işte böyle beyan ediyor, ta ki tefekkür edesiniz.
219. Bu âyeti kerime, sarhoşluk veren şeylerin ve kumarın yasaklanmasındaki hikmete işaret buyuruyor. Rivayete göre Hz. Ömer ile ashabı kiramdan bazıları Rasûli Ekrem Efendimizden şarap ile kumarın zararlı şeyler olduğundan dinî hükmünü sormuşlar. Bunun üzerine bu âyeti celile nâzil olmuştur. Şöyle ki: Habibim! (Sana şaraptan ve kumardan soruyorlar.) Bunların hakkında bir fetva almak istiyorlar. Onlara (de ki: İkisinde de) hem şarapta hem de kumarda (büyük günah vardır.)
Bunlar insanlar arasında düşmanlığa, söğüp saymaya sebep olur, dinî vazifelerin yapılmasına engel bulunurlar. (Ve insanlar için) görünürde bazı (faydaları da vardır.) Geçici bir neş’eye, bir kahramanlığa bir arkadaşlık ve yakınlaşmaya sebep olabilirler. (Bunların günahı ise) bunlardan doğacak kötülükler, zararlar, günahlar ise bunların (faydalarından çok büyüktür.)
Artık öyle cüzî, geçici bir menfaat uğrunda bu kadar büyük günahlar yapılabilir mi? Resûlüm!.(Sana ne infak edeceklerini de sual ediyorlar. Hz. Peygamber onlara sadaka vermelerini tavsiye buyurmuştu. Onlarda ne şekilde sadaka vereceklerini sorup öğrenmek istemişlerdi. Binaenaleyh buyruluyor ki: Habibim!. Onlara: (de ki, ihtiyacınızdan artanı) infak ediniz. Kendi ihtiyacınızı evvelâ görünüz, sonra bir malınız kalırsa ondan münasip olan fakirlere sadaka veriniz. (Allah Teâlâ âyetlerini sizlere) ey Muhammed Ümmeti!. (İşte böyle beyan ediyor.) Faydalı olup olmayan şeyleri haber veriyor. (Ta ki tefekkür edesiniz.) Şu anınızı ve geleceğinizi düşünüp davranışınızı ona göre tâyin edesiniz.
§ Hamr nedir? Çiğ üzüm şırasından katılaşmış ve köpüğünü atmış olan şarap demektir. İmamı Mâlik ile İmamı Şâfî gibi bir çok muctehidlere göre bu âyeti keremedeki Hamr’dan maksat, mutlak olarak sarhoş eden herhangi bir şeydir. Binaenaleyh bütün sarhoşluk verici şeyler Kur’ân âyeti ile haramdır. Ve her hangi birinin bir damlasını bile içmek caiz değildir. Ve bunların alınıp satılması da haramdır. Çünkü: Sarhoşluk verenlerin hepsi de rics = necis = pislik olmak üzere Kur’ân’ı Kerim’de zikredilmiştir. İmamı Âzam’a göre: Hamr, hususî bir şaraptan ibaret olup haramlığı bu âyeti kerimeyle sabittir. Diğer sarhoş eden şeylerin haramlıkları da bu âyeti kerimenin delâletiyle ve
= her sarhoşluk veren şey haramdır gibi birçok hadisle sabittir. Ve bunların bir damlalarının bile içilmesinin haram olduğu da:
= Çoğu sarhoşluk veren bir şeyin azı da haramdır.) İçilemez gibi hadisler ile sabit bulunmuştur. Çünkü bunların azı da git gide fazla içilmesine sebep olur. Yasak bir bölgenin içine düşmemek için onun civarına bile gitmemelidir. İhtiyat bunu icap eder.
§ Sarhoş edici şeylerin yasaklanmasındaki hikmet: Bilindiği üzere Cenâb-ı Hak, hikmet sahibi bir yaratıcıdır, kulları hakkında rahmet ve yardımı sonsuzdur. Binaenaleyh kulları hakkında neleri emretmişse onlar aynen rahmettir, birer selâmet ve saadet sebebidir. Neleri yasaklamış ve menbuyurmuşsa şüphe yok ki onlar da insanlar hakkında hem dünya hayatında, hem de âhiret hayatı itibariyle zarar vericidir. Büyük tehlikeleri vardır. Biz bunları kendi aklımızla da güzelce düşündüğümüz, tefekküre daldığımız takdirde kısmen olsun hemen anlarız. İşte sarhoş edici şeylerin yasaklanması da bu cümledendir.
Cenâb-ı Hak, bizleri bu hususta düşünmeye dâvet ediyor. Evet… Sarhoşluk veren şeyler nedir?. Bir öldürücü zehirdir. Bu, geçici bir neş’e verebilir. Bazı kimseler bu yüzden biraz para kazanabilir. Bazı kimseler de bir araya toplanarak zevk ve safa ile bir müddet keyf alabilirler. İşte bunun faidesi. Fakat böyle cüz’î, geçici ve ehemmiyetsiz bir fayda karşısında bunun bir kere de zararlarını düşünelim: İnsan, içki yüzünen yaratıcısına isyân etmiş olur ve kendisini ilâhî azabın karşısında bulur.
Bunun ne feci bir âkıbet olduğunu elbette her inanan insan takdir eder. Biz bunun biraz da dünyaya ait zararlarını düşünelim, İçki yüzünden nice servetler, kıymetli vakitler mahvolup gider. Nice âileler arasında facialar yüz gösterir. Cemiyet arasında nice sürtüşmeler, hoş olmayan hareketler ortaya çıkar. İçkinin sağlığı koruma bakımından zararları ise sayılamıyacak derecede çoktur. Evet. Koruyucu hekimliğe dair eserler gösteriyor ki: Şarap, rakı, bira, arpa suyu gibi alkollü içkiler pek fazla zararlıdır.
Bunların kısaca şu gibi zararları vardır: Alkollü içkiler hazım yolunda bozukluklar yapar, vücude titreme verir, yanma meydana getirir, elleri, ayakları tutmaz bir hale getirmiş olur, sinirlere tesir ederek sarhoşluğa sebebiyet verir, midenin ve bacakların ince zarlarını haşlanmış gibi bir hale koyar.
Bu yüzden içki bağımlıları yiyecekleri hazmedemeyip kusarlar ve günden güne zayıf düşerler. Bu içkiler insanda alışıklık meydana getirir. Artık bunları terk etmek pek zor olur. Maamafih bu sarhoş edici şeyler yüzünden bir çok insan zehirlenir, hâfıza gücü zayıflar, aklını kaybederek beyni bir kriz içinde kalır, sefalete düşer ve insanların hakaretine uğrar. Bunun mânevî zararları ise hepsinin üstündedir. Artık insan güzelce düşünürse böyle zararlı bir şeye meyleder mi?
§ Meysire gelince: Bu kumar oyunu demektir. Kumar oynayanlar birbirinin malını kolaylıkla alıp verdikleri için kumara bu ad verilmiştir. Bu da zararları faydalarından pek fazla olduğu için İslâm dininde yasaklanmıştır. Vaktiyle cahiliye devrinde Araplar; tavla, satranç, piyango tarzındaki oyunlar ile kumar oynarlar, biri birlerinin mallarını böyle bir oyun neticesinde kolaylıkla elde ederlerdi.
Bunun neticesindeki zararları hiç düşünmezlerdi, İslâmiyet ise kuman ferdî, içtimaî, dinî bir çok zararları olduğundan dolayı haram kılmıştır. Evet… Bazı kimseler kumar yüzünden kolaylıkla zengin olabilirler. Fakat bu zenginlik kendi hemcinsinin bir şey karşılığında olmaksızın eli boş kalması suretiyle olmuş olur. Buna ise temiz vicdan sâhipleri tahammül edemez.
Maamafih kumar yüzünden bir şeyler kazanmış olanlar sonra yine kumar yüzünden daha bir çok şeyler kaybederler ki, bu daima görülmektedir. Kumar ile uğraşmak; insanı umuma mahsus faydalı işlerden alı koyar, insanı ihtiraslara kurban eder. Bir çok kimseler kumar yüzünden servetlerini kaybetmiş, haysiyetlerini ayaklar altına almış olurlar, günleri hüzün ve kederle geçmiş olur.
Bu yüzden aile hayatında da hoş olmayan haller meydana gelir, hayatî çalışmalar felce uğrar. Bu yüzden arkadaşlar arasında vuruşmalar öldürme olayları bile yüz gösterir. Servetlerinin bu yüzden kolaylıkla ellerinden çıkıp gitmesi bir çok kimseleri ümitsizliğe düşürür, intihara bile sevk eder. Nitekim bu gibi üzücü hâdiseler daima görülmektedir. Binaenaleyh düşünen bir insan kumardan, içkiden ve bu gibi diğer yasaklardan şeylerden kaçınır, meşru kazanç yollarından birine girer, başarıyı Cenâb-ı Haktan niyâz eder. İşte selâmet ve saadet bundadır.
220. Dünya ve âhiret hakkında. Ve sana yetimlerden soruyorlar. De ki: Onlar için ıslahta bulunmak hayırlıdır. Onlar ile beraber bulunursanız onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah Teâlâ ise bozan ile ıslâh edeni bilir. Ve Allah Teâlâ dilese idi sizleri elbette meşakkate uğratırdı. şüphe yok ki Allah Teâlâ azizdîr, hakîmdir.
220. Bu âyeti kerime düşüncenin mahallini ve yetimlerin hukukuna nasıl riayet edileceğini göstermektedir. Rivâyete göre ashabı kiramdan bazıları yetimlerin mallarına tecavüzün büyük bir zulm, bir günah olduğuna dair bazı Kur’ânî açıklamaları öğrendikten sonra büyük bir endişeye düşmüşler, Rasûli Ekrem’e müracaat ederek bu hususta nasıl hareket edeceklerine dair bilgi almak istemişler. Bunun üzerine bu âyeti kerime nâzil olmuştur. Bundan evvelki âyeti celile ile ilgisi vardır.
Buyrulmuş oluyor ki: Habibim!. (Dünya ve âhiret hakkında) tefekkür edersiniz. Yani: Dünyanın sonlu ve âhiretin sonsuz olduğunu düşünür de ona göre Allah yolunda fakirlere ve zayıflara yardımda bulunursunuz. (Ve sana yetimlerden de soruyorlar) onların idaresine, muhafazasına, mallarının tasarrufuna dair senden bilgi almak istiyorlar. Onlara (de ki: Yetimler için islâhta bulunmak) onları koruma altına atmak, mallarını artırmak onlardan kaçınmanızdan (hayırlıdır.) Binaenaleyh (onlar ile beraber bulunursanız) onlar ile birlikte yaşar, mallarını mallarınıza katar, aranızda bir yardımlaşma meydanagetirirseniz bu da uygundur. Çünkü (onlar) yabancı değil (sizin) din (kardeşlerinizdir).
Öyle birlik ve beraberlik içinde bulunmak ise kardeşliğin şânındandır. Bununla beraber (Allah Teâlâ, bozan ile ıslâh edeni bilir.) Yetimler hakkında kimin ıslah edici şekilde çalışıp, çalışmayacağını da bilir, ona göre mükâfat ve ceza verir. (Ve Allah Teâlâ) böyle müsaade buyurmayıp zorluklar (dileseydi sizleri elbette meşakkate uğratırdı.) Yetimler ile birlikte bulunmanızı, onların mallarında hiç bir şekilde tasarruf etmenizi câiz görmezdi. (Şüphe yok ki Allah Teâlâ azizdir) her şeye kadirdir, sizleri sıkıntıya sokmaya da, sizlere kolaylık bahsetmeye de fazlasıyla kudreti vardır. Ve (hekîmdir) hikmetin gereği ve menfaat ne ise ona göre hükmeder. Buna inancımız tamdır!.
221. Müşrikleri imân edinceye kadar nikâh etmeyiniz. Elbette mü’min olan bir câriye, bir müşrik kadından hayırlıdır. İsterse müşrik kadın sizin hoşunuza gitsin. Ve müşrik erkeklere de imân etmedikçe Müslüman kadınları nikâh ettirmeyiniz. Elbette bir mü’min köle, bir müşrikten hayırlıdır. İsterse o müşrik hoşunuza gidecek olsun. Onlar o müşrik erkek ve kadınlar, insanı ateşe dâvet ederler. Allah Teâlâ ise kendi izniyle cennete ve mağfirete dâvet buyurur. Ve insanlara âyetlerini açıkça bildirir, ta ki öğüt alsınlar.
221. Bu âyeti kerime, müslümanların kimler ile aile kurup kuramayacaklarını göstermektedirler. Rivâyete göre İslâm’ın başlangıcında müslümanlar, müslüman olmayanlar ile de evlenebilmekteydiler. Hür olan erkek ve kadınlar köle ve câriye olanlardan üstün bulunuyorlardı. Ashabı kiramdan Abdullah İbni Revaha -radiyallahü anh- müslüman bulunan bir cariyesini hürriyetine kavuşturmuş sonra da onunla evlenmişti.
Bazı kimseler bunu garip görmüşler, bir çok hoş ve güzellik, veya servet sâhibi gayri müslim hür kadınlar bulunurken neden bu azatlısı kadınla evlendi demişlerdi. Bunun üzerine bu âyeti kerime nâzil olmuştur. Buyruluyor ki: Ey müslümanlar!. (Müşrik kadınları) yani kâfir olan kadınları onlar (imân edinceye) İslâmiyeti kabul eyleyinceye (kadar nikâh etmeyiniz.) Onlar ile evlenmeyiniz.
(Elbette mü’min olan bir câriye) bir İslâm kadını (bir müşrik kadından hayırlıdır, velevki, müşrik kadın) güzelliği, serveti ve dünya ile ilgili bilgisi sebebiyle (sizin hoşunuza gitsin ve) mutlak olarak (müşrik) gayri müslim (erkekler de imân etmedikçe) İslâmiyeti kabul eylemedikçe müslüman kadınlarını onlara (nikâh ettirmeyiniz.) Bunlar gerek kitap ehlinden olsun ve gerek olmasın eşittir. Bunlar ile müslüman kadınlarının evlenmesi katiyyen ve icma ile câiz değildir. (Elbette bir mü’min köle, bir müşrikten hayırlıdır.)
Bir mü’min kadının, bir mü’min köle ile olsun evlenmesi her halde bir gayri müslim ile evlenmesinden son derece faydalıdır. (Velev ki o müşrik) malı, güzelliği ve makamı itibariyle sizi kendisine bağlamış olsun, sizin (hoşunuza gidecek olsun.) Bu fâni, geçici bir varlığın ne kıymeti vardır?. Asıl istikbali düşünmeli. (Onlar) o müşrik erkekler ve kadınlar insanı (ateşe) cehenneme (dâvet ederler.)
Onlar kendi arkadaşlarını aldatmaya çalışır, kendi kötü inançların onlara da aşılamak ister, netice de onları imanlarından mahrum bırakarak ebedî zarara ve felâkete sevketmiş olurlar. Artık onlar ile aile kurmak uygun mudur? (Allah Teâlâ ise) kulları hakkında pek merhametlidir.
Onlara selâmetve saâdetlerine vesile olacak yolları gösterir. Bütün kullarını (kendi izniyle) kendi ilâhî iradesiyle kendi ilâhî emriyle (cennete ve mağfirete dâvet buyurur.) Güzel amellerde bulunmalarını, meşru şekilde aile kurmalarını emr ve ferman buyurur ki bu sayede cennete lâyık ve mağfirete aday olabilsinler. (Ve insanlara âyetlerini) dinî hükümleri, yüksek hikmetleri kapsayan Kur’ân âyetlerini (açıkça bildirir, ta ki öğüt alsınlar) onları hatırlasınlar, icabına göre amel ederek, cennete, mağfirete kavuşsunlar.
§ Bu âyeti kerimenin hükmü, bütün gayri müslimleri kapsar. Şöyle ki: İslâmiyete göre müşrik, İslâm dinini kabul etmeyip Cenâb-ı Hakka açıkça veya dolaylı olarak ortak koşan kimsedir. Bu itîbarla müşrikler iki kısımdır. Bir kısmı görünüş itibariyle ve gerçekten müşrik olanlardır. Bunlar Allah Teâlâ’ya açıktan ortak koşan, putlara, insanlara tapan mecusiler, putperestler gibi kimselerdir.
Diğer bir kısmı da görünüşte olmasa da hakikaten müşrik olan kimselerdir. Bunlar da İslâm dinini kabul etmeyip peygamberin bir takım mucizelerini ve özellikle Kurân-ı Kerimi inkâr eden, bunları insanlık eserlerinden sayan, bu itibar ile insanları da bu hârikalar hususunda Allaha ortak kabul etmiş olan kimselerdir. İşte yahudiler ile hıristiyanlar bu kabildendirler.
Özellikle bunlar Allaha oğul isnat etmiş ve teslise inanmışlardır. Binaenaleyh bir müslüman kadının bunlardan biri ile evlenmesi de kesinlikle haramdır. Bu haramlık, bu âyeti kerime ile ve diğer âyetler ve hadisler ile muhammed ümmetinin ittifakı ile sabittir. Şu kadar var ki: Kendilerine kitap ehli denilen ve görünüşte müşrik olanlardan farklı görülen yahudî ve hıristiyan kadınlarının iffetli olanları ile müslüman erkeklerin evlenmeleri: Daha önce kendilerine kitap verilenlerden iffetli kadınlar da size helâldır. (Maide, 5/5)) âyeti kerimesi ile câiz görülmüştür.
Aile hayatında asıl hakimiyet erkek tarafında olduğundan böyle bir kitap ehli kadının fazla tesiri olamıyacağı cihetle bu evlilik câiz görülmüştür.
Nitekim Erkekler kadınların yöneticisidir. (Nisa, 4/34) âyeti kerimesi de buna işâret buyurmaktadır.
Bununla beraber fazla bir lüzum görülmedikçe bir müslümanın bir gayri müslim kitap ehli kadınla evlenmesi pek uygun değildir. Onun aile hayatında, özellikle çocukları üzerinde hoş olmayan telkinler! görülebilir. Fakat böyle bir nikâh, onun sonradan İslâmiyeti kabul etmesine bir vesi! olursa o zaman takdire şayan bulunur. Artık bu hususta ileri görüşlü hareket etmek lâzımdır.
222. Ve sana hayz halinden soruyorlar. De ki: O bir pis şeydir. Artık hayz zamanında kadınlarınızdan çekiliniz. Ve onlara temizleninceye kadar yaklaşmayınız. Fakat iyice temizlendikleri vakit onlara Allah’ınsize emrettiği yerden varın. Şüphe yok ki Allah Teâlâ çok tövbe edenleri sever ve çok temizlenenleri de sever.
222. Bu âyeti kerime, hayz halindeki karıkocalık vazifesini bildirmektedir. Rivâyete göre cahiliye Arapları hayz halindeki eşleri ile beraber bir yerde durmaz onlar ile berber yemek yemezlerdi. Yahudiler ile mecusilerin âdetleri de böyle imiş. Hıristiyanlar ise bu halde de karıylarıyla cinsî münasebette bulunurlarmış Bunların bu halleri ise ifrat ve tefritten ibarettir.
Bu âyeti kerime ise müslümanlara makul ve orta bir yol gösteriyor. Şöyle ki: Resûlüm (Sana hayz halinden soruyorlar.) Bu âdet halinde kadınlar ile ne yapılabilir diye senden bilgi almak istiyorlar. Onlara (de ki: O) hayz veya onun mahalli (bir pis) temiz olmayan nefreti çeken, kötü kokulu (şeydir.) Bu tabiatiyle böyledir. (Artık hayz zamanında kadınlarınızdan çekiliniz.) Yani onlar ile cimada bulunmayınız. Bu uzaklaşma, bu çekilme cima etmekten kinayedir.
Bu muameleyi böyle kinâye tarzı ile açıklamak, Kur’ân’ın nezaketi gereğidir. Yoksa bu halde başka yerlerde bulunmak lâzım değildir. Bunu, Rasûli Ekrem Hazretleri bir sorana karşı açıklamıştır. (Ve onlara temizleninceye kadar yaklaşmayınız.) Yani onlar ile cimayı bu müddet içinde terk ediniz.
Bu da bir tekit makamında bulunmuştur. (Fakat iyice temizlendikleri vakit) yani âdet hali tamam olup yıkanılınca (onlara) zevcelerinize (Allah’ın size emrettiği yerden) yani size helâl kılmış olduğu tenasül organından (varın). Başka tarafa meyl etmeyiniz. İnsanlık icabı günahkâr olmuş bulunur iseniz hemen tövbe ederek Cenâb-ı Haktan aflar niyâz ediniz. (Şüphe yok ki Allah Teâlâ çok tövbe edenleri sever.) Onlara af ve keremde bulunur.
(Ve çok temizlenenleri de sever) Kötü olan şeylerden çirkin nesnelerden beri olan, kaçınan kullarını lütuf larına ulaştırır. İşte âdetli iken yaklaşmak veya aksi taraftan cinsel ilişkide bulunmak de bu kötü şeylerden sayıldığından bunlardan kaçınmanın Allah’ın sevgisine kavuşmaya bir vesile olacağına işaret buyrulmuş oluyor.
223. Kadınlarınız sizin için bir ekin mahallidir. Binaenaleyh bu ekin yerinize nasıl isterseniz varın ve kendiniz için güzel ameller takdim edin. Ve Allah Teâlâ’dan korkunuz. Ve biliniz ki sizler şüphesiz onun huzuruna varacaksınızdır. Ve mü’minleri müjdele.
223. Bu âyeti kerime de, cinsel ilişkinin meşru şekline işaret buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey müslümanlar!. (Kadınlarınız) zevceleriniz (sizin için bir ekin mahallidir.) Evlât yetiştirmek için bir ziraat yeri mesabesindedir. (Binaenaleyh bu ekin yerinize) bu çocuk yetiştirecek mahalle, yani tenasül organına (nasıl isterseniz varın) yatarken, otururken, ayakta dururken ve bacakları arasından varabilirsiniz.
Elverir ki ekin mahalli olan organa yaklaşmış olasınız, aksi bir harekette bulunmayasınız. (Ve kendiniz için) güzel ameller (takdim edin) meselâ yaklaşmadan evvel besmele-i şerifeyi hatırlayınız, hayırlı evlada Kavuşmayı Cenab’ı Haktan dileyin. Öyle yalnız nefsanî arzularınızı tatmin etmek, davranışınızın gayesi olmasın. (Ve Allah Teâlâ’dan korkunuz.) Günahlardan kaçınınız.
Özellikle haram olan yaklaşmalardan kaçınınız. (Ve biliniz ki sizler şüphesiz onun huzuruna varacaksınızdır.) Öldükten sonra tekrar hayat bularak mahşer yerinegideceksiniz. Dünyadaki amellerinizden sorumlu olacaksınız. Dünyada iken meşru şekilde hareket eden, hayırlı amellerde bulunanlar ise nice, ebedî nîmetlere kavuşacaklardır. Artık Habibim!. O gibi korunan ve iyi hal sahibi olan (mü’minleri) Allah’ın lütfuna ebedî nîmetlere ulaşmakla (müjdele) onlara müjde ver. Ne yüce bir başarı.
§ Hayz: Bir kadının döl yatağı denilen rahminden belirli müddetler içinde gelen kandır. Buna “âdet hali” denir.
§ Kadınlar en az 9 yaşında akıl bâliğ olup âdet görmeğe başlarlar, elli veya elli beş yaşlarında da “sinni iyas” denilen bir çağa kavuşup âdetten kesilirler. Bu müddetten daha evvel âdeften kesilen kadınlar da vardır.
§ Adet, müddetinin en azı 3 gündür. En çoğu da on gündür. Bu müddet arasında görülen kanlar âdet kanı sayılır. Bu arada gelmediği günler de olabilir.
§ Âdet gören bir müslüman kadını namaz kılamaz, oruç tutamaz, Kurân-ı Kerim’den velev bir âyet olsun okuyamaz. Yalnız dua âyetlerini dua maksadiyle okuyabilir. Ve la ilahe illallah ve sübhanellâh diyebilir. Kur’ân-ı Kerime ve Kur’ân yazılı bir levhaya el dokunduramaz.
Mescitlere giremez, Kâbe’i Muazzama’yı tavaf edemez, kocası ile cinsî münasebette bulunamaz. Ve kocası kendisinin göbeği altından diz kapakları altına kadar olan uzuvlarından çıplak olarak -velev şehvetsiz olsun- faydalanamaz. Bunlar haramdır. Giyimli bulunduğu takdirde ise cimanın dışında başka bir şekilde istifade edebilir. Ve beraber yatıp kalkmaları beraber yemek yemeleri de helâldır.
§ Âdet gören veya lohusa olan bir kadın kılamadığı farz namazları sonradan kaza etmez. Fakat tutamadığı ramazan oruçlarını kaza eder. Çünkü oruçlar namazlar kadar tekrar etmez.
§ Hayz ile nifas hallerinin azami müddeleri geçince daha yıkanmadan da kadınlık muamelesi helâl olur. Bu müddetten evvel kesilmiş olursa hemen helâl olmaz. Bu takdirde kadın ya yıkanmış olmalı, veya üzerinden bir namaz vakti geçmelidir veya bir özürden dolayı teyemmüm edip onunla velev nafile olsun bir namaz kılmış bulunmalıdır ki kendisiyle kocasının cima etmesi helâl olsun.
224. Ve Allah Teâlâ’yı yeminlerinize engel kılmayınız ki günahtan beri olasınız. Ve korunasınız. Ve insanların arasını ıslah edebilesiniz. Ve Allah Teâlâ işiticidir, bilicidir.
224. Bu âyeti kerime, lüzumsuz yere yapılacak yeminlerin zararlarını gösteriyor. Rivâyet olunuyor ki: Ashabı kiramdan bâzıları bâzı kimselere yardım etmeyeceklerine veya aralarını islaha çalışmayacaklarına dair yemin etmişlerdi. Böyle bir yemin ise bir hayırlı harekete bir engel teşkil etmiş oluyordu. Bunun üzerine bu âyeti kerime nâzil oldu.
Buyrulmuş oluyor ki: Ey müslümanlar! (Ve) bir de (Allah Teâlâ’yı yeminlerinize engel kılmayınız.) Vallahi şunu yapacağız veya yapmayacağız diye yemin edip durmayınız. (Ki günahtan beri olasınız.) Çünkü bu yemine uymadığınız takdirde sözünüzde durmamış olursunuz, bundan sorumlu olursunuz. Halbuki yemin etmemiş olunca böyle bir sakınca bulunmamış olur.
Ve yemin etmeyiniz ki(korunasınız.) Meselâ yemin edip te sonra da ona aykırı harekette bulunursanız korunmadan mahrum kalırsınız. Halbuki öyle bir yemin bulunmayınca korunmanız bozulmuş olmaz. İşte yemin etmeyiniz ki, (insanların arasını islâh edebilesiniz.) Meselâ bir hâdiseden gücenmiş olup ta bir aile arasını islâh etmeye çalışmayacağına yemin eden kimse böyle pek insanî bir vazîfeden mahrum kalır.
Fakat yemin etmemiş bulunur da bu vâzîfeyi yaparsa elbette sevap kazanır. (Ve Allah Teâlâ işiticidir.) Sizin bütün sözlerinizi, yeminlerinizi işitir. Ve (bilicidir) bütün hallerinizi bilir. Artık ona göre ileri görüşlü olarak hareket ediniz. Lüzumsuz yeminlerden sakınınız.
225. Allah Teâlâ sizleri kasıtsız yeminlerinizden dolayı sorumlu tutmaz. Fakat sizleri kalplerinizin kazandığı şey ile sorumlu tutar. Ve Allah Teâlâ bağışlayan, esirgeyendir.
225. Bu âyeti kerime de, yeminlerin çeşitlerine işâret etmektedir. Buyrulmuş oluyor ki: Ey müslümanlar!. (Allah Teâlâ sizleri yeminlerînizdekî kasıtsız yanılma) kabilinden olan bir yemin (den dolayı sorumlu tutmaz) Bunun için sizi mesul tutmaz (Fakat sizleri kalblerinizin kazandığı şey ile) kasden yapıp ta bozduğunuz yani yerine getirmediğiniz yeminden dolayı (sorumlu tutar ve) biliniz ki (Allah Teâlâ bağışlayıcıdır.) Kasıtsız yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutmayıp af eder ve (esirgeyendir), cidden yaptığınız yeminlerden dolayı hemen sizi sorumlu tutmuyor ve tövbe etmenize zaman veriyor. Artık ona göre hareketiniz! düzenleyiniz.
§ Yeminin mahiyeti: Yemin lûgatte kuvvet mânasınadır. Dinen: “Bir işi yapmak veya yapmamak hususunda niyet veya iddiaya kuvvet vermek için Allah Teâlâ adına yapılan yemin veya boşamak, azad etmek gibi bir şeye bağlamak sûretiyle yapılan and demektir. “Vallahi şöyle yapacağım, şu işim olursa kölem azat olsun” denilmesi gibi.
§ Allah adına yapılan yeminler, üç kısımdır: Birincisi “Lağiv yemini”dir. Bu, yanlışlıkla veya doğru olduğu zanniyle yapılan yemindir. Bir kimsenin başka bir şey söylemek isterken kasıtsız olarak “Vallahi” diye yemîn etmesi gibi. Aynı şekilde bir şahsın borcunu ödememiş olduğu halde ödemiş olduğunu sanarak “Vallahi borcumu ödedim” demesi gibi. İşte bu tür yeminler affedilmiştir.
İkincisi: “Münakide Yemini’dir. Bu mümkün ve geleceğe ait bir şey hakkında yapılan yemindir. Meselâ: “Bir kimse, ben Vallahi yarın geleceğim” veya “Vallahi ben filân kimse ile konuşmayacağım” dese bu tür bir yeminde bulunmuş olur. Binaenaleyh bu sözünde durursa kendisine keffâret lâzım gelmez. Fakat durmazsa, meselâ: O gün gitmezse veya o kimse ile konuşursa yeminini bozmuş olduğundan üzerine yemin keffareti lâzım gelir. Üçüncüsü de: “Gamûs Yemini’dir. Bu da yalan yere kasden yapılan yemindir.
Meselâ bir kimse borcunu vermediğini bildiği halde “Vallahi borcumu verdim” dese böyle bir yeminde bulunmuş olur. Bunun günahı pek çoktur. Buna keffâret yeterli olmaz. Bundan dolayı tevbe edip af dilemelidir. Ve bir kimsenin hakkına dokunmuş ise onu da telâfiye çalışmalıdır. Böyle bir yemin, sahibinin her türlü felâketine sebep olabilir. Bundan çok sakınmalıdır.
§ Yemini münakideden dolayı lâzım gelen keffârete gelince bu yemineriâyet etmiyen kimse eğer mümkün ise müslim veya gayrimüslim bir köle veya câriye azat eder. Veya 10 fakiri akşamlı sabahlı doyurur veya 10 fakire orta halde birer parça elbise veya fitr sadakası miktarınca birer şey verir. Bunlardan birine güç yetiremeyince de 3 gün peşpeşe oruç tutar.
226. Eşlerine yaklaşmamağa yemin edenler için dört ay beklemek vardır. Eğer bu yeminlerinden dönerlerse şüphe yok ki Allah Teâlâ bağışlayan, merhamet edendir.
226. Bu âyeti kerime, eşlere yaklaşmamak üzere yapılan bir yeminden dönmenin ve rahmete vesile olduğuna ve aile hayatını devam ettirmenin makbuliyetine işaret buyurmaktadır.
Şöyle ki: (Eşleriyle cimada bulunmayacaklarına yemîn edenler) meselâ: “Ben Vallahi eşim ile cimada bulunmayacağım” veya “Allah’a yemin ederim ki karıma 4 ay yaklaşmayacağını” veyahut “Eşim ile cimada bulunursam kölem azat olsun” diye and içenler (için dört ay beklemek) müddeti (vardır). Bu müddet içinde yaklaş mazlarsa yeminleri bozulmuş olmaz. Kendilerine keffâret ve başka şey lâzım gelmez.
(Eğer bu yeminlerinden dönerlerse) yani daha 4 ay tamam olmadan eşleriyle cinsel ilişkide bulunurlarsa artık aralarında boşanma meydana gelmez. (Şüphe yok ki Allah Teâlâ bağışlayıcıdır) bu yemini bozduklarından dolayı onları sorumlu tutmaz. Ve Cenâb-ı Hak (merhamet edicidir) onların bu hususta verecekleri bir keffâret ki, ileride açıklanacaktır, onların sorumluluktan kurtulmalarına ilâhî bir rahmet eseri olarak yetecektir.
227. Ve eğer boşamaya kesin karar verirlerse muhakkak yüce Allah işitendir, bilendir.
227. Bu âyeti kerime eşlere yaklaşmamak üzere yapılan yeminden dönülmediği takdirde boşamanın meydana geleceğini göstermektedir. Şöyle ki: Cinsel ilişkide bulunmamaya yemin edenler eğer bunda sebat gösterir (ve eğer boşamaya kesin karar verirlerse muhakkak Allah Teâlâ işitendir) onların bu husustaki sözlerini işitir ve (bilendir) onların maksatlarını bilir. Artık boşamak ta, evliliği devam ettirmek te güzel bir maksada dayanmış olmalıdır ki mânevî sorumluluk gerektirmesin.
§ İlâ’nın mahiyeti: ilâ lûgatte yemin etmektir. İstilâhta: Eşe yaklaşmamak üzere yapılan yemindir. Üç kısma ayrılır. Biri geçici ilâdır. Bu dört ay, 8 ay gibi bir müddetle kayıtlanmış olan ilâdır. Diğeri: Müebbet ilâdır. Bu, ebediyyen yaklaşmamak üzere yapılan ilâdır. Üçüncüsü de: Meçhul ilâdır. Bu da bir müddet zikredilmeksizin, meselâ “Yemin olsun ki ben sana yaklaşmayacağım” diye yapılan ilâ’dır.
§ İlâ’nın hükmüne gelince, eğer bunda sebat edilir de dört ay yaklaşılmadan geçerse bir bain talak meydana gelir. Cenab’ı Hakka yemin suretiyle olduğu halde daha 4 ay geçmeden cinsel ilişki vuku bulursa yemin keffareti lâzım gelir. Ve eğer bir şeye bağlamak sûretiyle yapılıp ta 4 ay geçmeden cima yapılırsa o kendisine bağlanılan şey lâzım gelir. Meselâ: Cinsel ilişkide bulunursam fakirlere 1000 lira sadaka vereyim denilmiş ise bunu sadaka olarak vermek lâzım gelir.
§ Eşe yaklaşmama hakkında yapılan yeminden dönmeye de (Pey’)denilmiştir.
228. Boşanmış kadınlar kendi nefîsleri için üç hayız müddeti beklerler. Onların rahimlerinde Cenâb-ı Hakkın yaratmış olduğu şeyleri gizlemeleri, onlara helâl olmaz. Eğer onlar Allah Teâlâ’ya, âhiret gününe imân etmişler iseler. Ve onların kocaları eğer ıslah etmek kasdinde bulunurlarsa o bekleme zamanında o eşlerini geri almağa çok haklıdırlar. Kadınların lehinde de onların aleyhlerindeki meşru hakka benzer bir hak vardır. Fakat erkekler için kadınlar üzerine bir derece fazla hak vardır. Ve Allah Teâlâ azizdir, hakimdir.
228. Bu âyeti kerime, boşama hadiseleri hakkındaki bazı hükümleri kapsamaktadır. Buyrulmuş oluyor ki: (Boşanmış kadınlar) yani; âdet gören ve kendileriyle kocaları cinsel ilişkide bulunmuş ve hür olan kadınlar kocaları tarafından boşaltılınca (kendi nefîsleri için üç hayz müddeti beklerler.) Bu müddet bilmedikçe başkalarıyla evlenemezler. (Onların rahimlerinde Cenâb-ı Hakkın yaratmış olduğu) hayz gibi çocuk gibi (şeyleri gizlemeleri) bu suretle bir an evvel iddetten kurtulmak veya dönme hakkını iptâl etmek istemeleri (helâl olmaz.) Meselâ: Henüz âdet hali devam ederken bunun nihayet bulduğunu söylemek doğru olmaz.
Çünkü bu halde kocanın dönmeye selahiyeti kalmamış olur. Bilâkis âdet hali nihâyet bulduğu halde henüz devam ediyor denilirse koca eşine dönerek gayri meşru bir evlilik hayatı meydana gelmiş olabilir. Binaenaleyh (eğer onlar) o boşanmış kadınlar (Allah Teâlâ’ya ve âhiret gününe imân etmişler ise) öyle hakikati gizlemeğe, tersini iddiaya cür’et edemezler. Allah’ın azâbından korkarlar. (Ve onların kocaları eğer islâh etme kasdinde bulunurlarsa) yani barışmak ister, iyilikte bulunmak arzusunda bulunurlarsa (o bekleme zamanında) henüz hayz hali devam ediyorken (o eşlerin!) dönmek sûretiyle (geri almağa) nikâhlarında tutmaya (çok haklıdırlar.)
Bu onların selâhiyetleri cümlesindendir. Bu sûretle aile hayatı dağılmaktan kurtulmuş olur. Bununla beraber (kadınların lehinde de onların aleyhlerindeki meşru hakka benzer bir hak vardır.) Kocalarından nafakalarını, ikametgâhlarını isteyebilirler. Kocaları onlara zarara sokamaz, haklarında güzelce muamelede bulunurlar. Bu, İslâm terbiyesinin gereğidir.
Nitekim bir hadisi şerifte: Mü’minlerin imân itibariyle en mükemmel olanı, onların ahlâkça en güzel olanıdır. Ve sizin en hayırlınız, kadınları için en hayırlı olanınızdır” buyrulmuştur. (Maamafih erkekler için kadınlar üzerine bir derece fazla hak vardır.) Çünkü erkekler daha fazla sıkıntıya katlanmaktadırlar.
Eşlerinin mehirlerini, nafakalarını vermekle mükellef bulunmaktadırlar. Yurtlarını, varlıklarını korumak ve müdafaa etmekle görevi idirler. Ve nisbeten nefislerine daha fazla hakimdirler. (Ve Allah Teâlâ azizdir) ilâhî hükümlerine muhalefet edenlerden intikam almaya gücü yeter. (Hekîmdir) bütün şer’î hükümleri hikmet ve menfaat gereğidir. Binaenaleyh her halde bunları tatbik etmek icap eder.
229. Boşama iki keredir. Artık ya iyilik ile tutmaktır veya güzellikle salıvermektir. Ve onlara verdiklerinizden bir şey almanız sizlere helâl olmaz, meğer ki koca ve karı ilâhî hudutta Allah’ın hududunda duramayacaklarından korksunlar. Eğer siz de onların Allah’ın sınırlarında duramayacaklarından korkarsanız o halde kadının fidye olarak vereceği şeyde onların üzerine bir günah yoktur. Bunlar Allah’ın hudududur. Bunlara tecavüz etmeyiniz. Ve her kim Allah’ın hudutlarına tecavüz ederse işte zalim olan onlardır.
229. Bu âyeti kerîme, boşamanın sayısını ve evlilik haklarına saygının lüzumunu göstermektedir. Rivâyete göre vaktiyle bir kimse eşini birçok defa boşayabilir ve iddeti bitmeğe yaklaştı mı müracaat ederek onu tekrar tekrar nikâhı altına alırdı. Belli bir sayı yoktu.
Bu âyeti kerime ise, boşamanın sayısını sınırlamıştır. şöyle ki: (Boşama iki keredîr.) Yani: Eşi boşama hakkında insanî olmayan muamelede bulunmayı? ya iddetini bitirerek veya üçüncü bir talak ile boşayarak nikâh kaydından kurtulmasına müsaade edilmelidir. (Ve onlara) o boşadığınız eşlerinize mehir ve saire olarak (verdiğinizden bir şeyi) boşamaya karşılık olarak(almanız sizlere helâl olmaz.) Bu, insanlığa aykırıdır.
(Meğer ki, onlar) koca ile karı (Allah’ın hududunda) evlilik hukuku ve bu konudaki dinî hükümler üzerinde (duramayacaklarından) bunlara riâyette bulunmayacaklarından (korksunlar.) Ey hakimler!. (Eğer siz de onların Allah’ın sınırlarında duramayacaklarından) evlilik haklarına riâyette bulunamayacaklarından bazı alâmet ve işaretlerden dolayı (korkarsanız o halde kadının fidye olarak vereceği) yani boşanmasına karşılık olarak mihrinden veya başka bir malından vereceği hangi bir (şeyde onların üzerine) koca ile karı hakkında (bir günah yoktur.) Bundan dolayı günahkâr olmazlar. Bu bir (= hule) meselesidir. (Bunlar) bu hükümler (Allah’ın hududur.) Onun tâyin ettiği sınırlardır. (Bunlara) muhalefet suretiyle (tecavüz etmeyiniz.) Lüzumsuz yere boşamaya ve hul’ yoluyla ayrılmaya ve resmen ayrılmaya kalkışmayınız, evlilik hukukuna riayet ediniz. (Ve her kim Allah’ın hudutlarına tecâvüz eder) şeriatin müsaadesi dışındaki şeyleri yapmaya kalkışır (sa işte zâlim olan, onlardır.) Zulmün âhirete ait cezâsı ise pek büyüktür. Artık her hususta ve kısaca aile hayatı hakkında şeriatın mübarek hükümlerine riayet etmelidir.
230. Eğer onu bir daha boşarsa artık bundan sonra ona helâl olmaz. Ta ki ondan başka bir kocaya varsın. Bu da onu boşarsa Allah’ın hudutlarına riayet edeceklerini zannettikleri takdirde onunla evvelki kocasının yeniden evlenme akdi yapmalarından dolayı kendileri için bir günah yoktur. İşte bunlar Allah’ın hudududur. Bunlar bilen bir kavm için beyan buyurur.
230. Bu âyeti kerime, üç talâk hakkındaki şer’î hükmü beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Eğer) bir erkek (eşini) iki talaktan sonra (bir daha boşarsa) veya üç talâkı birden yaparsa (artık bundan) bu tam olan üç talaktan (sonra) bu kadın (ona helâl olmaz.) Nikâh yenileyemezler.
(Ta ki) o kadın (ondan) o kendisini böyle boşamış olan kocasından (başka bir kocaya varsın) ve aralarında isterse bir defa olmak üzere cinsel temas meydana gelsin (Bu da) bu ikinci kocada (onu) o kadını (boşarsa) veya bu ikinci koca vefat ederse ve bu iki takdire göre boşama ve vefat iddeti sona ererse bakılır.
(Allah’ın hudutlarına) Cenâb-ı Hakkın tâyin buyurmuş olduğu karı-koca hukukuna (riâyet edeceklerini zannettikleri takdirde onunla) o üç talâk ile boşanmış olan kadınla (evvelki kocasının) o üç talâk yapan eski kocasının (yeniden evlilik akdi yapmalarından dolayı kendileri için bir günah yoktur.) Bu bir ilâhî izindir. Yeter ki karı-koca hukukuna artık riayet etsinler.
(İşte bunlar) bu zikredilen hükümler (Allah Teâlâ’nın hudududur.) Saldırılma ve muhalefetten uzak olan dini hükümleridir. Hak Teâlâ (bunları bilir bir kavm için beyan buyurur.) Zira Cenab’ı Hakkın bu gibi hikmetli hükümlerini ancak düşünen, inanan ve bilgili olan zatlar hakkıyla anlar ve icabına göre hareket etmeyi bir yücevazife kabul eder.
231. Ve kadınları boşadığınızda, onlar da adetlerinin sonuna yaklaşınca artık onları ya iyilikle tutunuz veya iyilikle salıveriniz. Onları haklarına tecavüz için zararlarına olarak tutuvermeyiniz. Bunu her kim yaparsa muhakkak nefisine zulüm etmiş olur. Ve Allah Teâlâ’nın âyetlerini eğlence yerine tutmayınız. Ve Allah Teâlâ’nın üzerinize olan nimetlerini ve sizlere indirip kendisiyle öğüt verdiği kitabı ve hikmeti hatırlayınız. Ve Hak Teâlâ’dan korkunuz. Ve biliniz ki Allah Tealâ şüphesiz her şeyi hakkıyla bilicidir.
231. Bu âyeti, kerime boşanmış kadınlar hakkında yapılacak güzel muameleyi göstermektedir. Ve boşamada şakanın câiz olmadığına da işaret etmektedir. Şöyle ki: Ey mü’minler!. (Ve) bir de (kadınları) bir veya iki ric’î talakla (boşadığınızda, onlar da iddetlerinin sonuna yaklaşınca artık onları) ya dönerek nikâhınızda (iyilik ile) haklarında güzelce muamele yaparak (tutuveriniz) tekrar boşamaya kalkmayınız (veya iyilikle salıveriniz) iddetleri bitip sizinle evlilik bağları kalmasın ve hak etmiş oldukları mihirlerini ve iddet nafakalarını güzelce verip haklarını gizlemeyiniz.
(Onları haklarına tecavüz için) meselâ: Onlardan bir karşılık almak, onları hul yoluyla yani karşılık vererek boşanmaya mecbur etmek için (zararlarına olarak) geçici dönüş gibi bir sebeple nikâhınızda (tutuvermeyiniz. Bunu) bu zarar verici muameleyi (her kim yaparsa muhakkak) kendi nefsine (zulmetmiş olur.)
Kendisini Allah’ın azâbına uğratmış olur. (Ve Allah Teâlâ’nın âyetlerini) şer’î hükümlerini (eğlence yerine tutmayınız) meselâ: Eşleriniz! boşadığınız halde bir lâtife yaptık, şaka yaptık demeyiniz. Çünkü boşamada şaka olmaz. Nitekim bir hadisi şerifte buyrulmuştur ki, üç şey vardır ki onların gerçeği de gerçektir, şakası da gerçektir: Onlar ise boşama ile nikâh ve geri dönmedir.
(Ve Allah Teâlâ’nın üzerinize olan nîmetlerini) Kısacası müslüman, ve Muhammed ümmetinden olma şerefine eriştiğinizi (ve sizlere indirip kendisiyle öğüt verdiği) bütün vazifelerinizi, selâmetinize vesîle olacak şeyleri sizlere iyilikseverlikle bildiren (kitabı) Kur’ân’ı Kerim’i (ve hikmeti) peygamberin sünnetini (hatırlayınız.) Bunların ne kadar büyük birer nîmet, birer irşad edici olduğunu düşününüz.
(Ve Hak Teâlâ’dan korkunuz) onun buyurduklarına muhalefetten sakınınız. (Ve biliniz ki. Allah Teâlâ şüphesiz herşeyi bilir) onun bilmesinden hiç bir şey hariç kalmaz. Binaenaleyh sizlerin aile hayatı hakkındaki bütün yaptıklarınızı, düşündüklerinizi de hakkıyla bilir. Artık ona göre hareket ediniz. Rivâyete göre bu âyeti kerime, ensardan Sabit İbni Yesar adındaki bir zatın bir boşama muamelesinden dolayı nâzil olmuştur.
Bu zat ailesini ric’î talakla boşamış, kadın iddetini bitirmeğe yaklaşınca onu tekrar boşamış, bununla kadına zarar vermek, iddetini uzatıp onu üzüntüde bırakmak istemiş. Halbuki, bu insanlığa ve insanlık merhametine ters düşmektedir. Binaenaleyh bu gibi hareketler müslümanlara yasaklanmıştır.
232. Ve kadınları boşadığınızda, onlar da iddetlerini sonuna erdirince kendi aralarında güzelce anlaştıkları takdirde iki tarafta razı olursa kocaları ile tekrar evlenmelerine mâni olmayınız. Sizden Allah’a ve ahiret gününe inanmış olanlara işte bununla öğüt verilir. Bu husussizin için daha faydalı ve daha temizdir Allah Teâlâ bilir, sizler bilmezsiniz.
232. Bu âyeti kerime, evliliği iade etmenin meşru, buna engel olmanın yasak oluşu hakkındadır. Rivâyete göre Makil İbni Yesar, kızkardeşini bir şahısla evlendirmiş, sonra bunların arasında nasılsa bir boşama meydana gelmiş, fakat pişman olup yeniden birbiriyle evlenmek istemişler.
Makil ise buna mâni olmuş, eğer onunla yeniden evlenirsen yüzüm yüzüne haram olsun diye kızkardeşine darılmış. İşte böyle bir hâdise üzerine bu âyeti kerime nâzil olmuş, Makil bundan haberdar edilince hemen nikâha razı olmuş, Allah’ın emrine boyun eğdiğini söylemiştir.
Bu âyeti celile de buyuruluyor ki: Ey mü’minler!. (Ve kadınları boşadığınızda, onlar da) boşama ile ilgili (iddetlerini sonuna erdirince) aranızda ayrılık meydana gelir, fakat daha sonra pişman olurlarsa (kendi aralarında güzelce anlaştıkları) takdirde şeriatın kabul edeceği bir tarzda, helâl bir akid ile (İki tarafın rızasıyla) iki tarafın razı olmasıyla kadınların (kocaları ile tekrar evlenmelerine mâni olmayınız.) Böyle bir men, onları zarara, düş kırıklığına götürebilir. Şu kadar var ki, bir veli benzer mihirden noksan ile veya dengi olmayan bir kimse ile evleneceği takdirde kadının nikâhına mâni olabilir.
Bu bir gayri meşru engel sayılmaz. (Sizden) Ey insanlar!. (Allah’a ve ahiret gününe imân edenlere işte bununla) bu beyan edilen men etmeme hükmü ile (öğüt verilir. Bu husus) bu öğütü kabul ve gereği ile amel etmek (sizin için daha faydalı) dir. Daha menfaat vericidir. (Ve daha temizdir), günah şüphesinden daha beridir, daha temizdir. (Ve Allah Teâlâ) nelerde fâide ve temizlik olduğunu (bilir, sizler bilemezsiniz.) Velhasıl Cenab-ı Hak neleri emrederse sizin iyiliğiniz, kurtuluşunuz ve necatınız onlarla mümkündür. Artık bütün ilâhî hükümlere uymaya çalışınız.
§ “Talâk”, lûgatte boşamak hissi veya mânevî bir bağdan kurtulmak demektir. Şer’an nikâh akdini hususî lafızla hemen veya daha sonra fil’meal ortadan kaldırmak ve geçersiz saymaktır.
§ “Tatlîk de” eşi boşamaktan dolayı aradaki evlilik bağını usulü dairesinde koparmaktır.
§ “Talâklar üç kısımdır”.
Birincisi: Ric’î Talâkdır ki, bu eşle cinsî münasebette bulunduktan sonra yapılan ve açıkça veya işaret yoluyla sayısına veya bir şeye karşılık olmayan ve baln falaka delâlet eden bir vasıf ile vasıflanmış olmayan ve bir şeye benzetilmiş bulunmayan talâktır.
Gerek açık lâfızlardan ve gerek ric’î talâki gerektiren kinayeli lâfızlardan biriyle olsun. Meselâ: Sen boşsun, sen boş olmuşsun. Seni boşadım, boş ol, seni boşadım denilse bunlarla niyete muhtaç olmaksızın birer ric’î talâk vâki olur. Şart olsun sözü ile de talâkta örten kullanılan yerlerde yalnız bir ric’î talâk tahakkuk eder. Velevki üç talâka niyet edilsin.
Ikincisi: Bain talâkdır ki, eşle cinsi temasdan takarrüpten evvel vâki olan, veya temasdan sonra bain talâki ifade eden kinayeli bir lâfız ile yapılan veya açık bir lâfız ile yapılıp da açıkça veya işaret yoluyla üç sayısına veya bir bedele bağlı bulunan veya bain talâk delâlet eden. Bir vasıfla vasıflanan veya bir şeye benzetilen talâktır.
Meselâ: Bir kimse eşine hitaben talâk niyetiyle: Sen bain talakla boşsun, sen bain talakla boşanmışsın senden ayrıldım. Seniterkettim, benden uzak ol, aramızda nikâh yoktur, seni bıraktım, çık, git, cehenneme git, sen bürsün sözlerinden birini söylese bir bain talâk vücude gelmiş olur. Kezalik bir kimse eşine: Seni üç talâk ile boşadım, veya benden üç talâk ile boş ol dese üç bain talâk vâki olur. İddet içinde veya farklı zamanlarda üç defa yapılan birer talâk ile de üç talâk tahakkuk etmiş olur. Meğer ki, arada usr u dairesinde başka bir meşru nikâh bulunursa bu gerçekleşmez.
§ “Ric’at” = rücu: Lûgatte geri dönmek ve döndürmek mânasınadır. Şer’an: ric’î talâkdan sonra iddet içinde henüz bâki olan nikâhı sözle veya fiille devam ettirmekten ibarettir. Meselâ eş, ric’î talakla boşamış olduğu kadına: Iddeti içinde sana müracaat ettim, veya sen benim eşimsin dese veya onunla cima yapsa veya şehvetle boynuna sarılsa ona geri dönmüş, yani onu nikâhı altında tutmuş bulunur.
§ “Tehlil”: Galiz haramlığı, yani üç talâk ile meydana gelen haramlığı kaldırarak evvelki eş için nikâhın yenilenmesini helal kılan bir muameledir ki, ikinci bir nikâh ile cinsel temastan ibarettir. Buna (hülle) denir. Bu ikinci nikâh ve cinsel ilişkiden takarrüpten sonra ikinci koca vefat eder veya boşarsa bu kadın iddet bekledikten sonra İlk kocası ite yeniden evlenebilir. Bu ikinci kocaya (muhallil), birinci kocaya da (muhallelün leh) denilir.
§ “Bilindiği üzere nikâhın meşruluğu, İnsanlığın bir selâmet ve temizlik içerisinde yaşamasını temin etme hikmetine dayalıdır. İnsanlık âlemi ancak nikâh sayesinde bir ahenk ve intizama sâhip olmuştur, İnsanlık silsilesi ancak nikâh sayesinde takdir edilen zamana kadar devam eder. Dünyaya gelen çocuklar, birer meşru pederin şefkati sayesinde yetişirler. Bu sayede nesebleri ortaya çıkar, İçtimaî bağ kuvvet bulur bir çok felâketlere, ihtiraslara sebebiyet verecek olan gayri meşru ilişkilerden kaçınılmış olur.
Kadınlar da şereflerini, kıymetlerini muhafaza etmiş, kendilerini rezillikten, hayvan derecesine düşmekten kurtarmış bulunurlar. Özellikle İslâm ailelerinin, cemiyetlerinin meydana gelmesi, İslâmiyete hizmet etmeleri birer meşru nikâh sayesinde mümkün olmaktadır. Bunun içindir ki: Bir hadisi şerifte: Evleniniz, çoğalınız, çünkü ben klyamet günü sizinle ümmetlere karşı iftiharda bulunurum buyrulmuştur… Binaenaleyh nikâhın kadrini bilmelidir, kat’î bir lüzum görülmedikçe boşama hadiselerine meydan vermemelidir.
Bununla beraber içtimaî hayatta bazen garip hareketler, duygular, hoş olmayan davranışlar yüz gösterir, bu gibi hallerin iyi şekilde giderilmesine çalışmak bir ahlâkî vazifedir. Fakat bazen bu mümkün olmayabilir. O halde daha büyük bir hâdiseden kurtulmak için boşamaya tevessül edilmesi lâzım gelir. Şu kadar var ki boşama, korkunç ve çok kere pişmanlığı gerektiren bir harekettir.
Bu hususta mümkün mertebe nefse hakim olmak, orta yoldan ayrılmamak lâzımdır. Böyle bir kabiliyet ise kadınlara nispetle erkeklerde daha fazladır. Bir de erkekler, eşlerinin mihirlerini, nafakalarını vermekle mükelleftirler. Bu bakından da kadınlara tercihen boşama hakkına erkekler sâhip bulunmuşlardır. Şu kadar var ki, erkekler de bu konudaki şer’î izni kötüye kullanmamalıdırlar. Gerektirdiğinde bir veya iki ric’î talâk ile yetinmelidirler ki, pişmanlık yüz gösterince elden çıkan şeyi telâfietmeye imkân bulunsun.
Fakat bir erkek, fazla düşmanlık ve nefret gösterir de eşini bain talâk ile, yani ayrılığı kesin olarak gerektiren bir tabir ile bir veya iki defa boşarsa artık geri dönüşe hakkı kalmaz bilahara pişman olur, boşadığı kadın da evliliğin yenilenmesini arzu ederse aralarında yeniden evlenme câiz bulunur.
Bu halde kadına da böyle kabul etmek ve etmemek selahiyeti verilmiştir. Şayet böyle ihtiyatlı bir surette hareket edilmez de bir erkek, karısını üç talâk ile boşarsa artık ona ne geri dönebilir, ne de onun rızâsı ile nikâhı yenileyebilir. Çünkü bu takdirde nikâh nîmetine karşı nankörlükte bulunmuş, gelecekte pişmanlık meydana geleceğini düşünmemiş, kadına karşı da son derece nefret ve düşmanlık göstermiş olur. Binaenaleyh bunların hemen evliliği yenilemeleri artık uygun olamaz.
Böyle kolaylıkla yeniden evlilik selahiyetini elinden çıkaran bir erkeğin bir nîmete nankörlük cezası olmak üzere müşkil bir durumda bulundurulması, bir hikmet ve menfaat gereğidir. Bununla beraber bu bağı artık hayat boyu yenileme imkânının büsbütün kaldırılması da sosyal hayatın ihtiyaçlarına, eyilimlerine tamamen uymayacağı cihetle bu bağın yenilenmesi, boşamada bulunan kocaya bir ruhanî ceza, bir vicdanî azap olmak üzere bir hulle usulüne bağlanmıştır.
Bu usul başkaları için de bir uyarı vesilesidir. Buna meydan vermemelidir. Maamafih bir kadının başlangıçta bir erkekle meşru surette evlenmesi nasıl uygunsuz görülmezse, o erkekten ayrıldıktan sonra diğer bir erkek ile de yine meşru surette evlenmesi uygunsuz görülemez. Elverir ki, bu ikinci nikâh da geçici değil, mutlak surette vuku bulsun, bir fasit şarta bağlı bulunmasın.
Daha sonra bu ikinci koca ölürse veya kendi arzusu ile boşarsa o kadın iddetini bitirdikten sonra isterse İlk kocası ile yeniden kendi arzusuyla nikâh akdi yapabilir. Bunu ayıplamaya mahal yoktur. Böyle bir şer’î cevaz da insanlık hakkında ilâhî merhametin bir eseridir.
233. Anneler çocuklarını tam iki sene emzirirler, emzirmeyi tamam yaptırmak isteyen için. Bu annelerin nafakaları ve elbiseler örfe uygun olmak üzere babaya aittir. Hiçbir şahıs kendi gücünden fazlasıyla mükellef olmaz. Ne bir ana çocuğu sebebiyle, ne de bir baba evlâdı sebebiyle zarar sokulmasın. Mirasçı üzerine düşen de onun aynısıdır. İmdi ana ile baba kendi rızaları ile ve bir danışma ile çocuğu memeden kesmek isterlerse ikisinin üzerine de bir günah yoktur. Ve siz çocuklarınızı başkasına emzirtmek isterseniz vereceğîniz emzirme ücretini iyilikle teslim ettiğiniz takdirde yîne size bir günah yoktur. Ve Allah Teâlâ’dan korkunuz ve biliniz ki. Allah Teâlâ yaptığınız şeyleri şüphe yok hakkıyla görücüdür…
233. Bu âyeti kerime, yeni doğan çocuklar hakkında analarının, babalarının ve onlara mirasçı olabilecek kimselerin vazifelerini, selâhiyetlerini bildirmektedir. Şöyle ki: (Anneler) boşanmış olsunlar olmasınlar (çocuklarını tam iki sene emzirirler) süt müddetinin en çoğu böyle iki senedir. Analar yavrularını böyle iki sene emzirmelidirler. Bu onlar için istihsan yoluyla bir vazifedir.
Maamafih böyle ( emzirmeyi tamam) iki sene (yaptırmak isteyen) babalar (içindir) bunlar istemezlerse iki seneden evvel de emzirmeye nihayet verilebilir, (buannelerin nafakaları ve elbiseleri uygun bir şekilde) hallerine uygun ve gerektiğinde hakîmin takdiriyle birer (mevlüdünleh) olan babalar (üzerinedir.) Ve (hiç bir kimse kendi gücünden fazlasıyla mükellef olmaz.)
Binaenaleyh bir baba güç ve kudretinden fazla nafaka vermekle mükellef olmayacağı gibi bir anne de kudreti bulunmadığı takdirde çocuğunu emzirmekle mükellef bulunmaz. Binaenaleyh (ne bir ana çocuğu sebebiyle, ne de bir baba evlâdı sebebiyle zarara sokulmasın) bunlardan kudretleri üstünde bir şey istenilmemelidir. Meselâ: Bir anne çocuğunu emzirmeğe mecbur edilmemelidir.
Emzirmek isteyince de çocuk ondan alınmamalıdır. (Mirasçı üzerine düşen) vazife de baba üzerine düşen vazife gibidir, mirasçı (da) bu hususta (onun gibidir.), baba gibi çocuğun emzirilmesini sağlayacaktır. Bu mirasçıdan maksat, çocuğun zirahmi mahremi yakın akrabası olan kimsedir. Bir çocuğun babası vefat etmiş, kendisine bir mal kalmamış ise onun süt annesine verilecek nafakayı, ücreti bu mirasçının vermesi lâzım gelir.
İmdi ana ile baba çocuklarının halini nazara alırlar, daha iki sene tamam olmadan onları sütten kesmeyi (kendi rızalariyle) düşünür (ve) bu husustaki (bir danışma ile) bunda bir zarar olmadığını anlarlarsa o halde selâhiyetleri vardır. (Çocuğu memeden kesmek isterlerse) kaesebilirler. Bundan dolayı (ikisinin üzerine de bir günah yoktur ve) maamafih çocuk için başka süt ana bulunması da câizdir.
Şöyle ki: (Siz çocuklarınızı başkasına emzirtmek isterseniz) o başkasına iki tarafın rızasiyle (vereceğiniz emzirme ücretini iyilikle) dinen güzel görülen ve herkesçe kabul edilen bir surette süt anaya (teslim ettiğiniz takdirde yine size bir günah yoktur.) Elverir ki, süt verene, süt emene bir zarar verilmiş olmasın (ve) bu gibi hükümlere riayet hususunda (Allah Teâlâ’dan korkunuz) gayri meşru bir harekette bulunmayınız. (Ve biliniz ki. Hak Tealâ Hazretleri yaptığınız şeyleri şüphesiz tamamiyle görmektedir.) Ona göre mükâfat ve ceza verecektir. Artık evlâtlarınız hakkında da ona göre muamelede bulununuz.
234. Ve sizlerden vefat edip de geriye eşler bırakanların eşleri kendileri hakkında dört ay on gün beklerler. Sonra iddetlerinin sonuna erince artık nefisleri hakkında uygun şekilde yapacakları şeyden dolayı sizin üzerinize bir günah yoktur. Ve Allah Teâlâ yapacağınız şeylerden haberdardır.
234. Bu âyeti kerime, kocaları vefat eden kadınların iddet sürelerini beyan etmektedir. Şöyle ki: Ey müslümanlar!. Sizlerin boşayacağınız kadınların iddetleri bildirilmişti (Ve sizlerden vefat edip te geriye eşler bırakanların eşleri) ise (kendileri hakkında dört ay on gün beklerler.) Bu ölüme bağlı bir iddettir. Bu müddet zarfında kimse ile evlenemezler.
Bu bilicap sabittir. Ve bir zaruret bulunmadıkça kocanın vefat ettiği evden çıkmazlar, bu da gerekli olan bir vazifedir. Ziynetlerini de bırakırlar, kocalarının hâtıralarına riayet eder vefatlarından dolayı üzüntülerini göstermiş olurlar. Buna şeriat dilinde: “hidad” veya “ihdâd” denilir ki, (Sonra iddetlerinin nihayetine erince) yani ölüme bağlı bekleme son bulunca (artık kendileri hakkında uygun şekilde) şeriatın inkâr etmiyeceği bir suretle (yapacakları şeyden dolayı) meselâ meşru surette süslenmelerinden veya başkasiyle evlenmeğe aday olmalarından dolayı ey onların velileri ve ey müslümanlar (sizin üzerinize bir günah yoktur.)
Artık bundansorumlu olmazsınız. Elverir ki, ölüme bağlı bekleme süresi tamam olsun. Bu müddete riayet etmek, bir hikmet ve menfaat gereğidir. Bu müddetten hem hayız müddeti geçmiş hem de rahimde çocuk bulunmadığı anlaşılmış olur. Şayet çocuk bulunduğu anlaşılırsa o doğuncaya kadar yine başkasiyle evlenmek câiz omaz. Bununla beraber bu müddet, nikâhın son bulmasından dolayı bir üzüntü alametidir ve vefat eden kocanın hatırasına bir saygı işaretidir. Binaenaleyh buna riayet etmek lâzımdır. (Ve Allah Teâlâ yapacağınız şeylerden haberdardır.) Artık onun böyle yüksek, hikmetli emirlerine muhalefetle bulunmayınız, sonra sorumluluktan kurtulamazsınız.
235. Kadınlar ile evleneceğinize dair kinâye yoluyla isteğinizi göstermenizden veya bu arzuyu gönlünüzde gizlediğinizden dolayı üzerinize bir günah yoktur. Allah Teâlâ bilmiştir ki, siz onları elbette anacaksınızdır. Ancak kendileriyle gizlice sözleşmeyiniz. Ancak uygun şekilde bir söz söylemeniz müstesna. Ve ölüme bağlı bekleme süresi nihayet bulmadıkça da nikâh akdi yapmaya kalkışmayınız ve biliniz ki. Allah Teâlâ gönüllerinizde olanı şüphe yok ki bilir. Artık ondan sakınınız ve biliniz ki Hak Teâlâ şüphesiz gafurdur, halîmdir.
235. Bu âyeti kerime, kocalarının vefatından dolayı iddet bekleyen kadınlar hakkında bazı dinî hükümleri kapsamaktadır. Şöyle ki: Ey müslümanlar! Ölüme bağlı iddet bekleyen (kadınlar ile evleneceğinize dair tariz yoluyla arzunuzu göstermenizden) dolayı günahkâr olmazsınız. Tariz, sözü örtülü söylemek, işidenlerin bir düşünme neticesinde anlayacakları söz demektir.
Zıddı açık konuşmaktır. Meselâ: Bir dul kadına karşı “sen güzelsin”, “sen iyi birisin”, “ben evlenmek istiyorum”, “ben sana rağbet ediyorum” denilmesi birer tarizdir. İşte böyle bir kinayeli söz, güzel bir niyete, hakikaten evlenmek niyetine bağlı olursa bir günaha sebep olmaz. (Veya bu rağbeti) böyle kinayeli şekilde göstermeyip de (gönlünüzde gizlediğinizden dolayı) da (üzerinize bir günah yoktur) yani: Evlenmeyi açıkça ve tariz yoluyla söylemeyip de yalnız buna kalben niyette bulunmakla, veya yalnız selâm vermekle veya hediye göndermekle bir günah işlenmiş olmaz. Bunlar, dinî yasakları ihlal etmez.
Bu gibi eğilimlerden sakınmak zordur. (Allah Teâlâ bilmiştir ki, sız onları elbette anacaksınızdır.) Yâni: İddetleri bitince nikâhlarına açıkça talip olacaksınızdır. Binaenaleyh bunu tariz yoluyla iddet içinde bildirmenizden veya buna kalben karar vermenizden dolayı sorumlu olmazsınız. (Ancak) bu hususta (kendileriyle gizlice sözleşmeyiniz) yâni: Onlar ile cinsel yakınlaşmada bulunacağınızı aralarınızda gizlice konuşmayınız veya birbirinizle evleneceğinize dair aranızda gizlice and içmeyiniz.
Veya başkasıyla evlenmemeye söz vermeyiniz veya iddet içinde nikâh vadinde bulunarak cinsel ilişkiye cür’et etmeyiniz. (Ancak uygun şekilde bir söz söylemeniz müstesna) yâni meşru şekilde kinayeli konuşmanız veya iyilik vadinde bulunmanız veya sanma ihtimam göstermeniz ve çıkarlarını koruyacağınıza dair münasip bir söz söylemeniz günahı gerektirmez.
(Ve ölüme bağlı iddet nihayet bulmadıkça da nikâh akdi yapmaya kalkışmayınız.) Öyle bir nikâh, akdedilmiş olmaz. Buna cür’et edenler sorumluluktan kurtulamazlar. (Ve biliniz ki Allah Teâlâ gönüllerinizde olanı şüphe yok bilir.) Binaenaleyh tarizden maksadınızı ve nikâha karar verip,vermediğiniz!, ve yasaklara riayet edip etmiyeceğinizi gerçekten bilir, ona göre hareket ediniz ve (artık ondan korkunuz) emirlerine muhalefet etmeyiniz. (Ve biliniz ki. Hak Tealâ şüphesiz gafurdur.)
İşlemiş olduğunuz bir günahtan dolayı ümitsizliğe düşmeyiniz, tövbekâr ve afdileyici olunuz, o Yüce Yaratıcı bu halde sizi af ve mağfiret buyurur ve o Yüce Yaratıcı (halimdir) kulları hakkında hak etmiş oldukları azabı acele etmez, kaybedilenin kazanılabilmesi için uygun bir vakit bırakır, bu surutle kulları hakkında rahmet ve merhametin! göstermiş olur. Artık insan, daha hayatta iken kusurlarını bilip bunlardan kurtulmanın yolunu takib etmeli, o gafur ve halim olan Yüce Yaratıcının af ve mağfiretine sığınmalıdır.
236. Kadınları daha kendilerine temas etmediğiniz halde veya onlara bir mihr belirlememiş olduğunuz halde boşamış olursanız üzerinize bir günah yoktur. Şu kadar ki; onları yararlandırınız. Zengin üzerine gücü nisbetinde, dar halli olan da gücüne göre ve uygun şekilde bir mut’a vermek icabeder. Bu mut’a iyilik edenler üzerine gerekli olan bir haktır.
236. Bu âyeti kerime daha cinsel birleşme olmadan boşanmış kadınlar hakkında yapılması gereken güzel muameleyi göstermektedir. Şöyle ki: Ey müslümanlar!. Bir lüzum ve menfaattan dolayı (kadınları daha kendilerine temas etmediğiniz) aranızda cinsel birleşme bulunmadığı (halde) boşamanızda bir günah yoktur, insanlık hali buna lüzum görülebilir.
(Veya onlara bir mihr belirlememiş olduğunuz halde boşamış olursanız) yine (üzerinize bir günah yoktur.) Bu da câizdir. (Şu kadar var ki) bu gibi hâdiseler vuku bulunca (onları) o boşadığınız kadınları mahrum bırakmayın (yararlandırınız) boşamadan ileri gelen hüzün ve kederlerini, nefretlerini gidermeye, azaltmaya çalışınız. Şöyle ki: Eğer mihr belirtilmişse, cinsel temasdan önce boşamaktan dolayı bu mihrin yarasını vermek lâzım gelir. Ve eğer mihir belirlenmediği halde cinsel birleşme meydana gelmiş ise kadına, dengi bir kadının mihri ne ise onu vermek icabeder.
Fakat hem cinsel birleşme olmamış, hem de mihir konuşulmamışsa bir müt’a lâzım gelir. Bu da (zengin olan) koca (üzerine gücü nisbetinde) servetine göre (dar halli olana da gücüne göre) kendi kudretine göre (ve uygun biçimde) dinin güzel gördüğü şekilde üzere (bir müt’a vermek icabeder.) Müt’a ise bir kat elbisedir. Bunun en az miktarı ise bir başörtüsü ile bir entari ve bir çarşaftır.
(Bu müt’a iyilik edenler) nefislerine güzel muamele yapanlar, başkalarının hukukuna saygı gösterip iyilikte bulunmak isteyenler (üzerine gerekli olan bir haktır.) Bir gerekli vazifedir. Bunu güzelce ifa etmelidir, İslâmiyet, insaniyet bunu emreder. Her aile, kendi servetine, kendi içtimai durumuna göre bu gibi üzerine düşen vazifeleri güzel biçimde yerine getirmelidir.
237. Ve eğer onları daha kendilerine temasta bulunmadan boşar da onlar için mihir belirlemiş bulunursanız o zaman bu belirlediğiniz mihrin yarısı lâzım gelir. Meğer ki o kadınlar affetsinler veya nikâhın düğümü elinde bulunan affeylesin ve sizin affetmeniz takvaya daha yakındır ve aranızdaki iyiliği unutmayınız. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ yaptığınız şeyleri hakkıyla görücüdür.
237. Bu âyeti kerime, boşanmış kadınların haklarına dair bazıhükümleri bildirmektedir. Şöyle ki: Ey müslümanlar!.. (Ve eğer onları) zevcelerinizi (daha kendilerine temasta bulunmadan) onlarla bir kere olsun cinsel ilişkide bulunmadan (boşar da onlar için) belirli bir miktar (mihir kesmiş bulunursanız o zaman) üzerinize (bu kestiğiniz mihrin yarısı lâzım gelir.)
Bunu onlara vermeniz icabeder. (Meğer ki o kadınlar affetsinler) bu yarım mihirden vaz geçsinler, bunu istemesinler, bunu bağışlasınlar. (Veya nikâhın düğümü elinde bulunan) nikâh akdini çözmek selâhiyetine sâhip olan erkek (affetsin) bu mihrin yarısını değil, tamamını vermek istesin.
(Ve sizin affetmeniz takvaya daha yakındır.) Ey eşlerini boşayan erkekler!. Siz bu hususta daha cömert olmalısınız, madem ki eşlerinizi nikâh nîmetinden marum bırakmış oluyorsunuz, artık onlara mihirlerinin tamamını vermek suretiyle yardımda, fazlaca iyilikte bulunmanız, onlara mümkün mertebe kaybettiklerini telefide bulunmalarına yardım eylemeniz daha ziyade dindarlık alametidir.
Maamafih kadınların da kocalarını affetmeleri, mihirlerini onlara bağışlamaları bir dindarlık nişanesidir. (Ve) elhâsıl (aranızdaki iyiliği unutmayınız) her iki taraf da birbirine karşı iyiliksever olmalıdır. Boşama hâdisesinden dolayı düşmanca bir tavır almamalıdır, yine elinden gelen iyilikten kaçınmamalıdır. (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ yaptığınız şeyleri hakkıyla görücüdür.) Yapacağınız iyilik ve yardımdan haberdardır. Artık daima iyiliksever olunuz, Allah’ın rızasını kazanmaya çalışınız, Hak Tealâ’nın kutsal emirlerine saygı gösteriniz ki, dünyanızda, âhiretiniz de kazanılmış olsun.
238. Namazlara ve orta namaza devam ediniz. Ve Allah için onu zikiredici olarak kıyamda bulununuz.
238. Bu âyeti kerime, müslümanların aile hayatına ve saireye ait vazîfelerini güzelce yapabilmeleri için üzerlerine düşen namaz gibi dinî vazîfelerini lâyıkiyle yerine getirmeye çalışmaları gereğine işaret buyurmaktadır.
Çünkü bu dinî vazîfelere önem veren bir kul, yaratıcısının diğer emirlerine de riayet eder durur. Binaenaleyh buyuruluyor ki: Ey müslümanlar!. Sizlere farz olan (namazlara ve orta namaza devam ediniz.) Bunları güzelce korumaya çalışınız. (Ve) namazda (Allah için) ona saygı göstermek için (onu zikredici olarak) tekbir alarak, Kur’ân okuyarak (kıyamda bulununuz) ki, bu namazın mühim bir tarzıdır.
“Salâvet” salatin çoğuludur. “Salât” ise bilindiği üzere namaz demektir, “orta namaz” ise tercih edilen görüşe göre ikindi namazıdır. Nitekim bir hâdisi şerifte: ( orta namaz, ikindi namazıdır” diye buyrulmuştur, İkindi namazının böyle ayrıca zikredilmesi bunun zamanında iş, güç daha fazla olduğundan buna itina edilip gaflette bulunulmamasına tenbih içindir.
Bu âyeti kerime de namazların beş vakit olduğuna da işaret vardır. “Salâvat” tabiri çoğul olduğu için bunun en azı üçtür. Halbuki, ikindi namazı, orta namaz olmak için ondan başka en az dört vakit namaz daha bulunmak lâzımdır ki, ikindi namazı onların ortasında bulunmuş olabilsin.
Maamafih orta namazı, beş vakit namazdan her hangisi olmak üzere kabul edilse yine ortada bulunabilmesi için diğer namazların dört vakit olması icabeder. Meselâ: Sabah namazı, orta namazı olsa akşam ile yatsı ve öğle ile ikindi namazları arasında bulunmuş olur, diğer namazlar da böyledir. Diğer bir açıdan da orta namazı olması ihtimalinden dolayı hepsine karşı uyanık ve hazır bulunması gereğine bir işâreti içermektedir.
239. Fakat korkarsanız yayan veya suvâri olarak namazınızı kılın emin olduğunuz zaman ise Allah Teâlâ’yı sizlere bilmediğiniz şeyleri nasıl öğretti ise öylece zikrediniz.
239. Bu âyeti kerime de namaza ait bazı dinî müsaadeleri beyan etmektedir. Şöyle ki: Ey müslümanlar! Namazlarınızı bilinen şekliyle kılarsınız.
(Fakat korkarsanız) yâni bir düşmandan veya yırtıcı bir hayvandan veya başka şeylerden dolayı bir korkuya düşerseniz, namazınızı mümkün olacağı şekilde kılarsınız. Meselâ: Mümkün ise (yayan) olarak kılarsınız, bu mümkün değilse (veya) pek tehlikeli ise (suvâri olarak) kılarsınız. Bu takdirde hem yürüyerek gider, hem de namazınızı kılmaya devam edersiniz, velevki yüzünüz kıble tarafına yönelik olmasın, velevki yalnız işaret suretiyle mümkün olup başka suretle kılınamasın.
(Emin olduğunuz zaman ise) bu korkudan kurtulup selâmet sahasına erdiğiniz zaman ise (Allah Teâlâ’yı sizlere bilmediğiniz şeyleri) meselâ: namaz, niyaz gibi ibâdetleri ve sair vazifelerinizi (nasıl öğretti ise) Yüce Peygamber’i vasıtasıyle, Kur’ân-ı Kerim vasıtasıyle nasıl öğretti ve telkin etti ise (öylece zikredin) öylece yapmaya çalışın, sizin selâmetiniz dünya ve âhiret saadetiniz, bütün ilâhî emirleri yerine getirmemize bağlıdır. İşte onlardan biride şudur.
.
240. Sizden vefat edip de eşlerini terk edenlere eşleri için bir seneye kadar evlerinden çıkmamak üzere bir meta vasiyet etmiş bulunmalıdırlar. Şayet eşler çıkarlarsa onların kendi nefisleri hakkında meşru şekilde yapacakları şeyden dolayı sizin üzerinize bir günah yüklenmez. Ve Allah Teâlâ azizdir, hakimdir.
240. Bu âyeti kerime İslâm’ın başlangıcında kocaları vefat eden kadınlar hakkında yapılacak muameleyi beyan etmektedir. Şöyle ki:Evvelce bir erkek vefat edince karısı mirasa nâil olamazdı. Ancak kocasının vefatında evinden çıkmayıp orada bir sene kalmak isterse bu müddete ait nafakasını vasiyet etmekle kocası mükellef idi. Kadın böyle beklerse bu nafakaya hak kazanırdı.
Beklemez de daha evvel çıkarsa bu nafakaya hakkı olamazdı. Daha sonra eşlerinde miras almaları hakkındaki âyeti kerime nâzil olunca bu vasiyet hükmü yürürlükten kaldırılmış kadınların lehine olarak miras hükmü cereyana başlamıştır. Bu âyeti kerime de buyuruluyor ki: Ey müslümanlar! (İçinizden vefat edip de eşlerin! terkeden) erkek (ler, eşleri için bir sene kadar evlerinden çıkmadıkları takdirde bir meta) bir nafaka ve elbise (vasiyet etmiş bulunmalıdırlar.) Maamafih eşler istedikleri gibi hareket edebilirler.
(Şayet zevceler) böyle bir sene durmaz da (çıkarlarsa onların kendi nefislerinde yapacakları meşru bir şeyden) meselâ süslenmelerinden, bir sene iddet beklememelerinden ve bu suretle bir senelik nafakalarını alamayacaklarından (dolayı) ey vefat eden şahsın velileri, mirasçıları!.. (sizin üzerinize bir günah yoktur.) Onlar kendi haklarını kullanmış olurlar.
(Ve Allah Teâlâ azizdir) mülkünde dilediği gibi tasarrufta bulunur, kudreti herşeye kâfidir. Ve o Yüce Yaratıcı (hakimdir) her fi’li, her emri bir hikmete dayalıdır ve o fiillerinden dolayı sorumlu tutulamaz. Binaenaleyh onun bütün, emir ve yasaklarına uymaya çalışmalıyız.
241. Boşanmış kadınlar için meşru şekilde bir meta vardır ki, bu korunanlar üzerine bir haktır.
241. Bu âyeti kerime, İslâm dininin kadınları ne kadar himaye buyurduğunu göstermektedir. Şöyle ki: Gerek elmadan önce ve gerek sonra (boşanmış kadınlar için) kendilerini boşamış olan kocaları üzerine (meşru şekilde) imkân ölçüsünde, halleriyle mütenasip adete uygun biçimde (bir meta) bir nafaka veya müt’a (vardır ki, bu) nafakayı temin etmek ve müt’a vermek (takvâ sahibi) mü’min kullar (üzerine bir haktır) bunu kendileri vermezlerse mahkeme vasıtasıyle elde etme cihetine gidilebilir. (236) ınca âyeti kerimeye de bakılabilir!..
242. İşte Allah Teâlâ âyetlerini böyle beyan buyuruyor, tâki aklınızla düşünüp anlayasınız.
242. Bu âyeti kerime bizleri tefekküre, düşünmeye ve dinî hükümlerimizi güzelce fikretmeye sevketmektedir. Çünkü bütün dinî hükümler, birer hikmet ve menfaata dayanmaktadır. Bunların bu yüksek mahiyetlerini ancak akıl ve bilgisini güzelce kullananlar hakkıyla anlayabilir.
Evet… Buyuruluyor ki: (İşte Allah Teâlâ âyetlerini) hayat= ve ölümden sonrasına dünya, âhirete ve aile hayatına ait hükümleri, delilleri (böyle beyan buyuruyor. Tâki aklınızla düşünüp anlayasınız) aklınızı güzelce kullanarak düşünesiniz ve tefekkürde bulunasınız. Cenab-ı Hakkın kutsî hükümlerine uyma konusunda kusur etmeyesiniz. Bütün bu gibi ictimâî meselelerdeki hukukî hikmetleri de güzelce anlayarak gereklerine göre hareket edesiniz. Çünkü insanlık cemiyetinin asıl selâmet ve saadeti bu sayede mümkün olur.
243. Görmedin mi o kimseleri ki, onlar binlerce kişi oldukları halde ölümden sakınarak yurtlarından çıktılar. Allah Teâlâ ise onlara ölünüzdiye emretti. Sonra da onları diriltti. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ insanlar hakkında lütuf sahibidir. Fakat insanların pek çokları şükretmezler.
243. Bu âyeti kerime, insanları tahammüle sevketmektedir, ve takdir edilen şeylere aykırı hareketlerin, sahiplerine fâide vermeyeceğine işarette bulunmaktadır. Rivâyete göre israiloğullarından bir gurup ki, sayıları on bin veya otuz bin veya daha fazla idi, taun hastalığından korkarak yurtlarını terketmişlerdi veyahut bunları hükümdarları cihada dâvet etmişti, bunlar ise öleceklerinden korkarak firar etmişlerdi.
Cenâbı Hak ise bunları öldürdü, seksen gün veya daha ziyâde ölü olarak kaldılar, sonra peygamberleri, Hızkıl aleyhisselâm’ın duasiyle bunlar yeniden hayat buldular. İşte Cenab-ı Hak buyuruyor ki: (Görmedin mi) yani görmüş gibi şu garip hâdiseden haberdar olmadın mı (o kimseleri ki, onlar binlerce kişi oldukları halde ölümden kaçınarak) bulaşıcı bir hastalıktan veya savaşa iştirakten korkup (yurtlarından çıktılar) başka bir yere can attılar. (Allah Teâlâ ise onlara ölünüz diye emretti) onların ölmelerini irade buyurdu, onlar da derhal öldüler.
Firarları kendilerine fâide vermedi. Fakat Cenab-ı Hak, kudret ve hikmetini bütün insanlığa göstermek için (sonra da onları diriltti) onlara ilâhî kudretinin yüceliğini anlattı, onlara bir ibret dersi verdi, Allah’ın kazasından kaçınmaya imkân bulunmadığını anlattı. (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ insanlar hakkında ikrâm) ve kerem (sahibidir). Bütün emirleri ve yasakları onların hakkında sırf hayırdır.
Artık onlar bunun şükrünü yerine getirmeye çalışmalı değil midirler?. (Fakat insanların pek çokları şükretmezler.) Bu şükür görevini ifaya koşmazlar. Böyle bir durum ise bir nankörlük alametidir. Velhâsıl: Bu hâdise, öldükten sonra dirilmenin vukuuna dair bir ilâhî delildir, insanları uyanmaya dâvete bir vesîledir. Yapılması gereken bir cihada iştiraktan kaçınmanın uygun olamıyacağına dâir bir delildir.
244. Ve Allah yolunda muharebede bulunun ve biliniz ki. Allah Teâlâ semidir, âlimdir.
244. Bu âyeti kerime, hak yolundaki cihâdın lüzumunu, ehemmiyetini bildirmektedir. Buyrulmuş oluyor ki: Ey müslümanlar!. Hak’ka tevekkül ediniz.
(Ve Allah yolunda muharebede bulunun) tâki, dine hizmet etmiş ve Allah’ın dinini yüceltmeye çalışmış olasınız. (Ve biliniz ki Allah Teâlâ semidir) cihada koşanların da, ondan kaçanların da sözlerini işitir ve Hak Tealâ (alimdir.) Hepinizin hallerini, gönüllerindekileri bilir, ona göre mükâfat ve ceza verir.
245. Kimdir o kimse ki. Allah için güzel bir ödünç ile ödünçte bulunur, Allah Teâlâ da ona kat kat fazlasıyla ihsan buyurur. Ve Allah Teâlâ sıkar ve açar ve ona döndürüleceksinizdir.
245. Bu âyeti celile de hak yolundaki fedakarlığın ne kadar fazla mükâfata vesile olduğunu şöylece gösteriyor: (Kimdir o kimse ki) o hakikî müslüman ki (Allah için) hak yolunda, (güzel bir ödünç ile) cihada malını sarfetmek, fukara ve yoksullara Allah rızası için infakta bulunmak gibi bir suretle (ödünç de bulunur) Allah yolunda malını ve nefsini harcar (Allah Teâlâ da ona) o salih, fedakâr kuluna (kat kat fazlasını ihsan buyurur) yâni böyle bir güzel amele birçok sevaplar verir ki, bunun miktarını ancak Cenâb-ı Hak bilir.
Bir kavis göre bireyedi yüz misli mükâfat ihsan eder. Elverir ki, amel iyi niyete dayalı, Allah’ın rızasına uygun olsun. (Ve Allah Teâlâ sıkar ve açar) yâni dilediği kulunu dar bir rızka müptelâ eder ve dilediği kulunu bol bir rızka kavuşturur. Bu ilâhî hikmetin gereği olan bir imtihandır.
Bunu güzelce kabul etmek lâzımdır. (Ve ona döndürüleceksinizdîr) dünya hayatına nihâyet verilecek, bütün insanlık âlemi âhirete sevk olunacaktır, herkes o âlemde lâyık olduğu mükâfat ve cezâya uğrayacaktır. Artık bunu düşünmeli, ona göre daha elde fırsat varken cihat gibi, fakirlere yardım gibi güzel amellerde bulunmalıdır.
246. Görmedin mi Musa’dan sonra İsrail Oğullarından olan bir cemaati, ki onlar kendi peygamberlerine: Bize bir hükümdar gönder de Allah yolunda muharebe edelim dediler. Peygamberleri de dedi ki: Üzerinize muharebe farz kılınsa muharebe etmeyecek olmayasınız? Dediler ki: Biz ne için Allah yolunda muharebe etmeyelim, biz yurtlarımızdan, evlâdımızdan çıkarıldık uzaklaştırıldık. Fakat vaktaki, onların üzerlerine muharebe farz kılındı, onlar içlerinden birazı müstesna geri dönüverdiler. Allah Teâlâ ise o zâlimleri hakkıyla bilicidir.
246. Bu âyeti kerime, bir tarihî olayı bizlere bir ibret ve uyarı vesilesi olmak üzere şöylece beyan buyurmaktadır. Ey mü’min kulum!. (Görmedin mî?) görmüş gibi kıssalarına vakıf olmadın mı? (Musa’dan sonra İsrail Oğullarından olan bir cemaati) onların ileri gelen bir gumbu (ki, onlar kendi peygamberlerine) müracaat ederek (bize bir hükümdar) bir kumandan (gönder de) tayin et de (Allah yolunda muharebe edelim dediler. Peygamberleri de) meşhur olan görüşe göre İsmail aleyhisselâm da onlara (dedi ki: Üzerinize muharebe farz kılınırsa muharebe etmeyecek olmayasınız?)
Bilahara bu sözünüzde acaba duracak mısınız? Onlar da (dediler ki: Biz ne için Allah yolunda muharebe etmeyelim?) Ne için böyle bir vâzifeyi yerine getirmeyelim?
Özellikle bizler düşmanlarımız tarafından (yurtlarımızdan, evlâtlarımızdan çıkarıldık) onlardan uzaklaştırıldık, birçok mahrûmiyetlere uğradık (fakat) bunlar bu sözlerinde durmadılar (vaktaki, onların üzerlerine muharebe farz kılındı) korkmaya, canlarını düşünmeye başladılar (onlar, içlerinden birazı müstesna) olmak üzere harpten (gerî dönüverdiler) savaştan yüz çevirdiler.
Artık bunlar böyle sözlerinde durmadıkları kendi varlıklarını müdafadan kaçındıkları Peygamberlerinin emrine muhalefet eyledikleri cihetle zulmedici oldular. (Allah Teâlâ ise o zâlimleri hakkıyla bilicidir.)
Onların bu hareketleri Allah tarafından bilinmektedir, ona göre ceza göreceklerdir. Tarihen sabit olduğu üzere Musa aleyhisselâmdan sonra İsrail Oğullarının hayat düzenler! bozulmuş, birçok hatâlarda bulunmuşlar, doğru yoldan çıkmışlardı. Allah Teâlâ da onlara “câlut” kavmini musallat etmişti.
Bu kavim Mısır ile Filistin arasındaki sahillerde otururlardı. Bunlara “âmâlika” denilmektedir. Bunlar, İsrail Oğullarına galip gelmişler ve birçok yerleri istilâ eylemişler, birçok esir almışlar, İsrail Oğulları üzerine ağır vergiler koymuşlardı. O zaman İsrail Oğulları arasında bir peygamber yoktu. Bilahara kendilerine Allah tarafından işmuil veya Şem’un aleyhimesselâm, peygamber gönderildi.
Bu zata karşı da cephe aldılar, eğer sen peygamber isen bize bir hükümdar tayin et de cihada atılarak kendimizi kurtaralım dediler. Bunun üzerine “Talût” ismindeki bir zat Beni İsrail’e hükümdartayin edilmiş, bu sayede birçok fetihler elde etmişler, amalikanın “Câlut” denilen kumandanını tepelemişler, onların tecavüzlerinden kurtulmuşlardı. Nitekim (251) inci âyeti kerime bu hususu bildirmektedir.
247. Ve onlara Peygamberleri dedi ki: İşte Allah Teâlâ size hükümdar olmak üzere Talûtu gönderdi, dediler ki: Bizim üzerimize onun hükümdar olması nasıl olabilir? Halbuki, biz mülke ondan daha haklıyız. Kendisine malca da bir genişlik verilmiş değildir. Peygamberleri de dedi ki: Şüphesiz Allah Teâlâ onu sizin üzerinize seçmiştir. Ve ona ilim ve cisim itibariyle de bir fazla genişlik vermiştir. Ve Hak Tealâ mülkünü dilediğine verir. Ve Yüce Allah herşeyi kuşatıcıdır ve bilicidir.
247. Bu âyeti kerime, Malikiyet ve hâkimiyete kimlerin lâyık olup olmadıklarına işaret etmektedir. Şöyle ki: (Ve onlara) o İsrail Oğullarından olan cemaate (Peygamberleri) olan işmuil aleyhisselâm veya diğer bir Peygamber (dedi ki) siz düşman ile savaşmak için bir kumandan istiyorsunuz (işte Allah Teâlâ size hükümdar) reis, kumandan (olmak üzere Talûtu gönderdi) onunla beraber savaşta bulununuz.
(Dediler ki: Bizim) nesebce, servetce, ailece mevkiimiz yüksektir. Artık bizim (üzerimize onun) bir fakir, nesebce düşkün olan Talûtun (hükümdar olması nasıl olabilir?) Mülkün idaresi ona nasıl verilebilir? (Halbuki, biz) sâhip olduğumuz vasıflar itibariyle (mülke ondan daha haklıyız) o bizim gibi bir peygamber veya bir hükümdar sülâlesinden değildir.
(Kendisine malca da bir genişlik verilmiş değildir.) Bu kendini beğenmiş cemaate hitaben (peygamberleri de dedi ki: Şüphesiz Allah Teâlâ onu sizin üzerinize seçmiştir.) Elbette bu seçimi bir hikmet ve menfaat icabıdır. Buna kim itiraz edebilir? (Ve) maamafih (ona) Talûtu (ilim ve cisimce de bir fazla genişlik vermiştir.) Mülkün nizamını tanzim, siyaseti güzelce idare için ilim lâzımdır.
Düşmana karşı koymak için beden kuvveti, ruh üstünlüğü lâzımdır. Bu özellikler ise Talûtda mevcuttur. Bu hususta yalnızca bir neseb ve maddî ve bir servet kâfi değildir. (Ve) maamafih bütün bu kâinat Allahındır, artık (Allah Teâlâ mülkünü dilediğine verir) buna kimse mâni olamaz.
Buna itiraza kimse selâhiyetli değildir. (Ve Allah Teâlâ herşeyi kuşatıcıdır) onun lütfu ve ihsanı pek geniştir, dilediğine fazla nimet, fazla selâhiyet verir. (Ve) o Yüce Yaratıcısı (bilicidir) herşeyin mahiyetini, liyakatini, mülke lâyık olup olmadığını bilir ve ona göre ilâhî iradesi tecelli eder. Bizler her hadisenin iç yüzünü, meydana geliş hikmetini bilemeyiz, bizim için Allah’ın takdirine teslimiyetten başka kurtuluş çaresi yoktur.
248. Ve onlara peygamberleri dedi ki: Şüphesiz Tallûtun hükümdarlığına açık alâmet, size tabutun gelmesidir ki, onda Rabbiniz tarafından bir sekinet vardır ve Musa ile Harun hanedanının bıraktıklarından bir kalıntı vardır. Onu melekler yükleneceklerdir. Eğer siz mü’minler iseniz şüphe yok ki, onda sizin için kesin bir delil vardır.
248. Bu âyeti kerime, vaktiyle İsrail Oğullarını ikaz etmek için gösterilmiş olan bir hârikayı bildirmektedir. Şöyle ki: İsrail Oğullarına, Talût, hükümdar tayin edildi (ve onlara peygamberleri) olan zat (dedi ki: Şüphesiz Talûtun hükümdarlığına) o makama lâyık olmasına (açıkalâmet, size tabutun) harikûlâde bir surette yeniden (gelmesidir ki) o tabutta veya onun bu gelmesinde (rabbiniz tarafından bir sekine!) bir emniyet ve itimat, o makama lâyık olmasına dair sizde meydana gelecek bir kanaat (vardır ve) onda (Musa ile Harun ailesinin) veya bizzat kendilerinin (bıraktıklarından bir kalıntı vardır.)
Bunlar Hz. Musa’nın asası ve Tevrat’ın bazı levhaları gibi şeylerdir. (Onu) bu tabutu (melekler yükleneceklerdir.) onu getirip Talûta teslim edeceklerdir. (Eğer siz mü’minler iseniz şüphe yok ki, onda) o tabutun böyle gelişinde (sizin için kesin bir delil) Talûtun hükümdarlığa lâyık olduğuna ve bu hususta ilâhî hükmün geldiğine dair açık bir delil ve işaret (vardır.)
Artık bundan bir uyarı dersi alınız. Din yolunda sebat ve metanet gösteriniz, Cenâb-ı Hakkın yardım ve lütfunu bekleyiniz. Dindar olan zatlara lâyık olan hareket de bundan ibarettir.
§ Tabuttan maksat, Tevrat’ın sandukudur. Bu tabutun Hz. Adem’den intikal ederek Hz. Musa’ya ulaştığı rivayet olunuyor. Bunun içinde bırakılanlardan maksat da bir rivayete göre Hz. Musa’nın asası ile bazı tevrat levhaları ve Hz. Harun’un asası ile sarığı ve bir ölçek kudret helvası idi.
Hz. Musa: Bu tabutu muharebelerde ordusunun önünde bulundururmuş, bu ordu için mânevî bir kuvvet ve bir güven temin edermiş. Bilahara İsrail Oğulları Calûta mağlûb olunca bu mübarek tabut ellerinden çıkmış, bunu Câlut alıp kendi ülkesine götürmüş, bunu pis yerlere atmışlar, bu yüzden bazı belâlara uğradıklarını görmüşler, bu sebeple uğursuz sayarak tabutu şehir dışına almışlar, Cenâb-ı Hak da bu tabutu dört melek vasıtasiyle yine israli Oğullarının yurtlarına göndermiş. Talûtun hükümdarlığına bir alâmet olmak için onun hanesine bıraktırmıştır.
249. Vaktaki Talût, ordusu ile hareket etti. Dedi ki: Allah Teâlâ sizi bir ırmak ile imtihan edecektir. İmdi her kim ondan içerse benden değildir ve her kim ondan tatmazsa o şüphesiz bendendir. Ancak eliyle bir avuç alan müstesna. Fakat onlardan birazı müstesna olmak üzere hepsi de ondan içiverdiler. Vaktaki Talût ve beraberindeki mü’minler ırmağı geçtiler. Dediler ki: Bizim bugün Câlut ile ordusuna karşı gücümüz yok. Allah Teâlâ’ya kavuşacaklarına kanaat getirenler ise dediler ki: Nice az bir fırka, nice çok fırkalara Allah’ın izniyle galip gelmiştir. Ve Allah Teâlâ sabredenler ile beraberdir.
249. Bu âyeti kerime, kalp sağlamlığı ve din kuvvetine hakkıyla sâhip olanlarla olmayanlar arasındaki farkı şöylece gösteriyor. (Vaktaki, Talût) harb için yurdundan çıkıp (ordusu ile beraber hareket etti) askerlerine hitaben (dedi ki: Allah Teâlâ sizi bir ırmak ile imtihan edecektir) sizden itaatkâr olanlar ile âsî olanları ortaya çıkaracaktır. (İmdi her kim ondan) o ırmağın suyundan (içerse benden değildir), bana tâbi olanlardan bulunmamıştır. (Ve her kim ondan tatmazsa o şüphesiz bendendir), bana tâbi olanlardandır. (Ancak eliyle bir avuç alan) onunla yetinen (müstesna) O bununla bu emre muhalefet etmiş olmayacaktır.
(Fakat onlardan) o ordu fertlerinden (birazı müstesna olmak üzere hepsi de ondan içiverdîler.) Derken hararetleri arttı, takatleri kesildi, korkuları arttı, ırmağın kenarında kalıverdiler. Rivâyete göre bunların sayısı dört bin idi. Irmağı geçenler de Uhud mücahidleri kadar, yani üç yüz on zâttan ibaretti. (Vaktaki Talût veberaberindeki mü’minler ırmağı geçtiler) düşmanın çokluğun görünce (dediler ki, bizim bugün Câlut ile ordusuna karşı gücümüz yok), birçok arkadaşlarımız geride kaldılar, artık onlarla savaşta muvaffak olabilir miyiz?..
Fakat içlerinden (Allah Teâlâ’ya kavuşacaklarına kanaat getirenler ise) daha ziyade ruhsal kuvvete sâhip olan mücahitler ise (dediler ki: Nice az bir fırka, nice çok fırkalara Allah’ın izniyle) yardımıyle (galip gelmiştir.) Bir de az olduğumuz halde o fertleri, çok düşmana Allah’ın yardımı sayesinde galip olabiliriz. Korkmaya mahal yok. (Ve Allah Teâlâ sabredenler ile beraberdir) onlara yardım eder, kolaylık verir. Bizler de hak yolunda sebat etmeliyiz ki, Allah’ın sevgisine kavuşabilelim.
250. Vaktaki Câlut ile askerlerine karşı meydana çıktılar, dediler ki: Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır ve ayaklarımızı sabit kıl ve bizlere o kâfirler güruhu üzerine yardım ver.
250. Bu âyeti kerime, tehlikeli hâdiselerden dolayı Cenâb-ı Hak’ka nasıl yakarma ve niyazda bulunulacağını göstermektedir. Şöyle ki: Talût ile beraberindeki mü’minler (vaktaki Câlut ile askerlerine karşı meydana çıktılar) düşman ordusunun çokluğunu görünce Cenâb-ı Hak’ka yalvarmaya başladılar, niyazda bulunarak (dediler ki: Ey Rabbimiz!. Üzerimize sabır yağdır) kalblerimize kuvvet ver, bizlere tahammül nasip et (ve ayaklarımızı sâbit kıl) harp meydanında bizlere kararlılık ve kudret ver.
(Ve bizlere o kâfirler gürûhu üzerine yardım ihsan buyur.) Ne mübarek bir dua. Demek ki, insan, bir mühim hâdise karşısında kaldı mı, evvelâ sabretmeli, sonra sebatta bulunmalı, neticesinde de Allah’ın yardımına kavuşmayı niyâz eylemelidir.
251. Hemen onları Allah Teâlâ’nın izniyle hezimete uğrattılar ve Davut, Câlut’u öldürdü ve Allah Teâlâ ona mülk ve hikmet verdi ve dilediğinden ona öğretti. Ve eğer Hak Tealâ’nın insanları birbiriyle defetmesi olmasaydı yeryüzü mutlaka fesada uğramış olurdu. Fakat Allah Teâlâ âlemler üzerine lütuf ve kerem sahibidir…
251. Bu âyeti celile de duaların kabul olacağını ve cihadın meşru hikmetini göstermektedir. Şöyle ki: Talût ile ordusu dua ve niyazda bulunup (hemen onları) Câlut ile ordusunu (Allah Teâlâ’nın izniyle) irade ve takdiriyle (hezimete uğrattılar) o koca ordu bu az kuvvet tarafından mağlûb edildi (ve Davut) Aleyhisselâm da (Calûtu öldürdü. Ve Allah Teâlâ ona) Davûd Aleyhisselâm’a (mülk ve hikmet verdi) ona peygamberlik ve saltanat nasip etti.
Bu ikisini birleştiren İlk peygamber, Hz. Davut’dur. (ve) Cenab’ı Hak (dilediğinden ona öğretti) Hz. Davud’a Zebur kitabını verdi. Ona memleketini idare için lâzım gelen bilgileri öğretti, ona pek güzel bir ses verdi, demirleri yumuşatıp zırh yapmak san’atım öğretti.
O da zırh yapar, satar, maişetini onunla temin eder, devletin hazinesine yük olmazdı. Ve cihad sahalarına atılarak adaleti temin etmeye çalışır, Allah’ın dinini yüceltmek için koşar dururdu. (Ve eğer Allah Teâlâ’nın insanları birbiriyle defetmesi olmasaydı) aralarında vakit vakit mücadeleler olup âlemi islâh etmeye çalışan zümreler bulunmasaydı (yer yüzü mutlaka fesada uğramış olurdu.) Yer yüzünde adale,: ve intizamdan, temizlik ve dinden eser kalmazdı.
Bütün fesatçılar, umuma karşı zorbalığa devam eder dururdu. (Fakat Allah Teâlâ) bütün (âlemler üzerine) özellikle akılsâhipleri olan insanlar hakkında (lütuf ve kerem sahibidir) vakit vaki iyi kullarına yardım eder, onların vasıtasiyle yer yüzünde birçok fesatların ortaya çıkmasına meydan vermez, insanlığa hak ve hakikati, bildirecek zatları yaratır, insanları uyanmaya, hak ve hakikati müdafaaya dâvet buyurur. İşte cihadın meşrutiyet! de bu gibi hikmetlere dayanmaktadır.
Bütün bunlar Cenab’ı Hak’kın insanlık için birer lütuf ve kereminden başka değildir. Ne mutlu bunlardan istifadeye kabiliyetli olanlara.
§ Davut Aleyhisselâm, Yakup Aleyhisselâm’ın oğlu Yehuda’nın neslindendir. Babasının adı İyşadır. Bu zat on üç oğlu ile beraber Talût’un ordusunda bulunmuştu. Hz. Davut, bunun en küçük oğlu idi. Câlut kendisiyle düello etmek için Talût’tan er istemişti. Bu karşılıklı cengi Hz. Davut, üzerine almış ve harp meydanına atılıp Calût’u öldürmeye muvaffak olmuştur.
Bunun üzerine Talût da kırım Hz. Davut’a vermiş ve Talût’un vefatında yerine Hz. Davut geçerek kırk sene hükümdarîıkta bulunmuş, bütün İsrail Oğulları onun idaresi altında toplanmıştı, İşmuil Aleyhisselâm’ın vefatından sonra da Hz. Davufc’a peygamberlik verilmiştir.
Hz. Davut, Kudusî Şerifi, Haleb’i, Nusaybin’i, Uruman beldelerini, Ermenistan’ı zaptetmiş, KLJUSI Şerifi başkent yapmıştı. Yetmiş yaşında olarak vefat etmiştir. Ölümü Hz. Musa’nın vefatından beş yüz otuz beş sene sonraya tesadüf etmektedir. Hz.Davut’a verilen Zebur kitabı, hep öğütleri, ilâhiyat! ve Allah’a yakarışları içine alıyordu. Şftr’î hükümleri kapsamıyordu. Hz. Davut da Musa Aleyhisselâm’ın şeriatiyle amel etmiştir.
252. İşte bunlar Allah Teâlâ’nın ayetleridir. Bunları sana hak olarak okuyoruz. Sen de şüphe yok ki gönderilmiş olan peygamberlerdensin.
252. Bu âyeti kerime, Kur’ân’ın açıklamalarının gerçeğin ta kendisi olduğunu bildirmekte ve Rasûli Ekrem’in peygamberliğini beyan etmektedir, şöyle ki: (İşte bunlar) Kur’ân’ı Kerim’de zikredilen bu kıssalar, eski ümmetlere ait tarihî olaylar, özellikle Talût, Câlut hadisesi (Allah Teâlâ’nın ayetleridir) bundan ibret alınması icap eder.
(Bunları sana hak olarak) gerçeğin ta kendisi olarak, kimsenin inkârına imkân bulunmayacak bir surette (okuyoruz) bunları Cibrili Emin vasıtasiyle sana arka arkaya inzâl eyliyoruz. Bunlarda ne kitap ehli, ne de tarihçiler şüphe edemez. Bunlar, önceki kitaplarda da zikredilmiştir. (Sen de) Habibim Ya Muhammed! (Şüphe yok ki) Yüce Katımdan (gönderilmiş olan peygamberlerdensin.)
Evet… Yâ Resûlallah! Sen peygamberlerin en faziletlisi ve sonuncususun. Sana nâzil olan ve bir sonsuz mucize olan Kur’ân’ı Kerim, buna en parlak bir delildir. Artık bütün insanlığın sana tâbi olmaları lâzımdır. Bütün insaniyet âleminin ebedî saadeti ancak sana tâbi olmakla mümkündür.
253. O resuller yok mu, biz onların bazılarını bazıları üzerine faziletli kıldık. Onlardan kimi vardır ki. Allah Teâlâ onunla konuşmuştur. Bazılarına da yüksek dereceler vermiştir. Meryem’in oğlu İsa’ya da açık deliller verdik ve onu ruhulkuds ile destekledik. Eğer Allah Teâlâ dileseydi onlardan sonrakiler, kendilerine o açık deliller geldikten sonra birbirini öldürüp durmazlardı. Fakat ihtilâfa düştüler, artıkonlardan kimi imân etti ve onlardan kimi de kâfir oldu ve eğer Allah Teâlâ dilemiş olsaydı birbirlerini öldürmezlerdi ve lâkin Hak Tealâ neyi irade ederse onu yapar.
253. Bu âyeti kerime, Yüce Peygamberlerin aralarındaki farka ve ümmetler arasındaki ihtilâfların hikmetine işâret etmektedir. Şöyle ki: (O) kıssaları zikrolunan (resuller yok mu, biz onların bazılarını bazıları üzerine faziletli kıldık.) Her ne kadar onlar nübüvvet ve risâlet itibâriyle aynı iseler de bazı şahsî özelliklerden dolayı, bir kısım ilâhî lütuflara kavuşmaları sebebiyle aralarında fark vardır.
(Onlardan kimi vardır ki. Allah Teâlâ onunla) vasıtasız olarak (konuşmuştur) mekândan, harf ve sesden uzak olarak emirlerini bizzat tebliğ buyurmuştur. Nitekim Hz. Musa’ya Turisinada, bizim peygamberimize de Miraç gecesinde bizzat hitap buyurmuştur. (Bazılarına da yüksek dereceler vermiştir.) Bu yüksek derecelere sâhip olan en büyük peygamber ise Hz. Muhammed’dir. Allah’ın salat ve selâmı üzerine olsun. O son peygamberdir, onun şeriatı önceki şeriatleri ortadan kaldırmıştır. O sidretülmüntehaya yükseltilmiştir.
O makamı mahmudun sahibidir, onun ümmeti, bütün ümmetlerden fazladır. Binaenaleyh Rasûli Ekrem Efendimizin dereceleri bütün peygamberlerin derecelerinden üstündür. Cenâb-ı Hak buyuruyor ki: (Meryem’in oğlu İsa’ya da açık deliller verdik.) Ona incil’i Şerif verilmiştir. O ölüyü diriltme, bir takım hastalıkları iyileştirme ve bir takım gaybdan haber verme gibi mûcizelere nâil olmuştur.
(Ve onu ruhulkudüs ile) temiz bir ruh ile veya İncil gibi bir semavî kitap ile veya Cibrili Emin ile (destekledik) takviye buyurduk. (Eğer Allah Teâlâ dileseydi onlardan) o peygamberlerden (sonrakiler) muhtelif ümmetler (kendilerine o açık deliller) o açık mucizeler, o görünen âyetler (geldikten sonra) uyanır, aralarında güzel bir din bağı bulunur, karşılıklı dayanışma içinde yaşarlardı.
(Birbirini öldürüp durmazlardı) aralarında ayrılıklar, mücadeleler görülmezdi. (Fakat ihtilâfa düştüler) hepsi de akıllarını, irâdelerini güzelce kullanarak bir birlik dairesinde toplanmadılar. (Artık onlardan kimi) akıllıca hareket edip Cenab’ı Hak’ka (imân etti) peygamberine tâbi oldu. (Ve onlardan kimi de kâfir oldu) nefsinin kötü düşüncelerine mağlûp olarak imân şerefinden mahrum kaldı.
(Ve eğer Cenab’ı Hak dilemiş olsaydı birbirlerini öldürmezlerdi.) Fakat Hak Tealâ Hazretleri hikmeti gereği insanlara bir cüz’î irade, bir seçme hürriyeti vermiştir. Bir kul bu iradesini, seçme hürriyetini ne tarafa sarfederse Cenab’ı Hak bunu ezelî ilmiyle bildiği için onu bu suretle yaratır. Bu imtihan dünyası, onu gerektirmektedir. Binaenaleyh eğer Cenâb-ı Hak, insanların aralarında savaş olmamasını dilemiş olsaydı bunda zorlama olurdu. İnsanlarda bir irade bulunmamış olurdu.
Bu halde itaat eden ile isyan eden ortaya çıkmış olmazdı. Böyle bir “hal ise mükellefiyet esasına tersdir, artık insanlar kendi iradelerini hayra, ittifak ve birleşmeye yöneltirlerse Cenâb-ı Hak da onu meydana getirir, bilâkis şerre, nifak ve ayrılığa sarf eylerler ise Hak Tealâ da onu o şekilde irâde buyurmuş olur. Maamafih Cenâb-ı Hak irâdesinde hürdür. Herhalde bir şeyi irade edip onu yapmağa mecbur değildir.
(Velâkin Hak Tealâ neyi irade ederse onu yapar) varlık ve yoklukla ilgili işlerden hangisini irâde buyurursa onu meydana getirir. İşte savaşı ortadan kaldırmayı irâde buyurmaması da bu cümledendir. Bu hikmetingereğidir. Ve bu, teklif âleminin icaplarındandır.
254. Ey imân etmiş olanlar! Size rızk olarak verdiğimiz şeylerden infak ediniz. Bir günün gelmesinden evvelki, onda ne alım satım, ne dostluk, ne de şefaat vardır. O kâfirler ise işte zalim olanlar, onlardır.
254. Bu âyeti kerime, cihad ile mükellef olan mü’minlerin hak yolunda infak ile de görevli olduklarını göstermektedir. Şöyle ki: (Ey mü’minler) Ey Allah Teâlâ’ya ve onun peygamberlerine ve İslâm dininin bütün hükümlerine imân etmiş olan müslümanlar!.
(Size rızık olarak verdiğimiz şeylerden) servetinizden, yiyecek ve içeceklere ait, ihtiyacınızdan fazla mallarınızdan Allah yolunda (infakta bulununuz.) Zekâtınızı veriniz, fakirlere, güçsüzlere sadaka olarak veriniz, icap ettikçe vatanın müdafaası uğrunda mallarınızdan fedakârlıkta bulunmayı bir vazife biliniz.
Bunları ifaya çalışınız (bir günün) bir kıyamet vaktinin (gelmesinden evvelki, onda) o kıyamet gününde (ne alım satım) vardır. Bir kimse başkasını bir fidye vererek azaptan kurtaramaz. (Ne dostluk) vardır. Herkes nefsim, nefsim diyerek kendisinden başkasını düşünemez. (Ne de şefaat vardır.)
Cenâb-ı Hak müsaade etmedikçe bir kimse başkasına şefaat edemez, onun kurtulmasını temenni etmeye cür’et gösteremez. Bu gibi hakikatleri, kutsal emirleri, vazifeleri inkâr edenler ise, imândan mahrum kimselerdir. Artık (o) gibi (kâfirler ise) öyle zekâtı ve diğer dinî hükümleri inkâr edenler ise (işte) asıl (zâlim olanlar onlardır.) Binaenaleyh öyle zâlimlere bakmayınız, onlar gibi hareket etmeyiniz.
Üzerinize düşen vazifeleri yerine getirmeye çalışınız, size bunları emreden Yüce Yaratıcının kudret ve büyüklüğünü mükâfat ve cezasını düşününüz de onun kutsal emirlerine karşı gelmekten sakınınız ki, siz de o gibi zalimlere katılmış olmayasınız.
255. Allah Teâlâ ki, ondan başka bir mabut yoktur. Hayy ve kayyum olan odur. Onu ne uyuklama ne de uyku tutmaz. Göklerde ne varsa yerde ne varsa hep onundur. Onun izni olmaksızın onun yanında şefaat edecek olan kimdir? O yaratıklarının geçmişleri ve gelecekleri ne varsa hepsini bilir. Ve onun yaratıkları onun dilediğinden başka onun malumatından bir şeyi kavrayamazlar. Onun kürsüsü göklerden ve yerden daha geniştir. Göklerin ve yerin korunması ona ağır gelmez. Ve en yüce ve en ulu olan da ancak odur…
255. Bu âyeti kerime, “ayetülkürsi” adını taşımaktadır ve Allah’ın sıfatlarını bildiren Kur’ân âyetlerinin en yücesi olmakla vasıflanmıştır. Şöyle buyuruluyor ki: (Allah Teâlâ) o en kutsal zat, o Yüce Yaratıcı (ki ondan başka) bir yaratıcı ve ondan başka (bir mabut yoktur) ilahlık ve mâbutluk yalnız ona mahsustur. (Hayy ve kayyum olan odur) ezelî ve ebedî olan hayat onun hayatıdır. Onda yokluk ve zeval aslâ meydana gelmez. Ve o kendi zâtıyla varlığını devam ettirmektedir, varlığı gerekli olandır.
Varlığında hiçbir kimseye muhtaç değildir. Bütün kâinatı yaratma, idare etme ve koruma ona aittir. (Onu ne uyuklama ne de uyku tutmaz.) Ona hâşâ gaflet gelmez, o dâima yaratıkların hallerini bilir. (Göklerde ne varsa, yerde ne varsa hep onundur.) Hepsi onun mülküdür, onun yaratığıdır. Onun tasarrufu altındadır. (Onun izni olmaksızın onun yanında) onun mânevî huzurunda (şefaat edecek olan kimdir?.)
Buna kim cesâret edebilir?. Buna kimin selahiyeti olabilir?.Ancak Cenâb-ı Hak’kın müsaadesine nâil olan büyük peygamberler ile bir kısım sâlih mü’minler bu şefaat etme ayrıcalığına sâhip olacaklardır. (O) Yüce Yaratıcı (yaratıklarının geçmişleri ve gelecekleri ne varsa hepsini bilir) herkesin bütün işlediklerini ve gelecekte işleyeceklerini ilmî ezelisiyle bilmektedir. Her kulunun düşüncelerini, düşünecekleri şeyleri, dünyaya ve âhirete ait işlerini ezelî ilmî kuşatmıştır. (Ve onun) o Yüce Allah’ın (Yaratıkları onun dilediğinden) takdir buyurmuş olduğu şeylerden (başka onun malûmatından) onun ilminin kuşattığı şeylerden (bir şeyi ihata edemezler) kavrayamazlar. Mahlukatın bilgileri sınırlıdır.
Ancak Cenâb-ı Hak’kın dilediği miktarı kavrayabilirler. Artık insanlar, o yüce zat hakkında, onun bir nice gizli hikmetleri hakkında kendi kendilerine nasıl hüküm verebilirler?. (Onun kürsüsü göklerden ve yerlerden daha geniştir.) yani onun yüce arşı, onun şanının yüceliği, onun ilmî kapasitesi bütün yaratıkların üstündedir. Hepsini kuşatmıştır.
Hiç bir şey onun ilminden, kudretinden, hakimiyetinden hariç kalamaz. (Göklerin ve yerin korunması) bunları muhafaza buyurması, (ona) o kudretli yaratıcıya aslâ (ağır da gelmez) onun yüce zatı üzülmekten, bir sıkıntıya uğramaktan uzaktır. (Ve en yüce ve en ulu olan da ancak odur) o, yüce mabut, ve hikmet sahibi yaratıcıdır. Binaenaleyh onu bilip tasdik etmek, onun gösterdiği yolu takip eylemek, ona ibâdet ve itaatle vicdanı aydınlatmaya çalışmak bütün insanlık için en birinci vazifedir.
§ Bu âyeti kerime de beyan buyrulan (hay ve kayyum) sıfatları, rivâyete göre Allah’ın isimlerinin en büyüğüdür. Bunlara “ismi âzam” denilmiştir.
§ Kürsü; lûgatte üzerine bir zatın çıkıp oturacağı bilinen makamdır. Cenâb-ı Hak ise mekâna, oturacak bir yere ihtiyaçtan uzaktır. Onun, kürsüden maksadı ne ise biz onu Allah’ın ilmine havale eder varlığına inanırız. Maamafih bu hususta din bilginlerinin bazı görüşleri vardır. Şöyle ki: Kürsüden maksat, arştır veya arşın altında ve göklerin üstünde bir yüce makamdır. Veyahut kürsüden maksat, Allah’ın saltanatıdır, ilâhî kudret ve hakimiyettir, bütün mahlukatı kuşatan Allah’ın ilminden kinayedir, ilâhî yüceliğini tasvir etmekten ibârettir.
§ Bu âyeti kerimeye “Âyetülkürsü” denilmiştir. Bu Kur’ân’ı Kerimdeki âyetlerin en büyüğüdür. Bu âyeti kerime, Cenab’ı Hak’kın ilâhî sıfatlarını, hakimiyetini, büyüklük ve yüceliğini en beliğ bir şekilde bizlere bildirmektedir. Bizleri hidâyet yoluna sevk için en mükemmel, ilâhî bir rehber mevkiinde bulunmaktadır. Ilâhiyyat ilminin bir özünü içermektedir. Binaenaleyh bunu okumakta birçok faideler vardır. Bunu yatarken, kalkarken kalp huzuru ile okumak, bir mü’min! bir nice felâketlerden korur. Bu hususa dair birçok hadis vardır.
256. Dinde zorlama yoktur. Doğruluk, sapıklıktan iyice ayrılmıştır. Artık her kim şeytana küfreder. Allah Teâlâ’ya imanda bulunursa kopması bulunmayan bir kulpa yapışmış olur ve Allah Teâlâ işitendir, bilendir…
256. Bu âyeti kerime, İslâmiyeti kabul etmek için onun parlak, yüksek mahiyetini düşünmenin kâfi olup bu hususta zorlamaya ihtiyaç bulunmadığını bildirmektedir. Şöyle ki: (Dinde zorlama yoktur) İslâmiyeti kabul etmesi için hiç kimse zorlanamaz ve İslâm dini, hiç birşey, hiç bir muamele hakkında zor kullanmayı câiz görmemiştir. Gerek din hususunda ve gerek başka hususlarda zorlama cihetine gidilemez.
Malûm olduğu üzere ikrah, bir şahsa hoşlanmadığı, rızası ile kabul etmediği bir şeyi tehdit ile kabul ettirmektir. Binaenaleyh zorlama yoluyla olup gönül rızasıyla kabul edilmeyen İslâmiyet, kabul edilmiş, sahibini mes’ûliyetten kurtarmış olamaz. Nitekim zorlama neticesi yapılan ibâdetler de Allah katında makbul değildir. Zorlama sonucu İslâmiyeti kabul eden bir kimse -bilâhare inancını düzelterek bu kutsî dini samimiyetle benimsemedikçe- bir münafık olmuş olur. Maamafih böyle bir kimseye kâfir de diyemeyiz.
Olabilir ki, kalpleri çeviren Allah Teâlâ onun kalbini imân yönüne çevirmiş, zorlama buna bir vesile olmuştur. Biz görünüşte dil ile yapılan ikrara göre hükmederiz. Kimsenin kalbini teftişe kalkışamayız. (Doğruluk) rüşt, yani: İslâmiyetin hak bir din olduğu, imânın insanı ebedî saadete kavuşturacağı, Cenâb-ı Hak’kın varlığını gösteren bütün âyetler, deliller ile açık ve belli olmuştur.
Binaenaleyh bu bakımdan doğruluk (sapıklıktan) “gay”den yani: Küfürden, ebedî mutsuzluğa ve azaba sebep olan dinsizlikten (iyice ayrılmıştır.) Evet!. Peygamberlerin açıklamalarından, ilâhî kitapların içeriklerinden dolayı ve Cenâb-ı Hak’kın varlığına bütün kâinatın şehadet edip durmasından ötürü hakikat ortaya çıkmıştır. Her akıllı insan, bunu düşünüp tasdik edebilir. Artık zorlamaya lüzum yoktur. Herkes geleceğini düşünmeli, dinsizlik yüzünden uğrayacağı uhrevî cezayı nazara almalı, zorlamaya hacet kalmaksızın kendi rizasiyle, temiz kanaatiyle İslâm dinini kabul eylemelidir. Aksi takdirde âkıbetini kendisi düşünsün.
(Artık her kim Tâğuta küfreder. Allah Teâlâ’ya imanda bulunursa kopması bulunmayan bir kulpa yapışmış olur.) Yani bu halde hakikî bir dine sarılmış, ezelî ve ebedî olan bir Yüce Yaratıcının ulûhiyetini tasdik ederek kendi geleceğini emniyete almış, tehlikelerden kendisini kurtarmış olur. Tâğût, azgın, taşkınlık yapan, bozguncu kimse demektir. Şeytan bir Tâğût olduğu gibi Cenab’ı Hak’ki inkâr eden, insanları dinden, ahlâktan mahrum bırakmaya çalışan her şahıs da bir tâğuttur.
Rablık iddiasında bulunan Firavunlar, Nemrutlar ve onların peşine düşmüş olan bozguncu ve tabiatçı kimseler de birer tâğuttur. Sihirbazlar, kâhinler de bu kabildendirler işte bunların bu durumlarını bilip de kendilerinden kaçınmak, tâğuta küfretmek demektir. Onu inkâr edip hakka yönelmektir. (Ve Allah Teâlâ işitendir) söylenilen sözleri, irşat edici sözler ile saptırıcı lâkırdıları duyar ve Hak Tealâ (bilendir) herkesin içindeki şeyleri bilir, herkesin niyet ve fiillerinden haberdardır, sözlerinde, inançlarında samimî olanlar ile olmayanlar Hak Tealâ’ya tamamiyle malumdur.
“Müslümanlıkta cihadın meşruiyeti, İslâmiyeti düşmanlarına karşı müdafaa içindir, fitnelerin ortaya çıkmasına meydan vermemek içindir. İslâmiyetin yüceliğini cihana neşretmek ve ulaştırmak içindir, düşmanların hücumundan İslâm ülkelerini korumak içindir. Yoksa başka milletleri zoru zoruna İslâmiyeti kabule sevk için değildir. Müslümanlıkta zorlama bulunmadığı içindir ki, müslümanlara mağlûp olan milletler, yine kendi dinlerini muhafaza edegelmişlerdir. Hiç biri zorla İslâmiyete sokulmamıştır.
Hiç birinin vicdan hürriyetine aslâmüdahale edilmemiştir. Elverirki, yaptıkları anılaşmalara, verdikleri sözlere uysunlar, bir karışıklığa cür’et göstermesinler. Fakat bir gayrimüslim, ahdini bozarsa veya bir müslüman bilahara dininden döner, başka bir dine girerse elbetteki cezayı hak ederler. Meselâ: Bir müslüman dinden dönünce tevbe etmesi ve af dilemesi kendisine teklif edilir.
Buna rağmen yine küfründe israr ederse idam cezasına çarptırılır. Bu zorlama meselesi değildir. Belki mensup olduğu İslâm cemiyetinin dinini küçümseyerek ona karşı muhalif bir cephe almış olacağından ve kötü bir örnek teşkil etmiş ve İslâmiyet aleyhinde propağanda yapacağı düşünülmüş olacağından dolayı tatbik edilmesi gereken bir cezadır.
Genel nizamî bozmaya meydan vermemek için bunun tatbik edilmesi sosyal siyasetin icaplarındandır. Nitekim: Bir milletin fertlerinden olan her hangi bir şahıs da o milletin kanunlarına muhalif hareketinden dolayı cezaya uğrar, bu ceza, bir cebir ve zorlama sayılmaz, onun vicdanî kanaatine bir müdahale addedilemez. Böyle bir ceza; umumun selâmeti adına bir hikmet ve menfaat gereğidir.
257. Allah Teâlâ imân edenlerin velisidir. Onları zulmetlerden nura çıkarır. Kâfir olanların velileri ise tağuttur. Onları nurdan zulmetlere çıkarırlar. İşte onlar cehennem ehlidirler. Onlar o ateşte ebedî olarak kalan kimselerdir.
257. Bu âyeti kerime, imân ehli ile küfür ehlinin hallerini göstermekte, bu suretle insanlığı aydınlatma ve uyarma lütfunda bulunmaktadır. Şöyle ki: (Allah Teâlâ) Yüce zatına (imân edenlerin velisidir) onların yardımcısıdır, onların muhafızıdır. (Onları zulmetlerden) cehaletten, kötü itikattan, kötü eğilimlerden koruyarak (nura) hidayete, imân nuruna ve saadet alanına (çıkarır.)
Onları mânevî karanlıklardan kurtararak ebedî aydınlığa iletir. (Kâfir olanların) küfürleri Allah’ın ilminde sabit bulunanların (velileri ise tâğut’tur) şeytandır, diğer saptırıcı kimselerdir, Kab İbni Eşref gibi dinsiz reislerdir. (Onları) o küfrü kabul edip aslî yaratılışlarına muhalef eyleyenleri (nurdan) hidayetten, tabii ışıktan veya müşahede edip durdukları mucizelerin aydınlığından mahrum bırakarak (zulmetlere) küfür ve isyan karanlıklarına, cehalet ve dalâlet vadilerine (çıkarırlar.) Onları ebedî bir felâkete uğratırlar.
Evet!. Şeytanlara, şeytan tabiatlı kimselere aldanıp uyanlar kendi sağlam yaratılışlarını kaybederler, dinin nuruyla aydınlanmaya kabiliyetli oldukları halde o iğfal eden kimseler yüzünden bu kabiliyetlerini elden çıkararak küfür ve günah karanlıklarına düşmüş olurlar. Her türlü yasağı işlerler, nihayet bir ebedî azaba yakalanmış olurlar. Evet!.. (İşte onlar) o şeytanlar ve onların saptırıp küfür karanlıklarına düşürdükleri kimseler yok mu? İşte onlar (cehennem ehlidirler.)
İşledikleri suçlardan dolayı cehennem ateşine uğrayan kimselerdir. Ve (onlar o ateşte ebedî olarak kalan kimselerdir.) Bu da onların kötü itikatlarının, kötü amellerinin bir cezasıdır. Onlar binlerce sene yaşayacak olsalar, aynı itikafta bulunmaya karar vermiş dinin nurundan ebediyyen ayrılmak kararında bulunmuş oldukları için böyle ebedî bir azabı hak etmişlerdir.
Bu husustaki ilâhî açıklamaları, dini tehditleri hiçe sayan dinsizlerin lâyık oldukları ceza, bundan başka olamaz. Elbette şeytanlara tâbi olanlar, böyle bir âkibete uğrayacaklardır. Nitekim Kur’ân-ı Kerim, bizlere bugibi dinsizlerin hayat tarihlerine dair bilgiler vererek bizleri uyarmakta ve aydınlatmaktadır.
258. Sen görmedin mi Allah Teâlâ kendisine mülk verdiği için İbrahim ile Rabbi hakkında mücadelede bulunanı?. O zaman İbrahim; Rabbim o kudretli zattır ki, diriltir ve öldürür deyince “ben de diriltir ve öldürürüm” demişti. İbrahim: Şüphe yok ki, Allah Teâlâ güneşi doğudan getirir imdi sen onu batı tarafından getir deyince de o kâfir şaşırıp kalmıştı. Ve Allah Teâlâ zalimler gurubuna hidayet etmez.
258. Bu âyeti kerime, tâğût güruhundan olan Nemrudun kâfirce iddiasını ve onun nasıl apışıp kaldığını bir ibret nümunesi olmak üzere göstermektedir… Rivayete göre Hz. İbrahim, tanrılık iddiasında bulunan Nemrudu, hak dine dâvet etmiş, bir takım putları kırmış olduğu için hapsedilmişti. Sonra Nemrut, o muhterem Peygamberi yanına çağırarak onunla tartışma ve mücadelede bulunmuş, Ya İbrahim!. Senin rabbin kimdir?, diye sormuştu. İşte bu âyeti celile, bu mücadeleyi şöylece beyan buyuruyor.
(Sen görmedin mi?) Habibim!. Hbette sen bilirsin, Kur’ân’ı Kerim sana haber vermiş bulunmaktadır ki, (Allah Teâlâ kendisine mülk) dünyevî bir saltanat, bir hâkimiyet (verdiği için) buna gururlanarak Hz. (İbrahim ile Rabbi hakkında mücadelede bulunanı) Nemrut adındaki kötü ruhlu şahsı (o zaman) o Nemrudun suali üzerine Hz. (İbrahim, benim rabbim o zat) Yüceler Yücesi (dır ki, diriltir ve öldürür) dilediğine hayat verir, dilediğini hayattan mahrum bırakır (deyince) o tanrılık iddiasında bulunan cahil Nemrut, kendisinde yaratıcılık sıfatı olduğunu iddiaya cür’et ederek (ben de diriltirim ve öldürürüm demişti.)
Rivâyete göre hapishaneden iki şahıs getirterek birini salıvermiş, birini de öldürmüş, bu cahilce hareketiyle güya iddiasını isbat etmek istemişti. Hz. İbrahim, bu herifin diriltme ve öldürmenin mahiyetini idrakten âciz olduğunu veya onun aczini göstermemek için böyle şarlatanlığa saptığını görünce daha açık bir delile geçerek: (İbrahim, şübhesiz Allah Teâlâ güneşi doğudan getirir) doğu tarafından doğmaya sevkeder.
(İmdi sen) de hâşâ tanrılık ve yaratıcılık iddiasında doğru isen (onu) o güneşi (batı tarafından getir deyince de o kâfir) Nemrut (şaşırıp kalmıştı.) Hayret ve dehşet içinde kalmış, delili kesilmiş bir hale düşmüştü. İşte Allah Teâlâ böyle inkârcıları, yalancıları hüsrana uğratır, (ve Allah Teâlâ) böyle (zalimler gurubuna hidayet etmez.) Onlar hidayete olan kabiliyetlerini zâyetmiş, nurdan çıkarak karanlıklara düşmüş bir halde bulunurlar..
Velhâsıl: Elde ettikleri geçici bir hâkimiyete, bir varlığa güvenerek tanrılık iddiasına cür’et edenler, hakikî bir dinden yüz çevirenler nihayet şaşkın ve kahre uğramış olurlar, rezilce bir duruma düşerler, alçaklık ve cehaletleri bütün âleme gösterilmiş bulunur.
O gibi vicdansızlara karşı hakkı müdafaa eden, Allah’ın Rab sıfatını tasdik eden ve yücelten her hangi bir zat ise başarılara ulaşır, ebedî bir saadete, bütün mü’minlerin sevgi ve saygısına mazhar bulunur. “124” üncü âyeti kerimeye de bakılabilir!..
§ “Nemrut”, Bâbil şehrinin kumcusudur. Orada hükümdar bulunmuştur. Başına İlk taç koyan ve yer yüzünde kibirle saltanat süren ve tanrılık iddiasına cür’et eden bir şahıstır. Kendisine musallat olan sivrisinekler tarafından öldürülmüştür, İsa Aleyhisselâm’ın milâdından 2640 seneönce olduğu zannediliyor…
259. Yahut o kimse gibisini görmedin mi ki, bir kasabaya uğramıştı O kasabanın tavanları çökmüş, onların üzerine duvarları yıkılmıştı. Allah Teâlâ bu kasabayı bu ölümden sonra nasıl diriltecek diyordu. Bunun üzerine Allah Teâlâ o kimseyi yüz sene ölü bıraktı. Sonra da onu diriltti. Dedi ki: Ne kadar kaldın? Dedi ki: Dedi: ki “Bir gün veya bir günün bazısı kadar kaldım.” Dedi ki: “Hayır yüz sene kaldın imdi yiyeceğine ve içeceğine bak ki, hiç biri bozulmamış, merkebine de bak. Ve seni nasa bir ayet kılmak için bu yapacağımızı yaptık ve kemiklere bak, onları nasıl biri birine birleştiriyoruz. Sonrada onlara et giydiriyoruz”. Vakta ki bu hakikat kendisine tebeyyün etti. Dedi ki: “Ben bilirim Allah Tela şüpe yok her şeye kadirdir.
259. Bu âyeti kerime, Allah’ın kudretiyle ne kadar hârikaların meydana gelebileceğini ve ölümden sonra dirilmenin bir nümunesini gösteriyor… Bir rivayete göre bu âyeti kerime de yeniden diriltildiği bildirilen zat, Üzeyr Aleyhisselamdır.
Bu zatın peygamberliğinde ihtilâf vardır. Bu İsrail Oğulları arasında bulunuyordu. “Buhtû Nasr” Kudüs havalisini zaptedip hârabeye dondurmuş, halkının bir kısmını öldürmüş, bir kısmını da esir almıştı. Bunların içinde daha genç olan Hz. Üzeyr de bulunuyordu. Bâbilde bir zindana atılmıştı. Buradan bir yolunu bularak kaçmış, Kudüs havalisine gelmiş, fakat oraları büsbütün harap ve âhaliden boş olarak görünce üzülmüş buranın eski haline nasıl geleceğini üzüntüyle düşünmüştü.
İşte bu hâdise şu şekilde anlatmıyor: (Yahut o kimse gibisini görmedin mi?) Yani: Onun hâli gibi garip, harikûlâde, Allah’ın kudretine delil olan şu olaylardan haberdar bulunmadın mı ki: O kimse (bir kasabaya uğramıştı) kendi eski vatanı olan Beyti Maktise veya Mutefikeye dönmüştü. (O kasabanın) ise (tavanları çökmüş, onların üzerine duvarları yıkılmıştı.) Yani: Büsbütün harab olup ahalisinden kimse kalmamıştı.
O zat, bu hali görünce pek üzülmüş (Allah Teâlâ bu kasabayı bu ölü” münden sonra nasıl) ne vakit (diriltecek) acaba bunu yeniden eski haline getirmeğe Allah’ın iradesi yönelecek mi? (diyordu), tecrübelere göre böyle büsbütün mahvolup tarihe karışan bir varlığın eski haline gelmesinin uzak görüldüğünü, bu cihetle bunun nasıl diriltileceğini söylüyordu.
Yoksa Cenab’ı Hak’kın bunu yeniden diriltmeye kâdir olduğunu o zat da biliyordu. Fakat Cenâb-ı Hak, bunun ve benzerlerinin meydana gelmesini birer kudret harikası olmak için o zat vâsıtasiyle bütün insanlığa göstermek, beyan etmek hikmetinden dolayı (bunun) bu temenninin (üzerine Allah Teâlâ o kimseyi yüz sene ölü bıraktı) hayattan mahrum kıldı. (Sonra da onu) yeniden (diriltti) ve Cenâb-ı Hak veya bununla ilgilenen melek (dedi ki: Ne kadar kaldın?.) başından geçen hâli biliyor musun?
Ne miktar ölmüş bir halde bulundun?. Farkında mısın? O da kendisini uykuda imiş gibi zannederek (dedi ki: Bir gün veya bir günün bâzısı kadar kaldım.) Cenâb-ı Hak ise kendisine vahy ederek veya melek vâsıtasiyle (dedi ki: Hayır, yüz sene kaldın), bu müddet içinde ölmüş bulunuyordun (İmdi yîyeceğine ve içccegîne bak ki) vaktiyle yanında bulunmuş olan yiyecek ile içeceğe dikkat et ki, onlardan (hiç biri bozulmamış) bunlar bu yüz sene içinde oldukları gibi kalmışlardır. Bunların incir ile şıra olduğu mervidir.
(Merkebine de bak) o da ne hâle gelmiş, parça parçaolan kemikleri kendisinden nasıl ayrılmış (ve seni insanlara bir âyet kılmak için) böyle öldürüp dirilttik, seni öldükten sonra dirilmenin varlığına bir delil kıldık (ve kemiklere bak onları nasıl birbirine birleştiriyoruz) hepsini tekrar yerlerine nasıl iade ediyoruz. (Sonra da onlara et giydiriyoruz) onları yeniden eski haline getiriyoruz, hayata erdiriyoruz.
Bu kemikler ya öldükten sonra diriltilen zatın veya onun merkebinin veya genel olarak orada bulunan bir takım hayvanatın kemikleri idi ki, kendilerinden ayrılmış, parça parça olmuş, kuruyarak etten soyulmuş iken Allah’ın kudretiyle yeniden eski hallerini almış, bu da ap açık görülmüştü. (Vaktaki) bu hakikat, bu ölüleri diriltme hususu veya Allah Teâlâ’nın kudretinin kemâli (kendisine) o kimseye (belli oldu) bunları gözleriyle görüp müşahede eyledi.
(Dedî ki: Ben bilirim, Allah Teâlâ şüphe yok ki her şeye kadirdir.) Binaenaleyh bütün ölüleri yeniden diriltmeğe de imân ettik, kudreti vardır. Ölülerin nasıl diriltileceğini benim düşünüşüm, buna Allah’ın kudretinin fazlasıyla kâfi olduğunu bilmediğimden değildir. Belki bu diriltme acaba takdir edilmiş midir? Takdir edilince acaba nasıl bir sûretle meydana geleceğini endişe ettiğimden dolayıdır. Yoksa Cenâb-ı Hakkın buna ve diğer nice hârikalar, eşsiz şeyleri yaratmaya ne kadar kadir olduğu şüphesizdir.
Velhâsıl bu zatın bu vefatından yetmiş sene sonra Kudsi Şerif havalisi bir iran hükümdarı tarafından fethedilerek tekrar imar edilmiş, İsrail Oğullarının kalıntıları da yine burada toplanmış; bu havali âdeta yeniden hayat bulmuştu. O zat da yeniden hayat bulunca iki üç harika karşısında kalmış, hem kendisinin, hem kemiklerin yeniden hayat bulduğunu görmüş, hem de yurdunun yeniden canlandığını müşahede eylemişti. Cenâb-ı Hak’kın daha böylece nice hârikalar! meydana getirmiş ve getirmekte olduğu şüphesizdir, İşte onlardan yine birini de Kur’ân-ı Kerim bizlere bildirmektedir.
260. Ve o vakti de yâdet ki. İbrahim, Yarabbi! Ölüleri nasıl dirilteceğini bana göster demiş, Cenâb-ı Hak da inanmadın mı?, diye buyurmuştu. O da evet… İnandım, fakat kalbim mutmain olsun için demiş. Allah Teâlâ: Kuşlardan dört tanesini tut da onları kendine çevir sonra her dağ üzerine onlardan birer parça at, sonra da onları çağır, sana koşarak gelirler ve bil ki Allah Teâlâ şüphe yok azizdir, hakimdir diye buyurmuştur.
260. Bu âyeti kerime de Cenab’ı Hak’kın kudretine, âhiret âlemine dair bir başka delildir. Şöyle ki: Habibim!. (Ve o vakti de yâdet ki. İbrâhim) Aleyhisselâm niyaz ederek (Yarabbi!. Ölüleri nasıl dirilteceğini bana göster demişti) Hz. İbrahim, Cenâb-ı Hak’kın dirilten ve öldüren olduğunu Firavuna karşı söylemişti. Onun bu hususta aslâ şüphesi olamaz. Ancak diriltmenin ne suretle, ne gibi bir keyfiyetin vuku bulacağını bir an evvel gözleriyle görmesini niyaz etmiş oluyordu.
Cenâb-ı Hak da vahiy yoluyla hitap ederek Hz. İbrahim’e (inanmadın mı? diye buyurmuştu) yâni: Sen Allah’ın kudretiyle ölülerin yeniden diriltileceğini biliyorsun ve inanıyorsun, bu yeter, her halde görmene lüzum yok, maamafih senin değerini yükselmek için ve görüp işitenlere bir lütuf ve bir uyanma vesilesi olmak için sana bir diriltme nümunesi göstereyim diye vahy olunmuştu. Böyle bir ilâhî hitaba hâil olan (Hz. İbrahim de evet… inandım) Yarabbi!. Sen ölmüşleri diriltmeğe kadirsin buna inanmışızdır.
(fakat kalbim mutmain olsun için) böyle bir niyazdabulundum, tâ ki bu hususta ben kesin bilgiden başka gözle görme lütfuna da nâil olayım, bu hususta ilâhî kudretin tecellisini daha dünyada iken görmüş bulunayım (demiş.) Bunun üzerine (Allah Teâlâ da: Kuşlardan dört tanesini tut da onları kendine çevir) onları güzelce görüp tanı, ve onları parça parça et de (her dağ başına onlardan birer parça at.) Bu kuşlar bir rivayete göre tavus, horoz, karga ile güvercin imiş. (Sonra da onları çağır, sana koşarak gelirler) ölünün nasıl yeniden hayat bulacağını böyle bir numune ile görmüş olursun. (Ve bil ki, Allah Teâlâ şüphe yok ki azîzdir) her dilediğini yapmaya kadirdir (hakimdir) her fiili bir nizam ve düzen içindedir, bir hikmet ve menfaata dayanmaktadır. Bir çok şeyleri birer sebebe bağlamış olması da birer hikmet gereğidir, (diye buyurmuştur.)
Hz. İbrahim de bu ilâhî emre uymuş, parçalayıp atmış olduğu kuşların bir harika olmak üzere tekrar hayata kavuştuklarını görmüştür. Velhâsıl: Bu olay, insanlık için bir ibret dersidir. Bu kuşları ve benzerlerini başlangıçta böyle hayat sahibi, çeşitli sınıflara, muhtelif özelliklere sâhip bir halde yaratmış olan bir Yüce Yaratıcının bunları öldürdükten sonra tekrar diriltmeye kâdir olacağı da son derece açıktır. Herhalde diriltme İlk yaratmadan daha kolaydır.
Kâinatı Yaratanın varlığına inanan bir insan böyle harikûlâde görülen bir olayın meydana gelmesini inkâr edemez. Artık öyle bir Yüce Yaratıcının bütün emirlerine, yasaklarına göre harekette bulunmak, onun dini uğrunda her türlü fedakârlığı bir nimet telâkki etmek, onun yolunda mâl ve bedenle hizmette bulunmayı bir selâmet vesilesi ve saadet bilmek lâzım gelir, İnsan o sayede karanlıklardan kurtulup nura çıkar. İşte bunun içindir ki, Cenâb-ı Allah, bizlere mallarımızı hak yolunda harcamayı, fedakârlıkta bulunmayı emrediyor.
261. Allah yolunda mallarını harcayanların durumu, o bir dananın durumu gibidir ki, yedi başak bitirmiş ve her başakta yüz dana bulunmuş olur. Ve Allah Teâlâ dilediğine kat kat artırır. Ve Allah Teâlâ geniştir, herşeyi bilir…
261. Bu âyeti kerime, Allah yolunda harcanacak malların birçok sevâba vesîle olacağını ifade ederek müslümanları buna teşvik etmektedir.
Şöyle ki: (Allah Teâlâ’nın yolunda) yani din uğrunda, cihad için (mallarını harcayanların durumu) hâli, kavuşacakları mükâfatların miktarı (o bir) ekilmiş (danenin durumu gibidir ki yedi başak bitirmiş ve her başakta yüz dane bulunmuş olur.) İşte hak yolunda yapılan bir hayrın, verilen bir zekâtın ve sadakanın da böyle kat kat sevabı vardır.
(Ve Allah Teâlâ dilediğine) güzel amelinin sevâbını (kat kat artırır) bir güzel amele en az on misli sevâp verir ve sahibinin iyi niyetine göre yetmiş, seksen sevap da verir ve hesapsız mükâfatlar da ihsan buyurur. (Ve Allah Teâlâ geniştir) lütuf ve ihsanı pek boldur pek geniştir ve (herşeyi bilir.) kullarının yaptıkları, yapacakları şeyleri tamamiyle bilir, ona göre mükâfat ve ceza verir. Binaenaleyh yapılan hayır ve iyilikleri de bilip ona göre sahiplerini kat kat mükâfata ulaştırır.
262. O kimseler ki, mallarını Allah yolunda harcarlar. Sonra da o harcadıklarına bir minnet, bir eziyet yüklemezler. İşte onlar içinRabbileri katında mükâfat vardır. Ve onların üzerine bir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır…
262. Bu âyeti kerime, Allah’ın kabul edeceği harcamaların nasıl olacağını bildirmektedir. Şöyle ki: (O kimseler ki) o mü’min ihlaslı kullar ki (Allah yolunda) cihad uğrunda, İslâm ordusunun donanım! hususunda ve fakirlere yardım maksadiyle (harcarlar) mallarını harcamış bulunurlar (sonra da o harcadıklarına) o bolca harcadıkları mallara (bir minnet) de bir başa kakışta da bulunmazlar (ve bir eziyet) bir gönül incitecek muamele (yüklemezler) bu iyiliği tam bir samimiyyet ve nezaketle yapmış olurlar (işte onlar için Rabbi) kerimleri (katında mükâfat vardır.) Onlar, bu yaptıklarının karşılığına, sevâbına kavuşacaklardır.
(Ve onların üzerine bir korku yoktur) dünyada ve ahirette hoş olmayan hallerde korunmuş bulunacaklardır. (Ve onlar mahzun da olmayacaklardır.) Onlar istedikleri güzel şeyleri kaybetmekten dolayı hüzün ve kedere uğramayacaklardır. Cenab’ı Hak onları, arzularına kavuşturacaktır.
§ Rivâyete göre bu âyet Hz. Osman ile Hz. Abdurrahman İbni Avf hakkında nâzil olmuştur. Tebük gazvesinde müslümanların ordusu darlık içinde kalmıştı. Buna “ceyşülusre” denilmiştir. Hz. Osman, bin deve semeriyle, palasıyle beraber getirip Hz. Peygambere vermiş, ayrıca da bin dinar dağıtmıştı. Rasûli Ekrem de, Yarabbi!. Ben Osmandan râzı oldum, sen de râzı ol diye duada bulunmuştu.
Abdurrahman İbni Avf da dört bin dirhem vermiş ve Ya Rasûlüllah! Sekiz bin dirhemim vardı, bundan dört bin dirhemini kendi nefsim ile âilemin nafakası için sakladım, dört bin dirhemini de Rabbime ödünç verdim demişti. Nebiyyi Zişân Hazretleri de: Allah Teâlâ sakladığını da, verdiğini de sana mübârek kılsın diye dua buyurmuştu.
İşte bu zatlar bir minnet, bir eziyet söz konusu olmaksızın sırf İslâm dinine hizmet için bu cömertçe tesadduklarda bulunmuşlardı. İşte böyle samîmî şekilde yapılacak fedakârlıkların pek büyük mükâfatlara vesîle olacağını bu âyeti kerime, müjdelemiş bulunmaktadır. Ne mutlu böyle hak yolunda mallarını harcayanlara!..
263, Bir iyi söz, bir af, kendisini bir eziyet takip eden bir sadakadan hayırlıdır. Ve Allah Teâlâ zengindir, halîmdir.
263. Bu âyeti kerime, bizlere en güzel şekilde geçinme ve bir sosyal terbiye dersi vermektedir.
Şöyle ki: (Bir iyi söz) bir tatlı lâkırdı, bir gönül alan konuşma, bir fâideli kelâm (bir af) bir kusuru gizlemek, bir hoş olmayan hâli açığa çıkarmamak (kendisini bir eziyet takip eden) arkasından bir başa kakan, bir uzun dillilik şeklinde gelen (sadakadan) bir mal harcamadan (hayırlıdır), binaenaleyh bir fakire ve benzerlerine bir malı başa kakarak, bir kibir ve gururla vermekten ise onu nazikâne bir sûretle savmak bir içtimaî terbiye icabıdır.
Ve netice de daha iyidir. (Ve Allah Teâlâ zengindir) kullarının sadakalarına ihtiyacı yoktur. Allah rızası için yapılacak iyilikleri mükâfatsız bırakmaz. (Halîmdîr) kullarının lâyık oldukları cezaları hemen vermez, tevbe etmeleri ve af dilemeleri için mühlet verir. Artık bu ilâhî lütufdan istifade edilmelidir, insanlık icabı işlenmiş olan günahlardan bir an evvel tevbe edip, af dileyip Cenâb-ı Hak’kın merhamet deryasına can atmalıdır…
264. Ey imân etmiş olanlar! Sadakalarınızı baş kakmakla, incitmekle iptal etmeyiniz. O kimse gibi ki, malını insanlara gösteriş için harcar da Allah Teâlâ’ya ve âhiret gününe inanmış bulunmaz. Artık o kimsenin hali, üzerinde biraz toprak bulunan bir kaypak taşın hâli gibidir ki, ona şiddetli bir yağmur isabet ederek onu dümdüz bir halde bırakmış olur. Onlar kazanmış olduklarından bir şeye kâdir olamazlar. Ve Allah Teâlâ kâfirler gurubuna hidayet etmez…
264. Bu âyeti kerime, başa kakmak suretiyle ve dine aykırı olarak yapılan iyiliklerin sahiplerine fâide vermeyeceğini bildirmektedir. Şöyle ki: (Ey mü’minler! Sadakalarınızı) fakir ve düşkünlere yapacağınız yardımları onlara (başa kakmakla) onları sözlerinizle, hareketlerin izle (incitmek) sûretiy (le iptal etmeyiniz) sevaptan mahrum bırakmayınız.
(O kimse gibi ki, malın; insanlara göstermek için harcar) gösterişte bulunur (da Allah Teâlâ’ya ve âhiret gününe imân etmiş bulunmaz) münâfıkca hareket eder durur. (Artık o kimsenîn hali, üzerinde biraz toprak bulunan bir kaypak taşın hâli gibidir ki,) o, toprağı muhafaza edemez. Ondan bir fâide göremez. (Ona şiddetli bir yağmur isabet ederek onu dümdüz bir halde bırakmış olur.)
Üzerinde topraktan eser görülemez. İşte başa kakma ve eziyete dayalı olan bir iyilik de böyledir, onu yapan ölümün pençesine tutuldu mu, o iyilikten bir eser kalmaz, ondan yararlanamaz, boş yere mahvolup gitmiş bulunur. İşte bu gibi münâfık kimseler ebediyyen mahrumiyete mahkûmdurlar. (Onlar) öyle başa kakmakla insanlara eziyet vermekle yapmış oldukları sadakalardan ve diğer (kazanmış olduklarından bir şeye kâdir) bir sevaba nâil (olamazlar), onların bu amelleri boşunadır.
(Ve Allah Teâlâ kâfirler gurubuna hidâyet etmez) öyle gösteriş için iyilik yapan münâfıkları doğru yola sevk eylemez. Binaenaleyh yapılacak bir iyilik, verilecek bir sadaka; iyi niyete, güzel bir itikada dayalı olmalıdır. Başa kakmadan, kalb kıracak sözlerden, kibir ve gururdan beri bulunmalıdır. Yoksa onların yapacakları bu iyiliklerin ne kıymeti vardır… “Lâzım değil inâyeti ehli tekebbürün” “Bahşeyledim atâsını vechi abusuna” Kibirli kimsenin yardımı lâzım değil Onun yardımını asık suratına bağışladım.
265. Ve mallarını Allah’ın rızâsını kazanmak ve nefislerini tesbit için harcamada bulunanların durumu ise bir bahçenin durumu gibidir ki, ona çokça yağmur yağar da meyvelerini iki kat olarak yetiştirir. Ona çokça yağmur değil de çiy isabet etse yine kifayet eder. Ve Allah Teâlâ yapacağınız şeyleri görücüdür.
265. Bu âyeti kerime, Allah’ın rızâsına ve dinin hoşgörüsüne dayalı olan sadakaların sahiplerine ne kadar faydalı olacağını bildirmektedir. Şöyle ki: Başa kakmadan beri ve samimi mü’min olan (ve mallarını Allah’ın rızâsını kazanmak) için (ve nefislerini tesbit için) yanî:
İmanda sebat etmek ve cömertlikle vasıflanmak; ibâdet ve itaat etme alışkanlığını kazanmak için (harcamada bulunanların) bu harcamaya ait (durumu ise) güzel ve seçkin (bir bahçenin durumu gibidir ki) bütün hallerde meyve verir ve sâhibine fâide temin eder. (Ona çokça yağmur yağar da meyvelerini iki kat olarak yetiştirir.)
Maamafih o öyle bir ürünverme gücüne sahiptir ki, (ona çokça yağmur değil de) yalnız (çiğ) bir rutubet, en zayıf bir yağmur (isâbet etse) yine kifâyet eder, yine onun meyveleri, kat kat yetişir. Artık ona göre hareket ediniz, samimiyetten, iyi niyetten ayrılmayınız (ve) biliniz ki, (Allah Teâlâ yapacağınız şeyleri görücüdür) onun yüce zatına hiç bir şey gizli kalamaz.
Binaenaleyh ihlaslı olanların da, gösterişte bulunanların da hallerini bilir. Ona göre mükâfat ve cezâ verecektir. Ne güzel bir teşvik ve ne güzel sakındırma.
266. Biriniz arzu eder mi ki, onun hurma ve üzüm ağaçlarıyla dolu olan ve bunların altından ırmaklar akan bir bahçesi bulunsun ve onun için o bahçede her türlü meyveleri olsun, fakat kendisine ihtiyarlık çöksün, kendisinin zayıf zayıf yavrucakları da bulunuversin de o bahçeyi içinde ateş bulunan bir kasırga isabet ederek yakıversin? İşte Allah Teâlâ âyetlerini sizlere böylece beyan buyuruyor. Tâ ki tefekkür edesiniz…
266. Bu âyeti kerime, daha dünyada iken ebedî hayatını kazanmaya vesîle olacak şeyleri bir nifak ve gösteriş sebebiyle elden çıkaran gafillerin hallerini temsil etmektedir.
Şöyle ki: Ey insanlar! Bir kere düşününüz, hiç (biriniz arzu eder mi ki) severek ister mi ki (onun hurma ve üzüm ağaçlarıyla) ve diğerleriye (dolu olan ve bunların) bu ağaçların (altından ırmaklar akan bir bahçesi) bir bostanı (bulunsun ve onun) o sizden biriniz (için o bahçede her türlü meyvaları) yetiştirir bir halde (olsun. Fakat kendisine ihtiyarlık çöksün) başka birşey kazanmaya iktidarı kalmasın, bununla beraber (kendisinin zayıf zayıf yavrucakları da bulunuversin) hepsi de korunmaya muhtaç bulunsun (da) böyle bir halde (o bahçeyi içinde ateş bulunan bir kasırga isabet ederek yakıversin) o da, onun o çoluk çocuğu da âciz, geçimlerini temin etmekten mahrum, ve şaşkın bir halde kalsınlar. Artık bunu kim arzu eder?.
(İşte Allah Teâlâ) bu gibi ibret verici (ayetlerini sizlere böylece beyan buyuruyor, tâ ki tefekkür edesiniz) düşünüp ibret alasınız ve onun gereği ile amel edesiniz… Kısacası: Beyan buyrulmuş oluyor ki: Bazı kimseler dünyada iken bir takım iyiliklerde, fakir ve düşkünlere yardımda bulunurlar, bunların sâyesinde uhrevî hayatlarını kazanabilirler ve insanlık icabı amellerin eseri olan bir nice günahların yükünden de kurtulabilirler.
Bu böyle iken onlar o yaptıkları hayır ve iyiliklerin kıymetlerini, uhrevî faidelerini gösteriş sebebiyle, başa kakmak ve eziyet etmekle yok etmiş olurlar. Âhirete boş elle giderler, kaybettiklerini telâfi etmeye imkân bulamazlar, felâketler ihtiyaçlar içinde kalırlar. Artık böyle bir durumda kalmayı kim arzu eder?.. Elbette ki kimse arzu etmez. Öyle ise böyle güzel amelleri elden çıkaracak olan çirkin hareketlerden pek kaçınmalıdır…
267. Ey imân edenler! Kazandığınız şeylerin ve yerden sizin için çıkarmış olduğumuz şeylerin temizlerinden harcayınız. Ve öyle kötüsünü vermek kastinde bulunmayınız ki, siz ondan harcarsınız da kendiniz ise onun hakkında göz yummadıkça alıcısı olmazsınız. Ve biliniz ki, şüphe yok Allah Teâlâ zengindir, övülmüştür.
267. Bu âyeti kerime, kazanç yollarını ve yapılacak malî yardımların ne gibi mallardan yapılacağını bildirmektedir. Şöyle ki: (Ey imân edenler);Ey Allah Teâlâ’yı tasdik, onun dinî hükümlerini kabul eden müslümanlar! Ticaret san’at gibi bir servet vasıtasıyla (kazandığınız şeylerin) paraların ve sairenin (ve yerden sizin için çıkarılmış olduğumuz) ekinlerin, meyvelerin, madenlerin ve benzeri (şeylerin temizlerinden) iyilerinden, helâllarından Allah yolunda harcayınız. İcap eden zekâtınızı veriniz, fakirlere tesaddukta bulununuz.
(Ve öyle kötüsünü) aşağısını, haram olanını zekât veya sadaka için (vermek kastinde bulunmayınız ki) bu husustaki dinî vâzifenizi İâikiyle yapmış olasınız. Öyle kötü bir mal nasıl infak edilebilir ki, (siz ondan harcarsınız da kendiniz ise) size alacağınıza karşılık olarak verilecek olsa (onun hakkında göz yurumadıkça) müsamaha etmedikçe, sıkılmadıkça veya hakkınızın büsbütün zâyi olacağından korkmadıkça onun (alıcısı olmazsınız.)
Artık nefsiniz hakkında uygun görmediğiniz böyle bir şeyi başkası hakkında nasıl uygun görebilirsiniz?. (Ve biliniz ki şüphe yok Allah Teâlâ zengindir) sizin harcamanıza ihtiyacı yoktur, bununla emretmesi sizin fâideniz içindir. Ve Hak Tealâ (övülmüştür) mahlûkatı için pek büyük nîmetler ihsan buyurmuştur. Her şekilde hamd ve şükre lâyıktır. Artık o Yüce Yaratıcının rızâsına uygun şekilde harcamaktan ayrılmayınız.
§ Malumdur ki, bir milletin iktisat sahasında yükselebilmesi için hem yurdunun arazisinden, madenlerinden ve sair tabiî kaynaklarından istifâde etmesi, hem de ticaret, san’at gibi bir şey ile uğraşması lâzımdır, İşte bu âyeti celile, bizlere bu iki yolun lüzumuna, meşruiyetine işârette bulunmaktadır.
268. Şeytan sizi fakirlik ile korkutur ve sizlere çirkin şeyler ile emreder. Allah Teâlâ ise size kendi katından bir mağfiret, bir lütuf vaad buyurur. Ve Allah Teâlâ geniştir, bilendir…
268. Bu âyeti kerime, dinî vazifelerin yerine getirilmesine mâni olacak şeytan tabiatlı kimselerin aldatmalarına bakılmamasına işâret etmektedir. Şöyle ki: (Şeytan) iblis veya her hangi bozguncu bir şahıs veya kötülüğü emreden nefis (sizi fakirlikle korkutur) malınızı harcarsanız züğürt kalırsınız diye sizi hayırdan men’e çalışır. (Ve sizlere çirkin) ahlâka muhalif, fuhşiyattan sayılan (şeyler ile emreder) o fena şeylere teşvikte bulunur. (Allah Teâlâ ise) Ey Allah rızâsı için harcamada bulunacak mü’minler!.
(Size kendi katından bir mağfiret, bir lütuf) ve kerem (vaad buyurur) yapacağınız harcamadan dolayı Cenab’ı Hak’kın af ve mağfiretine, lütuf ve keremine nâil olacaksınızdır. O harcayacağınız mal, mükâfatsız kalmıyacaktır, ve ondan dolayı fakir düşmeyeceksinizdir.. (Ve Allah Teâlâ geniştir) onun lütuf ve keremi boldur ve (bilendir) yaptığınız harcama ve diğer şeyler ona tamamen malumdur. Artık şeytanın vesvesesine kapılmayın, üzerinize düşen malî, bedenî vazifeleri ifaya çalışınız ki, Yüce Rabbinizin affın, lütuf ve ihsanını elde edesiniz.
269. Dilediğine hikmet verir. Kendisine hikmet verilmiş olan bir kimse ise muhakkak ona birçok hayır verilmiş olur. Ve bunu ancak halis akıl sâhipleri tefekkür eder.
269. Bu âyeti kerime, hikmetin kadrini ve onu hangi zatların takdir edebileceğini göstermektedir. Şöyle ki: Allah Teâlâ, kullarından(dilediğine hikmet verir) güzel amele götüren ilim verir, eşyanın hakikatini anlama kudreti verir, İlâhî emirlerin faidelerini, gayelerini anlayabilme kabiliyeti verir, derin anlayış ve fazilet ihsan buyurur. Böyle (kendisine hikmet verilmiş olan bir kimse ise) pek mutludur.
Pek büyük bir ilâhî lûtf a kavuşturmuştur. Çünkü (muhakkak ona) o kendisine hikmet ihsan buyrulmuş olan zata (birçok hayır verilmiş olur.) Bu sâyede ebedî selâmet ve saadete aday olmuş olur. (Ve bunu ancak hâlis akıl sâhipleri) temiz düşünüşe, aydın bir ruha sâhip bulunan zatlar (tefekkür eder) anlarlar. Bunun büyük bir Allah vergisi olduğunu takdir ederek kulluk görevlerini tam bir şevk ile, hoş bir şükran hissi ile ifaya çalışır dururlar. Ne büyük muvaffakiyet!..
§ Hikmet kelimesi, çeşitli şekillerde tarif edilmiştir. Kısacası, Cenab’ı Hakka isnat olunan hikmetten murad, bütün cüzî ve küllî şeyleri bilmesi ve bunları son derece sağlam ve kuvvetli olarak icat etmesi demektir. Bu cihetle Cenab’ı Hakkın bir mukaddes ismi de (hakimdir.) insanlara göre hikmet ise eşyanın hakikatini imkân nisbetinde bilmek ve iyiliğe çalışmaktır. Hikmetle vasıflanmış olan zata ve hikmeti içeren şeye de (hakim) denir. Lokman hekim. Kur’ân’ı Hakim gibi. Maamafih hikmet tabiri şu gibi mânâlarda da kullanılmaktadır:
(l) Kur’ân’ı Kerim,
(2) İlim ve anlayış,
(3) Allah’a ait ilim,
(4) Peygamberlik,
(5) Şüpheden beri olan ruhanî işaret,
(6) Din ve dünyanın iyiliği,
(7) Eşyanın hakikatini bilmek,
(8) Kâinatın yaratılmasındaki faydayı ve var oluş gayesini bilmek.
(9) İlâhî emirlerin fayda ve gayesini anlamak,
(10) Güzel fi’illeri yapma alışkanlığı
(11) Siyaset sahasında insanlığın gücü ölçüsünde ilâhî hükümleri uygulamak,
(12) Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanmak, ahlâkî fâziletlerle donanmak,
(13) Her şeyi lâyık olduğu yere, mertebeye koymak, adaletin öngördüğü şekilde harekette bulunmak,
(14) İcat, fâideli bir şey meydana getirmek,
(15) Ruhların sükûnete kavuşarak tatmin olması.
(16) Bir nurdur ki, hakikat ile vesvesenin, hak ile bâtılın arasını ayırır,
(17) Faydalı ilimdir ki, güzel amellere sebep olur… İsterîm her yerde bir hurşidi hikmet parlasın. Her cihetten pertev ilmü fazilet parlasın… İsterim her yerde bir hikmet güneşi parlasın. Her yönden ilim ve fazilet ışığı parlasın.
.
270. Ve nafakadan her ne harcarsanız veya adaktan her ne kadar iseniz şüphe yok ki Allah Teâlâ onu bilir. Ve zalimler için yardımcılardan bir fert yoktur.
270. Bu âyeti kerime, yapılacak sadakalara ve adaklara dikkat ve riâyet edilmesinin lüzumuna işaret etmektedir. Şöyle ki: Ey müslümanlar!. Hak Tealâ size yapacağınız iyiliklerden dolayı mağfiret ve fazilet ihsan buyurur. (Ve nafakadan) fakirlere, münasip yerlere vereceğiniz sadakalardan az olsun çok olsun, gizlice olsun âşikâre olsun ve zekât yoluyla olsun veya nafile yolu ile olsun (her ne sarfederseniz veya) bir şarta bağlı olsun veya olmasın (adaktan her ne adarsanız şüphe yok ki.
Allah Teâlâ onu) o yaptığınız infakı veya adağı (bilir.) Yani: Yapacağınız infak veya adak, Allah yolunda mıdır, nefis ve heves uğrunda mıdır, iyi niyete bağlı mıdır, yoksa gösteriş içinmidir, gayri meşru bir gayeden dolayı mıdır, bütün bunları Cenâb-ı Hak bilmektedir.
Artık ona göre hareket etmelidir. Bu yaptıklarınız Allah rızası için olmayıp da sırf hava ve hevesinizin bir eseri ise nefsinize zulmetmiş, kendinizi mükâfattan mahrum bırakmış olursunuz. (Ve zalimler için) ise (yardımcılardan) âhirette kendilerine yardımcı olacak (bir fert yoktur.)
Onlar gelecekte bir dost, bir yardımcıya kavuşamayacaklardır. O halde kendileri için dünyada dost zannettikleri şeytan tabiat, aldatıcı şahıslar, yarın âhirette yardım edecek bir durumda bulunamıyacaklardır. Artık ne için böyle kimselere güvenerek gayrimeşru hareketlerde ve harcamalarda bulunmalıdır…
§ “Nezr” Cenab’ı Hak’ka saygı için mübah olan bir fi’li üzerine almak, onun yapılmasını kendine vâcip kılmaktır. Bunun türkçesi adaktır. Bu ya bir şarta bağlı olur veya olmaz. Meselâ: Nezrim olsun, rızâyı hak için bir kurban keseyim, denilse bu bir mutlak nezir olur. Fakat, filân işim görülürse Allah rızâsı, için bir kurban keseyim denilse bu şarta istenen bağlı bir nezir olur o iş görülmedikçe bu kurban lâzım gelmez. Bir de nezredilen şeyin cinsinden bizzat yapılması istenen bir farz veya vacip bulunmalıdır.
Binaenaleyh nezrim olsun bir gün oruç tutayım denilse bu sahih bir nezir olur, bunu yerine getirmek lâzım gelir. Fakat, “nezrim olsun filân hastayı ziyâret edeyim” denilse bu sahih bir nezir olmaz çünkü hastalan ziyaret övülecek bir şey ise de herhalde farz ve vacip değildir.
Maamafih nezirler, dünyevî bir maksadın meydana gelmesi için yapılmamalıdır. Meselâ: Filân işim yoluna girerse bir kurban keseyim gibi nezirlerde bulunmamalıdır. Çünki yapılacak bir ibâdet, verilecek bir sadaka sırf Allah’ın rızâsı için olmalıdır. Gelişigüzel dünyevî bir menfaat için böyle bir nezirde bulunmamalıdır. Fakat bulunulmuş olursa onu da ifâ etmelidir.
Fakat nezredilen şey haddizatında günah bir iş olursa bu muteber olmaz. Buna riâyet edilemez. Meselâ: Nezredilen bir intihar doğru değildir. Binaenaleyh: “Şu işim olursa nefsimi hak yolunda kurban edeyim” denilse bunda yerine getirilemez. Çünki bu bir intihardır, günah bir iştir, nefse zulümdür.
271. Eğer sadakaları açıkça yaparsanız o ne iyidir. Ve eğer onları gizlerseniz ve fakirlere öylece verirseniz o sizin için daha hayırlıdır ve sizin günahlarınızdan bir kısmını örter. Ve Allah Teâlâ yaptıklarınızdan haberdardır.
271. Bu âyeti kerime de, sadakaların ne şekilde verilmesini ve faidelerini göstermektedir. Şöyle ki: Ey müslümanlar!. (Eğer sadakaları) zekât kabilinden olmayan yardımları (açıkça) başkalarının görecekleri şekilde (yaparsanız o ne iyidir) başkalarına da güzel bir örnek olmuş olursunuz.
Elverir ki bir gösteriş için olmasın. (Ve eğer onları) o vereceğiniz sadakaları (gizlerseniz) başkalarına gösterip söylemezseniz (ve fakirlere) öylece, başkalarına göstermeksizin (verirseniz o) şekilde vermek (sizin için daha hayırlıdır.) Daha çok sevâba vesîledir.
Çünkü bunda gösteriş şüphesi yoktur ve bu fakirlerin bir utanma hissetmelerine, görenlere karşı çekinir bir hal almalarına sebebiyet vermiş olamaz. (Ve) böyle verilen bir sadaka (sizin günahlarınızdan bir kısmını, örter) sizin âhirette bir kısım; kusurlarınızı affa ve gizlemeye vesîle olur. (Ve) şüphe yok ki, (AllahTeâlâ yaptıklarınızdan haberdardır) Gizlice yapacağınız sadakaları bilir, görür, mükâfatını verir. Bu âyeti kerime de sadakaların gizlice verilmesine teşvik vardır.
Nitekim bir hadisi şerifte de: gizlice yapılan sadaka Cenab’ı Hak’kın gazabını söndürür” buyrulmuştur. Yani böyle bir sadaka onu verenin ilâhî affa uğramasına sebep olur. Bunun içindir ki: Bazı zatlar sadakalarını verecekleri fakirlere de açıkça vermez, kendilerini bildirmeden onlara gönderir. Kendilerine karşı fakirleri şükran borçlusu olarak bırakmak istemezler.
Ancak farz olan zekâtın açık olarak verilmesi efdaldir. Çünkü bu bir farzdır, bir borçtur. Namaz gibi, ramazan orucu gibi şartlarını taşıyan her müslümana bir vazifedir. Bunda gösteriş olamaz. Zekâtın böyle açık olarak verilmesi, zekât verme durumunda olan bir müslümanı, zekâtını vermemiş olmak töhmetinden kurtarır.
Onun, Allah’ın emrine yerine getirdiğini gösterir ve bu başkalarına da güzel bir örnek teşkil etmiş olur. İbni Abbas Hazretlerinden rivâyet olunduğuna göre gizlice verilen nafile kabilinden sadakaların sevabı açıkça verilen böyle sadakalardan yetmiş kat fazladır. Farz olan ve açıkça verilen sadakaların, yani zekâtların sevabı ise bunların gizlice verilenlerine göre yirmi beş kat fazladır. Kısacası: Fakirlere ve düşkünlere yapılan yardımların, iyiliklerin sevâbı pek çoktur, kıymeti pek fazladır. En güzel, medenî; insanî bir hizmettir.
“Dersen olayım nâili ihsanı İlâhî”
“ihsanını kat eyleme mihnetzedelerden”
“Eğer ilâhî lütfa ulaşayım dersen”
“Sıkıntıya düşenlerden yardımını kesme.”
272. Onları hidâyete erdirmek senin üzerine bir vazîfe değildir. Velâkin Allah Teâlâ dilediğine hidâyet nasip buyurur. Ve hayırdan her neyi infak ederseniz kendi nefisiniz için etmiş olursunuz. Ve siz ancak Allah Teâlâ’nın rızâsı için harcamada bulunursunuz. Ve hayırdan her ne infak ederseniz size karşılığı ödenir ve siz zulme uğratılmıyacaksınız.
272. Bu âyeti kerime, peygamberlik vazifesine ve gayrimüslimlere dezekât kabilinden olmayan sadakaların verilebileceğine işâret etmektedir. Rivâyete göre Rasûli Ekrem Efendimiz, İslâm’ın başlangıcında gayrimüslimlere sadaka verilmesini istememişti.
Tâ ki onlar, ihtiyaçları sebebiyle İslâmiyeti kabul etsinler. Maamafih onlar, müslümanlara karşı cephe almış bulunuyorlar, onlara sadaka vermek, düşmana yardım etmek gibi olabilir. Fakat İslâmiyet, bir şefkat ve merhamet dini olduğundan kendine mensup olmayanlara da yardım edilmesini caiz kılmış, onun bu üstün yardım severliği birçok muhalif lerini de mahçup ederek kendi yüce alanına çekmiştir.
Bir rivâyete göre de Hz. Ebu Bekir’in muhterem kızı Esma, hac için Mekke’i Mükerreme’ye gitmişti. Müşrik olan annesi gelip kendisinden yardım istemiş; o da annesine gayrimüslim olduğundan dolayı yardımdan kaçınmıştı. Bunun üzerine bu âyeti celile nâzil olarak onlara da yardımın câiz olduğu bildirilmiştir.
Kısacası buyuruluyor ki: Habibim! (Onları) o gayrimüslimleri (hidâyete erdirmek) bilfiil doğru yola sevketmek (senin üzerine bir vazife değildir.) Bu senin selâhiyetin haricindedir, senin vazifen irşaddır, hak ve hakikati bildirmektir. (Velâkin Allah Teâlâ dilediğine) kabiliyetli olan, cüz’î iradesini güzelce kullanan her hangi bir kuluna (hidâyet nasip buyurur) böyle hidâyet buyurmak, Cenab’ı Hak’ka mahsustur.
(Ve hayırdan her neyi infak ederseniz kendi nefsiniz) in faidesi (için) infak (etmiş olursunuz.) Onun menfaati, uhrevî mükâfatı size aittir. Velevki kendilerine nafaka verdiğiniz kimseler gayrimüslim bulunsunlar. (Ve) Ey hakiki müslümanlar!..
(Siz ancak Allah Teâlâ’nın rızâsı için harcamada bulunursunuz.) Artık harcayacağınız şeylerden dolayı kimseye minnette, gösterişle bulunmayınız, ve gayrimüslimdir diye böyle bir iyilikten çekinmeyiniz, (Ve hayırdan) maldan, faideli şeylerden (her ne harcarsanız size) Allah tarafından (karşılığı ödenir.)
Sevbaplara ulaşırsınız. Yani ey mü’minler!. Siz sırf Allah’ın rızası için harcamada bulundukça onun kat kat karşılığına erersiniz, velevki bu harcama, gayrimüslimler hakkında olsun, çünkü onlar da Allah’ın kullarıdır, onları da Cenâb-ı Hak rızıklandırıyor. Siz onlara iyilikseverliği göstermiş olursunuz.
(Ve siz zulme uğratılmayacaksınız.) Her halde bu harcamanızın fâidesini göreceksiniz, bunun meyvesinden mahrum ve binaenaleyh zulme uğramış olmayacaksınızdır. Artık böyle bir iyilikten çekinmeyiniz. Maamafih gayrimüslimlere de nafile kabilinden olan sadakaları vermek câiz ise de hallerini kimseye arzetmeyen, dâima cihada, ibâdet ve itaata devam eden ve hak’ka tevekkül edip duran bir kısım fakir müslümanlara infakta bulunulması daha çok sevaba vesile olur. Nitekim o gibi zatların halleri şöylece beyan buyuruluyor.
273. O fakirlere ki. Allah yolunda kapanmış kalmışlardı. Yeryüzünde dolaşmaya kadir olamazlar. Onları bilmeyen, istemekten çekindikleri için onları zengin kimseler sanarlar. Sen onları yüzlerinden tanırsın. Onlar insanlardan ısrarla bir şey istemezler ve siz hayırdan her ne infak ederseniz, şüphe yok ki Allah Teâlâ onu tamamen bilir.
273. Bu âyeti kerime, “Suffe” ashabı denilen zatların vasıfları ve o gibi zatlara verilecek sadakaların övülmesi hakkındadır. Şöyle ki: Peygamber zamanında Medine’i Münevvereye hicret etmiş olan dörtyüz zat vardı. Bunların evleri, servetleri, aşiretleri yok idi. Bu mübarek zatlar, Mescid’i Nebevide “Suffe” denilen belirli bir yerde eyleşiyorlardı.
Bu cihetle bunlara “Ashabı Suffe” denilmiştir. Bu zatlar nefislerini cihad için hapsetmiş, bütün seriyyelerde bulun muşlardı. Vakitlerini ibâdete, dinî hükümleri öğrenmeye hasreylemiş bulunuyorlardı. İşte bu zatların vasıfları şöylece beyan buyuruluyor: Ey mü’minler!. Vereceğiniz sadakaları asıl (o fakirlere) o suffe ashabına veriniz (ki) onlar (Allah yolunda) cihad uğrunda, ibâdet ve itaat hususunda nefislerini hapsetmiş (kapanmış kalmışlardır). Ticaret için, nafakalarını tedarik için (yer yüzünde dolaşmaya kadir olamazlar.)
Onların oraya buraya koşmalarına dinî meşguliyetleri veya kudretsiz durumda olmaları müsaade etmemektedir. (Onları bilmeyen) onların hallerine vâkıf olmayan bir şahıs (istemekten) ihtiyaçlarını arzederek ondan bundan bir şey dilenmekten (çekindikleri) böyle bir şeye tenezzül etmeyip hallerine kanaat ettikleri (için onları zengin kimseler sanarlar.) Fakat ey muhatab!.
(Sen) dikkat edince (onları yüzlerinden) ne kadar iffetli, kanaatkâr, ihtiyaçsız zatlar olduğunu (tanırsın.) Bir takım alâmetlerden dolayı onların o yüksek hallerini anlarsınız. (Onlar) ne kadar ihtiyaç içinde bulunsalar da yine (İnsanlardan yüzsüzlükle bir şey istemezler.) Onlar aslâ dilencilikte bulunmazlar.
(Ve) Ey müslümanlar!. (Siz hayırdan) maldan ne harcarsanız, insanlık âlemine maddî ve mânevî ne gibi yardımlarda bulunursanız (her ne infak ederseniz, şüphe yok ki Allah Teâlâ onu tamamen bilir.) Onun mükâfatını ihsan buyurur. Artık böyle neticesi sadece hayır olan fedakârlıklardan çekinmeyiniz, elden gelen hayır ve yardımlara çalışınız. Halleri ve sırları bilen Yüce Allah’ımızın sonsuz lütuflarına aday olunuz.
274. Onlar ki, mallarını gece ve gündüz, gizli ve âşikâre olarak infak ederler, artık onlar için Rableri katında mükâfatları vardır. Ve onlara bir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır.
274. Bu âyeti kerime, harcamanın en mükemmel şeklini göstermekte, böyle bir harcamada bulunacakların ulaşacakları mükâfatları beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Onlar ki) Cenâb-ı Hak’kın o mü’min, fedakâr kulları ki (mallarını) meşru şekilde sâhip oldukları, servetlerini (gece ve gündüz, gizli ve âşikâre) yani her vakit, her lüzum görüldükçe Allah’ın rızâsına uygun (olarak infak ederler.)
Pek büyük sevap kazanmış olurlar. (Artık onlar için Rableri yanında mükâfatları vardır) onlar bu mükâfatları dünyada da, ahirette de görürler. (Ve onlara bir korku yoktur) Geleceğe ait bir keder takdir edilmiş değildir. (Ve onlar mahzûl da olmayacaklardır.) Kendilerine ait sevilen, ve arzu edilen bir nîmetin elden çıkması ile üzülmeyeceklerdir. Ne büyük bir mükâfat!.
§ Bu âyeti kerimenin nüzul sebebi hakkında birçok rivâyetler vardır. Kısaca deniliyor ki: Hz. Ebu Bekir Radiyallahü anhın kırk bin dirhemi varmış, bunun on bin dirhemini gece, on bin dirhemini gündüz, on binini gizli, on binini de açıkça tasadduk etmiş, bunun üzerine bu âyeti celile nâzil olmuştur. Diğer bir rivâyete göre de Hz. Ali Radiyallahü tealâ anhın dört dirhemi varmış bunun bir dirhemini gece, bir dirhemini gündüz, bir dirhemini gizlice, bir dirhemini di açıkça infakta bulunmuş.
Rasûli EkremSallallahu tealâ Aleyhi Vesellem Efendimiz, Ye Ali! Seni bu infaka ne sevk etti diye sormuş. O da: Rabbimin vadettiğine lâyık olma! için infak ettim demiş. Peygamber Efendimiz de: Lekezalik = o vadedilen mükâfat, senin içindir, buyurmuş, bunun üzerine bu âyeti kerime nâzil olmuştur. Üçüncü bir rivâyete göre de bu âyeti kerime, cihad için atlar besleyen zâtla hakkında nâzil olmuştur.
Çünkü onlar bu atlara gece ve gündüz, gizli ve açık olara! yem verir ve onları besler dururlar. Binaenaleyh İslâm yurdunun müdafaası için tedarik edilecek harp vasıtaları için, meselâ, toplar, tüfekler, tayyareler için yapılan yardımlarda böyle pek makbul birer sadaka mahiyetinde bulunmaktadır.
Kısacası Allah rızası için yapılacak bu gibi yardımların sâhipleri ilâhî korumaya ulaşmış, hüzün ve kederden korku ve endişeden kurtulmuş olacaklardır. Bu âyeti kerime bunu müjdelemektedir Şunu da ilâve edelim ki: Böyle bir infakta bulunmuş olmak için bütün malları verip te hayatın devamı için gerekli olan miktarından da mahrum kalmak lâzım gelmez. Çünkü bütün bütün eli boş kalıp da başkalarına muhtaç bir hale düşmek câiz değildir. Nitekim
Eli sıkı olma; büsbütün el açık da olmaz… (İsra 17/29) âyeti kerimesi de bunu göstermektedir.
Zaten bir in şanın kendi nefsine ve kendi ailesinin fertlerine meşru sûrette kazanıp sarfedeceği bi mal da bu infak cümlesindendir. O halde bir zat bu gibi zorunlu ihtiyaçlarına tekabül edecek malından fazlasını diğer fakir ve düşkünlere ve cihadın gereklerine sarf etti mi bütün servetini Allah rızâsı için sarfetmiş sayılır, ona göre mükâfata aday olur. “Bu âyeti celile, İslâm milletine lâyık olan sosyal bir yardımlaşmanın Allah katınd; ne kadar makbul olduğunu pek açık bir şekilde gösteriyor.
Evet!. Güzel bir dinî terbi yeye sâhip olan bir zat, bütün insaniyete karşı, özellikle kendi muhitine, kendi dindaşlarına karşı pek fedakâr bulunur, kendi servetinden sırf Allah rızâsı için başkalarını da yararlandırmaya çalışır, onlara gece ve gündüz demiyerek her lüzum görüldükçe gizli ve açık şekilde yardım eder, bunu bir dinî vazîfe bilir. Bunu bir minnete, bir şöhret hevesine dayalı olmaksızın tam bir nezaketle yapar.
Artık böyle ahlâkî bir terbiye, böyle yüce bir his, bir milletin fertleri arasında yayılırsa, her fer elinden geldiği kadar başkalarının imdadına koşarsa artık o millet arasında sefaletten birbirinin hukukuna tecavüzden bir eser görülebilir mi? Aralarında en güzel bir dayanışma, en takdire lâyık bir milli birlik oluşmaz mı?
Maamafih böyle bir harcamanın büyük mükâfatını düşünüp tasdik eden bir zat kendisinin de böyle bir mükâfata kavuşabilmesi için iş sahasına daha fazla atılır, daha fazla servet sâhibi olmasını ister ki, kendisi de fakir ve düşkünlere yardım ederek böyle büyük bir nîmete, bir ebedî, uhrevî saadete ulaşsın. Bunun neticesinde de milletin iktisadî hayatı daha fazla gelişme göstermiş olur.
Fakat böyle yüksek bir duygudan, böyle temiz bir inançtan mahrum olan kimseler ise yalnız kendi maddî menfaatlerini düşünürler, fırsat buldukça başkalarının mallarını da birer suretle ellerinden kapıp almak isterler, kendi servetleri ne kadar fazla olursa olsun yine doymazlar, hırslı bir halde hareket ederler. Başkalarının sefaletlerine acımaz, onların ihtiyaçlarını Allah rızâsı için gidermek istemezler.
Belki onların ihtiyaçlarından istifade ederek kendileri için daimî bir gelir kaynağı temin etmek ister dururlar. Böyle bir hal ise hikmete, fazîlete insaniyete muhalif değil midir? İşte ribâ âyetleri, bizleri bu gibi aşağılık ihtiraslardan men etmekte ve sakındırmaktadır.
275. O kimseler ki, faizi yerler, onlar kalkamazlar, ancak şeytanın çarpmış olduğu, delirmiş bir şahıs gibi kalkarlar. Bu ise onların alış veriş muamelesi tıpkı ribâ gibidir, demeleri sebebiyledir. Halbuki, AllahTeâlâ alım satımı helâl, ribayı ise haram kılmıştır. İmdi her kim ki, kendisine Rabbinden bir öğüt gelir de ribaya nihayet verirse, evvelce aldığı kendisinedir ve onu hükmü Allah Teâlâ’yadır. Ve her kim tekrar ribaya dönerse işte onlar cehennem ehlidirler, onlar orada ebedî kalacaklardır.
275. Bu âyeti kerime, müslümanları ribadan, faizden men etmek için nâzil olmuş, bunun ne korkunç felâketlere sebep olacağını en açık bir şekilde göstermiştir. Şöyle ki: Ey müslümanlar!. (O kimseler ki ribâ yerler) yani ribâ denilen muameleyi yapar, faiz alır, ondan istifade etmek isterler (onlar) mezarlarından (kalkamazlar.) Mahşere aklî dengelerini muhafaza etmiş bir şekilde varamazlar.
(Ancak şeytanın çarpmış) cinlerin hücumuna uğramış (olduğu delirmiş) cinnet haline düşmüş (bir şahıs gibi kalkarlar.) Böyle bir felâkete uğrarlar. (Bu ise) böyle bir kötü âkibet ise (onların) bey’i (alış veriş muamelesi tıpkı ribâ) faiz gibidir, (demeleri sebebiyledir.)
Böyle bir iddia nasıl doğru olabilir?. (Halbuki, Allah Teâlâ alım satımı) şartları içerisinde (helâl) kılmıştır. (Ribayı ise) ribanın en mühim kısmı olan faizi ise (haram kılmıştır.) Artık bunlar nasıl birbirinin aynı olabilir?. (İmdi her kim ki, kendisine Rabbinden bir öğüt gelir) yâni ribanın, faizin haram kılındığına dair bir dinî emir, bir ilâhî hüküm, bir dinî öğüt bildirilmiş ve açıklanmış olur (da ribaya) faiz almaya (nihâyet verirse evvelce) bu ilâhî yasaktan önce (aldığı) faiz (kendisinedir.)
Bunu iade etmesi icap etmez. (Ve onun hükmü Hak Tealâ’ya aittir.) Bu ilâhî emre uyarak o faizin alınmasına nihâyet verirse Allah’ın affına ve lütfuna mazhar olur, onun vazifesi Allah Teâlâ’nın emir ve yasağına uymaktır. (Ve her kim) bu ilâhî emre muhalefet ederek (tekrar ribaya döner) faiz alır (sa) onun âkıbeti pek korkunçtur. Böyle ribayı helâl görenler yok mu (işte onlar cehennem ehlidirler.) Böyle haramı helâl sayanlar, sabit bir hakikati inkâra cür’et gösterenler yok mu (onlar orada) o azab ateşi içinde (ebedî) olarak (kalacaklardır,) Aman Yarabbi!. Ne büyük felâket!.
§ Ribanın mahiyeti: Ribâ lûgatte ziyadelenmek, fazlalanmak demektir. Faiz denilen muamelenin ismi olmuştur. Maamafih ribâ tabiri şeriat lisanında faizden daha umumidir, şöyle ki, alış verişte akdi yapanlardan birine verilmesi şart olup karşılıktan hâli bulunan fazla miktarıdır. On miskal altını on bir miskal altın karşılığında satmak gibi. Ribâ, altın ve gümüş gibi tartılan, buğday, arpa, hurma, tuz, kuru üzüm gibi ölçülen maddelerde cereyan eder. Ribâ, iki nevidir.
Birisi “ribayı fazıFdır ki, tartılan veya ölçülen bir cins eşyanın kendi cinsleri karşılığında peşin olarak fazlasıyle satılması halinde meydana gelir. Meselâ: Bir altın veya gümüş veyahut bir miktar buğday kendi cinsiyle derhal değiştirilecek olsa bakılır: Eğer miktarları eşit ise bu câizdir. Fakat birinin miktarı biraz fazla ise bu değiştirme câiz olmaz.
Meselâ, on kile buğday on bir kile buğday ile değiştirilecek olsa bu helâl olmaz. Velevki, bunların bir kısmı kaliteli, bir kısmı da kalitesiz olsun. Çünkü asıl itibar cinsiyete ve miktaradır. Ribanın ikinci nevi ise “ribayı nesie”dir. Bu da tartılan veya ölçülen şeyleri birbiri karşılığında veresiye olarak değiştirmektir. Velev ki miktarları eşit olsun, bu da haramdır.
Meselâ: On dirhem gümüş, yine on dirhem gümüş karşılığında veya bir kile buğday yine bilahara verilecek bir kilebuğday karşılığında veresiye olarak satılamaz. Bu ribâ, yalnız altın ve gümüş gibi misliyatta, aralarında aşın fiyat farkı olmayan benzer maddelerde buğday v arpa gibi ölçülen şeylerde ve yumurta, ceviz gibi taneler arasında kıymetlerini değiştirecek bir fark bulunmayan sayılabilen maddeler de cereyan eder. Bunları, cinsleri, miktarları eşit ise de veresiye olanı peşin olanına denk olamaz. Bu bir riba muamelesidir. Bunlar kendi cinslerinin dışındaki şeyle alınıp satılabilirler.
§ İstikraz meselesine gelince: Bu da borç alıp vermek muamelesidir ki: Yalnız altın ve gümüş gibi misliyatta, buğday arpa gibi ölçülen maddelerde yumurta, ceviz gibi taneleri arasında kıymetlerini değiştirecek derecede farklılık bulunmayan sayılabilen şeylerde cereyan eder. Hayvanlarda ve mensucat gibi kıymetli mallarda yani çarşı ve pazarda misli bulunmayan yahut bulunsa da fiyat bakımından farklı olan mallarda cereyan etmez. Öyle borç alınıp verilmesi câiz olan şeyler:
Bir fazlalığa tâbi olmaksızın, bilâhan yalnız aynı miktar alınmak üzere borç verilir ve alınır. Buna “karzı hasen” denir. Bir sene müddetle on lira borç verilip sonra yine on lira alınmak gibi, fakat fazla bir şey şart edilmiş olursa meselâ: On lira yerine bilahara on bir lira verilmek şart koşulmuş olursa bu bir faiz meselesi olur ki, bu da ribâ hükmündedir. Bunun haramlığı hakkında da ittifak vardır. Bunun zararlarına kıyasla düşünülen faideleri hiç hükmündedir.
276. Allah Teâlâ ribayı mahveder, sadakaları ise artırır ve Allah Teâlâ, nimete karşı çok nankörlük eden günahkârları sevmez…
276. Bu âyeti kerime genel anlamda ribâların faidesiz kalacağını, sadakaların ise bir çok faidelere sebep olacağını gösteriyor, bunun aksini söylemenin büyük bir günah olacağına işâret buyuruyor. Şöyle ki: (Allah Teâlâ ribayı) faizi (mahveder) bereketini giderir.
(Sadakaları ise artırır.) Onların sevabını kat kat kılar, sâhiplerine nice nîmetler ihsan buyurur. (Ve Allah Teâlâ, nîmete karşı çok nankörlük eden) ribayı helâl görmek gibi bir takım haramları helâl saymada ısrar eden (günahkarları) yasakları işlemeye devam edip duranları (sevmez.) Öyle kimseler, Allah’ın sevgisine ulaşamaz, selâmet ve saadete erişemezler. Böyle yüce gayelere ulaşmak için öyle yasaklardan kaçınmak, namaz gibi, zekât gibi ilâhî emirlere boyun eğmek lâzımdır.
277. O kimseler ki imân ettiler ve iyi amellerde bulundular ve namazlarını doğruca kıldılar, zekâtlarını da verdiler, işte onlar için Rableri katında mükâfatları vardır ve onlar için hiç bir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır.
277. Bu âyeti kerime, yukardaki tehdidin ardından büyük bir ilâhî müjdeyi içermektedir. Ve böyle büyük bir müjdeyi kapsadığından mükerrer olarak nâzil olmuştur. Evet… Şöyle buyruluyor: (O kimseler ki,) Allah Teâlâ (ya onun resûlüne) ve onun bütün dinî hükümlerine (imân ettiler) bununla beraber (iyi amellerde) ibadet ve itaatte (bulundular ve) özellikle kendilerine farz olan (namazlarını doğruca) şartlarına ve usullerine riayet ederek (kıldılar.) Mükellef oldukları (zekâtlarını da) onu hak eden fakirlere (verdiler.)
Onun bunun malınıbirer bahane ile meselâ faiz sûretiyle almak değil, kendi öz mallarının bir kısmını bile fakir dindaşlarına vermek fedakârlığında bulundular (İşte onlar için) böyle Allah rızası için güzel amellerde bulunanlar için kerem ve merhamet sâhibi olan (rableri katında) dünya ve âhirete ait (mükâfatları vardır.) Bu yüzden ne büyük nîmetler ve lütuflar elde edeceklerdir.
(Ve onlar için) dünyada ve âhirette (hiç bir korku yoktur.) Gelecekte hoşlanmayacakları bir şey ile karşılaşmayacaklardır. (Ve onlar mahzun da olmayacaklardır.) Her sevdikleri güzel, meşru şeylere kavuşacaklardır, onların kaybı ile hüzünlü ve kederli olmayacaklardır. Ne büyük bir ilâhî müjde!.
278. Ey imân edenler! Allah Teâlâ’dan korkunuz, ribadan geri kalanı terkediniz, eğer siz mü’min kimseler iseniz.
278. Bu âyeti kerime, hakikî mü’minlerin Allah Teâlâ’dan korkarak onun emirlerine, yasaklarına itaat edip boyun eğeceklerini gösteriyor.
Şöyle ki: (Ey imân edenler) ey İslâm ile şereflenenler (Allah Teâlâ’dan korkunuz) onun kudret ve yüceliğini, yaratıcılığını ve kendisine ibâdet edilmeğe lâyık olduğunu düşünerek kalben titreyiniz, onun emirlerine muhalefetin ne kadar cezaları celbedeceğini tefekküre dalarak ruhunuzu uyandırınız. Bu cümleden olmak üzere (ribadan gerî kalanı terkediniz.)
Vaktiyle borç vermiş olduğunuz şeylerden dolayı faiz nâmına ve alacağınız kalmış ise artık bu ilâhî emrin gelmesinden sonra borçlulardan atmayınız, onları bırakınız. (Eğer siz) hakikaten (mü’min) Allah’ın emrine itaat eden (kimseler iseniz.) Allah Teâlâ’dan korkan, ciddî surette mü’min bulunan bir kula lâzım olan böyle yapmaktır.
279. Eğer böyle yapmazsanız Allah Teâlâ ile Rasûli tarafından bir harb malûmunuz olsun ve eğer tövbe ederseniz sizin için ana sermayeniz vardır. Ne zulüm edersiniz ne de zulme uğrarsınız.
279. Bu âyeti kerime de ribadan kaçınmayanlar hakkında en büyük tehdidi içermektedir. Şöyle ki: Ey mü’minler!. (Eğer böyle yapmazsanız) yani Allah Teâlâ’dan korkup faizden alacağınızın kalanını borçlulara terketmezseniz (Allah Teâlâ ile Rasûli tarafından bir harb malûmunuz olsun.)
Siz Cenab’ı Hak’ka ve onun Resûlüne isyan etmiş, onların emirlerine muhalefette bulunmuş, bu cihetle mahv olmayı ve cezalandırılmayı hak etmiş olursunuz. Hakkınızda şer’î cezaların uygulanması gerekir. (Ve eğer) ribanın haramlığını bilip onu terkeder ve evvelce yapmış olduğunuz bir ödüncün kalan faizini borçluya bırakıp almaz da bundan dolayı (tövbe ederseniz) kendinizi cezadan kurtarmış olursunuz. Bu halde (sizin için ana malınız vardır.) Borçludan ancak bunu alabilirsiniz.
Artık siz (ne zulm edersiniz) ne başkasının malını tam bir karşılığı olmadığı halde almış bulunursunuz. (Ne de zulme uğrarsınız) ana paranızı alacağınız cihetle zulme de uğramış olmazsınız. Adâlet ve eşitliğe bu suretle uyulmuş olur.
§ İbni Abbas Hazretleriden rivâyet olunduğuna göre en son nâzil olan,ribâ ayetidir. Evvelce Â-li Imran sûresindeki
âyeti kerimesi nâzil olmuş ve ondan sonra mutlak olarak ribanın haram olduğunu bildiren âyeti celile nâzil olmuştur ki, Mekke-i Mükerreme’nin fethi zamanına tesadüf etmektedir. Bu sıralarda idi ki
= Bugün sizin için dininizi tamamladım… (Maide, 5/5.) âyeti kerimesi de nâzil olmuş,İslâm dininin mükemmellikte doruk noktaya ulaştığı bildirilmişti. İşte ribanın büsbütün yasaklanması da böyle bir mükemmelliğin neticesi olmuştur.
§ Bütün tefsirlerde açıklandığı üzere:
âyetindeki
kaydı, -bilimsel ifadesiylebir kaydi ihtirâzî değil, bir kaydî vukuîdir (Yani ilerisi için düşünülen bir kayıt olmayıp bizatihi olayın yapıldığını gösteren bir kayıttır.) Cahiliye zamanında ekseriyetle uygulanan ribanın uygulanış tarzını ifade etmektedir.
Şöyle ki: Bir kimse bir şahsa meselâ bir sene müddetle yüz lira borç verir, on lira da faiz kordu, müddeti sonunda bu para verilmedi mi, tekrar bir sene daha müddet verir ve o faiz ile yüz liraya tekrar o oranda bir faiz tâyin ederdi. Böyle seneler geçtikçe borcun ve faizin miktarı kat kat olurdu. İşte böyle bir durum yükselen bir faizden müslümanlar men edilmiş, bunun insanlık şianna muhalif olduğuna işaret edilmiştir. Sonra mutlak olarak ribanın haramlığı:
Tevbe ederseniz ana malınız sizindir (Bakara, 2/279)
Allah alış verişi helâl kıldı. Faizi haram kıldı… (Bakara, 2/275)
gibi âyeti kerime ile kat’î surette açıklanmıştır. Maamafih az görülen bir takım fâizlerde müddetlerinin uzaması ve peş peşe gelmesi neticesinde kat kat artacağından onlar da kat kat artan fâiz mahiyetini almaktadır. Binaenaleyh böyle bir muamele bir çok hikmet ve faydadan dolayı kat’î sûrette yasaklanmış bulunmaktadır.
§ Ribanın yasaklanmasındaki hikmetler:
1-Evvelâ: Şunu arzedelim ki, dinen yasaklanan bir şeyin faideden büsbütün uzak olması lazım gelmez. Fakat zararı faidesinden fazla olduğu için yasaklanmış olur. Nitekim şarabın, Kumarın yasaklanmasıhakkındaki ayeti kerime bunu ifade etmektedir. İşte riba da böyledir. Bir miktar para faiz sebebiyle artar, sahibi için bir gelir kaynağı olabilir.
Ondan başkalarıda istifade ederek iktisat sahasında bir kalkınma meydana gelebilir. Fakat böğle az çok ribanın caiz görülmesi durumunda ortaya çıkan ahlaki, içtimai, iktisadi sakıncalar daha mühim olduğundan onun düşünülen o cüz’i menfaatleri bu uğurda feda edilmiştir.
2- Riba muamelesi, birçok kimselerin iktisadi faliyetlerini azaltır. Faiz ile geçimlerini temin etmek isterler. İş alanına atılmazlar. Böyle riba yolu ile elde edecekleri bir paraya itimat ederek ticaretle ve sair faideli işlerle uğraşmaya nihâyet vermiş olurlar Böyle bir hareket ise ferdî ve içtimaî bir zarardır.
3 – Ribâ muamelesi, birçok kimseleri de ağır bir yük altında bırakır. Borç aldıkları paraları lüzumsuz yere sarfederler, tekrar ihtiyaçlar içinde kalırlar, karşılığında bir şey kazanamadıkları halde bu yüzden bir çok şeyleri, meselâ: Rehin bıraktıkları evleri de ellerinden çıkar. Onların telâfisi mümkün olamaz.
4 – Ribâ muamelesi, sosyal yardım vazîfesine aykırıdır, İslâm milleti arasında bir sevginin, bir dayanışma ve yardımlaşma muamelesinin cereyanı büyük bir vazifedir Faiz meselesi ise çok kere bu vazifenin ortadan kalkmasına sebebiyet verir. Bu açıdan da genel olarak ribanın haram kılınması, içtimaî faziletlere kefil olan dinî hikmetin icaplarından kabul edilmiştir. Borç alan bir kimse, her halde ihtiyaç içinde bulunmak tadır artık böyle muhtaç bir kimseden bilahara fazla bir şey almak insanlığa aykırı görülmez mi?
5 – Ribâ muamelesi, çok kere borçlunun huzurunu bozar, faiz vermek endişesiyle üzülür durur. Bazanda alacaklıya karşı gücenmesine yol açar, aralarında eski güven ve sevgi kesintiye uğrar. Binaenaleyh kat’î olarak lüzum görülmedikçe “karzi hasen suretiyle de olsa borç bir şey almamalıdır. Fakat muhtaç olanlara “karzı hasen” suretiyle yardımda bulunmak, vakti ve durumu yerinde olanlar için güzel bir vazifedir. Bu yardım fakirlere sadaka vermekten daha ziyâde sevaba vesîle olabilir. Çünkî borç alan kimsenin her halde bir ihtiyacı vardır. Halbuki bazen fakir zannedilerek kendisine sadaka verilen bir şahıs, haddizatında fakir olmayıp sadakaya ihtiyacı olmayabilir. Böyle bir kimsenin kendisini fakir gösterip sadaka alması ise insanlığa aykırıdır; nîmete kars nankörlüğü ve uhrevî mesuliyeti gerektirmektedir.
6 – Ribâ muamelesinin câiz görülmesi, fakirlerin aleyhine olarak zenginlere büyüt bir selâhiyet vermektir ki, bu da adalete, fakir ve düşkünlere yardım vazîfesine aykırıdır. Halbuki, İslâm dini, bir merhamet ve insanlık dinidir, fakirlerin yardımın; koşulmasını emretmektedir. İşte zekât meselesi ve borcun borçluya bağışlanması da bu İslâm merhametinin güzel bir görüntüsüdür.
Burada hatıra gelen bir mesele vardır. Şöyle ki: Bir zat, elindeki malları faiz almak suretiyle artıramadığı halde bunların her sene zekatını verirse bunları büsbütün elinden çıkarmış olmaz mı? Evet! Bu bir iktisadi görüşle doğru görülebilir. Fakat daha iyi düşünülürse bir miktar servetin senede kırkta birini vermekle o servet hali üzerekaldığı takdirde ancak kırk senenin sonunda elden çıkmış olacaktır. Halbuki bu müddet içinde o servetin meşru surette artması için bir çok iktisadi yollar bulunabilir. Bir ticaret şirketine ortak olmak gibi.
7 – Riba meselesi, dinen yasak olduğu gibi emniyeti, itimadı, meşru ticaret muamelelerini bozacak ahlak dışı hallerde hukuken haram bulunmuştur. İslam dininin feyzinden yararlanan bir millet için yalnız riba hususunda değil bütün içtimai , iktisadi, ahlaki hususlar da İslâmiyetin uyarı ve irşadlarına riâyet etmek gerekir. Bu hususlara riayet edecek bir sosyal toplum arasında ise paranın meşru şekilde artırılması için bir çok çareler bulunabilir. Meselâ: Elde bulunan bir miktar para meşru bir ticaret şirketinde sermaye olarak kullanılabilir. Bundan alınacak kâr, hissedarlar arasında belirli bir oran dahilinde dağıtılabilir. Böyle bir kâr, ise ribâ yolu ile alınacak bir kardan elbette daha fazla ve daha bereketlidir.
Gerçekten bugün; bir sosyal toplum, bir iktisadî müessese, bu hususları gözetici olmayabilir. Fakat böyle bir topluluğun, bir müessesenin bu esaslara riayet etmemesi düşüncesiyle yüce gayelere yönelik olan kutsî hükümler, hikmet dairesinden çıkarılmış bulunamaz. Diğer bir ifâde ile kutsî hükümler, bir sosyal toplumun, bir müessesenin keyfî eğilimlerine ve muamelelerine değil, belki o kurul, o müessesenin o yüce hükümlere tâbi olması, ona göre hayatını tanzim etmesi icabeder. Aksi takdirde ortaya çıkacak faydasız sonuçların mesuliyeti o kutsal hükümlere değil, o topluma, o müesseseye ait olur.
8 – Ribâ muamelesi hususunda şunu da düşünmelidir ki, dinimizin kutsî hükümleri tam bir adâlet, ihsan ve eşitlik üzerine kurulmuştur. Binaenaleyh alınacak borç paradan istifade etmek çok kere kesin olmayıp düşünce ve hele ihtimal dâiresi içerisinde bulunduğu halde, karşılığında verilecek fâiz muhakkak olduğundan, böyle hayalî ve muhtemel bir şey karşılığında muhakkak bir şeyin verilmesini zorunlu görmekle İslâmiyetin her vesîle ile hedef kabul ettiği adâlet, ihsan ve eşitlik prensibine muhalefet edilmiş olur.
9 – Ribâ muamelesinin haram olmasında yine bir çok hikmetler olabilir. Biz bunların hepsini idrak edemeyiz. Fakat biliriz ki, Cenâb-ı Hak, bilici ve hikmet sahibidir. Her neyi emretmiş ve yasaklamış ise onun mutlaka bir hikmeti vardır, velevki, biz o hikmeti idrâk etmiyehm. Bizim vazifemiz, o ilâhî emir ve yasağa riâyet etmektir. Bizim itaatkâr birer kul olduğumuz bu sûretle ortaya çıkar, biz bu sâyede sevap ve mükâfata ulaşırız. Artık öyle bir hikmetin bizce meçhul olması da, bir hikmet olmuş olmuyor mu?
§ “Şu da malumdur ki, bir çok kimseler, mâneviyatı, dinî hükümleri hikmetleri lâyıkiyle takdir edemezler. Gözleri her işin Görünen tarafına çevrilmiş bulunur, maddî artış yerine meşru olan bir satış sûretiyle bir fâide temin edilmiş olur. Buna: “Hile’i şer’iye” denilmiştir ki, dinî bir çare, bir kurtuluş vesilesi demektir. Malumdur ki, bir akit çeşidi ile câiz olmayan bir muamele, diğer bir suretiyle yapılacak bir akit vesilesiyle câiz olabilir.
Bunun örnekleri mevcuttur. Hattâ bu şekilde muamele yapanlar ribadan kaçınmış olacakları için İmam Yusuf a göre sevap da almış olurlar. Evet! Bunlar”karzı hasene” bağlı olmak üzere usulü dairesinde meşru bir satış muamelesi yapıyorlar. Aslında borç mes’elesi bulunmadığı halde de bir kimse başkasının bir malını kendi rızasıyle gerçek kıymetinden fazla bir bedel ile satın alabilir. Bu sûretle o malın sahibine bir iyilikte bulunmak isteyebilir. Bu, meşrû, insanî bir muameledir.
Velhâsıl: Bunlar, karzı hasene bağlı olmak üzere usulü dairesinde meşrû bir satış akdediyorlar, bu sâyede kendilerini faizden koruyarak muamelelerine meşru bir şekil veriyorlar ve bu yolla faizden kurtulup affa uğrayacaklarını ümit ediyorlar. Maamafih bu tarzdaki bir satış muamelesi, imami Muhammed’e göre güzel bir yol değildir. Bundan da kaçınmak, ihtiyata daha uygundur. Doğrusunu en iyi Allah bilir. Şunu da ilâve edelim ki: Ribâ muamelesi, pek fazla sorumluluk gerektirir.
Binaenaleyh ribâ olduğu açıkça bilinen şeylerden kaçınmak bir vazife olduğu gibi, kendisinde ribâ şüphesi bulunan şeylerden kaçınmak da lâzımdır, bir ihtiyat icabıdır. Nitekim bu hususta bir çok hadisi şerif vardır. Yasak bir bölgeye girmek değil, onun civarına da yaklaşmamalıdır ki içine düşmek ihtimali bulunmasın. Mutlu bir hatıraya iâhip olmak mümkün olsun. Fâni bir varlık için ebedî hayatı tehlikeye düşürmek, akıl kırı mıdır? Artık pek ihtiyatlı hareket etmek, gerekmektedir…
280. Ve eğer yoksul ise o halde genişlik zamanına kadar beklemelidir. Ve eğer bağışlar iseniz sizin için hayırlıdır. Eğer bilirseniz.
280. Bu âyeti kerime borçlular hakkında gösterilecek en insanî bir vâzifeyi bizlere beyan buyuruyor. Şöyle ki: Borçlu olan kimse, borcunu muayyen olan müddetle ödemelidir. Yapılan sözleşmelere riayet lâzımdır. (Ve eğer) borcunu böyle vaktinde ödemeye hali müsait olmayıp (yoksul) bir durumda bulunur (ise o halde) onun (genişlik zamanına) borcunu verebilecek bir şeye sâhip olduğu vakta (kadar) mühlet vermeli (intizar etmelidir.) Bu bir ictimâî yardımdır, sevaba vesiledir.
(Ve eğer) o alacağınızı o zavallı borçluya (bağışlarsanız) bu bağışlama (sizin için hayırlıdır) ona mühlet vermekten daha iyidir, daha çok sevaba vesiledir. O biçare borçluyu üzüntüden kurtarmış olursunuz. (Eğer bilir iseniz) böyle bir bağışlamanın mühlet verekten daha hayırlı olduğunu bilir, takdir ederseniz öyle yapınız, büyük bir insaniyet gösteriniz, sevaba, uhrevî mükâfata fazlasiyle nâil olunuz.
281. Ve o günden korkunuz ki, o günde Allah Teâlâ’ya döndürüleceksinizdir. Sonra herkese kazanmış olduğu tamamen verilecektir. Ve onlara zulmedilmeyecektir.
281. Bu âyeti celile de insanlığı uyanıklığa ve âhiret hayatını temine dâvet etmektedir. Şöyle ki: Ey insanlar! dünyevî işlerinizi, alış verişlerinizi meş’ru bir şekilde yapınız. (Ve o) âhiret (gününden) kıyamet gününden (korkunuz ki, o günde Allah Teâlâ’ya) onun yüce mahkemesinde onun mânevî huzuruna (döndürüleceksinizdir.) Orada muhasebeniz yapılacaktır. (Sonra herkese) dünyada iken (kazanmış olduğu) iyi veya kötü amellerinin mükâfat ve cezası (tamamen verilecektir.)
Haklarında ilâhî adalet tecelli edecektir. (Ve onlara zulm edilmeyecektir.) Güzel amelleri noksanlaştırılmayıp çirkin amelleri de artırılmayacaktır. Ebedî azaba uğrayacaklar da kendilerinin dünyadakikötü amellerinin, devamına kararlı oldukları çirkin itikatlarının cezasına uğramış olacaklardır. Fakat Cenâb-ı Hak mü’min kullarına güzel amellerinin kat kat üstünde sevaplar ihsan buyuracaktır ki, bu da sırf O’nun ilâhî bir lütfudur. Artık insanlar daha dünyada iken güzel itikafta, güzel amelde bulunmalı, âhiret hayatını daima gözü önünde tutmalı, orası için hazırlıklı bulunmaya çalışmalıdır.
§ İbni Abbas radiyallahü tealâ anhdan rivayet olunduğuna göre bu âyeti kerime, en son nâzil olan bir âyeti celiledir. Veda haccı esnasında Rasûli Ekrem hazretleri Arafatta vakfede iken
Bugün sizin için dininizi tamamladım. Maide 5/51)
âyeti kerimesi nâzil olmuş; Hz. Peygamber’in peygamberlik vazifesinin tamamlanmış olup âhirete teşrif edeceklerine işaret olunmuştu.
Sonra da işbu
âyeti celilesi nâzil olmuş, bundan sonra peygamber efendimiz yirmi bir gün veya seksen bir gün, veya yedi gün ve diğer bir rivayete göre de üç saat kadar yaşamış, sonra âhiret âlemine teşrif etmiştir. Sallallahü tealâ aleyhi vesellem..
282. Ey mü’minler! Belirli bir vakte kadar bir borç ile borçlandığınız zaman onu yazınız ve bir kâtip, onu aranızda adilce bir şekilde yazıversin. Ve Kâtip Cenâb-ı Hak’kın ona öğretmiş olduğu gibi yazmaktan kaçınmasın, yazsın. Ve hak kendi üzerinde bulunan kimse, yazdırsın. Ve Rabbi olan Allah Teâlâ’dan korkusundan ondan bir şey eksiltmesin. Ve şayet borçlu şahıs, aklı ermez veya zayıf veya doğruca yazdıramayacak durumda bulunursa onun velisi adalet üzere yazdırıversin. Ve sizin erkeklerînizden iki kişiyi de şahit tutunuz.
Ve o iki şahit erkek olmazsa şahitliklerine razı olacağınız kimselerden bir erkek ile iki kadını şahit tutunuz. Bu iki kadından biri unutacak olursa ona diğeri hatırlatsın. Şahitler de dâvet edildikleri zaman kaçınmasınlar. Siz de az olsun, çok olsun onu vadesine kadar yazmaktan üşenmeyiniz. Böyle yapmanız. Allah katında adalete daha uygun, şahitlik için daha kuvvetlidir.
Ve şüpheye düşmemeniz için daha yakın bir sebebtir. Meğer ki aranızda hemen devredeceğiniz hazır bir ticaret muamelesi olsun. O halde bunu yazdırmadığınızdan dolayı sizlere bir günah yoktur. Ve alım satım yaptığınız vakitte de şahit tutunuz. Kâtip de, şahit de zararlandırılmasın. Ve eğer yaparsanız, şüphe yok ki bu sizin için bir kötülüktür. Ve Allah Teâlâ’dan korkunuz. Ve Yüce Allah sizlere öğretiyor. Ve Yüce Allah herşeyi hakkıyla bilir.
282. Bu âyeti kerime, meş’ru şekilde yapılacak borçlar ve ticarî muameleler hakkında riayet edilecek usulü ve âdil Katip ile şahitler hakkındaki lâzım gelen vazifeleri bildirmektedir. Şöyle ki: (Ey mü’minler) aranızda (belirli bir vakte kadar bir borç ile borçlandığınız) meselâ: Ödünç alıp verdiğiniz, veya “selem” yoluyla yani peşin para ile veresiye mal sattığınız (zaman onu) o borcu müddetiyle beraber (yazınız.) Çünkü bu bir belgedir. İlerde ihtilâf ve anlaşmazlık çıkmasına mânidir.
Maamafih bunu yazmak, müstehaptır yoksa her halde vacip değildir. (Ve bir kâtip, onu aranızda adilce bir şekilde yazıversin.) Eksik veya noksan olarak yazmasın, açık anlaşmazlığa mani bir tarzda kaleme alsın. Bir tarafı tutmasın, (Ve kâtip, Cenab’ı Hak’kın ona öğretmiş) lütûf ve keremiyle ona yazma kabiliyetini vermiş (olduğu gibi yazmaktan kaçınmasın.) Cenâb-ı Hak’kın kendisine verdiği bu kabiliyetin bir şükür ifadesi olmak üzere bunu yazmaktan kaçınmasın da öylece (yazsın.)
Eğer başka yazacak kimse bulunmazsa bunu yazmak o kâtip için bir vazife olmuş olur. Birçok borç muamelelerini yazdırmaya ihtiyaç görülmektedir. Bunun içindir ki, birçok yerlerde birer noter daireleri mevcuttur. (Ve) bu husustaki belgeyi, senedi (hak) borç (kendi üzerinde bulunan kimse yazdırsın) çünkü borçlu olan odur. Onun ikrarı lâzımdır. İnkârı durumunda aleyhinde şahitlik edilecek olan da odur.
(Ve Rabbi olan Allah Teâlâ’dan korksun da ondan) o haktan, o aleyhine yazılacak borçtan (bir şey eksiltmesin) noksan ikrar ve itirafta bulunmasın. (Ve şayet borçlu şahıs: Aklı ermez) noksan akıllı, mübzir = malını boş yere sarfeder bir kimse ise (veya zaif) çocuk veya ihtiyar, aklî dengesi bozulmuş ise (veya doğruca yazdıramayacak durumda bulunursa) meselâ, dilsiz veya ifade edemeyecek bir halde ise (onun velisi) babası, vasisi veya işlerine usulen tâyin edilmiş olan vekili veya tercümanı (adalet üzere yazdırıversin.) Yazılacak bölgede bir noksan,bir fazlalık bulunmasın. (Ve) ey müslümanlar!.
(Sizin erkeklerinizden iki kişiyi de şahit tutunuz) bu şahitlerin akilbaliğ, hür, müslüman ve töhmetten berî olmaları lâzımdır. Borçlu, gayri müslim ise şahitlerin de gayrimüslim olması câizdir. (Ve o iki şahit erkek olmazsa şahitliklerine razı olacağınız) şahitliklerini hoş göreceğiniz, şahitliklerine itimat edeceğiniz (kimselerden bir erkek ile iki kadını şahit tutunuz).
Bunların şahitlikleri mal, hususunda ve hanefiyyeye göre cezalardan başka diğer hususlarda da câizdir. İslâm hukukçularından bazılarına göre de malın dışındaki hususlar iki erkeğin şahitliği olmadıkça sâbit olamaz, İmam Şafîye göre ise kadınların daha ziyade bilecekleri hususlar meselâ: Doğurma, süt emzirme, dulluk, süyubet, bekâret gibi şeyler bir erkek ile iki kadının şahitliği ile sâbit olacağı gibi dört kadının şahitliği ile de sabit olur. (Bu iki kadından biri unutacak olursa ona) hadiseyi (diğeri hatırlatsın) yani; Bu iki kadından biri şahiti olduğu malî bir muameleyi geçici olarak unutmuş olursa diğeri ona hatırlatır.
Yoksa yalnız diğerinin haber vermesine binaen şahitlikte bulunamaz, bunu şahitlikten evvel olduğu gibi kendisinin de hatırlaması lâzımdır. (Şahitler de dâvet edildikleri zaman) gelip şahitlikle bulunmadan (kaçınmasınlar) şahitliklerini saklayarak bir hakkın zayi olmasına sebebiyet vermesinler.
Şayet şahitler, mahdut olup şahitlikle bulunmadıkları takdirde bir hak zâyi olacak ise onlar için şahitlikte bulunmak bir farz olmuş olur. (Siz de) Ey kâtiblerî. (Az olsun çok olsun onu) o borcu, ona ait belgeyi (vâdesine kadar) ne müddetle borç verilmiş olduğunu, onun diğer şartlarını (yazmaktan üşenmeyiniz.)
Hattâ bunları defterlere kaydetmek de pek uygundur. (Böyle yapmanız) borçları öyle detaylı olarak yazmanız (Allah katında adalete daha uygun, şahitlik için daha kuvvetlidir.) Daha sağlamdır, daha faidelidir. (Ve şüpheye düşmemeniz için daha yakın bir sebeptir.)
Artık o borcun miktarı ve müddeti hususunda tereddüde mahal kalmamış olur. (Meğer ki, aranızda hemen) elden ele (devredeceğiniz hazır bir ticaret muamelesi olsun) satılan şey ile bedeli, hazır ve teslimleri peşin olsun (O halde bunu yazdırmadığınızdan dolayı sizlere bir günah yoktur) fakat mümkünse yazılması daha iyidir.
(Ve alım satım yaptığınız vakitde de şahit tutunuz) bu muameleyi gizlice değil, açıkça yapınız, tâ ki ilerde bir inkâra meydan kalmış olmasın. (Kâtip de, şahit de zararlandırılmasın) yazma ücreti var ise verilsin, şahitler uzak yerlerden getirilecek ise onların da yol masrafları ödensin, onlar ikide bir işlerinden, güçlerinden alıkonulmasın.
(Ve eğer) bunu yaparsanız) kâtibi de, şahitleri de zarara sokarsanız (şüphe yok ki, bu sizin için bir kötülüktür) bir günahtır, Allah’ın emrine karşı gelmektir. Bunun mânevî zararı size aittir. (Ve Allah Teâlâ’dan korkunuz) onun emirlerine, yasaklarına muhalef etten sakınınız. (Ve Yüce Allah sizlere öğretîyor) bu gibi içtimaî, iktisadî meseleleri sizlere bildiriyor. Bunların bir adalet, bir intizam dairesinde cereyanını temin edecek şeyleri sizlere bu kitabı mübin vasıtasiyle anlatıyor ve bildiriyor. (Ve Yüce Allah herşeyi hakkıyla bilir.)
Bu emrettiği, yasakladığı şeylerin lüzumunu, hikmetini bildiği içindir ki, sizlere tebliğ ediyor. Artık sizin vazifeni;? de bunlara riayet etmektir. Evet!. Cenâb-ı Hak, İlim ve hikmet sahibidir, kulları hakkında şefkatli ve merhametlidir. Bizlere Yüce Peygamberi ve Kur’ân’ı Kerim vasıtasiyle en doğru yolları göstermiştir.
Meşru şekildemal kazanmayı ve bu malları meşru şekilde muhafaza etmeyi ve artırmayı bizlere emir ve tavsiye buyurmuştur. Tâ ki: İktisadî hayatımızı meşru şekilde kalkındıralım, hayatımızı tanzim edip rahatça yaşayabilelim, bu mallarımızdan fakir ve düşkünlere yardım ederek dua ve sevap kazanalım. Ribâ gibi zararları faidesinden çok olan şeylerden kaçınalım, züht ve takvadan ayrılmayıp dünyamızı da ahretimizi de kazanmaya muvaffak olalım
§ Şahitliğin mahiyeti: Şahitlik, bir kimsenin bir şahısta olan hakkını isbat için “şahitlik ederim” lâfzıylâ hâkimin huzurunda ve davalının yüzüne karşı doğruyu söylemektir.
“Bu davacının bu davalı da borç olarak şu kadar alacağı olduğuna şahitlik ederim” denilmesi gibi. Böyle bir haberi verene şahit denir. Lehine şahitlik edilen kimseye “meşhudünleh” ve aleyhine şahitlik edilene “meşhudunaleyh” şahitlik edilen hususa da “meşhudunbih” denilir. Şahitliklerin Önemi:
§ Şahitlik sebebiyle birçok haklar korunmuş, cemiyet hayatında adalet ve intizam temin edilmiş bulunur. Bunun içindir ki, şahitlerin özelliklerine de çok dikkat etmek icap eder. Tâ ki: Hakikate aykırı şahitliklere meydan verilmemiş olsun.
Binaenaleyh müslümanlar arasında meydana gelecek şahitliklerde şahitlerin büluğ çağına ermiş, akıllı, müslüman töhmetten beri olmaları şarttır. Müslüman kadınların şahitliklerine gelince, İslâm hukuku, sırf hikmet ve menfaat olduğundan bu hususta onların şahitlik alanlarını hikmetin gereğine göre tâyin buyurmuştur. Malumdur ki, kadınlar genel olarak erkekler kadar muameleler ile meşgul değildirler.
Onlar gördükleri muameleleri erkekler kadar hatırlarında tutacak bir durumda bulunmazlar. İçlerinde hâfızaları daha kuvvetli olanlar bulunabilir. Fakat hüküm çoğunluğa göredir. Kadınların zihinleri o gibi şeyler ile fazla alâkadar olmaz. Binaenaleyh kadınların kısas, zina cezası gibi hususlarda şahitlikleri aslâ makbul olmadığı gibi diğer birçok muamelelerde yalnız kadınların veya bir erkek ile bir kadının şahitliği de makbul değildir.
Kadınlar, ekseriyetle kendi evlerinde yaşayıp dışardaki işler ile meşguliyetler! bulunmadığı ve çok kere hislerine mağlûp olup bir hadiseyi olduğu gibi görebilemiyecekleri cihetle onların yalnız başlarına şahit olmaları uygun görülmemiştir.
Binaenaleyh malî işlerde de yalnız kadınların şahitlikleri câiz olmadığı gibi bir kadının bir erkekle beraber şahitliği de kâfi değildir. Belki bir erkekle beraber en az iki kadın şahitlikle bulunmalıdır. Bu hususta iki kadın bir erkeğe denk olur ve bu iki kadından biri hadiseyi geçici olarak unutmuş olursa diğeri ona hatırlatır. Şu kadar var ki, yalnız kadınların bilecekleri bazı hâdiselerde onların da yalnız başlarına şahitlikleri kabul edilir. Velevki bir kadın olsun.
Meselâ: Bir çocuğun hangi bir kadından doğmuş olması, bir kadın ebenin şahitliği ile de sabit olabilir. Çünkî bunu en ziyade kadınlar bilebilirler. Aynı şekilde: Kadınlar hamamında bir kadın öldürülecek olsa yalnız diyeti alınmak için buna kadınların şahitlikleri kabul edilir. Şu kadar var ki, bununla kısas icra edilemez. Ceza hususunda kadınların şahitlikleri bütün müctehitlere göre câiz değildir.Kısacası: Sırf hikmetten ibaret olan İslâm hukuku, şahitlik hususuna çok ehemmiyet vermiş kamu hukukunun korunması için en uygun hükümleri koymuştur.
283. Ve eğer siz bir sefer üzerinde iseniz ve bir yazıcı da bulamaz iseniz alınan rehinler kifayet eder. Fakat bazınız bazınıza emin olursa kendisine emniyet olunan, emaneti ödesin. Ve Rabbi olan Allah Teâlâ’dan korksun. Şahadeti de gizlemeyiniz. Onu kim gizlerse şüphe yok ki, onun kalbi günahkârdır. Ve Allah Teâlâ sizin yapacağınız şeyleri bilir.
283. Bu âyeti kerime, borçların rehinler ile de emniyet altına alınacağını ve şahitliğe önem vermek gerektiğini göstermektedir. Şöyle ki: Ey borç alıp vermek isteyenler!. (Ve eğer siz bir sefer üzerinde iseniz) yani yolcu bulunuyorsanız veya sefere yönelmiş iseniz (ve bir yazıcı da bulamaz iseniz) bir borç senedi yazacak bir kâtibiniz de yok ise (alınan rehinler -kifayet eder-) bununla yetinebilirsiniz.
Bu rehin alınması, dinen uygundur ve malların korunması için faidelidir. özellikle birçok kimseler, sözlerinde durmuyorlar, borçlarını vaktinde vermiyorlar, bu gibi kimselerin yüzünden bazı zatlar, faizsiz borç vermek suretiyle iyilikte bulunmaktan çekiniyorlar. Rehin verilmesi ise bu gibi ödünçlerin verilmesine, sebep olur. Bu hususta bir güven vesilesi olur. Binaenaleyh sefer halinde bulunulmasa da yine rehin alınması câizdir.
(Fakat bâzınız bâzınıza emin olursa) borç verecek kimse, borçlanacak kimse hakkında iyi niyet besler, borcunu ödeyeceğine kanaat getirirse artık rehin almayabilir. Bu halde o (kendisine emniyet olunan) borçlu (emaneti) üzerindeki borcunu alacaklıya (ödesin) gördüğü iyiliğe karşı, hiyanette ve savsaklamada bulunmasın, bu insaniyet onuruna aykırıdır.
(Ve rabbi olan Allah Teâlâ’dan korksun) hakkı inkâr etmesin, emânet hukukuna riayetsizlik göstermesin, bunun büyük bir günah olacağını düşünerek Allah’ın azâbına uğramaktan kendisini korusun. Ey şahitler!. Ey borçlular!. (Şâhitliği de gizlemeyiniz) şahadetten kaçmayınız, şahitler şahadette bulunacakları gibi borçlular da kendi aleyhlerinde şahitlikte bulunarak borçlarını itiraf etmelidirler.
(Onu kim gizlerse) şahitliği ve borcu kim gizler ve inkâr eylerse (şüphe yok ki, onun kalbi günahkârdır) bu haksız muamelesi, bir kasde bağlı bir kötü düşünce mahsulü olacağından günahı da o derece büyüktür. (Ve Allah Teâlâ sizin yapacağınız şeyleri bilir) sizlerin borcu inkâr veya şâhitliği gizlemenizi ve bütün fiil ve hareketlerinizi tamamen bilir ona göre mükâfat ve cezâ verir. Artık bunu düşünüp de işlerinizi buna göre tanzim ediniz.
§ Deyin = Borç: Ödünç alma, harcamada bulunma, satın alma, kefil olma gibi bir sebeple zimmette, yani: Bir şahsın üzerinde sabit olan şeydir. Meselâ: Borç alınan on lira, bir dey indir. Bin liraya veresiye olarak alınan bir evin bu bedeli de bir deyindir. Başkasının tartılan veya ölçülen cinsten bir malını tüketme neticesinde tüketenin ödemesi gereken o kadar tartılır veya ölçülür bir mal da bir borçtur. Meselâ: Birisinin on kile buğdayı telef edilse telef edenin on kile buğday vermesi kendisine bir borç olmuş olur. Borç verene “dâin” borç alana da “medyun” denilir.
§ Rehin: Lûgatte sabit, daim demektir ve bir şeyi her hangi bir sebebden dolayı hapsetmek ve alıkoymaktır, İstilâhta: Bir malı ondan tamamen veya kısmen ödetilmesi mümkün olan bir hakkı, mal karşılığında o hak sâhibinin veya başkasının elinde gönül rızasıyla hapsettirmek ve alıkoymaktır. Böyle hapsedilen mala “merhun” da denilir. Rehin veren borçluya “rahin” ve hak sâhibi sıfatiyle rehin alan kimseye de “mürtehin” denilir. Bir hakkın ödetilmesini temin etmek için rehin almaya da “irtihân” denilmektedir.
284. Göklerde olanlar da, yerde bulunanlar da bütün Allah’ındır. Ve siz nefisinizde onları açıklasanız da veya gizleseniz de Allah Teâlâ sizî onunla hesaba çekecektir. Artık dilediği kimseyi mağfiret eder, dilediğine de azab eder ve Allah Teâlâ her şeye pek ziyade kadirdir.
284. Bu âyeti kerime, Allah’ın saltanatının genişliğini gösteriyor. Cenab’ı Hakkın bütün âlemlerde meydana gelen olayları bildiğini ve bunlara kadîr olduğunu bildirerek insanlığı uyanmaya dâvet buyuruyor.
Şöyle ki: (Göklerde olanlar da, yerde bulunanlar da bütün Allah’ındır.) yani: Göklerde, yerlerde, bunların içinde ve dışındaki bütün varlıklar da tamamen Allah Teâlâ’nın yaratıklarıdırlar, onun mülkünde ve tasarrufundadırlar. Bunlarda başkasının ortaklığı yoktur. (Ve siz nefsinizde olanları açıklasanız da, veya gizleseniz de Allah Teâlâ sizi onunla hesaba çekecektir.)
Güzel düşünenler bunun mükâfatını görecekleri gibi çirkin düşünenler de bunun cezâsını göreceklerdir. Fakat bir insan, kasdı, arzusu, tasdiki olmaksızın kalbine gelen şeytanî vesveselerden, kuruntulardan dolayı sorumlu olmaz. Çünkü bunlardan kalbi kurtarmak insanın kudreti dışındadır. Teklif ise insanın gücüne, kudretine maksat ve tasdikine göredir.
(Artık) Cenâb-ı Hak, (dilediği kimseyi) lütuf ve keremi ile (mağfiret eder) onun günahlarını affeder ve gizler (dilediğine de) ilâhî adâleti ve menfaat ve hikmet gereği olarak (azab eder) suçuna göre cezalandırır. (Ve Allah Teâlâ her şeye pek ziyâde kadirdir.) Binaenaleyh kullarının bütün gizli ve âşikâr fiil ve hareketlerini bilir, ona göre mükâfat ve cezâ verir, onun ilminden, kudretinden hiç bir şey dışarı çıkamaz. Artık ona göre herkes hareketini tanzime çalışmalıdır.
285. Peygamber, kendisine Rabbinden indirilene imân etti, mü’minler de hepsi de Allah Teâlâ’ya ve onun meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine imân etti. Biz Allah Teâlâ’nın peygamberlerinden hiç birinin arasını ayırmayız dediler. Ve biz dinledik, İtaat da ettik, mağfiretini dileriz. Ey Rabbimiz diye niyâz ettiler.
285. Bu âyeti kerime, dinin esaslarını olduğu gibi kabul edip kendisine imân ve itaat edilmesinin bir kulluk vazifesi olduğunu gösterir. Şöyle ki: o (peygamber) yani: Nebi ve Resullerin sonuncusu olan Muhammed Aleyhisselâm (kendisine Rabbinden indirilene) Kur’ân’ı Kerim’e onun bütün beyanlarına (imân etti.) Allah tarafından inen mukaddes bir kitap olduğunu bilip tasdik eyledi.
(Mü’minler de) o mukaddes kitaba Kur’ân’ı Kerim’e inanıp onu tasdik eylediler. Evet! (Hepsi de) Yüce Peygamber de onun ümmeti olan mü’minler de (Allah Teâlâ’ya) onun birliğine, yaratıcılığına, yüceliğine ve kudretine imân etti (Ve onun meleklerine) de imân edip onlar birer muhterem kul olup ilâhî kitaplarıpeygamberlere getirmeğe vasıta olduklarını ve diğer yüce hizmetlerini bilip tasdik eylediler ve Hak Tealâ’nın (kitaplarına) da imân ettiler.
Bunların halkı irşat, insanlığa vazîfelerini öğretmek ve bildirmek için Allah tarafından indirildiğini bilip itirafta bulundular. (Ve peygamberlerine) imân ettiler, bunların halkı aydınlatmak, onlara dinî hükümleri bildirmek ve öğretmek için Allah tarafından gönderilmiş bulunduklarını bilip tasdikte bulundular. Kısacısı Hz. Peygamber de, müminlerden her biri de bu gibi dinî esasları bilip bunlara (imân etti) ve bu güzel inançlarını (biz Allah Teâlâ’nın peygamberlerinden hiç birisinin arasını ayırmayız) diye göstermiş oldular.
Evet. Bütün peygamberler, nübüvvet bakımından hepsi de aynı yüceliğe sahiptir. Hepsi de Hak tarafından ilâhî dinî bildirmekle görevlendirilmiştir. Bu bakımdan aralarında fark yoktur. Ancak bir kısmına risalet verilmiş, yani ayrıca bir kitap, bir şeriat ihsan buyrulmuştur. Bunların bazısı bazısına Allah tarafından üstün kılınmıştır. Nitekim bizim peygamberimiz peygamberlerin sonuncusu, resûllerin en üstünüdür.
Fakat böyle bir üstünlük ciheti, onların esasen Allah tarafından gönderilmiş birer yüce peygamber olmak hususundaki birlikteliklerine engel değildir ve aralarında farklılık gerektirmemektedir. İşte mü’minler, bunların peygamberlik itibariyle aralarında bir fark olmadığını bilip tasdik ederler (ve bîz dinledik) Allah tarafından gelen emir ve yasakları anladık, (itaat da ettik.) Onlardaki emirlere, yasaklara boyun eğdik ve kabul eyledik. (Mağfiretini dileriz ey Rabbimiz!.) İnsanlık hali kusurlardan uzak olamayız. Kulluk vazifelerimizi yapmada kusur edebiliriz. (Diye niyâz ettiler.) Evet… Kulluğun şanına yakışan, acz ve küşüm itiraf ile Allah’ın mağfiretini niyâz etmektir.
286. Allah Teâlâ bir kimseye gücünden başkasını teklif buyurmaz. Herkesin kazandığı iyilik kendi lehinedîr. Ve kazandığı kötülük de kendi aleyhinedir. Ey Rabbimiz!.. Eğer unuttuk ise veya hatâ ettik ise bizi sorumlu tutma. Ey Rabbimiz! Ve bize bizden evvelkilere yüklemiş olduğun gibi ağır yük yükleme. Ey Rabbimiz! Bizim için kendisine takat bulunmayan bir şey de yükleme. Ve bizden af buyur ve bizim için mağfiret buyur ve bizlere merhamet kıl, sen bizim mevlâmızsın. Artık kâfirler olan kavim üzerine bizlere yardım et.
286. Bu âyeti celile de Cenab’ı Hakkın kullarına lütfen gösterdiği kolaylıkları kulların da o kerem ve rahmet sahibi olan Yüce Allah’a ne şekilde duada, yakarış ve niyazda bulunacaklarını bildiriyor. Şöyle ki: (Allah Teâlâ bir kimseye) kullarından mükellef bir şahsa (gücünden) kudret ve takatinin müsait olacağı şeylerden (başkasını teklif buyurmaz.) Bir ilâhî lütuf olmak üzere hakkınızda böyle meşakkatli şeyleri emretmez. Nitekim hasta bir kimse, bu halde oruç tutmakla veya fakir bir kimse, zekât vermekle mükellef bulunmaz. Ve (herkesin kazandığı iyilik kendi lehinedir) ibâdet ve itaatinden dolayı kendisi yararlanır.
(Ve kazandığı kötülük de kendi aleyhinedir.) Evet… Kötülüğü emreden nefsinin zorlamalarından dolayı işlediği ağır, gayri meşru kazancı da kendi aleyhine, kendi zararınadır. Artık her insan bunları düşünüp ona göre hareketlerini tanzim etmeli değil midir. Ve dâima Allah’ın korumasına sığınarak şöyle dua ve niyazda bulunmalıdır: (Ey Rabbimiz!. Eğer unuttuk ise veya hâta ettik ise bizisorumlu tutma.) Ey Rabbimiz!. İfrat ve tefrit sebebiyle veya dikkatsizlik ve benzeri sebeplerle bizden meydana gelip unutmaya, hataya yol açacak işlerden dolayı bizi sorumlu tutma, azâba uğratma (Ey Rabbimiz ve bize bizden evvelkilere yüklemiş olduğun gibi ağır yük yükleme.) Bize meşakkatli şeyleri teklif buyurma.
Nitekim İsrail Oğulları böyle şeylerle hikmet gereği sorumlu tutulmuşlardı. Meselâ: Onların mallarının dörtte birini vergi vermeleri lâzımdı, elbiselerine dokunan bir necasetin dokunduğu yeri kesmek icâbediyordu, bazı günahlardan dolayı intihar etmekle mükellef idiler, başka suretle tövbeleri kabul edilmezdi. (Ey Rabbimiz!. Bizim için kendisine takat bulunmayan bir şey de yükleme). Bizleri bir takım belâlara, gücü aşan düşman hücumlarına, insan gücünün üstünde tekliflere mâruz bırakma.
Evet Cenab’ı Hak, mülkünde dilediği şekilde tasarrufta bulunabilir, insanın âcizliğini göstermek için ve başka hikmetlerden dolayı kullarına kudretlerinin üstünde teklifte de bulunabilir. Bize düşen vazîfe ise onun affına lütuf ve keremine sığınmak, bunları o kerem ve rahmet sahibi Rabbimizden şöyle niyâz eylemektir. Ey mukaddes Rabbimiz! (Ve bizden) günahlarımızı da (af buyur) yok et (ve bizim için mağfiret buyur.) Günahlarımızı gizle, bizi sorumlu tutarak insanlar arasında utanç verici duruma düşürme (Ve bizlere merhamet kıl.)
Lütufta bulun, başarılar ihsan et, çünkü senin rahmetin olmadıkça ne güzel amellerde bulunabiliriz, ne de çirkin amelleri terkedebiliriz. (Sen bizim mevlâmızsın) sen bizim efendimizsin. Bizler ise senin kulların bulunuyoruz, sen bizim yardımcımızsın, işlerimizin yöneticisisin.
Biz her bakımdan senin kulunuz, sana muhtacız. Bütün başarılar sendendir. (Artık kâfir olan kavim üzerine) senin apaçık dinini inkâr eden bozgunculara karşı (bizlere yardım et.) Bizleri onlara üstün kıl, bizleri dinini yüceltmede başarılı kıl. İslâm diyarını, İslâm milletini koru, onları maddî ve mânevî sahalarda düşmanlarına galip eyle. Ey ulu mevlâmız!. Ey yardımcımız koruyucumuz olan mukaddes ve Yüce Rabbimiz!.
§ Kendisinde bakare hâdisesinden bahsolunan sûre’i celile, bu âyeti kerime ile sona ermiştir. Mücahit, İbni Sirin gibi bazı zatların rivayetlerine göre bu son iki âyet, Cibril! emin vâsıtasiyle nâzil olmamıştır. Rasûli Ekrem Efendimiz bu mübarek iki âyeti Miraç gecesinde vâsıtasız işitip almıştır. “Bu son âyeti celilenin sebebi nüzuli hakkında şöyle bir rivâyet vardır:
Vaktaki: “Nefsinizde olanı açığa çıkarsanız da gizleseniz de Allah Teâlâ onlar ile sizi sorumlu tutacaktır”. Mealindeki âyeti kerime, nâzil oldu; ashabı kiram büyük bir endişeye düştüler, biz bir takım şeytanî hâtıralardan, vesveselerden kendimizi nasıl koruyabiliriz?. Bunlar bizim irademiz olmaksızın ansızın kalblerimize doğuyor, bunlardan dolayı sorumlu olursak vay halimize!, demek istediler.
Bununla beraber de yine hakkın her hükmüne itaatkâr olduklarını göstererek: “Biz işittik, itaat da ettik” dediler. Bunun üzerine bu son âyeti kerime nâzil olmuş, kendilerinin güç ve takatinde olmayan şeylerden dolayı insanların uhrevî sorumluluk taşımayacakları kendilerine müjdelenmiştir. Ne büyük ilâhî lütuf!
§ Nisyan, bilinen bir şey hakkında bilahara, gaflette bulunmak onu unutmak demektir. Böyle bir nisyan, âhiretle ilgili bir sorumluluğugerektirmese de, bizzat vücûba ve unutulan şeyin yerine getirilmesinin vacip oluşuna aykırı değildir. Meselâ: Bir namaz, bir borç unutulmuş olsa da yine edası, kazası icabeder. Hatıra gelince veya başkası haber verince namaz kaza edilir, borç da ödenir. Böyle bir nisyan, bir lâubalîlik, bir ihtiyatsızlık yüzünden meydana gelirse, bu mânevî sorumluluğu da gerektirir.
§ Hata ise: Kendisinde insanın hususî bir maksadı bulunmayan bir kusurdur. Bu da bir ihtiyatsızlık bir alâkasızlık neticesi olmamak şartiyle Allah’ın hakkının ve uhrevî sorumluluğun düşmesi hususunda bir özür olmaya bağlıdır. Hattâ meşru bir içtihat neticesinde, müctehitlerin birer iyi niyetle ve ilmî usuller dairesinde yaptıkları İctihatlar neticesinde meydana gelen hatalarda affedilmiştir.
Hattâ bir kat sevâba da vesiledir. Fakat bir dikkatsizlik neticesi olarak insanların hukukuna ait hatalar, her şekilde affedilmiş değildir. Bu hakların mümkün mertebe ödenmesi icabeder. Tam bir özür sayılmaz. Meselâ: Kuşlara atılan bir merminin isâbetiyle bir insanın ölmesine sebebiyet verilse bundan dolayı kısas lâzım gelmezse de diyet adıyla tazminat verilmesi icabeder.
Binaenaleyh haddizatında unutmaya ve hataya sebebiyet verecek hallerden kaçınmak lâzımdır, ihtiyat gereklidir. Bununla beraber bu gibi hususlarda Allah’ın korumasını rica etmek, ilâhî afvı istemek de bir kusur itirafıdır, bir kulluk vazifesidir.
§ Bu sure-i celilenin ve bilhassa bu son iki âyeti kerimenin fazîleti hakkında birçok hadis vardır. Kısaca kütübi sitte de İbni Mesut radiallahü anhtan şu hadisi şerif mervidir:
= Bakara sûresinin âhirindeki iki âyeti kerimeyi her kim geceleyin okursa ona yeter. Yani onu zararlı hayvanlardan ve şeytandan korur veya o geceyi ibâdetle geçirmiş gibi olur. Velhâsıl: Bu gibi mübârek âyetlerin okunmasıyla daîma kulluk lisanımızı süslemeye, kalblerimizi aydınlatmaya çalışmalıyız. Yüce Allah hepimizi ilâhî feyizlerine kavuştursun Amin!.
.
XX
AL-İ İMRAN SURESİ
Bismillâhirrahmânirrahîm
1. Elif, lâm, mim
1. Bu mübârek kelime için bakare sûresinin birinci âyeti olarak açıklama yapılmıştır. Âli İmran sûre-i celilesi Medine-i Münevverede nâzil olmuştur, İki yüz âyeti kerimeyi kapsamaktadır. Bu (Elif, lâm, mim) de bunun birinci âyeti bulunmaktadır.
“İmran, Musa Aleyhisselâm ile Hârûn Aleyhisselâm’ın ve kız kardeşlerinin babasıdır. Bu muhterem zatlara ve onlara çocuk ve torunlarına (Ali Imrân), bu mübarek süreye de Âli Imrân sûre-i denilmiştir. Çünkü bu sûre-i celilede onların durumlarına dair bilgiler verilmiştir. Kendilerini Âli İmrândan sayan, fakat onların yolunu bırakıp küfrü ve şirke sapan kimseleri ikaz ve irşat için bunların dikkat nazarları çekilmiştir. Evet.. Bu sûre-i celile, Cenâb-ı Hakkın birliğini, yüce vasıflarını bildirmektedir.
Bütün insanlığı ve özellikle imran ailesine mensup olduklarını iddia ettikleri halde sonradan birbirine karşı pek inkârcı ve düşmanca tavır almış olan kavimleri bir birlik dairesine dâvet etmektedir. Bütün Peygamberlerin tasdik edilmesini emir eylemektedir.
Onların da Allah’ın birer kulu olup Allah’ın birliğini ümmetlerine bildirmiş olduklarını beyan buyurmaktadır. Onlardan bazılarını inkâr etmek veya bazılarını ilah kabul etmenin aslâ caiz olamayacağını da açık bir şekilde hatırlatmaktadır, İslâm milleti hakkında tecelli eden ilahi lütufları ve onların elde ettikleri maddî ve mânevî fetihleri de hatırlatarak din yolunda sebat etmelerini, hikmet gereği vakit vakit uğrayacakları bazı zahmetlere, musibetlere karşı da tam bir olgunlukla sabır ve direnç göstermelerinikendilerine emir ve tavsiye buyurmaktadır.
Sebebi nüzul: Müfessirlerin rivayetlerine göre bu Âli İmran sûresinin evvelindeki seksenden fazla âyetin inmesine şu hâdise sebep olmuştur. Necran diyarındaki Hıristiyan gurubunun ileri gelenlerinden, rahiplerinden altmış süvari Medine-i Münevvere’ye gelip birkaç gün kalmışlar ve Mescid-i Saadette peygamberin huzuruna kabul edilmişlerdi. Namaz vakti gelmişti, peygamberin müsaade etmesinden dolayı Mescid’i Saadet’te doğu tarafına yönelerek namazlarını kıldılar.
Seyyid ve Akıp adındaki reisleri, Rasûli Ekrem Efendimizle sohbette bulundular. Peygamber Efendimiz: İslâmiyeti kabul ediniz, diye buyurdu. Onlar da biz zaten senden evvel müslüman bulunmaktayız deyince Rasûli Ekrem Hazretleri, yok siz yalan söylediniz, sizi İslâmiyetten men eden üç şey vardır:
Birincisi, Allah Teâlâya oğul isnat etmenizdir.
İkincisi Haça ibâdet etmenizdir.
Üçüncüsü de domuz eti yemenizdir.
Onlar da dediler ki: Ya İsa, Allah’ın oğlu değilse onun babası kimdir? Bunun üzerine hepsi de İsa Aleyhisselâm hakkında söz söylemeye başladı. Bunlardan bazıları, İsa Allah’tır, diyordu, bazıları da İsa Allah’ın oğlu diyordu, bazıları da üçün üçüncüsü diyerek “teslise” inanıyordu. Bunun üzerine bu âyeti celile nâzil olmuştur. Rasûli Ekrem, Sallallahü aleyhi vesellem efendimiz onlara dedi ki: Siz bilmez misiniz ki, herhangi bir çocuk babasına benzer. Onlar da evet.. dediler.
Hz. Peygamber buyurdu ki: Siz bilmez misiniz ki, bizim Rabbimiz şüphe yok ölmeyen diridir, İsa’ya yokluk ulaşacaktır. Onlar da: Evet.. dediler. Rasûli Ekrem buyurdu ki: Siz bilmez misiniz ki, bizim Rabbimiz şüphe yok her şeyi idare eder, her şeyi korur, rızıklandırır.. Onlar da evet dediler. Yüce peygamberimiz buyurdu ki: İsa bunlardan bir şeye sahip midir?
Onlar dadediler ki: Hayır.. Yine Yüce Peygamberimiz buyurdu ki: Siz bilmez misiniz ki, Allah Teâlâ’ya şüphe yok yerde ve gökte hiç bir şey gizli kalmaz. Onlar da evet dediler. Allah’ın salât ve selâmı üzerine olsun peygamberimiz buyurdu ki: Cenab’ı Hak bildirmedikçe İsa bunlardan bir şey bilebilir mi?.. Onlar da dediler ki: Hayır bilemez. Yine Rasûli Ekrem Hazretleri buyurdu ki: Siz bilmez misiniz ki, İsa’nın anası ona yüklü kaldı, sonra onu diğer analar gibi doğurdu, sonra da ona diğer çocuklar gibi süt verdi, yiyecek ve içecek verdi, İsa’da diğer çocuklar gibi, yer, içer, dışarıya çıkar oldu.
Onlar da: Evet.. dediler. Artık Rasûli Ekrem Efendimiz buyurdu ki: O halde İsa öyle sizin iddia ettiğiniz gibi nasıl olur da Allah’ın oğlu olabilir?.. Bunun üzerine o hey’et sukûta mecbur olmuştur. Mamafih içlerinden bir zat, müslümanlığı kabul etmiş ise de, diğerleri yine mallarında ısrar etmişlerdi. Hattâ demişlerdi ki: Ya Muhammed Aleyhisselâtı Vesselâm: Siz iddia etmiyor musunuz ki, İsa Allah’ın kelimesidir ve Allah’tan bir ruhtur? Resûlüllah Efendimiz de: Evet öyledir.. deyince dediler ki: İşte bu bize kifayet eder. Bunun üzerine
( Kalplerinde eğrilik bulunan kimseler…) âyeti kerimesi de nâzil olmuştur ki: Onların böyle müteşabihattan olan âyetlere tâbi olup da açık olan, muhkemattan bulunan âyetlerden yüz çevirdiklerini bir kınama olarak bildirmektedir.. Bunlar peygamberin irşadını kabul etmeyip küfürlerinde sebat edince bunlar karşılıklı lanetleşmede bulunması için Resûlüllah’a vahiy nâzil olmuştu.
Peygamber Efendimiz de bunlarılanetleşmeye dâvet etti, fakat düşünüp taşındılar, lanetleşme neticesinde mahvü perişan olacaklarını anladıkları cihetle gelip lanetleşmede bulunmaktan vaz geçtiklerini söylediler ve bize bir zâtı hakem tâyin et, mallara dair aramızda ortaya çıkacak ihtilâflardan dolayı aramızda hükmetsin dediler. Rasûli Ekrem Efendimiz de Ashabı kiramdan (Ebu Übeyde Bini! Cerrahi) hakem tâyin buyurdu.. “Necran” adında üç kasaba vardır. Biri Yemen’de, diğerleri de Havran ile Kûfede’dir..
Bu Hıristiyan grubu, Yemen’deki Necran halkındandı. Bunlar böyle İslâmiyeti kabul etmemişlerdi. Fakat anılaşma yaparak İslâm tebâsına girmeyi kabul etmiş, Ebû Übeyde Hazretlerini de bir hakem olarak yurtlarına alıp götürmüşlerdi. Sonra bu Necran bölgesi Resulûllah’ın hicretinin onuncu senesinde sulh yoluyla feth edilmiştir. Rasûli Ekrem’in Necran gurubuyla olan konuşması, bir tartışma mahiyetinde bulunmuştur. Bu gösteriyor ki: Dini tebliğ etmek, şüpheleri gidermek için tartışmada bulunmak, büyük peygamberlerin sanatıdır, mesleğidir. Haşeviye gurubu böyle bir konuyu ve görüşü inkâr ederler ki, bu inkâr, katiyyen yanlıştır.
2. Allah Teâlâ ki, ondan başka ilah yoktur, hayy ve kayyum olan odur.
2. Bu âyeti kerime: Dinin esası olan Allah’ın birliği inancını beyan etmekte ve Cenab’ı Hak’tan başka yaratıcı ve mabud bulunmadığını bildirmektedir. Şöyle ki: (Allah Teâlâ ki) bir Yüce yaratıcıdır, eşi ve benzeri olmaktan uzaktır. (Ondan başka ilah yoktur) hiç bir şey, hakkıyla mabudluk ve, Yaratma ve yöneticisi sıfatiyle vasıf lanamaz. Bütün varlıkların Yaratıcısı terbiye edicisi ve yöneticisi O’dur ve (hayy ve kayyum olan odur.) O Yüce yaratıcı daima diridir. Onun evveli ve ahîrî olamaz.
Ezelîdir, ebedîdir. Vebütün mahlûkatı üzerinde yönetici, idareci, ve selahiyet sâhibi olan ancak odur. Bütün gökler, yerler onun kudreti ile sonradan meydana gelmiştir. İşte bu mükemmel şeyleri meydana getirmiş olan O Yüce Yaratıcısı, Hz. İsa gibi nice muhterem zatları da meydana getirmiştir. Artık O’nun Yaratma ve sıfatlarına ilahlık yaratılan, sonradan meydana getirilmiş bulunan şeyler nasıl ortak olabilir?.. Hallâkı müküvvenat birdir. Eltafına halkı müftekirdir. Etmiş şu bedia zari dehn. Hurşîd! kemalinin sipehri Olmakta bu lâvha-i tabiat. Mîr’atı hikem nümayı vahdet Her hadisenin lisanı hali, tevhid ediyor o Zülcelâli Tezyin ediyor cihanı kudret. Yarab! Bu ne cilvei meşiyet
3. O Yüce Allah, senin üzerine kitabı, kendisinden evvelki kitapları tasdik edici olarak hakkıyla indirdi, Tevrat ve İncil’i de indirmişti.
3. Bu mübârek âyetler, insanlara hidayet yolunu gösteren semavî kitapların varlığını, bunları inkâr ile küfür vadisine saplanmanın hiç bir şekilde doğru olamayacağını, bilâkis ilâhî azabı gerektireceğini bildirmektedir. Şöyle ki: Ya Muhammed! Aleyhisselâm, senin Yüce Rabbin (senin üzerine kitabı) Kur’ânı Kerim’i (kendisinden evvelki) semavî (kitapları tasdik edici olarak bihakkın) hak ve hakikate tercüman olarak, kat’î delillerle (indirdi.)
Azar azar, âyet âyet, sûre sûre indirdi, sana Cibriliemin vasıtasıyla vahiy buyurdu, bu kitaplar cümlesinden olmak üzere, (Tevrat ile incil’i de indirdi.) Tevrat’ı Hz. Musa’ya, Incil’i de Hz. İsa’ya birden indirdi. Bütün bu kutsî kitaplar, Allah Teâlânın birliğini, yaratıcılık ve diğer kutsî sıfatlarını beyan etmiştir. Artıkbunlara muhalif harekette bulunmak, bunları bozmaya ve değiştirmeye çalışmak, ve bir kısmını tasdik edip, diğer bir kısmını inkâr eylemek nasıl doğru olur…
4. Daha evvel, insanlara hidayet olarak ve furkânı da inzal buyurdu. O kimseler ki. Allah Teâlâ’nın âyetlerini inkâr ettiler, onlar için şüphe yok ki, şiddetli bir azap vardır. Ve Allah Teâlâ azizdir, intikam sahibidir.
4. Evet… Tevrat ile incil (daha evvel) Kur’ânı Kerim’in inişinden evvel inzâr buyrulmuştur. Bu kitapların hepsi de (insanlara hidayet olarak) bütün insanlara doğru yolu, dinî hükümleri bildirmek üzere Allah tarafından insanlık için büyük bir lütuf olarak indirilmiş bulunmaktadır. (Ve) özellikle (furkâni da) o pek müstesna bir kitabî ilâhî olan Kur’ânı da veya Zeburu da veya genel anlamda herhangi bir semavî kitabı da veya hak ile bâtılın arasını ayıran mucizeleri de o Yüce Allah (indirdi) meydana getirdi ki, o sayede üzerinize düşen kulluk vazifelerini bilerek cehalet ve sapıklıktan kurtulasınız.
Buna rağmen (o kimseler ki) o nefislerinin, şeytanlarının aldatmalarına kapılıp imâna muhalif harekette bulunanlar ki (Allah Teâlâ’nın âyetlerini) onun mukaddes kitaplarını, onun meydana getirmiş olduğu parlak mucizeleri, hârikalar! (inkâr ettiler.) Bunların ilâhî mahiyetini kabul etmeyerek küfre düştüler. (Onlar için şüphe yok ki şiddetli bir azap vardır.) O küfürleri sebebiyle ebediyyen cehennemde azab görüp duracaklardır. (Ve Allah Teâlâ azizdir) her iradesini yerine getirmeye kadirdir.
Bütün işlere galiptir. Hiç bir şey onun tehdit ve müjdesinin yerine getirilmesine mâni olamaz. Ve Yüce Yaratıcı (intikam sahibidir.) Kutsal varlığını inkâr edip, emirlerine karşı isyan eden kimseleri en şiddetli cezalara, işkencelere uğratacaktır. O Yüce yaratıcının varlığına, birliğine, büyüklük ve kudretine şahadet eden bu kadar âyetler, durupdururken bunun aksine bir yol tutanlar elbette böyle muazzam azapları hak etmişlerdir. Artık daha fırsat elde iken uyanmalı, dini hakkı kabul edip hidayet ve selâmet yolunu takip etmeli değil midir?..
5. Şüphe yok ki. Allah Teâlâ’ya ne yerde ve ne de gökte hiç bir şey gizli kalmaz.
5. Bu âyeti kerime; Cenab’ı Hakkın gayblan bildiğini ifade ederek insanları iki yüzlülükten, edep ve terbiyeye muhalif hareketlerden men etmek gibi bir hikmet taşımaktadır. Şöyle ki: Ey insanlar!. (Şüphe yok ki) Allah Teâlâ sizlerin bütün hal ve hareketlerinizi bilir. Çünkü: (Allah Teâlâ’ya ne yerde ve ne de gökte) bütün varlık âleminde (hiç bir şey gizli kalmaz.) Artık Allah’ın azabından kurtulmak, ve ilâhî yardıma kavuşmak için ona göre hareketiniz!, akîdenizi tanzim edin ve düzeltin.
Böyle her şeyi tam olarak bilmek, Allah Teâlâya mahsustur. Böyle geniş kapsamlı bir ilme sahip olmayanlar haşâ yaratıcılık ve mabudluk sıfatına sahip olamazlar. Evet… İnsanlardan bir kısmı, bazı şeyleri bilseler de bu, Allah’ın ilmi karşısında pek cüz’îdir.
Mamafih bu da Cenab’ı Hakkın onlara vermiş olduğu bir kabiliyet sayesindedir. Cenâb-ı Hak dilerse o kabiliyeti kendilerinden derhal alabilir. İşte Hz. İsa gibi pek muhterem zatların bazı harikalar göstermiş, bazı gaybi bilgilere erişmiş olmaları da yine Cenâb-ı Hakk’ın onlara hikmeti gereği vermiş olduğu bir izin ve yetenek sayesindedir. Binaenaleyh onların ilimleri, kudretler! de sınırlıdır. Bütün varlıkları kuşatıcı değildir. Artık onlara yaratıcılık ve ilahlık sıfatı nasıl isnat edilebilir?..
6. O, O Yüce Yaratıcıdır ki, sizleri döl yataklarında dilediği gibi tasvir eder. O aziz, hâkim olan Allah Teâlâ’dan başka hakkıyla mabud yoktur.
6. Bu âyeti celile de Cenab’ı Hakkın kudret vehikmetini açıklamakta insan soyunu dilediği şekilde yaratmaya kadir olduğunu bildirmektedir. Şöyle ki: Ey insanlar!. Uyanınız, güzelce biliniz ki: (O) Yüce Allah bir (Yüce Yaratıcıdır) bütün (sizleri) bütün insanlığı ve nice hayat sâhibi şeyleri (döl yataklarında) analarının rahminde (dilediği gibi) erkek, dişi, beyaz, siyah; güzel, çirkin, azalar tam noksan olarak yahut başka şekillerde (tasvir eder) varlık sahasına çıkarır. Artık (o aziz) mülkünde tasarrufa her şekilde kâdir ve (hakîm) her eseri yaratması bir hikmete, bir faydaya dayanan (Allah Teâlâ’dan başka hakkıyla ibâdet edilmeye layık kimse yoktur.)
Böyle muazzam bir kudret ve hikmete sahip olmayan bir kimse, nasıl ilahlıkla vasıflanmış olabilir?.. Hıristiyan taifesi Hz. İsa’nın, bazı ölüleri, diriltmesi ve hastaları şifaya kavuşturmasına bakarak, onun Allah olduğunu kabul etmişlerdi. Halbuki Hz. İsa’nın böyle bir kudrete kavuşması sadece bir mucize olmak üzere kendisine Allah tarafından verilmişti. Maamafih onun bu kudreti sınırlıdır.
Yaratıcı olan zat ise bütün yaratıkları meydana getirmeye kadirdir. Bütün insan yavrularını analarının rahminde dilediği şekilde tasvire kadirdir. Çocukların analar, babalar vasıtasıyla dünyaya gelmeleri ilâhî bir âdet icabıdır. Yoksa Cenâb-ı Hak, dilediği kimseleri anasız, babasız olarak da yaratabilir. Nitekim Hz. Adem’i bu suretle yaratmıştır. Artık Hz. İsa’yı anası olduğu halde babasız yaratmış olması, onun ilahlığa sahip, Allah’ın oğlu olmakla vasıflanmış olmasını aslâ icabetmez. Artık, Hıristiyanların bu yaratma mes’elesini de bir senet kabul etmeleri aslâ doğru olamaz.
7. O Yüce Mabud ki, senin üzerine Kur’ânı indirdi. Ondan bir kısmı muhkem âyetlerdir ki, onlar o kitabın aslıdır. Diğer bir kısmı da müteşabih âyetlerdir. Artık kalplerinde eğrilik bulunan kimseler fitne aramak ve onu tevil arzusunda bulunmak için o kitaptan müteşabiholanına tâbi olurlar. Halbuki, onun tevilini Allah Teâlâ’dan başkası bilemez. İlimde rüsuh sâhibi olanlar ise “Biz ona iman ettik, hepsi de Rabbimizin katındandır derler. Bunları tam akıllı zatlardan başkası düşünemez…
7. Bu âyeti celile, Kur’an’ı Kerim’den hakkıyla istifade eden zatlar ile onu kendi yanlış itikatlarına bir senet kabul ederek bâtıl görüşlerde yorumlarda bulunan kimselerin tavırlarını, ruhî durumlarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Ya Muhammed!.. – Aleyhisselâm- O Yüce Mabuddur ki: (Senin üzerine kitabı) Kur’ân-ı Kerim’i âyet âyet, sûre sûre (indirdi, ondan) o ilahi kitaptan (bir kısmı muhkem âyetlerdir.) Mânâlarına delâletleri açık, ibareleri ihtimal ve benzerlikler! uzaktır (ki, onlar ümmül-kitaptır) yani: Kur’ân âyetlerinin aslıdır. Dini hükümler hakkında bunlara itimat edilir dayanılır.
(Diğer bir kısmı da müteşabih âyetlerdir.) Bunlar ile Allah’ın Muradının ne olduğu açıkça bildirilmemiştir… Çeşitli mânalarda ihtimalleri vardır. Muhkem âyetler ile sabit olanlara muhalif gibi görülür. (Artık kalblerinde eğrilik bulunan kimseler) bir takım bid’at sahipleri gibi ve bir takım haktan meyleden gayri müslimler gibi şahıslar (fitne aramak) insanları şek ve şüpheye düşürüp dinlerinden ayırmak için (ve onu tevil arzusunda bulunmak) onu kendi arzularına göre tevil etmek yorumlamak (için o kitaptan) Kur’ân’ın hikmetli beyanından (müteşabih olanına tabî olurlar), onların dış anlamlarına takılırlar.
Veya onları bâtıl surette tevil ederler (halbuki, onun) o müteşabihierden olan herhangi bir âyetin (tevilini) ondan muradın ne olduğunu, onu ne gibi bir mânaya yorumlamanın icabettiğini (Allah Teâlâ’dan başkası bilmez). Onu bilmek, Yüce Allah’a mahsustur. Onu hikmeti gereği o suretle inzal buyurmuştur. Bizim vazifemiz ise onun ilahi, kelâm olduğunu tasdik etmekle mânasını Allah’ın ilmine ısmarlamaktadır.
(Ilimde rüsuh) hakkıyla bilen ve sağlam itikat (sâhibi olanlarise) müteşabihatın da birer ilâhî kelâm olduğunu bilir, takdis eder ve (bîz ona İman ettik, hepsi de) muhkemlerde, müteşabihler de (Rabbimizin katındandır derler.) Öyle güzel bir itikat sâhibi olduklarını gösterirler. (Bunları) Kur’ân’ı Kerim’deki hükümleri (tam akıllı zatlardan başkası düşünemez.) Bunları güzelce takdir ve tevil ederek bunlardan istifade etmek ve öğüt alabilmek için tam akıl sâhibi olmak lâzımdır. Yoksa arzu ve heveslerine tâbi olan, yanlış anlayışları kabul eden, güzelce nazar ve tefekkürden mahrum olanlar, bu gibi Kur’ânî izahlardan istifade edemez ve uyanmış olamazlar.
§ “Mühkemât”; muhkemin cem’idir. Bundan maksat, lafzı ve mânası kesin olarak bilinen, nesih ihtimalinden uzak olan âyetlerdir. Bunlar başlıca iki nevidir. Biri (Liaynihi muhkemdir) ki onun neshe ihtimali olmadığı İlk iniş tarihinden itibaren anlaşılmıştır. Meselâ: Cenâb-ı Hakkın birliğine her şeyi bildiğine ve kıyametin vuku bulacağına dair olan âyetler bu nevi muhkemattandırlar. Diğeri de ligayrihi muhkemattır ki, ilahi vahyin kesilmesine, Rasûli Ekrem Efendimizin âhirete irtihaline binaen kendilerinde nesih ihtimali kalmayan âyetlerdir. Namaza, oruca, zekâta, mirasa ait âyetler gibi.
§ Müteşabihata gelince, bu da kendilerinden Allah’ın muradının ne olduğunu bilmek ümidi, ümmet hakkında kesilmiş olan âyetlerdir. Bunlar ile ne irade buyurulmuş olduğu bizim için kapalı bulunmuş olur. Müteşâbihât ta iki nevidir. Biri, kendisinden lûgat itibarıyla hiç bir şey anlaşılmayan lâfızlardır. Bazı sürelerin evvelindeki harfler gibi. Diğeri de lüğavî mânasını kasd edildiğine aklın veya diğer muhkem delillerin müsait olmadığı bazı tâbirlerdir.
Allah’ın eli onların ellerinin üstündedir. (Fetih 48/10) âyeti kerimesindeki “Yed = el” tabiri gibi ki, bunun lûgat itibariyle mânası malûm ise de Cenâb-ı Hak, azadan uzak olduğundan el tabirini ona bu mâna itibariyle isnad etmek caiz değildir, o halde bu da müteşabihtir. İşte Hz. İsa hakkındaki Mesih…. ancak Meryem’e ulaştırdığı kelimesi ve ondan bir ruhtur. (Nisa 4/171.) âyeti kerimesi, böyle müteşabihattandır. Artık bunlara istinaden kat’î bir hüküm vermek, caiz olamaz.
§ “Müteşabihatın hükmü”; Bunların hak olduğuna, birer ilâhî kelâm olduğuna inanmakla beraber bunların mânalarının kat’î surette tâyinini Allah’ın ilmine bırakmaktır. Selef alimleri, bu gibi müteşabihatı tevilden kaçınmışlardır. Ashabı kiramdan Malik İbni Enes, radiallahü anhden Rahman Arşa istiva etmiştir. (Taha 20/53) âyeti kerimesi sorulmuş, o da şöyle cevap vermiştir: Istiva malumdur, keyfiyeti ise bizce meşhûldür. Buna İman vaciptir.
Bu konuda soru sormak ise bid’attır. Maamafih bazı zatlar, bu gibi müteşabihlerin şeriata aykırı olmayacak bir tarzda yorumlanabilecekleri görüşündedir. Meselâ: Cenâb-ı Hakk’a isnat edilen yedden murat, Allah’ın kudretidir, kâinat’ı idareetmesidir, denilmektedir. Böyle bir yorum, yanlış anlamalara meydan verilmemesi faydasından dolayı kabul edilmiştir. Zaten bazı lâfızlar vardır ki, onların lüğavî mânaları kasdedilmez, onlar lisan bakımından bir takım kinâyelerden ibaret bulunur. Nitekim: “Filân zat, bir milleti veya bir orduyu bir eliyle idare ediyor” denilir ki, bununla onun iktidarı iyi idaresi kastedilir.
§ “Müteşabihattan olan âyetlerin inişi, birer hikmete dayalıdır. Ve bunlar, insanlık için birer deneme ve imtihan vesilesidir. Tâ ki, onların mânâlarını kat’î surette anlamadıkları halde, onların hakkıyyetine İman ederek sevaba kavuşsunlar.
Bunları şeriata muhalif, cahilce bir surette tevile cüret edenler de azaba uğrasınlar. Maamafih istikbale ait bir çok hâdiselerin de zamanı insanlara hikmet gereği bildirilmemiştir. Nitekim kıyametin ne zaman kopacağını, güneşin ne zaman mağriptan doğacağını, deccalın ne zaman çıkacağını, Hz. İsa’nın da ne zaman yere ineceğini Cenâb-ı Hak, kullarına bildirmemiştir…
Bu suretle insanların daima uyanık bulunmaları, kendi bilgilerine güvenip bilgiçlikten sakınmaları ve daha nice şeyleri bilmediklerini anlayarak
âcizliklerini itiraf etmeleri gayesi de düşünülmüştü.
§ “Diğer bir bakımdan Kur’ân’ı Kerim’in bütün âyetleri muhkemdir. Şöyle ki: Bütün âyetler, mana bozukluğundan, lafız kusurlarından korunmuştur. Hepsi de tevatür yoluyla sabittir. Hepsi de Allah’ın sözüdür. Hepsinin de hakkiyetine inanmak lâzımdır. Diğer bir bakımdan da hepsi müteşabihdir. Yâni: bütün âyetler, mânalarının sıhhati, lâfızlarının düzgünlüğü, fesahat ve belâgatin birer mükemmel nümunesi olmaları ve hepsi de birer Allah’ın sözü bulunması cihetiyle birbirine benzemektedir, hepsi de aynı yüceliğe sahip bulunmaktadır.
§ Tefsir ile tevilin mahiyetleri: Tefsir -lûgattekeşif etmek ortaya çıkarmak ve açıklamak demektir. Nitekim bir şeyin beyan ve izah edilmesini istemeye de “istifsar” denir. Istılahta ise tefsir, Kur’ânı Kerimdeki kelimelerin mânâlarını âyetlerin içeriklerini, hükümlerini, kıssalarını muhkem ve müteşabih olanlarını nasih ve mensuh bulunanlarını ve inişlerini, sebeplerini kendilerine açıkça delâlet eden lâfızlar ile, tabirler ile izah etmektir. Tevil ise lûgatte rücu mânasına gelen (evi) kelimesinden türemiştir.
Nitekim bir şeyin özetine, özüne, ve neticesine “meâl” denilmektedir. Istılahta ise tevil, Kur’an-ı Kerimin âyetlerini muhtemel olduğu çeşitli mânalardan birine çevirmektir ki, iki nevidir. Birisi, sahih tevildir ki, bu bir kapalı lâfzı haklı bir sebebe dayanıp, bir sebep ve delile bağlı olup muhkem âyetlere ters düşmeyen bir mânaya sevketmektir. Bu halde bazen gizli olan bir mâna, açık görülen bir mânaya ve mecaz, hakikata tercih olunuru.
Nitekim: (Yed) tabiri, Cenâb-ı Hakka isnat edilince bu luğavi manasına değil, mecazi mânası olan kudret ve idâre manasına yorumlanmıştır. İkincisi: Fasit tevilidir ki: Bir’lâfza hiç ihtimali olmayan bir mânayı vermektir veya ihtimali olan mânâlar içinde muteber! varken muteber olmayan mânayı seçmektir. “Rüsuh da” sebat, metanet, sağlamlık, bir fen ve sanatın hakikatini bilmek demektir. Böyle bir vasfı taşıyana “rasih” denir. Cem’i “rasihundur”
den murat ise ilimleri, imanları rüsuh bulmuş, hafızaları ilmî mes’elelerle süslenmiş olan zatlardır. Bazı zatlara göre rasihundan olan zat, o kimsedir ki, onun ilmi, kendisinde şu dört özelliğin bulunmasına vesile olur. Kendisiyle Allah Teâlâ arasında korku, kendisiyle halk arasında alçak gönüllülük, kendisiyle dünya arasında ibâdet aşkı vekendisiyle nefsi arasında cihâd.
8. Ey Rabbimiz! Bizlere hidâyet buyurduktan sonra kalplerimizi haktan saptırma ve kendi Yüce katından bizlere bir rahmet bağışla. Şüphe yok ki çok bağış yapan ancak sensin.
8. Bu mübârek âyetler ilimde rüsuh sâhibi olan zatların Cenab’ı Haktan hidayet ve ihsan talebinde bulunup ne sûretle dua ve niyaza devam ettiklerini göstermektedir. Şöyle ki: (Ey Rabbimiz! Bizlere hidâyet buyurduktan) bizleri İslâm dinîni kabule, muhkem ve müteşabih olan âyetlere imana muvaffak kıldıktan (sonra kalplerimizi saptırma.) Bizleri hak yoldan ayırma, rızana aykırı yorumlarla müteşabihata uymaktan koru.
(Ve kendi Yüce katından bizlere bir rahmet bağışla) bizlere lütfet, bizleri imanımızda, kavuştuğumuz hidayette sabit kıl veya kusurlarımızdan dolayı bizlere mağfiret buyur. (Şüphe yok ki bağış yapan) istirham ettiğimiz şeyleri, lütuf ve merhametle ihsan buyuran (ancak sensin.) Ya ilâhî!. Bu dualarımızı kabul buyur, bizleri hidayetten, rahmetinden mahrum bırakma. Bu âyeti kerime göstermiş oluyor ki: İnsanlar dâima korku ile ümitten ayrılmamalıdırlar. Hiç bir kimse kendi ibâdet ve itaatına güvenmemelidir.
Ve yine hiç bir kimse, ümitsizliğe düşüp hidayetten, Allah’ın merhametinden ümidini kesmemelidir. Nice kimseler vaktiyle âlim, tadil, âbit, zahit iken bilahara nefislerinin arzularına tabi olmuşlar, dünyevi menfaatlar arkasında koşmuşlar, bir takım bozgunculara bağlanarak hidayet caddesinden ayrılmışlardır.
Bilâkis nice kimselerde vaktiyle kötülüğü emreden nefislerine uyup günahkâr bir halde yaşarken, daha sonra bir ilâhî rahmet eseri olarak kendilerinde bir uyanma meydana gelmiş, yaptıkları kötülüklerden tevbe etmişler ve affedilmelerini istemişler, dini ve dünyevî vazifelerini güzelce ifaya başlamışlar, ve son nefeslerini imanla noktalama şerefinekavuşmuşlardır. Nitekim Rasûli Ekrem Efendimiz:
diye dua buyururdu. Yâni: Ey kalbleri, ve gözleri çeviren Allah’ım!.. Bizim kalplerimizi senin dinin üzerinde sabit kıl. Ne mühim bir dua!. İşte bu, bizim için bir uyanma dersidir. Varlığımıza güvenmeyelim, dâima Cenâb-ı Hakka sığınalım. Hidayette ve diyanette sebat etmemizi onun merhametinden, sonsuz lütuf ve ihsanından niyazda bulunalım.
§ Hidâyet = Hüda: Hak yolu, hak yolu beyan etmek, doğru yola gitmek, ulaşılmak istenilen şeye yol göstermek, Hak yola fiilen ulaştırmak böyle bir yola girmek mânasınadır. Mübârek Peygamberlerin lisaniyla ve kitapların inmesiyle insanları Hak yola dâvet ve teşvik de bir hidâyet demektir.
§ Rahmet: Acımak, esirgemek, tabiatın eğilim ve inceliği, hayra ulaştırmayı istemek, Cenâb-ı Hakkın kullarına ölümden sonraki lütuf ve ihsanı demektir. “Bu kadar cürmü seyylatımla” “Rahmet ümmîdimin budur sebebi” “Ki buyurmuş hüdayi azze vecel” “Sebekat rahmeti alâ gazabî”
9. Ey Rabbimiz! Şüphe yok ki insanları kendisinde şüphe olmayan bir gün için toplayan ancak sensin, şüphe yok ki. Allah Teâlâ sözünden dönmez.
9. Cenâb-ı Haktan hidâyet ve rahmet niyazında bulunan rasih âlimler, duâlarına şöylece devam etmektedirler: (Ey Rabbimiz! Şüphe yok ki insanları) bütün insanları (kendisinde şüphe olmayan) meydana çıkacağı kat’î bulunan (bir gün için toplayan) onları ogünde hesâba çeken, mükâfat ve cezâya uğratan (ancak sensin) bizleri o günde rahmet ve yardımına kavuştur.
(Şüphe yok ki. Allah Teâlâ sözünden dönmez) mü’minler hakkındaki ilahi müjde o günde tam manasıyla ortaya çıkacaktır. Artık Ey Rabbimiz! Bizleri İman ile yaşat, İman ile öldür. O yüce müjdene kavuştur. Kötülük yapanlar hakkındaki ilâhî, tehdit ve korkutma ise onlara af edilmedikleri takdirde tatbik edilecektir. Küfür üzere ölenler ise asla Allah’ın affına kavuşmayacakları bakımından onların hakkındaki ilâhî, tehdit ve uhrevî azab ise herhalde devam edip duracaktır. Artık böyle bir felâkete düşmekten bizleri Cenâb-ı Hak muhafaza buyursun diye dua edip durmalıyız.
10. O kimseler ki kâfir oldular, onların malları ve evlâtları onlar için Allah Teâlâ katında hiç bir fayda vermez ve onlar işte ateşin çırasıdırlar.
10. Bu mübârek âyetler, dinsizlere ellerinde bulunan dünyevî varlıkların fâide vermeyeceğini, bilâkis onların ebedî felâketlere maruz kalacaklarını bu hususa dâir tarihî bir olayı misal göstererek söyleyece beyan buyurmaktadır. (O kimseler ki, kâfir oldular) Allah’ın birliğini, yüce peygamberleri, semavî kitapları tamamen veya kısmen inkâr ederek küfür ve şirke düştüler.
(Onların) güvendikleri (malları ve evlâtları onlar için) yarın âhiret günü (Allah Teâlâ’nın katında) onun mahkemei kübrasında (bir fâide vermez.) Onları ilâhî azaptan kurtaramaz. (Ve onlar) böyle küfür ve isyanda devam ettiler mi (işte ateşin çırasıdır) cehennemin ebedî olarak yakacağı nesnelerdir. Nitekim nice servet ve ihtişama sahip olan dinsiz kavimler, bilahara mahvı perişan olup lâyık oldukları cezalara kavuşmuşlardır.
11. Onların bu gidişi, tıpkı âli Firavun’un ve ondan evvelki kimselerin gidişi gibidir ki bizim âyetlerimizi yalanladılar. Allah Teâlâ da onlarıgünahları sebebiyle yakaladı. Ve Allah Teâlâ azabı şiddetli olandır.
11. (Onların bu gidişi) o Necran elçilerinin, veya yahudilerin, veya Arap müşriklerinin hâl ve durumu (Firavn’un hanedanının ve ondan evvelki kimselerin) Ad ve Semud gibi daha eski kavimlerin (gidişi gibidir ki) onların da malları, çoluk çocukları pek çok olmakla beraber, kendilerine fâide vermemiş onları azaptan kurtaramamıştır. Onlar da (bizim âyetlerimizi yalanladılar.)
Küfür ve isyanda devam edip imân nimetinden mahrum kaldılar. (Allah Teâlâ da onları) bu (günahları) bu küfür ve isyanları (sebebiyle yakaladı) hepsini de helâk etti, hepsini de cezalandırdı. (Ve) Şüphe yok ki böyle kâfir kimseler hakkında (Allah’ın cezası çok şiddetlidir.) Bunlara cehennemde ebediyyen azap çektirecektir. Artık daha hayatta iken biraz düşünüp küfür ve isyana son vermeli değil midir? Cenâb-ı Hakkın azâbı inkarcılar hakkında daha dünyada iken de yüz gösterir.
12. Kâfir olanlara de ki: Yakında mağlûp olacaksınız ve cehenneme sevk olunacaksınızdır. O ne fena bir yataktır?
12. Bu âyeti kerime, müslümanların düşmanlarına galip geleceklerin! bildirmiş ve bu galibiyet tahakkuk etmiştir. Binaenaleyh bu bir Kur’ân mucizesidir. Müslümanlar hakkında müjdeyi, düşmanları hakkında da tehdidi içerir.
Şöyle ki: Rasûli Ekrem sallallahü aleyhi vesellem Bedir gazvesinde Kureyş müşriklerin! mağlûp ettikten sonra yehûd! taif eşini çağırmış, Kureyşe isâbet eden mağlûbiyet ve yenilginin Yahudilere de isabet edeceğini ihtar ederek onları İslâmiyete, itaate dâvet buyurmuştu. Onlar ise bencillikte bulunmuş, sen bizi Kureyş gibi harp etmesini bilmez, batacak bir kavim mi sanıyorsun?
Eğer bizimle savaşta bulunur isen karşında asıl kahraman insanları görürsün, demişlerdi. Bunun üzerine bu âyeti kerime nazil olmuştur.Yüce Meâli şöyledir: Habibim (kâfir olanlara) O Yahudilere (de ki) Siz de (yakında mağlûp olacaksınızdır.) kuvvetinize, çokluğunuza güvenmeyiniz, dünyada mağlûbiyetiniz yakında gerçekleşecektir.
(Ve) bununla kalmayacaksınızdır. (Cehenneme) de (sevk olunacaksınızdır.) Artık ona göre hareket ediniz. Gerçekten bu ilâhî tehdid Yahudiler hakkında tahakkuk etmiştir. Şöyle ki: Yahudilerden Kureyza oğulları öldürülmüştür, Nadir oğulları sürgün olunmuştur. Hayber fethedilip başkaları üzerine de cizye = vergi konulmuştur.
13. Şüphe yok ki sizin için iki grupta bir alâmet vardır. Bir grup Allah yolunda savaşıyordu, diğeri ise kâfir idi. Onları göz göre kendilerinin iki misli görüyorlardı… Allah Teâlâ ise dilediğini yardımıyla güçlendirir. Şüphe yok ki bunda basiret sahipleri için bir ibret vardır.
13. Bu âyeti kerimede kendi kuvvetlerine güvenen düşmanlara bir tarihi örnek göstererek onları uyanmaya şöylece dâvet etmektedir. Ey mü’minler! Veya ey Yahudiler! (Şüphe yok ki, sizin için) Bedir savaşını yapmış olan (iki fırkada) iki cemiyete ait tarihi bir olay da (bir alâmet vardır.) Rasûli Ekrem’in beyanlarının doğruluğuna açık bir dalâlet vardır. Onlardan (bir fırka) İslâm cemaati (Allah yolunda savaşıyordu) şahsi bir menfaat, bir kırgınlık için değil, Allah’ın dinini yüceltmek için cihatta bulunuyordu.
(Diğeri ise kâfir idi) Arap müşriklerinden bulunuyor, şeytan yolunda cenk ediyorlardı. (Onları göz göre) İlk bakışta (kendilerinin iki misli görüyorlardı) Şöyle ki: Bu Bedir gazvesinde müslümanlar fırkasının sayısı üçyüz on üç idi, müşriklerin sayısı de bine yakın idi. Cenâb-ı Hak, o müşriklerin kalplerine korku ve hasiyet düşürmek için İslâm ordusunu o müşriklere kendi ordularının iki misli imiş gibi göstermiştir. Diğer bir yoruma göre de müslümanlar, o düşmanlarını kendikuvvetlerinin nihâyet iki misli kadar görüyorlardı, daha fazla görüp endişeye düşmüyorlardı.
Halbuki o düşmanlar, kendilerinden üç misli fazla idi. Diğer bir yoruma göre de müslümanlar, kendi kuvvetlerini düşman kuvvetlerinin iki misli görüyorlardı. Cenâb-ı Hak onlara düşmanlarını böyle az gösteriyordu. Ta ki müslümanlar, sakin bir şekilde, güçlü bir kalbe mazhar olarak düşman üzerine tam bir cesaretle atîlıversinler. Başka bir yoruma göre de Yahudiler, o savaşçı müşrikleri, müslümanların iki misli görmüşler, o müşriklerin galibiyetine kani olmuşlardı.
Halbuki, galibiyet o çoklukta değil, o bir ilâhî iradenin netîcesidir. Evet. (Allah Teâlâ ise dilediğini yardımıyla güçlendirir) Bu sayede nice az kuvvetler, çok kuvvetlere galip gelir. (Şüphe yok ki bunda) bu tarihi olayda böyle az bir cemaatin, büyük bir cemaate galip olmasında (basiret sâhipleri için) kalp gözleri açık, hakikatları görüp düşünmeye muktedir zatlar için (bir ibret vardır) artık bunu düşünüp uyanmalıdır.
Kendi kuvvetine güvenip hakkı kabulden kaçınmamalıdır. Yoksa ey Yahudiler! Sizler de öyle mağlûp olursunuz. Nitekim de olmuşlardır, İşte mucize olan Kur’an’ı Kerim’in meydana geleceğini haber verdiği şeyler bütün böyle meydana gelmiş ve gelecektir. Buna inanmışızdır…
14. İnsanlara, kadınlardan, oğullardan, kantarlarca altın ve gümüşten, alâmetli atlardan, hayvanlardan, ekinlerden ileri gelen şehvetler sevgisi tezyin edilmiştir. Bu, dünya hayatının menfaatidir. Halbuki güzel dönüp gidilecek yer. Allah Teâlâ’nın katındadır.
14. Bu âyeti kerime, insanların fâni varlıklara bağlanarak âhiret saadetini temin edecek şeylere karşı kayıtsız kalmamalarına işaret buyurmaktadır. Şöyle ki: (İnsanlara) bir imtihan olmak üzere dünyevî şeylerden bir çoklan pek cazip bir halde bulunmuştur.
Bucümleden olarak onlara (kadınlardan, oğullardan, kantarlarca altın ve gümüşten alâmetli) güzel, nişanlı (atlardan) ve deve, sığır koyun gibi (hayvanlardan) tarlalarda, bahçelerde yetişen buğday, arpa, sebze, meyve gibi çeşitli (ekinlerden -İleri gelen- şehvetler sevgisi) bu gibi iştah kabartıcısı olan şeylerin muhabbeti, Allah tarafından bir hikmet gereği (tezyin edilmiştir.) insanlar bunlara karşı pek meyilli bulunurlar. Maamafih (bu) zikredilen şeyler (dünya hayatının menfaatidir) bunlar birer dünya metaıdır, bunların fa-ideleri geçicidir bunlara fazla düşkünlük göstermek uygun değildir. Asıl aranacak gaye bunlar değildir.
Birçok insanlar ise bütün bunlara düşkündürler. (Halbuki,) asıl (dönüp gidilecek) fazlaca muhabbet edilecek (yer Allah Teâlâ’nın katındadır) ki, o da cennettir. Orada ilâhî tecellilere mazhar olmaktır. İşte ebedî saadet buradadır. Evet! Dünyevî olan çoluk çocuk, servet ve varlık da meşru şekilde elde edildiği takdirde verilmiş değildir. Bunlar da birer ilâhi lütuftur. İnsanlar için dünyada yaşadıkça lâzım, fâideli şeylerdir.
Bunların haklarına riâyet edilirse, bunlar ile dinî, vatanî vazifeler ifa olunursa, bunlar da şayani şükran birer nîmettir. Maamafih bunlar ne de olsa fânidir, fâideleri sınırlıdır, geçicidir, İnsan bunlar ile yetinmemelidir, ebedî hayatını temin edecek şeyleri elde etmeye daha ziyade çalışmalıdır.
Yoksa dünyevî nimetler çok kere insanı gaflete, isyana sevkeder. Hele bunlar gayrı meşru sûrette elde edilirse veya şerre sarf olunursa sâhibi için birer felâket sebebi olur. Binaenaleyh insan uyanık olmalıdır. Fanî bir varlık uğrunda ebedî hayatını feda etmemelidir. Sonra pişmanlık fayda vermez. Butûn elvahi rengârengi dünya çeşmi ibrette. Dünyanın bütün rengarenk levhaları, ibret alan göz için Hayâlı mahzdır, bir tayfi zailden ibarettir. Sırf hayal ve yok olan bir hayaletten ibarettir.
§ Kanatir, kıntarın çoğuludur. Kıntâr ise yüz yirmi rıtldır. Her rıtl ise yüz otuz dirhemdir. Bir görüşe göre de bir kıntâr bin iki yüz okkadır. Diğer bir görüşe göre de yüz bin dinardır veya seksen bin miskaldır. Mukantara da, muhkem, birbiri üzerine yığılmış, toplanarak define haline getirilmiş mal demektir.
Ayeti kerimedeki (elkanatirul’ mukantara) dan maksat, biriktirilmiş olan çokca mallardır, insanlarda böyle mal biriktirmek için yaratılıştan aşın bir istek vardır. Nitekim: Bir hadisi şerifte: Adem oğlu için iki dere dolusu altın olsa bunlar için bir üçüncüsünü de temenni eder. Adem oğlunun içerisini topraktan başkası dolduramaz buyurulmuştur.
Artık insan güzel bir dini terbiye bir ruhi temizliğe sâhip olmalıdır ki, böyle bir ihtirastan kurtulabilsin, elindeki meşru serveti de takdir ederek suistimâlden kaçınsın. Bunun şükrünü ifâ için muhtaç olanlara yardımdan da geri kalmasın, ve bu servetini ebedî selâmet ve saadeti temine bir vesîle kılsın. Başarı Cenab’ı Haktandır.
(= Malın en hayırlısı Allah yolunda harcanandır.)
15. De ki: Size onlardan daha hayırlısını haber vereyim mi? Takvâ sâhibi olanlar için Rablerinin yanında altlarından ırmaklar akar cennetler vardır. Orada ebedî olarak kalacaklardır. Ve kusurlardan tertemiz eşlervardır. Ve Allah Teâlâ’nın büyük bir rızâsı vardır. Ve Allah Teâlâ kullarını hakkıyle görücüdür.
15. Bu mübârek âyetler, dünyevî varlıklardan daha üstün olan ebedî varlıkları, nîmetleri göstermekte ve bu ebedî varlıklara, nîmetlere nâil olacak zatların vasıflarını bildirmektedir. Bu sebeple de bütün insanlığı uyanmaya ve o zatlara uymayı teşvik buyurmaktadır. Şöyle ki: Ya Muhammed! Aleyhissalâtü vesselâm, kavmine (de ki, onlardan) o dünyevî iştah çekici olan şeylerden, çoluk çocuktan (daha hayırlısını haber vereyim mî!) o daha, hayırlı ve ebedî olan şeyler (takvâ sâhibi olanlar için) Allah Teâlâ’dan korkup dini vazîfelerini güzelce yerine getirenler için.
(Rablerinin yanında) âhiret âleminde ağaçlarının (altlarından ırmaklar akar cennetler) bağlar, bahçeler pek hoş, ebedî ikametgâhlar (vardır.) O takvâ sahipleri (orada) o cennetlerde (ebedî olarak) devamlı olarak (kalacaklardı Ve) o takvâ sâhipleri için orada (kusurlardan) hayz gibi ve diğer pis görülen şeylerden, arızalardan (tertemiz eşler vardır ve) bununla beraber hepsinin üstünde (Allah Teâlâ’nın büyük bir rızâsı vardır) işte en büyük saadet, bu ilâhi uzaya nâil olmaktır. (Ve Allah Teâlâ kullarını hakkıyle görücüdür.) Bütün kullarının yaptıklarını bilir, görür, ona göre mükâfat veya cezâ verir.
İşte takvâ sâhibi kullarının o güzel hallerini de bilir olduğu için onlar için cennetlerin! hazırlamış, ve onları en mukaddes bir gaye olan kendi ilâhî rızâsına mazhar buyurmuştur. Ne mutlu bu saadete nâil olanlara. Bir hadisi şerif şu mealdedir. Allah Teâlâ, âhirete cennet ehline hitâben buyuracaktır ki: Ey cennet ehli! Benden razı oldunuz mu? Onlar da diyecekler ki: Ey Rabbimiz! Biz senin itaatinde devamlıyız, saadet, yardım sendendir, hayır senin kudret elindedir. Biz nasıl razı olmayız, kimseye vermediğinnîmetleri bizlere verdin, Cenâb-ı Hak da buyuracak ki: Ondan, daha üstününü sizlere vereyim mi?
Onlar da diyecekler ki: Ey Rabbimiz! Ondan daha üstün hangi şey vardır? Hak Teâlâ hazretleri de tekrar buyuracak, yani kendilerine mukaddes katından ilham kılacaktır ki: Ben size rızamı helâl ve ihsan kıldım ki, artık bundan sonra sizlere ebediyen hışım ve gazapta bulunmayacağım. Ne muazzam bir müjde, ne sonsuz bir nîmet ve saadet! Cenab’ı Hak cümlemizi böyle bir ilâhî iltifata mazhar buyursun. Amin…
16. Onlar ki. Ey Rabbimiz! Biz muhakkak iman ettik, artık bizim için günahlarımızı bağışla ve bizleri o ateş azâbından koru, derler.
16. (Onlardır ki) o takvâ sâhibi zatlar veya Allah’ın muhterem kulları o kimselerdir ki (Ey Rabbimiz!) Sen âlimsîn, bilirsin ki, (bîz muhakkak İman ettik) senin birliğini, yaratıcılığını, bütün ilâhî hükümlerini tasdik ve tazimde bulunduk. (Artık bizim için) lutfet, insanlık icâbı işlediğimiz (günahlarımızı mağfiret buyur) onları af et ve gizle (ve bizleri o ateş azâbından) cehennemin o dayanılmaz ateşinden (koru) derler. Böyle dua ve niyazda bulunurlar. İşte mü’minlere lâyık olan da böyle ibâdet ve taatlarına güvenmeyip dâima Cenâbı Hak’kın af ve keremine sığınmaktır.
17. Onlar, sabır edicilerdir, sadıktırlar, ibâdetlere devam edenlerdir, infak edenlerdir, seher vakitlerinde de istiğfarda bulunanlardır.
17. (Onlar) yani o takvâ sâhibi zatlar (sabır edicilerdir.) Kendilerine gelen sıkıntılara tehammül edicidirler ve (sadıktırlar.) Sözleri, özleri doğrudur, gizli ve açık olarak sadakat sahibidirler. (İbadetlere devam edenlerdir) Kanıt, yani: İlâhî emirlere karşı itaatkârdırlar. (Infak edenlerdir) mallarından fakir ve zayıflara sadaka verir ve yardımda bulunurlar.(Seher vakitlerinde de istiğfarda) namazda, niyazda ilâhî affı istirhamda (bulunanlardır.) İşte takvâ sâhibi olan zatlar, bu seçkin vasıflara sahip bulunurlar. Ne güzel bir hayat tarzı!
§ Sabır: Acıya katlanmak, hoşa gitmeyen hallerde telâş göstermeyip sızlanmadan tahammül etmektir. Akıl ve şeriatın uygun görmediği hususlarda nefsi tutmak ve men ederek onları işlemekten kaçınmaktır. Günahlardan kaçınarak nefsin bu konudaki temayüllerine karşı direnmeye (sabır anil maaşi) denir. Gelen musibetlere, kederlere tahammül etmeye de (sabr alel’ mesaib) denilir ki karşıtı ce’zadır.
Maamafih sabır genel manalı bir kelimedir. Yerine göre şecaat, kanaat, sır saklama, gönül genişliği mânasında da kullanılır. Sabrın sonu zaferdir. Müdafaası mümkün, din ve ahlâka aykırı olan şeylere karşı tahammül etmek ise sabır değil, bir meskenettir. “Sensin eden imdat ile memnun zuefayı” “Dîl katre’i simab şud ey sabr gücai”
§ Seher: Fecrin doğuşundan biraz evvelki vakittir ki, güneş tekrar doğmaya, insanlık âlemine yeni bir hayati faaliyeti gelmeye yüz tutmuş olur. Bu, bir feyizli andır, temiz ruhların neşelenecekleri bir zamandır. Kalplere bir ilâhi zevk ve ferahlığın tesir edeceği ruhanî bir demdir. Binaenaleyh böyle bir zamanda gaflet uykusundan uyanarak namaz kılmak, zikir ve tesbihle bulunmak, Cenâb-ı Hakka kullukta bulunarak dua ve niyaza devam etmek ne güzide bir harekettir.
Nasıl, güzide olmasın ki, bu anda yapılan ibâdetlere, istiğfarlara Kur’an lisânı ile büyük bir kıymet veriliyor. Artık bu pek kıymetli bir zamanın feyizlerinden nasip almaya çalışmalı değil miyiz? “Ref’eder didar veçhinden nikahın vakti subh” “Anı seyreyler o kim bîdâr olur vakti seher”Sabah vakti, yüzünden peçesini kaldırır. Seher vaktinde uyanık olan kimse onu seyreder.
18. Allah Teâlâ, kendisinden başka bir ilâh bulunmadığına adâletle kaim olarak şahitlik etmiştir. Melekler de, İlim sâhipleri de şahitlikte bulunmuşlardır. O aziz, hakîmden başka asla bir ilâh yoktur.
18. Bu âyeti kerime, Hz. İsa gibi bazı zatlara ilahlık isnat edenleri reddetmekte, Allah’ın birliğinin en kuvvetli delillerle sabit ve tasdik edilmiş olduğunu bildirmektedir. Şöyle ki: (Allah Teâlâ kendisinden başka bir ilâh) bir mabut, bir kâinatı yaratan (bulunmadığına adâletle kaim olarak) bütün evreni bir adâlet, bir intizam üzere yaratmış, her irâdesi ve takdiri birer hikmet ve menfaate dayanmış olarak (şâhitlik etmiştir) yâni Allah’ın birliğini dış alemde ve insanlardaki sonsuz yaratış delilleriyle ve indirmiş olduğu mucize âyetleriyle beyan ve isbat buyurmuştur. (Meleklerde) ikrar ve imân sûretiyle bu şahitlikle bulunmuşlardır.
(İlim sahipleri de) Cenab’ı Hakkın varlığını, birliğini, yaratıcılığını bilip bunu isbat için bir nice yaratma ile ilgili, şer’î deliller irad etmişlerdir. Bu İlim sahiplerinden maksat, ya bütün yüce peygamberlerdir, veya bütün mü’minlerin âlimleridir, veyahut muhacirler ile ensarı kiramdır.
Evet! Bütün bu yüce zatlar, Allah’ın birliğini bilip itirafta, şahadette bulunmuşlardır. Çünkü, açıktır ki: (O aziz, hakîmden) o kudret ve hikmet (başka) ibâdet ve itaate lâyık yaratıcılık ve mâbudluk sıfatına sâhip (asla bir ilâh yoktur.) Artık bu açıklık meydanda iken bunun tersi nasıl kabul edilebilir. Bir kısım mahlukata ilahlık isnat edilerek Cenâb-ı Hakkın insanlığa ihsan buyurmuş olduğu İslâm dinin yüce beyanlarına nasıl muhalefet edilebilir?
19. Şüphe yok ki: Allah katında din, İslâm’dan ibârettir. O kendilerine kitap verilmiş olanlarınihtilâfta bulunmaları ise kedilerine İlim geldikten sonra sırf aralarındaki hasetten dolayıdır. İmdi her kim Allah’ın âyetlerine küfür ederse, şüphe yok ki Allah Teâlâ hesabı süratli olandır.
19. Bu âyeti kerime de Cenab’ı Allah’ın birliğini söylemekle hakkaniyet üzere kurulmuş olan dinin, yalnız İslâm dininden ibaret olduğu şöylece bildirilmektedir. (Şüphe yok ki. Allah katında) makbul, rızayı ilâhîsine uygun olan (dîn, İslâm’dan ibârettir.) Peygamberler vâsıtasiyle bütün insanlığa tebliğ buyurulmuş olan din yolundan ve yüce şeriattan başka değildir.
(O kendilerine kitap verilmiş olanların) Yahudilerin, Hıristiyanların ve kendilerine kitap verilmiş olan daha evvelki kavimlerin (ihtilafta bulunmaları) bunlardan bâzıları, İslâm dininin hak olduğunu kabul ettilkeri halde bâzılarının bunu tamamen inkâr etmeleri, ve bazılarının Allah’ın birliği hususunda ihtilâfa düşüp teslis görüşünü benimsemeleri veya Hz. İsa’ya, Hz. Uzeyre Allah’ın oğlu demeleri, bâzıları risaleti Muhammediyyeyi kabul ettikleri halde bir kısmının da onu inkâra cüret göstermeleri (ise kendilerine İlim geldikten sonra) Allah Teâlâ’nın birliğine, yaratıcılığına dâir âyetler, mucizeler zuhura geldiği halde, ve son peygamberin peygamberlik ve risaleti isbatına muvaffak olduğu harikalar vasıtasıyla görüldüğü halde o ihtilâf o kavimlerin (aralarındaki sırf hasetten) kıskançlıktan, riyaset hırsından (dolayıdır.)
Bu ne kadar cahilce, ihtiraslıca bir hareket! (İmdi her kim Allah’ın âyetlerine küfrederse) onun birliğini, peygamberlerinin peygamberlik ve risâletini isbat eden âyetleri mucizeleri inkâr eylerse mutlaka lâyık olduğu cezalara yakında kavuşacaktır. Evet. (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ hesabı suratlı olanlar) Onların muhasebelerini pek çabuk görerek kendilerine lâyık oldukları cezalara kavuşturacaktır. Artık kendileri düşünsünler!
§ İmân: Lûgatta bir şeye inanmaktır, bir kimseyi veya bir haberi tasdik etmektir, onun doğru olduğunu itiraf ta bulunmaktır. Şeriat dilinde ise peygamberlerin Allah tarafından tebliğ buyurmuş oldukları şeyleri kesin olarak tasdik eylemektir. Bu gibi hakikatlara kalben, vicdanen kat’î sûrette inanmak bir imandır. Bunları lisânen söyleyip itiraf etmek de ikrardır.
Bir kimsenin imânı, başkalarınca, ikrariyle anlaşılmış olur. İmân sâhibine “Mü’min” imân edilen şeye de “mü’nemün bih” denir, İmân zıddı “küfür” dür ki, bu da inkârdan ibarettir, İmân edilmesi lâzım gelen şeylerden herhangi birini inkâr etmek bir küfürdür. Meselâ: Cenâb-ı Allah’ın varlığını inkâr, küfür olduğu gibi onun peygamberlerinden, kitaplarından herhangi birini inkâr etmek de bir küfürdür.
Küfür lûgatte örtmek, gizlemek demektir. Mukaddesattan herhangi birini inkâr eden de onu örtmüş ve gizlemiş olacağından dolayı küfr ile vasıflanmış olur. Nitekim bir nîmetin kadrini bilmeyip örtbas etmeye de “küfranı nîmet” denir. Küfür sâhibine “kâfir” denilir. Birisini küfre nisbet etmeye de “tekfir” denir.
§ İslâm: Lûgatte ihlâs teslim olmak, baş eğmek mânâlarına gelir. Şeriat lisanında Yüce Peygamberlerin tebliğatını her şekliyle kabul edip beğenerek Cenâb-ı Hakka itaat ve inkiyat etmektir, İmân ile İslâm, lügat manaları İtîbariyle birbirinden ayrılırsa da şeriatına itibariyle birdirler. Her mü’min, müslimdir, ve her müslim, mü’mindir. Maamafih İslâm lâfzı din mânasına da gelir.
Nitekim şeriat, millet lâfızlar! da din mânasında kullanılmıştır. İslâm lâfzı, imânın alâmeti, meyvesi olan namaz oruç, hac gibi salih amellere de itlak olunur. İslâm lâfzı, bir de kalben tasdik etmeyip zahiren kabul etmek manasında da kullanılır. Kalben inkar ettiği halde lisânen “ben müslümânım” diyen bir şahsın İslâmiyeti gibiki, bu münâfıkça bir hareket olacağından Allah katına makbul olmadığı gibi şer’an da İslâm’dan sayılmaz.
§ Din: Allah Teâlâ tarafından konulmuş bir kanuni mübindir ki, insanlara Cenab’ı Hakkın varlığını, birliğini, azamet ve ulûhiyyetini bildirir, insanları yaradılışlarındaki gayeden haberdar eder. insanlara vazifelerini, hidâyet ve saadet yollarını gösterir. Akıl sahiplerine kendi güzel istekleriyle bizatihi hayır olan işlere sevk eyler. Bu ilâhî kanunu Yüce Peygamberler Allah tarafından vahiy yoluyla olarak ümmetlerine tebliğ buyurmuşlardır. İnsanlar tarafından din adına tertip ve tanzim edilmiş veya ilâhi bir dinin adına bir takım uydurma hükümleri kapsayan şeylere din denilmesi, kendi mensuplarına göredir.
Yoksa bunlar asla ilâhî dîni mahiyetine sâhip, insanlar için birer kurtuluş rehberi olmak meziyetini içerir değildirler. Din tabiri lûgat itîbariyle adet, siret, itaat, siyaset, rey, hüküm, cezâ mânâlarında da kullanılmıştır. Cenab’ı Hakkın bizlere ihsan buyurmuş olduğu ilâhî, hakîkî dîne, tevhid dini, denildiği gibi, İslâm dini de denir ve yalnız din, yalnız İslâm da denilir. Bu dini mübin, insanlığın İlk ve son dinidir.
Şöyle ki: insanlığın babası olan Hz. Âdem aleyhisselâm nail olduğu ilâhî vahyi sayesinde kendi evlât ve torunlarına bu tevhid dînini tebliğ etmişti. Ancak bir müddet sonra insanlar arasında cehâlet alâmetleri yüz göstermiş, gitgide bir takım batıl inançlar türemişti. Fakat vakit vakit peygamberler gönderilmiş, onlara semavî kitaplar verilmiş, onlar da ümmetlerini tevhid dinine, İslâm dinine davet etmiş, o peygamberlere bir takım zevat tabii olarak hidâyete ermiş, bir takım kimseler de şeytanlara uyarak din fikrinden mahrum kalmış, dalâlet içinde yaşayıp gitmişlerdir. Nihayet din ve İslâmiyet yıldızı sönmüş iken Cenab’ı Hak insanlığa en muazzam bir lûtuf, en nuranî bir rehber olmaküzere Muhammed, aleyhisselâtı vesselâm efendimizi son Peygamber olmak üzere bütün insanlık âlemine peygamber tayin buyurmuştur.
O eşsiz Peygamber ise Allah’ın yardımına mazhar olarak tevhid dînini fevkalâde bir azim ve gayretle neşre başlamış, evvelâ kendi muhitini aydınlatmaya çalışmış, muhitinin etrafında bulunan ve kendilerine ehli kitap deniler Yahudîler ile Hiristiyanları da bu dinî mübine davet ederek bu hususta nice harikalar, mucizeler göstermiştir. İşte bu. Yüce Peygamberimizin bütün beşeriyete tebliğ ettiği; bir ilâhî dîndir. bir tevhit dînidir, bir İslâm dînidir. Allah katında makbul olan dinde bu İslâm dininden başkası değildir.
İşte bu âyeti kerime de bunu anlatmaktadır. Bu, apaçık İslâm dinidir ki: Bütün insanlığı hitap edip onlara hidayet, saadet yollarını göstermektedir. Bütün insanlar âlemi bu dinî mübine muhtaçtırlar, insanların hakikatlardan haberdar olabilmesi için, Cenâb-ı Hakkın rızâsına muvafık fiil ve hareketlerde bulunabilmesi için bu dîni mübinden daha mukaddes bir rehber bulunamaz. Bu mukaddes din, haddızatında bütün insanlık için en mühim bir ihtiyacı ruhi ve manevî ki, bu ihtiyaç tatmin edilmedikçe insan için kalp temizliğine, vicdan rahatlığına ruh yüceliğine nailiyet imkânı bulunamaz.
Güzel ahlâkın esası, dayanışma ve muhabbet üzerine kurulma bir medeniyetin en birinci dayanağı bu dîni mübindir. Dinsiz bir milletin maddî varlığı geçicidir. Hakikat nazarında hiç bir kıymeti yoktur, sönmeğe mahkumdur. Binaenaleyh insanlar yalnız dünya varlığını, dünya zevkini bir gaye bilmemelidirler. Yanlış, uydurma düşüncelere tabi olmamalıdırlar. Kutsallığı güneşlerden daha parlak olan dîni İslâm’ın yüce gölgesine iltica etmelidirler ki osayede birer temiz ruha, güzel ictimâî birer terbiyeye, umum insanlık hakkında pek hayırlıca bir vicdana nail olabilsinler. İtisam eylemeyen habli metini şer’e
Evci balayı kemelâtâ suût eyleyemez.
Şeriatın sağlam ipine sarılmayan
Olgunlukların zirvesine yükselemez.
20. Artık seninle mücadelede bulunurlarsa de ki: Ben nefisimi Allah Teâlâ’ya teslim ettim, bana tabi olanlar da. Ve kendilerine kitap verilmiş olanlar ile ümmîlere de deki: İslâmiyeti kabul ettiniz mi? Eğer İslâmiyeti kabul etmişler ise şüphesiz hidayete ermişlerdir Ve eğer kaçınırlarsa senin üzerine lâzım gelen ancak tebliğdir. Allah Teâlâ ise kulları büsbütün görücüdür.
20. Bu âyeti kerime; İslâmiyeti kabul edenlerin hidayete erdiklerini, doğru olduğu delil ile ortaya çıkmış olan İslâm dinini kabul etmeyenler ile de tartışmaya hacet bulunmadığını, yalnız bu hakikatı tebliğ ile irşad vazifesinin yapılmış olacağını beyan buyurmaktadır.
Şöyle ki: Hz. Peygamber, Necran müşrikleri gibi inkârcıları İslâm dînine davet etmiş, bu dinin doğruluğunu, yüceliğini gösterir âyetleri, delilleri de getirmişti, buna rağmen yine küfürlerinde ısrar edip dururlarsa cezalarını bulacaklarını kendilerine ihtar buyuruyor. (Artık seninle) ey Rasûli Ekrem (mücadelede) din hakkında münakaşada (bulunurlarsa) onlara karşı tekrar münazaraya, deliller getirmeye hacet yok, onlara (de ki: Ben nefsimi Allah Teâlâ’ya teslim ettim.) Onun birliğini tasdik, onun ortak ve benzerden uzak olduğunu bilip onun tevhid dînini sizlere tebliğ ve o dinin hak olduğunu delil ile isbat eyledim, artık mücadeleye lüzum yok (bana tâbi olanlarda) o apaçık dîni kabul edip hakka nefislerini teslim eylemişlerdir.
(Ve kendilerine kitap verilmiş olanlar ile) ehli kitap denilen Yahudîler ve Hıristiyanlar ile(ümmîlere) Arap müşriklerine (de ki: İslâmiyeti kabul ettiniz mi?) Benim gibi nefsi hakka teslim ederek İslâm şerefine nail oldunuz mu? Sizleri İslâmiyeti kabul etmeye sevk edecek deliller gelmiştir. (Eğer) onlar (İslâmiyeti kabul etmişler) dalâletten kurtularak İslâm dairesine girmişler (ise şüphesiz hidayete ermişlerdir.) Nefislerine fâide sağlamış karanlıktan kurtularak aydınlığa kavuşmuş olurlar.
(Ve eğer) İslâmiyeti kabulden (kaçınırlarsa) Habibim!. Sana bir zarar vermiş olamazlar. Kendi nefislerine zulüm etmiş, kendilerini ebedî felâkete maruz bırakmış olurlar, (senin üzerine lâzım gelen ancak tebliğdir.) Dîni hükümleri bildirmektir, tavsiyedir, hidayet yolunu göstermektedir. Sen ise bu vazifeni yapmış bulunmaktasın. Onları fiilen hidayete kavuşturmak sana ait değildir.
(Allah Teâlâ ise kulları büsbütün görücüdür) Onların İman edip etmeyenlerin! bilir, her birisi hakkında ameline, itikadına göre mükâfat ve ceza verir. Binaenaleyh insanlar selâmet ve hidayete nail olmak isterlerse hakkı kabul etmelidirler. Kendilerine tebliğ ve tavsiye edilen faziletleri ve olgunluklar! Maalmemnuniye kabul etmekten kaçınmalıdır. Sonra kendi hayatlarına suikast etmiş olurlar. Hakka karşı bile bile muhalefette bulunanlar ile tartışma ve mücadele ise boşunadır.
21. O kimseler ki. Allah Teâlâ’nın âyetlerini inkâr ve peygamberleri haksız yere öldürürler ve insanlardan adaletle emredenleri de öldürürler, artık onları elem verici bir azap ile müjdele!
21. Bu mübârek iki âyet, Peygamberlerin tebliğatını kabulden kaçınan inkârcıların üç türlü canice hallerini, ve onların maruz kalacakları felâketleri şöylece beyan buyurmaktadır: (O kimseler ki. Allah Teâlâ’nın âyetlerini) Peygamberlerine vermiş olduğu kitapları, ve Yüce Allah’ın varlığına kudret ve azametine delâlet eden harikaları, mucizeleri(inkâr) ederler.
Bunlardan bir kısmını, hattâ birini inkâr dahi umumunu inkâr demektir. Meselâ: Kur’ân’ı Kerim bir ilâhî kitaptır, bir semavî mucizedir, buna dair geçmiş kitaplarda malûmat vardır. Artık Kur’an’ı Kerim’i inkâr eden bir kimse, veya bir kavim, bütün bu kitapları inkâr etmiş olur. (ve Peygamberleri haksız yere öldürürler) vaktile Yahudiler bir çok Peygamberleri öldürmüşlerdi, sonrakiler de buna razı bulunmuş ve hattâ ellerinden gelseydi son peygamber Hz. Muhammed’in de hayatına kastedeceklerdi. Binaenaleyh bu itibarla bunların hepsi de peygamberler katili sayılmaktadırlar.
(ve insanlardan adaletle emredenleri de öldürürler) Bir muhitin kalkınması, aydınlanması için içlerinden seçkin, dindar, bilgili bir zümrenin bulunmasına ihtiyaç vardır. Bu gibi zatların pek hayırlı olan öğütlerini, tavsiyelerini, iyiliği emretmelerini, kötülükten alıkoymalarını memnuniyetle telâkki etmek lâzımdır.
Fakat güzel bir terbiyeden, akıllıca bir düşünceden mahrum olanlar, veya şahsî, ganî bir menfaat peşinde koşanlar, bu gibi pek hayırlı, âmme hakkında pek faideli olan tavsiyeleri, emirleri, yasakları hoş görmezler bunların sahiplerinin hayatına kastederler. Nitekim vaktiyle Yahudîler, Peygamberleri müdafaa eden zatlardan yüz on iki kişiyi bir günde şehit etmişlerdi, (artık onları elim) pek feci, pek ağırtıcı (bir azap ile müjdele.) Onların görecekleri şey böyle bir azaptan başka değildir.
Bu azap ile sakındırma keyfiyeti, onlara karşı bir alay, bir küçümseme olmak üzere “müjde” diye beyan olunmuştur. Eshabı kiramdan Abdullah İbni Cerrah radıyallahu teâlâ anh – diyor ki: Ben Resulellahtan sordum ki; kıyamet gününde azabı en çok olan şahıs kimdir? Buyurdu ki: Bir Peygamberi veya iyiliği emr eden, kötülükten alıkoyan bir zatı öldüren kimsedir.
22. İşte onlar, amelleri dünyada da, âhirette de batıl olan kimselerdir. Ve onlar için yardımcılardan bir fert de yoktur.
22. (işte onlar) o âyetleri inkâr, peygamberleri ve iyiliği tavsiyede bulunanları öldürenler yok mu? İşte o caniler (amelleri) dünyada yapmış oldukları sadakaları, vücude getirdikleri maddî faideli şeyleri (dünyada da âhirette de batıl) kendileri için fâide teşkil etmekten uzak (olan kimselerdir) onlar ölünce bütün bunlardan mahrum kalacakları gibi, âhireti inkâr eden, Yüce Yaratıcının emirlerine muhalif oldukları için onun âhirette lûtfuna mazhar olmak şansını da daha dünyada iken elden çıkarmış bulunacaklardır.
Bu ne felâket! (ve onlar için) yarın âhiret âleminde (yardımcılardan bir fert de yoktur) öyle küfür ve isyan ile hayatı terk edenler hakkında hiç bir kimsenin yardım etmesine, şefâatte bulunmasına imkân bulunmamaktadır. Elbette öyle inkârcı, inatçı kimselerin âkibetleri böyle bir felâketten, mahrumiyetten başka değildir.
23. Görmedin mi kendilerine kitaptan bir nasip verilmiş olanları ki, aralarında hüküm etmesi için Allah’ın kitabına davet olunurlarda sonra onlardan bir zümre yüz çevirir. Ve onlar kaçınan kimselerdir.
23. Bu âyeti kerime, ellerindeki kitapların bile ahkamına muhalefet eden yanlış ümitlere düşen, hakikatı kabul etmeyen kimselerin maruz kalacakları uhrevî mesuliyetlere bir uyanma, vesilesi olmak üzere işaret buyurmaktadır.
Şöyle ki: Habibim! (görmedin mi?) ne şaşılacak hâl (kendilerine kitaptan) Tevrattan (bir nasip) bir bilgi ilimler ve hükümlere dair ve bilhassa son peygamberin vasıflarına ait malûmat (verilmiş olanları ki, aralarında hükmetmesi) hakem mevkiinde bulunması, âhir zaman Peygamberinin vasıflarını kendilerine göstermesi (için Allah’ın kitabına) Tevrata müracaata (davet olunurlar da) bu müracaattan (sonra onlardan bir zümre yüz çevirir.) Tevratın o beyanlarına iltifat etmez, (ve onlar) o zümre veya onların mensub oldukları kavim, zaten Hakkı kabulden(kaçınan) batıl üzerine israr eden (kimselerdir) artık onlardan ne beklersin?
24. Bu da onların “bize ateş sayılı günlerden başka asla dokunmayacaktır” demelerinden meydana gelmektedir. Ve onları dinlerinden iftira ettikleri şeyler aldatmıştır.
24. (Bu da) böyle Hakkı kabulden yüz çevirmeleri de (onların bize) yaptığımız günahlardan dolayı (ateş) cehennem azabı (sayılı günlerden) yanî: Sığır buzağısına tapmış olduğumuz günler miktarından (başka asla dokunmayacaktır demelerinden ileri gelmektedir.) Bu cahilce bir kanaattir. (ve onları dinlerinde) kendileri uydurup (iftira ettikleri şeyler) Meselâ: Buzağı mes’elesi, Peygamber olan babalarının kendilerine şefaat edecekleri ve saire gibi kuruntular (aldatmıştır) böyle ümide düşürmüştür.
25. Onları o vukuunda şüphe olmayan gün için topladığımız ve her şahısa kazanmış olduğu şey ödenecek olan zaman onların hâli ne olacaktır. Ve zulüm olunmuş olmayacaklardır.
25. Ne beyhude ümit! Bu nasıl olabilir? (onları) o İslâm dînini kabul etmeyen inkarcılar! (o vukuunda şüphe olmayan) meydana geleceği nice delilerle sabit bulunan (gün için) o kıyamet vakti, o mükâfat ve mücazat zamanı için (topladığımız ve her şahsa) dünyada iken (kazanmış olduğu şey) bütün amellerinin cezası, karşılığı (ödenecek olan zaman -onların hâli- ne olacaktır,) ne kadar acayip! Onlar hiç düşünmezler mi?
Öyle iddiaları gibi geçici bir azap ile kurtulacaklarını nasıl iddia edebiliyorlar? Özellikle küfrün cezası ebedidir. Bunu bilmeler! icabetmez mi? (onlar) bütün insanlar (zulüm olunmazlar) herkese istihkakına göre muamele yapılır. Bir kimsenin haksız yere azabı arttırılmaz, sevabı da eksiltilmez, İlâhî Adalet buna müsait değildir.
§ Bu mübârek âyetlerin nüzul sebebi hakkında şöyle rivayetler vardır:
1 – Rasûli Ekrem, sallâllahû aleyhi ve sellem efendimizin mübârek vasıfları Tevratta anlatılmıştır. Yahudilerin âlimleri bunu biliyorlardı. Bu hususa dair Tevrata müracaat etmeleri kendilerine emir olunmuştu. Onlar ise bile bile inkâra devap edip bu müracaattan kaçınmışlardı. İşte bu âyetler bunu bildirmektedir.
2 – Fahri kâinat hazretleri. Yahudilerin dershanelerine teşrif etmiş, onları İslâm’a davet buyurmuş; onlar da: Sen hangi din üzeresin? Diye sormuşlar, Rasûli Ekrem de: Ben İbrahim aleyhisselâmın dini üzereyim, yâni: Benim dinim de onun dinidir, bütün ilâhî dinler esasen bir olup, müslümanlıktan ibarettir, diye buyurmuş. Onlar ise: Hayır. İbrahim aleyhisselâm Yahudîdir, demişler.
Peygamber efendimiz de buyurmuş ki, öyle ise Tevrat’i getirin bakalım, yâni buna dair tevratta ne vardır ki, ona dayanarak böyle iddia ediyorsunuz? Onlar ise bundan kaçınmışlar, Tevratta iddialarını isbat edecek bir şey bulunmadığını bildikleri için tevrata müracaat edememişlerdir. İşte bu âyetler bu hâdise üzerine nâzil olmuştur.
3 – Yahudîlerden şerefli bir aileye mensup bir erkek ile bir kadın zinada bulunmuşlardı. Tevratın hükmüne göre recmedilmeleri, yâni taşlanarak öldürülmeleri icab ediyordu. Bundan kurtulmak ümidi ile Rasûli Ekrem efendimize müracaat ettiler, o da bunların recmedilmelerine hükmetti fakat onlar buna razı olmadılar, böyle bir hükmü inkâr ettiler, peygamber efendimiz emr etti, haydi Tevrat’ı getiriniz, oradaki hüküm de böyledir, diye buyurdu. Tevrat’ı getirdiler, Yahudîlerden Abdullah İbni Surya, Tevrat’ı okumaya başladı, recim âyeti gelince üzerine elini koyup onu okumadan geçti.
Orada bulunan Abdullah ibnî Selâm, bu keyfiyeti haber verince Abdullah elini çekti, recim âyeti görüldü. Rasûli Ekrem’in emriyle o iki şahıs recmedildi, Yahudîler isebundan çok kızdılar, Tevrat’ta da mevcut olan bu hükmü bildikleri halde bundan kaçınmışlardı bunun hükmüne rıza göstermemişlerdi. İşte bu âyetler bunun üzerine indirilerek şeref verilmiştir. Maamafih bu âyetlerin hükmü, bu gibi hakikatları gizleyen ve inkâr edenlerin hepsine de şamildir.
26. De ki: Ey mülkün sâhibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden çeker alırsın ve dilediğini aziz edersin, dilediğini de zelil kılarsın. Hayır senin kudret elindedir. Şüphe yok ki, sen her şeye fazlasıyla kadirsin.
26. Bu iki âyeti kerime gösteriyor ki; Bütün kâinatta hakikaten hakim olan, ve tasarruf eden zat, Cenab’ı Haktan başka değildir. Bütün kâinatta meydana gelen değişikliklerin varlığı, bu ilâhî hakimiyetin birer parlak açık delilidir. Binaenaleyh, İslâmiyetin galibiyetine, bir çok yerlere yayılacağına dâir olan Hz. Peygamber’in beyanlarının imkânı da, tahakkuk edeceği de böyle hârikaları vücude getirmekte olan kerem sâhibi yaratıcının irâde ve kudret bakımından asla uzak görülemez, nitekim tahakkuk da etmiştir. İşte buyuruluyor ki: Yüce Resûlüm! Senin gelecekte nice muvaffakiyetlere nail olacağını uzak görenler varsın öyle görsünler!
Sen (de ki. Ey Allah’ım! Ey mülkün sâhibi! Sen mülkü) malı, makamı, maddî ve manevi işlerde tasarrufu (dilediğine verirsin) buna kimse mâni olamaz. (Ve mülkü dilediğinden) irade buyurmuş olduğun şahıstan veya kavimden (çeker alırsın) buna da kimse engel olamaz. (Ve dilediğini aziz edersin) dilediğin kulunu dünyada da âhirette de yardım ve başarıya ulaştırarak kadrini yükseltirsin. (Dilediğini de zelîl kılarsın) nimetten, devletten mahrum bırakırsın, Hiç bir kimse bizzat bir şeye sahip değildir.
Veren de alan da ancak Allah Teâlâ’dır. Ya Rabbi! (hayır senin kudret elindedir.) Bütün hayır, bütün izzet ve şerefsenin irade ve kudretine bağlıdır. Artık hiçbir kimse nail olduğu bir nimetten, bir devletten dolayı mağrur olarak nîmete karşı nankörlükte bulunmamalıdır. Bunu Cenab’ı Hakkın bir lütuf ve keremi bilip karşılığında şükrünü ifaya çalışmalıdır. (Şüphe yok ki, sen) ey Yüce mabud, ey Yüce Yaratıcı (herşeye fazlasıyla kâdirsin) senin kudretin sonsuzdur. Mülkünde dilediğin gibi tasarruf buyurursun.
27. Geceyi gündüz içine tıkarsın, gündüzü de gece içine tıkarsın ve diriyi ölüden çıkarırsın, ölüyü de diriden çıkarırsın ve dilediğine hesapsız olarak rızık verirsin.
27. Ey hikmet sâhibi Yüce Yaratıcı! Sen (geceyi gündüz içine tıkarsın) geceleri kısaltır, gündüzleri uzatırsın (gündüzü de gece içine tıkarsın) vakit vakit zamanlarda değişiklikler vücude getirirsin. Gâh gündüzler uzanır ve gâh geceler uzanır, bütün bu tabiat olayları, birer hikmete dayanarak ilâhî irade yönünde cereyan eder durur.
(Ve) Ey Rabbim! Sen (diriyi ölüden çıkarırsın) hayat sahiplerini maddelerden, nutfelerden vücude getirirsin, bir katreden bir hayvan, bir yumurtadan bir piliç meydana çıkarıverirsin, bunun aksine (ölüyü de diriden çıkarırsın) hayvanlardan nutfeleri: Yumurtaları, hayata hizmet eden sütleri vücude getirir verirsin. Mânevî bakımdan da cahillerden alîmleri, kâfirlerden müslümanları ve bunun .aksine alimlerden cahilleri, müslümanlardan da kâfirleri yaratırsın. Nitekim Azerin sülbünden İbrahim Aleyhisselâm, Nuh aleyhisselâm’ın sülbünden de Kenan vücude getirilmiştir. Bütün bunlar birer hikmet gereğidir.
Binaenaleyh kötülüğü yaratan da Cenâb-ı Haktır. Fakat ona rızâsı yoktur. Kullar, kendi sahip oldukları kabiliyetlerini suistimal ederek irade ve seçimlerin! şer tarafına yöneltirlerse Cenâb-ı Hak da onların bu haleti ruhiyelerine, bu şahsî arzularına binaen şerri vücude getirir. Bu bir hikmet gereğidir. Teklifin ve mükellefiyyetkanununun bir neticesidir. Yoksa Cenab’ı Hak, daima kullarına hayırlı şeyleri emreder.
Ey Rabbim! Sana şükür ederiz, sen merhametlilerin en merhametlisisin (ve dilediğine hesapsız olarak) lütuf hazinelerinden meşakkatsiz olarak rızık verirsin maddî ve mânevî nice nîmetlere nail kılarsın. Artık Peygamber efendimizi de birçok galibiyetlere muzafferiyetlere fetihlere mazhar buyuracağını kim uzak görebilir? Nitekim bu sonsuz nîmetler, Hz. Peygamber hakkında tecelli etmiştir.
§ Bu âyetlerin nüzul sebebi hakkında deniliyor ki: Rasûli Ekrem hazretleri, Hendek savaşı sırasında Medine-i Münevvere’yi müdafaa için bir hendek kazılmasına lüzum görmüştü. Bu sırada bazı mucizeler vücude gelmişti. Bu cümleden olarak az bir yemek ile bir çok mücahitler dövüyorlardı. Bu esnada hendek kazılırken içinden bir büyük kaya çıktı, bunu külünkler kıramıyordu. Rasûli Ekrem efendimiz külüngü mübârek eline aldı, bismillâh diyerek bir kere vurdu, o kayanın üçte biri kırıldı.
Hemen: Allahu ekber! Bana Şam’ın anahtarları verildi, vallahi Şam’ın kırmızı köşklerini görüyorum diye buyurdu. Sonra bismillâh diyerek o kaya bir külünk daha vurdu, onun üçte biri de kırıldı. Hz. Peygamber: Allahu ekber. Faris ikliminin anahtarları bana verildi, vallahi ben şimdi Medain şehrinin beyaz köşklerini görüyorum diye buyurdu. Üçüncü bir defa daha bismillâh diyerek o kayaya külünk ile vurdu, kayanın tamamı parçalanmış oldu. Bu kere de Allahu ekber! Bana Yemenin anahtarları verildi, Vallahi ben şimdi San’anın kapılarını görüyorum” diye buyurdu. Ümmetinin oralara hakim olacağını eshabı kiramına müjdeledi.
Bunu duyan bir takım münafıklar, bakınız, müslümalar kendilerini bir avuç Mekke müşriklerinden müdafaa için hendek kazmaya mecbur oluyorlarken buna rağmen nice büyük yerlere hakim olacaklarını ümit ediyorlar, diye söylenip durmuşlardı. İşte bu gibi cahilleri ikazve Yüce peygamberimizi tasdik ve teselli etmek bu mübârek âyetler nazil olmuş, filhakika biraz sonra da o büyük fetihler vücude gelmiştir. Artık öyle İslâmiyetin yüceliğini takdir etmeyen, müslümanların yükselmesine muvaffakiyetini arzu eylemeyen, din düşmalarına karşı uyanık bulunmak, onların dostluğuna aldanmamak lâzımdır. İşte hikmet dolu Kur’an’ı Kerim, bizleri bu hususta da ikaz buyurmaktadır.
§ Mülk: Kudret, tasarruf, kendisinde istenildiği gibi tasarruf olunacak şey demektir. Meselâ: Bir insanın kazandığı bir para kendisinin bir mülküdür. Bunu dilediği gibi sarfedebilir. Maamafih mülk maddî olduğu gibi mânevî de olabilir. Meselâ: Servet, makam, vücut sıhhati, güzellik, birer maddî mülk demektir. Akıl, zekâ, güzel ahlâk, ilim ve irfan da birer mânevî mülktür. Bütün bunları bizlere ihsan eden Cenab’ı Haktır.
§ Hayır, iyilik, herkesin muhabbet ve rağbet ettiği faideli şey Allah rızâsını kazanmaya vesile olan güzel ameller demektir. Hayır iki kısımdır. Biri mutlak hayır ki, her durumda ve herkesçe istenilir. Cennet gibi. Diğeri de mukayyet hayırdır ki, bazı kimseler hakkında hayır olduğu halde diğer kimseler hakkında şer olur. Servet gibi, bunun içindir ki, Kur’an’ı Kerim’de mal, hem hayır hem de şer olmak üzere nitelenmiştir.
Diğer bir itibar ile hayır şöylece iki kısımdır: Biri mutlak hayırdır ki bu haddızatında iyi, faydalı olan şeydir. Servet, güzel geçim gibi. Diğeri de ahlâkî hayırdır ki, bu da ahlâkî kanununun teklif ve tasvib ettiği şeydir. Sırf bir ahlâkî vazife olmak üzere istikamet dairesinde hareket gibi. Mutlak Hayır ile ahlâkî hayır bazen birleşir, bazen de birleşmez. Meselâ: Allah Rızası için fakirlere yardımda her iki hayır mevcuttur. Gösteriş için yapılan biryardımda ise yalnız mutlak hayır vardır, ahlâkî hayır yoktur. Hayrın karşıtı şerdir.
§ Şer: Yaramazlık, kötülük, fenalık, hayra zıt, insan tabiatına uygun olmayan şey demektir. Şerri çok olan şahısa “şerir” denir. Çoğulu “eşirradır” şerefini, maddî ve manevî varlığını muhafaza etmek isteyen bir kimse için, şerir olan kimselerden kaçınmak en birinci bir vazifedir. En tehlikeli şerir ise insanların güzel ahlâkına, güzel diyanet ve hareketine engel olmak isteyen herhangi bir şahıstır.
28. Mü’minler, mü’mînlerden başka kâfirleri dostlar edînmesinler. Her kim onu edinirse Allah Teâlâ’dan yardıma kavuşma ilgisi kalmamış olur. Meğer ki, onlardan bir korunma için çekinecek olasınız. Allah Teâlâ ise sizi zatı uluhiyyeti hakkında sakındırır. Ve nihayet gidişi de Allah Teâlâ’yadır.
28. Bu âyeti kerime, müminleri yalnız Allah Teâlâya teslime ve ona güvenmeye davet ediyor, ilâhî dîni inkâr edenleri samimî bir şekilde dost tutmanın da mahzurlarına işaret buyurmaktadır. Şöyle ki: (mü’minler) samimî şekilde İslâm dîni ile şereflenenler, kendileri gibi (mü’minlerden başka) olan (kâfirleri) Allah Teâlâ ile ve onun resulünü inkâr eden kimseleri (dostlar edînmesinler.)
Onları aralarında akrabalıktan veya cahiliyye devrindeki münasebetlerinden dolayı birer sadık dost kabul eylemesinler, onlara ciddî şekilde dost olmak tehlikesine düşmesinler. (Her kim onu edinirse) öyle İslâmiyeti inkâr eden, ilâhî gazaba mâruz, ilâhî muhabbetten mahrum kimseleri kendisine birer sadık dost tanıyarak onlara bir dostça bir bağlılıkta bulunursa (Allah Teâlâ’dan) dostluk ve (yardımı kazanma) gibi bir (ilgisi kalmamış olur) Allah Teâlâ’nın düşmanlarıyle, onun kutsî varlığını, mukaddes dinini inkâr eden kimselerle dostlukta bulunan bir şahıs, artık Cenâb-ı Hakkın dostluğuna, yardımına lâik olabilir mi?
Bir kimse ezelî dostunun haksızolan düşmanlarına dost olursa artık o ezelî dostu ile ciddî şekilde alâkası kalabilir mi? (Meğer ki) Ey mü’minler! (onlardan) o kâfirlerden (bir korunma için çekinecek olasınız) yâni: Onların düşmanlıklarından, birer zarar vermelerinden korunmak için dostluk göstermek müstesna, o zaman onlarla zahiren dostane bir vaziyette bulunabilirsiniz. Elverir ki, böyle bir hareket, başka müslümanların zararına olmasın, hakiki bir menfaatin zayi olmasını sebebiyet vermesin. Böyle zahirî bir dostluk ise kâfirlerin galebesi zamanına aittir. Veya onların ülkesinde bulunmak takdirindedir.
İslâmiyetin galibiyeti zamanında ise böyle bir harekete lüzum yoktur. Maamafih İslâmiyet, daima umum insanlık hakkında hayırlı hareketi emir ettiği için gayri müslimler hakkında da müslümanlar icabeden iyilikten geri durmazlar, onlara da sadaka verebilirler, onların da haklarına riayet ederler, dinî âyinlerinin icrasına mâni olmazlar. Onlar itaatkâr bulundukça onları himayeden çekinmezler. Hattâ onların haklarında en büyük hayır isteyen olmak üzere onların da hakikî bir dinden müstefit olmalarını vicdanen arzuda bulunurlar.
Ve görülen bir lüzuma binaen müslümanlar, gayrı müslimler ile zahiren bir münasebet kurarlar, sözleşmeler yaparlar, siyasi münasebetler vücude getirirler, diğer gayri müslimlere karşı müttefik olarak bir cephe alabilirler. Elverir ki, hareketleri İslâm ruhunu incitmesin. Fakat herhangi mü’min görülen bir şahıs, kendi dinini inkâr eden kendi varlığına saldıran bir din düşmanına samimî şekilde muhabbet gösterir, onun hareket tarzını doğru görür, takdir ederse elbette hak dîn ile alâkası kalmamış, mü’minlere karşı münafıkça bir durumda bulunmuş olur. Artık onun Allah dostluğundan, ilâhî yardımdan alâkası kesilmiş olmaz mı?
Velhasıl: Kat’î lüzum görülmedikçe yabancılarile samimî şekilde dostça bir tarz almamalıdır. Ancak yabancı ülkesinde bulunan bir mü’min İslâmiyetin aleyhinde olmamak üzere kendisini korumak için onlara karşı dostluk gösterir bir vaziyet alabilir. Nitekim: ( Onlar yurdunda olduğun müddetçe onlarla iyi geçin.) denilmiştir. Yâni onlara dost görün, onların yurdunda bulundukça. Fakat şunu da unutmamalı: “Var iken elde müdara cengü gavgadır abes” “Düşmen bed tıynete amma müdaradın abes” Elde dost görünme varken cenk ve kavga abestir. Fakat kötü yaratılışlı düşmana dost görünmek abestir. Şunu da düşünmelidir ki: Dünya hayatı ne de olsa fânidir. Dünya nimetleri yok olmaya maruzdur, asıl ebedî kalacak olan şey, uhrevî nîmetlerdir.
O âlemde Cenab’ı Hakkın lûtf ve ihsânına nailiyettir. Binaenaleyh her dindar olan zat, bunu düşünmelidir. Adî bir menfaat için din düşmanlarına dostluktan sakınmalıdır. Çünkü Cenab’ı Hak buyuruyor ki: (Allah Teâlâ ise sizi zatı ulûhiyet! hakkında sakındırır.) Öyle dinsizlere dostluk takdirinde elim bir azaba giriftar olacağınızı haber veriyor. (Ve nihayet gidiş te Allah Teâlâ’yadır) o Yüce Yaratıcının mânevî huzurunadır. Onun kıyamet günündeki mahkeme’i kübrasınadır. Artık onun kutsal hükümlerine muhalefetle kendimizi cezaya hedef kılmış olmayalım. Ne büyük bir ilâhî tehdit!
§ Bu âyeti kerimenin nuzul sebebi hakkında çeştili rivayetler vardır. Özet olarak deniliyor ki: Yahudîler bir kere müslümanlardan bir cemaatin yanına sokulmuşlar, onları İslâmiyetten uzaklaştırmak istemişler. Eshabı kiramdan birkaç zat ise o müslümanlaranasihat vermişler, ve o Yahudîlerden kaçının, sizleri dininiz hakkında fitneye düşürmesinler demişler, bunun üzerine bu âyeti kerime nâzil olmuştur ki, hükmü daimîdir, İslâmiyet aleyhindeki bütün ceryanlardan kaçınmamızı bize telkin etmektedir. Diğer bir rivayete göre de Hatip İbni Beltia gibi bazı kimseler, Mekke kâfirlerine karşı sevgi izhar ediyorlardı.
Cenâb-ı Hak ise bu âyeti kerimesiyle onlara bunu yasaklamış oldu. Üçüncü bir rivayete göre de münafıklardan Abdullah ibni Übey ve arkadaşları, Yahudîler ile müşriklere karşı dostlukta bulunuyorlardı, müslümanlara ait şeyleri onlara haber veriyorlardı. O gayri müslimlerin Resûlüllaha karşı muzaffer olacaklarını ümit ederek bu casusluk alçaklığında bulunmuş oluyorlardı. Bunun üzerine bu âyeti kerime nâzil olmuştur. Bütün müslümanlar için bir uyanış dersidir. Tâ ki dostlarını, düşmanlarını bilsinler, ona göre hareketlerini tanzim etsinler.
“Mizana vur görüştüğün ahbabı elhazer!”
“Rehber tasavvur eylediğin rehben olmasın”
Görüştüğün dostları teraziye vur, sakın!
Rehberdir diye düşündüğün kimse yol kesen olmasın!
29. De ki: Göğüslerinizde olan şeyi gizleseniz de, açıklasanız da onu Allah Teâlâ bilir. Ve göklerdekini de, yerlerdekini de bilir. Ve Allah Teâlâ her şeye hakkıyla kadirdir.
29. Bu iki âyeti kerime, insanlığı güzel amellere teşvik ve ilâhî azabı getirecek, hareketlerden sakındırmaktadır. Şöyle ki: Habibim! Onlara hitaben (De ki) siz (göğüslerinizde) kalplerinizde (olan şeyi) akidelerinizi, arzularınızı, kâfirlere olan dostluğunuzu (gizleseniz de, açıklasanız da) Cenâb-ı Hakka karşı eşittir.
(Onu Allah Teâlâ bilir) ona göre hakkınızda mükâfat ve ceza verir. (Ve) Allah Teâlâ yalnız bunları değil,bütün (göklerdekini de, yerdekini de bilir) onun ilmi dairesinden hiç bir şey hariç değildir. Binaenaleyh kâfirlere meyil ve muhabbetiniz var mı, yok mu onu da bilir, ona göre hakkınızda muamele yapar. (Ve Allah Teâlâ her şeye hakkıyla kadirdir) artık sizin hakkınızda da lâzım gelen taltif veya tazibi yapmaya kudreti ilâhiyyesi fazlasıyla kâfidir. Artık ona göre düşününüz!.
.30. O günü ki, herkes hayırdan her ne yapmış ise onu hazırlanmış olarak bulacaktır. Kötülükten de ne yapmış ise onunla kendi arasında uzak bir mesafe bulunmasını temenni edecektir. Ve Allah Teâlâ sizi yüce zatından sakındırır. Ve Allah azimuşşan kullarını çok esirgeyicidir.
30. (O günü) hatırla (ki, herkes hayırdan her ne yapmış ise onu) o yaptığını amel defterinde yazılmış (hazırlanmış olarak bulacaktır) onun mükâfatına erecektir. (Kötülükten de ne yapmış ise) onu amel defterinde görecektir. (Onunla kendi arasında uzak bir mesafe) kendisiyle ameli arasında doğu ile batı kadar bir uzaklık (bulunmasını temenni edecektir.) Yanî: Dünyada iken yapmış olduğu hayın da, şerri de az olsun, çok olsun amel defterinde yazılmış bulacaktır. Eğer ameli hayır ise sevinecek, onu memnuniyetle benimseyecektir, mükâfatına erecektir.
Bilâkis ameli şer ise üzülüp duracaktır, kendisiyle ameli arasında pek uzaklık bulunmasını temenni edip duracaktır. Fakat bu mümkün mü? Ne boş bir temenni! (Ve Allah Teâlâ sizi) ey insanlar (zatı ulûhiyyetinden) elem azabından, azamet ve büyüklüğüne karşı günahkarca hareketlerden (sakındırır) korkutur, ta ki emri ilâhîsine muhalif hareket ederek azaba yakalanmış olmayasınız. (Ve Yüce Allah kullarını çok esirgeyicidir) O şefkatli ve merhametlidir. Kulları hakkındaki bu çok merhametinden dolayıdır ki, sizlere bu hususat! ihtar buyuruyor. Tâki ilâhî rızâsınamuhalif hareketlerde bulunarak ilâhî azabına yakalanmayasınız.
§ Re’fet: Şef kat ..esirgemek, ziyade rahmet demektir. Sahibine “raûf” denir ki, rahîm çok merhametli demektir. “Raûf” kelimesi Allah’ın isimlerindendir.
31. De ki: Eğer Allah Teâlâ’yı seviyor iseniz bana uyunuz ki, Allah Teâlâ’da sizi sevsin ve sizin için günahlarınızı yarlığasın. ve Allah Teâlâ gafurdur, râhimdir.
31. Bu âyeti kerime, Cenab’ı Hakka itaat ve muhabbetin ve onun rahmet ve mağfiretine nailiyetin ancak onun muhterem peygamberine uymak suretiyle tehakkuk ve tecelli edeceğini göstermektedir.
Şöyle ki: Habibim! Cemaati müslimine (De ki: Eğer Allah Teâlâ’yı) tam bir ihlas ile (seviyorsanız) yüce birliğine itaat ederek mânevî bir yakınlığa nail olmak istiyorsanız (bana uyunuz) çünkü ben onun resûlüyüm, onun emirlerini, yasaklarını tebliğe memur benim, ona ciddî, ilâhî rızâsına uygun muhabbetin ne suretle meydana geleceğini sizlere bildirecek olan benim. Artık benim tebliğatıma tabi olunuz (ki Allah Teâlâ da sizi sevsin) sizden razı olsun (ve sizin için günahlarınızı yarlığasın) çünkü ilâhî muhabbete nail olmak, günahların af ve örtülmesine vesiledir.
Nitekim bir hadisi şerifte: Allah Teâlâ bir kulunu severse ona günahı zarar vermez” diye buyurulmuştur. (Ve Allah Teâlâ gafurdur) mağfireti çoktur, dilediği kullarının günahlarını af eder ve örter. Ve (rehîmdir) rahmeti pek ziyadedir. Sizlere bu yoldaki ilâhî emri de yine onun bir rahmet eseri. Tâ ki bu yolda ilâhî emre uyarak onun mağfiretine, rahmetine mazhar olabilesiniz.
§ Bu âyeti kerimenin nuzul sebebi olarakrivayet olunuyor ki: Yahudîler ve Hıristiyanlar taifesi, kendilerini Allah Teâlâ’nın evlât ve dostları olarak telâkki ediyor, böyle bir iddiada bulunuyorlardı. Bunun üzerine bu âyeti kerime nazil olmuş ilâhî muhabbete nail olmanın ne suretle olacağı bütün insanlığa bildirilmiştir.
Diğer bir rivayete göre Rasûli Ekrem hazretleri vaktiyle Mescidi Haram’a girmiş, orada Kureyş müşriklerinin bir takım putları süsleyerek onlara taptıklarını görmüş, onlara hitaben buyurmuş ki: Siz babanız Hz. İbrahim’in ve İsmail’in dinine muhalefette bulunmaktasınız, nedir bu putlara tapmanız? O müşriklerde demişler ki: Biz bu putlara Allah muhabbeti için ibâdet ediyoruz ki bizi Allah’a yaklaştırsınlar. Bunun üzerine bu âyeti kerime nazil olmuştur. Evet Cansın, kıymetsiz, kendilerini bilip müdafaadan mahrum putlara, heykellere tapmakta ne fâide olabilir? Aklı başında olan bir insan biraz düşünmeli değil midir?
Asıl birer kâmî! insan olan, Allah tarafından dini tebliğe memur olduklarını göstermeye muvaffak oldukları mucizelerle isbat etmiş bulunan peygamberlere ve bu cümleden olarak peygamber ve resullerin sonuncusu olan Hz. Muhammed aleyhisselâm’a tabi olmalı, onun tebliğatını da seve seve kabul etmelidir ki, Allah Teâlâ’ya muhabbet iddiası sahih, samimî olmuş bulunsun. Bir hükümdara muhabbet ve icaatta bulunan bir zat, onun elçisine, memuruna da itaat ve hörmette bulunur. Bunun aksine hareket, o hükümdara karşı da bir isyan değil midir? Artık bir insan nasıl olur da Allah’a muhabbet iddiasında bulunduğu halde ona isyan eder, onun peygamberine karşı cephe alır.
Diyor ki: Sen Allah Teâlâya âsi oluyorsun, halbuki onun muhabbetini de gösteriyor ve iddia eyliyorsun. Rabbime yemin ederim ki; bu, fiiller arasında pek acaiptir. Eğer senin muhabbetin sadıkane olsaydı elbette Cenab’ı Hakka itaat ederdin, çükü seven kimse sevdiği zata şüphe yok ki, itaatkâr olur. Velhasıl muhabbetin en parlak eseri, itaattır.
32. De ki: Allah Teâlâ’ya ve peygambere itaat ediniz, eğer yüz çevirirlerse şüphe yok ki Allah Teâlâ kâfirleri sevmez.
32. Bu âyeti kerimede Allah Teâlâ’ya ve Yüce Peygamber’e itaatin lüzumunu, itâatsizliğin ise küfri gerektirip ilâhî muhabbetten ebedî olarak mahrumiyeti gerektireceğini bildirmektedir. Şöyle ki: Ey Resûlüm! Onlara (de ki: Allah Teâlâ’ya ve resûle) Cenâb-ı Hakkın peygamberi olan hatemülenbiya’ya (itaat ediniz) o peygamberin sizlere emir ettiği Allah’ın birliği, inancını kabul ediniz, dinî vazifelerinizi sadıkane bir surette yapınız, onun mübârek sünneti seniyyelerine riayet eyleyiniz (eğer yüz çevirirlerse) Allah’a ve onun Resûlüne itaatten kaçınırlarsa küfre düşmüş olurlar. (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ kâfirleri sevmez) onların bu hareketlerine razı olmaz, onları asla mağfiret buyurmaz.
§ Bu âyeti kerimenin nuzul sebebi olarak deniliyor ki: Münafıklardan Abdullah ibni Ubey, kendi arkadaşlarına demiş ki: Muhammed -Aleyhisselâm- kendisine itaati Allah’a itaat gibi gösteriyor, hıristiyanların İsa’yı -aleyhisselâm- sevdiği gibi bizim de kendisine muhabbet etmemizi emrediyor, bunun üzerine bu âyeti kerime nâzil olmuştur. Cahil münafık başkalarını saptırmak içinhakikatı saklıyor, Hz. Muhammed’in daima Allah’ın birliğini ümmetine tebliğ ettiğini, kendisinin diğer insanlar gibi bir insan olup Allah Teâlâ’ya kulluk arzında bulunduğunu görmemezlikten geliyor.
Madem ki, Hz Muhammed, bir yüce peygamberdir, madem ki, onun bütün tebliğatı Cenab’ı Hak adi-ıadır, madem ki: O bütün insanlık hakkında hayırlı olup cümlesinin bir yüce mabuda ibâdet ve itaatte bulunmasını emir ve tavsiye buyuruyor, artık öyle ulu bir zat sevilmez mi? Artık ona itaat Allah Teâlâ’ya itaat olmaz mıPBundan insanlık nasıl müstağni olabilir. Böyle dindarlık alametinden insanlık âlemi nasıl mahrum bırakılmak istenir? Fakat bir münafıktan, başka ne beklenir.
Varsın o gibi din düşmanları ihtirasları yüzünden gebersinler. Cenâb-ı Hak lûtf etmiş, insanlığa Hz. Adem’den itibaren birçok peygamberler göndermiş, sonra da bütün beşeriyete son ve en mükemmel bir peygamber olmak üzere Hz. Muhammed Aleyhisselâm’ı göndermiştir. Nitekim Kur’an’ı Kerim bunu bildirmektedir.
33. Şüphe yok ki. Allah Teâlâ Âdem’i, Nuh’u, İbrahim’in sülâlesini ve İmranın hanedanını alemler üzerine seçkin kıldı.
33. Bu mübârek âyetler, bir nice peygamberlerin dünyaya şeref vermiş olduklarını bildirmektedir. Hatemülenbiya efendimizin de o peygamberlerin sülâlesinden kadri yüce bir zat olduğuna işaret etmektedir, ve artık bu kadri yüce zatın da risalet ve peygamberliğini inkâra mahal bulunmadığını akıl sahiplerine anlatmaktadır.
Şöyle ki: (Muhakkak Allah Teâlâ) insanlığın babası olan (Adem ve) ikinci Âdem sayılan (Nuhu ve) Halilullah olan (İbrahim’in âlini) sülâlesini (ve imranın âlini) hanedanını kendilerinin bulundukları (alemler üzerine) peygamberlik ve risaletle, bir nice üstün hasletler ile (seçkin kıldı) hattâ bu muhterem peygamberler, peygamber olan meleklerden bile üstün,seçkin bulunmuşlardır.
Nitekim bu mübârek peygamberlerin mü’min, salih olan ümmetleri de peygamber olmayan meleklerden üstün bulunmuştur. Bu mübârek peygamberleri Cenâb-ı Hak, bir nice hasletler ile, mucizeler ile, harikulâde muvaffakiyetler ile pek mümtaz, müstesna birer mevkide bulundurmuştur.
Meselha: Hz. Âdem, ilâhî kudret ile müstakillen bir insanlık şahsiyetine sahip olarak yaradılmış, anaya, babaya, başka bir hayat sahibinden doğmaya muhtaç olmaksızın bir yaratılış harikası olarak meydana gelmiştir. Bütün melekler Cenâb-ı Hakkın emrine binaen kendisine karşı secdeye kapanmışlardır.
Nuh Aleyhisselâm da fevkalâde ilâhî bir himayeye nail olmuş, kendisini inkâr edenlerin bir tufan azabı içinde helâk olup gittiklerini görmüş, kedisini kemâli afiyetle selâmet sahiline çıkıp ikinci adem olmak şerefine sahip bulunmuştur, İbrahim Aleyhisselâm da Ülül’azm denilen pek büyük peygamberlerden biridir, İlâhî dîni yaymaya çalışmış, Babil hükümdarı Nemrudu tevhid dînine dâvet etmiş, o mel’unun yakmış olduğu büyük bir ateşe atıldığı halde o ateş Hz. İbrahim’e asla tesir etmemiş, bir letafet ve selâmet bahçesi kesilmiş, mübârek neslinden İsmail, İshak aleyhisselâm gibi peygamberler yetişmiş nihayet o yüce sülaleden bütün peygamberler ve resûllerin en güzidesi olan Hz. Muhammed aleyhisselâm efendimiz dünyaya gelerek bütün kâinata mübârek vücudu ile şeref vermiştir.
Ne büyük bir seçkinlik! Âli İmrân’a gelince bunlardan maksat, ya imran ibni Yasher’in sülâlesidir. Bunlar Musa ve Harun aleyhisselamdır. Veya imran ibni Masan’ın hanedanıdır ki, bunlar da İsa aleyhisselâm ile muhterem validesi Hz. Meryem’dir. Bu imran, Hz. İsa’nın validesi tarafından dedesidir. İşte bu iki sülâlenin iki hanedanının büyüklüğü, peygamberlik verisalet sıfatını taşımaları pek ziyade seçkinlikleri de sabit bir hakikattır. Bu iki İmran arasında bin sekiz yüz sene geçmiştir.
34. Bazıları bazılarından bir zürriyet olarak neşet etmiştir. Ve Allah Teâlâ semîdir, alimdir.
34. İşte bu mübârek İbrahim sülâlesi ile imran hanedanının (bazıları bazılarından) neş’et etmiş, varlık alanına gelmiş, insanlık âlemine şeref vermiş (bir zürriyettir.) Hepsinin dîni bir, tevhit dîni olan İslâmiyettir.
Hepsi de ihlâs, ibâdet, itaat ve benzeri hususlarda birdir. Birer hususi İmtiyaza sahiptirler, cismanî ve ruhanî satvet ve temizliği kendilerinde toplamışlardır. İşte Cenâb-ı Hak böyle harikaları vücude getirmiş, dilediğine peygamberlik ve risalet vermiştir. Artık peygamber efendimizin peygamberlik ve risalet sâhibi olduğunu kim inkâr edebilir. Yüce Yaratıcının, ne harikalar vücude getirmiş olduğunu bir kere düşünmelidir.
(Ve Allah Teâlâ semîdir) Bütün insanların sözlerini işitir, (alîmdir) her şeyi, herkesin hâl ve tavrını bilir, zahir ve batın hiç bir şey onun görüp işitmesinden, bilip takdir buyurmasından hariç değildir. Binaenaleyh sözünde ve fiilinde, doğru, yüksek bir kabiliyete sahip olan kullarını da her bakımdan seçkin kılar, yüksek makamlara nail buyurur. Bunu kim inkâr edebilir. İşte bir harika daha:
35. Hatırla ki, İmranın eşi: Ey Rabbim! Ben karnımda olanı azadlı bir köle olarak sana adadım. İmdi bunu benden kabul buyur. Şüphe yok ki hakkıyla işitici sensin, kemâliyle bilici sensin, demişti.
35. Bu mübârek âyetlerde, Allah’ın kudreti ile ne kadar harikaların vücude geldiğini ve bir kısım muhterem simaların ne büyük imtiyazlara mazhar olduğunu gösteriyor, artık son bir yüce peygamberin de bir takım harikalara, imtiyazlara nail oluşunu inkâra mahal bulunmadığına şöylece işaret buyuruyor.
Habibim! (Hatırla ki) Musâ’nın oğlu (İmranıneşi) Hanne: (Yarabbi! Ben karnımda olanı) hamile bulunduğum çocuğu (azatlı köle) dünya arkalarından âzade, halisane ibâdete devam eden, beyti mukaddesin hizmeti ile meşgul (olarak sana adadım) senin bana bu çocuğu verdiğine teşekkür, senin rızanı kazanmak için bunu bir adak kıldım. Büyüyünce Beyti mukaddes hizmetine devam etsin.
(İmdi) lütfet (bunu) bu adadığımı (benden kabul buyur) bunu ilâhî rızana yakın kıl (şüphe yok ki) bütün işitilen şeyleri ve bilhassa benim bu dua ve niyazımı (hakkiyle işitici sensin) ve bütün malûmatı ve o cümleden olan kalbimde olanları (kemâliyle bilici) de (sensin) Rabbim! (demişti.) Bu şekilde duada bulunmuştu. Rivayet olunur ki: Hanne ihtiyarlanmıştı. Bir ağaç gölgesinde otururken bir kuşun yavrusuna bir şeyler yedirdiğin! görmüş, kendisinde de bir annelik hevesi uyanmıştı.
Yarabbi- Eğer bana bir çocuk ihsan buyurursan adağım olsun onu beyti mukaddese hizmetçi olarak vereceğim, demişti. Böyle bir nezir, onlarca erkek çocuklar hakkında meşru bulunuyordu. Bu temennisini müteakip hâmile kalmış, sonra kocası İmran vefat etmiş, daha sonra da çocuğunu kız olarak dünyaya getirdiğinden müteessir bulunmuş idi.
36. Vaktaki çocuğunu dünyaya getirdi, dedi ki: Ey Rabbim! Ben onu kız olarak doğurdum Allah Teâlâ ise onun ne doğurduğunu daha ziyade bilir. Halbuki erkek, dişi gibi değildir. Ve ona Meryem adını verdim. Ve ben onu ve onun zürriyetini koğulmuş olan şeytandan senin himayene ısmarladım.
36. Hanne, (vaktaki çocuğunu dünyaya getirdi) onun kız olduğunu görünce adağını ifa edemeyeceğini sanip üzüldü (Dedi ki: Yarabbi! Ben onu dişi olarak doğurdum) adağım yerine getirilemiyecek, çünkü kızların beyti mukaddese hizmetçi olması adanamaz (Allah Teâlâ ise onun ne doğurduğunu daha ziyade bilir.) Hanne de buna inanmıştır. O demekistemiştir ki: Yarabbi! Kız doğurduğum için adağım ifa edilemiyecektir, ben bundan müteessirim, senden aflar temenni ederim.
(Halbuki erkek dişi gibi değildir) erkeğin adanması makbuldür. Eğer erkek doğacak olsa idi adağım yerine getirilebilirdi. Bununla beraber erkekler, hayz ve nifas gibi hallerden uzak oldukları için ibâdet ve itaate daima zamanında devam edebilirler. Ve bir çok hadiselere karşı daha ziyade dayanaklı bulunurlar, ve çoğunluk itibariyle kadınlardan daha ziyade zeka ve kabiliyete sahiptirler. Kadınların erkekler ile karışması ise muvafık değildir: Binaenaleyh Beyti mukaddes hizmetine onlar değil, erkekler kabul olunurlar.
(Ve) maamafih (ona) o kızıma ibâdet eden, hizmetçi mânasına olan (Meryem adını verdim) beyti mukaddes için adadığım erkek çocuğuna bedel olmasını senin lûtfunda niyaz ederim. (Ve ben onu onun. zürriy etini) o kız çocuğumu ve onun evlât ve torunlarını (recim) olan taşlanmış, koğulmuş bulunan (şeytandan) o iblisin temasından, vesvesesinden korunmuş olmaları için (senin himayene ısmarladım) Meryemi de, onun zürriyetini de iyi hâlden, ilâhî himayedeh mahrum bırakma ya rabbi! Cenâb-ı Hak da o muhterem validenin bu dualarını kabul buyurmuştur.
37. Artık onu Rabbi si bir güzel kabul ile kabul buyurdu ve onu bir güzel nebat olarak yetiştirdi. Zekeriya’yı da ona bakmaya memur etti. Zekeriya her ne zaman mahfilde onun yanına girse onun yanında bir rızık bulurdu. Ya Meryem! Bu sana nereden geldi, O da bu Allah tarafından der idi. Şüphe yok ki. Allah Teâlâ dilediğine hesapsız rızık verir.
37. Bu mübârek âyette, Hz. Meryem’in ne şekilde büyüyüp geliştiğini ve Cenâb-ı Hakkın dilediği kulunu nasıl hârikalara mazhar buyurduğunu bildirmektedir. Şöyle ki: Hanne’nin kızı Meryem hakkındaki duası üzerine (artık onu) Meryem’i, (Râbbisi) sâhibive lâik olduğu Kemâle kavuşturucusu olan Cenab’ı Hak, validesi Hanne’den (bir güzel kabul ile kabul buyurdu) onun adağını kendisine mahsus bir ayrıcalık olmak üzere rıza ile kabul etti. Halbuki, ondan başka kızların adak edilmesini kabul buyurmamıştır.
(Ve onu) Meryem’i (bir güzel nebat olarak yetiştirdi) o bir çocukluk goncası idi. Pek güzel ahlâk sâhibi idi. Başka çocukların bir aydaki büyümesini, Meryem bir günde büyüyordu. Cenâb-ı Hak (Zekeriya’yı da ona bakmaya) Meryem’in himayesine, korumasına ihtiyaçlarını sağlamaya (memur etti) bu vazifeyi deruhte etmiş olan (Zekeriya) aleyhisselâm (her ne zaman) Meryem için hazırladığı (mahfilde) hücrede (onun) Meryem’in (yanına girse onun yanında) kendisinin getirmemiş olduğu (bir) nevi (rızık bulurdu.) Yaz meyvesini kış mevsiminde, kış meyvesini de yaz mevsiminde hazır bir halde görürdü.
Halbuki, hücrenin kapısını yalnız Zekeriya kilitler, açardı. Başkalarının oraya girmesi düşünülmezdi. Binaenaleyh Hz. Zekeriya (Ey Meryem! Bu sana nerden derdi?) böyle kapı kapalı olduğu halde bu nimetler böyle vaktinin haricinde olarak sana nereden geliyor diye sorardı.
(O da) Meryem de (bu) nimetler (Allah Tealâ tarafından derdi.) Evet. Bu nimetler birer ilâhî lütuf olarak Meryem’e cennetten geliyordu. Bu hal, Meryem hakkında bir keramet idi, onun Allah katındaki büyüklüğüne bir alamet idi. Böyle bir kerametin vücudu nasıl inkâr olunabilir ve uzak görülebilir. Cenâb-ı Hak, her şeye kadirdir. Dilediği hârikayı, mucizeyi vücude getirir ve (şüphe yok ki. Allah Teâlâ dilediğine) de (hesapsız bir şekilde,) bir meşakkat ve zahmet vermeksizin pek geniş bir rızık ile (rızıklandırır.) İşte Hz. Meryem’i rızıklandırması da bu cümledendir.
Bu son cümle, ya Hz. Meryem’in bu husustaki ifadesine, güzel inancına işaret eder veyahut müstakil olarak sırf bir hakikat olmak üzere Allah tarafından beyan buyurulmuştur.
§ Rivayet olunur ki: Hanne vaktaki Meryem’i doğurdu, onu bir hırkaya sararak mescidi aksaya götürdü, oradaki Ahbarın = Din alîmleri olan yirmi dokuz zatın yanına bıraktı bu bir adaktır, bunu kabul ediniz dedi. Meryem, onların ilim ve dindarlık itibariyle en büyükleri ve reisleri bulunmuş olan imran’ın kızı olduğu için her biri istedi ki onu kendisi alıp himaye etsin.
Bu yüzden aralarında münakaşa zuhur etti. Zekeriya aleyhisselâm, beyti mukaddesteki o zatların reisi idi ve Meryem’in tezyesinin kocası bulunuyordu. Bu sebeple Meryem’i kendi alıp himaye etmek istedi. Diğer zatlar ise dediler ki: Meryem’e anası herkesten daha yakın iken onu kendi yanında bırakmıyor, artık senin yanında bırakılması neden lâzım gelsin?
En iyisi kur’a atalım kime isabet ederse o alıp beslesin. Bunun üzerine kur’aya karar verdiler. Ürdün ırmağına gittiler, kalemlerini o suya atıverdiler, hangisinin kalemi sabit olup suyun yüzüne çıkarsa Meryem’in bakımını o üstlenecekti. bunlardan yalnız Hz. Zekeriya’nın kalemi öylece su üzerine çıkıp kaldı. Artık Meryem’i Hz. Zekeriya aldı, onu teyzesinin yanına götürdü, Meryem, genç bir kız haline gelince onun için mescidi aksada merdivenle çıkılır bir yüksek çardak yaptırdı.
İşte mihraptan maksat budur, sonra Meryem’i buraya bıraktı, onun yiyip içeceğini yalnız kendisi götürür, ona verirdi, başkaları onun yanına çıkamazdı. Bu esnada idi ki, Hz. Meryem’e Allah tarafından ihsan buyurulan çeşit çeşit nimetleri görünce: Ya Meryem! Bu nimetler sana nereden? diye sormuş, Hz. Meryem’in Allah katındaki yüksek mevkiini düşünerek kendisinin o ihtiyarlığı zamanında öyle kıymetli bir çocuğa sahip olmayı Cenâb-ı Haktan niyaz eylemişti.
38. O vakit Zekeriya’ Rabbine dua ederek dedi ki: Ey Rabbim! Bana kendi tarafından pek temiz bir zürriyet bağışla. Şüphe yok ki, sen duayı hakkıyla işiticisin.
38. Bu mübârek âyetlerde hayırlı, salih evlâdın birer nîmet olduğunu, bu gibi evlâdı temenninin caiz bulunduğunu göstermekte, ve halisâne duaların kabul olacağına işaret etmektedir. Şöyle ki: (O vakit) Hz Meryem’in o müstesna durumunu gören ve ihtiyar bir halde bulunan (Zekeriya) Aleyhisselâm (Rabbine dua ederek dedi ki: Yarabbi! Bana kendi tarafından) normal sebeplere muhtaç olmaksızın sırf kendi kudretinle (pek temiz bir zürriyet) pek salih bir oğul (bağışla) ihsan ve lüft eyle.
Hanne’ye ihtiyarlığı halinde öyle mübârek bir çocuk verdiğin gibi bana da vermek lütfunda bulun. (Şüphe yok ki) Yarabbi! (sen duayı hakkiyle işîticisin) duaları kabul buyurursun, benim bu duamı da lütfen kabul buyur -bu duamı-red ile benim ümidimi boşa çıkarma.
39. Zekeriya mihrapta durmuş namaz kılmakta iken ona melekler seslendi ki: Muhakkak Allah Teâlâ sana Allah tarafından olan bir kelimeyi tasdik edici, efendi ve nefisine hâkim ve salihlerden bir peygamber olmak üzere Yahya’yı müjdeler.
39. Bunu müteakip (Zekeriya) aleyhisselâm (mihrapta durmuş olarak namaz kılmakta iken ona melekler) melekleri temsil eden Cibrîli Emîn (seslendi ki:) Ey Zekeriya (muhakkak Allah Teâlâ sana) lûtf edecektir, duanı kabul buyurmuştur.
Sana evlât olmak üzere (Allah tarafından olan bir kelimeyi) İsa aleyhisselâmın peygamberliğini tasdik edici olarak (ve efendi) kavmine reis olarak (ve nefsine hâkim) nefsini şehevi şeylerden son derece korumaya muvaffak olacak (ve salihlerden) peygamberlerin sülbünden gelmiş (bir peygamber olmak üzere Yahya’yı) onun dünyaya gelip peygamberlik payesine sahip bulunacağını sana (müjdeler.) İşte bu zat, bu Yahya ismini taşıyan zat, o dünyaya gelmesi istirham olunan temiz zürriyetten ibarettir. Ne kadar müjdelemeye lâik bir nîmet!.
40. Dedi ki: Ey Rabbim! Bana bir oğul nasıl olabilir ki, bana hakikaten ihtiyarlık yetişti. Eşim ise kısırdır. Buyurdu ki, öyledir. Fakat Allah Teâlâ dilediğini yapar.
40. Bu mübârek âyetler: Allah’ın Kudretinin her şeye yettiğini göstermektir. Kulluk vazifesinin de bu kudreti tasdik ve tazim ile Hak Teâlâ’nın birliğine inanmak, onu tesbih etmek ve ona daima ibâdet ve itaatta bulunmaktan ibaret olduğunu bildirmektedir.
Şöyle ki: Zekeriya aleyhisselâm mazhar olduğu müjdenin görülmesi ricası ile (dedi ki: Yarabbi!) cereyan etmekte olan tabii kanuna göre (bana bir oğul nasıl olabilir ki, bana) hakikaten (ihtyarhk yetişti) yaşım yükseldi, (eşim ise kısırdır) çocuk doğurmaz bir haldedir. Rivayete göre bu zaman Hz. Zekeriya yüz yirmi veya doksan dokuz yaşında idi. Eşi de doksan dokuz yaşında imiş.
Hz. Zekeriya kudreti ilâhiyye ile böyle bir çocuğa nail olabileceğini bilirdi. Eğer bilmeseydi bir zürriyete kavuşma niyazında bulunur mu idi? Ancak cereyan etmekte olan tabii kanuna göre bu uzak görülebilirdi. Binaenaleyh bunun nasıl bir ilâhî lütuf eseri olarak dünyaya geleceğini anlamak maksadiyle böyle bir soru sormuştur.
Cenab’ı Hak da vahiy yoluyla (buyurdu ki, öyledir) gerçekten de sizin gibi ihtiyarların çocuk babası, anası olmaları adete nazaran uzak görülebilir. Fakat (Allah Teâlâ dilediğini yapar) vücude getirir, onu hiç bir şey aciz bırakamaz. Buna inanmışızdır…
41. Dedi ki: Ey Rabbim! Benim için bir alâmet kıl. Buyurdu ki: Senin için alâmet, insanlar ile bir işaretten başka üç gün konuşamamandır. Maamafih Rabbi ni çokça zikred ve akşam, sabah namaz kıl.
41. Zekeriya aleyhisselâm, bu büyük kudretin meydana gelmesine bir müjde olmak için (dedi ki: Yarabbi! Benim için bir alâmet kıl) bir nişane göster, eşimin böyle bir çocuğa hâmile olduğunu bilip şükür secdesine kapanayım.Cenâb-ı Hak da (buyurdu ki:) Hz. Zekeriya’ya vahyi eyledi ki:
(Senin için alâmet) sana bu hakikatı gösterecek nişane, senin (insanlar ile bir işaretten başka üç gün konuşamamandır.) sen başkalarıyle üç gün gece gündüz konuşmak kuvvetinden mahrum kalacaksın, yalnız elle veya baş ile işaret edebileceksin. Hz. Zekeriya, insanlar ile konuşmak kudretinden böyle geçici olarak mahrum kalmakla beraber Cenab’ı Hakkı zikir ve tesbih kudretine sahip bulunuyordu. Bunun için buyruldu ki: Ey Zekeriya: (Maamafih Rabbini çokça zikret ve akşam ve sabah namaz kıl) tesbih ve tehlilde bulun.
Bu muhterem zatın böyle üç gün başkaları ile konuşmaya kâdir olamaması, ve diğer bir yoruma göre kâdir olduğu halde yalnız konuşmadan yasaklanmış bulunması, duasının kabul edilmiş olduğundan dolayı halk ile konuşmadan alâkasını keserek böyle üç gün bütün bir kalp huzuru ile Yüce Yaratıcısının zikr ve tesbihi ile meşgul olması, nail olduğu o büyük nimetin şükrünü ifaya çalışması içindi.
Maamafih bazı zatların ifadelerine göre bunda Hz. Zekeriya için bir uyanma dersi vardı. Çünkü kendisinin bir oğula nail olacağını melekler kendisine sözlü olarak müjdelemiş oldukları halde buna bir alâmet istemesi gereksiz olduğundan bir ceza olarak üç gün konuşmadan mahrum bırakılmıştır.
§ Zekeriya aleyhisselâm: Süleyman aleyhisselâmın neslindendir. Beyti mukaddeste reis idi Tevrat nüshalarını yazardı. İsrailoğullarına peygamber tayin buyrulmuştu. Musa aleyhisselâmın şeriatiyle amel ederdi. Hz. Meryem’in valdesi Hanne’nin kız karındaşının kocası idi. Hz. Meryem’i yanına alıp beyti mukaddesteki bir hücrede himaye etmişti. Hz. Meryem’den İsa aleyhisselâm bir yaratılış harikası olarak babası olmaksızın dünyaya gelmişti. Gösterdiği birçok mucizeler de bunu isbat edip duruyordu.
Buna rağmen Yahudîler Hz. Zekeriyaya iftirada bulunmuş,yüz yaşında bulunan o pek muhterem peygamberi şehit eylemişlerdir. Bir rivayete göre de Zekeriya aleyhisselâm, muhterem oğlu Yahya aleyhisselâm’ı, Filistin valisi (Herut) tarafından şehit edileceği zaman, kurtarmaya çalışmış, kendisinin de takip edildiğini anlayınca beyti mukaddese bitişik bir bahçede bir ağacın kütüğüne saklanmış, o ağaç ile beraber testere ile ikiye bölünerek şehit edilmiştir.
§ Yahya aleyhisselâm: Zekeriya aleyhisselâm’ın oğludur. Annesi de imrân’ın kızıdır. Cenâb-ı Hak, bu muhterem baba ve anneye ihtiyarlıkları zamanında bu mübârek oğulu ihsan buyurmuştur. Hz. Yahya, daha pek genç iken Tevratı şerifi okur, sahralara çekilerek kimse ile görüşmeksizin ibâdet ve itaatta bulunur, İsrailoğullarına vaaz ve nasihat eder, Hz. Musa’nın şeriatiyle âmel ederdi.
Bilahara Hz. İsa’nın şeriatiyle amel etmek üzere kendisine de peygamberlik ihsan buyurulmuştur. Bu esnada Filistin hükümdarı bulunan “Heredos” kendi kız karındaşının kızını almak istemişti. Bunların nikâhı Hz. Musa’nın şeriatına göre caizdi. Bu nikâhı akdetmesini Hz. Yahya’ya teklif etti. Fakat Hz. İsa’nın şeriatına göre bu nikâh caiz değildi. Binaenaleyh Yahya aleyhisselâm bu nikâhı kıymaktan kaçındı. Bundan dolayı o kız ile annesi gücendiler, Hz. Yahya’yı öldürmesini Heredos’tan istediler, o da bu mübârek zatı onların yanında boğazladı. Şehit etti. Henüz otuz yaşında bulunuyordu.
Bu hâdise Hz. İsa’nın semaya kaldırılmasından sonra vuku bulmuştur. Hz. Yahya, Kudüs’te sıbtiyede metfundur. Rivâyete göre mübârek başı Dımışkde Ümeyye Camii içerisinde ve bir eli de Beyrut’ta medfûn bulunmaktadır.
42. Hani melekler dedi ki: Ey Meryem! şüphe yok ki. Allah Teâlâ seni seçkin kıldı ve seni tertemiz kıldı ve seni âlemlerin kadınları üzerine üstün kıldı.
42. Bu mübârek âyetlerde, Hz. Meryem’in üstün kılındığını ve onun bu imtiyaza karşı şükran vazifesi olarak ibâdet ve itaate devam etmekle mükellef bulunduğunu göstermektedir.
Şöyle ki: Habibim! Hatırla (hani) o vakit ki (melekler) Cibril Emin ile maiyetindeki melekler (dedi ki: ey) İmrân’ın muhterem kızı (Meryem!) seni müjdeleriz (şüphe yok ki. Allah Teâlâ seni seçkin kıldı) seni seçti, sana istisnaî bir meziyet ihsan buyurdu. Seni validenden güzelce kabul eyledi, seni bir yüce peygamber olan Zekeriya’nın himayesinde büyüttü, seni cennet nîmetlerinden rızıklandırdı, ve özellikle sana bir takım yüksek kerametler ihsan buyurdu (ve seni tertemiz kıldı) seni erkeklerin temasından masum kıldı, Yahudilerin isnad ettikleri kötü fiilden uzak olduğunu daha beşikte olan bir yavrunun == Hz. İsa’nın konuşması ile açıkladı = (ve seni âlemlerin kadınları üzerine üstün kıldı) onların fevkinde kıldı. Sana İsa gibi bir melek yüzlüyü babasız olarak bağışladı, ve sizi âlemlere bir harika alemeti kıldı böyle bir şeref diğer kadınlara nasip olmamıştır.
Hz. Meryem bazı zatlara göre meleklerin kendisine hitap etmiş olmalarına göre peygamberlik şerefine de ermişti, fakat bu görüş, icmaa muhaliftir. Kadınlardan peygamber gönderilmediği hakkında icma vardır. Ancak bu hitab ona bir keramet olmak üzere gelmiştir. Veya bu hitap onun oğlu Hz. İsa’nın peygamberliğine bir irhâs = delâlet eden harikulâde bir keyfiyettir veya Hz. Meryem’e melekler tarafından böyle bir ilham yoluyla cismanî ve ruhanî bir terbiye ve itaat yolunu göstermek hikmetine dayanmaktadır.
Bu âyeti kerimeye göre Hz. Meryem, yalnız kendi asrındaki değil, bütün kadınlardan üstündür. Çünkü o bir yaratılış harikası olan Hz. İsa’nın annesidir, meleklerin hitâplarına mazhardır, daha nice imtiyazlara sahiptir.
Maamafih bir hadisi şerifte şöyle buyrulmuştur.
Âlemlerin kadınlarından dört tanesi, sana en büyük birer kadın olmak üzere tanımaya kâfidir. Onlar ise Meryem ile Firavunun karısı Asiye ve Haticetülkübra ile Fatimetüzzehra’dır.
Diğer bir hadisi şerifte de: Fatma, -radiyallahü teâlâ anha- İmrân’ın kızı Hz. Meryem’den başka bütün cennet kadınlarının ulusudur, reisidir.
43. Ey Meryem! Rabbin için itaate devam et, secde kıl, rükûa varanlarla rükûa var.
43. (Ey Meryem) Rabbin için (itaate devam et) daima itaatte bulun veya namaz kıl veya namazda ayakta fazlaca dur (secde kıl) namazlarda Cenab’ı Hak için secdeye kapan (rükûa varanlar ile beraber rükûa var) cemaat ile namaz kıl, namazın şartlarına riayet eyle, rükû edenler gibi sen de rukûda bulun.
Deniliyor ki: Hz. Meryem de beyti mukaddeste komşu bulunanlar ile beraber namaz kılmakla mükellef idi. Her ne kadar onlara karışmazsa da kendi hücresinde onlara uyar, namazlarını cemaatle kılar, rükû ve sucûdda bulunurdu. Rükû ve sücut, Cenâb-ı Hakka karşı yapılan en güzel bir saygı ve kulluk alametidir. Bu kulluk vazifesini yapmayanlar hüsranda ve ziyanda kalırlar. Evet: “Serrini secde’i rahmana firu etmeyenin””Kâmeti pişi edanide hem olmazda ne olur” Allah’a secde etmek için başını eğmeyenin
44. Bu sana gayıp haberlerindendir. Onu sana vahy ediyoruz. Meryem’i hangisi himayesine alacak diye kalemlerini attıkları zaman sen onların yanında değildin. Ve onlar tartışmada bulundukları zaman da sen onların yanında bulunmuyordun.
44. Bu âyeti kerimede Hz. Zekeriya ile Hz. Meryem kıssalarının ehemmiyetini ve bunlardan Rasûli Ekrem efendimizin bir mucize olarak ilâhî vahiy sayesinde haberdar bulunduğunu gösteriyor. Şöyle ki: Habibim! (Bu sana) Henne’ye, Zekeriya, Yahya ve İsa aleyhisselâma dair haber verdiğimiz eşsiz hâdiseler (gayıp haberlerindendir.) Gayba ait şeyler olup ancak vahy yoluyla bilinecek şeylerdendir.
(Onu sana vahy ediyoruz) Cibrili Eminin tebliğ ile bildiriyoruz. Artık onun gayptan olduğu bilinmelidir. (Meryem’i) beyti mukaddesteki zatlardan (hangisi himayesine alacak) o kimin korumasına verilecek (diye) onların tevratı yazdıkları (kalemlerini) kur’a olmak üzere suya (attıkları zaman) Resûlüm! (sen onların yanında değildin) onlarla beraber bulunmuyordun, onların zamanları çok evvel olduğu için bu taraf malûm. (Ve onlar tartışmada bulundukları) Meryem’i hangisinin himaye ve terbiye edeceği hususunda tartıştıkları ve mücadele yaptıkları (zaman da sen onların yanında bulunmuyordun) bu da malûm, onların böyle tarihî hayatından haberdar olmadığın da malumdur. Çünkü senin kitapla, okumakla, eskilerin tarihî olaylarını dinlemekle meşgul olmadığın herkesçe bilinmektedir.
Binaenaleyh onlara dair vermekte olduğun bu haberler, şüphe yok ki, bir vahyi ilâhî eseridir. Sen böyle bir ilâhî vahye nailiyetinden dolayı pek mutlusun, pek şayanı tebriksin. Yazık bu hakikatı idrâk ve tasdik etmeyenlere! Bu âyeti kerimede geçen kalemlerden maksat, bir rivayete göre de Hz.Meryem’i himayelerine almak isteyenlerin ellerinde bulunan bastonlardan veya oklardan ibaret idi. Kur’a çekimi için bunlara kendi adlarını yazmışlar, bunları bir torba içine bırakmışlar, sonra bunlardan birini gelişigüzel çekip torbadan çıkarmışlar. Bu onlardan hangi zata ait bulunmuş ise Hz. Meryem onun himayesine verilmiştir. Bu zat ise Hz. Zekeriya’dır. Bu kur’a onun mübârek adına isabet etmiştir.
45. Hani melekler demişlerdi: Ey Meryem! Şüphesiz Allah Teâlâ sana tarafı ilâhîsinden bir kelime ile müjde veriyor ki, adı Mesih, Meryem oğlu İsa’dır. Dünyada da ahirette de itibarlı ve Allah’ın kendisine yakın kıldığı kimselerdendir.
45. Bu mübârek âyetler de Hz. Meryem’in üstün kılınmış olduğunu ve bir yaratılış harikası olan Hz. İsa’nın yüceliğini göstermektedir. Şöyle ki: Habibim hatırla (hani, melekler) Cibril Emin ile arkadaşları Hz. Meryeme şifahen (demişlerdi ki: Ey Meryem! Şüphesiz Allah Teâlâ sana kendi tarafından bir kelime ile) bir “Kün = ol” emri ilâhîsiyle meydana gelecek olan bir oğul ile (müjde veriyor ki) o “kelime” diye anılan oğulun (adı Mesih, Meryem oğlu İsa’dır.) İsa, o mübârek oğlun ismidir.
Mesih ile ibni Meryem de onun bir lâkabı ile bir vasfıdır. Mesihin aslı İbranîce “Mesiha”dır ki, mübârek mânasınadır, İsa da iş bu lâfzın arapçasıdır ki, yüzünün rengi beyaz olup lâtif bir hürmete sahip olduğu için böyle bir isim ile isimlendirilmiştir. O güzide yavru (dünyada da âhirette de itibarlıdır) büyük bir makam ve şeref sahibidir. Dünyada peygamberlik vasfına ve mucizelere sahip olacaktır.
Ahirette de yüksek derecelere nail, bazı zatlar hakkında da şefaatlere sahip bulunacaktır. (Mukarrep) Allah Teâlâ katında yüksek derecelere sahip (olanlardandır.) Çünkü onun derecesi cennette pek yüksek olacaktır, semaya kaldırılacaktır, meleklerlesohbette bulunacaktır. Bunlar birer mânevî yakınlıktır, şerefin yüceliğine şahitliktir.
46. Ve insanlar ile beşikte iken de, yetişkin iken de konuşacaktır. Ve o salihlerdendir.
46. (Ve) o mübârek zat (insanlar ile) henüz kendisi (beşikte iken de) daha küçük iken de ve (yetişkin iken de) olgunluk halinde iken de çelişki olmaksızın (konuşacaktır) o daha çocuk iken diğer peygamberler gibi konuşmaya, hakkı beyan edebilecektir. Bu onun için bir mucizedir. Çünkü bu, hariku’lâde bir kabiliyettir. Maamafih bu hal, aynı zamanda Hz. İsa’nın ilahlık vasfına sahip olmadığına bir delildir, bu hususta, insanları irşada kâfidir. Çünkü çocuklukla; yaşlılıkla ve diğer insanlar gibi konuşmakla ittisaf, insanlık vasfıdır, bu gibi vasıflardan ise Cenâb-ı Hak uzaktır. (Ve) İsa Aleyhisselâm (Mukarrep) Allah katında yüksek derece sâhibi (olanlardandır.) Zira onun derecesi cennette pek yüksek olacaktır.
Daha dünyada iken semâya kaldırılacaktır. Melekler ile sohbette bulunacaktır. Deniliyor ki: Hz. İsa “Kühûlet = olgunluk” ile de müttasif gösteriliyor, onun kühûlet, devresine gireceği bildiriliyor. Kühûlet ise otuzuncu yaştan başlar. Hz. İsa, daha dünyada iken bu kühûlet vasfını kazanmış mıdır? Cevaben de deniliyor ki: Kühûlet asıl lûgatte kâmil; tam demektir, insanın en kâmil zamanı ise otuz ile kırk yaş arasındadır. Hz. İsa ise otuz üç buçuk yaşında iken semaya kaldırılmıştır. O halde kühûlet yaşına ermiş bulunmaktadır.
Maamafih şöyle de denilmektedir: Bu âyeti kerime Hz. İsa’nın semaya kaldırıldıktan sonra tekrar yeryüzüne inerek insanlar ile konuşacağına delâlet etmektedir. Çünkü onun kühûlet yaşına tamamen girmiş olması semaya kaldırılmasından sonraya tesadüf eder. Velhasıl (o) Hz. İsa (Salihlerdendir.) O Allah Teâlâ’nın her bakımdan salih, dünyevî, uhrevî bütün sözleri ve davranışları itibariyle en doğru bir yola sahip, pek mümtaz kullarındanpeygamberleri zümresinden bir zattır. Onu böyle mükemmel bir insan bir peygamberi zişân tanımak lâzımdır.
47. Dedi ki. Ey Rabbîm! Bana çocuk nereden olabilir! Halbuki bana bir insan dokunmamıştır. Buyurdu ki, öyledir. Allah Teâlâ neyi dilerse yaratır. Bir şeyi murat edince ona sadece “ol” der, o da hemen oluverir.
47. Bu âyeti kerime de Hz. Meryem’in bir sorusu üzerine Allah Teâlâ’nın her harikûlâde şeyi yaratmaya kadir olduğunu bildirmekte, Allah’ın Kudretinin üstünlüğünü misal ile anlatmaktadır. Şöyle ki: Melekler, Hz. İsa’nın geleceğini Hz. Meryem’e müjdeleyince hayrete düşmüş, bunun nasıl olacağını anlamak için niyazda bulunarak (dedi ki:
Yarabbi! Bana bu çocuk nereden) ve şekilde (olabilir?.) Bu bir evlenme neticesinde mi veya bir harika olarak, evlenmeksizin mi olacak, (halbuki, bana bir insan dokunmamıştır) benim bir eşim yoktur, benim durumum çocuk doğurmaya aykırıdır. Bu istirham üzerine ya vahiy yoluyla Cenâb-ı Hak veya Cibrili emin (buyurdu ki, öyledir.) Gerçekten kendisine bir erkek dokunmamış olan bir kadının çocuk doğurması, cereyan eden tabii kanuna göre imkânsızdır bir ihtiyar koca ile bir ihtiyar, kısır bir zevcenin çocuk dünyaya getirmelerinden daha gariptir. Fakat (Allah Teâlâ neyi dilerse yaratır) onun kudreti her şeye fazlasıyla kâfidir. Şöyle ki: (Bir şeyi murat edince) herhangi bir şeyin, hadisenin vücude gelmesini irade buyurunca (ona sadece ol der) başka bir emire lüzum yok (o da hemen oluverir) ilâhî irade ile vücude gelir.
Artık Hz. İsa’nın babasız olarak dünyaya getirilmesini yadırgamaya mahal yoktur. Cenâb-ı Hak, bazı şeyleri bir takım sebep ve nedenler neticesinde yavaş yavaş vücude getireceği gibi dilediği şeyleri de alışılmış sebep ve maddelere muhtaç olmaksızın bir anda yaratabilir. Onun kudreti sonsuzdur. İnancımız tamdır. Buna.”İlâhî sensin ancak kâinatı eyleyen icat” “Senin zatı aziminden eder mahlukun istimdat” “İlâhi sen küçükten söyletirsin tıfli nevzadi” “Ki hiç yoktan verirsin mâdere kıymetli evlâdı”
48. Ve ona yazmayı ve hikmeti ve Tevrat ile İncil’i talim buyuracaktır.
48. Bu mübârek âyetlerde Hz. İsa’nın sahip olduğu, üstün vasıfları göstermeye muvaffak bulunduğu mucizeleri beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Cenab’ı Hak, Hz. Meryem’in kalbini rahatlatmak, onun hakkındaki şüpheleri gidermek için ona vahy yoluyla buyuruyor ki: Kerem sâhibi yüce yaratıcı, kudret harikası olmak üzere Hz. İsa’yı yaratacaktır. (Ve ona kitabı) yazı yazmayı veya ilâhî kitaplar öğrenmeyi ihsan edecektir. (Ve hikmeti) amele, itikada, ahlâkı güzelleştirme ve saireye ait ilimleri öğretecektir, (ve Tevrat ile İncil’i) bu semavî kitapların hükümlerini, içeriklerini (tâlim) ilham ve ihsan (buyuracaktır.)
Kâinatı yaratan Allah Teâlâ hazretleri, her şeye kâfi olan kudretiyle İsa’ aleyhisselâm’ı babasız olarak vücude getireceği, ve onu öyle ilmî faziletler ile süslü, ilâhî kitapların inceliklerine vakıf, kendisini de bir semavî kitaba kavuşmakta şereflendireceğini muhterem validesi Hz. Meryem’e vahiy yoluyla müjde ediyor. Bununla beraber onu kavmine peygamber kılacağım da şöylece beyan buyuruyor.
49. Ve İsrail oğullarına peygamber gönderecektir. Ben size muhakkak bir mucize ile Rabbiniz tarafından geldim. Ben sizin için çamurdan kuş şekli gibi birşey icat ederim, sonra ona üfürürüm, O da Allah Teâlâ’nın izniyle hemen kuş oluverir. Ve ben Allah’ın izniyle anadan doğma körü ve alacalık hastalığına tutulanı iyi ederim ve ölüyü diriltirîm ve size evlerinizde ne yediğinizi ve ne biriktirdiğinizi de haber veririm. Şüphe yok ki, bunda sizin için bir alâmet vardır. Eğer sizmü’minler iseniz.
49. (Ve) Allah Teâlâ Hz. İsa’yı (İsrailoğullarına peygamber gönderecektir) ya daha çocuk iken veya erginlik çağma erdikten sonra bu peygamberlik şerefine erecektir. İsrailoğullarının İlk peygamberi Yusuf Aleyhisselamdır, diğer bir görüşe göre de Musa Aleyhisselâm’dır.
Son peygamberi de İsa Aleyhisselâmdır. Hz. İsa kavmine gönderilmiş olunca buyurdu ki: (Ben size muhakkak bir mucize ile Rabbiniz tarafından) peygamber olarak (geldim.) Yâni: Peygamberlik iddiasında doğru olduğumu gösterir alâmet ile, harikûlâde işlere muvaffakiyet ile gönderildim. O mucizenin neden ibaret olduğunu da şöylece beyan buyurmuştur: (Ben sizin için) sizin inanıp peygamberliğimi kabul etmeniz için (çamurdan kuş şekli gîbî) kuş sûretine benzer (bir şey icat) tasvir (ederim) diğer uçan canlı kuşlar şeklinde vücude getiririm, (sonra ona) o kuş şeklinde tasvir ettiğim şeyin ağzına (üfürürüm o) ruhsuz kuş heykeli (de Allah Teâlâ’nın izniyle hemen) derhal gerçek canlı bir (kuş oluverir) ve bundan başka (ben Allah’ın izniyle) ekmeh denilen (anadan doğma körü ve) ebras denilen (alacalık hastalığına tutulanı) yâni:
İnsanın derisine ariz olup onun kan bakımından özelliğini, onun güzel, beyaz rengini gideren bir hastalığı (iyi ederim.) Böyle doktorları aciz bırakan mühim hastalıkları tedavide bulunurum (ve) bundan daha mühim olmak üzere yine Allah Teâlâ’nın izniyle (ölüyü diriltirim) Hz. İsa’nın dört ölüyü diriltmiş olduğu ibni Abbas hazretlerinden rivayet edilmiştir. Bunlardan biri kendi dostu idi, vefatından üç gün sonra dua etti, o da Allah’ın izniyle yeniden hayat buldu. İkincisi de bir ihtiyar kadının oğludur. Daha kabre götürülürken Hz. İsa’nın duası ile Allah’ın izniyle hayat buldu. Üçüncüsü de bir kızdır.
Vefatından bir gün sonra yeniden hayata erdi. Bunlar dünyada daha bir müddet yaşadılar. Yahudîler, bu üç kişinin vefatları yakın olduğuiçin belki de kendilerini kan tutmuştu, ölmemişlerdi, dediler, vaktiyle ölmüş bir kimseyi dirilt de görelim demişler. Bunun üzerine dördüncü olarak Hz. Nuh’un oğlu Sam diriltilmiştir. Aradan dört bin seneden fazla bir zaman geçmişti. Kabrinden kalkarken bütün başının tüyleri ağarmıştı. Hz. İsa sormuş ki neden böyle başın ağarmış, sizin zamanınızda böyle saç ağarması yoktu. O da demiş ki: Ey Allah’ın Ruhu! Beni çağırdığın zaman bir ses işittim Allah’ın Ruhuna icabet et diyordu, sandım ki kıyamet koptu, ondan dolayı bu hâle geldim. Bu zat böyle hayat bulunca orada bulunanlara dedi ki:
İsa Aleyhisselâm’ı tasdik ediniz. Şüphe yok ki o Allah’ın peygamberidir. Bunu görenlerden bazıları imân etti, bazıları da bu sihirdir, bize başka mucizeler göster dediler. Hz. İsa: Şam’a: Artık yine öl demiş, o da demiş ki: Bir şart ile olurum, dua et Allah Teâlâ beni ölüm sarhoşluğundan korusun, Hz. İsa da dua etmiş onun üzerine Sam yine hayatı terk eylemiştir. Hz. İsa onları yine imâna davet etti (ve) onların tereddütlerini gidermek için şunu da buyurdu ki: (size evlerinizde ne yediğiniz!) ben görmediğim halde size haber veririm, (ve ne biriktirdiğinizi de) ilerde yemek, harcetmet için ne toplayıp sakladığınız şeyleri de sizlere (haber veririm.) Velhasıl, Allah’ın izni ile sizlerin kalplerinizde olanı da bilirim.
Ciddî surette İman edip etmediğinizden de haberim olur. (Şüphe yok ki bunda) şu zikrettiğim harikûlâde hallerde (sizin için bir alâmet) bir gerçek delil (vardır.) Bunlar benim peygamberliğime birer şahittir. (Eğer siz mü’minler iseniz) eğer hakkı, tasdik edici, inatçı olmayan kimseler iseniz bunları görür, beni tasdik edersiniz. Hz. İsa, bu mucizelere ancak Allah’ın izni ile muvaffak olacağını tekrar tekrar ifade etmiştir ki, bununla kendisinin yaratıcı, ilahlık vasfına sahip olmayıp bu gibi harikaları ancak Hak Teâlâ’nın izniyle, yardımı ile vücude getirebileceğini itirafta bulunmuştur. Ve buharikalar! Cenâb-ı Hakkın dilemesi ile, yaratması ile göstermeye muvaffak olmuştur. Burada bizim için bir uyanma dersi de vardır. Şöyle ki: Hz. İsa’nın öyle çamurdan bir kuş yaparak ona Allah’ın izni ile hayat vermiş olduğu bir hakikattır.
Kavmi bunu görmüştür. Kur’an’ı Kerim de bunu haber vermektedir. Artık bu pek açık bir delildir ki: Kâinatın Yüce Yaratıcısı herhangi dilediği şeyi bir soydan yaratma, bir ayaklıma neticesi olmaksızın da vücude getirebilir. Binaenaleyh insanlığın yaratılışının başlangıcında da şüpheye mahal yoktur. Hz. Adem’in ve sülâlesinin, bir tekâmül kanunu neticesi olarak başka mahlûklardan insanlığa dönüşmüş olması hakkındaki bir teori pek mânasızdır. Kur’an’ın açık ifadesine aykırıdır. Cenab’ı Hak, Hz. İsa’ya bu kudreti bu muvaffaktiyeti vermiş olduğu halde kendisinin balçıktan Hz. Adem’i ana-babasız olarak yaratmış olması nasıl inkâr olunabilir. O herşeye kemâliyle kadirdir. Buna inanmışızdır.
Hz. İsa’nın bu mucizelerini Hıristiyanlardan bazıları tasdik ettikleri halde bir kısmı da tasdik etmemektedir. O zata hem Allah’ın oğlu diyorlar onu hâşâ ilahlık mertebesine yükseltiyorlar, hem de ondan böyle harikaların zuhurunu inkâr eyliyorlar. Bu mucizelerin bir kısmı, sayıları belli kimseler yanında zuhur ettiği için tevatür mertebesinde bulunmamış olabilir. Fakat diğer bir kısmı büyük bir cemaat huzurunda vücude gelmiştir. Özellikle bunları ebedî bir öğüt olan Kur’an-ı Kerim de haber veriyor. Artık hiçbir dindar zat, bu gibi harikaların Allah’ın kudreti ile vücude gelmiş ve gelecek olmasını inkâr edemez ve uzak göremez.
50. Ve önümde bulunan Tevrat’ tasdik edici olarak ve üzerinize haram kılınmış olan şeylerin bazısını helâl kılmak için geldim ve sizlere Rabbinizden bir mucize getirdim. Artık Allah Teâlâ’dan korkunuz. Ve bana itaat ediniz.
50. Bu mübârek âyetler de Hz. İsa’nın kulluğuyla övünmüş olduğunu ve israiloğullarına bazı yeni hükümler ile gönderilmiş muhterem bir peygamber bulunduğunu bildirmektedir. Şöyle ki: (Ve) Hz. İsa kavmine hitaben dedi ki: (Önümde bulunan) benden evvel Hz. Musa’ya inmiş olan (Tevrat’ı tasdik edici olarak) onun ilâhî bir kitap olduğunu tasdik ederek (ve üzerinize haram kılınmış olan şeylerin bazısını helâl kılmak) onların sizlere Allah tarafından helâl kılındığını bildirmek için (geldim.)
Sizlere peygamber gönderildim. Meselâ: Musa Aleyhisselâm’ın şeriatına göre balık eti, deve eti, iç yağı, karın ve barsak yağı haram idi, cumartesi günü iş görmek de haramdı. Hz. İsa’nın şeriatinde ise bunlar helâl bulunmuştur. Bu bir nesh meselesidir ki, böyle yiyelecek, içilecek şeyler ile bazı muamelelerde geçerlidir, İlâhî iradeye dayanmaktadır. Asıl itikadi konularda ise cari değildir.
Bu hususta bütün ilâhî şeriatlar birdir. (Ve sizlere rabbinizden), Cenâb-ı Hakkın irade ve kudretiyle (bir mucize getirdim) ben peygamberliğime şahitlik eden en açık birer mucize ile size geldim, size peygamber gönderildim, daha beşikte iken konuştum, ölüleri dirilttim, hastalara şifa verdim, bütün bunlar benim peygamberliğimi destek ve tasdik için Allah tarafından ihsan buyrulmuş birer âyet, birer harika, birer mucizedir.
(Artık Allah Teâlâ’dan kokunuz) Yüce Allah’a muhalef etten sakınınız, ve sizi davet etmekte bulunduğum Allah’ın birliğine İman, ve ona kulluk hususunda (bana itaat ediniz.) Eğer insaflı, düşünen kimseler iseniz bana karşı muhalif bir cephe atmayınız, tâki selâmet ve saadete eresiniz.
51. Şüphe yok ki. Allah Teâlâ benim de Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir. Artık ona ibâdet ediniz. Dosdoğru yol budur.
51. Hz. İsa, kavmine hitaben şöylece depeygamberlik vazifesini ifa buyurdu. Ey kavmim!.. (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ benim de Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir) bütün varlıkların yaratıcısı, terbiye edicisi, mabudu ancak odur. Benim göstermeye muvaffak olduğum mucizeler, âyetlerde onun birer kudret esiridir. Bütün peygamberler ümmetlerine bu hakikatı tebliğ etmişlerdir. Bu hususta aralarında bir ihtilâf yoktur.
(Artık) yalnız (ona) O Yüce Yaratıcıya (ibâdet ediniz) onun emirlerine, nehiylerine itaatte bulununuz, (dosdoğru yol budur) Lâzım olan, bu yolda harekettir. Benim ve diğer peygamberlerin de davet ettiğimiz dosdoğru yol büyük hidayet yolu bundan ibarettir.
52. Vaktaki, İsa onlardan dinsizlik hissetti, dedi ki: Allah için benim yardımcılarım kimlerdir? Havariler dediler ki: Biz Allah’ın yardımcılarıyız, Allah’a iman ettik ve şahit ol ki, bizler şüphesiz Müslümanlarız.
52. Bu mübârek âyetlerde Hz. İsa’yı, gösterdiği o kadar harikalara rağmen belli birkaç kimsenin tasdik etmiş olduğunu ve o zatların dualarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: İsa Aleyhisselâm, İsrâiloğullarına mucizeler göstererek onları hak dine davet etti. Onlar ise onu yalanlayarak imândan kaçındılar.
(İsa) Aleyhisselâm (onlardan) o Yahudîlerden böyle (dinsizlik hissedince) onların bu halini görüp onu şüphesiz bir şekilde anlayınca, samimi arkadaşlarına (dedi ki: Allah için) Cenâb-ı Hakkın dinine hizmet hususunda (benim yardımcılarım kimlerdir?) Hak Teâlâ’ya sığınarak onun dinine yardım için benimle teşriki mesai edecek kimler ise bunu açıklasınlar. Bunun üzerine (havâriler dediler ki: Biz Allah’ın yardımcılarıyız) yâni: Cenâb-ı Hakkın apaçık dinini yaymaya ve desteklemeye hizmetçi bizleriz.
Biz sana Allah için yardım edicileriz. Bunun içindir ki, bunlara nasara = yardımcılar denilmiştir. Havâriler, Hz. İsa’ya hak yolunda yardım edeceklerini söylemekleberaber biz (Allah’a İman ettik) onun birliğini, ulûhiyetini tasdik eyledik, ve ya İsa! (şahit ol ki,) kıyamet günü peygamberler ümmetleri hakkında şahitlik edecekleri zaman sen de bizim hakkımızda şahitlikte bulun ki, (bizler şüphesiz müslümanlarız) hak dîni kabul etmiş, senin peygamberliğini tasdik eylemiş kimseleriz.
53. Rabbimiz! İndirdiğine inandık ve peygambere tâbi olduk, artık bizleri şahitler ile beraber yaz.
53. Havâriler Hz. İsa’ya İman ettiklerini arzetmekle beraber Cenab’ı Hak’ka niyaza başlayarak ey (Rabbimiz!) kerem sâhibi mâbudumuz biz senin (indirdiğine inandık) Yüce peygamberin olan İsa’ya indirmiş olduğun İncil’in ilâhî bir kitap olduğunu tasdik eyledik (ve) o (peygambere tabî olduk) onun emirlerine itaat edeceğimize söz verdik. (Artık bizleri şahitler ile beraber yaz) bizleri senin birliğine, peygamberlerin peygamberlik ve risaletine şehitlik eden kullarından olmak üzere kabul buyur. Veyahut bizleri ümmetleri hakkında şahitlikte bulunacak olan peygamberlerin veya bütün insanlar hakkında şahitlikle bulunacak olan Muhammed ümmeti zümresine ilhak buyur. Ne güzel bir niyaz!.
§ Havâriler: Hz. İsa’nın peygamberliğini ve Cenab’ı Hakkın birliğini tasdik etmiş olan zatlardır ki, bunlar İsa aleyhisselâmın eshabı olup ondan sonra her tarafa dağılmış, hak dini yaymaya çalışmışlardır. Hz. İsa’ya yardımlarından, veya imânlarındaki saflık ve samimiyetten dolayı kendilerine “Havariyyun” denilmiştir. Hâvari kelimesi esasen hâlis, beyaz olan şey demektir.
Havâriler hakkında müteaddit rivayetler vardır. Bunlar on iki zâttan ibaret imiş. Bunların balıkçılık veya boyacılık ile meşgul bulunmuş oldukları da bildirilmiştir. Bununla beraber, bunların içinde bir hükümdar bulunduğu da nakledilmiştir ki Hz. İsa’ya imân ettikten sonra hükümdarlığıterk etmiştir. Bazı kitaplarda havarilerin şu zatlardan ibaret olduğu gösterilmiştir.
Betros (diğer adı Şemu’nussafa Anderyas, Yuhanna, Filib, Büyük Yakub, Partelmi, Torna, Metta, Simon, Tadyos) (diğer adı Yuhada). Küçük Yakub, bu da (diğer adı Şemun) Rivayete göre bunların on ikincisi olan Buda, hiyanetlikte bulunmuş, Hz. İsa’yı düşmanlarına teslim etmekle havariler zümresinden çıkmış, lânete müstehak olmuş, yerine (Matyas) geçmiştir. Esas bilgi Allah katındadır.
54. Ve hilekârlık yaptılar. Allah Teâlâ da hilelerine karşılık verdi, Ve Allah Teâlâ hile yapanların hayırlısıdır.
54. Bu âyeti kerime, Hz. İsa’ya karşı düşmanlarının haince hareketlerine ve onların hakkında ilâhî adaletin ne mükemmel bir şekilde tecelli eylediğine işaret etmektedir. Şöyle ki: Yahudîler, Hz. İsa’yı tasdik etmediler (ve) onu öldürmek için (hilekârlıklar yaptılar) suikasitte bulunmak için hilekârca çarelere baş vurdular.
(Allah Teâlâ da) onların (hilelerine karşılık verdi) Hz. İsa’yı kurtardı, Yahudilerin hilelerini kendilerine çevirdi, onları cezalara, felâketlere uğrattı. (Ve Allah Teâlâ hile yapanların hayırlısıdır) Cenab’ı Hakkın her dilediği, yarattığı şey bir hikmete, bir faydaya dayanmaktadır. Kendi kullarına karşı hile yapanlara galiptir. Onları rezil ve rüsva eder, yardımsız bırakır. Nitekim öyle de olmuştur.
§ Mekr; gizlice hissedilmeyecek tarzda hile yaparak başkasını zarara sokmak demektir. Fend, dubara; birini hile ile maksadından döndürmek ve bir maksadın elde edilmesi için gizlice yapılan muamele de birer mekirdir. Hayra yönelik olan mekir, övülmüştür.
Savaştaki hile gibi, şerre âlet olan mekir ise yerilmiştir. Cenâb-ı Hak mekirden uzaktır, her istediğini yapmaya kadirdir. Hileye hâşâ muhtaç değildir. Böyle bir tabir, Cenâb-ı Hakka sadece lafızdaki şekil birliği bakımından isnat edilebilir ki,bundan maksat gerçekte olan hilelerin üstünde kuvvet ve güç göstermektir, hileleri gidererek sahiplerini cezalandırmaktır. İşte Hz. İsa’yı öldürmek için hile arayanları da Cenâb-ı Hak böyle cezalandırmıştır.
§ Rivayete göre Yahudilerin kralı olan Yahuda, Hz. İsa’yı öldürmek istemişti. Yahudiler, Hz. İsa, ile validesini beyti mukaddesten çıkarmışlardı. Onlar bir müddet seyahatte bulunmuşlar, sonra tekrar gelip tevhid dînini yaymaya çalışmışlardı.
Bunun üzerine Yahuda Hz. İsa’yı öldürmek için evine bir münafık şahıs göndermişti. Cibril Emin ise daha evvel gelip Hz. İsa’yı semaya kaldırmıştı. Münafık şahıs, Hz. İsa’yı evinde bulamayınca dışarı çıkıp onun bulunmadığını söylemiş. Halbuki, Cenâb-ı Hak o münafıkı, halka Hz. İsa gibi göstermiş, onu Hz. İsa zannederek, çarmıha germişler.
İşte bir ilâhî mekr!, İş bununla da kalmamış, Yahudîler, Hz. İsa’dan sonra havârilere eza ve cefada bulunmaya başlamışlardı. Bunu Rum Kralı haber almış, Hz. İsa’nın yüceliği hakkında bilgiler edinmiş, havârileri Yahudîlerden kurtarmış, sonra da israiloğulları üzerine savaş ilân etmiş, onlardan büyük bir kitleyi öldürmüş, bunun neticesinde Roma’da hıristiyanlık yayılmaya başlamış, onların hükümdarı bulunan (Tiyaris) hıristiyanlığı kabul etmiş, fakat bunu açıklamamıştır.
Bu hükümdardan sonra gelen (Maltis) adındaki bir Rum hükümdarı da beyti mukaddese savaşarak girmiş, orada taş üstünde taş bırakmamış, her tarafı harabedivermişti. Bu hâdise Hz. İsa’nın semaya kaldırılmasından kırk sene sonra meydana gelmiştir.
Bu tarihte Yahudîlerden Kureyza ve Nazir kabileleri Hicaz tarafına gelmişlerdi. İşte israiloğulları, Hz. İsa’yı inkâr yüzünden bütün bu felâketlere uğramışlardır. İşte bütün bu tarihî olaylar, o hilekâr dinsizler hakkında birer ilâhî mekr mahiyetinde bulunmuştur. Bu gibi hâdiselerden ibret alarak uyanan, hakkı kabul eden kimseler için de bu gibi ilâhî cezalar birerhayır vesilesi olmuş olur.
55. O vakit ki. Allah Teâlâ buyurdu: Ya İsa! Muhakkak seni vefat ettirecek olan benim ve seni bana yükselteceğim ve seni küfredenlerden tertemiz kılacağım ve sana tâbi olanları kıyamete kadar seni inkâr edenlerden üstün bulunduracağım. Sonra dönüşünüz bana olacaktır. İşte o zaman, kendisinde ihtilâf etmiş olduğunuz şeyler hakkında ben hükmedeceğim.
55. Bu âyeti kerime, Hz. İsa’nın kadrinin yüceliğini ve onun mazhar olduğu ve olacağı ilâhî lütufları şöylece bildirmektedir. (O vakit ki) inkarcılar tuzak ve hileye teşebbüs etmişlerdi, (Allah Teâlâ) Hz. İsa’yı teselli etmek ve müjdelemek için (buyurdu: Ya İsa!. Muhakkak seni vefat ettirecek olan benim) seni düşmanlarından, onların sûi’ kasdinden ben koruyacağım, seni belirlenen eceline ben kavuşturacağını, seni onların ellerinde öldürmekten ben koruyacağım.
Senin takdir edilen vaktin gelince senin ruhunu ancak ben alacağım. Veya senin melekler alemine yükselmene mâni olacak şehevî hislerin! ve ilgilerini gidereceğim. (Ve seni bana yükselteceğim) seni kerametim mahallime, meleklerimin yüce karargâhına kaldıracağım. (Ve senî küfredenlerden tertemiz kılacağım.) Sonra onların arasından çıkarıp kurtaracağını.
Ve semadan indikten sonra senin ruhunu ben alacağım. (Ve sana tâbî olanları) havârileri veya Hz. İsa’nın peygamberliğini tasdik eden diğerlerini veyahut Hz. İsa’ya muhabbet ve ittiba gösterenleri, isterse onun peygamberliğini, mahiyetini hakkiyle takdir etmemiş olsunlar, bunları (kıyamete kadar) Ey İsa! (Seni inkâr edenlerden üstün bulunduracağım) bunları, inkâr eden yahudîlere daima delil ile, kılıç ile galip kılacağım. Nitekim öyle de olmuş ve olmaktadır.
Bir görüşe göre bu âyeti kerimedeki Hz. İsa’ya tâbi olanlardan maksathıristiyanlardır, onu inkâr edenlerden maksat da Yahudîlerdir. Hıristiyanların onlara kılıç ile galebe edecekleri bildirilmiştir. Gerçekten Hıristiyan taifesi, Yahudîlere karşı daima galip, hakîm bir durumda bulunmuşlardır. Yahudîlerin Hıristiyanlara karşı galibiyeti ise işitilmemiştir.
Bu takdire “İttibadan” maksat, dinde değil, sevgi, iddiası itibariyle tabi olmaktır. Hıristiyanların büyük bir kısmı Hz. İsa’nın asıl yayıp tebliğ ettiği, tevhid dininden nasipsiz iseler de Hz. İsa’ya zâhiren muhabbet ve bağlılık göstermekte, onun temiz yaratılışını itiraf etmişlerdir. Bu bakımdan Yahudîlerden üstün bulunmuşlardır. Maamafih asıl hakikat, kıyamet âleminde ortaya çıkacaktır. İşte bunun için Cenâb-ı Hak, buyuruyor ki: (Sonra dönüşünüz bana olacaktır) yâni Hz. İsa ile ona İman edenlerin ve onu inkâr eyleyenlerin gidecekleri yer, kıyamet gününde Cenâb-ı Hak’kın mahkeme’i kübrasıdır.
(İşte o zaman kendisinde ihtilâf etmiş olduğunuz şeyler hakkında ben) Yüce Yaratıcı (hükmedeceğim). Dinî işler hakkındaki ihtilâflarda kimlerin haklı kimlerin haksız olduğu o gün tam manasiyle ortaya çıkacak, ona göre haklarında ilâhî hüküm verilecek mü’min, Allah’ın birliğine inanmış olanlar ebedî olarak mükâfata nail olacaklar, inkâr etmiş ve ortak koşmuş olanlar da ebedî cezalara çarptırılacaklardır.
§ Hz. İsa’nın tarihçesi hayatı, İlk bakışta garip görülebilir. Fakat Allah’ın kudretinin genişlik ve büyüklüğü düşünülürse böyle hârikaların varlığı garipsenmez. Bununla beraber bütün beyanlarının sırf hakikat bulunduğu, göstermeye muvaffak olduğu mucizeler ile sabit olan Yüce Peygamberimizin bu konudaki açıklamaları, bütün mü’minler için birer kesin delildir.
Allah’ın Kudreti ile nice hârikaların meydana gelmiş ve gelmekte bulunmuş olduğu daima görülmektedir. Bu kâinata levhalarına ibretle bir bakılması, bu hakikati, anlamaya kâfidir. Artık bunları inkâra yer yoktur. Hz. İsa’nın semaya kaldırılmış olmasını Kur’ân’ıKerim bildirmektedir. Onun vefat etmeksizin bu yücelişe mazhar olduğu hakkında âdeta ümmetin icmai vardır.
Maamafih bazı zatlara göre Cenâb-ı Hak, İsa Aleyhisselâm’ı üç veya yedi saat ölü bir halde bulundurmuş, sonra yeniden hayat vererek semaya kaldırmıştır. Kıyamete yakın yine yeryüzüne indirilecektir. Sahihi müslimdeki bir hadisi şerife göre: Hz. İsa, indikten sonra yer yüzünde-yedi sene kalacaktır, sonra vefat edecek, üzerine müslümanlar cenaze namazını kılacaklardır…
Buharî ile müslimde anlatılan diğer bir hadisi şerif de gösteriyor ki: Hz. İsa, kıyamete yakın yer yüzüne inecek, Peygamber Efendimizin şeriatiyle hükmedecek, deccalı, domuzu öldürecek, hacı kıracak, zımmîlerin üzerine vergi koyacaktır. Velhâsıl: Bütün bunlar, ilâhî kudret ile meydana gelecektir. Allah’ın dinine sarılanlar, önünde sonunda selâmete, saadete ereceklerdir, bu nimetten, bu ebedî, mutlu hayattan mahrum kalanlar da ergeç ebedî hüsrana, felâkete uğrayacaklardır. Uhrevî azaptan yakalarını aslâ kurtaramayacaklardır. İşte, hikmet dolu Kur’ân’ı Kerim bu hakikati de bizlere haber veriyor.
56. Artık o kimseler ki, kâfir olmuşlardır. Onları dünyada, da, ahirette de şiddetli bir azap ile cezalandıracağım ve onlar için yardımcılardan bir kimse yoktur.
56. Bu mübârek âyetler de kıyamet gününde kâfirler ile mü’minler hakkında, Hz. İsa gibi peygamberleri inkâr edenler, ve tasdik edenler hakkında ilâhî hükmün ne şekilde tecelli edeceğini bildirmekte, inkarcılar hakkında tehdid ifade etmektedir.
Şöyle ki: Cenâb-ı Hak, iki fırkaya ayrılmış olan mü’minler ile kâfirlerin hakkındaki ilâhî hükmünü genişçe beyan için buyuruyor ki: (Artık o kimseler ki kâfir olmuşlardır) benim zatı ulûhiyyetimi, birliğimi ve peygamberlerimi inkâr etmişlerdir (onları dünyada da, âhirette de şiddetli bir azap ile cezalandıracağım) onlar dünyada,öldürülmek ile, sürgün ile, esaret ile cezalandırılacakları gibi âhirette de uzun bir müddet bekleme yerinde, hesaplaşma sahasında kalacaklar, sonra da cehenneme atılıp ebedî olarak azaba yakalanacaklardır. (Ve onlar için) iki âlemde de (yardımcılardan bir kimse yoktur), onlardan herhangi birini Allah’ın azabından kurtaracak bir fert de bulunmayacaktır.
57. Fakat o kimseler ki, imân etmişler ve sâlih amellerde bulunmuşlardır. Onlara da mükafatlarını tamamen ödeyecektir. Ve Allah Teâlâ zâlimleri sevmez.
57. (Fakat o kimseler ki) benim gönderdiğim peygamberlere, onların tebligatına (İman etmişler) ve mü’minlere ait ve lâik olan güzel (ve salih amellerde) Allah rızâsı için (bulunmuşlardır.) Cenâb-ı Hak onlara da lâik oldukları (mükafatlarını tamamen ödeyecektir.) Onları cennetlerine koyacak, onları Yüce Allah’ın cemalini seyretmekle tecelli nurları içinde bırakacaktır.
Ne büyük saadet.. (Ve Allah Teâlâ zâlimleri sevmez.) Onlara buğz eder, onları cezalandırır. Çünkü onlar küfretmekle haddi aşmış, imân ve şükür yerine küfrü tercih eylemiş olduklarından böyle bir cezaya müstehak olmuşlardır. Artık insan uyanmalıdır, daha hayatta iken kulluk vazifesini ifaya çalışmalıdır ki, böyle müthiş, felâket dolu bir akıbete mâruz kalmasın.
58. Bunu sana âyetlerden ve zikri hakimden tilâvet ediyoruz…
58. (Bunu) Hz. İsa’ya, Zekeriya’ya ve başkalarına dair yukarda beyan buyurulan şeyi Habibim!. (Sana âyetlerden) risaletine delâlet eden delillerden olmak üzere beyan ediyoruz. Bunlar senin görmediğin şeylere dair hakikate uygun vahye dayanan haberlerdir. (Ve zikri hakîmden) yâni hikmet dolu Kur’ânı Kerim’in ayetlerinden veya levhi mahfuzdan olmak üzere (tilâvet ediyoruz) ilâhî vahyi tebliğe memur olan Cibril-i emin vasıtasiylesana nakil ve hikâye etmiş oluyoruz.
§ Tilâvet, kasas bir mânayadır. Okumak, haber vermek, bazı şeyleri birbiri ardınca söylemek, nakleylemek demektir. Bu âyeti kerîmede tilâvetin Cenâb-ı Hakka izafesi, bunun ehemmiyetini beyan içindir. Bunları tebliğe memur olan Cibril! Emin’in tilâvet!, Cenab’ı Hak’ka izafe edilmiş, bununla Cibriîi Emin’in şerefine ve okunan şeylerin ehemmiyet ve kutsiyetine işaret olunmuştur.
§ Bu âyeti kerimede Kur’ânı Kerime (zikri hakîm) denilmiştir. Nitekim bir hadisi şerifte de
(
buyrulmuştur… Kur’an, o, apaçık bir nurdur, hikmetli bir zikirdir. Ve dosdoğru…
59. Şüphe yok ki. Allah Teâlâ’nın katında İsa’nın durumu, Âdem’in durumu gibidir ki, onu topraktan yarattı, sonra ona ol dedi, o da oluverdi.
59. Bu mübârek âyetler de Hz. İsa’nın yaratılışını garipseyenlere onun yaratılışından daha garip bir misal getirerek bu gibi harikaların Allah’ın kudreti ile meydana geleceğinde şüpheye yer bulunmadığını şöylece bildirmektedir. (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ’nın katında) onun takdir ve hikmetinde (İsa’nın hali) onun durumu, harika ve muazzam olan varlığının misali (Adem’in durumu) onun yaratılış harikası (gibidir ki) Hak Teâlâ (onu) hiç yok iken ana babasız bir insan olarak (topraktan yarattı.)
Lâtif cismini su ile toprağın karışımından meydana getirdi. (Sonra ona) o Adem’in cismine (ol) canlı bir mahlûk kesil (dedi) yani onun hayat bulması hakkındaki ezelî iradesi tecelli etti, (o da) o soyut madde de ruhun kendisine derhal gelmesi ile hayat sâhibi bir insan (oluverdi)öyle zamana, değişime, sülaleden gelmeye muhtaç olmaksızın İlk insan bağımsız olarak varlık sahasına geldi.
Binaenaleyh insan adına dünyada bir mahlûk mevcut değilken Hz. Âdem, anası ve babası bulunmaksızın Allah’ın kudreti ile vücude gelmiş bulundu. Artık Hz. İsa’nın annesi bulunduğu halde yalnız babasız olarak vücude gelmesi ilâhî kudrete göre nasıl garip görülebilir. Hz. Adem’in yaradılışı, Hz. İsa’nın yaradılışından daha garip değil mi?.. İşte ey inkarcılar! En kuvvetli bir misal..
§ Rivâyete göre Necran’dan Medine’i Münevvereye gelen bir heyet, Resûlüllaha demişler ki: Sen ne için bizim sâhibimize sövüyorsun?. Resûlullah da “Ben ne diye sövüyorum?..” diye sormuş. Onlar da demiş ki: “Sen ona kul diyorsun.” Resûlullah da: “Evet.. O Allah’ın kuludur ve Resûlüdür” diye cevap vermiş, heyet kızarak demişler ki: “Sen hiç babasız insan gördün mu?.
Madem ki, onun babası olmadığını sen de kabul ediyorsun, o halde onun babası Allah Teâlâ’dır.” Bunun üzerine bu âyeti kerime inmiştir. Buyurulmuş oluyor ki: Âdem Aleyhisselâm’ın babası da anası da yoktur. Bununla beraber Allah Teâlâ’nın bir kuludur, bunu sizler de tasdik ediyorsunuz, artık Hz. İsa’nın yalnız babası olmadığından dolayı neden Allah’ın oğlu olması lâzım gelsin.
Maamafih bu âyeti kerime, yahudilerin isnadını da reddetmektedir. Onlar da Âdem Aleyhisselâm’ın babasız ve anasız olarak vücude geldiğini itiraf ederler. Artık onu böyle yaratan bir Yüce Yaratıcı Hz. İsa’yı babasız olarak yaratamaz mı?.. Neden bunu garipseyerek onun muhterem annesi hakkında iftirada bulunuyorsunuz. Bütün bu gibi iftiralar, inkârlar, cehaletten, Allah’ın kutretin takdir edememekten ileri gelmektedir.
.60. Hak Rabbindendir, artık şüphe edenlerden olma.
60. Hz. İsa’nın yaratılışına ve saireye dair anlatılan (hak) beyanlar (Rabbîndendîr). YüceYaratıcının tarafından vahiy yoluyla sana bildirilen bir hakikattir. Yoksa Hıristiyanların, yahudilerin dedikleri gibi değildir. Hıristiyanlar, Hz. İsa’nın Allah’ın oğlu olduğunu, bir ilâh olarak dünyaya geldiğini iddia ediyorlar.Yahudîler ise Hz. Meryem’e iftira ederek Hz. İsa’yı Yusufi Neccar’dan olduğunu söylüyorlar. Bütün bunlar ifrat ve tefrittir, hakikate muhaliftir. Artık Habibim!. Sen (şüphe edenlerden olma) yâni:
Kesin inancında devam et. Bu hakikat, sana Allah tarafından böyle vahy yoluyla bildirilmiş oluyor ki, bunda şüpheye yer kalmasın. Çünkü ilâhî vahiy yoluyla bildirilen bir şeyde artık Rasûli Ekrem için şüphe kalmayacağı açıktır. Maamafih deniliyor ki: Resûlullahta şüphe düşünülemez. Bu ilâhî hitab hitaba selâhiyetli olan herhangi bir kimseye yöneliktir. Yâni: Ey aklı başında olan kimseler!. Böyle Allah tarafından haber verilen bir keyfiyet hususunda şüpheye, tereddüde düşenlerden olmayınız. Şüphe yok ki, Cenab’ı Hak’kın bütün bildirdikleri sırf birer hakikattir. Her mü’min bunu bilir, buna imân eder.
61. Artık sana ilim geldikten sonra her kim onun hakkında seninle münakaşada bulunursa, de ki: Geliniz, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarınızı, kendi şahıslarımız ve şahıslarınızı dâvet edelim, sonra dua ve niyazda bulunalım. Allah Teâlâ’nın lânetini yalancılar üzerine kılalım..
61. Bu âyeti kerime, Rasûli Ekrem’in Hz. İsa hakkında sırf hakikat olan beyanlarını kabul etmeyen kimseleri lânetleşmeye dâvet etmektedir ki, bu şeklide de bir peygamber mucizesi meydana gelmiş demektir. Şöyle ki: Bu Yüce sûrenin birinci âyetinin izahı sırasında beyan olunduğu üzere Necran’dan bir heyet, Medine’i Münevvereye gelmiş, Rasûli Ekrem Efendimizle görüşmüş, onlar Hz. İsa’nın Allah’ın oğlu olmasında israr etmişlerdi. Bunun üzerine bu âyet nâzil olmuştur.
Buyuruluyorki: Habibim!. (Artık sana) Hz. İsa hakkında, onun bir muhterem kul ve peygamber olduğuna dair (ilim geldikten sonra) vahiy yoluyla kesin açıklamalar geldikten sonra Hıristiyanlardan (her kim onnu hakkında seninle mücadelede bulunursa) artık onunla öyle mücadeleye, münakaşaya lüzum yok. Ona (de ki: Geliniz) hepimiz (oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendi şahıslarımızı ve şahıslarınızı dâvet edelim) böyle ailemiz fertlerini bir araya toplayalım (sonra) Allah Teâlaya yalvaralım (dua ve niyazda bulunalım) bu hakikatın tecellisini istirham edelim.
Ve (Allah Teâlâ’nın lânetini yalancılar üzerine kılalım) lanetleşme ve bedduada bulunalım. Ey Rabbim! İsa’ya isnâd edilen vasıflar hususunda kim yalancı ise ona lânet et ve onu kahret, diye yalvaralım. Bu dâvet üzerine Necran hey’eti endişeye düşmüş, aralarında müşaverede bulunmuşlar. Reisleri olan Âkil, Rasûli Ekrem’in peygamberliğini, anlattıklarının doğru olduğunu kabul etmiş, böyle bir lanetleşme neticesinde kavminin helâk olacağını arkadaşlarına söylemiş, müslümanlara yıllık bir miktar vergi vermek üzere anlaşma yaparak çıkıp gittiler.
Rasûli Ekrem Efendimiz ise lânetleşmek için muhterem torunları Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin’i ve muhterem kızı Hz. Fatımayı ve damadı muhterem Hz. Aliyi yanına almış, ben dua ettiğim zaman siz de amin deyiniz diye onlara tenbihatta bulunmuştu. Rasûli Ekrem Hazretleri bu duasının kabul olacağını kesin şekilde bilmeseydi, böyle bir lânetleşmeye onları dâvet edemezdi.
Binaenaleyh bu da onun bir yüce peygamber olduğunu gösteren bir mucize demektir. Gerçekten de Rasûli Ekrem Efendimiz buyurmuştur ki: Nefsim kudret elinde olan Allah Teâlâya yemin ederim ki: Eğer onlar lânetleşmede bulunsaydılar, maymuna,domuza dönerlerdi, vadileri ateş içinde kalırdı. Cenâb-ı Hak Necran’ı da, ahalisini de, hattâ ağaçlardaki kuşlarını da istişât eder, yani kökünden söker atar idi. Buna inanmışızdır. Cenab’ı Hak, her şeye kadirdir. Kâfirlerin cezasını tehir buyursa, dünyada vermese bile mutlaka ahrette verecektir. Bu bir hakikattir.
§ İbtihâl: Başkalarından alâkayı kesip ihlâs ile, samimiyet ile Cenab’ı Hak’ka yalvarma ve niyazda bulunmaktır. Mübahale, tebahül de birbirine lânetle beddua etmektir ki, buna telâün de denir.
§ Lânet: Tart edilmek, rahmetten mahrum kalmak demektir. Lean de reddetmek bedduada bulunmak, hayırdan uzaklaştırmak mânasınadır. Lianda lânet edişmek, biribirinin hakkında lânet okumaktır. Mülâanede, lânet edişmek, karı ile koca arasındaki la’n edilmesi. Leîn, mel’ûn da tart edilmiş, reddedilmiş, lânet olunmuş, Allah’ın rahmetinden mahrum kalmış kimse demektir. Şeytan gibi.
62. Şüphe yok ki: Hak olan haber, işte budur. Ve Allah Teâlâ’dan başka hiç bir ilâh yoktur ve muhakkak ki, azîz, hakîm olan ancak Allah Teâlâ’dır..
62. Bu mübârek âyetler de Hz. Adem’in, Hz. İsa’nın yaradılışlarına ve diğer harikûlâde durumlara dair Kur’ân lisanı ile bildirilen hâdiselerin birer hakikat olduğunu ve Cenab’ı Hak’tan başka mâbud bulunmadığını, bunun aksine inanmış olanların fesatçı kimseler olup Allah’ın kahrına uğrayacaklarını göstermektedir. Şöyle ki: Habibim o inatçılara söyle (Şüphe yok ki, hak olan haber) beyanlar (işte budur) Hz. İsa hakkında, annesi hakkında sana böylece vahiy edilenden ibarettir. (Ve Allah Teâlâ’dan başka hiç bir ilâh yoktur).
Hıristiyanların teslis yani: Üç ilahın varlığı görüşünde olmaları, yahudîlerin Üzeyr Allah’ın oğludur, demeleri, Hz. İsa’nın temizlik ve peygamberliğini inkâr etmeleri ve bir takım kavimlerin insanlara, putlara tapmaları birküfürden, bir şirkten başka değildir. Bütün kâinatın yaratıcısı, mabudu yalnız Yüce Allah’tır. (Ve muhakkak ki aziz) olan, bütün mukadderata kadir, mülkünde (hakîm) olan bütün bilinen varlıkları ilmiyle kuşatan her kudret eseri bir hikmete dayanmış (olan ancak) o birlik, büyüklük ve kudret vasıflarına sahip olan (Allah Teâlâ’dır) onun tam kudreti ve mükemmel hizmeti sahasında kendisine eşit bir kimse yoktur.
Artık onun ilâhlığında kendisine kim ortak olabilir? Bunun hilafı görüşünde olmak, bütün bir cehaletten bir fesattan başka değildir. Binaenaleyh Hz. İsa’ya da nasıl ilahlık isnad edilebilir? O nasıl Allah’ın oğlu olma vasfına sahip olabilir?. Onun kullukla övünmüş olduğunu kendisi de itiraf etmiş değil midir?.
63. Artık yine yüz çevirirlerse şüphe yok ki. Allah Teâlâ bozguncuları tamamiyle bilir.
63. (Artık) bu kadar şahitler ve deliller, Allah’ın birliğini gösterip dururken o kimseler hakikî imândan (yine yüz çevirirlerse) döner, teslis ve diğer görüşlerde olurlarsa fesatçı kimseler olmuş olurlar. (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ) bütün bu gibi (bozguncuları tamamiyle bilir) Cenâb-ı Hak’kın ezelî ilmî onların bütün durum ve sözlerini kuşatmıştır. Onları bu fesatları yüzünden ebediyyen cezalandıracaktır.
Evet… Cenâb-ı Hakkın birliğine, onun dininin kutsiyetine bu kadar şahitler, deliller şahitlik edip dururken bunu kabul etmeyip de yanlış, müşrikce kanaatlerde bulunulması, hak dinden yüz çevrilmesi, din sahasında bir fesattır. Bu yüz çevirme ve inkâr, nefs fesadına hatta âlemin fesadına sebeptir, insanlığın en felâketli durumu, hak dinden mahrumiyetidir. Bunun neticesi ise en büyük felâkettir. Artık hakikatı inkâr eden fesatçılar, biraz düşünmelidirler, cehaletten, gafletten ayrılmaya çalışarak hak dine intisab, Yüce Allah’a iltica etmelidirler. Başka türlü kurtuluş imkânı yoktur.
§ Kasas: Hayırlı haberdir. İnsanlara hakikatı gösteren, insanları hak yola irşat eden, insanlara kurtuluş vesilesi olan şeyleri istemelerini emreyleyen beyanların hepsidir. Kıssa da emir, tercüme’i hâl, tarihi hikâyedir. Çoğulu Kısastır.
§ İsa Aleyhisselâm: israiloğullarının reislerinden ve Hz. Süleyman’ın neslinden bulunan imranın kızı Hz. Meryem’in oğludur. Hz. Peygamber’in hicretinden güneş yılı hesabı ile altı yüz yirmi iki sene evvel Filistin’in Beytilehm denilen kasabasında dünyaya gelmiştir. Hz . Meryem, pek temiz, muhterem bir kız idi. Henüz koca yüzü görmeden bir harika olmak üzere Cibrili Eminin öfürmesi ile Hz. İsa’ya yüklü kalmış, onu bir yaradılış hârikası olmak üzere doğurmuştur. Hz. İsa’nın gösterdiği mucizeler, harikûlâde haller, onun bir kudret hârikası olduğunu isbat ediyordu. Buna rağmen yahudîler, Hz. Meryem’in aleyhinde dedi koduya cür’et gösteriyorlardı.
Hz. Meryem, amcası oğlu ve nişanlısı bulunan Yusufi Neccar ile beraber Mısır’a gitmişler, Hz. İsa on yaşına kadar Mısır’da kalmış, sonra yine Filistin’e dönülerek Nasire kasabasında ikamet etmişlerdi. Bir rivayete göre daha on üç yaşında iken peygamberliğe nail olmuştur. Fakat peygamberliğini otuz yaşında iken ilân etmiş, kendisine İncil’i şerif kitabı ile yeni bir şeriat verilmiştir. Hz. İsa, Hz. Yahya ile görüşmüş ve kendisine Havariler denilen on iki zat imân etmişti. Hz. İsa, Havariler ile bir gece birleşip sohbet ederken demiş ki: Daha horoz ölmeden, yani sabah olmadan sizin biriniz beni inkâr edecek, ve beni pek az bir para ile satmak isteyecektir.
Gerçekten de Havârilerden Budaşemun adındaki bir şahıs, daha sabah olmadan Yahudîler ile görüşmüş, onlardan bir miktar rüşvet almış, Hz. İsa’nın yerini onlara haber vermişti. Yahudîler, Hz. İsa’yı tevkif etmek için bulunduğu yere koşmuşlar,kendilerine hikmet gereği Hz. İsa gibi görünen Budayı görüp yakalamışlar, hakkında idam hükmünü vermişler. Hz. İsa yerine Budayı çarmıha germişler. Hz. İsa ise otuz üç yaşında olduğu halde Cenab’ı Hakkın kudretiyle semaya kaldırılmış, dünya gailesinden kurtulmuştur.
Bir rivâyete ve hıristiyanların kanaatine göre Hz. İsa, çarmıha gerilmiş ise de daha sonra yeniden diriltilerek semaya kaldırılmıştır. İsa Aleyhisselâm’dan sonra Havâriler iseviliği yaymaya çalışmışlar ise de aralarında ihtilaflar meydana gelmiş, İncil adına birçok kitaplar türemişti. Maamafih Hıristiyanlığı kabul edenler hakkında bir çok eza ve cefa yapılmakta olduğundan Hiristiyanlık üç yüz sene kadar gizli tutulmuştur.
Nihayet Roma imparatoru Kostantin, İsa’nın doğumundan üç yüz sene sonra bir siyasî maksatla Hıristiyanlığın açıkça kabulüne müsaade etmiş, sonra Kostantaniya denilen İstanbul şehrini yaptırmış, Roma şehrini bırakıp Kostantiniye’yi Başkent edinmiş, kendisi de iseviliği kabul eylemişti. Fakat vaktiyle gerek İncil ve gerek hıristiyanlık şeriatı güzelce zaptedilmemiş olduğundan bu hususta bir çok ihtilaflar meydana çıkmıştı. İncil âdı ile sonradan yazılmış birçok kitaplar türemişti.
Kostantin’in emriyle iznik şehrinden binden fazla âzası bulunan ruhanî bir meclis toplanmış, münakaşalarda bulunmuşlar, bunlardan bir kısmı yekdiğerinin konuşmasını bile anlayamıyorlardı. Nihayet İncil adındaki risalelerden yalnız dördü bu meclis azasının bir kısmı tarafından seçilerek onlara İncil âdı verilmiştir… Daha sonra Roma devleti ikiye ayrıldı. Biri Doğu imparatorluğudur. ki, başkenti İstanbul idi. Diğeri de Batı İmparatorluğudur ki, başkenti Roma idi. Bu iki devlet, birbirini kıskanıyordu. Bu bakımdan Roma devleti ikiye ayrıldığı gibi mezhepçe de ikiye ayrıldı. Şöyle ki: Roma’da (Rim papa) ya tâbi olanlara “Katolik” denildiği gibi İstanbul patriğine tâbiolanlara da “Ortodoks” adı verilmiştir.
Daha sonra da “Protestanlık” meydana çıkmıştı. Bunların da bir takım şubeleri vardır. Velhasıl: İnsanlığı hakikî bir dîne, hakikî bir semavî kitaba, büyük bir birliğe kavuşturacak bir Yüce peygambere parlak bir şeriata lüzum görülmüştü ki, Yüce Allah, insanlığa lütfetti, kendi kutsî dinini değişme ve bozulmadan korunmuş, kutsal bir kitap ile umum insanlık âlemine açıkça tebliğ edecek bir yüce peygamber gönderdi ki o da son peygamber, Hz. Muhammed Mustafa, Sallallahü Teâlâ Aleyhi ve Sellem Efendimiz ile ona nâzil olan Hikmet dolu Kur’ân’ı Kerim’den ibarettir!… Artık ne mutlu bunlardan istifade edenlere…
Bir kerre düşün ki devri fetret
Bir kerre de eyle bittahayyür
Almıştı hazan cihanı yekser
Dönmüştü cihan harabezara
Gitmişti fenaya ehli imân
İcra idilerdi bî bahane
Etmişti, üfûl, mihri hikmet
Birden bire eyledi münevver
Baştan başa eyledi müzeyyen
Berk urdu tecelliyatı kudret
Ahlâkı zaman tebeddül etti
Mahvoldu delâlet ennihaye
Eshabı edeb, muradın adlı
Yağdı yere bir lâtîf baran
Parlattı cihanı nurun imân
Mahvoldu bu nuri müstean!
İmha edemez bu nuru nâsût
Olmuştu nasıl karini zulmet
Sen asrı saadeti tefekkür
Solmuştu o dilnişin çiçekler
Reşk eyleridi zemin mezara
Tutmuştu cihanı putperestan
Âyini fazihi vahşiyane
Sönmüştü çırağı ademiyet
Dünyaları Hz. Peygamber
Afakî ceziletül araptan
Pertevlere daldı ademiyet
Kibrû azamet fenaya gitti
Garkoldu gönüller incilâya
Alem bütün inşiraha daldı
Her kıt’a kesildi bir gülistan
Af aka hayat verdi Kur’ân
Söndürmeye sâyeden edani
Nâsûte zebun olur mu lâhût
64. De ki: Ey ehli kitap! Bizim ile sizin aramızda eşit olan bir kelimeye geliniz. Allah Teâlâ’dan başkasına ibâdet etmeyelim. Ve ona hiçbir şeyi ortak kılmayalım. Ve Allah Teâlâ’dan başka bazımız bazımızı rab edinmesin. Eğer yüz çevirirlerse deyiniz ki, şahit olunuz, bizler muhakkak Müslümanlarız.
64. Bu âyeti kerime, bütün insanlık âleminde bir birliğin, bir eşitliğin, bir dayanışmanın bir selâmet ve saadetin oluşması için yalnız yüce Yaratıcımıza kullukta bulunmanın lüzumunu göstermektedir. Bu yüce gayenin ise ancak İslâm dîni sayesinde temin edileceğine işaret etmektedir. Ve bütün insanları fevkalâde hikmetli bir tarzı açıklama ile şöylece irşat lütfunda bulunmaktadır.
Habibim!. (De ki: Ey ehli kitap) denilen Yahudîler ve Hıristiyanlar veya Necrandan gelen Hıristiyan taifesi (Bizim ile sizin aramızda eşit olan) sırf adalet olup kendisinde peygamberlerin, semavî kitapların ihtilâf etmedikleri (bir kelimeye) hidayete rehber olan bir esası bir vecizeyi kabule (geliniz). O esas, o hikmet dolu vecize iseşudur:
(Allah Teâlâ’dan başkasına ibâdet etmeyelim), ibâdetlerimizi tam bir ihlas ile yalnız o yüce mâbuda tahsis edelim, ondan başka yaratıcı olan, ibâdete lâyık bir zatın bulunmadığını bilelim, Hz. İsa gibi mahlukata ilahlık vasfını vermeyelim, (Ve Allah Teâlâ’dan başka bazımız bazımızı Rab ittihaz etmesin). Üzeyr Allah’ın oğludur, Mesih Allah’ın oğludur denilmesin, ilâhî kitaba muhalif olarak bazı şeyleri haram kılan veya helâl sayan rahiplere ve saireye bu hususta itaat edilmesin. Onlar da birer insandır. Onların öyle indî hükümlerini kabul etmek, onların birer rab gibi tanımak onlara ibadette bulunmak demektir.
(Eğer yüz çevirirlerse) eğer bu tavsiyeyi, bu anlatılan esasları kabul etmezlerse, eğer bu genel birliği temin edecek yüce kanunlardan kaçınırlarsa, Ey Birliğe inananlar!.. Onlara (deyiniz ki) Ey muhalifler! Ey bu hakikati takdir edemeyen ihtiraslı insanlar! Biliniz (şahit olunuz ki, bizler muhakkak müslümanlarız) bizler Cenab’ı Hak’kın birliğine inanmışız, Hak’ka boyun eğmişizdir. Allah Teâlâ’nın emirlerini, yasaklarını tam bir imân ile takdir eden ve saygı gösteren kimseleriz. Artık sizin için lâzımdır ki; bizim bu vaziyetimizi itiraf edesiniz. Biz müslümanlar, başkalarını zor zoruna müslüman edecek değiliz.
Siz kendi menfaatinizi düşünün de bu yüce dîni kabul ediniz, etmediğiniz takdirde artık neticesine hazırlanınız. Bu âyeti kerimede: (Ey ehli kitap) diye hitab edilmesi de mühim iki hikmeti kapsamaktadır. Birisi: İrşad edilmesi istenen kimselere karşı son derecede yumuşak bir şekilde tedricen hitab edilmesinin lüzumunu bizlere bildirmektir. Çünkü böyle bir hitap, muhataplara bir şeref bahşetmektedir. Onların gücenmeyip kendilerine teklif edilen hakkı kabul etmelerine sebeptir.
Evet!.. Bu kitap, onların ecdadına vaktiyle peygamberler gönderilmiş, semavî kitaplar verilmiş olduğunu hatırlatmaktadır ki, bu onlar için haddizatında bir şereftir. Diğeri de bu hitab, muhataplar içinbir uyarı mânası taşır. Şöyle denilmiş oluyor ki: Sizin ecdadınıza kitaplar verilmişti.
O kitaplar vasıtasiyle hak ve hakikatten haberdar olmanız icap ederdi. Artık nasıl olur da o kitapların hükümlerine aykırı, yanlış itikatlarda bulunabilirsiniz?. Nasıl olur da birbirinizi Rab edebilirsiniz?. Nasıl olur da insanları mabut derecesine yükseltebilirsiniz?. Biraz düşünmeli değil misiniz..
§ Biz bir kere diğer dîn sahiplerinin inançlarıyla müslümanların inançlarını biraz karşılaştıralım. Bu cümleden olarak Yahudîler, kendi peygamberlerine vaktiyle verilmiş olan Tevrat kitabının asıl nüshalarını kaybetmişlerdir. Bu tarihî bir hakikattir. Ondan başka onlar Hz. İsa’yı ve bizim yüce peygamberimizi ve bu iki zata verilmiş olan İncil ile Kur’ân’ı Kerim’i inkâr etmekte ve birçok bâtıl inançlarda bulunmaktadırlar.
Hıristiyanlara gelince bunlar da bir kâmil insan olan Hz. İsa’ya hâşâ ilahlık, mâbudluk vasfı vererek ona tapınmaktadırlar. Bizim yüce Peygamberimizi ve Kur’an-ı Kerim’i de inkâr etmektedirler. Bir nice bâtıl inançların da zebunu bulunmaktadırlar. Ellerindeki İnciller ise bütünüyle tahrif edilmiştir. Brahma dini de büsbütün bâtıl bir dindir. Bu, Hindilerin eski dini bulunmuştu.
Milâttan on iki asır kadar evvel kurulmuştur. Ve yüzlerce mezhebe ayrılmıştır. Bunlar da teslis! kabul ederler. Akıl ve mantığın kabul edeceği bir farzdan çok uzak bulunmaktadırlar. Bunların (Veda) adında bir din kitabı vardır. Buda dini de rivayete nazaran milâttan altı asır evvel Hindistanda zuhur etmiş, bâtıl bir dindir. Bunun kurucusuna (Buda) denilmiştir. Bu dinde olanlar ruhların intikali görüşünü kabul ederler.
Bunlara göre (Buda) bir çok tenasuhlardan sonra bir âlim olarak dünyaya gelmiş, hattâ ilahlık sıfatını da -hâşâ- kazanmış, nihayet ölmeyip bir ebedî hayat âlemine göç etmiştir. Bugün Buda dini DoğuAsya’da yaygın bulunmaktadır. Daha böyle bâtıl, uydurma dinler vardır ki, bunların bir kısmı “İtilâyı İslâm” ünvaniyle yazmış olduğumuz bir eserde anlatılmıştır.
Orada mukayeseler yapılmıştır. Bir kere de Yüce İslâm dinini biraz gözönüne alalım. Bu mukaddes din bütün ilâhî dînlerin sonuncusu ve en üstünüdür. Bütün peygamberleri, bütün semavî kitapları tasdik etmektedir. Bu cümleden olarak Hz. Mûsa’yı da Hz. İsa’yı da birer büyük peygamber olarak kabul ediyor, onlara nâzil olan Tevrat ile İncil’i de birer ilâhî kitap olmak üzere bizlere bildiriyor.
Bu halde bir müslüman diyelim ki yahudiliği veya hıristiyanlığı kabul edecek olsa birçok mukaddesatı inkâr etmiş, pek cahilce bir harekette bulunmuş olur. Bir yahudî hıristiyanlığı veya bir hıristiyan da yahudîliği kabul edecek olsa yine bir çok mukaddesatı inkâr etmiş olacaktır. Fakat bir yahudî veya bir hıristiyan müslümanlığı kabul etse nefsine aslâ ağır gelmeyecektir.
Çünkü yine Hz. Mûsa’yı, Hz. İsa’yı birer muhterem peygamber tanıyacaktır, onlara nâzil olmuş olan kitapların da yine birer ilâhî kitap olduğuna inanmış bulunacaktır. Onlardan başka diğer peygamberler gibi son peygamber Hazretlerini de bir yüce peygamber olarak tanıyacaktır.
Hz. Mûsa gibi, Hz. İsa gibi muhterem peygamberleri ve Tevrat ve İncil gibi kutsal kitapları tasdik eden ve yücelten Kur’ân’ı Kerim’e de imân edeceklerdir. Artık mukaddes İslâm dînini kabul edecek mütefekkir, aydın bir insan, hakikate ermiş, karanlıktan kurtulmuş, mes’ut bir hayata kavuşmuş olmaz mı?.. İşte Cenab’ı Hak, bütün insanlığı bu kutsal dine dâvet ediyor… İslâmiyet, öyle hikmet dolu bir dîndir ki: Bütün hükümleri ilâhî vahye, ve ilâhî ilhama dayanmaktadır.
Öyle mübârek bir dindir ki: Onu tebliğ eden ve yayan yüce peygamber her türlü olgunluklara sahip, kendisinin peygamberliği ve yüceliği göstermeğemuvaffak olduğu mucizeler ile sabit, onun peygamberliğine, bütün beyanlarının sırf hakikat olduğuna bir ebedî mucize olan Kur’ân’ı Kerim şahittir.
Kur’an-ı mübîn ise büyük bir mucize olup bin üç yüz küsur seneden beri bir âyeti bile değişiklik ve bozulmamaya uğramamıştır. Bütün beyanları; içtimaî hayatı yüceltecek, emirlerden yasaklardan, bir nice tarihî, ilmî, ahlâkî mevzulardan ibarettir, İslâm milletinin dinen dayanağı, Kur’ân’ı Kerim’in mukaddes âyetleri ile Hz. Peygamberimizin mübârek hadisleridir ve bunlara dayanan icma’i ümmettir.
Bütün müslümanlar bu hususta inanç bakımından birdir, İslâm dinine mensup âlimlerin vazifeleri ise gerek Kur’ân’ı Kerim’in ve gerek Peygamberimize ait hadisi şeriflerin hükümlerini bu rahmete ermiş tebliğ etmek, bunları açıklamak ve izahta bulunmaktır. Hiçbir İslâm âlimi, öyle bir delile dayanmaksızın kendiliğinden hüküm veremez, İslâm müştehitleri arasındaki bazı ihtilaflar, esasata değil, füruata aittir birer dinî delile dayanmaktadır, birer hikmeti vardır.
Aralarında düşmanlık ve soğukluğa aslâ sebep olmaz. Böyle bir görüş ihtilâfı, bir hakkın tezahürü için pek samimi bir içtihada dayanmış olduğu için takdirlere lâikdır.
Bunun içindir ki, hakikî müctehitler birbirini daima yüceltmişlerdir. Diğer milletlerin din adamları ise bir ilâhî kitaba, bir sahih kaynağa dayanmış olmaksızın kendilerine göre birçok hükümler meydana çıkarmışlar, birçok helâl olan şeylerin haramlığına ve tersi bir nice haram olan şeylerin de helâl olduğu görüşünde bulunmuşlar, kendilerine tâbi olan kimseleri de bunları kabule mecbur tutmuşlar, bu suretle kendilerini adetâ birer (Rab) gibi tanıtarak kendilerine bir çok cahilleri bir nevi taptırıp durmuşlardır.
İşte İslâm, dini insanlığı bu gibi cahilce, mütehakkimâne hallerden menederek akıl vehikmete tamamen muvafık, kutsal bir sahada toplanmaya, adalet ve eşitlik dairesinde yaşamağa dâvet ediyor ki, o saha da İslâmiyetin pek açık, pek aydın, pek eşitlikçi olan selâmet ve saadet dairesinden başka değildir. Evet… Bütün insanlığın hakikî selâmet ve saadeti İslâm dîni sayesinde tecelli eder.
Bir ilâhî din ki, bütün hükümleri hakikatın, kendisi, hikmetin, özü ve yücelme vesilesidir. Bir apaçık din ki: Onun yüksek mahiyetini her düşünen, akıllı mütefekkir, insan onu kabule, yüceltmeye mecburiyet hisseder. Bir ilâhî din ki: Bütün insanlığa Cenab’ı Hakkın birliğini, azamet ve kudretini ilâhlığını ve Rab oluşunu tebliğ ediyor, yalnız o Yüce Yaratıcıya ibâdet edilmesini emrediyor, bütün kâinat icad eden, terbiye eden olmak üzere o Yüce Mabudu gösteriyor. Ne mukaddes bir din ki, insanların selâmet ve saadetine vesile olacak en güzel, en hikmetli hükümlere sahip bulunuyor, insanları yaratılış gayesinden haberdar ediyor, İnsanlara ölmekle mahv ve perişan olmayıp ebedî bir âleme intikal edeceklerini gösteriyor.
Ahiret alemi denilen o ebedî âlemin hâl ve şanını en açık bir şekilde bizlere bildiriyor. Orası için hazırlanmayı bizlere tavsiye buyuruyor. Bir yüce hikmet dîn dolu ki: Bütün insanlığı Allah’ın birliğini, bütün yüce peygamberleri, bütün semavî kitapları, bütün uhrevi hayatı tasdike dâvet ediyor. Bütün insanlık arasında dinen, ahlâken bir birlik tesis ederek bir eşitlik, bir dayanışma, bir kardeşlik vücude getirmek istiyor, bütün insanları güzel ibâdetlere, takvâya, birbirine yardıma sevkediyor.
Artık insanlık âlemi, bu kutsî dinin bu hükümlerini kabul, ve tavsiyelerine riayet ettikleri takdirde melekler gibi temiz bir hayata bir içtimaî varlığa ulaşmaz mı?. Artık aralarında mühim bir dayanışma bir yardımlaşma câri olup durmaz mı? Artıkinsanlık âleminde kan dökercesine mücadelelerden, vahşîce hareketlerden eser görülebilir mi?..
Artık bir takım insanlar, sırf dünyevî, fânî bir menfaat düşüncesiyle veya yanlış inanç tesiriyle kendileri gibi sonradan yaradılmış, ölüme mâruz blunmuş kimselere tapar dururlar mı? Velhasıl: Bütün insanlığın selâmet ve saadeti İslâm dini ile ayakta durur. Bütün yüce peygamberlerin insanlığa tebliğ etmiş oldukları din de bu dîni İslam’dan başka değildir. Ceanbı Hak cümlemizi bu apaçık dine intisaptan mahrum bırakmasın âmin…
65. Ey ehli kitap! Ne için İbrahim hakkında tartışıyorsunuz? Tevrat ve İncil ise ondan sonra indirilmiştir. Bunu anlayamıyor musunuz?
65. Bu mübârek âyetler de ehli kitabın yanlış iddialarını, cahilce münâkaşalarını bildiriyor. Onların böyle hakikate aykırı hareketlerini kötülüyor ve teşhir buyuruyor. Şöyle ki: (Ey ehli kitap) denilen yahudîler ve hıristiyanlar!. (Ne için İbrahim) Aleyhisselâm (hakkında tartışmada) mücadelede, münazaada (bulunuyorsunuz?) Hz. İbrahim’in de sizlerin dininizde olduğunu iddia ediyorsunuz.
(Tevrat ve İncil ise ancak ondan) Hz. İbrahim’den (sonra indirilmiştir) çünkü kendisine Tevrat verilmiş olan Hz. Musa, Hz. İbrahim’den bin sene kadar sonra ve kendisine İncil verilmiş olan Hz. İsa da iki bin sene kadar sonra peygamberliğe nail olmuşlardır.
Bunların bu kitaplarında ise Hz. İbrahim’e dair bu iddialarına uygun bilgi yoktur. Özellikle yahudîlik ve hıristiyanlık daha sonra aslını kaybetmiştir. Artık İbrahim Aleyhisselâmın yahudî veya hıristiyan dininde olduğu nasıl iddia edilebilir?. (Bunu) bu iddianın batıl olduğunu düşünüp (anlayamıyor musunuz?.) Artık bunu biraz tefekkür ediniz de böyle hakikata aykırı bir iddiada bulunmayınız.
§ Rivayete nazaran: Yahudîler, Hz. İbrahim yahudî idi, Hıristiyanlar da hayır Hıristiyan ididemişler, münakaşada bulunmuşlar, Rasûli Ekrem’i hakem tâyin etmek istemişler. Bunun üzerine bu âyeti kerime nâzil olmuştur.
66. İşte siz o kimselersiniz ki, sizin için kendisine dair bilgi bulunan şeyde mücadelede bulundunuz. Artık sizin için kendisine ait bilgi bulunmayan şey hakkında ne için mücadelede bulunuyorsunuz? Halbuki Allah Teâlâ bilir, siz bilmezsiniz.
66. (İşte) Ey yahudîler ve hıristiyanlar taifesi (siz o kimselersiniz ki sizin için kendisine dair) nihayet (bilgi bulunan şeyde) Tevrat ve İncil hakkında Hz. Mûsa ile Hz. İsa’nın dîni hususunda (mücadelede bulundunuz, artık) bu size yetmiyor mu?. Artık (sizin için kendisine ait bilgi bulunmayan şey hakkında) İbrahim Aleyhisselâm’ın hâşâ yahudî veya hıristiyan olduğuna dair (ne için mücadelede bulunuyorsunuz?.)
Sizin kitaplarınızda buna dair birşey anlatılmamış olduğunu bilmiyor musunuz?. (Halbuki) o münakaşada bulunduğunuz hususları, Hz. İbrahim’in hangi din üzere bulunduğunu ancak (Allah Teâlâ, bilir siz) ise onu (bilmezsiniz) artık öyle cahilce iddialarda bulunmayınız, Cenâb-ı Hak’kın bu husustaki beyanatını duyup kabul ediniz.
67. Şüphe yok ki İbrahim, ne Yahudi idi, ne de Hıristiyan idi. Fakat o Hânif idi, Müslüman idi; müşriklerden de olmamıştı.
67. Bu mübârek âyetlerde İbrahim Aleyhisselâm’ın şahsının mukaddesliğini ve onunla beraber aynı dine sahip seçkin zatların kimlerden ibaret bulunduğunu göstermektedir. Şöyle ki: (İbrahim) halilullah (şüphe yok ki ne) yahudilerin sandığı gibi (yahudî idi) ne de hıristiyanların iddiası gibi (hıristiyan idi) o bütün bâtıl, bozulmuş dinlerden beri idi. (Fakat o Hânif idi) O dosdoğru din olan tevhit dinine mensup idi.
Namazlarında Kâbe’ye yönelirdi. Hak rızâsı için kurban keserdi. Çocukları sünnet ederdi, her hususta itidale riayet ederdi. O (müslim idi) Allah Teâlâ’nınbütün emirlerine boyun eğer idi, bütün peygamberler arasında müşterek olan İslâm dinine mensuptu.
(Müşriklerden de olmamıştı) daima Cenâb-ı Hak’kın birliğine ve noksansız olduğuna inanmış, yahudîler gibi, hıristîyanlar gibi bazı insanlara Allah’ın oğlu diye tapmaktan, Cenâb-ı Hak’ka ortak koşmaktan her bakımdan uzak bulunmuştu. Artık o kutsal yüce peygamberin yahudîlerden, hıristiyanlardan olması nasıl iddia edilebilir?
68. Şüphe yok ki, İbrahim’e insanların en yakini, ona tâbi olmuş olanlardır. Ve bu Peygamberdir ve imân eden kimselerdir. Allah Teâlâ ise mü’minlerin velisidir.
68. Şüphe yok ki Hz. (İbrahim’e insanların en yakini) onula dîn birliğine sahip olmak hususunda en haklı bulunanı (ona tâbi olmuş olanlardır.) Onun zamanında, onu kabul ederek ona tabeiyyette bulunmuş olan zatlardır. (Ve bu peygamberdir) son peygamber olan ve Hz. İbrahim’in yüce neslinden dünyaya gelmiş bulunan Hz. Muhammed Aleyhisselâm’dır. Hz. İbrahim ile Hz. Muhammed Aleyhisselâm:
Bütün dinî esaslarda bir oldukları gibi, Hz. Muhammed şeriatı da İbrahim’in şeriatına birçok hususlarda muvafık bulunmuştur. Nitekim, hac vazifesi de bu cümledendir. (Ve) yine İbrahim Aleyhisselâm’a en yakın, onunla din birliğine sahip olanlar (imân eden kimselerdir) yani, hakikaten mü’min olan, Allah’ın birliğini, bütün yüce peygamberleri tasdik eden ve yüce, müslüman adına sahip bulunan Ümmeti Muhammediyedir. (Allah Teâlâ ise) Hz. İbrahim’e ve diğer peygamberlere ve şeriatlere inanıp kabul eden (Mü’minlerin velisidir) onların koruyucusudur, yardımcısıdır, İşte hakikî bir dine sahip olmanın en muazzam mükâfatı!.
69. Ehli kitaptan bir tâife, arzu etmiştir ki, sizleri saptırsınlar. Halbuki, onlar kendi nefislerinden başkasını, saptıramazlar. Vefarkına varamazlar.
69. Bu mübârek âyetler de ehli kitap denilen taif enin hakikî mü’minleri ne kadar saptırmaya çalıştıklarını ve onların ne kadar hakikatleri değiştirme ve bozmaya koşup durduklarını meydana koymaktadır. Şöyle ki: Ey müslümanlar! (Ehli kitaptan bir taife), İslâm dinine olan düşmanlıkları sebebiyle (arzu etmiştir ki, sizleri saptırsınlar) sizleri mukaddes dininizden ayırmak, sizleri küfre götürmek temennisinde bulunmuşlardır. (Halbuki onlar kendi nefislerinden başkasını saptıramazlar).
Hakikî mü’minler onlara iltifatta bulunmazlar, onların aldatmalarına kapılmazlar. O taife kendileri gibi irfan nurundan mahrum kalanları dalâlete düşürürler. Bu saptırma hareketlerinin günahı da kendilerine yönelmiş olur. (Ve) onlar bu hakikatın (farkına) da (varamazlar) ziyanda ve hüsranda kalırlar.
§ Rivayete göre yahudîler, eshabı kiramdan Muaz ibni Cebel’i, Huzeyfetübnil Yemanî ve Ammaribni Yasirî -Allah onlardan razı olsunkendi dinlerine davet etmişler, onun üzerine bu âyeti kerime nâzil olmuştur. Gerçekten zamanımıza kadar da yabancı milletler, birçok teşkilât vücude getirmiş; bir takım saf müslümanları saptırmaya çalışarak kendi dinlerine açıkça veya gizli olarak dâvet etmekte bulunmuşlardır. Bunların gayeleri insanlığın hakikî bir dine sahip olması değildir.
Belki insanlık kütlesini tamamen kendilerine bağlayarak bu sayede siyasî, iktisadî emellerini daha ziyade geliştirmektir. Ve İslâm cemaati adıyla karşılarında bulunan muazzam, hakikî imân ile donanmış zevatı kutsî dinlerinden mahrum bırakarak dağılmaya sevkeylemektir. Fakat Cenâb-ı Hak, buna müsaade etmeyecektir. İslâm nuru, O ilâhî nur kıyamete kadar her yerde parlayıp duracaktır.
Bizim vazifemiz ise dost ile düşmanı tanımaktır, bir takım aldatıcıların medeniyetadıyla, terakki adıyla yapılan yaldızlı, aldatıcı sözlerine kıymet vermemektir. Onların şeklen doğru görünmelerine aldanmayıp, onların kötü emellerini anlamaktır. “Bâtıl hâmişe bâtil-ü beyhudedir veli” “Müşkil budur ki sureti haktan zuhur ede”
70. Ey ehli kitap! Ne için Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorsunuz? Halbuki, siz görüp duruyorsunuz.
70. (Ey ehli kitap!. Ne için Allah’ın âyetlerini) yani: Asıl Tevrat ile İncil’in beyanlarını, Hz. Muhammed’in peygamberlik ve risaletine ait bilgileri (inkâr ediyorsunuz?) Niçin o son peygamber Hz. Muhammed’i tasdik etmiyorsunuz?. (Halbuki, siz) o Yüce Peygamber’in peygamberlik ve risaletini bildiren âyetleri (görüp duruyorsunuz) o âyetleri kapsayan kitapların birer mukaddes kitap olduğuna inanıyorsunuz.
Ve yahut siz o Yüce Peygamber’in mucizelerini görüp onun hak bir peygamber olduğunu görüyorsunuz. Artık onun risaletini inkâra nasıl cür’et ediyorsunuz?.. “Ey şemsi risalet seni mümkin midir inkâr” “Pür şaşeadır nurun ile enfüsü afak”
71. Ey ehli kitap! Ne için hakkı bâtıl ile karıştırıyorsunuz? ve hakkı gizliyorsunuz? Halbuki, siz bilirsiniz…
71. (Ey ehli kitap! Ne için hak’ki) Rasûli Ekrem’in evsafını içeren Kur’ân’ı veya kendi kitaplarınızda sabit olan, peygamberin vasıflarını (bâtıl ile karıştırıyorsunuz) örtbas ediyorsunuz?. Tahrif edip yalan karıştırıyorsunuz?. (Ve hakkı gizliyorsunuz), O Yüce Peygamber’in yüksek evsafını gizlemeye çalışıyorsunuz?.
Bu lâyık mıdır?. (Halbuki, siz) o mübârek peygamberin bu evsafını, onun peygamberlik ve risaletini kitaplarınızdaki beyanlara göre pekâlâ (bilirsiniz) böyle inkârcı hareketlerinizin, ne kadar tehlikeli, ne kadarsorumluluk, getirici olduğunu anlarsınız. Artık böyle bir inkâra cür’etten sıkılmaz mısınız?. Allah’a olur mu hiç vasil? Peygambere uymayan esâfil!..
72. Ehli kitaptan bir grup dedi ki: Mü’minlere indirilmiş olana sabahleyin imân ediniz, akşamleyin de onu inkâr eyleyiniz. Olabilir ki dönüverirler.
72. Bu mübârek âyetler de ehli kitaptan bir grubun İslâmiyetin yayılmasına mâni olmak için ne gibi hileli yollara devam ettiklerini ve onların bu çalışmalarına rağmen İslâmiyet’in ufuklara yayılacağını göstermektedir.
Şöyle ki: (Ehli kitaptan) yahudilerden bir (grup) bir taife, kendi dindaşlarından bazılarına (dedi ki: Mü’minlere) müslümanlara Hz. Muhamed’in peygamberliğini tasdik edenlere (indirilmiş olana) yani Kur’ân-ı Kerİm’e (sabahleyin) gündüzün evvelinde (imân ediniz) bu bir ilâhî kitaptır, diye ona inandığınızı söyleyin (akşamleyin de) gündüzün sonunda, daha akşam olur olmaz da (onu) o Kur’ân’ı (inkâr eyleyiniz.)
Hayır… Yanılmışız, Tevrat’ta kendisinden bahsedilen kitabın bu Kur’ân’dan ibaret olmadığını şimdi anladık diyerek zâhiren göstermiş olduğunuz İslâmiyeti kabulden, Kur’ân’ı tasdikten dönünüz. (Olabilir ki:) Sizin böyle hilekârca hareketinizin tesiriyle, ve Kur’ân’ı tasdik eden bir kısım müslümanlar, İslâmiyetten (dönüverirler) sizin bu dönüşünüz, onların üzerinde böyle bir tesir yapmış olabilir.
Ne haince bir hareket!. Bu taife hakkında deniliyor ki: Hayber yahudîlerinden on kişi imiş veya Kureyze kabilesinden bir cemaat imiş. Bunlar, içlerinde bazı kimselere demişler ki: Sabahleyin, Hz. Muhammed’in dinine giriniz, sonra da akşamleyin deyiniz ki: Biz kitabımıza baktık âlimlerimizle istişare ettik, Hz. Muhammed’in âhir zaman peygamberi olmadığı bizce orataya çıktı, siz böyle yaparsanız onun eshabı şüpheye düşer, sizin daha bilgili olduğunuzudüşünür de belki İslâmiyetten yüz çevirirler.
Diğer bir görüşe göre de bu taifeden maksat, Keab ibni Eşref ile Mâlik Ibnüs Sayfdır. Kıble Kâbe’i Muazzamaya çevrilince bundan yahudîler üzülmüşlerdi. Bunlar kendi dindaşlarına dediler ki: Siz Kıble hakkındaki nâzil olan Kur’ân âyetine sabahleyin inanır gibi görünerek Kâbeye doğru namaz kılınız, sonra da bunu inkâr ederek kendi kıblenize dönünüz!.
Umulur ki: Müslümanlar size bakarlar da, sizin daha ziyade ilim sâhibi olduğunuzu düşünürler de sizin kıblenize dönüverirler. Velhasıl: Öteden beri müslümanları dinlerinden kaydırmak için böyle hilelerde bulunan bir nice din düşmanları bulunmuştur. Fakat bu gibi hilelere aklı başında olan, İslâm dininin hakikatini, yüceliği anlamış bulunan bir müslüman iltifat eder mi?. “Bir şem’iki mevlâ yaka’bir veçhile sönmez” Allah’ın yaktığı bir mum hiçbir şekilde sönmez.
73. Sizin dininize tâbi olandan başkasına inanmayınız. De ki: Şüphe yok hidayet, Allah hidâyetidir. Size verilen şeyin benzerinin başka bir kimseye verildiğine veya Rabbinizin katında aleyhinize delil getireceklerine inanmayın. De ki: Fazl, şüphesiz Allah Teâlâ’nın elindedir. Onu dilediğine verir. Ve Allah Teâlâ vasidir, alîmdir.
73. Yahudîler, birbirine şöyle tavsiyelerde bulunmuşlardır: (Sizin dininize tâbi olandan başkasına inanmayınız) sizin dininize muvafık olmayan bir dini kalben tasdik etmeyiniz. Ancak yahudilik dinine tâbi olanları tasdik ediniz. Halbuki, bunlar bu kanaatlerinde çok aldanmış bulunuyorlar. Resûlüm Ya Muhammed! (De ki: Şüphe yok hidayet. Allah hidâyetidir) yani:
Doğru yol, İslâmiyetten ibarettir. O bir hidayet yoludur, başkası dalalettir. Fakat o inkarcılar, bu hakikati bilmezler ve kendi aralarında derler ki: (Sizeverilen şeyin benzerînin başka bir kimseye verildiğine) inanmayınız. Size verilen Tevrat’ın bir misli, yahudîlik dininin bir benzeri başka bir millete verilmemiştir. Artık müslümanlığı kabul etmeyiniz (veya rabbinizin katında) yarın kıyamet gününde (aleyhinize) başka kimselerin (delil getireceklerine inanmayın) hiçbir millet, sizin kadar ilme, hikmete, kitabe, kudret helvası ve bıldırcın gibi, denizin yarılması gibi mucizelere, kerametlere nail olmamıştır.
Artık onlar, sizin aleyhinizde nasıl delil getirebilecekler?. Öyle iddialara aldırmayınız, çünkü siz onlardan daha doğru bir dine sahipsiniz. İşte yahudîler kendilerine böyle bir kıymet veriyor, kendilerinden başkasını görmüyorlardı. Hak Teâlâ Hazretleri de onları tekzib ediyor, onları uyanmaya şöyle dâvet buyuruyor: Habibim Ya Muhammed! O bencil şahıslara (de ki: Fazl) lütuf ve kerem, peygamberlik ve risalet (şüphesiz Allah Teâlâ’nın elindedir) onun lütuf ve keremi bir kavime, bir cemaate mahsus değildir. (Onu dilediğine verir) dilediği kulunu lütuf ve keremine ulaştırır.
Çünkü Allah Teâlâ herşeye kadirdir (ve Allah Teâlâ vâsidir) rahmeti, keremi pek boldur ve (alimdir) her şeyi hakkiyle bilir. Herkesin ahvalini ve sözlerini hakkiyle bilmektedir. Artık ey Yehudi kavmi! Siz vaktiyle nail olduğunuz nîmetlerin kadrini bilmediniz, Peygamberlere isyan ettiniz, kitapları bozdunuz, artık sizin öyle imtiyaz iddiasına selâhiyetiniz kalmamıştır. Ve aleyhinizde delil getirecek zatların mevcudiyeti ilâhî lütuf gözönüne alındığında nasıl inkâr olunabilir?
§ Maamafih bu âyeti kerime şöyle de yorumlanmıştır: Ey rahmete ermiş ümmet! Size getirilen dinin, o dinin hak olduğuna ve yüceliğine delâlet eden delil ve burhanın bir misli başka bir millete verilmemiştir. Kur’ân-ı Kerim’in bir benzeri yoktur ve İslâm dini en mükemmel bir ilâhî dindir.
Artık müslümanlığı inkâr edenler, sizin aleyhinize nasıl delilgetirebilirler. Bu üstünlükler, sizin için bir ilâhî lütuftur. Allah Teâlâ’nın bu fazileti, imtiyazı size vermesine kim mâni olabilir. Düşmanlarının hilelerine rağmen bu ilâhî lütuf, Ey müslümanlar sizin hakkınızda devam edip duracaktır. Bunun tecelli yerine hiç bir kimse engel olamıyacaktır.
74. Dilediğini rahmetiyle seçkin kılar. Ve Allah Teâlâ pek büyük fazl sahibidir.
74. Allah Teâlâ (dilediğini rahmetiyle) peygamberlik ve risaletle, lütuf ve kerem ile (seçkin kılar) onu insanlığa bir selâmet ve saadet rehberi kılar. Bunu kim uzak görebilir?. Yüce Allah, alîmdir, hakimdir. (Ve Allah Teâlâ pek büyük bir fazl sahibidir) dilediği kulunu fazl ve keremine mazhar buyurur. İşte son peygamber, Hazretlerini bu fazl ve keremi ile şeref ve risalete nail kılmış, hakkında nice muazzam inayetlerde bulunmuş, onun ümmetine de büyük bir şeref ihsan buyurmuştur.
Ey neyyiri âsümani vahdet, Cisminle verince dehreziver, Bir mislini almamıştır elbet Kutsiyyetin ey nebiyyi enver, Vermekte bütün ukule hayret, Allah’dan ey nebiyyi muhtar Ey revnaki alemi nübüvvet, Eflake tefevvuk etti yerler, Aguşuna dâyei meşiyyet Düşmanların itiraf ederler. Hulkunda olan mükemmeliyet Ettin beşeriyyeti haberdar.
75. Ehli kitaptan öylesi vardır ki, kendisine bir kıntâr emanet versen onu sana ödeyiverir ve onlardan öylesi de vardır ki, kendisine bir dinar emanet bıraksan onu sana ödemez,meğer ki onun üzerine ayak direyip durasın. Bunun sebebi de, ümmîler hakkında bizim üzerimize bir yol yoktur, demiş olmalarıdır. Ve onlar bildikleri halde Allah Teâlâ’ya karşı yalan söylerler.
75. Bu âyeti kerime, ehli kitaptan bazılarının emanete riayet ettikleri halde diğer bir kısmının emanete hiyanet eder olduklarını ve bu hiyanetlerinin meşru olduğunu kabul etmeleri, bu sebeple hem dinen hem de insanlarla muamele itibariyle hain bulunduklarını göstermektedir.
Şöyle ki: (Ehli kitaptan) yahudîler ile hıristiyanlardan (öylesi vardır ki, kendisine bir kıntâr) yani birçok mal (emanet versen onu sana) tamamen (ödeyiverir) bir müşkilât çıkarmaz. Abdullah ibni Selâm gibi ki, Kureyşten bir şahıs kendisine bin yüz okka altın emanet bırakmıştı, onu isteyince hemen teslim ediverdi. (Ve onlardan) ehli kitaptan (öylesi de vardır ki kendisine bir dinar) bir tek altın (emanet bıraksan) istediğin zaman müşkülât çıkarır veya inkâr eder de (onu sana ödemez.)
Fenhas ibni Azura gibi ki Kureyşten başka bir şahıs ona bir dinar emanet bırakmıştı, isteyince inkâr etti. İşte bunlardan bir kısmının âdeti budur. (Meğer ki, onun üzerine ayak direyip durasın) yani: Yanı başında durup sürekli istemeli veya delil getirmeli, mahkemeye vermeli ki, o emaneti ondan geri almak mümkün olsun. (Bunun) böyle emaneti sâhibine redetmenin (sebebi ise) onların şu iddialarıdır. (Ümmiler) yani ehlikitap olmayan araplar ve saire (hakkında) onların alacaklarından dolayı (bizim üzerimize bir yol) bir mes’uliyet yolu (yoktur demiş olmalarıdır.) Yahudîlerin iddialarına göre muhalif olanlara zulüm etmeleri helâldır. Allah Teâlâ onlara bu zulmü Tevratta haram göstermemiştir.
Cenâb-ı Hak ise onların bu iddialarını tekzib ederek buyuruyor ki: (Ve onlar) Tevratta böyle hürmetsizliğe dair bir şey olmayıp kendilerinin yalan söylediklerini (bildikleri halde)sıkılmadan (Allah Teâlâ’ya karşı yalan söylerler) böyle bir zulm ve tecavüz bizim için helâldır, bu Tevratta yasaklanmamıştır, derler. Binaenaleyh bunların hareketleri iki kat mesuliyeti gerektirir.
Birisi başkasının malına haksız yere musallat olup onu sâhibine vermemektir. Bu bir günahtır. Diğeri de bu hareketlerinin meşruyetini Tevrata, Cenâb-ı Hak’ka isnat etmeleridir ki, bu daha büyük bir isyandır, din adına bir iftiradır, ne büyük bir cinayettir. Gerçekten başka milletler arasında da emanete hiyanet edenler bulunabilir. Fakat bu haksızlığın meşruyetine inanıp onu dinlerine isnat etmezler. Böyle küfrü gerektirecek bir iddiada bulunmazlar.
§ Bir görüşe göre çok malda emanete riayet edenlerden maksat, hıristiyanlardır. Çünkü onlarda galip olan, emanete riayet yönüdür. Az malda bile hıyanet edenlerden maksat ise Yahudîlerdir. Çünkü onlarda galip olan da hiyanettir. Onlar yalnız kendi menfaatlerini düşünürler. Başkalarına zarar vermekten çekinmezler. Müslümanlıkta ise emanetlere mutlaka riâyet lâzımdır. İsterse sahipleri günahkâr, kâfir kimseler olsun. Nitekim bir hadisi şerif bunu açıkça bildirmektedir.
76. Hayır… Kim ahdini ifa eder ve sakınırsa şüphe yok ki Allah Teâlâ o sakınanları sever.
76. Bu âyeti kerime, ehli kitaptan bazılarının iddialarını reddetmektedir. Allah’ın sevgisini kazanmak için riâyet edilmesi lâzım gelen kulluk vazifelerini özet olarak beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Hayır) öyle değil: Ümmîlerin emanetine riâyetsizlikten dolayı mesul olmayacağız, o bize helâldir, demeleri doğru değildir. Mesuliyetten kurtulup ilâhî lütfa nail olmanın yolu vardır.
Şöyle ki, hem (kim ahdini ifa eder) Cenâb-ı Hak’kın Tevratta emrettiği şekilde son peygambere Kur’ân’ı Kerime imân ve emanetlere riâyet ederse (ve sakınırsa) günahları terk ve ibâdet ve itaatedevam eylerse Cenâb-ı Hak’kın mükâfatına nail olur. Zira (şüphe yok ki. Allah Teâlâ o) gibi (sakınanları sever) onları nîmetlerine nail buyurur.
Yoksa öyle emanetlere hiyanet eden, Allah’ın hükümlerini değiştirme ve bozmaya çalışan kimseler Allah’ın sevgisine, ilâhî iltifata mazhar olamazlar. İşte bu âyeti kerime gösteriyor ki: Allah’ın sevgisine liyakat kazanmak için bütün haram olan şeylerden sakınmak, ve dinen üzerimize düşen bütün fârizeleri, vecibeleri ifaya çalışmak lâzımdır..
77. Muhakkak o kimseler ki Allah Teâlâ’nın ahdini ve yeminlerini az bir şey karşılığında değiştirirler. İşte onlar için âhirette bir nasip yoktur. Ve Allah Teâlâ onlar ile konuşmaz ve kıyamet gününde onlara bakmaz ve onları temize çıkarmaz. Ve onlar için elem verici bir azap vardır.
77. Bu âyeti kerime, ahidlerine, yeminlerine riâyet etmeyen âdî bir menfaat uğrunda mukaddesatını feda eyleyen gafillerin karşılaşacakları kötü sonu şöylece göstermektedir. (Muhakkak o kimseler ki:) Sözlerinde durmadılar (Allah Teâlâ’nın ahdini) son peygambere imân, emanetleri yerine getirmeye dikkat edeceklerine dair üzerlerine aldıkları vazifeleri (ve yeminlerini) Vallahi imân edeceğiz, Vallahi son peygambere yardımda bulunacağız diye yaptıkları anıları dünya varlığından (az bir şey karşılığında) satar, öyle fâni ehemmiyetsiz şeyler ile (değiştirirler) böyle bir gayri meşru, zararlı bir harekette bulunurlar. (İşte onlar için âhirette bir nasip yoktur.) Ahiret nimetlerinden hiçbir şeye nail olamazlar.
(Ve Allah Teâlâ onlar ile) kendilerine sevinç verecek bir şekilde (konuşmaz) veya onlara Cenâb-ı Hak bizzat hiç bir kitapta bulunmaz, onların kıyamet gününde muhasebelerini melekler yapar.
(Ve) Allah Teâlâ (kıyamet gününde onlara bakmaz.)onlara rahmet nazarı ile bakmaz, onlara iltifat eder bir şekilde bakmaz (ve onları temize çıkarmaz) onlar hakkında güzel övgüde, tezkiyede bulunmaz, onları günahlardan temizlemez. (Ve onlar, için elim) pek dert ve elem verici (bir azap vardır), işte dünyadaki yaptıkları alçaklığın cezası!
§ Bir görüşe göre, bu âyeti kerime, Tevrat’ı tahrif eden, son peygamber Resûlüllah efendimizin evsafını tebdil eyleyen ve emanetlere ve diğer şeylere dair hükümleri değiştirmeye cüret göstermiş olan bir kısım Yehudi bilginleri hakkında nâzil olmuştur.
Bu âyeti kerime, aynı zamanda bütün insanlara bir uyanma dersi vermektedir. Yarın ebedî âlemde hüsranla karşı karşıya kalmamaları için daha dünyada iken sözlerine, mukavelelerine riâyet etmelerini dinî vazifelerini yerine getirmeye çalışmalarını, emanetlere riâyet edip ahlâka, adalet ve fazîlete aykırı hareketlerden kaçınmalarını tavsiye buyurmaktadır.
78. Ve onlardan bir grup da vardır ki, kitap ile dillerini eğer bükerler. Onu kitaptan sanasınız diye. Halbuki o kitaptan değildir. Ve derler ki, o Allah tarafındandır. Halbuki, o Allah tarafından değildir. Ve onlar bildikleri halde Allah Teâlâ’ya karşı yalan söylerler.
78. Bu âyeti kerime, ehli kitaptan bir gurubun sırf inkârcı bir maksatla Allah’ın kitabının âyetlerini bozma ve değiştirmeye cüret etmiş olduklarını bildirmektedir. Şöyle ki: (Ve onlardan) ehli kitaptan, yahudî bilginlerinden (bir grup) Keab ibni Eşref, Malik ibni Sayf ve Huyey ibni Ahtab gibi bir taife (de vardır ki, kitap ile) Tevrat’ın ve diğerlerinin âyetleriyle (dillerini eğer bükerler) onları okurken değiştirirler, son peygamber Hazretlerinin vasıflarına, ve recme ve saireye dair âyetleri değiştirme bozmada bulunurlar.
(Onu) o değiştirip tahrif ettikleri şeyi Allah Teâlâ’nın indirmiş olduğu (kitaptan sanasınız diye)sizleri saptırmak için bu rezalet! işlerler. (Halbuki) o okudukları şey, haddizatında ve onların itikadınca da (kitaptan değildir) kendilerinin uydurmasıdır. (Ve) buna rağmen sıkılmadan (derler ki o) okuduğumuz şeyler (Allah tarafındandır.) Kendi uydurma sözlerinin Allah tarafından indirilmiş olduğunu söyleyerek böyle iddiaya cüret ederler. (Halbuki o) uydurdukları şeyler (Allah Teâlâ tarafından) indirilmiş (değildir) kendilerinin uydurma sözleridir.
(Ve onlar) okudukları, söyledikleri o şeylerin yalan, kendi taraflarından uydurma olduğunu (bildikleri halde) sıkılmadan (Allah Teâlâ’ya karşı yalan söylerler) bunun mes’uliyetini hiç düşünmezler. Sırf dünyevî, adî bir maksat için, yalnız kendi mevkilerini korumak için etraflarında bulunan cahilleri aldatmaya çalışırlar. Bir hakikat güneşinin ilâhî nurlarının muhitlerini mahrum bırakmak isterler.
Ne fesatçı, ne düşmanca bir hareket!.. Evet.. Malumdur ki: Bir dinî hakikati yanlış telâkki etmek, onu güzelce anlamadan başkalarına anlatmaya çalışmak büyük bir kusurdur, dinen mesuliyeti gerektirir. Fakat böyle bir hakikati sırf şahsî bir menfaat temini için veya dinsizlere yaranmak için bile bile değiştirme ve bozmaya cür’et göstermek en büyük bir cinayettir, İlâhî dinden mahrumiyete sebebdir, ebedî bir felâkete götürür. Artık biraz aklı başında olan, biraz ebedî istikbali düşünen bir kimse böyle bir cinayete cüret eder mi, kendisini ebedî bir felâket ve azaba mâruz bırakır mı? Cenab’ı Hak cümlemizi öyle bir kötü hareketten, kötü sondan korusun, âmin…
79. Hiç bir insan için doğru değildir ki. Allah Teâlâ ona kitap, hüküm ve peygamberlik versin de sonra o insanlara Allah’tan beri de bana kul olunuz deyiversin. Fakat öğrettiğiniz ve ders alıp verdiğiniz şey sebebiyle rabbanîler olunuz der.
79. Bu mübârek âyetler Hz. İsa gibi bazıpeygamberlere isnat edilen ilahlık ve mâbudluk iddiasından o muhterem peygamberlerin uzak olduklarını, böyle bir iddiaya hiçbir kimsenin selâhiyetli olmadığını ve o gibi zatların insanlara ne gibi şeyleri tavsiye etmiş olduklarını beyan buyurmaktadır.
Şöyle ki: (Hiç bir insan için doğru) caiz, lâyık (değildir ki. Allah Teâlâ) ona Tevrat, İncil, Kur’ân gibi bir semavî (kitap) ve o kitabın hükümlerini, şer’î meselelerini anlamak için (hüküm), anlama, delil getirme (ve peygamberlik) gibi bir yüksek mertebe (versin de) o insan (sonra insanlara) hitaben (Allah’tan beride) yani ondan başka veya onunla beraber (bana kul olunuz deyiversin) böyle bir iddia öyle bir zatın şanına lâyık olur mu?. Böyle bir iddiada bulunacak kimse öyle ilâhî nimetlere, makamlara nail bulunmuş olabilir mi?.
(Fakat) öyle bir zat, insanlara hitaben siz: (Öğrettiğiniz) kitap sebebiyle (ve ders alıp verdiğiniz şey sebebiyle) yani: Ey, insanlardan, eğitim ve öğretim yapan ve öğrenimde bulunan zümre! Sizler bu mesainiz sayesinde (rabba halis kullar) dan (olunuz derler) yoksa bana kul olunuz, diyemezler.
§ Beşer, bütün âdemoğlu demektir. Bir insana da bütün insanlara da beşer denilir. Bunun kendi lâfzından müfredi yoktur. “Kavm tabiri gibi”.
§ Rabbaniyyum, ilim ve irfan, anlayış ve basiret, güzel ahlâk ve amel sâhibi olan ve insanların terbiyesine, aydınlanmasına çalışan zatlar demektir. İşte Yüce Peygamberler ümmetlerine böyle insanî değerler sâhibi olmalarını tavsiye ederler. Yoksa kendilerine kul olmalarını hâşâ emretmezler.
Evet… Ümmet fertlerinin seçkinlerine, ilim ve irfan sâhibi olanlarına düşen vazife, ilim ve üstün vasıflar ile insanlığın hayrına çalışmaktır, insanlığı hak ve hikakatten haberdar edip bu hususta onlara rehberlik etmektir, maneviyata, vicdaniyata muhalif,tevhid inancına aykırı olan bilgilerin hiç bir kıymeti yoktur.
Bilâkis bu gibi zarara, hakikate aykırı bilgiler, sahipleri hakkında pek zararlıdır, onların mânen mahvına sebep olur, en büyük cehaletten sayılmıştır. Sadi merhum ne güzel söylemiştir:
Evet… Gönül, levhasını, en mühim hayatın gayesi olan hak ve hakikate aykırı bilgilerden, gösterişten tertemiz tutmalıdır. Çünkü bir bilgi ki, hak yolunu göstermez, o cehaletten başka değildir.
§ Rivâyete göre Necran Hıristiyanlara İsa Aleyhisselâm kendisini rab edinmemizi bize emretmiştir, demişler. Bunun üzerine bu âyeti kerime onları tekzib için nâzil olmuştur. Diğer bir rivâyete göre de yahudîlerin Ebu Rafî ve Necran hıristiyanlarının reisi Resûlullah’a hitaben: “Sen istermisin ki sana ibâdet edelim ve seni rab edinelim?…” demişler. Rasûli Ekrem Efendimiz de:
“Maazallah, Allah Teâlâ’dan başkasına ibâdet edilmesini emreder miyiz?.. Hak Teâlâ beni bunun için göndermedi ve bana bununla emretmedi diye buyurmuş, bunun üzerine bu âyeti kerime nâzil olmuştur. Rivâyete göre bir müslüman zat: Ya resûlullah!. Biz birbirimize selâm verdiğimiz gibi sana da selâm veriyoruz. Sana secde etsek olmaz mı?, ‘diye sormuş, Peygamber Efendimiz de “hayır”: Allah Teâlâ’dan başkasına secde etmek caiz değildir. Siz Peygamberinize ancak hürmet edersiniz, her hakkın ehlini tanırsınız, diye buyurmuş. İşte bu sual üzerine bu âyeti kerime nâzilolmuştur. Evet.. Secdenin ehli yalnız Cenâbı Hak’dır.
Bir Yüce Peygamber’e secde etmek caiz olmayınca artık diğer herhangi bir insana secde edilebilir mi? Firavun tabiatlı bir kimse olmalıdır ki, kendisine halkı taptırmak cüretinde bulunarak ebedî lânete hedef olsun.
80. Ve size melekleri, peygamberleri rabler edininiz, diye emretmez. Siz Müslüman olduktan sonra size küfr ile hiç emreder mi?
80. (Ve size) Hz. Muhammed veya kendisine kitap, hüküm ve peygamberlik verilmiş olan zat (melekleri, peygamberleri rabler) birer mabut, birer ilâh (“edininiz” diye emretmez) Allah Teâlâ’dan başkasını rab edinmek küfür değil midir?. Artık (siz müslüman olduktan) Allah’ın birliğini bilip İslâm şerefine nâil bulunduktan (sonra size küfr ile) Allah Teâlâ’ya ortak edinmekle (hiç emreder mi?) böyle bir şey hiç caiz olabilir mi? Bu âyeti kerime gösteriyor ki:
Bir şahsın kâfir olması, yalnız Allah Teâlâ’nın varlığını bilmemeğe, o varlığı inkâr etmekle sınırlı değildir. Belki onun varlığını kabul etmemekle beraber başkalarını da tanrı edinmek, başkalarına tapmak da küfürdür, şirki gerektirir. Çünkü bu halde Cenab’ı Hakka mâbudluk hususunda ortak koşulmuş olur. Halbuki ondan başka mabut yoktur.
81. Hatırla o zamanı ki. Allah Teâlâ peygamberlere hitaben “size kitap ve hikmet verdim, sonra sizin yanınızdakini tasdik edici olarak bir Resûl gelecektir. Ona elbette imân ve yardım edeceksiniz” diye peygamberlerden sağlam bir söz aldık da buyurdu ki: İkrar etiniz mi? ve bunun üzerine benim sözümü alıp kabul eylediniz mi? Onlar ikrar ettik dediler. Cenâb-ı Hak da buyurdu ki: Öyleyse şahit olunuz, ben de sizinle beraber şahitlerdenim.
81. Bu mübârek âyetler, Cenâb-ı Hak’kın son peygamber Hazretlerini bütün insanlığa elçi göndereceğini vaktiyle bütün peygamberlereve onların vasıtalariyle bütün ümmetlerine haber vermiş ve onun bu risaletini ikrar ve onun zamanına erecek olanların ona yardım etmeleri hakkında da kendilerinden bir söz ve yemin almış olduğunu haber vermekte, böyle bir ikrar ve söze riayet etmeyenlerin ise fasık kimseler olacağını bildirmektedir. Evet!. Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:
Habibim!. (Hatırla o zamanı ki. Allah Teâlâ Peygamberlere) ve onların vasıtasıyla ümmetlerine vahiy yoluyla (hitâbederek size) Tevrat, İncil gibi (kitap) ve bir nice ahlâkî, içtimaî meseleleri içeren, vahye müstenit (hikmet verdim). Bunlar ile lâzım olan dinî esasları size bildirdim. (Sonra sizin yanınızdakini) kitabı ve hikmeti (tasdik edici olarak bir elçi geldi) yani bütün vasıfları sizce malûm oldu, geleceği muhakkak bulundu. (Ona) o gelecek Resûle (elbette imân ve yardım edeceksiniz). Binaenaleyh bütün peygamberler birbirine inanıp onu tasdik ve kabul ile mükellef olduklarından son peygamber Hazretlerini de tasdik ile mükellef bulunmuşlardır. İşte bunun için bütün peygamberlere hitaben ona imân ve yardım edeceksiniz, (diye peygamberlerden sağlam bir söz aldıkta buyurdu ki: İkrar ettiniz mi?) bu imânı kabul ve itiraf ediyor musunuz?
(Ve bunun üzerine benim o ahdimi alıp kabul eylediniz mi?) diye hikmet gereği sordu, (onlar da ikrar ettik dediler) imân ve yardım ile mükellef olduğumuzu itiraf ederiz, bu husustaki verilen sözü de kabul eyledik diye cevap verdiler. Cenab’ı Hak da (buyurdu ki: Öyle ise şahit olunuz) bu ikrar hususunda birbirinize karşı şahitlikle bulununuz, bu ikrarınızı bütün ümmetlerinize bildiriniz. (Ben de) sizin bu ikrarınıza (sizinle beraber şahitlerdenim) artık bu ikrar ve üstlenmenin gerektirdiği şekilde hareket edilmesi bir vecibedir.
Bu o peygamberlerin üzerine vecibe olunca onlara tâbi olduklarını iddia eden milletler üzerine de bir vecibe, bir dinî farizabulunmuş olur. Aksi takdirde o peygamberlere tâbilik iddiası yalan bulunmuş olmaz mı? İşte Hz. Musa da, Hz. İsa da kendi kitaplarını tasdik edici olan son peygamber Hazretlerinin dünyaya şeref vereceğini vaktiyle vahy yoluyla bilmiş, tasdik ve ikrar eylemişlerdir. Artık onlara uyma iddiasında bulunanlar, nasıl olur da böyle bir tasdik ve ikrarda bulunmazlar.
§ İsr: Pekiştirilmiş söz ve riayeti lâzım gelen adî görülmeyecek olan mukavele ve yemin mânasınadır.
82. Artık bundan sonra kimler yüz çevirirse işte fasık kimseler onlardır.
82. (Artık bundan sonra) bu ikrar ve şahitlikten, bu söz ve yeminden sonra (kimler yüz çevirirse) son peygamber Hazretlerini tasdikten kaçınır, onun dinine hizmet etmezse (elbette fasık kimseler onlardır.) söz ve yemine riayet etmeyen, cemiyetin temiz hayatını bozmaya çalışan, o gibi inkârcı kimseler ise, açık delil ile sabit hakikatleri inkâra cür’et ettikleri için büsbütün fasık kimseler bulunmuşlardır. Evet… Son peygamber Efendimizin peygamberlik ve risaleti gün gibi açık, onun yaydığı İslâmiyetin en kutsî bir ilâhî din olduğu apaçık iken onu inkâr edenlerden daha fasık kim düşünülebilir?…
83. Artık Allah Teâlâ’nın dininden başkasını mı arıyorlar? Halbuki ona göklerde olanlar da, yerde olanlar da isteyerek ve istemiyerek teslim olmuşlardır. Ve ona döndürüleceklerdir.
83. Bu âyeti kerime, Allah katında yegâne makbul olan dini İslâm’dan başkasını arayanların ziyanda ve hüsranda olacaklarını göstermektedir. Şöyle ki: Söz ve yemine, ikrar ve şehadete muhalefet edenler, Hz. Muhammed’in peygamberliğini kabul etmeyenler ne istiyorlar?.
(Artık) onlar (Allah Teâlâ’nın dininden) bütün yüce peygamberler arasında esasen bir olan İslâm dininden otevhit dininden (başkasını mı arıyorlar?) Bu İslâm dininden başka Allah katında makbul bir din var mıdır?. Cenâb-ı Hak, bu dini mübini kabul etmelerini kendilerine emrediyor, artık buna nasıl muhalefet edilebilir? (Halbuki ona) o hâlikı kerim hazretlerine (göklerde olanlar da yerde olanlar da) yani semalardaki melekler de ve yer yüzündeki insanlar da tav’an, yani (isteyerek ve) kerhen, yani (istemiyerek münkat olmuşlardır.)
Teslimiyette bulunmuşlardır. (Ve) bütün bu mahlûkat (ona) o Yüce Mâbuda, onun büyük mahkemesine sevk olunacaklardır, (döndürüleceklerdir.) Ona imân etmiş ve boyun eğmiş olanlar, cennetlere dahil, nîmetlere nail olacaklardır. Onu inkâr edenler de, ona ortak koşanlar da, cehennemlere atılıp ebedî azaplar içinde kalacaklardır. Artık bu sonu düşünsünler!
§ Hak Teâlâ Hazretlerine isteyerek ve istemeyerek boyun eğme ve teslim olma meselesine dair tefsirlerde birçok yorum vardır. Kısaca deniliyor ki, semalardaki melekler Cenâb-ı Hak’ki isteyerek tasdik etmişlerdir. Yerde bulunan insanların ise bir kısmı isteyerek, bir kısmı da istemeyerek tasdikte bulunmuşlardır. Şöyle ki: Bir kısım insanlar sağlam bir yaratılışa sahip, tam bir hulûs ile Allah’ın birliğini tasdik edici olarak ilâhî dine boyun eğe gelmişlerdir. Bir kısmı da kendi maddî hayatlarını kurtarmak için istemeyerek kendilerini mü’min göstermişlerdir.
Kalben inanır bulunmamışlardır. Nitekim cihat meydanlarında mağlûp olan gayri müslimlerden bir takımı bu şekilde harekette bulunup durmuşlardır. Bunlar da bilâhare güzel düşünüp te samimî şekilde İslâmiyeti kabul etmiş olunca İslâm şerefine nail olarak kendilerini ebedî azaptan kurtarmış olurlar. Fakat öyle münafıkça bir halde yaşar, o hal üzere ölmüş olunca ebedî azaba uğrarlar.
Bir tufani azab neticesinde veya üzerineyönelen bir belâdan kurtulmak maksadiyle istemeyerek imân edenler hakkında da bu hüküm caridir. Yani: Bu imândan sonra inancı sağlamlaştırarak samimî şekilde İslâm dinine sarılırlarsa yine ebedî azaptan kurtulmuş olurlar. Fakat bu inançları samimiyet kazanmazsa yine imânsız olarak âhirete gider ebedî azabı düşar olurlar. Bir de küfr içinde yaşamış bir kimse öleceği saatte gözleri önünde parlamaya başlayan bir ilâhî azabın tesiriyle imân ederse bu bir ümitsizlik halindeki imân olacağından makbul olmaz. Firavunun gark olacağı andaki imânı gibi. Diğer bir yoruma göre de isteyerek ve istemeyerek imân
Rabbınız değil miyim? (A’raf 7/172) hitabının yönelmiş olduğu ruhlar âleminde meydana gelmiştir. O zaman isteyerek imân edenler bu âlemde de imanlarını muhafaza ederek saadete ermişlerdir. İstemeyerek imân edenler ise bu âlemde küfürlerini açığa vurarak ebedî hüsrana uğramışlardır ve uğrayacaklardır. Velhâsıl: Bütün akıl sahipleri, ergeç, ister istemez Cenâb-ı Hak’ki tasdik edecek, ona teslimiyet gösterilecektir. Fakat bir kısmının tasdik ve teslimiyeti belirlenen vaktinde vâki olmamış olacağı nedenle Allah katında makbul olmayacaktır. Cenab’ı Hak, cümlemizi samimî imândan ayırmasın, âmin…
84. De ki: Biz Allah Teâlâ’ya ve bize indirilene ve İbrahim’e İsmaîl’e, İshak’a, Yakub’a ve Esbate indirilmiş olan ave Musa’ya, İsa’ya ve peygamberlere rableri tarafından verilmiş olanlara imân ettik, onlardan hiç birinin arasını ayırmayız. Ve biz ona teslim oluruz.
84. Bu mübârek âyetler Yüce Peygamber Efendimizle ona tâbi zatların bütün peygamber ve elçileri ve onlara nâzil olan bütün kitaplarıtasdik edici olduklarını ve hepsi de İslâm dini ile vasıflanmış olup bu yüce dinden başka dinlerin Allah katında makbul olmadığını ve bu yolda gidenlerin hüsrana uğrayacaklarını beyan buyuruyor. Şöyle ki: Habibim!. (De ki, biz) ben ve ümmetim (Allah Teâlâ’ya) onun yüceliğine, ve mâbudluğuna imân ettik onu tevhit ve takdis ederiz.
(Ve bize indirilene) de yani Kur’ân’ı Kerim’e de imân ettik, onun bir ilâhî kitap olduğunu tasdik eyleriz. (Ve İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve Esbate) yani Yakub Aleyhisselâm’ın evlât ve torunlarına (indirilmiş olana) onlara Allah tarafından verilmiş olan mübârek sahifelere de imân ettik (ve Musa’ya, İsa’ya ve) diğer (peygamberlere rableri katından verilmiş olanlara) yani kitaplara ve mucizelere de (imân ettik) hepsi de haktır, Allah katında makbuldür, hepsinin dini de esasen İslâmiyetten başka değildir. Biz (onlardan hiç birisinin arasını ayırmayız) hepsinin de Allah tarafından birer peygamber veya İslâm dinine hizmetçi olarak gönderilmiş olduğunu ve onlara Allah tarafından verilen kitapların da bu bakımdan bir birlik teşkil ettiklerini bilir tasdik eyleriz, Yahudîler, Nasara gibi onların bir kısmını tasdik, bir kısmını inkâr eylemeyiz.
(Ve biz) ancak (ona) o Yüce Yaratıcıya (teslim oluruz) ona tamamen teslimiyette bulunmuş, onun yaratıcılıkta mâbûdlukta ortağı ve benzeri olmadığını bilip kendisine itaatli ve teslimiyette bulunmuş kimseleriz. İşte ey yanlış düşünen milletler!. İslâmiyetin ne kutsî bir din olduğunu görün, anlayın, biz müslümanlar, Cenab’ı Hakkı, şanı ve büyüklüğüne lâik bir şekilde birliğine inanır ve takdis ederiz, o Yüce Yaratıcının bütün muhterem peygamberlerini, mukaddes kitaplarını tasdik ve tebcil eyleriz. İşte insanlığın temiz inancı bu şekilde tecelli eder, insanlık arasında birlik ve dayanışma esasları bu sayede meydana gelir. Artık bundan daha yüce, daha doğru bir yol bulunabilir mi?
85. Ve her kim İslâm’dan başka bir din ararsa elbette ondan kabul edilmez ve o âhirette hüsrana uğramışlardan olur.
85. Artık her kim bu hakikati kabul etmez (ve her kim İslâm’dan başka) bu tevhit dininden ayrı, Allah’ın hükmüne boyun eğmeden, beri, ortak koşma ve üçleme gibi bâtıl inançları içeren (bir din ararsa) elbette mensup olacağı o ilâhî olmayan din (ondan kabul edilmez) reddedilir, kötülenir. (Ve o) bâtıl, bozulmuş dini veya nesh edilmiş hükümleri kabul edib de İslâm dinini kabulden, onun yüce hükümlerini tasdikten kaçınan kimse ise (âhirette hüsrana uğramışlardan olur) çünki sağlam yaratılışın zayetiniş, bütün insanlık için umumî bir din bir hidayet ve selâmet rehberi olan İslâmiyete muhalefet etmiş, sevaptan marum, bir ebedî felâkete, azaba uğramış bulunur.
§ Bu âyeti kerime gösteriyor ki, hakikî din ile imân ve İslâm birdir. Hakikî İslâm, hakiki imândan ibarettir. Bunların arasında şeri şerif itibariyle ayrlıık yoktur. Fakat bazen da lüğavî bir mâna itibariyle aralarında fark bulunur, İslâm tabiri lisânen itiraf tan ibaret olur da kalbî kanaate uygun olmazsa, Allah katında makbul olmayıp, hakikî imandan sayılmaz. Münafıkların biz müslüman olduk demeleri gibi.
86. Îman ettiklerinden ve peygamberin hak olduğuna şahitlikte bulunduklarından sonra ve kendilerine açık deliller gelmiş olduğu halde kâfir olan bir kavmi Allah Teâlâ nasıl hidayete erdirir. Halbuki Allah Teâlâ zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.
86. Bu mübârek âyetler, İslâmiyetin doğruluğu bir nice deliller ile apaçık bir şekilde zâhir olup onu görüp itiraf edenlerin daha sonra küfre düşmelerini kınamakta ve öyle kimselerin hidayetten mahrum, abedi olarak azaba uğranacaklarını bildirmektedir.
Şöyle ki: Cenab’ı Hak’kın varlığına, birliğine (İmân ettiklerinden ve Resûlüm) son peygamberin Allah tarafından gönderilen (hak)peygamberliği her bakımdan sabit (olduğuna şahadette) ikrarda (bulunduklarından sonra) bununla beraber de o yüce peygamberin doğruluğuna onun yaydığı dinin ilâhî bir din olduğuna dair (kendilerine açık deliller) zâhir ve parlak hüccetler (gelmiş olduğu halde kâfir olan) öyle imân ve şahitlikten sonra dinden dönen (bir kavmi Allah Teâlâ nasıl hidayete erdirir) onları nasıl cennetine sevk buyurur. Onlar sağlam yaratılışlarını bozmuş; imân dairesine girmiş iken onun kadrini bilmeyerek onun haricine çıkmış olan bir topluluk artık hidayete lâik olamaz.
Hak yola, doğru yola sevk edilemez. O kabiliyeti kendileri ellerinden çıkarmışlar, nefislerine zulmeylemişlerdir. (Halbuki, Allah Teâlâ, zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.) bunu bilmeler! icabetmez miydi?. Artık hidayete uhrevî saadete aslâ nail olamıyacaklardır.
87. İşte onların cezaları, Allah Teâlâ’nın ve meleklerin ve bütün insanların lâneti muhakkak onların üzerine olmaktır..
87. (İşte onların) Öyle küfrü imâna tercih eden dinden dönmüş kimselerin (cezaları) müstehık oldukları kötü sonuç (Allah Teâlâ’nın ve meleklerin ve bütün insanların lâneti muhakkak onların üzerine olmakır) Hak Teâlâ Hazretleri onları rahmetinden, ikramından, cennetten uzaklaştırır. Melekler ile umum insanlar da onlara lânet okuyucu olurlar. Bu âyeti kerime delâlet ediyor ki: Dinden dönenler dünyada da ahrette de lânete uğrayacaklardır. Bunların alçaklığı diğer kâfirlerden daha ziyadedir.
Çünki İslâmiyetin hak olduğu bunların gözleri önünde meydana çıkmış, kendileri de bunu itiraf eylemiş iken bilahara bunu inkâra cür’et etmeleri en büyük bir cinayettir, İslâm âlemine karşı bir hakarettir, İslâm düşmanlarına bir yardımdır.
Artık bunlar dünyevî; uhrevî lânetlere, azaplara lâyık olmazlar mı?. İlâhî adalet, içtimaî hikmet, umumun selâmeti bunuicabeder. Genel olarak, kâfir olanlara da şahıs belirtmeksizin lânet olunabilir. Çünkü küfür, hidayete aykırı, lâneti gerektirir. Fakat dinden dönmüş olmayıp esasen kâfir olan muayyen şahıslara ne hayatlarında ve ne de öldükten sonra lânet edilmesi caiz değildir. Çünkü bunların imân edecekleri veya imân ile ölmüş olmaları düşünülebilir.
88. Onlar bunun içinde ebediyyen kalıcılardır. Onlardan azab hafifletilmez ve onların yüzlerine bakılmaz.
88. Onlar, o dinden dönmüş olanlar (bunun) bu lânetin veya cehennem azabının (içinde ebediyyen kalıcılardır) bu lânetten, bu azaptan ebediyyen kurtulamıyacaklardır. (Onlardan) cehennemde (azap hafifletilmez). Daima şiddetli azaba mâruz kalacaklardır. (Ve onların yüzüne bakılmaz) onlara iltifat edilmez, onlara mühlet verilmez, devamlı olarak azap görüp duracakalrdır. Bir rivayete göre bu âyetler Kureyze ve Nadir yahudîleri gibi şahıslar hakkında nâzil olmuştur.
Bunlar Rasûli Ekrem’in evsafını kendi kitaplarında görmüş, onun son peygamber olarak gönderilmiş olacağına inanmış, ve onun peygamberliğine şahitlik eden delil ve mucizeleri müşahede eylemişlerdi. Buna rağmen bilahara o Yüce Resûlü bir kıskançlık ve haset sebebiyle inkâra cür’et eylemişlerdir.
Bu gibi kimseler, kendi nefislerine zulmetmiş, sağlam yaratılışlarını, nazarîyye güçlerini ihlâl eylemiş, küfrü imâna tercih eylemişlerdir. Daha hayatta iken nadim ve peşiman olup tövbekâr olmaz, durumlarını islaha çalışmazlarsa, ebedî lânete, hüsrana uğramış olurlar. Ne fena, ne müthiş bir âkıbet!..
89. Ancak o kimseler ki, bundan sonra tövbe ettiler ve ıslâhte bulundular onlar müstesna, çünkü Allah Teâlâ şüphe yok ki gafurdur, râhimdir.
89. Bu mübârek âyetler, küfre düşenlerin kısımlarını ve her birinin hakkındaki ilâhî hükmü beyan etmektedir. Şöyle ki: Küfr ve dinden dönme halinde yaşayıp o hal üzere ölenler ebedî azaba tutulmuş olacaklardır. Onlar için bu azaptan kurtuluş çaresi kalmamıştır.
(Ancak o kimseler ki) o küfür ve irtidat sahipleri ki (bundan sonra) bu küfürlerinden, dinden dönmelerinden sonra daha hayattalarken (tevbe ettiler) nâdim ve peşiman olup İslâm dinine döndüler (ve) hallerini İslâm hükümlerine göre (islâhta bulundular) hakiki şekilde tövbe ve istiğfar etmiş olduklarını bu güzel amelleriyle pekiştirdiler (onlar müstesna) onların tövbeleri makbul, kendileri ilâhî lütfa nail olurlar. (Çünkü Allah Teâlâ şüphesiz bağışlayıcıdır) o gibi kimselerin tövbelerini kabul, günahlarını af ve setir buyurur ve (râhimdir.) Onlara merhamet eder, lütfu ihsanda bulunur.
El verir ki, bu tövbe bu pişmanlık halisane olsun. Rivayete göre ensardan Hars ibni Süveyd dinden dönüp kâfirlere katılmıştı. Sonra nâdim ve pişman olmuş, kavmine haber göndermiş, onlar da bu hususta Yüce Peygamber’e müracaat etmişler. Bunun üzerine bu âyeti kerime nâzil olmuş; hâlisane olan tövbelerin Allah katında makbul olacağı bildirilmiş Gulâş adındaki kardeşi, bu âyeti kerimeden Hars’ı haberdar etmiş, o da Medine’i Münevvereye gelip peygamberin huzurunda tevbe etmiş, Hz. Peygamber de onu bu tövbesini kabul buyurmuştur.
.90. Muhakkak o kimseler ki, imanlarından sonra kâfir oldular sonra da küfrü arttırdılar, artık onların tövbeleri elbette kabul olunmayacaktır. İşte sapık olanlar, onlardır…
90. (Muhakkak o kimseler ki) o kâfirler veya diden dönenler ki, (imanlarından sonra kâfir oldular) meselâ: Yahudîler gibi ki, Hz. Musa’ya imândan sonra, Hz. İsa’nın peygamberliğini inkâr ederek küfre düştüler. Veyahut bazıkimseler ki, son peygamberi evvelce tasdik ettikten sonra onun peygamberliğini inkâra başladılar. (Sonra da küfrü) kendi inkârlarını, düşmanlıklarını (arttırdılar) meselâ:
Yahudîler gibi ki Hz. İsa’yı inkâr ile küfre düştükleri halde daha sonra son peygamber Hz. Muhammed’ de inkâr ederek kat kat küfre düştüler, bu küfürlerinde israr ettiler, başkalarının imân etmelerine de mâni olmaya çalıştılar. (Artık onların tövbeleri elbette kabul olunmayacaktır) çünkü inatçı kimselerdir, ilâhî azap gözleri önünde tecelli etmedikçe, yani ölüm sarhoşluğu halinde bulunmadıkça tövbe etmiyeceklerdir, öyle bir haldeki tövbe ise elbette makbul değildir. Veyahut onların, tövbeleri samimî değil, münafıkça olacaktır. Öyle bir tövbe ise kabule şayan olamaz. Bir de şu var ki: Vaktiyle yapılan bir tövbeyi müteakip ona muhalif bir hareket yapılırsa, meselâ, yeniden dinden dönülürse artık o evvelce yapılmış olan tövbenin bir kıymeti kalmaz, öyle bir tövbe kabule şayan olmaz. Bu ilâhî beyanın bütün bunlara şümulü ve ihtimali vardır.
(İşte sapık olanlar onlardır) dalâlet üzere sabit bulunan bu kısım dinsizlerdir. Bir rivayete göre: Bir topluluk dinden dönüp Mekke’i Mükerremeye gitmişler, biz Mekke’de oturup Hazreti Muhammed’in bir felâkete uğrayacağı zamanı bekleyelim demişler, bu şekilde küfürlerini arttırmışlar, bu âyeti kerime de onların hakkında nazil olmuştur. Hülâsa: Bu mübârek âyetlerden anlaşılmış oluyor ki, küfre düşenler üç kısımdır. Bir kısmı, başlangıçta kâfir olup sonra tövbe ederek İslâmiyeti kabul eden ve İslâmiyet üzere ölendir. Bunların tövbeleri makbul, kendileri uhrevî saadete nail olmuş kimselerdir.
İkinci kısım: Kâfir iken bir müddet İslâmiyeti kabul eden, sonra yine kâfir olan mürtedlerdir. Bunlar bu hal üzere ölünce ebedî azaba uğramış olacaklardır. Üçüncü kısım da kâfir olarak yaşayan vegünden güne de küfürlerini arttıran, meselâ mukaddesata hücum edip duran ve o hal üzere ölüp giden kimselerdir. Bunlar da tövbeye nail olamayıp küfür üzere ölen ve ebedî azaba uğramış olan dinsizlerdir ki,’ kendilerini kurtaracak hiç bir çare bulunmayacaktır. İşte (91) inci âyeti kerime de bunu söylemektedir.
91. Şüphesiz o kimseler ki, kâfir oldular ve kâfirler oldukları halde öldüler, artık onların hiç birinden yeryüzü dolusu altın feda edecek olsa elbette kabul edilmeyecektir. İşte onlar için elîm bir azap vardır. Ve onlar için yardımcılardan bir kimse yoktur…
91. Bu âyeti kerime, küfr üzere âhirete gidenler için hiç bir kurtuluş çaresi bulunmadığını bildirmektedir. Şöyle ki: (Şüphesiz o kimseler ki, kâfir oldular) ilâhî dinin nuru her tarafı aydınlatıp dururken onu inkâr ederek kendilerini onun nurundan mahrum bıraktılar (ve kâfirler oldukları halde öldüler) daha dünyada iken uyanacak kadar vakit geçtiği halde yine uyanıp imân şerefine nail olmadan ölüp gittiler (artık onların hiç birinden) kendisini kurtarmak için kurtuluş çaresi olmak üzere diyelim ki (yer yüzü dolusu altın feda edecek) sadaka olarak verecek (olsa elbette kabul edilmeyecektir).
Artık kurtuluş çaresi zamanı geçmiştir, (işte onlar için) öyle küfr içinde ölenler için (elim) gayet acıklı; elem verici (bir azap vardır) onlar ebedî olarak cehennem ateşine atılmış olacaklardır. (Ve onlar için yardımcılardan bir kimse yoktur) onların imdatlarına kimse koşmayacaktır. Dünyada iken taptıkları, putlar, insanlar, kendilerine güvendikleri çoluk çocukları kendilerine yardım edemiyeceklerdir.
Onlar için hiçbir yardımcı bulunamaz. Onlara dünyada iken yaptıkları iyilikler, sadakalar da yardımcı olamıyacaktır. Çünkü onlar sağlam bir imânla birlikte değildir. Küfür karışık olan bir iyiliğin semeresi dünyada görülebilir, fakat bu iyilikilâhî dinden mahrum olan bir kimseyi ebedî azaptan kurtarmaya vesile olamaz. Bundan kurtulmanın çaresi imandır, İslâm dinini kabuldür.
Ancak bazı bahtiyar kimseler olabilir ki: Dünyada yaptıkları iyiliklerin, sadakaların, büyük bir mükâfatı olarak daha dünyada iken imân şerefine nail olur, mü’min olarak âhirete gider, o âlemde de bu güzel hareketlerinin mükâfatını fazlasıyla görürler, İşte bu, büyük bir bahtiyarlıktır. Cenâb-ı Hak cümlemizi İslâm şerefinden bir an mahrum bırakmasın. Âmin…
92. Sevdiğiniz şeylerden harcayıncaya kadar iyiliğe nail olamazsınız ve her ne şey harcarsanız şüphe yok ki. Allah Teâlâ hakkıyla bilir.
92. Bu âyeti kerime, mü’minlere Cenâb-ı Hak’kın lûtf ve ihsânına mazhar olabilmelerinin yolunu gösteriyor, onların âlicenab bir şekilde hareketlerine işaret ediyor, gayri müslimlerin fidyeleri kabul edilmediği halde mü’minlerin yapacakları harcamanın, hayır ve iyiliklerin kabul edileceği mü’minlere müjdeleniyor.
Şöyle ki: Ey mü’minler! (Sevdiğiniz şeylerden) mala, cana, nefse ait, insanlarca tabisten sevilen ve istenen şeylerden hak yolunda dağıtıp (harcamadıkça) bunları sarf ve tasaddukda bulununcaya kadar (birre) tam bir hayra veya bir ilâhî rahmete, bir büyük sevaba, bir rızayı hakka veya cennet bahçesine (nail olamazsınız) böyle bir kemâle, bir muazzam mükâfata erişemezsiniz.
(ve) hak yolunda (her ne şey harcarsanız) gerek en sevgili şeylerinizden olsun ve gerek olmasın (şüphe yok ki. Allah Teâlâ onu) o infak ettiğiniz şeyi (hakkiyle bilir) ona göre sözlere mükâfatını ihsan buyurur. Halisane olan hiç bir harcamayı karşılıksız bırakmaz. Velhâsıl: Allah rızâsı için sadaka vermek, zekât vermek bir infaktır. Bir makam ve mevkiyi İslâmiyete hizmet için güzelce idare etmek ve icabında onu terk eylemek bir infaktır. İslâm yurdunu müdafaa için harp sahasına atılarakbedenen fedakârlıkta bulunmak bir infaktır. Rızayı hak için mahlukata sözle, fiil ile yardım etmekte bir infaktır.
Bir mü’min muktedir olduğu halde lüzûm anında böyle bir infakta bulunmadıkça iyilik makamına nail, ve ümmetin iyilerinden sayılamaz. Bunun içindir ki, ümmetin iyileri hak yolunda mallarını, canlarını feda etmekten asla çekinmemişlerdir. Hattâ, rivayet olunuyor ki: Bu âyeti kerime nazil olunca eshabı kiramdan birçok zatlar büyük harcamalarda bulunmuşlardır.
Ezcümle Ebu Talha hazretleri, Peygamber’in huzuruna varmış, Ya resûlallah! Benim mallarım arasındaki en sevdiğim bir bahçem vardır, onu nereye emrederseniz oraya bırakayım diye sormuş, Rasûli Ekrem de ne güzel, ne güzel, onu yakın akrabana ver diye buyurmuş, Talha Hazretleri de o bahçesini amcazadelerine ve diğer akrabalarına bağışlamıştır. Hz. Ömer de kisranın medaini fethedildiği zaman esirler arasından bir cariye satın aldırmıştı, cariye Medine’i Münevvere’ye getirilince Hz. Ömer’in muhabbetini celbetmişti.
Bu âyeti kerime nâzil olunca o sevdiği cariyesini rızaya hak için azat eylemiştir. Hele eshabı kiramın ve birçok İslâm mücahitlerinin İslâm’ı yüceltmek için cihat meydanlarına atılıp en kıymetli, en sevgili varlıkları olan canlarını feda etmiş oldukları tarihen sabit bir hakikattir ki, bütün o fedakârlıklar bu konudaki ilâhî emirlere tam boyun eğme ve uymanın saygıya değer bir neticesidir. Cenâb-ı Hak’ka olan sevgi ve bağlılığın bir parlak alâmetidir. Canlar feda muhabbeti canana ser değil’ “Terki ser etmek ehli dile bir hüner değil”
93. Bütün yiyecekler, Tevrat’in nüzulundan evvel İsrail oğullarına helâl idi. İsrail’in kendi nefisine haram kıldığı şeyler müstesna. De ki: Eğer doğru kimseler iseniz Tevrat’ı getiriniz deonu okuyuveriniz.
93. Bu mübârek âyetler, bazı şerî hükümlerin vaktiyle de neshedilmiş olduğunu göstererek bunun aksini iddia edenleri susturmakta, son peygamber Hazretlerinin risaletine şahitlikte bulunmaktadır. Şöyle ki: Yahudîlerden bir taife, Rasûli Ekrem efendimizle görüşmüşler ve demişler ki: Sen İbrahim Aleyhisselâm’ın milleti üzere bulunduğunu iddia ediyorsun, hem de onun dininde haram olan şeylerin helâl olduğunu söylüyorsun, bu nasıl olur? Bunun üzerine bu âyetler nâzil olarak onların bu iddiaları tekzib edilmiş, o haram olan şeylerin sonradan haram olduğu Tevrat’ta sabit, bu sebeple neshin vukuu muhakkak olduğundan artık bunun aksini ey İsrail oğulları nasıl iddia ediyorsunuz?
Getiriniz Tevrat’ı, okuyunuz bakalım iddianızı destekleyecek bir şey var mı? Öyleyse bazı hükümlerdeki nesh iddiasını inkâr edemezsiniz? Evet… İşte buyuruluyor ki: (Bütün taamlar) bütün yiyecek şeyler veya bütün yiyeceklerin nevileri (Tevrat’in inmesinden evvel israiloğullarına helâl idî) onlardan yiyip içebilirlerdi, dinen memnu değildi (İsrail’in) Hz. Yakub’un (kendi nefsine haram kıldığı şeyler müstesna) onlar kendisine mahsus olarak haram, kılınmıştır. Şöyle ki: Rivayete göre Hz. Yakub şiddetli bir hastalığa tutulmuş, rahatsızlığı devam etmiş, Cenâb-ı Hak bana şifa verirse, yiyip içmesini en sevdiğim şeyleri adağım olsun nefsime haram kıldım demiş ve şifa bulunca en sevdiği deve eti ile deve sütünü terketmiştir.
Ve diğer bir rivayete göre de Hz. Yakub, irkun’ nisa denilen bir hastalığa tutulmuş, doktorların tavsiyelerine binaen deve etini ve sütün kendisine haram kılmıştır. Bir de israiloğullarına isyanları yüzünden bazı yiyecekler bir ceza, bir azap olmak üzere bilahara haram kılınmıştır. Yoksa bunlar Hz. Âdem ve Hz. İbrahim zamanından beri haram bulunmuş değildir. Habibim! Onlara (de ki: Eğer) siz o iddianızda (doğru kimseler isenizTevrat’ı getiriniz de onu okuyuveriniz) öyle eski bir harama dair Tevrat’ta bir âyet varsa gösteriniz, ille de Tevrat’a ve diğerlerine hakikate aykırı şeyleri isnat etmeyiniz.
94. Ondan sonra Allah Teâlâ adına kim yalan yere iftirada bulunursa işte onlar zâlimdirler.
94. (Ondan sonra) bu haram kılmanın bilahara meydana geldiği Tevrat’ın mütalaasıyla da sabit olduktan sonra (Allah Teâlâ adına) ona nisbet etmek suretiyle (kim yalan yere) hakikate aykırı (iftirada bulunursa) bunu Cenab’ı Hak Hz. İbrahim’den beri haram kılmıştır derse (işte onlar) böyle iddiada bulunanlar (zalimlerdir.) Haktan batıla geçmiş, din adına yalan söylemek rezaletini istemiş kimselerdir.
Binaenaleyh Rasûli Ekrem’e karşı münakaşaya cüret edenler de iddialarını isbat edememiş Tevrat’ı götürüp onda davalarını güçlendirecek bir âyet gösterememişlerdir. Bu suretle de Rasûli Ekrem’in peygamberliği sabit olmuştur. Çünkü evvelce hiçbir şey yazıp okumamış olduğu halde Tevrat’ın içindekilere muttali olup onunla inkârcıları sükut ettirme ve susturması bir nevi mucize eseridir. Ve böyle bir haram oluşun bilahara vukuu Tevratta yazılmış olduğundan da bu da neshin cevaz ve vukuuna bir delildir. Artık bunun tersi nasıl iddia edilebilir.
95. De ki: Allah Teâlâ doğru söylemiştir. Artık hanîf olan İbrahim milletine tabi olunuz. Ve o asla müşriklerden olmamıştır
95. Bu âyeti kerime: Peygamber’in açıklamalarının ilâhî vahye dayanmış olduğundan her bakımdan doğru olduğunu, bunun hilâfını iddia edenlerin de yalancı olduklarını tariz yoluyla bildirmektedir. Ve bütün insanları İslâm dairesine dâvet eylemektedir. Şöyle ki: Habibim! O seninle münakaşaya cüret edenlere (de ki: Allah Teâlâ doğru söylemiştir.) bütün beyanları hakikatın kendisidir.
Bizim helâl ve harama dair verdiğimiz bilgiler de Cenâb-ı Hak’kın vahyine,bizlere bildirmesine dayanmış olduğundan tamamen doğrudur. Aksini iddia ise hâşâ Hak Teâlâyı, onun dinini tekzibdir. (Artık) küfürden, cehaletten kurtulmak istiyorsanız (hânif olan) bir tevhit dini olup batıl dinlerden uzak bulunan (İbrâhim milletine) İslâm milletine (tâbi olunuz.) İbrâhim aleyhisselâmın da bütün peygamberlerin de milleti bu İslâm milletinden, bu tevhit dininden başka değildir.
(Ve o) İbrahim aleyhisselâm (asla müşriklerden olmamıştır) o daima Allah’ın birliğine inanmış, daima İslâm dinini yaymaya hadim bulunmuştur. Öyle insanlara tapan, mâbudluk isnat eden kimselerden asla bulunmamıştır, onlar ile hiçbir alâkası yoktur, onların İbrahim aleyhisselâm’a mensup olma iddiaları hakikata aykırıdır. Bu Kur’anî beyanlar Yahudîler ile Hıristiyanların bir nevi müşrik olduklarına tariz ve işaret etmektedir.
96. Şüphe yok ki, insanlar için ilk tesis edilmiş olan ev, Mekke’deki o çok mübârek ve âlemler için hidayet olan beyti Muazzamadır.
96. Bu mübârek âyetler, Kâbe’i Muazzama’nın yüceliğini, onu ziyaretin ehemmiyetini gösteriyor. Onun diğer mâbetlerden üstünlüğünü inkâr edenlere bir reddiyye mahiyetinde bulunuyor. Rivayete göre Yahudîler demişler ki, beyti mukaddes, Kâbe’den üstündür, çünkü beyti mukaddes, peygamberlerin hicret etmiş oldukları bir makamdır ve mukaddes arzda bulunmaktadır. Müslümanlar da demişler ki: Hayır Kâbe daha büyüktür. Bunların bu münakaşalarından Rasûli Ekrem efendimiz haberdar edilmiş, onun üzerine bu âyetler nâzil olmuştur. Şöyle buyuruluyor ki:
(Şüphesiz insanlar için) onların ibâdetleri için ilâhî emir ile (İlk) yapılmış ve (tesis edilmiş olan ev) ibâdethâne, mukaddes makam (Mekke’deki o çok mübârek) hayır ve faydası ziyade (ve âlemler için) Kıblegâh olması sebebiyle vesile’i (hidayet olan) beytimuazzama (dır.) Çünkü o yüce beyti ziyaret eden, onun etrafında tavaf eyleyen, onda itikâfa giren mü’minler için pek ziyade sevap vardır, günahların affına vesiledir ve daha nice faideler vardır. Naklen sabit olduğuna göre yer yüzünde bütün ehli imân için İlk yapılan mabet Kâbe’i muazzamadır. Bunu Hz. Âdem bina etmiştir. Sonra tufanda mahvolduğundan onu aynı yerde Hz. İbrahim yeniden yapmıştır. Daha sonra da yıkılmış olmakla cürhüm’den bir kavmi, bilahara da Âmâlika kavmi ve en sonra Kureyş kabilesi bina kılmıştır.
Böyle daima mukaddes bir mabet olarak vücude getirilmiş ve umum mü’minler için bir kiblegâh bulunmuştur. Bir rivayete göre de Kâbe’i muazzama sema ile yeryüzünün yaratılması zamanında su yüzünde olmak üzere melekler tarafından bir beyaz hulusa halinde vücude getirilmiştir. Sonra da yer sahası bunun altında teşekkül etmiştir. Hz. Âdem cennetten yeryüzüne inince melekler kendisine demişler ki: Bu beyti muazzamayı tavaf et, biz bunu senden iki bin sene evvel tavaf ettik. Velhâsıl Kâbe’i muazzama, böyle eski, mübârek bir mâbettir. Mescidi aksadan daha önce ve daha mukaddestir.
97. Onda açık alâmetler, İbrahim’in makamı vardır. Ve her kim ona girerse emin olur. Ve onun yoluna gücü yeten kimseler üzerine de o beyti hac etmek Allah Teâlâ için bir haktır. Ve her kim inkâr ederse şüphe yok ki, Allah Teâlâ bütün alemlerden ganîdir.
97. (Onda) o muazzam beytullahta (açık alâmetler) vardır. Onun kutsî bir mabet olduğuna açık deliller vardır. Ona suikasitte bulunan fil ordusu gibi zorbalar ilâhî kahra uğramışlardır. Asırlardan beri onun üstünden kuşlar uçup gitmezler, ona tazim için etrafında dolaşırlar.
Onda Hazreti (İbrahim’in makamı vardır)Kâbe-i muazzamayı inşa ederken üzerine bastığı taşta mübârek ayaklarının izleri bulunup halen ziyaret edilmektedir. Bir rivayete göre de Hz. İbrahim Şam’dan Mekke-i Mükerreme’yi ziyarete gelmiş ve at üzerinde bulunmuş iken muhterem oğlu Hz. İsmail’in eşi, Hz. İbrahim’in başını yıkamak istemiş, Hz. İbrahim attan inmeyince mübârek sağ ayağının altına bir taş koyarak o taraftan mübârek başını yıkamış, sonra da sol tarafına taşı koyarak o taraftan da yıkamış, Hz. İbrahim’in mübârek ayakları o katı taşa tesir ederek bir harika olmak üzere onda derince bir iz bırakmıştır. İşte bu taşın halen bulunduğu yere makamı İbrahim denilmektedir. (Ve her kim ona) beyti muazzamaya (girerse) iltica ederse (emin olur) orada bulundukça kendisine tecavüz olunmaz. Hz. Ömer’den rivayet edilmiştir ki:
Ben Kâbe içinde babam Hattabın katiline raslamış olsam oradan çıkıncaya kadar kendisine dokunmam. İmamı Âzam’a göre de katledilmesi şer’en lâzım gelen bir şahıs Haremi Şerife sığınsa kendisine dokunulmaz, şu kadar var ki, ona yiyecek ve içecek verilmez, harice çıkmağa mecbur bir halde bırakılır. Fakat Haremi Şerif dahilinde katil olan bir kimse hakkında Harem dahilinde kısas icra edilebilir. İmamı Şafii’ye göre ise Harem haricinde katil bir şahıs hakkında da Haremi Şerif dahilinde kısas icra edilir. Zira kısasta hem Allah hakkı, hem de kul hakkı vardır. Kul hakkını tehir ise caiz değildir. Bununla beraber Beytullah’ı halisane bir surette ziyaret edenler, âhiret azabından emân bulmuş olurlar. Elverir ki, bilahara mes’uliyeti gerektiren bir harekette bulunmasınlar.
Bir hadisi şerifte
buyurulmuştur. Yâni herhangi müslüman, Mekke-i Mükerreme ile Medine’i Münevvere’den birinde vefat ederse kıyamet gününde emin olarak diriltilir. Ne devlet! Artık bir mü’min, bir mâni bulunmadıkça o gibi yüce makamları ziyaret etmek istemez mi?. (Ve onun yoluna gücü yeten) yani hicaza gidebilmesi için yiyeceği, içeceği, nakil vasıtası ve beden sağlığı yerinde bulunan (kimseler üzerine de o beyti) Kâbe’i Muazzamaya gidip (hac etmek) ziyarette bulunmak bir vazifedir, ve (Allah Teâlâ için) o kimselerin yerine getirmeye dinen mecbur oldukları (bir haktır) o kimse bunu ifaya borçludur.
(Ve her kim inkâr ederse) haccın farz oluşunu inkâr ederek küfre düşerse veya kendisine hac farz olduğu halde onu terk eylerse kendi aleyhine hareket etmiş, kendisini mesuliyet altına sokmuş olur. Allah Teâlâ onun haccına hâşâ muhtaç değildir. (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ bütün alemlerden ganidir). Hiç bir kimsenin ibadet ve itaatine muhtaç değildir. Bu gibi ibâdetleri kullarına emretmesi onların maddî ve manevî faideleri içindir. Nitekim hac farizesinin nice hikmetleri, faideleri vardır ki, bütün bunlar bu vazifeyi ifa edenlere aittir. Bunları bir engel olmadan terkedenler ise nîmete nankörlükte bulunmuş olmazlar mı?
§ Haccın yerine getirilmesinini şartları için Bakare sûre-indeki (128 – 172.) âyetlere müracaat ediniz!
§ Mekke-i Mükerreme: Arap yarımadasının merkezi ve en büyük şehridir. Mübarek Hicaz bölgesinde bulunmaktadır. Kâbe’i Muazzama’yı içine alır ve Peygamberimizin doğduğu yerdir. Bu cihetle bütün İslâm âleminin en mukaddes bir beldesidir. Hangi tarihte ve kimler tarafından tesis edilmiş olduğu kesin bir şekilde değildir.
§ Mekke tabiri lûgat itibariyle bir şeyi emmek, azaltmak, helâl etmek demektir. Mekke’i Mükerreme’de birçok ziyaretçileri mübârekalanına topladığı, ziyaretçilerinin günahlarını azalttığı ve kendisine suikast edenlerin helâkına sebep olduğu için veya bulunduğu vadinin suyu az bulunduğu için böyle Mekke adını almıştır.
§ Bekkede Mekke’i Mükerreme demektir. Bu kelime de luğat bakımından toplanma ve izdiham mahalli demektir ve ezmek ve defetmek manasındadır. Mekke’i Mükerreme de hac için insanların kendisinde toplandığı, veya kendisine suikast edenlerin başları ezilip def edildikleri için böyle Bekke adını almıştır
§ Kâbe’i Muazzama da: Mescidi Haram denilen mukaddes bir mâbedin ortasında bulunan, bütün mü’minlerin kıblegâhı olup dört köşeli bulunduğu için Kâbe ünvânını alan bir mukaddes makamdır ki: Bunun dört tarafından her hangi birine yönelerek namaz kılınır ve etrafında tavaf vazifesi yerine getirilir. Bunun ortasında bulunduğu mabede saygı için Beytullah unvanı da verilmiştir.
98. De ki: Ey Ehli Kitap! Ne için Allah Teâlâ’nın âyetlerini inkâr ediyorsunuz? Halbuki Allah Teâlâ yaptıklarınıza hakkıyla şahittir.
98. Bu mübârek âyetler, ehli kitabı uyanmaya ve ehli İslâm’a karşı aldıtıcı hareketlerde bulunmadan vazgeçmeye davet ediyor, onların kötü hareketlerini gösteriyor. Şöyle ki: Habibim! Senin peygamberliğini inkâr, ümmetini saptırmak alçaklığında bulunan Yehudîler ile Hıristiyanlar taif eşine (de ki: Ey Ehli Kitap) bir kere sıkılınız, vaktiyle ecdadınıza verilmiş olan kitapları da okuyup duruyorsunuz, artık (ne için Allah Teâlâ’nın âyetlerini inkâr ediyorsunuz) neden Kur’ân’ı Kerim’i tasdik etmiyorsunuz?
Ne için ondaki hacca ve saireye ait emirleri kabul eylemiyorsunuz? Kendi kitabınızdaki âyetleri de, Hz. Muhammed’in peygamberliğini gösteren Tevrat ile İncil’in beyanlarını da ne için bilmemezlikten geliyorsunuz? (Halbuki, Allah Teâlâ yaptıklarınıza hakkiyle şahittir)onları görüp bilmektedir. Sizi bu inkârınızdan dolayı elbette cezalandıracaktır, sizi şüphe yok ki, azaba uğratacaktır.
99. De ki: Ey Ehli Kitap! Ne için imân edenleri Allah Teâlâ’nın yolundan men ediyorsunuz? Onun çarpıklığını istiyorsunuz? Halbuki sizler şahitlersiniz, Allah Teâlâ da sizin yaptıklarınızdan gafil değildir.
99. Habibim! Onlara (de ki, ey ehli kitap) kendi küfür ve sapıklık içinde yaşadığınız size yetmiyor mu? (Ne için imân edenleri) mü’minleri, içinizden İslâmiyeti kabul eyleyenleri de (Allah Teâlâ’nın yolundan) İslâmiyetten, insanlığı ebedî saadete kavuşturacak olan tevhit dininden (men ediyorsunuz?) bir takım hilelere, iftiralara cür’et ederek onları İslâmiyet şerefinden mahrum bırakmaya çalışıyorsunuz? (Onun) o dini ilâhînin, o hak yol olan İslâmiyetin (çarpıklığını istiyorsunuz?) bir hidayet yolu olan İslâmiyetin çarpık, doğruluk ve hikmete muvafık olmayan bir halde görülmesini arzu ediyorsunuz?
Bir takım batıl, uydurma iddialarda bulunuyorsunuz? Meselâ: Nesh asla caiz değildir, halbuki müslümanlıkta nesh kabul ediliyor diyorsunuz. Kıblenin Kâbe’i Muazzamaya çevrilmesini de dedikodu meselesi yapıyorsunuz. Hz. Muhammed de bizim kitaplarımızda evsafı yazılmış olan peygamber değildir, diyorsunuz, bu sözler ile İslâmiyeti kabul etmiş ve edecek olan zatların kalplerine şüpheler, tereddütler düşürmek istiyorsunuz. (Halbuki, sizler şahitlersiniz) İslâmiyetin hak olduğunu görüp durmaktasınız.
Hz. Muhammed’in evsafını kitaplarınızda okuyup anlamaktasınız, buna kendi vicdanınız da kanaat eder. Yahut siz kavminiz arasında sözlerine itimat edilen kimselersiniz, mühim hususlarda sizin şahitliğinize müracaat edilmektedir. Artık, nedir bu kadar ihtiras! Nedir bu kadar haktan sapmak. Sizin bu haliniz, cezasız kalacak mısanıyorsunuz? Hayır hayır. (Allah Teâlâ, sizin yaptıklarınızdan) hâşâ (gafil değildir) bu inkârınızı, bu hile ve aldatıcı hareketlerinizi tam manasıyle bilmektedir.
Evet!.. Sizler bile haktan ayrılıyorsunuz, başkalarını saptırmaya çalışıyorsunuz. Fakat Allah Teâlâ kahretsin, sizleri bu hale sevkeden, hasettir, dünya muhabbetidir, rekabet hissidir. Siz bilir kişiler olduğunuz halde böyle inkâra, başkalarını saptırmaya cüret edip duruyorsunuz.
§ Bu inkârcılara böyle, “ey ehli kitap!” diye hitab edilmesi, onları bir kınamak içindir. Onların bu inkârlarının, bu küfürlerinin daha çirkin olduğuna işaret içindir. Çünkü cahil kimselerin kabahati ile âlim kimselerin kabahati eşit sayılamaz, bile bile kabahatte, cinayette bulunanlar daha fazla cezaya maruz kalırlar. Binaenaleyh kendileri ehli kitap, ehli İlim oldukları halde bir takım hakikatları örtbas edip inkâra, başkalarını da saptırmaya çalışanların bu hareketleri elbette pek çirkindir, elbette büyük bir insafsızlıktır. Artık cezaları da ona göredir.
100. Ey imân edenler! Kendilerine kitap verilmiş olanlardan herhangi bir topluluğa itaat ederseniz sizi imanınızdan sonra çevirip kâfirler yaparlar.
100. Bu mübârek âyetler, İslâm düşmanlarının lânet edilmeye lâyık olacak şekilde hareketlerine işaret ederek müslümanlara bir uyanma dersi vermektedir. Şöyle ki: (Ey imân edenler!) Hz. Muhammed’e tabi, İslâm şerefine nail olan müslümanlar!
Yahudiler gibi vaktiyle (kendilerine) Tevrat gibi (kitap verilmiş,) bilahara onun hükümlerine muhalefet ederek küfre düşmüş (olanlardan) Şaş ibni Kays ve emsali gibi (her hangi bir topluluğa itaat eder) onların sözlerine kıymet verir, aldatmalarına kapılarak birbirinize düşman kesilirseniz, onlar (sizi imanınızdan) İslâm şerefine nail, din kardeşliğine sahip, birbirinizi Allah rızâsı içinsevdikten (sonra çevirip) dinden dönmeye sevkederek sizleri (kâfirler yaparlar) imân ettikten sonra küfre düşürürler. Artık onların bu kötü maksatlarını anlamaz mısınız?. Onların sözlerine kıymet verir misiniz? Elbette anlayıp kıymet vermemeniz icabeder.
101. Ve nasıl küfre dönersiniz ki, sizlerin üzerinize Allah Teâlâ’nın âyetleri okunuyor ve aranızda da Peygamberi bulunuyor. Artık her kim Allah Teâlâ’ya sığınırsa muhakkak doğru bir yola çıkarılmış olur.
101. Evet… Siz onlara nasıl itaat edersiniz, onların sözlerine nasıl kıymet verebilirsiniz! (Ve) onlara uyup ta (nasıl küfre dönersiniz ki) Allah Teâlâ sizlere hidayet buyurdu, sizleri İslâm şerefine nail kıldı, (sizlerin üzerinize) sizleri aydınlatmak için Rasûli Ekrem tarafından, mazhar olduğu ilâhî vahye dayanan (Allah Teâlâ’nın âyetleri) Kur’ân’ı Kerim’in mübârek beyanlan (okunuyor) bunları dinleyip yüksek tebliğlerini anlıyorsunuz, (ve) özellikle (aranızda da peygamberi bulunuyor) Fahrikâinat, peygamber ve resûllerin sonuncusu olan, rahmet ve hidâyetin kendisi bulunan Hz. Muhammed Aleyhisselâm aranızda bulunarak sizleri irşat ve ikaz buyuruyor. Bu halde öyle düşmanların kötü telkinlerine iltifat edilebilir mi? (Artık) ey müslümanlar!
O düşmanların sözlerine bakmayınız, başkalarından korkmayınız, aranızda dini bağını güzelce muhafaza ediniz Allah Teâlâya ilticada bulununuz. Şüphe yok ki (her kim Allah Teâlâ’ya sığınırsa) onun mukaddes dinine sarılırsa, bütün işlerinde ona iltica ederse (muhakkak doğru bir yola çıkarılmış) hidayete ermiş, selâmet ve saadete kavuşmuş, sapıklık yolundan kurtulmuş (olur.) Artık hangi aklı başında olan bir insan bunun aksini yapabilir.
§ Tarihen sabittir ki: İslâmiyetten evvel Hicaz havalisinde bulunan Eve ile Hazrec kabileleri birbirinin pek şiddetli düşmanı bulunuyordu. Aralarında nice kanlı savaşlar olmuştu.Yevmibüas denilen tarihi bir günleri de vardı. O günkü muharebelerde nice kanlar dökülmüştü. Eve kabilesi galip mevkiinde bulunmuştu. Yahudîler bunların bu savaşlarından istifade eder dururlardı. Vaktaki bu iki büyük kabile İslâm şerefine nail oldu, aralarında güzel bir din kardeşliği oluştu, o eski düşmanca günlerini unuttular, elele vererek birleşik bir cemiyet haline geldiler, bu sayede selâmet ve saadete erdiler.
Fakat İslâmiyetin düşmanları, bunları kıskanmaya başlamışlardı, müslümanların arasına ayrılık düşürmek istiyorlardı, bu düşmanlardan olan “Şaş ibni Kays” namındaki ihtiyar bir Yahudî, müslümanlara karşı hasedi pek ziyade idi. Bir gün Eve ile Hazrec’den müslüman bir cemaatin elele vererek görüştüklerini görmüştü. Bunların birbirine muhabbetini, kalben temayülünü, sözlerindeki birlik ve samimiyeti görüp hasedi galeyana gelmişti.
Onların yanlarına bir Yahudi gencini göndermiş-, vaktiyle Yevmi Büasdaki kanlı hadiseleri tasvir eden şiirleri okutmuş, Eve ile Hazrec arasındaki o eski düşmanca olayları hatırlatmış, bunun üzerine o iki cemaat arasında birbirine karşı bir çekişme yüz göstermiş, birbirine karşı savaşa kalkışmışlar, her biri kendi kabilesine mensup olanları toplamış, adeta çarpışmaya başlamışlardı.
Bu keyfiyetten haberdar olan Rasûli Ekrem, sallallahü aleyhi vesellem efendimiz, muhacirler ile ensardan bir zümre yanında olduğu halde onların yanlarına teşrif etmişler: “Ben sizin aranızda bulunduğum halde ve Cenâb-ı Hak sizlere İslâmiyeti ihsan ve kalplerinizi telif buyurduktan sonra cahiliyyete ait iddialara mı kalkışıyorsunuz?” diye beyan buyurmuş, onlar da şeytanın vesvesesine, düşmanlarının hilesine, ifsadına uğramış olduklarını anlayarak uyanmışlar, ağlamışlar, silahlarını atarak birbirine sarılmışlardır. İşte bu hâdise üzerine bu mukaddes âyetler birer ilâhî nasihat, birer uyanma ve irşatvesilesi olmak üzere inerek şeref vermişlerdir.
Bunlar, kendi İslâm milleti için bir yüce uyanma vesilesidir. Evet… Şüphe yok: Müslümanlara lâzım olan odur ki: Aralarındaki din kardeşliğinin kadrini güzelce bilsinler, dünyevî fâni maksatlar dolayisiyle birbirine karşı düşmancasına bir vaziyet almasınlar, dostlarını ve düşmanlarını tanısınlar, düşmanlarının yaldızlı, münafıkça sözlerine aldırmasınlar, parça parça ayrılarak kuvvetlerini zaafa uğratmasınlar, sözleri de, özleri de, gayeleri de bir olsun.
Bütün çalışmaları İslâm milletinin birliğine, umumi faidesine, İslâm yurdunun selâmetine yüksemesine yönelik bulunsun. Bu sayede İslâm milleti yaşar, terakkiden terakkiye nail olur, düşmanlarının da gözleri kör olarak zararlı ümitleri suya düşmüş bulunur.
Yoksa düşmanların sözlerine bakılır kıymet verilirse, -Cenâb-ı Hak muhafaza buyursun- İslâm toplumunun perişan bir hale gelmesi, muhakkaktır, Düşmanlar, müslümanları şaşırtmak için neler neler söylerler, İslâmiyetin terakkiye mâni olduğunu mu söylemezler, müslüman unsurları adına ayrılığı, düşmanlık doğuracak yalan sözleri mi uydurmazlar, doğru söz söyleyen, müslümanların iyi niyetli bulunan zatlara teassup, cehalet mi isnat etmezler, ahlâkî faziletler dairesinde yaşamayı asriliğe karşı, aydınlığa aykırı mı saymazlar.
Artık bizlere düşen vazife, bu gibi aldatmalara kulak vermemektir, aldanmamaktır. Nitekim vaktiyle Ziya paşa merhum, bu gibi İslâm düşmanlarının haleti ruhiyelerini şu gibi manzumeleriyle teşhir etmiştir:
İsnâdî teassup olunur merdi gayure.
Dinsizlere tevcîhî reviyyet yeni çıktı.
İslâm imiş devlete pa bendi terakki.
Evvel yok idi işbu rivayet yeni çıktı.
Milliyet! nisyan ederek her işimizde
Efkârı firenğe tebaiyyet yeni çıktı.
102. Ey imân etmiş olanlar! Allah Teâlâ’dan gerçek takvâ ile sakınınız. Ve siz ancak Müslümanlar olduğunuz halde vefat ediniz.
102. Bu mübârek âyetler, müslümanlara Hak Teâlâ’dan korkmalarını, İslâm dinine güzelce sarılmalarını, İslâm birliğini korumaya çalışıp dünyevî, uhrevî felâketlerden kurtuluşa, hidayet ve saadete nail olmalarını emir ve tavsiye buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ey imân etmiş) İslâm şerefine nail olmuş (olanlar) bu nîmetin kadrini biliniz, üzerinize düşen kulluk vazifelerini ifaye çalışınız. (Allah Teâlâ’dan gerçek takvâ ile) zatı kibriyasına karşı lâyık olan saygı ve hürmetle (sakındılar) zümresinden (olunuz) üzerinize düşen vecibeleri ifa, haramlardan sakınınız. (Ve siz ancak) şirkten uzak, tam bir ihlâs ile yaratıcının birliğine inanmaya devam eden (müslümanlar olduğunuz halde vefat ediniz) siz ölünceye kadar ve ölüm anında yalnız İslâm haleti üzere sebat ediniz, başka bir halet üzere bulunmayınız ki, ebedî selâmet ve saadete ermiş olasınız.
103. Ve hepiniz Allah Teâlâ’nın ipine sımsıkı sarılınız ve birbirinizden ayrılmayınız. Ve Allah Teâlâ’nın üzerinizde olan nimetini de hatırlayınız ki, siz birbirinize düşmanlar iken sonra Allah Teâlâ kalplerinizi birleştirdi de onu nimeti sebebiyle kardeşler oluverdiniz ve sizler ateşten bir çukur kenarında iken sizi ondan çekip kurtardı. İşte Allah Teâlâ âyetlerini sizlere açıklar, tâki hidayete erebilesiniz.
103. (Ve) ey müslümanlar!. (Hepiniz) bir cemiyet halinde (Allah Teâlâ’nın ipine) Kurân-ı Kerim’e, İslâm dinine, ibâdet ve itaate veya cemaati müslimine (sımsıkı sarılınız) hepiniz onun hükümleri, gereği dairesinde hareket ediniz, sakın ayrılığa düşmeyiniz
(Ve birbirinizden ayrılmayınız) ehli kitap denilen Yahudîler, Hıristiyanlar gibi veya cahiliyezamanındaki müşrikler gibi ihtilâfa düşmeyiniz, birbirinize arka çevirmeyiniz, birbirinizi düşman telâkki etmeyiniz, birbirinizle cenk ve cidale kalkışmayınız, hak ve hakikate muhalif hareketlerde bulunmayınız (ve) bununla beraber (Allah Teâlâ’nın üzerinize olan) sizlere lütfen vermiş olduğu sınırsız (nîmeti de hatırlayınız ki) vaktiyle asırlardan beri imândan mahrum (birbirinize düşmanlar idiniz) o vakti birbirinize saldırır dururdunuz (sonra Allah Teâlâ) sizi İslâm nîmetine din kardeşliğine nail kıldı, o sayede (kalblerinizi birleştirdi) sizleri bir kutsî itikada, bir yüce gayede topladı (de onun) o kerem sâhibi yaratıcının o pek muazzam (nîmeti sebebiyle) eski düşmanca tavrınızı terkederek hemen (kardeşler oluverdiniz.)
İslâm şerefine nail, din kardeşliğine sahip bulundunuz. Özellikle, Eve ile Hazrec kabileleri ki, soy bakımından ana baba bir kardeşler iken birbirine düşman olmuş, aralarında yüz yirmi sene kadar düşmanlık, cenke ve cidal devam etmişken İslâm olur olmaz bu kan dökücü düşmanlıktan kurtularak din kardeşleri olmuşlardı. Bunları düşününüz’ (ve) ey İslâm nîmetine nail olanlar!.. (Sizler) İslâmdan önce küfrünüz ve diğer kötü haliniz yüzünden (ateşten bir çukur kenarında) cehennemin kıyısında olup hemen içine düşecek bir vaziyette (iken) Cenâb-ı Hak İslâmiyet sayesinde (sizi ondan) o çukurdan, o ateşin küfründen, (çekip kurtardı) Öyle bir bâdireden, öyle bir kötü sondan kurtulmuş oldunuz.
Elverir ki, İslâmiyetinizi güzelce muhafaza edesiniz. (İşte Allah Teâlâ âyetlerini) kudret ve azametini, lütuf ve ihsanını gösteren delilleri (sizlere) böyle açık beyanlar ile (açıklar) sizin tefekkür ve dikkatinize sunar (ta ki hidayete erebilesiniz) hidayet ve İslâmiyet üzere sabit kadem olasınız, hayır derecelerinin en mükemmeline eresiniz…
§ Bu mübârek âyetler, bizim hattı hareketimizi şöyle tâyin buyurmuş oluyor:
§ 1- Biz müslümanlar için lâzımdır ki, bizimle din birliği olmayan kimselerin dinimiz ve milletimiz hakkındaki yanlış sözlerine iltifat etmeyelim, aramızda ihtilâf ve ayrılık vücude getirecek lâkırdılarına, tavsiyelerine kıymet verip dinlemeyelim.
2 – Biz müslümanlar kendi aramızda birlik ve beraberlik dairesinde yaşıyalım, dayanışmada bulunalım, birbirimize elden gelen yardımlaşmayı yapalım, nifak ve bozuşmadan, düşmanlık ve rekabetten kaçınalım.
3 – Biz Müslümanlar her hangi müşkil bir mesele karşısında kalınca Kur’ân’ı Mübine, hadisi şeriflere, icmai ümmete müracaat edelim. Dünyevî ve uhrevî hayrımızı onlardan bekleyelim. Bütün mukaddesatımıza hürmetten aslâ ayrılmayalım.
§ Takva: Günahtan sakınmaktır, vacipleri ifa, haramlardan sakınmaktır. Cenâb-ı Hak’kın emirlerine ve yasaklarına riayettir, şeriatı garranın adabını muhâfazadır. Dergâhı ülûhiyetten uzaklaştıracak şeylerden kaçınmaktır. Yüce Allah’ın cezalarından sakınmaktır.
Ittikâ da takvâ ile vasıflanmış olmaktır, Hak Teâlâ Hazretlerinden korkmaktır, gayri meşru şeylerden sakınmaktır. Tükat da bu mânayadır.. Hakkı tukat ise hakkiyle takva demektir, hakkiyle muttaki olmak mânasınadır. “Tuka ve tük ye” de takva gibi nefsi haramlardan ve şüpheli şeylerden korumak demektir. İbni Mes’ut hazretlerinden rivâyete göre hakkiyle takva, itaat edip âsi olmamaktır, şükredip küfranı nîmette bulunmamaktır, zikredip unutmamaktır. Bütün bunlar insanlara kabiliyetleri dairesinde yönelen birer vazifedir. Binaenaleyh (102 İinci âyeti kerimenin hükmü mensuh olmayıp bu şekilde caridir.
§ Habl: Lûgatte kalın ip, urgan, halat, rabıta demektir. Boyun damarlarına (hablülverit) denir. Mecaz, istlare, temsil kabilinden olarak Kur’ân-ı Kerime, İslâm şeriatına ibâdet ve itaate, ahd-ü emane, İslâm cemiyetine ve insanı istediği hayırlı bir şeye kavuşturan sebebe, vasıtaya da “heblullâh” denilmiştir. Çünkü kuvvetli bir ipe, bir urgana, sarılan kimse, yükseklere çıkabilir, düşüşten kurtulur, denizden, kuyudan çıkmaya muvaffak olur. İşte Cenâb-ı Hak’kın kitabına, dinine sarılanlar da sapıklık ve isyandan kurtularak selâmet ve hidayet sahasına ulaşırlar.
104. Ve sizden hayra dâvet eder, iyiliği emreder, kötülüğü nehy eyler bir cemaat bulunsun işte felâh bulucular onlardır..
104. Bu mübârek âyetler, İslâm milletini başka milletler gibi ayrılığa düşmekten men etmektedir. Bilâkis bu İslâm milleti arasında pek iyi niyetle hareket ederek bütün insanlığı irşat edecek, ittihat ve ittifaka dâvet eyleyecek zümrelerin bulunmasını emreylemektedir. Şöyle ki: Ey Muhammed ümmeti! Siz daima birlik ve dayanışma içinde olunuz (ve sizden) insanları (hayra) dünyevî ve uhrevî menfaatlere (dâvet eder) delâlette, tavsiyede bulunur ve (iyiliği) meşru, makul, faideli şeyleri lütuf kârca bir biçimde (emir) eder.
Ve (kötülükten) gayri meşru, gayri ahlâkî şeylerin yapılmasından (nehy eyler) bunların terkini, fenâlığını ihtar eyler (bir cemaat) bir seçkin zümre (bulunsun) umum insanların uyanması, aydınlanması, istifadesi bu gibi zatların bulunmasına bağlıdır (ve işte felâh bulucular), kemâliyle felâh ve kurtuluşa erenler (onlardır.) Böyle insanları hayra dâvet edip kötü şeyi yasaklayan nasihatçi iyi niyetli olan zatlardır, mücahitlerdir. Nitekim muhterem, müctehit İmam Ahmet tbniHambelden rivayet edilmiştir ki:
Peygamber Efendimiz, bir gün minberde iken “insanların hayırlısı kimdir” diye sorulmuş, Rasûli Ekrem Hazretleri de şöyle cevap vermiştir: İnsanların en hayırlısı, onlara iyiliği emir, onları kötülükten alıkoyandır, ve onların Allah Teâlâ’dan en fazla sakınandır, ve silai rahme en fazla riayet eyleyenidir. Velhâsıl: Bütün müslümanlar birbiri hakkında iyi niyetli olduğu gibi içlerinden bir kısım seçkin zevat da daima emri mâruf ve nehyi münkerde bulunarak İslâm milletinin diyanetine, ahlâkına, içtimaiyatına hizmette bulunmalıdır. Ve bu hizmet bütün milletçe takdir ve yüce edilmelidir. Gerçekten de iyiliği emr, kötülüğü yasaklamak bu rahmete ermiş ümmet için bir büyük dini vazifedir. Bu vazife esasen bütün müslümanlara yöneliktir. Fakat ümmetin fertlerinden her biri bu vazifeyi ifa edebilecek bir iktidarda bulunmaz.
Bu mühim vazifeyi güzelce yapabilmek için ilim ister, tecrübe ister, hakimane hitapta bulunmak melekesi ister, umum halkın ihtiyacını takdir etmek kabiliyeti ister. Binaenaleyh bu kutsal vazife, kifaye yoluyla farzdır. Bir halk arasında bunlardan bir zümrenin bu vazifeyi ifa etmesiyle bu fârize ifa edilmiş olur. Böyle bir vazife hiç ifa edilmediği takdirde ise bütün millete dinî sorumluluk gelir, hepsi de günahkâr olur.
Bu vazife en büyük bir hayırseverliktir, insanî değerlerin tecellisine, İslâm milletinin aydınlanmasına, terakkisine, bir kardeşlik dahilinde yaşamasına hâdimdir. Maalesef bunu takdir edemiyenler de bulunur. Binaenaleyh bir muhitte kötü şeyi yasaklama vecibesi, eğer mümkün ise el ile yapılır, bu mümkün değilse dil ile yapılır. Bu da kabil değilse, o fenalık kalb ile red edilir ve kötülenir.
105. Ve kendilerine apaçık deliller geldikten sonra ayrılık çıkarıp ihtilâfa düşenler gibi de olmayınız. Ve işte onlar için büyük bir azapvardır.
105. Ey hidayete nail olmuş müslümanlar!. Siz öyle birlik, hayırsever bir halde yaşayınız, (ve kendilerine beyyîneler) açık deliller, emirler (geldikten sonra) haktan (ayrılık çıkarıp) o hususta (ihtilâfa düşenler) yahudîler, hıristîyanlar ve diğer inkârcı kavimler (gibi de olmayınız) onlar kendilerine peygamberleri tarafından Allah’ın birliği, din kardeşliği ve saire telkin edilmiş olduğu halde ona muhalefet ettiler, birbirine düşman gruplara ayrıldılar, hakikî dinden mahrum kaldılar, (ve işte onlar için) öyle ihtilâfa düşüp dinî esasları kaybeden kavimler için (büyük bir azap vardır) onlar cehennem azabına giriftar olacaklardır, hak üzere toplanmaları emir olunduğu halde birbirine karşı cephe alarak ihtilâf ve ayrılığa düştükleri, dinî esaslarını kaybedip son din olan İslâm dinine karşı da inkârda, düşmanlıkta bulundukları için öyle ebedî bir cezaya lâyık olmuşlardır.
Binaenaleyh ey İslâm ümmeti! Sizler tarihten ibret alınız aranızdaki dayanışmayı, din kardeşliğini ihmal etmeyiniz, daima birlikte olunuz, daima birbiriniz hakkında iyilik isteyiniz ki, dünyada da ahrette de selâmet ve saadete eresiniz.
§ Mâruf; aklen ve şer’en güzel görülüp kitaba ve sünnete muvafık olan herhangi bir şeydir. Münkerde bilâkis aklen ve şer’an çirkin görülüp kitaba ve sünnete muhalif bulunan herhangi bir şeydir.
106. Bir nice yüzlerin ağaracağı ve bir nice yüzlerin de kararacağı günü hatırlayınız. O yüzleri kararmış olan kimselere:Îmanınızdan sonra kâfir mi oldunuz? O halde yaptığınız küfür sebebiyle azabı tadınız, denilecektir.
106. Bu mübârek âyetlerde bütün insanlığı bir mükâfat ve ceza âlemi olan âhiret hayatını hatırlatmakta, onları uyanmaya, düşünmeye dâvet etmektedir. Şöyle ki: Ey insanlar!.Düşününüz, uyanık olunuz (bir nice yüzlerin) imân nuru ile parlayacağı (agaracağı) bir mânevî zevk ile bembeyaz olacağı günü, kıyamet âlemini hatırlayınız (Ve bir nice yüzlerin de) küfr ve isyanları sebebiyle (kararacağı) simsiyah kesileceği her taraftan zulmetler içinde kalacağı (günü -hatırlayınız-.)
Yarın kıyamet günü (o yüzleri kararmış olan) kâfir (kimselere) kınamak için denilecektir ki: Siz (imanınızdan sonra kâfir mi oldunuz?) Öyle bir şeyi nasıl yaptınız?. (O halde yaptığınız küfür sebebiyle azabı tadınız.) Bu azap, sizin amelinizin bir cezasıdır. Siz bu cezayı hak etmiş bulunmaktasınız. Bu küfrüden maksat, ya ezel günündeki söz ve yemine muhalif olan küfürdür ki:
Bütün kâfirleri kapsar. Veya ehli kitabın küfrüdür ki onlar, vaktiyle kendi peygamberlerini tasdik etmiş ve kitaplarında âhır zaman peygamberinin evsafını görüp onun bütün insanlığa peygamber gönderileceğini de tasdik eylemişlerken bilâhare o Yüce Peygamberi inkâr ederek küfre düşmüşlerdir. Binaenaleyh kıyamet gününde onlara ihanet için: “Siz imanınızdan sonra küfre düştünüz, öyle mi?. Artık ebedî cezanızı çekip durunuz..” denilecektir.
107. Ve amma o kimselerin ki yüzleri ağarmıştır, onlar Allah Teâlâ’nın rahmeti içindedirler. Onlar orada ebedî olarak kalacaklardır.
107. (Ve amma o kimselerin ki yüzleri) İman nuru sayesinde parlayıp (agarmıştır) bembeyaz nurani bir halde bulunmuştur. (Onlar) da (Allah Teâla’nın rahmeti) cenneti (içindedirler) nice nimetlere, tecellilere nail olacaklardır ve (onlar orada) o nimetler yurdu olan cennette (ebedî olarak kalacaklardır) oradan asla ayrılmayacaklardır, bir daha ölüme maruz kalmıyacaklardır. Bu muazzam nimetleri devam edip duracaktır.
108. İşte bunlar Allah Teâlâ’nın ayetleridir.Onları sana hak olarak okuyoruz. Allah Teâlâ ise âlemlere zulüm istemez.
108. (İşte bunlar) bu vaat ve tehdit hakkındaki Kur’an’ın beyanları (Allah Teâlâ’nın ayetleridir) bütün insanların nazarı dikkat ve uyanmasını sağlayacak hakikatlerdir. (Onları sana) Habibim ya Muhammed!. Cibril Emin vasıtasiyle (hak olarak tilâvet ediyoruz) mü’minler ile kâfirlerin böyle mükâfat ve cezaya uğramaları hak ve adalete uygundur. Bunlarda haksızlık ve zulm lekesi yoktur.
Ne iyi iş yapan mü’min olanların sevabı noksan verilir, ne de günahkârların, inkârcıların cezaları haksız yere artırılır. Her birine hak ettiğine göre muamele yapılır. (Allah Teâlâ ise) mutlak adildir. (Âlemlere zulm istemez) Cenâb-ı Hak zulümden uzaktır, bütün kâinat onun yaratmasının, onun bütün fiilleri hikmet gereğidir. Bütün mahlûkatı hakkındaki hükümleri, iradeleri aynı adaletin kendisidir.
109. Göklerde olan da, yerde olan da Allah Teâlâ’nındır. Ve bütün işler de Allah Teâlâ’ya döndürülür.
109. Bu âyeti kerime de gösteriyor ki: Bütün kâinat, Cenâb-ı Hak’kın birer mahlûkudur, birer mülküdür. Bütün bunların idaresi Hak Teâlâya aittir. Binaenaleyh bunların hakkındaki vaat ve tehdidi, bütün hükümleri adalet gereğidir. Şöyle ki: (Göklerde) mevcut (olan da yerde) mevcut (bulunan da) bütün bunlar yalnız (Allah Teâlâ’nındır) onun yarattığı birer eseridir, bütün bu kâinat olaylarında mülk sahipliği ve hakimiyet Cenâb-ı Hak’ka aittir. Bütün bunları yaratan, yaşatan, nîmet ceza veren o Yüce Yaratıcıdır.
(Ve bütün bu) kâinata ait (işlerde) umur ve husus da (Allah Teâlâ’ya) onun hüküm ve kazasına (döndürülür.) Onun mükâfat ve ceza yurduna sevkolunur. Binaenaleyh bütün bunlara sahip ve hakîm olan Cenâb-ı Hak’tır.Bunlar da hikmetin gerektirdiğine göre tasarrufta bulunur. Bunlardan kimini ebedîsaadete erdirir, kimini de hak ettiğine binaen ebedî azaba mâruz bırakır. Buna hiçbir kimsenin müdahaleye, itiraza hak ve selahiyeti olamaz.
Allah dilediğini yapar. (Âl-i İmran 3/40)
§ Ümmet: Bir şey üzerine toplanmış olna zümre, taife, cemaat demektir. Şer’an ümmet: Bir peygambere tâbi, onun tebliğ ettiği hükümler ile amel eden kimselerdir. Bizim Peygamberimizin risaleti bütün insanlığa şâmil olduğundan ona tâbi olan, onun şeriati ile amel eden müslümanlara (Ümmeti Muhammediye) (Ümmeti icabet) denilir.
Bu şerefe nail olmayan sair insanlara da (ümmeti davet) denilir ki, onlar müslümanlığı kabul etmedikçe ümmeti Muhammediyeden olmak nîmetine nail olamazlar, ebedî azaba lâyık bulunurlar. “Millet” de bir ırka mensup cemaat bir dine girmiş olan kavim demektir. Din ve şeriat mânasında da kullanılmıştır. Ümmetin çoğu ümem, milletin çoğulu da mileldir.
110. Siz, insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz, iyiliği emredersiniz, kötülükte men eylersiniz ve Allah Teâlâ’ya imân ediyorsunuz. Eğer ehli kitap da imân etselerdi elbette kendileri için hayırlı olurdu. Onlardan mü’min olanlar vardır, en çoğu ise fâsık kimselerdir.
110. Bu mübârek âyetler, milleti İslâmiyenin meziyetini, insanlık hakkında ne kadar hayırlı bulunduğunu ilân etmekte, İslâmiyetin daima muvaffak olup yaşayacağını bizlere müjdelemektedir. Şöyle ki: Ey Ümmeti Muhammed Aleyhisselâm, veya Ey eshabı kiram!.. (Siz insanlar için) ortaya (çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz.) Siz bütün insanlık hakkında hayır isteğinde bulunmuş, en seçkin bir cemaatsiniz. Sizin bu faziletiniz, Allah katında malûm; levhi mahfuzda yazılmıştır.
Çünkî siz (mâruf ile) en güzel şeylerle(emredersiniz) insanlık âlemine meşrû, makul, faydalı şeyleri emir ve tavsiyede bulunursunuz. Ve (münkerden) kötü şeylerden, gayri meşru hareketlerden de insanları (men eylersiniz.) öyle zararlı, gayri ahlâkî şeylerden sakınmalarını kendilerine ihtar ile men’e çalışırsınız. Böyle pek faideli, pek mühim bir vazifeyi üstlenmiş bulunursunuz.
(Ve) imân edilmesi icabeden her hususta da (Allah Teâlâ’ya imân ediyorsunuz) siz başka milletler gibi Hak Teâlâ’ya hâşâ ortak koşmazsınız, Cenâb-ı Hakkın bazı peygamberlerini, kitaplarını inkâr eylemezsiniz. Bütün dinî hükümlere, vazifelere inanır, hürmet eylersiniz.
Bunun içindir ki, mühim bir dinî vecibe olan iyiliği emir, kötülüğü men’ etme vazifesini de ifaya çalışırsınız. (Eğer ehli kitap da) yahudîler ile hıristiyanlar sizin gibi Allah Teâlâya ve onun bütün peygamberlerine, kitaplarına (imân etselerdi elbette) bu imân (kendileri için hayırlı olurdu) çünki onları yanlış kanaatlerden, hareketlerden kurtararak selâmete kavuştururdu.
Onlar cehalet sebebiyle, hasetleri dolayısiyle, riyaset sevdasiyle halkı kendilerine tâbi kılmak arzusu ile İslâmiyet gibi bütün insanlığı bir birlik dairesine dâvet eden, umum insanlar hakkında hayır istekte bulunan bir ilâhî dini kabul etmeyip bozulmuş veya uydurma dinlere kıymet veriyorlar. Bununla beraber (onlardan) o ehli kitap olan yahudilerden Abdullah ibni Selâm gibi ve hıristiyanlardan Habeş hükümdarı Necaşî gibi ve bunların eshabı gibi İslâmiyeti kabuledip (mü’min olanlar) da (vardır.)
Fakat o ehli kitabın (en çoğu ise fasık) küfürlerinde ısrarlı, inatçı (kimselerdir.) Eğer onlar İslâmiyetin ne yüce, ne umumî, ne hayırlı bir din olduğunu güzelce düşünecek olsalar kendilerini o dini mübine intisab etme şerefinden mahrum bırakırlar mı?
Müslümanlara karşı düşmanca bir vaziyet alırlar mı? Bu ne insafsızca bir hareket!.Evet… İslâm dini, bütün insanlığa ait umumî, hakikî; ilâhî bir dindir. Bu dine mensup olanlar bütün ümmetlerin hayırlısıdır. Nitekim bir hadisi şerifte şöyle buyrulmuştur. Haberiniz olsun ki, vaktiyle yetmiş ümmet gelip geçmiştir, bu ümmet ise hepsinin hayırlısıdır ve en değerlisidir. Diğer bir hadisi şerif te şu mealdedir:
Ehli cennet yüz yirmi saftır. Bunların seksen safı bu ümmettendir. Diğer bir mümbarek hadisi nebevi de şu mealdedir: Ümmetimin durumu, yağmur durumu gibidir, evveli mi, âhiri mi hayırlı olduğu bilinmez. Yani: Kıyamete kadar İslâm milleti arasında seçkin simalar bulunacaktır. Bunların Allah katında ne kadar makbul, birbirine ne kadar mânen üstün olacağını ancak Cenâb-ı Hak bilir.
Binaenaleyh kıyamete kadar müslümanlığın devam edeceği şüphesizdir. Hattâ zamanımızda da bir nice gayri müslimlerin İslâm şerefine nail oldukları görülmektedir. Bu cümleden olarak müslümanlığı kabul edip İstanbul Müftülüğüne müracaat eden bir nice zatlara da acizâne tarafımdan ve arkadaşlarım tarafından dinî telkinler yapılarak lâzım gelen vesikalar verilmiştir.
Hattâ Almanya’da bazı malûmatlı, mütefekkir zatlar İslâmiyeti kabul ederek bir cemiyet kurmuşlar, İslâmiyeti yaymağa çalışmakta bulunmuşlardır. Bunlardan (Achmed Sehiede) adında bulunan ve Almanca (El-İslâm) mecmuasının nâşiri bulunan ve Diyanet Reisliğince çıkarılan Almanca “Cep ilmihalini” tercüme etmiş olan zat da İslâmiyeti kabul ederek yaymaya çalışmaktadır.
Bana yazdığı 8 Temmuz 1960 tarihli bir mektubunda şöyle diyordu: “Buradaki küçük İslâm cemiyetinin dini meselelerdeki rehber veya yardımcısı ve bundan haberiniz olmadı ise de zatı aliniz idi. İbadet ve İslâmî ahlâk hususunda ne zaman bir müşkülümüz olduysa, derhal telif ettiğiniz “Büyük İslâm ilmihali” ne baş vurarak bir hal çaresini buluyorduk. Şimdi en büyük istirhamımız da bizi bundan sonra da yardımınızdan mahrum bırakmamanızdır. Takdiredeceğiniz gibi hıristiyan bir muhitte her bir günümüz mânevî cihat denilecek bir mücadele ile doludur. Ellerimizde imkânlar ise gayet sınırlıdır…
Bize yapılacak en büyük yardım, Almanca kitap basıp yollamaktır…” İşte bu mektup da gösteriyor ki: Lisânen ve kalemen yapılacak emri mâruf un, nehy anil münkerin çok faidesi vardır.. Bu vazife insanlığa büyük bir iyiliktir. İşte cihanşümûl bir ilâhî dini olan müslümanlık ta, bizi bu vazife ile mükellef tutuyor, bu vazifeyi ifa eden müslümanların kadrini yüceltiyor. Ne mutlu bu kutsî vazifeyi ifa edenlere!.
111. Size ezîyetten başka bir zarar veremezler. Ve eğer sizinle savaşta bulunurlarsa size arka çevirir kaçarlar. Sonra yardım da olunmazlar.
111. Ey mü’minler! Ey o inkârcılardan ayrılıp İslâm şerefine nail olanlar veya ey eshabı kiram!. Müteessir olmayınız, metanetinizi, kaybetmeyiniz, emin olunuz ki, o size düşman olan, sizin kutsî dininizi inkâr eyleyen yahudîler ve benzerleri (size eziyetten başka bir zarar veremezler) onlar sizin aleyhinizde yalnız yerme ve ayıplamada bulunurlar, dininize itiraz ederler, sizi tehdide cür’et gösterirler, aleyhinize propağanda yaparlar, başka şey yapmazlar. (Ve eğer sizinle savaşta bulunurlarsa) Allah Teâlâ sizi korur, onların kalblerine korku düşürür, (size arka çevirir kaçarlar) mağlûp, yenilmiş olurlar. (Sonra yardım da olunmazlar.)
Size karşı mansur ve muzaffer olamazlar. Belki ey müslümanlar! Siz inâyeti Allah’ın yardımıyla mansur ve muzaffer olursunuz. Nitekim öyle de olmuştur. Bu âyeti kerime asıl yahudîler hakkında nâzil olmuştur. Onlar kendileri arasından müslümanlığı kabul edenleri tehdit ediyor, müslümanlara karşı cephe almak istiyorlardı, İslâm’ın başlangıcında ümmeti Muhammediye ise düşmanlarına nispetle sayısı pek az bir zümreden ibaretti, Arap Yarımadasını veetrafını her taraftan yahudîler ve diğerleri sarmıştı.
Fakat İslâmiyet parlar parlamaz her tarafa yayılmağa başladı, müslümanlar düşmanlarına galebe ettiler. Yahudileri Arap Yarımadasından sürüp çıkardılar, İslâm bayrakları dünyanın doğu ve batısında dalgalanmaya başladı. Halbuki, İslâmiyetten evvel Arap Yarımadası ahalisi hâkimiyetten mahrum, başka milletlerin idareler! altında zelil bir halde yaşamakta idiler, İşte müslümanlar her ne zaman İslâmiyete hakkıyla sarılırlar ise kendileri için galibiyet, selâmet ve saadet muhakkaktır.
112. Onların üzerlerine nerede bulunurlarsa bulunsunlar zillet damgası vurulmuştur. Meğer ki, Allah Teâlâ’dan bir ahde ve insanlardan bir ahde sarılsınlar. Ve Allah Teâlâ’dan bir gazaba uğradılar ve onların üzerine miskinlikte vuruldu. Bu da onların Allah’ın âyetlerini inkâr etmeleri ve peygamberleri haksız yere öldürmeleri sebebiyledir. Çünkü isyan etmişler ve haddi tecavüz eylemekte bulunmuşlardı.
112. Bu âyeti kerime, İsrailoğullarının tarihî cinayetlerini ve bu yüzden felâketlere mâruz kaldıklarını bildiriyor, bir ahd ve anılaşmayı kabul etmedikçe horluk ve hakaretten kurtulamıyacaklarını gösteriyor. Şöyle ki: (Onların) İsrail oğullarının (üzerlerine nerede bulunurlarsa bulunsunlar) her halde, her yerde (zillet) hakaret damgası (vurulmuştur.) Onlar için bir üstünlük ve kurtuluş çaresi yoktur, canları, malları yok olmaya mahkumdur. (Meğer ki, Allah Teâlâ’dan bir ahde) sığınsınlar, yani müslüman olsunlar (veya insanlardan bir ahde sarılsınlar) müslümanların, İslâm hükûmetinin korumasını tabiiyetini kabul eylesinler.
O zaman malları, canları korunmuş olur. (Ve) onlar o kötü hareketleri sebebiyle (Allah Teâlâ’dan) Allah katından (bir gazaba uğradılar) onların ata ve ecdadı yaptıkları günahlardan dolayı Allah’ın gazabını hak ederek ne felâketlere,mağlûbiyetlere mâruz kaldılar ki, bu tarihen sabit bir hakikattir. (Ve onların üzerine miskinlik de vuruldu) sefalet gibi, cizye, öldürülme ve esaret gibi hakaret ve felâketi gerektiren hallere mâruz kaldılar (bu da) oların öyle zillet ve miskinliğe uğramış olmaları da (onların Allah’ın âyetlerini inkâr etmeleri) semavî kitaplardan bir kısmını inkâr, bir kısmını da değiştirme ve bozmalar yüzündendir. (Ve peygamberleri haksız yere öldürmeleri sebebiyledir.)
Nitekim Zekeriya ve Yahya Aleyhisselâm’ı haksız yere şehit etmişlerdi. Evet… Onlar bu cinayetlere cür’et etmişlerdi. (Çünkî) onlar Hak Teâlâ’ya (Isyan etmişler ve haddi tecavüz eylemekte bulunmuşlardı) onların bu isyanları, böyle Allah’ın sınırlarını aşmadaki cüretleri kendilerini küfür ve katil cinayetlerine sevketmiştir. Şüphe yok ki küçük sayılan günahlarda israr etmek sâhibini kebâir denilen büyük günahlara sevkeder, büyük günahlarda israr etmek, bunları işleyip durmak da sâhibini Allah korusun küfre götürür.
İsrail Oğullarının vaktiyle yaptıkları cinayetleri onların arkalarından gelenler sevap görüp, kendileri de bir kısım peygamberleri, kitapları ve bilhassa bütün insanlığa peygamber gönderilmiş olan son peygamber Hz. Muhammed ile semavî kitapların sonuncusu ve en faziletlisi olan Kur’ân’ı Kerim’i inkâr ettikleri için onlar da ecdadları gibi aynı hitaba, aynı kınamaya, mâruz kalmışlardır…
113. Hepsi bir değildirler. Ehli kitaptan istikamet sâhibi bir topluluk vardır ki, gece saatlerinde Allah Teâlâ’nın âyetlerini okurlar ve onlar secde ederler.
113. Bu mübârek âyetler de ehli kitaptan İslâmiyeti kabul ederek insaniyet hakkında hayrı tavsiye edici davranışlarda bulunan zatlara istisna’î bir mevki veriyor, ve kendilerinin mükâfata nail olacaklarını bildiriyor. Şöyle ki: Ehli kitabın (hepsi) itikafta, ibâdette, ahlâkta (eşit değildirler) içlerindenhakkı kabul etmiş, seçkin bir durumda bulunmuş olanlar vardır. Evet…
(Ehli kitaptan istikamet sâhibi) hak üzere sebat eden, müslümanlığı kabul etmiş bir (topluluk) bir grup (vardır ki) hakkı itiraf ve, ibâdete devam edip (gece saatlerinde) o feyizli, ruhanî vakitlerde (Allah Teâlâ’nın âyetlerini) Kur’ân’ı Kerim’i (okurlar) geceleri böyle ibâdetle geçirmeye çalışırlar. (Ve onlar secde ederler) geceleyin yatsı ve teheccüt namazlarını kılarlar. Böyle ibâdete devamda bulunurlar.
114. Allah Teâlâ’ya, âhiret gününe imân ederler, iyiliği emreder, kötülükten menederler. Ve hayırlı işlere koşarlar ve işte bunlar salih kimselerdendirler.
114. Ehli kitaptan müslümanlığı kabul eden o muhterem zatlar, (Allah Teâlâ’ya ve âhiret gününe) dosdoğru ve samimi bir şekilde (imân ederler) Hak Teâlâ’nın birliğine, yaratıcılığına, ortak ve benzerden uzak olduğuna inanırlar, bir âhiret âleminin varlığını bilip onun için hazırlanırlar. Yalnız kendilerini kuftarmakla yetinmezler: Belki diğer insanlara karşı da (maruf ile) iyilik ile, ibâdet ve itaat ile (emir) ederler.
Onları uyandırmağa çalışırlar ve onları (münkerden) kötülüklerden, gayri meşru hareketlerden (menederler) bunlardan kaçınmalarını tavsiyede bulunurlar. (Ve) diğer (hayırlı işlere) hayır ve iyiliklere, fakirlere yardıma (koşarlar) işte bunlar böyle müstesna bir durumdadırlar. (Ve işte bunlar salih kimselerdendir) diğer ehli kitap gibi bir takım hakikatleri inkâr edici, bir takım zararlı hareketlere cür’et edici değildiler. Allah katında yüksek mertebelere ulaşmaya lâyık, bulunmaktadırlar.
115. Ve hayırdan her ne yaparlarsa elbette karşılıksız bırakılmayacaklardır. Ve Allah Teâlâ o takvâ sahiplerini hakkıyla bilendir.
115. (Ve) o gibi yalnız kendi maddî, geçici menfaatlerini düşünmeyi? bütün insanlık hakkında iyiliksever olan zatlar (hayırdan)ibâdet ve itaatten, insanlığa güzelce hizmet kabilinden (her ne yaparlarsa elbette) Allah katında mükafatlarını göreceklerdir. O güzel hizmetlerinden dolayı (karşılıksız bırakılmayacaklardır) onun sevabından, mükâfatından mahrum kalmayacaklardır.
Şüphe yok Allah Teâlâ öyle sâlih kullarını mükâfatsız bırakmaz. (Ve Allah Teâlâ o takvâ sahiplerini hakkiyle bilendir) Hiç bir şey onun ezelî ilminin dışında değildir. Binaenaleyh onları da o güzel amellerinden dolayı mükâfata kavuşturacaktır. Onları sevaptan, ilâhî lütuf larından mahrum bırakmayacaktır. Allah Teâlâ, inandık bilen, çok acıyan, ve merhamet edendir.
§ Yahudîlerden Abdullah ibni Selâm, Salebe ibni Sait, Üseyyid ibni Übeyd gibi bazı zatlar müslüman olunca Yahudî bilginleri demişler ki: Muhammede -aleyhisselâm-bizden ancak hayırsız kimseler imân etmişlerdir. Eğer öyle olmasaydı babalarının dinini terketmezlerdi. Bunun üzerine bu âyetler nâzil olmuş, asıl hayırsızların o inkarcılar olduğunu, bu müslüman olan zatların ise mü’min, salih, insanlığa hizmet eden ve mükâfatlara lâyık olduklarını göstermiştir.
Bununla beraber Necran halkından kırk, Habeşeden otuz iki Roma’dan da üç zat, hıristiyan iken bilahara İslâmiyeti kabul etmişerdi. Medine’i Münevvere’de de ensardan bazı zatlar vardı. Peygamber gelmediği ara dönemde de Allah’ın birliği inancını taşımakta ve bildikleri bazı dini hükümlere amel etmektedirler. Hz. Muhammed’in peygamberliğinin ardından hemen müslüman olma şerefine erişmişlerdi. Bu mübârek âyetler bütün bu gibi zatları da kapsamaktadır.
§ Bu zatlar şu sekiz güzide sıfatı taşımaktadırlar:
(l) istikamet sâhibi bir ümmettirler. Yani, ibâdetle, adaletle vasıflanmış bir topluluktur.
(2) Geceleri Kurân-ı Kerim okurlar.
(3) Secde ile, namaz ilemeşguldürler,
(4) Allah Teâlâya ve âhiret gününe inanmaktadırlar.
(5) İyilik ile emrederler.
(6) Kötülükten men ederler.
(7) Hayırlı işlere koşarlar.
(8) Sâlihler topluluğundan sayılırlar. Ne güzel, ne övülmüş yüce vasıflar! İşte hakikî müslümanların vasıfları. Artık bu gibi zatlar, insanlığın en hayırlı üyelerini teşkil etmiş, ilâhî mükafatlara aday bulunmuş olmazlar mı?. Elbette olurlar, İşte bu kutsî âyetler de bunu müjdeliyor. Bu vasıflardan mahrum olmak ise en büyük felâkettir.
116. Muhakkak o kimseler ki, kâfir oldular, onları ne malları ve ne de evlâtları Allah Teâlâ’nın azabından kurtaramaz. Ve onlar cehennem ehlidirler. Onlar orada ebedî kalacak kimselerdir.
116. Bu mübârek âyetler de dinden mahrum olanlara hiç bir şeyin fâide vermeyeceğini, onlara dünyevî hareketlerinin âhirette bir menfaat temin edemiyeceğini bildiriyor ve onların kendi nefislerine zulüm ve gadretmiş olduklarını şöylece gösteriyor.
(Muhakkak o kimseler ki, kâfîr oldular) hak dini kabul etmediler, iki yüzlülük ve çekişmeden geri durmadılar (onları ne malları, ne de evlâtları) öyle güvenip durdukları şeyler, yarın kıyamet günü (Allah Teâlâ’nın azabından kurtaramaz) onlara fayda sağlayamaz (ve onlar cehennem ehlidirler) onlar cehennem ateşine mâruzdurlar. (Onlar orada) o cehennem ateşinde (ebedî kalacak kimselerdir) oradan aslâ ayrılamıyacaklardır. Küfür ve şirkin cezası böyle ebedî bir azaptır. Artık bunu düşünsünler.
117. Bu dünya hayatında infak ettikleri şeyin durumu, bir rüzgârın durumu gibidir ki, onda kavurucu bir soğukluk vardır, nefislerine zulmetmiş olan bir kavmin ekinlerine vurup mahvetmiştir. Ve Allah Teâlâ onlara zulmetmedi, fakat onlar kendi nefislerine zulmederler.
117. Böyle dinsiz kimselerin (bu dünya hayatında infak ettikleri) sarfeyledikleri mal ve saire gibi (şeylerin durumu) sıfatı, benzeri (bir rüzgârın durumu) sıfatı, vaziyeti (gibidir ki, onda) o rüzgârda (kavurucu) şiddetli (bir soğukluk vardır) o rüzgâr (nefislerine zulmetmiş olan bir kavmin ekinlerine vurup) onları (mahvetmiştir) o zalimlerin yaş kuru bütün ekinlerini helâk edip gitmiştir.
Bu felâket onların zulümlerinin bir cezasıdır. (Ve Allah Teâlâ onlara) öyle infak ettikleri şeyi faidesiz kılmakla hâşâ (zulmetmedi) belki bir adalet ve hikmetin gereği olarak onları lâyık oldukları cezalara kavuşturdu. (Fakat onlar) dini terk, hayır diye sarfettikleri mallarını şerre âlet ettikleri için (kendi nefislerine zulm) ettiler ve zulm (eder) durur (lar). Velhâsıl: Dinsizlere, münafıklara dünyada iken hayır adına yaptıkları şeyerin uhrevî bir faidesi yoktur. Onların bu hayrı, dünyevî bir maksat içindir, bir gösteriş, bir övünme içindir, bir meth ve övgüye kavuşma arzusuna dayanmaktadır, bazen da insanları Allah yolundan menetmek gayesine yöneliktir yoksa bunların bu hayırları iyi niyete bağlı, Allah’ın rızâsına ulaşmak maksadına dayalı değildir. Artık böyle gayri meşru bir şekilde sarfedilen bir mal, haddizatında bir hayır olamaz.
Sahibine uhrevî bir fâide temin edemez. Bilâkis onun bu sahadaki mesâisini sonuçsuz bırakır, kendisi Allah’ın azabına ebediyyen mâruz kalmış olur. Böyle haince, mukaddesata, ahlâk?. aykırı bir hareket ise en büyük bir zulümdür. En çirkin bir kötülüktür. Bunun cezası da ebedî bir azaptır. Kötülüğün cezası elbette kötülüktür. Binaenaleyh böyle nefislerine zulmedenler daha dünyada iken, elde fırsat var iken tevbe ve istiğfar edip kendilerine bu ebedî felâketten kurtarmalıdırlar. Aksi halde lâyık oldukları cezaya mutlak? kavuşacaklardır.
118. Ey imân edenler! Sizden başka olanlarıdost edinmeyiniz, Size fenalık eriştirmekte aslâ kusur etmezler. Size meşakkat verecek şeyi temenni ederler. Muhakkak kinleri ağızlarından belli olmaktadır. Kalplerinin gizlediği şey ise daha büyüktür. Şüphe yok size âyetleri apaçık beyan ettik, eğer düşünüp anlıyorsanız!.
118. Bu âyeti kerime müslümanlara düşmanlarının haince vaziyetlerini açıkça bildiriyor, müslümanları tefekküre, akıllıca bir vaziyet almaya dâvet buyuruyor.
Şöyle ki: Ey müslümanlar! (Ey) Allah’a, peygambere (imân edenler!. Sizden başka olanları) münafıkları ve gayri müslimleri, (dost) sırdaş (edinmeyin) Cenâb-ı Hak’kı onun Yüce Peygamberini inkâr edenlere nasıl muhabbet ve itimat edebilirsiniz, bu size münasip olur mu?. O inkarcılar ki (size fenalık eriştirmekte) sizi zararlara sokmak hususunda (aslâ kusur etmezler) birlikte çalışır dururlar. Onların (muhakkak kinleri) size olan düşmanlıkları (ağızlarından) lâkırdılarından (belli olmaktadır.) Sizin aleyhinize söz söyler, gıybette bulunurlar.
(Kalplerinin gizlediği) içlerinde olan (şey) buğz ve düşmanlık (ise) dışa vurduklarından (daha büyüktür) daha düşmancadır (şüphe yok ki) ey müslümanlar!, (size âyetleri) sizi hayra sevkeden, size mü’minlere muhabbet edip kâfirlerden uzaklaşmanızı telkin buyuran öğütleri (apaçık beyan ettik) artık uyanın, dost ile düşmanı tanıyın, din düşmanlarının sözlerine aldanmayın (eğer düşünen) bu husustaki âyetlerden, alâmetlerden ders alan kimseler (oldunuz ise) artık o sizden olmayanlara muhabbet ve eğilim göstermeyiniz, onların o haince durumlarını anlayarak onlardan kaçının.
119. İşte siz öyle kimselersiniz ki, onları seversiniz, halbuki: Onlar sizi sevmezler. Ve siz kitabın hepsine inanırsınız ve sizinle karşılaştıkları zaman “Îmân ettik” derler. Ve kendi kendilerine kaldıklarında ise sizinaleyhinizdeki kinden dolayı parmaklarının uçlarını ısırırlar. De ki: Kininiz ile ölünüz. Şüphe yok ki Allah Teâlâ kalplerde olanı hakkıyla bilicidir.
119. Bu mübârek âyetler de müslümanların dosça hareketlerine rağmen münafıkların ne fena bir zihniyette bulunduklarını göstermektedir, onların dost tutulmaya lâyık bulunmadıklarını bildirmektedir. Sabır ve takvâ ile vasıflanmış müslümanlara onların zarar veremiyeceklerini bildirerek müslümanları uyanmaya dâvet buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey müslümanlar!.
Artık uyanınız! (İşte siz öyle kîmselersiniz ki) aranızda olan neseb veya süt emme yoluyla meydana gelen yakınlıktan veya vatandaşlık gibi bir sebepten dolayı (onları) o münafık şahısları (seversiniz) onlar ile samimî surette görüşür konuşursunuz. (Halbuki, onlar sizî sevmezler) aranızda din ayrılığından dolayı size düşman bulunurlar. (Ve siz kitabın hepsine inanırsınız) semavî kitapların her birini kabul eder, onların birer ilâhî kitap olduğunu tasdik eylersiniz.
Onlar ise sizin kitabınız olan Kur’ân’ı Kerim’e inanmazlar. Artık böyle din düşmanlarınızı tanıyıp kendilerine dostlukta, fazla muhabbetle bulunmanız bir hata eseri değil midir?. (Ve) o münafıklar (sizinle karşılaştıkları zaman) sizi aldatmak için biz de (İmân ettik derler) fakat sizden ayrıldıkları (ve kendi kendilerine kaldıklarında ise) düşmanlıklarını gösterirler, müslümanlığın ortaya çıkmasına, yücelmesine mâni olmadıkları için, ey müslümanlar! (Sizin aleyhinizdeki kinden) düşmanlık ve hasetten dolayı (parmaklarının uçlarını ısırırlar) öyle şiddetli bir kin, bir öfke gösterirler. Habibim!.
O münafıklara (de ki: Kininiz ile ölünüz) sizin bu kin ve öfkeniz, sizin öleceğiniz zamana kadar devam etsin. Siz, kendinizi sevindirecek bir şey görmeyiniz. (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ kalplerde olanı hakkiyle bilicidir) o bütün kalblerdeki gizli şeyleri, bütün ruhsal durumları hakkıyla bilir. Binaenaleyh eydüşmanlar!. Sizin içinizdekileri de, müslümanlar hakkındaki düşüncelerinizi de tamamen bilir, böyle müslümanlara haber verir, onları ikaz lütfunda bulunur.
.120. Size bir nimet isabet ederse onları mahzun eder. Size bir fenalık dokunursa onunla sevinirler. Eğer sabreder ve korunursanız onların hileleri size hiç bir şey ile zarar vermez.
120. Ey müslümanlar!. Şunu da biliniz ki: (Size bir nîmet) bir zafer, bir güzel muvaffakiyet (isabet eder) nasib olur (sa) bu nasip olan nîmet ve saire (onları) o münafıkları (mahzun eder) buğz ve haset sebebiyle üzülür dururlar. Fakat ey müslümanlar! (Size bir fenalık dokunursa) bir mağlûbiyet, bir kıtlık ve pahalılık veya aranızda ihtilâf gibi bir trajedi .ariz olursa (onunla sevinirler) işte onların müslümanlara karşı bu kadar kinleri, düşmanlıkları vardır. Artık ey müslümanlar!. O gibi düşmanları tanıyıp onlardan kaçınmanız lâzım değil midir? Sakın onlardan korkmayınız (eğer) ey müslümanlar!.
(Sabreder) bir takım sıkıntılara katlanır, fedakârlıktan ayrılmaz (ve korunur) Allah Teâlâ’dan korkarak onun emirlerine, ve yasaklarına riayet eder (iseniz, onların hileleri size hiçbir şey ile zarar vermez) siz Allah Teâlâ’nın lütuf ve keremi ile o gibi düşmanların şerrinden emin olursunuz. Kur’ân’ın bu açıklamaları, düşmanların hilelerine karşı sabır ve takvâ ile yardım istemeyi bizlere öğretmekte ve öyle harekete irşad etmektedir. Böyle harekette bulunanları, Cenâb-ı Hak himaye buyuracaktır.
Bu hususa dâir ilâhî vadi vardır. Nitekim eshabı kiramı bu sayede en büyük düşmanlarının şerrinden korumuş, onları muvaffakiyetlere ulaştırmıştır. Filozoflar demiştir ki: Sana haset edene tuzak kurmak istersen nefsinde fazileti arttır. Yani: Sen tam bir fazilet ile ziyade vasıflanınca haset eden şahıs bundan üzülür, kıskançlığı yüzünden mahvolur gider, sen de onunhasedinden kurtulmuş olursun.
121. Hani bir vakit erkenden ehlinden ayrılmıştım. Müminler için savaşa elverişli mevziler hazırlıyordun. Ve Allah Teâlâ ise hakkıyla işiticidir, hakkıyla bilicidir.
121. Bu mübârek âyetler, sabır ve takvâ ile vasıflanan mü’minlere Cenab’ı Hak’kın yardım edeceğine, tersine hareket edenlerinde zararlara uğrayacaklarına dair Uhud vak’asını bir misal olarak göstermektedir. Şöyle ki: Habibim!. Mü’minlere hatırlat… (Hani bir vakit) hicretin üçüncü senesi şevval ayında (erkenden) kuşluk vakti (ehlinden) eşin Âişe radiallahü anhanın yanından (ayrılmıştın) dışarı çıkıp cihat tedarikine başlamıştın.
(Mü’minler) İslâm mücahitleri (için savaşa elverişli mevziler hazırlıyordun) harb için ne gibi bir vaziyet alınmasını düşünerek eshabı kiramınla danışmada bulunuyordun. (Ve Allah Teâlâ ise) sizin ne söylediğinizi (hakkiyle işiticidir) Ve neler düşündüğünüzü de (hakkiyle bilicidir). Artık hikmetin icabına göre hakkınızda Allah’ın iradesi tecelli eder.
122. O vakit ki, sizden iki bölük dağılmaya yüz tutmuştu. Halbuki onların koruyucusu Cenab’ı Allah’tır. Ve mü’minler ancak Allah Teâlâ’ya tevekkül etmelidirler..
122. (O vakit ki) sizin savaşa başlamış olduğunuz zaman ki (sizden iki gurup) Hazrec kabilesinden Seleme oğulları ve Eve kabilesinden Harise oğulları münafıkların sözüne aldanarak (dağılmaya) harbden korkarak cihad meydanını terketmeye (yüz tutmuştu.) Öyle münafıkların sözüne bakmalı mıydı?. Bir takım din düşmanlarından korkmalı mı idi?. (Halbuki onların) o iki gurubun, bütün hakikî mü’minlerin muhafızı yardımcısı ve destekçisi (Cenâb-ı Allah’tır.) Artık onlar neden öyle korkup dağılmaya yüz tutsunlar.
Onlar Allah Teâlâ’ya sığınmalı değil miydiler?. (Ve mü’min olanlar ancak Allah Teâlâ’ya tevekkül etmelidirler.) Cenâb-ı Hak’ka itimatedip zafer ve muvaffakıyet! ondan niyaz etmeli, düşmanlarından korkmamalıdırlar. Nitekim Hak Teâlâ Hazretleri kendilerini Bedir gazvesinde büyük bir zafer ve muvaffakiyete kavuşturmuştur. Elverir ki sabır etsinler, takvadan, tevekkülden ayrılmasınlar.
§ Uhud gazvesi; İslâm tarihinde detaylı bir şekilde beyan olunduğu üzere Mekke’i Mükerreme’de Kureyş müşrikleri, bazı kabileleri de yanlarına alarak üç bin askerden oluşan bir ordu ile Mekke’i Mükeremeden çıkmışlar, Medine’i Münevvereye doğru harekete başlamışlardı. Müslümanlar ile savaşta bulunmak istiyorlardı. Rasûli Ekrem, Sallallahüaleyhi Vesellem Efendimiz, durumdan haberdar olunca ashabı kiramı yanına toplamış, danışmada bulunmuştu. Ensarı kiramdan birçokları:
Yaresulullah!. Medine’den çıkmayalım, biz ne zaman dışarı çıkıp düşman ile karşılaştık ise zarara uğradık, fakat düşman ne zaman bizi kuşattıysa o mağlûbiyete uğradı, demişler. Münafıkların reisi olan Abdullah ibni Übeyyibni Selûl dahi bu görüşte bulunmuştu. Diğer bir kısım zatlar da Yaresulullah!. Müsaade buyur biz o köpeklere karşı çıkalım, kendilerinden korktuğumuzu sanmasınlar dediler. Rasûli Ekrem Hazretleri ise: Ben rüyamda bir takım sığırların boğazlandığını gördüm, hayır ile yorumladım, ve kılıcımda bir gedik açıldığını gördüm, onu da bir hezimet ile yorumladım, ve arkama kuvvetli bir zırh giydiğimi gördüm, onu da Medine ile yorumda bulundum. Artık uygun görürseniz Medine’de kalalım, düşmanlara karşı çıkmayalım, diye buyurdu.
Fakat Bedir gazvesinde bulunmak şerefine ulaşamayan bir kısım zatlar da: Yaresulullah!. Bizimle Medine dışına teşrif et, cihattan geri kalmayalım, diye ısrar ettiler. Bunun üzerine Rasûli Ekrem Hazretleri hane’i saadetine gitti, savaşa ait elbisesini, silâhını giyinip kuşandı, cihat için hazır bir hale geldi. Vaktaki; o zatlar bu haligördüler: Kendilerinde bir pişmanlık yüz gösterdi, biz Resûlüllaha nasıl olur da böyle yol gösterebiliriz, dediler ve Resûlullah’a müracaat ederek:
Yaresulullah!. Sen neyi uygun görüyorsan onu yap diye itirazda bulundular. Rasûli Ekrem Hazretleri de buyurdu ki: Bir peygambere lâyık değildir ki, harb elbisesini giyindikten sonra düşman ile vuruşmada bulunmadan onu çıkarıversin. Artık cuma namazından sonra Medinei münevvere’den dışarı çıkıldı. Uhud dağı civarında vaziyet alındı. Rasûli Ekrem Efendimiz, Abdullah ibni Cübeyri bir takım mücahitlerle beraber oradaki bir vadinin korunmasıyla görevlendirdi, oradan düşmanların baskın yapmaları düşünüldüğünden siz buradan ayrılmayınız, şayet düşman gelirse onları oklarınızla karşılayınız, ta ki bizim arkamızdan hücum edebilmesinler. Siz buradan asla ayrılmayınız, bizim arkamıza düşmeyiniz.
Düşmanlar sizi burada görürlerse geri döner giderler diye buyurdu. Vaktaki Uhud sahasında müslümanlar ile düşmanları karşı karşıya geldiler, İslâm ordusunda bulunan münafık Abdullah ibni Übey, arkadaşlarına dedi ki, Muhammed -Aleyhisselâm- düşmanlarına karşı sizinle zafer elde edecektir. O halde siz müslümanların düşmanlarını görünce bozguna uğrayınız ki, o müslümanlar da size bakar bozguna uğrarlar, savaş müslümanların aleyhine olmuş olsun. Gerçekten de iki kuvvet çarpışmaya başlayınca İslâm ordusundaki o münafıklar bozguna uğradılar. Sayıları üç yüz kadar idi, geri kalan yedi yüz kadar İslâm mücahitler! yine harbe devam edip düşmanları olan müşrikleri bozguna uğrattılar.
Fakat Uhud vadisindeki İslâm muhafız kuvveti, düşmanların bu bozgunundan haberdar olunca bulundukları mühim mevki bıraktılar, düşmanı takip etmek istediler. O vadide bulunan düşman kuvvetleri bundan istifade ederek İslâm ordusunu arkasından kuşattılar, kanlımuharebeler oldu, Hz. Hamza gibi kahraman mücahitler şehit düştü. Birçok İslâm askerleri dağılıp Resûlullah’ı yalnız bıraktılar, mübârek yüzü yaralandı, mübârek bir dişi de kırıldı, yanında yalnız Ebubekir, Ali, Abbas, Talha, ve Sad hazretleri gibi birkaç zat sebat edip kalmışlardı. Rasûli Ekrem’in şehit edildiği haberi yayılmıştı.
Fakat ensarı kiramdan bir zat, Rasûli Ekrem’i yaşıyor görüp sevinmiş, müslümanlara karşı: İşte Resûlullah, elhamdülillah yaşıyor diye nida etti, bunun üzerine muhacirinden ve ensardan olan erler, tekrar Resulûllah’ın etrafında toplandılar, bundan haberdar olan düşman kuvvetleri de korkarak dağıldılar, Mekke yolunu tutup gittiler. İşte Kur’ân’ı Kerim bu tarihî hadiseyi müslümanlar için bir uyanma dersi bir manevî terbiye olarak göstermiş oluyor.
Resulûllah’ın görüşüne aykırı temennilerin, hareketlerin korkunç neticelerini bildiriyor. Komutanın emrine muhalefet ederek korumakla emrolundukları yerleri terkedenlerin ne elem verici mağlûbiyetlere sebebiyet vereceklerini anlatıyor. Sabır ve sebattan Allah Teâlâ’ya ve Yüce Peygamberine itaattan ayrılmayanların da nice muvaffakıyetlere ulaşacaklarına işaret buyuruyor.
123. Ve şüphe yok ki, siz kuvvetsiz bir halde iken Allah Teâlâ size Bedirde yardım etti, artık Allah Teâlâ’dan korkunuz, ta ki şükretmiş olasınız.
123. Bu mübârek âyetler, sabır ve sebat gösteren, Allah’a güvenip takvâ sâhibi olan müslümanları Cenâb-ı Hak’kın ne büyük yardımlara ulaştıracağım, Bedir gazvesini bir örnek göstererek beyan etmektedir.. Şöyle ki: Ey müslüman cemaati! Ey Uhud gazvesinde bulunan mücahidler.
Sabır ve sebattan ayrılmayınız, Cenâb-ı Hak’tan korkup daima ona sığınınız. Sabır ve sebat gösterip,Hak Teâlâ’dan korkan ve O’na sığınan zatların ne kadar ilâhî korumaya mazhar olduklarını düşünün (ve) özelikle Bedir gazvesinde (şüphe yok ki, siz) ey İslâm mücahitleri! (kuvvetsiz) sayınız az, silâhınız, malınız noksan (bir halde iken Allah Teâlâ size Bedirde) oradaki harp meydanında (yardım etti) sizi düşmanlarınıza galip getirdi.
(Artık) bunu düşününüz (Allah Teâlâ’dan korkunuz) onun düşmanlarıyla karşılaşınca sebat edip durunuz, onlardan korkarak dağılmayınız. (Tâki) bu sebat ve takvanız ile Cenâb-ı Hak’ka (şükretmiş) vazifesini yapmış kullar (olasınız.) Böyle nîmete karşı şükürde bulunmak, nîmetin devam etmesine ve artmasına vesile olur. Artık bu şükran vazifesini güzelce yerine getirmeye çalışmalıdır.
124. O vakitte idi ki, sen mü’minlere diyordun ki: Rabbinizin indirmiş olduğu üç bin melek ile size yardım etmesi size yetmez mi?
124. Habibim! Hatırla (o vakitte) o Bedir savaşı anında (idi ki sen mü’minlere) beraberinde bulunan eshabı kiramına kalplerini tatmin ve sebatlarını temin etmek için (diyordun ki:) Ey mücahitler! Düşmanla karşılaştığınız zaman (Rabbinizin) ordugâhımıza yüce katından (indirmiş olduğu üçbin melek ile size yardım etmesi) düşmanlarınıza galip gelmek ve onların eziyetlerine tehammül edebilmeniz için (size yetmez mi?) elbette eder.
125. Evet… Sabrederseniz ve sakınırsanız, onlar da ansızın üzerinize gelecek olurlarsa Rabbiniz size beş bin nişanlı melekler ile imdat edecektir.
125. (Evet…) Öyle ruhanî bir imdat manevî bir kuvvet size fazlasıyle yeter. Sizin azlığınıza, düşmanın ise çokluğuna bakıp da zaferden ümidinizi kesmeniz asla doğru olamaz. Bununla beraber (sabrederseniz) cihad meydanında sebat gösterir iseniz (ve) galibiyeti Cenâb-ı Haktan bekleyerek ondan(ittikâ ederseniz) ancak ondan korkup sakınırsanız (onlar da) o düşmanlar da o harp saatinde (ansızın üzerinize) hücum edip (gelecek olurlarsa Rabbiniz) de (size) Ey İslâm mücahitleri! (beşbin nişanlı) alameti! (melekler ile imdat edecektir).
Gerçekten de, o mübârek mücahitler sabır ve sebat etmiş, Cenâb-ı Hak’ka sığınmış, yüce melekler de Hz. Cibril’in komutasında insan mücahitleri şeklinde zuhur ederek cihada fiilen iştirak etmişlerdi.
§ Bedir gazvesi: Bu gazve hicreti nebeviyenin ikinci senesi ramazanı şeref inde vuku bulmuştu. Rasûli Ekrem’in İlk yaptığı gazve budur. Bu gazvede İslâm ordusunun toplamı üçyüz beş zâttan ibaretti. Bunların altmış dördü muhacirini kiramdan idi, geri kalanı da ensarı kiramdan bulunuyordu, İslâm milletinin İlk ordusunu bu yüce zatlar teşkil etmiştir. Bu gazve şöyle vuku bulmuştur:
Mekke-i Mükerreme’deki müşrikler, şam’a bir ticaret kafilesi göndermişlerdi. Bu sayede büyük bir servet elde edip ileride müslümanlara karşı savaşta bulunmak arzusunda idiler. Cenab’ı Hak da bunların bu niyetini Rasûli Ekrem’ine bildirmiş, bu ticaret kafilesiyle Kureyş güruhundan birine karşı müslümanların zafer kazanacaklarını Yüce peygamberine vahiy yoluyla müjdelemişti.
Rasûli Ekrem de bu kafileyi elde etmek için Medine’i Münevvere’den çıkıp Âsire denilen yere kadar gitmiş ise de kervana tesadüf edemeyip Medine’i Münevvere’ye geri dönmüştü. Sonra o ticaret kafilesinin Şam’dan geri döndüğünü haber alınca Medine’i Münevvere’den çıkıp Revhâ denilen yere vardı. Bu hareketten haberdar olan bir şahıs Mekke’i Mükerreme’ye varıp: Ey Kureyş! Ne duruyorsunuz? Şam’dan dönen kervanı müslümanlar elde edecekler diye feryada başlamış, bunun üzerine başta Ebu Cehil olduğu halde Kureyş eşrafı Mekke halkını sefere dâvet etmişler, büyük bir kitle halinde Mekke’i Mükerreme’den çıkıp Bedirköyüne gelmişlerdi. Kervan ise bir saldırıya uğramaksızın Mekke’i Mükerreme’ye dönmüştü.
Fakat o kitle geri dönmemiş, müslümanlar ile savaşta bulunmak istemişlerdi. Müslümanlar bundan haberdar oldular, her ne kadar düşmanlarına nazaran sayıları az ise de geri dönmeyi İslâm kahramanlığına aykırı gördüler. Rasûli Ekrem efendimiz, eshabı kiramı ile danışmada bulundu, Kervanın peşine düşmek mi istersiniz, yoksa Kureyş ordusuna gitmeği mi uygun görürsünüz diye sordu, İki guruptan birini Cenab’ı Hak bana söz vermiştir, diye buyurdu. Bazı zatlar savaş için hazırlıklı bulunmadıkları için kervanı takip görüşünü tercih eder oldular. Rasûli Ekrem, bu görüşten hoşlanmadı.
Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer gibi değerli sahabiler, Ya resulullah! Biz Allah Teâlâ’nın emri ne ise ona itaat ederiz ve biz seninle beraberiz, sen vallahi Hicaz arazisinin en sonuna kadar gitsen biz de seninle beraber gideriz, dediler. Ensarı kiram da bu görüşe iştirâk etti. Kısacası İslâm ordusu Kureyş müşrikleri ile savaşı göze alarak Bedir köyüne doğru yürüdü. Rasûli Ekrem efendimiz vuku bulacak savaşta düşmanlardan öldürülecek şahısların öldürülecekleri yerleri eshabına gösterdi, bilahara da öyle vuku buldu, bu bir mucize idi.
Nihayet Kureyş ordusu da gelip Bedir suyunu zaptetmiş bulundu. Fakat ertesi gün yağmur yağdı, eshabı kiram bol bol suya kavuştular, bu yüzden olan sıkıntıları giderildi. Sonra harp meydanına atıldılar, düşman kuvvetleri müslümanların kuvvetlerinin üç mislinden ziyade idi, yine korkuyorlardı, savaş başladı. Müslümanlar, cihadın, şehadetin manevî kıymetini takdir ettikleri için korkusuzca, tam bir neş’e ile cihada atılmışlardı. Bu esnada Hz. Ömer’in azatlı kölesi olan “Mehca” şehit düştü.
Rasûli Ekrem efendimiz! “Mehca, şehitlerin efendisi” dir diye buyurdu. İslâm milletinden İlk evvel, savaş meydanındayaralanıp şehit olan bu zattır. Radiyallahü teâlâ anh. Bu Bedir savaşında Hz. Hamza Ali, Hz. Übeyde ibni Haris gibi zatlar düşmanlar ile dilelloda bulunup galip gelmişler büyük kahramanlıklar göstermişlerdi. Bu esnada Hz. Ebu Bekir’in oğlu Abdurrahman da düşmanlar arasında idi, henüz müslüman olmamıştı. Muhterem pederî Ebubekr’is Sıddık bununla dilelloya çıkmak istediyse de Rasûli Ekrem efendimiz izin vermedi, sen benim gören gözüm, işiten kulağım durumundasın diyerek onu yanından ayırmadı.
Bu sırada Hazrec kabilesinden Haris ibni Süraka adında bir genç sahabi şehit düşmüştür. Ensarı kiramdan İlk şehit olan, bu zattır. Rasûli Ekrem efendimiz, “Yarab! Bana vaad buyurduğun yardımı ihsan et” diye dua etmiş ve hafifçe bir uykuya dalmış ve hemen tebessüm ederek uyanmış, yanı başında bulunan Hz. Ebu Bekir’e hitaben: Müjde Ey Ebu Bekir! İşte Cibrili Emîn ile diğer melâike’i kiram imdada geldiler, diye buyurmuştu.
Sonra da zırhını giymiş:
(O topluluk yakında bozulacak ve onlar arkalarını dönüp kaçacaklardır. (Kamer, 54/45) âyeti kerimesini okuyarak çadırından dışarı çıkmıştı. Zaten sayıları fazla olan düşman ordusuna bazı bedevî arapların da katılacağı duyulmuş olmakla bundan bazı İslâm mücahitleri endişeye düştüler. Bunun üzerine Allah katından melekler vasıtasiyle müslümanlara yardım olunacağı müjdesi verildi. Rivâyete göre o esnada gayet şiddetli bir rüzgâr çıkıp göz gözü görmez olmuştu.
Bu hal ise Hz. Cibril ile diğer meleklerin harp meydanına gelmelerine bir nişane imiş. O melekler kır atlara binmiş, beyaz ve sarı sarıklı insanlar suretinde görünmüşler ve bu Bedir harbine fiilen iştirâk etmişlerdir.Bu Bedir gazvesinde müslümanlara evvelâ bin, sonra iki bin, daha sonra da iki bin melek imdada gelmişlerdir ki, toplamı, âyeti kerimede görüldüğü şekilde beş bindir.
Bu savaş esnasında Rasûli Ekrem efendimiz mübârek avucuna taşlar alıp “Şehatil vücûh = yüzleri kapkara olsun” diye o taşları düşmanların üzerine atmış, bunlar müşriklerin gözlerine, burun deliklerine dokunarak onları serseme döndürmüştü. Bu da peygambere ait bir mucize idi.
Artık düşman ordusu şaşkın bir hale gelmişdi ki, İslâm ordusu oların üzerine hücum etti, özellikle Hz. Hamza ile Hz. Ali hücum ederek düşman saflarını yarıyorlardı. Bu sırada Ebu Cehil öldürüldü, neticede düşman ordusu bozuldu, gitti, İslâm ordusu da büyük bir zafere kavuştu. Müslüman ordusundan on dört zat şehit düşmüştü ki, bunların altısı muhâcirin! kiramdan, altısı da Hazrec kabilesinden ikisi de Eve kabilesinden idi.
Radiyallahü Teâlâ anhüm. Müşriklerin ölüleri de yetmiş kişi idi. Bunların yirmi dördü Kureyş’in eşrâfından idiler. Müşriklerden yetmiş kişi de esir edilmişti. Peygamberimizin amcası Abbas ibni Abdilmuttalip ile amcazadesi Ukeyl ibni Übey de bu esirler arasında idiler. Bu iki zat da, bilahara müslüman olma şerefine nail olmuşlardır. Rasûli Ekrem efendimiz, düşmanlarının bu yenilgisinden sonra bir gece Bedir’de kalmış, sonra mübârek ordusu ile beraber Medine’i Münevvere’ye dönmüştü.
Bedir’e gidiş ve dönüşü on dokuz gün devam etmiştir. Medine’i Münevvereye getirilen esirleri, Yüce Peygamberimiz, eshabı kiramına dağıtmış, bunlara güzelce bakınız diye emretmiş, onlar da güzelce bakmışlardır. Bilahara bu esirler birer bedel karşılığında hürriyetlerine kavuşturulmuşlardır. Bedel vermeğe kudreti olmayanlar da ensarı kiramın çocuklarına bir müddet yazı öğretip ondan sonra serbestolmak üzere Medine’i Münevverede alıkonulmuşlardı. Kısacası: Eshabı kiram, sabır ve sebâtlarının, takvâ ile, Rasûli Ekrem’in emirlerine itaat ile vasıflanmalarının bir mükâfatı olmak üzere böyle şanlı bir zaferi elde etmişlerdi.
126. Ve Allah Teâlâ bunu ancak size bir müjde olmak ve bununla kalpleriniz mutmain bulunmak için kılmıştır. Yoksa zafer, ancak aziz hakîm olan Allah Teâlâ katındandır.
126. Bu mübârek âyetler, zafer ve galibiyet elde etmenin, esasen maddî sebepler sayesinde değil, ancak Allah Teâlâ’nın dilemesi ve yardımıyla olacağını bildirmektedir, adete göre icabeden maddî sebeplere sarılmakla beraber ancak Cenab’ı Hak’ka itimat ve iltica edilmesi lüzumuna işaret eylemektedir.
Şöyle ki: (Ve Allah Teâlâ bunu) bu melekler vasıtasiyle imdadı (ancak size) Ey müslümanlar! (bir müjde) galibiyeti elde edeceğinize dair bir müjde (olmak) için yapmıştır (ve) bir de (bununla) bu imdat sebebiyle (kalbleriniz mutmain) sükûnete ermiş (bulunmak için kılmıştır) tâki, kendi sayınızın azlığından, düşman sayısının da çokluğundan dolayı kalben müteessir olmayasınız. (Yoksa zafer) sayının, vâsıtaların çokluğundan değildir. (Ancak azîz) asla aciz, mağlûp olmayan ve (hakim olan) hikmet ve faydadan dolayı dilediğini galip ve dilediğini mağlûp eden (Allah Teâlâ katındandır.)
Binaenaleyh meleklerin İslâm ordusuna imdada koşmaları da sadece müslümanlara bir müjde içindir. Câri olan adete göre onların kalplerini teskin, etmek ve rahatlatmak içindir, müslümanların ne muhteşem bir orduya sahip olduklarını düşmanlarına göstermek, o düşmanların kalplerine dehşet vermek içindir. Daha bir nice hikmetlere dayanmaktadır. Yoksa Hak Teâlâ Hazretleri dilerse bir melek ile de, hiç melek bulunmaksızın da herhangi bir kuvveti, herhangi bir kavmi mahv veperişan edebilir. Buna inanmaktayız!..
127. Tâki, o küfredenlerden bir kısmını kessin, veya onları mağlûp etsin de bozguna uğramış oldukları halde geri dönüp gitsinler.
127. Bir de Ey müslümanlar! Cenab’ı Hak, size bu zaferi ihsan edecek (tâki o küfredenlerin bir kısmını) bir gurubunu (kessin) onları harp meydanında parçalasın, helâk etsin, kısmen esarete düşürsün (veya onları mağlûp) hezimetle, korku ve dehşette zillete mâruz (etsin de bozguna uğramış,) umduklarına kavuşmaktan mahrum (oldukları halde geri dönüp güsinler) yurtlarına Öyle mağlûp ve ümitsiz bir halde dönsünler.
Yâni: Onlar kısmen öldürtsün, esarete mâruz olsunlar, kısmen de zelilce bir halde geri dönebilsinler. Böyle: (ve = veya) tabirleri bu gibi yerlerde terdit bir fikri (İki ihtimalle anlatmak) için değil tenvî (çeşitlendirmek) içindir. Yani: Düşmanların felâketleri böyle muhtelif surette vuku bulacaktır. Nitekim öyle de vuku bulmuştur.
128. Bu işte senin için yapacak birşey yoktur, ya onların tevbelerini kabul etsin veya onlara azap etsin, çünkü onlar zalim kimselerdir.
128. Bu mübârek âyetler, Rasûli Ekrem’in selâhiyet derecesine, inkârcıların davranışlarından onun sorumlu olmadığına işaret etmekte ve bütün insanlığın kaderinin ilâhî iradeye bağlı olduğunu göstermektedir. Şöyle ki: Ey Muhammed -Aleyhisselâm-sen düşmanların hareketlerinden dolayı üzülme, onların hakkında bedduada bulunma, onların haklarında hikmetin gereği ne ise o tecelli edecektir.
Bu hususta (senin için emirden) onların hakkında takdir edilmiş olan şeylerden (birşey yoktur) bütün işler, bütün meydana gelecek şeyler Allah Teâlâya aittir. Sen sabret, sen onları uyarmak için, onlar ile mücadele için gönderilmiş bir peygambersin, onların hallerinden sen mes’ul değilsin.
Allah Teâlâ: Seni onlarla cihad etmekle görevlendiriyor ki:Onların bir kısmını parçalayıp atsın veya mağlûb etsin ve (ya onların tevbelerini kabul etsin) tevbeye muvaffak kılarak, İslâmiyetle şereflendirerek af buyursun (veya onları) küfür içinde öldürerek (azap etsin) onlar böyle bir âkibete lâyıktırlar. (Çünkü onlar) öyle küfürlerinde israr edenler (zalim kimselerdir) azabı hak etmişlerdir.
129. Ve göklerde ne varsa yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. Dilediğini bağışlar ve dilediğine azap eder ve Allah Teâlâ çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.
129. Kulları hakkındaki bütün tasarruflar Cenâb-ı Hak’ka aittir. (Ve göklerde ne varsa ve yerde) bütün kâinatta sahasında (ne varsa) yaratma, mülkiyet, emir ve irade hussunda (hepsi Allah’ındır) başka bir kimsenin değildir. Binaenaleyh kullarından (dilediğini bağışlar) onu İslâmiyete nail buyurup günahlarını affeder ve örter (Ve dilediğine) de işlemiş olduğu günahlardan dolayı (azap eder) Artık ey yüce peygamber! Sen sabret, onların aleyhinde bedduada bulunma, bu hususta en doğru olan budur. (Ve Allah Teâlâ çok bağışlayıcıdır) dostlarının günahlarını affeder ve örter ve (râhimdir) bütün kulları hakkında merhameti galiptir. Onların aleyhinde beddua etmeye girişilmemelidir.
§ Uhud gazvesinde Rasûli Ekrem efendimizin mübârek başı yaralanmış Rebaiye denilen dört mübârek dişi kırılmış, mübârek yüzünden kanlar akmıştı. Bunun üzerine düşmanlarına bedduada bulunmuş, peygamberlerine karşı böyle bir harekette bulunan bir topluluk nasıl kurtulabilir diye buyurmuştu. Bunun üzerine bu âyetlerin nâzil olduğu rivayet olunmaktadır.
Diğer bir rivayete göre de Rasûli Ekrem hazretleri hicretin dördüncü senesi Mekke’i Mükerreme ile “Esfan” denilen bir yer arasında bulunup “Biri meune” adındaki bir belde ahalisine Kur’ân’ı Kerim’i ve dinî hükümleriöğretmek için ashabı kiramdan yetmiş zatı göndermişti. Orada bulunan Amir ibni Tüfeyl ile arkadaşları bu mübârek zatları şehit etmişler.
Bundan haberdar olan Yüce Peygamber efendimiz çok müteessir olmuş, bir ay kadar bütün namazlarında o katil şahıslar aleyhinde lânette ve bedduada bulunmuş, bunun üzerine bu âyetler nazil olmuştur. Gerçekten de bir nice inkarcılar, fasıklar, katiller bilahara tevbe ederek ve af dileyerek müslüman olmuşlar, İslâmiyete güzel güzel hizmetlerde bulunmuşlar ve Allah’ın affına nail olmuşlardır. Binaenaleyh kâfir olarak ölüp gittikleri bilinmeyen düşmanlar aleyhinde beddua etmekten ise onların hallerini düzeltmeleri için duada bulunmak İslâm’ın merhameti gereğidir.
Nitekim bir hadiste de Yerdekilere merhamet edin ki, göktekiler de size merhamet etsinler” buyurulmaktadır.
130. Ey imân edenler! Faizi kat kat arttırılmış olarak yemeyiniz. Ve Allah Teâlâ’dan korkunuz ki, kurtuluşa erdirilmiş olabilesiniz.
130. Bu mübârek âyetler de düşmanlarına karşı cihat ile emredilmiş olan müslümanlara nefisleriyle de cihadda bulunarak ribâ gibi haram olan şeylerden kendilerini korumalarını hatırlatmakta, onlara selamet ve kurtuluşa vesile olan hareket farzını göstermektedir.
Şöyle ki: (Ey imân edenler) ey Cenâb-ı Hak’kın varlığına, birliğine İman ve bütün emirlerine, yasaklarına boyun eğmenin lüzumuna inanmış olan müslümanlar! (Ribayı) faizi (kat kat attırılmış olarak) alıp (yemeyiniz) cahiliyet devrine ait, öyle insafsızca bir muamelede asla bulunmayınız.
(Ve Allah Teâlâ’dan korkunuz) onun bütün emirlerine, yasaklarına riayet ederek faiz gibi yasakları işlemeyiniz. (Ki, siz) ey müslümanlar!. (Felâha) aslıselâmet ve saadete Allah tarafından (erdirilmiş olabilesiniz) öyle bir saadete lâyık olmak ve kavuşturmak için Cenab’ı Hak’tan korkmak, onun dinî hükümlerine muhalefet etmemek lâzımdır.
§ Bu âyeti kerime, cahiliye zamanında faiz usulünü bildirmektedir. Şöyle ki: O zaman bir şahıs, diğer bir şahısa meselâ bir miktar faiz ile ve bir sene müddetle yüz lira ödünç verirdi. Müddeti biter de bu borç verilemezse borç verenin talebi üzerine borçlu, bu borcun miktarını meselâ ikiyüz liraya yükseltmekle bir sene daha üzerinde bulundururdu. Böyle seneler geçtikçe bu miktar artırılırdı.
İşte bu âyeti kerime ile bu cahiliye âdeti çirkin görülerek müslümanlar böyle bir muameleden men edilmişlerdir. Yoksa böyle bir vakâyi ifade eden bu âyeti kerime katkat olmayan bir faizin caiz olduğu mânasını taşımaz. Belki böyle bir cahiliye muamelesinin pek insafsızca olduğuna işaret etmektedir. Yoksa faiz, az olsun çok olsun mutlak olarak haramdır.
Meselâ: Elindeki bir silâh ile ona buna saldırıp duran bir şahsa hitaben sen böyle bir silâh ile ona buna saldırıp durma denilse, o şahsa silâhsız olarak saldırmağa müsaade edilmiş olmaz. Belki bu hareketinin fenalığına işaret edilerek mutlak olarak o, bu tecavüzden men edilmiş olur. Maamafih bu âyeti kerime, Mekke’i Mükerreme’de nâzil olmuştur. Sonra Medine’i Münevverede de faiz hakkında birçok âyet nâzil olmuş, mutlak olarak faizin haram olduğu, borçludan yalnız ana paranın alınması lâzım geleceği beyan olunmuştur. Bakara sûre-indeki faiz âyetlerinin tefsirine bakınız.
131. Ve o ateşten korkunuz ki, kâfirler için hazırlanmıştır.
131. (Ve) Ey müslümanlar! (O ateşten) o cehennem azabından (korkunuz ki) o ebedî ateş, asıl (kâfirler için hazırlanmıştır) şu anda mevcuttur. Artık o kâfirlere uymaktan kaçınınız, onların fiil ve hareketlerini körükörüne taklitten sakınınız ki, onlar gibi Allah’ın azabını hak etmiş olmayasınız. Rivayete göre Uhud harbinde müşrikler faiz yoluyla elde etmiş oldukları mallarını sarf etmişlerdi.
Müslümanlardan bazı zatlar da böyle bir yolla fazla servet kazanarak o düşmanlarından intikam almak eğiliminde bulunur gibi olmuşlar. Bunun üzerine bu faiz hakkındaki âyeti kerime nâzil olmuş, müslümanların düşmanlarından değil, Allah Teâlâ’dan korkmaları tenbih edilmiştir. Gerçekten de öyle insafsızca bir şekilde elde edilen bir servetin manevî zararları, maddî faidelerinden kat kat fazladır. Artık Cenâb-ı Hak’tan korkarak meşru olmayan vasıtalara müracaat edilmemelidir.
132. Ve Allah Teâlâ’ya ve Peygambere itaat ediniz ki, rahmete erdirilesiniz.
132. (Ve) Ey müslümanlar!. (Allah Teâlâ’ya ve Peygambere itaat ediniz) onların bütün emirlerine, yasaklarına ve bilhassa faiz hakkındaki hükümlerine hakkiyle uymaya çalışınız, muhalef etten kaçınınız, (ki) Allah tarafından (rahmete) kurtuluşa, düşmanlarınız üzerine galibiyete (erdirilesiniz) sizin için bundan başka selâmet ve saadet vesilesi yoktur. Ne güzel bir teşvik, ne yüce bir ilâhî vaad! Ne mutlu güzel amellerde bulunarak Allah’ın bu vadine kavuşanlara…
133. Ve Rabbinizden bir mağfirete ve eni gökler ile yer genişliğinde olan bir cennete koşunuz ki, takvâ sahipleri için hazırlanmıştır.
133. Bu mübârek âyetler de müslümanları bağış ve saadete vesile olan bir yola teşvik etmekte, takvâ sahiplerinin üstün vasıflarını bildirerek onların kavuşacakları ebedî nimetleri göstermektedir. Şöyle ki: Ey mü’minler! Üzerinize düşen kulluk vazifelerinizi yerine getirmeye çalışınız, (ve) insanlık hali vuku bulan kusurlarınızdan dolayı (rabbinizden bir bağış) dileyiniz, ilâhî affı temenni etmeyekoşunuz. Ve ilâhî mağfirete ulaşmanıza vesile olacak olan vazifeleri, farizeleri yerine getirmeye gayret eyleyiniz.
Ne kadar sâlih amellerde bulunsanız bile onlara aldanmayınız. Kul kusurdan uzak olamıyacağı için daima tevbe ve istiğfar edici olunuz ve Allah’ın lûtfuna kavuşma temennisinde bulunarak (eni gökler ile yer genişliğinde olan bir cennete koşunuz) öyle muazzam, semalardan, yerlerden daha çok geniş olan bir ebediyet ve saadet âlemine gidebilmek için ibâdet ve itaate, iyilik ve takvâya devam ediniz (ki) o cennet (müttekiler) ibâdet ve itaatte bulunup günahları terkedenler (için hazırlanmıştır) binaenaleyh siz de takvâ sahipleri gurubuna dahil olunuz ki, öyle büyük bir mükâfata kavuşasınız.
§ Bu âyeti kerime de ve benzerlerinde olan ” () = (hazırlandı)” kelimesi gösteriyor ki, cennet de cehennem de bu anda mevcuttur: Yaratılmıştır. Yüce Yaratıcının sonsuz olarak yarattığı eserleri vardır. Cennetler ile cehennemler de bunlardan birer âlemdir.
§ Bu âyeti kerime de Cennetlerin çok geniş olduğuna işaret olunmuştur. Bir Cennetin eni semalar ile yerküresine eşit olunca artık onun uzunluğu ne kadar fazladır, .artık düşünmeli!. Evet… Allah’ın Kudretini ve onun eserlerinin büyüklüğünü düşünüp tasdik edenler, o muazzam kudret ile öyle tasavvurların üstünde geniş âlemlerin meydana gelmiş olduğunu kabulde asla tereddüt edemez. Cennetler yedi kat semaların üstünde, Allah’ın arşının altında bulunmaktadır.
Cehennemler de yedi kat yerlerin altındaki sonsuz boşlukta bulunmaktadır. Vaktiyle Yahudîlerden bazıları Hz. Ömer’den sormuşlar ki: Cennetin eni o kadar geniş olunca Cehennem nerede bulunacak?. Hz. Ömer de: Gece geldiği zaman gündüz nerede bulunur ve gündüz oluncagece nereye gitmiş olur? Diye cevap vermiş, onlar da: Evet Tevrat’ta da bunun bir misli vardır, diye itirafta bulunmuşlardır. Böyle bir sual, Hirakl tarafından vuku bulmuş; Rasûli Ekrem efendimizin de böyle cevap vermiş olduğu da rivayet olunmuştur. Evet… Güneş batınca kendisini göstereceği bir sahadan mahrum mu kalıyor? Ve doğunca da yeniden meydana geliyor da kendisi için evvelce bir boşluk bulunmamış mı oluyor?
Nasıl ki, güneş için doğacak ve batacak sonsuz boşluklar bulunuyor, güneş gâh yukarda görülüyor, gâh aşağıya girer gibi gözden kayboluyor, bu suretle vakit vakit yer küresinin üstünde ve altında bulunup duruyor, işte güneşin bu durumları cennetler ile cehennemlerin durumları için bir örnek teşkil etmiş oluyor. Bunun gibi cennetler de semaların üstünde, cehennemler de yer küresinin altındaki boşluklarda bulunuyor. Bunu kim uzak görebilir? Bugün fen’nin ulaştığı nokta da fezaların sonsuz olduğunu göstermektedir.
Güneşin ışığı bizim küremize sekiz on dakika içinde geldiği halde uzayda öyle yıldızlar var ki, ışıkları bizlere binlerce sene içinde ancak gelip kavuşabiliyor. Artık uzayın genişliğini kâinatın büyüklüğünü düşünerek Yüce Yaratıcımız için kulluk secdesine kapanmalıyız.
134. Öyle takvâ sahipleri ki, bollukta da darlıkda da infakta bulunurlar. Ve öfkeyi yutan ve insanların kusurlarını affeden kimselerdir. Allah Teâlâ’da ihsan edenleri sever.
134. (Öyle) kendileri için cennetler hazırlanmış olan (takvâ sahipleri ki) onlar (bollukta da) servet ve zenginliğe sahip oldukları zaman da (darlıkta da) ihtiyaçlı bulundukları zamanda da Allah Teâlâ’nın rızâsı için fakirlere, mücahitlere (infakta bulunurlar.) Çok olsun, az olsun ellerinden gelen yardımı cihad uğrunda sarf etmekten geri durmazlar. Ve onlar öyle faiz yoluyla, garımeşru vasıtalar ile servet eldeedip de onu gayrimeşru şekilde sarfetmek günahını istemezler.
(Ve) onlar, o takvâ sâhibi zatlar, (öfkeyi yutan) hiddetlerine, gazaplarına mağlûp olmayıp bunları hazineden ve (insanların kusurlarını affeden) cezayı hak etmiş müstehık olanlar hakkında ceza tatbikini terkeden şerefli ve affedici (kimselerdir) ne güzel ahlâk!. Ne büyük lûtf ve ihsan. (Allah Teâlâ da ihsan edenleri sever) Artık şüphe yok ki, o gibi ihsan edici kullarını da sever, onları cennetlerine kavuşturur.
135. Ve öyle zatlar ki, bir büyük günah yaptıkları veya nefislerine zulmettikleri zaman Allah Teâlâ’yı zikirederler, hemen günahları için istiğfarda bulunurlar. Ve kimdir Allah Teâlâ’dan başka günahları bağışlayan? Ve onlar yaptıklarında bile bile israr etmezler.
135. (Ve) öyle cennete ulaşacak (zatlar ki) insanlık hali zina gibi (büyük) fahiş (bir günah yaptıkları veya) nâmahreme şehvetle bakmak gibi (nefislerine zulmettikleri zaman) bu yaptıklarından pişman olarak (Allah Teâlâ’yı zikrederler) Cenâb-ı Hak’kın tehdini, azabını veya yüce hakkını düşünürler ve (hemen günahları için istiğfarda bulunurlar.) Cenâb-ı Hak’kın af ve merhametine sığınırlar.
Zaten bundan başka ne çare bulunabilir (Ve kimdir Allah Teâlâ’dan başka günahları bağışlayan?) öyleyse ondan başka kime sığınılabilir? (Ve onlar yaptıklarında) o çirkin, zalimce hareketlerinde (bile bile israr etmezler) belki öyle istiğfarda bulunarak Allah’ın affına kavuşmak isterler. Onlar o yaptıkları kötülüklerinin çirkinliğini, gayrimeşru olduğunu bildikleri halde onlara devam edip durmazlar.
136. İşte onların mükâfatları bağışlanmadır. Ve altlarından ırmaklar akar cennetlerdir. Onlar orada ebedî kalıcılardır. Ve ne güzeldir böyle amel edenlerin mükâfatı!.
136. (İşte onların) o iki zümrenin yâni: İnfakta, afv ve ikramda bulunan ve Cenab’ı Hak’ki zikrederek tevbe ve istiğfar edenzatların (mükâfatları bağışlanmadır) onlar hakkında ilâhî mağfiretin tecelli etmesidir. (Ve altlarından ırmaklar akan cennetlerdir) o cennet bahçelerinde nice büyük nimetlere kavuşmaktır. Bununla beraber (onlar orada) o cennetlerde (ebedî) bir halde (kalıcılardır) oradan bir daha çıkarılmayacaklardır.
Artık düşünmeli, bu ne büyük nimet!. (Ve ne güzeldir böyle amel edenlerin) üzerlerine düşen dinî ve dünyevî vazifeleri güzelce yerine getirenlerin şu ilâhî mağfirete ve cennetlere kavuşmaktan ibaret olan (mükâfatı) Cenâb-ı Hak cümlemize böyle bir mükâfat ihsan buyursun âmin!. Bir hadisi şerifte beyan olunduğu üzere günahtan tevbe eden, hiç günah işlememiş kimse gibidir. Binaenaleyh insanlar günahlardan uzak olamazlar, elverir ki, bunun kötülüğünü düşünerek derhal tevbe ve istiğfarda bulunsunlar.
§ Bu mübârek âyetler de cennetin sakınanlar, günahlarında ısrar etmeyip tevbe ve istiğfar edenler için hazırlanmış olduğu bildiriliyor. Yâni: Buraya asıl lâik olanlar onlardır. Yoksa bundan dolayı cennete, günahlarından tevbe etmeksizin ölen müslümanların giremiyeceği lâzım gelmez. Nitekim cehennemin kâfirler için ortaya konulmuş olması da cehenneme hiçbir mü’minin girmeyeceğini gerektirmez. Belki cehennem, asıl kâfirler için ebedî bir azap yurdudur. Günahkâr mü’minlerin cehenneme girecekleri ise geçici bir zaman içindir, sonra yine oradan kurtulup cennete gireceklerdir.
Mutezile âlimlerine göre ise mü’minler, takvâ sahiplerinden, tövbekârlardan ve günahlarında ölünceye kadar ısrar edenlerden ibaret olmak üzere üç tabakaya ayrılır. Bunlardan cennete, takvâ sâhibi ve tövbekâr olanların oluşturdukları tabakadakiler gireceklerdir.
Günahlarında ısrar ederek vefat eden tabaka ehli ise cennete asla giremiyeceklerdir. Bu yanlış bir görüştür. Ehlisünnete göre her müslüman, imân ile ölünce cennete girecekdir. Ancak tövbe etmeksizin günahkâr olarak ölen müslümanlar, Allah’ın dileğine tabidirler. Cenâb-ı Hak bunlardan dilediğini affeder ve dilediğine bir müddet cehennemde azap eder, sonra yine cennete koyar. Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; bundan başkasını, dilediği kimse için bağışlar. (Nisâ, 4/48) = âyeti kerimesi de bunu göstermektedir.
Şu kadar var ki, hangi şahsın Allah’ın affına uğrayacağı kestirilemez. Binaenaleyh insan daima ilâhî azaptan korkmalıdır, Cenâb-ı Haktan utanmalıdır, nîmete karşı nankörlük edip günah yoluna gitmemelidir. Cehennem azabının bir günlüğü bile en müthiş azaplardan, cezalardan sonsuz derecede fazladır. Artık her mü’min bunları düşünmeli, kendisinden sâdır olan günahlardan dolayı bir an evvel tevbe ve istiğfar etmelidir, İşte asıl ihtiyat ve kurtuluş yolu bundan ibarettir.
137. Muhakkak sizden evvel birçok olaylar gelip geçmiştir. Artık yerde dolaşınız da bakınız ki, yalanlayanların âkibetleri nasıl olmuştur.
137. Bu mübârek âyetler de müslümanları gayrete getirmektedir, İslâmiyet üzere sebatkâr bulundukça nice yüksek başarılara ulaşacaklarını müjdelemektedir. Ve Uhud gazvesinde bazı zatların şehit veya yaralı düştüklerinden dolayı gevşekliğe, hüzün ve kedere düşmelerini tavsiye buyurmaktadır.
Şöyle ki: Ey Muhammed Ümmeti! (Muhakkak sizden evvel) insanlık âleminde (birçok) tarihî, feci (olaylar gelip geçmiştir) din düşmanları olan nice kavimler bir müddet ihmal edilmişler ise de sonra yakalanıp lâyık oldukları azaplarakavuşturulmuşlardır. İşte Uhud gazvesinde İslâm düşmanlarının bir galibiyet göstermeleri de geçici olmuştur, onlar da bir felâkete uğrayacaklardır.
(Artık) Ey müslümanlar! (Yerde) yer yüzünde, çeşitli ülkelerde (dolaşınız da bakınız ki) Peygamberleri, ilâhî hükümleri (yalanlayanların) hak dine karşı isyan edenlerin (âkibetleri) son günleri (nasıl olmuştur) onlar ne acı felâketlere, mağlûbiyetlere uğramışlardır. Binaenaleyh o gibi din düşmanlarına bir vakte kadar hikmet gereği mühlet verilse de onlar nihayet lâyık oldukları acı âkibetlere kavuşacaklardır. Artık ey müslümanlar!. Siz ümitsizliğe düşmeyiniz, dayanıklığı elden bırakmayınız.
138. İşte bu insanlar için bir açıklamadır ve takvâ sahipleri için de bir hidayettir, bir öğüttür.
138. (İşte bu) Kur’ân’ı Kerim’in geçmiş olaylara ait âyetleri bütün (insanlar için) insanlık âlemi için (bir açıklamadır) evvelce gelip geçmiş inkârcı kavimlerin nasıl helâke uğradıklarına işaret eden bir ifadedir. (Ve) bilhassa (takvâ sahipleri) Hak Teâlâ’dan korkan mütefekkir zatlar (için de) basiretlerinin artmasına vesile olan (bir hidayettir) bir saadet rehberidir ve (bir öğüttür) bir hikmetli öğüttür.
139. Ve gevşeklik göstermeyiniz ve üzüntüye kapılmayınız ve siz mü’minler iseniz çok yükselmiş olanlar ancak sizlersiniz…
139. Artık ey ehli imân!. Kur’ân-ı Kerim’in açıklamalarına dikkat ediniz, geçmiş ümmetlerin tarihî hayatını düşününüz, Uhud gazvesindeki bazı hadiseleri düşünüp ümitsizliğe düşmeyiniz (ve) düşmanlarınızla savaş hususunda (gevşeklik göstermeyiniz ve) size isabet etmiş olan bazı elem verici olaylardan dolayı (üzüntüye kapılmayınız ve siz mü’minler iseniz) siz kuvvetli bir imâna sahip iseniz veya Cenab’ı Hak’kın size zafer ve galibiyet ihsan edeceğine dair ilâhî vadisini tasdik etmiş iseniz şüphe yok ki (çokyükselmiş olanlar) Allah katında yüce mertebelere ulaşanlar (ancak sizlersiniz) çünkü siz hak üzere bulunmaktasınız, savaşınız Allah içindir. Allah’ın dinini yaymak ve yüceltmek içindir.
Düşmanlarınız ise bâtıla hizmet etmektedirler. Onların savaşları şeytan içindir. Ey müslümanlar sizden şehit olanların makamları cennettir, düşmanlarınızın gidecekleri yerler ise mutlaka cehennemdir. Artık Ey müslümanlar!. Bu yüksek mertebenizi düşününüz, ona göre din uğrunda fedakârlıktan geri durmayınız. Akibet sizin içindir. Nitekim bu ilâhî müjde, asrı saadette ve daha sonra gerçekleşmiş, asırlardan beri hakimiyetten mahrum perişan bir halde yaşayan bir insanlık kitlesi İslâmiyeti kabul eder etmez doğuda ve batıda hakimiyeti elde etmişlerdir.
Bu akibeti vaktiyle müjdelemiş olan Kurân-ı Kerim’in ebedî bir mucize olduğu bu suretle de ortaya çıkmıştır. Binaenaleyh müslümanlar, asla ümitsizliğe düşmemelidirler. İslâm dininin yüksek emirlerine hakkıyla uydukları takdirde birçok nimetlere, ve zaferlere kavuşacaklardır.
140. Eğer size bir yere dokunmuş ise şüphesiz o kavme de onun benzeri bir yara dokunmuştur. Ve o günleri biz insanlar arasında döndürürüz. Ve Allah Teâlâ’nın imân edenleri bilmesi ve sizden şahitler edinmesi içindir. Ve Allah Teâlâ zâlimleri sevmez.
140. Bu mübârek âyetler, İslam mücâhitlerini teselli edici olmaktadır, galibiyet ile mağlûbiyetin hikmetlerine işaret etmektedir. Ve din düşmanlarının sonunda kahr ve helâka uğrayacaklarını göstermektedir. Şöyle ki: Ey İslâm mücahitler!!. Uhud gazvesindeki hâdiselerden dolayı ümitsizliğe düşmeyiniz (Eğer size) o savaşta (bir yara) ve benzeri bir şey (dokunmuş ise) bu yalnız size mahsus değildir, (şüphesiz) düşmanınız olan (o) kâfir (kavme de onun) o size dokunan yaranın (benzeri bir yara) ve sairedokunmuştur, onlar da Uhud gazvesinde yaralanmışlardır, onlardan da öldürülenler vardır.
Maamafih daha evvel Bedir gazvesinde böyle felâketlere uğramışlardır. Öyle olduğu halde korkmaksızın yine size saldırmışlardır. O halde Ey müslümanlar!. Sizin için korkmak, kendinizi zayıf sanarak düşmanlarınızdan kaçınmak nasıl uygun olabilir?. (Ve o günleri) öyle zafer, galibiyet, mağlûbiyet devrelerini (biz insanlar arasında döndürürüz) bir gün bir kavim kazanır; veya kaybeder, diğer bir gün de başka bir kavim ya kazanır veya kaybeder, zamanın hadiseleri kavimlerin gâh lehine ve gâh aleyhine olarak meydana gelir. Bu hikmet gereğidir, hikmettir. (Ve) bu gibi muhtelif hâdiselerin meydana gelmesi hem (Allah Teâlâ’nın imân edenleri bilmesi) seçmesi içindir. Çünkü Allah Teâlâya samimi şekilde imân etmiş olanlar, bu gibi hâdiselerin birer hikmet ve menfaat gereği olduğunu düşünerek kuvvetli bir imân sâhibi olduklarını göstermiş olurlar.
Böyle bir imândan mahrum bulunmuş olanlar da ümitsizliğe ve gevşekliğe düşerler, savaşlardan kaçarlar, durumları meydana çıkmış olur. (Ve) bu hâdiselerin böyle muhtelif tarzda meydana gelmesi hem de (sizden) ey müslümanlar!. Allah Teâlâ’nın (şahitler edinmesi içindir) yani sizden bütün milletler hakkında şahadet edecek seçkin bir topluluk meydana getirmek içindir.
Veyahut sizden bazı zatları şahadet şerefine ulaştırması içindir. Velhâsıl, ey İslâm milleti! Meydana gelen ve gelecek galibiyetlerde, mağlûbiyetlerde bu gibi hikmetler, gayeler vardır. Artık aslâ ümitsizliğe düşmeyiniz, icabettikçe cihad meydanına atılmaktan geri durmayınız.
§ İlmî ilâhî (Allah’ın ilmi): Malumdur ki. Allah Teâlâ hazretleri ilim sıfatiyle muttasıftır. O bilendir, gaybların bilicisidir. Onun ilmî ezelîdir, ebedîdir. Her hadiseyi vukuundan evvel de, sonra da hakkıyla bilir. Onun ilminde değişme ve başkalaşma yoktur. Binaenaleyh bazıâyetlerde
= Allah’ın bilmesi için
= Bilmeniz için
= Allah bilmeden
gibi buyrulması, bazı hâdiseler hakkında Allah’ın ilminin ortaya çıkması içindir. Yoksa o hadiselerin meydana gelme zamanına ait olduğunu göstermek için değildir. Onun ezelî ilmi, bu hadiseleri vukuundan evvel de içermektedir. Binaenaleyh böyle istikbal siğasıyla beyan buyrulmasında şu gibi mânâlar vardır:
1 – Bu ilimden maksat ayırdetmektir. Yani: Cenâb-ı Hak, temiz olan kulları ile temiz olmayanları ayrılsınlar, seçilsinler diye öyle bir kısım hadiseleri meydana getirir. Yoksa Cenâb-ı Hak, o kullarının ne durumda olduklarını ezelî ilmi ile zaten bilir.
2 – Bu ilimden maksat, bunun gereği olan mükâfat ve cezadır. Yani Yüce Allah bu tür hadiseleri meydana getirir ki, onların hikmet gereği olduklarını bilip inancını değiştirmeyen müslüman kullarını mükâfata kavuştursun, aksini yapanları da cezaya uğratsın.
3 – Bu ilimden maksat, Allah’ın ezelî ilme bildiği şeylerdir. Bu bir mecazdır. Nitekim kudret kelimesi de bir mecaz olarak makdûr yani takdir edilen şey, yerinde kullanılır. Binaenaleyh bir şeyi Cenâb-ı Hak bilsin demek, o şey Cenâb-ı Hak’kın malûmu bulunsun demektir. Gerçekte Allah’ın ilminde yenilenme, çoğalma ve sonradan olma düşünülemez. Belki malumat yani bilinenler yenilenir, sonradan meydana gelir, sonra yine yokluğa dönebilir.
4 – Bu ilimden maksat, Cenab’ı Hak’kın velilerinin bilmesi demektir. Cenâb-ı Hak öylegarip, muazzam hâdiseler vücude getirir ki, bunları hakikî ve basiretli mü’minler gördükçe kalblerinde imân nuru parlamaya başlar, Allah’ın yüceliğini tefekküre dalarak manevî zevke kavuşurlar.
Binaenaleyh böyle bir ilim, yüceliğinden dolayı Cenâb-ı Hak’ka isnâd buyrulmuştur. Kasacası: Allah Teâlâ âlemin bütün hâdiselerin! vukuundan evvel de, sonra da bilir. Mutezileden Hişam İbnül Hakem’in bu husustaki görüşü, bâtıldır. Ona göre Cenâb-ı Hak, hadiseleri vukuundan evvel değil, vukuundan itibaren bilir. Halbuki bütün kelâm âlimleri, bütün aklî deliller onun bu iddiasına muhaliftir. Cenab’ı Hak bütün hadiseleri vukuundan evvel de bilir. Onun ilminde sonradan olma değişme ve başkalaşma hâşâ cereyan etmez.
141. Ve Allah Teâlâ imân edenleri seçmesi ve kâfirleri helâk eylemesi içindir.
141. (Ve) öyle muhtelif günlerin, hâdiselerin insanlar arasında dönüp dolaşması bir de (Allah Teâlâ imân edenleri seçmesi) onları kendilerine isabet eden belâlar sebebiyle günahlardan tertemiz kılması içindir. (Ve kâfirleri) de (helâk eylemesi içindir) bilâhare onları da, onların eserlerini de yok edip kendilerini cehennem azabına kavuşturması hikmetine dayanmaktadır. Binaenaleyh: Kâinatın yaratıcısının her yarattığı şey bir hikmet ve fayda gereğidir.
142. Yoksa cennete girivereceğinizi mi sanıverdiniz? Allah Teâlâ sizden cihad edenleri ayırd etmedikçe ve sabredenleri belli buyurmadıkça.
142. Bu mübârek âyetler. Bedir muharebesinde bulunmadıklarından dolayı üzülen bazı müslümanların bilâhare Uhud gazvesinde sebat ederek sevaba ulaşıp, üzüntüden kurtulmaları lâzım gelirken bu Uhud gazvesinden kaçındıkları için haklarında bir kınamayı içermektedir. Şöyle ki: Ey Uhud gazvesinde yenilmiş olan İslâm erleri! Siz(yoksa) bir nîmet yurdu, keramet yurdu bir darı keramet olan (cennete) öyle kolaylıkla hemen (girivereceğinizi mi sanıverdiniz?) Elbette onu sanıvermemişsinizdir.
(Allah Teâlâ sizden cihad edenleri) kulları arasında (ayırd) edip davalarında sadık olduklarını izhar (etmedikçe ve) savaş sahasında düşmanlarına karşı (sabır) ve sebat (edenleri belli) seçkin (buyurmadıkça) evet… Siz hak yolunda öyle bir fedakârlıkta bulunmadıkça cennete girivermeğe lâyık olduğunuzu sanıvermezsiniz. Binaenaleyh Allah’ın emrine uyup, Yüce Peygamber’e hakkiyle bağlanarak din uğrunda fedakârlıktan kaçınmayınız ki, cennete girmeye lâyık olasınız.
143. Andolsun ki, siz ölümü onunla karşılaşmadan evvel temenni ediyordunuz. İşte siz bekleyip durduğunuz halde onu görüverdiniz.
143. Ey Bedir gazvesinde hazır bulunmamış olan İslâm erleri! (Andolsun ki) yüce varlığıma yemin ederim ki: (Siz ölümü) ölüme sebep olabilen savaşı, Bedir gazvesi gibi bir hadiseyi (onunla) öyle bir cihad ile (karşılamadan) ondaki zorlukları, fedakârlığı görmeden (evvel temenni ediyordunuz) tâ ki siz de o Bedir mücahitleri gibi sevaba, mükâfata erişesiniz (işte sız) öyle bir cihadı (bekleyip durduğunuz halde) arzunuz doğrultusunda (onu) o cihadı, o Uhud gazvesini bakıp (görüverdiniz) savaş için orada hazır bulundunuz.
Artık ne için arzunuza aykırı hareket ettiniz? Ne için savaştan korkup kaçıverdiniz? Kısacası: İnsan, sabırlı, ve kudretli olmalıdır. Hayırlı işlerde sebat etmelidir. Hak yolunda fedakârlıktan kaçınmamalıdır, fâni bir hayat için ebedî bir saadeti terk etmemelidir. Cenab’ı Hak’kın cennetine, ve Allah’a ulaşmak için icabettikçe her türlü fedakârlıklarda bulunmalıdır.
144. Ve Muhammed de ancak bir peygamberdir. Ondan evvel de peygamberler gelip geçmiştir. Eğer o ölse veya öldürülse sizgerisin geriye mi dönüvereceksiniz? Ve her kim gerisin geriye dönerse elbette Allah Teâlâ’ya hiçbir zarar vermiş olamaz. Ve Allah Teâlâ şükredenlere mükâfat verecektir.
144. Bu âyeti kerime de Uhud gazvesindeki yenilgiye sebebiyet vermiş olan bir kısım İslâm erleri hakkında bir kınamayı içermektedir ve bütün müslümanlar için uyanışa vesile olacak bir hakikati bildirmektedir. Şöyle ki: Ey bütün müslümanlar!. Ve ey Uhud gazvesinde bulunmuş olan İslâm mücahitler!!. Malumdur ki, bütün insanlar bu dünyada geçici bir zaman için yaşarlar, sonra da âhiret âlemine çıkar giderler. Binaenaleyh Hz. Muhammed de bir mübârek insandır.
(Ve Muhammed de ancak bir Peygamberdir) Peygamberlik vazifesine ve şerefine sahiptir. Yoksa ilahlık sıfatına sahip ve ölümden kurtulmuş değildir. (Ondan evvel de) Hz. Muhammed’den önce de nice (peygamberler gelip geçmiştir) Hz. Adem’den Hz. Muhammed’in zamanına kadar dünyaya gelmiş olan bütün peygamberler bilahara vefat edip ebediyet âlemine göç eylemişlerdir.
Böyle bir âkıbet, yalnız Hz. Muhamed’e mahsus değildir. Binaenaleyh (eğer o) Hz. Muhammed de vakti gelip te (ölse veya) faraza düşmanları tarafından (öldürülse siz) ümitsizliğe düşerek (gerisin geriye mi dönüvereceksiniz?) Cenâb-ı Hak muhafaza buyursun dinden mi döneceksiniz? Cahiliyet haline mi geri gideceksiniz? Böyle bir hareket hiç caiz makul, sizlere lâyık olur mu?.
(Ve) bununla beraber (her kim gerisin geriye dönerse) tekrar küfür ve şirke dönerse kendisinin zararına, helâkına, hizmet etmiş olur. (Elbette Allah Teâlâ’ya hiç bir zarar vermiş olamaz). Cenâb-ı Hak kimsenin imanına hâşâ muhtaç değildir. İmândan mahrum kalan, küfür ve inkâr halinde yaşayan kimseler kendilerini zararlara, felâketlere düşürmüş olurlar. (Ve Allah Teâlâ) kerimdir râhimdir. Sırf ilâhî yardımının gereği olmak üzere (şükredenlere) elde ettikleri imânın değerini bilip Cenâb-ı Hak’kaşükürlerini arz edenlere dünyada da, âhirette de (mükâfat verecektir). Artık aklı başında olan bir insan, bunu düşünmelidir. Cenâb-ı Hak’kın mükâfatına kavuşmayı en yüce bir gaye bilmelidir.
Bunun aksine hareket edenler kendilerini ebedî felâketlere uğratmış olurlar. Evet!. Cenâb-ı Hak’kın hiç bir kimseye ihtiyacı yoktur. Fakat maddî ve mânevî nice ihtiyaçlar içinde yaşayan insanlar, kendi hayatlarını, kendi istikballerini düşünmeli, İslâmiyet nîmetinin değerini bilmeli, o sayede istikballerini temin etmiş bulunmalıdırlar. Bundan başka kurtuluş çaresi yoktur.
Artık Uhud gazvesinde Rasûli Ekrem’in şehit düştüğüne dair düşmanların uydurma şayialarına bakıp da cihad meydanından ayrılmış olan bir kısım İslâm erlerinin bu hareketleri de elbette uygun değildir. Bilâkis Rasûli Ekrem Efendimiz şehit düşmüş olsa idi yine İslâm mücahitlerinin Allah yolunda cihada devam etmeleri lâzım gelirdi. Nitekim ashabı kiramdan Enes ibni Nadr böyle hareket etmiş “Rasûli Ekrem şehit düştü ise Rabbi bâkidir; dini yaşamaktadır” diyerek şehit oluncaya kadar düşmanlara kılıncı ile saldırıp durmuştur.
Ve yine vaktiyle birçok peygamberler vefat etmiş oldukları halde bir kısım ümmetleri onların izlerini takip edip durmuşlardır, geri dönmemişlerdir. Allah’a hamd olsun ki İslâm milleti peygamberin vefatından beri asırlarca dini İslâm’a sarılarak müslümanlıklarını muhafazaya çalışmışlardır. Bunun aksine hareket, müslümanlar için bir felâkettir, bir ebedî helâktir. Cenab’ı Hak cümlemizi uyanıklıktan ayırmasın, âmin…
145. Ve hiç bir kimse için Allah Teâlâ’nın izni olmadıkça ölmek yoktur. O vadesi tâyin edilmiş bir yazıdır. Ve her kim dünya menfaatini dilerse ona ondan veririz. Ve kim âhiret sevabını isterse ona da ondan veririz. Ve şükredenleri elbette mükâfatlandıracağız.
145. Bu âyeti kerime de takdir edilen şey herne ise mutlaka meydana geleceğini, binaenaleyh savaştan kaçmanın böyle takdir edilen bir şeye mânî olamıyacağını göstermektedir. Şöyle ki: Bütün tabiat olayları Cenâb-ı Hak’kın kazasına ve kaderine tabidir.
Hiçbir hâdise kendi kendine meydana gelemez. (Ve hiç bir kimse için Allah Teâlâ’nın izni) kazası, dilemesi, ruhları alması için ölüm meleğine müsaadesi (olmadıkça ölmek yoktur) öyle muharebe meydanına atılmakla vesaire ile hemen ölüneceğine hükmedilemez. (O) ölüm (vadesi) vukua geleceği zaman (tâyin edilmiş) levhımahfuzda tesbit olunmuş (bir yazıdır) Cenâb-ı Hak bunu belirli bir vakte tahsis buyurmuştur, herksin ömür müddeti yazılmış bulunmaktadır. Binaenaleyh muharebede sebat etmek herhalde ölüme sebep olamaz. Muhârebeden kaçınmak da insanı herhalde ölümden kurtaramaz.
(Ve her kim) yaptıkları işler karşılığında (dünya menfaati) dünyevî meyveleri (dilerse ona) o kimseye (ondan) o dilediği dünyevî menfaatten takdir edilen miktarı (veririz) onu o menfaatten hikmet ve fayda gereğince faydalanırız. (Ve) her (kim de) kendi amelleri karşılığında (âhiret sevabını) sonsuz olan uhrevî mükâfatı (isterse ona da ondan) o uhrevî sevaptan, mükâfattan büyük bir miktar (veririz.)
Onu bu hayırlı arzusuna kavuştururuz. (Ve şükredenleri de) kavuştukları nîmetlere karşı şükran vazifesini yerine getirenleri de (elbette mükâfatlandıracağız.) Binaenaleyh insan daima en hayırlı şeyleri temenni etmelidir, o uğurda çalışmalıdır ve kavuştuğu nîmetlerden dolayı da Cenâb-ı Hak’ka hamd ve şükür edip durmalıdır. Ebedî mükâfatlara ulaşmak için bundan başka yol yoktur.
§ Bu âyeti kerime de Uhud gazvesinde ganimete ulaşmak için muhafaza etmekle görevlendirildikleri noktayı terketmiş olan bir kısım İslâm erleri hakkında nâzil olmuştur.
146. Ve nice peygamberler ile beraber birçok âlimler, savaşta bulundular da Allah yolunda kendilerine isabet eden şeylerden dolayı ne gevşediler ne zaafa düştüler, ne de baş eğdiler. Allah Teâlâ ise sabredenleri sever.
146. Bu mübârek âyetler de Uhud gazvesinde bozguna uğramış olan bir kısım İslâm erlerine ve bütün İslâm mücahitlerine geçmiş peygamberlerin ve onların ashabının cihad meydanlarındaki sabr ve sebatlarını, dua ve niyazlarını ve bunun meyvesi olarak ulaştıktan büyük muvaffakiyetler! uyulması gereken örnek bir davranış ve bir teşvik vesilesi olmak üzere açıklamaktadır.
Şöyle ki: (Ve) geçmiş peygamberlerden (nice peygamberler) ve onlar (ile beraber birçok âlimler) o peygamberlerin ashabından bulunan ve kendilerine rebbaniyyûn denilen bir nice hayırlı, takvâ sâhibi ve fakih zatlar veya bir çok cemaat (savaşta bulundular ve Allah yolunda) Allah’ın dini uğrunda kendilerine isabet eden yara ve öldürülme gibi (şeylerden dolayı ne) korkup, usanıp (gevşediler ne de) bu mücadele yüzünden (zaafa düştüler ne de) düşmanlarına karşı tembellik gösterip (baş eğdiler) onlar cihat meydanlarında sabır ve sebat göstererek Allah’ın ismini yüceltmeye çalışıp durdular. (Allah Teâlâ ise) öyle hak yolunda (sabır) ve sebat (edenleri sever) mükâfatlara ulaştırır.
147. Ve onların sözleri başka değil, şöyle demekten ibaretti. Ey Rabbimiz! Bizim için günahlarımızı ve işlerimizdeki israflarımızı mağfiret buyur ve ayaklarımızı sabit kıl ve bizlere kâfirler gürûhu üzerine zafer ver.
147. (Ve onların) o muhterem peygamberlerle birlikte savaşlarda bulunan âlimlerin, seçkin topluluğun cihat zamanlarındaki (sözleri) temennileri, niyazları (başka değil, şöyle demekten ibaretti: Ey Rabbimiz!.) Ey Yaratıcımız! Varlığımızın terbiyecisi, Yüce Rabbimiz; (bizim için günahlarımızı) seninemirlerine muhalif hareketlerimizi (ve işlerimizdeki israflarımızı) haddi aşmış olmamızı (mağfiret buyur) affet ve ört (ve ayaklarımızı) cihad meydanında, senin dinin uğrunda (sabit) kuvvetli ve dayanıklı (kıl ve bizlere) o kendileriyle savaşta bulunduğumuz (kâfirler gürûhu üzerine zafer ver) bizleri din düşmanları üzerine galip kıl, ey bilen ve hikmet sâhibi olan Allahımız.
148. Artık Allah Teâlâ da onlara hem dünya nimetini, hem de ahiret sevabının güzelliğini verdi. Ve Allah Teâlâ güzel davrananları sever..
148. (Artık Allah Teâlâ da onlara) o peygamberler ile beraber savaş meydanlarına atılıp ta devam ve sebatta bulunan, ve Cenab’ı Hak’ka sığınarak dua ve niyazda bulunmuş olan zatlara (hem dünya nîmetini) verdi, onları zafere, ganimete, şeref ve şana ulaştırdı. (Hem de) onlara (âhiret sevabının güzelliğini verdi) onları cennete koyup, ilâhî lütuflarına kavuşturdu.
Çünkü onlar din uğrunda öyle fedakârlıklarda bulundular, Allah yolunda mallarını, canlarını feda ederek infak ve ihsanda bulundular. Allah Teâlâ ise öyle mücahitleri korur. (Ve Allah Teâlâ) öyle (güzel davrananlar! sever) onları öyle sevaplara, nimetlere ulaştırır. Kısacası: Ey müslüman topluluğu! Vaktiyle savaşlarda bulunan peygamberlerini emirleri dairesinde hareket eden bir muhterem cemaat, böyle sabır ve sebat göstermiş dua ve niyazda bulunmuş Allah’ın yardımlarına kavuşmuş, dünya ve âhiret nimetlerini, mükafatlarını elde etmişlerdir. Artık sizler de o muhterem zatları örnek edininiz, Allah yolunda fedakârlıktan ayrılmayınız, maddî ve mânevî nîmetlere kavuşunuz…
149. Ey imân edenler! Eğer kâfir olanlara itaat ederseniz sizi gerisin geriye çevirirler. Artık büyük zararlara uğramış olduğunuz halde geri dönmüş olursunuz.
149. Bu mübârek âyetler de Uhud gazvesindeki mücahitlere ve bütün müslümanlara hakikî yardımcı ve destekçiyi bildirmekte, düşmanların sözlerine aldananların en müthiş bir âkibete uğrayacaklarını göstermektedir. Şöyle ki: (Ey imân edenler) ey İslâm dini ile vasıflanmış olan zatlar!.
(Eğer kâfir olanlara) Yahudî ve hıristiyanlara veya münafıklara (itaat ederseniz) onların sözlerini tutar, aldatmalarına kapılırsanız (sizi gerisin geriye) küfre, sapıklığa (çevirirler). Sizi İslâmiyet nimetinden mahrum bırakırlar. (Artık) dünyada da âhirette de (büyük zararlara uğramış olduğunuz halde geri dönmüş) dinden çıkmış (olursunuz). Evet… Din düşmanlarının sözlerine aldananlar dünyada da, âhirette de zarara, hüsrana uğramış olurlar. Bir kere bunlar dünyada düşmanlarına boyun eğmiş onlara ihtiyaçlarını arzetmiş olurlar ki, bu en büyük dünyevî bir zarardır, bir hüsrandır.
Sonra bunlar âhirette de sevaptan mahrum, ilâhî azaba uğramış olurlar ki, bu da en büyük uhrevî bir zarardır, bir hüsrandır. O halde aklı başında olan bir müslüman, nasıl olur da öyle din düşmanlarının sözlerine aldanır, onların o kötü maksatlarını anlamaz da kendi kutsal değerlerine aykırı hareketlerde bulunur.
Nitekim: Uhud gazvesinde bir takım münafıklar, müslümanlara hitaben “Haydi kardeşlerinize dönünüz, onların dinine giriniz, eğer Muhammed -Aleyhisselâm- peygamber olsaydı öldürülmezdi” demişlerdi. Bu aldatmalar yüzünden de bir dağılma yüz göstermişti. Artık bizim için dost olanlar ile olmayanları tanımak lâzım değil midir?
.150. Hayır. Sizin mevlânız Allah Teâlâ’dır. Ve o yardımcıların en hayırlısıdır.
150. (Hayır).. O din düşmanlarının sözleri, özleri doğru değildir. Onlara itaat etmek aslâ uygun olamaz. Öyle bir itaat, felâkete sebeptir. Ey müslümanlar!. Dostunuz iledüşmanınızı tanıyınız. Şüphe yok ki: (Sizin mevlânız) sizin yardımcınız, sizin koruyucunuz ancak (Allah Teâlâ’dır) artık yalnız ona sığınınız, yalnız onun hükümlerine uyunuz (ve) biliniz ki, (o) Yüce Yaratıcısı (yardımcıların en hayırlısıdır) artık yalnız ona sığınınız, yalnız ondan zafer ve yardım bekleyiniz.
Evet… Bir nice münafıklar, haktan yana görünüyorlar. Hayrı tavsiye edici bir tavır alıyorlar, kendi haince maksatlarını temin etmek için bin türlü hilelere baş vuruyorlar. Hakikî dost ile düşmanı ayırmaya kudreti olmayan gafiller de onların bu sözlerine aldanıyorlar, kendi kutsî varlıklarını tehlikelere düşürmüş oluyorlar da bundan haberleri bile olmuyor.
Fakat hak ve hakikati idrâk eden zatlar, öyle düşmanların haince sözlerine aldanmazlar, İslâmiyete dört elleriyle sarılırlar, Cenâb-ı Hak’ka sığınırlar. Onu yardımcı ve destekçi bilerek ebedî istikballerini kazanmaya muvaffak olurlar. İşte hakikî bahtiyarlık, ebedî saadet bundan ibarettir.
151. Hakkında Cenab’ı Allah’ın hiç bir delil indirmemiş olduğu şeyleri ona ortak tanıdıklarından dolayı kâfirlerin kalplerine yakında korku düşüreceğiz. Onların gidecekleri yer cehennemdir. O zalimlerin duracakları yer ne kadar fenâdır.
151. Bu âyeti kerime de Uhud gazvesinde Cenab’ı Hak’kın düşmanların kalplerine, korku ve dehşet salarak müslümanları korumuş olduğunu bildirmektedir. Şöyle ki: Kendilerine ibâdetin caiz olduğu (hakkında Cenâb-ı Allah’ın hiçbir delil) hiç bir bürhan (indirmemiş olduğu) kendilerine ibâdetin, tapınmanın câiz olduğunu peygamberlerini ve kitaplarını vasıtasiyle bildirmemiş bulunduğu (şeyleri) putları (ona) Cenab’ı Hak’ka (ortak tanıdıklarından dolayı) onların o küfr ve şirkleri sebebiyle (kâfirlerin) Uhud gazvesinde müslümanlara saldırmış olan müşriklerin (kalblerine yakında) daha savaş meydanındantamamen ayrılmadan (korku düşüreceğiz) onlar müslümanlara karşı tekrar hücuma cesaret edemiyeceklerdir.
Nitekim öyle de olmuştur. Evet… Uhud gazvesinde müslümanlar, peygamberin emrine muhalefetin bir cezası olmak üzere bozguna uğramışlardı. Harp meydanı düşmanlara kalmıştı, müslümanlar üzerine saldıracak olsalardı görünüşe göre büyük bir galibiyet temin edebileceklerdi.
Vaziyet müslümanlar için pek nâzik idi. Fakat Cenâb-ı Hak lütfetti, düşmanların kalblerine korku düşüreceğini muhterem Habibine müjdeledi. Bu hakikat hemen tecelli etti.
Şöyle ki: Cenab’ı Hak onların kalblerine korku düşürdü, müslümanları takibe cesaret edemediler, kaçıp Mekke’ye gittiler. (onların) o kâfirlerin bu küfürleri yüzünden asıl (gidecekleri yer cehennemdir) onlar ebedî selâmetten mahrumdurlar, (o zalimlerin) öyle Cenâb-ı Hak’ka ortak koşarak nefislerine zulmetmiş olan din düşmanlarının (duracakları yer) ebedî ikametgâhları (ne kadar fenâdır) ne kadar ateşli bir mahaldir, ne ebedî bir ceza yurdudur!. Elbette küfrü imâna tercih edenlerin, Allah’ın dinine, peygamberine karşı cephe alanların âkibetleri bundan başka olamaz.
152. And olsun ki, Allah Teâlâ size olan vaâdini yerine getirdi. O zamanki, onları Cenab’ı Hak’kın izniyle kesip doğruyordunuz. Ta ki o sevdiğinizi size gösterdikten sonra siz isyan ettiniz, yılgınlık gösterdiniz, emîrde tartışmaya kalkıştınız, içinizden kimi dünyayı istiyordu ve sizden kimi de ahreti istiyordu. Sonra sizi imtihan etmek için onlardan çevirdi ve mamafih sizi af buyurdu ve Allah Teâlâ mü’minler üzerine lütuf sahibidir.
152. Bu âyeti kerime Uhud gazvesinde müslümanlar için vadedilen yardımın daha başlangıçta geldiğini, bilahara yüz gösteren bozgunun da emre muhalefetin bir neticesiolduğunu bildirmektedir. Ashabı kiram bozguna uğramış bir halde Uhud gazvesinden Medine’i Münevvereye dönünce bazı kimseler demişler ki: Bu hal bize nereden isabet etti? Halbuki, Allah Teâlâ bize yardım vaad buyurmuştu.
Bunun üzerine bu âyeti celile nâzil olmuştur. İşte bu hakikat şöyle beyan buyuruluyor: Yüce Varlığa (and olsun ki. Allah Teâlâ) sözünde sadıktır. (Size) olan (vaadini) de. Uhud gazvesinde yardıma kavuşacağınıza dair olan müjdesini de (yerine getirdi) bu ilâhî müjde de tecelli etti. (O zaman ki) savaş meydanında (onları) o düşmanlarınızı (Cenâb-ı Hakkın izniyle) onun emriyle, yardımıyla (kesip doğruyordunuz). Büyük kahramanlıklar gösteriyordunuz. İşte o vadedilen yardım, bu şekilde ortaya çıkmış bulunuyordu.
(Ta ki o sevdiğinizi) o vadedilen yardım, galibiyeti Cenab’ı Hak (size gösterdikten sonra siz) bunun şükrünü yerine getirmek için Peygamber’in emrine tamamen uymanız lâzım gelirken bilâkis (isyan ettiniz) o emre muhalefette bulundunuz. Savaştan (yılgınlık gösterdiniz, emîrde) Rasûli Ekrem’in:
Yerinizden ayrılmayın diye yapmış olduğu tenbih hususunda (tartışmaya kalkıştınız) düşmanlarınız bozguna uğrayınca kiminiz peygamberin emrine uyarak yerlerinizden ayrılmadınız, kiminiz de artık yardım geldi diye korumakla görevli olduğunuz noktadan ayrıldınız. (İçinizden kimi) ganîmet sevdasiyle bulunduğu merkezi terketti, (dünyayı istiyordu) bir an evvel ganîmete ulaşmak arzusunda idi (ve sizden kimi de âhireti istiyordu) mânevî mükâfata kavuşmak için peygamberin emrine riayet ediyor, bulunduğu noktadan ayrılmıyordu.
Nitekim ashabı Kiramdan Abdullah ibni Cübeyr, beraberindeki on kadar zat ile beraber şehit oluncaya kadar bulundukları noktadan ayrılmamışlardı. İşte ey müslümanlar!.
Sizin bu galib gelme durumunuzdan (sonra) dır ki, Cenab’ı Hak (sizi imtihan etmek için) içinizden ihlâslı olanlar ileolmayanları meydana çıkarmak için sizi (onlardan) o düşmanlardan (çevirdi) onlara karşı sizi bozguna uğramış bir vaziyete soktu, ta ki böyle bir vaziyetin sebep ve hikmetini takdir edenler ile etmeyenler meydana çıksın, Resulûllah’ın emir ve tavsiyelerine uyup ve uymamanın neticeleri anlaşılsın. (Ve maamafih) ey müslümanlar!.
Cenâb-ı Hak affedicidir, merhametlidir. Rasûli Ekrem’in emrine olan muhalef etten dolayı sizi sorumlu tutmayacaktır. (Sizi) lütfuyla (af buyurdu ve) ey müslümanlar!.
(Allah Teâlâ mü’minler üzerine lütuf sahibidir) onların hakkında böyle af ve keremi tecelli eder ve onların uğrayacakları bir bozgun, bir meşakkat da haklarında bir imtihandır ki, o da onlar için bir rahmettir, bir sevap ve nîmet vesilesidir. Elverir ki, Allah’ın takdirine rıza gösterilsin, Peygamber’in emrine kasten muhalefet edilmesin.
153. O vakit ki, siz uzaklaşıyordunuz ve hiç bir kimseye dönüp bakmıyordunuz. Peygamber ise sizleri arkanızdan çağırıyordu. Artık Allah Teâlâ sizleri gam üstüne gam ile cezalandırdı. Ta ki hem elinizden giden şeylerden ve hem de sizlere isabet eden şeylerden dolayı üzülmeyesiniz. Ve Allah Teâlâ yaptığınız şeylerden haberdardır.
153. Bu âyeti kerime, Uhud gazvesinde emre muhalefet eden bir kısım İslâm erlerinin uğramış oldukları çeşitli durumları ve affa kavuştuklarını göstermektedir.
Şöyle ki Ey Uhud gazileri!. Hakkınızda ilâhî af (o vakit) ortaya çıkmıştı (ki, siz) savaş meydanından kaçarak (uzaklaşıyordunuz) dağlara çekilmeğe çalışıyordunuz (ve hiç bir kimseye dönüp bakmıyordunuz) hep kendinizi kurtarmakla meşgul bulunuyordunuz. (Peygamber) Hz. Muhammed Aleyhisselâm (ise sizleri arkanızdan çağırıyordu) Ey Allah’ın kulları!. Ey Allah’ın kulları!. Bana geliniz, ben Allah’ın Resûlüyüm, kim bana dönerse ona cennetvardır diyordu.
(Artık Allah Teâlâ sizleri) bir uyanma vesilesi, bir af ve mağfiret sebebi olmak için (gam üstüne gam ile cezalandırdı) çeşit çeşit kederlere uğradınız. Meselâ: O sırada düşmanların galip görülmesi bir gamdı, Resulûllah’ın emrine muhalefet bir gamdı, Peygamberimizin yaralanması, şehit olduğunun yayılması bir muazzam gamdı, tövbekâr olabilmek için bozgunu bırakıp tekrar savaş meydanına atılmak endişesi bir gam idi. Böyle büyük gamlara uğramak da ilâhî affın gelmesine bir vesile teşkil etmiş bulunuyordu.
(Ta ki) sizler ey müslüman gaziler! (Hem elinizden çıkan şeylerden) ganimet mallarından ve saireden dolayı hüzün ve kedere düşmeyesiniz (ve hem de sizlere isabet eden şeylerden) öldürülmek ve bozguna uğramak gibi felâketlerden dolayı (üzülmeyesiniz) ilâhî affa uğramayı en büyük bir nîmet bilip onunla teselli olasınız (Ve Allah Teâlâ yaptığınız şeylerden) bütün hareketlerinizden, maksatlarınızdan (haberdardır) artık daima basiret sâhibi bulunur, Allah’ın takdirine razı olup Peygamber’in emrine boyun eğerseniz daima Rabbinizin af ve lütfuna ulaşmış olursunuz.
154. Sonra o gamın ardından üzerinize bir emniyet, hafif bir uyku indirdi ki, sizden bir gurubu örtüp kaplayıverdi. Sizden bir gurubu da nefisleri kaygıya düşürmüştür Allah Teâlâ’ya karşı cahilliye zannı gibi hakka muhalif bir zanda bulunuyorlardı. Diyorlardı ki: Bize bu emirden bir şey var mıdır? De ki: Şüphesiz emrin hepsi de Allah’ındır. Onlar sana açıklamayacakları şeyleri kendi nefislerinde gizleyiverirler.
Derler ki: Eğer bizim için bu emirden bir şey olsaydı burada öldürülmezdik. De ki: Eğer sizler evlerinizde olsaydınız, üzerlerine öldürülmeleri yazılmış olanlar yine çıkar, ölüp yatacakları yerlere kadar muhakkak giderlerdi. Ve Allah Teâlâ göğüslerinizin içinde olanı meydana koymak ve kalplerinizde olanı temizlemek için bu hadiseyivücuda getirirdi. Ve Allah Teâlâ göğüslerde bulunanları hakkıyla bilendir.
154. Bu âyeti kerime de Uhud gazvesinde ve İslâm ordusunda bulunan gurupların ruh hallerini göstermekte ve bir kısmının cahilce iddialarına karşı lâzım gelen cevabı vermektedir. Şöyle ki: Ey müslüman topluluğu! (Sonra) Uhud gazvesinde sizi bozguna uğratıp (o) uğramış olduğunuz (gamm) o hüzün ve kederin, perişanlığın (ardından üzerinize) Cenâb-ı Hak (bir emniyet) yani: Düşünceden uzak (hafif bir uyku indirdi ki) o uyku (sizden bir gurubu) hakikaten mü’min, Peygambere tâbi olanları (örtüp kaplayıverdi) artık onlar korku kalmamış gibi bir uyur halde bulundular, vücutları istirahete kavuştu.
Çünkü: Onlar, Rasûli Ekrem’in peygamberliğine kat’î surette inanmışlardı. Cenâb-ı Hak’kın ona ergeç yardım edeceğine kanaat getiriyorlardı. Öyle geçici bir bozgunun müslümanları mahv edemeyeceğini ve köklerinin kazınmasına sebep olamıyacağını biliyorlardı. Artık böyle bir emniyet ve kanaat sayesinde rahat olarak yaşıyorlardı. Maamafih öyle tehlikeli bir zamanda bu zatların böyle korkusuzca uykuya dalıp rahat etmeleri de onlar için mânevî bir mükâfat demekti, Cenab’ı Hak’kın onları hıfzedeceğine dair kuvvetli bir delil mahiyetinde idi. Ey Allah’ın birliğini kabul edenler!.
Aranızda (bir gurubu da) münafık bir topluluğu da (nefisleri kayguya düşürmüştü). Bunlar yalnız kendi nefislerini düşünüyorlardı. Bunlar ne Resûlullah’ı ve ne de onun mübârek ashabını düşünürlerdi. Onlar bu savaşa yalnız ganimete ulaşma arzusu ile gelmişlerdi. Bunu elde edemiyeceklerini anlayınca ümitsizliğe düştüler, büyük bir korkuya tutuldular, kaçıp kendilerini kurtarmak istiyorlardı.
O münafık gurup (Allah Tcâlâ’ya karşı cahiliye) ehlinin bâtıl (zannî gibi hak’ka muhalif bir zanda bulunuyorlardı) Cenâb-ı Hak’kın YücePeygamberine artık yardım etmiyeceğini sanıyorlardı, müslümanlığın yok olacağını zannediyorlardı. Bu münafıklar (diyorlardı ki: Bize bu emirden) düşmanlarımıza galibiyetimize dair (birşey), bir ümit, bir işaret (var mıdır?) ki, biz de zafere kavuşalım. Habibim!
Onlara (de ki: Şüphesiz emrin hepsi de Allahındır) Hakikî şekilde galibiyet Allah içindir ve onun velilleri içindir. Veya hüküm ve kaza Cenab’ı Hak’ka mahsustur, kulları hakkında hikmet ve menfaat gereği ne ise onu meydana getirir ve dilediği şekilde hükmeder. Resûlüm!. (Onlar) o münafıklar (sana açıklayamayacakları şeyleri) müslümanların mağlûp, düşmanlarının galip olmaları hakkındaki kalbî temennilerini (kendi nefislerinde gizleyiverirler) bu temennilerini açığa vurmaya münafıkça hareketleri mâni olur.
O hainler (derler ki:) Hz. Muhammed’in vâd ettiği gibi (eğer bizim için bu emirden) bu yardım ve galibiyetten (bir şey olsaydı) veyahut: Bu harbe iştirâk edip etmemek hususu bizim irademize, arzumuza bırakılmış olsa idi veya müslümanların galibiyeti hakkındaki açıklamalar, doğru bulunsa idi bizler (burada öldürülmezdik) buraya gelip böyle ölüme, ve yenilgiye uğramazdık Yüce Peygamberim!
Onlara (de ki: Eğer siz evlerinizde olsaydınız) böyle savaş için harice çıkmamış bulunsa idiniz, sizden (üzerlerine öldürülmeleri yazılmış olanlar) ölmeleri takdir edilmiş bulunanlar (yîne) birer sebeple evlerinden (çıkar, ölüp yatacakları yerlere kadar) ölümün pençesine düşerek takdir edilen kabirleri tarafına (muhakkak giderlerdi).
Evet… Allah’ın takdiri değiştirilemez, nice kimseler savaşa iştirâk ederler de ölmezler, nice kimseler de evlerinde ikamet ettikleri halde ölür giderler. (Ve) ey savaş meydanlarına atılanlar! (Allah Teâlâ gögüslerînizin içinde olanı) kalblerimzdeki ihlâs ve nifakı (meydana koymak) sizleri imtihana tâbi tutmak (ve kalblerinizde olanı)vesveseleri, şüpheleri giderip (temizlemek için) bu hadiseyi, bu Uhud gazvesindeki vaziyeti meydana getirdi (ve) maamafih (Allah Teâlâ gönüllerde) kalblerde gizli (bulunanları) daha meydana çıkarılmadan evvel de (hakkiyle bilendir) ne büyük bir müjde ve bir tehdit!
Artık ey insanlık kütlesi, ona göre hareket ediniz!. Evet… Şüphe yok ki Allah Teâlâ Hazretleri gaybları bilendir. O her şeyi daha meydana gelmeden evvel de hakkıyla bilir. Kimseyi imtihana hâşâ ihtiyacı yoktur. Ancak herkesin mahiyetini, imân derecesini ve ihlâsını umuma karşı meydana çıkarmak için onları imtihana çeker, onların vaziyetlerini hikmeti gereği başkalarına karşı açığa vurmuş olur. İşte Uhud gazvesindeki ilâhî imtihan da böyle bir fayda ve hikmete dayanmaktadır.
155. Şüphe yok ki, iki ordunun karşılaştığı gün sizden geri dönenler yok mu, onların ayaklarını bazı kazanmış oldukları kusurları sebebiyle şeytan kaydırmak istemiştir. Ve maamafih Allah Teâlâ onları muhakkak affetmiştir. Şüphe yok ki. Allah Teâlâ çok bağışlayandır, halimdir.
155. Bu âyeti kerime, Uhud gazvesindeki yenilgiye bazı kusurların sebebiyet verdiğini bildiriyor. O gibi kusurlardan kaçınılmasına şöylece işaret ediyor. (Şüphe yok ki iki ordunun) Uhud gazvesinde müslüman kuvvetleriyle, müşrik kuvvetlerinin (karşılaştığı gün) Ey müslümanlar!. (Sizden geri dönenler yok mu) ki, İslâm ordusunun ekseriyyetini teşkil ediyorlardı, (onların ayaklarını) o gaza meydanında sebat edip durmaktan (bazı kazanmış oldukları kusurları sebebiyle) meselâ:
Peygamber’in emrine aykırı olarak doğusu terketmeleri, ganîmete hırs göstermeleri gibi günahları yüzünden (şeytan kaydırmak istemiştir) artık şeytanın arzusuna uygun ve vesvese vermesine müsait olan o gibi yakışıksız hareketlerden uzakbulunmalıdır. (Ve maamafih) o zatlar tövbekâr olmuş, özür dilemiş oldukları için (Allah Teâlâ onları muhakkak affetmiştir.)
Günahtan tövbe eden, hiç günah işlememiş gibidir. (Şüphe yok ki, Allah Teâlâ) tövbeleri kabul eder, (çok bağışlayandır) günahları af ve setreder (halimdir) kullarının cezalarını acele etmeyip tövbe edebilecekleri kadar kendilerine mühlet ihsân buyurur. Artık kulların üzerlerine düşen vazife odur ki, bu ilâhî lütuf dan dolayı şükür borçlu olduklarını bilip kusurlarından bir an evvel tevbe ederek af dilemiş olsunlar!
156. Ey imân edenler! Kâfir olanlar ve kardeşleri için sefere çıktıkları veya gaziler oldukları zaman, “eğer onlar bizim yanımızda olsalar idi ne ölürlerdi ve ne de öldürülmezlerdi” diyenler gibi olmayınız. Allah Teâlâ onu kalplerinde bir hasret kılmak için yapmıştır. Halbuki Allah Teâlâ yaşatır, öldürür ve Allah Teâlâ yaptığınız şeyleri hakkıyla görücüdür.
156. Bu mübârek âyetler de müslümanları uyandırmaktadır. Düşmanlarının sözlerine iltifat etmemelerini tenbih etmektedir. Ve Allah yolundaki fedakârlıkların pek büyük bir nîmete, Hak Teâlâya kavuşmaya vesile olacağını bildirmektedir.
Şöyle ki: (Ey imân edenler!) ey hakikî mü’minler!. Siz o (kâfir olanlar ve) nifak veya neseb itibariyle (kardeşleri için) ticaret için veya sair bir iş için (sefere çıktıkları veya gaziler oldukları zaman) vefat edince veya öldürülmüş olunca (eğer onlar bîzim yanımızda olsalardı ne ölürlerdİ ve ne de) başkaları tarafından (öldürülmezlerdi) yaşar dururlardı (diyenler gibi olmayınız) Ey müslümanlar!
Böyle yanlış bir iddiada siz bulunmayınız (Allah Teâlâ onu) o münafıkların bu sözlerini (kalblerinde bir hasret kılmak için yapmıştır) onların böyle Allah’ın takdirine aykırı olan kuruntuları, kendi kendilerinin kalblerini kör eder, kendilerini zarar ve ziyan içinde bırakır ve nice şiddetli üzüntülere uğratmış olur.Bununla beraber onların bu sözlerine müslümanlar iltifat etmeyince de onların o mel’unca çalışma ve gayretleri boşa gider, bundan dolayı kalblerinde hasret, şiddetli bir üzüntü vücude gelir, bu cihetle de zarar ve ziyana uğrarlar. Onların bu lâkırdıları ne kadar yanlıştır!.
(Halbuki, Allah Teâlâ yaşatır ve öldürür) hayat ve ölümde tesir edici olan, O’dur. Yoksa ikamet ve sefer halleri değildir. Cenâb-ı Hak, bazen misafirleri, gaziler! yaşatır, bazen da birçok kimseleri yurtlarında kalıcı oldukları halde öldürür. (Ve Allah Teâlâ yaptığınız şeyleri hakkiyle görücüdür.) Artık Ey Müslümanlar. Hareketlerinizi ona göre tanzim ediniz, o münafıkların sözlerine bakmayınız. Cenâb-ı Hak sizlere amellerinize göre mükâfat ve ceza verecektir.
157. Ve andolsun ki: Allah Teâlâ’nın yolunda öldürülürseniz veya ölürseniz Allah Teâlâ’dan bir mağfiret ve rahmet, onların topladıkları şeylerden hayırlıdır.
157. (Ve) Ey müslümanlar! (Andolsun ki Allah Teâlâ’nın yolunda) cihad meydanında (öldürülürseniz veya) size ölüm gelip te hak yolunda (ölürseniz) sizin için (Allah Teâlâ’dan bir mağfiret ve rahmet) vardır. Sizin günahlarınızı affeder ve örter ve sırf ilâhî rahmetinin eseri olarak sizi nîmetlere, cennetlere kavuşturur.
Böyle bir mağfiret ve rahmet ise (onların) o yalnız dünya için çalışan gafillerin (topladıkları şeylerden) dünyadaki servet ve zenginlikten elbette pek fazla (hayırlıdır) bunlar fânidir, meşru şekilde elde edilmemiş olursa sâhibi için sorumluluğu, azabı gerektirmektedir. Mağfiret ve rahmet ise ebedî selâmeti temin edecek, ebediyyen ve her şekilde yüceltmeye lâyık birer nîmettir. Artık akıllı zatlar, en fazla bu ebedî nîmeti elde etmeğe çalışırlar, öyle münafıkların sözlerine iltifat etmezler.
158. Ve şüphe yok ki ölseniz de, öldürülseniz de her halde Allah Teâlâ’nın huzurundatoplanacaksınız.
158. (Ve) Ey insanlar!. (Şüphe yok ki) evinizde veya sefer halinde (ölseniz de, öldürülseniz de her halde) ne şekilde hayatı terk etmiş olursanız olunuz (Allah Teâlâ’nın huzurunda toplanacaksınız), başkasına değil, sizin hakkınızda mükâfat ve ceza verecek olan ancak O hikmet sâhibi yaratıcıdır.
Artık hayatınızı ona göre tanzim ediniz, fâni bir menfaat uğrunda ebedî menfaatleri elden çıkarmak gafletinde bulunmayınız. Allah yolunda hayatını feda etmeyi göze alanlar ise yarın âhiret âleminde ne kadar büyük mükâfatlara kavuşacaklardır. Bunu güzelce düşünmelidir. Bu âyeti kerimeler de işaret buyruluyor ki: Müminler hakkında tecelli edecek olan ilâhî mükâfatlar başlıca üç mertebede bulunmaktadır.
Birinci mertebe: Günahların affedilmesi ve örtülmesiyle ilâhî mağfiretin görünmesidir.
Ikinci mertebe: Cennete ulaşmak ve uhrevî nîmetlerden istifade etmek gibi ilâhî rahmetin görünmesidir.
Üçüncü mertebe: Cenab’ı Hak’ka mânevî olarak kavuşmakla Allah’ı görmenin tahakkuk etmesidir.
İşte en büyük nîmet ve devlet te budur. Cenab’ı Hak cümlemize nasip buyursun âmin.
159. İmdi Allah Teâlâ’dan bir rahmet sebebiyledir ki, onlara yumuşak davrandın ve eğer sen çirkin huylu, katı yürekli olsaydın, elbette etrafından dağılırlardı. Artık onları affet, onlar için af talebinde bulun ve onlar ile emr hususunda müşavere yap. Sonra azmettiğin zaman da Allah Teâlâ’ya tevekkül et. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ tevekkül edenleri sever.
159. Bu âyeti kerime, Rasûli Ekrem Efendimizin ashabı kiramına, Uhud gazilerine karşı ne kadar hikmetli ve, faziletli muamelede bulunmuş olduğunu Gösteriyor, bazı hususlar hakkında müşavere yapılmasının lüzumunu bildiriyor ve her yapılmasına karar verilmişişde Cenâb-ı Hak’ka tevekkül ve itimad edilmesini emrediyor.
Şöyle ki: (İmdi) ey Yüce Resûlüm sen Uhud gazvesinde (Allah Teâlâ’dan bir rahmet) yumuşak davranmada başarı (sebebiyledir ki, onlara) o savaş esnasında dağılıp sonra Risalet kapına dönen erlere (yumuşak davrandın) onların hakkında sitemde bulunmayı? nazikçe ve yumuşak bir şekilde muamele yaptın; böyle bir muameleyi başarmak senin için ilâhî bir rahmet idi.
(Ve eğer sen) böyle hareket etmeyip de onlar hakkında (çirkin huylu) kabal muameleli (katı yürekli) merhamet duygusundan beri (olsaydın) o erler senden etkilenir (elbette etrafından dağılırlardı) halbuki öyle bir muamele, peygamberlik vazifesine aykırıdır, Yüce Peygamberlerin gönderilmelerindeki maksat ve hikmete muhaliftir. Çünki peygamberlerin gönderilişindeki asıl maksat, Cenâb-ı Hak’kın hükümlerini halka güzelce ulaştırmaktır. Bu da halkın kalblerini çekecek sözlerle, kendilerine merhametli, ve şefkatli şekilde hitap etmekle mümkün olabilir ve onların bazı kusurlarını affetmekle, kendilerine lütuf ve şefkat göstermekle meydana gelebilir.
Bunun içindir ki; Peygamber olan zatın kötü ahlâktan kalp katılığından uzak olması icap etmiştir, fakirlere, zayıflara çokça yardım etmesi istenmiştir. İşte Rasûli Ekrem Efendimizin bu yüksek ahlâka sahip olduğu Uhud gazvesinde de görülmüştür, İnsanlık icabı bozguna uğrayıp sonra pişman olarak peygamberin yanına dönen gazilere karşı sert şekilde muamelede bulunmuş olsaydı, Rasûli Ekrem’in heybetinden, hiddetinden sıkılarak etrafından tamamen dağılır giderlerdi. Böyle bir hal ise müslümanlar için zararlı olurdu, düşmanların ise işine yarardı.
Binaenaleyh Rasûli Ekrem, Sallallahuteâlâ aleyhi vesellem efendimiz onların hakkında merhametli bir şekilde muameledebulunmuştu. İşte Hak Teâlâ Hazretleri de o yüce peygamberine şöyle emir etmişti: (Artık) Resûlüm!. (Onları) o harb esnasında dağılıp gitmiş, emrine muhalefet eylemiş olanları (affet) yaptıklarından dolayı kendilerini hesaba çekme (onlar için af talebinde bulun), onların günahlarının affını ulûhiyyet makamından temenni et, tâki senin bu şefaatini kabul ederek onları mağfiretime kavuşturayım.
(Ve onlar ile) cihad ve benzeri konulara ait (emir hususunda danışmada bulun) bu suretle onların hakkında iltifat göster, onlara kıymet vermiş ol, kalblerini kazanmaya kendilerine kırgın olmadığını göstermeye gayret et. (Sonra azîm ettiğin zaman) yaptığınız danışma neticesinde bir şey için kat’î karar verdin mi, artık (Allah Teâlâ’ya tevekkül et) istişareye ve. saireye güvenme, Cenab’ı Hak’ka itimad et, ondan muvaffakiyet bekle (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ tevekkül edenleri sever) onlara yardım eder, onları iyiliğe, hayırlı yola sevkeder.
§ Tevekkül, güzel bir kuluk, vazifesidir. Bundan maksat, sebeplere başvurmak sarılmakla beraber arzu edilen işin gerçekleşmesini Cenab’ı Hak’ka ısmaramak ve havale etmektir. Binaenaleyh tevekkül tabiri, istişareyi, sebeplere sarılmayı tamamen terk ve ihmal etmek demek değildir.
Fakat arzu edilen bir şeyin sebeplerine sarılmakla beraber onun meydana gelmesini Cenab’ı Hak’ka havale etmek, kulluk ve hikmet gereğidir. Çünkü arzu edilen şeyin hakikaten faideli, menfaata uygun olup olmadığını ancak Cenab’ı Hak bilir. Binaenaleyh öyle bir şeyi Hak Teâlâ Hazretlerine havale edip ondan hayırlısını rica etmek, bir kulluk özelliğidir, bir hükmet gereğidir.
§ Müşavereye gelince: Bu, herhangi bir iş hakkında danışmak, bazı kimselerin reyine, mütalaasına müracaat etmek, fikir alış-verişinde bulunmak demektir.
Böyle birmüzakere ve mütalâaya da istişare denir. Bir yerde toplanıp birbirine danışmada, diğer bir ifadeyle meşverette bulunan bil cemaate de “Şura” adı verilir. Müslümanlıkta meşveret, fikir alış-verişi, ferdî ve içtimaî bir prensiptir. Kendi başına hareket ise pek kötüdür.
Rasûli Ekrem Sallallahü Aleyhi Vesellem Efendimiz bile hakkında ilâhî vahiy inmeyen ve dini esaslara ait olmayan, cihat ve diğer bazı dünya ile alakalı hususlarda ashabı kiramı ile danışmada bulunurdu, bununla görevli idi. İşte izahında bulunduğumuz bu âyeti kerime de bunu ifade etmektedir. Tefsir kitaplarında ve özellikle Tefsiri Kebirde yazılı olduğu üzere Rasûli Ekrem Efendimizin ashabı kiramı ile danışmada bulunması birçok hikmetlere, faydalara dayanmaktadır. Başlıcaları şunlardır:
1 – Rasûli Ekrem’in ashabı kiramı ile danışmada bulunması, onlara olan aşırı sevgisini, yönelişini gösterir ve onların kadir ve kıymetlerini arttırmış olur. Onlara danışmaya tenezzül buyurmasa idi, onlara bir ihanet sayılabilir, onların yanlış düşüncelerine sebebiyet verebilirdi.
2 – Rasûli Ekrem efendimiz, şüphe yok ki aklen de bütün insanların en mükemmeldir. Bununla beraber düşünülecek şeyler sonsuzdur. Çeşitli menfaatlerden bazıları bir zatın hatırına geldiği halde diğerbir zatın hatırına hemen gelmeyebilir. Bu sebeple danışma faidelidir. Hattâ Peygamber efendimiz büyük bir tevazu göstererek şöyle buyurmuştur: Siz dünyanızın işlerini daha ziyade bilirsiniz. Bende dininize ait şeyleri daha ziyade bilirim.
3 – Resulûllah’ın danışma ile görevlendirilmiş olması, ümmeti için danışmaya riâyetin lüzumunu bildirir. Nitekim: Bir hadisi şerifte şöyle buyrulmuştur: Bir kavim istişarede bulundukça işlerinin en doğrusuna yol bulmuş olur.) Yâni medenî, ve siyasî işlerde başarıya ulaşır.
4 – Peygamber efendimize istişare emredilmiştir ki, danışma hususunda da ümmeti ona uysun ve bu suretle danışma peygamberin sünneti olsun.
5 – Rasûli Ekrem’in ashabı kiramiyle danışmada bulunması onların reylerinden istifade etmesi için değildir. Belki onların akıllarının, düşüncelerinin derecesini bilmesi ve Resûlullah’a olan sevgi ve bağlılıklarını anlaması içindi.
6 – Rasûli Ekrem Hazretleri, Uhud gazvesi sırasında ashabı kiramı ile danışmada bulunmuş, Medine’i Münevvere’den çıkmamak görüşünü kabul eder gibi görünmüştü. Bazı zatlar ise dışarı çıkılmasını uygun bulmuşlar, o suretle hareket edilmiş, fakat neticesi istenilene uygun olmamıştı.
Artık Rasûli Ekrem efendimiz onlar ile bir daha danışmada bulunmayacak olsaydı, onlara karşı mübârek kalbinde bir gücenme kalmış olduğuna delâlet edebilirdi. Binaenaleyh Cenab’ı Hak bu vak’adan sonra bu danışma ile emretmiştir ki; bu istişare onlara karşı peygamberin kalbinde bir gücenme eseri kalmadığını göstersin. Ne büyük bir ahlâkî fazilet!
İSLÂM DİNİNDE İSTİŞARENİN EHEMMİYETİ:
1 – Bilinmektedir ki; İslâm dininin en büyük hükümleri: Kur’ân’ı kerim ile, peygamberin hadisleri ile açıklanmış, birçok hükmü de yinebu iki esasa dayanarak ümmetin icmai ile tesbit edilmiştir.
Artık bu gibi hususlarda danışmaya mahal yoktur. Aksi takdirde mukaddes dinin kat’î hükümlerine uyulmamış, apaçık olan dine karşı cephe alınmış, İslâm âlemi büyük bir ayrılığa düşmüş olur. Fakat bazı dünyevî, idarî, siyasî meseleler vardır ki: Bunların hükümleri örf ve adete, zamanın değişmesine, sosyal hayatın çeşitli ihtiyaçlarına bağlı olduğundan işte bu gibi hususlarda danışmaya lüzum vardır. Bu gibi danışmalar peygamberin sünneti gereğidir. Bu gibi hususlarda fikir alışverişi ferdî ve sosyal bir prensiptir.
2 – Evet… İstişare, hakkında şer’î delil bulunmayan yerlerde bir peygamber sünnetidir. Rasûli Ekrem efendimizin bir kısım dünyevî, idarî işlerde müslümanlarla danışmada bulunmasının kendisine emredilmiş olması bu muhterem ümmet için bir hikmet dersidir.
Şöyle ki: İlâhî vahye sahip olan, en yüksek akıl ve zekâ ile donatılan ve bütün İslâm âleminin önderliğini elinde bulunduran Hz. Muhammed aleyhisselâm ümmetiyle danışmaya tenezzül buyurunca artık ümmetin fertlerinin birbiriyle danışmada bulunmayı? da baskıcı ve zorbacı hareketlerde bulunmaları naslı caiz olabilir?. Siyeri kebirde beyan olunduğu üzere Rasûli Ekrem Hazretleri danışmaya büyük bir ehemmiyet verirdi.
Hususi işlerinde bile istişarede bulunurdu. Bir hadisi şerifte: Hiçbir millet, danışmadan zarar görüp helâk olmuş değildir. Danışmayı terketmek ise helâke sebep olur buyurulmuştur.
3 – Müslümanların sosyal hayatlarının danışma ve yardımlaşma üzerine kurulmuş olduğunu şuâyeti kerime ifade etmektedir:
Müslümanların işleri, aralarında danışma iledir. Bütün işlerini danışma ile hallederler ve onlar bizim kendilerine rızık olarak ihsan ettiğimiz şeylerden de muhtaç olanlara infakta bulunurlar. (Şûrâ, 42/38).
Demek ki: Müslümanlar; haklarında dinî hüküm bulunmayan bir takım dünyevî, idarî, sosyal işlerini kendi aralarında bir danışma neticesinde halledeceklerdir. Ve zengin olan müslümanlar, fakirlere, muhtaçlara kendi servetlerinden, nimetlerinden birer hisse ayırarak onların o yoksulluklarını gidereceklerdir. Artık böyle medenî, ve sosyal bir topluluk arasında bir sevgi ve dayanışma ortaya çıkmaz mı? Bunların arasında düşmanlıktan karışıklıktan ve kargaşadan eser görülebilir mi?
4 – Müslümanlıkta danışmanın ne kadar güzel, ne kadar gerekli olduğunu şu hadisi Şerif de göstermektedir:
İstihâre eden zarar etmez, danışmada bulunan pişmanlık duymaz, iktisada riayet eden de fakir düşmez. Çünkü bu üç şeyi gözeten zat, hayatına güzel bir istikâmet vermiş, hareketini güzelce tanzim etmiş olur.
5 – Müsteşar = Kendisiyle danışmada bulunulan güvenilir, zat, mütefekkir, ve hayrı tavsiye eder olmalıdır, kanaatine muhalif mütalaada bulunup reyinden istifade etmek isteyen kimseyi aldatan, hain bir şahıs demektir. Bir hadisi şerifte: Her kim, kardeşine, kendisiyle danışmada bulunan şahsa doğruyu ve hakkın başka tarafta olduğunu bildiği halde aksine birşey ile işaret eder, ve görüş bildirirse şüphesiz hiyanet etmiş olur.
6 – Müsteşar, kendisini mukayese etmeli hâdise kendisine ait olsa, hakkında ne şekilde hareket edilmesini düşünürse başkası hakkında da öylece düşünüp öylece görüş beyanında bulunmalıdır. Kanaatini, İçerisinde olanı saklamamalıdır. İşte şu hâdisi şerifte bunu emretmektedir:
Kendisiyle istişare olunan kimse, emîndir, mutemettir, kendisiyle danışmada bulunulunca kendi nefsi hakkında yapacağı şey ne ise onu göstersin, o yolda reyini ortaya koysun, aksi takdirde emniyeti kötüye kullanmış olur.
7 – İslâmiyette danışma: Muhtelif görüşlerin tecellisiyle hakkın ortaya çıkmasına yardım edeceği için övülmüştür, sünnettir. Fakat dünyevî gayeler uğrunda müslümanların ihtilâfa düşmeleri, fırka fırka olup biri birine karşı düşmanca bir tavır almaları asla caizdeğildir. Böyle bir hareket, müslümanların sosyal, varlığını zayıflatır, yok olmaya sevkeder. Bundan düşmanlar istifadeye kalkışır.
Bu sebepledir ki, bir hâdisi şerifte: Allah Teâlâ’nın kudret eli, yardım ve desteği cemaat üzerindedir, birlik ve beraberlik içinde yaşayanlar, Allah tarafından desteklenmiş olurlar.
8 – Rasûli Ekrem Sallallahu aleyhi vesellem efendimiz, bir gün dağınık bir halde oturup ayrı ayrı konuşmakta bulunduklarını gördüğü bir kısım sehabe’i kiramına hitaben:
Bana ne oldu!. Sizi fırka fırka görüyorum.
Bu hâdise şerif ve benzerleri, bu soylu ümmet arasında bölünmenin uygun olmadığına işaret etmektedir. Zaten müslümanların aralarına ayrılık sokanların müslümanlardan olmadığını:
hâdisi şerifi de göstermektedir ki, biz müslümanları ayrılığa düşüren, bizden değildir, mânasınadır.
9 – Kısacası: Biz müslümanlar için tam bir din kardeşliği, vatan sevgisi dairesinde hareket ederek karşılıklı olarak iyiliği tavsiye amacıyla istişarede bulunmak bir dinî, ahlâki sosyal vazifedir. Şahsî menfaatler, düşünceler sebebiyle samimî şekilde istişarelerden ayrılmak, tamamen şahsî arzuların benimsenmesini İstemek elbette İslâmiyetin bizlere verdiği terbiyeye, onun bu yoldaki pek lüzumlu emirlerine, tavsiyelerine muhaliftir.
Danışma heyetini teşkil eden zatların bütün gayeleri, hak ve hakikatın ortaya çıkmasını görmekten başka olmayacaktır. Bu gibi zatlarderler ki: Bizim için istenen ve müşterek olan gaye meydana gelsin de bu hususta hangi arkadaşlarımızın reylerine uygun bulunmuş olursa olsun, bizim için her şekilde takdire, kabule lâyıktır…
10 – Şunu da arzedelim ki: Müslümanlardan selâhiyet sâhibi olan zatların bazı hususlarda bir istişare bir ilmî araştırma neticesi olarak çeşitli reylerde, görüşlerde bulunmaları, ve bu bakımdan gumplara, mezheplere ayrılmaları güzel bir niyete, usulü dairesinde bir ictihada dayanmış olduğu için dinî bakımdan güzeldir. Nitekim bir hadisi şerifte: Ümmetimin ihtilâfı, bir mesele hakkında bir ictihad neticesi olarak güzel bir niyetle muhtelif reylerde bulunmaları bir rahmettir, haklarında genişlik ve kolaylığa bir vesiledir.
Bunun içindir hi: Ehli sünnetten olan bütün müctehidlere İslâm milleti hürmet eder, hiç birinin ictihadını küçümsemez. Fakat dinin esaslarına muhalif, şahsî kuruntulara dayanan ihtilaflar ise bütün İslâm milleti için zararlıdır, bir felâkettir ve hak’kın rızâsına aykırı olduğu cihetle büyük bir günahtır. Binaenaleyh bunlardan da son derece kaçınmak lâzımdır.
11 – Bilindiği üzere “İslâmî ilimler” den biri de “münazara âdâbına ait olan ve “Edeb ilmi” denilen mühim bir ilimdir. Bu ilim gösteriyor ki: Vaktiyle İslâm âlimleri bir mesele hakkında tartışma ve münazarada bulununca hepsinin asıl maksadı hakikatın tecellisini görmekten ibaret bulunurdu. Bununla beraber her biri arzu ederdi ki: Bu hakikat arkadaşı tarafından meydana çıkarılmış olsun. Tâki: Kendi nefsine bir gurur gelmesin ve arkadaşı da -ben reyimde isabet edemedim- diye üzülmesin. Ne güzel bir ahlâk, ne fazilet geliştiren ilmî bir toplantı.
160. Eğer Allah Teâlâ size yardım ederse artık size galip olacak kimse yoktur. Ve eğer sizi bozguna uğratırsa artık ondan sonra size yardım edecek kimdir. Ve mü’minler ancak Allah Teâlâ’ya tevekkül etsinler.
160. Bu âyeti kerime, her hususta ancak Cenab’ı Hak’tan yardım ve başarı beklenilmesine ve ona tevekkül ve itimat edilmesine işaret buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey müslümanlar!, (eğer Allah Teâlâ size yardım eder) de sizi Bedir gazvesinde olduğu gibi düşmanlarınızın üzerine galip kılar (sa artık size galip olacak) bir kuvvet, bir düşman (yoktur) hakkınızdaki ilâhî lütfa, ve Allah’ın iradesine muhalif bir hareketin meydana getirilmesi asla mümkün değildir. Fakat Cenab’ı Hak Uhud gazvesinde olduğu gibi (sizi bozguna uğratırsa) size çokca yardım etmezse (artık ondan) o Yüce Yaratıcının yardımını kesmesinden (sonra size yardım edecek kimdir?)
Elbette yardım edecek bir kimse yoktur. Binaenaleyh bütün mü’minler yardım ve başarıyı Cenab’ı Hak’tan niyaz etmelidirler. (Ve mü’minler ancak Allah Teâlâ’ya tevekkül etsinler) Kendi kuvvetlerine vesaireye güvenmeyip yalnız Allah Teâlâ’ya itimat ve sığınarak yardım ve başarıya ulaşmayı ancak o Yüce Yaratıcıdan beklesinler. Bundan başka selâmet yolu ve kurtuluş yoktur.
161. Bir Peygamber için emanete hiyanet etmek doğru olamaz. Her kim hiyanet ederse o hıyanet ettiği şey ile kıyamet gününde gelir. Sonra her şahsa kazanmış olduğu şey ödenir ve onlar zulüm olunmazlar.
161. Bu âyeti kerime de bütün Peygamberlerin hiyanetten, Peygamberlik vazifesine aykırı olan şeylerden uzak olduklarını bildirmekte ve herkesin kendi ameline göre mükâfat veya ceza göreceğini tenbih etmektedir. Şöyle ki: Herhangi (bir peygamber için emanete) ganîmet mallarına vesaireye (hiyanet etmek) onları hak edenlere vermeyip benimsemek,hakikatı gizlemek (doğru) adalete uygun, peygamberliğin şanına lâyık (olmaz) binaenaleyh Son Peygamber Hz. Muhammed’den de böyle birşeyin meydana gelmesi düşünülemez.
(Her kim hiyanet eder) de kendisine ait olmayan bir şeyi gasb eder ve gizlerse, üzerine düşen vazifeyi yerine getirmekten çekinir (se o hiyanet ettiği şey ile) beraber, onu veya onun günahını boynuna yüklenerek (kıyamet gününde) ceza mahkemesine (gelir) o kötü davranışı herkese duyurulur, onun cezasına kavuşmuş olur.
(Sonra) o kıyamet gününde (her şahsa) dünyada iken (kazanmış olduğu) iyi veya kötü şey ne ise o (şey ödenir) kendisine ya mükâfat veya ceza verilir. İşte hiyanet sahiplerinde de bu hareketlerinin cezası verilecektir. (Ve onlar) öyle kıyamet sahasına sevkedilecek kimseler (zülmolunmazlar) onlardan itaat etmiş olanların sevabı azaltılmaz, âsi olanların azapları da arttırılmaz. Onlar hak ettikleri ceza ne ise ona kavuşmuş olurlar. Artık ona göre düşünmeli!
§ Bu âyeti kerimenin nüzul sebebi hakkında çeşitli rivayetler vardır. Bir rivayete göre Bedir gazvesinde ganîmet malları arasında bulunan bir kırmızı kadife kaybolmuştu. Münafıkların bazıları: Bunu Resûlullah almış olmalıdır, demişler. Onları yalanlamak için bu âyeti kerime nâzil olmuştur.
Diğer bir rivayete göre bu âyeti kerime ilâhî vahiy hakkında nâzil olmuştur. Şöyle ki: Cenâb-ı Hak’kın Yüce Peygamber’ine vahyetmiş olduğu şeyler onun yanında birer ilâhî emanettir. Artık Hz. Peygamberin o vahyedilen şeylerden her hangi birini bir korkudan veya bir dalkavukluktan veya bir şeye rağbetten dolayı saklaması, tebliğ etmemesi asla câiz değildir, ve peygamberliğin şanına yakışmaz.
Halbuki, bazı müşrikler, Rasûli Ekreme müracaat ederek kendi dinlerinin, kendi tapındıkları putlarınınaleyhindeki âyeti kerimeyi yaymamasını ve tebliğ buyurmamasını istemişler. Bunun üzerine bu âyeti kerime inmiş, bir Peygamber için tebliğ etmekle görevli olduğu bir hakikatı gizleyip tebliğ etmemek, Allah’ın dinine karşı bir hiyanet mahiyetinde bulunacağından onun câiz olmaması bu şekilde ifade edilmiştir.
162. Ya Allah Teâlâ’nın rızâsına tâbi olan kimse. Âllah Teâlâ’dan müthiş bir gazapla dönen ve durağı cehennem bulunan kimseye benzer mi? Ne fena bir dönüş yeri.
162. Bu mübârek âyetler, Cenâb-ı Hak’ka itaat edenler ile, etmeyenlerin meselâ, cihada iştirâk etmiş olanlar ile olmayanların, emanete hiyanet etmiş bulunanlar ile bulunmayanların aralarındaki farka işaret etmektedir.
Şöyle ki: (Ya Allah Teâlâ’nın) dinine riayet eden ve onun azabından korkup (rızâsına tabi) onun emirlerine boyun eğen, onun yasakladığı şeylerden, meselâ ganîmet malına hiyanetten, ve diğer haklara tecavüzden uzaklaşmış (olan kimse) işlediği günahlar, hiyanetler sebebiyle (Allah Teâlâ’dan müthiş bir gazabla) cezaya uğrayan zarar ve ziyan içinde lâyık olduğu cezâ yurduna (dönen) âhiret âlemine intikal eden (ve) orada (durağı) ikametgâhı (cehennem bulunan kimseye benzer mî?) elbette benzemez.
O cehennem (Ne fena bir dönüş yeri) bulunmaktadır. Bu âyeti kerime de Rasûli Ekrem’in ganîmet malından herhangi birşeyi benimsemiyeceğine işaret ederek onun kadrinin yüceliğine işaret etmektedir.
163. Onlar Allah Teâlâ’nın katında derece derecedirler. Ve Allah Teâlâ yaptıkları şeyleri hakkıyla görücüdür.
163. (Onlar) insanlar, kabiliyetleri, hareket tarzları, Hak’ki gözetici olup olmamaları itibariyle (Allah Teâlâ’nın katında) onun manevî katında, onun hüküm sahasında (derece derecedirler) farklı mertebelerde bulunmaktadırlar. Sevaba ulaşma ve cezaya uğrama itibariyle de dereceleri mertebelerifarklıdır. (Ve Allah Teâlâ) o insanların bütün (yaptıktan şeyleri) ezelî ilmiyle bilmektedir. Ve onları (hakkiyle görücüdür.) Binaenaleyh herkes Allah’ın yanında lâyık olduğu mükâfat ve cezaya kavuşacaktır.
Artık daha fırsat elde iken hakikî istikbali temine çalışmalıdır. Bilginlerin de açıklamasına göre insanların ruhları çeşitlidir, farklı derecelere sahiptir. Bazıları zekidir, bazıları ahmaktır, bazıları parlak, nuranidir, bazıları da bulanık, karanlıktır, bazıları değerlidir, bazıları da değersizdir.
Bütün bu ihtilaflar bedenî meydana getiren unsurlardan değil, ruhların mahiyetindeki farklılıktan doğmaktadır.
Nitekim bir hadisi şerifte de: İnsanlar altın ve gümüş mâdenleri gibi madenlerdir. Kabiliyetleri, özellikleri farklıdır buyrulmuştur.
Kısacası temiz bir ruha, güzel bir itikada, hayırlı amellere muvaffak olanların dereceleri Allah katında pek yücedir. Hilâfına hareket edenlerde cehennemin en alt tabakasına atılacak, lâyık oldukları cezalara kavuşacaklardır. Cenab’ı Hak cümlemize uyanıklıklar nasip buyursun. Âmin…
164. Andolsun ki, Allah Teâlâ mü’minlere lütufta bulundu. Çünkü içlerinde kendilerinden bir peygamber gönderdi ki: Onlara Hak Teâlâ’nın âyetlerini okuyor ve onları temizliyor ve onlara kitap ve hikmeti öğretiyor. Halbuki bundan evvel apaçık bir dalâlet içinde bulunmuş idiler.
164. Bu âyeti kerime, Rasûli Ekrem’in yaratılışının yüceliğini ve bütün insanlık için ne büyük bir hidayet rehberi olduğunu bildiriyor, kendisine tâbi olanların ahlâk ve hareketlerini düzeltme ve yüceltme de ne kadar gayretgösterdiğini ifade etmektedir.
Artık o büyük fazilet ve olgunluklarla donatılmış olan Yüce Peygamber’in ganîmet malı benimsemeye tenezzülden ve diğer şahsî menfaatler takibinden uzak olduğuna da şöylece işaret etmektedir. (Andolsun ki: Allah Teâlâ mü’minlere lütufta bulundu) Yâni: İmân şerefine ulaşan, Rasûli Ekrem’e uyan, onun kadrinin yüceliğini itiraf eden zatlara lütuf ve ihsanda bulunmuş oldu.
(Çünkü içlerinde kendilerinden) kendi cinslerinden veya kendileriyle aynı soydan olan zatlardan (bir peygamber gönderdi ki) Yâni Hz. Muhammed’i yüce bir Rasûl olarak gönderdi ki, onun ne kadar ahlâkî olgunluklarla vasıflanmış olduğunu gördüler, onun ne büyük bir soy şerefine, şahsî üstünlüklere sahip olduğunu bilip anladılar.
Ve öyle bir Yüce Peygamber ki (onlara) o gönderildiği zatlara (Hak Teâlâ’nın âyetlerini) Kur’ân’ı Kerim’i (okuyor) halbuki, onlar vaktiyle cahiliye ehlinden idiler, kulaklarına böyle ilâhî vahiyden birşey çarpmamıştı. (Ve onları temizliyor) onları kötü özelliklerden, bozuk akidelerden temizliyor (ve onlara kitap ve hikmeti öğretiyor) onlara Kur’ân’ı Kerim’i ve peygamberin sünnetini öğretiyor.
Telkin ediyor, onların nazarî kuvvetlerini, amelî kuvvetlerini artırmaya yardım ediyor. Bu sayededir ki, asırlardan beri cehalet, mahkûmiyet içinde kalmış olan arap kavminden, âlim, fazıl, her şekilde aydın âlemin, nizamını bilen, ictimâî, siyasî, idarî hikmet ve faydaları idrâk eden seçkin bir ümmet meydana geldi, en kuvvetli bulunan Fars ve Rum kavimlerine galebe çaldılar.
(Halbuki) bu İslâmiyeti kabul edip imân nîmetine ulaşan zatlar (bundan evvel) Rasûli Ekrem’e imân etmeden ve tabi olmadan önce (ap açık) şüphe edilemiyecek bir şekilde (dalâlet içinde bulunmuş idiler) imândan, hidayetten mahrum, başka milletlerin zulüm ve hakimiyeti altında perişan, kalkınmadan ilim ve irfandan nasipsiz olarak yaşıyorlardı. ArtıkYüce Peygamberimizin bu pek yüce ve eşsiz başarılarını güzelce düşünerek kendisine bağlılığımızı teşekkürlerimizi arttırmağa çalışmalıyız. Sallallahu Teâlâ aleyhi vesellem.
§ Hz. Peygamber’in gönderilmesinden evvel Arabistan’ın hâli: Vaktiyle dünyanın her tarafı gibi Arabistan’da cehalet içinde kalmıştı, halk, hakikî dinden ahlâkî faziletlerden ayrılmış, parça parça olmuş, putlara, insanlara tapılmakta bulunulmuştu. Halk arasında içki, kumar, fuhşiyat gibi şeyler pek çoğalmıştı. Hele Arabistan pek acınacak bir halde idi. Araplar arasında bazı şairler, ve edip kimseler yetişmişti.
Fakat bunlar sayılı olmakla beraber çeşitli ilim ve fenlerle yetiştirilmiş değildirler, yazı yazmaktan bile acizdiler, aralarında şiddetli bir düşmanlık da vardı. Kabileler daima birbiriyle çarpışıp dururlardı. Allah’ın birliğini bırakmışlardı.
Bütün hadiseleri çeşitli ilâhlara, putlara, isnat ederlerdi. Güneşe, aya, yıldızlara ve bazı meşhur şahıslara taparlardı, melekleri Allah Teâlâ’nın kızları diye tanırlardı. Kâbe’i Muazzama’da (360) put bulunuyordu. İşte Yüce Peygamber’imiz Arabistan’ı bu halde bulmuştu.
§ Resulûllah’ın pek yüksek varlığı: Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa Aleyhissalâtü vesselâm efendimiz, milâdın 571 inci senesinde Mekke-i Mükerreme’de dünyaya gelmiştir. Kendisi Kureyşin kabilesinin Alihaşım ailesindendir. Bu en soylu bir ailedir.
Hz. Peygamber daha doğmadan iki ay önce muhterem pederî Abdullah vefat etmekle yetim kalmıştı, dünyaya gelişinden altı sene sonra da muhterem validesi Hz. Âmine vefat etmiş, Hz. Peygamber efendimiz amcası Ebû Talib’in yanında kalmıştı. Rasûli Ekrem efendimizin bütün hayatı iffetle, sadakatle, ve temiz bir şekilde geçmişti, Cenâb-ı Hak kendisini korumuştu. Putlara ve diğer batıl şeylere daima muhalif bulunmuş, kendisinden asla yalan, hainlik hak’ka muhalefet görülmemiştir.
Kırk yaşına kadar ne bir ilim meclisinde bulunmuş, ne de bir kimseden birşey okuyup yazmış, bu müddet içinde (Ümmî) bulunarak nübüvvet ve peygamberliğe dair mübarek ağzından bir söz çıkmamıştır. Onun bu hayat tarzı, hikmet gereği idi, hakkında şüphe edilmesine tamamen mâni bulunmuştur ve bütün çevresi onun bu sade, ve temiz hayatını biliyordu.
İşte o mübârek, mâsum zat, böyle kırk yaşına girer girmez etrafında bir takım hârikalar parlamaya başlamış, kendisine Cibrili Emin denilen büyük bir melek gelmiş, kendisini nübüvvet ve risaletle müjdelemiş ve kendisine azar azar Kur’ân’ı Kerim’in âyetlerini, sûrelerini getirip bildirmiştir.
Artık bu vasıta ile ilâhî vahye kavuşan Hz. Peygamber’in mübârek lisanından ilm ve hikmet yayılmaya başlamış, bütûn çevresi tarafından bilinmeyen nice hakikatleri, Allah’ın dinine ait hükümleri, tarihî, ve ibretli olayları açıklayıp durmuştur. O tarihe kadar cehalet içinde kalmış olan Arabistan ve çevresi birden bire uyanmağa başlamış, birçok zatlar Allah’ın dinine ulaşarak cihad meydanlarına atılmış, bütün insanlık için uyulması gereken birer örnek olmuşlardır.
Ve o zamana kadar birçok milletlerin esiri durumunda bulunan araplar kuvvetli bir hükümete kavuşmuşlar ve insanlık dünyasına ilâhî dinî yaymaya başlamışlardır. Rasûli Ekrem Hazretleri bu kadar nîmetlere, başarılara ulaşmışken yine tavır ve hareketini asla değiştirmemiş kendisine yönelmiş bulunan dünya varlığına asla tenezzül göstermemiş, fevkalâde bir sade hayat ile yetinmiş ve peygamberlik vazifesini yerine getirmeye devam ederek bu yolda nice sıkıntılara katlanmıştır.
Bütün bunlar, o Yüce Peygamber’in tabiatındaki üstünlüğü ve mesleğindeki sebat ve büyüklüğü göstermektedir. O Rasûli Ekrem Hazretleri altmış üç yaşlarında olduğu halde hicretin onbirinci senesi reblulevvelin on ikinci pazartesi günü ebediyet âlemine göç etmiş, mübârek cismi Medine’i Münevvere’deki mescidi saadetine defnolunmuştur. Sallallahu tealâ aleyhi vesellem.
§ Peygamberlik ve risalete olan ihtiyaç: İnsanlara Allah’ın dinîni telkin ve hareketlerini tayin için Hz. Adem’den itibaren birçok Peygamberler gönderilmiştir ki onların sonuncusu ve en büyüğü de Hz. Muhammed aleyhisselâtü vesselâm’dır.
Artık onun vasıtasıyla İslâm dini, bütün dünya âlemine ulaştırılmış benzerini getirmek mümkün olmayan Kur’ân’ı Kerim bütün insaniyet âleminde yayılmaya başlamış, İslâmiyete ait kitaplar bütün doğu ve batı kütüphanlerini süslemiştir. Böyle insanlığa Peygamberlerin gönderilmiş olduğundaki faideler ve hikmetler ise sayısızdır. Başlıcaları şunlardır:
1 – insanlar, bir Yüce Yaratıcının varlığına iyice düşünseler aklen kanaat getirebilirler. Fakat o Yüce Yaratıcıya ne şekilde kullukta bulunacaklarını kesdirip tayin edemezler. Ne gibi dinî vazifelerle yükümlü olduklarını da bilemezler, bu hususta muhtelif kanaatlardan kurtulamazlar, bu yüzden aralarında birlik ve dayanışma meydana gelemez. Fakat Yüce bir Peygambere tabi olunca bu gibi hallerden, zararlı ihtilâflardan kurtulmuş olurlar.
2 – Peygamberler sayesinde birçok kimseler, bir nice hakikatleri öğrenmişler, kendi kendilerine düşünemedikleri şeylerden bu sayede haberdar olarak uyanmışlar, ruhlarında bir fazilet ve üstünlük nurları parlamış durmuştur.
3 – İnsanlar cemiyet halinde yaşamaya mecburdurlar. Aralarında bir sosyal, medenî bağ vardır. Aralarındaki birliği, sevgiyi dayanışmayı güzelce sağlamak ve korumak için kutsî bir esasa dayanmaları, güzel bir hayat nizamına sahip olmaları lâzımdır. Bu da ancak Yüce Peygamberlerin tebliğlerine uymaklamümkün olur.
4 – Bir takım hareketlerin, muamelelerin haddizatında güzelliği, çirkinliği, mânevî mükâfatı kazandıracağı veya cezaya sebep olacağı akıl ile tayin edilemez, bu hususta muhtelif düşünceler meydana gelir, insanlar hayretler içinde kalırlar. İşte insanları bu gibi ruhî, medenî, üzüntülerden kurtaracak onları arındıracak ve temizleyecek olan şey, ancak Yüce Peygamberlerin açıklamalarıdır.
5 – Bir kısım yeyilecek, içilecek ve yapılacak şeylerin faydalan zararları, insanlarca kat’î surette bilinip tayin edilemez. Bunları güzelce kavramak için ilâhî vahye mazhar olan Yüce Peygamberlerin açıklamalarına; öğretilerine ihtiyaç vardır. İçki gibi, kumar gibi şeyler bu cümledendir.
6 – İnsanlar tabiattan itibariyle gevşeklikten, tembellikten, gafletten ve günahlara düşmekten uzak olamazlar. Bu gibi hususlarda aydınlatılmaya, teşvik edilmeye ve korkutulmaya muhtaçtırlar. Bu hususlar ise Peygamberler vasıtasıyle yerine getirilmiş insanlığa lâzım gelen bilgiler verilmiştir.
7 – İnsanlar ne kadar zeki, ne kadar anlayışlı olsalar da yine bir rehbere, bir öğretmene muhtaçtırlar. Meselâ: Gözlerde bir görme özelliği vardır. Fakat karşılarında bir güneş parlamadıkça bu gözler her tarafı göremezler, kendilerindeki görme Özelliği görmek için kâfi değildir. İşte insan aklı da ne kadar aydınlık bulunursa bulunsun karşısında bir nübüvvet ve risalet güneşinin ilâhî ışığı tecelli etmedikçe bir nice hakikatları görmeğe muvaffak olamaz.
8 – Peygamberler vasıtasıyla insanlık hakkında ilâhî deliller tamam olmuştur. İnsanlar o sayede vazifelerinden, selâhiyetlerinden haberdar olmuşlardır. Artık hiç bir insan, benim vazifem ne idi, ben yaratıcıma karşı ne ile mükelleftim, bilemedim, diye mazeret ileri süremez.
Çünkü bütün Peygamberler veözellikle nebilerin ve resullerin sonuncusu olan Hz. Muhammed aleyhi ve aleyhimüsselâtü vesselâm efendimiz bütün insanlık âlemine ilâhî dini yaymış, her mükellef insana vazifesini bildirmiştir. O sayede birçok zatlar, İman şerefine ulaşmış, insanlık âleminde bir fazilet ve irfan güneşi parlamaya başlamış, kabiliyetli olan ruhlar bundan istifade ederek hakkıyla aydınlanmışlardır.
Evet… Nasıldı hâli âlem, bir düşün eyyamı fitrette?
Nasıl kalmıştı her millet amansız bir cehalette?
Üfûl etmiş diyanet, şulei efkâr sönmüştü
Bütün ebnayi âdem, heykeli bîruha dönmüştü.
Cihan mehcur idi baştanbaş nuri hidayetten.
Cihan mahrum idi herbir faziletten, nezahetten.
Kesilmişdi ufuklar serteser zulmetli bir medfen.
Karanlıktı muhiti ademiyyet. Haki medfenden.
Semaya yükselirken pek hazin feryad, vaveylâ.
Karanlıklar içinde matem eylerken bütün dünya.
Tecelli etti bir nuri diyanet evci vahdetten.
Açıldı gitti zulmetler semayı âdemiyetten.
Letafet buldu heryer, kâinata geldi bir revnak.
Firugı dine elvahı tabiat oldu mustağrak.
Seni tebcil-ü takdîs eylerim ey neyyîrî âli!
Diyanet! Ey bütün mü’minlerin aksayı âmali.
Diyanet! Ey klubi ümmeti tevhît eden kuvvet.
Diyanet! Ey veren mehtabı fikre nuri ulvîyyet.
Bütün halkın hayatı nazre’i lutfûnla kaimdir.
Senin vechi lâtifin nüzhet efzayi avalimdir.
Diyanet perver olmak en müebbet bir saadettir.
Diyanettir bizi mesud eden ancak diyanettir.
165. Vakta ki size bir musibet isabet etti, halbuki, siz onun iki katını düşmanlarınıza isabet ettirmiş idiniz, bu musibet nereden mi dediniz? De ki: O kendi nefisleriniz tarafındandır. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ herşeye kadirdir.
165. Bu mübârek âyetler, Uhud gazvesinde münafıkların söylemiş oldukları münafıkça sözlerini açığa çıkarıyor, onların hakikate aykırı iddialarını meydana koyuyor, müslümanlara isabet eden bazı belaların birer maslahat ve hikmet gereği olduğunu şöylece bildiriyor.. Ey İslâm ordusunu meydana getiren erler!. (Vaktaki) Uhud gazvesinde (size bir musibet) bir yenilgi (isabet etti), yani peygamberin emrine muhalefet ederek merkezi terk ettiniz, bu yüzden bozulup dağıldınız.
Sonra da bu hadiseyi büyüttünüz, bu felâket bize nereden geldi derneğe başladınız. Hiç düşünmediniz mi ki: Bu yenilgi, sizin emre muhalefetinizin bir neticesidir. Çünkî Cenâb-ı Hak’kın sizi zafer vaadi, sizin merkezde sebat etmeniz ve peygamberin emrine uymanız şartına bağlanmıştır. (Halbuki siz onun) o size isabet eden musibetin (iki katını) Bedir gazvesinde (düşmanlarınıza isabet ettirmiştiniz) Uhud’da yetmiş kadar şehit verdiniz, Bedir’de ise düşmanlarınızdan yetmiş şahsı öldürdünüz, yetmiş kadarını da esir almış idiniz. Artık bu da bilinir iken bize isabet eden (bu musibet nereden mi dediniz?..)
Ne için böyle fitne koparan düşüncelere düştünüz. Bu musibet, İslâmiyet yüzünden değildir, Peygamberin sözüne itaat edip savaşa atılma yüzünden değildir. Belki sizin peygamberin emrine muhalefet etmeniz yüzündendir, bulunduğunuz merkezi terkederek, ganimet malı sevdasına düşmeniz yüzündendir. Evet… Habibim!. Onlara (de ki: O) musibet (kendi nefisleriniz tarafındandır).
Eğer siz emre aykırı hareket etmeseydiniz,böyle bir musibete uğramazdınız. Ve (şüphe yok ki: Allah Teâlâ herşeye kadirdir). Binaenaleyh zafer vermeğe de, vermemeğe de her şekilde kudreti vardır, bazı guruplara zafer verir, bazı gurupları da mağlûp düşürür. Onun hikmeti neyi gerektirir ise o meydana gelir. İşte Uhud gazvesindeki hâdiseler de bu cümledendir.
166. İki ordunun karşılaştığı gün size isabet eden. Allah Teâlâ’nın izni ile idi ve mü’minleri ayırd etmesi içindi..
166. Uhud gazvesinde (iki ordunun) İslâm kuvvetleriyle düşman kuvvetlerinin toplaşıp (karşılaştığı) savaşa başladıkları (gün size isabet eden) yenilgi (Allah Teâlâ’nın izni ile idi) onun hikmeti gereği dileyip takdir buyurmuş olması ile idi. (Ve mü’minler! ayırd etmesi içindi) tâ ki Cenab’ı Hak’kın ve Yüce Peygamber’inin emirlerine hakkiyle uyanlarla, uymayanlar anlaşılsınlar, seçilsinler Allah’ın takdirine razı olanlar ile olmayanlar meydana çıksınlar, bilinsinler.
167. Ve münafık olanları açığa çıkarmak içindi. Ve onlara: Geliniz Allah yolunda savaşınız veya müdafaada bulununuz denildi. Dediler ki: Biz savaşmayı bilseydik elbette size uyardık.. Onlar o gün imândan ziyade küfre yakın bulunmuşlardı. Onlar kalplerinde olmayan şeyi dilleriyle söylerler. Ve Allah Teâlâ onların ne sakladıklarını tamamen bilicidir.
167. (Ve) o yenilginin hikmetlerinden biri de (münafık) İslâm ordusunun muvaffakiyetini arzu etmemiş (olanları) o gibi iki yüzlüleri, İslâm düşmanlarını -(açığa çıkarmak) başkalarına tanıtmaktır. İşte bir de bunun (İçinde) ki, o yenilgi meydana getirilmişti. (Ve) onlar öyle münafık kimselerdi ki: (Onlara) geliniz (Allah Teâlâ yolunda savaşınız veya müdafaada bulununuz denildi) yani:
Geliniz, cihada atılınız, dini, adaleti, hak ve hakikati kazanmaya çalışınız, veya kendinizi, ailenizi, yurdunuzu müdafaaya gayret ediniz, veyaİslâm ordusunda bulunup müdafaa vaziyeti alınız, veya İslâm kuvvetinin çokluğunu düşmanlara karşı gösteriniz. Allah göstermesin müslümanların mağlûbiyeti, İslâm yurdu için bir felâkettir. Denilince o münafıklar (dediler ki: Biz savaşmayı bilseydik) yani sizin savaşmak için gittiğinizi veya savaşa atılacağınızı bilmiş olsaydık, veyahut bir harb ve çarpışmayı bilen kimseler bulunsaydık (elbette size uyardık) sizinle beraber sefere çıkar, muharebeye iştirak ederdik.
Bunların bu gibi sözleri hakikate aykırıdır. (Onlar o gün) öyle söyleyip durdukları zaman (imândan ziyade küfre yakın bulunmuşlardı.) Çünkü kalplerinde gizledikleri şeyler anlaşılmış, müslümanlığa karşı lâkayt bulundukları meydana çıkmıştı. Artık öyle Allah Teâlâ yolunda cihattan geri duran, İslâm yurdunu müdafaadan kaçınan kimselere mü’min sıfatı lâyık olamaz.
(Onlar) o gibi münafık kimselere (kalblerinde olmayan şeyi) kendilerinin mü’min olduklarını (dilleriyle söylerler) o söyledikleri şeye kalben inanmış değildirler. İşte bu, münafıklık belirtisidir. Fakat onların bu hali gizli kalmaz. (Ve Allah Teâlâ onların ne sakladıklarını) kalblerinde ne gibi kuruntuları bulunduğunu (tamamen bilicidir) ona göre haklarında ilâhî cezâsı gerekecektir.
168. Onlar ki, kedileri oturdukları halde kardeşleri için eğer bize itaat etseydiler öldürülmezler idi, dediler. De ki: Öyle ise kendi nefislerinizden ölümü def ediniz! Eğer sâdık kimseler iseniz.
168. Bu âyeti kerime, Uhud gazvesine katılmamış olan münafıkların cahilce iddialarını re’ddetmektedir. Şöyle ki: (Onlar) O Uhud gazvesine katılmayan münafıklar (ki, oturdukları) savaşa iştirak etmedikleri (halde) din veya vatan veya soy itibariyle (kardeşleri) olan şehitler ve öldürülenler (için eğer bize itaat) edip te savaştan kaçınsa, evlerinde ikamet (etse idiler) yaşarlardı (öldürülmezleridi dediler).
Habibim! O gafillere (de ki:) Eğer (öyle ise) eğer savaştan kaçınmak insanı ölümden kurtaracak ise (kendi nefislerinizden ölümü defediniz, eğer) bu iddiadızda (sadık) doğru sözlü (kimseler iseniz) bu iddianızı ispat ediniz bakalım. Heyhat!. Kısacası: Öldürülmek de, ölmek de Allah Teâlâ’nın kaza ve kaderine bağlıdır, ıralarında fark yoktur.
Zamanı gelince insan ölür, hayattan mahrum kalır. Buna hiç bir şey mâni olamaz. Ölüm için mutlaka belirlenmiş, takdir edilmiş bir zaman vardır. Bunun sebepleri çeşitli ise de zamanı bellidir. Harb de ölüm sebeplerinden biridir. Eceli gelmiş olan bir kimse bu sebeple veya başka bir sebeple hayattan mahrum kalır, daha eceli gelmemiş olan kimse de ne kadar harblere katılsa da yine yaşar durur. Binaenaleyh savaşa katılmamak mutlaka insanın yaşamasını icabetmez.
Rivâyet olunuyor ki: Bu münafıklar böyle bir iddiada bulundukları gün içlerinden yetmiş kişi ölmüş gitmiştir. Bu, Uhud şehidlerinin sayısı kadardır. Ne büyük bir ibret!..
169. Ve Allah Teâlâ’nın yolunda öldürülmüş olanları ölmüşler sanma, hayır Rablerinin katında diridirler rızıklanırlar.
169. Bu mübârek âyetler, Allah Teâlâ’nın yolunda hayatını feda eden muhterem şehitlerin yüksek mertebelerini, onların ne kadar mânevî bir neşe içinde ebedî bir hayat ile yaşamakta olduklarını ve diğer İslâm mücahitlerinin de korku ve üzüntüden emin bulunduklarım bildirmektedir. Şöyle ki: Cenâb-ı Hak, Yüce Resûlüne veya her bir müslümana hitaben şöyle buyuruyor:
(Ve Allah Teâlâ’nın yolunda) Cenab’ı Mevlâ’nın dini uğrunda, cihat meydanında (öldürülmüş olanları) şehit düşmüş bulunanları (ölmüşler) gitmişler (sanma, hayır) onlar ölmüş değildirler. Onlar (Rablerinin katında) Hak Teâlâ’nın mânevî katında şeref ve mertebe itibariyle, ebedî bir hayata kavuşmak suretiyle (diridirler)Cennetlerin nimetlerinden, meyvelerinden (rızıklanır) durur (lar.) Ne büyük bir mükâfat!..
170. Onlar kendilerine Allah Teâlâ’nın lütfundan verdiği şey ile sevinmektedirler. Ve onlar arkalarından varıp kendilerine yetişmemiş olanlara bir korku olmadığı ile ve onların üzüntüye uğramayacakları ile de müjdelenmiş bulunurlar.
170. (Onlar) o şehit düşmüş olan zatlar, (kendilerine Allah Teâlâ’nın) sırf (lütfundan) kereminden olarak (verdiği) ihsan buyurduğu (şey ile) şehadet şerefiyle, ebedî bir hayata kavuşmakta Cenab’ı Hak’ka mânevî olarak yaklaşmakla cennetlerin nimetlerinden istifade etmiş olmakla daima (sevinmektedirler) Bir ruhanî zevk ile, bir mânevî neş’e ile yaşar dururlar.
(Ve onlar) o şehit düşmüş zatlar kendi (arkalarından varıp kendilerine) henüz (yetişmemiş olanlara) kendileri gibi şehit düşmeyip bir müddet daha dünyada kalarak İslâmiyet yolunda sebat edip durmuş bulunanlara dahi uhrevî (bir korku) bir dehşet (olmadığı için) de sevinmektedirler. Bu din kardeşlerinin de güzel bir istikbale kavuşacaklarına muttali olarak bundan dolayı da sevinç, ve huzur içindedirler.
(Ve onların) o geriye kalan din kardeşlerinin gelecekte (üzüntüye uğramayacaklarına dair) müjdelenmişlerdir. O din kardeşleri de ilerde kendileri gibi Allah’ın yardımına kavuşacaklardır. Onlar da mutlu, uhrevî bir hayata kavuşacaklardır. Artık onların da üzüntü ve kedere düşmeyeceklerini bilmekle de muhterem şehitler (müjdelenmiş bulunurlar). Bu da onların uhrevî ferahlıklarını arttırmış olur..
171. Ve onlar Allah Teâlâ’dan bir nimet ile ve bir lütuf ile ve mü’minlerin mükâfatını Allah Teâlâ’nın elbette zayi etmiyeceği ile de müjdelenip sevinçli bir halde bulunurlar.
171. (Ve onlar) o muhterem şehitler, geriye kalmış olan din kardeşlerinin öyle mutlugeleceklerini bilerek sevindikleri gibi kendilerinin (Allah Teâlâ’dan bir nîmet ile) Allah tarafından kavuşacakları büyük bir sevab ile (ve bir lütuf ile) pek fazla bir mükâfat ile de müjdelenmiş olarak ziyadesiyle sevinirler. (Ve mü’minlerin mükâfatını Allah Teâlâ’nın elbette zayi etmeyeceği ile de müjdelenip sevinçli bir halde bulunurlar.) Din kardeşlerinin de böyle mükafatlara ulaşacaklarını bilmekle de mânevî bir zevke, bir kalp neş’esine kavuşurlar. Ne güzel bir lütuf!…
§ Bu âyetler. Tefsiri Kebirde de bildirildiği üzere Bedir ve Uhud gazvelerinde şehit düşmüş olan değerli zatlar hakkında nâzil olmuştur. Bedir’de on dört zat şehit olmuştu ki: Sekizi ensardan akısı da muhacirlerden idi. Uhud gazvesinde de yetmiş zat şehit düşmüştü ki: Otuzu ensardan, kırkı da muhacirlerden bulunmuştu.
§ Bu âyeti kerime, bir kerre şehitlerin ne ebedî, ne mutlu bir hayata kavuştuklarını gösteriyor. Bununla beraber müslümanları kahramanlığa, din uğrunda her türlü fedakârlığı göze almaya sevk etmiş oluyor. Çünkü şehidlerin ulaştıktan nimetleri, yüce tecellileri bildiriyor, o mübârek zatları bütün müslümanlar için uyulması gereken bir örnek olarak gösteriyor. Sonra bu mübârek ayetler din kardeşliğinin ne kadar mühim, ne kadar kıymetli olduğuna işaret ediyor.
Çünki müslüman şehidler, kendilerinin her türlü uhrevî nimetlere kavuştuklarını görerek sevinçli oldukları gibi kendilerinden geriye kalmış olan din kardeşlerinin de gelecekte öyle nîmetlere ulaşıp, üzüntü ve kederden korunmuş olacaklarını öğrenmekle sevinmiş ve ziyadesiyle mutlu olmuşlardır. İşte bu, din kardeşliğinin gereğidir. Müslümanlar daima birbirinin haliyle alâkadar olmalıdırlar, birbirinin sevinciyle sevinçli kederiyle kederli bulunmalıdırlar. İşte bu hal, yüksek bir dinîterbiyenin icabıdır.
§ İstibşâr: Müjde almak, şad olmak; bir haberden dolayı sevinmek müjde sebebiyle meydana gelen sürûr, neş’e ve müjde istemek mânâlarını da ifade eder. Beşaret de; müjde, iyi haber vermek demektir. Tebşir de müjdelemek müjde vermek demektir. Mübeşşir: Müjde verendir, mübeşşer de müjdelenen kimsedir.
172. Onlar ki, kendilerine yara isabet ettikten sonra Allah Teâlâ için ve Peygamberin için dâvete icabet eylediler. Onlardan iyilik edenler ve korunanlar için pek büyük bir mükâfat vardır.
172. Bu mübârek âyetler de ashabı kiramın muharebelerdeki fedakârlıklarını, onların kalplerinin sağlamlığını bildirmekte ve o muhterem zatların kavuştukları ilâhî lütuftan şöylece açıklamaktadır. (Onlar ki) o Uhud gazvesinde bulunmuş olan ashabı kiram ki (kendilerine) o Uhud savaşında vücutlarına (yara isabet ettikten) -mübarek vücutları düşmanlarını hücumları ile yaralandıktan (sonra) yine kendilerini düşünüp durmadılar.
(Allah Teâlâ için ve Peygamberi için) canlarını feda etmeyi göze aldılar, onları davetine (icabet eylediler) tekrar savaş meydanına koşmaktan geri durmadılar. (Onlardan) o muhterem zatlardan ibaret olan o (iyilik edenler) bütün emrolundukları vazifeleri yapanlar (ve korunanlar) bütün yasaklardan kaçınan o zatlar (için pek büyük bir mükâfat vardır.) Onlar için cennet kapıları açıktır. Onlar Allah’ın nimetlerine kavuşacaklardır. Onlar için en nurlu bir gelecek mevcuttur. Ne büyük bir başarı!.. İşte İslâmiyete hizmetin mükâfatı…
§ Bu âyeti kerime, “Hamraül’ Esed” gazvesi hakkında nâzil olmuştur. Şöyle ki: Uhud gazvesinde düşman ordusu, müslümanlardan ayrılmış “Revhâ” denilen ve Mekke-i Mükerreme ile Medine’i Münevvere arasındabulunan bir mahalle dönmüştü.
Sonra bu hareketlerinden pişman olmuşlar, neden müslümanlar mağlûp iken onları takip edip de tamamen imha etmeden geri döndük demişler, tekrar İslâm ordusu üzerine yürümek istemişlerdi. Rasûli Ekrem Hazretleri, düşmanlarının bu düşünce ve hareketlerinden haberdar olunca İslâm ordusunun kahramanlığını, tam mânasıyla kuvvetli olduğunu göstermek için tekrar Medine’i Münevvere’denayrılarak o mücahit ordusu ile beraber düşman üzerine yürümekte bulundu.
Bu mübârek mücahitler ise Uhud gazvesinde yaralanmışlardı, zahmetler içinde yaşıyorlardı, birbirini tutunarak yola devam edebiliyorlardı. Bu hal ile beraber yine İslâm’ın kudretini göstermekten geri durmak istememişlerdi. Fakat Cenâb-ı Hak düşmanların içlerine bir korku düşürdü, İslâm ordusunun bu hareketinden haberdar olunca savaştan vazgeçtiler, kaçıp yurtlarına gittiler, İslâm ordusu da tam bir şeref ve şan ile Medine’i Münevvere’ye tekrar geri döndü. İşte İslâm ordusuna lâyık olan, böyle fedakârca hareket etmektir.
Allah’ın ismini yüceltmeye çalışmaktır. Cenâb-ı Hak bu kutsî âyetlerini, bütün İslâm milletine ebedî bir ders, bir uyanma vesilesi ve yükseliş olmak üzere beyan buyurmuştur.
173. Onlar ki, insanlar onlara: Halk sizin için kuvvet, topladılar, artık o düşmanlardan korkunuz dediler de bu onların imânını arttırdı ve Allah Teâlâ bizlere kâfidir ve ne güzel vekilidir, dediler.
173. (Onlar ki) o üstün vasıfları yukarıdaki âyeti kerime de zikredilmiş olan zatlar ki (insanlar) düşmanları adına söz söyleyen “Naim ibni Mesudil Eşcaî” (onlara) o muhterem İslâm mücahitlerine hitaben (halk) düşman kuvvetleri (sizin için) kuvvet (topladılar) sizi büsbütün mağlûp etmek istiyorlar (artık).
Ey müslümanlar!. Siz o düşmanlarınızdan(korkunuz) onlara karşı savaşa çıkmayınız (dediler) o mübârek mücahitlerin kalblerine güya korku düşürmek istediler (de) bununla bir tesir yapamadılar. Bilâkis onların (bu) aldatıcı sözleri (onların) o İslâm kahramanlarının (imânını arttırdı) Cenab’ı Hak’kın emirlerine olan bağlılıklarını artırdı ve kuvvetlendirdi.
(Ve) o zatlar (Allah Teâlâ bizlere) bizim işlerimize ve başarı sağlamamıza (kâfidir, ve) Yüce Yaratıcı (ne güzel vekildir), bütün varlığımız, bütün işlerimiz ona havale olunmuştur, (dediler) bu suretle de kalplerinin sağlamlığını ve dine bağlılıklarını göstermeye muvaffak oldular.
174. Sonra da kendilerine hiç bir fenalık dokunmaksızın Allah Teâlâ’nın bir nimetiyle ve bir lütfu ile geri döndüler ve Yüce Allah’ın rızâsına tâbi oldular. Allah Teâlâ ise büyük bir lütuf sahibidir.
174. Bu kahramanca hareketten (sonra da) o muhterem mücahitler (kendilerine) bir eziyet, bir kötü hâdise (hiç bir fenalık dokunmaksızın) o savaş için gitmiş oldukları meydandan (Allah Teâlâ’nın bir nîmetîyle) düşmanla karşılaşmaksızın bir afiyetle (ve) Cenab’ı Hak’kın (bir lütfu ile) ihsan buyurduğu bir ticaret ile, bir kazanç ile (geri döndüler) Medine’i Münevvereye geri döndüler.
(ve) böyle dindarca, fedakârca hareketleriyle (Yüce Allah’ın rizasına tâbi oldular) bu suretle dünya ve âhiret selametine kavuştular. (Ve Allah Teâlâ büyük bir lütuf sahibidir.) O muhterem mücahitlerin kalblerine kuvvet verdi, onları harp meydanında sabit kıldı, onlardaki imân nurunu çok parlak kıldı, onları cihad meydanlarına atılmaya, düşmanlarına karşı kahramanlık göstermeğe muvaffak buyurdu.
§ Tefsirlerde, siyer kitaplarında, genişçe yazılı olduğu üzere Uhud gazvesinde düşmanların reisi geri dönerken Hz. Peygambere nida ederek: Ya Muhammed!. Aleyhisselâm -istersen gelecek Bedir mevsiminde seninletekrar savaşta bulunalım, demiş, Peygamber Efendimiz de “inşaallah” diye cevap vermiş.
Sonra o mevsim gelince düşman reisinin kalbine bir korku düşmüş, geri durmaya da gururu mâni olmaya başlamış. “Naim bin Mesut” adında bir şahıs ile görüşmüş, bu sene kıtlık var, savaşta bulunmak doğru değil; geri dönmemizden de müslümanlar cesaret alacaklardır. Sana on deve veririm, çık Medine’ye git, onları korkut, onlar savaştan vaz geçsinler, bu hususta verilen sözü onlar bozmuş olsunlar.
Naim de Medine’i Münevvereye gelmiş, savaş için hazırlanmış bir guruba rastlamış, nereye hareket edeceklerini sormuş onlar da demişler ki: Düşmanlarımız ile aramızda va’dedilen ikinci Bedir gazvesine yönelmiş bulunmaktayız. Bunun üzerine Naim, bir takım yalanlar uydurmuş, sizin bu hareketiniz, sizin için pek korkunç, çünkü düşmanlarınız fevkalâde bir kuvvetle donatılmış bulunuyorlar, sizden hiç biriniz onların ellerinden kurtulamaz diye müslümanların kalblerine korku düşürmek, onları savaştan geri çevirmek istemişti.
Bazı zatlar bu sözlerden endişeye düşer gibi oldular. Fakat Rasûli Ekrem Hazretleri, ben yalnız da olsam Allah hakkı için bu savaşa gireceğim sözümden dönmem diye buyurdu. Ashabı kirâmından yetmiş kadar süvari ile Bedir tarafına yöneldiler. Hepsi de (hasbunallah venimel vekil = Allah bize kâfidir ve ne güzel vekildir.) diyorlardı. Hz. İbrahim de ateşe atılırken böyle demiş, ateşten kurtulmuş idi.
Nihayet İslâm mücahitler! Bedir mevkiine gelmişlerdi, orada bir hafta beklediler, düşmanları meydana çıkamadılar. Mübarek İslâm kuvveti hiç bir zarar görmeden geri döndü. Bu mevsimde Bedir de bir panayır kurulur, alışveriş yapılırdı. Bu İslâm kahramanları da o hafta içinde hurma, üzüm ve cilalı deri gibi şeylerle ilgili bir hayli alışverişte bulunmuşlar, bir güzel ticaretle Medine’i Münevvereye sağ salim geridönmüşlerdi.
İşte bu mübârek âyetler bu hâdise üzerine nâzil olmuş, Cenab’ı Hakkın, mücahit kullarını ne kadar koruyup himaye ettiğini bu müslümanlara anlatmıştır.
175. Sizi mutlaka o şeytan, dostlarından korkutuyor. Binaenaleyh onlardan korkmayınız benden korkunuz eğer mü’min kimseler iseniz.
175. Bu mübârek âyetler, şeytan tabiatlı kimselerin sözlerin mü’minlerin kıymet vermiyeceklerini gösteriyor. Küfür ve sapıklık içinde yaşayanların zararları kendilerine yönelik olup Cenâb-ı Hak’kın onlardan beri olduğunu bildiriyor. Ve öyle kâfirlerin hallerinden dolayı Rasûli Ekrem’in kalbinin üzüntülü olmamasını tavsiye ediyor, küfür ve fesat ehlinin geçici bir mühlet ve müsaadeye ulaşmaları haklarında bir hayır olmayıp uhrevî cezaya daha fazlasıyla çarpılacaklarını açıklıyor.
Şöyle ki: Ey müslümanlar! Ey ashabı kiram! (Sizi mutlaka o şeytan) o düşmanların kuvvetini büyüterek sizi korkuya düşürmek isteyen Naim gibi şeytan tabiatlı herhangi bir şahıs (dostlarından korkutuyor) onların büyük bir kuvvet hazırladıklarını söylüyor. Fakat siz, onun bu sözlerine kıymet vermeyiniz, endişeye düşmeyiniz (binaenaleyh onlardan) o şeytanın o dostlarından (korkmayınız) onlar kim oluyormuş!
Ancak (benden) ben Yüce Yaratıcıdan (korkunuz) benim emrime uyunuz, benim emrime muhalefetten kaçınınız. Sizin selâmet ve saadetiniz bununla mümkündür. (Eğer) siz hakikaten (mü’min kimseler iseniz) böyle Allah Teâlâ’ya itaat edesiniz, hakikaten ilâhî korkuyu her korku üzerine tercih eder, Allah’ın emrine hakkıyla uyarsınız.
176. O küfre koşanlar seni üzmesinler. Şüphe yok ki, onlar Allah Teâlâ’ya bir şey ile zarar veremezler. Allah Teâlâ istiyor ki, onlara âhirette bir nasip vermesin. Ve onlar içinbüyük bir azap vardır.
176. Habibim!.. (O küfre koşanlar) münafıklar, dinden dönenler veya âhir zaman Peygamberinin geleceğine vaktiyle inanıp, gelmesini bekledikleri halde bilahara onu, ortaya çıktığı anda inkâra cür’et eden bir takım bozulmuş dinlerin sahipleri (seni üzmesinler) onlar kendi selâmet ve saadetlerini kendi arzuları ile ellerinden çıkarmış oluyorlar.
Artık sen onların bu hallerine bakıp üzüntü ve kedere dalma, onlar kendilerini kendi iradeleriyle öyle bir felâkete sokmuş bulunuyorlar. (Şüphe yok ki, onlar) bu kâfir halleriyle (Allah Teâlâ’ya) onun mukaddes dinine onun yüce şanına (bir şeye) hiç bir şekilde (zarar veremezler).
Onlar o kötü hareketleriyle kendilerine zarar vermiş oluyorlar. Artık bu hallerinden dolayı (Allah Teâlâ istiyor ki, onlara âhirette bir nasip vermesin) onları cennetine sokmasın (ve) maamafih (onlar için) bu mahrumiyetle beraber (büyük) pek büyük (bir azap) da (vardır) ki, o cehenneme girmeleridir. Küfürlerinin cezası olarak ebediyyen azap görmeleridir.
177. Muhakkak o kimseler ki, imân karşılığında küfrü satın almışlardır. Elbette onlar Hak Teâlâ’ya bir şey ile zarar veremezler. Ve onlar için acıtıcı bir azap vardır.
177. (Muhakkak o kimseler ki,) o münafık, o dinden çıkan, o kâfir şahıslar ki (imân karşılığında küfrü satın aldılar). Kendilerinin ebediyyen saadetlerini temin edecek olan Allah’ın dinini terkederek ona karşılık küfür ve dinden çıkmayı tercih eylediler (elbette onlar) bu küfürler! yüzünden (Hak Teâlâ’ya bir şey ile) hangi bir şekilde bir (zarar veremezler) Cenab’ı hak onların imanına muhtaç değildir, onların küfründen dolayı hâşâ zarara uğramaz. Bu küfür ve isyanın zararları sahiplerine aittir. (Ve onlar için acıtıcı) pek ızdırap verici (bir azap vardır) o da cehennem ateşidir. Artık ona hazır bulunsunlar!.
178. Küfredenler aslâ sanmasınlar ki, onlara mühlet verişimiz onların nefisleri için bir hayırdır. Biz onlara mühlet veriyoruz ki, günahlarını artırsınlar. Ve onlar için alçaltıcı bir azap vardır.
178. (Küfredenler) imânı bırakıp küfür ve sapıklık içinde vakit geçirenler (aslâ sanmasınlar ki, onlara mühlet verişimiz) onları bir müddet yaşatmamız, onlara bazı dünyalıklar vermemiz (onların nefisleri) şahısları (için) haddizatında (bir hayırdır.) Hayır, hayır o bir hayır değildir.
Belki (biz) ben Yüce Yaratıcı (onlara) öyle bir müddet (mühlet veriyoruz ki) onlara mühlet ve müsaadede bulunuyoruz ki (günahlarını arttırsınlar) bir takım günahları işleyerek kendilerini öyle ebedî bir azabı hak etmiş bir hâle getirmiş olsunlar. (Ve onlar için alçaltıcı bir azap vardır) onlar dünyadaki kötü hareketlerinin cezasına bu suretle uğramış olacaklardır. Artık böyle bir âkibete uğramak istemeyen herhangi bir insan daha fırsat elde varken davranış ve hareketlerini düzelterek dindarca faziletli bir halde yaşamak istemez mi? Nedir büyük bir insanlık kitlesinin gafleti!.
Rasûli Ekrem Efendimizden insanların hayırlısı kimdir? diye sorulmuş. Buyurmuş ki: ömrü uzayıp ameli gazel olan kimsedir, insanların şerlisi kimdir diye de sorulmuş, ona da: nasın şerlisi ömrü uzayıp ameli kötü olan kimsedir. Binaenaleyh ömrünün değerini bilmelidir. Onu güzel, meşru bir şekilde kullanmalıdır. Küfür ve isyanla geçen kötü bir ömür, sâhibi için ne büyük bir felâket demektir.
179. Allah Teâlâ mü’minleri sizin bulunduğunuz hâl üzere terkedecek değildir. Nihayet murdarı temizden ayıracaktır. Ve Allah Teâlâ size gaybı bildirecek de değildir. Ve lâkin Hak Teâlâ peygamberlerinden dilediği zatı seçer. Artık Yüce Allah’a ve peygamberlerine imân ediniz ve eğer imân eder ve korunursanız elbette sizin için büyük bir mükâfat vardır.
179. Bu âyeti kerime, bir takım: hâdiselerin, meselâ galibiyet ve mağlûbiyet hallerinin ortaya çıkış hikmetine işaret ediyor, bu hikmetleri herkesin kavrayamayacağını bildiriyor, insanlığa selâmet ve saadet yolunu tavsiye buyuruyor. Şöyle ki: Ey insanlar! (Allah Teâlâ) hakikî (mü’minleri sizin) böyle muhtelif, mahiyeti bilinmez (bulunduğunuz) bir (hâl üzere terk edecek değildir) içinizden samimî surette mü’min olanlar ile olmayanları meydana çıkaracaktır, herkesin durumunu dosta düşmana gösterecektir.
Evet… (nihayet murdarı) münafıkı, itikadı bozuk olanı (temizden) temiz inanç sâhibi mü’minlerden (ayıracaktır.) âleme duyuracaktır. İşte Uhud gazvesinde ve diğer olanlarda meydana gelen bazı hâdiseler, bütün birer ilâhî imtihandır, orada bulunanların durumlarını, derecelerini göstermeye vesiledir. Hak yolunda zahmetlere katlananlar ile katlanmayanların herkesçe anlaşılmasına bir sebeptir. (Ve Allah Teâlâ size) Ey bütün insanlar (gaybı bildirecek de değildir) ki, münafıklar ile münafık olmayanları Cenâb-ı Hak birer suretle bildirmedikçe siz bilemezsiniz.
(Velâkin Hak Teâlâ Peygamberlerinden dilediği zatı seçer) Bazı gayb durumları ona haber veriri, ona vahiy ve ilham buyurur. İşte peygamberlerin sonuncu olan Hz. Muhammed’e de öyle bir nice gayb durumları çevresinde bulunanların ruh hallerine, imân ve münafıklık derecelerini bildirmiştir. Onun bu gibi hususlara dair size verdiği ve vereceği haberleri samimî şekildetasdik ediniz. (Artık) Ey insanlık cemaati!.
(Yüce Allah’a ve) onun muhterem (peygamberlerine) tam samimiyet ile (imân ediniz) gaybı, esasen yalnız Allah Teâlâ’nın bildiğini unutmayınız, bununla beraber muhterem peygamberlerine de dilediği gaybı bildireceğine kanaat getiriniz. (Ve eğer) Ey insanlar hakikiyle (imân eder ve) münafıklıktan, ayrılıktan, günahlardan kaçınır ve (korunursanız elbette sizin için büyük bir mükâfat vardır) ona ulaşırsınız, onun ne kadar takdirlere lâyık olduğunu ancak Cenâb-ı Hak bilir. Ne mutlu akıllıca hareket ederek böyle bir mükâfata kavuşanlara.
.180. Allah Teâlâ’nın kendilerine lütfundan olarak verdiği şeyde cimrilik edenler bunun kendileri için bir hayır olduğunu sanmasınlar. Hayır.. Bu onlar için bir şerdir. O cimrilik ettikleri şey kıyamet gününde boyunlarına dolanacaktır. Ve göklerin ve yerin mirası Allah Teâlâ içindir. Ve Hak Teâlâ yaptığınız her şeyden tamamiyle haberdardır.
180. Bu âyeti kerime, hak yolundaki cihadların canı feda etmek sureti ile olacağı gibi malları feda etmek suretiyle de olabileceğini gösteriyor, bu uğurdaki cimriliğin pek zararlı neticesini de tasvir buyuruyor. Şöyle ki: Ey insanlar!. Düşününüz. (Allah Teâlâ’nın kendilerine) sırf bir kerem ve (lütfundan olarak verdiği şeyde) malda, servette, kudrette (cimrilik edenler) bunlarda cimrilik gösterenler, pek yanlış bir harekette bulunmuş olurlar. (Bunun) bu cimriliğin (kendileri için bir hayır) bir fâide, bir tasarruf (olduğunu sanmasınlar.)
Bunda öyle bir hayır yoktur. (Hayır) o öyle bir hayır değildir, belki (bu) cimrilik (onlar için bir şerdir) onların uhrevî sorumluluğunu gerektirmektedir. Evet… (o cimrilik ettikleri şey) mal ve servet vesaire (kıyamet gününde) yılan gibi bir suret alarak o cimrilik göstermiş olanların (boyunlarına dolanacaktır.) Onlar gelecekte böyle bir acıklı durumla karşı karşıyakalacaklardır.
Artık insan nasıl olur da geçici olan dünya varlığına o kadar sarılır? İnsanın kendisi de, çoluk çocuğu da bütün servet ve zenginliği de yok olmaya mahkumdur. (Ve göklerin ve yerin mirası) da (Allah Teâlâ içindir.) Evet… Bütün varlıklar yok olacak, Cenâb-ı Hak’tan başka bir malik ve sahip kalmayacaktır. (Ve Hak Teâlâ yaptığınız her şeyden) üzerinize düşen vazifeleri, görevleri yapıp yapmadığınızdan (tamamiyle haberdardır). Artık ona göre hakkınızda mükâfat ve cezada bulunacaktır.
O halde insan; nasıl olur da cimrilik göstererek hak yolunda geçici bir malını harcamaz da kendisini cezaya uğratmış olur. Bu ne cahilce bir hareket!.
§ Bu âyeti kerimedeki buhlden = cimrilikten murat, âlimlerin çoğuna göre vâcib olan malî bir vazifeyi yerine getirmekten kaçınmaktır. Meselâ: Bir insanın kendisini ve nafaka vermesi gereken kimseleri idare için kudreti dahilinde olan malını harcaması bir vazifedir.
Açlıktan ölmek tehlikesiyle karşı karşıya kalmış bir şahsın imdadına koşup onu o tehlikeden kurtarmak bir vazifedir. Vatının, İslâm milletini müdafaa için lâzım gelen mâli yardımlaşmada bulunmak da bir vazifedir. İşte bu gibi malî vazifeleri, yapmaya güçleri yettiği halde yerine getirmekten kaçınanlar, uhrevî cezalara adaydırlar. Sadaka kabilinden olan yardımlar ise sevaba vesiledirler. Fakat böyle bir cezayı gerektirici nitelikte değildirler.
181. Andolsun ki Allah Teâlâ, “şüphe yok Allah fakirdir, bizler ise zenginleriz” diyenlerin sözünü işitmiştir. Elbette o dediklerini ve Peygamberleri haksız yere öldürdüklerini yazacağız. Ve o yangın azabını tadınız diyeceğiz.
181. Bu mübârek âyetler de Allah yolunda mallarını infaktan kaçınan ve bu husustaki dinî emirler ile alay eden cahillerin kolu akibetlerini şöylece açıklamaktadır. (Andolsun ki) yaniYüce Zatıma yemin ederim ki (Allah Teâlâ) dinî emirleri inkâr edip alay yoluyla (şüphe yok Allah fakirdir) bizden borç istiyor, (bizler ise zenginleriz) çünki Allah’a borç vereceğiz, diyenlerin bu (sözünü işitmiştir) onların bu edepsizce lâkırdılarını duyup bilmektedir.
(Elbette o dediklerini) Cenab’ı Hak’ka hâşâ fakirlik isnat etmelerini (ve) Yahya, Zekeriya gibi mübârek (peygamberleri haksız yere öldürdüklerini yazacağız). Bunları hafaza melekleri vasitasiyle onların amel defterlerinde tesbit ettireceğiz. (Ve) onlara o melekler vasıtasiyle (o yangın azabını) o yakıcı cehennem ateşini (tadınız diyeceğiz).
182. Bu, sizin ellerinizin takdim ettiği şey sebebiyledir. Ve şüphe yok ki. Allah Teâlâ kullarına zulmedici değildir.
182. (Bu) azab (sizin ellerinizin takdim ettiği şey) alay, iftira ve peygamberleri öldürmek gibi cinayetler (sebebiyledir) böyle acıklı bir azaba uğramanız, kendi nefislerinizin kötü hareketlerinin cezasıdır. (Ve Şüphe yok ki Allah Teâlâ kullarına zulmedici değildir) ki, onlara zulm yoluyla böyle bir ceza versin. Belki bu cezalar onların günahları yüzündendir. Nitekim
denilmiştir. Evet… Herkes kendi ameline göre ceza görür. Artık bunu bilmeli, cezayı gerektiren hareketlerden kaçınmalıdır.
§ Bu âyeti kerime de “nefs” yerine “yed” zikredilmiştir. Çünkî insanların en çok amelleri eleri vasıtasiyle yapılageldiği için nefis “yed” ile ifade edilmiştir.
§ Zallâm: Çok zulmeden demektir. Cenab’ı Hak bütün zulümlerden uzaktır. Ancak “kullar” mânasına bir çoğu! lâfzı olan “Abîd” karşılığı zikredildiği için böyle mubalâğayı, ve çokluğu ifade eden bir tabir seçilmiştir. Maamanlı zulüm şahsi bir fayda, bir intikam maksadiyle yapılır. O halde fazla zulüm, zulüm yapan içinfazla fâide temin etmiş gibi olur. Artık zallâm olmayan, yani şahsı için fazal fâide maksadiyle zulüm yapmayan zâlim de olmamış bulunur. Çünkî fazla faideyi terketen az bir menfaati daha kolay terkeyler.
Bizde zallâm gibi mübalağa ifade eden kelimeler çok kere mübalâğa için değil, bir nispet ifadesi için kullanılır. Bezzaz (Manifaturacı), attar (Esans satıcısı) gibi ki, bunlarda mübalâğa manası düşünülmüş değildir. Velhâsıl: Cenâb-ı Hak, her türlü zulümden uzaktır. Onun hakkında zulüm düşünülemez. Bütün kâinat onun mülküdür, onun iradesine bağlıdır, onun adalet ve hikmet dairesinden aslâ hariç değildir. “Mülkünde hak tasarruf eder keyfemâyeşâ”.
§ Bu mübârek âyetlerin iniş sebebi hakkında deniliyor ki: Kimdir o adam ki, Allaha güzel bir borç versin de, Allah da ona kat kat fazlasıyla ödersin (Bakara, 245) âyeti kerimesi nâzil olunca yahudilerden bazıları ve özellikle Huyey ibni Ahtap demişler ki: Allah fakir olmalı ki, bizden borç istiyor! O halde biz ondan zenginiz. Bu alaycı ve edepsizce lâkırdı üzerine bu mübârek âyetler nâzil olmuştur.
Diğer bir rivâyete göre de Hz. Ebubekir, Rasûli Ekrem’in peygamberlikle ilgili bir mektubuyla Beni Kaynuka Yahud’lerinin yanlarına gitmiş, onları İslâmiyete, namaz kılmaya, zekât vermeye ve Allah için faizsiz borç vermeye dâvet etmiş. Yahudîler “Fenhas ibni Azura” adındaki bir âlimlerinin yanına toplanmışlardı. Hz. Ebu Bekir bu şahsa da hitaben demiş ki: Cenâb-ı Hak’tan kork, İslâmiyeti kabul et, Hz. Muhammed’in Resûlullah olduğunu, onun mübârek vasıflarını Tevrat’ta görmektesiniz.
Artık imân et, tasdik et ve Allah için faizsizolarak borç ver -yani Allah’ın rızâsı için fakir ve düşkünlere yardım ederek Cenâb-ı Hak’kın sevabına kavuş- ta ki cennete girebilesin, sevabın kat kat olsun. Bunun üzerine Fenhas cevaben demiş ki: “Ya Eba Bekir!. Rabbimizin bizden borç talebinde bulunduğunu iddia ediyorsun o halde Allah fakir, bizler ise zenginiz. Çünki fakir olan borç talebinde bulunur, Allah bizi faizden menettiği halde kendisi faizli muamelede bulunuyor.
Bu mel’ûn Fenhas’ın alaycı ifadesi üzerine Hz. Ebu Bekir onun çehresine bir tokat atmış ve eğer aramızda bir anılaşma bulunmasa idi. Vallahi senin boynunu vururdum, demiş. Fenhas Peygamberin huzuruna koşmuş, bak arkadaşın bana ne yaptı diye söylenmiş, Rasûli Ekrem de durumu Hz. Sıddık’tan sormuş, o da demiş ki: Yaresulallah!. Bu Allah düşmanı büyük bir lâkırdı söyledi, Allah Teâlâ’nın fakir, kendilerinin zengin olduklarını iddia eyledi. Artık Allah için gazab edip çehresine bir tokat vurdum. Fenhas ise sözünü inkâr etmiş, öyle bir söz söylememiş olduğunu iddia eylemiş.
Bunun üzerine bu mübârek âyetler nâzil olarak o haini yalanlamıştır. Son derece açıktır ki, Cenâb-ı Hak, hiçbir şeye muhtaç değildir. Onun borç para ve saire alması aslâ düşünülemez. Onun borç talebinde bulunmasından murat, onun rizası için fakirlere, zayıflara zekât ve sadaka şeklinde yardım edilmesidir, bu sayede sevaplara ulaşmaktır. Bu gibi ifadeler, karşılıklı konuma ve diyalogun icaplarındandır.
Bunu herkes anlayabilir. Artık bunu yanlış anlar gibi görünerek alaycı lâkırdılarda bulunanlar en ateşli azaplara lâyık değil midirler? İmân ettik lâyıkdırlar. Ve azaba ergeç kavuşacaklardır.
183. O kimseler ki “şüphe yok Allah bize emretti ki: Ateşin yiyeceği bir kurban getirinceye kadar hiç bir Peygambere imân etmeyelim” dediler. De ki: Şüphe yok benden evvel size peygamberler mucizeler ile vedediğiniz şey ile gelmişlerdi. Artık ne için onları öldürdünüz, eğer siz sadık kimseler iseniz?
183. Bu mübârek âyetler de Kur’ân’ın açıklamaları ile alay eden alçakların ne durumda olduklarını, ne kadar cinayetlerde bulunduklarını bildiriyor. Onları kınayarak peygamber efendimizi şöylece teselli ediyor.
(O kimseler ki) Muhammedin Peygamberlerini tasdik etmek istemeyen o cahil, o alaycı şahıslardır ki, Hz. Muhammed’e hitaben: (Şüphe yok ki Allah bize emretti) kitaplarında bize emir ve tavsiye buyurdu (ki ateşin yiyeceği) yakıp kendi tabiatına çevireceği (bir kurban getirinceye kadar) böyle bir mucize gösterinceye kadar (“Hiç bir peygambere imân etmiyelim” dediler.) Yüce Resûlüm! O inkârcılara (de ki: Şüphe yok benden evvel size peygamberler) bir nice (mucizeler ile ve o dediğiniz) kurban kabilinden (şey ile gelmişlerdi) Zekeriya ve Yahya Aleyhisselâm gibi (artık ne için onları öldürdünüz?.)
Ne için onları tasdik etmediniz?. (Eğer siz sadık kimseler iseniz!.) Öyle kurban getirileceği zaman imân edeceğinize dair sözlerinizde sadık iseniz, ne için o peygamberleri tasdik etmediniz de onları öldürdünüz? Neden o mucizelerin görülmesine rağmen yine böyle cinayetleri işlediniz. Evet… Bu inkarcılar, her ne kadar o peygamberleri bizzat öldürmemişler ise de o cinayetleri bunların dedeleri yapmış, kendileri de ona razı bulunmuş olduklarından artık o cinayetleri fiilen kendileri yapmış gibidirler, ve kendilerinde o kötü eğilim mevcuttur…
§ Bu âyeti kerimenin iniş sebebi olmak üzere deniliyor ki: Yahudî reislerinden Keab ibnil Eşref, Malik ibni Seyfi, Huyey Ibni Ahtab, Fenhas ibni Azura, Veheb ibni Yehûdâ gibi bir takım kimseler, peygamberin huzuran gelmişler: Ya Muhammed!. -Aleyhisselâm- Sen Allah’ın Rasûlü olduğunu iddia ediyorsun,halbuki Allah Teâlâ bize bir kitap indirmiştir ve bize bir söz vermiştir ki: Hiçbir Peygamber’e imân etmeyelim, ta ki bir kurban getirsin de onu gökten inen beyaz bir ateş yakıp yiyiversin. İmdi sen de bunu getirirsen o zaman seni tasdik ederiz demişler, bunun üzerine âyeti kerime nâzil olmuştur.
§ Bu kurban mes’elesi hakkında iki görüş vardır:
Birisi şöyledir: Vaktiyle Peygamberleri tasdik için böyle bir kurban hadisesinin ortaya çıkması şart koşulmuştu. Bundan ancak Hz. İsa ile peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed müstesna bulunuyorlardı. Onların gösterecekleri mucizelerin büyüklüğü, böyle bir kurban hadisesine ihtiyaç bırakmıyacaktı. Merhum Süddi de bu görüştedir.
ikincisi de şöyledir: Gerçekte bazı peygamberler zamanında bir mucize olmak üzere böyle bir kurban hârikası meydana gelmiştir. Fakat bu da diğer mucizeler kabilinden bir şey idi. Halkın Peygamberlere imân etmeleri böyle bir mucizenin gösterilmesine bağlı değildi. Böyle bir iddiayı bir takım yahudî reisleri kendilerinden ortaya atmışlardır. Bu bakımdan bu iddia, hakikate aykırıdır.
184. İmdi seni yalanlarsa şüphe yok senden evvel de Peygamberler yalanlamışlardı ki, açık deliller ile, hikmetli sahifeler ile ve nurlu kitap ile gelmişlerdi..
184. (İmdi) Ey şanı yüce peygamberim! (Seni) de (yalanlarsa) senin peygamberliğini de kabul etmezlerse üzülme, (şüphe yok ki senden evvel de) bir nice mübârek (peygamberler) kendilerine gönderilmiş oldukları kavimler tarafından (yalanlanmışlardı) o Peygamberler ise senin kardeşlerindir, onlara isabet eden musibetleri, tekzip edilmeleri düşün de teselli bul.
O peygamberler (ki) onlar da senin gibi (açık deliller ile) açık ve parlak mucizeler ile ve İbrahim Aleyhisselâm’a verilen mübâreksahifeler gibi (hikmetli sahifalar ile ve) Tevrat, İncil gibi (nurlu) açık (kitap ile gelmişlerdi) bunları ümmetlerine duyurmuşlardı. Buna rağmen yine içlerinden bir çokları bu muhterem zatların sözlerini, tavsiylerini kabul etmeyip küfür ve isyan içinde bir müddet yaşayarak en nihayet lâyık oldukları cezalarına kavuşmuşlardır. Artık Ey Yüce Peygamber! Sen de sabret, teselli bul bu inkılâp âlemi böyle kalmaz, dalet ve hikmetin gereği ne ise ergeç tecelli edecektir.
185. Her nefis ölümü tadıcıdır. Ve şüphe yok sizlere yaptıklarınızın karşılığı kıyamet gününde ödenecektir. Artık kim ateşten uzaklaştırılır ve cennete girdirilirse kurtuluşa ermiş olur. Ve dünya hayatı ise bir aldatıcı metadan başka bir şey değildir.
185. Bu âyeti kerime, dünya hayatının geçici durumunu, bir aldatıcı metadan ibaret olduğunu bildiriyor, yaratıklardan kimlerin kurtuluşa kavuşacaklarını gösteriyor, selâmet ve saadete vesile olacak hareketlere işaret ediyor ve bu suretle Rasûli Ekrem hakkındaki teselliyi takviye ediyor ve onun mübârek kalbinden üzüntü ve kederi gidermiş bulunuyor.
Şöyle ki: (Her nefis) her hayat sâhibi yaratık, her insan, her melek, ve her cin bütün bunlar (ölümü tadıcıdır) ölüme mahkûmdurlar. Mukadder vakti gelince bu dünya hayatından mahrum kalacaklardır. Maamafih böyle ölüme mâruz kalanlar, bir daha hayat bulmayacak değildirler. Bilakis takdir edilen vakti gelince bütün bu ölenler Allah’ın kudreti ile yeniden bir hayata kavuşacaklardır. Bir sonsuzluk dünyasına gitmiş olacaklardır.
Artık ey sorumlu insanlar! Sizler de yeni bir hayat bulacaksınızdır (ve şüphe yok sizlere) dünyada iken yapmış olduğunuz iyi ve kötü amellerinizin karşılığı mükâfat ve cezalarınız (kıyamet gününde) o kabirlerinizden çıkıp mahşere sevkedildiğiniz günde tamamiyle (ödenecektir.) Amellerinizhayır ise cezaları da hayır olacaktır. Bilâkis amelleriniz şer ise cezaları da hakkınızda şer bulunacaktır.
(Artık) o kıyamet gününde (kim ateşten uzaklaştırılır) cehenneme atılmasına ilâhî irade müsaade etmezse (ve) kim ilâhî bir lütfa ve Allah’ın affına uğrayarak (cennete girdirilirse) bir ebedî selâmet ve saadete ermiş, uhrevî azaptan (kurtulmuş) muradına ermiş, ilâhî tecellilere kavuşmuş (olur.) Ne yüce bir mazhariyet!..
İşte insan böyle ebedî bir saadete ulaşmak için çalışmalıdır. (Ve) onu en mühim bir gaye bilmelidir. (Dünya hayatı ise) yani bu dünya varlığı ise, bu dünyadaki bütün servet ve zenginlik makam ve mevki, cismanî zevkler, meşguliyetler, yiyip içmeler ise (bir aldatıcı) geçici, yok olmaya yönelik, insanı aldatan bir (metadan başka birşey değildir) binaenaleyh, böyle geçici, fânî ve sorumluluk sebebi olan şeylerden dolayı, insan, büyük bir üzüntü ve kedere kapılır mı?.
Böyle insanı aldatan, insanı yüce gayeleri takipten men eyleyen bir fânî varlık için insan, ebedî saadetine vesile olacak vazifelerini terkeder mi?.. Evet… Bir mü’min dünyada bir takım kederlere, sıkıntılara uğrasa da bunların geçici ve bir hikmete dayalı olduğunu düşünerek bir ümitsizlik ve kedere kapılmamalıdır, asıl uhrevî saadeti temin edecek, sebeplere sarılmalı onunla gönlü ferah olarak yaşamalıdır. Yoksa dünya da, dünya varlığı da fanîdir.
Evet… bu beyitte de denildiği gibi dünya bir kimse için daimî bulunsaydı, her halde Rasûli Ekrem dünyada ebedî olarak kalırdı. Artık, ona bâki olmayan bir dünya, başkaları için bâki, daim olur mu?.”Gam değildir gide dünya, kala din” “Gam odur kim kala dünya, gide din”
§ Bu âyeti kerimedeki ” ” kelimesi mükâfat ve cezaların tamamiyle, büsbütün görüleceği yerin âhiret âlemi olduğunu gösteriyor. Yoksa insan daha dünyada iken de veya kabire atılınca da bazı amellerinin bir kısım mükâfat ve cezasını görürse de bu tamam şekilde değildir. Evet… Bazı insanlar daha dünyada iken de bazı amellerinin mükâfat veya cezasını görürler.
Fakat bunlar geçicidir, fanidir, yeterli değildir. Çok kere de insanlar, amellerinin karışlığını dünyada görmezler. Meselâ: Bir şehit, hayatını feda eder, gider, dünyada kalıp bunun mükâfatını bizzat görmez. Bir katil de yakalanmayarak yaptığı cinayetin cezasını dünyada görmeyebilir. Fakat asıl mükâfat ve ceza sahası, âhiret âlemidir ki, orada herkes lâyık olduğu mükâfat ve cezaya kavuşacaktır. Nitekim ölüp gidenler mezarlarında da bir nevi mükâfat veya ceza görecektir.
Kabir kendileri için ya cennet bahçelerinden bir bahçe veya cehennem çukurlarından bir çukur kesilecektir. Fakat bunlar da geçicidir. Asıl tamamiyle ceza ve mükâfatın görülmesi kıyamet gününden itibaren başlayacaktır, İşte bu âyeti kerime de bunu göstermektedir. Dünyevî üzüntülere katlanıp asıl ebedî hayat alemindeki hakikî selâmet ve saadeti temine çalışılmasına onunla teselliye kavuşup vicdan huzuru içinde bulunulmasına işaret etmektedir.
186. Allah Teâlâ’ya and olsun ki: Mallarınız ve nefisleriniz hakkında imtihan olunacaksınızdır. Ve elbette sizden evvel kendilerine kitap verilmiş olanlardan ve müşriklerden birçok incitici sözler işiteceksiniz. Ve eğer sabrederseniz ve korunursanız, işte şüphe yok ki, bu metaneti gerektiren işlerdendir.
186. Bu âyeti kerime, bütün müslümanlarasabır ve sebatı, İslâmiyet aleyhindeki ceryanlara karşı basiretli ve hikmetli bir şekilde hareket edilmesini tavsiye buyurmaktadır. Çünkî bu şekilde hareket, bir çok kimselerin uyanmasına, insafa gelmesine muhalefetten vazgeçip İslâmiyeti kabul etmesine sebep olabilir.
Nitekim bir âyeti kerime de:”Ona yumuşak söz söyleyin, belki öğüt alır ve korkar.” (Tâhâ, 44) buyurulmuştur.
Diğer bir âyeti celile de: “(Sen kötülüğü) en güzel şeyle sav. O zaman (bakarsın ki) seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost oluvermiştir. (Fussilet, 34) buyurulmuştur.
İşte izah etmekte olduğumuz âyeti kerimede de şöyle buyuruluyor. (Allah Teâlâ’ya and olsun ki:) elbette Ey müslümanlar!, (mallarınız ve nefisleriniz hakkında imtihan) tecrübe, deneme (olunacaksınızdır) Hak Teâlâ hazretleri, insanlara maî, can vermiş, onları bu imtihan âlemine getirmiştir. Şöyle ki: Hak Teâlâ dilediği kuluna mal ve servet verir, tâki o kul bu yüzden bir imtihana tâbi olsun. Kendisinin Allah’ın emrine riayet edip etmediği anlaşılsın, o malı, o serveti ne şekilde elde etmiş; ve onu ne gibi yerlere harcamış, onun zekâtını vermiş mi, vermemiş mi meydana çıksın.
Ve Yüce Allah insana vücut, hayat, sıhhat ihsan etmiştir. Tâki, bunları ibâdet ve itaate mi sarfettiği veyahut arzu ve isteği yolunda mı zayi eylediği ortaya çıksın. Aynışekilde: İnsan, vakit vakit bazı hastalıklara, üzüntülere ve tutsaklıklara manız kalır. Tâki, bunlara karşı sabredip etmediği anlaşılsın, Allah’ın takdirine ne derece razı olup olmadığı meydana çıksın, ona göre mükâfat veya cezaya kavuşsun.
Gerçekte kâinatın yaratıcısı kullarının bütün fiillerini, hareketlerini, niyetlerini, bütün kabiliyetlerini ilmi ezelisiyle tamamen bilir. Artık onları öyle imtihana çekmesi, onların hal ve hareketlerini kendilerine veya başkalarına göstermek içindir, ve ilâhî delillerin tamamen ortaya çıkması içindir. Tâki: Yarın kıyamet gününde kimsenin bir itiraza, özür dilemeğe selahiyeti kalmasın. (Ve elbette) Ey müslümanlar!. (Sizden evvel kendilerine kitap verilmiş olanlardan) Yahudilerden ve Hıristiyanlardan (ve) Arabistan’daki (müşriklerden birçok incitici) ruhunuza üzüntü verici (sözler işiteceksiniz.)
Meselâ: Yahudîler, Üzeyr Allah’ın oğludur derler. Hıristiyanlar, mesih Allah’ın oğludur ve üç ilâhtan biridir derler, Rasûli Ekrem hakkında kınama ve hakarette bulunurlar. Arap müşriklerinden Kaab İbnül Eşref gibi şahıslar da Rasûli Ekrem aleyhinde şiirler yazarlar, insanları, muhâlefete teşvik ederlerdi, müslümanlar ile savaş için asker toplamaya çalışırlardı.
İşte müslümanlar, bunları görüyor, işitiyor, duruyorlardı, bunlardan vicdanen rahatsız oluyorlardı. İşte bütün bunlar müslümanlar için birer ilâhî imtihan idi. İşte asrı saadette böyle olduğu gibi ondan sonra da asrımıza kadar da böyle İslâmiyete karşı düşmanca ve muhalif tarzda haller devam etmiş ve etmekte bulunmuştur. Artık müslümanlara düşen vazife, dost ile düşman olanları tanımak, sabırla ve hikmete uygun bir şekilde hareket etmek. Allah Teâlâya sığınarak İslâm varlığını muhafazaya gayret göstermektir.
İşte Cenâb-ı Hak da buyuruyor ki: Ey müslümanlar!. Eğer o düşmanca hareketleri sabırla ve uyanık bir şekilde karşılar (ve eğer sabrederseniz ve)Allah Teâlâ’nın emirlerine, yasaklarına riayet ederek (korunursanız) sakınırsanız sizin için büyük mükâfatlar, muvaffakiyetler vardır. (İşte şüphe yok ki bu) böyle sabır ve takvâ ile hareket metaneti gerektiren işlerdendir. En doğru ve uygun bir tedbirdir, her akıl sâhibi için lâyık olan bir muameledir.
§ Bu âyeti kerime: Uhud gazvesinin ardından nâzil olmuştur. Zührînin rivayetine göre Kaab İbnül Eşref gibi İslâm düşmanlarının müslümanlara karşı olan düşmanca hareketlerini bildirmektedir. “Fazilet ehline daim tehakkümi cühenâ” “Cihanda kaidedir tâ cihan, cihan olalı.”
187. Ve bir zaman Allah Teâlâ kendilerine kitap verilmiş olanlardan bir söz almıştı ki, elbette o kitabı insanlara açıklayacaksınız ve onu gizlemeyeceksiniz. Onlar ise onu omuzlarının arkasına atıverdiler ve onunla az bir baha satın aldılar. Artık o satın aldıkları ne kötü birşey!
187. Bu mübârek âyetler kendisine bağlı olduklarını iddia ettikleri dinin, kitabın hükümlerine uymayan, hakikatı sakiayana ve mahiyetlerini gizleyip halkı saptırmaya çalışan kimselerin o çirkin hareketlerini dikkatlere sunuyor, ve onların pek acıklı akibetlerini bildirerek Rasûli Ekrem, müminleri tecelli ediyor.
Şöyle ki: (Ve) Resûlüm!. Hatırla (bir zaman Allah Teâlâ kendilerine) Tevrat ve İncil gibi (kitap verilmiş olanlardan) yâni Peygamberleri vasıtasıyla kitaplara ulaşan Yahudî ve Hıristiyan âlimlerinden (bir söz) bir vaad ve teminat (almıştı, ki). Allah hakkı için siz (elbette o kitabı insanlara açıklayacaksınız.) Onun hükmünü bozmadan ve değiştirmeden insanlara bildireceksiniz. (Ve onu) o kitabı, onun hükümlerini (gizlemiyeceksiniz) onu olduğu gibi tebliğ eyleyeceksiniz, sizin vazifeniz budur.
İşte son peygamberin vasıflarıyla ilgili olan açıklamalarda bu cümledendir. (Onlar ise), o, kendilerine böyle kitab verilmiş olanlar ise (onu) o söz ve yemini, o üzerlerine aldıkları vazifeyi (omuzlarının arkasına ats verdiler) ona riayet etmediler, onun tersine hareket ettiler. (Ve onunla) onyn bedeli olarak karşılığında (az bir baha) kıymetsiz birşey (satın aldılar). Dünya varlığı için ebedî hayatlarını tehlikeye düşürdüler. (Artık o satın aldıkları ne kötü şey!) kendilerinin helâkini, ebedî felâketini gerektiren ne kadar çirkin ve felâket sebebi bir trajedi!.
188. O getirdikleriyle sevinen ve yapmadıkları ile de övülmek isteyen kimseleri sakın sanma, artık onları zannetme ki, onlar azaptan kurtulacakları bir yerde bulunacaklardır. Ve onlar için pek acıklı bir azab vardır.
188. (O getirdikleriyle) insanları saptırmak için yaptıkları vesveselerle kötü telkinler ile, (sevinen) halka bir hizmet ettim diye gayrimeşru şeyleri ortaya çıkarmakla kalben rahat olan (ve yapmadıkları ile de) hak adına birşey söylemedikleri, güzel amelerde bulunmadıkları halde bunları yapmış gibi görünerek halk tarafından (övülmelerini isteyen kimseleri) iyice anla, aldanma (sakın sanma) ki onlar gerçek övgüye lâyık kimselerdir, onlar sevaba ulaşmış, hak’ka hizmet eden şahıslardır, hayır hayır. (Artık onları zannetme ki onlar) öyle münafıkça hareket eden kimseler, yarın kıyamet gününde (azabdan kurtulacakları bir yerde) meselâ:
Cennette (bulunacaklardır.) Hayır… Öyle sanma, onlar cennette değil, cehennemde bulunacaklardır. (Ve onlar için) o cehennemde (pek acıklı bir azap vardır.) Ondan kurtulamıyacaklardır. Aman yarabbi!. Ne kötü bir âkibet!.
§ Tefsirlerde ve Sahihi Buhari ile Sahihi Müslimde anlatıldığı üzere Rasûli Ekrem efendimiz, Yahudilerden kitaplarında olan bir şeyi sormuş, onlar ise hakkı gizleyerek tersinisöylemişler, ve kendilerini doğru sözlü göstermek ve bu hallerinden dolayı övülmeğe lâyık olmak istemişlerdi.
Bir takım kimseler de kendilerini dıştan müslüman gösterip hakikî müslümanları aldatmak, onların yakınlıklarını kazanmak istemişlerdi. Halbuki kalben inkârcı durumdadırlar. İşte bu mübârek âyetler bu gibi dinsizler hakkında nâzil olmuştur. Bu gibi iki yüzlü münafıkların âkibetleri pek korkunçtur. Bunların bu hallerine karşı sabır ve sebatta bulunmaktan daha güzel bir çare müslümanlar için yoktur.
§ Bu mübârek âyetler gösteriyor ki (evvelâ) bir insan, samimî bir müslüman olmalıdır. Üzerine düşen dinî vazifeyi lâyıkiyle yapmaya çalışmalıdır, gösterişten, iki yüzlülükten tamamen uzak bulunmalıdır. Gücü yettikçe dinî hakikatleri, fıkhî ve ahlâkî mes’eleler! soranlara olduğu gibi bildirmelidir. Yanlış bir düşünceye düşerek hakikatleri değiştirmeye cür’et etmemelidir.
Nitekim: Bir hadisi şerifte: Bir kimse, kendisine bir ilmî mes’ele sorulur da onu gizler, söylemezse ağzına kıyamet gününde ateşten bir gem vurulur buyurulmuştur, (ikincisi) bir müslüman, yaptığı iyilikleri, dinî, dünyevî vazifeleri bir samimiyetle yapmalıdır, gösteriş için, onun, bunun övgüsünü kazanmak için yapmamalıdır. Böyle bir hareketin hiçbir ahlâkî kıymeti olamaz, bilâkis mânevî sorumluluğu gerektirir.
(Üçüncüsü) bir insan Allah Teâlâ’dan korkmalıdır, maddî bir fâideye ve dünyevî bir menfaata kavuşmak için hak ve hakikata muhalif, vicdana aykırı sözleri ve cereyanları tasvib eder bulunmamalıdır. Sonra bunun günahı pek büyüktür, böyle bir kimsenin hakikî müslümanlar yanında hiçbirkıymeti yoktur, uhrevî sorumluluğu ise pek fazladır. (Dördüncüsü) bir insan, daima Hak’ka hizmet etmelidir.
Hak’kın ortaya çıkmasını bir gaye bilmelidir. Hakkın iptaline, yok edilmesine sebebiyet vermemelidir. Hakla ilgili olan bir söz ve fiilin aksini yapmamalıdır, bu gibi hususlarda başkalarını müşkil bir durumda bırakmamalıdır. Sonra bunun mes’uliyeti pek mühimdir, bunun neticesi ebediyyen saadetten mahrumiyettir, ebedî surette azab içinde kalmaktır.
189. Ve göklerin de, yerin de mülkü Allah Teâlâ’nındır. Ve Allah Teâlâ her şeye hakkıyla kadirdir.
189. Bu mübârek âyetler, Cenâb-ı Hak’kın bütün kâinata sahip ve, hakîm olduğunu, binaenaleyh fakirlik ve ihtiyaçtan uzak bulunduğunu gösteriyor ve Yüce Yaratıcının kudret izlerini ibret nazarlarına sunarak temiz ruhları Allah’ın Yüceliğini düşünmeye sevkeyliyor.
Şöyle ki: Bütün mahluklar Allah Teâlâ’nın birer kudret nişanesidir, (Ve göklerin de, yerin de mülkü) varlığı, idaresi, hâkimiyeti (Allah Teâlâ’nındır.) Bunlardaki rızıklar, bitkiler, yağmurlar ve diğer varlıklar, hazineler bütün Hak Teâlâ’nın mülküdür, onun yarattığı birer eseridir. Artık öyle bir Yüce Yaratıcı, herhangi bir şeye muhtaç, fakirlikle vasıflanmış olur mu? (Ve Allah Teâlâ herşeye hakkiyle kadirdir.)
Daha böyle bir nice harikaları meydana getirmeğe hakkıyla güç yetirendir ve kısacası mü’minleri kurtuluşa, saadete erdirmeğe, ve kendi yüce zatını inkâra veya ona fakirlik isnadına cür’et eden inkârcıları da cezalandırmaya ve azab etmeye, inanıyoruz, fazlasiyle kudreti vardır. Artık böyle bir kudret sâhibi yaratıcının azab pençesinden inkârcı, hangi münafık yakasını kurtarabilir?
190. Şüphe yok ki göklerin ve yerin yaradılışında ve gece ile gündüzün ihtilâfındaelbette tam aklı sahipleri için açıkça deliller vardır.
190. (Şüphe yok ki) Aklı başında olan uyanık bir kimse bu kâinatı güzelce düşününce Cenab’ı Hak’kın kudretini, yaratıcılığını ve ihtiyaçlardan uzak olduğunu hemen tasdik eder. Çünkü (göklerin ve yerin yaradılışında) bunlardaki acaibliklerde, harikalarda (ve gece ile gündüzün ihtilâfında) bunların gidip gelmelerinde, artıp eksilmelerinde (elbette tam akıl sahipleri için) selim akla, doğru anlayışa sahip zatlar için Hak Teâlâ’nın varlığına, kudretinin üstünlüğüne, hakimiyetinin yüceliğine dair (açıkça deliller vardır.)
Evet… Bu kâinata ibret nazariyle bakan her aklı selim sâhibi, kâinatın yaratıcısının varlığını, büyüklüğünü ve kudretini tasdik etmeye mecbur olur. Hiçbir insana yakışır mı ki, bu kadar harikalar gözlerine çarpıp dururken bunları hayvan gibi birer gaflet bakışıyla görüp duruversin?
Her sabah doğan o muhteşem güneşi, her gece semalarda parıldayıp duran milyonlarca ışık saçan yıldızları birer ibret gözü ile seyretmek lâzım değil midir? Nedir o ihtişam!. Nedir o harika kudret!. Her biri bir âlem, her biri yaratılış kanununa tâbi, ne muntazam bir harekete sahip! Bunların her biri gözleri aydınlatyıor, kalpleri sevinçlere boğacak bir güzelliğe, bir parlaklığa sahip bulunuyor.
§ İbni Ömer Radiyallahü Teâlâ anhuma’dan şöyle rivâyet edilmiştir: Ben Hz. Âişe radiyallahü tealâ anhaya sordum ki, Rasûli Ekrem’in görmüş olduğun en hayret verici bir halini bana bildirir misin? Hz. Âişe ağladı, sonra buyurdu ki: Rasûli Ekrem’in her hali hayret verici idi.
Bir gece yanıma teşrif etti, döşeğime girdi, hattâ mübârek cildi de cildime dokunuvermişdi ki: Ya Âişe: Bu gece rabbimin ibadetiyle meşgul olmama izin verir misin diye buyurdu. Ben de dedim ki: Ya Resûlallah!. Ben senin yakın olmanın şerefini elbette severim,fakat senin arzuna uymayı da çok isterim. İbadetle meşgul olabilirsin. Bunun üzerine Rasûli Ekrem kalkıp abdest aldı, sonra namaz kıldı ve Kur’ân’ı Kerimden okuyarak ağladı. Göz yaşları mübârek dizlerine yetişmişti.
Sonra oturdu, Cenab’ı Hak’ka hamd ve övgüde bulundu, yine ağlıyordu. Sonra ellerim kaldırdı yine ağladı. Hattâ mübârek gözlerinin yeri bile ıslattığını gördüm. Ardından Bilali Habeşi geldi, sabah ezanını okuyacaktı. O da Rasûli Ekrem’i öyle ağlar bir halde görmüş ve demişti ki: Ya Resûlullah! Sen de ağlar mısın ki, Allah Teâlâ senin için geçmiş ve gelecek günahlarını mağfiret buyurmuştur. Bunun üzerine Rasûli Ekrem Hazretleri de şöyle buyurmuştur: Ya Bilâl! Ben Allah Teâlâ’nın şükreden bir kulu olmayayım mı?. Ben nasb ağlamayayım ki, bu gece bana:
âyeti kerimesi nâzil oldu. Artık
Yazıklar olsun o kimseye ki bu âyeti kerimeyi okur da onda düşünceye dalmaz. Binaenaleyh bütün biz müslümanlara lâzımdır ki: Bu gibi âyeti ‘kerimeleri düşünerek okuyup dinleyelim, uyanmak için onlardan birer hisse alalım. Ve başarı Allah’tandır…
191. Onlar ki, ayakta iken de, otururken de ve yanları üzerine yatarlarken de Allah Teâlâ’yı zikirederler ve göklerin ve yerin yaradılışı hakkında tefekkürde bulunurlar. İşte onlar şöylece tesbih ve duada bulunur dururlar. Ey Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın, Sen yücesin, artık bizleri ateş azabından koru…
191. Bu mübârek âyetler de iyi kulların hayat farzını, ibâdet ve itaate nasıl devam ettiklerini ve ne şekilde tesbih ve tehlilde, dua veniyazda bulunduklarını bizlere uyulması gereken bir örnek olmak üzere şöylece açıklamaktadır. (Onlar ki,) o “ülül’elbab” denilen tam akıl sahipleri ki, kâinata bakarak Allah’ın kutsiyetine deliller bulurlar, her zaman zikir ve düşünme ile, ibâdet ve itaatle meşgul olurlar (ayakta iken de, otururlarken de) zikre ve fikre devam ederler.
Bedeni istirahatlarını kazanmaya lüzum görünce de (yanları üzerine yatarken de Allah Teâlâ’yı zikrederler) daima kalplerini zikr nuruyla ve düşünmekle aydınlatmaya çalışırlar. Özellikle bu durumlara namaz halinde riayet edilir. Şöyle ki: Bir müslüman sıhhatte bulundukça namazını ayakta kılar. Rahatsız olur da ayakta duramazsa namazı oturduğu halde kılar. Buna da güç yetiremezse, yani üzerine, arkası üzerine yatarak namazını kalmaya çalışır. Kısacası: Bir mü’min, zikir ve düşünmeden namaz ve duadan uzak olmamalıdır.
Nitekim bir hâdisi şerifte şöyle buyurulmuştur:
Bir kimse cennet bahçelerinden istifade etmek isterse Allah Teâlâ’yı çokça ansın. (Ve) o gibi zatlar ki (göklerin ve yerin yaradılışı) takdir ve tertib edilişi (hakkında tefekkürde bulunurlar) bunların nasıl birer harikalar levhası olduğunu düşünürler, bunlardaki çeşitli yaratıkların hallerine bakarlar bunların bir hikmet sâhibi yaratıcı, bir yüce idareci tarafından meydana getirilmiş olduğunu düşünmeye dalarlar, onun kudret ve yüceliği karşısında kulluk secdesine kapanırlar.
Evet… Allah’ın eserlerini düşünmek, kalplerden gafleti giderir, vicdanları aydınlatır, Allah korkusunu, Allah sevgisini arttırır. Nasıl ki temiz, şeffaf sularda bitkileri yetiştirir,binlerce güzel çiçeğin açılmasına sebep olur. İşte düşünmek de kalplerde böyle bir nice hakikatların ortaya çıkmasına bir vesile teşkil etmiş bulunur. -İşte onlar, öyle düşünen zatlar- Cenab’ı Hak’kın yarattığı eserlerine tefekkür nazarıyla ele alır şöylece tesbih ve duada bulunur dururlar. (Ey Rabbimiz!. Sen bunları) bu yaratmış olduğun gökleri, yerleri, bunlardaki bir nice mahlûkatı (beş yere yaratmadın) bunlar hikmete muhalif, bir gayeye yönelik olmayan şeyler değildir.
Hepsi de bir nice büyük hikmete dayalıdır. Özellikle insanlar marifetullah (Allah’ı tanımak) ile vasıflanmış olmak, ibâdet ve itaatte bulunmak, bunun neticesinde ebedî bir hayata, sonsuz bir saadete ulaşmak için yaradılmışlardır. Ey bütün bu kâinatın yüce yaratıcısı (sen yücesin) Ey Rabbimiz!
Seni boş yere birşey yaratmış olmaktan yüce tutarız. (Artık bizleri) biz aciz kullarını (ateş azabından koru) bizleri gafletten uyandır, gökleri ve yerleri güzelce tefekküre dalmaktan bizleri mahrum bırakma. Bizleri cehennem azabına sevkedecek cahilce, gafilce hallerden düşüncelerden muhafaza buyur. Ey kerem ve merhamet sâhibi olan Allahımız!.
192. Ey Rabbimiz! Sen kimi o ateşe sokarsan şüphesiz onu hakir ve zelil edersin. Ve zalimler için yardımcılar da yoktur.
192. (Ey Rabbimiz sen kimi o ateşe) o cehennem narına ebedî bir halde kalmak üzere (sokar isen şüphesiz onu) o şahsı (hakir) ve zelil (edersin) artık onun için kurtuluş yoktur. (Ve) öyle (zalimler) kafirler (için yardımcılarda yoktur.) hiç bir kimse onların yarın ahirete imdadına yetişmeyecektir. Ey Rabbim! Bizleri o gibi ebedî mahrumiyete mahkum olan şahıslarla aynı durumdan olmaktan koru. Âmin.
193. Ey Rabbimiz! Biz, Rabbinize imân ediniz diye imâna çağıran bir davetçi işittik, hemen imân ettik. Ey Rabbimiz! Artık günahlarımızı bize bağışla ve bizim kusurlarımızı bizden örtve bizleri iyi kullar ile beraber öldür.
193. (Ey Rabbimiz!) Biz kullarını irşat ve ikaz etmek için lütufda bulundun (biz Rabbinize imân ediniz diye imâna çağıran bir davetçi işittik) Ey Rabbim!. Senin yüce katından bütün insanlara bir lütuf olarak Peygamber gönderilmiş olan Hz. Muhammed -Aleyhisselâm’ın- o yüce davetini duyup gördük, bizler de hamdolsun (hemen) o zata tabi olarak onun emri doğrultusunda (imân ettik) onun ümmetinden olmak şerefine kavuştuk (Ey Rabbimiz!) Ey Kerim Allahımız! (Artık) büyük günah kabilinden olan (günahlarımızı bize bağışla) onları tamamen yok et ve ortadan kaldır ve bizim küçük ünah kabilinden olan (kusurlarımızı bizden ört) affet ve gizle.
(Ve bizleri iyi kullar ile beraber öldür) Bizleri mübârek kulların olan Peygamberler ile, veliler ile beraber haşret, bizleri onların sohbetlerine devam edenlerden ve iltifatlarına kavuşanlardan kıl, bizleri de onlarla beraber olanlardan say.
Çünkü Hz. Peylgamber buyurmuştur. ( Kişi, sevdiği kimse ile beraber haşr olunur)
194. Ey Rabbimiz! Peygamberlerine karşı bizlere va’d ettiklerini bizlere ihsan buyur. Ve bizleri kıyamet gününde rezil etme. Şüphe yok ki, sen verdiğin sözden dönmezsin.
194. (Ey Rabbimiz!.) Ey Kerem sâhibi yaratıcımız ve rızık verenimiz! (Peygamberlerine karşı) onların lisaniyle, vasıtasıyle (bizlere) biz âciz kullarına lütfen (va’d ettiklerini) lütuf ve rahmetini, kutsal yüzünü görmeyi (bizlere ihsan buyur) onları bizlere ver, bizleri, onları hak etme nimetinden mahrum bırakma. (Ve bizleri kıyamet gününde rezil etme) bizleri hakarete düşürme bizleri azaba uğratma.
(Şüphe yok ki,) Ey Kerim olan Allahımız!. (Sen va’d buyurduğundan dönmezsin) mü’min kullarına sevapvereceğine, dua ve niyazda da bulunanların istirhamlarını kabul buyuracağına dair olan vadinde müjdende hâşâ cayma söz konusu olamaz. Artık biz kullarını da imân ve itaat dairesinde sabit kıl, bu dua ve niyazımızı lütfen kabul buyur, Ey Kerim ve rahîm olan Rabbimiz!.
§ Hadislerde zikredilmiştir ki: Bir kimseye mühim bir şey isabet eder de beş kere “Ey Rabbimiz” diye dua ve niyazda bulunursa Allah Teâlâ o kimseyi o korktuğu şeyden kurtarır, ona istediğini verir. İşte bu ayetlerde görüldüğü şekilde (Rabbenâ = Ey Rabbimiz) diye dua ve yakarışda bulunan zatların da bu istirhamlarının kabul edilmiş olduğunu (195) inci âyeti kerime müjdelemektedir. Binaenaleyh bu âyeti kerimeler, bizlere ne şekilde dua ve niyazda bulunmamızı da öğretmiş bulunuyor.
195. Artık Rabbi kerimleri onlara şöyle karşılık verdi ki! Ben sizden gerek erkek ve gerek kadın bir amel edinin amelini zayi kılmam. Bazınız bazınızdansınız. İmdi hicret etmiş olanlar ve yurtlarından çıkarılmış bulunanlar ve benim yolumda eziyete uğrayanlar ve savaşta bulunan ve öldürülenler yok mu, elbette Allah katında bir sevap olmak üzere onların suçlarını örteceğini ve elbette onları altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacağını ve güzel mükâfat ise Allah Teâlâ katındadır.
195. Bu âyeti celile, Cenâb-ı Hak’kın ulûhiyet ve kutsiyetini bilen onun kudretinin izlerini tam bir hürmetle tefekküre dalan ve üzerlerine düşen kulluk vazifelerini yerine getiren, sonra da Allah Teâlâ’ya duada, niyazda bulunan zatların dualarının kabul edileceğini ve onların büyük mükâfatlara ulaşacaklarını göstermektedir.
Şöyle ki Artık) o tam akıl sahipleri olan zatların dua ve. yalvarmalar! üzerine (rabbi kerimleri onlara) o zatların istirhamlarına (şöyle karşılık verdi) bütünisteklerinin meydana gelmesini kendilerine şöylece müjdeledi (ki, ben sizden gerek erkek) olsun (ve gerek kadın) olsun aynıdır, bunlardan (bir amel edenin amelini) o amelin sevabını; mükâfatını (zayi kılmam) ona lâyık olduğu mükâfatı veririm.
Ey insanlar!, (bazınız bazınızdansınız) erkekleri de, kadınları da bir asıl cem etmektedir. Erkekler kadınlardan, kadınlar da erkeklerden meydana gelmektedir, bu bakımdan aralarında bir cinsbirliği, bir sosyal bağ vardır. Sonra müslüman olan erkekler ile kadınlar da İslâmiyet itibâriyle bir birlik teşkil etmektedirler. Binaenaleyh aralarında bu bakımdan da bir fark yoktur, mükâfat ve ceza itibariyle de aralarında bir eşitlik vardır.
Her iki sınıfın da güzel amelleri makbuldür, sevaba kavuşmalar! takdir edilmiştir. (İmdi) Erkek olsunlar kadın olsunlar (hicret etmiş olanlar) Mekke’i Mükerreme’den Medine’i Münevvere’ye hicret etmiş olan müslümanlar (ve) din düşmanları tarafından zoru zoruna (yurtlarından çıkarılmış bulunanlar) İslâm erkekleri ile kadınları (ve benim yolumda) Allah yolunda (eziyete uğrayanlar) bir takım üzüntülere, fedakârlıklara katlananlar (ve savaşta) İslâm dinî uğrunda cihatta (bulunan ve) şehit olarak (öldürülenler yok mu) Bunların bu halleri ne kadar takdire lâyıktır! Ne kadar gıptaya lâyıktır.
Evet… Allah Teâlâ buyuruyor ki: (Elbette Allah katında) bir lütuf olarak (bir sevap olmak üzere onların suçlarını) bağışlayıp (örteceğini) başkalarına göstermiyeceğim. (Ve elbette onları altlarından ırmaklar akan cennetlere) ilâhî bir lütuf olmak üzere (sokacağım ve) bu gibi fevkalâde (güzel mükâfat ise) yalnız (Allah Teâlâ katındadır) başka hiçbir kimse, başka bir kimseye böyle büyük bir mükâfat vermeğe kadir değildir. Ve âhiret âleminde Cenâb-ı Hak’kın yüce cemâlini görmek gibi en kutsal mükâfatlar da vardır. Ne mutlu dünyada iken güzel amellerde bulunup bu mükâfatlara adayolanlara.
§ Rivayete göre Ümmi Seleme validemiz demişti ki: Ya Rasûlallah! Hicret hakkında daima erkekler Kur’ân’ı Kerim’de zikrediliyor, kadınlar zikredilmiyor. Bunun üzerine bu âyeti kerime nâzil olmuş, o gibi güzel ameller hususunda kadınlar ile erkekler arasında fark bulunmadığı gösterilmiştir. Evet: Dinî vazifelerini güzelce yerine getirenler erkek olsunlar, kadın olsunlar eşittirler, hepsi de. Cenab’ı Hak’kın lütfuna; mükâfatına kavuşacaklardır.
196. Kâfir olanların beldelerde dolaşıp durmaları; sakın seni aldatmasın.
196. Bu mübârek âyetler, müslümanları uyanmaya davet ediyor, İslâmiyetten mahrum olanların geçici nimetlerine gıpta edilmemesini emrediyor, iyilik ve takvâ sahibi olanların ise ne kadar muazzam ve ebedî nîmetlere kavuşacaklarını müjdeleyerek kalplerine teselli veriyor.
Şöyle ki: (Kâfir olanların beldelerde) ticaretler için ve sair kazanç işleri için (dolaşıp durmaları) iktisadî, ictimâî işlerine kıymet vermeğe çalışmaları, Habibim!. (Senî,) yâni: Senin ümmetini (sakın aldatmasın) bunlar sizi gaflete düşürmesin. Bunların durum, ve âkibetlerinin geçici olması gözönüne alınınca bunların gıpta etmeye lâyık olmadığı, bilâkis sorumluluğu gerektirdiği pek güzel anlaşılır.
§ Rivâyete göre bazı müslümanlar, bir takım müşriklerin zengin geniş bir ticaretle meşgul olup şehirler arasında gidip geldiklerini görünce: “Acaba biz mü’minler, darlık içinde yaşadığımız halde Allah Teâlâ’nın düşmanları neden şu gördüğümüz varlık içinde yaşıyorlar” demişler, bunun üzerine bu âyeti kerime nâzil olmuştur. Binaenaleyh biz bu âyeti kerimeden en güzel bir uyanma dersi almalıyız.
Evet… Bir takım gayrimüslimler, büyük bir servet sahibidirler. İktisat sahasında büyük bir iktidara sahiptirler. Bir kısmı da geniş geniş sahalarda hakimiyetleri ellerindebulunduruyorlar. Fakat bu nîmetler onlar için geçicidir. Madem ki, onlar kendilerini bu nimetleri nasib etmiş olan Yüce Allah’ı lâyikiyle bilip birliğini tasdik etmiyorlar, insanlara, heykellere tapıp duruyorlar ve madem ki bütün insanlığa yönelik olan İslâm dinini kabul etmiş bulunmıyorlar.
Ve madem ki elde ettikleri servetleri, nîmetleri çok kere meşru şekilde değil, fırsat buldukça başkalarının haklarına tecavüz etmek suretiyle elde etmiş bulunuyorlar, artık öyle bir nîmetin, devletin, servetin ne kıymeti olabilir ki, gıptaya lâyık olsun. O haddizatında geçicidir, mes’uliyeti gerektirmektedir, sâhibinin felâketine sebebtir. Evet… Meşru surette olan bir nîmet, servet müslümanlıkta övülmüştür, işlenilmiştir. Bunu bize ihsan buyuran Cenâb-ı Hak’ka bundan dolayı da şükrederek kulluk, secdesine kapanırız.
Fakat gayrı meşru olan, küfre bağlı bulunan, kendisi haddızatında geçici olduğu halde uhrevî mes’uliyeti sonsuz bulunan bir nîmet ve servete aklı olan bir kimse gıpta edemez. O gerçekte bir nîmet değildir, bir cezadır, bir felâkettir, öldürücü bir zehirdir. Farzedelim ki: Bir şahsa bir gün sonra idam edilmek üzere bir milyon altın verilse acaba bu paranın o şahsa nazaran bir kıymeti, faidesi olabilir mi?. Bilâkis üzüntü ve kederi artmış olmaz mı? Bu yaratılışın gereği değil midir?
İşte âhiret azabını hak eden kimselerin bu geçici dünya hayatında kavuştukları nimetler, servetler de bu kabildendir. Bununla beraber böyle nice nîmetler vardır ki, daha dünyada iken sahiplerinin ellerinden çıkmıştır. Nice servetlere; hakimiyetlere sahip kimselerin bunları elden çıkararak dünya sahifesinden silinip gittiklerini tarih kitapları bizlere pek açık şekilde göstermektedir. Kısacası: Cenab’ı Hak, bizleri bu gibi sonu korkunç, geçici varlıklara gıpta etmekten men etmektedir. Bu da bizim hakkımızda ilâhî lutfun bir tecellisidemektir.
197. Azıcık bir geçimdir, sonra onların varıp sığınacakları yer cehennemdir ve o ne fena bir yatak!.
197. O dinsizlerin dünyadaki varlıkları; dolaşıp durmaları (azıcık bir geçimdir) onlar bu geçimden dünyada az bir zaman için istifade etmiş olabilirler. Bu geçim, ne kadar fazla olsa da geçicidir ve âhiret âleminde kaybetmiş olacakları nîmetlere göre yok olan bir gölgeden ibarettir.
Veyahut onların bu geçimi, âhirette mü’minlerin elde edecekleri sevaplara, mükâfatlara göre hiç bir kıymet ifade etmez. (Sonra onların) o inkârcıların (varıp sığınacakları yer) onların son ebedî ikametgâhları (cehennemdir ve ne fena bir yatak!.) Artık düşünmeli!. Artık öyle geçici, azabı gerektiren varlıklara kıymet vermemelidir.
198. Fakat o kimseler ki, Rablerinden korkmuşlardır, onlar için altından ırmaklar akan cennetler vardır. Orada ebediyyen kalacaklardır. Allah tarafından verilecek nice ziyafetler olduğu halde. Ve Allah Teâlâ’nın katında olanlar ise iyi kullar için daha hayırlıdır.
198. (Fakat o kimseler ki) o mü’min, o iyi kimseler ki (Rablerinden korkmuşlardır) onun dinî hükümlerine karşı gelmekten sakınmışlardır. (Onlar için) o korunanlar için (altlarından ırmaklar akan cennetler vardır) öyle ebedî, hayat bahşeden bahçeler, köşkler mevcuttur. (Orada ebediyyen kalacaklardır.) Artık o nimetlerden mahrum kalmayacaklardır.
Onlara (Allah tarafından verilecek nice ziyafetler olduğu halde) onlar nice hatır ve hayale gelmeyen muazzam mükâfatlara kavuşacaklardır. (Ve Allah Teâlâ’nın katında) mânevî katında (olanlar ise) takdir edilen mükâfatlar, sevablar ile (İyi kullar için daha hayırlıdır.) Çünkü onlar, ebedîdir, sonsuzdur, mahiyetleri pek yücedir. Öyle dünya nimetlerigibi yok olmaya mahkûm değildir, İşte asıl gıpta edilecek, temenni edilecek nîmet ve devlet, bu âhiret mükâfatıdır. Allah’ın sonsuz lütfudur. Güzelce düşünenler daha dünyada iken böyle mutlu bir akibeti kazanmaya çalışırlar.
Ezvakı kâinât, seraser hayâldir
Aşan dilfiribi cihan, bî mealdir
Aklı selime mâlik olanlar verir mi dil
Bir şeye ki hemişe karini zevaldir.
199. Ve şüphe yok ki, ehli kitaptan öyleleri de vardır ki. Allah Teâlâ’ya ve size indirilmiş olana ve kendilerine indirilmiş olana imân ederler. Allah için korkarlar. Allah Teâlâ’nın âyetleri ile az bir bahayı satın almazlar. İşte onlar için rableri katında mükâfatları vardır. Muhakkak Allah Teâlâ hesabını pek çabuk görendir.
199. Bu mübârek iki âyet, İslâmiyetin yüce cazibesine tabi olan hakikaten aydın ve düşünen zatların daima bulunacağını bildirmektedir. Ve ebedî kurtuluşa, ilâhî lütuflara ulaşmak için sabır ve sebattan ayrılmayıp hak yolunda fedakârlıkta bulunulmasını emri ve tavsiye etmektedir. Ve sonuç olarak bu sure’i celiledeki emir ve yasaklara riayet Edilmesinin lüzumuna şöylece işaret buyurmaktadır.
Ehli kitap denilen Yahudî ve Hıristiyan gurubunun hepsi aynı kanaatte ısrar etmekte ve İslâmiyeti kabulden kaçınmaktadır. (Ve şüphe yok ki, ehli kitaptan öyleleri de vardır ki) güzel bir zekâya, güzel bir aklî muhakemeye sahip olup dinî hakikatları anlarlar (Allah Teâlâ’ya) onun birliğine, yaratıcılığına inanırlar, (ve) ey müslümanlar!. (Size) Allah tarafından (indirilmiş olana) Kur’ân’ı Kerim’e de inanır (imân ederler) ve onlar (Allah için) Cenâb-ı Hak’kın büyüklük ve yüceliğine karşı (korkar) mütevazi bir vaziyette (bulunurlar.)
Ve onlar (Allah Teâlâ’nın âyetleri ile) kendi yanlarında bulunan Tevrat ve incildeki peygamberinvasıflarına ait açıklama ile (az) fanî ve ehemmiyetsiz (bir babayı) bir dünyevî menfaati (satın alamazlar.) Onlar öyle dünya için, maddî menfaatlerini, başkanlıklarını korumak için âyetleri değiştirme ve inkâra, peygamberin vasıflarına ait bilgileri saklayıp aksini iddiaya cür’et etmezler. Nitekim, bir kısım ehli kitap âlimleri ise böyle bir hakikati değiştirmeye cür’et göstermişlerdir.
(İşte onlar için) o Allah Teâlâ’nın âyetlerini bozma ve değiştirmeye cür’et etmeyip Muhammed’in peygamberliğini kabul eden temiz kalpli ehli kitap için (Rableri katında) va’dedilen (mükâfatları) amellerinin sevapları (vardır.) Onlara bu amellerinden dolayı iki kat mükâfat va’dedilmiştir. (Muhakkak Allah Teâlâ) kullarının mahşer gününde (hesabını pek çabuk görendir) mahlûkatın yaratıcısı ve yüce hakimi olan Hak Tealâ hazretleri herkesin halini ve onların lâyık oldukları sevap ve cezayı ezelî ilmî ile bildiğinden onların muhakemelerini sür’atle neticelendirir.
§ Bir rivayete göre bu âyeti kerime, Hebeş hükümdarı olup İslâmiyeti kabul etmiş bulunan Ashame adındaki necaşî hakkında nâzil olmuştur. Bu zat Habeşeye hicret eden ashabı kirama çok hürmet etmişti. Bilahara vefât edince Rasûli Ekrem, bir mucize olmak üzere bundan haberdar olmuş, mübârek gözleri önünde Habeşistan görünmüş Necaşinin tahtı görünmüş, Nebiyyi Zişân efendimizde ashabı kiramı ile Bâki mevkiine çıkarak Necaşî için cenaze namazı kılmış, hakkında af talebinde bulunmuştu.
Bir takım münafıklar ise bunu görünce söylenmeğe başlamışlar. Hz. Muhammed, görmediği bir vahşi hıristiyan üzerine cenaze namazı kılıyor demişlerdi. Bunun üzerine bu âyeti kerime nâzil olmuş, o Habeş hükümdarının da İslâmiyeti kabul eden ehli kitaptan bir zat olduğuna işaret olunmuştur. Diğer bir rivayete göre de bu âyeti kerime, müslüman olma şerefine erişen Necran ehlinden kırk, Habeşlerden otuz iki vemından sekiz zat hakkında nâzil olmuştur ki, bunlar Hıristiyan idiler.
Abdullah ibni selâm hakkında nâzil olduğunu gösteren rivayetlerde vardır. Bununla beraber âyeti kerimenin mânası umumidir, İslâmiyeti kabul eden bütün kitap ehlini kapsamaktadır. Asrı saadetten beri “ehli kitap” denilen milletlerden müslüman olma şerefine erişen zatların sayıları milyonlara ulaşmıştır. Allah’a hamd olsun hâlâ da bir çokları İslâmiyeti yüceltmekte ve kabul ederek ebedî saadete aday bulunmaktadırlar. “Bir şem’iki mevlâ yaka bir veçhile sönmez”
200. Ey imân edenler! Sabrediniz, sabır yarısında bulununuz ve nöbet bekleyiniz ve Allah Teâlâ’dan korkunuz ki, felâh bulabilesiniz.
200. (Ey imân edenler) Ey müslümanlar!.. Ey hak yolunda sebat edenler!. (Sabrediniz) görevli olduğunuz itaatleri yapma, günahlardan kaçınma ve bazı musibetlere tahammül hususunda sabırlı bulununuz, (sabır yarısında bulununuz.) Hak Teâlâ’nın düşmanlarına karşı savaşta bulunurken sabır ve sebat hususunda onlara galip olunuz, onlar sizden daha sabırlı bulunmuş olmasınlar.
(Ve) sınırlarda (nöbet bekleyiniz) düşmanlara karşı hududta silâhlarınızla, nakil vasıtalarınızla cenge hazır bir vaziyette bulununuz, düşmanlarınızı gözetlemekten geri durmayınız. (Ve) her hâlinizde, düşmanlarınız ile savaş hususunda ondan bundan değil, yalnız (Allah Teâlâ’dan korkunuz ki felâh bulabilesiniz.) Yâni: İslâm varlığını muhafaza etmiş, ilâhî lütfa kazanmış, cehennem nârından kurtulmuş cennete aday bulunmuş olasınız. Ne muazzam bir mükâfat!.
§ Âli İmran sûre-i, bu âyeti kerime ile nihayete ermiştir. Bu mübârek sûre, bütün insanlığa selâmet ve saadet yollarını göstermiş, en kutsî vazifeleri öğretmiş, en mühim medenî, idarî, sosyal esasları içerisine almıştır. Bu husustaki başarıların ne. sayede, ne gibisebeplere yapışmakla tecelli edeceğine de bu son âyeti kerime, işaret buyurmaktadır.
Bunların başlıcası ise sabırdır, musaberedir, murabeta ile takvâdır. Şöyle ki: (Sabır): Acıya katlanmaktır, hoşa gitmeyen durumlardan dolayı telâş göstermeyi? şikayet etmeden tahammül ve direnç göstermektir. Geniş bilgi için bu sûrenin (17) nci âyetine bakılabilir. (Müsabere) de belâ zamanında kalbi gözetlemek, kalbe kuvvet vermeğe çalışmaktır. Sabra devam etmektir. Güzel fiilleri yapmak çirkin işlerden kaçınmaktır, bir içimse ile başkaları arasında meydana gelen çirkin hallere, ihtilâflara karşı direnç göstermektir.
Cenâb-ı Hak’ka mânen ulaşmaya vesile olacak şeylere sarılmaktır. (Murabeta) da bağlamak, düşmanın gelmesi muhtemel olan yerlere devamlı olarak gözlemek, Allah Teâlâ yolunda, din uğrunda düşmana karşı cebhe almak, olanca kuvveti o tarafa yöneltmektir. Velhâsıl: Sabır ve sebatta, musaberede, mürabetada, ittikada bulunan müslümanlar, üzerlerine düşen dinî ve dünyevî vazifelerini güzelce yapmaya muvaffak olurlar. Bir kerre sabrın alanını düşünelim:
(1) Dinen üzerimize düşen vazifeleri yerine getirmeye çalışmak sabırdır. Nefs ile cihad etmek.
(2) Haramlardan sakınarak nefsin eğilimlerine karşı koymak, bu hususta meşakkatlere katlanmak bir sabırdır.
(3) Dünyevî arızalara, hastalıklara, ihtiyaçlara, korkulara karşı komak da bir sabırdır.
§ Müsabereye gelince bu da şu gibi guruplara ayrılır.
(1) Başkalarının, meselâ aile fertlerinin, yakınların, komşuların hoş olmayan hallerine karşı tahammül göstermek bir musaberedir.
(2) Fenalık yapmış bir şahıstan intikamı terketmekle bir musaberedir. “Cahillerden yüz çevir” meâlindeki ilâhî bir emir bunu göstermektedir.
(3) Bir kimsenin başkalarını kendi nefsine tercih etmesi de bir musaberedir. Muhtaç olan bir zatın kendi nefsini bırakıp da başkalarının ihtiyaçlarını gidermeye çalışması gibi. Nitekim: Onları kendi nefislerine tercih ederler… (Haşr, 59/9) âyeti de bunu göstermektedir.
(4) Zülûm etmiş bir kimse hakkındaki af ve bağış da bir müsaberedir. Nitekim: sizin affetmeniz takvâya daha yakındır. (Bakara, 2/237) buyurulmuştur.
(5) İyiliği emretmek, kötülüğü yasaklamak, bir takım yanlış itikatları düzeltmeye çalışmak şüpheleri gidererek insanları aydınlatmaya gayret etmek de bir müsaberedir. Maalesef bir çok kimseler, böyle hayırlı bir hareketten üzüntü duyarlar, düşmanca bir tavır alırlar. Halbuki, böyle bir emir ve yasak, bir iyilikseverlik eseridir, sosyal terbiye ve fâide gereğidir. Bunu takdir edemiyenler, hastalıktan kurtulmaya bir vesile olan ilâçları, doktor tavsiyelerini reddeden zavallı hastalara benzerler.
(6) İslâm yurdunu, İslâm varlığını muhafaza için hudutlara beklemek ve icab edince cihat meydanlarına atılmak da bir müsaberedir. Bir fedakârlıktır. Kısacası: Bütün bu sabırlar, musabereler, mürabetalar, Allah Teâlâ’nın rizası için olacaktır, Allah korkusundan, ilâhî sevgiden ileri gelecektir.Yoksa öyle maddî bir menfaat, bir şöhret ve gösteriş için olmayacaktır, İşte (Allah Teâlâ’dan korkunuz ki, felâh bulasınız) meâlindeki ilâhî emri bize bu vazifeyi bildirmektedir. Allah Teâlâ hazretleri cümlemizi sabredenler zümresine katıp ilâhî koruması altına alsın ve kurtuluşa eriştirsin. Ey Allah’ım, Peygamberlerin efendisi hürmetine kabul buyur! Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’adır.
.
NİSA SURESİ
Bismillâhirrahmânirrahîm
1. Ey insanlar! O Rabbinizden korkunuz ki, sizi bir nefisten yaratmıştır ve ondan da eşini yaratmıştır. Ve o ikisinden de birçok erkekler ve kadınlar türetmiştir ve Yüce Allah’tan korkunuz ki, onunla biribirinizden dilekte bulunursunuz, rahîmlerden de korkunuz, şüphe yok ki, Allah Teâlâ üzerinizde gözetleyicidir.
1. Bu âyeti kerime, insanlığın ilk yaratılış sahasına nasıl getirilmiş olduğunu bildiriyor, bunu düşünerek Cenab’ı Hak’tan korkulmasını ve akrabalık haklarına riâyet edilmesini emrediyor. Şöyle ki: (Ey insanlar!) Ey Son peygamberin gönderildiği zaman mevcut olan ve ondan sonra hayat sahnesine getirilen akıl sahibi ve mükellef Âdemoğulları!. (O Rabbinizden korkunuz) onun azabından sakınarak O Yüce Allah’a itaat ediniz (ki, sizi bir nefsten yaratmıştır.) İlk atanız olan Hz. Adem’in türemelerinden olarak bu hayat âlemine peyderpey getirmiştir, (ve ondan) Hz. Adem’in sol eğe kemiğinden alarak (da eşini) Hz. Havva annenizi (yaratmıştır.) bu iki yaratılış harikasını böylece vücude getirmiştir, (ve bu ikisinden de) Hz. Âdem ile Havva’dan da (birçok erkekler ve kadınlar türetmiştir) yaratmış yeryüzüne yaymıştır. Artık bu kadar muazzam mahlûkatı böyle olağanüstü bir şekilde meydana getirmiş olan Yüce Yaratıcıdan korkmak, onun mukaddes hükümlerine uymak lâzım gelmez mi?. Elbette lâzım gelir. Öyle ise güzelce düşününüz (ve) O Yaratıcınız olan (Allah Teâlâ’dan korkunuz ki, onunla) onun mukaddes adıyla (birbirinizden dilekte bulunursunuz) meselâ: Allah için sana soruyorum, veya Allah adına, Allah aşkına senden şunu istiyorum gibi bir şekilde Allah’ın adını vesile edinirsiniz. (rahîmlerden de korkunuz) akraba haklarını gözetiniz, birbirinize olan münasebetleri, kesmeyiniz, birbirinizle görüşüp konuşunuz. Çünki hepiniz bir aileden dallanmış bulunuyorsunuz, aranızda bir soy kardeşliği vardır, (şüphe yok ki. Allah Teâlâ üzerinizde gözetleyicidir.) hepinizin bütün amellerinizi, hareketlerinizi görmektedir, korumaktadır, o amellerinize göre sizlere mükâfat ve ceza verecektir.
§ Bu âyeti kerime ile başlayan Nisa sûresi, Medine’i Münevvere’de inmiştir. Yüzyetmiş altı âyetten meydana gelir. Başlıca konuları: Aile hayatına ait olduğundan böyle “Nisa Sûresi” adını almıştır. İçerdiği âyeti kerimeler, insanlığın yaratılışına, kardeşliğine, aile teşkilatına, ferdî, ictimâî haklara, vazifelere, cihada, dinî terbiyenin hakkıyla yerine getirilmesini temin edecek hükümlere ve diğer konulara aittir.
§ Adem’in yaratılışı: Kâinatın Yüce Yaratıcısı insanlığın ilk yaratılışına dikkatimizi ve ilgimizi çekiyor. Evet… Cenab’ı Hak, Âdem Aleyhisselâm’ı müstakil olarak bir insan olmak üzere topraktan yaratmış, ona ruh üflemiş, onu bağımsız, hayat sahibi bir nice üstün vasıflarla vasıflanmış olarak varlık sahnesine getirmiştir. Sonra da Hz . Âdem uyku halinde iken onun sol eğe kemiğinden alarak onun bir eşi, bir hayat arkadaşı olmak üzere Hz. Havva’yı yaratmıştır. Bu hadise, bazı zevata göre Hz. Adem’in cennete girmesinden evvel ve bazı zatlara, göre de sonra vuku bulmuştur. Âdem Aleyhisselâm uykudan uyanınca yanında Hz. Havva’yı görmüş, kendisiyle hayat arkadaşlığına başlamış, bu iki kudret hârikasından da insanlık nesli meydana gelmişti. Milyonlarca kudret hârikalarının karşınızda parlayıp durduğunu görmekteyiz. Artık bu kadar hârikaları vücude getirmiş olan bir Yüce Yaratıcının Hz. Âdem ile Hz. Havva’yı da öyle bağımsız birer mükemmel insan olarak vücude getirmiş olduğunu kim inkâr edebilir ve uzak görebilir?. Meğer ki kudretli ilâhîyeyi münkir olan bir cahil olsun. Şunu da düşünelim: Tabiat kanunu denilen şeylerde bir birlik vardır, bir aynîlik ve her bakımdan bir uygunluk cereyan etmektedir. Halbuki, insanlarda bu böyle midir?. Milyonlarca insanın renkleri, simaları, güzellikleri, çirkinlikleri, kabiliyetleri, tabiatları başka başkadır. Bütün bu değişiklikler de gösteriyor ki, bütün insanların, bütün kâinatın mucidi, Yaratıcısı, istediğini yapan, her şeye kâdir ve yok olmayan bir hükümdardır. Mahlûkatını dilediği şeklide vücude getirmektedir. Artık ona karşı son derece saygılı olmak, azabından sakınmak, onun bütün emirlerine, yasaklarına uymak icabetmez mi? Elbette eder… Buna inanmışızdır.
§ Rahm, kelimesi, lûgatte esirgemek, yakınlık, ana karnında olan oğlan yatağı, doğum yoluyla olan soy bağı demektir. Çoğulu erhamdır. Sıla-i rahim de, akrabaları arayıp sormaktır, ziyaret etmektir, gurbetteki kimsenin memleketini ziyarete gitmesi gibi. Akraba ile görüşmek, onların muhtaç olanlarına yardım etmek, hasta olanlarını gidip ziyarette bulunmak, kayıp olanlarını araştırmak, kötülükte bulunmuş olanlarını affeylemek, akrabalık ‘haklarını gözetme kabilindendir, vefa ve insanlık alâmeti olup en güzel ictimâî bir vazifedir. Sahihi müslimde zikrolunduğu üzere Rasûlü Ekrem Sallallahü aleyhi vesellem efendimiz şöyle buyurmuştur: Rahim, bir şekle girerek Allah’ın arşında asılmıştır. Der ki: Kim beni ziyaret eder, yakınlık gösterirse Allah Teâlâ da ona mânen yakınlık göstersin ve kim beni keser atarsa Hak Teâlâ da onunla ilgisini kessin, onu mânevî yakınlığından mahrum bıraksın. Nitekim diğer bir hadisi şerifte de: Akrabalık bağını kesen kimse cennete giremez. Bu görevi yerine getirmeyenler cennete ilk girenler ile beraber girmek nimetine nâil olamaz.
“sıledir musilei rahmeti rab”
“Kat’i rahın etmek olur bu’de sebep”
“Akraba olsa da farza düşman”
“Ecnebiden yine elbet ehven”
Vehbi Velhâsıl: İslâmiyet akraba hukukuna riâyeti bir görev saymıştır. Onların arasında ihtilâfa, gönül kırgınlığına, dedikoduya sebep olacak şeylere meydan verilmemesini emretmiştir. Bu cümleden olarak bir kimse bir malını babasına, oğluna, kardeşine veya amcasına, dayısına, hatasına, teyzesine, veya kendi eşine bağışlasa ve teslim etse artık bu bağışından dönemez, onu geri alamaz. İsterse bu bağışlayan ile o kendisine bağış yapılan arasında din veya uyruk itibariyle ayrılık bulunmuş olsun. Aynı şekilde: Bir kimse köle veya câriye olan babasına, kardeşine veya amcasına veya dayısına herhangi bir şekilde sâhip olsa meselâ: Onları sahiplerinden satın alsa derhal azat olmuş olurlar. Çünki aralarındaki o akrabalık, sahiplik ve istihdama mânidir. Aynı şekilde: Bir kimse ö ldürmüş olduğu bir şahsın kısasına varis olsa meselâ ö ldürülenin yalnız katilinden ibaret olan bir, ana bir kardeşi bulunsa bunun hakkında kısas düşer. Bu ceza ona tatbik edilemez. Çünki aralarındaki bu veraset, bir akrabalık neticesi olduğundan bu kısasa mânidir. İşte mübârek İslâm dini, akrabalığa bu kadar kıymet ve ehemmiyet vermiştir. Bununla beraber bu âyeti kerime, bütün insanlığa karşı hürmet, tevazu göstermemizi de bizlere tavsiye buyurmuş oluyor. Çünki bütün insanların bir asıldan gelmiş olduğunu bildiriyor, aralarında bu bakımdan bir yakınlık bulunduğunu gösteriyor, artık bazı insanların bazılarına karşı övünmesi, mutavazice hareketten kaçınması nasıl uygun olabilir?.. Bu kutsî âyet, âhiret âleminin varlığına, insanların ö ldükten sonra yeniden hayat bulacaklarına da bir delildir. Bütün insanlığı bir zatın neslinden meydana çıkarmaya, ve o zatı öyle bir harika olarak topraktan yaratmağa kâdir olan bir Yüce yaratıcı, artık nice âlemleri de yaratmaya ve insanları ö ldükten sonra yeniden dirilterek vücude getirmeye kâdir olmaz mı? Elbette kâdir olur, buna inanmışızdır ( O, her şeye kadirdir)
2. Ve yetimlere mallarını veriniz ve temizi murdarla değişmeyiniz. Ve onların mallarını kendi malınıza katarak yemeyiniz, çünki o, şüphesiz, büyük bir günahtır…
2. Bu mübârek âyetler, tekvanın yollarını gösteriyor, yetimlerin haklarına riâyetin lüzumunu ve aile kurmada uyulması gerekli olan hareketin neden ibaret olduğunu bildirmektedir. Şöyle ki: (ve) ey veliler, vasiler, ey akrabalık haklarını gözetmekle mükellef olan insanlar!, (yetimlere) erginlik ve rüşt çağına erdikleri zaman (mallarını) kendilerine tamamen (veriniz) artık onlar razı olmadıkça o malları yanlarınızda tutmayınız (ve temizi) helâli, nefis olanı (murdarla) haram ile, kötü birşey ile (değişmeyiniz) yani yetimlerden iyi şeyleri alıp onların yerine kötü şeyleri o yetimlere vermeyiniz, (ve) ey veliler, vasiler! (onların mallarını kendi mallarınıza katarak) kendi mallarınızla beraber (yemeyiniz) onların haklarına tecâvüz etmeyiniz. (çünki o) malları yemek (şüphesiz) Allah katında (büyük bir günahtır) binaenaleyh onlardan kaçınmak lâzımdır. Veliler, muhtaç olup yetimlerin malından nafaka alabilecek bir durumda iseler en az miktarda bir nafaka alabilirler. Vasiler için de bir ücret tayin edilecek ise nisbetle en az bir ücret tayin edilmelidir, bundan fazlasına hakları yoktur.
§ Yetim: Lûgatte infirat, tek başına kalmak demektir. Benzeri olmayan bir inciye “dürreyiyetime” denilmesi gibi şer’i örfte ise yetim, babası olmayana ve henüz rüşt çağına ermiş bulunmayan çocuk demektir. Çoğulu yetâmâ ve eytamdır.
§ Bir yetimin malı amcasının yanında imiş; yetim bülûğ çağına erince bu malını istemiş, amcası ise vermek istememiş, durumu Rasûlü Ekrem efendimize arzetmişler, bunun üzerine bu âyeti kerime nâzil olmuştur. Çocuğun amcası bu âyeti kerimeyi işitince: “Allah Teâlâ’ya itaat ettik, büyük bir günahtan Allah Teâlâ’ya sığınırım” diye çocuğun malını kendisine teslim etmiş, Rasûlü Ekrem efendimiz de: “Her kim nefsinin isteğine galip gelir de Rabbisine itaatte bulunursa rabbisi de onu cennete gönderir.” diye buyurmuş, çocuk da o malını alınca onu Allah yolunda harcamış, bunu üzerine Peygamber efendimiz de “sevap sabit, günah da baki” diye buyurmuştur. Eshabı kiram, “ya Rasûlüllah!, sevabın sabit olduğunu bildik, günah nasıl baki kaldı” diye sormuşlar, Peygamber Efendimiz de: “çocuk için sevap meydana geldi, günah ise babası üzerine baki kaldı” diye buyurmuştur. İhtimal ki, çocuğa miras olarak kalan o malın zekâtını vaktiyle babası vermemiştir. Binaenaleyh Bir müslüman, uhrevî sorumluluktan kurtulabilmesi için üzerine düşen vazifeleri vaktinde yapmaya çalışmalıdır. Sonraya bırakılırsa mesuliyete sebebiyet verilmiş olabilir.
3. Eğer yetim kızlar hakkında adalete riâyet edemeyeceğinizden korkarsanız sizin için helâl olan kadınlardan ikişer, üçer veya dörder nikâh ediniz. Ve eğer adalet yapamayacağınızdan korkarsanız artık bir eş ile veya sâhip olduğunuz câriye ile iktifa ediniz çünki bu sizin için adaletten sapmamanıza daha yakındır..
3. Ey veliler, vasiler!. (eğer) idareniz altında bulunan (yetim kızlar) ile evleneceğiniz zaman onların (hakkında) mehirlerini vermek ve idarelerini temin hususunda (adalete riâyet edemiyeceğinizden korkarsanız) onlar ile evlenmeyi, onların mallarından istifâdeyi bırakınız da (sizin için helâl olan) diğer (kadınlardan ikişer, üçer veya dörder) kadını (nikâh ediniz) nikâhınızın altına alınız (ve eğer) böyle iki üç, nihayet dört kadın hakkında da (adalet yapamıyacağınızdan korkarsanız) böyle birden fazla kadın almayınız, (artık) yalnız (bir eş ile) iktifa ediniz (veya sâhip olduğunuz câriye) var ise onun (İle) yetininiz. Fazla kadın alıp da adalete aykırı harekette bulunarak günaha girmeyiniz. (Çünki bu) böyle bir kadın ile veya bir câriye ile yetinilmesi (sizin için adalatten sapmamanıza) sebep olur, adalete riâyet edebilmenize daha muvafıktır, adaletten ayrılmamak için (daha yakındır) daha ümit vericidir.
§ Rivâyete göre cahiliye zamanında birşahıs, on kadar kadınla evlenebilirdi. Şayet kendi idaresi altında mal sahibi olan bir yetim kız bulunursa onu da malı için nikâhı altına alırdı, onu başkasına vermezdi hakkında da adalet göstermeye lüzum görmezdi. İşte böyle adalate aykırı, merhamete muhalif, hukuka tecâvüzü içeren hallerden müslümanları men etmek için bu âyeti kerime nâzil olmuştur.
§ Nikâhın mahiyeti: Nikâh, evlenmek izdivaç akdi demektir: yâni: Bir erkek ile bir kadın arasındaki meşru bir akit, bir sosyal bağdır ki, bu sebeble aralarında bir takım haklar meydana gelir, biri birinden meşru surette istifâde etmeleri câiz olur.. Münekeha da iki kişinin nikâh akdinde bulunması demektir.
Çoğulu: Münakehattır.
Zevce, koca: Bir kadının nikâhına sâhip olan erkek demektir.
Cemi: ezvacdır. Zevce de bir erkeğin nikâhında bulunan kadındır ki, cemi: zevcattır. Evlenmeğe, kan ve koca olmaya da tezevvüç, tenekküh, izdivaç denilir. Kasın de kocanın gücü dahilinde bulunan şeylerde ve sohbet, muhabbet ve eğlendirmek için yanında geceyi geçirmek hususunda eşleri arasında adalete, eşitliğe riâyet etmesidir. Kalbî sevgi gibi, cinsel ilişki gibi şeyler insanın kendi elinde olmadığından bir erkek eşlerinden birini diğerinden daha fazla sevebilir. Elverir ki bunu lüzumsuz yere açıklayarak diğerinin kalbini kırmasın. Cinsel ilişki de neşe ve isteğe bağlıdır. Bu da daima erkeğin elinde değildir. Bu da bir nefsî durumdan, gayri ihtiyarî bir istekten ibarettir.
§ Nikâhın şer’î sıfatı: Nikâhın hükmü şahıslara göre değişir. Şöyle ki:
(1) Bir müslüman için tevekân halinde yâni şiddetli istek halinde evlenmek farzdır. Yâni alacağı kadının mihrini ve nafakasını temine gücü yetiyorsa, evlenmediği takdirde gayrimeşru ilişkilerden kendini koruyamayacak derecede kadınlara düşkün ise onun için evlenmek farzdır, bunu terkederse günahkâr olur.
(2) Nikâh, isteğin normal olması halinde bir sünneti müekkededir. Yani: Evlilik haklarını yerine getirmeğe kâdir olup kadınlara karşı nefsinde fazla bir istek hissetmeyen bir müslüman için evlenmek, bir müekket sünnettir. Ve bir görüşe göre bir farzı kifayedir.
(3) Nikâh, evlilik haklarına riâyet edemeyeceğinden, meselâ: Alacağı kadına zulmedeceğinden korkulan bir erkek için harama yakın bir kerahat ile mekruhtur.
(4) Nikâh, evlilik haklarını ihlâl edeceği kesin olarak belli olan bir erkek için de haramdır.
§ Nikâhın meşrutiyetindeki hikmet ve fayda: şüphe yok ki: İnsanlık âleminin bir ahenek ve intizam içerisinde devamı, nikâha bağlıdır, İnsanlık neslinin kıyamete kadar muntazam bir şekilde devamı, nikâh sayesinde mümkün olabilir. Gayrı meşru ilişkiler yüzünden nice kanlar dökülür, nice facialar meydana gelir, insanlık nesli felce uğrar, insanlık nüfusu arasında muntazam bir münâsebet, bir dayanışma, bir muhabbet vücude gelemez. Tefsiri kebirde ve diğerlerinde yazılı olduğu üzere gayrimeşru ilişkiler yüzünden bir nice şahsî ve sosyal fenalıklar yüz gösterir, medenî hayat mahvolur gider.
Özet olarak:
(1) Gayrimeşru ilişkiler, soyların ihtilâl ve bozulmasına ve karışmasına sebep olur. Gayrimeşru bir çocuk, şefkatli bir babanın korumasından, terbiyesinden mahrum kalır, bunun neticesinde çocuklar zayi olur, soylar kesilir ve nihayet insanlık âlemi harabolur gider.
(2) Gayrimeşru ilişkiler olduğu takdirde bir kadın bir erkekle yetinmez. Bu yüzden erkekler arasında çarpışmalar, vuruşmalar meydana gelir, insanlık hayatı kanlar içinde kalır.
(3) Gayrimeşru ilişkilere kendilerini vermiş olan kadınlardan temiz tabiatlı herkes nefret eder, böyle kadınlar ile mutlu bir aile kumlamaz.
(4) Gayrimeşru ilişkiler kadınlar için bir zillettir, bir felâkettir. Kadınlar, erkeklerin sırf şehevî arzularını tatmine âlet değildirler, güzel bir sınıf teşkil eden kadınların kendilerine mahsus bir takım vazifeleri, tertemiz hakları vardır. Gayrimeşru ilişkiler ise buna aykırıdır…
(5) Eğer gayrimeşru ilişkilere izin verilmiş olsaydı hiçbir kadın bir erkeğe mahsus olmazdı, insanlar hayvanî bir hayat yaşamakta bulunurlardı. Halbuki, böyle bir duruma insanların şerefine muhaliftir, insanların mahlûkat arasında sâhip oldukları kıymet ve terbiyeye aykırıdır.
(6) Gayrimeşru ilişkiler kadınları zillete düşürür, onların çok kere hastalıklara, zilletlere tutulmalarına sebebiyet verir, onların şerefli, hürmete lâyık bir vaziyette bulunmalarına mâni olur. Halbuki, meşru nikahlar sayesinde bu gibi ferdî ictimâî rezaletlere meydan kalmaz, cemiyet hayatı bir temizlik dahilinde yaşar, İnsanlık soyu bir intizam ve dayanışma çerçevesinde devam edip gider. Özellikle peygamberin sünnetine riâyet ve Muhammedi ümmetinin artmasına hizmet edilmiş olacağından sevaba da vesile olur. Nitekim bir hadisi nebevide: Ey ümmetim!. Evleniniz, artınız, çünkü ben kıyamet günü sizin ile ümmetlere karşı iftiharda bulunurum.
§ Teaddüdü zevcatın (birden çok kadınla evlenmenin) sınırlı olması ve meşru oluşundaki hikmet: Malûm olduğu üzere İslâm şeriatında bir hikmete, bir ictimâî zamrete binaen en fazla dörde kadar çok kadınla evlenme usulü -bir takım şartlar dairesinde- tecviz edilmiştir. Binaenaleyh bir erkek aynı zamanda en son dört kadını nikâhı altında toplayabilir. Fakat bir kadın ile yetinilmesi adalete riâyete, zulum ve haksızlıktan sakınmaya daha elverişlidir. Aslında hiçbir müslüman, dörde kadar evlenmeye şer’an mecbur değildir. Bir müslüman dilerse bir kadın ile yetinir ve lüzum görürse şartlarına uygun olarak dörde kadar evlilikte bulunur, ve dilerse hiç de evlenmez. Tefsir kitaplarında yazılı olduğu üzere (………………..) Âyeti kerimesine dâir birçok yorum vardır. Bu cümleden olarak tefsiri kebirdeki bir yoruma göre vaktiyle insanlar, yetimler hakkında adaleti ifa edemiyeceklerinden korkarak onları velâyetleri altında bulundurmaktan çekinirlerdi. Bu âyeti kerime ile de zinadan kaçınmaları kendilerine ihtar edilmiştir. Bu takdirde bu âyeti kerimenin yüce “meâli şöyledir: Eğer siz yetimler hakkında adaleti yerine getirememekten korkarsanız, zina etmekten de korkunuz, sakınınız da size helâl olan kadınlardan ikişer, üçer ve nihayet dörder kadın ile evleniniz, haram olan şeylerin etrafında dolaşmayınız. Bu yoruma göre birden fazla evliliğin, böyle sınırlı bir çerçevede meşru olması, insanlık cemiyetinin ahlâkî temizliğini koruma, iffet duygusu ile vasıflanmasını temin gibi hikmetlere dayanmaktadır. Bu yorumu biraz daha izah edelim:
(1) Malumdur ki, evlilik bağının meşru oluşundaki en mühim fayda ikidir. Biri iffeti muhâfazadır, diğeri de üremeyi temindir. Evet… Bir insan, evlenerek birçok hayatî sıkıntılara katlanır, daima hayat mücadelelerinde bulunur. Üzerine düşen birçok ağır evlilik vazifelerini ifaya çalışır. Elbette bunca sıkıntıları yüklenmesi için birer mühim sebep vardır. İşte şüphe yok ki, bu sebeblerin birincisi, namus eteğini fuhuşa bulaştırmaktan korumaktır, diğeri de adını devam ettirmeye vesile olacak evlada kavuşmaktır. Halbuki, bazı kimseler hakkında onların birer eş ile yetinmeleri onların o meşru emellerinin meydana gelmesine yeterli olamaz. Meselâ: olabilir ki, kadın, ya hasta veya pek yaşlı olarak inziva köşesine çekilir veya bütün vakitlerini çocuklarının terbiyelerine hasreder, veya doğurmuş olduğu çocuklar yaşamayı? vaktiyle vefat etmiş olurlar. Veyahut bir iki çocuk doğurduktan sonra artık doğuramaz bir hâle gelir veyahut kısır olduğu için hiç çocuk doğurmamış bulunur. Kısacası bu gibi birer sebebten dolayı tekrar evlenmeye lüzum görülebilir.
(2) Güzel bir dinî terbiyeye, temiz bir yaratılışa sâhip olan bir zat için hayatını fuhuşun korkunç dalgaları arasında yok etmek asla mümkün olamaz. Böyle bir zatın tabii isteklerini bir eşi tatmin edemediği takdirde meşru bir yola başvurması gerekmez mi?. Binaenaleyh böyle bir zat için tekrar evlenmekten başka çare yoktur. Eğer herhalde bir eş ile yetinmeye mecbur tutulsa nikâhı altındaki bir kadın onun bu isteklerini tatmin edemiyecek bir halde hasta veya ihtiyar olduğu takdirde bu zat ne yapacak!. Eğer bu kadından ayrılmak çarelerine baş vurursa bu zavallı kadına zulm etmiş ona karşı mürüvvetsizlik göstermiş olmaz mı?. Halbuki başka bir kadın daha alacak olsa bu sakıncalar ortadan kalkmış olur..
TEADDÜDÜ ZEVECAT HAKKİNDAKI İTİRAZLAR: Bazı kimseler ve bazı milletler birden fazla kadınla evlenme usulüne itiraz ederler. Onlara göre bu usul, aile düzenine mâni, ictimâî mutluluğa aykırı, servetin bölünmesine sebep, kadının (eşin) haklarını ihlal edici ve eşitlik prensibine aykırıdır. Şöyle ki: (l) Birden çok kadınla evlenme, aile fertleri arasında düşmanlığa sebep olarak intizama mâni bulunur. Buna cevaben denilir ki: Birden çok kadınla evlenmek, haddızatında aile düzenine mâni değildir. Buna mâni olan, düşmanlığı doğuran şey, dinî ve ictimâî bir terbiyenin eksikliğidir. Evlilik şartlarının bulunmamasıdır. Gerçek şu ki: İslâm şeriatı bu çok evliliğe izin vermiştir, fakat bu konudaki izin, adalet şartına bağlıdır, eşlerin nafakalarını temine evlilik hukukunu güzelce ifa edebilenler için geçerlidir. Adaleti temine muktedir olamayanlar hakkında ise bir eş ile yetinmek icabeder. İşte: (……………….) âyeti kerimesi de bunu söylemektedir… Şunu da ilâve edelim ki: Bu usule itiraz edenlerden bir kısmı bir kadın ile yetinmiyor, fuhuş yapmaktan kendisini geri alamıyor, çoluk çocuğuna ait servetini bir takım namussuz kadınların uğrunda zayi etmekten sıkılmıyor.
(2) Birden çok kadınla evlilik, ictimâî mutluluğa mânidir, âilelerin mutluluğunu ihlâl eder. Buna cevaben de denilir ki: Bu usul herhalde ictimâî saadete mâni, eşlerin ve doğuracakları çocukların aralarında dargınlığa sebep değildir. Böyle hoş olmayan bir hal, bir güzel dinî, ahlâkî terbiyeden mahrum olmanın bir neticesidir. Halbuki, müslümanlar muaşeret âdâbına riâyette, şahsı terbiyeye ahlâkı güzelleştirmeye çalışmakla mükelleftirler. Böyle güzel bir terbieye, iyi bir ahlâka sâhip olanlar arasında öyle zannedildiği gibi düşmanlıktan, kırgınlıktan eser görülemez. Onların aralarında bir muhabbet, bir dayanışma, dinî tavsiyelerle bir riâyet görülüp durur. Böyle bir terbiyeden, İyi ahlâktan mahrum olanlar ise zaten hiçbir kimse ile güzelce uyuşamazlar. Bizler, bir koca ile bir kandan ve ana baba bir kardeşlerden meydana gelen nice âilelerin hallerini bilmekteyiz ki, bunların arasında daima çekişme ve uyuşmazlık cereyan etmektedir. Bunların hayatları bir zehir idarenin uğursuz tesiriyle sönüp gidiyor, ictimâî hayatlarında bir mutluluk parıltısı parıldamıyor. Bunun aksine yine bir kısım âilelerin hayatlarını da bilmekteyiz ki, onlar birçok nüfustan meydana gelmiş oldukları halde sırf almış oldukları güzel bir terbiye ve iyi ahlâk sayesinde pek mutlu bir şekilde yaşıyorlar, her biri diğerinin sevincine, kederine iştirak edip duruyor. Şunu da ilâve edelim ki, erkekler bazen savaşlar yüzünden canlarını feda ederek azalırlar. Bu yüzden birçok kadınlar kocasız kalarak perişan olurlar. Bu halde birden çok evlilik usulü onların imdadına yetişir, onları yeniden mutlu eder.
(3) Birden çok evlilik, ailenin servetinin bölünmesine neden olur, ihtiyaç içinde kalmalarına sebebiyet verir. Buna cevaben de diyebiliriz ki: Bu çok evlilik, her zaman servetin bölünmesine sebebiyet vermiş olamaz. Zaten servetleri üretenler insanlardır. İnsanlar nekadar çok olursa servet de o nisbette artar durur, elverir ki iktisadî usullere riâyet edilsin. Binaenaleyh bir aile fertlerinin çokluğu servetin bölünmesine sebep olacağı gibi servetin çoğalmasına de sebep olur. Maamafih servetin bölünmesi fertlerin servet hususiyetlerine tesir edebilse de umumî servet hakkında o kadar etkili olamaz. Şu da inkâr edilemez ki, nüfusun artmasından beklenilen umumî faideler, servetlerin bölünmesinden dolayı düşünülebilecek zararlardan daha fazladır ve daha mühimdir.
(4) Birden çok kadınla evlenme usulü: Zevcenin haklarını ihlâl eder, onu zarara uğratır. Buna cevaben de şöyle denilir: Böyle bir iddia, şeriat hükümlerimize göre asla geçerli değildir. Çünki İslâm şeriatı koca ile kandan her birine halleriyle mütenasip olmak üzere bir takım haklar bahşetmiştir. Bir erkeğin karısı üzerinde bir takım meşru hakları olduğu gibi bir kadının da kocası üzerinde birçok hakları vardır. Nitekim bir âyeti kerime de: Erkeklerin kadınlar üzerindeki hakları gibi, kadınlarında erkekler üzerinde belli hakları vardır. Bakara 2/228) buyurulmuştur. Nitekim bunların bir kısmını aşağıda arzedeceğiz.
(5) Birden çok kadınla evlenme usulü, eşitliğe aykırıdır, erkeğe daha fazla selâhiyet verilmesi mânâsını içermektedir. Buna da cevaben denilebilir ki: Bu usul, haddızatında eşitliğe aykırı değildir. Muhtelif kimseler, her hususta aynı durumda, aynı kabiliyette olmadıkları, için birçok hususlarda selâhiyetleri, kazandıkları haklar da aynı şekilde olamaz. Böyle bîhal ise eşitliğe aykırı sayılamaz. Yüksek bir mühendisin yevmiyesiyle bir işçinin yevmiyesi aynı miktarda mıdır?. Böyle bir farklılık artık eşitlik esasına nasıl aykırı görülebilir?. İşte kadınlar ile erkekler de aile teşkilâtı hususunda eşit bir durumda asla bulunamazlar. Böyle eşit bir duruma, bir nazik cins olan kadınlar ile kuvvetli bir cins olan erkeklerin durumları, kabiliyetleri asla müsait değildir. Bunun tersini iddia etmek, erkekler ile kadınların arasındaki şahsî hallerin, ruhî özelliklerin, hayatî olayların, yaratılıştan gelen kabiliyetlerin farklılığını bilememekten ve nikâhın meşruiyetindeki yüksek ictimâî felsefeyi düşünmemekten ileri gelir. İlmî gerçeklerdendir ki, hikmete sahibi Yüce Yaratıcı erkekleri birçok bakımdan kadınlardan farklı yaratmıştır. Kısaca, ortalama olarak erkeklerin bedenî ve beyinsel ağırlıkları, kadınlarınkinden daha fazladır. Erkeklerin sinir sistemleri de kadınlarınkine nisbetle daha mükemmeldir. Erkekler hayatın sıkıntılarına daha fazla katlanabilirler. Kadınlar ise erkeklere nisbetle bir takım hastalıklara, arızalara daha ziyade müsait bulunmaktadırlar. Özellikle kadınlar yaratılış bakımından zayıftırlar, birçok zamanları hayız ile, nifas ile, hamileliğin ağır yükü ile geçer gider, pek erken çocuk yapmaktan kesilme çağına kavuşurlar, İşte böyle bir yaratılışta, bir durumda bulunan kadınlardan birçokları doğurdukları çocuklarıyle de meşgul olmaya mecburdurlar, artık bir kocalarına karşı olan vazifelerini bile hakkiyle yerine getiremezler. Bunlar faraza birden fazla kimselerle evlenecek olsalar o zayıf halleriyle beraber o birden çok kocalarının tabii ihtiyaçlarını, çocuk edinme hakkındaki meşrû emellerini nasıl tatmin edebilirler. O halde doğuracakları çocukların babaları nasıl belirlenebilir? Halbuki, bir erkeğin binden çok kadınlar ile evlenmesi bu gibi sakıncaları gerektirmez. Binaenaleyh bu gibi hususlarda erkekler ile kadınlar arasında eşitlik aranılması, hem şer’î hükümlere, hem de yaratıcısı kudretin eşsiz eseri olan fitret kanunlarına karşı muhalif olacağından asla câiz ve mümkün olamaz..
§ Birden fazla eşleri olan bir müslümanın üzerine düşen vazifelerin başlıcaları şunlardır:
(1) Kasme riayettir. Şöyle ki: Böyle bir koca, gücünün yettiği şeylerde, sohbet, ve eğlendirme hususunda eşleri arasında eşitliğe riâyet etmekle mükelleftir.
(2) Kasın hususunda eşlerin bakiresiyle dulu, genci ile yaşlısı eskisi ile yenisi, müslümanı ile kitap ehli olanı, sağlıklısı ile hastası, kendisinden korkulmayan mecnun ile akıllısı, hayız ve nifaslısı ile temizi eşittir. Çünki bunlar kasinin vücubuna sebep olan nikâhta eşittirler “Bedâyî, Bahri Raik”.
(3) Koca eşleri arasında eşit olarak birer veya ikişer ve daha çok gün ve gece tayin ederek her birinin nöbetinde onun yanında bulunur. Böyle tayin edilen sürenin pek uzun olmaması iyidir. Çünki müddetin uzaması, eşlerin birbirine ısınması ve yabancılığın giderilmesi hikmetine dayanmış olan kasme aykırıdır. “Bahri Raik, Reddül Muhtar”.
(4) Eşlerden birinin nöbetini arttırmak için mihrini azaltmak veya vereceği bir malını almak koca için câiz değildir. Çünki bu, bir nevi rüşvettir, ve diğer eşin hakkını iptale sebeptir. “Bedâyi, Mepsuti, Serahsi”.
(5) Koca, eşlerinden birinin nöbetinde diğerinin yanına giremez. Ve nöbetinin dışındaki eşi de kendisine yaklaşamaz. Fakat bir ihtiyaçtan dolayı gündüzün diğerinin yanına gitmekte ve hasta olduğu vakit geceleyin ziyâretinde bulunmakta bir sakınca yoktur. Hattâ hastalığı artarsa vefatına veya iyileşinceye kadar yanında kalabilir. “Behri Raik”.
(6) Kocanın hastalanmasıyle kısım yok olmaz. Binaenaleyh koca, eşlerinin birinin nöbetinde hastalanıp da yanında kalacak olsa iyileştikten sonra diğer eşinin yanında da o miktar kalması lâzım gelir. Şayet eşlerinin bulunmadığı bir hanede hastalanıp kalmış ise her eşini kendi nöbetinde yanına davet eder. Peygamber efendimiz ölüm hastalığında Hz. Ayşe’nin yanında kalmaları için diğer mübârek eşlerinden müsaade istemişti. Eğer hastalık sebebiyle kasme riâyet vazifesi yok olsaydı bu izni almaya gerek kalmazdı. “Bedâyi, Bahri Raik, Dürrül Muhtar.”
(7) Bir erkek iki eşini rızaları bulunmadıkça bir evin bir odasında beraber oturtamaz. Çünki bu halde koca, eşlerinin haklarını tamamiyle ifa etmiş olamaz. Fakat her ikisini bir hanenin kilitli, müstakil birer odasında oturtabilir. Ancak eşler eşraf kızlarından iseler, o takdirde onların hallerine uygun birer hanede iskân edilmeleri icabeder. Velhâsıl koca, eşlerinin yanlarında nöbetleşerek gecelemeye ve her biri hakkında aynı derecede ilgi göstermeye dinen mecburdur. Bu vazifeleri güzelce ifâ etmeyen bir koca ise eşinin talebi üzerine mahkemeye getirilerek bu vazifeleri ifaya mecbur tutulur. Bir hadisi şerifte: Bir şahısın iki eşi olur da kasın hususunda bunlardan birine fazla meylederse, kıyamet günü vücudunun bir tarafı çarpık olarak haşrolunur. Ancak kalpten sevmek gibi gayri ihtiyarî olan mânevî işlerde eşitlik temini mümkün olamayacağından bunu diğerlerine karşı açığa vurmadıkça bundan dolayı mes’ul olmaz. “Mebsût, El ihtiyar, Reddül Mundar.” Hülâsa’i kelâm: Müslümanlıkta birden çok kadınla evlenmenin câiz olması böyle bir kısım şartlara bağlıdır ki, bunlara riâyet edemeyenlerin birer eş ile yetinmeleri lâzımdır, aksi takdirde kendilerini mesuliyetten kurtaramazlar.
§ Birden çok kadınla evlenmenin tarihçesi: İslâm şeriatı, birden çok kadınla evlenme usulünü ilk tesis eden sistem değildir. Bilakis bütün semavî dinlerin kabul etmiş olduğu bu usulü, mübârek İslâm şeriatı sınırlamış ve bir takım şartlara bağlayarak islâh etmiş ve güçleştirmiştir. Geçmiş peygamberlerden birçoklarının müteaddit eşleri olduğu mukaddese kitaplarda yazılıdır. Bu usul, İbraniler arasında birçok zaman devam etmiştir. Erkeklerin sayısına nisbetle kadınların sayıları daha çok olduğundan bu usule lüzum görmüşlerdi. Bilâhare beyti mukaddes Romalılar tarafından tahrib edilerek Museviler dünyanın her tarafına dağılmış, diğer kavimler ile karışmaya mecbur kalmış olduklarından o esnada içlerinden birçokları birden çok kadınla evlenmeyi terke başlamıştır. Nihayet dokuz yüz küsür sene önce (VVorms) şehrinde akdedilen bir büyük ruhanî meclisde reis bulunan haham (Garson) tarafından çok kadınla evlenme, yasak edilmiştir. Fakat bu yasaklamaya rağmen Museviler arasında hâlâ müteaddit kadınları nikâhı altında toplayanlar bulunmaktadır. Bu cümleden olarak Suriye havalisindeki museviler arasında bu usul olduğu gibi yürürlüktedir. Gerçek hıristiyanlıkta da bu usulün câiz olmadığına dâir bir nakil mevcut değildir. Eşin bir tane olacağına dâir İncil nushalarında hiçbir açıklık yoktur, sadece Roma kanunlarına uyularak fertler arasında çok kadınla evlenme usulü terkedilmiştir. Çok kadınla evlenme usulü cahiliye zamanında araplar arasında da geçerli idi. O zaman bir erkek istediği kadar kadınları nikâhı altında toplayabilirdi. Hattâ bu kadınlar kocanın adeta malları yerinde bulunup vefatından sonra varislerine intikal ederdi. Tefsiri Gazide yazılı olduğu üzere câhiliyet zamanında bir erkek vefat edince asebesinden bulunan bir şahıs bu ölen kimsenin eşi üzerine elbisesini atar ve “ben bunda daha çok hak sahibiyim” derdi. Sonra bu kadını dilerse evvelki mihriyle kendine nikahlar, dilerse başkasına kocaya verip mihrini kendisi alırdı, ve dilerse bu kadını kocasından miras olarak aldığı malları kendisine kurtuluş fidyesi olarak verinceye kadar başkası ile evlenmesine mâni olurdu, İslâm şeriatında bu zalimce hareket:
(……………………………………)
âyeti celilesiyle yasaklanmıştır ki, “Ey mü’minler!. Bu kadınları veraset yolu ile sâhiplenmeniz ve kendileri ile rızaları olmaksızın evlenmeniz size helâl olmaz” mealindedir. Hattâ bu cahilce mirasçılık adeti hâlâ Museviler arasında yürürlüktedir. Musevilerden bir erkek çocuksuz olarak vefat ederse onun eşi kardeşine intikal eder, kadın bununla evlenmeye mecburdur. Bunun onayını almadıkça başkası ile evlenemez. Evlenirse nikâhı ruhanî mahkeme tarafından feshedilir. Şayet hayatta bulunan kardeş bu kadını almaktan kaçınırsa kadın bu hakkı mahkemeye müracaatla dava edebilir. Yine kaçınırsa kadın, bu kayınbirâderi hakkında bazı hakâret ifade eden merasimde bulunduktan sonra başkasıyle evlenme hakkını kazanmış olur. Velhâsıl: İslâm şeriatı, bu gibi hikmete ve tabiata aykırı olan halleri yasaklamakla beraber bir erkeğin nikâhı altında adalete riâyet etmek şartiyle en fazla dört kadının toplanabileceğini câiz kılmıştır. Ümmetin fertlerinden bir erkek dört kadından fazlası hakkında adaleti temine muktedir olamayacağından artık onun hakkında dörtten fazlası şer’î cevaza uygun değildir. Dört büyük İmam ile İslâm âlemlerinin çoğunluğu bu konuda müttefiktirler. Hattâ eshabı kiramdan “İbni Gaylan” nikâhı altındaki onbir kadınla beraber İslâmiyetle şereflendikleri zaman Peygamber efendimiz: “Ya Gaylan”i. eşlerinden dördünü tercih ederek tut, diğerlerinden ayni.” diye emir buyurmuşlar, o da o şekilde hareket etmiştir, İşte görülüyor ki, sırf hikmet olan İslâm şeriatı, geçmiş milletler arasında sınırsız olarak geçerli olan çok kadınla evlenme usulünü dörtte sınırlamış, onu da bir takım şartlar ile takyid buyurmuştur. Hattâ adalete riâyet edemiyeceğinden korkan bir müslüman için birden fazlasıyla evlenmek câiz görülmemiştir, Eşini üzmemek maksadiyle üzerine evlenmeyi terkeden bir müslümanın bu yüzden sevaba nâil olacağı da düşünülebilir.
4. Kadınlara mihirlerini bir vecibe olarak veriniz. Şayet size ondan bir miktarını gönül hoşluğu ile bağışlar iseler onu da afiyetle, kolaylıkla yiyiniz.
4. Bu âyeti kerime, kadınlara mihirlerinin güzelce verilmesini, onların rızaları olmadıkça o mihre dokunulmamasını emri ve tavsiye buyuruyor. Şöyle ki: (Ve) Ey mü’minler!, (kadınlara) eşlere dinen hak ettikleri (mihirlerini) onlara bir yardım, bir hürmet ve muhabbet alameti (bir atiyye) bir dinî vecibe (olarak veriniz) onu onlardan esirgemeyiniz. (şayet) onlar, bir tesir altında olmaksızın (ondan) o mihirlerinden az çok (bir miktarını) yani o cinsten herhangi bir malı (gönül hoşluğu ile) kendi arzuları ile (bağışlar iseler onu da) alınız, sarfediniz, (afiyetle, kolaylıkla) hoş, akibeti güzel, mesuliyetten uzak olarak (yeyiniz) ondan istifâde ediniz. Bu takdirde size bir vebal yoktur. Rivayete göre vaktiyle Arabistan’da kızlarını ve diğer kadınları kocaya verenler onların mihirlerini kendileri alır, yer onlara bundan birşey vermezlermiş. Bazı kimseler de eşlerine verdiklerini onlardan birşey vermezlermiş. Bazı kimseler de eşlerine verdiklerini onlardan geri almak veya kendilerine bağışlatmak isterlermiş, nitekim bu suretle hareket edenler şimdi de bulunmaktadır. İşte velilere veya kocalara veya her iki zümreye de ait olmak üzere bu âyeti kerime nâzil olmuş, onlara bu husustaki insanlığa, ahlâka, adalete muvafık olan yol gösterilmiştir.
§ Mehr kadının nikâh akdi ile kocasından almaya hak kazandığı maldır. Çoğulu mühür ve emhardır. Mehre, âtiye, farize, nihle, sedak da denilir: Ve birkaç kısma ayrılır. Şöyle ki:
(1) Mehri müsemma: İki tarafın az veya çok olarak isimlendirdikleri ve tayin ettikleri mal veya değiştirilmesi mümkün olan menfaattır…
(2) Mehri misl: Kadının babası tarafından ve olmadığı takdirde akran ve emsal kadınların mehri miktardır. Nikâh akdi zamanında mehir belirtilmezse kadın bu mehri misle hak kazanmış olur.
(3) Mehri muaccel: Peşin verilmesi şart koşulan mehirdir.
(4) Mehri müeccel: Daha sonra verilmesi şart koşulan mehirdir. Muayyen bir zaman zikredilmemiş olunca vefat veya boşama zamanında alınması lâzım gelir. Bir mehir kısmen muaccel ve kısmen de müeccel olabilir. Meselâ nikâh esnasında belirtilen bin liradan ibaret bir mehrin beşyüz lirası peşin verilerek beşyüz lirası da sonraya bırakılabilir.
§ Mehirlerin miktarı: Bunun azamî sınırı belirlenmemiştir. Asgarî sınırı ise hanefilere göre on dirhem gümüştür. Gerek basılmış, para olsun ve gerek olmasın. Bundan az mehir tayin edilemez. Malikilere göre de mehrin en az miktarı halis altından bir dinarın dörtte biridir. Halis gümüşten de üç dirhemdir. İmam Şafiî’ye ve diğer bazı zatlara göre de mehrin belirlenmiş bir miktarı yoktur. Her mal, az olsun çok olsun mehir olabilir.
§ Mehrin lüzumunun hikmeti: Kadınlara halleriyle, mevkileriyle mütenasib birer miktar mehir verilmesi idarî, ailevî, ictimâî bir menfaat gereğidir. Binaenaleyh mehir anılmasa da, kaldırılsa da yine mehri misil lâzım gelir. Buna bir Allah hakkı da girmektedir. Fakat bu lâzım gelen mehri bir kadın kocasına kendi güzel rızasıyla kısmen veya tamamen bağışlayabilir. Mehrin lüzumundaki fâide ve hikmetin bir kısmı şunlardır: Mehir, eşden yapılan istifâde karşılığında bir bedel yerindedir. Bununla beraber mehir verilmesi eşin kadrini yükseltir, ihtiyacının teminini sağlar, şeyiz tedarikini kolaylaştırır, geleceğini temine sebep olur, nikâhın devamına yardımcı olur, nikâhın ehemmiyetini gösterir. Maamafih mehirde istenen şey normal olandır, İki tarafın durumu göz önüne alınmalıdır, ifrat ve tefritten kaçınmalıdır. Aksi takdirde iki tarafta zarar görür. ( İşlerin en hayırlısı orta olanıdır.)
5. Ve Allah Teâlâ’nın sizler için geçim vasıtası kılmış olduğu mallarınızı beyinsizlere vermeyin, onları o malların içinde rızıklandırınız ve giydiriniz ve onları güzel söz söyleyiniz.
5. Bu mübârek âyetler, servetin kıymetini bildiriyor, onun kötü kullanılmamasına işâret ediyor, yetimlerin malları hakkında da ne şekilde hareket edileceğini gösteriyor. Şöyle ki: Ey veliler!. Yetimlerin ve idareniz altında bulunan diğer kimselerin haklarına riâyet ediniz (ve Allah Teâlâ’nın sizler için) yani insanların faideleri için (geçim vasıtası kılmış) refah içinde yaşamaya bir vasıta olmak üzere ihsan buyurmuş (olduğu mallarınızı) yani: Korumanız altında ve tasarrufunuzda bulunan yetimlerin ve diğerlerinin mallarını onlardan (aklı ermezlere) mallarını lüzumsuz yere sarfeden ve idareniz altında bulunan kimselere (vermeyin) o malları koruyunuz, artırınız (onları) o idareniz altında bulunan şahısları (o malların içinde rızıklandırınız) onlara ait malları ticaret gibi bir iktisadî vesile ile artırarak onların gelirinden maişetlerini temine çalışınız (ve) bu gelirlerden onları (giydiriniz) tâki sermayeler! sarf edilip bitmesin. (Ve onlara güzel söz söyleyiniz) o biçare, kendilerini idareden âciz kimseler ile kalplerini hoş edecek, hallerini düzeltmeye vesile olacak tarzda konuşunuz, o şekilde onlara hitabediniz. Meselâ: Bu mal senindir senin için saklıyorum, ileride sen bundan istifâde edip geleceğini temin edeceksin, merak etme bu mal, zayi olmayacaktır, gibi bir tarzda hitabedilirse onun halini düzeltmeye, beyinsizliğinin giderilmesine sebep olabilir. İctimâî, ahlâkî nezaket, bunu gerektirir. Böyle güzel bir şekilde söylenmeyen sözler ise dargınlığı tahrik eder, kötülük temayüllerini arttırır durur.
§ Sefih, malını boş ve faidesiz yere sarfeden, israfta bulunan kimse demektir, çoğulu Süfehadır. kendi nefsinin havasına uyup şer’î şerife muhalif harekette bulunan kimse de suhefadan sayılır. Sefeh, aklı azlık demektir. Sefih de aklı az olan kimsedir.
§ İsraf da birşeyi lâyık olduğu yerde uygun olan miktardan fazla sarf etmektir ki. sahibine müsrif denir.
§ Tebzîr de birşeyi lâyık olmayan yere sarf etmektir ki, sahibine mübezzir denir. Bütün bu gibi hareketler birer ilâhî lûtuf olan malın kadrini bilmemekten bir nevi nimete karşı nankörlükte bulunmaktan ileri gelir ki, ahlâken pek kötüdür. Binaenaleyh hikmet dolu dinimiz, bizleri bu gibi hareketlerden menetmektedir. Bir insan, kendi malını da lüzumsuz yere çoluk çocuğuna vererek israfa meydan vermekten dinen yasaklanmıştır. Bu âyeti kerime buna da dalâlet etmektedir.
6. Yetimleri nikâh çağına erinceye kadar deneyiniz. Eğer kendilerinde bir rüşt hissederseniz mallarını kendilerine hemen teslim ediniz ve büyüyecekler diye o malları israf ile alelâcele yemeyiniz. Ve kim zengin ise kaçınsın ve kim fakir ise uygun şekilde yesin. Onlara mallarını teslim edeceğiniz vakit de onlara karşı şahit bulundurunuz. Ve Allah Teâlâ hesapları görmeğe kâfidir..
6. Ey veliler!. İdareniz altındaki (yetimler! nikâh çağına) yani onbeş yaşına (erinceye kadar deneyiniz) tecrübe ediniz, mallarını güzelce idareye kâdir olup olamıyacaklarını anlamaya çalışınız. Meselâ bir tüccar çocuğu alış veriş işleriyle, bir ekinci çocuğu ziraat işleriyle ve bir kız çocuğu da yemek pişirmek, elbise dikmek, ev eşyasını koruyabilmek gibi şeylerle tecrübeye tabi tutulur, (eğer kendilerinde bir rüşt) din yönünden bir olgunlaşma, malı harcama yönünden bir düzelme (hissederseniz) adaleti yok edecek şekilde haram olan şeyleri yapmadıkları, küçük günahlarda israr etmedikleri görülürse ve mallarını boş yere telef eylemedikleri, alış verişlerinde aşırı fiyat ile aldanmadıkları anlaşılırsa (mallarını kendilerine hemen) tehire bırakmamaksızın (teslim ediniz ve) Ey veliler!. O yetimler (büyüyecekler) de mallarını elimizden alacaklar endişesine kapılarak (o malları israf ile) haksız yere ve (alelâcele) şartına çalışarak (yemeyiniz ve) Ey veliler!. Sizden (kim zengin) idaresi altındaki yetimin malına ihtiyacı yok ise o yetimin malını yemekten,, kendi işlerinde sarf etmekten (kaçınsın) ondan istif adeden geri dursun. (Ve kim fakir ise) o yetimin malından (uygun bir şekilde) ihtiyacı ile çalışma ücretinden hangisi az ise o az miktarı alıp (yesin) daha fazlasını almasın, (onlara) o yetimlere rüşte çağına geldikleri vakit (mallarını teslim edeceğiniz vakit de) o malların kendilerine verildiğine dâir en az iki kişiyi (onlara karşı şahit bulundurunuz) çünki böyle bir şahit tutma velileri töhmetten kurtarır, kendilerine karşı düşmanlık gösterilmesine meydan bırakmamış olur. (Ve Allah Teâlâ hesapları görmeğe kâfidir.) Kullarının amellerini korumaya ve kendilerini hesaba çekmeye kadirdir. Artık bu hakikatı güzelce düşünmeli, yetimlerin ve diğerlerinin hukukuna tecavüzden son derece sakınmalıdır. Bundan başka selâmet yolu yoktur.
7. Erkekler için baba ile ananın ve en yakınların bıraktıklarından bir pay vardır ve kadınlar için de baba ile ananın ve en yakınların bıraktıklarından bir pay vardır. O bırakılandan az olsun çok olsun farz kılınmış bir nasip vardır.
7. Bu mübârek âyetler, vefat eden kimselerin bıraktıkları maldan hem erkek ve hem de kadın akrabalarının miras payları olduğunu bildiriyor. Ve bırakılan maldan varis olmayan bazı kimselerin de faydalandırılmalarını tavsiye buyuruyor. Şöyle ki: (Erkekler için baba ile ananın) yani kendi ebeveyinlerinin (ve en yakınların) yani: şeran dereceleri sabit, malları mirasa tabi olan bir kısım hısımlarının (bıraktıklarından) terkeyledikleri mallardan (bir) belirli (pay vardır) onlar bu paylarını alırlar (ve kadınlar için de) böyle (baba ile ananın ve en yakınların) tereke olarak (bıraktıklarından bir pay vardır) o kadınlar da bu paylarını alırlar, (o bırakılandan) o miras malından (az olsun çok olsun) erkekler için de kadınlar için de (farz kılınmış) belirlenmiş (bir nasip vardır) hiçbiri bundan mahrum bırakılamaz.
§ Rivayete göre cahiliye zamanında kadınları ve çocukları mirastan mahrum bırakırlardı, miras, savaşta bulunacak, düşmanlardan ganimet mallarını alabilecek erkeklere mahsustur, derlerdi. Hattâ ensari kiramdan Eve İbni Sabit adında bir zat vefat edip birçok mal bırakmıştı. Bu malı iki amcası oğlu almış, onun eşi ile üç kızını fakir bir halde bırakmışlardı. Merhumun eşi bu durumu Rasûlü Ekrem’e arzetmiş, ihtiyaç içinde kaldıklarını söylemişti. Bunun üzerine bu âyeti kerime nâzil olmuştu. Fakat miras paylarının miktarı açıkça belirtilmediği için terekenin taksimi Hz. Peygamber’in emrine binaen tehir edilmişti. Daha sonra (…………………….) âyeti kerimesi nâzil olup bu vârislerin hisseleri belirtilmiştir. Ona göre Eve İbni Sabit hazretlerinin terekesi taksim edilmiş, bunun sekizde biri eşine, üçte ikisi de üç kızına, kalanı da iki amcası oğluna isabet etmiştir.
8. Tereke taksim edilirken uzak akrabalar yetimler ve yoksullar da hazır bulunurlarsa ondan onları da rızıklandırınız ve onlara güzel sözlerde söyleyiniz.
8. Varislere hisseler verilmek üzere (tereke taksim edilirken) varislerden olmayan (uzak akrabalarla yetimler ve yoksullar da) taksim zamanında (hazır bulunurlarsa) kalplerini hoş etmek için (ondan) o taksim edilecek maldan (onları da) taksimden önce (rızıklandırınız) onlara da münasip birer miktar sadaka veriniz, (ve onlara güzel sözler de söyleyiniz) meselâ: onlara dua ediniz, vereceğiniz malı bir nezaketle veriniz, verdiğiniz bağışın azlığından dolayı özür dileyiniz. Onlara karşı başa kakıcı bir vaziyette bulunmayınız.
§ Bu âyeti kerimenin hükmü, bazı zevata göre miras âyetleriyle neshedilmiştir. Fakat tefsircilerin çoğuna göre neshedilmiş değildir. Belki bu husustaki emir, vücup için değil, nedb içindir. Mirasın taksimi esnasında bulunup varislerden olmayan akrabalara veya yetimler ile yoksullara gayrimenkul olmayan terekeden bir bağış olmak üzere bir miktar verilmesi mendubdur. Çocuk olan bir varisin velisi, onun adına böyle bir bağışta bulunabilir. Veyahut varisin böyle gayrı mükellef olduğundan bahsederek o hazır bulunan kimselere karşı özür beyanında bulunur. Bütün bu gibi Kur’an emirleri, İslâm dininin ne kadar yüce, insanî, hayırsever, yardımsever esaslar üzerine kurulmuş olduğunu parlak bir surette göstermektedir.
9. Ve korksunlar o kimseler ki, arkalarından küçük, zayıf çocuklar bırakacak olsalardı, onların üzerine korkup endişede bulunacaklardı. O halde Allah Teâlâ’dan sakınsınlar ve dürüst söz söylesinler.
9. Bu mübârek âyetler, yetimlerin haklarına güzelce riâyet edilmesini, onların mallarına tecavüzün ne büyük ilâhî azabı gerektireceğini şöylece bildirmektedir, (ve) yetimler hakkında (korksunlar o) vasi veya veli bulunan (kimseler ki) eğer kendileri ölüm çağına yaklaşmış (arkalarında küçük, zayıf çocuklar bırakacak olsalardı onların üzerine) telef olmalarından, muhtaç kalmalarından (korkup endişede bulunacaklardı) bizden sonra ne olacaklar diye telâşa düşeceklerdi (o halde) kendilerini kıyas etmelidirler, idarelerinde bulunan başkalarına ait yetimleri de düşünsünler, onların mağdur olmalarına sebebiyet vermesinler ve (Allah Teâlâ’dan sakınsınlar) onun kulları hakkında merhamete, menfaate aykırı şeylerde, tavsiyelerde bulunmasınlar, (ve) hasta, ölüme yönelmiş olan kimselere karşı da (dürüst) doğru, muvafık, adalet ve menfaate uygun (söz söylesinler) yetimleri, varisleri zarara uğratacak tavsiyelerden sakınsınlar. Bu ilâhî, emir, insanları hikmete, adalete uygun muamelelere, konuşmalara sevketmektedir. Bazı kimse, ölüm hastalığı ile hasta olan kimselerin yanlarına giderek onların hakkında gûyâ iyi niyetle tavsiyelerde bulunmak isterler. Sana çoluk çocuğundan bir fâide yoktur, sen hayatta iken başının çaresine bak, bütün mallarını sadaka olarak ver, filân şahsa şu kadar, filân tarafa bu kadar, yardım et” diyerek onun bütün mallarının elinden çıkmasına sebebiyet verirler, geride kalacak yetimleri, varisleri, akrabaları mahrum bırakmayı bir hüner sanırlar. Halbuki, böyle bir hareket her zaman uygun olmaz. Bir kimse hem mümkün mertebe hayır ve iyilikte bulunmalı, hem de varislerini, yetimlerini gözetmelidir. Bütün mallarını vasiyet ve hayır işlerine harcamak suretiyle elden çıkararak varislerini mahrum bırakmamalıdır. Onların muhtaçlarına bırakılan miras payları de birer sadaka mahiyetindedir. İşte bu âyeti kerime, bizlerin dikkatini bu yönlere çekiyor, bizleri kendimizi kıyas etmeye davet eyliyor. Artık kendi çoluk çocuğumuz hakkında nasıl düşünüyor isek başkalarının evlâdı, efradı ailesi hakkında öyle hayırsever olarak düşünmeliyiz, yanlış tavsiyelerde, telkinlerde bulunmamalıyız.
10. Şüphesiz o kimseler ki, yetimlerin mallarını haksız yere yerler muhakkak karınlarında sırf bir ateş yemiş olurlar ve yakında bir ateşe sokulacaklardır..
10. Şüphesiz o kimseler ki, velâyet veya vesayet gibi bir vesile ile (yetimlerin mallarını haksız yere) zulmen, gayrimeşru şekilde (yerler) alıp sarfederler, sonra da tövbe ve istiğfar edip telâfisine kalkışmış bulunmazlar, (muhakkak karınlarında) mideleri dolusunca (sırf bir ateş yemiş olurlar) yani: Kendilerini ateşe sevketmiş bulunurlar, (ve yakında) ölünce müthiş (bir ateşe) cehennem ateşine (sokulacaklardır.) Orada yanıp duracaklardır. Ne müthiş bir hadise! Artık yetimlerin mallarından sakınmalıdır.
§ Bir rivayete göre yetimin malını yemiş olan bir şahıs, kıyamet günü mezarından çıkınca kabrinden, ağzından, burnundan, kulaklarından ve gözlerinden bir duman çıkacak, herkes bunu görüp onu yetim malını yemiş olduğunu anlıyacaktır.
§ Bir yetimin malını haksız yere yemek haramdır. Fakat velisi muhtaç olup başka türlü nafakasını temin edemediği veya vasisine bir ücret tayin edilmiş olduğu takdirde o maldan uygun şekilde yiyilmesi câizdir. Meselâ: Fakir, ihtiyar bir baba, oğluna annesinin terekesinden intikal etmiş olan bir maldan israf etmeksizin bir miktar alıp yiyebilir (6) ıncı âyeti kerimeye de müracaat ediniz.
11. Allah Teâlâ size çocuklarınız hakkında erkek için iki dişi hissesi emrediyor. Eğer dişi olan evlât, ikiden fazla ise onlara terekenin üçte ikisi aittir. Ve eğer bir tek kız ise ona da terekenin yarısı verilir ve babasıyla anasından herbiri için de ölünün çocuğu var ise terekesinde altıda biri vardır. Ve eğer çocuğu yok ve kendisine yalnız babasıyla anası var ise anası için üçte biri aittir. Ve eğer ölünün kardeşleri de var ise anasına altıda biri verilir. Bu hisselerin böyle verilmesi, ölünün vaktiyle yapmış olduğu vasiyetinden ve borcundan sonradır. Babalarınız ve oğullarınız bilmezsiniz ki hangileri sizin için menfaatçe daha yakındır. Bütün bunlar Allah Teâlâ tarafından birer farizadır. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ herhalde alimdir, hikmet sahibidir.
11. Bu âyeti kerime, erkek ve kız evlâdın, babalar ile anaların ve kardeşlerin mi rastaki paylarını bildiriyor ve bu hususta taksimatın hikmet gereği olduğuna işâret buyuruyor. Şöyle ki: Ey mü’minler!.. (Allah Teâlâ size) sizden her birinize (evlâdınız hakkında) onların mirastaki payları hususunda (erkek için iki dişi hissesi emrediyor) binaenaleyh vefat eden kimsenin meselâ: Bir oğulu ile iki kızı bulunsa terekesinin yarısı oğluna, diğer yarısı da iki kızına ait bulunmuş olur. Şayet bir kızı ile bir oğlu bulunsa terekesinin üçte ikisi oğluna, üçde biri de kızına ait bulunur. İki oğlu ile üç kızı bulunacak olsa terekesi yedi hisse itibar edilerek bundan ikişer hisse oğlanlara, birer hisse de üç kıza isabet etmiş olur. (Eğer dişi olan evlât) iki veya (ikiden fazla) olup da erkek evlât bulunmaz (ise onlara terekenin üçte ikisi aittir) kalanı babaları, amcaları gibi asabelerden bir kimse bulunursa ona ait olur, bulunmazsa o da bu kızlara verilir. Meselâ: Bir ölünün üç kızı ile bir de babası bulunsa miras meselesi dokuzdan tanzim edilerek bunun ikişer hissesi kızlara, üç hissesi de babasına isbet etmiş olur. (Ve eğer) vefat edenin çocuğu yalnız (bir tek kız ise ona da terekenin yansı verilîr) babası veya kardeşi gibi başka bir varisi de var ise kalan yansı da ona ait olur. Fakat böyle başka varisi yok ise terekenin o kalanı da yine o kıza verilir (ve) ölen kimsenin (babası ile anasından herbiri için de ölünün) kız veya oğlan (çocuğu varsa terekesinden altıda biri vardır) meselâ: Bir müteveffanın bir kızı ile bir de babası ve anası bulunsa terekesi altı hisse itibar edilerek bunun üçte biri olan iki hissesi kızına verilir, birer hissesi de babasıyle anasına verilir ve kalan bir hisse de reddiye yoluyla yine babasına ait bulunur, (ve eğer) vefat edenin (çocuğu) ve o çocuğunun çocuğu (yok ve kendisine yalnız babası ile anası vâris ise anası için) terekesinin (üçte biri aittir) kalanı babasına ait olur (ve eğer ölünün) birden ziyade (kardeşleri de varsa) bunlar gerek baba ana bir ve gerek baba veya ana bir erkek veya kız kardeşler olsunlar ve gerek varis bulunsunlar ve gerek bulunmasınlar, herhalde ölünün (anasına altıda biri verilir) bu takdirde terekenin kalanı, ölünün babası var ise ona ait olur, yoksa kardeşlerine verilir, (bu hisselerin) varislere (böyle verilmesi, ölünün vaktiyle yapmış olduğu vasiyetten ve borçtan sonradır). Eğer borcu var ise evvelâ terekesinden o verilir, sonra da vasiyeti usulü dairesinde yerine getirilir, kalanı da varisler arasında Allah’ın emrettiği şekilde taksim olunur, (babalarınız ve oğullarınız bilmezsiniz ki, hangileri) Ey varisler!.. Ey tereke bırakacak kimseler (sizin için menfaatce daha yakındır.) Onu ancak Cenâb-ı Hak bilir, (bütün bunlar) tereke hakkındaki bu ilâhî emirler, vazifeler (Allah Teâlâ tarafından birer farizedir.) Birer fayda ve hikmete dayanmaktadır. Sizlerin üzerine düşen ise bunlara razı olmaktır. Sizlerin hakkınızda usulunuz mu, füruunuz mu daha hayırlı olacağını, bunlardan ebediyet âleminde sizlere hangileri daha faideli bulunacağını siz kestiremezsiniz. O halde mirastaki payların hikmetini hakkıyla takdir edemeyebilirsiniz. Sizin vazifeniz bu gibi ilâhî hükümleri kabul etmektir. (Şüphe yok ki: Allah Teâlâ) kullarının bütün işlerini (herhalde bilendir.) O Yüce Yaratıcı, ezelden sonsuza kadar İlim sıfatıyle vasıflıdır. Ve (hikmet sahibidir.) Her emri, her takdir ve hükmü hikmetin kendisidir. Onun bütün emir ve yasakları hikmetten, faydadan hâlî değildir. Ehli imanın en birinci vazifesi de bunu bilip yüce tutmak ve takdis etmektir.
§ Kelâle: Lûgatte yorulup kuvvetten düşmek veya etraftan kuşatılmak mânâsınadır. İstilâhta: Usul ile füruun dışında olan akraba demektir. Böyle bir akrabalık sahibine de zikelâle denilmiştir. Bir kimsenin kardeşleri, amcaları, dayıları kelâle kabilindendir. Bunların yakınlığı usul ve füruun yakınlığına göre zayıf olduğundan kendilerine “Kelâle” denilmiştir. Kelâle hakkında başka görüşler de vardır. 176 ıncı âyeti celileye de müracaat ediniz!..
12. Karılarınızın çocuğu yok ise terekelerinin yarısı sizin içindir. Eğer onların çocuğu var ise sizin için terekelerinin dörtte biri vardır. Yapmış oldukları vasiyetten veya borçtan sonra, karılarınıza da terekenizin dörtte biri vardır. Eğer sizin çocuğunuz yok ise… Eğer sizin çocuğunuz varsa onlara da terekenizden sekizde biri vardır. Yapmış olduğunuz vasiyetten veya borçtan sonra. Ve eğer bir erkeğin veya bir kadının kelâle tarafından mirasına konuluyor da onun bir erkek kardeşi veya bir kız kardeşi bulunuyorsa onlardan herbirine de altıda bir hisse vardır. Eğer bundan fazla iseler üçte birinde ortaktırlar. Zarar verme kasdi olmaksızın yapılmış olan vasiyetten veya borçtan sonra. Bütün bunlar Cenâb-ı Hak’tan bir öğüttür. Ve Allah Teâlâ alîmdir, Halimdir.
12. Bu âyeti kerime de kocalar ile karıların ve kelâle denilen akrabalık yoluyla varis olacak bir kısım kimselerin mirastaki paylarını tayin ediyor, yapılacak vasiyetlerin varisleri zarara uğratmaması hususuna da işâret buyuruyor. Şöyle ki: Ey mü’minler!. (eşlerinizin) sizden veya evvelki kocalarından oğlan veya kız (çocuğu) veya oğlunun sonuna kadar oğlu ve kızı (yok ise terekesinin yarısı sizin içindir) diğer yarısı ise zevilfiruzdan veya asebattan veya diğerlerinden olan akrabalarına ait olur, onlardan hiçbirisi bulunmazsa beytülmâle ait bulunur. Meselâ: Bir kadının kocasıyle bir de amcası bulunsa terekesinin yarısı kocasına, diğer yarısı da amcasına intikal etmiş olur. (eğer onların) eşlerin sizden veya evvelki kocalarından erkek veya kız (çocuğu var ise sizin için terekelerinin dörtte biri vardır) mütebakisi çocuğuna aittir. Meselâ: Bir kadının kocasıyla iki de oğlu bulunmuş olsa terekesinin dörtte biri kocasına, dörtte üçü de iki oğluna eşit olarak intikal etmiş olur. Onun miras meselesi sekizden tashih edilerek bundan iki hisse kocasına, üçer hisse de oğullarına verilir. Böyle bir hisse verilmesi o eşlerin (yapmış oldukları vasiyetten veya borçtan sonra) dır. Evvelâ borçları verilir, sonra vasiyeti usulü dairesinde yerine getirilir, kalan terekesi de varisleri arasında taksimedilir. Ey erkekler!. Siz de vefat edince (karılarınıza terekenizin dörtte biri vardır) onlar bu miktara mirasçı olurlar (eğer sizin) o eşlerinizden veya başka eşlerinizden (çocuğunuz yok ise) oğlunuzun oğlu veya kızı da mevcut değilse (eğer sizin çocuğun varsa) oğlunuz veya kızınız, veya oğlunuzun evlâdı mevcut ise (onlara da) o eşlerinize de (terekenizden sekizde biri vardır.) meselâ: Bir ölünün bir kansı ile bir de bir oğlu veya kızı veya oğlunun bir oğlu bulunsa bu takdirde kansı terekenin sekizde birine müstehik olur, kalanı diğer varise ait bulunur. Bu mirasın böyle intikali (yapmış olduğunuz vasiyetten veya borçtan sonra) dır. (Ve eğer bir erkeğin veya bir kadının) babası, çocuğu olmayıp da (kelâle tarafından) meselâ: Kardeşleri veya amcaları gibi varisleri tarafından (mirasına konuluyor da onun) o vefat etmiş olanın ana tarafından (bir erkek kardeşi veya bir kız kardeşi bulunuyorsa onlardan) o ana bir erkek, veya kız kardeşten (her birine de) terekesinden (altıda bir hisse vardır) burada oğlan ile kız kardeşler eşittir, (eğer) bu ana bir erkek kardeşler ile kız kardeşler (bundan) böyle birden (fazla iseler) terekenin (üçte birinde ortaktırlar.) Terekenin kalanı da diğer eshabi feraizden ve asabattan olanlara ait olur. Meselâ: Bir ölünün bir ana bir erkek kardeşi, bir de ana bir kız kardeşi bir de baba bir amcası bulunsa miras meselesi üçten olup bundan bir hisse o iki kardeşe kalan iki hisse de amcaya verilir. Bu halde bu mesele altıdan tashih edilerek bunun üçte biri olan iki hisse o iki kardeşe eşit olarak ait olur, dört hisse de amcaya intikal etmiş bulunur. Maamafih bunlara bir nisbette hisse verilmesi, (zarar verme kasdi olmaksızın yapılmış olan vasiyetten veya borçtan sonra) dır. Varisleri zarara sokmak için terekenin üçten fazlasını vasiyet etmek, vârislerin muvafakatleri bulunmayınca geçerli olmaz. Varisleri mirastan mahrum bırakmak için başkalarına yoktan borç ikrar etmek câiz değildir. Bu, varisler hakkında bir zarardır. Binaenaleyh bu gibi hareketlerden kaçınmalıdır. (Bütün bunlar) bu hisselerin bu şekilde verilmesi ve vârislerin zararlarına meydan verilmemesi hakkındaki Kur’ânî beyanlar (Cenâb-ı Hak’tan) kullarına (bir mevizedir) bir tavsiyedir. Buna göre hareket edilmesi ve Allah’ın taksiminin bir hikmet ve menfaat gereği olduğunu bilip ona razı olmak bizim için bir kulluk görevidir. (Ve Allah Teâlâ alîmdir) mahlûkatının hâl ve durumuna lâyık olan hisseleri bilir, ona göre emreder. Ve Hak Teâlâ Hazretleri (hilim sahibidir) emrine muhalefet edenlerin cezalarını hemen vermez, çok kere tehir eder, tâki uyanarak tövbe edip af dilesinler.. Ana baba bir kardeşler hakkındaki miras hükmü için bu sûre’i celilenin sonundaki 176 ıncı âyeti kerimeye müracaat ediniz!..
13. İşte bunlar Allah Teâlâ’nın hudududur.. Ve kim Allah Teâlâ’ya ve Peygamberine itaat ederse onu altından ırmaklar akar cennetlere koyacaktır ki orada ebedî kalacaklardır. Ve bu büyük bir kurtuluştur..
13. Bu mübârek âyetler, Allah’ın koyduğu sınırlara ve bilhassa veraset hukukuna riâyet edenler hakkında müjdelemeyi, muhalefet edenler hakkında da tehdidi içermektedir. Şöyle ki: (işte bunlar) yetimlerin, vasiyetlerin, mirasların hakkında bildirilen bu hükümler (Allah Teâlâ’nın sınırlandır.) Cenâb-ı Hak’kın kulları için tayin buyurmuş olduğu şer’î hükümlerdir ki bunlar ile amel etsinler, bunlara tecavüzde bulunmasınlar (Ve kim Allah Teâlâ’ya ve Peygamberine) böyle hükmetmiş olduğu şeylerde (itaat ederse onu altından ırmaklar akar cennetlere koyacaktır ki, orada ebedî kalacaklardır.) Öyle muazzam nimetlere ebedî bir şekilde muvaffak olacaklardır, (ve bu) şekilde cennete girmek, orada ebedî kalmak (büyük bir kurtuluştur) bunun üstünde bir kurtuluş olmaz.
§ Allah’ın hududu, Allah’ın hükümleri demektir. Malumdur ki hudud, heddin çoğuludur. Had de sınır, birşeyin etrafına çekilen bir hattır ki, bir kimsenin hakkı o Hattâ kadar varır, onun ötesine tecâvüz edemez. İşte ilâhî hükümler de mükelleflerin fiillerini sınırlamış, hareket alanlarını belirlemiş olduğundan mükellefler onun dışına çıkamazlar. Bu itibarla bu hükümlere Allah’ın hududu denilmiş oluyor.
14. Ve kim de Allah Teâlâ’ya ve Peygamberine isyan eder, hududunu tecâvüz eylerse onu da içinde ebedî kalmak üzere bir ateşe sokar ve onun için zillet verici bir azab vardır..
14. (Ve kim de) itaatden ayrılır da (Allah Teâlâ’ya ve Peygamberine isyan eder) onların emirlerine, yasaklarına muhalefette bulunursa ve Cenâb-ı Hak’kın (hududunu tecâvüz eylerse onu da) Hak Teâlâ Hazretleri (içinde ebedî kalmak üzere bir ateşe) bir cehennem ocağına (sokar ve) bu bedenî azaptan başka (onun için zillet verici) ruhî (bir azab) da (vardır) bunun künhünü ancak Yüce Allah bilir. Artık böyle pek elem verici bedenî ve ruhî azaplara sebep olacak hallerden son derece kaçınmalı değil midir?
15. Kadınlarınızdan fuhuşta bulunmuş olanların aleyhine sizden dört şahit getiriniz. Eğer şahitlik ederlerse o kadınları evlerde hapsediniz. Kendilerine ölüm gelinceye kadar veya onlara Cenab’ı Hak bir yol açıncaya kadar.
15. Bu mübârek âyetler, zina faciasını işleyenler hakkında İslâm’ın ilk döneminde yürürlükte olan şer’î cezayı beyan etmektedir. Şöyle ki: Ey müslümanlar!. Sizlerin (kadınlarınızdan) eşlerinizden (fuhuşta) zinada (bulunmuş olanların aleyhine sizden) mü’minlerin hür olan erkeklerinden (dört şahit getiriniz.) bu dört şahit bu hadiseyi gördüklerine dâir (şahitlik ederlerse o kadınları evlerde hapsediniz) ikametgâhlarını kendileri için birer hapishane yapınız, (kendilerine ölüm gelinceye kadar) takdir edilmiş hayatları sona erip ölüm meleği ruhlarını alıncaya kadar öyle mahbûs bir halde kalsınlar (veya onlara Cenab’ı Hak bir yol açıncaya kadar) Allah tarafından onlara mahsus diğer bir şer’î hüküm, bir ilâhî ceza tayin edilinceye kadar öyle mahpus bulunsunlar.
§ Fahişe: Söz ve fiil olarak pek çirkin olan şeydir. Zina da çok çirkin bir fiil olduğundan fahişe diye anılmıştır.
16. Sizden onu yapanların her ikisine de eziyet veriniz. Eğer tövbe eder ve uslanırlarsa onlardan vazgeçiniz. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ tövbeleri çok kabul edendir, çok merhametlidir.
16. (Sizden onu) o fahiş fiili (yapanların her ikisine de) zina eden erkeğe de, kadına da veya bir yoruma göre oğlancılık yapan her iki erkeğe de bu fiilleri tesbit edildiği takdirde (eziyet verîniz) kınamada bulununuz, azarlayınız veya döğünüz. Böyle bir kınama ve terbiyesini vermeyi müteakip (eğer tövbe eder ve uslanırlarsa onlardan vaz geçiniz) Artık kendilerin eziyet vermeyiniz. İşlemiş oldukları o kötülüğü artık teşhire kalkışmayınız, aleyhlerinde söylenip durmayınız. (şüphe yok ki. Allah Teâlâ tövbeleri çok kabul edendir.) onların tövbelerini de kabul buyurmuş olur. Ve Hak Teâlâ (çok merhametlidir) durumunu düzeltenlerin haklarında geniş rahmeti tecelli eder. Artık onları her nasılsa yapmış, sonra da pişman oldukları günahlardan dolayı kınamaya devam etmemelidir.
§ Bu mübârek âyetlerin bu hükümleri İslâm’ın ilk dönemine mahsustur. Daha sonra had ve recim hakkındaki âyetler ile bu hükümler neshedilmiştir. Sûrei nurun ilk âyetlerine müracaat ediniz…
17. Tövbe Allah katında ancak o kimseler içindir ki, bir cehaletle bir kötülüğü işlerler de az sonra tövbekâr olurlar. İşte olar için Allah Teâlâ tövbeyi kabul buyurur. Ve Allah Teâlâ alîmdir, hikmet sahibidir.
17. Bu mübârek âyetler, tövbelerin ne vakte kadar kabul edileceğini ve kimlerin pek elem verici azaba uğrayacaklarını şöylece göstermektedir. Kabul edilecek (tövbe Allah katında o kimseler içindir ki) onlar insanlık hali (bir cehaletle) bir akılsızlık sebebiyle, düşüncesizlik akibeti yüzünden (bir kötülüğü) gayrimeşru bir hareketi (işlerler de az sonra) ölüm hastalığından, ölüm sarhoşluğu halinden evvel, yani: Daha ölüm halinde bulunmayı? âhiret ile ilgili hadiseler gözlerinin önünde görünmeden (tövbekâr olurlar) yapmış oldukları kötü fiillerin meşru olmadıklarını bilip pişmanlık gösterir, Allah’ın affını dilerler (İşte onlar için Allah Teâlâ) yaptıkları (tövbeyi kabul buyurur.) Onları bağışlar, (ve Allah Teâlâ alimdir,) kullarının bütün hallerini ve tövbe edip etmediklerini hakkıyla bilir ve (hikmet sahibidir) bütün hükümleri hikmet ve menfaat esasına dayanmaktadır. Bu gibi kimselerin tövbelerini bilip kabul buyurması da bir hikmet gereğidir.
18. Ve tövbe o kimseler için değildir ki, günahları yapar dururlar Vaktaki kendilerinden birine ölüm gelip çatınca: Ben şimdi tövbe ettim, der ve kâfir oldukları halde ölenler için de değildir. İşte biz onlara elem verici bir azap hazırlamışızdır.
18. (Ve tövbe o kimseler için değildir ki) yani: Yapacakları tövbeler haddizatında tövbe sayılmayıp yok yerindedir ki, onlar (Günahları yapar dururlar) bir takım günahları yapmaktan hiç sakınmazlar (Vaktaki, kendilerinden birine ölüm gelip çatınca) yani: Ölüm sarhoşluğuna yakalanınca, hırıltı halinde bulununca, ruhu boğazına gelip gidince (ben şimdi tövbe ettim der) böyle bir haldeki tövbe ise kabule şayan değildir. (Ve kâfir oldukları halde ölenler için de) tövbe makbul (değildir). Artık tövbe zamanı sona ermiştir, (işte biz onlara) o iki grup için (elem verici bir azap hazırlamışızdır.) Binaenaleyh bir şahıs, dindar olduğu halde bütün hayatını günahla geçirip de daha tövbekâr olmadan ölüm sarhoşluğuna yakalanırsa artık bu halde yapacağı bir tövbe elde olmayan türden bir pişmanlığa dayanmış olacağından kabule lâik olamaz. Aynı şekilde: Bir kâfir de ölüm sarhoşluğu halinde tövbe edip hak dinî kabul etse bu tövbesi makbul olmaz. Tamamen hali küfür üzere ölmüş gibi sayılır. Şu kadar var ki, tövbesi makbul olmayan bir mü’min, ne kadar azap görse de yine sonunda azap ateşinden kurtulur, selâmete erer. Küfr üzere ölen bir kâfir ise ebedî olarak azap çeker, cehennemden asla çıkamaz.
19. Ey mü’minler! Kadınlara zor zoruna varis olmanız ve onlara vermiş olduğunuzun bazısını giderip kurtarmanız için onları sıkıştırmanız sizin için helâl olmaz. Meğer ki apaçık bir fuhuş yapıversinler. Ve onlarla iyi bir şekilde geçininiz. Şayet onları kerih görür iseniz olabilir ki, siz birşeyi kerih görürsünüz. Allah Teâlâ ise onda birçok hayır vücuda getirir.
19. Bu âyeti kerime, cahiliye zamanındaki bir ailevî âdeti müslümanlara yasaklamakta, aile hayatına güzelce riâyet edilmesini emir eylemektedir. Şöyle ki: (Ey mü’minler) vefat eden yakınlarınızın eşleri olan (kadınlara zor zoruna varis olmayınız.) yani: Onları ölünün terekesi gibi sayarak onların üzerinde veraset muamelesi yapmayınız (ve) eşleriniz olan kadınları mihir olarak (vermiş olduğunuzun bazısını) bir kısmını onların ellerinden (giderip) onlardan geri alarak (kurtarmanız için) kötü bir muamele ile (onları tazyik) huzursuz (etmeniz sizin için helâl olmaz) böyle bir hareket, şeri şerife, İslâm ahlâkına aykırıdır. (meğer ki) eşler (apaçık bir fuhuş yapıversinler) meselâ: Kocalarına karşı pek kaba muamelelerde bulunsunlar, pek kötü davranışlardan geri durmasınlar, veya iffete aykırı bir harekette bulunsunlar, o takdirde onlardan ayrılmak ve bir bedel karşılığında boşanmak câiz olur. Maamafih usulü dairesinde sabit olacak bir zina hadisesi şer’î had cezasını icab ettiğinden onun hakkında bu hüküm geçerli değildir, mensuhtur. (ve) Ey mü’minler!, (onlar ile) kadınlar ile, eşleriniz ile (maruf veçhile) güzelce geçinmekle, nafakalarını vermekle, haklarına riâyet etmekle (geçininiz) bazı kusurlarını affediniz, (şayet onları hoşlanmıyorsanız) meselâ: Güzellikten mahrum: Güzel geçinmekten nasipsiz iseler sabrediniz, yine siz güzelce muameleden geri durmayınız. (olabilir ki, siz birşeyi) ilk bakışta (kerih görürsünüz) ondan hoşlanmayabilirsiniz (Allah Teâlâ ise onda) sizin evvelce takdir ve tasavvur edemediğiniz, (birçok hayır vücude getirir) meselâ: Size adınızı devam ettirmeye vesile olacak salih evlât nasib buyurur, daha sonra aranızda güzel bir kaynaşma ve muhabbet tecelli eder durur.
§ Rivayete göre cahiliye zamanında bir erkek ö ldü mü, onun en yakın olan varisi, meselâ, kardeşi o ölenin karısını miras malından sayarak ona varis olmak isterdi. Ya ona evvelki mihrinden başka mihir vermeksizin onu zor zoruna kendisine alabilirdi. Veya başkasına verip mihrini kendisi alırdı veyahut bu kadını kocasından alacağı mirastan vazgeçirmek için başkasına varmaktan alıkordu. Bir takım kimseler de vardır ki, karılarından hoşlanmadıkları takdirde onların haklarında fena muamelelerde bulunurlar veya küçük kusurlarını bahane ederek onları bırakırlar. Bu âyeti kerime ise bu gibi ahlâk dışı adetlerden, muamelelerden müslümanları menetmekte eşlerin haklarına riâyet edilmesini tavsiye buyurmaktadır. Ancak fuhşiyatta bulunacak olurlarsa, o takdirde usulüne uygun olarak kendilerinden evlilik bağını koparmak icab eder.
20. Ve eğer bir eşin yerine diğer bir eş almak isterseniz, onlardan birine çok bir mal vermiş olduğunuz halde bile artık ondan birşey almayınız, ona iftira ederek ve apaçık bir günaha girerek alıverirmisiniz?
20. Bu mübârek âyetler, koca ile kansı arasında ilişki meydana geldikten sonra ayrılma vuku bulduğu takdirde eşe verilmiş olan mihir pek fazla olsa bile ondan bir mal almanın koca için muvafık olmadığını ve hele böyle bir mal almak için eşe iftirada bulunmanın asla câiz bulunmadığını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey müslümanlar!. Eşleriniz hakkında güzel bir şekilde muamelede bulununuz, (ve eğer) görülen bir lüzum üzerine (bir eşin yerine) onu boşayıpda (diğer bir eş almak isterseniz, onlardan) o eşlerden (birine) kantar denilen (çok bir mal) mihir olarak (vermiş olduğunuz halde bile artık) o maldan hiç (birşey) geri (almayınız) onu geri istemeniz (onu) o malı eşlerinize (iftira ederek ve apaçık bir günaha girerek alıverir misiniz?.) böyle bir muamele münasip midir? Bu insanlığa ahlâka aykırı değil midir?. Böyle bir hareketten herhalde kaçınmalıdır.
21. Ve onu nasıl alırsınız ki, birbirinizle ilişkide bulundunuz ve sizden kuvvetli bir söz almışlardır..
21. Ey müslümanlar!, (onu) o malı eşlerinize iftira ederek (nasıl alırsınız ki, birbirinizle ilişkide bulundunuz.) Aranızda cinsel ilişki meydana geldi, sahih halvet vaki oldu, kimsenin göremiyeceği bir yerde birbirinize sohbet arkadaşı oldunuz, aranızda evlilik hukuku tehakkuk etti, (ve sizden) Ey erkekler!. Eşleriniz adına nikâh akdi ile (kuvvetli bir söz almışlardır) onların haklarına riâyet etmeniz lâzımdır, onlar ile güzelce geçinmeniz icabetmiştir. Onları gerektiğinde güzelce terketmeniz icap eder. Bunlar evlilik hükümlerindendir. Artık buna muhalefet edilmesi nasıl muvafık olabilir?..
§ Cahiliye zamanında bir kimse eşinden ayrılmak ve ona mihrini vermemek isterse biçare kadına zina gibi bir suç isnat eder, o şekilde birbirinden ayrılırlardı. Bu gibi ahlâk dışı hallere meydan verilmemesi, bu mübârek âyetler ile müslümanlara telkin edilmiş oluyor.
22. Ve babalarınızın nikâhlamış olduğu kadınlar ile evlenmeyiniz. Ancak geçen geçmiştir. Şüphe yok ki, o pek çirkindi ve menfurdu ve ne fena bir yoldu..
22. Bu mübârek âyetler, bütün maharrematı, yâni kendileri ile evlenmek câiz olmayan kadınları belirtmekte, hilâfına hareketin pek kötü, pek fena olduğunu bildirmektedir. Şöyle ki: (Ve) Ey müslümanlar!, (babalarınızın nikâhlamış olduğu kadınlar ile) üvey anneleriniz ile (evlenmeyiniz) onların nikâhı size haramdır. (ancak geçmiş geçmiştir) vaktiyle câhiliyet devrinde böyle bir âdet vardı. Bir kimse üvey annesiyle evlenebilirdi. Artık İslâmiyet devrinde böyle birşey câiz görülemez. (şüphe yok ki; o) öyle üvey anneler ile evlenmek aklen (pek çirkindi ve) şer’an (iğrençti ve) örf ve adet bakımından da (ne fena bir yoldu) artık bu kadar müstehcen olan bir muamele nasıl yapılabilir?
23. Sizin üzerinize haram olmuştur: Analarınız, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, birâderinizin kızları, kız kardeşinizin kızları. Ve sizi emzirmiş olan süt analarınız, süt kız kardeşleriniz, eşlerinizin anaları ve kendileriyle cinsel ilişkide bulunmuş olduğunuz eşlerinizden yanlarınızda bulunan üvey kızlarınız. Şayet eşlerinizle cinsel ilişkide bulunmamış iseniz sizin üzerinize bir günah yoktur. Ve kendi sulblerinizden olan oğullarızın eşleri de ve iki kız kardeşi birden almanız da sizin için haramdır geçmiş olan ise müstesnâ. Şüphe yok ki Allah Teâlâ gafurdur, rahimdir.
23. Ey müslümanlar!, (sizin üzerinize) şunların nikâhları (haram kılınmıştır)
1- (analarınız) ve babalarınız ve analarınızın anaları ve onların sonuna kadar anaları.
2 – (kızlarınız) ve oğullarınızın ve kızlarınızın kızları ve torunları.
3 – (kız kardeşleriniz) ana ve baba bir veya baba bir veyahut ana bir kız kardeşleriniz.
4 – (halalarınız) babalarınızın ve dedeleriniz kız kardeşleri
5 – (Teyzeleriniz) analarınızın ve ninelerinizin bütün kız kardeşleri.
6 -(Birâderlerinizin kızları) ve bu kızların kızları ve torunları.
7 – (kız kardeşinizin kızları) ve bunların kızları ve torunları, tüm yegenler: Bu yedi sınıf neseb sebebiyle haram kılınmış olanlardır.
8 – (ve sizî emzirmiş olan süt analarınız) ve bunların anaları, yâni süt nineler.
9 – (ve süt kız kardeşleriniz) ve süt kızlar, süt halalar, süt teyzeler süt biraderler, nesep bakımından olduğu gibi süt emme sebebiyle de haramdır.
10 – (ve eşlerinizin anneleri) ve onların anneleri, bunların nikâhları haramdır. Eşler, gerek kendileriyle cinsel ilişkide bulunulmuş olsunlar ve gerek olmasınlar yalnız nikâh ile bu haramlık sabit olur.
11 – (ve kendileriyle cinsel ilişkide bulunmuş olduğunuz eşlerinizden) doğup çoğunlukla (yanınızda bulunan üvey kızlarınız) -velevki yanınızda bulunmasınlar- sizlere haramdır. (şayet eşlerinizle cinsel ilişkide bulunmamış iseniz) bu eşlerin vefatı veya boşanmasıyla iddetin bitmesi neticesinde bunların kızları ile evlenmekte (sizin üzerinize bir günah yoktur).
12 – (Ve kendi sulblerinizden olan oğullarınızın eşleri de) sizlere haramdır. Üvey oğulların eşleri bundan müstesnadır.
13 – (Ve iki kız kardeşi birlikte almanız da) sizin için haramdır. Nitekim bir kız ile onun halasını veya teyzesini bir nikâhta birleştirmek de câiz değildir. Bu bir meşhur hadis ile sabittir. Ancak câhiliyet zamanında (geçmiş olan müstesnâ) onlardan dolayı sorumlu tutmak yoktur. Elverir ki, İslâm şeriatının insanlık alemine gelmesinden sonra böyle bir muameleye teşebbüs olunmasın. (şüphe yok ki, Allah Teâlâ gafurdur, râhimdir) Vaktiyle yapılmış bir günahı afeder ve Örter, yeter ki ona devam edilmesin, yapılmış olan kusurlardan dolayı İlâhî affa iltica edilsin.
§ Annelerin ve kızların nikâhları Hz. Adem’den beri haram bulunmuştur. Fakat insanlık neslinin çoğalması için Hz. Adem’in zamanında kız kardeşler ile nikâh câiz bulunmuştu. Yakup Aleyhisselâm’ın şeriatında da iki kız kardeşi nikâhta bir arada bulundurmak caizdi.
§ Süt analığın vücude gelmesi için, daha süt müddetini bitirmemiş olan bir çocuğun isterse bir defa olsun memeden süt emmesi veya memeden sağılmış bir sütü içmesi lâzımdır. Süt, çocuğun midesine gerek ağzından ve gerek burnundan vasıl olsun ve gerek emzikle verilsin eşittir. Bu sütün az miktarı ile çok miktarı aynı hükümdedir. Süt verenin de bakire olması veya ölmüş bulunması veya hayız ve nifastan kesilmiş olması arasında da fark yoktur. Şu kadar var ki, süt veren, dokuz yaşından daha küçük olamaz. Fakat şafiilere göre çocuğa bu süt en az beş defa ayrı ayrı verilmiş olmalıdır, az olsun çok olsun eşittir. Ve sütü içilen kadın sütü alındığı zaman hayatta bulunmalıdır.
§ Süt müddeti, İmam Azam’a göre doğumdan itibaren otuz aydır. İmameyne göre iki kameri senedir. Bu müddetten sonra mideye giren bir süt ile emme haramlığı sabit olmaz. Malikilere göre süt emme müddeti, iki seneden ve nihayet iki sene ile iki aydan ibarettir. Şafiîlere göre bu müddet iki kameri senenin sonuna doğru biter. Binaenaleyh bu süt henüz iki kameri yıl bitmeden verilmiş olmalıdır. Hanbeli fıkıh bilginlerine göre de bu müddet iki senedir. Ondan sonra emme haramlığı, sabit olmaz. Fakat zâhiriye mezhebine göre süt için müddet yoktur, her ne zaman içilse emme sebebiyle haramlık olur. Binaenaleyh ihtiyat etmelidir. Bir kimse yaşlı olsa da eşinin memesini emmemelidir. Hz. Ayşe ile İbni Mesut ve İbni Abbas gibi sahabe’i kiram da bu kanaatte bulunmuşlardır. “Bidayetülmüctehit” de ve “El muhallâ” da geniş açıklamalar vardır.
§ Nesep akrabalığı, evlilik akrabalığı ve süt emme sebebiyle bir takım mahremiyetlerin ve haram oluşların vücude gelmesi, bir takım sebeblere, hikmetlere dayanmaktadır. Şöyle ki:
(l) İslâm dinî akraba bağına büyük bir kıymet vermiştir. Bir takım akrabalar adeta birbirinin birer parçası gibi sayılmıştır, bunların arasında daimi bir muhabbet, bir irtibat bulunması bir gayedir. Bunlardan bir kısmının diğer bir kısmına karşı büyük bir saygı duygusu içerisinde bulunması, bir ahlâkî vazifedir. Kadınlar ise kocalarının emirlerine riâyet ederek onların idareleri altında bulunurlar, aralarında bazen hoş olmayan haller meydana gelebilir, birbirinden ayrılarak aralarındaki bağ, sona ermiş olur soy bakımından akraba olanlar arasında ise böyle hallerin vücude gelmesi gayrimeşru, hikmet ve menfaate aykırı olduğundan onların arasında nikâhın câiz olması, hikmet ve faydaya elverişli olamaz.
(2) Evlilik akrabalığı sebebiyle meydana gelen haramlığın şer’î hikmetine gelince: Bir kere evlâdın ana babasına karşı son derece saygılı bulunması icabeder. Ana babanın da çocuklarına karşı pek ziyade şefkatli, gönül alıcı bulunmaları lâzımdır. Artık bunların koca veya karılarıyla evlenmeleri bu saygıya, bu şefkat ve sevgiye muvafık olmaz, bilâkis aralarına düşmanlık ve nefret düşürmeğe sebep olur. Meselâ: Bir kimse, oğlunun boşadığı bir kadın ile evlenecek olsa artık oğlu ile aralarında bir saygı ve samimiyet kalabilir mi? Binaenaleyh bunların nikâhlarının câiz olmaması aralarında bir mahremiyetin meydana gelmesi, aralarındaki saygı ve muhabbetin devamına bir vesile teşkil etmiştir ve evlilik akrabalığı sayesinde yakınlık ve mahremiyet dâiresi genişliyerek sosyal varlıkta bir açılma vücude gelmiştir. (3) Süt meselesine gelince: Bunun teşriî hikmeti de açıktır… Şöyle ki: İnsanlar haddi zatında seçkin birer mahluktur. Kendi varlıkları büyük bir değere sâhip olduğu gibi kendilerinden birer parça olan her şey de bir değere sahiptir, İşte insanların sütleri de bu cümledendir. Bu süt vasıtasıyle insanlar arasında bir nevi parçalık, bağlılık meydana gelmiştir. Bir çocuğun büyüyüp gelişmesi, annesinin sütü ile vücude geleceği gibi başka bir kadının sütü ile de vücude gelebilir. Bu sebeple aralarında ayrılması mümkün olmayan bir cüziyet, mhî ve mânevî bir alâka meydana gelmiş olur. Artık süt anne çocuğun büyüyüp gelişmesine hizmet etmiş olduğu için saygıya lâyık olduğu için onun belli yakınları da bu saygıya lâyık bulunurlar, aralarında bir akrabalık meydana gelmiş olur. İşte bu gibi sebeblerden hikmetlerden dolayı süt annelik itibariyle de nikâhın haram oluşu meselesi, teşriî hikmetlerden bulunmuştur. Hukuku İslâmiye kâmusuna müracaat ediniz!..
24. Sağ ellerinizin sâhip olduğu müstesnâ olmak üzere kadınlardan kocalı olanlar da size haramdır. Bu, Allah Teâlâ’nın üzerinize bir yazısıdır. Bunlardan başka kadınları ise iffetli, zinadan sakınır olduğunuz halde mallarınızla talep etmeniz size helâl kılınmıştır. İmdi o kadınlardan her hangisinden faydalanırsanız onlara ücretlerini bir farize olarak veriniz. Mihir taktir olunduktan sonra birbirinizle uğraştığınızda üzerinize bir günah yoktur. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ alîmdir, hikmet sahibidir.
24. Bu mübârek âyeti kerime, kendileriyle evlenme ve cinsel ilişki câiz olup olmayanlar ile onların hak ettikleri mihir ve ücretler hakkındaki şer’î hükmü beyan etmektedir. Şöyle ki: (Sağ ellerinizin sâhip olduğu) yani esir olarak meşru şekilde elde etmiş olduğunuz câriyeler (müstesnâ olmak üzere kadınlardan kocalı olanlar da) size haramdır. Onlar ile evlenemezsiniz. Fakat esir alınmış olan gayrimüslim kadınlar, dari harpte kocaları bulunmuş olsa da onlara sâhip olmak ve onlarla nikâhta bulunmak câizdir. Çünki vatan ayrılığı ve esâret ile kocalarıyla aralarındaki evililk bağı yok olmuş olur. Artık bunları İslâm yurdunda ay hali sona erince nikâh etmek câiz bulunur. Bu bir kısım kadınların haram olmaları ise (Allah Teâlâ’nın üzerinize bir yazısıdır) Bir dinî vecibedir. Bu hususa riâyet lâzımdır. (Bunlardan) böyle nikâhları haram olanlardan (başka kadınları ise) Ey müslümanlar!, (iffetli, zinadan sakınır olduğnuz halde mallarınızla) birer muayyen mihir karşılığında (taleb etmeniz size helâl kılınmıştır) onlar ile iffetli bir halde yaşamak üzere evlenebilirsiniz. (İmdi o kadınlardan) o nikâh edilenlerden (her hangisinden faydalanmış) zifaf olup cinsel ilişkide bulunmuş (olursanız onlara ücretlerini) hak ettikleri mihirlerini (bir farize) tayin edilmiş bir verecek olarak (veriniz) onları mağdur bırakmayınmız fakat (mehir takdir olunduktan sonra birbirinizle uzlaştığınızda) mesela mihrin miktarını arttırdığınızda veya rızâ ile kısmen veya tamamen azaltıp borçtan kurtulduğunuzda (üzerinize bir günah yoktur.) Bu kendi rızânızla yapılan meşru bir muameledir. (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ) kullarının bütün fiil ve hareketlerini (bilendir) onlar için meşru kılmış olduğu bütün hükümlerde (hikmet sahibidir.) işte bunun içindir ki hâlinize lâyık olan bu ahkamı meşru buyurmuştur.
§ İhsan, iffet demektir. Nefsi harama düşmekten korumaktır. Muhsinde evli olup kendisini zinadan muhafaza etmiş olan erkektir. Muhsene de evli olan bir kadındır ki, kocasının himâyesinde bulunup nefsi haramdan korunmuş bulunur. Böyle bir kadın, nefsini gayrimeşru ilişkilerden koruyacağı için kendisine “muhsine” de denilir. Çoğulu muhsenat ve muhsinattır. Müsafih de zina eden, fâcir kimse demektir. Zina yüzünden ise nesebler zayi, mallar ve şerefler yok olur, bir nice cinayetler meydana gelir, dünyevî ve uhrevî hüsran hasıl olur. Bunun içindir ki hikmet dolu İslâmiyet, bunu en feci bir cinâyet saymış, ona göre de cezâ tayin buyurmuştur.
§ Esir alınan kadınları ve çocukları ö ldürmek câiz değildir. Bu kadınlar dân harpten dâri İslâm’a getirilince harbî olan kocalarından mübane = ayrılmış olurlar, aralarında nikâh kalmaz. Fakat bu kadınlar kocalarıyle beraber esir edilerek dâri İslâm’a birlikte çıkarılmış olunca aralarındaki nikâh, bozulmuş olmaz. Binaenaleyh bu kadınlara câriye olarak sâhip olanlar, bunlara yaklaşamazlar, bu câiz değildir.
§ Bir erkek dâri harpten esir olarak getirilmiş olan bir kadın ile evlense veya ona sâhip olsa o kadın bir hayız görmedikçe ve hayızlı değilse bir ay geçmedikçe ona yaklaşamaz. Bu bir istibra meselesidir.
§ Bir müslüman, bir dinden dönmüş kadın ile veya bir putperest veya ateşperest ile bunlar müslüman olmadıkça evlenemez. Binaenaleyh bunların nikâhı haramdır.
§ Bir müslüman, nikâhı altında bir hür kadın bulundukça onun üzerine bir câriye ile evlenemez. Bu Hürreyi boşasa iddeti bilmedikçe yine câriye ile evlenmesi câiz olmaz.
25. Ve sizden her kim hür olan kadınlar ile evlenmeğe fazla bir malî iktidarı yok ise sağ ellerinizin sâhip olduğu genç; mü’min cariyelerinizden evlensin. Ve Allah Teâlâ sizin imanınızı hakkıyla bilendir. Bazınız bazınızdandır. İmdi onları namuslarını korur, fuhuştan beri bulunur gizlice dostlarda edinmez oldukları halde sahiplerinin izniyle nikâhlayınız ve onlara Mihirlerini de güzelce veriniz. Eğer onlar evlendikten sonra bir fuhuş yaparlarsa o vakit onların üzerlerine, hür kadınların üzerlerine lâzım gelen cezanın yarısı lâzım gelir. Bu sizden büyük meşakkate düşmekten korkanınız içindir. Ve eğer sabır ederseniz sizin için daha hayırlıdır. Ve Allah Teâlâ gafurdur, râhimdir.
25. Bu âyeti kerime, başkalarının mülkiyeti altında bulunan câriyeler ile ne şekilde, ne gibi şartlar çerçevesinde evlenmenin câiz olacağını bildirmektedir. Şöyle ki: (Ve) Ey müslümanlar!, (sizden her kim hür olan kadınlar ile evlenmeğe fazla bir malî iktidarı yok ise) yani malca bir genişlik bir ziyâdeliğe sâhip değilse (sağ ellerinizin sâhip olduğu) yani pazu kuvvetinize savaş alanından alınarak esir edilmiş, mülk olma ve cariyelik vasfını almış olan kadınlardan (genç, mü’min cariyelerinizden) münasip gördüğü ile evlensin. (ve Allah Teâlâ sizin imanınızı hakkıyla bilendir.) İnsanlar ise bunu hakkiyle bilemez. Bazen bir câriyenin imanı zayıf olacağı gibi, bazen kuvvetli de olabilir. Biz dış durumuna bakarız, mü’min olduğu anlaşılınca onunla evlenmekte bir sakınca olmayabilir. Bununla beraber câriyenin böyle İman ile kayıtlanması hanefilere göre bir tercih meselesidir. Yoksa başkasının ehl-i kitap olan câriyesiyle de evlenmek câizdir. Şafiilerce ise câiz değildir. Ve ey insanlar!. Esâsen (bazınız bazınızdandır) hepiniz de esâsen insansınız, hepiniz de Hazreti Adem’in neslindensiniz, hepiniz de Allah’ın kullarısınız, bu sebeple aranızda bir birlik vardır artık câriyelere de hakâret gözüyle bakmayınız, (İmdi onları) o cariyeleri (namuslarını korur, fuhuştan beri bulunur ve gizlice dostlar da edinmez oldukları halde) nikâh edebilirsiniz. Binaenaleyh onları lüzum görülünce (sahiplerinin) velilerinin, mâliklerinin (izniyle) müsaadeleriyle (nikâhlayınız ve onlara) aranızda belirttiğiniz mehri veya belirtmediğiniz takdirde emsallerine göre hak ettikleri (mehrlerini de güzelce) normal olarak cömertçe bir tarzda (verîniz) onları nikâhınız altında iffetli bir şekilde yaşatınız (eğer onlar) böyle (evlendikten sora bir fuhuş) bir zina suçu (işlerlerse o vakit onların üzerlerine hür kadınların) fuhuş işlediklerinde (üzerlerine lâzım gelen cezânın yansı lâzım gelir) zina eden hür kadına vurulması icâbeden değneğin yarısı olan elli değnek darbesiyle cezâlandırılır. (Bu) câriyeler ile evlenmek, (sizden büyük meşakkate düşmekten) fazla mihir ve nafaka vermek hususunda sıkıntıya düşeceklerinden (korkarımız içindir) ve şehvet galebesi ile günaha girmek ihtimali olanlar içindir, (ve eğer sabrederseniz) nefsinize hâkim olup gayrimeşru temayüllerde bulunmaz iseniz, böyle câriyeler ile evlenmemek sizin için (daha hayırlıdır) Evet… Hür kadınla evlenmeğe durumu müsait olmayan bir kimsenin câriye ile de evlenmediği takdirde gayrimeşru ilişkilerde bulunacağı düşünülürse onun câriye ile evlenmesi icabeder. Fakat böyle bir korku bulunmadığı takdirde câriye ile evlenmemesi daha iyidir. Çünki câriyeler, hür kadınlar kadar bir şerefe sâhip değildirler, onlar evlerine fazla bağlı olamazlar, kendilerine sâhip olanların hizmetlerinde de bulunmaya mecbur olurlar, çocukları da köle sayılırlar, hürriyetten mahrum, güzelce bir terbiyeden nasipsiz bulunurlar. Ve bu câriyeler başkalarına da satılabileceklerinden efendileri değişir, kocaları ile olan münasebetleri kesintiye uğrayabilir. Binaenaleyh bu hususta sabredip evlenmemek daha hayırlı olduğunda şüphe yoktur. (Ve Allah Teâlâ gafurdur.) Hakkıyle yarlıgayıcıdır, bu hususta sabır etmeyeni de af ve mağfiret buyurur. (rahîmdîr) çok esirgeyicidir, bunun içindir ki, sizlere bu şer’î hükümleri bildiriyor, sizi iffet ve temizlik yoluna sevk eyliyor….
26. Allah Teâlâ sizlere açıklamak ve sizleri sizlerden evvelkilerin yollarına erdirmek ve sizleri tövbeye muvaffak kılmak diler. Ve Allah Teâlâ alîmdir, hikmet sahibidir.
26. Bu mübârek âyetler, bu müslümanlar hakkında Yüce Allah’ın ne kadar hayır isteyen ve kolaylık lûtfeden olduğunu müjdeliyor, bir takım nefislerinin isteğine tabi olanların da insanlar hakkında ne derece kötülük isteyen sapıklık rehberi bulunduklarını beyan buyuruyor. Şöyle ki: Ey müslümanlar!. (Allah Teâlâ sizlere) helâl ve harama ve diğer en güzel şer’î hükümlere dâir bilmediklerinizi (açıklamak) beyan buyurmak ister, (ve sizleri sizden evvelkilerin) Hz. İbrahim, Hz. İsmail gibi mübârek Peygamberlerin ve diğer salih kullarının (yollarına erdirmek) ister. Tâki onlar gibi hak’ka tâbi, batıldan sakınıp, hidâyete nâil olasınız. (Ve sizleri tövbeye muvaffak kılmak diler) Sizlere takip edeceğiniz selâmet ve saadet yolunu gösterir, tâki, insanlık icâbı sizden bir kusur meydana gelince hemen tövbe ederek Allah’ın affına mazhar olasınız, artırk sâhip olduğunuz irâde kuvvetini, düşünme kabiliyetini kötüye kullanmayarak uyanık bir şekilde hareket eyleyiniz, (ve Allah Teâlâ alîmdir) sizin bütün amel ve fiillerinizi bilir, (hikmet sahibidir) bütün şer’î hükümleri hikmet ve menfaatı taşımaktadır. Artık ona göre hareket ediniz.
27. Ve Allah Teâlâ sizin tövbe ederek ilâhî affa kavuşmanızı diler. Şehvetlerine uyanlar ise sizin büyük bir meyil ile sapmanızı isterler.
27. (Ve) Ey müslümanlar!. İnsanlık hali sizden bazı kusurlar meydana gelince hemen nâdim ve pişman olarak tövbe edip bağış dileyiniz, çünki (Allah Teâlâ sizin tövbe ederek ilâhî affa kavuşmanızı ister) sizin tövbelerinizi kabul buyuracağını size va’d buyurmuştur. Elverir ki, siz başkalarının aldatmalarına kapılmayasınız. (şehvetlerine uyanlar) nefislerinin heveslerine tâbi olanlar, bir takım haram olan şeyleri helâl telâkki edenler, kısaca bir takım dinsizler, sapıklar tahrif edilmiş dinlere tâbi bulunanlar (ise sizin büyük bir meyil ile) hak yoldan çıkarak, bir takım haram şeyleri yaparak (sapmanızı) selâmet ve hidâyet yolundan ayrılmanızı (isterler). Artık öyle düşmaların sözlerine, hareketlerine nasıl kıymet verilebilir?.
28. Allah Teâlâ sizden hafifletmek ister. Ve insan zayıf olarak yaradılmıştır…
28. Ey müslümanlar!. (Allah Teâlâ sizden) ağır teklifleri kaldırıp (hafifletmek) sizleri uygulaması hafif, fayda ve hikmet dolu vazîfelerle vazifelendirmek (ister) nitekim müslümanlığın bütün hükümleri kolaydır, uygulanabilir, bir nice fayda ve güzellikleri taşımaktadır, (ve insan zayıf olarak yaradılmıştır) bir çok kere nefsinin eğilimlerine tabi olur, yasaklardan kaçınmak hususunda gerektiği gibi sabır ve sebat gösteremez. Bu bakımdan mânevî bir zaafa uğramış bulunmaktadır. İşte insanların bu zayıf halleri de kendileri için bir çok dinî kolaylıkların vücuduna bir sebep bulunmuştur. Cenab’ı Hak, hiçbir insanı tâkatı üstünde bir şey ile mükellef tutmamıştır. Ve herhangi insanı usulü dairesinde tövbe edip af diledimi, ilâhîsi affına nâil buyuracağını va’d etmiştir. Artık insanlar, bu ilâhî lütuftan, bu ilâhî merhametten istifâde fırsatını elden kaçırmamalıdırlar.
29. Ey imân etmiş olanlar! Mallarınızı aranızda bâtıl yere yemeyiniz. Meğer ki tarafınızdan kendi rızânızla yapılan bir ticaret olsun. Ve kendinizi de ö ldürmeyiniz. Şüphe yok ki Allah Teâlâ sizlere pek merhamet edicidir.
29. Bu mübârek âyetler, malların kıymetine işâret ederek onların gayrimeşru şekilde elden çıkarılmasını yasaklamaktadır. Ve hayat hakkına riâyet edilmesini emrederek cinâyetlerden sakınılmasını ihtar buyurmaktadır. Bu gibi büyük günahlardan kaçınanların da küçük günahlarından dolayı ilâhî affa mazhar, birer ikram mahalline nâil olacaklarını müjdelemektedir. Şöyle ki: (Ey) hakikaten şuurlu bir biçimde imân etmiş olanlar!) Ey müslümanlar!.. (mallarınızı aranızda) İslâm şeriatının mübah kılmadığı kumar, faiz, hırsızlık, hiyânet, gasp, yalan yere şâhitlik gibi (bâtıl yere yemeyiniz) o mallarınızdan böyle gayrimeşru biçimde istifadeye kalkışmayınız. (meğer ki tarafınızdan kendi rızâlarınızla yapılan bir ticaret) malı (olsun) öyle meşru bir tarzda yapılan ticaret mallarından istifâde etmek câizdir. Nasıl ki: Verâset, vasiyet, bağış, sadaka, mihir, cinâyet bedeli gibi mallardan da istifâde meşru bulunmuştur, (ve) Ey mü’minler!.. (kendinizi de ö ldürmeyiniz) birbirinizin hayatına kasdetmeyiniz, intiharda bulunmayınız, nefislerinizin dünyada ve âhirette elâkına sebep olacak şeylere teşebbüs etmeyiniz. Aranızdaki dinî kardeşliğine, insan kardeşliğine riâyet ediniz, gayrimeşru ö ldürmelere meydan vermeyiniz, (şüphe yok ki) Ey ümmeti Muhammediye!. (Allah Teâlâ sizlere rahîmdir) çok merhamet edicidir. Bunun içindir ki, sizlere kendini ö ldürmeği yasaklamıştır. Halbuki vaktiyle İsrail oğulları, günahlarından tövbe edip kurtulabilmeleri için kendilerini ö ldürmekle memur bulunmuşlardı.
30. Ve her kim bunu bir tecâvüz ve bir zulüm olarak yaparsa onu yakında bir ateşe yaslandırırız ve bu Allah Teâlâ için kolay bulunmaktadır.
30. (Ve her kim bunu) bu kendisine yasaklanmış olan canına kıymayı ve diğer haramlardan hangi birini (bir tecâvüz) bir helâl sahasını terkederek (ve bir zulüm) nefsine ve başkasına bir haksızlık (olarak yaparsa onu) böyle ilâhî hükme muhalefet eden o şahsı (yakında) ölür ölmez heman (bir ateşe yaslandırırız) onu cehennem ateşine sokarız, orada yanar durur, (ve bu) şekilde azab edivermek (Allah Teâlâ için kolay bulunmaktadır.) Yüce Allah’a karşı bir güçlük tasavvur olunamaz, o her şeye tamamiyle kadirdir.. Buna inanmışızdır.
.Ana sayfa » NİSA SURESİ
NİSA SURESİ
31. Eğer size yasaklanan şeylerin büyüklerinden kaçınırsanız sizden kabahatlerinizi kefâretlendiririz ve sizleri bir değerli mahalle girdiririz.
31. (Eğer) Ey mü’minler!. Siz (size yasaklanan şeylerin) kebâir denilen (büyüklerinden kaçınır) Allah Teâlâ’dan korkar, onun yasaklamasından dolayı o günahları işlemezseniz Allah Teâlâ (sizden) meydana gelip sağair adıyla anılan küçük (kabahatlerinizi kefâretlendirir) yapacağınız ibadetler günahlarınızın kefâretine vesile olur, bu sayede af edilirsiniz, günahlarınız örtülür, (ve sizleri bir değerli mahalle) yani cennete (girdirir) sizleri orada lûtf ve keremine nâil buyurur. Artık harekâtınızı ona göre tanzim ediniz…
§ Kebâir denilen günahlardan maksat, yapanlar hakkında Allah’ın kitabı ile veya peygamberin sünneti ile şiddetli tehdit bulunan yasak şeylerdir. Bunların haram oldukları böyle birer kesin delil ile sâbit bulunmuştur. Meselâ: Haksız yere adam ö ldürme, başkasının hukukuna tecâvüz, iffetli bir hatuna zinâ isnadı, yalan yere şâhitlik, yalan yere yemin ile başkasının hakkına müdahale, yetimlerin mallarını haksız yere yemek, içki içmek, zinâ, oğlancılık, kumar, faiz, cihattan kaçmak, namaz, oruç gibi farizeleri terk, rüşvet almak kebairden (büyük günahlardan) bulunmuşlardır. Binaenaleyh bunlardan son derece sakınmak gerekir. Sağair denilen günahları da kasden yapmayıp onlardan da kaçınmalıdır ki, onlara devam da insanı büyük günahlara sokmuş olabilir. Bütün hallerde Cenab’ı Hak’kın korumasına iltica ederiz.
32. Ve Allah Teâlâ’nın bazınıza diğer bazınız üzerine ihsan buyurmuş olduğu şeyi temenni etmeyiniz. Erkekler için kazançlarından bir nasip vardır: Kadınlar için de kazançlarından bir nasib vardır. Ve Allah Teâlâ’dan lütfunu isteyiniz. Şüphe yok ki Allah Teâlâ her şeyi hakkıyla bilicidir.
32. Bu mübârek âyetler, Cenâb-ı Hak’kın miras ve diğer yollarla ihsan buyurmuş olduğu şeylere razı, çalışıp gayret etmeye devam ve akrabalık haklarını gözetir olmamızı bizlere emir ve tavsiye buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey mü’minler!, insanların mallarını haksız yere yemeyiniz, haksız yere adam ö ldürmeyiniz. (Ve Allah Teâlâ’nın bazınıza) sizden (diğer bazı) kimseler (üzerine) bir hikmet gereği (tercihan) fazla olarak lûtuf ve (ihsan buyurmuş olduğu şeyi) miras payını veya diğer elde etmiş oldukları kazançları veya makam ve mevkiyi (temenni etmeyiniz) hakkınıza razı olunuz, kısmetinize kanaat ediniz, başkalarına kıskançlık edip nimetlerinin yok olmasını, sizlere intikal etmesini temennide bulunmayınız. Böyle bir temenni. Allah’ın takdiri ne, ilâhî hikmete razı olmamayı gerektirir olacağından câiz olamaz. (Erkekler için kazançlarından) vazifelerinden, çalışma ve gayretlerinden ve sâhip oldukları kabiliyetlerinden dolayı (bir nasip vardır) ve onlar takdir edilmiş belirli bir hisseleri vardır (kadınlar için de bir nasip vardır) onlar da yeteneklerine, mevkilerine uygun birer hisseyi, birer nasibi, hak etmiş bulunmaktadırlar. (Ve Allah Teâlâ’dan fazlını) onun lutuf ve ikramını (isteyiniz) onun rahmet hazineleri sonsuzdur, birbirinizin mala ve servetine, makam ve mevkiine göz koymaktan ise Cenab’ı Hak’kın lûtuf ve ihsânına sığınınız, ondan meşru şeyler isteyiniz, meselâ: Hz. Peygamber’in bir hadisinde beyan olunduğu üzere bir kimsenin malını veya mevkiini taleb etmemelidir, yarabbi!. Eğer hakkımda hayırlı ise bana öyle bir mal, öyle bir mevki ihsan buyur diye duada bulunmalıdır, (şüphe yok ki. Allah Teâlâ her şeyi hakkiyle bilicidir.) Bunun içindir ki, insanları hikmet gereği tabakalara ayırmış, bazılarını sâhip oldukları yetenek ve diğer özeiyikleri sebebiyle diğer bazıları üzerine üstün kılmıştır. Artık buna itiraza, buna haset etmeğe, bunun haksız yere yok olmasını temenni etmeğe kimsenin hakkı, yetkisi yoktur…
33. Ve hepsi için baba ve ananın ve yakın hısımlarının ve yeminlerinizin akdettiği kimselerin terekelerinden miras alır varisleri kıldık. Artık onlara nasiplerini veriniz. Şüphe yok ki: Allah Teâlâ her şey üzerine hakkıyla şahittir.
33. (Ve) erkek ve dişiden (hepsi için) herbirine mahsus (baba ve ananın ve) soy ve evlenme yoluyla (yakın hısımların ve yeminlerinizin) yani: Sağ ellerinizin veya yaptığınız andların (akdettıği) tayin eylediği (kimselerîn) yani: Koca ve eşlerin veya mevlelmüvalât denilen şahısların (terekelerinden) bdirli miktarlarda (mîras alır varisler kıldık) tayin ettik, her birinin sâhip olduğu miras ve istihkak bir fayda ve hikmet gereğidir, (artık onlara) o varislere, müstehiklere (terekelerinden hakları olan nasiblerini) hisselerini (veriniz) onu çok görmeyiniz, vermekten çekinmeyiniz. (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ her şey üzerine hakkıyla şahittir.) sizin hal ve hareketinizi ve hak sahibi olanlara hisselerini verip vermediğinizi de görüp bilmektedir. Artık onun emirlerine muhalefeten korkunuz hakkıyla itaatte bulununuz ki, onun fazl ve keremine nâil olasınız.
§ Eymân, yeminin çoğuludur. Yemin ise sağ el mânâsına olduğu gibi and mânâsını da ifade eder. Muamelelerin ve musafahaların çoğu sağ el ile yapıldığı için bir kısım iktisadî, ictimâî muameleler sağ ele nisbet edilmektedir. Bununla beraber câhiliyet zamanında ve İslâm’ın başlangıcında bazı kimseler birbiriyle yemin ederek kanları, canlan, harp ve sulhta müşterek olmak üzere and içerler, birbirine varis olmaya söz verirlerdi. Daha sonra böyle bir teahhüt isSâmiyete göre hükümsüz kalmıştır.
§ Velâyı müvalât, nesebi bilinmeyen bir şahsın şartları çerçevesinde başka bir şahıs ile akdeylediği bir velâdan, bir hükmî akrabalıktan, bir dayanışma bağından ibarettir. Şöyle ki: Nesebi bilinmeyen veya dâri harpten dâri İslâm’a gelip isiâm dinini kabul eden bir şahıs bir müslümana veya bir zımmîye hitaben “Sen benim mevlâmsın, ben şayet bir cinâyet işlersem diyetini sen verirsin, ben ölünce de bana sen varis olursun” diyip o da kabul etse aralarında bir velâyimüvalât sözleşmesi yapılmış olur. Bu halde o şahısa mevlâyı esfel, bu velâyı kabul eden kimseye de mevlâyı âlâ denilir… İşte bu, bir mevlel müvalât meselesidir, bunun şer’î hikmeti de fertler arasında bir; bağ, bir dayanışma meydana getirmek gibi şeylerdir. Maamafih bu velâyı isteyen şahsın arap evlâdından olmaması lâzımdır. Çünki arapların arasında kabile ve aşiret teşkilâtı mevcut, bu suretle aralarında dayanışma yürürlükte olduğundan bu mevalât akdine ihtiyaç yoktur.
34. Erkekler kadınların üzerinde ziyade kaimdirler. Çünki Allah Teâlâ onların bazısını bazısı üzerine tafdil buyurmuştur. Ve mallarından harcamaktadırlar. İmdi salih kadınlar, itaatlidirler. Allah Teâlâ’nın koruması sayesinde gaybi koruyucudurlar. Serkeşliklerinden korktuğunuz kadınlara gelince onlara nasihat veriniz ve onları yataklarda yalnız bırakın ve onları dö vünüz. Fakat size itaat ederlerse artık onların aleyhlerinde bir yol aramayınız, şüphe yok ki, Allah Teâlâ çok yücedir, çok büyüktür.
34. Bu mübârek âyetler, aile fertlerinin yetkilerini, vazifelerini gösteriyor, erkeklerin fazla mirasa nâil olmalarının hikmetini bildiriyor, gerektiğinde aralarını islah için birer hakem tayin edilmesini tavsiye ediyor, aile hayatının bir huzur ve mutluluk içinde devamının lüzumuna işâret buyuruyor. Şöyle ki: Erkeklerin miras paylarının fazla olması menfaat gereğidir. Aralarında yaratılıştan ve sonradan kazanılmış farklar vardır. Bu cümleden olarak (erkekler kadınların üzerlerinde ziyade kaimdirler) erkekler, kadınları korurlar, oların geçimlerini temine çalışırlar, onların âmirleri mevkiinde bulunurlar. Çünki Allah Teâlâ yaratılıştan (onların) erkekler ile kadınların (bazısını) erkeklerini (bazısı üzerine) kadınlara göre (üstün kılmıştır) şöyle ki: Erkekler amel ve itaatlar hususunda daha kuvvetlidirler, bunun içindir ki: Erkekler peygamberliğe, imamete, velâyete İslâm’ın emirlerini uygulamaya, ve her hususta şahitliğe ehil bulunmuşlardır, (ve) erkekler sonradan kazanılmış vasıflarla da üstündürler. Çünki onlar (mallarından harcamaktadırlar) eşlerinin mihirlerini verirler, nafakalarını temin ederler ve erkekler lüzum görüldükçe malariyle, canlariyle yurtlarına yardıma koşarlar, dân İslâm’ın şerefini, haysiyetini, korumaya çalışırlar, artık onların eşleri üzerinde bir velâyetleri, bir koruma hakları bulunmuş olmaz mı?. Maamafih kadınların da kendilerine mahsus bir fazilet yönü vardır. Onlarda kocalarının meşru emirlerine riâyet ederler, hanelerinin işleriyle meşgul olurlar, çocuklarını besleyip yetiştirmeğe çalışırlar. Artık her iki tarafta vazifelerini lâyıkı veçhile yapmağa gayret ederek birer fazilet örneği olmalı, Cenâb-ı Hak’kın sevabını kazanmalıdır. (İmdi) kadınların üzerindeki kıyamın ne şekilde cereyan edeceğine gelince onlardan (salih kadınlar, itaatlıdırlar) Allah Teâlâ’ya itaatlıdırlar, kocalarının haklarına da riâyet ederler. (Allah Teâlâ’nın) olan (hıfzı) koruması (sayesinde gaybı) namuslarını, mallarını, şereflerini, sırlarını (koruyucudurlar) bu gibi hususlara riâyet eder dururlar, (serkeşliklerinden) itaatsizliklerinden (korktuğunuz kadınlara gelince) Ey bunların kocaları! Siz evvelâ (onlara nasihat verîniz) iyiye teşvik ve kötüye meyilden korkutmak suretiyle iyiliğini isteyerek öğütlerde bulununuz. (ve) bu öğüt ve nasihatınız yeterli olmazsa (onları yataklarda yalnız bırakın) onlar ile beraber bir yatakta yatmaktan geri durunuz, onlarla ilişkide bulunmayınız, belki bu hal, onları itaate sevkeder, (ve) maamafih bu da kâfi görülmeyince (onları) hafifçe, eziyet vermeyecek şekilde (döğünüz) böyle hafif bir ceza, bazı kadınlar üzerinde tesir yaparak onları itaate daha fazla sevkedici olabilir. Maamafih fazla döğmek câiz değildir. Bir hadisi şerifte: “Sizden biriniz kölesini döğercesine eşini döğerde sonra günün sonunda onu yatağına alır mı?” diye buyrulmuştur. Yani böyle bir hareket, muvafık değildir, (fakat) eşleriniz öyle bir muameleden sonra (size itaat ederlerse artık) kınamak gibi, eziyet vermek gibi bir şekilde (onların aleyhlerinde bir yol aramayınız) artık vaktiyle olan kötü hâli, olmamış gibi telâkki ediniz. Çünki günahtan tövbe eden, hiç günah işlememiş gibi olur. (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ çok yücedir.) Ondan korkunuz Cenab’ı Hak şanının yüceliğine rağmen sizleri tövbe edince affediyor, artık siz eşlerinizi size itaat ettikleri takdirde affetmeli değil misiniz?. Ve Cenâb-ı Hak, (çok büyüktür) kimseye zulum etmez ve kimsenin hakkını eksik vermez. Böyle büyüklüğü ile beraber tövbeleri kabul, kusurları affediyor. Artık siz de Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanın aksi takdirde onun azamet ve büyüklüğünün ceza pençesinden yakalarınızı kurtaramazsınız.
35. Ve eğer aralarının açılmasından korkarsanız o zaman bir hakem onun akrabasından, bir hakem de bunun akrabasından gönderiniz. Bunlar barıştırmak isterlerse Allah Teâlâ aralarında muvaffakiyet meydana getirir. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ hakkıyla bilicidir ve tamamen haberdardır.
35. (Ve) Ey hâkimler!. Koca ile kandan biri veya her ikisi size müracaat edip halleri sizce şüpheli bulunursa ve (eğer arlarının açılmasından) geçimsizlikte devam etmelerinden (korkarsanız) onların bu hallerini anlar veya zannedeseniz (o zaman bir hakem onun) kocanın (akrabasından) ve bir hakem de (bunun) karının (akrabasından) onların aralarını düzeltmeleri için kendilerine (gönderiniz) onların durumlarına, hallerinin düzeltilmesini yakınları daha iyi bilir, buna selâhiyetli bulunabilir. Müstehab olan budur. Yoksa onların hallerini bilen, iyilik sever yabancılar da hakem tayin edilebilir, (bunlar) Bu hakemler (barıştırmak isterlerse) koca ile karısını barıştırmak niyetinde bulunurlarsa, niyetleri sahih, kalpleri Allah rızası için hayır sever olursa (Allah Teâlâ aralarında) koca ile eşi arasında (muvaffakiyet meydana getirir) arlarındaki geçimsizlik yok olur, yeniden güzelce bir muhabbete muvaffak olurlar. Diğer bir yoruma göre de eğer koca ile karı aralarında barış ve muhabbetin geri gelmesini isterlerse Allah Teâlâ onların aralarına sevgi ve birlik ihsan eder, aralarındaki nefret ve mutsuzluğu giderir. (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ hakkıyla bilicidir.) Her şeye ve herkesin içindekini tamamen bilicidir, (ve tamamen haberdardır.) Zâhir ve batılı tam mânâsıyla bilir, uyuşmazlığın nasıl kalkacağını, barışın nasıl vücude geleceğini de pek mükemmel bilir, Buna inanmışızdır.
§ Nüşuz, luğatte yükseklik ve tümseklik demektir. Istılahta: Kadının kocasına karşı kafa tutması, isyankârca bir harekette bulunmasıdır. Kocasının yanında bulunmayı terk eylemesi gibi şeylerdir. Kendisinde bu durum bulunan karıya “naşize” denilir.
§ Hakem, iki hasının birbirine karşı olan iki kimsenin aralarındaki ihtilâf ve iddiayı çözmek ve ayırmak için hâkim kabul edilen kimsedir. Bu ya iki tarafın seçmesi ile veya resmî hâkim tarafından tayin edilir. Hakemler, birer vekil hükmündedirler. Hanefî mezhebine ve diğerlerine göre hakemler, eşleri ayırmak üzere hüküm veremezler, buna selâhiyetleri yoktur. Meğer ki, koca onlara kendilerini ayırmaya izin vermiş olsun. Fakat malikilere göre hakemlerin ayırmaya selâhiyetleri vardır. Bu hususa dâir Hukuku , İslâmiye Kâmusuna müracaat!.. Hakem tayinindeki başlıca hikmet ve fayda, aile hayatının devamına yardım etmek, aile arasında insanlık icabı yüz gösteren kötü halleri gidermeğe çalışmak, iki tarafı aydınlatarak ve ikaz ederek tekrar birlikte ve mutlu olarak yaşamalarını temine hizmet eylemektir.
36. Ve Allah Teâlâ’ya ibadet ediniz ve ona hiçbir şeyi ortak koşmayınız. Ve anaya, babaya iyilik ediniz. Ve akrabalara ve yetimlere ve yoksullara ve yakın komşuya ve uzak komşuya ve yanınızdaki arkadaşa ve yolcu olana ve sağ ellerinizin sâhip olduğuna da iyilik ediniz şüphe yok ki, Allah Teâlâ kendini beğenen, böbürlenip duranları sevmez.
36. Bu âyeti kerime bizlere en mühim onbir vazîfemizi, en güzel ahlâkî esasları emir ve tavsiye buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey müslümanlar!, İslâm dininin sizlere teklif ettiği şeylere riayetkâr olunuz, (ve) bilhassa:
(1) (Allah Teâlâ’ya ibadet ediniz) onu tevhide, Ona itaata, namaz, oruç gibi ibadetlere devam ediniz.
(2) (Ve ona hiçbirşeyi ortak koşmayınız) Cenâb-ı Hak’ka açıktan ve gizli olarak hiçbirşeyi ortak koşmayın ve benzer tanımayın, ondan başkasına yaratıcılık, mâbudluk isnadında bulurumayınız.
(3) (Ve anaya, babaya iyilik ediniz) onların haklarına riâyet, kendilerine yardım ve hürmet eyleyiniz, onlara duada, teşekkürde bulununuz.
(4) (Ve akrabaya) kardeşler, amcalar, dayılar gibi yakınınız olan kimseye de iyilikte bulunun, onlarla güzel konuşup görüşünüz.
(5) (Yetimlere) babalarını kaybetmiş, yardıma muhtaç bulunmuş çocuklara da elden gelen yardımı esirgemeyiniz.
(6) (Ve yoksullara) fakirlere, hiç malları olmayanlara, çalışıp kazanmadan mahrum bulunanlara da ihsanda bulununuz onların hallerine merhamet ediniz.
(7) (Ve yakın komşuya) size soy veya civar itibariyle yakın olan komşuya da iyilikte bulununuz, onlar ile vakit vakit görüşmek kabildir. Aralarında muhabbet ve dayanışmanın vücudu pek faideli olduğundan birbirine lâzım gelen yardım ve ihsanda bulunmaları bir ictimâî gayedir.
(8) (Ve uzak komşuya) da iyilik ediniz. Soy veya civar itibariyle uzak bulunsalar da komşuluk ve akrabalık itibariyle de aralarında bir bağ bulunduğundan buna muhalefetten kaçınmalıdır, buna aykırı bir tavır takınmaları, birbirinden kaçınmaları uygun olamaz. Bütün bu komşular, birbirine mânen bağlıdırlar, bunlar içlerinden fakir olanlara nakit olarak, bedenen yardım etmelidirler, birbirinin sevincine kederine ortak olmalıdırlar, birbirini tebrikte, tazimde bulunmalıdırlar.
(9) (Ve yanınızdaki arkadaş) beraber yolculuk yaptığınız kimseye ve beraber ticarette, sanatta veya tahsilinde bulunduğunuz zata veya eşiniz olan kadına da veya mabet gibi bir mecliste beraber bulunmakta olduğunuz bir din kardeşinize de iyilik ediniz, ona da ihsanda, güzel amellerde bulununuz, bu da bir insanî görevdir.
(10) (Ve yolcu olana) yurdundan ayrılmış bulunana, misafir sayılana da yardım ediniz. Bu gibi kimseler, çok kere yardıma muhtaç bulunurlar. Bunlara yardım etmek, insanlık icabıdır. İslâmiyetin müslümanlara vermiş olduğu bir ahlâk terbiyesi sayesindedir ki, İslâm diyarında vaktiyle birçok misafirhaneler tesis edilmiş, birçok yerlerde yolculara yerler gösterilerek maişetler! temin edilmekte bulunmuştur.
(11) (Ve sağ ellerinizin sâhip olduğuna) kölelerinize, câriyelerinize ve diğer sâhip olduğunuz hayvanata güzelce muamelede bulununuz, onlara takatlarının üstündeki işleri gördürmeyiniz, nafakalarını, elbiselerini temin ediniz, kendileriyle güzelce geçininiz, İslâm ahlâkı bunu icabetmektedir. (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ, kendini beğenen) akrabalarına, komşularına ve diğer insanlara karşı kibr ve büyüklük taslayan şahsı ve (böbürlenip duranı) başkalarına karşı övünmede, övüngenlikte bulunup duran şahsı (sevmez) onun bu haline razı olmaz. Öyle bir şahıs Allah’ın lütfuna lâyık olamaz.
“Kibriyâ-ü azamet hak’ka yarar”
“Kul olanda bu sıfatlar ne arar”
37. Onlar ki, cimrilikte bulunurlar ve insanlara cimrilik ile emrederler ve Allah Teâlâ’nın kendilerine lütfundan olarak vermiş olduğu şeyi gizlerler. Artık onlar her türlü kınamaya lâyıktırlar ve biz kâfirler için hakeret verici bir azab hazırlamışızdır.
37. Bu âyeti kerime, Allah’ın emrine muhalefet edip iyilik ve Allah yolunda harcamaktan kaçınan, cimrilik yaparak Allah’ın nimetini inkâra cür’et eden şahısların verilmiş halini şöylece bildirmektedir. (Onlar ki, cimrilikte bulunurlar) mallarını icâbeden yerlere sarfetmezler, bilgileri bakımından da cömertlik göstermezler, mümkün olduğu halde insanları aydınlatmak ve irşada çalışmaktan kaçarlar. (ve insanlara cimrilik ile emrederler) başkalarını da cimriliğe şevke, insanlığa hizmetten alıkomaya çalışırlar, (ve Allah Teâlâ’nın kendilerine lütfundan olarak vermiş) lûtuf ve ihsanda bulunmuş (olduğu şeyi) de (gizlerler) mallarını, servetlerini, bilgilerini göstermezler, nimeti inkâr ederler, İslâm dinine mümkün olduğu kadar hikmetten çekinirler. Artık öyle kimseler her türlü kınanmaya, azaba lâyık bulunmuş olmazlar mı?. İşte Cenâb-ı Hak buyuruyor ki: (ve biz kâfirler için) Allah Teâlâ’yı inkâr, ona ortaklar isnat edenler için veya onun verdiği nimetleri inkâr eyleyenler için (hakâret verici) hor ve hakir kılıcı, zillete düşürücü olacak (bir azab hazırlamışızdır.) binaenaleyh insanlar, bu elem verici azabı düşünmeli, bunu gerektirecek olan gayrimeşru, inkârcı hareketlerden kaçınmalıdır.
§ Buhl, hisset: Cimrilki, tam’akârlık, ihsanı engellemektir. Bu bir ruhî melekedir ki, malını lâyık olan yere sarfetmekten insanı engeller. Şer’an buhl, verilmesi vacip olan şeyi engelleyen bir haleti ruhiyedir. Ragıpı İsfehani diyor ki: Buhl, bir nankörlük tabiatıdır. Nankörlük ise küfrün başlangıcıdır. Şair Vehibi de şöyle diyor: “Buhl ile olduğu içip pek merdut” “Girmedi mushafa namı Nemrud”
§ Rivayete göre bu âyeti kerime, ensarı kirama fakir olursunuz diye mallarını harcamamalarını tavsiye eden ve Rasûlü Ekrem’in vasıflarını kendi kitaplarında görmüş oldukları halde onu itiraf etmeyip gizleyen bir kısım Yahudiler ve emsali haklarında nâzil olmuştur.
38. Ve o kimseler ki, mallarını insanlara gösteriş için sarfederler ve Allah Teâlâ’ya ve âhiret (gününe imân etmezler. Allah Teâlâ onları da sevmez Ve her kime ki şeytan arkadaş olursa artık o ne fena bir arkadaştır.
38. Bu mübârek âyetler, gösteriş için yapılıp da güzel bir inanca dayanmayan harcamaların dinî, ahlâkî bir kıymeti olmadığını bildirmektedir. Ve en kolay bir kulluk vazifesi olan imandan ve hak rızası için harcamadan dolayı mükelleflerinin zarara uğramayıp bilâkis mükâfatlara nâil olacaklarına şöylece işâret buyurmaktadır, (o kimseler ki,) o münâfık veya müşrik olan şahıslar ki, (mallarını) Allah rızası için değil, sadece (insanlara gösteriş için) kuru bir şöhret kazanmak için (sarfederler) manevî bir mükâfat beklemezler, öyle bir mükâfata inanmazlar (ve Allah Teâlâ’ya) onun varlığına, birliğine, yaratıcılığına inanmazlar (ve âhiret gününe) de (imân etmezler) bir ebedî mükâfat ve ceza âleminin varlığını bilip tasdik eylemezler ki, mallarını Allah rızasını taleb, sevaba kavuşmayı ümit edererk harcamada bulunsunlar. İşte Allah Teâlâ onları da sevmez, onlar için de âhiret azabı vardır. Onları yoldaşları şeytandır, (ve her kime ki, şeytan arkadaşı olursa) her kimin ki yoldaşı iblis ve onun yardımcısı bulunursa (artık o ne fena bir arkadaştır.) arkadaş olduğu kimseyi aldatır, pek fena bir yola götürür, cennetten uzaklaştırır, cehenneme sevkeder durur.
39. Ne olurdu onlara? Eğer Allah Teâlâ’ya ve âhiret gününe imân etselerdi ve Allah Teâlâ’nın kendilerini rızıklandırmış olduğu şeylerden infakta bulunsalar idi. Ve Allah Teâlâ onları hakkıyla bilicidir.
39. (Ne olurdu onlara?.) o şeytana uyan, imândan mahrum kalan, gayrimeşru hallerde bulunan kimselere ne zarar ve ziyan meydana gelirdi?, (eğer Allah Teâlâ’ya ve âhiret gününe imân etselerdi) bütün kâinat Cenâb-ı Hak’kın varlığına dalâlet edip dururken o Yüce yaratıcının varlığını anlamak çetin birşey midir?. O hikmet sahibi Yaratıcının milyonlarca kudret eserleri gözler önünde parlayıp dururken onun kudretiyle bir âhiret âleminin varlığı da nasıl inkâr edilebilir? Artık o gafiller bunları tasdik etselerdi (ve Allah Teâlâ’nın kendileri merzuk buyurmuş olduğu) mallardan, nimetlerden bir kısmını gösteriş için değil, sırf Allah rızası için (harcamada bulunsalardı) ne kaybetmiş olurlardı?. Bilâkis kendilerini Allah’ın azabından kurtarmış, nice mükâfatlara nâil olmuş olurlardı. (Ve Allah Teâlâ onları) o riyakârca, inkâr edercesine münâfıkça hareket edenleri (hakkıyla bilicidir.) onların içinde olanları bilicidir, onların riyakâr olduklarını, gayrimeşru maksatlarını da tamamiyle bilmektedir. Eğer onlar tevbe edip af dileyerek hakka dönseler Yüce Allah onu da bilir, mükâfatını verir. Evet… Cenâb-ı Hak, her şeyin dış görünüşünü de içini de bilir. Hiçbirşey onun ilminden hariç olamaz. Artık herkes ona göre hareketini tanzim ederek Cenâb-ı Hak’ka sığınmalıdır, onun rızasına muhalif hareketlerden kaçınmalıdır. Bundan başka selâmet ve saadet çaresi yoktur.
40. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ zerre kadar zulüm etmez. Ve eğer bir iyilik olursa onu kat kat arttırır ve kendi tarafından büyük bir mükâfat da verir.
40. Bu mübârek âyetler, Cenâb-ı Hak’kın zulum etmekten uzak olduğunu ve iyiliklerin sevabını kat kat arttıracağını beyan ile insanları ibadet ve itaata teşvik etmektedir. Ve insanlığa ait bütün hayalî durumların birer mükemmel şahitlikte isbat edileceğini, küfür ve isyan ehlinin de ne kadar pişmanlıklarda bulunacaklarını şöylece beyan buyurmaktadır: (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ) şanı yüce bir âdildir. Bütün emirleri ve yasakları birer adalet ve hikmet gereğidir. O kerem sahibi Yaratıcısı yaratıkları hakkında (zerre kadar) en ufacık bir miktar bile (zulum etmez) kimsenin lâyık olduğu sevap ve mükâfatı eksik vermez ve kimsenin hakkında lâyık olduğu azabı artırmaz. (ve) bilâkis (eğer) zerre kadar (bir iyilik olursa onu) o iyiliğin sevabını (kat kat arttırır) onun sevabının miktarını on kattân binlerce kata kadar artırır. (ve kendi tarafından) Yüce katında bir iyilik karşılığında olmaksızın bir lûtuf ve ikram yoluyla (büyük bir mükâfat da verir) pek büyük bağışlarda bulunur, dilediği kulunu bir nice ruhanî, ebedî saadetlere mazhar buyurur. Bunların miktarını tayin bizler için mümkün değildir. Bununla beraber bu nimetler, bu mükâfatlar, ebedidir, sonsuzdur, bir süre ile kayıtlı değildir. Nasıl ki âhiret hayatla da sonsuzdur, yok olması mümkün değildir.
§ Miskal kelimesi, burada vezin ve miktar mânâsınadır. Zerreden maksat da pek küçük şey demektir. Zerre kelimesi lûgatta pek ufak bir parça, ufacık karınca, karıncanın yumurtası, güneşin ışını içinde görünen ufacık toz mânâsınadır.
41. Nasıl olacak! Her ümmetten bir şahit getireceğimiz, senî de onların üzerine bir şahit getireceğimiz zaman?.
41. (Nasıl olacak) o kâfirlerin, o münafıkların, o din düşmanlarının hâli?. Kıyamet gününde (her ümmetten bir şahit getireceğimiz) zaman ki, onların aleyhlerinde şahitlikte bulunacaklardır. Bu şahitler ise onlara vaktiyle gönderilmiş olan Peygamberlerdir, (seni de) ya Muhammed!. Aleyhisselâm (onların) o şahit olan zatların veya mü’minlerin veya bütün insanların (üzerine bir şahit getireceğimiz zaman) yani: Ey son peygamber! Seni geçmiş peygamberlerin doğmluğuna, onların ümmetlerine Allah’ın hükümlerini tebliğ eylemiş olduklarına dâir şahit tayin edeceğim zaman, ve diğer insanlar hakkında da fiil ve harekâtlarına dâir şahitlikte bulunacağın zaman o azaba uğrayacak kimselerin halleri ne olacak?. Bunu düşünmeli değil midirler?.
42. Kâfir olanları ve Peygambere isyan etmiş bulunanlar o gün: Keşke yerin dibine batırılmış olsalardı diye arzuda bulunacaklardır. Ve Allah Teâlâ’ya hiçbir sözü saklayamayacaklardır.
42. (Kâfir olanlar) Allah’ı, inkâr edenler, İslâmiyeti kabul etmeyenler (ve peygambere isyan etmiş) onun emirlerine, yasaklarına muhalefet eylemiş (bulunanlar o gün) o kıyamet günü, o aleyhlerinde şahitlikler vuku bulunacağı zaman, imkânsızları temennide bulunacaklar (keşke yerin dibine sökülmüş) kabirlere gömülmüş, üzerlerine topraklar örtülmüş veya hiç kabirlerinden diriltilip çıkarılmamış veyahut asla yaratılmayıp toprak halinde bulunmuş (olsalardı diye arzuda bulunacaklardır) bunların bu boş düşüncelerini, temennilerini Cenâb-ı Hak bilir, (ve Allah Teâlâ’ya) karşı (hiçbir sözü s aklay anlayacaklardır.) onların hiçbir sözü, hiçbir emeli Cenab’ı Hak’ka gizli kalamaz. Onların bütün vücutlarının parçaları bile onların aleyhine şahitlikte bulunacakdır.
§ Bu âyeti kerimede küfrün üzerine isyanın atf edilmesi, dalâlet ediliyor ki, kâfirler, küfürlerinden dolayı azaba uğrayacakları gibi Peygambere isyan edip bir kısım: Firuattan olan amelleri terketmiş olmalarından dolayı da azaba uğrayacaklardır. Bu halde onlar bu fürui amal ile de bir hikmete binaen mükellef bulunmuşlardır ki, bunları yapmamaktan dolayı da ayrıca mesul olur ve cezaya çarptırılırlar.
43. Ey mü’minler! Siz sarhoşlar olduğunuz halde ne söyleyeceğinizi bileceğiniz ana kadar ve cünüp olduğunuz halde de yolcu olmak müstesnâ gusul edinceye kadar namaza yaklaşmayınız. Ve eğer siz hasta veya sefer halinde olursanız veya sizden biri ayakyolundan gelir de veya siz kadınlara dokunur da su bulamzsanız o zaman temiz bir toprak ile teyemmüm ediniz. Yüzlerinize ve ellerinize mesheyleyiniz. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ affedici ve yargılayıcıdır.
43. Bu âyeti kerime, namaza mâni olan halleri ve namaz için pak ve temiz olmaya riâyetin yollarını ve teyemmümün mahiyetini göstermektedir. Şöyle ki: (Ey mü’minler!. Siz) şarap ve diğer sarhoş edici şeylerden biriyle (sarhoşlar olduğunuz halde) namaza yaklaşmayınız, namaza kalkmayınız veya namaz için mescitlere gitmeyiniz, (ne söyleyeceğinizi bileceğiniz ana kadar) kendinizi namaza sevketmeyiniz. Çünki bu halde kulluk vazifesi tam bir şuur ile ifa edilmiş olamazlar. Ve kıraat fârizesi lâyıkiyle ifa edilemez, namaz esnasında kötü durumlar meydana gelebilir, (ve cünüp olduğunuz) rüyada iken ihtilâm olduğunuz veya el ile mastürbasyonda bulunduğunuz veya eşlerinizle cinsel ilişkide bulunduğunuz (halde de) namaza yaklaşmayınız, bu haramdır, (yolcu olmak müstesnâ) Yolculuk halinde suyun bulunmamasına veya zorlukta temin edilebileceğine göre gusul vazifesi, ertelenir, teyemmüm ile yetinilir, Yolcu değilseniz (gusul edinceye kadar) bütün vücudunuzu usulü dairesinde su ile yıkayıncaya kadar (namaza yaklaşmayınız) böyle bir gusul bulunmayınca namaz kılmak câiz olmaz, (ve) Ey mü’minler!, (eğer siz hasta veya sefer halinde olursanız) hastalığınızdan veya yolculuğunuzdan dolayı suyu bulup kullanmaya muktedir bulunmazsanız (veya sizden biri ayakyolundan) küçük veya büyük abdest bozma gibi bir olayı müteakip (gelir de veya siz) eşleriniz olan (kadınlara dokunur) onlarla cinsel ilişkide bulunur (da) gusullerinize yetecek (su bulamazsanız) mazeretli sayılırsınız (o zaman temiz bir toprak ile) pak bir yer parçası ile, bir kaya ile onlara ellerinizi sürmek suretiyle (teyemmüm ediniz.) Şöyle ki: Teyemmüme niyet ederek iki ellerinizi temiz toprak cinsinden birşeye iki defa sürerek (yüzlerinize ve) dirseklerinize kadar (ellerinize mesheyleyiniz) bu azaları böyle iki defa el sürüp sıgayınız (şüphe yok ki. Allah Teâlâ) Hata edenleri (affedici ve) günahkarları (yarlığayıcı) günahlarını örtücü ve yok edici (dir) bunun içindir ki, müslümanlara bu kadar kolaylık bahşetmiştir. Teyemmüm: Bu müslümanlara mahsus bir ilâhî izindir.
§ Rivayete göre İslâm’ın başlangıcında sarhoş edici şeyler daha yasaklanmamıştı. Abdurrahman İbni Avf hazretleri bir gün yemek ve şarap hazırlayarak eshabı kiramdan bazısını evine davet etmişti. Bunlar yiyip içtikten sonra yatsı namazı vakti gelmişti, içlerinden bir zatı imamlığa geçirip namaza başladılar. O zat, sarhoşluk tesiriyle: (…………………) = taptığınız şeylere tapmam. Kâfirun sûresî 109/2) âyet i kerimesini (……………….) = taptığınız şeylere tapanın) okuyarak Allah’ın beyanına aykırı bir okuyuşla bulundu. Bu hâdise üzerine bu âyeti kerime nâzil olmuş, daha sarhoşluk hâli gitmeden namaza başlanılması yasaklanmıştı. Daha sonra da bütün sarhoş edici şeylerin kullanılması Mâide sûresindeki bir âyeti kerime ile kesin olarak haram kılınmış ve yasaklanmıştır.
§ Teyemmüm, lûgatte kastetmek mânâsınadır. Şer an su bulunmadığı veya bulunduğu halde kullanılmasına kudret bulunmadığı takdirde temiz olan toprak cinsinden birşey ile abdestsizliği gidermek maksadiyle yapılan bir muameledir. Şöyle ki: Teyemmüm yapması lâzım gelen bir kimse, iki elini toprak cinsinden bir yere bir kere vurup onunla yüzünü mesheder, sonra iki elini bir daha vurup bununla da dirseklerine kadar iki elini mesheyler. Bu teyemmüm ameliyesi, ya abdestsizliği gidermek veya namaz kılmak veya taharetsiz sahih olmayan diğer bir ibadette bulunmak niyetiyle yapılmak lâzımdır. Binaenaleyh teyemmümün farzları, bir niyet ile iki meshten ibaret bulunmaktadır. Teyemmümü meşru kılan özür, suyun bulunmamasıdır. Veya suyu kullanmaya hakikaten veya hükmen kudret bulunmamış olmasıdır. Bir kimsenin bulunduğu yerden en az bir mil, yani Dört bin adım uzakta bulunan bir su, hakikaten yok demektir. Su bulunduğu halde bunun kullanılması takdirinde hastalanmaktan veya hastalığın artmasından veya uzamasından bir tecrübeye veya müslüman, yetkili bir tabibin beyanına binaen korkulursa su hükmen bulunmamış sayılır. Teyemmüm, temiz olan toprak ile yapılacağı gibi yer cinsinden olan şeyler temiz kum ile, alçı ile, horasan ile, mermer gibi madenî şeyler ile, kiremit, tuğla, ve yakut, zümrüt, mercan ile de yapılabilir. Kurumadıkça çamur ile yapılamaz. Teyemmüm, hicreti nebeviyenin beşinci senesinde meşru olmuştur. O sene Beni Mustelak gazvesinde Rasûlü Ekrem ile beraberindeki mücahitler susuz bir yerde gecelemişlerdi. Sabah namazını kılmak için abdest alacak suları bulunmuyordu. Sabaha yakın teyemmümün meşruiyeti hakkındaki bu âyeti kerime nâzil olmuş, eshabı kiram çok sevinmişler, teyemmüm yaparak namazlarını kılmışlardır.
44. Kendilerine kitaptan bir nasip verilmiş olanları görmedin mi? Sapıklığı satın alıyorlar ve sizin de yolu sapıtmanızı istiyorlar.
44. Bu mübârek âyetler, bir takım din düşmanlarının feci, kötülük ister hallerini bildirmektedir. Ve onların hallerini Cenâb-ı Hak’kın tamamiyle bilir olduğunu ve ehli İman için koruyucu ve yardımcı olmağa Hak Teâlâ’nın kâfi bulunduğunu müjdelemektedir. Şöyle ki: Ey dost ile düşmanı, hak ile bâtılı görüp ayırd etmek kabiliyetinde bulunan herhangi bir mü’min!, (kendilerine kitaptan) Tevrat’tan (bir nasib) bir miktar bilgi (verilmiş olanları) Yahudilerden bir taifeyi (görmedin mi?.) onların hallerine bakıp ne mahiyette kimseler olduklarını anlamadın mı? Onları anlamamak kabil mi?. Onların cahilce, düşmanca halleri açıktır. Onlar dalâleti (sapıklığı) hidâyet karşılığında (satın alıyorlar) kitaplarında gördükleri bir takım hakikatları, özet olarak, Son Peygamber Hazretlerinin vasıflarına ait âyetleri bırakıyorlar da inkâr vadisine sapıyorlar. (ve sizin de) Ey müslümanlar!, (yolu) hakka kavuşturucu olan müstakim yolu, İslâmiyet yolunu terkederek (sapıtmanızı) İslâmiyet’ten mahrum kalmanızı (istiyorlar) sizin hakkınızda bu kadar kötülük istiyorlar. Artık siz bu gibi düşmanlarınızı bilmeli, aldatmalarından sakınmalı değil misiniz?
45. Ve Allah Teâlâ sizin düşmanlarınızı daha çok bilicidir. Ve Allah Teâlâ bir velî olarak kâfidir. Ve Allah Teâlâ bir yardımcı olarak da kâfidir.
45. (Ve) Ey mü’minler!. Şunu da biliniz ki, (Allah Teâlâ sizin düşmanlarınızı) sizden ve herkesten (daha ziyade bilicidir.) Bu cümleden olarak o sizi hak yoldan sapıtmak isteyen düşmanlarınızın bütün hâl ve durumunu davranışlarının kötülüğünü hakkıyla bilicidir, (ve) Ey müslümanlar!. (Allah Teâlâ) sizin için bütün işlerinizde bir koruyucu bir muhafaza edici, bir yardımcı (bir veli olarak kâfidir) daima ona sığınınız. (Ve Allah Teâlâ) sizin için her alanda, her menfaate (bir yardımcı) bir destekçi (olarak da kâfidir) artık daima ondan yardım ve muvaffakiyet niyaz eyleyiniz. O Yüce Yaratıcı, sizleri o düşmanlarınızın bütün hile ve şerrinden korumaya fazlasıyla kâfidir. Buna inanmışızdır!..
§ Bu mübârek âyetler Yahudi âlimlerinden iki şahıs hakkında nâzil olmuştur. Bunlar Abdullah İbni Übey gibi münafıkların reisler vasıtası ile İslâmiyet’in yayılmasına mâni olmak isterlerdi. Cenâb-ı Hak, onları isteklerinde başarısız kılmış, İslâmiyet’i fevkalâde yayılmaya muvaffak kılmıştır.
46. O Yahudi olanlardan ki, kelimeleri yerlerinden değiştirirler ve dillerini eğerek ve dine dokunarak “işittik ve isyan ettik, işit, işitmez olası ve raina” derler. Ve eğer onlar işittik ve itaat ettik ve işit ve bizi gözet” deselerdi elbette onlar için hayırlı ve çok dürüst olurdu. Ve lâkin Allah Teâlâ onlara küfürleri sebebiyle lânet etmiştir. Artık pek az müstesnâ olmak üzere onlar iman etmezler.
46. Bu âyeti kerime, hidâyet karşılığında sapıklığı satın alan şahısların ne şekilde dalalette bulunduklarını açıklamaktadır. Şöyle ki: O düşmanlar, o sapıklığı satın alanlar, o müslümanları doğru yoldan sapıtmak isteyenler (o Yahudi olanlardan) bir topluluktur ki (kelimeleri) Tevrat’ta ve sairede olan beyanları ve bilhassa Hz. Peygamber’in vasıflarına ait âyetleri (yerlerinden değiştirirler) onların aksini söylerler, o kelimelerin yerlerine başka kelimeleri koyarlar veya o kelimeleri Allah’ın maksadına aykırı, yanlış bir şekilde tevile cür’et gösterirler, (ve) Peygamber meclisinde ve diğer yerlerde (dillerini eğerek) bükerek, yüz döndürerek (ve dine dokunarak) dine karşı alay ve eğlencede bulunarak, yerme ve kötülemeye cür’et ederek Rasûlü Ekrem’e karşı (işittik ve isyan ettik) derler. Böyle hasetlerini, düşmanlıklarını gösterirler ve tevriyeli bir söz olmak üzere de (işît, işitmez olası ve raina derler) yani Rasûlullah’a hitaben: Sen işit, kötü bir sözü işitmez olduğun halde ve bizleri gözet derler. Bu söz aynı zamanda “sen işit, sağır veya ölüm sebebiyle asla söz işitmez bir halde olarak” Veya işit, sağır veya ölüm sebebiyle asla söz işitmez bir halde işit” gibi bir mânâyı da kapsamaktadır. “Raina” kelimesine gelince: Bu, “bizi gözet saygı göster” gibi bir mânâyı ifade eder. Resûlü Ekrem’e karşı böyle bir talepte bulunmak Esâsen ahlâka, âdabi muaşerete aykırıdır. Bununla beraber bu kelime: İbranî dilinde ahmak tabiri gibi bir sövme ve ihaneti de kapsamaktadır. Rasûlü Ekrem’e karşı böyle bir hitab ise en büyük bir alçaklık ve sapıklık alâmetidir. Bakara sûresindeki 104 üncü âyetin tefsirine bakınız, (ve eğer onlar) o terbiyeden, hakikatı görmekten mahrum topluluk (işittik ve itaat ettik ve işît ve bizi gözet deseler idi) böyle hitabetmeleri (elbette onlar için) öyle söyledikleri sözler gibi zararlı olmazdı. Bilâkis haklarında (hayırlı ve çok dürüst) adalete uygun (olurdu) ne yazık ki onlar böyle bir terbiyeden, yetenekten mahrum idiler, onun içindir ki, öyle demediler ve hayıra nâil olamadılar. (Ve lâkin Allah Teâlâ onlara küfürleri) dinsizlikleri, Hz. Peygambere karşı edepsizce cüretleri (sebebiyle lânet etmiştir) onları yardımsızlığa ve alçaklığa terk etmiştir. Onları hidayetten uzaklaştırmıştır. (artık) Bundan sonra (pek az müstesnâ olmak üzere) yani: İmân edilecek şeylerden yalnız şayanı kabul olmayacak pek az şeylere imân etmeleri veyahut içlerinde Abdullah İbni Selâm ve Keab gibi bazı zatların İslâmiyet’i kabul eylemeleri müstesnâ, (onlar) tamamen (imân etmezler) dinsizliklerinde, düşmanlıklarında devam eder dururlar. Sonunda bu kötü hareketlerinin cezasına kavuşurlar.
47. Ey kendilerine kitap verilmiş olanlar! Sizin beraberinizde bulunanı tasdik edici olarak indirmiş olduğumuza imân ediniz, biz bir takım yüzleri silip de enselerine çevirmemizden veya cumartesi adamlarına lânet ettiğimiz gibi onlara lânet etmemizden evvel. Ve Allah Teâlâ’nın emri vaki bulunmaktadır..
47. Bu âyeti kerime, ehli kitabı uyanmaya, İslâm dinini kabule dâvet buyurmaktadır. Şöyle ki: (ey kendilerine) Tevrat adındaki (kitap verilmiş olanlar) ey Yahudi cemaati, ey Yahud âlimleri (sizin beraberinizde) toplumunuzun arasında mevcut (bulunanı) Tevrat kitabını, aslı itibariyle bir ilâhî kitap olmak üzere (tasdik edici olarak) Cibril’i emin vasıtasiyle son peygambere indirmiş, vahy ve inzal buyurmuş (olduğumuza) Mucize Kur’an’ı Kerim’e (imân ediniz) onun da bir ilâhî kitap olduğunu tasdik ediniz. Öyle bir apaçık kitabı inkâr etmenin korkunç cezasını düşününüz. Kur’an’ı Kerim ki; dinin bütün esaslarını kapsayan, bütün peygamberleri tasdik edici, içindekilerin tümü ilme, ahlâka, hikmete uygun, bütün âyetleri birer edebî mucize bulunuyor. Artık onu nasıl inkâr edebiliyorsunuz?. İmdi o Kur’an’ı Kerim’i (biz bir takım yüzleri) inkârcıların yüzlerindeki göz, kulak, ağız, burun gibi azalarını hakikaten veya hükmen (silip de) mahvedip de (enselerine çevîrmemizden) evvel tasdik ediniz, (veya cumartesi adamlarına) yâni: “ile” ahalisinden olan ve cumartesi günü balık avlamak kendilerine yasak edildiği halde bu husustaki Allah’ın yasağına aykırı harekette bulunan bir kısım Yahudi taifesine (lânet ettiğimiz gibi) o cumartesi adamlarının suratlarını değiştirerek kendilerini maymun ve domuz şekline soktuğumuz gibi (onlara) o bir takım yüzlere (lânet etmemizden) onları da değiştirerek kendilerini maymunlara, domuzlara çevirmemizden (evvel) imân eyleyiniz ki, öyle felâketlerden kurtuluş bulabilesiniz. (ve) Şüphe yok ki (Allah Teâlâ’nın emri) kazası, takdir buyurduğu herhangi birşey (vaki) yerine gelir (bulunmaktadır) onun emrini bozacak, hükmünü reddedecek bir kuvvet yoktur. Artık imân etmediğiniz takdirde sizin hakkınızda da bu ilâhî tehdit her halde tehakkuk edecektir. Nitekim geçmiş milletler hakkında da Cenâb-ı Hak’kın ilâhî vaidi meydana gelmiştir.
§ Tams kelimesi, birşeyi izi kalmayacak bir halde mahv ve yok etmektir. Bunun mecazen mânâsı da bir kimseyi hidayetten dalâlete selâmetten felâkete döndürmektir. Bu hadisenin, bu ilâhî tehdidin bu âyetteki muhatablar hakkında ne şekilde meydana geleceği izaha muhtaçtır. Şöyle ki: Bu ilâhî tehdit herhalde kalıcıdır. Daha kıyamet kopmadan onların yüzlerinde böyle bir değişiklik meydana gelecektir. Veya bu ceza onlara kıyamet gününde tatbik edilecektir. Veya bu ceza, onlardan hiçbirinin imân etmemesi haline mahsustur. Onlardan bazıları imân ettiği için bu ceza, diğerlerinden kaldırılmıştır. Bu cezadan maksat, bazı zatlara göre de mânevî bir değişmedir, onların dalalette kalmalarıdır, kalp yüzlerinin hidâyeti görmekten mahrum olarak küfür ve taşkınlığa döndürülmeleridir. Bununla beraber bu ilâhî tehdit iki şekilde olur. Biri Tems, mesh şekli, diğeri lânete hedef olmak şekli. Haklarında böyle bir ilâhî tehdit bulunan şahıslar ise zaten lânete hedef olmuşlardır. Binaenaleyh, bu ilâhî tehdit tehakkuk etmiş demektir.
§ Peygamber efendimiz, Yahudilerin Abdullah İbni Surya, ve Keab bin Esed gibi âlimleriyle konuşmuş, Ey Yahudi cemaati!. Allah’tan korkunuz, müslüman olunuz, Allah hakkı için siz, benim kendinize tebliğ ettiğim şeyin hak olduğunu mutlaka bilirsiniz, diye buyurmuş, onlar ise biz bunu bilmiyoruz demiş, savuşup gitmişlerdi. Bunun üzerine bu âyeti kerime nâzil olmuştur. Bu mübârek âyeti işiten Abdullah İbni selâm, peygamber zamanında, Keabül Ehbar da Hz. Ömer’in hilâfeti zamanında İslâm şerefine nâil olmuşlardır. Bu iki zat Yahudi âlimlerinden bulunuyorlardı.
48. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ Yüce zatına ortak koşulmasını yarlığamaz. Onun ötesinde olanı da dilediği kimse için yarlığar ve her kim Allah Teâlâ’ya ortak koşarsa muhakkak pek büyük bir günah ile iftirada bulunmuş olur.
48. Bu âyeti kerime, Cenâb-ı Hak’kın yüce zatına ortak koşan, yani şirk ve küfr içinde ölen kimseleri asla affetmeyeceğini ve şirk ve küfrün dışındaki günahları işlemiş olanlardan ise dilediğini affedeceğini ve dilediğini bir müddet azaba uğratacağını şöylece göstermektedir. (Şüphe yok ki,) muhakkak bir hükmü ilâhîdir ki, (Allah Teâlâ Yüce zatın) kendisinin varlığına, birliğine, yaratıcılığına, mâbutluğuna, ezelî ve ebedî olduğuna ve dinî hükümlerine ait herhangi hususta (ortak koşulmasını) böyle küfr ve şirkte bulunulması en büyük bir cinâyet ve dalâlet olduğundan, (yarlıgamaz) sahibini af ve bağışa nâil buyurmaz. Bunların sâhipleri ebedî olarak cehennemde kalıp azap çekeceklerdir, (onun) böyle şirk ve küfrün (ötesinde olanı da) küçük ve büyük kabilinden olup küfrü gerektirmeyen herhangi günahı da kullarından (dilediği kimse için) tövbekâr olsun olmasın (yarlığar) affeder ve örter. Bu, bir ilâhî vaaddır ki, herhalde tehakkuk edecektir. (Ve her kim Allah Teâlâ’ya ortak koşarsa) Hak Tealâ Hazretlerini inkâr eder veya başka mâbutların, yaratıcıların da varlığına inanırsa veyahut Cenab’ı Hak’kın umuma yönelik dinî hükümlerini kabul etmeyip red ve inkâra cür’et gösterip küfre düşerse (muhakkak pek büyük bir günah ile) öyle bütün günahların üstünde olarak işlemiş olduğu bir inkâr ile, bir fikrî dalâlet ile Cenab’ı Hak’kın mukaddes zatına karşı sözlü olarak veya fiilen (iftirada bulunmuş olur) artık böyle bir dalâlet ve cinayetin cezası da ebedîdir, af ve bağışlanmaya lâyık değildir. Bu husustaki ilâhî tehdit de kat’î olduğundan artık onların haklarında af ve bağışlama asla düşünülemez.
§ Şirk lûgatte ortaklık, birlikte olmak demektir. Şerik de, ortak mânâsınadır ki, çoğulu: Şürekâdır. Şer’an şirk; küfr ve inkârdan -ki bundan Allah’a sığınırızCenab’ı Hak’ka ortak koşmaktan, Hak Tealâ’nın hâşâ benzeri ortağı var demekten ibarettir. Küfr de lûgatte örtmek, örtbas eylemekten, onun ilâhî nimetlerini, dinî hükümlerini, inkâra cür’et etmekten ibarettir. Küfür sıfatını taşıyana da “kâfir” denir. Çoğulu: Küffar, kefere ve kâfirdir. Küfran da örtmek, nimeti inkâr eylemek mânâsınadır. Meselâ: Cenab’ı Hak’ki inkâr eden veya ona ortak koşan kimse kâfir olacağı gibi ilâhî nimetleri örten ve inkâr eden, kısaca bütün insanlık için bir hidâyet rehberi olan Son Peygamber Hazretlerini ve ona nâzil olmuş olan Kur’an’ı Kerim’i inkâr eden herhangi bir şahıs da bu muazzam nimet ve lütfu örtbas etmiş nimete nankörlükte bulunmuş, olacağından kâfir, müşrik adını, vasfını hak etmiş olur.
Şirk, dört türlüdür.
Birincisi: Cenab’ı Hak’ka ilâhlıkta ortak koşmak suretiyle olur.
Ikincisi: Hak Teâlâ’ya varlığınız zorunlu olması bakımından ortak koşulması itibariyledir.
Üçüncüsü: Kâinatın yaratılması ve idare edilmesi bakımından ortak koşmak şeklinde olur.
Dördüncüsü de: Cenab’ı Hak’ka ibadet ve itaat hususunda başkalarını ortak koşmak suretiyle olur. Yalnız seneviyye denilen taife, Cenâb-ı Hak’ka ilâhlığı, varlığının zorunlu olması, ve kudret ve hikmeti itibariyle ortak koşmuşlardır. Çünki bunlar iki ilâhlığın varlığına inanırlar. Birisine “hayır yaratıcısı” derler. Diğerine de bir sefih mabuddur. Şerri vücuda getirir diye inanırlar. Birincisine: “yezdân” ikincisine de “ahremen” adını verirler ki, bu ikincisi iddialarına göre şeytandan ibarettir. Allah Teâlâ’ya ibadet ve kâinatı idare etmek bakımından ortak koşanlar ise pek çoktur. Yıldızlara tapanlar, yıldızları birer âlemi idare edici sananlar bu cümledendir. Bunların bir kısmı, bu yıldızları bu dünyanın birer idare edicisi sayar, onlara ibadet etmeği bir vecibe bilirler. Diğer bir kısmı ise Cenâb-ı Hak’ki tamamen inkâr eder, semalar! ve yıldızları birer varlığı zorunlu ve yok olması imkânsız varlık sayarlar. Bunlar: “Dehriyyun” denilen aşırı kâfirlerden bulunmaktadırlar. Diğer bir kısım kimseler de Allah Teâlâyı tasdik etmekle beraber putlara, heykellere veya kendi büyüklerine, meselâ bilginlere ve Hz. Mesihe ibadette bulunurlar puta tapanlar da bu cümledendir. Netice olarak: Cenab’ı Hak küfr ve şirk ehlini asla af f etmiyecektir. Bu, birçok âyetler ile sabittir. Küfr ve şirk, bir yoğun perdedir ki, imân nurunun kalbe ulaşmasına mâni olur. Küfr ve şirk, insanlık aklının düşebileceği en son noktadır. Bütün diğer rezaletler bundan doğar. Bu, bütün fertleri de cemaatı da mânen mahveyler. Bir kere düşünmeli!. Bir kimse ki, bu kâinatın genişlik ve büyüklüğünü görür, bir kimse ki, hiçbir zerrenin boş yere yaratılmamış olduğunu anlar, bununla beraber taşlara, heykellere veya kendisi gibi âciz fâni insanlara tapar durursa, bunları o muazzam kâinatın yaratıcısına ortak koşarsa artık onun mânen, ruhen ne dereceye kadar düşmüş olduğu görünmez mi? Hele insan şeklinde olup hayvanlardan bile aşağı bir yaratılışta olan o bir kısım inkarcılar ki; onlar bu muazam kâinatın Yüce Yaratıcısını büsbütün inkâr ediyorlar, hayalî bir tabiata tapınıyorlar, bütün varlıkların kendi kendine var olduğuna inanıyorlar. Artık bunların bu sonradan yaratılmış, fâni varlıkları birer yaratıcı tanımış, bu cihetle bunları bilmeksizin kâinatın yaratıcısına ortak koşmuş, ne kadar karanlık bir düşünce içinde kalmış odukları apaçık görülmüyor mu? Ya o diğer bir kısım insanlar ki, onlar görünüşte Cenâb-ı Hak’kın varlığına inanıyorlar, bununla beraber o Yüce Yaratıcıya mahsus olan yaratıcılık ve mabudiyet sıfatını yaratılmışlardan bazılarına da isnat ediyorlar, meselâ: Kendi âlim ve ruhbanlarını Allah’tan başka rab ediniyorlar. Hz. Mesihe rablık sıfatı isnat ediyor, Allah’ın oğlu diye tapıyorlar, bununla beraber de birçok ilâhî hükümleri bir kısım Yüce peygamberleri inkârda bulunuyorlar, özellikle binlerce deliller ile, mucizeler ile peygamberlik ve risaleti sabit olan son peygamberi ve ona nâzil olup bir ebedî mucize olan Kur’an’ı Kerim’in ilâhî bir kitap olduğunu tasdik etmiyorlar. Artık bu gibi kimseler de küfür ve şike düşmüş, ebedî şekilde ilâhî azabı haketmiş olmazlar mı?
Allah’ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını), rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i rabler edindiler. Halbuki onlara ancak tek ilâha kulluk etmeleri emrolundu. Ondan başka Allah yoktur. O, bunların ortak koştukları şeyden uzaktır. (Tevbe, 9/31) âyeti kerimesi bunların da küfr ve şirke düşmüş olduklarını bildirmektedir. Sözün özü: Cenâb-ı Hak’ka sözle, fiilen hükmen ortak koşanlar, daha dünyada iken tövbe edip ve af dileyip inançlarını düzeltmedikçe ebedî azaba uğrayacaklardır. Hz. Ömer’den rivayet olduğuna göre
Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. (Zümer, 39/53) âyeti kerimesi nâzil olunca: “Ya Rasûlüllah şirk ne olacak.” diye sormuşlar, onun üzerine bu âyeti kerime nâzil olmuş, şirkten, yani küfürden başka bir kısım günahların hakkında Allah’ın bağışlamasının tecelli edeceğini bildirmiştir. Diğer bir rivayete göre de bu mübârek âyet, Vahşi bini Harb ile arkadaşları hakkında nâzil olmuştur. Şöyle ki: Vahşi, Hz. Hamza’yı şehit etmiş. Mekke’i Mükerreme’ye dönünce pişman olmuş, arkadaşlariyle beraber Rasûlü Ekrem’e bir mektupla müracaat ederek: “biz müslüman olmak istiyoruz. Fakat biz müşrik bulunuyorduk, bir takım büyük günahları işledik, bunlar bizim isîâmiyetimizin kabulüne mâni olur mu?.” diye sormuşlar. Bunun üzerine:
Ancak tevbe ve imân edip iyi davranışta bulunanlar başkadır. (Furkan, 25/70) âyeti kerimesi nâzil olmuş, bunun üzerine Vahşi ile arkadaşları tekrar müracaat ederek: “biz imân edeceğiz, fakat salih amellerde devam edebileceğimize emin olamıyoruz.” demişler. Bunun üzerine de işbu kırk sekizinci âyeti kerime nâzil olmuş, şirk ve küfrün dışında günahları Cenab’ı Hak’kın dilediği kulları hakkında affedip örteceği beyan buyurulmuş, Vahşi ile arkadaşları da tevbe ve istiğfar edip İslâm şerefine nâil olmuşlardır.
49. Bakmadın mı o kimselere ki, nefislerini tezkiye eder dururlar. Belki Allah Teâlâ dilediğini tezkiye eder ve kıl kadar zulüm edilmezler.
49. Bu mübârek âyetler, ümmetin fertlerinden olup da kendilerini gerçeğe aykırı olarak temize çıkaranların bu hareketlerini kınamakta ve Allah’ın dini adına yalan yere söz söylemenin en açık bir günah olduğunu şöylece bildirmektedir. (Bakmadın mı o kimselere ki) o bir kısım kendini öven inkârcılara ki (nefislerini) gerçeğe aykırı olarak (tezkiye eder dururlar) yani: Kendilerinin fiilen ve sözlü olarak çirkin görülecek şeylerden uzak olduklarını iddia ederler, bu nekadar hayrete şayan bir cür’ettir. Kendilerindeki küfr ve taşkınlığı hiç görmüyorlar, onlar yalancıdırlar, inançlarındaki bâtıllık sebebiyle nefislerini temize çıkarmaya selâhiyetleri yoktur, (belki Allah Teâlâ) Bir fayda ve hikmete binaen kullarından (dilediğini tezkiye eder) mü’min, salih temize çıkarılmaya lâyık olan herhangi kulunu tezkiye buyurur, onun sözlü olarak ve fiilen kabahatlerden uzak olduğunu ezelî ilmiyle bilir, onun kadrini yüceltir, onu bir hikmet gereği olarak temize çıkarır. Nefislerini gerçeğe aykırı olarak temize çıkaranlar ise bu çirkin iddialarından dolayı azaba uğratılırlar (ve kıl kadar) yani en küçük bir çekirdek çizgisi kadar bile (zulüm edilmezler) belki kendi lâyık oldukları cezaya kavuşmuş olurlar. Nitekim tezkiyeye lâyık olan zatlar da lâyık oldukları mükâfatlarının eksiltilmesiyle zulüme uğramayacaklardır. Bilakis fazlasıyla mükâfata nâil olacaklardır.
50. Bak Allah Teâlâ’ya karşı nasıl yalan uyduruyorlar. Bu açık bir günah olmak için kâfidir.
50. Yüce Resûlüm! (Bak) hayretle bak, o kimselerin hallerine ki (Allah Teâlâ’ya karşı nasıl yalan uyduruyorlar?.) Kendilerine sâhip olmadıkları vasıfları isnat ediyorlar, kendilerini tezkiye ediyor, yani nefislerini övüyor ve sena ediyorlar, kendilerinin Allah katında makbul, Allah’ın rizasına nâil olduklarını iddia etmiş oluyorlar. Adeta onların küfrüne, isyanına Cenâb-ı Hak’kın razı olduğunu iddia etmek suretiyle Hak Teâlâ Hazretlerine karşı iftiraya cür’et gösteriyorlar. (Bu) hal, diğer günahlar ve kendilerini temize çıkarmak şöyle dursun, müstakillen (açık bir günah olmak için kâfidir) onların yalnız bu iddia ve iftiraları, onların en şiddetli azab ile cezalandırılmalarına sebep olmak için yeterlidir.
§ Rivayete göre bu mübârek âyetler, “Biz Allah’ın oğullarıyız ve dostlarıyız, bizden başkası cennete giremeyecektir” diyen ve gündüzün işledikleri günahların geceleyin ve geceleri işledikleri günahların da gündüzün affedilip örtüleceğini iddia eden bir kısım Yehudi ve Hıristiyan taifesi hakkında nâzil olmuştur. Bununla beraber gerçeğe uygun, iyi bir maksadla yapılmış olmayan herhangi bir tezkiye’i nefis de câiz değildir, yerilmiştir. Meselâ: Ümmetin fertlerinden bir insanın kendisini mânevî kusurlardan uzak, güzel amaler ile ve çok ibadet ve tekva ile vasıflanmış ve Allah katında mânevî yakınlığa kavuşmuş bulunmakla kendisini övmesi, medh etmesi, kendini temize çıkarmaktan ve övüngenlikten ibaret olacağı için câiz olamaz. Fakat Yüce peygamberlerin kendilerini tezkiye etmeleri, hakikata uygun, ümmetlerinin kendilerine itaat ve tabi olmalarını temin hikmetine dayandığı ve mazhar bulundukları korunmuşluk, ilâhî lütuflara karşı bir şükran vazifesini ifa maksadına dayanmış olduğundan, câizdir. Ve hikmet ve menfaat gereğidir.
51. Görmedin mi o kendilerine kitaptan bir nasip verilmiş kimseleri ki, Cibt ve Tagut’a imân ediyorlar ve kâfirler için bunlar mü’minlerden daha doğru bir yoldadır deyiveriyorlar.
51. Bu mübârek âyetler, putlara, şeytanlara tapınan, kâfirleri mü’minlere tercih eden bir takım İslâm düşmanlarının ilâhî lânetine hedef olduklarını bildirmektedir. Şöyle ki: (görmedin mi) Bilip anlamadın mı?, (o kendilerine kitabtan) Tevrat gibi bir ilâhî kitaptan veya okur yazarlıktan (bir nasip) bir miktar bilgi (verilmiş kimseleri ki) onlar şirke düşmüşler (Cibt ve Tagut’a) bu işimdeki iki puta veya Cibt adındaki bir put ile Tağût denilen şeytana (imân ediyorlar) onlara tapıyorlar, onlar için secdelere kapanıyorlar. Kitapdan nasipleri oldukları halde böyle cahilce müşrikce bir harekette bulunuyorlar, (ve) bu âdiliği yapan o kimseler (kâfirler için bunlar mü’minlerden) İslâm dinini kabul etmiş zatlardan (daha doğru bir yoldadırlar, deyiveriyorlar) ne acayip bir ruh haleti!.. Bütün ilâhî kitapları, bütün Yüce Peygamberleri tasdik eden, bütün güzel ahlâkı yaymaya çalışan müslümanlara öyle bir yüce zümreye karşı dinden mahrum, putlara tapmakla meşgul arap müşriklerini, öyle cahil bir taifeyi tercih etmek alçaklığında bulunuyorlar.
52. Onlar o kimselerdir ki, Onlara Allah Teâlâ lânet etmiştir ve her kime ki, Allah Teâlâ lânet ederse artık onun için bir yardımcı bulamazsın.
52. Artık (onlar) öyle küfrü imâna tercih eden, putlara, şeytanlara tapınan şahıslar (o kimselerdir ki, onlara Allah Teâlâ lânet etmiştir.) Onları Cenâbı Hak, öyle küfr ve isyanlarından dolayı rahmetten uzaklaştırmıştır, (ve her kime ki, Allah Teâlâ lânet ederse) Onun Allah’ın rahmetinden koğulması mukadder bulunursa (artık onun için) ebediyen (bir yardımcı) bir destekçi, bir imdad eden (bulamazsın) o ebedî olarak hüsrana mâruz kalır, bir selâmet alanına asla çıkamaz.
§ Rivayete göre Yahudilerden Huyey bini Ahtep ve Keb İbni Eşref ile beraber yetmiş kadar arkadaşları Uhud Yakasından sonra Mekke’i mükerreme’deki müşriklerin yanına gitmişler, müslümanların aleyhine bir sözleşme yapmak istemişler, fakat Mekke müşrikleri bunların hakkında şüpheye düşmüşler siz ehli kitapsınız, Muhammed -aleyhisselâm- da kitaba davet ediyor. O halde siz onun aleyhine olarak bizimle nasıl teşriki mesai edebilirsiniz?. Eğer siz bizim putlara secde ederseniz size o zaman inanırız demişler, o Yahudiler de Mekke müşriklerini tatmin için onların putlarına secde etmişler. Sonra Mekkeliler: Bizim dinimiz mi doğru, müslümanların dini mi doğru diye sormuşlar ve dinleri hakkında şöyle malûmat vermişler: “Biz Kâbe’nin valileriyiz, hacılara su veririz, misafirlere konuklukta bulunuruz, esirleri serbest bırakırız, akrabayı gözetiriz, Rabbimizin evini tamir ederiz. Muhammed -aleyhisselâm- ise yalnız bir Allah’a ibadet edilmesini istiyor, putlara ibadeti yasakılyor, ata ve ecdadımızın dinini terk etmemizi teklif eyliyor, aramıza ayrılık düşürmüş bulunuyor.” Bunun üzerine Keab da demiş ki: Vallahi sizin yolunuz Muhammed’in -Aleyhisselâmtakib ettiği yoldan daha doğrudur. İşte onlar böyle putperestler! ehli tevhide tercih etmiş, kendileri de o müşrikler gibi Cibt ve Tâğuta secde eylemişlerdi. Bunun üzerine bu mübârek âyetler nâzil olmuş, onların da müşrikler ile aynı düşüncede olduklarını göstermiştir.
53. Yoksa onlar için mülkten bir nasip mi var? O halde onlar in sanlara bir çekirdek bile vermezler.
53. Bu mübârek âyetlerde o bir takım İslâm düşmanlarının nekadar adi nekadar kıskanç, ve İslâmiyet’ten ne kadar nefret eder olduklarını bildiriyor. Bununla beraber içlerinden bazılarının da inançlarını düzelterek İslâm şerefine nâil olduklarına işâret buyuruyor. Şöyle ki: (Yoksa onlar için) o müslümanlığa karşı cephe alan Yahudiler için (mülkten) dünyevî saltanattan veya ilâhî mülkten (bir nasib mi var?.) neye güveniyorlar?. Hayır.. Onlar böyle birşeye sâhip değildirler. Diyelim ki sâhip oldular (o halde onlar insanlara) insanlardan hiçbirine Allah rızası için, insanlığa hizmet için (bir çekirdek) yani: En az, ehemmiyetsiz birşey (bile vermezler) onların tabiatlarındaki cimrilik ve haset böyle bir yardıma mânidir. Nitekim bir âyeti kerimede de şöyle buyurmuştur: “De ki, eğer siz Rabbimin rahmet hazinelerine mâlik olsaydınız o zaman yine harcanır korkusuyla onları kıstıkça kısardınız. Kimseye birşey vermezdiniz. (İsra, 17/100) Evet… Onlar yalnız kendi menfaatlerini düşünürler, başkalarının bir nimete nâil olmasını istemezler, kıskanırlar.
54. Yoksa onlar Allah Teâlâ’nın lütfundan insanlara verdiği şey üzerine haset mi ediyorlar? Biz muhakkak İbrahim soyuna kitap ve hikmet verdik ve onlara büyük bir mülk verdik.
54. (Yoksa onlar) o İslâmiyet’e düşman olan taife (Allah Teâlâ’nın fazlından) lütfu kereminden (olarak insanlara) herhangi insana ve özellikle son peygambere ve onun aile fertleri ve eshabına (verdiği şey üzerine) servet ve nimet, peygamberlik, kitap, zafer, izzet ve şeref gibi nimetlerden dolayı (haset mi ediyorlar?.) Evet… Onlar buna haset etmektedirler, bu nimetlerin yok olmasını arzu ederler. Halbuki (biz muhakkak İbrahim soyuna) Hz. İbrâhim hânedânına, Son Peygamber Hazretlerinin yüce ceddi olan Hz. İbrahim’in soyundan olan Musa, Davut, Süleyman Aleyhimüsselâm gibi zatlara (kitap) onlara indirilmiş olan herhangi ilâhî kitabı (ve hikmet) ilm ve mârifet, peygamberlik ve risalet (verdik ve) bununla beraber (onlara büyük bir mülk) de, saltanat da (verdik) zamanlarına hâkim bulundular. Artık onlara bu muazzam nimetleri vermiş olan Yüce yaratıcının son peygamberine de böyle nimetleri vermesi neden çok görülmeli, ne için insanların böyle bir kadri Yüce Peygambere kavuşmalarına kıskanarak onu inkâra cür’et göstermeli? Ne için o kıskançlar, yalnız kendilerinin mülke, velâyete, lâik olduklarını idia edip dursunlar?
55. Artık onlardan kimi ona imân etti ve onlardan kimi de ondan yüz çevirdi. Cehennem de yalımlı bir ateş olarak yeter..
55. (Artık onlardan) o kıskanç, inkârcı kimseler arasından (kimi) güzelce düşünerek, hakikatı takib ederek (ona) Hz. İbrahim’e veyahut Hz. Muhammed Aleyhisselâm’a (İmân etti) onun peygamberliğini kabul derek eshabı kiramı arasına girmek şerefine nâil oldu. Abdullah İbni selâm ile arkadaşları gibi. (Ve onlardan kimi de) hasedinde, küfr ve inadında israr ederek (ondan) o Yüce Peygamberden, onun kutsî dininden kaçınarak (yüz çevirdi) ebedî sapıklık içinde kaldı, kendisini pek büyük bir azapla karşı karşıya bıraktı. Evet… (cehennemde yahmlı) Pek şiddetli (bir ateş) bir azap ateşi (olarak) öyle imândan kaçanlara (yeter) onlara lâyık oldukları cezayı pek mükemmel bir surette teşkil ve tatbik eyler.
§ Nakîr, fetîl, kıtmîr kelimeleri pek az, kıymetsiz, değersiz şeylerden kinayedir. Şöyle ki: Lûgat itibariyle nakir çekirdek üzerindeki ufacık bir nokta demektir. Fetîl de çekirdek üzerindeki incecik bir telden ibarettir. Kıtmir lâfzı da hurma çekirdeğinin üstündeki yufkacık kabıdır. Hurma çekirdeğinin arkasındaki akca noktâki ağacı ondan biter. Eshabı kehf’in köpeğinin adı da kıtmirdir..
56. Şüphesiz o kimseler ki, bizim âyetlerimizi inkâr ettiler, onları elbette bir ateşe yaslayacağız. Onların derileri her piştikçe azabı tatmaları için onları başka deriler ile değiştireceğiz. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ azizdir, hakimdir.
56. Bu mübârek âyetler, Allah’ın dinini inkâr edenlerin ne elem verici, ebedî azaplara uğrayacaklarını bildirmekte, imân edenlerin ise ne derece yüksek, ebedî mükâfatlara nâil olacaklarını şöylece müjdelemektedir. (Şüphesiz) muhakkak (o kimseler ki) Peygamberlere tâbi olmayıp (bizim âyetlerimizi) yani: Cenab’ı Hak’kın varlığına, birliğine hâlikiyetine ve meleklerine, kitaplarına, Peygamberlerine ait delilleri, şahitleri, mucizeleri (inkâr ettiler) bunların bir kısmını inat ve büyüklenme yoluyla bir kısmını da bunlara bakmayıp fikirlerini ve düşüncelerini çalıştırmamak suretiyle inkâr ettiler, (onları elbette bir ateşe) Cehennem ateşine (yaslayacağız) cehenneme sokacağız. (onların derileri her piştikçe) Yanıp kavruldukça (azabı) cehennemin şiddetini (tatmalar! için onları başka deriler ile de değiştireceğiz) şöyle ki: O deriler başka birer şekilde aynen iade edilecektir. Bununla beraber bu derilerin yerine başka derilerin vücude gelmesi de mümkündür. Bu görüşte olan zatlar vardır. Çünki azaba uğrayan haddi zatında beden ile birlikte bulunan isyankâr ruhtur, azabı duyan odur. Beden ise idrak edici olmayıp ruhun ikamet yeridir. (Şüphe yok ki Allah Teâlâ azizdir), sonsuz güç ve kudret sahibidir, onu birşey âciz bırakamaz. Ve (hakimdir) mahlûkâtı hakkında bütün teferruatı bir hikmet ve faydaya dayanmış bulunmaktadır. Binaenaleyh dinsizleri böyle ebedî bir şekilde cezalandırması da onun büyüklük ve hikmeti gereğidir. Artık Cenâb-ı Hak’kın güç ve kudretine, ilâhî hikmetine göre öyle bir şahsın müebbed olarak yanıp durması da uzak görülemez. Evet!. Müebbed olarak hayatta bulundukça aynı inançta devam edeceğine karar vermiş olan bir dinsize bu inancına göre devamlı olarak azap çektirmek hikmet gereğidir, âlemin intizamını sağlamak için bir vesiledir ve kendi inancına karşılık bir cezadır.
57. Ve o kimseler ki, imân ettiler ve salih amellerde bulundular onları da altlarından ırmaklar akar cennetlere içlerinde ebedî kalmak üzere elbette sokacağız. Onlar için orada pek temiz eşler vardır ve onları koyu bir gölgeye sokacağız…
57. (Ve o kimseler ki imân ettiler) mü’min olduklarını ikrarda bulundular (ve salih salih amellerde bulundular) üzerlerine düşen namaz, omç, zekât gibi dinî vazifeleri ifaya çalıştılar (onları da altlarından ırmaklar) leziz leziz sular (akar cennetlere) bahçelere, bostanlara, hayat veren bağlar (içlerinde ebedî kalmak üzere) orada sonsuz ilâhî lütuflara nâil olmak üzere (elbette sokacağız) bu muhakkaktır, (onlar için) Böyle cennetlere sokulacak mü’minler için (orada) o cennetlerde hayız ve nifas gibi hallerden kurtulmuş, bedenî tabiî kusurlardan uzak (eşler vardır) böyle temiz, seçkin eşlere de nâil olacaklardır, (ve onları koyu bir gölgeye) Büyük sürekli, rahat veren, sıcaklık ve soğukluktan uzak bir lûtuf ve rahat gölgesine de (sokacağız) onlar cennetlerde sürekli bir huzur ve istirahat içinde yaşayıp duracaklardır. Ey Rabbimiz!.. Bizlere de bu nimetlerini nasip buyur. Âmin!.
58. Muhakkak Allah Teâlâ size emrediyor ki: Emanetleri ehline veriniz ve insanlar arasında hüküm edince adaletle hüküm ediniz. Şüphesiz Allah Teâlâ size bununla ne güzel öğüt veriyor. Şüphe yok ki Allah Teâlâ hakkıyla işitici ve tam anlamıyla görücüdür.
58. Bu mübârek âyetler de müslümanların üzerlerine düşen en mühim vazifeleri bildirmektedir. Ve emanete, adalete, itaate, iyi geçinmeye ait en lüzumlu esasları öğretmekte ve telkin buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey mükellef olan insanlar!. (Muhakkak Allah Teâlâ size emir ediyor ki, emanetleri ehline veriniz) insanların üzerine üç kısım emanet yönelmektedir. Birinci kısım, Cenâb-ı Hak’ka karşı olan emanetlerdir ki, bunlar Allah tarafından emir olunan şeyleri yerine getirmek yasaklanan şeyleri bırakmak suretiyle ifa edilir. İkinci kısım, insanlara karşı olan emanetlerdir ki, onlara ait borçları, emanetleri vermekle onlarla iktisadî muamelelerde zararlarına hareket etmemekle ve onların kusurlarını insanlar arasında yaymamakla ve âmirlerin halka karşı adaletle hareket etmeleriyle, âlimlerin de insanları güzelce aydınlatıp ve irşada çalışıp onları bâtıl taassuplara sevk eylememesiyle temin edilir. Üçüncü kısım da, insanların kendi nefislerine karşı olan emanetlerdir ki, bunlar da her insanın kendi nefsi için din ve dünyaca en faydalı, en iyi olan şeyleri tercih etmesiyle ve şehvet, gazab dünya sevgisi gibi şeyler ile kendisini uhrevî zararlara sevk etmemesiyle meydana gelir, (ve) ey hakimler!, (insanlar arasında hükmedince adaletle hükmediniz) yani: İnsanların hukukunu temine çalışınız, duruşma esnasında iki tarafa karşı eşit davranınız. Usulü dairesinde sabit olacak hakları ortaya çıkararak sahiplerine veriniz. (Şüphesiz Allah Teâlâ size bununla) emanetleri ehline eda ediniz ve adaletle hükm eyleyiniz diye (ne güzel öğüt veriyor.) sizi irşad ediyor, hakkınızda hayır istiyor. (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ hakkıyla işitici) dir. Bütün sözlerinizi işitir, bilir (ve) bütün fiil ve hareketlerinizi (hakkıyla görücüdür) artık ona göre hareket ediniz, Cenâb-ı Hakkın büyüklük ve yüceliğini düşünerek gösterdiği doğru yoldan ayrılmayınız.
§ Rivayete göre Mekke’i mükerreme fethedildiği gün Kâbe’i muazzama’nın anahtarcısı bulunan Osman İbni Talha Kâbe’nin anahtarını Rasûlü Ekrem’e vermekten kaçınmış, ben onun Peygamber olduğunu bilseydim anahtarı vermekten çekinmezdim demiş. Hz. Ali ise onun elini sıkarak anahtarı almış, Kâbe’i Muazzama’nın kapısını açmış, Rasûlü Ekrem de içeri girerek iki rekât namaz kılmıştı. Rasûlü Ekrem’in amcası Hz. Abbas, öteden beri zemzem suyu ile ilgili işlere bakıyordu. Bu defa anahtarcılığında kendisine verilmesini istemiş, anahtarı almak arzu eylemişti. Bunun üzerine bu âyeti kerime nâzil omuş, emanet olarak alınmış olan anahtarın sahibi olan Osman İbni Talhaya verilmesine işâret olunmuştur. Bunun üzerine Hz. Ali almış olduğu peygamber emri gereği anahtarı Osman’a vermiş ve özür dilemişti. Osman ise: “Ya Ali!. Sen bana eziyet edip anahtarı zorla elimden aldın, şimdi de gelmiş yumuşaklık ile muamele yapıyorsun” demiş, Hz. Ali de: “Cenâb-ı Hak senin için bir Kur’an âyeti indirdi” demiş, bu âyeti kerimeyi okumuş, bunun üzerine Osman, İslâm dininin yüceliğine, emanetlere ne kadar riâyet edilmesini emir eylediğini anlayarak kelime’i şehadeti okuyarak müslüman olmuştu. Bunu müteakip Cibril Emin gelmiş, Kâbe’i muazzama anahtarcılığının ebediyen Osman ile onun hânedanına ait olacağını bildirmiştir. Gerçekten de bu anahtarcılık hizmeti daima o hânedânda bulunmuştur. Bu âyeti kerimenin nüzul sebebi böyle bir hâdise olmakla beraber hükmü umumidir, bütün emanetleri kapsamaktadır.
§ Emanet, eminlik, doğru, davranışlarda doğru olmak ve başkasına ait olarak bir kimsenin yanında bulunan şey demektir. Birşey korunmak için verilmiş olursa “vedia” adını alır. Noksansız ve geciktirmeksizin mükellefe yerine getirilmesi vacip olan dinî vazifeye de Allah’ın emaneti denilir. Hayatımız, akılımız, namus ve haysiyetimiz de bizim için birer Allah emanetidir ki, bunlara da güzelce riâyet etmek bizim için bir farizedir.
59. Ey imân edenler! Allah Teâlâ’ya itaat ediniz ve Peygamber’e de ve sizden olan emir sahiplerine de itaatte bulununuz. Sonra birşey hakkında ihtilâfa düşerseniz, eğer siz Allah Teâlâ’ya ve âhiret gününe inanır kimseler iseniz onu Allah Teâlâ’ya ve Peygamberine arzediniz. O hem bir hayırdır ve hem de netice itibariyle daha güzeldir.
59. (Ey) tüm (imân edenler!.) sizler (Allah Teâlâ’ya itaat ediniz) onun emirlerine, yasaklarına hakkıyla riayetkâr olunuz (ve Peygamber’e de) Son Peygamber Hazretlerine de itaat ediniz, onun emirleri doğrultusunda harekette bulununuz (ve sizden olan) ehli imândan olup adalet ve doğruluğa riayetkâr bulunan (emir sahiplerine de) İslâm yöneticilerine de ve dininizin hükümlerini size tebliğ eden şeriat âlimlerine de (itaatte bulununuz) onlara karşı da itaatsizlikte bulunmayınız. (Sonra birşey hakkında) din işlerine ait bir mesele hususunda siz ve yöneticisi olan zatlar (ihtilâfa düşerseniz) bu ihtilâfta israr edip durmayınız, (eğer siz Allah Teâlâ’ya ve âhiret gününe inanır) hakikaten mü’min, itaatkâr, âhiret azabından sakınan (kimseler iseniz onu) o ihtilâfa düştüğünüz dinî meseleyi (Allah Teâlâ’ya) onun kitabı olan Kur’an’ı Kerim’e (ve Peygamberine) Yüce Resülü’nün sünneti seniyesine (arzediniz) şüphenizi, ihtilâfınızı o sayede hâlleyleyiniz, İslâm birliğini bozacak ihtilâflardan kaçınınız, (o) ihtilâf ettiğiniz meseleyi Cenâb-ı Hak’ka ve onun resûlüne arzetmeniz, sizin için (hem bir hayırdır) en iyi bir yoldur (ve hem de) haddızatında (netice itibariyle) de (daha güzeldir) haddızatında tam mânâsıyla güzel olan, böyle hareket etmektir.
§ Bu âyeti kerime, dinin esaslarını teşkil eden kitap ile peygamberin sünnetine, icmai ümmet ile kıyası fukahaya riâyetin lüzumunu içine almış bulunmaktadır. Çünkü bir meseleyi Cenâb-ı Hak’ka arzetmek, Kur’an-ı Kerim’e başvurmak suretiyle olur. Yüce Peygambere arzetmek de onun yüce sünnetlerine riâyet etmekle meydana gelir. Yönetici olan, içtihat makamına ulamış bulunan zatların reylerine müracaat da icmai ümmete ittiba suretiyle mümkün bulunur. Halledilmeyip kendisine ihtilâf vâki olan bir meseleyi kitap ile peygamberin sünnetine arzetmek ise bunlardaki açık olan hükümler, kendisine kıyas edilen olarak kabul edilmek suretiyle olur. Zira o ihtilâf edilen meselenin hükmü, kitap ve sünnet ile açıkça beyan buyurulmuş olsa artık onlar da öyle ihtilâfa mahal kalmaz.
§ Rivayete göre Rasûlü Ekrem Sallallahu aleyhi vesellem efendimiz, Halit İbni Velid’i -Radiallahü anhu- bir askerî kıtaya emir tayin ederek bir kabile üzerine göndermişti. Bundan haberdar olan kabile halkı, firar etmiş, yalnız bir şahıs, kaçmamış, İslâm askerî kıt’aları arasında bulunan “Ammar İbni Yâsir’e müracaat etmiş, “ben müslümanlığı kabul ettim, artık bu beni kurtarmaya kâfi midir?.” diye sormuş, Ammar da ona teminat vermiş, onu emanî altına almıştı. Fakat Hz. Halit, o kabilenin yurduna girince bu mülteci olan şahsın mallarına el koymuştu. Ammar ise kendisine müracaat ederek o şahısa müslüman olduğu için amân verdiğini söyledi. Halit İbni Velit ise: Ben emir bulunuyorum, ben onun malına el koyabilirim, bana söylemeden sen kendi başına nasıl amân veriyorsun, sen bana karışamazsın diye söylendi. Bu suretle aralarında bir ihtilâf meydana geldi. Keyfiyeti gidip Rasûlü Ekrem’e arzettiler, Yüce Peygamber efendimiz de Ammar’ın verdiği amân’ın câiz olduğunu bildirdi. Bununla beraber bir daha emire müracaat etmeksizin kendi kendine söz vermemesini Ammar’a ihtar buyurdu. Bu hâdise üzerine bu âyeti kerime nâzil olmuş, yöneticilere itaatin gereğini göstermiştir.
60. Sana indirilmiş olana ve senden evvel indirilmiş bulunana imân ettiklerini iddia edenlere bakmadın mı ki, onlar Tagut’un huzurunda muhakeme olmayı isterler. Halbuki onu inkâr etmekle memur bulunmuşlardı. O şeytan ise onları doğru yoldan pek uzak bir sapıklıkla dalâlete düşürmek ister.
60. Bu mübârek âyetler, bir kısım münafıkların gerçeğe aykırı iddialarını, uğursuz hareketlerini, haktan nasıl kaçınıp şeytanlara nasıl tabi olduklarını ve bunların hakkında yapılacak hayırlı hikmetli ihtarlar! bildirmektedir. Şöyle ki: Habibim!. Ne kadar şaşılacak bir haldir!, (sana indirilmiş olana) Kur’an’ı Kerim’e (ve senden evvel indirilmiş bulunana) Tevrat’a ve İncil’e (imân ettiklerini iddia edenlere) sözle böyle bir iddiada bulunanlara (bakmadınmı ki) onlar bu iddialarına aykırı hareketlerden kendilerini alamıyorlar, onlar dindar olduklarını iddia ettikleri halde (Tagutun) şeytanın, şeytan tabiatında bulunan Keab İbni Eşref gibi kimselerin (huzurunda muhakeme olmayı isterler) hakkın ortaya çıkmasını arzu etmezler, (halbuki) onlar (onu) Tagut’u; şeytanı, bâtıla değer veren herhangi bir şahsı (inkâr etmekle memur) Allah tarafından o imân ettiklerini iddia eyledikleri kitaplar vasıtasıyla emir edilmiş (bulunmuşlardı) artık buna nasıl muhalefette bulunuyorlar? Bu hareketleri ile iddiaları arasındaki çelişkiyi görmüyorlar mı?. Ne kadar şaşılacak bir ruhî sapıklık! (o şeytan ise) o hükmüne başvurmak istedikleri bozguncu şahsiyet ise (onları) doğru yoldan (pek uzak) hidâyete dönmeyi imkânsız kılacak (bir sapıklıkla dalâlete) doğru yoldan mahrumiyete (düşürmek ister) o halde ona nasıl başvurmaya cür’et edebiliyorlar?.
.61. Onlara Allah Teâlâ’nın indirmiş olduğuna ve Peygambere geliniz denildiği vakit de o münâfıkları görürsün ki, senden kaçındıkça kaçınıyorlar…
61. (Onlara) O Tagut’u hakem kılmak isteyenlere her kim tarafından (Allah Teâlâ’nın indirmiş olduğuna) hikmet dolu Kur’an’ı Kerim’e (ve) Allah tarafından gönderilmiş ve kendisine itaat edilmesi kesin bir dinî vazife bulunmuş olan (Peygamber’e) peygamberlerin en mükemmeli olan Hz. Muhammed’e (geliniz) bütün davalarınızı onlara arzediniz, o sayede cehaletten kurtularak İlim şerefine nâil olunuz (denildiği vakitte o münâfıkları görürsün ki) bu yüce hayre ihtarı kabul etmiyorlar, (senden kaçındıkça kaçınıyorlar) senden son derece yüz çevirerek yine şeytanlara müracaat etmek isterler. Cenab’ı Hak’kın kutsî hükümleri dururken dinsizlerin, münafıkların hükümlerine sarılmak alçaklığında bulunurlar.
62. Ya onlara kendi ellerinin evvelce yaptığı şey sebebiyle bir müsibet isabet ettiği zaman halleri nasıl olacak? Sonra da sana gelirler, biz başka değil, ancak iyilik etmek ve ara bulmak istedik diye Allah Teâlâ’ya yemin ederler.
62. (Ya onlara) o münafıklara, o hak sözü kabulden yüz çevirenlere (kendi ellerinin) kendi şahısların ın (evvelce yaptığı şey) Tagut’un hükmüne müracaat gibi Rasûlullah’ın hükmüne rıza göstermemek gibi bir cür’et (sebebiyle bir müsibet) bir ceza, bir felâket (isabet ettiği zaman) halleri (nasıl olacak?.) Artık onlar bu musibetten kurtulmaya kâdir olabilecekler mi?. Ne gezer!. Onlar (sonra da) böyle bir musibete düştükleri zaman da (sana gelirler) yaptıkları fenalıklardan dolayı özür dilemeye (bîz başka değil) Senden başkasının muhakemesine müracaat etmekle (ancak iyilik etmek) sulh yapmak (ve ara bulmak) iki hasının arasını bulup barıştırmak (istedik) yoksa sana muhalefette bulunmak işlemedik, bizi tenkit buyurma (diye Allah Teâlâ’ya yemin ederler) böyle bir yalan yere yemin etmekten çekinmezler.
63. Onlar o kimselerdir ki, Allah Teâlâ onların kalplerinde ne olduğunu bilir. Artık onlardan çekin ve onlara öğüt ver ve onlara nefisleri hakkında tesirli söz söyle.
63. (Onlar) böyle yalan söyleyen münâfıklar (o kimselerdir ki) onların kalplerindekiler Allah katında gizli değildir. (Allah Teâlâ onların kalplerinde) nifak adına, İslâmiyet’e ve müslümanlara karşı kin ve düşmanlık adına (ne olduğunu bilir) her ne kadar onu gizlemeye çalışsalar da, yalan yere yemin edip özür dilseler de (artık) Habibim!. Sen olgunluk göster (onlardan çekin) onları azarlama, onları cezalandırmaktan menfaat gereği vazgeç veya onların ileri sürdükleri mazeretleri kabul etme (ve onlara öğüt ver) onları nifaktan alıkoyacak nasihatlarda bulun, onları Cenab’ı Hak’kın, köklerini kazıyacak azabından korkut (ve onlara nefisleri hakkında) nefislerinin ıslahı hususunda veya onlara başkalarının yanında değil, yalnız kendilerine gizlice (müessir) kalplerinde tesir edecek şekilde (söz söyle) tâki ondan faydalanabilsinler, gafletten uyansınlar, ilâhî azaptan korksunlar, ayrılık ve nifaktan vazgeçsinler. Aksi takdirde uğrayacakları ilâhî azaba hazırlansınlar.
§ Bu âyeti kerime, Rasûlü Ekrem efendimizin edebî ifade gücüne, etkili, nazik, hikmetli va’z ve irşada sâhip olduğunu göstermektedir.
§ Rivâyete göre münâfıklardan bir kimse, Yahudilerden biriyle bir hususta çekişmede bulunmuşlar. Yahudi demiş ki, aramızdaki çekişmeyi hal için Ebul Kaşıma, yani Rasûlü Ekrem’e müracaat edelim: Münâfık da Yahudilerin âlimlerinden olan Keab ibnil Eşref e müracaat etmelerini istemiş. Keab ise rüşvet almaya çok düşkün imiş. Yahudi ise Rasûlü Ekrem’in rüşvete asla iltifat etmeyip hak ile hükmedeceğini bildiğinden her halde Rasûlullah’a müracaat edilmesinde israr etmiş, nihayet Hz. Peygamber’e gidip keyfiyeti anlatmışlar. Yüce Peygamberimiz Yahudi lehine hükmetmiş, münâfık bu hükme razı olmamış, Hz. Ebu Bekire müracaat etmişler, o da Yahudi lehine hükmeylemiş, münâfık yine razı olmamış, Hz. Ömer’e müracaat etmelerini istemiş, sonunda ona müracaatta bulunmuşlar. Yahudi haber vermiş, biz Hz. Muhammed’e ve Hz. Ebu Bekir’e müracaat ettik, benim lehime hükmettiler, bu hasmım onların hükmüne razı olmadı, sana müracaat etmemizi istedi. Demiş, Hz. Ömer de o münafığa hitaben: Öyle mi?, diye sormuş, o da evet öyle oldu demiş, bunun üzerine Hz. Ömer, biraz sabredin, burada durun, ben şimdi gelirim diye söylemiş, gidip kılıcını kuşanarak bunların yanına gelmiş, “Allah Teâlâ’nın ve Resûlünün hükmüne razı olmayanın cezası budur” diye kılıcı ile münafığın boynunu uçurmuştur. Münafığın ailesi Hz. Peygambere gelerek Hz. Ömer’den şikâyet etmişler Rasûlü Ekrem de durumu sormuş, Hz. Ömer de: Ya Rasûlüllah!. O münâfık senin hükmüne razı olmadığı için bu cezaya lâyık olmuştu, demiş. Bu konuşmayı müteakîb de Cibril Emin gelmiş, Ömer, Faruktur, hak ile bâtılın arasını ayırmıştır, diye lehinde şahitlikte bulunmuş, bunun üzerine Rasûlü Ekrem de: Ya Ömer!. Sen Faruksun, diye buyurmuştur. İşte bu mübârek âyetler bu hâdise üzerine nâzil olmuştur. Bu halde Tagut’dan maksat, Keab ibnil Eşreftir. Münâfık, öyle şeytan tabiat bir şahsın muhakemesini İs tefsirler de daha başka sebepler de gösterilmiştir. Bilgi Allah katındadır:
64. Bîz hiçbir Peygamber göndermedik. Ancak Allah Teâlâ’nın izniyle itaat edilmesi için gönderdik. Ve eğer onlar nefislerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah Teâlâ’dan mağfiret isteseydiler ve onlara Peygamber de istiğfarda bulunsaydı elbette Allah Teâlâ’yı tövbeleri çok kabul edici ve çok esirgeyici bulacaklardı.
64. Bu mübârek âyetler, insanlığı irşad için Rasûlullah’a itaat ve teslimiyetin lüzumunu, istiğfarın ehemmiyetini ve hakikî imânın ne şekilde meydana geleceğini göstermektedir. Şöyle ki: (bîz) insanlık muhitine abes yere (hiçbir Peygamber göndermedik) onların gönderilmesi büyük bir fayda ve hikmete dayanmaktadır. Evet… Her peygamberi (ancak Allah Teâlâ’nın izniyle) ilâhî iradesiyle (itaat edilmesi) emirlerine riâyet, kendisine muhalefetten sakınılması (için gönderdik) artık onun emirlerine, hükümlerine razı olup muhalefette bulunmamak gerekir. (Ve eğer onlar) Allah Teâlâ’nın ve Resûlünün hükmünü bırakıp da mahkemeleşmek için başkalarına müracaat etmek isteyenler, böyle (nefislerine zulmettikleri zaman) bu hareketlerinden dolayı nâdim ve pişman olup Habibim!, (sana gelselerde) özür beyanında, kusurlarını itirafta bulunarak tövbe ve ihlâs ile (Allah Teâlâ’dan mağfiret isteseydiler) günahlarının yarlıganmasını niyâz eylesler (ve onlara Peygamber de) hükmüne razı olmadıkları Hz. Muhammed’de affedici bir şekilde hareket ederek kendileri için (istiğfarda bulunsa idî) onun günahlarının af ve örtülmesi hakkında şefaat etse idi (elbette Allah Teâlâ’yı) o yapılan (tövbeleri çok kabul edici) ve onların haklarında (çok esirgeyici) çokça merhamet buyurucu (bulacaklardı) çünkü Cenâb-ı Hak, çok bağışlayan, pek esirgeyendir.
65. Hayır, Rabbine andolsun ki, onlar aralarındaki çekişmede seni hakem tayin etmedikçe, sonra da hükmedeceğin şeyden dolayı nefislerinde bir sıkıntı bulmaksızın ve tam bir teslimiyet ile teslim olmadıkça imân etmiş olmazlar.
65. (Hayır) onların imân iddiaları doğru değil, (Rabbine andolsun ki onlar) o iddia edenler (aralarındaki anlaşmazlıkta) ihtilâfa düştükleri hususta (seni hakem tayin etmedikçe) senin zaten Allah tarafından hakim bulunduğunu bilip senin hükmüne baş vurmadıkça (sonra da) senin (hükmedeceğin şeyden dolayı) itaat ve teslimiyet gösterip (nefislerinde) kendi içlerinde (bir sıkıntı) bir ıstırap, bir hoşnutsuzluk (bulmaksızın ve) zahiren ve batınen (tam bir teslimiyet ile) hükmüne (teslim olmadıkça) hakikî şekilde (imân etmiş olmazlar) çünki Rasûlullah’ın hükmüne razı olmamak, Allah’ın hükmüne razı olmamayı gerektirir. Böyle bir rıza göstermemek ise bir isyandır, bir inkârdır, imâna aykırı, cahilce bir harekettir.
§ Bir rivayete göre bu mübârek âyetlerde Rasûlullah’ın hükmüne razı olmayan münâfıklar hakkında nâzil olmuştur. Diğer bir rivayete göre de Hz. Zübeyr ile Hatib bini Belten hakkında nâzil olmuştur. Şöyle ki: Zübeyr bini Avvem Hazretlerinin hurmalığı yanı başından bir su ceryan edermiş, bahçesi uzakta bulunan Hatib de bu sudan bahçesini sulamak istemiş, Hz. Zübeyr razı olmamış, keyfiyeti Rasûlü Ekrem’e arzetmişler. Yüce Peygamber Hazretleri de: “Ya Zübeyr!. Sen hurmalığını suladıktan sonra suyu komşuna bırak” diye buyurmuş. Hatib bu peygamberin tavsiyesinden hoşnut olmamış, Rasûlullah’a hitaben: “Zübeyr hatanın oğlu olduğu için onu kayırdın” diye kötü zanda bulunmuş, bunun üzerine Rasûlü Ekrem de Zübeyr’e hitaben: “Ya Zübeyr!. Hurmalığını tamamen sulamak için suyu duvarlara çıkıncaya kadar tut, yani: Hurmalığını tamamen sıvarıncaya kadar suyu salıvermemeğe hakkın vardır, ondan sonra bırakırsın” diye emir etmişti. Çünkü suyun kaynağı, Hz. Zübeyrin hurmalığı yanında olduğundan o hurmalığı tamamen sulamadıkça suyu aşağıya bırakması icâbetmezdi. Halbuki, Rasûlüllah Efendimiz, hurmalığın zaruri olan yeri suladıktan sora suyun aşağıya bırakılmasını özel bir lûtuf olmak üzere tavsiye etmiş bulunuyordu. Ensardan olan hatip, bu musamahayı, bu lütfu takdir edemeyip edebe aykırı, bir kötü zanda bulunmuş idi. Bunun üzerine bu mübârek âyetler nâzil olmuş, peygamber emrine riâyet etmemenin İslâm âdetine muhalif bulunduğu ihtar olunmuştur.
66. Eğer onların üzerine nefislerinizi ö ldürünüz veya yurtlarınızdan çıkınız diye yazsaydık bunu onlardan birazı müstesnâ olmak üzere yapmazlardı. Ve eğer onlar kendisiyle öğüt verildikleri şeyi yapsa idiler elbette onlar için hayırlı ve devamlı olmak itibariyle daha sağlam olurdu.
66. Bu mübârek âyetler, münâfık tabiatlı insanların Allah’ın emirlerine muhalif hareketlerde bulunacaklarını, halbuki, o kutsî emirlere uyma neticesinde nice nimetlerin, saâdetlerin meydna geleceğini beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (eğer) biz (onların) o münâfıklar topluluğunun (üzerine) tövbelerinin kabulü için (nefislerinizi ö ldürünüz) intihar ediniz (veya yurtlarınızdan çıkınız diye yazsaydık) onlara böyle bir emîrde bulunsa idik, nitekim vaktiyle İsrail oğullarından bir kısmı tövbelerinin kabulü için kendilerini ö ldürmekle, bir kısmı da Mısır’dan çıkmakla mükellef bulunmuşlardı. Halbuki bu münafıklara böyle bir ilâhî emir bir dinî görev verilse idi (bunu) bu emri, bu vecibeyi (onlardan birazı) aralarında bulunan halis mü’minler (müstesnâ olmak üzere) çoğu (yapmazlardı) ne kendilerini ö ldürürlerdi, ne de yurtlarından çıkmak isterlerdi, (ve eğer onlar kendisiyle Öğüt verildikleri şeyi) Haklarında bir hayr-isterlik eseri, bir günahkârlıktan kurtulma vesilesi olan kendini ö ldürmek gibi, yurttan hicret gibi Rasûlullah’a itaat gibi bir vazifeyi (yapsa idiler elbette onlar için) şahısları hakkında da dünyada da, âhirette de (hayırlı) olurdu, (ve devamlı olmak itibariyle) de imanlarının gerçekleşmesi devam ve kararlılığı bakımından da (daha sağlam olurdu) daha metin bulunurdu.
§ Rivayete göre bu âyeti kerime nâzil olunca Hz. Ömer ile Ammar İbni Yasir ve Abdullah bin Mesut ile eshabı kiramdan daha bir grup demişler ki: Vallahi eğer bize bu emredilseydi, elbette yapardık. O Allah Teâlâ’ya hamdolsun ki, bizi bundan af buyurmuş. Bu zatların bu samimi sözlerinden Rasûlü Ekrem Hazretleri haberdar olunca buyurmuş ki: Şüphesiz benim ümmetimden öyle adamlar vardır ki, onların kalplerindeki İman, en sabit dağlardan daha fazla kararlı bulunmaktadır…
67. Ve o zaman elbette onlara tarafımızdan pek büyük bir mükâfat da verirdik.
67. (Ve o zaman) onlar imânlarında öyle kararlı bulundukları vakit (elbette onlara tarafımızdan) Allah katından (pek büyük bir mükâfat da) yani cennete kavuşmak gibi bir nimet de (verirdik) ihsan buyururduk…
68. Ve onları elbette bir doğru yola iletirdik.
68. (Ve onları elbette) şüphe yok ki (bir doğru yola hidâyet ederdik) o yolu takib etmekle bereketli cennetlere kavuşurlardı, kendilerine gayıp kapıları açıhrdı. Nice tecellilere kavuşurlardı. İşte Cenâb-ı Hak’ka ve Yüce Peygamber’e itaatin pek yüce, eşsiz mükâfatı…
69. Ve her kim Allah Teâlâ’ya ve Peygambere itaat ederse işte onlar. Allah Teâlâ’nın kendilerine lutuflarda bulunduğu peygamberler ile ve sıddıklar ile ve şehitler ile ve salih zatlar ile beraberdirler. Onlar ise ne güzel arkadaşlardır…
69. Bu mübârek âyetler, Hak Teâlâya ve Yüce Peygambere itaatin pek büyük faidelerini bildirmekte bütün insanlığı bu itaate teşvik buyurmaktadır. Şöyle ki: Cenâbı Hak’kın ve Yüce Peygamber’in hükmüne nasıl râzı olamıyorlar!. (Ve) halbuki (her kim Allah Teâlâ’ya ve Peygambere) emrettikleri ve yasakladıkları hususlarda (itaat ederse) tam ve mükemmel bir teslimiyet ve bağlılıkta bulunursa (işte onlar) böyle itaatkâr olan zatlar (Allah Teâlâ’nın kendilerine lûtuf larda bulunduğu peygamberler ile) nübüvvet ve risâlete sâhip bulunan yüce zatlar ile beraberdirler, (ve sıddıklar ile) sözlerinde, özlerinde, inançlarında tam bir sedâkate sâhip, yüce peygamberleri herkesten evvel tasdik eden Hz. Ebubekir i Sıddık gibi ümmetin seçkinleri ile beraberdirler (ve şehitler ile) hak dininin doğruluğu ve yüceliğine hüccet ve delil getirerek şâhitlik eden ve hak yolunda cihat meydanlarına atılarak Allah’ın dinini yüceltmek için canlarını cömertçe veren mücahitler ile beraberdirler (ve salih zatlar ile) ömürlerini Hak Teâlâ’nın itaatine, mallarını Allah rızâsını kazanmak için sarfetmiş, iyilikleri kötülüklerine galip bulunmuş olan fedâkâr zatlar ile (beraberdirler) dâima onlara yakın olurlar, onların iltifatlarına mazhar bulunurlar, istedikleri zaman ebediyet âleminde o gibi kutsal zatları ziyârete muvaffak olup onlara bağlanmış olmak şerefini elde ederler. (Onlar ise) O Yüce Peygamberler ile o diğer seçkin zevat ise (ne güzel arkadaşlardır.) onların arkadaşlığında bulunmak insan için ne güzel, ne gıpte edilecek bir muvaffakiyettir. Cenâb-ı Hak cümlemize nasip buyursun âmin…
70. İşte bu lûtuf Allah Teâlâ’dandır. Ve Hak Teâlâ hakkıyla bilici olarak kâfidir.
70. (İşte bu lûtuf) Allah Teâlâ’ya ve Peygamber’e itaat edenler için takdir edilmiş olan bu mükâfat, öyle bir kısım büyüklerin arkadaşlığına kavuşmak şerefi (Allah Teâlâ’dandır) sırf onun bir lûtuf ve ihsanıdır, bir ilâhî ikramıdır, başkası tarafından değildir. (Ve Hak Teâlâ hakkıyla bilici olarak kâfidir) o Yüce mâbud, herkesin hak ettiğini, lâyık olduğu lûtuf ve ihsânının derecesini hakkıyla bilir ve herkese dilediği lütufta bulunmaya kudreti fazlasıyla yeterlidir.
§ Rivâyete göre Rasûlü Ekrem efendimizin azadlısı olan “Sevban” Radiyallahu anh: Peygamber efendimize karşı pek fazla bir muhabbet ile duygu dolu bulunmakta idi. Ondan ayrılmağa pek az sabredebilirdi. Bir gün rengi değişmiş, vücudu zayıf lâmiş bir halde peygamberin huzuruna gelmişti. Peygamber efendimiz onun bu üzüntülü vaziyetini görünce sebebini sormuş, o da şöyle demişti: Ya Rasûlüllah!. Benim bir hastalığım, ve ağrım yok, fakat senin ayrılığına dayanamıyorum, huzuru saadetine gelmedikçe üzüntümü teskin edemiyorum, sonra âhiret hayatını düşünüyorum, korkuyorum ki, zatı alinizi göremiyeceğim, çünki sizin peygamberlik mertebeniz pek yücedir, ben cennete girsem de benim mertebem aşağı olduğundan size kavuşmuş olamıyacağımdan korkuyorum, ve eğer cennete giremezsem seni ebediyyen göremem. İşte Sevban hazretlerinin bu pek samimî endişesini gidermek için bu mübârek âyetler nâzil olmuş, onu teselli etmiştir. Demek ki: Ümmetin fertleri ile Yüce Peygamberlerin dereceleri eşit değilse de onlara tabi, itaatkâr olan zatlar cennet âleminde onlarla vakit vakit görüşecek onlar ile birlikte sohbet etmek şerefine nâil bulunacaklardır. Ne büyük bir mazhariyet!.
71. Ey imân edenler! İhtiyat tedbirinizi alın da bölük bölük halinde çıkınız veya hep birden seferber olunuz.
71. Bu mübârek âyetler, İslâm kuvvetlerinin düşmana karşı ne gibi vaziyetler alabileceklerini ve onların galibiyet ve mağlûbiyet hallerinde münafıkların ruhî durumlarını bildirmektedir. Hak yolunda cihâda atılanlara da herhalde büyük mükâfatlara nâil olacaklarını müjdelemektedir. Şöyle ki: (Ey imân edenler) mü’min olduklarını (ikrarda bulunanlar!.) siz düşmanlarınıza karşı uyanık bulununuz, (ihtiyat tedbirinizi alın da) onlar ile savaşta bulunmak için ya (bölük bölük halinde) cihad meydanına (çıkınız) nihâyet yirmişer kişinin üstünde bulunan birer erkek takımı halinde savaş meydanına atılınız (veya hep birden) bir toplu savaş gücü halinde (seferber olunuz) düşman için savaş meydanına çıkınız. Demek ki, diğer hayır işleri hususunda da ehli İslâm’ın, durumun gereğine göre böyle parça parça ve toplu şekilde çalışmaları lâzımdır.
72. Ve şüphesiz sizden öyle kimse vardır ki, elbette ağır davranacaktır. Eğer size bir musîbet isâbet ederse “muhakkak Allah Teâlâ bana lütfetti, çünki onlar ile beraber hazır bulunmadım” der.
72. (Ve) Ey İslâm mücahitler!!, (şüphesiz sizden) soy ve sop itibariyle ve görünürde müslümanlık iddiasiyle sizden sayılıp aranızda bulunan (öyle) münâfık (kimse vardır ki, elbette ağır davranacaktır) savaştan geri kalacak, tembellik gösterip duracaktır. (Eğer size) ö ldürülme gibi, yenilgi gibi (bir musîbet isâbet ederse) o münâfık sevinecek ve (muhakkak Allah Teâlâ bana lütfetti) beni korudu (çünkî onlar ile) o musibete uğrayan İslâm mücâhitleri ile (beraber) harp meydanında (hazır bulunmadım, der) eğer ben de hazır bulunsa idim öyle bir musîbete uğramış olacaktım diye sevinç gösterir.
73. Ve yemin olsun ki, eğer size Allah tarafından bir lûtuf nasib olursa, sanki sizinle onun arasında hiçbir tanışıklık yok imiş gibi “ne olurdu ben de onlar ile beraber olsaydım da büyük bir ganimete nâil olsa idim” diyecektir.
73. (Ve yemin olsun ki) kesin bir durumdur ki, (eğer size) Ey hakikî mü’minler!. (Allah tarafından) onun yüce takdirinin eseri olarak (bir fazl) bir ganîmet, bir fetih ve zafer (nasib olursa) o münâfık, kaçırdığı dünyevî amaçlarından dolayı nâdim ve pişman olarak (sanki sizinle onun arasında) bir dostluk, bir tanışıklık, bir cemiyet halinde yaşamak ve (hiçbir tanışkanlık yok imiş gibi) vaktiyle sizinle teşriki mesâide bulunmayıp şimdi sırf dünyevî bir menfaat için (ne olurdu ben de onlar ile beraber olsa idim) o İslâm erleriyle beraber savaşa iştirâk etse idim (de) şimdi ben de onlar gibi (büyük bir ganimete nâil olsa idim) ben de ganîmet mallarından bir hisse alsa idim (diyecektir) ne yanlış bir düşünce, ne fena bir ihtiras!.
74. Artık dünya hayatını âhiret karşılığında salacak olanlar, Allah yolunda savaşa atılsınlar ve her kim Allah yolunda savaşta bulunur da ö ldürülürse veya galip gelirse ona elbette büyük bir mükâfat vereceğiz…
74. (Artık dünya hayatını) dünya varlığını, dünyanın fâni servet ve zenginliğini (âhiret mukabilinde) uhrevî, ebedî mükâfat uğrunda (salacak) feda edecek (olanlar) hakikî mü’minler mücahitler!. (Allah yolunda) Cenâb-ı Hak’kın dinini yüceltmek maksadıyle (savaşa atılsınlar) Ebedî bir saadete kavuşmak için nefislerini hak yolunda feda etmekten çekinmesinler. (ve her kim Allah yolunda savaşta bulunur da ö ldürülürse) öyle yüce bir gaye uğrunda şehit düşerse (veya) düşmana karşı muzaffer olup (galip gelirse) her iki halde de (ona büyük bir mükâfat vereceğiz) öyle bir mücahit, niyetindeki yüceliğin meyvesini her halde görecektir. Artık her İslâm mücâhidi için lâzımdır ki Allah’ın dinini yüceltmek için harp meydanında kararlı olsun, galibiyet halinde de, mağlûbiyet halinde de yine güzel niyetine göre mükâfat göreceğini düşünerek kahramanlığında devam etsin. Fâni bir hayatı, uhrevî, ebedî mükâfatlar karşılığında feda etmek, bir zarar değil, en büyük bir muvaffakiyettir. Artık bir münâfığın böyle bir fedakârlıkta bulunmayıp da hayatını geçici bir zaman için kurtarmış olması, öyle iddiası gibi hakkında bir ilâhî lûtuf değildir. Belki öyle ebedî bir mükâfata lâyık olmadığının geçici bir neticesidir.
75. Ve sizin için ne var ki, Allah Teâlâ’nın yolunda ve erkeklerden, kadınlardan, çocuklardan zaafa düşürülmüş olan bir takım biçareler uğrunda savaşta bulunmayasınız? Onlar ki: Ey Rabbimiz! Bizi şu ahalisi zâlim olan şehirden çıkar ve bizim için kendi tarafından bir koruyucu gönder ve bizim için kendi katından bir yardımcı tâyin buyur diye niyâz etmektedirler.
75. Bu âyeti kerime, Allah yolunda, İslâm cemiyetinin selâmeti uğrunda, ehli İslâm’ı din düşmanlarının zulmünden kurtarmak gâyesiyle cihat sahasına atılmanın bir dinî görev olduğunu şöylece bildirmektedir. (Ve) Ey müslümanlar!. Ey cihat ile mükellef olan zatlar! (sizin için ne var ki) Ne gibi bir mâni bulunur ki, (Allah Teâlâ’nın yolunda) Cenab’ı Hak’kın dinini yüceltmek hususunda savaştan çekinesiniz? (Ve) müslüman (erkeklerden, kadınlardan, çocuklardan) olup peygamberin hicretinden sonra Mekke’i Mükerreme’de kalmış, oradaki müşrikler tarafından hırpalanarak (zaafa düşürümüş olan bir takım biçâreler uğrunda) onları o zulümden kurtarmak için (savaşta bulunmayasınız). O din kardeşlerinizi esaretten kurtarmaya çalışmayasınız. (Onlar ki) O çaresiz din kardeşleriniz ki: (Ey Rabbimiz!. Bizi şu ahalisi zalim olan şehirden) henüz fethedilmeyip müşriklerin yönetiminde bulunan Mekke’i Mükerreme beldesinden (çıkar) bizi İslâm yurduna hicrete muvaffak kıl (ve bizim için kendi tarafından) kendi ilâhî katından koruyucu (bir koruyucu) bir yönetici, işlerimizi üstlenecek bir vali, bir âdil âmir (gönder) bizleri böyle bir zâtın idaresine kavuştur (ve bizim için kendi katından) bir özel lûtuf olarak (bir yardımcı tayin buyur) bizi o zalim ahalinin esâretinden kurtarsın, (diye niyâz etmektedirler) Artık o gibi zulma mâruz olan, Allah’ın lütfuna sığınan ehli İmanın imdadına koşmak bir görev olmaz mı?, İşte bu zulma uğramış zavallı müslümanların bu niyazları Allah katında kabul olmuş, bunlardan bir kısmı az sonra Medine’i Münevvere’ye hicret edebilmiş, daha sonra da İslâm ordusu Mekke’i Mükerreme’yi fethederek oradaki müslümanlara eshabı kiramdan “Attab İbni üseyd” gibi adâletli bir vali tayin olunmuştur.
76. Îmân etmiş olanlar. Allah Teâlâ’nın yolunda savaşta bulunurlar. Kâfir olanlar da şeytanın yolunda harp ederler. Artık o şeytanın dostlarını ö ldürünüz. Şüphe yok ki, Şeytanın hilekârlığı zayıftır.
76. Bu âyeti kerime, müslümanların ne kadar yüce bir maksada hizmet için cihatta bulunduklarını, diğer kimselerin ise pek âdi ihtiraslar sebebiyle harbe atıldıklarını bildirmektedir. Şöyle ki: (imân etmiş) İslâm dinini kabul eylemiş (olanlar) şahsî menfaatleri için değil, sırf (Allah Teâlâ’nın yolunda) ona itaat uğrunda, onun mübârek dinini doğu ve batıya yaymak gâyesiyle (muharebede bulunurlar) bütün insanlığın selâmet ve hidâyetini arzu ederler. (Kâfir olanlar) dinî terbiyeden mahrum bulunanlar (da şeytanın yolunda) şeytana itaat için (harp ederler) onların arzuları şahsî menfaatlarını teminden, insanlığa hükmetmekten başka değildir. (Artık) Ey mü’minler!, (o şeytanın dostlarını,) o melûna tâbi olan topluluğu, o dinsizler alayını (ö ldürünüz) onlar ile savaştan çekinmeyiniz, onların maddî kuvvetleri sizi aldatmasın, onların dostu, yardımcısı şeytandır, siz mü’minlerin dostu, yardımcısı ise Yüce Allah’tır, (şüphe yok ki, şeytanın hilekârlığı) onun mü’minlere karşı tuzağı, hilesi, Cenab’ı Hak’kın ehli imân hakkındaki yardımına ve din düşmanlarını kahır ve helâk etmesine göre pek (zayıftır) pek ehemmiyetsizdir. Artık şeytanın hile ve tuzağına kıymet vererek onun dostlarından kormayınız, her halde Hak Teâlâ’ya itimat ederek ve sığınarak ondan yardım ve zafer bekleyiniz.
77. O kimseleri görmez misin ki, onlara: Ellerinizi çekiniz ve namaz kılınız, zekât veriniz denilmişti. Vaktaki üzerlerine cihat yazıldı, o zaman içlerinden bir takımı. Allah Teâlâ’dan korkarcasına veya daha fazla insanlardan korkar oldular. Ve onlara: Ey Rabbimiz! “Ne için üzerimize cihadı yazdın? Ne olurdu bizi yakın bir müddete kadar tehir etseydin” dediler. De ki: Dünyanın faidesi pek azdır, âhiret ise takva sahibi olanlar için elbette hayırlıdır. Ve siz kıl kadar zulme uğramayacaksınızdır.
77. Bu âyeti kerime, vaktiyle cihâdî istedikleri halde daha sonra bunun farz kılınması üzerine dünya menfaatini düşünerek cihattan memnun kalmayanların ruhî durumlarını bildirmekte ve tüm ehli İslâm’ı şöylece teselli etmektedir. Habibim!. (O kimseleri görmez misin) onların garip hallerine, temennilerine bakmaz mısın (ki) peygamber tarafından (onlara: Ellerinizi çekiniz) kâfirler ile savaşmayınız, kabîleler arasındaki câhiliyet savaşına kalkışmayınız, sabır ediniz (ve namaz kılınız) üzerinize düşen namaz farizesini lâikiyle ifâya çalışınız (ve zekât veriniz denilmişti) onlar ise öyle savaş arusunda bulunmuşlar iken (Vaktaki üzerlerine cihat yazıldı) kâfirler ile cihatta bulunmaları kendilerine farz kılındı (o zaman içlerinden bir takımı) fikirlerini değiştirdiler (Allah Teâlâ’dan korkarcasına veya) Allah korkusundan (daha ziyâde) olarak (insanlardan) kendileriyle savaşa memur oldukları kimselerden (korkar oldular ve) sonra da (onlar) ölüm korkusu ile (Ey Rabbimiz!. Ne için üzerimize cihadı yazdın) farz kıldın (ne olurdu bizi yakın bir müddete kadar) öleceğimiz âna değin (tehir etseydin) bizi terkedip cihat ile görevli kılmasaydın (dediler) Resûlüm!. Onlara (de ki: Dünyanın faidesi) dünya hayatı, dünya malı haddızatında (pek azdır) çabuk yok olucudur. Ne için bunu düşünerek ebedî selâmet ve saadeti temennî etmiyorsunuz?. (âhiret ise) Onun sevâbı olan cennet ve Allah’ın cemâline bakmak ise (takvâ sâhibi olanlar için) Cenab’ı Hak’kın azâbından sakınıp hükümlerine riayetkâr olan her zat için (elbette hayırlıdır) artık öyle yüce bir gaye takib edilmez mi? (ve siz kıl kadar) en ufak bir miktarda bile (zulme uğramayacaksınızdır.) hak yolundaki çalışmanızdan dolayı lâik olduğunuz mükâfata kavuşacaksınız, amellerinizden hiçbir zerre eksiltilmeyecektir. Binaenaleyh cihat uğrundaki mesâinizin ebedî mükâfatını da göreceksiniz. Artık böyle saadete vesile olan bir vazîfe teşekkür edilerek üstlenilmez mi?.
§ Rivâyete göre eshâbı kiramdan Abdurrahman İbni Avf, Mikdâd İbnül Esvet Gudame bini Mezun ve Sad İbni Ebi Vakkas Radiallahü Teâlâ anhüm gibi bir grup Medine’i Münevvere’ye hicret etmeden evvel müşriklerden birçok eziyetlere mâruz kalmışlardı. Hz. Peygambere müracaat ederek: Ya Rasûlüllah!. Bize izin ver de o müşrikler ile savaşta bulunalım, çünki onlar bize birçok ezâ ve cefada bulunuyorlar, demişlerdi. Rasûlü Ekrem sallallahü aleyhi vesellem de onlara buyurmuştu ki: O müşriklerden ellerinizi çekiniz, ben onlar ile savaşa henüz izinli değilim. Vaktaki daha sonra cihat farz oldu, onu temenni edenlerden bazıları: Keşke cihat bize farz olmasaydı, demişler, bunun üzerine bu âyeti kerime nâzil olmuştur. Maamafih daha kuvvetli bir ihtimale göre bu âyeti kerime, vaktiyle cihadı samimiyetsiz bir biçimde temennî eden, daha sonra cihat farz olunca canlarını düşünüp hak yolunda cihattan kaçınan münâfıklar hakkında inmiştir.
78. Her nerede olsanız, size ölüm yetişir, velevki, tahkim edilmiş yüksek kuleler içinde bulunmuş olunuz. Ve eğer onlara bir güzellik dokunursa derler ki: Bu Allah Teâlâ tarafındandır. Ve eğer onlara bir kötülük isabet ederse: Bu senin tarafındandır derler. De ki: Hepsi de Allah Teâlâ tarafındandır. Artık o tâifeye ne oluyor ki, söz anlamaya yanaşmıyorlar.
78. Bu mübârek âyetler, insanların kendilerini hiçbir yerde ölümün pençesinden kurtaramayacaklarını ve bütün hâdiselerin Allah’ın kudreti ile vücude geldiğini, şahıslara isabet eden bir takım müsibetlere de kendilerinin sebebiyet verdiklerini beyan etmektedir. Şöyle ki: Ey insanlar! Hepiniz, itaat edeniniz de asi olanlarınız da (her nerede olsanız) evde de savaş halinde de bulunsanız (size ölüm yetişir) takdir edilen zaman gelince ölüm sizi yakalar, hiçbir kimse kaçınmakla ondan kurtulamaz (velev ki, tahkim edilmiş, yüksek kuleler) kaleler, köşkler veya semavî burçlar (içinde bulunmuş olunuz) bunlar sizi yine ölümün perçesinden kurtaramaz O halde cihattan kaçınmaya ne lüzum var?. Bu kaçınmakla takdir edilmiş olan ölümden kurtulabilecek misiniz?. Ne mümkün!, (ve eğer onlara) Münafıklara, Yahudilere (bir güzelik) bir genişlik, bir geçim bolluğu veya bir zafer, bir ganimet (dokunursa) böyle bir nimete nâil olurlarsa (derler ki, bu) nâil olduğumuz güzellik, bize Allah Teâlâ tarafındandır. Senin Ya Muhammed!, -aleyhisselâm- bunda bir rolün yoktur, (ve eğer onlara) darlık gibi, kıtlık ve pahalılık gibi veya ö ldürülme ve yenilgi gibi (bir kötülük isabet ederse) o zaman da kendi kusurlarını görmezler bütün hâdiselerin bir hikmet gereği olarak ilâhî iradeye bağlı olduğunu bilmezler de (bu) kötülük (senin tarafındandır derler) bu kötülüğü Hz. Peygamber’e ve onun eshabı kiramına isnat ederler. Habibim!. Onlara (de ki, hepsi de) güzelliğin de, kötülüğün de meydana getirilmesi (Allah Teâlâ tarafındandır) bütün bunlar onun iradesine, takdirine dayanmaktadır. Çünki ondan baka yaratıcı yoktur, (artık o tâifeye) o münâfık ve yahudi topluluğuna (ne oluyor ki) ne kadar anlayıştan mahrumdurlar ki (söz anlamaya yanaşmıyorlar) Kur’an’ı Kerim’in beyanlarını, Rasûlü Ekrem’in mübârek sözlerini anlayarak istifâde etmeye, nasihat almaya yaklaşıp durmuyorlar. Eğer onlar, bunları anlayıp düşünecek olsalardı, bütün vücude gelen şeylerin Allah’ın irâdesi ile, ilâhî kudret ile vücude geldiğini anlar, Rasûlü Ekrem’e karşı öyle edepsizce yakıştırmalarda bulunmazlardı.
§ Rivayete göre Rasûlü Ekrem Hazretleri Medine-i Münevvere’ye şeref verince bir takım yahudileri, münâfıkları imâna davet etmiş onlar ise inkârlarında devam edip durmuşlar. Buna bir nevi ceza olmak üzere o sene o muhitte bir miktar iktisadî buhran yüz göstermiş bunun üzerine o inkarcılar demişler ki: Ekinlerimize, meyvelerimize ârız olan bu noksan, şehrimize gelen Muhammed -Aleyhisselâm- ile eshabı yüzündendir. Bu cahiller, kendi kusurlarını görmeyip Hz. Peygamber’de uğursuzluk aramak istemişler. İşte bunların bu bâtıl iddialarını red için de bu âyeti kerime nâzil olmuştur.
79. Sana güzellikten her ne şey nasib olursa şübhesiz Allah Teâlâ’dandır. Ve sana kötülükten her ne şey isabet ederse kendi nefisindendir. Ve seni insanlara Peygamber olarak gönderdik, Allah Teâlâ hakkıyla şahit olmaya kâfidir.
79. Ey insan!. (Sana güzellikleri), dünyevî ve uhrevî nimetlerden (her ne şey nasib olursa) o şey şüphe yok ki, (Allah Teâlâ’dandır) sana lûtuf olarak verilmiştir, İnsan ne kadar kulluk vazifelerine riayetkâr olsa da bunca nimetlere kavuşması için kâfi olmaz, o nimetler bir ilâhî lûtuf olarak mü’min kullarına yönelecektir. (ve sana kötülükten) sıkıntıdan, kötü gördüğün hâdiselerden (her ne şey isabet ederse) o da (kendi nefsindendir) onu gerektiren, günahları işlemiş olduğundan dolayıdır. Gerçekte kötülüğü senin hakkında yaratan yine Cenâb-ı Hak’tır, fakat ona sebebiyet veren ise senin kendi arzunla tercih etmiş olduğun günahtır. İşte bu günah sebebiyle o kötülük bir ceza olarak Allah’ın irâdesi ile vücude gelmiştir. Bu, bir hikmet gereğidir, bu teklif âleminin gereklerindendir. Artık o kötülüklere başkalarının sebebiyet verdiğine inanmayız, kendi kusurlarınızı biliniz, (ve) Ya Muhammed!. Aleyhisselâm (seni insanlara) bütün insanlık âlemine (Peygamber olarak gönderdik) sen insanlık için en büyük bir ilâhî nimetsin, senin peygamberliğine, kadrinin yüceliğine (Allah Teâlâ hakkıyla şahit olmaya kâfidir) senin elinde tecelli eden mucizeler, senin peygamberlik ve risaletini, senin tüm insanlığa bir feyiz ve yükselme rehberi olduğunu ispat için Allah’ın kudreti ile vücude gelen birer kesin delildir. Artık bu hakikat nasıl inkâr edilebilir?.
80. Her kim Peygambere itaat ederse muhakkak Allah Teâlâ’ya itaat etmiş olur. Ve her kim yüz çevirirse aldırma çünki seni onların üzerine muhafız göndermedik.
80. Bu mübârek âyetler, Rasûlullah’a itaat etmenin Cenab’ı Hak’ka itaat etmeyi içermiş olduğunu bildirmektedir. Ve mucize Kur’an-ı Kerim’i güzelce düşünmeyip de inkâra cür’et edenlerin inançlarındaki aşağılığı sergilemeketedir. Şöyle ki: (Her kim Peygamber’e itaat ederse) onun emirlerine, yasaklarına boyun eğerse (muhakkak Allah Teâlâ’ya itaat etmiş olur) çünkü Yüce peygamber haddizatında sadece tebliğ edicidir. Gerçek mânâda emreden ve yasaklayan ise Allah Teâlâ’dır. Binaenaleyh Peygamber’e itaat, onun gönderen Cenab’ı Hak’ka itaatten başka değildir, (ve her kim yüz çevirirse) Ey Yüce Peygamber! Sana itaatten yüz çevirirse aldırma, o seni üzmesin. (çünkî) Ya Muhammed!. Aleyhisselâm (seni onların üzerine muhafız göndermedik) yani: Onların amellerini zaptetmekle, muhasebelerini görmekle seni mükellef kılmadık. Senin vazifen ilâhî hükümleri onlara tebliğdir. Onların muhasebeleri yüce zatıma aittir, şanı yüce olan ben, onların cezasını veririm, sen müsterih ol.
§ Rivayete göre bu ilâhî emiri, cihadın farz olmasından öncedir. Sonra onlar ile savaşa da müsaade buyrulmuştur.
81. Ve itaatkârız derler. Sonra senin yanından ayrıldıkları zaman onlardan bir topluluk senin dediğin şeyin başkasını geceleyin kuruntu yapar. Ve Allah Teâlâ onların ne kuruntularda bulunduklarını yazıyor. Artık onlardan yüz çevir ve Allah Teâlâ’ya tevekkül et. Ve Cenâb-ı Hak vekil olarak yeter.
81. (Ve) Habibim!. O münâfıklar, huzurunda bulunup da kendilerine birşey ile emrettiğin zaman (itaatkârız) bizim şanımız tâattir, bize emrettiğin hususlarda sana itaat ederiz (derler) halbuki (sonra senin yanından ayrıldıkları) dışarıya çıktıkları (zaman onlardan) o münâfıklardan (bir topluluk senin dediğin şeyin başkasını) tebliğ ettiğin hükümlerin zıddını (geceleyin kuruntu yapar) onu değiştirmeğe ve bozmaya çalışır. Veyahut senin yanından ayrıldığı zaman, senin huzurunda söylediği itaatin zıddını yapar, onun içinde olan itaattan başka birşeydir. (ve Allah Teâlâ) ise (onların ne kuruntularda bulunduklarını) onların sakladıklarını, içlerinde olan nifakı (yazıyor) onların amel sahifelerine yazılmasını koruyucu meleklerine emir ediyor, (artık) Habibim. (Onlardan yüz çevir) onlara özen göstermeyi azalt (ve Allah Teâlâ’ya tevekkül et) Cenab’ı Hak’ka itimad eyle (ve Cenâb-ı Hak vekil olarak) kendisine işlerin havale edilmesi için (kifayet eder) o Yüce Yaratıcı, onlardan senin intikamını almaya her bakımdan yeterli bulunmaktadır.
82. Kur’an’ı düşünmezler mi? Ve eğer Allah Teâlâ’dan başkası tarafından olsa idi elbette birçok ihtilâf bulurlardı.
82. O münâfıklar, inkarcılar (Kur’an’ı düşünmezler mi?.) onun fevkalâde lâtif, beliğ âyetlerini, son derece yüce olan mânâlarını hiç düşünmezler mi? (ve eğer) O mucize kitap (Allah Teâlâ’dan başkası tarafından olsaydı) o kâfirlerin iddia ettikleri gibi insan sözü olsaydı (elbette onda) o kitabı mübinde (birçok ihtilâf bulurlardı) onun nazmında zıtlık mânâlarında çelişki bulunurdu. Bazı âyetleri açık, bazıları da zayıf olurdu, benzerini getirmek mümkün görülürdü. Özellikle tarihe, birçok tabiat gerçeklerine geçmişe ve geleceğe ait, gayb işlerinden sayılan hususlardaki beyanları arasında muhalefetler, bulunurdu, hem de öyle az değil belki bir çok muhalefetler, çelişkiler meydana çıkardı. Halbuki, onun belâgati, yüceliği, hakikata uygunluğu karşısında bütün âlimler ve edipler hayretlerini açıklamış bulunmaktadırlar, onun bu kutsiyetini tasdika mecbur olmaktadırlar. Nitekim o münafıkların içlerinde olanları bu ilâhî âyetin olduğu gibi haber vermesi de öyle gayba ait duyumlar kabilinden bulunmuştur. Artık bu mucize kitabı Allah tarafından vahy yoluyla almaya mazhar olan bir yüce zat peygamberlik ve risalet iddiasında yalancı görülebilir mi?. O inkarcılar bunu da biraz düşünmeli değil midirler?.
83. Ve onlara eminlikten veya korkudan bir haber geldiği zaman onu yayıverirler. Ve eğer onu Peygamber’e veya kendilerinden olan emir sahiplerine arzetseler elbette onlardan bunun hükmünü çıkaracak zatlar bunu bilirlerdi. Ve eğer Allah Teâlâ’nın lûtuf ve rahmeti üzerinize olmasa idi pek azınız müstesnâ, elbette şeytana uymuş olurdunuz.
83. Bu mübârek âyetler de bir takım münafıkların kötü hareketlerini dedikodularını kınamaktadır. Ve mühim hususlarda selâhiyetli olan zatlara müracaatın lüzumuna ve ehli İslâm’ın savaş ile mükellef kılınmasındaki faidelere işâreti kapsamaktadır. Şöyle ki: (Ve onlara) münafıklara (eminlikten) İslâm birliklerinin başarısından, malî ganimete kavuşmasından (veya korkudan) ö ldürülme ve yenilgi gibi bir olayın meydana gelmesine dâir (bir haber geldiği zaman onu) o haberi münâfıklar (yayıverirler) neşir ve ifşa eder dururlar, daha gerçek durumun neden ibaret olduğunu anlamadan ilâna yeltenirler. (ve eğer onu) o haberi (Peygamber’e) arzedip de ondan bilgi almış olsalar idi (veya kendilerinden olan) Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer gibi mü’minlerin seçkin üyelerinden olup görüş sahibi bulunan (emir sahiplerine arzetseler) pek isabet etmiş olurlardı, (elbette onlardan) onların içlerinden (bunu) bu haberleri gerçek yönü ile bilip (hükmünü çıkaracak) bilgili (zatlar) tecrübelerine, güzelce mütalâalarına dayanarak lâzım gelen tedbirleri gösterecek, bunun yayılmasının uygun olup olmadığını tayin eyleyecek olan o zatlar (bunu) bu haberi güzelce (bilirlerdi) bunun gizlenmesinin mi, yayılmasının mı münasib olacağını tayin eylerlerdi. (ve eğer) Ey mü’minler!. (Allah Teâlâ’nın lütfu) İslâmiyete kavuşma nimeti (ve rahmeti) Peygamber göndermesi, Kur’an’ı Kerim’i indirmesi (üzerinize) yönelmiş (olmasa idi) böyle bir ilâhî nimete mazhar bulun masaydınız sizden (pek azınız müstesnâ) olarak Cenâb-ı Hak’kın kendilerine lûtfetmiş olduğu sahih bir akıl, bir korunmuşluk sayesinde şeytana tâbi olmazdı, kalan kısmınız ise (elbette şeytana uymuş) onun küfr ve isyana dâir olan telkinlerine uymuş (olurdunuz) artık şükretmelisiniz ki, Cenâb-ı Hak merhamet buyurmuş, size yüce bir Peygamber’i göndermiş, onun vasıtasıyla semavî kitabını sizlere ihsan eylemiş binaenaleyh sizlerin her bakımdan selâmet ve hidâyet yolunu takib etmeniz lâzım değil midir?
§ Rivayete göre Rasûlü Ekrem Hazretleri bazen düşmanlarına karşı birlikler, askerî fırkalar gönderirdi. Münâfıklar ise bunların hareketlerini takibe koyulurlar, bunların hakkında gerçeğe aykırı haberler yayarlardı, İslâm siyasetine aykırı haberler yayıp dururlardı. Bu kötü halleriyle de Rasûlü Ekreme eziyet etmiş olurlardı, İşte bunların bu hallerini beyan, kendilerini irşat ve ikaz için bu âyeti kerime nâzil olmuştur.
84. Artık Allah yolunda savaşta bulun. Sen nefisinden başkası ile mükellef olmazsın. Mü’minleri de teşvik et. Umulur ki, Allah Teâlâ o kâfir olanların saldırısını defeder ve Allah Teâlâ’nın gücü daha şiddetlidir ve tenkilce de daha şedittir.
84. (Artık) Habibim Ya Muhammed!. Aleyhisselâm (Allah yolunda savaşta bulun) ehli küfr ile cihada devam et (sen nefsinden başkası İle mükellef olmazsın) sen yalnız kendi yaptıklarından sorumlusun, başkalarının fiil ve hareketlerinden dolayı mükellef ve mesul değilsin. Binaenaleyh sen yalnız kendi başına olsan da yine savaşa atıl, çünki senin için Cenab’ı Hak, zaferi vaad buyurmuştur. Sen (mü’minleri de) cihada (teşvik et) sen hakikî imân sahiplerini de savaşa teşvikte bulun bu hususta senin üzerine düşen vazife, böyle bir teşvik ve özendirmeden başka değildir, (umulur ki) Evet… Bir ilâhî vaad olduğundan gerçekleşmesi muhakkaktır ki (Allah Teâlâ, o kâfir olanların saldırısını) gücünü, kuvvet ve şiddetini (defeder) size galibiyet nasib buyurur, (ve) Şüphe yok ki (Allah Teâlâ’nın gücü) kuvvet ve satvet! o düşmanlarınızdan (daha şiddetlidir) onun kuvvet ve gücü sonsuzdur (ve) Allah Teâlâ (tenkilce de) kahr etme ve azap etme bakımından da onlardan (daha şiddetlidir) artık Cenâb-ı Hak’ka sığınan onun dinine yardım için Hak Teâlâ’dan yardım ve başarı isteyen mü’minler, o gibi kâfirlerden korkar da cihat sahasına atılmaktan kaçınırlar mı?.
§ Rivayete göre Rasûlü Ekrem, Sallallahu Aleyhi Vesellem Uhud savaşını müteakip, Bedrüssuğra denilen bir yerde zilkade ayına tesadüf eden bir mevsimde Mekkeliler ile tekrar savaşta bulunacağına söz vermişti. O mevsim gelince müslümanların arasından bazı kimseler bu savaştan kaçınmak istemişler. Hz. Peygamber de: Nefsim kudret elinde olan Allah Teâlâ’ya yemin ederim ki, yalnız başıma da olsam bu savaşa çıkacağım diye buyurmuş, yetmiş kadar suvâri kahraman ile Bedrüssuğraya kadar teşrif etmiş, düşmanlar ise korkuya tutularak bu savaş meydanına çıkmadan kaçınmışlardır. İşte bu âyeti kerime, buna işâreti kapsamaktadır. Ali İmran sûresine de bakınız!.
85. Her kim güzel bir şefaatle şefâatte bulunursa onun için de ondan bir nasib olur. Ve her kim kötü bir şefaatle şefâatte bulunursa onun için de ondan bir hisse olur. Ve Allah Teâlâ her şey üzerine hakkıyla şahittir.
85. Bu mübârek âyetler, müslümanları birbirine karşı iyilik ister bir muamelede bulunmaya ve birbirleriyle karşılaşınca güzelce selâmlaşarak aralarındaki muhabbeti, din kardeşliğini göstermeğe yöneltmektedir. Şöyle ki: Müslümanlardan (her kim) bir din kardeşi hakkında (güzel bir şefaatle şefâatte bulunursa) o kardeşinin dünyevî ve uhrevî olan menfaatine ve onun bir zarardan korunmasına dâir sırf Allah rızası için sözle bir yardıma, bir istirhama koşarsa (onun için de) o şefâatte bulunan kimse hakkında da (ondan) o şefaati yüzünden (bir nasib) bir sevab tahakkuk etmiş (olur) bu güzel hareketinin mükâfatını görür, (ve) bilâkis (her kim kötü) gayrı meşru, iyi niyetli olmayan (bir şefâatte şefâatte bulunursa onun) öyle şeriata aykırı şefâatte bulunan kimse (için de ondan) o şefaati sebebiyle (bir hisse) günahtan bir pay tahakkuk etmiş (olur) o gayrı meşru şefaatine eşit bir günaha bir sorumluluk altına girmiş bulunur. (Ve Allah Teâlâ her şey üzerine şahittir*) koruyucudur, şefaatı görmektedir ve o şefaate göre mükâfat ve ceza vermeğe kadirdir. Binaenaleyh herkesin yaptığı şefaati görmektedir ve o şefaate göre mükâfat ve ceza verecektir.
86. Ve bir selâm ile selâm verildiğiniz vakit hemen ondan daha güzeli ile selâmda bulununuz veya onu aynı ile iade ediniz. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ her şeyin hesabını arayandır.
86. (Ve) Ey mü’minler!. Siz güzelce şefaate izinli, ondan dolayı sevaba nâil olduğunuz gibi bir nevi şefaat olan selâm ile de görevli bulunmaktasınız. Binaenaleyh siz bir tahiyye ile yâni (bir selâm ile selâm verildiğiniz vakit hemen ondan) o selâmdan (daha güzeli İle) daha fazla hayır isterlik ifade eden bir tabir ile (selâmda bulununuz) o selâma öyle bir saygı ile karşılık veriniz, (veya onu) o selâmı aynı ile (iade ediniz) tam misli ile karşılıkta bulununuz. Meselâ: Selâmün aleyküm denilmesine karşı “ve aleykümüsselâm” denilmesi aynı ile karşılık vermektir. “Ve aleykümüsselâm ve rahmetullahi ve berekâtühü” denilmesi de daha güzel bir şekilde karşılık vermektir, (şüphe yok ki. Allah Teâlâ) ezelî ve ebedî olarak (her şeyin hesabını arayandır) koruyucu ve kâfidir. Bu selâm vazifesi de bu cümledendir. Artık bunun da lâyık olduğunuz mükâfatını göreceksinizdir. Cenâb-ı Hak bunun mükâfatını vermeğe de inanmışız ki kadirdir, binaenaleyh her hususta güzelce hareketten ayrılmayınız..
§ Tehiyye lâfzı lûgatta dua, övme, mülk mânâsınadır. Çoğulu, Tehâyâ ve tehiyyattır. Meselâ: “Ettehiyyatü lillâhi” denilir ki, mülk Allah Teâlâ’nındır, demektir. Sonra Hayya kellahü, denilir ki, Allah Teâlâ’nnı selâmı senin üzerine olsun demektir. Vaktiyle Araplar birbirlerine rast gelince: Allah Teâlâ seni uzun ömürlü kılsın mânâsına olarak: “heyya kallah” derlerdi. Sonra bu tabir yerine müslümanlar arasında “selâm” tabiri kullanılmıştır, ki bu daha ziyade bir hayr istemeyi içermektedir, muhatab hakkında selâmet ve saadet temennisinden ibarettir, “berhayat ol”, “çok yaşa” gibi tabirler, selâm tabiri kadar hayr isteyici tabir değildir. Çünkü bir insan çok yaşadığı halde hayatından bir zevk alamayabilir, sıhhat ve selâmetten mahrum bir halde bulunmuş olabilir, selâmet ise böyle değildir. Maamafih “selâm” Cenâb-ı Hak’kın mukaddes isimlerinden biridir. “Esselâmü aleyke” tabiri “sen Cenâb-ı Hak’kın koruması ve himayesinde ol” gibi bir mânâyı da içermektedir. Selâm verip almak hususunda riâyet edilecek bazı yönler vardır. Şöyle ki: İki müslüman karşılaşınca birinin diğerine selâm vermesi bir sünnettir. Diğer müslümanın buna karşılık vermesi de bir farzdır veya bir vaciptir. Birkaç zat, birkaç zata tesadüf edince içlerinden birinin selâm vermesi bir sünneti kifayedir, diğerleri tarafından birinin karşılık vermesi de bir farzı kifaye bulunmuş olur. Bu durumda hepsinin birden selâm verip alması icab etmez. Bununla beraber verecek olsalar bu vazife yine ifa edilmiş olur. Selâmda sünnet olan şekil şudur: Yürümekte olanların oturanlara, bineklilerin, yayalara, gençlerin, yaşlılara ve azlığın, çokluğa ilk defa selâm vermesidir. Hutbe iradeden, Kur’an’ı Kerim’i açıktan okuyan, hadisi şerifi rivayet eyleyen, İlim öğreten, namaz ile ve ezan ve ikamet ile meşgul olan zatlara selâm verilmez. Tâki yaptıkları işler kesintiye uğramasın. Abdest bozmak üzere buluman, eğlenceler ile, şarkı ve türkü söylemek ile meşgul bulunan, hamamda çıplak duran kimselere de selâm verilmez. Çünkü onların bu vaziyetleri selâma aykırıdır. Bir insan, kendi eşine ve diğer mahremi olan kadınlara selâm verir, ecnebilere selâm vermez. Selâm verirken rukû’a gider gibi eğilmek de câiz değildir.
87. Allah Teâlâ ki, ondan başka mabut yoktur, elbette o sizi kıyamet gününe toplayacaktır onda şüphe yok. Ve Allah Teâlâ’dan daha doğru sözlü kim vardır?
87. Bu mübârek âyetler, Allah’ın birliğini isbat, mü’minleri uyarmaktadır, münafıkların da çirkin karakterlerini bildirerek onlara karşı müslümanların birleşik bir cephe almalarına şöylece işâret buyurmaktadır. (Allah Teâlâ ki) O yüce Yaratıcı ki birdir (ondan başka mabut) ibadete lâyık bir fert (yoktur) onun birliği, mâbud olduğu binlerce deliller ile sabittir, (elbette) tek olan yüce zatına yemin olsun ki, (O) Yüce Yaratıcı (sizî) ey bütün insanlar sizi (kıyamet gününe) bütün ölülerin kabirlerinden kalkacakları günde (toplayacaktır.) Orada hesaba çekileceksiniz. (onda) O günde, o gündeki bu kabirden kalkmada (şüphe yok) dur. Çünki bunu Cenab’ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de kesin bir şekilde beyan buyuryuor, artık bunun zıddı düşünülebilir mi? (Ve Allah Teâlâ’dan daha doğru sözlü) Allah’ın Yüce zatından daha doğru sözlü (kim vardır?) elbette ondan daha doğru sözlü bir zat yoktur. O halde onun bütün ilâhî beyanlarını tasdik etmek bütün akıl sahiplerine yönelik bir vazifedir.
88. Size ne oluyor ki, münâfıklar hakkında iki fırka bulunuyorsunuz? Allah Teâlâ onları kazandıkları şey sebebiyle tersine döndürmüştür. Hak Teâlâ’nın saptırdığını doğru yola getirmek mi istiyorsunuz? Ve her kimi ki, Allah Teâlâ saptırırsa artık sen onun için bir yol bulamazsın.
88. Ey müslümanlar!, (size ne oluyor ki) içinizden bir kısmınız hakikatı görüp anlamıyor?, (münâfıklar hakkında) Onların durum ve davranışları hakkında (iki gruba ayrılmış bulunuyorsunuz?) onların kâfirlikleri konusunda ittifak edemiyorsunuz, ayrılığı düşüyorsunuz, içinizden bazıları onların mü’min oldukları kanaatinde bulunuyor. Halbuki, (Allah Teâlâ onları) o münâfıkları (kazandıkları şey sebebiyle) tercih eyledikleri küfür ve isyan yüzünden, dinden dönmelerinden ve müşriklere katılmalarından dolayı (tersine döndürmüştür) onları ateşe sevketmiştir veya onları arkası arkasına döndürerek kâfirler hükmüne reddeylemiştir. (Hak Teâlâ’nın saptırdığını) dalâlete düşürdüğünü (doğru yola getirmek mi istiyorsunuz) siz onları hidâyete kavuşmuş kimselerden mi sayıp duruyorsunuz?. (ve her kimi ki. Allah Teâlâ saptırırsa) onu hidâyet yolundan uzak düşürürse (Artık sen onun için bir yol) onu hidâyete kavuşturacak bir yol (bulamazsın) onlar kendi yaratılışlarını, tercihlerini kötüye kullanarak küfür ve isyan yolunu tuttukları için Cenâb-ı Hak, hikmet gereği onların kâfirliğine, sapıklığına hükmetmiştir. Artık onları kimse kurtaramaz. Onların haklarındaki yanlış bir hüsnüzannın ne kıymeti olabilir.
§ Rivayete göre Medine’i Münevvere dışında bir takım kimseler var idi ki, onlar müslümanlara karşı İslâmlık iddiasında bulunuyorlardı. Halbuki, fikren müşrikler ile beraber olup fırsat düşünce müslümanların aleyhinde bulunmak isterlerdi. Müslümanların kanaatler! ise bunların hakkında başka başka idi. Bir kısmı bunları ciddî müslüman zannediyordu, bir kısmı da bunların münâfık olduklarını anlamış bulunuyordu, İşte bunların bu münâfıkca durumlarını bildirmek için bu âyeti kerime nâzil olmuştur. Daha başka rivayetlerde vardır.
89. Arzu etmişlerdir ki, kendilerinin kâfir oldukları gibi siz de kâfir olup onlar ile eşit bulunasınız. O halde onlar Allah yolunda hicret edinceye kadar onlardan dostlar edinmeyiniz. Eğer yüz çevirirlerse artık onları her nerede bulursanız tutunuz ve ö ldürünüz. Ve onlardan ne bir dost, ne bir yardımcı edinmeyiniz.
89. Bu mübârek âyetler, kâfirlerin müslümanlar hakkındaki kötü maksatlarını ve onların dost tutulmaya lâyık olmadıklarını bildiriyor, İslâm varlığını korumak ve savunmak için şarttan mevcut olunca onlara karşı cihadda bulunulmasını emrediyor ve onlardan kimlere karşı savaşta bulunulmamasını tayin ederek bu husustaki pek yüksek dinî siyaseti şöylece göstermiş bulunuyor. O münâfıklar (Arzu etmişlerdir ki) temennide bulunmuşlardır ki, (kendilerinin kâfir oldukları gibi siz de kâfir) olasınız, ve temennide bulunmuşlardır ki, siz de kâfir (olup onlar ile) küfürde (eşit bulunasınız) artık ey mü’minler!. Onların bu kötü maksatlarını anlayınız, (o halde onlar Allah yolunda) sizin gibi sahih, imanlarını kuvvetlendiren bir hicret ile (hicret edinceye kadar onlardan dost edinmeyiniz) onlar imân ettiklerini açıklasalar da yapmacıktır, ona ehemmiyet vermeyiniz. (Eğer yüz çevirirlerse) Allah’ın birliğine imândan kaçınır, öyle münâfıkça bir hâl üzere durmak isterlerse (artık) cezayı hak etmişlerdir, (onları her nerede) gerek harem bölgesi dışında ve gerek içinde (bulursanız tutunuz) esir alınız, (ve ö ldürünüz) haklarında diğer kâfirlere yaptığınız muameleyi yapınız (ve onlardan ne bir dost) bir yaran, bir ahbap (ne de) onlardan sizin için düşmanlarınız üzerine (bir yardımcı edinmeyiniz.) Bilakis onlardan tamamen uzak durunuz.
90. O kimseler müstesnâ ki, onlar sizin aranızla kendi aralarında bir anlaşma bulunan bir kavme iltica etmiş veyahut sizinle savaşta bulunmaktan veya kendi kavimleriyle harb etmekten göğüsleri darlaşmış oldukları halde size gelmiş olurlar. Ve eğer Allah Teâlâ dilemiş olsa idi elbette onları size musallat ederdi ve sizi katlediverirlerdi. İmdi onlar sizden bir tarafa çekilirler de sizinle savaşta bulunmazlarsa ve barışı size bırakırlarsa artık Allah Teâlâ sizin için onların aleyhine bir yol vermemiştir.
90. Bu esir almak, ö ldürmek hükmünden (O kimseler müstesnâ ki, onlar) dan bir taife (sizin aranızla kendi aralarında bir anlaşma bulunan bir kavme iltica etmiş) olurlar. Bu mültecilere artık dokunulmaz. Çünki o hususa dâir bir siyasî sözleşme bulunmuş olur. Nitekim Rasûlü Ekrem Hazretleri Beni Eslem kabilesiyle böyle bir sözleşmede bulunmuş, onların temsilcisi olan Hilal bini Üveymir’e karşı: Birbirinin ne lehine ve ne de aleyhine yardımda bulunmayacaklarına ve Hilâle gidip iltica edenlerin de Hilal gibi saldırıdan korunmuş bulunacaklarına söz vermiştir. (Veyahut sizinle savaşta bulunmaktan) kendi kavimleriyle beraber size karşı savaşa atılmaktan (veya kendi kavimleri ile muharebe etmekten) sizinle beraber olup onlara karşı cenk eylemekten (göğüsleri darlaşmış) kalpleri sıkılmış (oldukları halde size gelmiş olurlar) ne sizin aleyhinize ve ne de lehinize savaşta bulunacak bir durumda bulunmazlar. İşte bu grup da müstesnadır. Bunları esir almaya, ö ldürmeğe lüzum yoktur. Nitekim Beni Müdlic kabilesi bu cümledendir. Bunlar Rasûlü Ekrem Efendimize gelip böyle bir savaştan uzak olduklarını arzetmişlerdi. (Ve eğer Allah Teâlâ) Sizin üzerinize bunları musallat kılmayı (dilemiş olsa idi elbette onları size musallat ederdi) kalplerini kuvvetlendirir, onları sizin üzerinize saldırırdı, (da sizi katlediverirlerdi) Fakat Cenâb-ı Hak, bunu dilemedi, onları öyle perişan bir vaziyete soktu. (İmdi onlar sizden bir tarafa çekilirlerde) size taarruz etmez (sizinle savaşta bulunmazlarsa) ve barışı teslim olup boyun eğerlerse, sulh ve barışı (size bırakırlarsa) size itaat ederek teslimiyette bulunurlarsa (artık Allah Teâlâ sizin için onların aleyhine) esir almak, ö ldürmek gibi bir şekilde (bir yol vermemiştir) bir müsaade yolu tayin buyurmamıştır. Binaenaleyh onların şu teslimiyetlerine, şu âciz durumlarına bakarak kendilerine saldırmaya meydan vermeyiniz. Müslümanlıkta anlaşma yapanlar ve mülteciler hakkında böyle şereflice muamelede bulunmak bir siyasî fazilet icabıdır.
. 91. Başka bir tâife de bulacaksınız ki, onlar hem sizden emin olmayı ve hem de kavimlerinden emin bulunmayı dilerler. Fitneye her sevk edildikleri zaman da onun içine baş aşağı atılırlar. Artık onlar sizden çekinmezlerse ve barışı size bırakmazlarsa ve ellerini çekmezlerse onları her nerede ele geçirirseniz tutunuz ve ö ldürünüz işte sizin için onların aleyhine apaçık bir emir verdik.
91. Bu âyeti kerime, hilekâr, fitneleri körükleyen, İslâm varlığına saldıran bir kısım münafıklara karşı ehli İslâm’ın sâhip olduğu selahiyeti şöylece bildirmektedir. Şüphesiz yakında münâfıklardan (başka bir tâife de bulacaksınız ki, onlar) sizin yanınızda yalan yere imân ettiklerini açıklayarak (hem sizden emin olmayı ve hem de) kavimleri arasına dönünce küfürlerini açığa vurarak (kavimlerinden emin bulunmayı dilerler) böyle münâfıkca hareketlerde bulunurlar. Bu münâfıklar (Fitneye) küfre (her sevk edildikleri zaman da) çirkin bir kalp ile (onun) o fitnenin (içine baş aşağı) ters dönmüş bir şekilde, tepe taklak (atılırlar) böyle kâfirce bir hareketten çekinmezler. (Artık onlar) Sizinle savaşmayı terk ile (sizden çekinmezlerse ve barışı) sulh ve barışı (size bırakmazlarsa ve) onlar fırsat buldukça sizinle savaştan (ellerini çekmezlerse onları her nerede) bulursanız (ele geçîrirseniz tutunuz) esir alınız (ve ö ldürünüz) Ey İslâm mücahitleri!. (işte sizin için onların aleyhine apaçık bir emir verdik) onların müslümanlara karşı düşmanlıkları açık, küfürleri meydanda olması bulunduğu sebebiyle onlara taarruz için, onları ö ldürmeniz ve esir almanız için sizlere apaçık bir delil bir müsaade verdik. Artık icabına göre hareket ediniz.
§ Rivâyete göre bu tâifeden maksat, Benû Esat ile Gatfan kabileleridir. Bunlar Medine’i Münevvereye geldikçe müslüman olduklarını söyler söz alma ve emniyet isteğinde bulunurlardı. Kendi kabilelerine dönünce de küfürlerim açıklar, onlardan emin olmak için müslümanlar aleyhinde söylenir dururlardı. İşte bu âyeti kerime bu gibi münafıkların hallerini bildirmektedir. Diğer bir rivayete göre de bu tâifeden maksat, Abdüddar oğulları idi.
92. Bir mü’min için lâyık değildir ki, bir mü’mini ö ldürüversin, meğerki yanlışlıkla olsun. Ve kim bir mü’mini yanlışlıkla ö ldürürse bir mü’min köle azad etmesi ve ö ldürülenin vârislerine teslim edilecek bir diyet vermesi lâzım gelir. Meğerki tasadduk etsinler. Eğer ö ldürülen mü’min olduğu halde size düşman olan bir kavimden ise o halde bir mü’min köle azad edilmesi icab eder. Ve eğer ö ldürülen, sizin ile aralarında bir sözleşme bulunan bir kavimden ise o zaman varislerine teslim olunmuş bir diyet ile bir mü’min köle azad edilmesi lâzım olur. Fakat her kim köleyi bulamazsa Allah Teâlâ tarafından bir tövbe olmak üzere ardarda iki ay oruç tutması lâzım gelir. Ve Allah Teâlâ alîmdir, hakimdir.
92. Bu âyeti kerime, bir mü’mini haksız yere kasden ö ldürmenin gayrimeşru, İslâmiyetin şanına lâyık olmadığını, hata yoluyla olan ö ldürmelerden dolayı da kâtile yönelik olan tazminat ve diğer şeyleri şöylece beyan etmektedir. (Bir mü’min için) doğru ve hâline (lâyık değildir ki, bir mü’mînî) kasden haksız yere (ö ldürüversîn) bu büyük bir cinâyettir, (meğer ki yanlışlıkla olsun) Bir hatâ neticesi olarak böyle bir ö ldürme olayı meydana gelsin. Bundan tamamen kaçınmak insanların gücü üstündedir. Meselâ: Olabilir ki ava atılan bir kurşun yanlışlıkla bir şahsa tesadüf ederek ölümüne sebebiyet verir. Veya bir müslüman savaş esnâsında düşmana karşı hücum ederken onların arasında bulunan bir müslümanı düşman zannederek ö ldürür. O halde bunlar bir müslümanı kasden ö ldürmek gibi bir cezâyı gerektirmez. Belki bunun icab edeceği şey başkadır, şöylece beyan olunuyor. (Ve kim bir mümini yanlışlıkla) kasıtlı olmayıp bir hatâ neticesi olarak (ö ldürürse) meselâ: Bir ağaca veya bir ava attığı bir kurşun, bir mü’mine isâbet ederek onu ö ldürürse bunun gereği (bir mü’min rakabe) yâni köle veya câriye isterse çocuk olsun (azad etmesi) dir, onu hürriyete kavuşturmasıdır. O yaptığı ö ldürmeğe karşılık esâret ve kölelik münasebetiyle ölmüş sayılan bir mü’mini hürriyete kavuşturmak suretiyle mânen dirilterek bir nevi kaybedileni telâfi etmeye çalışmış olur (ve) bununla beraber (ö ldürülenin varislerine teslim edilecek) belirli miktarda ö ldürenin (bir diyet vermesi lâzım gelir) ki, onlar bunu ö ldürülenin diğer malları gibi arlarında taksim ederler. Bununla onlar bir nevi razı edimiş ve kendilerine yardım edilmiş olur. (Meğer ki) varisler bu diyeti almayıp kâtile (tasadduk etsinler) bu diyeti affedip bunu almamak cömertliğini göstersinler. Çünki kâtil haddızatında onlara karşı bir düşmanlıkta, kasden bir zarârda bulunmuş değildir. (Eğer ö ldürülen, mü’min olduğu halde size düşman olan bir kavimden ise o halde) onu bilmeksizin ö ldürmüş olan kâtil tarafından yalnız (bir mü’min köle azad edilmesi icabeder) diyet lâzım gelmez. Çünki bu takdirde o mü’min ile onun savaşan akrabası arasında varislik geçerli değildir ki, onun diyetine verâset yoluyla hak kazanmış olsunlar (Ve eğer ö ldürülen) mü’min olsun olmasın (sizin ile aralarında bir sözleşme bulunan bir kavimden ise o zaman) kâtil tarafından o ö ldürülenin (vârislerine teslim olunmuş bir diyet He bir mü’min köle) bir köle veya câriye (azâd edilmesi lâzım olur) bu diyeti çabucak vermelidir, aradaki anlaşmayı bozma ihtimaline meydan vermemelidir. (Fakat her kim) Azad edeceği bir köleyi (bulamazsa) buna sâhip olmadığı gibi bunu satın almaya da serveti müsait bulunmadığı takdirde onun (Allah Teâlâ tarafından) meşru kılınmış, kabul buyrulmuş (bir tövbe olmak üzere ardarda) aralıksız (İki ay oruç tutması lâzım gelir) kâtil, kadın ise hayz ve nifas halleri müstesnadır, bunların omça ara vermesi kefâretin sıhhatine mâni olmaz. (Ve Allah Teâlâ alîmdir) Her şeyi bilir, bu ö ldürme olayı ve oruç tutulması da o cümledendir ve Hak Teâlâ (hakimdir) bütün şer’î hükümleri bir hikmet ve faydaya dayanmaktadır. Bu ö ldürme olayları hakkındaki bu ilâhî hükmü de hikmetin kendisidir.
§ Rakaba, lûgatta boyun demektir. Birşeye parçalarının en şereflisinin ismini vermek kabilinden olarak insana da rakaba denilmektedir. Nasıl ki yüz, baş denilerek bununla şahıs kasdolunur. Bununla beraber rakaba ile köle ve câriye kasdedilmiştir ki, erkek, dişi, büyük, küçük, ve mü’min, mü’min olmayan kölelere, câriyelere rakabe denilmiştir.
§ Diyet kelimesi için Bakare sûresindeki (178 inci) âyeti kerimenin tefsirine bakınız.
§ Rivayete göre eshabı kiramdan olan Hüzeyfe, Uhud savaşında Rasûlüllah ile beraber bulunuyordu, babası olan “Yamani” ise gayrı müslimler arasında bulunduğu için gayrı müslim sanılarak İslâm mücahitler! tarafından ö ldürülmüştü. Halbuki, Yamanide İslâmiyet’i kabul etmişti. Hattâ Hz. Hüzeyfe bu benim babamdır demiş ise de bunun farkında olamamışlar. Onun müslümanlığı daha sonra anlaşılınca pişmanlık duyulmuş Hz. Hüzeyfe ise: Din kardeşlerine karşı Allah Teâlâ sizi bağışlar, o merhametlilerin en merhametlisidir, diye teselli etmiş Rasûlü Ekrem Efendimiz bunu haber alınca Hz. Hüzeyfe’nin mevkii Rasûlullah’ın katında daha yükselmiştir, bu hadiseyi müteakib de bu âyeti kerime inmiştir. Bununla beraber daha başka nüzul sebepleri de rivayet edilmiştir.
93. Ve her kim bir mü’mini kasden ö ldürürse onun cezası içinde uzun süre kalmak üzere cehennemdir. Ve Allah Teâlâ onun üzerine gazab etmiş ve ona lânette bulunmuş ve onun için pek büyük bir azab hazırlamıştır.
93. Bu âyeti kerime herhangi bir mü’mini haksız yere kasden ö ldürmenin ne büyük bir cinâyet olup ne büyük cezaya sebep olacağını ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve her kim bir mü’min!) kılıç, kama, tüfenk, büyük taş parçası gibi ö ldürücü bir şey ile (kasden) ölümünü isteyerek (ö ldürürse) böyle pek büyük bir cinayeti kasden işlerse (onun cezası) bu cinâyetinden dolayı âhirette hak etmiş olduğu ceza, (içinde uzun süre kalmak) birçok zaman içinden çıkmamak üzere (cehennemdir) o haddızatında böyle bir cezaya lâyıktır, (ve Allah Teâlâ onun) o katilin (üzerine gazab etmiş) ondan intikam almak istemiştir. (Ve ona) bu cinâyetinden dolayı (lânette bulunmuş) onu rahmetinden uzaklaştırmıştır, (ve onun için) cehennemde (pek büyük bir azab hazırlamıştır) ki, onun derecesini biz insanlar takdirden âciz bulunmaktayız. Çünkü bir mü’mini öyle haksız yere kasden ö ldürmek pek büyük bir günahtır, bir cinâyetdir. Nitekim bir hadisi şerifte: Nefsim kudret elinde olan Cenâb-ı Hak’ka yemin ederim ki, dünyanın yok olması, Allah katında bir mü’minin ö ldürülmesinden daha hafiftir. Böyle bir katil hakkındaki dünyevî hüküm, ceza, kısastır. Nitekim Bakara sûresinde beyan olunmuştur. Uhrevî hüküm ceza da onun cehennemde uzun bir müddet kalmasıdır. Evet… Mü’minlerden âsi olanlar, her ne kadar isyanları sebebiyle cehennemde uzun müddet azap çekseler de sonunda oradan çıkarılacaklardır. İmanlarının ebedî mükâfatını göreceklerdir. Bu hususa dâir birçok şer’î delil vardır. Cehennemde ebedî kalmak ise kâfirlere aittir. Bununla beraber bir mü’mini haksız yere ö ldüren kimse, bu ö ldürmeyi doğru görür bu husustaki İlâhî hükmü hafife alırsa dinden dönmüş olacağı için bundan tövbe edip Allah’tan af dilemeden ö ldüğü takdirde onun da cehennemde ebedî olarak azap çekeceği şüphesizdir. Tefsircilerin icmâına göre bu âyeti kerime, bir mü’mini ö ldüren bir kâfir hakkında nâzil olmuştur. Bununla birlikte hükmü umumidir.
§ Rivayete göre Mikyes ile Hişâm adında iki şahıs müslüman olmuşlardı. Daha sonra Mikyes kardeşi Hişam’ı Beni Neccar kabilesi arasında ö ldürülmüş olarak buldu, keyfiyeti Rasûlü Ekrem’e arzetti. Peygamber efendimizde Beni Fihrden Zübeyir adındaki bir zatı Beni Neccar’a gönderdi o zat Hz. Peygamber’in tenbihi üzerine Beni Neccar’a giderek: Eğer katili biliyorsanız Mikyes’e teslim ediniz, kısasta bulunsun, bilmiyor iseniz Hişam’ın diyetini kardeşi Mikyes’e veriniz” dedi. Beni Neccar da katili bilmiyoruz diyerek Hişam’ın diyeti olmak üzere Mikyes’e yüz deve teslim ettiler. Mikyes daha sonra şeytana uyarak: “ben ne diye kardeşimin diyetini aldım, onun yerine bir kişiyi ö ldüreyim de intikam alayım” diyerek yanındaki Zübeyr’in gafletinden istifâde ederek bir taş ile başını parçalamış, dinden dönerek Mekke’ye geri gitmişti. İşte bu âyeti kerime bunun hakkında nâzil olmuştur. Rasûlü Ekrem efendimiz, Mekke’i Mükerreme’yi fethedince bu mürteddi Kâbe’nin örtüsüne yapıştığı halde yine ö ldürmüş kendisine emân vermemiştir.
94. Ey imân edenler! Allah Teâlâ’nın yolunda yürüdüğünüz zaman dikkatli bulununuz ve size selâm veren kimseye, dünya hayatının geçici faydasını arayarak, sen mü’min değilsin, demeyiniz. Allah Teâlâ’nın indinde çok ganimetler vardır. Siz de evvelce öyle idiniz de Allah Teâlâ size lütfetti. Artık işi güzelce belli olmasına bakınız. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ sizin yaptığınıza hakkıyla haberdar bulunmaktadır.
94. Bu âyeti kerime her işte acele etmeksizin hareket edilerek hakikatların güzelce ortaya çıkmasına dikkat edilmesini emretmektedir. Geçici menfaatler uğrunda gayrı meşru tecâvüzlere yol verilmemesini ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: (ey imân edenler) Ey İslâm mücahitler!!. (Allah Teâlâ’nın yolunda yürüdüğünüz) cihat için sefere çıktığınız (zaman dikkatli bulununuz) karşılaşacağınız işlerin ortaya çıkıp belli olmasını araştırınız, düşünmeksizin acele etmeyiniz (ve size) müslümanlar arasında uygulandığı şekilde (selâm veren kimseye) düşünmeksizin sırf (dünya hayatının geçici faydasını arayarak) o selâm verenin malını bir ganimet malı telâkki ederek kendisine (sen mü’min değilsin) kendini kurtarmak için böyle müslüman olduğunu açıklıyorsun (demeyiniz) belki onun açıkladığı imânı, İslâmiyeti kabul ediniz, onun hakkında bu açıkladığı imân gereğince muamelede bulununuz. Çünki (Allah Teâlâ’nın katında çok ganimetler vardır) sizleri zenginleştirmeye fazlasıyla yeterlidir o selâm verenin malına kavuşmak için hayatına kasteylemeyiniz. Düşününüz ki, (siz de evvelce öyle idiniz) İslâmiyet’ ilk kabulunuz zamanında yalnız kelime’i şahadeti okumakla canınızı, malınızı kurtarmıştınız, sözünüzün özünüze uygun olup olmadığını araştırılmamıştı. (da Allah Teâlâ size lütfetti) sizin o şekilde imanınızı kabul etti, onunla sizin karımızı, canınızı korudu, siz de imân ile şöhret buldunuz, din yolunda dosdoğru harekete kavuştunuz. (artık işin güzelce belli olmasına bakınız) size selâm vererek İslâmiyet’ini arzedenlerin hallerini güzelce nazar-ı dikkate alınız, onların aleyhinde acelece harekette bulunmayınız. (şüphe yok ki. Allah Teâlâ sizin yaptığınıza) açık ve gizli amellerinize (hakkiyle haberdar bulunmaktadır) ona göre mükâfat ve ceza verecektir. Binaenaleyh hareketlerinizde zaaf göstermeyiniz, ihtiyattan ayrılmayınız, çabucak yok olan dünya varlığı için, müslüman olduğunu açıklayan kimselere saldırmayınız, daima uyanık bulununuz.
§ Rivayete göre Rasûlü Ekrem, Sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz, Fedek ahalisi üzerine bir birlik göndermişti. Sahabeden “Üsame bini Zeyid” de bu birlikte bulunuyordu. Fedek ahalisi kaçmış, içlerinde bulunan “Mirdâs” ise vaktiyle müslüman olup İslâmiyet’ini gizlemekte bulunmuştu.. Böyle İslâm birliğini görünce, müslüman oluşuna güvenerek İslâm erlerini karşıladı, kendilerine selâm verdi, Kelime’i Tevhid’i okudu. Üsame ise Mirdas’ın bu hareketini gayrı samimî sanarak onu ö ldürdü, bir tepede bulunan koyunlarını alıp getirdi. Daha sonra Peygamber Efendimiz bu hâdiseden haberdar olunca: Neden Kelime’i Tevhid’i okuyan bir kimseyi malına tamah ederek ö ldürdünüz, kalbini teftiş etmeli değilmiydiniz? diye tekdirde bulundu. İşte bu âyeti kerimenin inmesine bu gibi birkaç olay sebep olmuştur.
95. Mü’minlerden özür sahibi olmaksızın oturanlar ve Allah Teâlâ’nın yolunda mallarıyla, canlarıyla cihatta bulunanlar eşit olmazlar. Allah Teâlâ malları ile ve canları ile cihada atılanları oturanlar üzerine derece itibariyle üstün kılmıştır. Ve Allah Teâlâ hepsine de cenneti vadetmiştir. Ve Allah Teâlâ mücahit olanları, oturanlar üzerine pek büyük bir mükâfat ile tercih kılmıştır..
95. Bu mübârek âyetler, Allah Teâlâ yolunda cihat edenlerin yüksek mevkilerini, müslümanların muhtelif tabakalarını göstermektedir. Şöyle ki: (Mü’minlerden) körlük gibi, hastalık gibi, kötürüm olmak gibi (özür sahibi olmaksızın) cihattan geri kalıp (oturanlar) savaşa katılmamış olanlar (ve Allah Teâlâ’nın yolunda) cihat uğrunda (mallariyle ve canlan ile cihad edenler) savaşa atılmış bulunanlar, İslâm varlığını savunmaya çalışanlar (eşit olmazlar) elbette mücahitlerin mevkii daha yüksektir. Çünki (Allah Teâlâ mallariyle ve canlariyle cihada atılanlan) cihaddan geri kalıp (oturanlar üzerine derece) fazilet ve mükâfat (itibariyle üstün) tercih ve takdim (kılmıştır) mücahitlerin dereceleri daha yüksektir. (ve Allah Teâlâ hepsine de) mücahitlere de, bir özürden dolayı oturanlara da (hüsnâyı) cenneti (vaad buyurmuştur) özür sâhipleri de mâzeretlerinden ve iyi niyetlerinden dolayı cennete, mükâfata adaydırlar. (ve) maamafih (Allah Teâlâ mücahit olanları) özürsüz yere veya özürlerinden dolayı cihada katılamayıp (oturanlar üzerine pek büyük bir mükâfat ile tercih) tafdil ve takdim (kılmıştır) Gerçek şu ki: Mazereti olanlar da iyi niyetlerinden dolayı mükâfata nâil olacaklardır. Cihada fiilen katılanlar ise hem güzel niyetleri sebebiyle mükâfata nâil olacakları gibi bu önemli vazifeyi fiilen yerine getirmiş olduklarından dolayı da ayrıca mükâfatı hak etmişlerdir. Özürsüz olarak cihattan geri duranlar ise bu mükâfat bakımından daha ziyade eşitlikten mahrumdurlar.
96. Allah tarafından verilmiş derecelerdir ve bağış ve rahmettir. Ve Allah Teâlâ gafurdur, râhimdir.
96. Mü’minlere va’dedilmiş olan bu sevaplar (Allah katından derecelerdir) yüksek makamlardır, birbirinin üstünde ikramlarda, lûtuflardır. (ve bağış ve rahmettir) bunları kullarına ihsan buyuracaktır, (ve Allah Teâlâ gafurdur) kullarını çok yarlıgayıcıdır ve (râhimdir) kendisine ibadet ve itaatte bulunanları çok esirgeyicidir. Onun merhamet ve şefkati bütün mü’min kulları hakkında devamlı olarak tecelli edip duracaktır.
§ Rivayete göre sahabe’i kiramdan âmâ bulunan “İbni Ümmi Mektum” mücahitler ile cihada katılmayanların dereceleri Allah katında eşit olamıyacağını anlayınca üzülmüş, kendisi özüründen dolayı cihada iştirâk edemediği için cihat sevabından büsbütün mahrum kalacağını sanmıştı. Bunun üzerine özürlü olanların müstesnâ olduğu bu mübârek âyetler ile beyan olunarak öyle özürlü olanların da niyetlerine göre sevaba nâil olacakları kendilerine müjdelenmiştir.
97. Muhakkak o kimseler ki, nefislerine zulmeder oldukları halde canlarını melekler alacaklardır, ne işte idiniz diyeceklerdir. Biz yeryüzünde zayıf sayılır kimseler idik derler. Melekler de Allah’ın yeryüzü geniş değil mi idi ki, orada hicret edeydiniz, deyiverirler. İşte onların varacakları yer cehennemdir. Ne fena uğranacak yer?
97. Bu mübârek âyetler, mazeretsiz olarak hicrette bulunmamış olanların kötü sonunu ve birer mazeret sebebiyle hicret edememiş olanların da Allah’ın affına kavuşacaklarını şöylece bildirmektedir. (Muhakkak o kimseler ki) hicreti terkettiler, şirk yurdunda kalarak kâfirlere uymak suretiyle (nefislerine zulmeder oldukları halde canlarını melekler) ölüm meleği ile arkadaşları (alacaklardır) o zaman melekler o kimselere (ne işte idiniz) dinî işlerinizs ait hangi şeyle meşgul bulunuyordunuz (diyeceklerdir) onları böylece kınayacaklardır. O kimseler de özür dileme makamında olarak (Biz yeryüzünde) Mekke yurdunda (zayıf sayılır) dinimizin icaplarını yerine getirmekten, dinini yüceltmek için hizmetden âciz bulunan (kimseler idik derler) boş mazeretler ileri sürerler, (melekler de) onların bu özür dilemelerini geçersiz kılmak ve kendilerini susturmak için (Allah’ın yeryüzü geniş değil mi İdî?, ki, orada) yeryüzünde müsait bir yere (hicret edeydiniz) o kâfirlerin arasından ayrılsa idiniz (deyiverirler) nitekim birçok müslümanlar, Mekke’den Medine’i Münevvereye ve Habeşistan’a hicret etmişlerdir. (İşte onların) o hicreti, özürsüz olduğu halde terkedenlerin âhirette (varacakları yer cehennemdir) onlar üzerlerine düşen bu hicret farizesini terkile kâfirlere müsait alan. bıraktıkları için böyle bir azabı hak etmişlerdir, (ne fena uğranacak yer!.) onların gidecekleri cehennem, en kadar elem verici bir azap yurdu.
§ Bu nefislerine zulmedenlerden maksat, bir rivâyete göre küfür yurdunda kalıp bir engel bulunmadığı halde İslâm yurduna hicret etmeyen müslümanlardır. Bunlar altı kimse imiş, Bedir savaşında kâfirler arasında ö ldürülmüşlerdir. Diğer bir rivayete göre de bunlar, müslümanlara karşı imân ettiklerini gösterdikleri halde kendi kavimleri arasında onlara karşı kâfir olduklarını açıklayan, Medine’i Münevvere’ye hicret etmeyen münafıklardır.
98. Ancak erkeklerden ve kadınlardan ve çocuklardan zayıf sayılıp da hiçbir çareye güçleri yetmeyenler ve hiçbir doğru yol bulama yanlar müstesnâ.
98. Bu hicret, farizesinden müstesnâ olanlar vardır. Şöyle ki, bundan (ancak erkeklerden ve kadınlardan ve çocuklardan) ergenlik çağına yaklaşmış olanlardan veya köle bulunanlardan (zayıf sayılı? da) yani aslında zayıf, âciz başkalarının etkisi altında güçsüz bulunup da (hiçbir çareye) hicret için hiçbir kuvvete ve nafakaya (güçleri yetmeyenler) böylece takatsiz olan (ve hiçbir doğru yol bulamayanlar) hicret için elverişli bir yol bilemeyip bir rehber bulamayanlar bu hicret farizesinden (müstesnâ) bulunmuşlardır. Çünki hiçbir kimse gücünün üstünde birşey ile mükellef olmaz.
99. İşte onları umulur ki, Allah Teâlâ af buyurur. Ve Allah Teâlâ affedici, mağfiret buyurucudur.
99. (İşte onları) öyle zayıf, her türlü çareden mahrum olan müslümanları (umulur ki. Allah Teâlâ af buyurur) onları bu hicret etmemiş olduklarından dolayı sorumlu tutmaz. (Ve Allah Teâlâ af edicidir) Onları da af buyurur ve Cenab’ı Hak, (mağfiret buyurucudur.) onların haklarında da ilâhî mağfireti tecelli eder bunu isteyip durmalıdır.
§ Bu mübârek âyetler, Rasûlü Ekrem’in Medine’i Münevvere’ye hicretlerinden sonra Mekke’i Mükerreme müşrikleri arasında kalan ve vaktiyle müslüman olduklarını açıklamış bulunan kimseler hakkında nâzil olmuştur. Çünki Mekke’i Mükerreme’nin fethinden evvel, hicret dinî bir farize bulunuyordu. Bunu mazeretsiz terketmek câiz bulunmuyordu. Mekke’i Mükerreme’nin fethinden sonra ise bu farize hakkında dinî hüküm nesh edilmiştir. Çünkü Mekke’i Mükerreme fethedilince insanlar takım takım İslâmiyet’i kabul etmiş, ashabı kiram etrafa yayılarak müslümanlara dinî vazifelerini öğretmiş ve telkinde bulunmuş, İslâm’ın yüceliği ve hâkimiyeti pek kuvvetlenmiş idi. Artık müslümanları saptıracak kimseler azalmıştı. Bununla beraber bir müslüman için bulunduğu yerde dinî vazifelerini yerine getirmeye imkân bulunmadığı takdirde oradan hicret etmek yine bir dinî vazifedir.
100. Ve her kim Allah Teâlâ yolunda hicret ederse yeryüzünde birçok hayırlı barınacak yer ve genişlik bulur. Ve her kim hanesinden Allah Teâlâ’ya ve resûlüne muhacir olarak çıkarsa, sonra da kendisine ölüm yetişirse muhakkak onun mükâfatını vermek Cenab’ı Hak’ka aittir. Ve Allah Teâlâ çok bağışlayıcı, pek esirgeyicidir.
100. Bu mübârek âyetler, hicret etmeye teşviki ve yolculuk halindeki dinî kolaylıkları göstermektedir. Şöyle ki: (Ve her kim Allah Teâlâ yolunda) cihat uğrunda, İslâm dinine hizmet hususunda (hicrette bulunursa) yurdunu bırakıp başka münasip bir yere giderse (yeryüzünde) yolculukta bulunacağı sahalarda (birçok hayırlı barınacak yer) düşmanlarının zilletine sebep olacak faideli yer (ve) geçimi hususunda (genişlik bulur) Cenâb-ı Hak ona genişlik gösterir, onu bol bol rızıklandırır, (ve her kim) hanesinden, yurdundan (Allah Teâlâ’ya ve Resûlüne) onların rızalarını kazanmak, İslâm dinini korumak için (muhacir olarak çıkarsa, sonra da) daha maksadına kavuşmadan (kendisine ölüm yetişirse muhakkak onun mükâfatını vermek Cenâb-ı Hak’ka aittir) onun sevap ve mükâfatı Allah katında bir lûtuf olarak sabit olmuş olur. (ve Allah Teâlâ çok bağışlayandır.) Bu gibi kullarının kusurları olsa da onu af eder ve örter ve Cenab’ı Hak (pek esirgeyendir) mağfiret buyurmakla beraber bir nice lûtuf ve marhamette de bulunur. O gibi zatlara hicret sevabını fazlasıyla ihsan buyurur.
§ Rivayete göre hicret hakkındaki âyetler nâzil olunca bunları Mekke’i Mükerreme’de ikamet eden ve pek ihtiyar, hasta bulunan Cündüb bini Zamre adındaki bir müslüman duymuş “ben zayıf bir kimse değilim, yolunu tayin edip girebilirim, vallahi ben bir gece bile artık Mekke’de duramam, beni yolcu ediniz diye yemin eylemiş, ve hazırlanan bir nakil vasıtasıyle Medine’i Münevvere tarafına yola çıkmış, fakat bu mübârek zat daha yolda iken kendisinde ölüm alâmetleri görünmeğe başlamış, bunun üzerine sağ elini sol eline koymuş, Allah’ım!. Şu senin, şu da Resûlün içindir, Resûlün sana ne ile beyât ettiyse ben de öyle beyât ediyorum demiş, bunu müteakip “Tenim” denilen mevkide vefat eylemiştir. Bu hadiseyi eshabı kiram işitince o zat Medineye kadar gelmiş olsa idi sevap ve mükâfatı daha fazla olurdu demişler, müşrikler de gülümsemişler, maksadına kavuşamadı diye söylenmişler. Bunun üzerine bu âyeti kerime nâzil olmuş, böyle güzel inanca sâhip, din uğrunda fedakâr olan zatların büyük mükâfatlara nâil olacakları müjde edilmiştir. Binaenaleyh bu gibi mübârek zatlar güzel niyetleri sebebiyle hicrete tamamen muvaffak olan zatlar gibi sevaba nâil bulunmuşlardır.
101. Ve yeryüzünde sefer ettiğiniz zaman kâfir olanların size kötülük edeceklerinden korkarsanız namazdan kısaltmanız sizin için bir günah değildir. Şüphe yok ki, kâfirler sizin için apaçık bir düşman bulunmaktadırlar.
101. Ey müslümanlar!. (Ve yeryüzünde sefer ettiğiniz) yurdunuzdan ayrılıp sefer sayılacak başka bir yere gittiğiniz (zaman) sizin için bir dinî müsaade vardır. Şöyle ki: (kâfir olanların size kötülük edeceklerinden) üzerinize saldırıda bulunacaklarından (korkarsanız) muhtemel bir endişeden dolayı (namazdan) dörder rekatlı olanları (kısaltmanız) onları ikişer rekât olarak kılmanız (sizin için bir günah değildir.) bundan dolayı mesul olmazsınız, bu hakkınızda ilâhî bir merhâmettir. Ey mü’minler!, (şüphe yok ki, kâfirler sizin için) tabiatları, yaratılışları ve eğitimleri bakımından (apaçık) düşmanlıkları ortada (bir düşman bulunmaktadırlar) binaenaleyh onlara karşı herhalde ihtiyatlı, uyanık bulunmalıdır. Bu âyeti kerimede kısaltılmasına müsaade edilen namaza “selâti havf = korku namazı” denilmiştir. Muayyen bir miktar yolculuktan dolayı öğle, ikindi, yatsı namazlarını ikişer rekât kılmanın meşruiyeti de sünneti nebeviye ile, icma’ı ümmet ile sabittir. Sahihi Buhârî ve Müslimde Hz. Âişe radiallahü anha validemizden rivayet olunduğuna göre öğle, ikindi ve yatsı namazları başlangıçta ikişer rekât olarak farz kılınmıştı. Sonra bu farziyet sefer halinde aynen bırakılmış, ikâmet halinde ise bunlar dörder rekata çıkarılmıştır.
§ Sefer = misaferet, lûgatte herhangi bir mesafeye gitmektir. Zıddı, ikamettir. Şer’an sefer, muayyen bir mesafeye gitmektir ki, bu mutedil bir yürüyüş ile üç günlük, yani: On sekiz saatlik bir mesafeden ibarettir. Mutedil yürüyüş, yaya yürüyüşüdür ve kafile arasındaki deve yürüyüşüdür. Denizlerde de yelken gemileri ile havanın itidali muteberdir. Bu kadar mesafeye süratle hareket eden bir nakil vasıtası ile bir günde veya birkaç saat içinde gidilse de o yine sefer mesafesi olmaktan çıkmaz. Yolculuk zahmetsiz olmadığı için yolcular hakkında böyle bir müsaade verilmiştir. Böyle bir yolcu, dört rekatlı farz namazları ikişer rekât olarak kılar. Bu, hanefî mezhebince bir vecibedir. Buna “kasri selât” denir. Fakat İmam Şafiiye göre misafir serbesttir, dilerse bu farzları yine dörder rekât olarak kılabilir.
102. Sen içlerinde olup da onlara namaz kıldıracağın zaman onlardan bir grup seninle beraber namaza dursun, silahlarını da alıversinler. Bunlar secde edince arka tarafınızda bulunsunlar ve namazı kılmamış olan diğer bir zümre de gelsin seninle beraber namazı kılsın ve ihtiyat tedbirlerini ve silahlarını da alıversinler. Kâfir olan kimseler arzu ederler ki, siz silâhlarınızdan ve eşyanızdan gafil bulunasınız da sizin üzerinize bir baskın ile baskında bulunuversinler. Ve eğer size yağmurdan bir eziyet var ise veya siz hasta bulunmuş iseniz silâhlarınızı bırakmanızdan dolayı üzerinize bir günah yoktur. Ve ihtiyat tedbirinizi alınız, şüphe yok ki Allah Teâlâ kâfirler için küçültücü olan bir azab hazırlamıştır.
102. Bu âyeti kerime, düşmanla karşı karşıya bulunan İslâm mücahitlerinin farz namazlarını ne şekilde kılabileceklerini ve düşmanlara karşı herhalde ihtiyatlı bulunmanın lüzumunu göstermektedir. Şöyle ki: Habibim!, (sen) mücahid erlerin (içlerinde olup da) düşmandan çekinmekte bulunduğunuz halde (onlara) o mücahitlere (namaz kıldıracağın zaman onlardan) bir grup beklesin diğer (bir grup seninle beraber namaza dursun) ve bu grup (silahlarını da alıversinler) ihtiyaten yanlarında bulundursunlar. (bunlar secde edince) böyle seninle bir rekâtı tamamlayınca (arka tarafınızda bulunsunlar) bunlar düşmana karşı duruversinler (ve namazı kılmamış) düşmana karşı durmakta bulunmuş (olan diğer bir grup da gelsin, seninle beraber) kalan (namazı kılsın ve) bu grup (ihtiat tedbirlerini ve silahlarını da alıversinler) çünkü bu halde İslâm erlerinin ibadetle meşgul olduğuna düşmanların bakışları daha fazla dönmüş olabilir, (kâfir olanlar arzu ederler ki) Temennide bulunurlar ki, (siz) ey müslüman erleri, namaz ile meşgul olduğunuz zaman (silâhlarınızdan ve eşyanızdan gafil bulunasınız da sizin üzerinize) ansızın (bir baskın ile baskında bulunuversinler) sizin hayatınıza kasdetsinler, sizin mallarınızı, silâhlarınızı elde ediversinler. Bununla beraber Cenâb-ı Hak, müslümanlar hakkında merhametlidir, kerem sahibidir, onlara her hususta genişlik ve kolaylık göstermektedir, (ve) kısaca (eğer size yağmurdan bir eziyet var ise) silâhlarınızın ıslanmasından, ağırlaşmasından korkuyorsanız (veya siz hasta bulunmuş iseniz) silâhlarınızı yüklenmeniz hastalığınızın artmasına sebep olabilecek ise (silâhlarınızı) yanınıza almayıp da münasib bir yerde (bırakmanızdan dolayı üzerinize bir günah yoktur) bundan dolayı mesul olmazsınız, (ve) bununla birlikte siz yine mümkün olan (ihtiyat tedbirinizi alınız) tâ ki, düşmanlarınız üzerinize anî bir hücumda bulunacak olmasınlar. Fakat onların herhalde hücum edebileceklerini, galip gelecekleri vehmine de düşmeyiniz. (Şüphe yok ki Allah Teâlâ kâfirler için) ö ldürülmeleri, esir alınmaları, mallarının yağmaya uğraması gibi (küçültücü) zillete düşürücü (bir azab) bir ezilmişlik, bir mağlûbiyet (hazırlamıştır) onlar herhalde lâyık oldukları cezalara kavuşacaklardır. Elverir ki, müslümanlar, dinlerinin yüce emirleri çerçevesinde yaşasınlar. Nitekim saadet döneminde İslâm kuvvetleri az bir zaman içinde düşmanlarını mağlûbiyetlere uğratmış, onların yurtlarını ellerinden almış onları zelil bir durumda bırakmışlardır.
§ Rivayete göre Rasûlü Ekrem Efendimiz, Benî muharip ve Benî Anmar kabilelerine karşı savaşa çıkmıştı, bunlardan kimseyi göremediler. İslâm erleri silahlarını bırakıverdiler. Peygamber Efendimiz, tuvalet ihtiyacı için bir derenin öbür tarafına geçmişti, o esnada şiddetli yağmurlar yağdı, seller vücude geldi. Hz. Peygamber, bir ağaç altında dump sellerin kesilmesini bekliyordu, Beni muharibden “Gavres” adındaki bir şahıs çıkagelmiş, elindeki kılıncı göstererek: Ya Muhammed -Aleyhisselâm- seni şimdi bundan kim kurtaracak, demiş, Yüce Peygamber: Allah Teâlâ kurtarır, demiş ve Ey Allah’ım!. Gavres bin Haris hakkında dilediğin ile benim için yeterli ol, diye duada bulunmuş. Bunun üzerine Gavres titremeye tutularak elinden kılıcı düşmüştü. Rasûlü Ekrem Hazretleri kılıcı mübârek eline almış, ey Gavres şimdi seni benim elimden kim kurtaracak?. Diye buyurmuş, Gavres de: Hiç kimse kurtaramaz, demişti. Rasûlü Ekrem Hazretleri: Ey Gavres müslüman ol, kılıcını sana vereyim, diye buyurmuş, Gavres de: “Ben müslüman olmam, fakat sana da kasdetmem ve senin aleyhinde bir kimseye de yardımda bulunmam demekle Hz. Peygamber kılıcı Gavrese iade buyurmuştu. Gavres de “elbette sen benden hayırlısın” demiş ve gidip bu hadiseyi kavmine anlatmış, onlardan bir kısmı bu olağanüstü hâdiseden dolayı İslâmiyet’i kabul eylemiştir. Rasûlü Ekrem de eshabı kiramının yanına dönerek bu hadiseyi onlara haber vermiştir, İşte bu âyeti kerime, bu hâdise üzerine nâzil olmuş, düşmanlara karşı daima ihtiyatlı bulunmayı ihtar buyurmuştur.
§ Selâtı havftan maksat: Düşmana veya sel veya yangın veya büyük bir canavar gibi bir tehlike karşısında bulunan bir İslâm cemâatinin kendilerini idare eden yönetiçinin ve başka muhterem bir imamın arkasında farz bir namazı nöbetle kılmalarıdır. Şöyle ki: Bu cemaattan bir grup o tehlike karşısında durur, bir grup da o imama uyar, arkasında iki rekatlı bir namazın bir rekatını, üç rekatlı bir namazın da iki rekatını ve seferî hükmünde değilseler dört rekatlı bir namazın da yine iki rekatını İmam ile beraber kılar, birinci oturuşta teşehhütten sonra o grup, meselâ düşman cebhesine gider, diğer grup gelerek imama uyar onunla beraber kalan namazı kılar. Teşehhüdden sonra tekrar cepheye gider, İmam kendi başına selâm verir, namazdan çıkar, birinci grup döner gelir, namazını kıraatsiz olarak tamamlar, selâm verir, cepheye gider, bu zümre lâhik hükmünde bulunduğundan kendisine Kur’an okumak lâzım gelmez. Sonra ikinci grup gelir, namazını Kur’an okuyarak tamamlayıp cepheye tekrar döner, bu grup ise mesbuk hükmünde bulunduğundan kendisine Kur’an okumak lâzım gelir. Rasûlü Ekrem Hazretleri Zatürrika, Batni Nahle, Asfan, Zikarede vak’alarında bu korku namazını kıldırmıştır. Sonra ashabı kiram da mecusiler ile yaptıkları savaşlarda bu namazı kıldırmışlardır. Korku namazı. İmamı Âzam ile İmam Muhammed’e göre bugün câizdir. Eğer İslâm erleri bir muhterem zatın arkasında namaz kılmayı arzu ederlerse bu suretle namaz kılabilirler. Fakat İmam Yusuf’a göre bu cevaz, saadet zamanına mahsus bulunmuştur. Bununla beraber korku namazı hususunda daha başka müsaadelerde vardır. Şöyle ki: Pek korkunç bir savaş ve saire halinde İslâm erlerinin korkuları artarsa ve binmiş oldukları hayvanlardan yere inmelerinden âciz bulunurlarsa her er binmiş olduğu hayvan üzerinde imkânı olduğu tarafa doğru ima ile namazını kılar, bu da mümkün değilse namazlarını ertelerler. Nitekim Hendek savaşında birkaç vakit namaz kazaya bırakılmıştı.
103. İmdi namazı kılıp bitirdiğiniz zaman ayakta iken ve otururken ve yanlarınız üzerinde iken Allah Teâlâ’yı zikrediniz. Vaktaki emniyet haline gelirsiniz artık namazı tamamiyle eda ediniz. Şüphe yok ki, namaz, mü’minlerin üzerine muayyen vakitlerde bir farize olmuştur.
103. Bu âyeti kerime, korku namazını müteakip yapılacak zikir ve fikrin vaziyetini ve korkunun gitmesini müteakip namazların bütün erkân ve şartları dairesinde edâ edilmesini bildirmektedir. Şöyle ki: (İmdi) Ey İslâm mücahitler!!, (namazı) korku namazını anlatıldığı şekil üzere (kılıp bitirdiğiniz) o namazdan ayrıldığınız (zaman) vaziyetinize göre (ayakta iken ve otururken ve yanlarınız üzerinde iken) böyle herhangi bir halde bulunurken (Allah Teâlâ’yı zikrediniz) onun zikrine, ona duaya, zafer ve yardımını temenniye devam eyleyiniz. Bununla beraber sağlık durumu iyi olanlar ayakta, hasta olanlar oturarak; kötürüm olanlar da yan üzerine yatarak namazlarını kılsınlar. (vaktaki, emniyet haline gelirsiniz) savaş son bulur da kalpleriniz korkudan kurtulur, (artık) vakti girmiş olan (namazı tamamiyle) tadil erkânına ve şartlarına riâyet ederek (edâ ediniz) bu mühim dinî vâzifenizi hakkiyle yerine getiriniz, (şüphe yok ki namaz) bu mübârek ibadet (mü’minlerin üzerine) tarafı ilâhîden (belirli) öne geçmeyecek ve sonraya kalmayacak (vakitlerde) Allah’ın kitabı ile sabit (bir farize olmuştur) Namaz vakitleri: Fıkıh kitabımızda bildirildiği üzere şöylecedir:
1 – Sabah namazının vakti, fecri sadıkın doğmasından güneşin doğmasına kadar olan müddettir. Fecri sadık ise sabaha karşı ufuktan yayılmaya başlayan bir nurdan, bir aydınlıktan ibarettir. Buna ikinci bir fecir de denilir. Bu ikinci fecrin karşıtı birinci fecirdir ki bu da gökte iki tarafı karanlık, uzunca bir çizgi şeklinde görülen bir beyazlıktır. Az sonra kaybolur, kendisini bir karanlık takip eder. Bu fecr gece hükmündedir. Bununla yatsı vakti çıkmış olmaz. Bu fecre sabahın gerçekten girmesini göstermediği ve yalancı, geçici bir aydınlık olduğu için “fecri kâzip = yalancı fecir” denilir. Bu fecri kâzip kaybolduktan sonra ikinci fecr meydana gelir.
2 – Öğle namazının vakti, İmamı Âzam’a göre zeval gölgesinden itibaren her şeyin gölgesi kendisinin iki misline ulaşacağı zamana kadardır. Buna “asrı sânî” denir. Zeval gölgesi ki güneşin görünüşe karşı semada yarı yolu katetmekle her şeyin batıdan doğuya doğru ilk düşmeye başlayan gölgesidir, İmamiyne ve üç büyük imama göre ise öğle vaktinin sonu, zeval gölgesinden başka her şeyin gölgesi kendisinin bir misline ulaştığı andır. Buna “asrı evvel” denir. Cuma namazının vakti tam öğle namazının vaktidir.
3 – İkindi namazının vakti, İmamı Âzam’a göre her şeyin gölgesi kendisinin iki misline ulaştığından itibaren ve diğer imamlara göre de bir misline ulaştığından itibaren güneşin batacağı zamana kadardır.
4 – Akşam namazının vakti de güneşin batmasından itibaren şafağın kaybolacağı zamana kadardır. Şafak ise İmamı Âzam’a göre akşamleyin ufukta kızardıktan sonra meydana gelen beyazlıktır. İmameyn ile üç büyük imama göre ise ufukta meydana gelen kızartıdan ibarettir.
5″ Yatsı namazının vakti de şafağın kaybolmasından başlar, ikinci fecrin doğmasına kadar devam eder. Vitir namazının vakti de yatsı namazının vaktidir. Teravih namazının vakti de tercih edilen görüşe göre yatsı namazından sonra sabah namazının vaktine kadar devam eder. Bayram namazlarının vakti de sabahleyin güneş yükselip kerahat vakti çıktığı zamandan itibaren istiva zamanına kadar devam eder. İstiva zamanı; tam zeval vakti demektir ki, güneş, gündüzün ortası dâiresi üzerinde bulunur. Herkesin tam başı üstüne veya o sıraya gelmiş gibi görünür. İşte kerahat zamanı da bundan ibarettir.
§ Namazların böyle vakit vakit kılınmasındaki hikmet ise pek büyüktür. Bu yüce ibadet, kulların zamanlarını tanzim eder, ruhlarını gafletten kurtarır. Yaratıcımızın hikmet ve kudretine dalâlet eden muhtelif zamanların her birinde o Yüce Yaratıcıya saygı sunmakla onun şanının yüceliğini tazime vesil olur, daha nice maddî, mânevî menfaatleri temin buyurur.
104. Kavmi aramakta gevşek olmayınız. Eğer siz elem çekmekte olursanız şüphesiz onlar da sizin elem çektiğiniz gibi elem çekerler. Halbuki onların ümit etmediği şeyi siz Allah Teâlâ’dan ümit edersiniz ve Allah Teâlâ bilendir, hikmet sahibidir.
104. Bu mübârek âyetler, Din düşmanlarına karşı yiğitlik ve kahramanlık gösterilmesini, hakkı müdafaa yolundaki zahmetlere katlanılmasını, Allah’ın hükümlerine göre hükmedilerek haksızlara yardımda bulunulmamasını ve yanlış eğilimlerden dolayı istiğfar edilmesini emredici bulunmaktadır. Şöyle ki: Ey müslümanlar!. Din düşmanları olan bir (kavmi aramakta) onu cihat sahasında takib etmekte (gevşek olmayınız) zafiyet, gevşeklik göstermeyiniz, (eğer siz) böylelerine karşı savaşta bulunmak sebebiyle (elem çekmekte) bazı arızalara uğrayarak müfessir bulunmakta (olursanız) ona sabr eyleyiniz, ondan dolayı cihattan geri durmayınız (şüphesiz onlar da) o düşmanlarınız da (sizin elem çektiğiniz gibi elem çekerler) onlar da tehlikelere mâruz kalırlar, yaralanırlar, buna rağmen korkarak size karşı savaşmaktan geri durmazlar. Artık siz de onlara karşı cihad etmekten geri durmayınız. (halbuki, onların ümit etmediği şeyi) bu savaş sebebiyle sevaba kavuşmayı, ilâhî yardımı, İslâm dinine hizmeti (siz) mü’minler (Allah Teâlâ’dan ümit edersiniz) dindarlığınızın verdiği güzel kanaat, ruhî metanet sayesinde bir nice muvaffakiyetlere nâil olacağınıza inanırsınız. Artık düşmanlarınızdan daha çok metin, mânevî kuvvete sâhip, sabr ve sebat ile vasıf lanmanız icap etmez mi?, (ve) bilirsiniz ki, (Allah Teâlâ bilendir) herkesin kalbindekileri, amel ve hareketlerini hakkiyle bilir ve (hikmet sahibidir) onun her emir ve yasağı bir hikmet ve faydaya dayanmaktadır. Artık sizin böyle cihat ile mükellef olmanızda elbette bir ilâhî hikmet gereğidir. Binaenaleyh bu hususta metanetten, sabır ve kararlılıktan ayrılmayınız.
§ Rivâyete göre müslümanlardan bazıları yaralı, yorgun olduklarını ileri sürerek Bedri Suğrâ savaşından geri kalmak istemişlerdi. Bunun üzerine bu âyeti kerime nâzil olmuştur.
105. Şüphesiz biz sana kitabı hak olarak indirdik ki insanlar arasında Allah Teâlâ’nın sana bildirdiği şekilde hükmedesin ve hainler için müdafaacı olma.
105. Resûlüm!. (Şüphesiz biz sana kitabı) Kur’an’ı Kerim’i (hak olarak) bütün açıklamaları adalete, hak ve hikmete uygun bulunarak (indirdik ki, insanlar arasında) meydana gelen davalarda, anlaşmazlıklarda (Cenab’ı Hak’kın sana) gösterdiği (bildirdiği) vahy eylediği (şekilde hükmedesin) o apaçık kitabın hükümlerine muhalefette bulunmayasın (ve hainler için) hakikatları örten, gayrı meşru hareketleri örtbas etmek isteyen, kendi nefislerine ve başkalarına hiyanette bulunan kimselerin lehlerine olmak üzere (müdafaacı olma) onları koruyup lehlerine hüküm verme, onların mahiyetlerini hareketlerini güzelce anlamaya çalış. Binaenaleyh hâkimler için lâzımdır ki, hadiseleri güzelce tetkik etsinler, hasımların edebî konuşmasına, hakikatı örtecek şekilde olan ifadelerine tevillerine aldanmasınlar, bir tarafa cinsiyet, milliyet, akrabalık itibariyle meyil edip de tarafsızlığı ihlâl edecek bir durumda bulunmasınlar.
§ Rivâyete göre “Tuğme İbni Übeyrk” adında ensardan bir şahıs, komşusu bulunan “Katate”nin un dolu dağarcığı ile içindeki bir zırhını çalmış bunu götürüp “Zeyd İbni Semin” adındaki bir Yahudinin yanına emanet bırakmış, “Katate”, zırhını Tuğme’nin çalmış olduğunu tahmin ederek onun yanında arâmiş ise de bulamamış, ve bunu çalmadığına dâir Tuğme yemin de etmiş. Dağarcık içindeki un yollara dökülmüştü, Katate bunu takib ederek Yahudinin hanesine kadar gitmiş, zırhını onun yanında bulmuştu. Yahudi bu zırhı kendisine Tuğme’nin getirip emanet bıraktığını söylemiş, onun bu iddiasına bir takım Yahudiler de şehadette bulunmuşlardı. Tuğme’nin kabilesi Beni Zaferden bir cemaat da Rasûlullah’a müracaat etmişler, Tuğme’nin zırhtan haberdar olmadığını söylemişler, bu yüzden kabilelerinin mahçup bir halde kalacaklarını dermeyan eylemişlerdi. Zırh Yahudinin yanında bulunduğu için onun aleyhine hüküm verilmesini dilemiştiler. Rasûlü Ekrem Hazretlerine de bunların ifadelerine ve zırhın da Yahudinin yanında bulunmasına bakarak bunu Yahudinin almış olduğuna bir kanaat gelir gibi olmuştu. İşte bu hâdise üzerine bu âyeti kerime nâzil olmuş, hiçbir taraf tutulmayıp hâdiselerin güzelce tetkik edilerek ona göre adaletle, tarafsız bir şekilde hüküm edilmesi emrolunmuştur. Tuğme ise Mekkeye gidip dinden dönmüş ve hırsızlık için içine girdiği bir binanın duvarı üstüne yıkılarak helâk olmuştur.
106. Ve Allah Teâlâ’dan bağış iste. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ çok bağışlayan, pek merhametli bulunmaktadır.
106. Habibim!. (Allah Teâlâ’dan mağfiret iste) senin ve ümmetin hakkında ilâhî lutfun sübhânî affın tecellisini temenni eyle, Tuğme lehine yüz gösteren gayrı ihtiyarî bir temayülden dolayı da bağış dileğinde bulun. Aslında Rasûlüllah, bundan sorumlu değildir, bu ipuçlarına dayanan, iyilik isteyen bir kanaat neticesidir. Mâsum olan yüce bir Peygamberden kasıtlı olarak bir günah meydana gelemez, ancak peygamberliğin pek yüce olduğundan bunun daha fazla yücelmesi için istiğfarda bulunmak bir kulluk ve şükran sunma vazifesidir. Ümmetin fertleri için de bir irşad örneğidir, insanlık hali meydana gelen bazı yanlış düşüncelerden, kanaatlerden dolayı Cenâb-ı Hak’kın af ve bağışına sığınarak istiğfarda bulunmalıdırlar, (şüphe yok ki Allah Teâlâ gafur) dur, af isteyen kullarının hatalarını, günahlarını af eder ve örter ve (rahîm bulunmaktadır) kulları hakkında rahmet ve şefkati pek fazladır. Artık öyle bir yüce mabudun ilahlık eşiğine sığınarak kendisinden af ve bağış istemek icabetmez mi?.
107. Nefislerine hiyanet edenler tarafından mücadelede bulunma, şüphe yok ki, Allah Teâlâ hiyanete düşkün, çok günahkâr olan kimseyi sevmez.
107. Bu mübârek âyetler, hain kimselerin Cenâb-ı Hak’ka karşı ne kadar cahilce, cüretkârca hareket ettiklerini kınamakta ve onların korunmaya ve savunulmaya lâyık olmadıklarını bildirmektedir. Şöyle ki: Ey Yüce Peygamberim!.. Ve ey ümmeti Muhammediye!, (nefislerine) Tuğme veya yardımcıları gibi günahları sebebiyle (hiyanet edenler tarafından) onların lehine olarak (mücadelede bulunma) onlar himayeye, korunmaya lâyık değildirler, (şüphe yok ki Allah Teâlâ hiyanete düşkün) çok hiyanette bulunan ve (çok günahkâr olan) isyana düşkünlük gösterip duran (kimseyi sevmez) yani onu cezaya, azaba ilâhî gazabına sokar. Binaenaleyh bu gibi cezayı gerektiren hareketlerden kaçınmalıdır.
108. İnsanlardan gizlenirlerde Allah Teâlâ’dan gizlenmezler. Halbuki, Allah Teâlâ, razı olmadığı lâkırdıyı onlar geceleyin konuştukları zaman onlar ile beraberdir. Ve Allah Teâlâ onların her yaptıkları şeyi kuşatmış bulunmaktadır.
108. Tuğme ve kavmi gibi cahiller (insanlardan) utanarak, zararlarından korkarak (gizlenirler de Allah Teâlâ’dan gizlenmezler) yani: Cenâb-ı Hak’tan korkmaz, hayâ etmezler, (halbuki. Allah Teâlâ, razı olmadığı lâkırdıyı) cinayeti başkasına yüklemek, yalan yere şahitlikte bulunmak gibi iddiaları (onlar geceleyin konuştukları) kendi aralarında gizlice düşünüp taşındıkları (zaman) ilmiyle, kudretiyle, ve görmesiyle (onlar ile beraberdir.) Cenâb-ı Hak, onların bütün lâkırdı ve harekâtını bilir, hiçbir işleri Hak Teâlâ’ya gizli kalamaz. (Ve Allah Teâlâ onların her yaptıkları şeyi) bütün açık ve gizli amellerini (kuşatmış) ihata buyurmuş (bulunmaktadır) Yüce Allah’ın ilminden, kudretinden hiçbiri dışarda değildir. Artık düşünmelidirler, mesuliyetten yakalarını kurtaramayacaklarına kani olup tövbe ve istiğfar etmelidirler. Başka türlü kurtuluş çaresi yoktur.
109. İşte siz öyle kimselersiniz ki, dünya hayatı hususunda onlardan yana karşı kim mücadelede bulunacak? Veya onların üzerine kim vekil olacak?
109. Bu mübârek âyetler, haksız yere müdafaalarda bulunanları kınıyor, yaptıkları günahlardan dolayı pişman olup istiğfarda bulunanların ilâhî affa mazhar olacaklarını müjdeliyor. Herkesin yaptığı günahın kendi şahsı aleyhine olduğu ihtar ve kendi kusurlarını başkalarına isnat edenlerin ahlâka aykırı, mesuliyeti gerektirir bir şekilde hareket etmiş olacaklarını şöylece beyan buyuruyor. Ey Tuğme’nin lehine gerçeğe aykırı olarak şahitlikte bulunan kavmi!, (işte siz öyle kimselersiniz ki, dünya hayatı) fâni menfaatlar (hususunda onlardan yana) Tuğme ile emsali şahıslar lehine (mücadelede) savunmada (bulundunuz) onun hırsızlıktan uzak olduğuna şahitlik ettiniz (fakat kıyamet gününde) Cenab’ı Hak’kın cezalandıracağı zaman (onlar tarafından) Tuğme ve benzeri şahıslar adına (Allah Teâlâ’ya karşı kim mücadelede bulunacak) onları azabtan kim kurtarabilecek?. (veya onların üzerlerine kim vekil olacak) onların işlerini üstlenecek, onları muhafaza ederek Allah’ın intikamından kurtaracak?. Elbette böyle bir yardımcı bulunmayacaktır. Artık haksızlara arka çıkmak nasıl doğru olabilir?.
110. Ve her kim bir kötülük yapar veya nefisine zulmeder de sonra Allah Teâlâ’dan mağfiret dilerse Allah Teâlâ’ya çok bağışlayan, pek esirgeyen bulur.
110. (Ve her kim bir kötülük yapar) meselâ: Tuğme gibi yaptığı gayrı meşru bir hareketi başkasına isnat eder (veya nefsine zulmeder) meselâ: İçki kullanır, yalan yere yemin eder, veya küfür ve şirke düşmüş bulunur (da sonra) nadim ve pişman olarak sadık bir tövbe ile (Allah Teâlâ’dan bağış dilerse Allah Teâlâ’yı çok bağışlayan) günahları af eden ve örten ve (pek esirgeyen) iyilik olarak fazla lûtuf ve kerem sahibi (bulur.) Binaenaleyh bir insan insanlık icabı herhangi bir günahta bulunmuş olursa olsun ümitsizliğe düşmemeli, hemen tövbe istiğfar edip Allah’ın merhametine iltica etmelidir. Bu sayede ilâhî affa kavuşarak ebedî hayatını kurtarmış olur. Bu âyeti kerime, bütün günahkarları tövbeye teşvik buyurmaktadır.
111. Ve her kim bir günah kazanırsa onu ancak kendi nefisi aleyhine kazanır. Allah Teâlâ ise bilendir, hikmet sahibidir.
111. (Ve her kim bir günah) Bir kusur, bir günah (kazanırsa) işlemiş olursa (onu ancak kendi aleyhine kazanır) onun vebali kendisine aittir. Onun mesuliyeti başkalarına değil, kendisine yöneliktir. Artık kendini dünyada da âhirette de soran ve cezaya maruz bırakmadan çekinmelidir. (Allah Teâlâ ise bilendir) gizli ve açık herşeyi tamamiyle bilir ve hiçbir şeyi terketmez ve (hikmet sahibidir) her emri ve yasağı, her yaptığı, takdir ettiği bir nice hikmetlere dayanmaktadır. Hiçbir kimsenin günahını başkasının yüklenmemesi, ondan mesul olmaması da bu ilâhî hikmet gereğidir.
112. Ve her kim bir kusur veya bir günah kazanır da sonra onu bir suçsuz kimse üzerine atarsa muhakkak ki, bir iftirayı ve apaçık bir günahı yüklenmiş olur.
112. (Ve her kim bir kusur) kasıtlı olmaksızın küçük bir hata (veya bir günah) büyük bir günah veya kasıtlı olan küçük bir günah (kazanır) işler (de sonra onu) o günahı (bir suçsuz kimse üzerin atarsa) o günahı işlememiş bir kimseye isnat ederse, Tuğme’nin yaptığı hırsızlığı bir Yahudiye isnat ettiği gibi gerçeğe aykırı bir iddiada bulunursa (muhakkak ki, bir iftirayı) ondan habersiz olan şahsı hayrete düşürecek büyük bir yalanı (ve apaçık) çok çirkin (bir günahı yüklenmiş olur) bunun tesiri altında kalarak azap çeker. Çünkü bir kimse hakkında iftirada bulunmak, günahsız bir şahsı günahkâr göstermek asla câiz değildir. Bu sırf bir yalandır ki bütün dinlerde haramdır, bunun dünyada da âhirette de cezası görülür. Binaenaleyh bu gibi haram, ahlâk dışı hareketlerden sakınmalıdır. Herkes kendi kusurunu bilip tövbe ve istiğfar etmeye koşmalıdır, başka türlü çare yoktur.
113. Eğer Allah Teâlâ’nın lûtuf ve rahmeti senin üzerine olmasaydı elbette onlardan bir taife seni şaşırtmaya kasdedecekti. Halbuki, onlar kendi nefislerinden başkasını şaşırtamazlar ve sana hiçbir şeyden zarar veremezler. Ve Allah Teâlâ sana kitabı ve hikmeti indirdi ve sana bilir olmadığın şeyleri öğretti. Ve Allah Teâlâ’nın lütfu senin üzerine pek büyük olmuştur.
113. Bu âyeti kerime, Rasûlü Ekrem’in Allah’ın lütfuna nâil, ilâhî vahye mazhar olup düşmanlarının sui kastlerinden korunmuş ve muhafaza edilmiş bulunduğunu bildirmektedir. Şöyle ki: Ya Muhammed!. Aleyhisselâm (Eğer Allah Teâlâ’nın lütfu) peygamberlik ve risalete nâil kılması (ve rahmeti) günahsızlık sıfatına erdirmesi (senin üzerine) yönelmiş (olmasa idi) böyle bir ilâhî merhamet, ilâhî koruma senin hakkında tecelli etmeseydi (elbette onlardan) o Tuğme’nin kavmi gibi yalan yere şahitlik eden isyankâr insanlardan, münâfıklardan (bir taife seni şaşırtmaya) seni hatâya düşürüp hak üzere hüküm vermekten ayırmaya (kasdedecekti) bu isteklerinin meydana gelmesi için etkili olacak bir şekilde çalışmış olacaklardı. Onların vâki olan kasıtları, etkisiz olduğundan yok hükmünde bulunmuştur. (halbuki, onlar) o hakikatı değiştirme ve bozmaya çalışan münâfık tabiatlı harifler (kendi nefislerinden başkasını şaşırtamazlar) meşru olmayan hareketlerinin vebali kendilerine yöneliktir, (ve sana hiçbir şeyden zarar veremezler) seni hiçbir zarar ile zarara uğratamazlar. Çünki Allah Teâlâ seni korumuştur, himayesine mazhar buyurmuştur. Öyle bir topluluğun, Tuğme kabilesi gibi kimselerin yalan yere yapılmış olan şahitliklerinden dolayı peygamberin kalbine gelen bir tamayül ise şahitlik edenlerin sözlerine itimat ve durumun zahiri ile amel kabilinden olduğundan bu, hüküm hususunda haksız yere bir temayül mahiyetinde değildir, (ve Allah Teâlâ sana) Ya Muhammed Aleyhisselâm!, (kitabı) Kur’an-ı Kerim’i (ve hikmeti) sünneti seniyeyi, şeriat ilmini, hakka uygun olan herhangi bir kelâmı (indirdi) inzal etti, ilham buyurdu (ve sana) peygamberliğe nâil olduğun zamana kadar (bilir olmadığın şeyleri öğretti) vahy yoluyla gizli olan işleri telkin etti, dünyaya ve âhirete ait nice müşkülâtın hal çaresini sana bildirdi ve bu cümleden olarak Tuğme gibi, kavmi gibi yalancıların yalanlarından seni haberdar buyurdu. (Ve Allah Teâlâ’nın fazlı) lûtfu keremi (senin üzerine pek büyük olmuştur) bâhusûs seni umumî peygamberliğe, umumi risalete nâil buyurmuştur. Artık bunlardan daha büyük lûtuf ve kerem düşünülebilir mi?..
114. Onların gizlice konuşmalarının bir çoğunda bir hayır yoktur. Bir sadaka verilmesiyle veya iyi bir iş yapılmasıyla veya insanların arasını ıslah etmek ile emir eden kimsenin böyle konuşması müstesnâ… Ve her kim Allah Teâlâ’nın rızasını taleb ederek bunu yaparsa biz ona elbette çok büyük bir mükâfat vereceğiz.
114. Bu mübârek âyetler, gizlice konuşulan sözlerin meşru, iyilik ister bir mahiyette bulunmadığı takdirde hayırdan uzak olacağını bildirmektedir. Ve Rasûlullah’a muhalefet edip mü’minlerin takib ettikleri doğru yoldan ayrılanların da pek büyük cezalara uğrayacaklarını ihtar etmektedir. Şöyle ki: (onların) insanların, ve Tuğme ile kavmi gibi bir takım grupların (gizlice konuşmalarının) bazı hadiseleri gerçeğe aykırı olarak aralarında fısıldaşıp yalan yere tavsiyelerde, şahitliklerde bulunanların (bir çoğunda hayır yoktur) çünki bu konuşmaları gerçeğe uygun, iyi niyete dayanmış değildir, bâtılı değerlendirmeye yöneliktir. Ancak vâcib veya mendup (bir sadaka verilmesiyle veya iyi bir iş yapılmasiyle) şeri şerifin güzel gördüğü ve aklın inkâr eylemediği mâruf denilen herhangi bir işin ifa edilmesiyle (veya insanların arasını ıslah etmek ile) insanların arasında münakaşa, düşmanlık ortaya çıktığı anında şer’i şerifin sınırını geçmemek suretiyle aralarını bulmaya, düşmanlıkları gidermeye ait sözler ile (emir eden kimsenin böyle konuşması) gizli olarak tavsiyelerde, temennilerde bulunması (müstesnâ) bu hayırdan sayılır, bir hayr işlerlik belirtisidir. Nitekim bir hadisi şerif ile beyan olunmuş olduğu üzere iki kimsenin arasını ıslaha çalışmak, birçok ibadetlerden derece bakımından üstündür, (ve her kim) dünyevî bir maksat için değil, yalnız (Allah Teâlâ’nın rızasını taleb ederek bunu yaparsa) böyle sadaka ile, mâruf ile, ara buluculuk ile emir ve tavsiyede bulunursa (biz ona elbette) âhirette (çok büyük bir mükâfat vereceğiz) o cennete girecek, Allah’ın cemalini seyretmeye mazhar olacaktır. Binaenaleyh insan daima her meşru işi sadece hak rızası için yapmalıdır, dünyevî bir menfaat düşüncesiyle veya onun bunun sevgisini kazanmak maksadı ile yapmamalıdır, kalbi fânî maksatlara yönelmiş olmaktan arınmış bulunmalıdır.
115. Her kim de kendisine doğru yol belli olduktan sonra Peygamber’e muhalefet eder ve mü’minlerin yolundan başkasına uyup giderse onu o takib ettiği yola sevkederiz ve onu cehenneme daldırırız. Ve o ne fena bir gidilecek yer.
115. (Her kim de kendisine doğru yol) Hak ve hakikat (zahir olduktan sonra) bir takım deliller ile, mucizeler ile Hz. Muhammed’i peygamberliği sabit, İslâmiyet’in yüceliği göründükten sonra (Peygambere muhalefet eder) onun tebliğatının zıttına harekette bulunur (ve mü’minlerin yolundan) onların takib ettikleri İslâmiyet yolundan ayrılıp (başkasına uyup giderse) İslâm dininden başkasına tabi olursa (onu o takib ettiği yola sevkederiz) kendisiyle o yöneldiği yolun arasını boş bırakırız, bu gidişme mâni olmayız, kendi kötü tercihine göre harekette bulunmuş olur (ve onu cehenneme daldırırız) cehennem ateşine sokarız. (ve o) cehennem (ne fena bir gidilecek yer) dir. Artık oraya atılmaya sebep olan hareketlerden kaçınmalı, İslâm cemâatinin yolundan ayrılmamak değil midir?. Bu âyeti kerime, icmai ümmetin delili olduğuna ve ona muhalefetin haram olduğuna dalâlet etmektedir.
116. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz ve bunun aşağısındakini de dilediği kimseye bağışlar.. Ve her kim Allah Teâlâ’ya ortak koşarsa muhakkak ki pek uzak bir dalâlete sapmıştır.
116. Bu mübârek âyetler, Allah’a.ortak koşmanın affedilmesi mümkün olmayan bir cinâyet olduğunu ve müşriklerin ne kadar akılsızca hareketlerde bulunduklarını şöylece bildirmektedir. (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ kendisine ortak koşam) birden çok yaratıcıların, mâbutların varlığına inananlar!, Allah’ın birliğini inkâr eyleyen herhangi bir şahsı daha hayatta iken tövbe ve istiğfar etmedikçe (mağfiret etmez) onu ebedî bir azaba sokar. Çünkü böyle bir küfür ve şirk bütün günahların üstündedir. (bunun) bu küfür ve şirkin (aşağısındaki) öyle yüce yaratıcının birliğini veya büsbütün mukaddes varlığını inkârdan ibaret olmayıp bunun aşağısındaki diğer herhangi bir günahı (dilediği kimseye) tövbe ve istiğfar etmiş olsun olmasın (mağfiret buyurur) affeder ve örter. Ve dilediği günahkâr kimseyi de tövbe ve istiğfar etmedikçe mağfiret buyurmaz, günahına göre azap çektirir. Çünki Cenab’ı Hak dilediğini çokça yapandır. Kendi mülkünde kendi kulları hakkında dilediği şekilde hak tasarrufa sahiptir, ve her fiil ve irâdesi hikmet ve faydanın kendisidir, (ve her kim Allah Teâlâ’ya ortak koşarsa) ondan .başka yaratıcı, mabut bulunduğuna inanırsa (muhakkak ki) haktan (pek uzak bir dalâlete sapmıştır) hidâyet caddesinden pek fazla ayrılmıştır. Binaenaleyh böyle bir şahıs, Allah’ın mağfiretine ebedî olarak nâil olamıyacaktır. Cenâb-ı Hak’ka ortak koşmak, en büyük bir cinâyet olduğu için bundan sakındırmak için bu ilâhî beyanlar bu sûre’i celilede tekrar etmiştir. (48) inci âyeti kerimeye müracaat!. Bununla beraber bu mübârek âyetler, başka başka sebeblere bağlı olarak da tekrar tekrar nâzil olmuştur. Rivayete göre bir şahıs, Rasûlü Ekrem’in huzuruna gelerek “ben günahlara düşkün bir ihtiyarım, şu kadar var ki ben Cenâb-ı Hak’ki bildiğim ve ona imân ettiğim günden beri ona hiç ortak koşmadım, yaptığım günahları da Hak Teâlâ’ya karşı bir cür’et olarak yapmış değilim, ve ben kaçmakla Cenâb-ı Hak’ki âciz bırakabileceğimi de bir an bile düşünmedim. Ben pişman olmuş ve tövbekâr da bulunuyorum, sen benim hâlimin Allah katında nasıl olacağını görürsün?” diye vaziyetini anlatmış, bunun üzerine de bu âyeti kerime nâzil olmuştur. Binaenaleyh o şahıs da müşrik olmadığından ve özellikle tövbe ve istiğfar etmiş bulunduğundan artık ümitsizliğe düşmeyip Allah’ın mağfiretine nâil olabileceği kendisine müjde edilmiş demektir.
117. O müşrikler Cenab’ı Hak’ka değil, ancak dişilere taparlar ve ancak çok isyankâr bir şeytana tapıverirler.
117. (O müşrikler Cenab’ı Hak’ka değil, ancak dişilere) Lût, Uzza ve Menat denilen ve dişi sanılan putlara (taparlar) cahiliye zamanında Arab kabilelerinden her birinin bir putu vardı, ona taparlar ve onu dişi sayarlardı. Veyahut o putlara Allah’ın kızlarıdır derlerdi. Bazıları da meleklere tapar, onlara “Allah’ın kızları” derlerdi. (ve) onlar o putlara ibadetleriyle (ancak ziyade isyankâr) Allah’ın emrine itaatten hariç, katı, yoğun, inatçı (bir şeytana tapı verirler) çünki onları o putlara tapmaya sevk ve teşvik eden şeytandır, lânetli iblistir. O cahil müşrikler ise bunun farkında olmayarak öyle cansız varlıklar kabilinden putlara tapar dururlar.
§ Merid kelimesi: Lûgatte: Katı, yoğun, selâbetli, kavmi kimse demektir. İstılahta: İnat ederek emre muhalefet eden, hayır ile alâkası bulunmayan şahıstan ibarettir. İblis de Allah’ın emrine muhalefet ederek Hz. Adem’e secde etmekten kaçındığı için pis bir sıfat olan merid vasfını almayı hak etmiştir.
118. Allah Teâlâ ona lânet etmiştir. O da demiştir ki; elbette ben senin kullarından belli bir pay edineceğim.
118. Bu mübârek âyetler, Allah’ın lânetine uğramış olan şeytanın insanlık hakkındaki sui kasdini ve insanları ne suretle aldatmaya çalışacağım bildiriyor, insanları uyanmaya davet ederek şeytanların saptırmasına kapılmadan menedip sakındırıyor. Şöyle ki: (Allah Teâlâ ona) o inatçı şeytana (lânet etmiştir) onu rahmetinden uzaklaştırmıştır, (o da) o lânetlenmiş şeytana da (demiştir ki: Elbette ben senin kullarından belli bir pay edineceğim) onlardan belli bir miktar bir nasip elde ederek onları kendime itaate davet edeceğim. Onlar ise şeytanın izine giden, onun vesveselerini kabul eden kimselerdir. Maalesef insanların büyük bir kısmı şeytanın aldatmalarına tâbi bulunmaktadır. Bütün dinsizler, bâtıl dinlere tâbi olan bu cümledendir.
119. Ve elbette onları sapıtacağım ve elbette onları kuruntuya düşüreceğini ve muhakkak onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar ve herhalde onlara emredeceğim de Allah Teâlâ’nın yarattığını değiştireceklerdir. Ve her kim Allah Teâlâ’yı bırakır da şeytanı dost edinirse şüphe yok ki, pek açık bir ziyan ile ziyana düşmüş olur.
119. Şeytan öyle de saçmalamada bulunmuştur: (ve) ben (elbette onları) Cenab’ı Hak’kın kullarını (sapıtacağım) onları vesveselerimle, bâtıl şeyleri süsleyerek doğru yoldan, din yolundan ayıracağım, (ve elbette onları kuruntuya düşüreceğini) onların kalplerine hırs ve tamah gibi şeyleri atacağım, onları kıyameti, hesabı, cennet ve cehennemi düşünmek duygusundan mahrum bıracağım (ve muhakkak onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar) dır, keseceklerdir. Nitekim cahiliye zamanında Araplar, istifadesini kendilerine haram kıldıkları hayvanların kulaklarını keserlerdi. Onlar beş defa yavrulayan develerin kulaklarını yararlardı, bu yavruların beşincisi erkek olunca ondan istif âdeyi kendilerine haram kılarlardı. (Ve her halde onlara emredeceğim de Allah Teâlâ’nın yarattığını değiştireceklerdîr) Allah’ın yaratmasına aykırı hareketlerde bulunacaklardır. Meselâ İslâm dininin hükümlerini değiştirmeye çalışacaklardır. Allah Teâlâ’nın helâl kıldığını haram ve haram kıldığını helâl sayacaklardır. Sihir gibi şeyler ile uğraşacaklar, erkekliklerini gidererek kısır kalacaklardır, (ve her kim Allah Teâlâ’yı bırakır da şeytanı velî) dost, yardımcı, hareket rehberi (edinirse) ona itatte bulunursa, onun vesveselerine tâbi olup Allah’ın emrine muhalif hareketlerden ayrılmazsa (şüphe yok ki, pek açık bir ziyan ile ziyana düşmüş olur) çünkü hayatını zâyetmiş, geleceğini mahveylemiş, cenneti cehennem ile değiştirmiş, kendisini Allah’ın azabına mâruz bırakmış olur.
120. Şeytan onlara vadeder ve onları kuruntuya düşürür. Halbuki, şeytan onlara bir aldatmadan başka birşey vâdetmez.
120. (Şeytan onlara) O saptırmak istediği kimselere (vadeder) onları bir takım isteklerine, dünya varlıklarına kavuşturacağını bir hayal olmak üzere kalplerine düşürür, bir takım bâtıl şeyleri yaldızlı göstererek onlar ile gafil insanları oyalar durur, hiçbir vaadini yerine getirecek bir durumda bulunamaz, (ve onları kuruntuya düşürür) dünyada bütün isteklerine nâil olacaklarını onların kalplerine atar, onların başka bir âlemde hesaba, cezaya tâbi olmayacaklarını kâfirce bir şekilde telkin eder durur (halbuki şeytan onlara bir aldatmadan başka birşey vadetmez) zararlı olan şeyleri onlara faideli imiş gibi göstermekten başka bir muamelede bulunmaz. Şeytan bu vadini ya kalplere düşündüğü bâtıl hatıralar, vesveseler vasıtasıyle yapar veya bu vadini kendisinin dostları olan bir takım dinsizlerin lisaniyle telkin eyler. Artık öyle kimselerin o kötü telkinlerine karşı uyanık bulunmak lâzımdır.
.121. İşte onların varacakları yer cehennemdir. Ve ondan kaçıp sığınacak bir yer de bulamıyacaklardır.
121. (İşte onların) O şeytan ile onun dostlarının, ona tâbi olanların (varacakları yer cehennemdir) orada yanıp duracaklardır, (ve ondan) o cehennemden (kaçıp sığınacak) iltica eyleyecek (bir yer de bulamayacaklardır, şeytana tâbi olup küfr içinde ölecekler) her halde o cehenneme sevkedileceklerdir. Orada ebedî olarak yanıp yakılacaklardır. İmanlarını muhafaza etmiş olan günahkâr kullar da herhalde cehenneme geçici olarak atılmayı hak etmiş kimselerdir, meğer ki Allah’ın mağfireti imdatlarına yetişsin. Binaenaleyh daha dünyada iken uyanmalı, şeytanın aldatmalarına kapılmamalı, insanlık icabı bir günah işlenilmiş ise hemen tövbe ve istiğfar edilmelidir ki, geleceğin selâmetinden emniyet meydana gelmiş olsun.
122. Ve o kimseler ki imân ettiler ve iyi iyi işler yaptılar. Onları altlarından ırmaklar akan cennetlere orada ebedî olarak kalıp durmak üzere elbette girdireceğiz. Allah Teâlâ (bunu) hak bir söz olarak vâdetti. Allah Teâlâ’dan daha gerçek sözlü kim vardır?
122. Bu mübârek âyetler, imân ve salih âmâl sahiplerinin nâil olacakları, uhrevî mükâfatları müjdelemektedir. Ahirette sevaba kavuşmanın ise hiçbir milletin yalnız hayal ve düşüncesine tâbi olmayıp herkesin yaptığı fenalıktan dolayı cezaya uğrayacağını şöylece ihtar buyurmaktadır. Dinden mahrum olanlar, ebedî ziyana uğrayacaklardır. (Ve o kimseler ki, imân ettiler) İslâm dinini kalben tasdik ve lisânen ikrar eylediler (ve iyi iyi İşler yaptılar) üzerlerine düşen ibadetleri, vazifeleri ifa ettiler, işte onlar ebedî nimetlere nâil olacaklardır. Şöyle ki: (onların altlarından ırmaklar akar cennetlere orada) o cennetlerde (ebedî olarak kalıp durmak üzere elbette girdireceğiz) orada sonsuza kadar kalıp mükâfata nâil olacaklardır. (Hak Teâlâ (bunu) hak bir söz olarak vâdetti) onları öyle cennetlere girdireceğini Cenâb-ı Hak vadetmiştir. Bu vaad gerçeğin kendisidir, mutlaka gerçekleşecektir, (ve Allah Teâlâ’dan daha gerçek sözlü) vadinde sadık (kim vardır) artık nasıl olur da bir insan bu ilâhî vaade kavuşmak için imanda, güzel amellerde bulunmaz da şeytanların kuruntularına, vesveselerine kapılır, hakiki istikbâlini mahveder gider.
123. Sizin kuruntularınızla değildir, ehli kitabın kuruntuları ile de değildir. Her kim bir kötülük yaparsa onunla cezalandırılır. Ve kendisi için Allah Teâlâ’dan başka ne bir yar ve ne de bir yardımcı bulamaz.
123. Ey müslümanlar!. Cenâb-ı Hak’kın vaad buyurduğu sevaplar, mükâfatlar öyle (sizin kuruntularınızla değildir) bunlar öyle kuru arzulara ve düşüncelere göre meydana gelecek değildir ve (ehli kitabın kuruntuları ile de değildir) biz ehli kitabız diye öyle mükâfatları hak etme hayallerinde bulunmalariyle değildir. Bilakis hakiki bir imân iledir ve salih ameller iledir. Binaenaleyh, (her kim bir kötülük yaparsa onunla) ya dünyada veya âhirette (cezalandırılır) bazı kimseler, yaptıkları fenalıkların cezasını daha dünyada iken görür, bazı kimseler de âhirette göreceklerdir. Ekseri mü’minler kusurlarının cezalarını dünyada görürler, uhrevî cezadan kurtulmuş olurlar. Ehli küfrün bir çoğu da bir kısım cezalarını dünyada görmeseler de onların hepsi de cehenneme aday olduklarından bütün cezalarını âhirette göreceklerdir. (Ve) hiç bir kimse (Kendisi için Allah Teâlâ’dan başka ne bir yar) hakiki bir dost, onu affa kâdir bir yetkili (ve ne de bir yardımcı bulamaz.) kimse onu koruyamaz, onu cezadan kurtaramaz. O halde daha dünyada iken hayatı tanzim etmeli, kulluk vazifelerini yerine getirmeli, Cenab’ı Hak’kın korumasına, af ve mağfiretine sığınmalıdır.
§ Rivâyete göre ehli kitap denilen Yahudiler ile Hıristiyanlar, müslümanlara karşı iftihar ederek: Bizim Peygamberimiz, sizin peygamberinizden öncedir, bizim kitabımız da sizin kitabınızdan önce gelmiştir. Binaenaleyh biz Allah Teâlâ’ya sizden daha lâyıkız demişler, müslümanlar da: Bizim Peygamberimiz son peygamberdir ve bizim kitabımız sizin kitabınızı tasdik ediyor, ve biz sizin kitabınıza imân etmiş olduğumuz halde siz bizim kitabımıza imân etmiyorsunuz, o halde daha lâyık olanlar bizleriz, demişler. Bunun üzerine bu âyeti kerime nâzil olmuş, Cenâb-ı Hak’kın sevap ve mükâfat hakkındaki vâdi öyle insanların kuruntularına göre değildir, yalnız kuruntu ile ona hak kazanmak meydana gelmez, ancak imân ile salih amellerle meydana gelir diye bu hakikatı ihtar buyurmuştur.
124. Ve erkekten ve kadından herhangi bir kimse, mü’min olduğu halde iyi işlerden birşey işlerse işte onlar cennete gireceklerdir ve bir çekirdeğin arkasındaki bir çukurcuk kadar bile zulme uğramayacaklardır.
124. (Ve erkekten ve katından herhangi bir kimse) herhangi bir kavim (mü’min olduğu halde iyi işlerden birşey işlerse) onun mükâfatını görecektir. Fakat yapılacak güzel amellerin Allah katında makbul olması için evvelâ imân lâzımdır. Mü’min olmayanların amelleri Allah katında makbul, kendilerini cehennem azabından kurtarmaya vesile olamayacaktır. İmândan başka salih ameller de lâzımdır. Bununla beraber her mü’min sâlih amellerin tümüyle mükellef değildir. Meselâ: Fakir olan bir mü’min zekât ile mükellef değildir. Yine bir mü’min nafile, mendup olan amellerin hepsini yapabilecek bir durumda bulunamaz. Binaenaleyh herhangi bir mü’min mükellef ve gücünün yettiği herhangi bir salih ameli ifa ederse (işte onlar) öyle güzel amellerde bulunanlar (cennete gireceklerdir) bir imân sahibi günahından dolayı affa mazhar olmayıp cehenneme girse de bu geçicidir, yine oradan çıkarak cennete girecektir. Bunların cezaları geçici olduğu için cennete girmeden evvel görülecektir, cennet hayatı ise sonsuz olduğundan bir kesintiye uğramayacaktır. Artık hiçbir mü’min cennete girdikten sonra oradan çıkarılmayacaktır. (ve bir çekirdek arkasındaki bir çukurcuk kadar) yani: Amellerinin sevabından en az, en cüz’î bir miktar bile eksiltilmek suretiyle (zulme uğramayacaklardır) lâyık oldukları sevaplara tamamen kavuşacaklardır. Nitekim günahkâr olanların cezaları da lâyık oldukları miktarlardan en az bir derecede bile artırılmayacaktır. Çünki Hak Teâlâ Hazretleri mutlak adalet sahibidir. Merhametlilerin en merhametlisidir.
125. Ve din itibariyle daha güzel kimdir, o kimseden ki, muhsin olduğu halde yüzünü Allah Teâlâ’ya teslim etmiş ve hânif olarak İbrahim’in milletine tâbi olmuştur. Allah Teâlâ da İbrahim’i bir dost edinmiştir.
125. Bu mübârek âyetler, en mükemmel şekilde dindar olan zatların özelliklerine işâret etmekte ve Cenâb-ı Hak’kın bütün kâinata sâhip ve her şeyi ilmi ve kudreti ile kuşatmış olduğunu bildirmektedir. Şöyle ki: (Ve din itibariyle daha güzel kimdir?.) Yani Daha güzeli yoktur (o kimseden ki muhsin olduğu) yani mü’min olup iyilikleri ifa, kötülükleri terkettiği ve Cenâb-ı Hak’ka, yüce huzurunda bulunuyormuş gibi halisâne ibadette bulunduğu (halde yüzünü Allah Teâlâ’ya teslim etmiş) tam bir ihlâs ile hakka yönelerek kulluk arzetmiş (ve hânif olarak) yani: Diğer dinlerden beri olup hak dine girmiş bulunarak (İbrahim’in milletine) İslâm dinine muvafık olan İbrahim’in dinine (tâbi olmuştur) Allah’ın birliğini tasdik edip bâtıl inançlardan uzak bulunmuştur. (Allah Teâlâ da İbrahim’i) saf, samimi bir sevgili bir Yüce Peygamber (bir dost edinmiştir) onu böyle bir şeref ve seçkinliğe nâil kılmış onun kadrini bir takım ikramlar ile yükseltmiştir.
§ Halil lâfzı, hullet kelimesinden bir vasıftır. Hullet ise: Pek samimî bir dostluk demektir, kalbi işgal eden bir muhabbet ve sevgiden ibarettir, sevgiliden başkasından kalbin tahliye edilmesidir. Samimi bir muhabbet ve ihlâsa, bir zat ile sırdaş, karşılıklı bir muhabbete sâhip olmak da bir hullettir, ilâhî sırların bir kalbi kuşatması da bir hullettir. İşte Hz. İbrahim de Allah’ın muhabbetine nâil, muhterem bir Peygamber olduğundan kadrini yüceltmek için kendisine Halilullah denilmiştir. Yoksa onun Halilullah olması, Cenab’ı Hak’kın ona bir ihtiyacından veya onun bütün ilâhî sırlara vakıf olmasından dolayı değildir. Binaenaleyh onun bu ünvana, bu şerefe kavuşması onun kulluk mertebesinin üstünde olmasını gerektirmez. Keşşafı ıstılahatilfünunda anlatılmış olduğu üzere Peygamber Efendimize de Halilullah ünvanı verilmiş olduğunu bir hadisi şerif bildirmektedir. Ve aynı zamanda Peygamber Efendimiz Habibullah ünvanına da sahiptir ve peygamberlerin ve mürsellerin sonuncusu olup, peygamberliği bütün insanlığa ait bulunmuştur. Binaenaleyh Rasûlü Ekrem Efendimiz bütün peygamberler ve mürseller hazretlerinin üstünde bir rütbeye sahiptir. Şu da malumdur ki İbrahim Aleyhisselâm’ın pek muhterem bir zat olduğunu ehli kitap da Arap müşriklerin! de tasdik etmekte ve onunla iftihar eylemektedirler. Özellikle araplar, Hz. İbrahim’in neslinden olmakla da ayrıca övünmektedirler. O halde Hz. İbrahim ile aynı din ve milliyete sâhip ve bütün Peygamberleri ve özellikle Hz. İbrahim’in kıymetini, yüceliğini tasdik eden İslâm dininden daha güzel inanca sâhip kim olabilir?. Binaenaleyh Hz. İbrahim’i tasdik edip yücelten milletler, İslâm milletini de takdir ve İslâmiyet’in hak olduğunu itiraf etmeli değil midir?, İşte bu âyeti kerime, bu hususa da, işâreti içermektedir.
126. Göklerde ne varsa, yeryüzünde de ne varsa hepsi de Allah Teâlâ’nındır. Ve Allah Teâlâ her şeyi kuşatmış bulunmaktadır.
126. (Göklerde ne varsa ve yeryüzünde ne varsa) Bütün melekler, insanlar, bütün kâinat (hepsi de) yaratılış, mülkiyet, ve kulluk bakımından (Allah Teâlâ’nındır) Cenab’ı Hak, bunlarda dilediği gibi tasarrufta bulunur, İbrahim Aleyhisselâm da onun bir kuludur, onu Halilullah olmak şerefine nâil buyurmuştur. Bununla beraber o da Hak Teâlâ Hazretlerine kullukla mükelleftir ve bununla övünür. (Ve Allah Teâlâ her şeyi) İlim ve kudretiyle (kuşatmış) ihata etmiş (bulunmaktadır) onun İlim ve kudretinden hiçbirşey hariç değildir. Binaenaleyh o Yüce Mâbud, mükâfata lâyık kullarını da bilir, cezayı hak eden kullarını da bilir, haklarında hikmetinin icabına göre mükâfat ve ceza verir.
127. Ve senden kadınlar hakkında fetva isterler. De ki: Onların hakkında size fetvayı Allah Teâlâ veriyor ve kendileri için yazılmış olanı kendilerine vermediğiniz ve kendilerini nikâhlamaya rağbet eylediğiniz yetim kadınlar hakkındaki ve zayıf bir durumda bulunan çocuklar hakkındaki ve yetimlere karşı adaletle hareket etmeniz hakkındaki size okunan âyetlerde bu hususlarda size fetva vermektedir. Ve siz hayırdan her ne yaparsanız şüphe yok ki; Allah Teâlâ onu hakkıyle bilicidir.
127. Bu âyeti kerime, kadınların, çaresiz çocukların, yetimlerin hukukuna riâyet edilmesi hakkındaki dinî hükümlere işâret etmekte, İslâm milletini bu hususlarda aydınlatmaktadır. Şöyle ki: Resûlüm!. (Ve senden) mutlak olarak (kadınlar hakkında fetva isterler) bu fetva isteyenlere cevaben (de ki: Onların hakkında size fetvayı Allah Teâlâ veriyor) ilâhî hükmünü Kur’an’ı Kerim’inde beyan buyuruyor. Aynı şekilde (ve kendileri için yazılmış) şer’an farz ve tayin edilmiş (olanı) miras payını (kendilerine vermediğiniz ve kendilerini) kendiniz için (nikâhlamaya rağbet eylediğiniz) malları için başkalarına vermekten çekindiğiniz (yetim kadınlar) yetim kalmış kız çocukları (hakkındaki) âyetler (ve zayıf bir durumda bulunan) henüz bâliğ olmamış olan (çocuklar hakkındaki) âyetler (ve yetimlere karşı) miras ve saire hususunda (adaletle hareket etmeniz hakkındaki size okunan âyetlerde) bu hususlarda size fetva vermektedir. Şeriatın hükmünü açıklar bulunmaktadır, (ve siz hayırdan her ne yaparsanız) gerek böyle aile hukukuna ve gerek diğer şeylere dâir hayr isteyerek her ne harekette bulunursanız (şüphe yok ki. Allah Teâlâ onu hakkıyle bilicidir.) Ona göre sizi mükâfatlara nâil buyurur. Çünkü Allah Teâlâ Hazretleri kerem sahiplerinin en cömerdidir. Bu âyeti kerimenin işâret ettiği âyetler, işbu Nisa sûresinin ikinci, üçüncü, altıncı, dokuzuncu, onuncu ve on birinci ayetleridir. Evvelce de beyan olunduğu üzere câhiliyet devresinde kadınları, yetimleri mirastan mahrum bırakırlardı, hattâ Übeys adında bir şahıs peygamberin huzuruna gelmiş, “işittiğimize göre sen kızlara, kız kardeşlere yarım miras payı veriyormuşsun, halbuki, biz yalnız savaşlarda bulunan, ganimet malları alanları, yani erkekleri mirasçı tanıyoruz” demiş, Rasûlü Ekrem de: “Ben öyle emir olundum, yani kadınlara da miras payı vermekle memur bulundum diye cevap vermiştir.
§ İstîftâ, fetva istemektir. Fetva da bir şer’î mesele hakkında verilen cevaptır, delile dayanan, kuvvetli ve müşkülatı çözmeye hizmet eden bilgiler demektir. Böyle fetva vermeğe “iftâ” denir. Fetva veren zata da “Müftü” denilir ki bir mühim, müşkil meseleyi çözmüş ve açığa çıkarmış olur.
§ Bu Nisa sûresinin başlangıcında kadınlarla ilgili hükümlerden bazı hükümler beyan buyrulmuş, sonra vade, tehdide, teşvik ve korkutmaya, Cenâb-ı Hak’kın kudret ve azametine dâir âyetler bulunmuş, sonra da tekrar bazı şer’î hükümleri açıklamaya dönülmüştür ki, bu en güzel bir uslubtur. Kalplerde en fazla tesir bırakacak bir tertibtir, okuyup dinleyenleri usandırmayıp bir ferahlık içinde bırakacak bir tarzı beyandır ve şer’î hükümlere riâyeti temin için en etkili, en mükemmel bir i’câz üslûbudur. İşte mucize Kur’an-ı Kerim’in bütün sûreleri böyle en güzel en hikmetli bir tertib usûlü üzere bulunmaktadır.
128. Ve eğer bir kadın kocasının kaçıp nefret etmesinden veya yüz çevirmesinden korkarsa aralarını sulh ile ıslah etmelerinden dolayı üzerlerine bir günah yoktur ve sulh hayırlıdır. Ve nefislerde cimrilik hazırlanmıştır. Ve eğer ihsan eder ve ittikada bulunursanız şüphe yok ki; Allah Teâlâ yapacağınız şeyden tamamen haberdardır.
128. Bu mübârek âyetler, aile hakkındaki bazı hükümleri bildirmektedir. Eşler arasında mümkün mertebe adalet ve eşitliğe riâyetin lüzumunu ve gerektiğinde barış ve ıslah yoluna gidilmesinin hayırlı olacağını, ayrılma takdirinde de her birinin Allah’ın lütfu ile diğerine ihtiyacı olmayacağını göstermektedir. Şöyle ki: (ve eğer bir kadın kocasının) nüşuzundan, yani kendisinden (kaçıp nefret etmesinden) kendisi ile birlikte bulunmamasından endişeye düşerse (veya yüz çevirmesinden) kendisiyle birlikte, sohbette bulunmamasından (korkarsa) o halde bu koca ile karının kendi (aralarını) nafaka gibi, geceleyin beraber kalmak gibi hususlarda (sulh ile ıslah etmelerinden dolayı üzerlerine bir günah yoktur) bu yüzden kendilerine mânevî bir mesuliyet gelmez. Meselâ: Karı nafakasının veya bir malının bir miktarını kocasına bağışlayabilir ve geceleri kocasının diğer karısı yanında daha fazla bulunmasına müsaade edebilir. Koca da bu karısını nikâhı altında tutar, nafakasını güzelce temine çalışır, (ve sulh) ise yani: İki taraftan her birinin bir hakkını tamamen veya kısmen terk etmesi ise ayrılıktan, kötü geçinmekten, düşmanlıktan (hayırlıdır) daha muvafıktır. (ve nefislerde cimrilik hazırlanmıştır) cimrilik, insanlık tabiatı gereğidir ondan ayrılmaz. Binaenaleyh kadın, kendi nefsinden, kendi hakkından birşey kocasına vermek cömertliğinde bulunmak istemeyebilir, erkek de sevmediği, arzusuna muvafık bulmadığı bir eşine karşı güzelce geçinmede bulunmamak, nafakasını hakkiyle temin etmemek cimriliğinde bulunabilir. Fakat insan bu gibi hususlarda nefsine hâkim olmalı, fedakârlıkta bulunmak gayretini göstermelidir ki, barış ve iyilik tecelli etsin, (ve) Ey kocalar ile kanlar (eğer ihsan eder) güzelce geçinmeye çalışır (ve ittikada) geçimsizlikten, yüz çevirmekten sakınır (bulunursanız) böyle nefsanî isteklerinize muhalif, güzelce bir harekete muvaffak olursanız (şüphe yok ki Allah Teâlâ) bu gibi yapacağınız (şeyden tamamen haberdardır.) bundan dolayı sizleri sevaba, mükâfata nâil buyurur, hiçbir iyiliği mükâfatsız bırakmaz.
§ Rivayete göre İbni Ebissaib adında bir kimsenin ihtiyarlanmış bir karısı varmış, bu kadından çocukları da var idi. İstemiş ki, bunu boşayıp da başkasını nikâh etsin. Bu kadıncağız ise: “Sen beni evlâdımın üzerine bırak, her iki ayda bir yanıma gel ve dilersen hiç gelme tek beni boşama demiş” kocası da eğer böyle bir muamele münasip olursa bu benim için çok sevimlidir, demiş, bu durumu gidip Rasûlü Ekrem’e arzetmiş, bunun üzerine bu âyeti kerime nâzil olarak böyle iki tarafın rızâsı ile yapılacak bir uzlaşmanın câiz ve iyi olduğu gösterilmiştir. Maamafih başka nüzul sebebi de tefsirlerde yazılıdır.
129. Ve kadınlar arasında adalette bulunmanıza ne kadar istekli olsanız da asla muktedir olamazsınız, artık birine büsbütün meyl ile temayül edîp de ötekini asıklı gibi bırakmayınız. Ve eğer ıslah eder ve sakınırsanız şüphe yok ki Allah Teâlâ çok bağışlayan, pek esirgeyendir.
129. (Ve) eşleriniz olan (kadınlar arasında) sevgi ve cinsel ilişki gibi hususlarda (adalette bulunmanıza) hakkıyla eşitliğe riâyet etmenize (ne kadar istekli olsanız da) böyle bir adaletin teminine istekli bulunsanız da (asla muktedir olamazsınız) meselâ: Bunlardan birini kalben daha fazla sevgi beslemek ve meyilli olmak zarurî birşeydir, bir haleti ruhiye gereğidir, insan bunu yok edemez, (artık) mümkün mertebe eşitliği temine gayret ediniz, eşlerinizden (birine büsbütün meyil ile temayül edip de ötekini) kendisine karşı kalben o kadar tutkunluk beslenilmeyen eşi (asıklı) yani: Ne koca sahibi ne de boşanmış gibi bir halde (bırakmayınız) ona karşı da mümkün olan adaleti gösteriniz, güzel muamelede bulununuz, gönlünün kırılmasına sebebiyet vermeyiniz. Bu, ailevî, ictimâî, ahlâkî fazilet gereğidir, (ve eğer ıslah eder) arada meydana gelmiş olan geçimsizliği, hırçınlığı giderir (ve) ilerde de böyle bir hareketin meydana gelmesinden (sakınırsanız şüphe yok ki. Âllah Teâlâ çok bağışlayandır) kalplerinizdeki meyilden ve evvelce vuku bulmuş olan öyle hoş olmayan hallerden dolayı sizi af ve mağfiret buyurur ve (pek merhametlidir) sizi bu hususta da, diğer hususlarda da merhamet ve şefkatine mazhar kılar. Elverir ki, onun kutsal emirlerine uymaya gayret edesiniz.
130. Ve eğer ayrılırlarsa Allah Teâlâ hepsini de lûtuf ve keremi ile zengin kılar. Ve Allah Teâlâ geniştir, hikmet sahibidir.
130. (Ve eğer) koca ile karı, daha hayırlı olan sulha muvaffak olamaz, uzlaşamazlarda boşanarak birbirinden (ayrılırlarsa Allah Teâlâ hepsini de) kocayı da karıyı da (kendi lütfu keremi ile) birbirinden (zengin kılar) birbirine muhtaç olmaktan kurtulurlar, her biri de rızıklanır ve gücü yetiyor ise başkası ile nikâh akdine muvaffak bulunur. Artık ayrılmadan dolayı fazla üzülmeye lüzum kalmaz, (ve Allah Teâlâ geniş) mahlûkatı hakkında lûtuf ve rahmeti geniştir ve (hikmet sahibi) bütün emirleri, hükümleri hikmet gereği (dir.) artık öyle bir Yüce Yaratıcının pek yüce olan evamir ve yasaklarına riâyet ederek onun merhamet ve şefkatine liyakat kazanmaya çalışmalıdır.
131. Ve göklerde ne varsa ve yerde ne varsa Allah Teâlâ’nındır. And olsun ki, sizden evvel kendilerine kitap verilmiş olanlara da, sizlere de Allah Teâlâ’dan korkunuz diye tavsiye etmişizdir. Ve eğer küfrederseniz şüphe yok ki, göklerdeki ve yerdeki her şey Allah Teâlâ’nındır. Ve Allah Teâlâ zengindir, övgüye lâyıktır.
131. Bu mübârek âyetler, bütün kâinatın Allah’ın kudreti ile vücude gelmiş ve Allah’ın hâkimiyeti altında bulunmuş olduğunu göstermektedir. Artık öyle muazzam, lütfu ihsanı bol yüce bir yaratıcıdan korkarak daima ona kullukta bulunulmasını ve yalnız ona iltica ve itimat edilmesini hatırlatmaktadır. Şöyle ki: Cenab’ı Hak’kın kudreti; büyüklüğü sonsuzdur, (ve göklerde) varlıklardan (ne varsa ve yerde) mahlûkattan (ne varsa) hepsi de kulluk ve mülkiyet itibariyle (Allah Teâlâ’nındır) hepsini de yaratan, yaşatan, rızık veren Cenab’ı Hak’tır. (and olsun ki) yani: Sırf bir hakikattır ki, Ey Ümmeti Muhammediye!, (sizden evvel kendilerine kitap verilmiş olanlara da) yani İsrail oğullarına hıristiyanlara ve onlardan önceki kavimlere de ve (sizlere de Allah Teâlâ’dan korkunuz) onun azabından korkunuz, ona itaatten ayrılmayınız (diye tavsiye etmişizdir) cümlenize emretmiş, hepinizin selâmet ve saadeti için böylece tenbih buyurmuşuzdur. (ve) sizler hakkınızda sırf hayır olan bu tavsiyeye rağmen (eğer küfür ederseniz) bu tavsiyeye muhalefette bulunursanız (şüphe yok ki göklerdeki ve yerdeki her şey) bütün mahlûkat (Allah Teâlâ’nındır) onun mülkiyeti altında ve hakimiyetine tt; hidir. Sizlerin küfür ve isyanından hâşâ Cenab’ı Hak zarar görmez. Nasıl ki, ibadet ve takvanızla da fâidelenmiş olmaz. Sizlere emir ve tavsiye buyurması, bir ihtiyarından dolayı değildir, sadece sizin hakkınızda bir rahmet ve şefkatten dolayıdır. Anîk bundan istifâde etmez iseniz neticesini siz düşününüz. (Ve Allah Teâlâ zengindir), mahlûkatına ve onların ibadetlerine ihtiyacı yoktur ve (övgüye lâyıktır) bizzat övülmüştür, kulları hamdetsinler, etmesinler bizzat hamdü senaya sahiptir. Kulların itaatlerinin, hamdü senalarının faidesi ise kendilerine aittir. Yüce Yaratıcı ise hiçbirşeye muhtaç olmaz, hiçbirşeyden zarar görmez. Buna inanmışızdır.
132. Ve göklerde olanlar da, yerde olanlar da Allah Teâlâ’nındır. Ve bir vekil olarak da Allah Teâlâ yeter.
132. (Ve göklerde olanlar da, yerde olanlar da) bütün kâinat bütün ruh sâhipleri (Allah Teâlâ’nındır) bütün bunların üzerinde tasarruf hakkı o Yüce Yaratıcıya aittir, (ve) bütün işlerin ve olayların tedbiri hususunda (bir vekil olarak da Allah Teâlâ yeter) binaenaleyh bütün bu hususlarda başkasına değil, yalnız o Yüce Yaratıcıya tevekkül ve itimat ediniz. Başka türlü kurtuluş çaresi yoktur.
§ Bu mübârek iki âyette göklerin ve yerin Yüce Allah’a ait olduğu hikmete binaen üç kere zikredilmiştir. Çünki insanlığı irşat ve ikaz için böyle en kuvvetli bir delilin birer münasebetle tekrar zikredilmesi istenen bu irşat ve ikazın tecellisine daha ziyade yardım eder. Birinci defa zikredilmesi, Cenâb-ı Hak’kın cömertlik ve kereminin genişliğine bir delildir. İkinci defa zikredilmesi. Hak Teâlâ’nın bizzat bütün mahlukatından zengin olduğunu açıklamak içindir. Üçüncü defa zikredilmesi de Yüce Allah’ın her şeyi icada ve yok etmeye kâdir, binaenaleyh isyankâr kullarını da mahv ve idama bihakkın muktedir olduğunu tesbit hikmetine vesâireye mübtenidir. Artık bu itibarla bunlar tekrar edilmiş değil, birer başka delil demektir.
133. Ey insanlar! Allah Teâlâ dilerse sizi giderir, başkalarını getirir ve Allah Teâlâ buna hakkıyle kâdir bulunmaktadır.
133. Bu mübârek âyetler, Cenâb-ı Hak’kın her yönüyle yaratma ve yok etmeye kâdir olduğunu bildiriyor, insanları uyanık olmaya davet ederek yalnız dünyayı değil, hem dünya hem de âhiret nimetlerini istemeye sevketmektedir. Şöyle ki: (Ey insanlar!. Allah Teâlâ dilerse sizî giderir) sizi yok eder, helâk eder, sizi icat etmiş olduğu gibi (başkalarını) diğer bir kavmi veya başka mahiyette bir halkı sizin yerinize geçmek üzere varlık sahasına (getirir) artık kendi varlığınıza güvenmeyiniz, vazifelerinizi ifadan geri durmayınız (ve) şüphe yok ki, (Allah Teâlâ buna) böyle dilediğini yok etme ve icad etmeye (hakkiyle kâdir bulunmaktadır) onun yüce kudreti böyle her şeye fazlasıyla yeterlidir.
§ Rivâyete göre bu âyeti kerime, Hz. Peygamber’e karşı düşmanlık gösteren bazı araplar hakkında nâzil olmuştur. Bu âyeti kerime nâzil olunca Rasûlü Ekrem Efendimiz, mübârek eliyle Selmanı Farisinin arkasına vurarak işte onlar -o getirilecek kavim- bu müslümanın kavmidir, diye buyurmuştur.
134. Her kim dünya sevabını isterse muhakkak dünyanın da âhiretin de sevabı Allah Teâlâ’nın katındadır. Ve Allah Teâlâ hakkıyla işitici ve görücüdür.
134. (Her kim) yalnız (dünya sevabını isterse) dünyanın fanî, adî varlığını isterse, meselâ: Yalnız ganimet malına kavuşmak için cihatta bulunursa âlicenaplıkta bulunmamış olur. Çünki (muhakkak dünyanın da âhiretin de sevabı) nefîs, kalıcı olan nimetleri, mükâfatları (Allah Teâlâ’nın katındadır) meselâ: Sırf Allah rızası için cihâda atılan bir zatı, Cenab’ı Hak, hem ganimete, hem de uhrevî sevaba nâil buyurur. Artık nasıl olur da öyle yalnız dünya sevabını istemekle” yetinilir?. Bir mü’min, Cenâb-ı Hak’tan hem dünya sevabını, hem de âhiret sevabını, nimetlerini dilemelidir. “Ya Rabbenâ!. Bize hem dünyada güzel şey ver, hem de âhirette güzel şey ver ve bizi cehennem azabından koru” diye niyâz etmelidir, (ve Allah Teâlâ hakkiyle işitici) dir bütün işitenleri bilmektedir, bütün duaları, niyazları işitir, bilir (ve) tamamen her şeyi (görücüdür) binaenaleyh Hak Teâlâ Hazretleri, kullarının bütün sözlerine, amellerine, niyetlerine hakkıyle muttalidir. Artık ona göre hareket etmelidir.
§ Rivâyete göre bu âyeti kerime, yalnız ganimet malına kavuşmak hırsı ile cihâda katılan bir kısım münâfıklar hakkında nâzil olmuş, onları yalnız Allah rızası için savaşta bulunmaya davet etmekte bulunmuştur.
135. Ey imân edenler! Adaletle hakkıyla kaim. Allah için şahit kimseler olunuz. İsterse kendi şahıslarınızın veya ana babanızın veya en yakınlarınızın aleyhine olsun, ister zengin veya fakir bulunsun. Çünki Allah Teâlâ onlara daha yakındır. Artık haktan dönerek nefise tâbi olmayınız. Ve eğer dilinizi eğer bükerseniz veya yüz çevirirseniz şüphe yok ki Allah Teâlâ işlediğiniz şeyden hakkıyle haberdardır.
135. Bu âyeti kerime, müslümanların hak ve adalet üzere şahitlikle, hükümde bulunmalarını emrediyor, taraf tutmaktan çekinmelerini ihtar buyuruyor, aykırı hareket edecekleri tehdit buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ey imân edenler) Ey bütün mükellef olanlar!, (adaletle hakkiyle kaim) olunuz, adaleti tercih, haklara riâyet hususlarınıza çokca özen gösteriniz ve (Allah için şahit kimseler olunuz) sadece Allah rızası için şahitlikte bulununuz. (İsterse) şahitliğiniz (kendi şahıslarınızın) aleyhine olsun, yine şahitlikte bulununuz, hakkı saklamayınız (veya ana-babanızın) analarınızın, babalarınızın aleyhine olsun yine şahitlikten kaçınmayınız (veya) hut şahitliğiniz (en yakınlarınızın aleyhine olsun) meselâ: Kardeşlerinizin, evlâtlarınızın aleyhine olsun, yine şahitliğinizi terketmeyiniz, ve aleyhine şahitlik edeceğiniz kimse (ister zengin veya fakir bulunsun) ne zenginliğinden dolayı bir menfaat ümidiyle aleyhine şahitliği terkediniz, ne de fakirliğinden dolayı haline acıyarak aleyhinde şahitlikten geri durunuz, Böyle bir hareket hikmet ve menfaate uygun değildir. Eğer böyle olmasaydı Cenab’ı Hak sizi herhalde şahitlik etmekle mükellef kılmazdı, (çünki Allah Teâlâ onlara) Zengin olsun, fakir olsun bütün kullarına sizden (daha yakındır) onların hakkında sizden daha fazla bir merhamet ve şefkat gözüyle bakmaktadır. Eğer bunların aleyhindeki şahitlik, onların lehine bir hikmeti meselâ: Onları mânevî mesuliyetten kurtarmayı içermeseydi bu şahitliği meşru buyurmazdı, (artık haktan dönerek) Veyahut haktan ayrılacağınız endişesiyle şahitliğiniz hususunda (nefse tâbî olmayınız) bir menfeat veya bir merhamet hissine kapılarak şahitliği terk eylemeyiniz, (ve eğer dilinizi eğer bükerseniz) hak üzere şahitlikten veya adilâne hükümden kaçınmak çaresini arasanız, onu üzerinize alırsanız (veya) şahitlik etmekten büsbütün (yüz çevirirseniz) kaçınırsanız (şüphe yok ki. Allah Teâlâ işlediğiniz şeyden) şahitliğe, hükme dâir ve diğer işlere ait her yaptığınız muameleden (hakkiyle haberdardır) hakkınızda ona göre mükâfat veya ceza verecektir. Binaenaleyh hiçbir hususta hak ve hakikattan asla ayrılmayınız, sonra kendinizi uhrevî mesuliyetten asla kurtaramazsın.
136. Ey imân etmiş olanlar! Allah Teâlâ’ya ve onun Peygamberine ve Peygamberine indirmiş olduğu kitaba ve daha evvel indirmiş olduğu kitaba imân ediniz. Ve her kim Allah Teâlâ’yı ve meleklerini ve kitaplarını ve Peygamberlerini ve âhiret gününü inkâr ederse muhakkak ki pek uzak bir dalâletle sapıklığa düşmüş olur.
136. Bu mübârek âyetler, imân edilmesi gerekli olan esaslara tamamiyle itikat edilmesini ve bunları inkâr edenlerin pek büyük bir küfür ve sapıklığa mâruz kaldıklarını bildiriyor, inançlarında kararsızlık göstererek sonunda küfr içinde kalanların da hidayetten, ilâhî aftan, ebedî olarak mahrum kalacaklarını ihtar ediyor. Şöyle ki: (Ey imân etmiş olanlar!.) Ey bütün müslümanlar!. Yahut Ey Hz. Musa’ya, Hz. İsa’ya imân etmiş bulunan ehli kitap!. Veyahut ey imân etmiş görünen münâfıklar!. (Allah Teâlâ’ya) onun varlığına, birliğine, yaratıcılık ve mâbudluğuna ve diğer ilâhî sıfatlarına tam bir şuur ile imân ediniz (ve onun Peygamberine) son peygamber olan Hz. Muhammed’e de hakkiyle imân ediniz (ve) o mübârek (Peygamberine) Cenâb-ı Hak’kın sûre sûre, âyet âyet (indirmiş olduğu kitaba) Kur’an-ı Kerim’e de gerektiği gibi imân ediniz (ve) Hak Teâlâ’nın (daha evvel) diğer peygamberlerine (indirmiş olduğu kitaba) da (imân ediniz) bütün bu semavî kitaplara olan imanınızda sebat eyleyiniz. Bunlara olan imanınızı deliller ve şahitler ile takviye eyleyiniz. Böyle kuvvetli bir imân, bir kulluk vazifesidir, bir saadet vesiledir, (ve) bilâkis (her kim Allah Teâlâ’yı) onun yaratıcılık ve mâbudluğunu inkâr eder (ve meleklerini ve kitaplarını ve Peygamberlerini ve âhiret gününü) de inkâr eder de küfre düşerse (muhakkak ki) o kimse haktan, hidayetten (pek uzak) olan (bir dalâletle sapıklığa düşmüş olur) öyle ki, artık hak yola ve hidâyete dönmesi umulamaz.
137. Muhakkak o kimseler ki, imân ettiler, sonra kâfir oldular, sonra imân ettiler sonra kâfir oldular, sonra da küfürlerini arttırdılar artık Allah Teâlâ, onlar için af edecek değildir. Ve onları bir doğru yola sevkedecek değildir.
137. (Muhakkak o kimseler ki) vaktiyle Hz. Musa’yı ve diğer peygamberleri tasdik edip (imân ettiler, sonra) putlara, buzağılara taparak (kâfir oldular) bundan (sonra) yine bir Peygambere tâbi olup (imân ettiler) mahlukata tapmaktan geri durdular, fakat yine dinden çıkarak (sonra kâfir oldular) meselâ: Hz. İsa gibi bir yüce peygamberi inkâr ettiler, (sonra da küfürlerini arttırdılar) Meselâ: Peygamberlik ve risaleti binlerce deliller ile, mucizeler ile sabit olan son peygamber gibi bir Yüce Resûlün peygamberlik ve risaletini kabul etmeyip büsbütün küfr içinde kaldılar, (artık) onlar böyle küfür ve sapıklık içinde devam ettikçe (Allah Teâlâ onlar için af edecek değildir) çünki böyle küfür ve şirk içinde yaşayıp hayatı terk edenler, Allah’ın mağfiretine ebedî olarak nâil olamayacaklardır. (ve) Cenâb-ı Hak, (onları) o inkârcıları (bir doğru yola) bir hak yola bir hidâyet sahasına (sevkedecek de değildir) zira onlar kabiliyetlerini kötüye kullanmış, tövbe ve istiğfar edecek bir durumda bulunmamış olacakları için samimî bir imândan pek uzak bulunmuşlardır. Binaenaleyh onlar bu halde hidâyete asla yetenekli değildirler.
§ Rivâyete göre Ehli kitaptan Abdullah İbni Selâm ve kız kardeşinin oğlu Seleme ve erkek kardeşinin oğlu Seleme ve Salebe gibi bir takım kimseler peygamberin huzuruna gelmişler, Ey Allah’ın Resûlü!. Biz sana ve senin kitabına ve Musa ile Tevrat’a ve Uzeyre imân ederiz, başka kitapları, Peygamberleri inkâr eyleriz demişler, Rasûlü Ekrem Hazretleri de “öyle değil” Allah Teâlâ’ya ve Peygamberi olan Muhammed’e ve kitabı olan Kur’an’a ve ondan evvelki bütün kitaplara imân ediniz diye buyurmuş, onlar ise hayır biz öyle yapamayız, demişler, bunun üzerine bu âyetler nâzil olmuştur. Binaenaleyh Allah katında makbul olan imân, hem Cenâb-ı Hak’ka, hem de bütün meleklere, bütün semavî kitaplara ve bütün Peygamberlere ve yevmi âhirete imân etmekle tecelli eder. Bunlardan herhangi birini inkâr, bir katıksız küfürdür, sahibinin cehennemde ebediyen azap çekmesine sebebtir.
138. Münafıklara müjdele ki, onlara muhakkak elem verici bir azap vardır.
138. Bu mübârek âyetler, münafıkların pek çirkin hareketlerini, kanaatlerini ve mâruz kalacaklar kötü sonu şöylece bildirmektedir: Resûlüm! (münafıklara müjdele ki) haber ver ki (onlara muhakkak bir elim) pek acıklı (bir azap vardır) yani: Cehennem azabı onlar için hazır bulunmaktadır. Onlar o münâfıkca hareketlerinden dolayı böyle büyük bir azabı hak etmişlerdir.
§ Tebşir = Müjde: Sevinç verici haber demektir. Burada korkutmak, haber vermek yerinde alay etmek için getirilmiştir.
139. Onlar ki, mü’minleri bırakarak, kâfirleri dost tutarlar. İzzeti onların yanında mı arıyorlar? Muhakkak ki, bütün izzet Allah Teâlâ’nındır.
139. (Onlar ki) O görünüşte mü’min görünüp gizli olarak kâfir bulunan münâfıklar ki (mü’minleri bırakarak) mü’minler ile samimi şekilde görüşmekten, beraber çalışmaktan kaçınarak (kâfirleri dost tutarlar) onlarda bir kuvvet bir üstünlük var sanarak onlara kalben meyilli bulunurlar. Bu münâfıklar (izzeti) kuvveti, şeref ve gücü (onların) o kâfirlerin (yanında mı arıyorlar) onlardan mı isteyip duruyorlar. Ne kadar yanlış bir kanaat!. Onlar izzeti o kâfirlerin yanında bulamayacaklardır. (muhakkak ki bütün izzet) dünyada da âhirette de (Allah Teâlâ’nındır) bu izzete ancak o yüce mabudun dostları nâil olacaklardır.
Nitekim bir âyeti kerimede de
Ancak Allah Teâlâya, onun Resulüne ve mü’minlere aittir Münâfikûn, 63/8) diye buyrulmuştur. Kâfirlerin geçici, dünyevî kuvvetleri, varlıkları ise çabucak yok olur. Nitekim asrı saadetteki münafıkların kendilerine güvendikleri kâfirler yok olmuş, İslâm hâkimiyeti Arap yarımadasının her tarafına yayılmış, İslâm’ın gücü parlamaya başlayıp durmuştur.
140. Ve muhakkak kitapta sizin üzerinize indirmiştir ki, Allah Teâlâ’nın âyetlerine küfredildiğini ve onlar ile alay edildiğini işittiğiniz zaman başka lâkırdıya dalacaklarına değin onların yanında oturmayınız. Şüphe yok ki siz de o zaman onlar gibi olmuş olursunuz. Muhakkak ki, Allah Teâlâ münâfıkları ve kâfirleri cehennemde toptan toplayıcıdır.
140. Bu âyeti kerime mukaddesata hakâret eden kimseler ile aynı mecliste olmaktan müslümanları sakındırmakta, öyle bir yakınlığın neticedeki rezaletini ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey sadık mü’minler!. Ve ey kâfirler ile aynı mecliste olup onların İslâmiyet aleyhindeki lâkırdılarına iştirâk eden münâfıklar!. Kâfirleri dost tutmayınız diye sizlere Cenâb-ı Hak emrediyor. (Ve muhakkak kitapta) Kur’an’ı Kerim’de, Mekke’i Mükerreme’de nâzil olan sûre’i en’amda (sizin üzerinize) bir âyeti kerime (İndîrmiştîr ki. Allah Teâlâ’nnı âyetlerine) Kur’an’ı Kerim’e (küfredildiğini) onun bir ilâhî kitap olduğu inkâr olunduğunu (ve onlar ile) o Kur’an âyetleriyle (alay edildiğini işittiğiniz zaman başka lâkırdıya) böyle mukaddesat aleyhinde olmayan sözlere (dalacakları) zamana (değin onların) o kâfirlerin, o alaycı herif lerin (yanında oturmayınız) onlardan yüz çeviriniz. O halde onlar ile dostlukta, onları ağırlamaz ve ikramda bulunmanız nasıl câiz olabilir?. (Şüphe yok ki) O kâfirce sözleri dinleyip durursanız (siz de o zaman) öyle onlar ile oturup durduğunuz vakit (onların) günahta, azâbı hak etmede (benzeri olmuş olursunuz) çünki onların meclisini terkedebilecek durumda iken terketmediğinizden dolayı onlara katılmış sayılırsınız. (muhakkak ki. Allah Teâlâ münâfıkları ve kâfirleri cehennemde toptan toplayıcıdır.) Çünki münâfıklar da küfür hususunda diğer küfrünü açıklayan kâfirler gibi olduklarından hepsi de birden cehenneme atılacaklardır. Dünyada aynı durumda oldukları gibi âhirette de cehennemde de aynı mecliste bulunacaklardır. Ne feci bir beraberlik!..
Sûre’i enamdaki âyeti kerime:
Ayetlerimiz hakkında ileri geri konuşmaya daldıklarını gördüğün vakit, başka bir söze geçinceye kadar, onlardan uzaklaş. (En’am 6/68) Nazmı şerifidir. Malûm olduğu üzere bir kimse bir küfre razı olursa kâfir olur. Ve bir kimse bir kötülüğün, gayrimeşru bir muamelenin işlendiği yerde bulunur, onu işleyenlere karışırsa günahta onlar ile beraber olur. İsterse kendisi o kötülüğü fiilen işlemesin. Fakat onların o kötü işlerini kalben kınadığı halde bir korku, bir zaruret, bir tekıyye (sakınma) sebebiyle onlar ile aynı mecliste olursa o zaman sorumlu olmaz. Bununla beraber öyle bir mecliste bulunan bir mü’min için eğer imkân varsa onların gayrı meşru hareketlerini kınamak, onları usulü dairesinde aydınlatma ve irşad etmeye çalışmak lâzımdır. Bu bir iyiliği emretme vazifesidir.
141. Onlar ki, sizi gözetiverirler, eğer sizin için Allah Teâlâ’dan bir zafer olursa biz de sizinle beraber değilmiydik derler. Ve eğer kâfirler için bir pay olursa biz size galip gelmez miydik ve size mü’minlerin saldırısını engeller olmadık mı derler. Artık Allah Teâlâ kıyamet gününde aranızda hükmedecektir. Ve elbette Allah Teâlâ kâfirler için mü’minler aleyhine bir yol vermeyecektir.
141. Bu âyeti kerime de münafıkların şahsî menfaatleri için ne kadar dönek olduklarını ve hakiki mü’minlerin kâfirlere karşı Allah’ın korumasında bulunduklarını şöylece bildirmektedir. (Onlar ki) o münâfıklar ki, ey müslümanlar!, (sizi gözetiverirler) sizin işlerinize, zafere nâil olup olmayacağınızı beklemede bulunurlar, (eğer size Allah Teâlâ’dan bir zafer olursa) bir fetih ve ganimet yüz gösterirse (biz de sizinle) dinde, cihadda (beraber değil miydik?.) biz size yardımcı bulunmuyor mu idik. Artık bize de ganimetten hisse vermez misiniz?, (derler) kendilerini müslüman gösterirler, (ve eğer kâfirler için) savaştan (bir nasib olursa) bir kazanç elde edebilirler ise bu takdirde münâfıklar, o kâfirlere hitaben (biz size galip gelmez miydik) biz sizin aleyhinize savaşa katılsa idik sizi mağlûp, ö ldürülmüş bir hâle getiremez mi idik, halbuki, öyle aleyhinize harekette bulunmadık (ve size mü’minlerin saldırısını) musallat olmasını bir takım hilelere, aldatıcı sözlere tevessül ederek (engelleme) ile sizi himaye (eder olmadık mı?, derler) o kâfirlere karşı böyle taraftar olduklarını söyler, minnette bulunurlar, onların elde edebildikleri şeylerden kendilerine de hisse ayırmalarını isterler. (Artık Allah Teâlâ kâfirler için mü’minler aleyhine bir yol vermeyecektir) herhalde İslâmiyet ufuklara yayılacaktır. Herhalde İslâmiyet’in hak oluşu, yüceliği, binlerce deliller ile diğer dinler üzerine galip gelecektir. Bir hikmet ve imtihan yoluyla müslümanlar bazen dünyada mağlûb olsalar da bu geçicidir, kökünden yok etme şeklinde değildir, İşin sonu veya uhrevî hayat itibariyle galibiyet, selâmet ve saadet müslümanlara mahsustur. Hakiki dinden mahrum olanlar ise işin sonunda mağlûbiyete düşecek cehennemde ebediyen azap görüp duracaklardır.
142. Şüphesiz münâfıklar Allah Teâlâ’ya karşı hilede bulunmak isterler. Halbuki olan tuzağa düşüren o’dur. Ve namaza kalktıkları zaman tenbelcesine kalkarlar, insanlara gösterişle bulunurlar ve Allah Teâlâ’yı pek az anarlar.
142. Bu mübârek âyetlerde münafıkların pek cahilce, mütereddidce hallerini ve bedî mahrumiyete mâruz bulunacaklarını bildirmektedir. Şöyle ki: (Şüphesiz münâfıklar) Kendi bâtıl zanlarına göre (Allah Teâlâ’ya karşı hilede) aldatmak hareketinde (bulunmak isterler) asıl gizledikleri kanaatlerinin zıddını göstererek kendilerinden kâfirler hakkında icap eden ö ldürme ve kovma gibi dünyevî hükümleri uzaklaştırmak kasdında bulunurlar. Hâşâ Allah Teâlâyı onun Peygamberini aldatacaklarını zannederler, (halbuki onları) O münâfıkları asıl (hüd’aya düşüren) onları o hüd’aları yüzünden cezaya uğratacak olan (o’dur) O Yüce Yaratıcıdır. Onların o münafıkça hallerini Peygamberine haber veren, onları âleme rezil eden, onları âhirette ebediyen cezalandıracak olan o bilen ve hikmet sahibi olan mabuddur. Onların öyle dünyada geçici olarak canları korunmuş, malları korunmuş olarak bırakılmaları haklarında asıl bir tuzaktır ki, bu yüzden âhirette pek elim bir azaba uğrayacaklardır, onlar ise bundan habersiz bulunmaktadırlar, (ve) O münâfıklar, mü’minler ile beraber namaza kalkdıkları zaman tenbelcesine) ağırlanarak, zoraki bir his ile (kalkarlar) ve onlar bu namazlarıyle (insanlara gösterişte bulunurlar) tâki kendilerini mü’min sansınlar. (ve Allah Teâlâ’yı pek az anarlar) pek az namaz kılarlar insanların olmadığı yerde namazda, niyazda bulunmazlar. İşleri güçleri hep gösterişten ibarettir.
143. Onun arasında bocalayıp duruyorlar. Ne onlara ne de bunlara mensup ve her kimi ki, Allah Teâlâ sapıtırsa artık ona elbette bir yol bulamazsın.
143. O münâfıklar (onun) o imân ile küfrün veya mü’minler ile kâfirlerin (arasında bocalamaktadırlar) şeytan onları şaşkın bir hâle düşürmüştür, (ne onlara) mü’minlere (ne de bunlara) kâfirlere (mensub) değildirler. Öyle ikisi arasında bocalar, şaşkın bir halde bulunmaktadırlar, (ve her kimi ki) hidâyete, Allah’ın muvaffakiyetine kabiliyetsizliğinden dolayı (Allah Teâlâ sapıtırsa) dalâlete düşürürse (artık ona elbette bir yol) kendisini hidâyete erdirecek bir yol (bulamazsın.) Evet… Kendi fıtretini kötüye kullanıp da sırf dünya varlığı için münafıklık yapan, bu sebeble hak ve sevaptan, hidayetten, İslâm nurundan mahrum kalan bir şahıs için bir yardım eden bulunamaz. Artık böyle bir elem verici sonu düşünmeli!.
144. Ey imân etmiş olanlar! Mü’minleri bırakıp da kâfirleri dostlar edinmeyiniz. İster misiniz ki, Allah için aleyhinize bir apaçık hüccet edinesiniz.
144. Bu mübârek âyetler, müslümanları ikaz etmektedir, kendi kutsî dinlerine düşman olup bu yüzden ebedî olarak azap görecek olan kâfirleri münâfıkları dost tutmamalarını kendilerine ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ey imân etmiş olanlar) Ey İslâmiyeti kabul etmiş, Allah’ın dinine samimî şekilde intisab şerefine nâil olmuş bulunanlar!. (mü’minleri) din kardeşlerini (bırakıp da) onlar ile muhabbet, sevgi, ve dayanışmada bulunmayı? da münâfıklar gibi (kâfirleri dostlar edinmeyiniz) onlar sizin asıl düşmanlarınızdır. Onlara yönelmek münafıklara mahsus bir rezilliktir. Artık onları tutup da din kardeşleriniz nasıl bırakabilirsiniz?, (ister misiniz ki) böyle kâfirlere dost olmak yüzünden (Allah Teâlâ için aleyhinize bir apaçık delil edinesiniz?.) sizin de münâfık kimseler olduğunuza dâir bir buhran, bir açık delil meydana gelmesini arzu eylermisiniz? Böyle bir alçaklığa nasıl cür’et edebilirsiniz. O halde ye mü’minler!. Siz, münâfıklar gibi harekette bulunmayınız.
145. Şüphe yok ki; münâfıklar ateşin en aşağı tabakasındadırlar. Ve elbette onlar için bir yardımcı da bulamazsın.
145. (Şüphe yok ki, münâfıklar ateşin) Cehennemin (en aşağı) en derin bulunan (tabakasındadırlar) çünki münâfıklar, kâfirlerin en kötüsü oldukları için böyle bir azaba lâyıktırlar. Onlar müslümanlar ile alay ederler, müslümanların aleyhinde tuzaklar, hileler meydana getirirler, fırsat buldukça İslâm düşmanlarına katılarak müslümanların hayatına suikasitte bulunurlar, (ve elbette onlar için) o münâfıklar hakkında (bir yardımcı da bulamazsın) ki, Allah’ın azabına mâni olarak, onları cehennemden çıkarmaya yardım ediversin. Binaenaleyh öyle münâfıkca hareketlerden son derece sakınmalıdır.
146. Ancak o kimseler ki tövbe ettiler ve hallerini islâhta bulundular ve Allah Teâlâ’ya iltica ediverdiler ve dinlerini Allah Teâlâ için hâlisâne kıldılar onlar müstesnâ. İşte onlar mü’minler ile beraberdirler. Mü’minlere ise Allah Teâlâ elbette pek büyük mükâfat verecektir.
146. Bu mübârek âyetler de, gerçekten tövbe ve istiğfar eden, Cenab’ı Hakka sığınan, samimi olarak dindar olmaya başlayan kimselerin de diğer mü’minler gibi uhrevî mükâfata nâil, Allah’ın azabından emin olacaklarını şöyle müjdelemektedir. (Ancak o kimseler ki) Nifaktan dönüp (tövbe ettiler ve) nifak zamanında iken bozmuş oldukları (hallerini ıslâhta bulundular ve Allah Teâlâ’ya iltica) edip onun rızasını taleb ve İslâm dinine tutunup iltica (ediverdiler ve dinlerini) gösterişten beri (Allah için hâlisâne kıldılar) ibadet ve itaatlariyle ancak Allah rızasını istediler, işte (onlar) öyle hallerini, hayatlarını ıslah ve tanzim eden, tövbe ve istiğfar eden kimseler (müstesnâ) artık onlar münafıklıktan kurtulmuştur. Artık (onlar) cennette (mü’minler ile beraberdirler) onlar da diğer mü’minler gibi mükâfata nâil olacaklardır, (mü’minlere ise Allah Teâlâ elbette pek büyük mükâfat verecektir) onlar da bu mükâfata iştirâk edeceklerdir. Günahından tövbe eden kimse o günahı hiç işlememiş kimse gibidir.
147. Eğer şükreder ve imân etmiş olursanız. Allah size ne diye azap etsin? Allah şükredenlerin mükafatlarını verir, yaptıklarını bilir.
147. Ey Allah Teâlâ’nın kulları!. (Eğer) nâil olduğunuz nimetelre (şükreder) ve Allah Teâlâ’ya gerektiği gibi (imân etmiş olursanız) artık Cenâb-ı Hak size azap eder mi?. Hak Teâlâ, kendinden hiçbirşeye muhtaç değildir. Menfaatleri sağlamak ve zararları defetmek ihtiyacından uzaktır. Kullarını bir takım mükâfat ve cezaya tâbi tutmuş olması, bir hikmet ve menfaate dayanmaktadır, onları güzel amelleri ifaya, çirkin hareketlerden sakınmaya sevk içindir, âlemin nizamını düzenli bir halde devam ettirmek içindir. Binaenaleyh Ey Allah Teâlâ’nın kulları!. Siz güzel amelleri yapıp çirkin şeylerden sakınınca o Yüce Yaratıcı sizlere azap etmez!.. (Allah size ne diye azap etsin) siz öyle durumunu ıslah etmiş kimseler olduktan sonra size azap etmek o Yüce Yaratıcının şefkat ve keremine lâyık olmaz. (Halbuki, Allah Teâlâ şâkirdir), kullarının güzel amelleri az da olsa yine onlara kat kat sevap verir ve (bilendir) bütün olayları tam mânâsıyla bilir, bu cümleden olmak üzere sizin imanınızı da bilir, ondan dolayı size mükâfat verir ve sizi mükâfatsız bırakması asla düşünülemez.
148. Allah Teâlâ çirkin lâkırdının açıklanmasını sevmez, zulmedilmiş olan başka. Ve Allah Teâlâ hakkıyla işiticidir, bilicidir.
148. Bu mübârek âyetler, zâlim, münâfık olmayan kimselerden insanlık icâbı vuku bulacak kusurların teşhir edilmemesini ihtar ve gizli, açıkça yapılacak hayırların, afların mükâfat vesilesi olacağını müjdelemektedir. Şöyle ki: (Allah Teâlâ çirkin lâkırdının) çirkin, kötü her hangi bir sözün (açıklanmasını) yerme ve kınamayı gerektiren lâkırdıların söylenmesini, teşhir edilmesini (sevmez) belki ondan dolayı söyleyip durana ceza verir. Şu kadar var ki (zulmedilmiş olan başka) mazlum bundan müstesnadır. O gördüğü zulmü söyleyebilir ve zalime karşı bedduada bulunabilir, Binaenaleyh İslâm milleti aleyhine harekette bulunan, İslâm cemiyetine zarar veren münâfık tabiatlı kimselerin de bu düşmanca hareketlerini teşhir ederek onların zararlarından ehli İslâm’ın uyanmasına, korunmasına çalışmak câiz bulunmuştur. Bunun içindir ki, Kur’an-ı Kerim’de münafıkların o kötü durumları teşhir edilmektedir. (Ve Allah Teâlâ hakkiyle işiticidir) Her söylenen sözü tamamen işitir, mazlumun duasını, halinden şikayetini de işitir ve (bilicidir.) her yapılan şeyi hakkiyle bilir, zalimin, mazlumun halleri de bu cümledendir. Artık bunu düşünüp de gayri meşru, zalimce hareketlerden sakınmalıdır.
149. Bir hayrı açıklarsanız veya gizlerseniz veya bir kötülüğü affederseniz şüphe yok ki, Allah Teâlâ affedici ve çok kudretlidir.
149. İyi işlerden her hangi (Bir hayrı açıklarsanız) gösterip açıkça yaparsanız (veya) o hayrı (gizlerseniz) gizlice yaparsanız, gösterişten kaçarsanız (veya bir kötülüğü) mâruz kaldığınız bir hakâreti, bir zalimce muameleyi (affeder) de intikama kalkışmaz (sanız) makbul, övülmüş, onurlu bir harekette bulunmuş olursunuz. (şüphe yok ki. Allah Teâlâ affedici) dir. Nice âsi kulları af buyurmaktadır, ve (çok kuvvetlidir.) intikama kâdir olduğu halde intikam almayıp af buyurmaktadır. Ne yüce bir alınacak, örnek!. Artık biz kulların da affedici olarak öyle güzel ahlâk ile vasıflanmamız daha iyi olmaz mı?.
150. Muhakkak o kimseler ki, Allah Teâlâ’yı ve onun peygamberlerini inkâr ederler ve Allah Teâlâ ile Peygamberlerinin arasını ayırmak isterler ve bazısına imân eder ve bazısını inkâr eyleriz derler ve bunun arasında bir yol tutmak isterler.
150. Bu mübârek âyetler, kimlerin tam kâfir olup ebedî azâba çarpılmış olacaklarını, ve kimlerin de gerçek mü’min olup mükâfata nâil bulunacaklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Muhakkak o kimseler ki) o yanlış inançlı şahıslar ki (Allah Teâlâ’yı ve onun peygamberlerini inkâr ederler) gittikleri yol kendileri için böyle bir küfrü gerektirir, isterse bunu açıkça söylemesinler. (ve) çünki onlar (Allah Teâlâ ile Peygamberlerinin arasını ayırmak isterler) güya Allah Teâlâya imân etmek isterler, halbuki Peygamberlerini inkâr etmekle Cenab’ı Hak’ki da inkâr etmiş olurlar da bundan haberleri olmaz. Çünki Cenab’ı Hak’kın Peygamberler hakkındaki ilâhî beyanları ve o Peygamberlerin göstermeye muvaffak olduktan mucizeleri inkâr etmekle Yüce Allah’ı da inkâr etmiş bulunurlar, (ve) Maamafih bunlar bütün Peygamberleri inkâr ettiklerini açıklamazlar da biz (bazısına imân eder, ve bazısını inkâr eyleriz derler) meselâ: Hz. Musa’ya, Hz. Üzeyr’e imân eder de Hz. İsa’ya, Hz. Muhammed’e -Aleyhimüsselâm- imân etmezler. Böyle bir inanç ise Allah Teâlâ’yı da inkârdan başka bir şey değildir. Kısaca bütün Peygamberler, son peygamber efendimizin risâletini ümmetlerine haber vermişlerdir. Şimdi bu risaleti inkâr edenler, bütün Peygamberleri de inkâr etmiş olmazlar mı?, (ve bunun arasında) böyle imân ile küfür arasında (bir yol tutmak isterler) halbuki bunların arasında başka vasıta bulunamaz. Çünki hak farklılık kabul etmez.
.151. İşte gerçekten kâfir olanlar onlardır. Biz de kâfirler için alçaltıcı olan bir azab hazırlamışızdır.
151. Böyle imâna aykırı bir kanaatta bulunalar yok mu (İşte tam manâsiyle kâfir olanlar onlardır) artık o kâfirler lâyık oldukları cezaya hazırlansınlar. Çünki (bîz de) ben Yüce Yaratıcı da (kâfirler için alçaltıcı olan) onları tam bir zilletle cezalandıracak bulunan (bir azab) bir cehennem ateşi (hazırlamışızdır) vakti gelince o azâba ebedî olarak mâruz kalacaklardır. Bütün bu felâket, onların imândan mahrum olmalarının bir cezasıdır.
§ Rivâyete göre bu mübârek âyetler, Yahudiler hakkında nâzil olmuştur. Çünki onlar Hz. Musa ile Tevrat’a ve Hz. Üzeyr’e imân ettikleri halde Hz. İsa ile İncil’e ve son peygamber ile Kur’an’ı Kerim’e imân etmezler. Binaenaleyh bunlar din bakımından bütün Peygamberler ile semavî kitapları ve bunun gereği olarak da Cenab’ı Hak’ki inkâr etmişlerdir.
152. Ve o kimseler ki, Allah Teâlâ’ya ve peygamberlerine imân etmişlerdir ve onlardan hiçbirinin arasını ayırmamışlardır. İşte onlara da mükafatlarını elbette verecektir. Ve Allah Teâlâ bağışlayandır, merhamet edendir.
152. (Ve o kimseler ki) O kâfirlere muhalif olarak (Allah Teâlâ’ya) da ve onun bütün Peygamberlerine de (imân etmişlerdir) hiçbirinin peygamberlik ve risâletini inkâr etmemişlerdir, (ve onlarda hiçbirinin arasını ayırmamışlardır) hepsini tasdik etmiş ve yüce tutmuşlardır (işte onlara da) böyle yüce, temiz bir itikatta bulunan müslümanlara da vadedilmiş olan (mükafatlarını) Cenab’ı Hak (elbette verecektir) onları bu güzel inançlarının meyvelerine mutlaka kavuşturacaktır, (ve Allah Teâlâ bağışlayıcıdır.) Böyle mü’min kullarından insanlık icâbı meydana gelen bazı kusurları affeder ve örter ve (esirgeyicidir) onlara daima merhamet buyurur, onların güzel amellerinin sevâbını kat kat verir, kendilerini cennetlerine nâil kılar. Ne muazzam bir ilâhî şefkat!..
153. Ehli kitab, üzerlerine bir kitap indirmeni senden isterler. Muhakkak onlar bundan daha büyüğünü Musa’dan istemişler de bize Allah’ı apaçık göster demişlerdi. Artık zulümleri sebebiyle kendilerini yıldırım çarptı. Kendilerine apaçık mucizeler geldikten sonra da buzağıyı mabut edindiler. Nihayet bundan affettik ve Musa’ya apaçık bir saltanat verdik.
153. Bu mübârek âyetler, Yahudilerin Rasûlü Ekrem Efendimizden ve evvelce de Hz. Musa’dan ne kadar inkârcı ve sınır tanımaz bir şekilde isteklerde bulunduklarını ve bu yüzden karşılaştıkları felâketleri bildiriyor. Hz. Musa’nın nâil olduğu güç ve kuvveti ve Yahudilerin vaktiyle ne gibi vazifeler ile görevli bulunmuş olduklarını da gösteriyor. Şöyle ki: Habibim!, (ehli kitap) Yahudi âlimleri (üzerlerine) gökten (bir kitap indirmeni senden isterler) Hz. Musa’ya nâzil olan kitap gibi sana da hepsi birden bir kitabın indirilmesini teklif ederler veyahut levhi mahfuz üzerine semavî bir yazı ile yazılmış bir kitabın inmesini isterler. Onların iyi niyetine dayanmayan bu sualinden dolayı üzülme, çünki (muhakkak onlar) o Yahudilerin ecdat ve soyları (bundan daha büyüğünü Musa’dan istemişler de bize Allah’ı) açıkça (apaçık göster demişlerdi) onların reislerinden bulunan yetmiş kişi böyle sınır tanımazca bir istekte bulunmuşlardı. Şimdiki Yahudiler de onların yolu ve tabiatı üzere bulunduklarından sen bunların böyle taleblerine ehemmiyet verme. Bunlar böyle bir suali iyi niyetle sormuş değildirler. Maksatları inkârdır. Yoksa Cenâb-ı Hak dilerse ilâhî kitabını birden de indirebilir. (Artık) o görmek talebinde bulunanları (zülumları sebebiyle) inatları ve kendi hallerine göre meydana gelmesi imkânsız olan bir yüce tecelliyi taleb eylemeleri yüzünden (kendilerini yıldırım çarptı) gök tarafından gelen bir ateşin çarpmasıyla helâk oldular. Sonra Hz. Musa’nın temennisiyle affa uğrayıp bir büyük mucize eseri olarak yeniden hayat buldular, (kendilerine) Cenâb-ı Hak’kın birliğine, peygamberlik ve risâletin hak olduğuna dâir (apaçık mucizeler geldikten sonra da) Meselâ: Hz. Musa’nın Firavne karşı gösterdiği asası, beyaz eli gibi, denizin yarılması gibi hârikalar vücude geldiği halde (buzağıyı -mabut- edindiler) Hz. Musa’nın bir müddet yokluğundan istifâde ederek Samirî adındaki bir lânetlinin sözüne kapılarak buzağıya taptılar, Hz. Harun’un sözlerini dinlemediler, (nihayet) onları bu büyük cinayetten de (affettik) onları, köklerini kesmek suretiyle, mahv ve helâk etmedik. (ve Musa’ya pek açık bir saltanat) bir açık delil, bir burhan, bir büyüklük ve galibiyet (verdik) öyle ki, o buzağıya tapanlara tövbekâr olabilmeleri için kendilerini ö ldürmelerini emretmiş, onlar da o isyanlarından kurtulmak için bu emre uymuşlardır.
154. Ve ahidlerine riâyet etmeleri için üstlerine Turu kaldırdık ve onlara secde eder olduğunuz halde o kapıdan girin dedik ve onlara Cumartesi günü haddi tecavüz etmeyin dedik ve onlardan ağır bir ahid aldık.
154. (Ve) O İsrail oğulları, Hz. Musa ile yapmış oldukları (ahd) ve misak (larına riâyet) Musa’nın şeriatına uymaya devam (etmeleri için) korkup bunları bozmamaları için (üstlerine Turu) o büyük dağı bir harika olmak üzere (kaldırdık) başları üstünde bir müddet aşılmış bir halde bulundurduk, (ve) Davûd Aleyhisselâm lisaniyle (onlara secde eder olduğunuz halde) saygılıca bir eğiliş ile (o kapıdan) Beyti mukaddesin bir kapısından içeriye (girin dedik) böyle bir vaziyette bulunmalarını emrettik (ve onlara cumartesi haddi aşmayın) o günde yapılmasına müsaade edilmiş olan şeylerin dışındakileri yapmayın, meselâ: O gün balık avlamayın, ticaretle ve diğer işlerle meşgul olmayın, size rızık veren ancak Cenâb-ı Hak’tır (dedik ve onlardan ağır) kuvvetli (bir söz aldık.) onlar
“işittik, itaat ettik” dediler, ahkamı dîniyelerine muhalefet etmeyeceklerine dâir söz verdi ve yemin ettiler. Bu sözü Cenâb-ı Hak, onlardan Tevrat’ta almıştır. Ne yazık ki onlar daha sonra bu söze riayetkâr olmamışlardır.
§ Bakara sûre’i celilesindeki 51, 52, 53, 64, 65 inci âyetlerin tefsirine de müracaat ediniz!.
155. Artık onların yeminlerini bozmaları ve Allah Teâlâ’nın âyetlerini inkâr eylemeleri ve Peygamberleri haksız yere ö ldürmeleri ve bizim kalplerimiz perdelidir demeleri sebebiyle lânete uğramışlardır Hayır Allah Teâlâ onların kalplerini küfürleri sebebiyle mühürlemiştir. Binaenaleyh pek azı müstesnâ olmak üzere onlar imân etmezler.
155. Bu mübârek âyetler, Yahudilerin yüce peygamberlere olan suikastlerini ve bu yüzden uğradıkları cezaları ve onların bu suikasdinden Hz. İsa’nın kurtularak göğe kaldırılmış bulunduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Artık onlar) o Yahudi taifesi, vaktiyle yapmış oldukları (ahıtlerini) kabul etmiş oldukları yemini (bozmaları) ona muhalif harekette bulunmaları (ve Allah Teâlâ’nın âyetlerini) Kur’an-ı Kerim’i ve kendi kitaplarındaki beyanları (inkâr eylemelerî ve) mâsum olan her türlü kötülüklerden uzak bulunan (Peygamberleri haksız yere ö ldürmeleri) sebebiyle (ve bizim kalblerimiz perdelidir) Hz. Muhammed’in tebliğatı bizim kalblerimize giremez ve yahut bizim kalblerimiz ilimlerle dolmuştur, başkalarının beyanlarını dinlemeğe, kabul etmeye ihtiyacı yoktur, (demeleri sebebiyle) lânete uğramışlardır, (hayır) öyle dedikleri gibi değil (Allah Teâlâ onların kalblerini küfürleri sebebiyle mühürlemiştir.) onların kalbleri tabiat, yaratılış itîbariyle, İlim ve irfan ile dolu olmak suretiyle öyle perdeli, başka beyanatı kabule ihtiyaçsız değildir, bilakis kendi küfürleri, kötü inançları, cahilce hareketleri yüzünden öyle bir vaziyete düşmüştür, (binaenaleyh) Abdullah İbni Selâm ve arkadaşları gibi (pek azı müstesnâ olmak üzere onlar imân etmezler) yahut onların az şeye imanları müstesnâ olmak üzere bütün imân edilmesi icâbeden şeylere inanarak hakikî mü’min olmazlar.
156. Ve küfürleri sebebiyle ve Meryem hakkında pek büyük bir iftirada bulunmaları sebebiyle lânete uğramışlardır.
156. (Ve) O dinsizler Hz. İsa gibi bir Yüce peygamber’e (inkârları) onun peygamberliğini, hayatının temizliğini inkârları (sebebiyle ve) Hz. (Meryem hakkında pek büyük bir iftirada bulunmaları) öyle elinde meydana gelen birçok kerametleriyle iffet ve yüceliği sabit olan temiz bir anneye iftira etmeye cüretleri (sebebiyle) lânete mâruz kalmışlardır.
157. Ve muhakkak biz Meryem’in oğlu Allah’ın Peygamberi İsa’yı ö ldürdük demeleri sebebiyle lânete hedef olmuşlardır. Halbuki, onu ne ö ldürdüler ve ne de asıverdiler. Fakat onlar için bir benzetilmiş oldu. Ve şüphe yok ki, onda ihtilâf edenler, ondan dolayı şek içindedirler. Onlar için buna dâir zanna uymaktan başka bir bilgi yoktur ve onu hakikaten ö ldürmüş değildirler.
157. (Ve muhakkak biz Meryem’in oğlu. Allah’ın Peygamberi İsa’yı ö ldürdük demeleri sebebiyle) de lânete hedef olmuşlardır, (halbuki onu) hakikaten Allah’ın bir resuli olan Hz. İsa’yı (ne ö ldürdüler, ve ne de asıverdiler) bu iddiaları tamamen gerçek dışıdır, (fakat onlar için) Hz. İsa’yı ö ldürmeğe cür’et gösterenler için (bir benzedilmiş oldu) bir rivâyete göre Hz. İsa aleyhinde münâfıklıkta bulunan bir şahıs, Hz. İsa’yı bulup katillere teslim etmek için Hz. İsa’nın evine gitmiş, İsa Aleyhisselâm ise Allah’ın kudreti ile göğe kaldırılmış, bu münâfıkta Hz. İsa’ya benzeyiş çehresi meydana gelmiş, katiller de bunu yakalayarak Hz. İsa sanarak asmışlardır. Diğer bir görüşe göre de Yahudiler su’î kasitte bulunmak isterken Hz. İsa’nın göğe kaldırıldığını görmüşler, Yahut reisleri bu yüzden halk arasında bir fitne meydana geleceğinden korkmuşlar, bir şahsı yakalayıp asmışlar, insanlara karşı bu asılanın Hz. İsa olduğunu iddia eylemişlerdir. (Ve şüphe yok ki onda ihtilâf edenler) Hz. İsa’nın durumunda, ö ldürülmüş olup olmamasında, asılan şahsın Hz. İsa olduğunda tereddüde düştüler, (ondan dolayı şek içindedirler) bunu kat’î surette bilemiyorlar. (onlar için) böyle şek içinde bulunanlar için (buna) bu ö ldürmeye (dâir zanna uymaktan başka bir bilgi yoktur) onlar kendi kuruntularına tâbi olurlar, (ve onu) İsa Aleyhisselâm’ı (hakikaten katletmiş değildirler) Cenab’ı Hak onu korumuş, bir harika olarak semâya kaldırmıştır. Hattâ bu ö ldürme iddiasında bulunanlarda kuşkuludurlar. Ö ldürme olayının meydana gelmesine kesin olarak inanmamaktadırlar. Binaenaleyh öyle zan ve tahminin bir kıymeti yoktur. Gerçek durumu Cenâb-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’inde açıkça beyan buyuruyor ki, o mübârek Peygamberini ilâhî kudretiyle di’ri olarak semaya kaldırmıştır. Ilâhî kudretinin büyüklüğüne ve kâinatta meydana gelen milyonlarca yaratılış harikasına uyanık bir göz ile bakanlara göre bir Yüce Peygamberin böyle ruhen ve cismen en yüksek makamlara yükseltilmesini uzak görmeye, tevile asla yer yoktur. Allah Teâlâ her şeye fazlasıyla kadirdir, buna inanmışızdır!..
158. Hayır, Allah Teâlâ onu kendisine yükseltmiştir. Ve Allah Teâlâ güçlüdür, hikmet sahibidir.
158. (Hayır) öyle inkârcıların, kuşkucuların dedikleri gibi değil (Allah Teâlâ onu) o mübârek Peygamberini (kendisine) kendisinin mânevî huzuruna, yüce, mukaddes bir makama, yüce bir semâya (yükseltmiştir.) Bunu kimse inkâr edemez, Cenab’ı Hak her şeye kadirdir. (Ve Allah Teâlâ güçlüdür) Mülkünde dilediği gibi tasarrufuna kimse mâni olamaz ve bir (hikmet sahibidir.) mülkünde her tasarrufu sırf hikmettir. Kimse onun zıddını ifa ve iddia edemez. Binaenaleyh Hz. İsa’yı göğe kaldırması da o Yüce Yaratıcının kudret ve hikmetine bakımından asla inkâr edilemez.
159. Ve ehli kitaptan hiçbir fert yoktur ki illâ ölümünden evvel elbette ona imân edecektir. Ve kıyamet gününde onların aleyhine bir şahit olacaktır.
159. Bu mübârek âyetler, ehli kitabın Hz. İsaya karşı vaziyetlerini ve Yahudilerin yapmış oldukları zulümleri, yasaklanmış fiilleri bildiriyor ve bu yüzden uğradıkları ve uğrayacakları cezaları, kötü sonu ihtar ediyor. Şöyle ki: (Ve ehli kitabtan) Yahudiler ile Hıristiyanlardan (hiçbir fert yoktur ki, illâ ölümünden evvel) can çekişme halinde, ruhu henüz kendisinden ayrılmadan (elbette) o fert, her nç vaziyette bulunursa bulunsun, gerek denize düşüp boğulsun, gerek hayvanlar tarafından parçalansın, ve gerek ateşe düşüp yansın, daha teslimi ruh etmeden (ona) Hz. İsa’ya, onun peygamberliğine, onun Allah’ın oğlu olmadığına (imân edecektir) fakat bu bir ümitsizlik imânı kabilinden olduğu için makbul değildir. Diğer bir yoruma göre de bütün ehli kitap, Hz. İsa’ya onun vefâtından evvel, yeryüzüne indiği zaman imân edeceklerdir. O zaman bütün insanlar İslâmiyet’e kavuşacaklar, bir İslâm milleti halinde bulunacaklardır. O vakit Cenab’ı Hak, deccalı helâk edecek, yeryüzünde bir emniyet, bir âsayiş ceryana başlayacak hayvanlar bile birbiriyle hoşça geçineceklerdir. Hz. İsa, kırk sene yeryüzünde kalacak, sonra vefat edip namazını müslümanlar kılarak kendisini defn edeceklerdir, (ve) İsa Aleyhisselâm (kıyamet gününde onların) ehli kitabın (aleyhine bir şâhit olacaktır) kendisi peygamberliğini tebliğ, kulluğunu itiraf etmiş olduğu halde Yahudilerin kendisini yalanlamış olduklarını, Hıristiyanların da kendisine Allah’ın oğlu demiş bulunduklarını söyleyerek onların bu kâfirce, müşrikce iddiaları aleyhinde şahitlikte bulunacaktır.
160. Artık Yahudilerden bir zulüm sebebiyle ve birçoklarını Allah Teâlâ’nın yolundan alıkomaları sebebiyle onlara helâl kılınmış olan temiz şeyleri üzerlerine haram kıldık.
160. (Artık Yahudilerden) meydana gelen mühim (bir zulüm) dine aykırı bir hareket (sebebiyle) onların yeminlerini bozmaları, Allah’ın âyetlerini inkâr eylemeleri, Hz. Meryeme iftirada bulunmaları gibi pek zalimce hareketlerinden dolayı (ve) insanlardan (birçoklarını Allah Teâlâ’nın yolundan engellemeleri sebebiyle) veyahut bir engellemeye çok çalışmaları yüzünden (onlara) vaktiyle (helâl kılınmış olan temiz şeyleri) meselâ: Evvelce Tevrat’ta helâl gösterilmiş olan şeyleri daha sonra bir dünyevî ceza olmak üzere (üzerlerine haram kıldık) tırnaklı hayvanların haram kılınması da bu cümledendir.
161. Ve faizi, ondan nehy edilmiş oldukları halde, alıvermeleri sebebiyle ve insanların mallarını, haksız yere yemeleri sebebiyle. Ve onlardan kâfir olanlara elim bir azab hazırladık.
161. (Ve ribayı) faizi ve diğer faiz muamelelerini (ondan yasaklanmış oldukları halde alıvermeleri sebebiyle) o mahrumiyete düşmüşlerdir (ve insanların mallarını haksız yere) meselâ: Rüşvet yoluyla gerçeğe aykırı şâhitlik yoliyle ve diğer haram olan yollardan biriyle alıp (yemeleri sebebiyle) onlara bir ceza olarak evvelce helâl olan bir takım temiz şeyleri haram klıdık, (ve onlardan kâfir olanlara) küfürlerinde israr edip tövbe ve istiğfar etmeyenlere (acıklı bir azab hazırladık) dünyada temiz şeylerin helâl olmasından mahrum kaldıkları gibi âhirette de cehennem azâbına mâruz kalacaklardır. Artık devam eden bir küfür ve sapıklığın neticesi bundan başka değildir.
162. Fakat onlardan ilimde mütehassıs olanlar ve mü’min olanlar sana indirilmiş olana ve senden evvel indirilmiş olana inanırlar ve namazı dosdoğru kılanlar ve zekâtı verenler ve Allah Teâlâ’ya ve âhiret gününe imân edenler, varya işte onlara elbette büyük bir mükâfat vereceğizdir.
162. Bu âyeti kerime doğru ve kesin bir ilme sâhip olan, bütün dinî esasları imân edip dinî vazifelerini ifa eden bütün mü’minlerin pek büyük, müstesnâ bir mükâfata nâil olacaklarını müjdeliyor. Şöyle ki: (Fakat onlardan) ehli kitaptan Abdullah İbni Selâm ve arkadaşları gibi (ilimde mütehassıs olanlar) din ilminde yetki, yetenek sâhibi bulunanlar (ve) mutlak olarak, muhacirini kiram ve ensarı kiram gibi (mü’min olanlar) Habibim!, (sana indirilmiş olana) Kur’an-ı Kerim’e (ve senden evvel) diğer Peygamberlere (indirilmiş olana) Tevrat, İncil gibi semavî kitaplardan herbirine (inanırlar) bunların birer ilâhî kitap olduğunu tasdik ederler, (ve) özellikle en mühim bir dinî vazife olan (namazlarını dosdoğru) bütüm erkân ve şartlarına riâyet etmek suretiyle (kılanlar ve) mükellef oldukları (zekâtı verenler ve Allah Teâlâ’ya) onun varlığına, birliğine, yaratıcılık ve ilâhlığına (ve âhiret gününe) bir yevmi kıyametin zuhura geleceğine ve onun bir ebedî mükâfat ve cezâ âlemi olduğuna (inananlar) var ya (işte) onlar yukarıda azâba uğrayacakları bildirilen ehli inkârdan müstesnâdırlar. (onlara elbette büyük bir mükâfat vereceğizdir.) Onlar o güzel itikatlarının, amellerinin mükafatlarını fazlasıyla göreceklerdir. Onlar cennetlere nâil. Allah’ın cemâlini görme saadetine kavuşacaklardır. Ne muazzam, ebedî bir mükâfat…
163. Muhakkak biz sana vahy ettik, Nuh’a ve ondan sonraki Peygamberlere vahy ettiğimiz gibi ve İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a, Esbat’a, İsa’ya, Eyüb’e, Yunus’a, Harun’a ve Süleyman’a vahy eylediğimiz gibi ve Davud’a Zebur’u verdiğimiz gibi.
163. Bu mübârek âyetler, son peygamber efendimizin insanlığa peygamber gönderilmesi ve ona Kur’an’ı Kerim’in inmesi, diğer peygamberlerin gönderilmeleri ve kendilerine ilâhî vahyin gelmesi gibi olduğundan drtık onun peygamberliğini inkâra ve kendisine bir kitabın birden inmesini istemeye mahal bulunmadığını ihtar mahiyetinde bulunmuştur. Şöyle ki: Resûlüm Ya Muhammed!. Aleyhisselâm (muhakkak biz sana vahy ettik) İslâm’ın hükümlerini Cibrili Emin vasıtasıyle tebliğ eyledik, insanlığın ikinci babası sayılan (Nuh’a ve ondan sonraki Peygambere vahy ettiğimiz gibi) bu vahy hususunda seninle senden evvelki Peygamberlerin durumu, vaziyeti eşittir. Bu cümleden olarak (İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a, Esbat’a) Hz. Yakub’un Hz. Yusuf gibi evlât ve torunlarına (İsa’ya, Eyüb’e, Yunus’a, Harun’a, ve Süleyman’a vahy eylediğimiz gibi) artık ehli kitap, bunlardan ne için habersiz bulunuyorlar, ne için senin başka türlü vahye mazhar olmanı istiyorlar?. Onların başka türlü vahy, başka türlü kitab inmesini istemeye ne selâhiyetleri vardır?, (ve Davud’a Zebur’u verdiğimiz gibi) sana da o şekilde Kur’an’ı Kerim’i âyet âyet, sûre sûre indirdik, artık Kur’an’ın başka türlü verilmesini, birden inmesini neden istiyorlar. Cenab’ı Hak, ilâhî kitabını dilediği şekilde indirir. Buna kimse karışamaz.
§ Zebur; yüz elli sureden meydana gelen övgü ve saygı, va’z ve nasihatı kapsayan ilâhî bir kitaptır.
§ Vahy; Lûgatte kelâm, göndermek, işâret, ilham, bir şeyi gizlice bildirmek mânâlarında kullanılmıştır. Böyle hafiyyen bir şeyi bildirmeğe “iyha” denir. Şeriat dilinde vahy, Cenâb-ı Hak’kın dilediği şeyleri Peygamberlerine birer yol ile bildirmesi ve anlatması ve öğretmesi demektir. Vahy’in şöyle muhtelif yolları, mertebeleri vardır. (1) Doğru rüya yoludur ki, ilâhî vahy, peygamberin gönderilişinin başlangıcında çoğunlukla doğru rüya ile zuhur eder. Tâki alışıklık meydana gelsin. (2) İlham yoludur ki, Cenab’ı Hak dilediği şeyleri Yüce peygamberlerin kalblerine uyanık bir halde iken vasıtasız olarak ilka ve ilham buyurur. (3) Hitap yoludur ki, Hak Teâlâ Hazretleri dilediği Peygamberine dilediği hükümleri melek vasıtasıyle olmaksızın ilham eder ve anlatır. Hz. Musa’ya Tevrat levhaları bu şekilde nâzil olmuştur. Ve o Yüce Peygamber’e Tur dağında ilâhî emirlerini vasıtasız olarak bir hitab şeklinde tebliğ buyurmuştur. (4) Melek göndermek yoludur ki. Yüce Allah dilediği peygamberine dilediği şeyleri melek vasıtasıyla tebliğ ve ilham buyurur. Cibril Emin’in vakit vakit gelip Kur’an âyetlerini Rasûlü Ekrem Efendimize tebliğ buyurmuş olduğu gibi. İnsanlara gizlice telkin edilen yakışıksız sözlere, bozguncu, şeytanî vesveselere de lûgat mânâsı itibariyle “vahy” denilmiştir.
§ İlham tabiri de lûgatte: Haber vermek, anlatmak feyiz yoluyla kalbe düşen malûmat demektir. Vahy tabiri, ilhamdan daha kapsamlıdır. Çünkü vahy, ilham yoluyla olduğu gibi, diğer yollar ile de olabilir. Maamafih bir diğer bakımdan da ilham, vâhiden daha kapsamlıdır. Zira evliyaullahın kalblerine doğan bazı ilâhî sırlar ilâhî ilimlerde bir nevi ilham eseridir. Fakat bu, vahy sayılmaz. Her vahy ise bir Rabbanî ilham, bir ilâhî tebliğdir. Bir de ilham, bazı zatların kendi şahıslarına ait bir tecelli eseri olabilir. Vahy ise umuma yönelik hükümleri kapsayan ve Yüce Peygamberlere mahsus bir imtiyaz sayılır.
164. Ve evvelce kıssalarını sana bildirdiğimiz Peygamberleri ve kıssalarını sana bildirmediğimiz Peygamberleri gönderdik. Ve Allah Teâlâ Musa ile hitap yoluyla konuşmuştur.
164. (Ve) Ey Habibim!. Bu âyetlerin inmesinden evvel veya bugünkü günden önce (kıssalarını sana bildirdiğimiz) kendilerine dâir sana malûmat verdiğimiz (Peygamberleri) gönderdik, kavimleri dine dâvete memur ettik (ve kıssalarını sana) şimdiye kadar (bildirmediğîmiz) kimler olduğuna dâir sana malûmat vermediğimiz bir nice (Peygamberleri) de (gönderdik) insanlığı ilâhî dinden haberdar etmeğe memur kıldık. O halde Ey Son Peygamber! Senin risâlet ve peygamberliğin neden çok görülsün, neden tasdik edilmesin ki, senin peygamberlik ve risâletin sair Peygamberlerin nübüvvet ve risaleti gibi mucizelerle sabittir, temliğine memur olduğun hükümlerin yüceliği de buna şahittir, (ve Allah Teâlâ Musa ile) en yüksek bir vahy mertebesi olmak üzere (hitap yoluyla) meleklerin vasıtasıyla olmaksızın (konuşmuştur) ilâhî hükümlerini Tevrat kitabını o Yüce Peygamberine bu şekilde birden vahy ve tebliğ buyurmuştur. Artık Rasûlü Ekrem’in vahye mazhar oluşu, ona da Kur’an’ın hikmet gereği âyet âyet, sûre sûre inişi neden uzak görülsün. Evet… Son Peygamber Hazretleri de mîrac gecesinde vâsıtasız ilâhî vahye, Rabbanî hitaba nâil bulunmuştur. Ve ona Kur’an’ı Kerim’in öyle farklı zamanlarda inişi ise bir hikmeti ilâhîye icabıdır, bir ilâhî lûtuf gereğidir. Çünki bütün İslâmî hükümler İslâm’ın başlangıcında birden tebliğ edilecek olsa idi, mükellefler için pek ağır görülebilirdi, fakat öyle azar azar inmesi ile mükelleflere kolaylıklar gösterilmiş, yavaş yavaş alışıklık meydana gelmiş, o’da bu müslümanlar hakkında bir ilâhî rahmet eseri bulunmuştur.
§ Peygamberlerin sayısını Cenab’ı Hak bilir. Bir hadisi şerife göre Nebilerin (Peygamberlerin) sayısı yüz yirmi dört bindir. Bunların üçyüz otuzu Resûllük vasfına da sahiptir. Diğer bir rivâyete göre de Nebilerin adedi ikiyüz yirmi dört bindir. Kur’an’ı mübinde yirmibeş Yüce Peygamberin mübârek isimleri açıkça bildirilmiştir.
165. Müjdeleyici ve korkutucu oldukları halde Peygamberler gönderdik ki o peygamberlerden sonra insanlar için Cenab’ı Hak’ka karşı bir mazeret bulunmasın. Ve Allah Teâlâ güçlüdür, hikmet sahibidir.
165. Bu mübârek âyetler, Peygamberlerin ne gibi vazifelerle ve ne gibi bir hikmete binaen gönderilmiş olduklarını bildiriyor. Ve Son Peygamber Hazretlerinin peygamberlik ve risaletine ilâhî bir kitap Kur’an’ı Kerim ile Cenâb-ı Hak’kın ve meleklerin şahadette bulunduklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: İnsanları hak dine davet edip imân edenleri sevap ile (müjdeleyici ve) kâfir olanları da azap ile (korkutucu oldukları halde) insanlık âlemine (Peygamberler -gönderdik- ki o Peygamberlerden sonra) onlar hak dini tebliğ için insanlar arasına geldikleri sebebiyle artık (insanlar için) biz hak dinin neden ibâret olduğunu, üzerimize ne gibi dinî vazifelerin düştüğünü bilmiyorduk diyerek (Cenâb-ı Hak’ka karşı bir mazeret) bir hüccet, nefis müdafaası için bir delil, bir bahane (bulunmasın) binaenaleyh Peygamberler gönderilmiştir, onlar şer’î hükümleri ümmetlerine tebliğ etmişlerdir. Artık hak’ki kabul etmeyen hiçbir millet, hiçbir ferd cehaletini bahane ederek kendisini uhrevî azaptan kurtaramıyacaktır. (Ve Allah Teâlâ güçlüdür) mülkünde hakîmdir, bütün hükümleri ve emirleri hususunda mâğlûbiyetten uzaktır ve (hikmet sahibidir) bütün fiilleri, iradeleri hikmete dayanmaktadır. İşte Peygamberleri göndermesi, onlara kitabları indirmesi de bu cümledendir.
166. Fakat Allah Teâlâ senin peygamberliğine sana indirmiş olduğu Kur’an’ı Kerim ile şahitlik ediyor, ki, onu kendi ilmiyle indirmiştir. Melekler de şahitlik ediyorlar. Maamafih Allah Teâlâ şahit olmaya kâfidir.
166. Habibim!. Senin peygamberlik ve risaletin açıktır. Buna rağmen senden semavî bir kitabın birden inmesini isteyenler, senin peygamberliğini tasdik etmemiş bulunurlar (fakat Allah Teâlâ -senin peygamberliğine- sana indirmiş olduğu -Kur’an-ı Kerim- ile şahitlik ediyor) o ilâhî kitap bir mucize söz olup senin risalet ve peygamberliğini bildirmekte ve isbat etmektedir. Öyle bir mukaddes kitap ki (onu) Cenâb-ı Hak (kendi ilmiyle) kendisine hâs olan bir İlim ve hikmetle bir eşsiz kelâm bir ebedî mucize olarak (indirmiştir.) insanlığın dikkat nazarlarına bir ilâhî şahitlik eseri olarak ortaya koymuştur. Bununla beraber Resulm!. Senin peygamberliğine (melekler de şahitlik ediyorlar) artık öyle bir takım inkârcıların tasdik etmemelerinin ne ehemmiyeti vardır?, (maamafih) Resûlüm!. Senin peygamberliğinin doğruluğuna (Allah Teâlâ şahit olmaya kâfidir) senin risaletini göstermen için nice açık mucizeler, zâhir deliller getirmiştir. Bunların kendileri hakkında başka şeylerden şahit getirmeye ihtiyacı yoktur.
167. Muhakkak o kimseler ki, kâfir olmuşlar ve Allah yolunda alıkomuşlardır, şüphe yok onlar pek uzak bir sapıklıkla sapıtmışlardır.
167. Bu mübârek âyetler, küfür ve zulme düşkün kimselerin hidayetten mahrum, pek korkunç akıbetlere uğrayacaklarını şu şekilde bildirmektedir, (muhakkak o kimseler ki,) o Yahudi taifesi ve emsali ki, Kur’an-ı Kerim gibi bir ilâhî kitabı inkâr ederek (kâfir olmuşlar ve) insanları aldatarak ve saptırarak (Allah yolundan) İslâm dininden (alıkomuşlardır.) Hz. Muhammed’in peygamberlik ve risaletini inkâr etmişler, öyle açık bir hakikatı gizleyerek insanların İslâmiyet’i kabulüne mâni olmuşlardır. Artık böyle pek büyük bir kötülüğü yaptıkları için (şüphe yok onlar) hidâyet sahasından (pek uzak bir sapıklıkla) bir dalâlete düşmüş olmakla (sapıtmışlardır) çünkü onlar hem dalâlete düşmüşler, hem de başkalarını azdırarak dalâlete düşürmek istemişlerdir. Bu sebeple bunların hak’ka dönmeleri pek uzak bulunmuştur.
168. Gerçekte o kimseler ki kâfir olmuşlar ve zulüm etmişlerdir, onlar için Allah Teâlâ mağfiret edecek değildir ve onları bir yola iletecek değildir.
168. (Filhakika o kimseler ki,) Beyan olunduğu üzere (kâfir olmuşlar) dır ve Hz. Muhammed’in peygamberliğini inkâr etmeleri ve insanları İslâm dinine girmekten alıkomaları sebebiyle onlara (zulmetmişlerdir.) insanların dünyevî ve uhrevî iyilik ve saadetine mâni olmağa çalışmışlardır. Artık (onlar için Allah Teâlâ bağışlayacak değildir) çünki Allah’ın küfrü bağışlaması imkânsızdır, hikmeti ilâhîyeye aykırıdır, (ve onları bir yola) cennet yoluna (iletecek değildir) zira onlar böyle bir saadet yoluna girme yeteneğini kaybetmişlerdir. Onlar için hidâyet yolu, cennet yolu kapanmıştır.
169. Cehennem yolu müstesnâ. Orada ebedî olarak kalacaklardır. Ve bu Allah Teâlâ için pek kolay bulunmaktadır.
169. (Cehennem yolu müstesnâ) Cenab’ı Hak onları cehenneme kavuşturacak olan bir yola sevkedecektir. (orada) o cehennemde (ebediyen) bir daha oradan çıkmamak üzere (ebedî olarak kalacaklardır) çünki Allah Teâlâ böyle kâfirce, müşrikce hareketleri asla mağfiret buyurmayacaktır. Rüfür ve şirkin gereği bundan başka değildir, (ve bu) onların öyle cehennemde ebedî bırakılması (Allah Teâlâ için pek kolay bulunmaktadır) çünki Hak Teâlâ neyi isterse meydana getirebilir, onun isteğine hiçbir şey mâni olamaz ve hiçbir şey o Yüce Yaratıcıyı hâşâ âciz müşkülâta mâruz bırakamaz. Artık ona göre düşünmeli, daha elde fırsat var iken Hak’ka dönmelidir.
170. Ey insanlar! Muhakkak ki size Rabbinizden bir Peygamber hak ile gelmiştir. Artık sizin için hayır olmak üzere ona imân ediniz. Ve eğer inkâr ederseniz şüphe yok ki, göklerde ve yerde her ne varsa Allah’ındır. Ve Allah Teâlâ, bilendir, hikmet sahibidir.
170. Bu âyeti kerime, bütün isanlığı sırf kendi selâmet ve saadetleri için İslâm dinine davet etmekte ve Cenâb-ı Hak’kın bütün kâinata sâhip ve hâkim olduğundan onlara muhtaç olmayıp, onları cezalandırmaya kâdir olduğu ihtar eylemektedir. Şöyle ki: (Ey insanlar!) Sizi irşat, sizi Haktan haberdar etmek için (muhakkak ki, size Rabbinizden) Allah tarafından en büyük bir rahmet olmak üzere (bir Peygamber) Son Peygamber Hazretleri (hak ile) Kur’an’ı Kerim ile (gelmiştir) size dinî vazifelerinizi telkin ederek uyanmanıza çalışmıştır, (artık sizin için hayır olmak) Sizi küfürden kurtarmak (üzere ona) o Peygamber’in size tebliğ ettiği Kur’an’a, İslâm’ın doğruluğuna (imân ediniz) küfürden kurtulup hidâyete kavuşmanız ancak bu sayede kabil olur. (ve eğer inkâr eder) o Peygamberi tasdik etmez (seniz) vebali, zararı size aittir, (şüphe yok ki göklerde ve yerde her ne varsa Allah’ındır) bütün kâinatın yaratıcısı, sahibi Allah Teâlâ’dır. Şirk ve küfrünüz ona hâşâ zarar vermez, nitekim imanınız da ona bir menfaat vermez. O bütün alemlerden zengindir, (ve Allah Teâlâ) sizin bütün ahvalinizi (bilendir) ve onun yüce zatı (hikmet sahibidir.) bütün fiilleri, bütün emir ve yasakları hikmet iledir, İşte bütün mü’minleri taltif etmesi, bütün kâfirleri küfürleri yüzünden cezalandırması da onun ilâhî hikmeti gereğidir. Artık o Yüce Yaratıcının, birliğini, büyüklük ve kudretini hakkiyle bilip ona göre doğru bir inanca nâil olmak bütün insanlık için en kutsî ve en zorunlu bir vazifedir.
171. Ey ehli kitap! Dininizde haddi aşmayınız ve Allah Teâlâ’ya karşı haktan başkasını söylemeyiniz. Şüphe yok ki, Meryem’in oğlu ise Allah Teâlâ’nın ancak bir Peygamberidir ve onun tarafından bir kelimedir, onu Meryem’e ulaştırmıştır ve onun tarafından bir ruhtur. Artık Allah Teâlâ’ya ve onun Peygamberlerine imân ediniz ve üç demeyiniz, vazgeçiniz, sizin için hayırlı olur. Muhakkak ki, Allah Teâlâ bir tanrıdır kendisi için bir çocuk bulunmaktan yücedir. Göklerde ne varsa ve yerde ne varsa hepsi de onundur. Vekil olmak için de Allah Teâlâ kâfidir.
171. Bu âyeti kerime, Cenab’ı Hak’kın evlât edinmekten yüce olduğunu, Hz. İsa’nın Allah’ın emri ile vücude gelmiş bir yaratılış harikası bulunduğunu, bunun hakkındaki yanlış inançlardan ehli kitabın sakınmaları lüzumunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ey ehli kitab!) Ey Yahudi ve Hıristiyanlar taifesi!. (Dininizde) ifrat ve tefrit suretiyle (haddi asmayınız) Hz. İsa gibi bir zatı ne ilahlık derecesine yükselterek Allah’ın birliğine aykırı kanaatlere sâhip olunuz, ne de onun temiz hayatına iftirada bulununuz, itidalden, hakka uymaktan ayrılmayınız (ve Allah Teâlâ’ya karşı) onun yüce ilâhlığı hususunda (haktan) lâyık olan ilâhî vasıflarından (başkasını söylemeyiniz) onun ortak benzerden, herhangi kimseleri kendisine evlât edinmekten uzak olduğunu biliniz, aksini iddiada bulunmayınız. (Şüphe yok ki. Meryem’in oğlu İsa) Hâşâ Allah’ın oğlu değil (ancak Allah Teâlâ’nın) diğer Peygamberleri gibi (bir Peygamberidir) o böyle bir peygamberlik şerefine sahiptir. Yoksa Cenâb-ı Hak’kın ortağı veya onun oğlu değildir, (ve) İsa Aleyhisselâm (onun) Allah Teâlâ’nın (tarafından bir kelimedir) onun yüce kudretinden tecelli eden bir emirdir ki (onu Meryem’e ulaştırmıştır) o emrini Cibrili Emin vasıtasiyle Meryem’e yöneltmiş ve ulaştırmıştır, o vasıta ile ruh üflemesi gerçekleşmiştir, (ve) O Yüce Peygamber (onun) Cenab’ı Hak’kın (tarafından bir ruhtur) bir ruh sahibidir ki onun yaradılışında başkalarının bir aracılığı, bir babanın gebe koyması ve diğer şey bulunmamıştır. İşte Hz. İsa böyle bir baba vasıtası olmaksızın Cenab’ı Hak’kın “kün = ol” emriyle bir yaratılış hârikası olarak vücude geldiği için kendisine bir şeref olmak üzere “kelimetullah “Allah’ın kelimesi” ve “ruhullah “Allah’ın ruhu” denilmiştir. Yoksa hâşâ Cenab’ı Hak’kın hakikaten kelimesi ruhu demek değildir. Çünki kelimeler, mlılar bileşik şeylerdir, sonradan yaratılmışlardır, Cenâb-ı Hak ise öyle terkipten ve sonradan yaratılmış olmaktan uzaktır, (artık) ey Hıristiyanlar taifesi (Allah Teâlâ’ya ve onun Peygamberlerine imân ediniz) onları lâik oldukları vasıflarla tanıyınız, ne inkâr ederek tefrite düşünüz, ne de ilahlık derecesine yükselterek ifrata varınız, (ve üç) ilâh vardır (demeyiniz) Allah ile beraber İsa da, annesi de birer ilâhdır diye müşrikce bir inançta bulunmayınız böyle bir inançtan (vaz geçiniz) üçlemeye inanmayınız. Böyle yanlış bir kanaatten vazgeçmeniz (sizin için hayırlı olur) Allah’ı birlemeye nâil, selâmet ve hidâyete muvaffak olursunuz (muhakkak ki. Allah Teâlâ) ortaktan uzak (bir tarındır) kâinatın bir yaratıcısıdır, ezelî ve ebedî bir mabuddur. O Yüce Yaratıcı (kendisi için bir çocuk bulunmaktan yücedir) çünki çocuk ile babası arasında terkib ve cins birliği bakımından, birbirine ihtiyaç yönünden bir bağlılık bulunmak icap eder. Cenâb-ı Hak ise bu gibi mahlukata mahsus vasıflardan her yönüyle uzaktır, çoluk çocuğa ihtiyaçtan yücedir, (göklerde ne varsa ve yerde ne varsa hepsi de) yaratılış ve mülkiyet bakımından (onundur) O Yüce Yaratıcıdır. Artık bunlardan birine muhtaç, benzer olması, bunlar ile aynı cinsten bulunması katiyyen düşünülemez. Yaratıcılık ve sahiplik ise oğulluğa aykırıdır. Hz. İsa ile annesi ise Cenâb-ı Hak’ka muhtaçtırlar, onun mahlûkudurlar, onun sahipliği ve hâkimiyeti altındadırlar. Artık Hz. İsa’nın “Allah’ın oğlu” olması nasıl düşünülebilir?, (vekil olmak) bütün mahlûkatın ihtiyacını karşılayıp kendilerinin işlerini düzenlemek ve tasfiye eylemek (için de Allah Teâlâ kâfidir) mahlûkatın ondan başka bir yaratıcıya, bir mâbuda ihtiyaçları yoktur. Onun pek mukaddes zatı da hiçbir hususta başkasına muhtaç değildir. Binaenaleyh kendisine yardım edecek kendisinin yerini alacak evlada da asla ihtiyacı yoktur, o bütün alemlerden zengindir.
§ Hıristiyan taifesi, başlıca dört fırkaya ayrılmışlardır.
(1) Yakubiye fırkasıdır. Bunlar Hz. İsa’nın tam mânâsıyla ilâh olduğuna inanırlar.
(2) Milkâniye fırkasıdır. Bunlar da Hz. İsa hakkında aynı inançta bulunmaktadırlar.
(3) Nesturiye fırkasıdır. Bunlara göre Hz. İsa, Allah Teâlâ’nın hâşâ oğludur.
(4) Merkusiye fırkasıdır. Bunlar ekanimi selâse denilen üç asla inanırlar. Ekanimi selâse ise baba, oğul ile mhülkudusten ibarettir. Şöyle ki: Bunlara göre Allah Teâlâ ile İsa ve ruhülkudüsten ibaret olmak üzere üç tanrı vardır, bunların herbiri müstakil olarak ilahlık vasfına sahiptir. Bununla beraber bunlar yine üç Allah değil bir Allah’tır. Nekadar çelişkili sözler!. Bir üç olur mu. Ve üç birden ibaret bulunur mu?. Bunlar Hz. İsa’nın asılıp bir müddet hayatı terk etmiş olduğuna inanırlar. Demek ki, o müddet içinde kâinat, hâşâ -Allah’sız kalmış ve Allah kendisini kullarının ellerinden kurtarmaya kâdir olamamış?. Böyle bir eksiklik Yüce ilâh’a nasıl isnat edilebilir?. Velhâsıl: Hıristiyanların inancı, tamamen akla, hikmete muhalif, muhakemeye gayrı lâyık, son derece garib bulunmuştur.
§ Hz. İsa yüce bir Peygamberdir, Allah’ın kudretinin bir parlak eseridir. Cenab’ı Hak’kın “kün” emriyle, yani: Takdir ve iradesinin tecellisine binaen babasıs olarak yaradılmış olduğu için kendisine bir şeref olmak için “kelimetullah” denilmiştir.
§ İsa Aleyhisselâm’a “ruh” denilmesinde de şöyle birkaç yorum vardır.
(1) Son derece taharet ve temizliğe sâhip olan birşeye “ruh” denilmesi insanlar arasında yaygındır. Hz. İsa’da bir babanın menisi bulunmaksızın temiz bir anneden harikulâde bir şekilde dünyaya getirilmiş olduğu için kendisine ruh denilmiştir.
(2) Hz. İsa, kendisine gerektiği gibi imân edenler için bir mânevî hayat vesilesi olduğu için ruh unvanını taşımaktadır.
(3) Ruh rahmet mânâsında da kullanılmıştır. İsa Aleyhisselâmda Allah tarafından insanlık için bir rahmet olduğundan dolayı böyle ruh adını almıştır. Nitekim
kendisinden bir ruh ile onları desteklemiştir… (Mücadele 58/22) âyeti kerimesi de ( kendisinden bir rahmet ile) şeklinde tefsir edilmiştir.
(4) Ruh kelimesi, Arap dilinde “nefh = üflemek” mânâsında da kullanılmıştır. Hz. İsa’da Hak Teâlâ’nın emriyle Cibrili Emin tarafından annesi Hz. Meryem’e üflenmiş olduğu için böyle ruh adını almıştır.
(5) Hz. İsa hakkında “ruhun minh = ondan bir ruh” denilmek ruh kelimesinin böyle belirsiz olarak zikredilmesi de yüceltme ifade etmektedir. Onun şerefli, yüce, kutsî ruhlardan bir ruh olduğunu bildirmektedir. İşte bu ruhun Cenab’ı Hak’ka nisbet edilip “ruhullah” denilmesi de bu ruha saygı içindir. Yoksa Cenab’ı Hak insanlar gibi mha muhtaç olmaktan uzak olup bizzat diri ve ölümsüz olduğundan yüce zâtının mha ihtiyacı yoktur, o yücedir.
172. Mesihde Allah Teâlâ için kul olmaktan asla çekinmez. Allah’a yakın olan melekler de. Her kim onun ibadetinden çekinir ve kibirlenirse elbette onların hepsini huzuruna toplayacaktır.
172. Bu mübârek âyetler, bütün mahlûkatın en yücelerinin bile Cenâb-ı Hak’ka karşı kulluk göstermekle övündüklerini bildirmektedir, İmân ve iyi amel sahiblerinin büyük mükâfatlara nâil olacaklarını müjdelemektedir. Aksine hareket edenlerin de kötü âkibetlerini şöylece göstermektedir. Ey İsa Mesih’e ve meleklere ilahlık isnat edenler! Ey bu zatlara Allah’ın oğlu veya Allah’ın kızları diyenler!. Bir kere uyanınız, bu cahilce, müşrikce inançtan vaz geçiniz: (Mesih de Allah için kul olmaktan asla çekinmez) Allah Teâlâ’ya kullukta bulunmakla övünürler, bunu kendisi için en büyük bir şeref telâkki eder. Ve Allah’a (yakın olanlar) Arş’ı taşıyanlar gibi, kerrubin adını taşıyan melekler gibi, Cibrili Emin, İsrafil vesaire gibi yüce (melekler de) bu kullukla övünürler, bundan çekinmezler. Bu melekler, en yüksek makamlarda bulundukları, en büyük tecellilere mazhar olup nice gaip şeylerden haberdar oldukları ve babasız anasız olarak varlık alanına getirilmiş bulundukları halde yine kullukla mükellef hâşâ Allah’ın kızları olmak vasfından uzak bulunmaktadırlar. Artık Hz. İsa’da bir yaratılış hârikası olup bir kısım mümtaz vasıfları taşımış olduğundan dolayı hâşâ kulluktan uzak, Allah’ın oğlu olmak vasfına sâhip değildir. Bütün bu mübârek zatlar kullukla övünürler. Kaçınılacak şey ise Allah Teâlâ’dan başkasını mabut edinerek ona kulluk arzında bulunmaktır ki, bunun neticesi zillettir, en büyük azablara mâruz kalmaktır. Evet… (her kını onun) o yüce mabudun (ibadetinden çekinir ve kibirlenirse) bu kâfirce hareketinin elem verici neticesine hazır bulunsun çünki Allah Teâlâ (elbette onları) o ezelî mâbuda kullukta bulunanları da, bulunmayı? kaçınanları da (hepsini) bilip âhirette (huzuruna toplayacaktır) herbirine lâyık olduğu mükâfatı ve cezayı elbette verecektir.
§ Rivâyete göre: Hıristiyanlardan bulunan Necran elçileri Hz. Peygamber’in buzunmad bulunurken demişler ki: Sen ne için bizim sahibimize kusur isnad ediyorsun? Rasûlü Ekrem de sahîbiniz kimdir, diye sormuş, onlar da İsa’dır demişler. Hz. Peygamber de: Ben ona ne kusur isnat ettim diye buyurmuş, onlar da Sen İsa Allah’ın kuludur ve Peygamberidir diyorsun demişler. Rasûlü Ekrem Efendimiz de:. Onun Allah’ın bir kulu olması bir kusur değildir, diye cevap vermiş, bu hadiseyi müteakip bu âyeti kerime nâzil olmuştur.
173. Artık o kimseler ki, imân etmiş ve iyi amellerde bulunmuş olurlar, elbette onlara mükafatlarını ödeyecek ve onlara kendi lütfundan olarak mükafatlarını arttıracaktır. Amma o kimseler ki, yüz döndürdüler ve kibirlenmede bulundular, onları da elbette elîm bir azab ile azablandıracaktır. Ve onlar kendileri için Allah Teâlâ’dan başka ne bir yar, ne de bir yardımcı bulamayacaklardır.
173. (Artık o kimseler ki, imân etmiş ve) Bu imânın hariçte bir tasdiki olmak üzere (iyi amellerde bulunmuş olurlar elbette) Cenab’ı Hak (onlara) bu güzel itikat ve amellerinin meyvelerini (mükafatlarını ödeyecek) ihsan buyuracaktır. (ve onlara kendi lütfundan olarak) mükafatlarını (arttıracaktır) sevaplarını kat kat ziyade edecektir. Özellikle gözler görmemiş, kulaklar işitmemiş, ve hiçbir insanın hatırına gelmemiş olan nimetleri bolca verecektir. Hepsinin üstünde olarak da cemâli görmekle kendilerini tecellilerinin nurlarına gark edecektir, (amma o kimseler ki) bilâkis Cenâb-ı Hak’ka kulluktan yüz çevirdiler (yüz döndürdüler ve kibirlenmede bulundular) kendilerine kulluk mertebesinin üstünde gördüler (onları da) Yüce Allah (elbette elem verici bir azab ile) cehennemde (azablandıracaktır) bu suretle kibir ve gururlarının cezasına kavuşacaklardır, (ve onlar için) hiçbir vakit (Allah Teâlâ’dan başka) ondan gayrı (ne bir yar) bir yardımcı, azabı kendilerinden engellemeye hâdim bir kimse ve (ne de bir yardımcı) onlardan cezayı azaltmaya kâdir bir fert (bulamayacaklardır.) ebedî olarak dostlardan, yardımcılardan mahrum kalacaklardır, İşte küfr ve şirkin yakan, felâket getiren neticesi!.
174. Ey insanlar! Muhakkak size Rabbinizden bir delil geldi ve sizlere bir apaçık nur indirdik.
174. Bu mübârek âyetler, Cenâb-ı Hak’kın insanlık âlemine ihsan buyurmuş olduğu en muazzam hidâyet rehberlerini bildiriyor, bu rehberlere tâbi olarak kulluk vazifelerini ifa edenlere de nâil olacakları nimetleri müjdeliyor. Şöyle ki: (Ey insanlar!.) Ey bütün mükellef olan kullar! (muhakkak size Rabbinizden) Allah katından (bir delil geldi) hak dinin mahiyetini açıklayan ve aydınlatan bir kesin delil sizlere ulaştı ki, o da Son Peygamber Hazretleridir. Onun mucizeler ile desteklenmiş olan bütün beyanları sizin hakkınızda en kutsî, en nuranî birer delildir, (ve size bir apaçık) pek ziyade açık (nur indirdik) ki o da hikmet dolu Kur’an’ı Kerimdir. Bu ilâhî kitap, kutsal beyanları ile sâhip olduğu icâz ve yücelik ile bütün hakikatları açıklayacak ve aydınlatacak bir mahiyettedir. Bunun âyetleri güzelce düşünen ve anlayabilenler için birer nurlu rehber bulunmuştur.
175. Artık o kimseler ki, Allah Teâlâ’ya imân ettiler ve ona sığındılar, elbette onları kendi tarafından bir rahmetin ve lutfun içine girdirecektir ve onları kendine yönelik bir doğru yola da hidâyet edecektir.
175. Madem ki, Allah katında bu kadar kuvvetli bir delil, çok parlak bir hidâyet nuru insanlık âlemine ihsan buyrulmuştur, (artık o kimseler ki) bunlardan istifâde ederek (Allah Teâlâ’ya imân ettiler) onun birliğine, yaratıcılığına, mâbudluğuna inanmış bulundular (ve ona) o merhamet yüce yaratıcıya (sığındılar) ona iltica edip durdular (elbette onları) böyle hareket eden kullarını o yüce mâbud (kendi tarafından bir rahmetin) bir mükâfat yurdu olan cennetin (ve fazlın) hak ettiklerinden fazla ve görülüp tasavvur olunmamış pek büyük, yüce bir ihsan ve lutfun (içine girdirecektir) onları böyle fevkalâde ilâhî nimetlerine gark edecektir, (ve onları) o mü’min, kendisine bağlı kullarını Cenâb-ı Hak; (kendine yönelik) mânevî huzuruna kavuşturucu (bir doğru yola da) bir tecelliye mazhar yola da (hidâyet edecektir.) Onları İslâm dininde sabit ve ilâhî nûrların tecellisiyle ruhanî zevklere nail buyuracaktır. Ne büyük saadet ve hidâyet. Yarabbi!..
176. Senden fetvâ istiyorlar. De ki, Allah Teâlâ kelâle babası ve çocuğu olmayan kimse hakkında size fetva veriyor: Bir kimse çocuğu bulunmaksızın ölüp de kendisinin bir kız kardeşi bulunursa onun için terekesinin yarısı aittir. O kimse de bu kız kardeşine vâris olur, eğer bunun çocuğu bulunmazsa. Ve eğer onlar iki kız kardeş iseler onlara terekesinden üçte ikisi aittir. Ve eğer onlar erkek ve kız kardeşler olurlarsa erkek için iki kız miras payı miktarı ait olur. Allah Teâlâ size dalâlete düşmeyesiniz diye beyan ediyor ve Allah Teâlâ herşeyi bilendir.
176. Bu âyeti kerime, bu sûre’i celilenin evvelindeki âyetler gibi veraset hükümleri hakkındadır. Şöyle ki: Habibim!. Kelâle hakkında (senden fetva istiyorlar) ne miktar miras payı alabileceğini senden somyorlar. Onlara (de ki. Allah Teâlâ kelâle) hayatta babası ve çocuğu olmayan kimse (hakkında size fetva veriyor) onların ne miktara varis olacaklarını bildiriyor. Şöyle ki: (bir kimse çocuğu) veya babası (bulunmaksızın ölüp de kendisinin bir) ana baba bir veya yalnız baba bir (kız kardeşi bulunursa onun için) o kız kardeş için o ölünün (terekesinin yarısı aittir) bunu farz yoluyla alır. Kalan terekesi de asabeden kimsesi var ise ona verilir, yok ise o da bu kız kardeşe red yoluyla ait olur. Bu İmamı Âzam’ın mezhebine göredir. Zeyid bini Sâbit’in ve İmamı Şafiî’nin mezhebine göre bu kalan tereke hazineye aittir, (o kimse de) hayatta olup bir kız kardeşi vefat edecek olsa (bu kız kardeşine) usubiyet yoluyla (varis olur) başka varisi bulunmayınca terekesinin tamamına hak sahibi olur. Bu erkek kardeşin böyle usubet yoluyla varis olması, o kız kardeşin ana bir değil de baba ana bir veya yalnız baba bir kız kardeş olduğunu göstermektedir. Çünki bir kimse yalnız ana bir kardeşine böyle usubet yoluyla varis olamaz. Belki o erkek kardeşin takdir edilmiş hissesi altıda bir olmuş olur. Velhâsıl bu kardeş böyle varis olur (eğer bunun) o kız kardeşin erkek veya kız (çocuğu bulunmazsa). Bulunursa artık o kardeş varis olamaz, (ve eğer onlar) o ölenin kız kardeşleri (iki) veya daha ziyade (kız kardeşler iseler onlara terekesinden üçte ikisi aittir) başka varis bulunmazsa kalan tereke de kendilerine reddedilir, (ve eğer onlar) kardeşlik sebebiyle varis olanlar (erkek ve kız kardeşler olurlarsa) bu halde (erkek için iki kız miras hissesi ait olur) meselâ: Bir erkek kardeş ile bir kız kardeş bulunsalar terekenin üçte ikisi erkek kardeşe, biri de kız kardeşe verilir. Faraza bir erkek kardeş ile iki kız kardeş bulunsalar terekenin dörtte ikisi erkek kardeşe, birer hisse de kız kardeşlere isabet eder. (Allah Teâlâ size dalâlete düşmeyesiniz diye) veya sizin bu meselede cehalete düşmeniz kötü olacağı için size bu kelâlenin hükmünü böyle (beyan ediyor) artık buna göre miras hükmünü tatbik edersiniz (ve Allah Teâlâ herşeyi bilendir.) işte kullarının hayat ve ölümüne, nasıl mirasçı olacaklarına ait hususlar da bu cümledendir. Cenâb-ı Hak, sizlerin faydalan ve menfaatleri ile ilgili şeyleri size beyan buyuruyor, tâki, ona göre hayatınızı tanzim edesiniz.
§ İmamı Suyutî diyor ki: Faraiz meselelerine ait olmak üzere en son nâzil olan âyet, işbu “Yesteftunek” âyeti kerimesidir.
§ Rivâyete göre sehabe’i kiramdan Cabir İbni Abdullah demiş ki: Ben baygın bir halde hasta idim: Rasûlü Ekrem Hazretleri Ebubekir i Sıddık ile beraber ziyaretime gelmişlerdi, Rasûlüllah Sallallahu Aleyhi Vesellem abdest almış, abdest suyundan başıma serpmiş, bunun üzerine uyandım aklım başıma geldi. Dedim ki: Ya Rasûlüllah!. Benim yakınlarım ancak kelâle bulunuyor. Benim mirasım kime aittir. Bunun üzerine bu kelâle âyeti nâzil olarak kelâlenin hükmü bildirilmiştir.
§ Kelâle tabiri, hem varis hem de mevrus için kullanılır. Varis için kullanılırsa bundan maksat, baba ile evlâttan başka olan varislerdir. Mevrus için kullanılırsa bundan maksat ise kendisi için anası, babası ve evlâdı olmayın başka akrabaları varis olan kimsedir. 11 ve 12 inci âyetlerin tefsirine de müracaat ediniz!.
§ Farize, miktarı belirli olan miras payı demektir. Mirastan hisseleri nass ile belirlenmiş olan varislere de “eshabı ferâiz” denilir. Koca ile karının hisseleri gibi.
§ Asebe de baba tarafından olan akrabadır. Bir ve birden ziyade erkek ve kadın için kullanılır. Böyle bir akrabalığa “usubet” denildiği gibi bir kimseye asebe mirası vermeğe de “tasib” denilir.
§ Eshabı red ve neseb bakımından eshabı feraizden olan ve kendilerinden başka asebe bulunmadığı takdirde hem belirlenmiş miras payını alan, hem de kalan terekeye redden hak sahibi bulunan kimselerdir. Koca veya karı ile beraber bulunan kız gibi. Ve kız kardeşine tek başına varis olan erkek kardeş gibi. Nitekim bunlara yukarıda işâret olunmuştur. Nisa sûresine ait açıklamalarımız burada son buldu. Başarı Allah’tandır.
MAİDE SURESİ
Bismillâhirrahmânirrahîm
1. Ey imân edenler! Sağlam akitleri yerine getiriniz. Sizin için behîme denilen hayvanat helâl kılınmıştır. Ancak size haram oldukları bildirilecek olanlar müstesnâ ve siz ihrama girmiş bir halde iken avlamayı helâl görmemek şartıyla. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ dilediği ile hükmeder.
1. Bu âyeti kerime, anılaşmalara riâyet edilmesini ve haram olduğu beyan olunan hayvanlardan başkasının helâl bulunduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ey imân edenler!) Cenab’ı Hak’kın size uymanızı gerekli kılmış olduğu hükümlere ait ve kendi aranızda meşru şekilde yaptığınız, üstlendiğiniz emanetlere, muamelelere dâir (sağlam âbidleri yerine getiriniz) bunlara riâyette n ayrılmayınız. (Sizin için en’âm kabilinden olan behime helâl kılınmıştır) onları yiyebilirsiniz.
§ Behime: Dört ayaklı bulunup karalarda ve denizlerde yaşayan herhangi akılsız bir hayvandır. Çoğulu: Behaimdir. En’âm ise koyunlardan, keçilerden, develer ile sığırlardan ibarettir. İşte bunların birer behime olan dişileri de erkekleri de yiyilebilir. En’âm sûresine müracaat ediniz. (Ancak size haram oldukları bildirilecek olanlar müstesnâ) Onların etlerinden yiyemezsiniz, size haramdır, (ve) bir de (siz) hac için (ihrama girmiş bir halde iken) karada (avlamayı) avcılık yapmayı ve harem bölgesinden avlanacak bir hayvanın etinden yemeyi (helâl görmemek şartiyle) başkaları da size helâldir. Elverir ki başkasının hukukuna tecavüz edilmesin. (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ dilediği İle hükmeder) Dilediği şeylerin helâl olduğuna ve diğer dilediği şeylerin haram bulunduğuna mutlak olarak hükmedebilir. O kâinatın yaratıcısının hiçbir hükmüne, hiçbir kimsenin itiraza selahiyeti yoktur. Özellikle onun hükümleri nice hikmetleri gerektirir. Kulların vazîfeleri ise o hükümleri teşekkür ile kabul edip ona göre hareketlerini tanzim etmektir.
§ Bu maide sûresi, Hz. Peygamber’in hicretinden sonra Medine’i Münevvere’de nâzil olmuştur. Yüzyirmi âyeti kapsamaktadır.
(…………………………………)
âyeti kerimesi veda haccında cumaya tesadüf eden arife günü ikindiden sonra nâzil olmuştur ve müslümanlar hakkında ilâhî lutüfların tecellisini, İslâmiyetin dinlerin en mükemmeli olup Allah’ın korumasında bulunduğunu ehli imâna müjde eylemektedir. Bu mübârek sûre, İslâm dinine ait ilâhî hükümlerin İslâm âlemine tamamen tebliğ edildiğini bildirmektedir. Müslümanlara helâl olup olmayan şeyleri tâyin ederek onların hattı hareketlerini aydınlatmaktadır. Ehli kitap ile münafıklara dâir de uyanık olmalarını gerektiren beyanları kapsamaktadır. İctimâî, iktisadî muamelelere ve maddî mânevî emanetlere dâir şer’î meseleleri içermektedir. Bu sebeple bu sûre’i celile, bütün ehli imân için bir mânevî, kutsî ilâhî sofradır. Bütün müslümanlar için bir ruhanî ziyafethanede ortaya konmuş olan nîmetleri içine alır. Hz. İsa’nın nâil bulunmuş olduğu bir semavî sofrayı da Allah’ın lütfuna bir örnek olarak göstermektedir.
2. Ey imân edenler! Allah Teâlâ’nın dinî hükümlerini ve haram olan aya ve hareme gönderilen kurbana ve gerdanlıklı kurban hayvanlarına ve Rablerinden lûtuf ve rıza talebinde bulunarak beyti hareme gelmek kasdında bulunanlara tecavüzü helâl saymayınız. İhramdan çıktığınız zaman artık avlanabilirsiniz. Sizi mescidi haramdan engellemiş olduklarından dolayı bir kavime olan öfkelenmeniz sizi sakın tecavüze sevketmesin. Ve bir ve takva üzere yardımlaşınız ve günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmayınız. Ve Allah Teâlâ’dan korkunuz, şüphe yok ki, Allah Teâlâ’nın azâbı pek şiddetlidir.
2. Bu âyeti kerime, mukaddesata hörmeti, hukuka riâyeti, intikam duygularından kaçınarak hak yolunda yardımlama ve destekleşmede bulunulmasını gayrı meşru yardımlaşmalardan, yakınlaşmalardan da sakınılmasını emretmektedir. Şöyle ki: (Ey imân edenler!. Allah Teâlâ’nın) şeairullah denilen haccın vakitlerine, merasimine dâir veyahut bütün dinî farizelere dâir olan (dinî hükümlerine) riâyet ediniz, bunlara muhâlefeti helâl görmeyiniz (ve haram olan aya) yâni hac ayına veyahut haram aylar denilen zilkade, zilhicce, muharrem ve receb aylarına da hörmet ediniz, bunlarda kesin olarak gerekmedikçe savaşta bulunmayınız, (ve) hedy’e (hareme gönderilen kurbana ve) bir kurban alâmeti olmak üzere boyunlarına bir şey bağlanılmış, böylece (gerdanlıklı) bulunmuş olan (kurban hayvanlarına) dokunmayınız. Onlara saldırıda bulunmayınız, (ve rablarından) Yüce Mâbudlarından (fazl) sevab veya ticaret yoluyla rızk (ve rıdvan) Hak Teâlâ’nın rızâsı (talebinde bulunarak) ziyâret için (beyti hareme gelmek kasdinde bulunanlara tecavüzü helâl saymayınız) onların gelip Beytullah’ı tam bir emniyet ile ziyâret etmelerine mâni olmayınız. Bu ziyaretçilerden maksat bazı zevata göre müslümanlardır. Bu bakımdan bu âyeti kerime muhkemdir, bu maide sûresinde neshedilmiş bir âyet yoktur. Bu sûre’i celilede onsekiz farize vardır ki, hepsi de olduğu gibi dinî bir vazîfedir. Diğer bir görüşe göre bu nazmı şerif müslümanları içine aldığı gibi gayri müslimleri de içine alır. İslâm’ın başlangıcında onların da Beytullah’ı ziyaretlerine mâni olunmamakta idi. Daha sonra onların Mescid’i Haram’a yaklaşmaları yasaklanmıştır. Bu itibarla bu âyeti kerime kayıtlıdır, bunun hükmü kısmen gayri müslimler hakkında neshedilmiştir. Ey müslümanlar!. (ihramdan çıktığınız zaman artık) avlanınız. Yani: (avlanabilirsiniz) sizin için bunda bir günah yoktur. Bu mübah kılmak olan bir emirdir, (sizi) Hudeybiye senesi (mescidi haramdan) onu ziyaretten, tavafta bulunmaktan (engellemiş olduklarından dolayı bir kavme olan öfkelenmeniz) şiddetli gazâbınız (sizi) o kavme karşı (sakın) öldürme vesâire suretiyle (tecavüze sevketmesin) sizi gönül rahatlaması için intikama sürüklemesin, (ve) sizler ey müslümanlar!, (bir) yani: Allah’ın rızâsına muvafık hayırlı amel (ve tekva üzere) haram olan şeylerden sakınmak suretiyle (yardımlaşınız) birbirinize yardımda bulununuz, (ve günah ve düşmanlık üzere) intikam maksadıyle ve Allah’ın hududuna tecâvüz suretiyle (yardımlaşmayanız) öyle gayrimeşru şekillerde teşriki mesâide bulunmayınız, (ve Allah Teâlâ’dan korkunuz) onun azâbından sakınınız. (şüphe yok ki. Allah Teâlâ’nın azâbı) onun kutsal hükümlerine muhâlefet edenler hakkında (pek şiddetlidir.) artık haksız yere başkalarının hayatına, servetine, harekât ve sekenatına suikasidde bulunmayınız. Sonra kendinizi Allah’ın azâbından kurtaramazsınız.
3. Sizlere ölü, kan, domuz eti, Allah Teâlâ’dan başkasının adına boğazlanan hayvan, boğulmuş, vurulmuş, yuvarlanmış, süsülmüş veya canavar yemiş, daha ölmeden boğazladığınız müstesnâ ve dikili taşlar üzerine boğazlanan hayvanlar ve zarlar ile kısmet istemeniz haram kılınmıştır. Bunlar birer fısıktır. Bugün kâfirler sizin dininizden ümitsizliğe düşmüşlerdir. Artık onlardan korkmayınız, benden korkunuz, bugün sizin için dininizi ikmâl ettim ve sizin üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâmiyet’e razı oldum. İmdi her kim son derece açlık halinde çaresiz kalırsa günaha meyilli olmaksızın o yasak etlerden hayatını kurtaracak miktar yiyebilir şüphe yok ki, Allah Teâlâ çok bağışlayandır, pek esirgeyendir.
3. Bu âyeti kerime haram olan on şeyi bildiriyor, İslâm dininin Allah’ın rızâsına uygun, en mükemmel bir din olduğunu müjdeliyor. Çaresiz olan müslümanlar hakkındaki şer’î müsâadeyi beyan buyuruyor. Şöyle ki: Ey İslâm milleti! (Sizlere ölü) yani: kesilmeksizin ruhu kendisinden ayrılmış, Iaşe adını almış olan hayvan haramdır, bunun etinden yiyemezsiniz. (kanı) hayat sahibi bir mahlûktan akan kan da haramdır, (domuz eti) de haramdır. Domuz hayvanların en harisi, en kıskanmayanıdır. Yasaklara en ziyade düşkünüdür, kendi dişi arkadaşı üzerine diğer erkek domuzların saldırdıklarını gördüğü halde hiç aldırmaz. Gıdanın ise ahlâk ve evsaf üzerinde pek ziyade tesiri vardır. Bunun içindir ki, domuz eti haram bulunmuştur. (Allah Teâlâ’dan başkasının namına boğazlanan hayvan) meselâ: Bismillâh denilmeyip de bismillâh denilerek kesilen veya Cenâb-ı Hak’kın rızası için değil de hangi bir şahsın şerefi adına besmelesiz kesilmiş hayvanın eti de haramdır. (boğulmuş) gerek bir insan tarafından ve gerek başka bir mahlûk tarafından boğazı sıkılarak öldürülmüş hayvan da haramdır, (vurulmuş) meselâ: Üzerine tesadüfen isabet eden bir kurşunla veya kendisine birşeyin çarpmasıyla ölmüş hayvan eti de haramdır. (yuvarlanmış) meselâ yüksek bir yerden düşerek veya kuyu içine atılarak ölmüş bir hayvanın eti de haramdır. Fakat havada bulunan bir kuş, kendisine avlamak maksadıyle atılan bir kurşunla ölüpte yere düşecek olsa bunun eti helâldir. Çünkü bu halde onun yere düşmesi zaruridir, (süsülmüş) yani: Başka bir hayvanın boynuzu ile vurulup öldürülmüş bir hayvan da haramdır, (veya canavar yemiş) yani bir canavar tarafından öldürülerek kısmen eti yenilmiş olan hayvan da haramdır, kalan eti yiyilemez, (daha ölmeden boğazladığınız) hayvanlar (müstesnâ) dır. Böyle kazaya uğrayan hayvanlardan hangi birisi daha ölmeden usulü dairesinde boğazlanırsa onun esasen yasaklanmış olmayan etini yemek helâldir, (ve dikili taşlar üzerine boğazlanan hayvanlar) da haramdır. Câhiliyet zamanında Kâbe’i Muazzama’nın etrafına konulmuş taşlar vardı, bu taşlara taparcasına riâyet eder bunlara saygı için kurban keserlerdi. İşte böyle putlar adına kesilen hayvanların etleri de haramdır, yiyilemez, (ve zarlar ile kısmet istemeniz) de (haranı kılınmıştır) câhiliyet zamanında mühim bir işte bulunup bulunmamak için “ezlam” denilen oklar ile kur’a çekerlerdi. Şöyle ki: Bunlar üç ok idi, birinin üzerine “Rabbim bana emretti” diğerinin üzerine de “Rabbim beni nehy etti” üçüncünün üzerine “gaflet etti” diye yazılı bulunurdu. Bunları bir torba içine korlar, bu oklardan rastgele birini seçip çıkarırlardı. Eğer “Rabbim bana emretti” yazılı ok çıkarsa o işe başlanır, meselâ ticaret için bir yere gidilirdi, “Rabbim beni nehy etti” yazılı ok çıkarsa o işten vazgeçilirdi, “gaflet etti” diye yazılı ok çıkarsa tekrar bir kur’a çekilirdi. İşte böyle bir muamele ile hattı hareketi tayine kalkışmak da haramdır, (bunlar birer fısıktır) bütün bu haram şeyleri yapmak, hak’ka itaatden çıkmak, haramı işlemek veya böyle oklar ile kısmet istemek fısıktır, ilâhî emre muhalefettir. Bir kere yiyilmeleri haram olan şeylerin bu haram oluşları bir takım hikmetlere dayanmaktadır. Bunlar sağlığın korunması bakımından da zararlı şeylerdir. Zarlar ile uğraşanlar ise bununla gayb ilminden haberdar olma iddiasında bulunmuş olurlar. Halbuki, gaybı Cenâb-ı Hak’tan başkası bilemez. Binaenaleyh bu gibi zararlı, şer’an yasaklanmış şeylerden kaçınmalı, son derece yüce, eşsiz İslâm dininin kutsal, mânâlı hükümlerine riayetkâr olmalıdır. İşte Yüce Allah dinimizin yüceliğini şöylece beyan buyuruyor: Ey müslümanlar!. (bugün) bu kavuştuğunuz mutlu zaman veya bu âyeti kerimenin nüzul ettiği vakit artık (kâfirler sizin dininizden) dininize galip geleceklerinden, sizi dininizden çevireceklerinden ümitlerini keserek (ümitsizliğe düşmüşlerdir) isteklerine kavuşamamışlar ve ziyanda kalmışlardır, (artık) ey müslümanlar! (onlardan) o dininizin düşmanlarından (korkmayınız) onların İslâm dininin meydana çıkma ve yayılmasına mâni olacaklarından endişeye düşmeyiniz, Allah Teâlâ İslâm dinini meydana çıkarmış ve yüceltmiştir. (benden korkunuz) yalnız benim bir olan yüce zatımdan tam bir ihlâs ile korkun ve bana saygılı bulunun. Çünki (bugün sizin için dininizi ikmâl ettim) sizi zafere kavuşturdum, İslâm dinini bütün dinler üzerine galip kıldım, dininizin imân esaslarını şeriat esaslarını tamamen bildirdim, bütün kulluk vezâif elerinizi size tebliğ buyurdum. (ve sizin üzerinize nîmetimi tamamladım) Mekke’i Mükerreme’nin fethini, onun içine tam bir emniyetle girmeyi, câhiliyet kalıntılarının yıkılması ve yok edilmesini size nasib kıldım, (ve sizin için dîn olarak İslâmiyet’e razı oldum) sizin için İslâm dinini seçtim. Bütün dinî hükümetine boyun eğip teslimiyetle bulunarak hidâyet ve saadete nâil olmaya çalışınız ve haram kılınan şeylerden kaçınınız, (İmdi her kim son derece açlık halinde çaresiz kalırsa) hayatını kurtaracak başka bir yiyecek bulamazsa (günaha meyilli olmaksızın) bir zevk almak için veya mhsat miktarından fazla veya kendisi gibi bir çaresizin elinden kapıp kaçırmak suretiyle olmaksızın (o yasaklanmış etlerden hayatını kurtaracak nektar yiyebilir) bu bir çaresizlik ve zaruret halidir, (şüphe yok ki. Allah Teâlâ çok bağışlayandır) o yiyeceğinizi affeder ve (pek esirgeyendir.) onu bir rahmet eseri olarak size mübah kılmıştır. Ondan dolayı sizi cezâlandırmaz.
§ Rivâyete göre bir Yahudi, Hz. Ömer’e hitaben: Ey Mü’minlerin Emiri!, “sizin kitabınızda bir âyet var ki, onu okumaktasınız, eğer o bir Yahudi cemaatine nâzil olmuş olsaydı, o günü bayram edinirdik” demiş, Hz. Ömer de “o hangi âyettir” diye sormuş, Yahudi
(……………………………..)
ayetidir.” Demiş, Hz. Ömer de: Biz o âyeti kerimenin nâzil olduğu zamanı da mekânı da biliriz. Hz. Peygamber cuma günü arefede bulunurken nâzil olmuştur diye buyurmuş ve o günün müslümanlarca zaten bir bayram günü olduğuna işâret etmiştir.
§ Rivâyete göre bu âyeti kerime nâzil olunca Hz. Ömer ağlamış İslâm dini tekemmül etmiş olduğundan peygamberlik görevinin sona ermesi nedeniyle Rasûlü Ekrem Hazretlerinin artık dünyadan alâkasını kesip ebediyet âlemine irtihal buyuracağına kanaat getirmiş ve gerçekten de bu âyeti kerimenin nuzûlundan seksen bir gün sonra Fahri âlem Hazretleri âhirete irtihâl buyurmuştur Sallallahü Teâlâ Aleyhi Vesellem.
4. Senden sorarlar ki, kendileri için helâl kılınmış olan şey nedir? De ki: Sizin için temiz nimetler helâl kılınmıştır. Ve yırtıcı hayvanlardan olup Cenab’ı Hak’kın size bildirdiğinden kendilerine öğretmiş olduğunuz eğitilmiş av hayvanlarının avladıkları da helâldir İmdi sizin için onların tuttuklarından yeyiniz ve onun üzerine Allah’ın ismini zikrediniz ve Allah Teâlâ’dan korkunuz. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ’nın hesabı pek çabuktur.
4. Bu âyeti kerime, müslümanlar için bir kısım helâl olan şeyleri av ve avlamanın meşru oluş şeklini şöylece bildirmektedir. Habibim!. (Senden) müslümanlar (sorarlar ki) kendileri için helâl kılınmış olan şey nedir?, ne gibi şeylerden yiyip istifade edebilirler?. Onlara (de ki: Sizin için temiz nimetler) selim tabiatların pis görmedikleri, kendisinden nefret etmedikleri şeyler (helâl kılınmıştır) onlardan yiyip istifade edebilirsiniz, (ve) Bir de (yırtıcı hayvanlardan) av köpeği, av kuşu gibi tuttuklarını çok kere yaralayan şeylerden (olup kendilerine Cenâb’ı Hak’kın size bildirdiğinden) size ilham buyurduğu tâlim ve terbiyeden, av avlama usulünden (kendilerine öğretmiş olduğunuz eğitilmiş av hayvanlarının) avladıkları da helâldir, (İmdi sizin için onların tuttuklarından yiyiniz. Ve onun üzerine) O hayvanı ava saldığınız zaman veya sizin için tutacağınızı boğazlamaya kavuştuğunuz vakit (üzerine) Bismillâh diye (Allah’ın ismini zikrediniz ve Allah Teâlâ’dan korkunuz) haram olan şeyleri işlemeyiniz. (şüphe yok ki. Allah Teâlâ’nın hesabı pek çabuktur) sizleri süratle hesaba tâbi tutar. Gizli, açık her ne varsa hepsini tamamiyle bilir, ona göre hüküm verir. Binaenaleyh helâl şeyler ile yetinmeli, haram şeylerden de kaçınmalıdır ki mesuliyetten kurtulabilsin.
§ Av ve avcılık hakkındaki fıklıî meseleler: Bir avcı ava silâhı atarken veya eğitilmiş hayvanı saldırırken bir defa “Bismillahi, Allahüekber” demesi kâfidir. Bu halde birden fazla avlar alacakları yaradan dolayı ölecek olsalar etleri yiyilebilir.
§ Avcı, ava silâh atarken veya hayvanı saldırırken Besmele’i şerife’yi unutarak terketse hükmen okumuş sayılır. Fakat Besmeleyi kasden terkederse avın eti yiyilemez.
§ Av için kullanılan şeyler, ya eğitim görmüş köpek, doğan, pars, atmaca, şahıs gibi bir hayvan olur veya yaralayıcı bir silâh olur veya tuzak kurmak veya çukur kazmak veya bıçak ve kamış gibi keskin birşeyi yere dikmekte olur.
§ Bir av hayvanının eğitilmiş bir hâle geldiği ya galip bir görüş ile veya bilir kişiye müracaatla bilinir. Bu, İmamı Âzam’a göredir. İmamı Âzam’dan diğer bir görüşe ve İmâmeyne göre ise azı dişleri olan bir hayvanın ard arda üç defa tuttuğu av hayvanını yemeyip terketmesiyle, tırnaklı bir av hayvanında salıverildiğinden sonra çağırıldığı zaman koşup gelmesiyle eğitilmiş olduğu anlaşılır. Pars gibi bir hayvanın eğitilmiş olduğu da hem yemeyi terk, hem de çağırıldığı zaman hemen dönüp gelmesiyle malûm olur. Arslan, kaplan, ayı, hınzır gibi eğitime kabiliyetleri olmayan hayvanlar ile ise av avlamak câiz değildir.
§ Bir avın yiyilebilmesi için şu şartlar vardır:
(1) Av şer’an eti yiyilecek hayvanlardan olmalıdır. Meselâ: Bir hınzır, bir köpek avlansa eti yiyilemez.
(2) Avcı bir müslüman veya bir ehli kitap olmalıdır. Bir ateşperestin, bir putperestin veya İslâm’dan dönmüş birinin avladığı hayvanın eti yiyilemez. Haramdır.
(3) Avcı ava silâh atarken veya hayvanı saldırırken hakikaten veya hükmen Allah’ı anmalıdır.
(4) Av hayvanı henüz avcının eline girmeden hangi bir azasına isabet eden bir yaranın tesiriyle ölmelidir. Daha ölmeden elde edilirse boğazlanması lâzım gelir.
(5) Avcı silâh ila vurduğu veya eğitilmiş hayvan ile tutturup yaralattırdığı av hayvanını durmaksızın elde etmek için hemen koşmalıdır. Çünkü onu daha ölmeden elde edip boğazlamak mümkündür. Binaenaleyh bir müddet durduktan sonra gider de avı ölmüş bulursa artık onun eti yiyilemez. Başka bir sebeble ölmüş olması düşünülür. Fakat durmadan gider de onu yaralı bir halde ölmüş bulursa eti yiyilebilir. Bunda hükmen bir tezkiye var demektir.
(6) Ava saldırıları eğitilmiş hayvan da bir müddet durmadan hemen ava doğru yürümelidir ve kendisine eğitilmiş olmayan bir hayvan iştirâk etmemelidir. Fakat pars gibi eğitilmiş hayvanın salıverildikten sonra avı avlamak için bir hile olarak bir yerde saklanıp durması zarar vermez.
(7) Av köpekleri gibi dişli eğitilmiş av hayvanları tuttukları avın etinden kendi kendilerine az çok yememelidirler. Yiyecek olurlarsa artık o ölmüş avın eti helâl olmaz. Fakat tırnaklı eğitilmiş hayvanların tutup etlerinden yedikleri avlar yiyilebilir. Çünki bu kısım hayvanların eğitilmiş olmaları yemeyi terk ile değil, belki çağırıldıkları zaman hemen geri dönüp gelmeleri iledir.
§ Vahşi hayvanları avlamak câizdir. Bunlar insanların istifadeleri için yaradılmışlardır. Bunları avlamak bir mübah kazanç yoludur. Fakat başka kazanç yolları bundan daha uygundur. Bir de bu avlamak keyfiyeti, eğlence için olmamalıdır. Böyle bir hareket, insana kalp katılığı verir, insanı şefkat hissinden mahrum bırakır. Cenâb-ı Hak’kın mahlûkatına şefkat göstermemiz ise bir ahlâkî faziletin icabıdır.
5. Bugün sizin için temiz nimetler helâl kılınmıştır. Ve kendilerine kitab verilmiş olanların yemeği sizin için helâldır, sizin yemeğiniz de onlar için helâldır. Ve mü’minlerden hür iffetli olanlar ve kendilerine kitab verilmiş olanlardan hür, iffetli olanlar onlara mihirlerini verdiğiniz, iffetli, zinâdan uzak ve gizli dostlar edinmeden kaçınır bulunduğunuz takdirde sizlere helâldır ve her kim dinî hükümleri inkâr ederse muhakkak işlediği mahvolur. Ve o kimse âhirette de hüsrana uğramış olanlardandır.
5. Bu âyeti kerime, müslümanlara temiz nîmetlerden istifâde etmenin ve şartları içerisinde mü’min hanımları ile, ehli kitap kadınlar ile evlenmenin helâl olduğunu, bu gibi şer’î hükümleri inkâr edenlerin de eliboş ve ziyanda olacaklarını beyan buyuruyor: Şöyle ki: Ey Ümmeti Muhammed!. (Bugün) böyle dininizin hükümlerinin tamamlandığı zamandan itibaren (sizin için temiz nîmetler) tabii olarak nefis, pislikten uzak olan gıda maddeleri ve diğer şeyler (helâl kılınmıştır) bunlardan istifâde edebilirsiniz. (ve kendilerine kitab verilmiş olanların) İsrail oğulları ile Hıristiyanların (yemeği sizin için helâldir) onların temiz yemeklerinden, ekmeklerinden, meyvelerinden, kesdikleri helâl hayvan etlerinden yiyebilirsiniz (sizin yemeğiniz de onlar için helâldir) siz de onlara kendi yemeklerinizden vesaireden verebilirsiniz. Onlar da sizin ziyâfetlerinizde bulunabilirler. (Ve mü’min kadınlardan) korunmuş bulunanlar yani: (hür, iffetli olanlar) veyahut hür olsun olmasın iffetli bulunanlar isterse, cariye olsunlar, sizin için helâldir. Onlar ile evlenebilirsiniz. (ve kendilerine kitap verilmiş olanlardan) Yani: Yahudi veya Hıristiyan olan kadınlardan (hür, iffetli olanlar) da size helâldir. Onlar ile evlenebilirsiniz. Bu mü’min ve ehli kitap kadınlar ile evlenmenin helâl olması ise (onlara) o mü’mine veya kitabiye olanlara (mihirlerini verdiğiniz) yani: Kendileri için muayyen bir miktar mihir belirlediğiniz ve kendiniz de (iffetli, zinâdan uzak ve gizli dostlar edinmeden) yani: Gayrı meşrû şekilde kapatma kadınlar ile cinsel ilişkide bulunmadan (kaçınır bulunduğunuz takdirde) dir. Bu halde onlar, Ey müslümanlar!. (sizlere helâldirler) işte bunlar birer ilâhî hükümdür, bunlara riâyet lâzımdır. (ve her kim) Bu gibi (dinî hükümleri) İslâm kanunlarını (inkâr ederse) kâfir olacağından (işlediği) her iyi iş (mahvolur) onların artık uhrevî mükâfatını göremez. (ve o kimse) O inkârcı şahıs daha dünyada iken tövbe ve istiğfar etmezse (âhirette de hüsrana uğramış olanlardandır) ebedî bir felâkete, azâba mâruz kalacaktır. Dünyada iken nâil oldukları bir kısım nîmetler, imtiyazlar, kendilerine o âhiret haleminde bir fâide vermiyecektir. Ebedî olarak eliboş ve ziyanda kalacaklardır.
6. Ey mü’minler! Namaza kalkacağınız zaman yüzlerinizi ve dirseklerinize kadar ellerinizi yıkayınız ve başlarınıza meshediniz ve ayaklarınızı iki topuğa kadar yıkayınız ve eğer cünüb iseniz gusul ediniz tamamen yıkanınız. Ve eğer hastalar iseniz veya sefer halinde iseniz veya sizden biri helâdan gelmiş ise veya kadınlarınıza dokunmuşsanız da su bulamazsanız o halde temiz bir toprak ile teyemmüm ediniz, ondan yüzlerinize ve ellerinize meshediniz. Allah Teâlâ sizin üzerinize bir sıkıntı vermek istemez. Fakat o sizi tertemiz kılmak ve üzerinize nimetini tamamlamak ister ki, şükür edesiniz.
6. Beşinci âyeti kerime dünya ile ilgili şer’î hükümlere ait olduğu gibi bu altıncı âyeti kerime de ibadetlerle ilgili şer’î hükümlere ait bulunup abdestin ve guslün farziyetini ve teyemmümün sebeblerini ve bu husustaki dinî hikmeti göstermektedir. Şöyle ki: (Ey mü’minler!, namaza kalkacağınız) Yani: Namaz kılmak istediğiniz (zaman) abdesttiniz yok ise şöylece abdest alınız: Evvelâ (yüzlerinize) yani iki kulak yumuşakları arasındaki mahal ile alnında saç bittiği yer ile çene altı arasında bulunan mahalli yıkayınız, (ve) ikinci olarak (dirseklerinize kadar) dirsekler de dahil olmak üzere (ellerinizi yıkayınız) dirseklerin yukarısını yıkamak ise mecburî değildir, (ve) üçüncü olarak (başlarınıza) yani iki kulağın üst tarafına bir kere (mesh ediniz) bu mesh, başın dörtte birine yapılır. Başın ön tarafına yapılması daha iyidir. Başın üzerindeki saçların üzerine mesh edilir. Fakat baştan sarkmış olan saçların üzerine meshedilemez. Şafiîlere göre başın en az bir miktarına mesh de yeterlidir. Mâlikiler ile Hanbelilere göre ise başın tamamına meshedilmesi vâcibtir, (ve) dördüncü olarak (ayaklan iki topuğa kadar yıkayınız) topuk denilen yüksekçe kemikleri yıkamak da lâzımdır. Bunların yukarısını yıkamak icab etmez. Ayaklar da usulü dairesinde mest var ise bunların üzerine belirli müddet içinde bir kere meshedilmesi de yeterlidir, İşte bu dört âzâyı böylece yıkamak, abdestin dört tarzıdır. Elleri, kolları, ayaklan abdest niyetiyle üçer defa yıkayınca hem bu farzlar ifâ edilmiş, hem de peygamberin sünnetine riâyette bulunulmuş olur. (ve eğer cünüb iseniz) yani bir cinsel ilişki meydana gelmiş ise, veyahut uykuda veya uyanıkken şehvetle meni gelmiş ise, veya hayız, nifas, doğum hâli sona ermiş ise (ey müslüman erkekler ve kadınlar gusul ediniz) yani bütün vücudunuzu yıkayınız, bir kere ağzı, burnu ve bütün vücudu bolca bir su ile yıkayıp vücutta iğne ucu kadar bir kuru yer bırakmayınız, (ve eğer hastalar iseniz) bir halde ki, suyun kullanılması halinde ölmekten veya hastalığın artmasından korkulursa teyemmüm ile yetininiz. (veya sefer halinde iseniz veya sizden biri belâdan gelmiş ise veya kadınlarınıza dokunmuşsanız) yani onlar ile cinsel ilişkide bulunulmuş iken (su bulamazsanız) o halde temiz bir toprak ile (teyemmüm ediniz) şöyle ki: Öyle bir toprak üzerine veya topraktan sayılan kaya parçası gibi birşey üzerine ellerinizi sürmek sûretiyle (ondan) o toprağa veya emsâline bir kere ellerinizi sürerek onunla (yüzlerinize ve) bir kere de sürerek (ellerinize) dirseklerinize kadar (mesh ediniz) Nisa sûresindeki 43 ncü âyeti kerimenin tefsirine müracaat!. (Allah Teâlâ sizin üzerinize) böyle abdest, güsül, teyemmüm gibi dinî vazîfeleriniz hususunda (bir sıkıntı vermek isetemez) sizi bunlar ile boş yere mükellef kılmış değildir. (fakat o sizi tertemiz kılmak) ister, sizi abdestsizlikten arındırmak, günahlardan kurtarmak ister, (ve) böyle şer’î hükümlerini beyan ile (üzerinize nîmetini itmam etmek ister ki) böyle faydalı, yüce, hükümleri öğrendiğinizden dolayı o yüce mâbudunuza (şükür edesiniz) bu yüzden de ayrıca mükâfatlara nâil olasınız.
§ Evet… Mükellef olduğumuz abdestin, guslün, teyemmümün de birçok fâideleri vardır. Bu cümleden olarak abdestin maddî ve mânevî bir nice faydaları vardır. Vakit vakit abdest alan bir müslüman, temizliğe riâyet etmiş, temizliğe alışkanlık kazanmış bulunur. Kendisini bir takım hastalıklara sebebiyet verecek kirli hallerden korumuş olur. Bir hâdisi şerifte ise: “Abdest üzerine abdest, nur üzerine nurdur” diye buyrulmuştur.. Guslü gerektiren şeylere “hadesi ekber” denilir. Bunlardan dolayı bütün vücude bir fitur, bir gevşeklik ariz olur. Gusul edilince de bu haller yok olur, bu sebeble insanın kalbinde bir uyanıklık vücude gelir, ruhu temizlenir, ibâdet ve itaat bir temizlik içerisinde yapılarak imanda bir nuranilik ortaya çıkar. Nitekim bir hadisi şerifte “ennezafetü minel imân == Temizlik imândandır” buyurulmuştur. Abdest alacak, gusul edecek bir sudan yoksun veya su kullanmaktan âciz bir mü’min, ümitsiz bir halde bulunarak bir neş’e ile ibâdette bulunamayacağı için Cenâb-ı Hak kendisine lûtf etmiş, bir kolaylık göstermiş, teyemmüm sûretiyle bir mânevî temizliğin meydana geleceğini kabul buyurmuştur. Binaenaleyh bir müslüman, bu teyemmüm sayesinde bir ruh ferahlığına kavuşur, dinî vazîfesini bir temizlik içerisinde ifâ etmiş olduğunu bilerek bu husustaki müsaadesinden dolayı yüce mâbuduna şükran arzında bulunur, bunun neticesinde de nice mükâfatlara nâil olabilir. Velhâsıl: Bizim için birer ilâhî nîmet olan bu gibi dinî vazifelerimizin daha böyle nice fâideleri, hikmetleri vardır. Her müslüman bunu tasdik ve takdir ederek ona göre hayatını düzenlemelidir.
7. Ve Allah Teâlâ’nın üzerinizde bulunan nimetini ve “işittik ve itaat ettik” dediğiniz vakit Cenab’ı Hak’kın sizi onunla bağladığı ahdini hatırlayınız ve Allah Teâlâ’dan korkunuz. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ bütün kalplerde olanı bilir.
7. Bu mübârek âyetler, nâil olduğumuz ilâhî nîmetleri ve üstlenmiş olduğumuz abitleri hatırlamayı ve Cenâb-ı Hak’tan korkarak adaletle hüküm ve şahitlikte bulunmayı bizlere tenbih etmekte ve bir düşmanlık duygusuna kapılarak adaletten ayrılmaktan bizleri men buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve) Ey müslümanlar!. (Allah Teâlâ’nın üzerinizde bulunan nîmetini) hatırlayınız. Sizi akıl ve zekâya sâhip kılmış, sıhhat ve âfiyete kavuşturmuş, günbe gün ilâhî lütuflarına mazhar etmiş ve özellikle sizi İslâmiyet’e hidâyet buyurmuştur. (Ve işittik ve itaat ettik dediğiniz vakit) Rasûlü Ekrem ile bey’atlaşmada bulunduğunuz zaman veya Hz. Adem’in sülbünden birer zürriyet olarak çıkarıldığınız an (Cenâb-ı Hak’kın sizi onunla) o verdiğiniz söz ile, (bağladığı) yaptığınız pekiştirilmiş (ahdini) de (hatırlayınız) ona riâyetten ayrılmayınız (ve Allah Teâlâ’dan korkunuz) yapılmış olan ahd ve yemine aykırı hareketten çekininiz. (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ bütün kalplerde) bütün gönüllerde (olanı) tamamen (bilir) artık bütün insanların zâhir olan sözlerini, amellerini de daha iyi işitir, görür, bilir. Binaenaleyh hareketinizi ona göre tanzim ediniz, ilâhî hükümlere muhalefetten kaçınınız.
8. Ey imân edenler! Allah Teâlâ için hakkı ayakta tutanlar, adaletle şahitler olunuz. Bir kavme olan buğzunuz, sizi adâlet etmemeğe sevketmesin. Adâlette bulununuz, o takvâya en yakındır ve Allah Teâlâ’dan korkunuz, şüphe yok ki, Allah Teâlâ yapacağınız şeylerden tamamen haberdardır.
8. (Ey imân edenler!. Allah Teâlâ için) Onun emir ve yasaklarına ilâhî hukukuna riâyet için fazlasıyla çalışarak (onu ayakta tutanlar) olunuz bundan ayrılmayınız ve (adaletle şahitler olunuz) haklarında şâhitlik edeceğiniz kimselere karşı olan bağlılık veya düşmanlığınız sizi hakkiyle şâhitlikten geri bırakmasın. Ve (bir kavme olan buğzunuz) şiddetli dargınlığınız (sizi adalet etmemeğe) onların haklarında gerçek dışı şahitliğe ve lâyık olmayan hükme ve yapılması câiz olmayan hareketlere (sevk etmesin) içinizi rahatlatmak ve intikam almak hissine mağlûb olmayınız, herhalde (adâlette bulununuz) adaletten ayrılmayınız, (o) Adâlet (takvâya en yakındır) size emredilen takvâ vazîfesini yerine getirmeğe hizmetçidir. (ve Allah Teâlâ’dan korkunuz) en büyük bir kulluk vazîfesi olan takvadan ayrılmayınız. Selâmetiniz bununladır. (şüphe yok ki. Allah Teâlâ yapacağınız şeylerden tamamen haberdardır.) Artık O Yüce Yaratıcının, bu gibi emir ve yasaklarına bütün varlığınızla uyunuz ki, o Yüce Mabudun lütuflarına mazhar olasınız, onun elem verici azaplarından emin bulunasınız. Bütün bu ilâhî emirler, yasaklar insanlığın selâmet ve saadeti için birer muazzam ilâhî nîmettir. Bunların şükrünü ifaya çalışmalıdır.
§ İslâm dininin yüceliğini bir kere düşünmeli, bu dini mübin, düşman milletlere karşı bile müslümanların adâletle hareket etmelerini emir etmektedir. Artık müslümanların birbirine karşı adâletden sapmaları etmeleri nasıl câiz olabilir!. İslâmiyet’in bu husustaki bu yüce hükmünü de düşünerek bu kutsî dini dâima yüceltmeye ve kutsallaştırmaya çalışıp durmak bütün insanlık âlemi için en mühim bir vazîf eşidir. Cenâb-ı Hak cümleye uyanmalar nasib buyursun âmîn.
9. Allah Teâlâ, imân edip iyi amellerde bulunanlara va’ad buyurmuştur ki onlar için mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır.
9. Bu mübârek âyetler, müslümanlara nâil oldukları nîmetleri hatırlatarak takvâda, Hak’ka tevekkülde bulunmalarını emir ediyor. İnkârcıların da ne büyük felâketlere düşeceklerini bildiriyor. Şöyle ki: (Allah Teâlâ) kullarından kalben tasdik ve lisânen ikrar suretiyle (imân edip) namaz, oruç gibi, adâlet ve güzel şâhitlik, yaptıkları ahda riâyet gibi (iyi amellerde bulunanlara vâd buyurmuştur ki, onlar için mağfiret) vardır. Bir kısım günahları af edilecek ve örtülecektir (ve) onlar için (büyük bir mükâfat vardır) ki, o’da cennettir. Orada ilâhî lütuflara kavuşmaktır. Ne büyük bir saadet!.
10. Ve o kimseler ki, küfrettiler ve bizim âyetlerimizi yalanladılar, onlar da cehennem ehlidirler.
10. (Ve o kimseler ki, küfrelliler) ahid ve yemine riayetkâr olmadılar, imân edilecek şeyleri tamamen veya kısme.n inkâr ederek küfr ve şirke düştüler (ve bizim âyetlerimizi yalanladılar) Allah’ın birliğine şâhitlik eden ve şâhitliklerinde doğru oldukları, göstermeye muvaffak oldukları mucizeler ile sâbit bulunan Peygamberleri, semavî kitabları ve diğer yaratılış harikalarının Allah’ın varlığına olan dalâletini yalanlayıp inkârda bulundular (onlar da) böyle bir küfr ve inkâr cinâyetini işlemiş bulunanlar da (cchennem ehlidirler) cehennemde ebedî olarak kalacaklardır. Onların hak ettikleri bundan başka değildir.
§ Anlattıkları hikmetli olan Kur’an’ın teşvik ile korkutmanın, müjdeleme ile uyarmayı böyle bir araya getirerek insanlığı irşat ve ikaz etmektedir. Tâki insanlar uyansınlar, imân sâyesinde ebedî saadetlerini temine çalışsınlar.
11. Ey imân edenler! Sizin üzerinize olan nimeti ilâhiyeyi hatırlayınız ki, bir vakit bir kavim size ellerini uzatmayı kurmuştu, onların ellerini Cenâb-ı Hak sizden menetti. Ve Allah Teâlâ’dan korkunuz ve mü’minler artık Allah Teâlâ’ya tevekkül etsinler.
11. (Ey imân edenler) Allah’ın birliğini, Hz. Muhammed’in peygamberliğini tasdik eyleyenler!, (sizin üzerinize olan nîmeti ilâhiyeyi hatırlayınız) Cenâb-ı Hak, sizi cehaletten küfür dalâletinden kurtarmış, İslâmî saadetine nâil buyurmuştur ve özellikle hatırlayınız (ki, bir vakit bir kavim size ellerini uzatmayı kurmuştu) sizin üzerinize büyük bir kuvvetle hücum etmeğe karar vermişti, fakat (onların ellerini Cenâb-ı Hak sizden men etti) onların hücum teşebbüslerini sonuçsuz bıraktı, üzerinize hücum edemez oldular. Siz de onların saldırılarından emin bir halde kaldınız.
§ Rivâyete göre “Zlenmar” savaşında Rasûlü Ekrem Hazretleri eshabı kiramı ile bareber “Astân” denilen vâdide öğle namazını kılarken düşmanlar bunu görmüşler, fakat yerlerinde durmuşlar, müslümanların üzerine hücum etmemişler, daha sonra ne için onların namazda bulunmalarından istifâde ederek hücum etmedik diye pişmanlıkta bulunmuşlar, ikindi namazını kılacakları zaman hücum etmek niyetinde bulunmuşlar. O zamana kadar da Cibrili Emin gelip korku namaz hakkındaki âyeti kerimeyi tebliğ etmiş, artık müslümanlar bu şekilde namazlarını nöbetleşme yoluyla kılarak düşmanlarının hücumundan emin bulunmuşlardır. İşte bu âyeti kerime bu olaya işâret etmektedir. Maamafih İslâm’ın başlangıcında müslümanlar zayıf idiler, sayıları az idi, düşmanları olan müşrikler ise büyük bir kitle halinde idiler. Buna rağmen ittifak ederek hep birden ehli İslâm üzerine saldıramamışlardır ki, bu da bir ilâhî korumadan başka birşey değildir. Binaenaleyh Cenâb-ı Hak dilediği zaman müslümanları düşmanlarından korur, artık ey müslümanlar!. Hem, o Yüce Mâbud’a şükrediniz (ve) hem de yalnız (Allah Teâlâ’dan korkunuz) başkalarından korkarak o Yüce Yaratıcınıza karşı vazîfelerinizde kusur etmeyiniz (Ve) bütün (mü’minler artık) özellikle (Allah Teâlâ’ya tevekkül etsinler) başkalarına isvvekkül ve itimatta bulunmasınlar. Çünki Hak Teâlâ Hazretleri Yüce Zâtına tevekkül ve iltica edenleri şer ve fesattan korumak ve hayr ve saadete kavuşturmak için yeterlidir. Buna inanmışızdır.
12. Ve yemin olsun ki, Allah Teâlâ İsrail oğullarının ahdini almıştı ve onlardan oniki müfettiş göndermiştik. Ve Allah Teâlâ buyurmuştu ki: Ben sizinle beraberim. Eğer namazı kılar ve zekâtı verir ve Peygamberlere inanır ve onlara kuvvetle yardımda bulunursanız ve Allah Teâlâ’ya güzel bir ödünç verirseniz elbette sizden kusurlarınızı örterim ve sizi mutlaka altlarından ırmaklar akar cennetlere girdiririm. Fakat bundan sonra her kim kâfir olursa muhakkak ki, dümdüz yol ortasında sapıtmış olur.
12. Bu âyeti kerime, vaktiyle İsrail oğullarından alınmış olan ahd ve yemini ve onların ne gibi vazîfeler ile mükellef bulunmuş olduklarını şöylece göstermektedir. Cenâb-ı. Hak, İsrail oğullarına Hz. Musa, Hz. Harun gibi Peygamberler göndermiş (ve yemin olsun ki. Allah Teâlâ İsrail oğullarının ahdini) Hz. Musa vâsıtasıyle (almıştı) Tevrat ile amel edeceklerine, onu ciddiyetle, bir sevinçle kabul eyleyeceklerine dâir söz vermişlerdi. (ve onlardan) o İsrail oğulları kabilelerinden kendilerine (oniki) nakib yani: Vekil, bakan (müfettiş göndermiştîk) bunlar o kabilelerin işlerine bakar onlar adına kefâlette bulunurlardı, (ve Allah Teâlâ) İsrail oğullarının Hz. Musa vasıtasıyle lütfen (buyurmuştu ki: Ben) Yüce Yaratıcı, İlim, kudret ve yardım bakımından (sizinle beraberim) ben sizin bütün hareketlerinizi bilirim, size amellerinize göre mükâfat ve mücazat vermeğe kadirim ve sizin için düşmanlarınız üzerine yardımcıyım (eğer) siz (namazı kılar) iseniz, şartlarına ve erkânına tamamen riâyette bulunursanız (ve zekâtı verir) seniz, mallarınızın bir kısmını harcayarak nefislerinizi arındırmaya, temizlemeye çalışırsanız (ve Peygamberlere inanır) sanız, Musa Aleyhisselâm’dan sonra gönderilmiş olan Davûd, Süleyman, Yahya, Zekeriya, İsa ve Muhammed aleyhimüsselâtü vesselâm gibi Yüce Peygamberleri de tasdik eylerseniz (ve onlara) o Peygamberlere (kuvvetle yardımda bulunursanız) o Peygamberlere saygıya, hizmete koşarsanız, onların düşmanlarına karşı cephe alarak hak dine yardımda bulunmaya çalışırsanız (ve Allah Teâlâ’ya güzel bir ödünç verirseniz) yani: Allah rızâsı için onun fakir kullarına sadakalar verir durursanız (elbette) ben Yüce Yaratıcı (sizden) meydana gelmiş olan (kusurlarınızı örterîm) af ve mağfiret buyururum, çünkü iyilikler, kötülükleri yok eder. (ve sizi mutlaka altlarından ırmaklar akar cennetlere girdiririm) siz bu halde böyle bir ilâhî lütufa lâyık, bulunmuş olursunuz, (fakat bundan sonra) böyle sizden alınmış olan bir ahd ve yemini müteakib (her kim kâfir olursa) imân edilmesi gereken şeylerin tümünü veya bir kısmını inkârda bulunursa, meselâ: Hz. Muhammed’in peygamberliğini kabul etmezse (muhakkak ki) açık bir yoldan çıkmış, (dümdüz yol ortasında) iken öyle mazereti mümkün olmayan apaçık bir sapıklığa düşmüş, öyle bir hidâyet yolundan ayrılıp (sapıtmış olur) elbette gerçek olduğu gün gibi parıldanıp duran bir din yolunu bırakıp da dalâlet vadisine dalan kimselerin akibeti selâmetten, saadetten yoksun olmaktan başka birşey değildir. Ne felâket Yarabbi!..
13. Sonra yeminlerini bozmaları sebebiyle onlara lânet ettik ve kalplerini kaskatı yaptık, onlar kelimeleri yerlerinden değiştiriyorlar. Ve kendilerine öğretilen şeylerden bir nasib almayı da unutmuş bulunurlar. Ve onlardan bir azı müstesnâ olmak üzere daima bir hainlik görürsün. Bununla beraber onlardan affet, aldırış etme. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ iyilik edenleri sever.
13. Bu âyeti kerime, İsrail oğullarının verdikleri söze riâyet etmeyip haince hareketlerde bulunup durduklarını bildirmektedir. Şöyle ki: İsrail oğulları ahd ve misakta bulunmuşlardı, buna riâyet etmediler, bilâkis (Sonra yeminlerini bozmaları) onun aksine harekette bulunmaları (sebebiyle onlara lânet ettik) onları rahmetimizden uzaklaştırdık veya onları maymun, domuz sûretine çevirdik veya onların üzerlerine haraç konularak kendilerini hâkimiyetten mahrum bıraktık (ve kalblerini kaskatı yaptık) imânı kabul etmeğe müsait olmayan bir katılığa tutulmuş oldular (onlar kelimeleri) Cenab’ı Hak’kın tertib buyurmuş olduğu (yerlerinden değiştiriyorlar) Bu cümleden olarak Son Peygamber Hazretlerinin vasıflarına ait âyetleri değiştiriyor ve bozuyorlar. Böyle Allah’ın âyetlerini değiştirmeğe cür’et ise en büyük bir kalp katılığı eseri değil midir?, (ve kendilerine öğretilen şeylerden) Allah tarafından kendilerine emr olunan hükümleri ve özellikle Son Peygamber Efendimize uymayı terkederek bunlardan fâideli (bir nasip) bir hidâyet feyzi (almayı da unutmuş) terketmiş (bulunurlar) ruhlarındaki katılık, yaptıkları kötülükler, kendilerini bir takım fâideli hakikatları görüp hatırlayamaz bir hâle getirmiştir. (Ve) Yüce Peygamberim!, (onlardan birazı) Abdullah bin Selâm gibi müslümanlığı kabul eden bazı zevat (müstesnâ olmak üzere dâima) yemini bozmak gibi, müslümanların aleyhine bir takım cahilleri teşvik gibi (bir hainlik görürsün) bu onların geleneksel adetleridir. (Bununla beraber) Ey Yüce Resul! (onlardan) gördüğün kusurları (affet) kendilerinden yüz çevir (aldırış etme) onların fenalıklarına karşı sen af ile ihsan ile muamelede bulun. Böyle kimseler hakkındaki af ve bağışlama affın üstünde bir ihsan demektir, (şüphe yok ki. Allah Teâlâ iyilik edenleri sever) onları bu ihsânlarının mükâfatına kavuşturur.
§ Bu konuda müfessirlerin birkaç görüşü vardır. Bir görüşe göre ehli kitap hakkında böyle af ve bağış ile olan emir, Beraet sûresindeki savaş ayetiyle neshedilmiştir. Diğer bir görüşe göre nesh yoktur. Bir kavim Rasûlü Ekrem ile bir ahd ve yeminde bulunmuşlardı. Sonra bu ahda riâyet etmediler, bu âyeti kerime nâzil olup onların hakkında af ile muamele yapılması emir olunmuştur. Üçüncü bir görüşe göre de bu emirden maksat, ehli kitap verdikleri sözde durdukça kendilerinden küçük kabilinden olarak meydana gelecek kusurlarının affedilmesidir. Nitekim bir Yahudinin Peygamber Efendimiz hakkında sihir yaptığı anlaşıldığı halde Rasûlü Ekrem Hazretleri onu cezâlandırmayıp af etmiştir. Aynı şekilde bir Yahudi kadını Yüce Peygamber Efendimize zehirli birşey vermiş ve bunu peygamberin hayatına su’ikast için yaptığını da itiraf eylemiş olduğu halde Rasûlü Ekrem Efendimiz o kadını bu ilâhî emre uyarak af buyurmuştur.
§ İsrail oğullarının kendilerinden alınmış olan ahdi bozmuş olduklarına dâir şöyle bir rivâyet vardır. Fravun boğulup İsrail oğulları onun zulmundan kurtulunca Cenâb-ı Hak, İsrail oğullarına vatan olmak üzere Beyti Mukaddes’e gitmelerini, orada zorbalardan olan Kenanlılara karşı cihatta bulunmalarını emir etmiş, kendilerine zafer vereceğini de va’ad buyurmuştu. Hak Teâlâ Hazretleri Musa Aleyhisselâm’a da emretmişti ki, İsrail oğullarının her sıbtından = kabilesinden bir nakib – bir müfettiş tâyin etsin, bu nakibler onların memur oldukları şeyleri yapmalarına kefil bulunsun. Musa Aleyhisselâm, oniki kabileye, oniki nakip tayin etmiş İsrail oğulları Beyti Mukaddes’e yaklaşınca nakibler, Kenanlıların durumunu teftişe gönderilmişti. Bunlar Kenanlıları maddeten kuvvetli güçlü bir halde görerek korkmuşlar, dönünce bu gördüklerini İsrail oğullarına haber vermişlerdi. Halbuki, Hz. Musa, onlara evvelce tenbih etmişti ki, göreceğiniz şeyleri gelince İsrail oğullarına hemen haber vermeyiniz. Nakibler ise bu husustaki sözlerinde durmamışlar keyfiyeti İsrail oğullarına hemen haber vermişler, onların kuvve’i mâneviyelerini kırmışlar, cihad için vermiş oldukları sözlerinde durmayarak ahde vefada bulunmamışlardır. Yalnız nakiblerden iki zat verdikleri sözde durmuş, onlar gördükleri düşman kuvetlerinden bahsederek İsrail oğullarının ahdi bozmalarına sebebiyet vermemişlerdir: Bu iki zat ise Keleb İbni Yuhennâ ile Yûşâ İbni Nun’dür. Kenanlılar İsa Erihada yerleşmiş bulunmakta idiler.
14. Ve biz Hıristiyanız diyenlerden de ahdlarını almış idik. sonra ihtar edilmiş oldukları şeyden nasip almayı unuttular. Artık biz de onların arasına kıyâmet gününe kadar düşmanlık ve kin bıraktık. Ve Allah Teâlâ neler yapmış olduklarını yakında haber verecektir.
14. Bu âyeti kerime, Hırıstiyan tâifelerinin de ahd ve yemine riayetkâr olmadıklarını, bu yüzden aralarında kıyâmete kadar mücâdelelerin devam edeceğini beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve biz) Yüce Yaratıcı, İsrail oğullarından söz almış olduğumuz gibi kendilerine gerçek dışı olarak (Hıristiyanız diyenlerden de ahdlarını almış idik) Allah’ın birliğini, bütün Peygamberleri ve özellikle son peygamberi tasdik ederek imanda sâbit bulunmalarına dâir İncil’de kendilerine tenbîhât yapılmış, onlar da bunu teahhüd etmişlerdi. Bunlar Hz. İsa’ya karşı “Biz Allah’ın yardımcılarıyız Allah’ın dinine yardımda bulunanlarız” demişlerdi. Halbuki daha sonra Nesturiye, Yakubiye, Melkâiyye gruplarına ayrılarak ihtilâfa düşmüşler, Allah’ın birliği inancından mahrum kalmışlardır. İncildeki dinî emirler ve hükümleri de değiştirmiş ve bozmuşlardır. Evet… Bunlar (sonra ihtar edilmiş oldukları şeyden nasip almayı unuttular) İncil’e muhâlif hareketlere cür’et ettiler, ve bilhassa Son Peygamber Hazretlerini tasdik ederek doğru bir inanç üzere bulunmaları hakkındaki ilâhî uyarıları terkettiler, (artık biz de) onların bu kötü davranışlarının bir cezâsı olmak üzere (onların arasına kıyâmet gününe kadar düşmanlık ve kin bıraktık) onlar Allah’ın kitabı amelî bıraktılar, dinî hükümleri değiştirdi ve tahrif ettiler, birbirine kâfir demeye başladılar, aralarında sürekli olarak savaşlar meydana geldi, bu savaşlar Yahudiler ve Hıristiyanlar arasında meydana geldiği gibi Hıristiyan kabileleri arasında da meydana gelmiş ve gelmekte bulunmuştur. Bu hâl kıyâmete kadar da devam edecektir, (ve Allah Teâlâ) onlara dünyada iken (neler) ne fenâ şeyler (yapmış olduklarını yakında) kıyâmet gününde veya her birine ölür ölmez (haber verecektir) onları bu yüzden devamlı olarak ve cezâya mâruz kılacaktır. Ne müthiş bir ilâhî tehdit, bir Rabbanî korkutma!
15. Ey ehli kitab! Muhakkak size Resulûmuz geldi. Kitaptan gizlemekte olduğunuz birçok şeyleri size açıklıyor, bir çoğundan da geçiveriyor. Şüphe yok ki, size Allah Teâlâ tarafından bir nur ve bir apaçık kitab gelmiştir.
15. Bu mübârek âyetler, bir nice hakikatları gizlemiş olan ehli kitabı uyanmaya, hakkı kabule dâvet ediyor, son peygamberin bütün insanlık için nasıl bir hidâyet rehberi olduğunu beyan buyuruyor. Şöyle ki: (Ey ehli kitab) Ey kendilerine vaktiyle Tevrat ve İncil kitapları verilmiş olan Yehudi ve Hıristiyan taifesi!, (muhakkak size Resulûmuz) olan mahlûkatın en üstünü ve bütün Peygamberlerin sonuncusu Muhammed Mustafa Aleyhisselâtü veselâm (geldi) sizi İslâm dinine dâvet ediyor, (kitaptan) Tevrat ve İncil’deki hükümlerden (gizlemekte olduğunuz birçok şeyleri) bu cümleden olarak Tevrat’taki evli olup da zinâ eden hakkında recim hükmünü ve İncil’deki son peygamberin vasıflarını ve diğer gizlediğiniz bir nice hükümleri (size açıklıyor) kanaat verecek şekilde izah ediyor. Son Peygamber Hazretleri hikmet gereği okumamış, yazmamış idi, Ümmî bulunuyordu, buna rağmen önceki kitaplardaki hükümleri bilmesi, öyle gizli tutulagelen şeyleri olduğu gibi haber verip teşhir eylemesi onun risaleti hakkında bir mucize, bir kesin şâhitlik değil midir. Bununla beraber (bir çoğundan da geçiveriyor) saklamakta oldukları bir nice hususları da bildiği halde birer dinî faydaları olmadıkları için meydana çıkarmak istemiyor, onların hakkında müsamahada bulunuyor. Veyahut ehli kitaptan bir nicelerini affediyor, kusurlarından dolayı kendilerini cezâlandırmıyor (şüphe yok ki) ey bütün insanlar!, (size Allah Teâlâ tarafından bir nur) gelmiştir ki, o da bütün ufuklara hidâyet nurlarını yayan Son Peygamber Hazretleridir, (ve bir açık kitap gelmiştir) ki, o da Kur’an-ı Kerim’dir, şimdiye kadar insanlara gizli kalmış, meçhul bulunmuş nice hakikatları beyan buyurup durmaktadır. Artık bunlardan istifadeye koşmalı değil midir?
16. Allah Teâlâ, rızasına tâbi olanları onunla selâmet yollarına götürür ve onları izniyle zulmetlerden nura çıkarır ve onları dosdoğru bir yola hidâyet eder..
16. (Allah Teâlâ, rızâsına tâbi olanları) İmân edip İslâmiyet’i kabul eyleyenleri (onunla) O Yüce Peygamber ile, o Kur’an-ı Kerim vâsıtasıyle (selâmet yollarına götürür) onları azap ve cezadan kurtarır (ve onları izni ile) ilâhî iradesiyle ve başarı sağlamasıyla (zulmetlerden) küfrün çeşitlerinden, şeytanî vesveselerden uzaklaştırarak (nura) İslâm sahasına (çıkarır) onlara selâmet lütfeder (ve onları) o İslâmiyeti kabul etmiş olanları (dosdoğru bir yola) Hak’ka ulaşmak için yolların en yakını olan hak dine (hidâyet eder.) onları bu sayede cennetine, ilâhî nîmetine nâil buyurur. Ne yüce bir saadet!.
17. Şüphe yok ki, “Allah o Meryem’in oğlu Mesihtir” diyenler yemin olsun ki, muhakkak kâfir olmuşlardır. De ki: Eğer Meryem’in oğlu Mesih’i ve onun annesini ve yerde bulunanların hepsini helâk etmek istese kim Allah’tan birşeye sâhip olabilir! Göklerin de, yerin de ve bunların aralarında bulunanların da mülkü Allah Teâlâ’ya aittir. Dilediğini yaratır. Ve Allah Teâlâ herşeye tamamiyle kadirdir.
17. (Şüphe yok ki. Allah o Meryem’in oğlu Mesih’tir, diyenler) Hz. İsa’ya böyle ilahlık isnat edenler (yemin olsun ki, muhakkak kâfil olmuşlardır) onlar Allah’ın birliğini inkâr etmiş, mahlûkattan olan bir zatı ilahlık mertebesinden görmüş oldukları için kâinatın yaratıcısını inkâr ederek küfre düşmüşlerdir. Habibim onlara (de ki:) bir kere düşününüz, (Eğer) Allah Teâlâ Hazretleri (Meryem’in oğlu Mesih’i ve onun annesini ve yerde bulunanların hepsini helâk etmek istese) kim mâni olabilir?. Nitekim Meryem’i dünya hayatından mahrum bırakmış, asırlardan beri nice milyarlarca insanları ölümün pençesinde güçsüz bırakmıştır. Binaenaleyh, Hz. Mesih’de bir insandır, o da Cenâb-ı Hak’kın koruması olmasa bir dakika bile yaşayamaz. Bütün kâinat, Allah Teâlâ’nındır. Onun yaratmasının birer eseridir. Bunlarda kimsenin ortaklığı yoktur. Artık (kim Allah’tan birşeye mâlik olabilir?.) kim birşeye yaratma bakımından sâhib ve mutasarrıf olabilir, hangi bir kimse, Cenâb-ı Hak’kın tasarrufuna, sâhipliğine, hayat verme öldürmesine mâni bulunabilir?. Hz. İsa’da Allah’ın bir mahlûku olduğundan o da böyle bir kudret ve selâhiyete sâhip olamaz. Onun elinde meydana gelen hârikalar, bütün Allah’ın kudreti iledir. (Göklerde, yerde ve bunların arasında bulunanların da mülkü Allah Teâlâ’ya aittir.) Bütün semalardaki melekler, yeryüzündeki insanlar, fezâdaki, yerlerin altındaki, denizlerin içindeki mahlûkat bütün Allah Teâlâ’nın mülk ve tasarrufu altındadırlar. İşte Hz. Mesih de bunlardan biridir. O Yüce Yaratıcı (Dilediğini yaratır) isterse bir insanı Hz. Âdem gibi babasız ve anasız olarak yaratır ve isterse bir insanı Hz. İsa gibi babasız olarak vücude getirir, onun kudreti herşeye yeterlidir. Artık Hz. İsa’nın babasız olarak yaradılmış olduğu için ona ilahlık nasıl isnat edilebilir?, (ve Allah Teâlâ herşeye tamamiyle kadirdir.) Evet… Cenâb-ı Hak’kın kudreti sonsuzdur. Bir kulunu harikulâde bir şekilde vücude getirmesi, o kulunun vasıtasıyle bir takım hârikaları yaratması nasıl uzak görülebilir? Ve onun yaratmış olduğu bir mahlûka nasıl olur da ilahlık, yaratıcılık, mâbudluk vasfı verilebilir?. Halbuki, Hırıstiyan taifesi böyle bir isnâda cür’et etmişlerdir.
§ Evet… Hırıstiyan tâifesinden bilhassa Yakubiye, Melkâiye grupları Hz. İsa’nın bağımsız olarak ilâhlığına inanmışlardır. Onlara göre Allah Teâlâ belirli bir insanın bedenine veya ruhuna girerek o şekilde görülebilir. Binaenaleyh bizim gördüğümüz İsa, Allah Teâlâ’dan başka değildir, demiş oluyorlar. Bir de lâhutiyet sıfatı ancak Allah Teâlâya mahsustur. Hıristiyanlar ise İsa Aleyhisselâm’a lâhutiyet isnat etmekle onun bağımsız olarak Allah Teâlâ’dan ibâret olduğuna inanmış oluyorlar, isterse bunu açıkça iddia etmesinler. Onlar Hz. İsa’ya bizzat yaratmak, diriltmek ve öldürmek kudretini yaptırdıkları için bu bakımdan da küfr ve şirke düşmüş bulunuyorlar.
18. Yehudi ve Hıristiyanlar, bîz Allah’ın oğullarıyız ve dostlarıyız dediler. De ki: Ya ne için size günahlarınız sebebiyle azap ediyor? Siz ancak onun yarattıklarından bir beşersiniz. Ve dilediğine mağfiret eder ve dilediğine azap eder ve göklerin, yerin ve aralarında bulunanların mülkü bütün Allah’ındır ve nihâyet dönüş de Ona’dır.
18. Bu âyeti kerime, ehli kitabın ne kadar bencil olarak cüretkârca iddialarda bulunur olduklarını gösteriyor. Ve bu iddiaları reddediyor Şöyle ki: “Yahudiler Üzeyr Allah’ın oğludur, hıristiyanlar da Mesih Allah’ın oğludur” dediler (ve Yehudi ve Hıristiyanlar) taifeleri kendilerinin de böyle fevkalâde bir ayrıcalığa sâhip olduklarını iddia ederek herbiri: (biz Allah’ın oğullarıyız ve dostlarıyız dediler) yani: Yahudiler: Madem ki, bizim büyüğümüz olan Üzeyr, Allah’ın oğludur, bizler de onun evlât ve torunları ve yakınları bulunduğumuz için Allah Teâlâ’nın oğulları yerindeyiz, demek isterler. Hıristiyanlar da madem ki Mesih Allah’ın oğludur, diyerek aynı iddiada bulunurlar. Nitekim bir hükümdarın yakınları da makamı iftiharda kendilerine hükümdarlık isnat ederek: “biz bu memleketin hükümdarlarıyız” derler. İşte Yahudiler de Hıristiyanlar da kendi selefleri olan Peygamberler sebebiyle kendilerini başka milletler üzerine üstün görerek böyle bir iddiada açıkça veya dolaylı olarak bulunmuşlardır.
§ Rivâyete göre Rasûlü Ekrem Hazretleri Yahudilerden bir cemaati İslâm dinine dâvet etmiş onları Allah Teâlâ’nın azabıyle korkutmuş onlar da: ”Sen bizi nasıl ilâhî azap ile korkutuyorsun ki, biz Allah’ın oğullarıyız, dostlarıyız demişler. Bunun üzerine bu âyeti kerime nâzil olmuştur. Hıristiyanlar da aynı iddiada bulunmuşlardır. Hatta bozulmuş inciller’de okumaktadırlar ki, Hz. İsa, Hırıstiyan tâifesine hitaben: Ben, benim ve sizin babanıza gidiyorum demiş, bu sebeple Cenâb-ı Hak’kın oğulları olduklarım iddiaya cür’et etmişlerdir. Habibim!. Onlara (de ki:) eğer bu iddianız doğru ise Cenâb-ı Hak, (ya ne için size günahlarınız sebebiyle azap ediyor?.) bir baba evlâdını, bir dost dostlarını hiç cezalandırır mı?. Halbuki, Hak Teâlâ Hazretleri sizi dünyada bile vakit vakit azaplara uğratıyor, nice öldürülmelere, esâretlere mâruz bırakıyor, düşmanlarınız olan putperestler tarafından Beyti Mukaddes yıkılmış, aranızda en feci savaşlar devam edip durmakta bulunmuştur. Hatta siz bile iddia ediyorsunuz ki, Cenâb-ı Hak size âhirette sayılı günlerde azap edecektir. Yok yok siz hâşâ Allah’ın oğulları değilsiniz (siz ancak onun yaratıklarından bir beşersiniz) diğer mahlûkatı kabilindensiniz, başkaları üzerine öyle bir meziyetiniz yoktur, (ve) Allah Teâlâ mahlukatından (dilediğine) mü’min kullarına ilâhî lütfu ile mağfiret eder) insanlık icâbı yapmış oldukları kusurları af eder ve örter, (ve dilediğine azap eder) özellikle Allah’ın birliğini ve Peygamberlerin bir kısmını inkâr Sen kimseleri de ebedî olarak azâba uğratır, (ve göklerin, yerin ve aralarında bulunanların) bütün mahlûkatın (mülkü) varlığı, mülkiyeti (bütün Allah’ındır) bütün bunlar, o Yüce Yaratıcının mülkiyeti ve kulu olmakla vasıflanmıştırlar, hepsi de onun melekut, kudret ve azameti altında bulunmaktadır. Bunlarda istediği gibi tasarruf eder, dilediğini yaşatır, dilediğini öldürür: Dilediğine sevab verir, dilediğini de azâba sokar (ve sonunda dönüş de Ona’dır) Âhirette yalnız o Yüce Yaratıcının hükmü alanına gidilecektir. İyilik yapanlara sevablar verecek, dilediği günahkarları da lâyık oldukları cezalara kavuşturacaktır. Artık bunun aksi nasıl iddia edilebilir?.
19. Ey ehli kitab! Peygamberlerin arası kesilmiş olduğu bir zamanda size apaçık beyanda bulunur olarak Resulûmuz geldi. Tâki bize ne müjdeleyici ve ne de azab ile korkutucu gelmedi demeyesiniz. İşte size müjdeleyici ve korkutucu geldi. Ve Allah Teâlâ herşeye tamamiyle kadirdir.
19. Bu âyeti kerime, bütün insanlığa Allah’ın dinini tebliğ eden Son Peygamber Hazretlerinin gönderilmiş olmasıyle artık hiçbir taifenin bizi uyaracak ve irşad edecek bir zat gelmedi diye mazeret ileri sürmesine mahal kalmadığını bildirmektedir. Şöyle ki: (Ey ehli kitap) Ey İsrail oğulları, Ey Hıristiyanlar taifesi (Peygamberlerin arası kesilmiş) çoktan beri insanlığa Peygamber gönderilmeyip ilâhî vahy inmez (olduğu bir zamanda size) dinî hükümleri ve sizin gizlediğiniz hakikatları (apaçık) bir şekilde size (beyanda bulunur olarak Resulûmuz) Hz. Muhammed Aleyhisselâm (geldi) insanlık âleminde yeniden bir risâlet nuru tecelli etmeğe başladı (tâki) biz mâzuruz (bize ne) cennet ile, ilâhî lütuflar ile, (müjdeleyici) bir peygamber geldi, (ne de) bizleri cehennem ile, uhrevî (azab ile korkutucu) bir Peygamber geldi (demeyesiniz) hayır, sizin mâzeretiniz yok. (işte size müjdeleyici ve korkutucu) yaratıcınızın emirlerini, yasaklarını, yardımlarını, azaplarını size genişçe bildiren Son Peygamber Hazretleri (geldi) artık ona tâbi olmanız, o sayede cehaletten, dalâletten kurtularak hidâyete ermeniz lâzım gelmez mi?. (Ve Allah Teâlâ herşeye tamamiyle kadirdir) Binaenaleyh öyle peygamberlerin arası kesildiği böyle bir Yüce Peygamberi bütün insanlığa dinî hükümlerine tebliğe memur etmeğe de kadirdir. Bu sayede insanlık âlemi, ilâhî dinden onun bütün hükümlerinden kıyâmete kadar haberdar olabilecektir. Gerçekten de İslâmiyet, bütün insanlık âleminde yayılmış, İslâmiyetin dayandığı Kur’an’ı Kerim, bütün medeniyet âlemine yayılmaya başlamıştır. Artık hiçbir millet, biz hakiki bir dinden haberdar olamadık diye mazeret beyan edemiyecektir. Dünya işlerinde o kadar çalışan ve gayret gösteren milletlerin, ilâhî din hususunda da çalışmaları, hakkı araştırmaları, İslâmiyet’in yüce mahiyetini kavrayarak o sayede hakiki istikballerini temine gayret göstermeleri elbette kendileri için en mühim bir vazîfedir.
§ İki Peygamber arasındaki zamana “devri fetret” denir ki, ilâhî vahy kesilmiş, insanlara gevşeklik ariz olarak dinî vazîfelerine karşı lâubalice bir vaziyet almış olacakları için o zamana bu fetret ismi verilmiştir. Fetret müddetlerinin mikdarı hakkında muhtelif rivâyetler vardır. Bir rivâyete göre Hz. Musa ile Hz. İsa arasındaki müddet bin yedi yüz senedir. Bu müddet zarfında bin nebi gönderilmiştir. Hz. İsa ile Son Peygamber Efendimiz arasındaki müddet de altı yüz senedir. Bu müddet içinde dört nebi gönderilmiştir ki, bunların üç İsrail oğullarındandır, biri de arablardan olup adı Halit İbni Sinan’dır. Doğrusunu Allah daha iyi bilir.
20. Ve bir vakit de Musa kavmine demişti ki: Ey kavmim! Allah Teâlâ’nın üzerinize olan nimetini hatırlayınız ki, içinizde Peygamberler vücuda getirdi ve sizleri hükümdarlar kıldı ve âlemlerden hiçbir ferde vermediğini sizlere verdi.
20. Bu mübârek âyetler, İsrail oğullarının vaktiyle nâil oldukları nîmetlere ve kendilerinden alınmış olan sözlere muhalif hareketlerinden dolayı eliboş ve ziyanda olacaklarını şöylece bildirmektedir, İsrail oğulları sürekli olarak haktan ayrılmış, kavuşmuş oldukları nîmetleri takdir edemiyerek isyanda bulunmuşlardır. (Ve bir vakit de Musa) İsrail oğullarından olan (kavmine demişti ki. Ey kavmim! Allah Teâlâ’nın üzerinizde olan nîmetini) birçok lûtuflarını, yardımlarını (hatırlayınız ki,) sizin için büyük bir şeref ve imtiyaz olmak üzere (içinizde) kendi yakınlarınızdan bir nice (Peygamberler vücude getirdi) ki, hiçbir millet arasından o kadar Peygamber çıkmamıştır. Hattâ Hz. Musa’nın seçtiği yetmiş zat vardır ki, hepsi de İsrail oğulları Peygamberlerinden sayılırlar. Bunlar ile beraber Cebelitur’a gitmiş idi. Hz. Yakub’un evlât ve torunları arasından da nice Peygamberler zuhur etmiştir. (Ve) Cenâb-ı Hak (sizleri) Ey İsrail oğulları (hükümdarlar kıldı) yâni: Firavun’un helâkinden sonra İsrail oğullarını esaretten kurtardı hürriyete, hâkimiyete, servet ve zenginliğe, hizmetçiler ve maiyet halkına kavuşturdu, (ve) Hak Teâlâ (alemlerden) kendi zamanlarına kadar olan geçmiş milletlerden (hiçbir ferde vermediğini sizlere verdi) ezcümle deniz yarılıp İsrail oğullarına yol verdi, düşmanları olan Firavun’u ise boğdu, bulutlar üzerlerine gölgelik yaptı, kendilerine kudret helvası ve bıldırcın denilen nîmetler verildi, taşlardan sular fışkırarak akmaya başladı. Artık bu nîmetlere şükretmeli değil mi idiler?. Artık Peygamberlerinin emirlerine itaat etmeli değil mi idiler, ne yazık ki, onlar öyle yapmadılar.
21. Ey kavmim! Allah Teâlâ’nın sizin için yaratmış olduğu mukaddes yere giriniz. Ve artlarınız üzerine geri dönmeyiniz. Sonra ziyana uğramışlar olduğunuz halde geri dönmüş olursunuz.
21. Evet… Hz. Musa onlara hitâben dedi ki: (Ey kavmim!.. Allah Teâlâ’nın sizin için) imân ve itaatte bulunmanız şartiyle levhimahfuzda (yazmış takdir buyurmuş olduğu mukaddes yere giriniz) orasını işgal etmiş olan kâfirler ile savaşta bulunarak onları oradan uzaklaştırınız. Beytülmukaddes, denilen kıt’a, vaktiyle Peygamberlerin karargâhı: Mü’minlerin meskeni olduğu için böyle mukaddes adını almıştır. Bazı zatlara göre bu mukaddes yerden maksat, tur dağı tarafıdır veya Şam ülkesidir, veyahut Dımışk ile Filistin’den ve Ürdün un bazı parçalarından ibârettir. (ve) Ey İsrail oğulları (artlarınız üzerine geri dönmeyiniz) oradaki zorbalardan korkarak savaştan kaçmayınız, isyan sebebiyle, Cenâb-ı Hak’kın vaadine güvensizlik sebebiyle dininizden dönmeyiniz. (sonra) dünyada da, âhirette de (ziyana uğramışlar olduğunuz halde geri dönmüş olursunuz) sizin için yazılmış olan mukaddes yere girmekten de mahrum kalır, zillete düşer, büyük bir felâkete uğramış bulunursunuz. Nitekim de öyle oldu. Bütün bunlar Allah’ın emrine muhalefetin elem verici bir neticesidir.
22. Dediler ki, ya Musa! Muhakkak orada zorbalar olan bir kavim vardır. Ve onlar oradan çıkmadıkça biz oraya elbette girmiyeceğizdir. Fakat onlar oradan çıkarlarsa bizler oraya muhakkak giricileriz.
22. Bu mübârek âyetler, İsrail oğullarının zafer kazanacakları vadedilmiş olduğu halde savaştan kaçındıklarını, büyüklerinin emirlerine, tavsiyelerine muhalefetten geri durmadıklarını şöylece bildirmektedir. Benî İsrail, Hz. Musa’nın emir ve yasaklarına karşı muhalefet ederek (dediler ki. Ya Musa!. Muhakkak orada) o mukaddes yerde (zorbalar) güç ve kuvvet sâhibi, yenilmeleri imkânsız, mütegallib, zorba kimseler (vardır) bunlar Âd kavminin kalıntısı olan Amalikadan ibâret bulunuyorlar biz onlar ile savaşta bulunamayız (ve onlar oradan) kendi kendilerine (çıkmadıkça biz oraya elbette girmeyeceğizdir) bizim kuvvetimiz buna yeterli değildir. (Fakat onlar oradan) bizim alâkamız olmaksızın hangi bir sebeble (çıkarlarsa) o zaman (bizler oraya muhakkak giricileriz) o zaman emre muhalefet etmeyiz. Onların çıkmalar! ise uzak bir ihtimaldir.
23. Kendilerine Allah Teâlâ’nın ihsanda bulunmuş olduğu korkanlardan iki er dedi ki: Onların üzerlerine kapıdan giriveriniz, siz ona girdiğiniz zaman şüphe yok ki, galiplersiniz. Artık siz mü’min kimseler iseniz Allah Teâlâ’ya tevekkül ediniz.
23. Cihat için Beyti mukaddese doğru hareketten kaçınan İsrail oğullarına hitâben (Kendilerine Allah Teâlâ’nın) imân ile, ilâhî vâd ve güven ile, azim ve sebat ile (ihsanda bulunmuş olduğu korkanlardan) düşmanlardan değil, Allah Teâlâ’dan korkan zatlardan (iki er) Yûşâ bini Nun ile Kâlib bini Yufennâ’dan ibaret iki muhterem zat (dedi ki, onların üzerlerine kapıdan) şehirlerinin kapısından (giriveriniz) hemen baskında bulununuz, onların sahraya atılmalarına meydan vermeyiniz (siz ona girdiğiniz) o kapıdan hücum gösterdiğiniz (zaman şüphe yok ki, galiplersiniz) savaşa gerek kalmaksızın şehri fethe muvaffak olacaksınızdır. Çünki bu halde fetihlere nâil olacağınız Allah tarafından vaad olunmuştur. Bununla beraber o şehir ahalisinin cisimleri büyük ise de kalbleri zayıftır. Sizinle çarpışmaya mânevî güçleri müsait değildir. (Artık) Ey İsrail oğulları!, (siz mü’min kimseler iseniz) Eğer Allah Teâlâ’nın kudretine, zafer hakkındaki vaadine, Hz. Musa’nın peygamberliğine imanınız var ise düşmanların öyle kuvvet ve tecellisi için (Allah Teâlâ’ya tevekkül ediniz) ona itimatta bulununuz, cihatdan geri durmayınız.
§ İsrail oğulları, bu iki zatın bu nasihatlarını dinlememişler, hattâ rivâyete göre bu iki zatı taşlar ile öldürmek bile istemişlerdir.
§ Bir yoruma göre de bu iki zat, İsrail oğullarının korkmakta oldukları Âmâlika kavmine mensub bulunuyordu. Bu iki zat, imân şerefine nâil olmuş ve İsrail oğullarını o müşrik olan kavimleri üzerine sevketmek istemişlerdi. Fakat İsrail oğulları, yine muhalefette ısrar edip duruyorlardı.
24. Dediler ki: Ya Musa!.. Biz elbette oraya ebediyen girmeyeceğiz, onlar orada devam ettikçe artık sen Rabbinle git savaşta bulunun, bizler ise burada oturucularız.
24. Bu mübârek âyetler, İsrail oğullarının Hz. Musa’ya muhalefette devamını ve bu yüzden yine Tih sahrasında kırk sene mahkûm bir halde kaldıklarını şöylece bildirmektedir. İsrail oğulları (Dediler ki: Ya Musa!. Biz elbette oraya) o zorbaların bulundukları mukaddes yere (ebediyen girmeyeceğiz) oraya gidip feth etmeğe kudretimiz yeterli değildir, (onlar) o Âmâlika kavmi (orada) o Mukaddes yerde (devam ettikçe) onlar kuvvet ve güç sâhibi kimselerdir, biz onlar ile nasıl savaşta bulunabiliriz, (artık sen Rabbinle git) o kavim ile (savaşta bulunun) biz onlar ile çarpışmaya muktedir değiliz (bizler ise burada) bu Tih çölünde (oturucularız) buradan başka yere hareket etmeyiz, İsrail oğulları bir nevi alay ve hakaret yoluyla böyle edepsizce bir teklif e cür’et etmişlerdi.
25. Dedi ki: Yarabbi! Şüphe yok ki, ben kendi nefisini ile kardeşimden başkasına sâhip olamam, artık bizim aramızla o fasıklar olan kavmin arasını ayır.
25. Hz. Musa, kavminin bu cahilce, inatçı sözlerini işitince tam bir üzüntü ve gönül yufkalığı ile dua etmeye başlayarak (Dedi ki: Yarabbi!. Şüphe yok ki, ben kendi nefsim ile kardeşim) Harun’dan veya sana imân eden herhangi bir dindaşımdan (başkasına malik olamam) başkalarına söz geçiremem. (artık bizim aramızla o fasıklar olan kavmin) O Peygamberlerine karşı isyan edip duran İsrail oğullarının (arasını ayır) bizim hakkımızda lâik olduğumuz şey ile, onların haklarında da hak ettikleri şey ile hükmet. Veya bizi onlarla beraber olmaktan, arkadaş olmaktan kurtar.
26. Buyurdu ki: Şüphesiz orası onların üzerine kırk yıl haram kılınmıştır. Orada şaşkın bir halde dolaşıp duracaklardır. Artık o fasıklar topluluğunun haline acıma.
26. Cenab’ı Hak böyle dua ve yakarışta bulunan Hz. Musa’ya vahy ederek (Buyurdu ki,) Ya Musa!, (şüphesiz orası) o Beyti Mukaddes yurdu (onların) o isyankâr İsrail oğullarının (üzerine kırk yıl haram kılınmıştır) oraya bu müddet içinde girmeğe kâdir olamıyacaklardır. Sonra orasını Hak Teâlâ onların evlât ve torunlarına savaşmadan nasip edecektir. Onlar ise (Orada) bulundukları Tih çölünde (şaşkın bir durumda dolaşıp duracaklardır) oradan çıkmaya muktedir olamıyacaklardır. Diğer bir yoruma göre: Onlara o mukaddes yere ebedî olarak haram olmuştur. Onlar o Tih çölünde kırk sene sersemcesine dolaşıp duracaklardır. (Artık) Ya Musa!, (o fasıklar topluluğunun haline acıma) Onlar fasıklıkları, muhalefetten yüzünden öyle elem verici bir akibeti hak etmişlerdir.
§ Gerçek şu ki Mukaddes yurda girmeyeceğiz diyenlerden hiçbiri oraya daha sonra girememiş, hepsi de Tih çölünde helâk olmuşlardır. Sonra onların evlât ve torunları zorbalar ile savaşta bulunmuşlardır. Bir rivâyete göre Hz. Musa ile Hz. Harun da Tih çölünde vefat etmişlerdir. Hz. Harun’un vefatı Hz. Musa’nın vefatından bir sene öncedir. Hz. Musa vefat edip kırk sene sona erince Cenab’ı Hak Yûşâ Aleyhisselâm’ı İsrail oğullarına Peygamber göndermiştir, İsrail oğulları onunla beraber Eriha tarafına giderek savaşlarda bulunmuşlar, altı ay kuşatmadan sonra Eriha’yı feth etmişler, zorbaları yenilgiye uğratmışlardır.
27. Onlara Âdem’in iki oğlunun haberini hakkıyla oku! O vakit ki, onlar iki kurban takdim etmişlerdi. Birisinden kabul edilmiş, diğerinden kabul edilmemişti. Seni elbette öldüreceğim dedi, diğeri de Allah Teâlâ ancak takvâ sâhibi olanlardan kabul eder deyiverdi.
27. Bu mübârek âyetler, yeryüzünde ilk meydana gelen bir öldürme olayını, Allah Teâlâ’nın hükmüne muhalefette bulunanlara bir uyanma vesîlesi olmak üzere beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Yüce Peygamberime! (Onlara) kavmine, kendilerini hak dine dâvete memur olduğun kimselere (Adem’in iki oğlunun) Kâbil ile Hâbil adındaki iki oğlunun (haberini) aralarında cereyan etmiş olan hadiseyi (hakkiyle oku) abartmaktan uzak, yalandan beri, dosdoğru olarak beyan et. (o vakit ki onlar) o iki kardeş, hangisinin iddiasının Allah katında kabul olduğunu anlamak için (iki kurban takdim etmişlerdi) biri Kâbil’e, diğeri de Hâbil’e ait bulunuyordu. O kurban (birisinden) Hâbil’den (kabul edilmiş, diğerinden) Kâbil’den (kabul edilmemişti) Kâbil buna üzülmüş, kalbindeki kıskançlık duyguları canlanmış, kardeşinin kendi üzerine Allah katındaki üstünlüğünü anlamıştı. Artık bir ihtiras sevkiyle Hâbil’e hitaben (Seni) andolsun ki (elbette öldüreceğim dedi) kin ve düşmanlığını böylece açıklamaya cür’et etti. (diğeri de) Hâbil de Kâbil’i ikaz için pek hikmetlice bir karşılıkta bulunarak (Allah Teâlâ ancak takvâ sâhibi olanlardan) kurbanlarını diğer güzel amellerini (kabul eder deyiverdi) Hâbil, böyle demekle Kâbil’e karşı âdeta “sen takvadan ayrıldın, Allah’ın hükmüne muhalif hareket etmek isteyerek sana nikâhı helâl olmayan bir kız kardeşinle evlenmek istedin, elbette senin kurbanın Allah katında makbul olmaz, artık neden öfkelenerek beni öldürmek istiyorsun?.” demiş bulunuyordu.
28. And olsun ki, eğer beni öldürmek için bana elini uzatırsan ben seni öldürmek için elimi sana uzatmam. Şüphe yok ki, ben âlemlerin Rabbi olan Allah Teâlâ’dan korkarım.
28. Hâbil, Kâbil’e karşı şöyle de bir ihtarda bulundu: (And olsun ki, eğer beni öldürmek için) sen (bana elini uzatırsan) beni öyle korkuttuğun gibi öldürmeğe kalkışırsan, senden böyle bir cinâyet tahakkuk ederse (ben senî öldürmek için elimi sana uzatmam) ben hiçbir vakit seni öldürmeğe kalkışarak öyle bir cinayeti işlemem. Zira (şüphe yok ki, ben âlemlerin Rabbi olan Allah Teâlâ’dan korkarım) öyle bir öldürmeğe teşebbüsten dolayı mesul olacağımı düşünerek ona cür’et edemem. Halbuki, benim bu hareketim, bir nefis müdafaası mahiyetinde olacaktır. Sen ise Ey Kâbil!. Hiç yoktan benim hayatıma kasdetmek istiyorsun, hiç Allah Teâlâ’dan korkmaz mısın?. İhtimâl ki onların zamanında nefsi müdafaa için hasmı öldürmek helâl değildi. Veyahut öyle bir halde misillemede bulunmamak, efdal bulunuyordu. Nitekim bir hadisi şerifte: Allah Teâlâ’nın öldürülmüş kulu ol, kâtil kulu olma) diye buyrulmuştur
29. Muhakkak ben isterim ki, sen benim günahımı ve kendi günahını yüklenesin de ateşe atılacaklardan olasın. Ve o ise zâlimlerin cezasıdır.
29. Hâbil, öyle misli ile karşılıkta bulunmayıp Kâbil’i öldürmeğe teşebbüs etmediğinin bir diğer sebebini beyan için de şöyle demiştir: (Muhakkak ben isterim ki,) Ey Kâbil!, (sen benim günahımı) Yâni: Seni öldürmeğe kasdettiğim takdirde bana gelecek olan günahı (ve kendi günahını) öyle bana el uzatarak hayatıma kasdedeceğinden kaynaklanan günahı veya kestiğin kurbanın kabul olmamasına sebep olan günahı birlikte (yüklenesin de) bunun neticesi olmak üzere (ateşe) cehennem ateşine (Bulanlardan olasın) ben ise öyle bir günaha girerek cehennemlik olmamı istemem, (ve o) Cehennem ateşi (ise zâlimlerin) başkalarının hayatına, hukukuna haksız yere kastedenlerin (cezasıdır) ben ise senin hayatını kendi hayatım üzerine tercih etmiş olacağım için büyük bir ihsanda, iyilikte bulunmuş olacağım. İyilik edenlerin yeri ise cennettir. Hâbil, bu mânâya gelen sözleriyle Kâbil’e pek güzel bir nasihat vermiş onu uyandırmak istemiş, onu karar vermiş olduğu cinayetten kurtarmak iyiliğini yapmak istemiş.
30. Artık kardeşini öldürmeği kendisine nefisi kolaylaştırdı da onu öldürdü. Sonra da ziyâna uğramışlardan oldu.
30. Bu mübârek âyetler, Kâbil’in, kardeşi hakkındaki cinâyetini bildirmektedir. Haset ve rekabet gibi ahlâk dışı hallerin ne kadar pişmanlıklara, felâketlere sebebiyet vereceğini göstermektedir. Şöyle ki: (Artık) Hâbil’in karşılık vermeyeceğini anlayınca bu (kardeşini öldürmegi kendisine) Kâbil’e (nefsi kolaylaştırdı) kendisine cesâret ve fırsat verdi (o da onu öldürdü) Hâbil’in dünyevî hayatına son verdi, (sonra da) Kâbil bu cinayeti işlediğinden dolayı dünyada da âhirette de (ziyana uğramışlardan oldu) dünyada ana-babasını üzdü, insanlar arasında kıyâmete kadar kötü adlı oldu, âhirette de Allah’ın gazabına uğrayarak ateşe düştü.
.31. Sonra Allah Teâlâ ona kardeşinin cesedini nasıl defn edeceğini göstermek için bir karga gönderdi ki yeri eşiveriyordu. Yazıklar olsun bana ben şu karga kadar olup da kardeşimin cesedini örtmekten âciz mi oldum, dedi. Artık pişmanlığa düşenlerden olmuştu.
31. Kâbil, bu cinayeti yaptıktan sonra şaşkınlığa düşmüş, kardeşinin cesedini bir müddet yanında taşımıştı. Hâbil, Âdem oğullarından ilk evvel vefat eden bir zat olduğu için cesedi hakkında ne yapacağını Kâbil belirleyememişti. (Sonra Allah Teâlâ ona) Kâbil’e (kardeşinin cesedini nasıl defn edeceğini göstermek için bir karga gönderdi ki, yeri eşiveriyordu) şöyle ki: İki karga gelip çarpıştılar, biri diğerini öldürdü, gagasıyla ve ayaklarıyla yeri kazıyarak öldürdüğü kargayı yaptığı çukura atıverdi, üzerini de toprak ile örttü. Kâbil bunu görünce kendi cehâletine teessüfle bulundu (yazıklar olsun bana şu karga kadar olup da kardeşimin cesedini örtmekten âciz mi oldum, dedi) bir karga kadar da bilgi sâhibi olmadığını anladı, sırf cehaletinden dolayı kardeşinin hayatına kastetmiş, oldu. Yanıp yakılarak azâbı hak ettiğini düşündü (artık pişmanlığa düşenlerden olmuştu) kardeşini faydasız yere öldürdüğünden dolayı veya onu bir müddet yanına taşıyıp da defnini düşünememiş olduğundan dolayı hiçbir şey elde edememiş ve ziyâna uğrayanlardan olmuştu.
§ Rivâyete göre Hz. Adem’in eşi Havva anamız, bir karında biri oğlan diğeri kız olmak üzere iki çocuk doğururdu. Böylece doğurduğu çocukların sayısı kırka ulaşmıştır. O zaman insanların artması istendiği için her erkek çocuk, kendisiyle beraber doğan kız kardeşini değil başkaca doğmuş olan kız kardeşi ile evlenebilirdi. Hz. Havva evvelâ Kâbil ile onun ikiz kız kardeşi olan iklimayı sonra da Hâbil ile onun ikizi olan Lebudayı doğurmuştu. Kâbil, kendisiyle beraber doğmuş ve daha ziyâde güzelliğe sâhip bulunmuş olan iklima ile evlenmek istemiş, bunun câiz olmadığını Hz. Âdem kendisine bildirmiş, fakat Hz. Adem’in bu sözüne itimat etmiyerek arzusunda israr eylemekte bulunmuştu. Bunun üzerine Adem Aleyhisselâm bu oğullarına emretti ki, birer kurban kesiniz, hanginizin kurbanı Allah katında kabul olursa hak onun tarafında olup diğerinin arzusunda hatalı olduğu tehakkuk etmiş olur. O zaman ki, ilâhî adete göre makbul olan kurbanlar gökten gelen beyaz bir ateş tarafından yiyiliverirdi. Binaenaleyh Kâbil ile Hâbil de birer kurban edindiler, gelen ateş Hâbil’in kurbanını yemiş, Kâbil’in kurbanı ortada kalarak yiyilmemişti. Bu hadisenin böyle meydana gelmesinden dolayı Kâbil’in haset damarları harekete gelmiş, kardeşi Hâbil’e karşı haset beslemeye başlamıştı. Hz. Âdem, Beytullah’ı ziyâret için Mekke’i Mükerreme’ye gitmiş olduğu bir sırada Kâbil, Hâbil ile münakaşada bulunarak o günahsız zatı başına taş vurarak veya uyku halinde iken öldürmüştür. Bu öldürme olayı ya Bud dağında veya Akibe’i birada veyahut Basra’nın Mescid’i Âzam’ı yanında meydana gelmiştir. O zaman Hâbil henüz yirmi yaşında bulunuyordu. Kâbil, yaptığı bu cinayetten dolayı Hz. Adem’in reddi üzerine Yemen bölgesindeki Aden’e gitmiş, orada kendisine şeytan musallat olarak demiş ki: Hâbil ateşe taptığı için onun kurbanını ateş yemiş, sen de senin ve zürriyetin için bir ateşevi vücude getir. Kâbil de bir ateşgede == ateşevi yapmış, ona tapmaya başlamıştır. Ateşe ilk ibâdet eden, Kâbil’dir. Daha sonra bir torununun kendisine attığı bir taş ile ölüp gitmiştir. Tefsirlerde yazılı olduğu üzere Hâbil’in öldürülmesinden elli sene geçmiş, Hz. Adem’in ömrü de yüz otuz seneye ulaşmıştı ki, Hz. Havva Şiş adındaki oğlunu doğurmuştur. Şiş, Allah’ın hediyesi mânâsınadır, Hâbil’e, halef olmuştur. Kendisine peygamberlik verilmiş, elli sahife nâzil olmuş. Hz. Adem’in vasisi ve valiyylahdı bulunmuştur. Nuh Aleyhisselâm bu Şiş Aleyhisselâm’ın neslindendir. Nuh Tûf anı zamanında Kâbil’in bütün evlâdı boğulmuş, Cenâb-ı Hak, yalnız Şis’in neslini kıyâmet gününe kadar bâki kılmıştır.
32. Bundan dolayı İsrail oğullarının üzerine yazdık ki her kim bir şahsı, bir şahıs karşılığında veya yerdeki bir fesattan dolayı olmaksızın öldürürse sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur ve her kim de bir şahsın hayatını kurtarırsa sanki bütün insanları kurtarmış gibi olur. And olsun ki, bizim Peygamberlerimiz onlara mucizeler ile gelmişlerdir. Sonra onlardan birçokları bunu müteakib yeryüzünde muhakkak aşırı giden kimseler olmuşlardır.
32. Bu âyeti kerime, yeryüzünde fesada çalışan ve haksız yere kan akıtmaktan çekinmeyen bir kavme yapılmış olan bir ilâhî ihtarı içermektedir. Şöyle ki: (Bundan dolayı) Öyle haksız yere yapılan bir öldürmenin sebep olduğu bir nice kötülük sebebiyle bir uyanış vesilesi olmak üzere Kâbil ve Hâbil kıssasını beyan ederek (İsrail oğullarının üzerine yazdık ki) Tevrat’ta beyan ederek hükmeyledik ki (her kini bir şahsı bir şahıs karşılığında) icabeden bir kısastan dolayı olmaksızın (veya yerdeki bir fesattan dolayı) meselâ: Yol kesicilikten, veya imân ettikten sonra dinden dönmesi sebebiyle (olmaksızın öldürürse sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur) çünkü öyle gayrı meşrû şekilde kan dökmek, cemiyet arasındaki birliği ahengi bozacağından bunun zararı umuma yönelmiş olur. Bununla beraber bir kimsenin hayatına haksız yere tecâvüz etmek de bütün halkın hayatına su’ikast gibi Allah’ın gazabını çeker (ve her kim de bir şahsın hayatını kurtarırsa) Meselâ: Onu bir zâlimin saldırısından komrsa veya onu boğulmaktan veya açlık sebebiyle ölmekten kurtarırsa (sanki bütün insanları kurtarmış gibi olur) bütün insanlığı kurtarmış, hayatlarını tehlikeden korumuş gibi sevaba nâil bulunur. (Andolsun ki, bizim Peygamberlerimiz onlara) İsrail oğullarına (mucizeler ile gelmişlerdir) o Peygamberler, öyle mucizeler ile, tehdit dolu emirler ile, hükümler ile gelmiş oldukları halde (sonra onlardan bir çokları bunu müteakib) bu açık âyetlere, mucizelere, emirlere rağmen (yeryüzünde muhakkak aşın giden) küfür ile, öldürme ile haddi aşan (kimseler olmuşlardır) Kâbil gibi dinî hükümlere riâyette bulunmaz, haksız yere kanların akıtılmasından sakınmaz bulunmuşlardır. Böyle bir hâl ise insanlığa aslâ lâyık değildir. İnsanlar, dâima birbirinin hukukunu gözetici olmalıdırlar. İşte İslâmiyet, insanlığa böyle mühim bir ahlâk dersi vermektedir, insanların arasında bir birliğin, bir dayanışmanın meydana gelmesini tavsiye buyurmaktadır. İçtimaî selâmet ve saadet ancak böyle hareket etmekle sağlanabilir.
33. Allah Teâlâ ile ve Peygamberleriyle savaşta bulunanların ve yerde fesada çalışanların cezaları ancak öldürülmeleri veya asılmaları veya ellerinin ve ayaklarının çaprazca kesilmeleri veya yerden sürülmeleridir. Bu onlar için dünyada bir zillettir ve onlar için âhirette pek büyük bir azap vardır.
33. Bu mübârek âyetler, Allah Teâlâ’nin ve Yüce Peygamberin emirlerine muhalefet edip yeryüzünde fesada çalışanların hak ettikleri cezaları bildirmektedir. Şöyle ki: (Allah Teâlâ’ya ve Peygamberine karşı savaşta bulunanların) Yani: Cenâb-i Hak’kin dinine giren, Peygamberine uyan, dini yüceltmeye hizmet eden müslümanların varlığına mukaddesatına saldırmaya cür’et edenlerin cezaları (ve yerde fesada çalışanların) insanların yollarını kesip canlarına veya mallarına veya her ikisine musallat olanların ve halkın huzurunu, asâyişini bozmaya cür’et edenlerin (cezaları) ayrı ayrıdır. Onların cezaları cinâyetlerine göre tâyin edilir. Bununla beraber bu cezalara başlıcalar, o yasakları işleyenlerin (ancak öldürülmeleri) dir. Yani: Eğer yalnız bir öldürme cinâyetinde bulunmuşlar ise cezaları asılmaksızın yalnız had yoluyla öldürülmeleridir. (veya asilmalari) dir. Eğer öldürme cinâyetini tekrar tekrar yapmışlar ise veya öldürme ile beraber insanların malini haksiz yere almışlar ise onlar hem katledilir ve hem de asılırlar, ve ölünceye kadar karınları süngü ile delinir. (veya ellerinin ve ayaklarının çaprazca kesilmeleri) dir. Şöyle ki: Her biri bir müslümanın veya bir zimminin en az nisab miktarı yani: Yirmi dirhem gümüş miktarında veya kıymetçe buna eşit bir malini gasp etmiş ve çalmiş ise her birinin sağ eli ile sol ayağı kesilir. Ellerinin kesilmesi, mali haksiz yere almiş olduklari içindir, ayakları kesilmesi, de yolların emniyetini gidererek insanları korku içinde bıraktıklarından dolayıdır. Bu gibi cinayetlerin cemiyet arasında meydan bulmaması için böyle ağır bir cezâ, ictimâî hikmet gereğidir. Aksi takdirde sürekli olarak binlerce böyle cinayetler meydana gelir, milletin huzur ve asayişi bozulur durur, (veya) böylelerinin cezaları (yerden sürülmeleridir) şöyle ki: Yalnız insanları korkutmuş, bozgunculuğa çalışmış oldukları takdirde hapis edilmek sûretiyle bulundukları yerden sürülmüş olurlar. Bu Hanefî imamlarına göredir, İmam Şafiî’ye göre ise bunlar bir beldeden, diğer bir beldeye sürülürler. (bu) beyan olunan hükümler, cezalar (onlar için dünyada bir zillettir) onlar için bir rezalettir. Onları yaptıkları kötülüklerle tanıtmaktır. Başkalarına bir ibret dersidir, (ve onlar için âhirette) ise (pek büyük bir azab vardır) ki, onun miktarını, ne kadar büyük olduğunu ancak Cenâb-ı Hak bilir. Binaenaleyh insanlar, bu gibi cezaları, azapları düşünerek bunlara sebep olacak gayrimeşru hareketlerden son derece sakınmalıdırlar.
§ Bir rivâyete göre bu âyeti kerime, yol kesiciler hakkında nâzil olmuştur.
34. Ancak onların üzerine kâdir olmanızdan evvel tövbe edenleri müstesnâ. İmdi biliniz ki, şüphesiz Allah Teâlâ çok yarlığayıcıdır, çok esirgeyicidir.
34. Ancak Ey yetkililer!. (Onların) O cinayetleri işleyenlerin (üzerine kâdir) onları henüz yakalayarak cezalarını vermeğe muktedir (olmanızdan evvel) onların yaptıkları şeylerde nâdim ve pişman olarak (tövbe edenleri müstesnâ) onların haklarında o cezaları tatbik etmeniz icabetmez. Bununla beraber kamu siyaseti bakımından öylece cezâlandırılmaları uygun görülürse öylece cezâlandırılmaları da câizdir. Bir de öldürme ve hırsızlık gibi hâdiseler kimlerin haklarında meydana gelmiş ise onların hukuku yine korunmuştur. Meselâ: Bir maktulün velisi, katili dilerse kısas yoluyla öldürtebilir, ve dilerse af eyler. Aynı şekilde tövbe ile şahsa ait bir mal düşmez, bunu sâhibine ödemek lâzımdır. Meğer ki sâhibi bağışlasın.
§ Rivâyete göre Hars bini Bedir adındaki bir şahıs, yol kesicilikte bulunduktan sonra tövbekâr olarak Hz. Ali’nin huzuruna gelmiş, Hz. Ali de onun tövbesini kabul ederek hakkında cezâyı af buyurmuştur.
35. Ey imân edenler! Allah Teâlâ’dan korkunuz ve ona vesile arayınız ve onun yolunda cihadda bulununuz ki, kurtuluşa erebilesiniz.
35. Bu mübârek âyetler, mü’minler için kurtuluş vesilesi olan yolu gösteriyor. Kâfirlerin de ne elem verici, ne ebedî azaplara uğrayacaklarını ihtar ediyor. Şöyle ki: (Ey imân edenler!.) Dâima itaatkâr olunuz, insanların hayatını kurtarmaya, fesadı yok etmeye çalışınız, tövbe ve istiğfar ediniz. (Allah Teâlâ’dan) onun azâbından (korkunuz) da öldürme gibi, hırsızlık gibi, yeryüzünde fesada çalışmak gibi fenalıklara cür’et etmeyiniz (ve ona) Cenâb-ı Hak’kın sevâbına, mânevî yakınlığına (vesîle arayınız) sizi ilâhî lütuflara kavuşturacak olan güzel amellere tevessül ediniz, sarılınız, günahlardan sakınınız (ve onun) O Yüce Yaratıcının (yolunda) dini uğrunda (cihadda bulununuz) onun açık ve gizli düşmanları ile savaşmaktan geri durmayınız (ki) ilâhî dinin yücelmesi tecelli etsin, sizler de o sayede (kurtuluş bulabilesiniz) Hak Teâlâ’nın rızâsına onun lütuflarına kavuşmakta selâmet ve saadete eresiniz, İnsanlık için bu şekilde hareketten başka saadete vesile olacak birşey yoktur.
§ Vesile: Lûgatte sebep, vâsıta, bahane demektir. Çoğulu, vesaildir. Şeriatta vesile, Allah’ın rızâsını kazanmaya, Cenâb-ı Hak’ka mânen yakınlaşmaya sebep olan herhangi güzel bir amelden ibârettir. Tevessül de: Birşeye sarılmak, birşeyi bir maksada ulaşmak için vesile edinmek mânâsınadır.
36. Şüphesiz o kimseler ki, kâfir oldular eğer yerde bulunanların hepsi ve onunla beraber bir misli daha onların olup da kıyâmet gününün azâbından dolayı onları feda edecek olsalar kendilerinden kabul edilmez ve onlar için elîm bir azap vardır.
36. (Şüphesiz o kimseler ki,) Allah’ın birliğini veya diğer dinî hükümleri inkâr ederek (kâfir oldular) ve bu hâl üzere ölerek âhirete gittiler, artık onlar için kurtuluş çaresi yoktur. Faraza (eğer yerde bulunanların hepsi) bütün dünya varlıkları (ve onunla beraber bir misli daha onların) onlardan her birinin (olup da kıyâmet gününün azâbından) kurtulmak ümidinden (dolayı onları) bütün varlıkları kurtuluş vesilesi olmak için (feda edecek olsalar) bunlar (kendilerinden) asla (kabul edilmez ve) bilâkis (onlar için) o ebedî âlemde (elîm) pek etkili, acıklı (bir azap vardır) ki o da cehennem ebedî azâbından ibârettir.
37. Ateşten çıkmak isteyeceklerdir. Halbuki, onlar ondan çıkacak kimseler değildirler. Ve onlar için dâimî bir azap vardır.
37. O kâfirler cehennemde bulunup durdukça (Ateşten çıkmak isteyeceklerdir) ateş kendilerini havaya savurdukça cehennem dışına Bulacaklarını ümid eder dururlar veya cehennemden birgün çıkacaklarını kalben arzuda bulunurlar. Çok uzak!.. Ne faidesiz bir temenni!, (halbuki, onlar ondan) O cehennemden asla (çıkacak kimseler değildirler) onların o bâtıl kanaatlarında ebedî olarak sebat edecekleri hakkında kötü kararları, inançları, haklarında böyle azabın devamını gerekli kılmıştır. Artık onlar için kurtuluş yoktur, (ve onlar için dâimî bir azap vardır.) Onda ebedî olarak kalıp azap çekeceklerdir. İşte küfür ve şirkin lâik olan cezâsı!.
38. Ve hırsızlık yapan erkeğin ve hırsızlık yapan kadının kazandıklarının bir cezâsı ve Allah Teâlâ tarafından bir ibret olmak üzere ellerini kesiniz. Ve Allah Teâlâ izzet ve hikmet sahibidir.
38. Bu mübârek âyetler, hırsızlık suçunun cezâsını ve yapılacak tövbelerin Allah katında makbul olacağını bildirmektedir. Ve Cenâb-ı Hak’kın bütün kâinata sâhip olup bunlarda dilediği gibi tasarruf edeceğine işâret buyurmaktadır. Şöyle ki: Yol kesmek gibi, yeryüzünde fesada çalışmak gibi cinâyetlerde bulunanların hak ettikleri cezaları evvelce bildirilmiştir, onları tatbik ediniz (ve hırsızlık yapan erkeğin ve hırsızlık yapan kadının) hırsızlık şartları mevcut olunca, öyle hırsızlık sebebiyle (kazandıklarının) elde eyledikleri malın (bir cezâsı) olmak üzere (ve) kendilerine (Allah Teâlâ tarafından bir ibret) olmak üzere (ellerini) bileklerinden itibâren (kesiniz) onlar böyle bir cezâyı, bir azâbı hak etmişlerdir, (ve Allah Teâlâ azizdir) Herşeye galiptir, dilediğini yapmaya kadirdir. Kendisine engel olacak ve münakaşada bulunacak bir fert yoktur ve (hikmet sahibidir) bütün şer’î hükümleri hikmet ve fayda gereğidir, İşte bundan dolayıdır ki, hırsızlar hakkında da böyle hüküm etmiştir.
§ Sirkat, lûgatte başkalarının bir malını gizlice almaktır, miktarı az olsun, çok olsun, cezâyı icabetsin, etmesin, fakat şer’î hükümler itibariyle sirkat, iki türlüdür. Biri: Sirkati kübradır (Büyük hırsızlıktır) ki, bu, yol kesicilikten ibârettir. Bunun hükmü evvelce beyan olunmuştur. Diğeri de sirkati suğradır (küçük hırsızlıktır) ki: Mükellef bir şahsın en az bir dinar altın veya on dirhem gümüş miktarı bir malı saklı bulunduğu yerden gizlice alıp dışarıya çıkarmasıdır. İşte bu miktar mala hırsızlık nisabı denir. Bu, hanefîlere göredir. Diğer müctehitlere göre hırsızlık nisabı, bundan daha azdır. Hırsızlık olayından dolayı verilen cezâya: Haddi sirkat (hırsızlık cezâsı) denir.
§ Had: Lûgatte engellemek mânâsınadır. Birşeyi mahiyetini tarif eden şeye ve bir gayrımenkûlun nihâyetini, sınırlarını bildiren şeye de hak denilir. Çoğulu hududtur. Şer’î hükümler itibariyle haddi sirkat (hırsızlık cezâsı) ise: Şartları mevcut, usulen sabit olan bir hırsızlıktan dolayı hırsız hakkında azânın kesilmesi suretiyle yapılan bir cezadır. Bu hırsızlık cezâsı, hırsızlığın usulen sabit oluşundan ve hüküm verildikten sonra, malı çalınan şahıs hırsızı af etse bile bununla bu cezâ düşmez. Çünkü bu cezâ kamu hukuku ile ilgilidir.
§ Hırsızlıkta aranılan şartlar şunlardır:
(1) Hırsızlık yapan, akıllı, bûlûğ çağına ermiş, konuşan ve gören olmalıdır. Bu vasıfları taşımayan bir hırsızın eli kesilmek suretiyle cezâlandırılması icabetmez. Bunların bu vasıflardan mahrumiyeti haklarında cezalarının hafif olmasına sebep olur.
(2) Hırsız ile malı çalınan şahıs arasında doğum, birbirinin parçası olmak veya aralarında nikâh câiz olmayacak şekilde akrabalık veya evlilik veya çalınan malda ortaklık bulunmamalıdır.
(3) Çalınan mal şer’an faydalanılması mubah olmayan, çabuk bozulan şey olmamalıdır. Şarap gibi faydalanılması mubah olmayan veya ağaç üzerindeki hurma, üzüm gibi sür’atle bozulan birşeyi çalmak, cezâyı gerektirmez.
(4) Çalınan mal, muhrez sayılan bir yerden sirkat edilmelidir. Muhrez mahal ise: Bir malın âdet üzere saklanmasına mahsus mahal demektir. İki kısma ayrılır. Birisi binefsihi hirz: yani muhrezdir ki, içinde eşya saklanmak üzere hazırlanıp içerisine izinsiz girilmesi memnu olan herhangi bir yerdir. Evler, dükkânlar, çadırlar gibi. Çuvallar, sandıklar, kasalarda bu hükümdedir. Diğeri de bigayrihi hırzdir ki, öyle hane vesaire içinde olmayıp ancak içerisine konulacak malların yanıbaşında muhafızı bulunan herhangi bir yerdir. Mescitler, yollar, sahralar bu kısma dahildir. Bir kimsenin cebi de böyle bir mahalli muhrez demektir. Binaenaleyh yankesicilik de sirkatten mâduddur. Sirkat hâdisesi mahkemede sârikin ikrariyle veya şahitlerin şahadetiyle sabit ve şeraiti mevcut olunca sârikin sag eli bileginden kesilir. Bundan sonra tekrar sirkatte bulunsa sol ayagi da mafsallarindan kesilir. Bundan sonra yine sirkatta bulunsa artik azasindan hiçbiri kesilmez, belki salâhi hâli zahir oluncaya kadar hapis edilir. Aksi takdirde Sârikin ihlâkina gidilmiş olur ki, bu caiz degildir. Bu Eimmei Hanefiyyeye göredir. Imami Mâlik ile Imami Şafii ye göre üçüncü ve dördüncü sirkatten sonra da sol eli sag ayagi kesilir. Hâlâ nedamet etmediginden bu cezalara müstehik bulunur. Had icra edildiği takdirde çalınan mal mevcut ise sahibini iade edilir. Fakat bu mal sârikin elinde had cezasından evvel veya sonra zâyi olmuş olursa artık bunu tazmin lâzım gelmez. Çünki bir sirkat hakkında kat ı uzuv ile zaman ictimâ etmez. Şayet bir sebeble had cezası sakit olursa o zaman çalınan mal herhalde tazmine tâbi olur.
39. Fakat her kim yaptığı zulümden sonra tövbe eder ve hâlini ıslâhta bulunursa elbette Allah Teâlâ onun tövbesini kabul eder. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ çok bağışlayan, çok esirgeyendir.
39. (Fakat) Hırsızlardan (her kim yaptığı zulümden) yani sirkatten (sonra tövbe eder) nâdim ve pişman olur (ve halini) emrini, tarzıhayatını (islahta bulunursa) hırsızlığı bırakır, bir daha böyle harekette bulunmamaya azmederse (elbette Allah Tealâ onun tövbesini kabul eder) onu ahrette muazzeb kılmaz. Fakat mezhebi Hanefiye göre bu töbe ile kat ı yed cezası sakit olmaz. Çünki bunda mesrukun minhin veya âmmenin hakkı vardır. Fakat İmamı Şafii den bir kavle göre sakit olur. (Şüphe yok ki, Allah Tealâ gafurdur, rahîmdir) mağfireti ve rahmeti pek ziyadedir. Bunun içindir ki, tövbeleri kabul buyurur.
40. Bilmez misin ki, göklerin de, yerin de mülkü Allah Teâlâ’nındır. Dilediğine azap eder ve dilediğini bağışlar. Ve Allah Teâlâ herşeye hakkıyla kadirdir.
40. Ey Habibim!. Veya ey hitaba salih olan insan!. (Bilmez misin ki) Elbette bilir itiraf edersin ki, (göklerin de yerin de mülkü) bütün varlığı her türlü şüphelerden beri olarak (Allah Tealâ nındır) hepsi de onun eseri hilkatidir, hepsi de onun hükmü, kudreti altında bulunmaktadır. Binaenaleyh bu kendi mahlûkatından (dilediğini) onun kötü hareketinden dolayı (muazzep kılar) kimse buna mâni olamaz. (ve dilediğini) hakkında bir âtifeti ilâhiyyeye olarak veya taib ve müstağfir olmasından dolayı (mağfiret buyurur) hiçbir kimse buna muariz bulunamaz. (ve Allah Tealâ her şeye hakkiyle kâdirdir) İşte böyle tazib ve mağfirete de kudreti azimesi maziyadetin kâfidir. Amennâ!.
41. Ey Resûl! Küfr içinde yarış edenler seni mahzun etmesin. O kimselerden ki, ağızlarıyla imân ettik dedikleri halde kalpleri imân etmemiştir. Ve Yahudi olan kimselerden ki, bunlar pek ziyâde yalan dinleyicilerdir. Ve sana gelmeyen diğer bir kavmi de ziyadesiyle dinleyicidirler. Kelimeleri yerlerine konulduktan sonra değiştirirler. Derler ki: Eğer size bu verilirse alıveriniz ve eğer size bu verilmezse sakınınız. Ve Allah Teâlâ her kimin fitnesini isterse elbette sen onun için Allah Teâlâ tarafından birşeye sâhip olamazsın. Onlar o kimselerdir ki Allah Teâlâ onların kalplerini temizlemek istememiştir. Onlar için dünyada zillet vardır ve onlar için âhiret de pek büyük bir azap vardır.
41. Bu âyeti kerime, bir takım İslâm düşmanlarının yalancılıktaki ve hakikatları değiştirme ve bozmaya çalışmaktaki rezilce hallerini bildirmektedir, onların ne gibi fitnelerine, azaplara mâruz kalacaklarını beyan ederek Rasûlü Ekrem’e teselli vermektedir. Şöyle ki: Allah Teâlâ Hazretleri Son Peygamber Efendimizin şeref ve meziyetini, kadrinin yüceliğini göstermek için kendisine (Ey Resul!) ey benim Peygamberim! diye hitab buyuruyor ve kendisine teselli vermek için de şöylece emir ediyor: (küfr içinde yarış edenler) birçok kâfirce hükümleri veren, hareketleri işleyip duranlar (seni mahzun etmesin) sen onların kendi haklarında felâket sebebi olan hallerinden dolayı üzülme, onlara meyilde bulunma. O küfre koşup duranlar (o kimselerden) dirler (ki,) onlar ciddî olmaksızın sâdece (ağızları ile imân ettik dedikleri halde kalbleri imân etmemiştir) onlar münâfık tâifedir. (ve) Yine o küfre koşup duranlar (Yahudi) tâifasından (olan kimselerden) dirler (ki,) bu iki tâife (pek ziyâde yalan dinleyicücrdir) bunlar ilâhî dinin aleyhindeki uydurma lâkırdılara, bir takım bâtıl, uydurma kabilinden sözlere kıymet verir, onları dinler dururlar, (ve) kibirlerinden düşmanlıklarından dolayı (sana gelmeyen diğer bir kavmi) de onların gerçek dışı sözlerini (ziyadesiyle dinleyicidirler) öyle dinî hükümler aleyhindeki sözlere kulak verirler, ondan zevk alırlar (ve) bunlar (kelimeleri) Allah’ın kitaplarında âyetleri dinî hükümleri (yerlerine konulduktan sonra) Allah tarafından konulmuş ve belirlenmiş olduktan sonra lâfzen veya mânen (değiştirirler) meşrû olan birşeyi gayrimeşru ve bilâkis gayrimeşru olan birşeyi meşrû gibi göstermek isterler ve kendilerine tâbi olanlara (derler ki, eğer size) Peygamber tarafından (bu) yani kendilerinin değiştirip tahrif ettikleri şey (verilirse alıveriniz) onun gereği ile amel ediniz, İşte hak olan odur (ve eğer size bu) değiştirilen şey, şer’î hüküm (verilmezse) başkası verilir, tebliğ edilirse (sakınınız) onu asla kabul etmeyiniz, İşte bunlar böyle hakikatları değiştirmeye çalışan sapık kimselerdir. (Ve Allah Teâlâ her kimin) Bu gibi kötü hareketlerinden, kötü tercihlerinden dolayı (fitnesini) sapıklığını, rezâletini (isterse elbette sen onun için Allah Teâlâ tarafından) o fitneyi defetmek için (birşeye) bir çareye (sâhip) eli yetişir (olamazsın) takdiri ilâhîyi kimse değiştiremez. (onlar) O Allah’ın dinî hükümlerini tahrif e çalışan topluluklar (o kimselerdir ki. Allah Teâlâ onların kalblerini) dalâletten, küfr ve nifak pisliğinden (temizlemek istememiştir.) çünkü onlar o küfr ve nifakı kendi kötü tercihleriyle yapmış kimselerdir. Artık (onlar için dünyada zillet vardır) onların nifakı, küfrü ilâhî hükümleri tahrife cür’etleri anlaşılarak dünyada eliboş ve ziyanda kalacaklardır, (ve onlar için) bu dünyevî rezillikten başka (âhirette de pek büyük bir azap vardır) o da cehennemde ebedî olarak kalıp azap çekmelerinden ibârettir. Binaenaleyh böyle kendi tercihleriyle küfre koşup duranlar bu gibi cezalara kendileri sebebiyet vermiş bu cezaları hak etmişlerdir. Onlar için üzülmeye lüzum yoktur.
§ Bu âyeti kerimenin nüzul sebebi hakkında deniliyor ki: Yahudilerin eşrâfından bir erkek ile bir kadın, muhsen, yani: Koca ve karı sâhipleri bulunmuş oldukları halde zinâ rezâletini işlemişler, bunların hakkında Tevrat’a göre recim cezâsı lâzım geliyordu. Bu cezadan kurtulmak için Yüce Peygamber Efendimize müracaat etmeleri tavsiye olunmuş ve denilmiş ki: Gidin Muhammed -Aleyhisselâm- a müracaat ediniz. Eğer hafif bir cezâ tâyin ederse kabul ediniz, recim cezâsına lüzum görürse kabul etmeyiniz. Müracaat etmişler, Rasûlü Ekrem de buyurmuş ki: Benim hükmüme râzı olur musunuz?. Onlar da evet oluruz demişler. Bunun üzerine Cibrili Emin inerek recim âyetini getirmiştir. Binaenaleyh, Yüce Peygamberimiz onların hakkında recim lâzım geldiğini söylemiş, zaten Tevrat’a göre de recim lâzım geleceğini onların yüksek âlimlerinden “İbni Surya” da itiraf eylemiştir. Fakat buna rağmen onlar bu recim hükmünü kabul etmemişler, bunun aksine bir hüküm uydurulmasını arzuda bulunmuşlardır. İşte bu âyeti kerime ve bunu müteakib olan âyetler, dinî hükümlere riâyetin lüzumunu, onları değiştirme ve bozmaya cür’etin ne kadar mesuliyeti gerektirir bulunduğunu ihtar buyurmaktadır.
42. Onlar yalanı çokca dinleyicilerdir. Haram olanı da pek çok yiyicilerdir. Artık sana gelirlerse aralarında hükmet veya onlardan yüz çevir. Ve eğer onlardan yüz çevirirsen sana hiçbir şey ile zarar veremezler ve eğer hükmedersen aralarında adâletle hükmet. Şüphe yok ki: Allah Teâlâ adaletde bulunanları sever.
42. Bu mübârek âyetler, Yahudi tâifesinin kendi dinî hükümlerine riâyet etmediklerini ve müslümanlara müracaat ettikleri takdirde haklarında adâletle hükmedilmesi lüzumunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Onlar) O kendi kitapları olan Tevrat’ın hükmüne râzı olmayanlar (yalanı) değiştirilmiş olan hükümleri, ilâhî din hakkındaki iftiraları (ziyadesiyle dinleyicilerdir) ona kıymet verirler (haram olanı da) süht denilen ve kanılması helâl bulunmayan rüşvet vesâire gibi şeyleri de (pek çok yiyîcîdirler) bunlardan istifâde etmeğe pek çok düşkündürler (artık) onlar kendi dinî hükümlerini bırakırlar da aralarında hükmetmek için (sana gelirlerse) sen serbestsin dilersen (aralarında) İslâm hükümlerine göre (hükmet veya) dilersen (onlardan yüz çevir) kendi aralarındaki dâvâları hakkında hüküm verme, (ve eğer onlardan yüz çevirirsen) Haklarında hüküm vermezsen (sana hiç birşey ile zarar veremezler) onlardan yüz çevirdiğin için sana düşmanlıkta bulunsalar da Allah Teâlâ seni korur. (Ve eğer hükmedersen aralarında adâletle hükmet) Allah Teâlâ’nın emrine göre hükümde bulun. Şüphe yok ki (Allah Teâlâ adaletle bulunanları sever) adil bir şekilde hüküm verenleri mükâfata nâil buyurur.
§ Gayrı müslimler hakkında, müracaatları takdirinde, hüküm verilip verilmemesi hususunda İslâm hakimleri serbest midir, değil midir meselesinde ihtilâf vardır. Birçok fıkıh âlimine göre serbesttirler. Fakat Hanefî fıkıh âlimlerine göre serbest değildirler. Şer’î hükümlere göre hükmetmekle mükelleftirler. Çünki ( Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet… Maide 5/49) âyeti kerimesi, o serbestliği bildiren âyeti kerimeyi neshetmiştir. Yahut serbestlik veren âyeti kerime, zimmiler hakkında değil, anlaşmalı olan diğer gayrı müslimler hakkındadır ve neshedilmiş değildir. Zimmiler hakkında ise müracaat ettikleri takdirde İslâm hâkimlerinin İslâmî hükümlere göre hükmetmeleri vâcibtir. Hâkimiyeti İslâmîye bunu gerektirir. İmamı Şafiî’nin görüşü böyledir.
43. Ve seni nasıl hakem yapıyorlar? Halbuki, onların yanlarında, içinde Allah’ın hükmü bulunan, Tevrat vardır. Sonra da bunun arkasından yüz çevirirler ve onlar mü’min kimseler değildirler.
43. (Ve) Resûlüm!, (seni) O gayrı müslimler (nasıl hakem yapıyorlar) ne şaşılacak bir hakem seçme hareketi, peygamberliğini kabul etmedikleri bir zâtı nasıl hakem tâyin etmek istiyorlar?, (halbuki onların yanlarında) Vaktiyle Hz. Musa vâsıtasıyle verilmiş olan ve (içinde Allah’ın) recim ve diğer konular hakkında (hükmü bulunan Tevrat vardır) ne için onun hükmüne râzı olmuyorlar da ondan daha hafif bir hüküm araştırıyorlar?. (sonra da bunun arkasından) Yani: Hz. Peygamber’i hakem tâyin etmelerini müteakip (yüz çevirirler) onların kitabındakine de muvafık olan bir hükümden yüz çeviriverirler. (ve onlar) Haddızatında kendi kitaplarına da, Son Peygamber’e de imân etmiş (mü’min kimseler değildirler) işte bundan dolayıdır ki, işlerine gelen hükmü kabul etmek, işlerine gelmeyen hükümleri de değiştirmek ve bozmak cür’etinde bulunurlar. Recm hakkındaki hüküm de bu cümledendir.
44. Muhakkak Tevrat’ı biz indirdik, onda bir hidâyet ve bir nur vardır. Müslim olan peygamberler onun ile Yahudilere hüküm ederlerdi. Din âlimleri, fakihler de Allah Teâlâ’nın kitabını muhafazaya memur olmaları sebebiyle onunla hükümde bulunurlardı. Ve onlar o kitap üzerine şahitler idiler. Artık insanlardan korkmayın, benden korkunuz ve benim âyetlerim ile az bir bedel satın almayınız ve her kim Allah Teâlâ’nın indirmiş olduğu ile hükmetmez ise işte onlar kâfirdirler.
44. Bu âyeti kerime, vaktiyle Tevrat’taki ilâhî hükümler ile hükmedildiğini, buna muhalefet etmiş olanların ise imândan mahrum bulunduklarını bildirmektedir. Şöyle ki: (Muhakkak Tevrat’ı biz indirdik) O kitabı mukaddesi ben Yüce Mâbud Musa Aleyhisselâm’a indirdim, o öyle ilâhî bir kitap bulunmuştur, (onda bir hidâyet ve bir nur vardır) O apaçık kitap, içine aldığı şer’î hükümler itibariyle insanları irşad ederek doğru yolu göstermekte bulunmuştu ve insanlarca meçhul, cehâlet karanlığı ile örtülmüş olan meseleleri de açıp ortaya çıkararak aydınlatmakta idi. (Müslim olan peygamberler) Hz. Musa’dan sonra gönderilmiş olan hak’ka teslim olmuş, Tevrat’taki hükümlere riayetkâr olan İsrail oğulları Peygamberleri de (onun ile) o Tevrat’ın hükümleri ile (Yahudilere hükmederlerdi) onlar da onunla amel, etmeğe memur bulunmuşlardı. “Rebbaniyun” denilen (din âlimleri) ve “ahbar” denilen (fakıhlerde Allah Teâlâ’nın kitabını) Tevrat’ı koruyup onun hükümlerini (muhafazaya memur olmaları sebebiyle onunla) o ilâhî kitaptaki hükümler ile (hükümde bulunurlardı) gerek o Peygamberler (ve) gerek (onlar) o din âlimleri fakihleri (o kitap üzerine şahitler idiler) onun ilâhî bir kitap olduğuna şâhitlik eder, onun değişiklik ve bozulmaya uğramadan korumaya çalışırlardı. Fakat daha sonra Tevrat’ı değiştirme ve bozmaya cür’et edenler türemiştir, (artık) Ey Yahudi âlimleri, reisleri ve böyle bir vaz’iyyette bulunanlar!.. (insanlardan korkmayın) Onların gayrimeşru arzularına temâyül göstermeyiniz (benden korkunuz) ilâhî hükümlerime muhalif harekette bulunmadan çekininiz, onun getireceği uhrevî mes’uliyeti düşününüz (ve benim âyetlerini ile az bir bedel satın atmayınız) yani: Rüşvet gibi, makam ve mevki gibi, diğer dünyevî zevkler gibi fâni, mesuliyeti gerektiren bir varlık mukabilinde dinî hükümlerinizi değiştirme ve bozmaya cür’et göstermeyiniz. (ve her kim Allah Teâlâ’nın indirmiş olduğu) şer’î hükümler (İle hükmetmez ise) onu inkâr, ona ihânet eder veya onun uygun olmadığına inanarak aksine hüküm vermeye cür’et eyler ise (işte onlar) o gibi cür’ette bulunanlar (kâfirlerdir) artık Allah’ın hükümlerine muhâlifetin ne kadar mesuliyeti gerektiren bir hareket olduğunu düşünmelidir, İşte Tevrat’taki hükümleri kasden bozmuş ve değiştirmiş olanlar hakkında böyle bir ilâhî tehdid, tecelli etmiş bulunmaktadır. “Tefsiri kebire ve “Essıracül münir”de yazılı olduğu üzere bir kimse Allah’ın hükmünü kalben kabul etmez onu bile bile diliyle inkâr ederse o takdirde kâfir olur. Fakat onu kalben tasdik ettiği halde tek eylerse kâfir olmaz, günahkâr olur. Nitekim büyük âlim Ikrime de demiştir ki: Her kim Allah Teâlâ’nın hükmettiği ile onu bilerek inkâr ettiği halde hükmetmezse kâfir olur. Fakat her kim onu ikrar ettiği halde onunla hükmetmezse o fasıktır, zâlimdir, yoksa kâfir değildir. Bu husustaki üç âyeti kerime böyle yorumlanmaktadır. Zahir olan da budur.
§ Rebbaniyun: Dünyadan ilgisini keserek Cenâb-ı Hak’ka mânevî yakınlığa vesile olan ibâdet ve itaate çokca devam eden, takva sâhibi zatlar demektir. Ehbar: Peygamberlerinin yoluna girmiş olan fıkıh, yüksek bilgili âlimler demektir.
45. Ve biz onların üzerine o Tevrat’ta yazdık ki: şüphesiz cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve yaralar biribirine kısastır. Fakat her kim bunu bağışlarsa bu onun için bir kefârettir. Ve her kim Allah Teâlâ’nın indirdiği ile hükmetmez ise işte onlar zalimlerdir.
45. Bu âyeti kerime, Hz. Musa’nın şeriatindeki kısas hükümlerini bildirmektedir, Cenâb-ı Hak’kın hükümlerine muhalefette bulunmanın bir zulüm olduğunu ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: Hak Teâlâ Hazretleri İsrail oğullarını zinâdan dolayı recim cezasıyle mükellef tutmuş olduğunu bildirmişti. Şimdi de onlar hakkındaki kısas hükümleri şöylece beyan buyuruluyor: (Ve biz onların üzerine o Tevrat’ta yazdık) Farz kıldık, haksız yere yapılan saldırıların cezalarını beyan ettik (ki şüphesiz cana) karşılık (can) öldürülür (göze) karşılık (göz) çıkarılır (buruna) karşılık (burun) kesilir (kulağa) karşılık (kulak) kesilir (dişe) karşılık (diş) koparılır ve haksız yere yapılan (yaralar) da (birbirine kısastır) aralarında eşitlik temini kâbil olursa yapılan bir yaranın bir benzeri de cânî hakkında yapılır. Bu şekilde eşitliğe riâyet edilmiş başkaları için bir uyanma vesîlesi bulunmuş olur. (Fakat) böyle haksız bir muameleye mâruz kalanlardan (her kim bunu) böyle bir kısası, bir karşı cezâyı (tasadduk eder) bağışlar, bu hakkı kendi rızâsı ile düşürür (se bu) bağışlama (onun için) o bağışlayan için (bir keffarettir) böyle affedici bir muameleden dolayı Cenâb-ı Hak onun günahlarını af ve mağfiret buyurur. Bir görüşe göre de böyle bir bağışlama, cânî için bir keffârettir, hak sâhibi hakkından vaz geçince artık cânîye lâzım gelen cezâ düşer. Onu Cenab’ı Hak’da sorumlu tutmaz, (ve her kini Allah Teâlâ’nın indirdiği İle) ilâhî kitabında beyan buyurduğu ile (hükmetmez ise işte onlar) öyle Allah’ın hükmünü terkedenler (zalimlerdir) adâleti bırakmış, kendi nefislerine sui’kast etmiş, kendilerini azâba mâruz bırakmış kimselerdir. Binaenaleyh, akıllı, düşünen bir kimse, kendi nefsini böyle bir tehlikeye mâruz bırakmamalıdır.
§ Rivâyete göre bu âyeti kerime, İsrail oğullarının durumlarını beyan için nâzil olmuştur. Onlar bu gibi hususlarda adalete, eşitliğe riâyet etmezler imiş. Meselâ: Nadir oğulları kabîlesini, Kureyze oğulları kabîlesi üzerine tercih ederlermiş. Kısas cezasının lüzumunu yalnız Kureyze oğullarına tahsis etmişler, Nadir oğullarını bundan müstesnâ tutmuşlardı. Bir de kadınları öldüren erkekler hakkında kısas cezâsını tatbik etmezlerdi.
§ İslâm hükümlerine göre kısaslar iki türlüdür. Birisi “kısas finnefs” dir ki, bu, katili öldürülenin nefsi karşılığında öldürmektir. Diğeri de “kısas filetraf’dır. ki, bu da yaralanmış veya kesilmiş bir aza karşılığında yaralayanın veya kesenin de benzer âzasını yaralamak veya kesmektir.
§ Diyet de: Cinâyet sebebiyle cinayete uğrayana veya varislerine bir nevi tazminat mahiyetinde olarak verilmesi lâzım gelen maldır.
§ Cinâyet ise esasen cezâyı gerektiren herhangi bir suçtur, yasak bir fiili yapmaktır. Bir kimseyi haksız yere öldürmek veya yaralamak bir cinâyet olduğu gibi gasp, hırsızlık, yağma, telef etmek gibi fiiller de birer cinâyettir.
§ Cerh, birşeyde yara meydana getirmek, herhangi bir azayı yaralamaktır.
§ Kat’i uzuv (Aza kesme), insanın bir âzasını kesmek, bedeninden ayırmak demektir. El, ayak, parmak, tırnak, gibi, kulak, dudak, ağız, burun gibi azalan kesmek ve göz, diş gibi azaları çıkarmak, kırmak ve kirpikleri, kaşları, baş saçlarını yolup koparmak, tıraş etmek gibi ki bütün bunlar “kat’i” sayılır.
§ Duyguları ve kuvvetleri etkisiz hale getirmek ise, bir azayı iş göremez hale getirmek yaradılışındaki gâyesinden mahrum etmek, o azayı faaliyetinden ayırmak, sekteye uğratmak demektir. “Ahkamı şer’iyemize göre azalar hakkındaki cinâyetlerden dolayı kısas lâzım gelmesi için – adam öldürmekten dolayı kısas icrâsı için gereken şartlardan başka şu şartlar da vardır.
(1) Kesilen veya yaralanan azanın yeri iyileşerek neticesi malûm olmalıdır. Çünkü ölümle sonuçlanabilir.
(2) Bir azanın kesilmesi, yaralanması, sâhibinin emir ve müsaadesine dayalı olmamalıdır. Olursa kısas ve diyet lâzım gelmez.
(3) Cânî ile cinayete uğrayan kimse hür olmalıdırlar. Bunlardan biri veya her ikisi hür olmazsa kısas değil, diyet lâzım gelir. Çünki bunların kıymetleri farklıdır, bu sebeple aralarında eşitlik yoktur. Bu halde cinayete uğrayan hür olunca cânî olan kölenin sâhibi tercihte serbesttir. Dilerse bu köleyi o hür kimseye verir, dilerse kesilen azanın diyetini vererek o köleyi yine mülkünde tutar.
(4) Âzâlarla ilgili diyetler arasında benzerlik bulunmalıdır. Binaenaleyh erkekler ile kadınlar arasında meydana gelen yaralamadan ve aza kesmeden dolayı kısas lâzım gelmeyip diyet verilmesi icabeder. Çünki bu karşılıklı azalara ait diyetlerin miktarı farklıdır.
(5) Azalar arasında mahal ve menfaat itibariyle benzerlik bulunmalıdır. Binaenaleyh meselâ: Bir baş parmak yerine bir şahadet parmağı kesilemez.
(6) Azalar hakkındaki cinâyette cânîler birden çok olmamalıdırlar. Birden çok olurlarsa haklarında kısas değil, diyet lâzım gelir. Çünkü bunların fiilleri arasında az çok bir fark vardır. Eşitlik yoktur ki, kısas icrâsı uygun olsun.
(7) Azalar hakkında kısas yapılabilmesi için benzerliği temin mümkün olmalıdır. Meselâ: Bir kimse bir şahsın iki kolunu veya iki ayağını kesecek olsa kendisinin de iki kolu veya iki ayağı kesilir. Bunda benzerlik mümkündür. Fakat aksi takdirde diyet lâzım gelir, kısas lâzım gelmez. Meselâ: Kasden çıkarılan bir gözden dolayı kısas lâzım gelmez, çünkü bunda benzerliği temin mümkün değildir. Bu halde diyet lâzım gelir. Maamafih bir kimse bir şahsın gözünde yalnız ziyayı, görmeyi yok etse kendi gözünde de usulü dairesinde ziya ve görme yok edilir. Çünki bunda benzerlik mümkündür. Dilde de kısas cereyan etmez. Çünkü diller uzanır ve kısalır olmaları sebebiyle onlarda benzerlik bulunmuş olmaz. Ve sağlam bir aza, meselâ bir el, bir ayak, ayıblı arızalı bir aza karşılığında kısas olarak kesilemez. Çünki bunlarda benzerlik temin edilemez. Tamamen kesilen kulaktan ve kulağın bilinen, belirli bir parçasından dolayı kısas yapılacağı gibi marinin yani: Burun ucunda kasabeden fazla olan yumuşak, kemiksiz yerinin kesilesinden dolayı da kısas yapılır. Fakat kulağın sınırı belli olmayan bir parçasının kesilmesinden dolayı kısas icra edilemez. Burun kasebesında, dişlerden başka kemikler de, caife ve gayricaife denilen yaralarda, kirpikler ile göz kapaklarında, işitme, söyleme, koklama, tatma kuvvetlerinde, şehevî kuvvetlerde kısas câri değildir. Zira bunlarda da benzerlik temini mümkün olmaz. Caife, içe kadar işleyen yaradır. Göğüste, arkada, karında açılan yaralar gibi, içe işlememiş bir yaraya ada gayricaife denir. Elde, ayakta, boyundaki yaralar gibi.
§ Şeriatımızın hükümlerine göre kasden katlin, yani öldürülmesi meşrû olmayan bir insanı yaralayıcı aletlerden biriyle kasden öldürmenin hükmü, şartları mevcut olunca kısas ile öldürülenin mirasından; vasiyetlerinden katilin mahrum olması ve uhrevî mesuliyetidir. Şu kadar var ki, kısas, bazen diyet karşılığında veya cinayete uğrayanın veya vârislerinin affiyle karşılıksız veya bir bedel karşılığında düşer. Kasde benzer bir yol ile öldürmenin yani öldürülmesi meşrû olmayan bir insanı yaralayıcı aletlerden sayılmayan birşey ile öldürmenin hükmü de diyeti mugallâzâ (ağır diyet) ile kefâretten ve miras ile vasiyete kavuşamamaktan ibârettir, tazir cezâsını hak etmektir ve uhrevî mesûliyettir. Diyeti mugallâzâ, diyetin deve cinsinden verileceği takdirde göz önüne alınır, hür olan erkek bir maktul için tam yüz deve verilmesi lâzım gelir ki: Bu bir diyeti muğallazadır. Keffareti kâtilden maksat da bazı öldürmelerden dolayı verilecek diyetlerden başka yapılması icab eden bir kefârettir ki, bu mümkün ise bir mü’min köle azat etmektir. Bu bulunmadığı takdirde ardarda iki ay oruç tutmaktır ki bu günahların af ve örtülmesine vesîle olacağı için böyle keffâret adını almıştır. Bununla beraber, bu kefâretin lüzumu katilin akıllı, bülûğ çağına ermiş, hür, müslüman olması halindedir. Hata olarak öldürmenin hükmü de tam diyet ile mirastan, vasiyetten mahrumiyet ve kefâret ile uhrevî mesûliyettir. Kasden yaralama ve aza kesmenin hükmü de mikdarda eşitlik, ve benzerlik mümkün olduğu takdirde kısastır. Mümkün olmadığı takdirde de diyet veya hükûmeti âdildir. Hükûmeti âdil ise mikdarı şer’an belirlenmiş olmayıp bilir kişinin usulü dairesinde takdir ve tayin edecekleri diyettir. Hata olarak yaralama ve kesmenin hükmü de bir aza yaralanmış veya tamamen kesilmiş veya menfaati tamamen yok olmuş ise diyettir. Böyle olmayıp da azada zaaf ariz olmuş ise veya azada kusur sayılacak bir eser kalmış ise hükûmeti âdildir. Kısasın şartları ve diyetlerin miktarı hakkında Bakara sûresinin 178 inci âyeti kerimesinin tefsirine müracaat ediniz!..
46. Ve arkadan da onların izleri üzerine Meryem’in oğlu İsa’yı, önündeki Tevrat’ın bir tasdikçisi olarak gönderdik. Ve ona İncil’i verdik ki, içinde bir hidâyet, bir nur vardır. Ve önündeki Tevrat’ı tasdik edicidir. Ve takva sâhipleri için bir hidâyet ve bir öğüttür.
46. Bu mübârek âyetler. Hırıstiyan tâifesine Hz. İsa’nın İncil kitabı ile gönderilmiş olup onların vaktiyle bu İncil’in hükümleriyle mükellef bulunmuş olduklarını bildirmektedir. Allah’ın hükümlerine muhalefet edenlerin ise fâsık kimseler olduklarını ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: İsrail oğullarına birçok Peygamber gönderilmişti (Ve arkadan da) bu Peygamberleri müteakip de (onların) o Peygamberlerin (izleri) eserleri (üzerine Meryem’in oğlu İsa’yı önündeki) kendi zamanından evvel nâzil olmuş bulunan (Tevrat’ın bir tasdikçisi olarak gönderdik) bu sebeple Hz. İsa, Tevrat’ın ilâhî bir kitap olduğunu tasdik, teyit etmiş ve İsrail oğullarından gelen son Peygamber bulunmuştur. (Ve ona) Hz. İsa’ya (İncil’i verdik) o mübârek kitabı ona indirdik (ki içinde) Hak yola sevk eden (bir hidâyet ve) hakikatları aydınlatan (bir nur vardır) bu kitapta da Tevrat’ta olduğu gibi son peygamberin bütün insanlığa son bir Peygamber olarak gönderileceğine dâir bir müjde nuru vardır. Hz. Muhammed’in vasıflarına, onun şeriatının her bakımdan tam, kâmil, şeriatların sonuncusu olduğuna dâir malûmat vardır. (Ve) O İncil (önündeki Tevrat’ı) onun da ilâhî bir kitap olduğunu (tasdik edicidir ve) o İncil (sakınanlar için bir hidâyet ve bir öğüttür) hakikaten Allah’ın kitabının hükümlerine itaatkâr, hakkiyle takva sâhibi olanlar, bu kitaptan istifâde ederler, onun beyanlarına göre Hz. İsa’nın bir Peygamber olduğunu ve diğer Peygamberler ile beraber son peygamberin de peygamberlik ve risâletini ve ona nâzil olan Kur’an’ı Kerim de bir ilâhî kitap bulunduğunu tasdik eylerler, bu gibi güzel vasıflara sâhip olmayanlar için ise İncil’den istifâde etmek mümkün değildir.
47. Ve İncil ehli de Allah Teâlâ’nın indirmiş olduğu hükümler ile hükmetsin. Ve her kim Allah Teâlâ’nın indirmiş olduğu ile hüküm etmezse işte onlar fasıklardır…
47. Cenâb-ı Hak buyurmuştur ki: (İncil ehli de Allah Teâlâ’nın indirmiş) Beyan buyurmuş, nesha tâbi kılmamış (olduğu) ahkâm ile (hükmetsin) ona göre dinî vazîfelerini ifâya çalışsın, İncil’deki hükümlerin bir kısmı: Cenab’ı Hak’kın birliğine, Hz. İsa’nın bir insan olup Peygamberlikle şereflenmiş olduğuna dâirdir, ve Hz. Muhammed Aleyhisselâm’ın da son peygamber olup ona verilecek olan Kur’an-ı Kerim’in hükümlerine muhalif olan önceki hükümlerin nesh edilmiş bulunacağına aittir. Ne yazık ki Yahudiler gibi Hınstiyanlar taifesi de kitaplarını değiştirmiş ve bozmuş, onlardaki hükümlere riâyette bulunmamış ve bilhassa Son Peygamber Hazretlerine ait beyanları örtmeye ve imhaya çalışıp durmuşlardır, (ve) binaenaleyh (her kim Allah Teâlâ’nın indirmiş olduğu ile) yani indirilmiş kitapların sâbit, nesh edilmemiş hükümleri ile (hüküm etmezse işte onlar) o gibi kimseler tam (fasıklardır) binaenaleyh o indirilmiş kitapların beyanlarına göre son peygamberi tasdik, onun şeriatı ile amel lâzım geldiği halde buna muhâlefet edenler, itaat dairesinden çıkmış, kötülük ve günaha mübtelâ olmuş kimselerden başka değildir.
48. Ve sana kitabı da hak olarak indirdik, kendisinden evvelki semavî kitabı tasdik edici ve üzerine bir koruyucu olmak üzere. Artık aralarında Allah Teâlâ’nın indirmiş olduğu hükümler ile hükmet. Ve sana gelen haktan ayrılıp da onların havalarına tâbi olma. Sizden her biriniz için vaktiyle bir şeriat, bir açık yol kılmıştık. Ve eğer Allah Teâlâ dilese idi elbette sizleri bir ümmet kılmış olurdu. Fakat size vermiş olduğu şeyler de sizi imtihan etmek için bir ümmet kılmadı artık hayırlı işlere koşunuz. Nihâyet cümleten dönümünüz Allah Teâlâ’yadır. Binaenaleyh nelerde ihtilâf etmiş olduğunuzu o size haber verecektir…
48. Bu âyeti kerime, Kur’an-ı Kerim’in nasıl muazzam bir ilâhî kitap olduğunu, ve muhtelif şeriatların, ümmetlerin vaktiyle meydana getirilmiş olduğundaki hikmeti ve Hz. Muhammed’in peygamberliğinden sonra Kur’an hükümleri dairesinde hükmedilmesi gerektiğini beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey Yüce Resûlüm!.. Eski ümmetlere Tevrat, İncil gibi kitapları verdik (Ve sana) Kur’an-ı Kerim’den ibâret olan (kitabı da hak olarak) hakikate tercüman, tam bir doğruluk ve hikmetle vasıflanmış bir halde izzet semâmızdan (indirdik) sana inzal buyurduk (kendisinden evvelki) semavî her (kitabı) diğer Peygamberlere verilmiş olan kitapların kapsamını (tasdik edici) onlardaki kıssaların, vaad ve tehdidin hakikata uygun, zamanlarındaki insanların irşat ve aydınlatılmasına yönelik bulunduğunu açıklayan (ve üzerine bir koruyucu) onların birer ilâhî kitap olduğuna şâhit, onların yürürlükten kaldırılmış hükümlerini koruyucu ve savunucu, kaldırılmış hükümlerine de işâret edici (olmak üzere) o hak ve hakikatı bildiren kitabı da sana ihsan buyurduk. (Artık) sana müracaat eden ehli kitap ve diğerlerinin (arlarında Allah Teâlâ’nın) sana (indirmiş olduğu) o apaçık kitabın hükümleri (ile hükmet) çünki o apaçık kitap, diğer ilâhî kitaplardaki yürürlükten kaldırılmamış olan bütün şer’î hükümleri ve hikmet gereği olan bir nice diğer dinî meseleleri içine almış bulunmaktadır, (ve sana gelen haktan) Ahkamı Kur’aniyeden ayrılıp da (onların) o müracaat edecek olanların (havalarına) gayri meşru arzularına (tâbi olma) öyle bir hareket, Allah’ın hükmüne muhâlefettir, büyük sorumluluğu gerektirir. Ey muhtelif ümmetler!, (sizden her biriniz için) Vaktiyle (bir şeriat, bir açık yol kılmıştık) meselâ: Hz. Musa’nın gönderilmiş olduğu günden itibaren Hz. İsa’nın zamanına kadar Tevrat’taki şer’î hükümler ile amel edilmesi icab ediyordu. Hz. İsa’nın zamanında da son peygamber Hz. Muhammed’in gönderildiği zamana kadar İncil’deki şer’î hükümler ile amel edilmesi emir olunmuştu. Şimdi ise Son Peygamber Hazretlerinin şer’î hükümleri ile bütün insanlığın amel etmeleri emir olunmuştur. Binaenaleyh ey bu son peygamberin zamanında var olan ve ondan sonra da vücude gelecek bulunan insanlar!. Şimdi sizler için icap eden, o Yüce Peygamberin şeriatiyle amel etmektir. Bu, ilâhî hikmet umumun menfaatı gereğidir. (Ve eğer Allah Teâlâ dilese idi elbette sizleri bir ümmet kılmış olurdu) Bütün asırlarca hepinizi bir din, bir şeriat üzere birleştirir, o şeriatı hükmünün kaldırılmasından ve değişiklikten uzak kılardı, (fakat) Öyle kılmadı, vakit vakit Peygamberler gönderdi, sizleri evvelce başka şeriatlere tâbi tuttu (size vermiş olduğu şeylerde) bulunduğunuzdan önceki asırların durumlarına uygun, muhtelif şer’î hükümlerde (sizi imtihan etmek için) hakkınızda bir imtihan muamelesi gibi bir muamelede bulunmak hikmetine binaen sizi bir ümmet aynı şeriata tâbi kılmadı. Binaenaleyh şimdi de hepinizi bir dine, bir parlak şeriate tâbi tutmuştur, şimdi hikmet bunu gerektirmektedir, buna muhâlefet, hakkınızda elem verici azapları gerektirir. (artık) Ey insanlar! Sizin için iki âlemde de (hayırlı işlere koşunuz) Kur’an-ı Kerim’de beyan olunan doğru inançlar ile, iyi ameller ile vasıf lanmaya gayret ediniz fırsatı kaçırmayınız. (Nihayet toptan dönümünüz Allah Teâlâ’yadır) Hepiniz bu dünyayı bırakıp âhiret âlemine gidecek, orada amellerinize göre muameleye tâbi olacaksınızdır. (Binaenaleyh) Dünyada iken (nelerde ihtilâf etmiş olduğunuzu o) Yüce Yaratıcı âhiret âleminde (size haber verecektir) o ihtilâfınıza lâyık cezâya sizi kavuşturacaktır. O halde bu akibeti düşününüz, daha imkân elde var iken kaybedileni telâfi etmeye çalışınız, hepimiz birden İslâm dininin saadet sahasında toplanarak aradaki boş ihtilâflara son veriniz. Bütün insanlığın selâmeti, hakiki saadeti ancak bu sayede temin edilmiş olur.
49. Ve aralarında Allah Teâlâ’nın indirmiş olduğu ile hükmet ve onların arzularına tâbi olma. Ve Allah Teâlâ’nın sana indirmiş olduğu şeylerin bazısından seni fitneye düşüreceklerinden dolayı onlardan kaçın. Eğer onlar yüz çevirirlerse artık bil ki, Allah Teâlâ muhakkak diliyor ki, onları bazı günahları sebebiyle musibete uğratsın. Ve şüphe yok ki, insanlardan birçokları elbette fasık kimselerdir.
49. Bu mübârek âyetlerde şer’î hükümlere riâyetin lüzumunu ve Allah’ın hükümlerinin üstünde hiçbir hüküm olamıyacağını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Resûlüm!. Kur’an-ı Kerim’i sana hak olarak indirdik (Ve) sana emir eyledik ki, sana müracaat edenlerin (aralarında Allah Teâlâ’nın indirmiş olduğu ile hükmet) haklarında Kur’an-ı Kerim’in recme, kısasa ve diğer konulara ait hükümlerini tatbik eyle (ve onların arzularına tâbi olma) onların cahilce arzularına kıymet verme (Ve Allah Teâlâ’nın sana indirmiş olduğu şeylerin) şer’î hükümlerin (bazısından seni fitneye düşüreceklerinden) bâtılı hak şeklinde tasvir ederek kötü maksatlarını sana kabul ettirmek isteyeceklerinden (dolayı onlardan kaçın) sözlerine iltifat etme (Eğer onlar) Cenâb-ı Hak’kın indirmiş olduğu ile hükümden (yüz çevirirlerse) ondan kaçınarak başkasını arzuda bulunurlarsa (artık bil ki, Allah Teâlâ muhakkak diliyor ki onları bazı günahları sebebiyle) öyle Allah’ın hükmünden yüz çevirmelerinden dolayı (musibete uğratsın) onları bu büyük günahları yüzünden cezâya çarptırsın (ve şüphe yok ki, insanlardan birçokları elbette fasık) küfürlerinde ısrarlı, inatçı (kimselerdir) binaenaleyh öyle sapıklar iltifata lâyık olamaz.
50. Onlar câhiliyet devrindeki hükmü mü arıyorlar? Allah Teâlâ’dan daha güzel hükmeden kim vardır? Tam kanaat sâhibi bir kavime göre?
50. (Onlar) O ilâhî hükmü kabulden kaçınan inkarcılar (câhiliyet devrindeki hükmü mü arıyorlar?) cahiliye milleti gibi nefsin arzusuna tâbi, adalete, eşitliğe aykırı bir şekilde hüküm verilmesini mi istiyorlar?. Bu ne kadar şaşılacak bir arzudur!. Bir kere düşünmeli değil mi?. (Allah Teâlâ’dan daha güzel hükmeden kim vardır?.) Elbette yoktur. (Tam kanaat sâhibi bir kavime göre) hakkiyle düşünen, münevver bir zümrenin kanaatınca Hak Teâlâ Hazretlerinden daha adâletli hükmedecek bir fert düşünülemez. Artık onun hükmüne nasıl muhâlefet edilebilir?
§ Rivâyete göre Keab İbni Esed ve Abdullah İbni Suriya gibi bazı şahıslar Hz. Peygamber’i fitneye düşürmek, onu Kur’an-ı Kerim’e aykırı hükme sevk eylemek maksadıyla Hz. Peygamber’in huzuruna gelmişler, Ya Muhammed!. -AleyhisselâmSen bilirsin ki, biz, Yahudilerin âlimlerinden eşrâfından bulunuyoruz. Eğer biz sana tâbi olursak bütün Yahudiler bize muhâlefet etmeyip sana tâbi olurlar. Bizim ile bir kavim arasında bir dava vardır, sana müracaat edeceğiz. Eğer onların aleyhine olarak bizim lehimize hükmedersen sana imân eder, seni tasdik eyleriz, demişler. Rasûlü Ekrem Hazretleri ise bunların bu sözlerine iltifat buyurmamış, bu hâdise üzerine bu mübârek âyetler nâzil olmuş, onların arzularına tâbi olunmaması emrolunmuştur.
51. Ey imân edenler! Yahudiler ile Hıristiyanları dost tutmayınız. Onların bazıları bazılarının dostudur. Ve sizden her kim onları dost edinirse muhakkak o da onlardandır. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ o zâlimler olan kavme hidâyet etmez.
51. Bu mübârek âyetler, kâfirlere karşı gösterilecek bir dostluğun kötü neticelerini ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ey imân edenler) Ey ihlas emini müslümanlar!. (Yehudiler ile Hiristiyanları) Öyle birbirine düşman, ilâhî bir dinden mahrum kimseleri (dost tutmayınız) sizden hangi biriniz, onlardan hangi birini bir sadık, hayır ister dost telâkki etmesin (onların bazıları bazılarının dostudur) Yehudi taifesi kendi milletine mensup olanların, Hırıstiyan taifesi de kendi dindaşlarının dostudurlar, onlar kendilerinden olmayanlara kaşı samimî bir dostlukta asla bulunmazlar. (Ve) Ey Müslümanlar!, (sizden her kim onları dost edinirse) Onlara karşı samimî bir muhabbet ile bağlanırsa (muhakkak o da) o bağlanan da (onlardandır) çünki aralarında bir fikir ve inanç birliği bulunmamış olsa öyle onlara bağlanılması mümkün olamaz. Binaenaleyh onlara öylece bağlanan kimseler, hakikî müslüman değil, münâfık şahıslar demektir.
52. İmdi kalplerinde bir hastalık olan kimseleri görürsün ki onların içinde koşar dururlar, bize bir felâket isâbet etmesinden korkarız derler. Artık umulur ki, Allah Teâlâ bir feth veya ilâhî katından bir emir vücuda getirir de onlar kendi nefislerinde gizledikleri şeyden dolayı pişman olurlar.
52. Evet… O yabancı tâifelere bağlananlar vardır (İmdi) Ey Resûlüm! Veya ey hakikatları görmeğe muktedir olan herhangi bir müslüman! Sen (kalblerinde hastalık bulunan) münâfık (kimseleri görürsün ki) o münâfıklar (onların) o yabancı taifelerin (içinde koşar) lar, onlara dostluk gösterir (dururlar) o münâfıkça hareketlerden dolayı kendilerini mazeret sâhibi göstermek için de (bize) o tâifelerden (bir felâket isâbet etmesinden korkarız) onların birgün galip olup bizi mahvetmelerinden, bizim mahrûmiyetlere uğramamıza sebebiyet vereceklerinden endişe ederiz (derler) ne büyük kuruntu!. Hayır hayır (artık umulur ki) Cenab’ı Hak’kın lütfundan beklenir ki (Allah Teâlâ) mü’minlere (bir fetih) bir zafer ihsan buyurur (veya ilâhî katından bir emir) o düşmanların ezilmesi, sürülmesi ve şiddetli cezâlandırılması gibi bir hâdise (vücude getirir de onlar) o münâfık kimseler (kendi nefislerinde gizledikleri şeyden) küfürden, nifaktan Rasûlü Ekrem’in muvaffak olup-olmayacağı hakkındaki tereddütlerden (dolayı peşiman olurlar) pişmanlığa düşmüş bulunurlar.
53. İmân edenler de diyeceklerdir ki, sizinle beraber olduklarına dâir büyük yeminler ile Allah Teâlâ’ya yemin eden kimseler şunlarmıdır? Onlar ise amelleri batıl olmuş, ziyana uğramış kimseler olmuşlardır.
53. O münâfıklar öyle pişman bir hâle mâruz kalacakları zaman (Imân edenler) hakikî müslümanlar (da diyeceklerdir ki”) ey müslüman kardeşlerimiz!. Artık o münafıkların halleri anlaşıldı ya, (sizinle beraber olduklarına dâir) sizi aldatmak için (büyük yeminler ile Allah Teâlâ’ya yemin eden kimseler şunlar mıdır?.) Evet… O münâfıklar değil midir ki, sizinle beraber olduklarına ve size yardım edeceklerine dâir yemin edip durdukları halde kalben size düşmanlıkta bulunurlar, sizin düşmanlarınıza karşı dostluktan geri durmazlar (onların) o münafıkların (ise amelleri bâtıl olmuş) onlar tamamen (ziyâna uğramış kimseler olmuşlardır)
54. Ey imân edenler! Sizden her kim dininden dönerse muhakkak Allah Teâlâ bir kavmi getirir ki, onları sever, onlar da onu severler. Mü’minlere karşı mütevâzi olurlar, kâfirlere karşı da izzet sâhipleri bulunurlar. Allah yolunda savaşa atılırlar ve kınayanın kınamasından korkmazlar, işte o, Allah Teâlâ’nın lütfudur, onu dilediğine verir ve Allah Teâlâ’nın lütfu ve ilmi geniştir.
54. Bu âyeti kerime, İslâm dininden ayrılanların zararları kendi şahıslarına ait olup ilâhî dinin onlara muhtaç olmadığını bildirmektedir. Ve Cenab’ı Hak’kın kendi mukaddes dinini dâima destekleyeceğini bizlere müjdelemektedir. Şöyle ki: (Ey imân edenler!.) Ey İslâm şerefine nâil olanlar!. (Sizden) içinizden (her kun dininden dönerse) İslâmiyet’i bırakıp irtidâd ederse bu kötü hareketinin felâketi kötülüğü, cezâsı kendisine yönelir, o yüzden İslâmiyet bir zaafa, bir duraklamaya maruz kalmaz. (muhakkak) dır ki (Allah Teâlâ) o mürtet tâifeyi yok eder yerine (bir) seçkin (kavmi getirir) İslâm şerefine nâil eder. İslâmiyet’e hizmete muvaffak kılar (ki) Cenab’ı Hak (onları sever) onların hakkında dünyevî ve uhrevî hayırları, mükâfatları ister (onlar da) o muhterem kavim de (onu) o Yüce Yaratıcıyı (severler) o kerem sahibi Yaratıcıya ibâdet ve itaatte bulunurlar, günahlardan kaçınırlar. Ve o seçkin zevat (mü’minlere) o dindaşlarına karşı (mütevazi) yumuşaklık, merhamet ve şefkatle vasıflanmış (olurlar) bununla beraber (kâfirlere karşı da izzet sâhipleri) galibiyetle, kuvvet ve şiddetle vasıflanmış (bulunurlar) bu muhterem fedâkâr zatlar (Allah yolunda savaşa atılırlar) İslâm dininin düşmanlarıyle savaşlarda bulunur, dini yüceltmeğe hizmet eder dururlar. Ve bu zatlar (kınayanın kınamasından korkmazlar) bunlar dinlerinde kuvvet ve metanet sâhibleridir, öyle münâfıklar gibi yabancılardan, İslâm düşmanlarından korkmaz, onların kınama ve ayıplamasına, dedikodusuna kıymet vermezler, (işte o) Muhterem zatların sâhip oldukları öyle yüksek vasıflar (Allah Teâlâ’nın lütfudur) onun bir lûtuf ve ihsanıdır ki, ona mahzar olmuşlardır. Ve Allah Teâlâ (onu) o lûtuf ve keremini (dilediğine verir) bir nice kullarını böyle yüksek lütuflara, nîmetlere nâil buyurur. (Ve Allah Teâlâ vâsidir) lûtuf ve keremi pek geniştir, pek ziyadedir ve (alîmdir) bütün eşyayı ilmi ilâhîsi kuşatmıştır. Binaenaleyh ilâhî lütfuna lâik olanları da pek mükemmel bilir, onları bu gibi ilâhî lütuflarına nâil buyurur. Vakit vakit nice kimseler İslâm şerefine nâil olarak böyle eşsiz lütuflara kavuşmuş bulunurlar. Ne yüce bir başarı!.
§ Bu âyeti kerime başlıbaşına büyük bir mûcizedir. Çünki bunun, meydana gelmeden önce haber verdiği bu dinden dönme ve İslâm şerefine nâil olma hadiseleri daha sonra tamamen tehakkuk etmiştir. Tefsirlerde genişçe beyan olunduğu üzere on bir grup daha sonra İslâmiyetten dönmüş, fakat onların yerine nice gruplar, nice milletler İslâm şerefine nâil olmuşlar, İslâmiyet’i doğu ve batıya yaymaya devam etmişlerdir. Üç grup Rasûlü Ekrem’in zamanında dinden dönmüşlerdir ki, bunlar Yemen’de bulunan “beni Müdlic” kabilesiyle Müseylemetülkezabın kavmi olan “beni Henife” kabilesi ve beni Eset kabilesidir. Beni Müdliçin reisi olan Zülhimar, Feyruzi, Deylemi tarafından öldürülmüştür. Müseylemetülkezab da Hz. Ebu Bekir’in zamanında Vahşi tarafından katlolunmuştur. Hz. Hamza “nın da katili olan Vahşi demiştir ki: Ben câhiliyet döneminde insanların hayırlısını, müslümanlık döneminde de insanların en kötüsünü öldürdüm. Beni Esed, Talha İbni Huveylid’in kavmidir. Bu kavim, Hz. Ebu Bekir’in zamanında Halit İbni Velit tarafından yenilgiye uğratılmış, Talha da Şam’a gitmiş, orada yeniden güzelce müslüman olmuştur. Yedi kavim de Hz. Ebu Bekir’in hilafeti zamanında dinden dönmüşlerdir ki bunlar da “Fezare”, “Gatfan”, “Beni Selim”, “Beni Yerbû”, “Kende” ve “Beni Bekr bini Vail” kabîleleriyle “Teym” kabilesinin bir kısmından ibârettir. Bir gmp da Hz. Ömer’in hilafeti zamanında dinden dönmüştür ki, o da “Gassân” denilen kavimdir. Bu İslâm’dan dönen kuvvetlerin hepsi de müslümanlar tarafından mağlûp edilmiş çeşit çeşit felâketlere, mağlûbiyetlere maruz kalmışlardır. Bütün bunlar dinden dönmenin cezasıdır. Uhrevî cezâsı ise pek büyüktür. Fakat asrı saadetten itibâren bir nice büyük kabîleler, milletler İslâm şerefine nâil olmuş, İslâmiyet’i doğu ve batıya yaymaya çalışıp durmuşlardır. Ensarı kiram denilen Medine’i Münevvere ile etrafındaki muhterem ahali, Yemen kabîleleri, İranlılar ve Kadisye savaşına iştirâk eden binlerce zevat ve bilhassa Necip Türk milleti İslâmiyet’i kabul etmiş, bu uğurda asırlardan beri cihad meydanlarına atılmış İslâmiyetin doğu ve batıya yayılmasına pek büyük hizmetlerde bulunmuşlardır. Bu suretle Kur’an’ı Kerim’in müjdeleri tehakkuk etmiş, onun ebedî bir mucize olduğu ortaya çıkmıştır. Bizler ecdadımızın İslâm dini hususundaki bu yüce hizmetleriyle dâima, iftihar eder, onların o seçkin yollarını takibe muvaffak olmamızı Hak Teâlâ Hazretlerinden niyâz eyleriz. Ve yardım ondandır.
55. Sizin dostunuz ancak Allah Teâlâ’dır. Ve onun Peygamberidir ve imân etmiş olanlardır. O imân edenler ki, namazı dosdoğru kılarlar ve zekâtı verirler ve onlar rukû’a varanlardır.
55. Bu mübârek âyetler, müslümanlar için hangi kimselerin dost edinileceğini, yetkili kılınacağını bildirmektedir. Şöyle ki: Ey mü’minler!. Sizin veliniz, dostlarınız, yardımcılarınız o inkârcı tâifeler değildir, onları dost edinmeyiniz. (Sizin dostunuz) koruyucunuz, yardımcınız, sığınağınız (ancak Allah Teâlâ’dır) hepiniz aslında onun yöneticiliği altında bulunmaktasınız (ve) sonra da Cenâb-ı Hak’kın bu yöneticiliğine tâbi olarak veliniz (onun Peygamberidir ve) o kerem sâhibi mâbuda (imân etmiş olanlardır) bütün müslümanlardır. O imân etmiş zatlar ki, üzerlerine düşen beş vakit (namazı dosdoğru) bütün şartlarına riâyet ederek (kılarlar ve) üzerlerine düşen (zekâtı) da müslümanların fakirlerine (verirler ve) onlar (rükû’a varanlardır) yani: Onlar Cenâb-ı Hak’kın emirlerine riâyet ederek mutavâzice bir vaziyette kulluk vazîfelerini İfâ edenlerdir. Veya onlar namazlarını, zekâtlarını Allah Teâlâ’dan korkar, Allah için tevâzuda bulunur oldukları halde ifâ eden zatlardır. İşte bu gibi mü’minler birbirinin dostudur, halis dostudur, hayr isteyendir. Artık yabancılardan böyle bir dostluk, böyle bir yardım ve destek beklemek asla mümkün olamaz.
56. Ve her kim Allah Teâlâ’yı ve onun resûlünü ve imân edenleri dost edinirse şüphe yok ki, galip olanlar. Allah Teâlâ’nın o fırkasıdır.
56. (Ve her kim) Öyle inkârcı, hâin tâifaları bırakır da (Allah Teâlâ’yı ve onun Resûlünü ve imân edenleri dost edinir) onların dostluğunu, korumasını, iyiliğini kazanmaya muvaffak olur veya onlara yardım ve destekde bulunur (sa) elbette dinî ve dünyevî selâmeti, galibiyeti temin etmiş olur. (Şüphe yok ki) Hakikat halde (salip olanlar) Allah’ın korumasına mazhar, kurtuluşa nâil bulunanlar (Allah Teâlâ’nın o fırkasıdır) öyle Cenâb-ı Hak’ki ve onun Peygamberini ve bütün mü’minleri dost edinen zatlardır. Dünyevî ve uhrevî muvaffakiyetler ancak onların haklarında tecelli edecektir. Çünki onlar Allah’ın hizbidir.
§ Hizb, sahib, cemaat, toplanmış tâife ve cüz mânâsınadır. Çoğulu: Ahzabtır. Allah’ın hizbinden maksat ise Cenâb-ı Hak’kın dinine tâbi, onun himayesini kazanmış olan zatlar demektir. Bunlara: Evliyaullah, Ensârullah, Şiatullah, ve Cündullah da denilir.
57. Ey imân edenler!, sizden evvel kendilerine kitap verilmiş olanlardan dininizi eğlence ve oyuncak edinenleri ve müşrikleri dostlar edinmeyiniz. Allah Teâlâ’dan korkunuz, eğer imân etmiş kimseler iseniz.
57. Bu âyeti kerime de İslâmiyetin yüceliğini bozmaya çalışan bütün kâfir ve müşrikleri müslümanların dost kabul edemiyeceklerini bildirmektedir. Şöyle ki: (Ey imân edenler) Ey müslüman zümresi!. (Sizden evvel kendilerine kitap verilmiş olanlardan) Yahudi ve Hiristiyan taifasından (dininizi eğlence ve oyuncak edinenleri) lisânen imân ettiklerini açiklayip kalben küfr üzere ısrarda bulunanları, öyle münâfık tabiatlı kimseleri dost tutmayınız, onlar dostluğa lâyık değildirler (ve) İslâm dinini inkâr eden (müşrikleri) de (dostlar edinmeyiniz) onlardan da uzak durunuz (Allah Teâlâ’dan korkunuz) o gibi inkârcı, münâfık, putperest kimseler ile dostlukta bulunmaktan sakınınız, (eğer) Ey müslümanlar!. Siz hakkiyle (imân etmiş kimseler iseniz) çünkü imân ile nitelenmek, o gibi din düşmanlarından sakınmayı gerektirir.
§ Rivâyete göre Rifae bini Zeyid ve Süveyd binil Hars görünüşte kendilerini müslüman göstermiş, sonra da münâfık kesilmişlerdi. Müslümanlardan bazı zatlar ise bunları hakikî müslüman sanarak haklarında muhabbet göstermekte bulunmuşlardı. Bunun üzerine bu âyeti kerime nâzil olmuş, o gibi kâfir ve münafıkların dostluğa lâyık olmadıkları ihtar buyrulmuştur.
58. Ve namaza çağırdığın zaman onu bir eğlence ve bir oyuncak edinirler. Bu da şüphe yok ki,, onların akıllıca düşünmez bir kavim olmalarındandır.
58. Bu mübârek âyetler de İslâmiyet’e mahsus dinî vazîfelerin ehemmiyetini takdir etmeyen, İslâm milletinin varlığını kıskanan kimselerin ne kadar kıymet bilmez olduklarını göstermektedir. Şöyle ki: Bir takım dinsizler, İslâm dini ile alay eder (Ve) bu cümleden olarak onlardan bir tâife, Ey ehli İslâm!. Siz (namaza çağırdığınız zaman) ezanı muhammedi okunarak Allah’ın birliği, inancı bütün ufuklara yayıldığı ve imân sâhipleri namaz gibi kutsî bir ibâdete dâvet olundukları vakit o inkârcı tâife (onu) o namazı, ö yüce çağrıyı (bir eğlence ve bir oyuncak) bir alaya konu (edinirler) öyle cahilce, kâfirce bir kötü harekete cür’ette bulunurlar. (Bu da) onların bu alçakça hareketleri de (Şüphe yok, onların akıllıca düşünmez bir kavim olmalarındandır) çünki aklı başında olan her insan, gerek ezanın ve gerek namaz gibi ibâdetlerin ne kadar kutsal birer vazîfe olduğunu takdir eder. Öyle yüce vazîfelerden kaçınanlar, onların kıymetini takdir fedemeyenler, onların yapılmasından dolayı içlerinde bir düşmanlık, bir kırgınlık eseri belirmeğe başlayanlar, elbette güzelce düşünmeden, din düşüncesinden, yaratılış temizliğinden mahrum kimselerdir.
§ Rivâyete göre Medine’i Münevvere’de bulunan bir Hırıstiyan ezan okunurken müezzinin “Eşhedü enne Muhammeden Rasûlüllah” dediğini işitince: “Allah yalancı olanı yakıversin” dermiş. Bir gece onun hizmetçisi olan bir kadın elinde ateş bulunduğu halde onun hanesine girmiş, bundan bir kıvılcım uçarak o haneyi de onun içinde bulunan sâhiblerini de tamamen yakıvermiş, o pis herif, lâyık olduğu cezâya, kendi temennisiyle kavuşmuştur.
59. De ki: Ey ehli kitap! Bizden hoşlanmamanız, bizim Allah Teâlâ’ya ve bize indirilene ve daha evvel indirilmiş olana imân ettiğimizden ve sizin bir çoğunuzun şüphesiz fâsık kimseler olmalarından dolayı mıdır?
59. Ey Yüce Resûlüm!. O gibi inkârcılara (De ki: Ey ehli kitap) ey kendilerine vaktiyle kitap verilmiş olan tâife!. (Bizden hoşlanmamanız) Bizi ayıplamanız, bizim dinî hükümlerimizi inkâra cür’et göstermeniz neden kaynaklanıyor?. (bizim Allah Teâlâ’ya) İmân ettiğimizden dolayı mı böyle cahilce bir harekete cür’et ediyorsunuz?. Allah Teâlâ’ya imân, en büyük bir vazîfe, en kutsi bir inanç değil midir?. (ve bize indirilene) Kur’an-ı Kerim’e (ve daha evvel) Peygamberlere (indirilmiş olana) Tevrat, Zebur, İncil gibi kitaplara (imân ettiğimizden) dolayı mıdır ki, hakkımızda öyle edepsizce hareketlere cür’et gösteriyorsunuz?. Böyle bir imân saygıya değer değil midir?, (ve) Ya (sizin) bu cahilce hareketiniz (bir çoğunuzun şüphesiz fâsık kimseler olmalarından dolayı mıdır?.) Evet… Öyle fâsık kimseler imânın İslâmî vazifelerin kadrini bilemezler, onların haklarında öyle alaycı hareketlere cür’et ederler, fikrî sapıklıklarını göstermiş, ilâhî azâbı hak etmiş olurlar. Yoksa, aklı başında bulunan, fısk ve küfürden kaçınan kimseler, böyle inkârcı, alaycı hareketlere asla cür’et edemezler..
60. De ki: Allah Teâlâ’nın katında cezâca ondan daha şerlisini size haber vereyim mi? O kimse ki Allah Teâlâ ona lânet etti ve üzerine gazabta bulundu ve onlardan maymunlar ve domuzlar ve Cenâb-ı Hak’tan başkasına tapanlar yaptı. İşte bunlar mevkice daha şerli, düz yoldan daha sapık kimselerdir.
60. Bu âyeti kerime, müslümanlara karşı hakaret edici tavır alan inkârcıların kötü davranışlarını açıklayarak onları insaf dairesine dâvet etmektedir. Şöyle ki: Habibim!. O alaycı, İnkârcılara (De ki:) siz ilâhî bir dinin sırf hayr olan hükümleri ile alay etmek cüretinde bulunuyorsunuz, siz onun bir şer olduğunu iddia ediyor, onu inkâr ve ayıplamaya kalkışıyorsunuz. Halbuki, o ilâhî dinin bütün hükümleri, hikmete, faydaya uygun, her türlü kusurlardan uzaktır. Fakat o sizin inancınıza göre diyelim şer olsa bile bir kere düşününüz, insaf ediniz, sizin takib ettiğiniz yol, ondan binlerce kat daha şerli değil midir?. Evet… (Allah Teâlâ’nın katında cezâca) azâba götürücü, felâkete sevkedici olmak itibariyle (ondan) öyle kendi yanlış düşüncelerinize göre ayıplayıp inkâr eylediğiniz herhangi İslâmî bir muameleden sizin de, insaflı olarak düşününce, İtiraf edeceğiniz gibi (daha şerlisini size haber vereyim mi?.) bir kere düşününüz de bu haber verilecek şeyler mi şerli, yoksa sizin şerli gördüğünüz İslâmî muameleler mi şerli olduğu pek güzel ortaya çıkar Evet… (O kimse ki) geçmiş ümmetlerden her o şahıs ki (Allah Teâlâ ona) yanlış inancından dolayı (lânet etti ve) küfr ve günaha düşkünlüğünden dolayı (üzerine gazabta bulundu ve onlardan) öyle bâtıl dinlere girmiş bulunanlardan eshâbı Sebt (cumartesi halkı) ve diğerleri gibi bir kısım şahısları, şekillerini değiştirerek kendilerini (maymunlar, domuzlar) şekline soktu, (ve) onlardan bir nicelerini kendi kusurlarının bir cezâsı olmak üzere (Cenab’ı Hak’tan başkasına) insanlara, hayvanlara, şeytanlara, heykellere (tapanlar) müşrik kimseler (yaptı) artık bunların dinler tarihince sabit olan bu kötü hallerini, kötü hareketlerini bir gözönüne alarak karşılaştırınız, (işte bunlar mevkice) ve gerçek şahsiyyetleri İtibariyle sizin kötü zannettiğiniz kimselerden aslında (daha kötü ve düz yoldan) hakiki bir dinin sahasından (daha sapık kimselerdir) bunu görüp bilmek lâzım değil midir?. Artık haddizatında her türlü noksandan uzak, kötülükten münezzeh, yüceltmeye lâyık olan bir dine ve o dinin yüksek hükümlerine nasıl noksanlık isnat edebilirsiniz. Dinleri mukayese eden İlim, İslâmiyet’in kusurlardan uzak, bütün dinlerden üstün olduğunu pek güzel göstermektedir. Cenab’ı Hak umum insanlığa insaf, ve hakikatları görmeğe kabiliyet ihsâb buyursun. Amin…
.Ana sayfa » MAİDE SURESİ
MAİDE SURESİ
61. Ve size geldikleri zaman “imân ettik” derler. Halbuki, onlar muhakkak inkârcı olarak girmişler ve muhakkak inkârcı olarak çıkmışlardır. Allah Teâlâ da onların gizlediklerini çok iyi bilendir.
61. Bu mübârek âyetler, münafıkların hallerini, hareket tarzlarını göstermekte ve onların selâhiyetli olan İlim sâhibleri, tarafından irşat ve ikâz edilmediklerini bildirmektedir. Şöyle ki: Habibim!. O münkirler, İslâm hükümleri ile alay etmeye cür’et ederler (Ve) onlardan ve Yahudilerden bir zümre (size) senin huzuruna veya seninle beraber müslümanların huzuruna (geldikleri zaman) gerçeğe aykırı olarak biz (imân ettik) İslâmiyeti kabul eyledik (derler. Halbuki, onlar) o münâfık kimseler (muhakkak) kalben (inkârcı olarak) huzurunuza (girmişler ve muhakkak) yine (inkârcı olarak) huzurunuzdan (çıkmışlardır) senden işitmiş oldukları en fâideli beyanlardan asla istifâde etmemişlerdir, yine küfürlerinde devam edip durmuşlardır. (Allah Teâlâ da onların gizlediklerini) onların küfr ve nifakını (çok iyi bilir) binaenaleyh onlar içlerindekilerini gizlemekle kendilerini Allah’ın azabının kâredici pençesinden kurtarmış olamıyacaklardır. Ne şiddetli bir ilâhî tehdit!.
62. Ve onlardan birçoklarını görürsün ki, günaha, düşmanlığa ve haram yemeğe koşarlar. Yaptıkları şey elbette ne kadar fena!.
62. (Ve) Ey Yüce Resûlüm!. Veya hitaba elverişli olan herhangi bir münevver müslüman!, (onlardan) O Yahudilerden ve münâfıklardan (bir çoklarını) gözünle veya kalp gözüyle (görürsün ki) onlar (günaha) harama, yalan söylemeğe, müşrikce lâkırdılara (düşmanlığa) zulüm ve tecavüze, (ve haram yemeye) başkalarının mallarına tecavüz etmeğe (koşarlar) bu gibi gayrimeşru hallere tam bir hızla girişirler. Onların böyle (yaptıktan şey ne kadar fena!.) onlar böyle verilmiş, ahlâk dışı şeyleri yapar dururlar, bunların mesuliyetini hiç düşünmezler.
63. Din bilginleri, fakihleri onları günah sözlerinden ve haram yemelerinden engellemeli değil midirler? İşledikleri şey elbette ne kadar kötü!.
63. Böyle sorumluluğu gerektiren, haram şeyleri yapanları kendilerinin (Din bilginleri) Rabbâniyyun denilen âlimleri ve ehbar denilen (fakihleri) hukuk âlimleri (onları) o söyleyip durdukları (günah sözlerinden ve haram yemelerinden engelleme!! değilmidirler?.) elbette bunlar o sözlerin o haram yemelerin çirkinliği, mânevî mesuliyetini bilirler. O halde ne için bu fenalıkları işleyenleri engelleyip onları irşada çalışmıyorlar?. İyiliği emir, kötülüğü yasaklamak en mühim bir ilmî vazîfedir. Bunu ifâ etmemek elbette İlim adamına lâyık olmaz. Artık o din bilginlerinin, o fâkihlerin (İşledikleri şey) o kötülükleri önleme vazîfesini terk (elbette ne kadar kötü) bir harekettir. Binaenaleyh din âlimlerine gerekir ki, insanları kötülüklerden alıkomaya gayret göstersinler. Bunu terk etmek, mânevî sorumluluğu gerektirir. Ya bu vazifenin ifasına mâni olmak daha ne kadar fazla mesuhyyeti gerektirir!. İbni Abbas Radiallahutealâ anhuma demiştir ki: Bu âyeti kerime, Kur’ân’daki en şiddetli bir âyettir. Âlimlerden Dahhâk da demiştir ki: Bence bu âyeti kerimeden daha korkunç bir âyet Kur’an’ı Kerim’de yoktur. Gerçekten de bu âyeti kerime ilmî, vazîfesini bir engel bulunmadığı halde terkeden her İlim sâhibi hakkında pek şiddetli bir tehdidi içerir bulunmaktadır.
64. Ve Yahudi taifesi: ‘Allah’ın eli bağlanmıştır” dediler. Bu dedikleriyle kendi elleri bağlandı ve lânet olundular. Hayır Cenab’ı Hak’kın iki eli de açıktır, dilediği gibi infakta bulunur. Ve and olsun ki, sana Rabbinden indirilmiş olan şey, onlardan bir çoğu için azgınlığı ve küfrü arttıracaktır ve biz onların arasına kıyâmet gününe kadar düşmanlık ve kin bıraktık. Her ne zaman savaş için bir ateş yakıverdilerse onu Allah Teâlâ söndürdü ve onlar yeryüzünde fesada koşarlar. Allah Teâlâ ise fesat çıkaranları sevmez.
64. Bu mübârek âyet de Yahudi tâifesinin kötü davranışlarını ve bu yüzden uğradıkları belâları, musîbetleri beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve Yahudi taifesi) Bir nice günahları işlediler. Bu cümleden olarak (Allah’ın eli bağlanmıştır) yani: Hâşâ! Allah cimridir, tutucudur, cömert değildir, halka bol rızık vermez, ondan dolayıdır ki, bizleri ihtiyaç içinde bırakıyor (derler) rivâyete göre Cenâb-ı Hak, vaktiyle İsrail oğullarına birçok nîmetler vermişti. Vaktaki, isyan ettiler, Son Peygamber Hazretlerini inkâra cür’et gösterdiler, Cenâb-ı Hak da vermiş olduğu nîmetlerden onları mahrum bıraktı. Bunun üzerine “Finhas bini Azura” adındaki şahıs, Cenâb-ı Hak’ka böyle cimrilik yakıştırmasına cür’et etmiş, diğer Yahudiler de bunu inkâr etmiyerek bu cür’ete râzı olmuşlardır. Binaenaleyh bu kâfirce yakıştırma hepsine isnat edilmiştir. Nitekim bir kabileden bir şahıs birini öldürür de diğerleri buna râzı olurlarsa, o şahsı filân kabile öldürdü denilir. Yed; kelimesi ise kudret, nîmet, mülk, tasarruftan kinayedir. Malumdur ki, Hak Teâlâ Hazretleri cisimden, cisim olmaktan yücedir, onda el, ayak vesâire gibi mahlukata âit olan bir âzâ tasavvur olunamaz. Binaenaleyh “Yedullah = Allah’ın eli” denilince bundan Allah’ın kudreti Allah’ın tasarrufu gibi bir mânâ kasdedilmiş bulunur. Nitekim filân zât, bir vilâyeti bir eliyle idâre ediyor, denilir ki, bundan maksat, o zâtın mükemmel bir idare etme yeteneğine sâhip olduğunu ifadedir. Yoksa hakikaten eliyle idâre etmesi kasdedilmez, mümkün değildir. İşte câhil insanlar Cenab’ı Hak’ka öyle bir cimrilik, lûtufsuzluk isnâdına cür’et ettikleri için Hak Teâlâ hazretleri de bir bed’dua makamında olarak şöyle buyurmuştur: (Bu dedikleriyle kendi elleri bağlandı ve lânet olundular) yani: Bu kâfirce lâkırdıları sebebiyle onların elleri bağlansın, yerilmiş bir cimriliğe, bir miskinliğe, bir zilete düşsünler ve Allah’ın rahmetinden uzak bulunsunlar. Nitekim öyle de olmuştur. Fakat Cenâb-ı Hak, kerem sahibidir, dilediği kullarını her türlü nîmetlere nâil buyurur. Onun kudret ve kerem elleri öyle iddia edildiği gibi bağlı değildir. (Hayır -Cenâb-ı Hak’kın- İki eli de açıktır) yani: Hem dünyaya, hem de âhirete âit nîmetleri veya mahlûkatına ikram olarak veya istidracen (yavaş yavaş helâke yaklaştırmak için) verdiği nîmetleri sonsuzdur. O yüceler yücesi zâta asla buhl = cimrilik isnat edilemez. O kerem sahibi Yaratıcı, kullarına (dilediği gibi verir) bazı kullarını geniş bir geçime nâil eder, bazı kullarını da darlık içinde bırkır, bütün bunlar bir hikmet ve fayda gereğidir. (Ve andolsun ki) Yani: Habibim!. Bir olan yüce zatıma yemin ederim ki (sana Rabbinden indirilmiş olan şey) Kur’an-ı Kerim’in gerçeğin kendisi olan beyanları (onlardan) o kâfirlerden, inkârlardan (bir çoğu için tuğyanı) isyanı, haddi aşmayı (ve küfrü) İslâmiyet’i inkâr cür’etini (arttıracaktır) onlar o kutsî kitaptan faydalanamayacaklardır, ona karşı düşmanlık gösterecekleri için rezilce halleri artıp duracaktır. Bu hal, onların tabiatlarındaki bozukluğun gereğidir. Nitekim en güzel, en leziz, faydalı yemekler, sağlıklı olanların hayatlarını devam ettirmelerine sebep olduğu halde hasta olanların hastalıklarını arttırır, (ve biz onların) O Yahudi tâifesinin veya Yahudiler ile Hıristiyanların (arasına kıyâmet gününe kadar düşmanlık ve kin bıraktık) onlar bu düşmanca hareketten uzak olmayacaklardır, onların kalblerinde, sözlerinde bir birlik, bir uyum bulunmayacaktır. Özellikle Yahudiler, Cebriye, Kederiye, Murcie ve Meşebbihe gibi mezheblere ayrılmışlardır. Hıristiyanlar da Milkaniye, Nesturiye, Yakubiye, Katolik, Protestan, gibi gruplara ayrılmışlardır. Bunlar birbirlerine kâfir der dururlar. Onlar (Her ne zaman) Hz. Peygamber’e ve diğerlerine karşı (savaş için bir ateş yakıverdilerse onu) o ateşi, harbi (Allah Teâlâ söndürdü) onları kahretti, zelli bıraktı, mağlûb düşürdü. Nitekim, vaktiyle Buhtun Nas’rin, Fetresi Rûmî’nin, Mecûsî kavminin daha sonra da, müslümanların mağlûbu olarak onların hâkimiyetleri altına sığınmaya mecbur kalmışlardı. (ve onlar) O din düşmanları dâima (yeryüzünde fesada koşarlar) onlar fırsat buldukça müslümanların aleyhinde hilekârca hareketlere koşuşurlar, cemiyetler arasında şer ve fitne uyandırmaya çalışırlar. Kendilerini böyle bozguncu hareketlerden geri alamazlar. (Allah Teâlâ ise) Öyle (fesat çıkaranları sevmez) onları arzularına nâil kılmaz, dâima onların fesat ateşini söndürerek kendilerini eliboş ve ziyâna uğramış bir halde bırakır. Onların uhrevî felâketleri de artık düşünülmeli!.
65. Ve eğer ehli kitap imân etseler ve sakınsalardı elbette biz onların günahlarını örter ve elbette onları nimetleri bol cennetlere girdirirdik.
65. Bu mübârek âyetler, hakikî bir imâna sâhip, ilâhî kitapların hükümlerine tâbi olacak olan ehli kitabın nice nîmetlere nâil bulunacaklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve eğer ehli kitap) Olan kendilerine evvelce Peygamberleri vasıtasıyla ilâhî kitapların hükümleri beyan buyrulmuş bulunan Yahudi ve Hırıstiyan taifeleri, son peygamber ile ona indirilen Kur’an’ı Kerim’e (imân etseler ve) isyanlardan ve ilâhî kitaplara muhalefetten kaçınarak (ittikada bulunsalar) inançlarını, amellerini düzeltseler (elbette biz onların) vaktiyle cür’et etmiş oldukları (günahları) ne kadar büyük olsa da afeder (örter) o günahlar ile kendilerini sorumlu tutmazdık (ve) bununla beraber (elbette onları nîmetleri bol cennetlere girdirirdik) onların âhiretleri de sağlanmış olurdu. Çünki İslâmiyet’i kabul eden kimseler vaktiyle yapmış oldukları dinî kötülüklerden dolayı sorumlu tutulmayacaklardır. Kur’an’ı Kerim de Yahudilerin ve Hıristiyanların ehli kitap diye anılmaları, onların kötü hareketlerini ayıplamak ve kınamak içindir. Çünki kitaba ehliyet, Cenâb-ı Hak’ka, imânı, Allah’ın birliğini tasdiki, bütün yüce peygamberlere hürmeti, bütün semavî kitapların kabulünü gerektirir. Artık kendilerini ehli kitap diye tanıyan tâifelere yakışır mı ki o kutsî kitapların bir kısmını inkâr, bir kısmını da bozup değiştirsinler, onların ilâhî hükümlerine aykırı harekette bulunsunlar!.
66. Ve eğer onlar Tevrat’ı ve İncil’i ve onlara Rab’leri tarafından indirilmiş olanı dosdoğru tutsalar idi elbette hem üstlerinden hem de ayakları altından yiyeceklerdi. Onlardan mutedil bir cemaat vardır. Onlardan bir çoğunun yaptıkları ise ne kadar fenâdır!.
66. (Ve eğer) O Yahudi ve Hırıstiyan taifesi, vaktiyle kendilerine indirilmiş olan (Tevrat’ı ve İncil’i) güzelce koruyup hükümlerine riâyette bulunsalar idi, bu kitapların bildirmiş olduğu son peygamber hazretlerini tasdik ederek onun gösterdiği hidâyet yolunu takip etselerdi (ve onlara) imân etmeleri için (Rab’ları tarafından indirilmiş olanı) semavî kitapların sonuncusu olan Kur’an-ı Kerim’e imân etselerdi, ve daha evvel Saya, Haykuk, Daniyel Aleyhimüsselâm, gibi zatlara indirilip Son Peygamber Hazretlerinin bütün insanlığa gönderileceğini müjdelemiş bulunan kitapları (dosdoğru) bozup değiştirmeksizin (tutsalar idi) bunların hükümlerini uygulayarak olsalardı (elbette) haklarında Allah’ın nîmetleri tamamiyle tecelli ederdi, (hem üstlerinden, hem de ayaklan altından yiyecekleri) Rızıkları fevkalâde geniş olacaktı, semâdan ve yerden taşıp duracaktı, ağaçları bol meyveler verecek, ekinleri pek ziyâde artacaktı, kendilerine her taraftan nîmetler gelecekti. Kendilerine vakit vakit bir takım ihtiyaçlar, musibetler, mücadeleler yüz gösterip durmayacaktır. Âhiretleri sağlanmış olduğu gibi dünyaları da mükemmel bir halde bulunacaktı. Halbuki onlar inkârlarında devam ettiler, bu yüzden Yahudiler bir müddet kıtlık ve pahalılığa tutuklular, Allah’ın eli bağlanmıştır, bize rızık veremiyor diye pek cahilce söz söylediler. Bununla beraber (Onlardan) o ehli kitapdan (mutedil) cahilce hareketlerinden sakınan, iktisada, itidale, şimei adalete riayetkâr (bir cemaat vardır) İslâm iy efe karşı düşmanlıkta bulunup durmaktan çekinirler, İslâmiyet’in hükümlerindeki yüceliği düşündükçe onun kutsiyetini İtiraf duygusu kendilerinde görünür, nitekim zamanımızda da bir takım müsteşrikler İslâmiyet’in hükümlerini inceleyerek onun güzelliklerini İtirafa mecbur olmaktadırlar. Ve bunlardan bazıları da vakit vakit İslâmiyeti kabul etmektedirler. Bu cümleden olarak Alman’lardan münevver bir zât, İslâmiyeti kabul etmiş, Almanya’da bir İslâm cemiyeti teşkil ederek bir cami ve bir kütübhâne tesisine de çalışmakta bulunmuştur. Malûm olduğu üzere Peygamber (s.a.v.) zamanında da mutedil olan ehli kitaptan bir kısmı İslâmiyetin yüceliğini anlayarak onu kabul etmiştir. Yahudi’lerden Abdullah İbni Selâm ile arkadaşları ve Hıristiyanlardan hükümdar Necaşî ile birçok zâtlar bu cümledendirler. Bununla beraber ehli kitaptan bir çokları, İslâmiyet’in nurları gözleri önünde parlayıp durduğu halde buna iltifat etmiyorlar, bozulmuş, Allah’ın birliği inancına aykırı, bâtıl mezheplere tâbi bulunuyorlar. (Onlardan) Böyle (bir çoğunun) Keab binil Eşref ile arkadaşları gibi bir kısım Rum’lar gibi kimselerin (yaptıkları ise ne kadar fenâdır.) ne kadar hayret vericidir!. Onlar inada, kibire mağlûpturlar, Hak’ka ulaştıracak olan bir hidâyet yolundan yüz çevirmiş buunmaktadırlar. Fakat inançlı olanlar, yani amelde mutedil, doğruluk üzere harekete meyilli, başkalarının hukukuna tecavüzden kaçınır bulunanlar böyle değildirler. Onların iyilik ister ihtarlar! kabüle yetenekleri vardır.
67. Ey Peygamber! Sana Rabbinden indirilmiş olanı tebliğ et. Ve eğer yapmaz isen onun risâletini tebliğ etmiş olmazsın. Ve Allah Teâlâ seni insanlardan korur. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ kâfir olan bir kavme hidâyet etmez.
67. Bu mübârek âyetler, İslâm dinini yayma ve insanliği irşat için, dinî hükümlerini insanlara tebliği lüzumunu söyler bulunmaktadir. Şöyle ki: (Ey Peygamber) Ey insanlara Allah’in hükümlerini tebliğe memur olan son peygamberi. (Sana Rab’binden) Senin işlerine sâhip olan, seni lâik olduğun olgunluklara eriştiren Yüce Yaratiçindan (indirilmiş olani) Kur’an’i Kerim’in hükümlerini, emirlerini, yasaklarini bütün etrâfinda bulunan halka ve eli kitaba (teblîg et) onlara bildir, onlarin irşâdina çalış, onlari kabule dâvet et, onlarin İçinde mutedil olanlarin irşâdina çalış, onlari kabule dâvet et, onlarin içinde mutedil olanlarin azliğina fasiklarin çokluğuna bakma, onlardan korkma, sabir ve sebat et (Ve <eğer yapmaz isen) tebliğine memur olduğun şeylerin hepsini lâyik olduğu üzere onlara bildirmezsen (onun) O Yüce Yaratiçinin sana tevdi etmiş olduğu (risaleti) dinî hükümleri halka (tebliğ etmiş olmazsin) çünki tebliği lâzim gelen hükümlerden bir kismini tebliğ etmemek, sanki hiçbirini tebliğ etmemek gibi peygamberlik vazîfesine aykiri görülür. (Ve) Ey Yüce Peygamber!. (Allah Teâlâ seni insanlardan korur) Muhafaza eder, onlara dinî hükümleri tebliğden dolayi endişeye düşme, senin yardimcin, koruyucun Yüce Allah’tir. (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ kâfir olan bir kavme hidâyet etmez.) Öyle kendi tercihlerini kötüye kullanarak küfürlerinde israrli bulunanlar Allah’in hidayetine nâil olamazlar, buna lâik değildirler. Artik Resûlüm!. Onlar sana bir zarar vermeye kâdir olamazlar, onlardan korkmaya asla mahal yoktur. Rivâyete göre vaktiyle bir kısım zatlar, Rasûlü Ekrem Hazretlerinin etrafında koruyucu bir vaziyette bulunuyorlardı. Bu âyeti kerime nâzil olunca: Rasûlü Ekrem Hazretleri: Beni Cenâb-ı Hak koruyacaktır, artık sizin muhafazaya devamınıza lüzum yoktur diyerek o zatları serbest bırakmıştır. Gerçekten de Cenâb-ı Hak, Yüce Peygamberini korumuş, vaktiyle bütün çevresi kâfirler ile dolu olduğu halde bunlar kendisine su’ikasde muvaffak olamamışlardır.
68. De ki: Ey ehli kitap! Tevrat’ı ve İncil’i ve size Rabbiniz tarafından indirilmiş olanı uygulayıncaya kadar hiç bir şey üzerinde değilsinizdir. Ve yemin olsun ki, sana Rabbinden indirilmiş olan, onlardan birçoğu için azgınlığı ve küfrü arttıracaktır. Artık o kâfirler olan kavim üzerine üzülme…
68. Habibim!. Onlara (De ki: Ey ehli kitap!.) Ey Yahudi ve Hıristiyanlar taifesi!. (Tevrat’ı ve İncil’i) uygulamadıkça, yani: Onları korumaya gayretle, onlardaki açıklamalara uymadıkça, ve bu cümleden olarak onlardaki son peygamberin peygamber olduğuna dâir delilleri ve şahitleri tasdik etmeye acele etmedikçe (ve size Rab’biniz tarafından) son bir semavî kitap olarak (indirilmiş olanı) Kur’an-ı Kerim’i (ikâme edinceye kadar) onu tasdik onun hükümlerine riâyet edinceye değin (hiç bir şey üzere değilsinizdir) Allah katında makbul, şey denilmeye lâik bir dine girmiş olmazsınız. Bununla beraber mukaddes zatıma (yemin olsun ki, sana Rab’binden indirilmiş olanı) Kur’an-ı Kerim’i, onun mübârek beyanları (onlardan) öyle nefsanî havalara tâbi, hakikatları görüp işitmekten kaçınmış olan kavimlerden (bir çoğu için) fâide vermeyecektir. Öyle yeteneklerini kötüye kullanan şahıslar için (azgınlığı) inadı, kibiri (ve küfrü arttıracaktır) onların birçok bilginleri, reisleri dünya varlığına tapıp duracaklar, onlar Kur’an’ı Kerim gibi en kutsî bir ilâhî kitabı ve onu Cenab’ı Hak’tan vahy yoluyla almış olan son peygamberi inkâr ederek kat kat inkâr ve kibirlenme duygusuna kapılacaklardır. (Artık) Ey merhametli Resûlüm!, (o kâfirler olan kavim üzerine üzülme) Onların bu fenâ hallerinden dolayı mahzun, üzgün olma, onların bu küfr ve azgınlıklarının cezâsı, mesuliyeti kendilerine aittir. Bunlar selâmet ve saadete nâil olma yeteneğini kendi elleriyle kaybetmiş kimselerdir. Elbette lâyık oldukları bir feci âkibete kavuşacaklardır. Cezâ amelin cinsindendir.
69. Muhakkak o kimseler ki, imân ettiler ve o kimseler ki, Yahudi bulundular ve Sabi’iler ile Hıristiyanlar bunlardan her kim Allah Teâlâ’ya ve âhiret gününe imân etmiş ve salih amelde bulunmuş ise artık onların üzerine bir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır.
69. Bu mübârek âyet de Allah’ın rızâsına uygun şekilde imân ve amel etmiş olan milletlerin azap korkusundan emin, hüzün ve kederden uzak olacaklarını şöylece müjdelemektedir: (Muhakkak o kimseler ki) Hakikaten veya görünüşte lisânlariyle (imân ettiler) müslüman olduklarını ikrar ve itirafta bulundular (ve o kimseler ki, Yahudi bulundular) Yahudiliğe dahil bulunmuş oldular (ve Sabiiler ve Hıristiyanlar) denilen iki tâife bilmelidirler ki: (bunlardan her kim) Herhangi fert herhangi tâife (Allah Teâlâ’ya) onun birliğine, yaratıcılığına, büyüklük ve kudretine, bütün dinî hükümlerinin tam bir hikmet ve fayda olduğuna gerektiği şekilde inanmış (ve âhiret gününe imân etmiş) bütün insanlığın öldükten sonra yeniden hayat bularak bir ebediyet âlemine gideceğine dünyadaki hallerine göre o sonsuzluk âleminde mükâfat ve cezâ göreceklerine kalben ve lisânen kani olmuş ve inanmış (ve salih amelde) hakikî bir imânın gerektirdiği şekilde günahları bırakıp namaz, oruç, hac gibi herhangi güzel bir ibâdet ve itaatta, Allah’ın yarattıkları hakkında şefkat ve yardımda (bulunmuş ise artık onların üzerine) bu imân ve salih amelde bulunan zatlar için (bir korku yoktur) küfr ve isyan ehlinin korkacakları, pişmanlık duyacakları âhiret gününde, o ebedî hayat âleminde bu mü’min, salih kullar, rahat bir halde yaşayacaklardır. Nice nîmetlere nâil olacaklardır. Binaenaleyh her düşünen insan için lâzımdır ki, hakikî bir imân ile, güzel bir amel ile hayatını devam ettirerek istikbalini hakikî bir şekilde sağlamaya muvaffak olsun. Demek ki, Sabi’iler ve diğer dinsizler gibi pek bâtıl inanç sâhipleri bile inançlarını düzelterek hakikî bir dine, güzel bir amele muvaffak olunca başarı ve kurtuluşa nâil oluyorlar. Vaktiyle yapmış oldukları isyanları af ediliyor ve örtülüyor. Artık öyle kimseler için lâzımdır ki, bir gün evvel tövbe edip af dileyerek İslâm dininin sahasına atılsınlar, Allah’ın affına ilticâda bulunsunlar. “Fıskı ne ziyan eyler hayr olsa serencamı?.”
§ Sabi’i: Meşhur bir dinden diğer bir dine çıkan kimse demektir. En büyük bir sapıklık içinde kalmış, bütün dinlerin dairesinden çıkmış olan bir kavme “sabiin” adı verilmiştir. Bir görüşe göre bunlar meleklere ibâdet etmekte ve kıbleden başka bir tarafa yönelerek namaz kılmakta bulunmuş bir kavimdir. Kamusülalam’da yazıldığına göre: Bunlar esasen yıldızlara ibâdet etmekten ibâret bir mezhebe tâbi bir cemaattır. Aslında Süryanî ve Gildanî cinslerine mensup idiler, sonra araplaşmışlardı. Merkezleri Harran idi. Abbasî Hilâfeti zamanında bunlardan bir çok doktorlar, âlimler yetişmiştir. Bugün Hille ve Kerbelâ taraflarında bazı fertleri mevcuttur. Bakara sûresindeki (63.) âyetin tefsirine müracaat!.
70. Yemin olsun ki, biz İsrail oğullarının misâkını aldık ve onlara Peygamberler gönderdik. Her ne vakit onların nefislerinin arzusuna uymayan bir hüküm ile onlara Peygamber geldi ise onlardan bir kısmını yalanladılar, bir kısmını da öldürdüler.
70. Bu mübârek âyetler, İsrail oğullarının sözlerine riâyet etmeyerek ne kadar basîretsizce, gâfilce yaşamış olduklarını şöylece beyan buyurmaktadır. İlâhî zatıma (Yemin olsun ki. İsrail oğullarının misâkını aldık) onlara rehber olacak bir akıl gücü verdik. Yüce Allah’ın birliğine inanacak ve tasdik edecek bir kabiliyet ihsan eyledik, mükellef oldukları şer’î hükümleri takdir eyleyecek bir zekâya sâhip kıldık, bu hükümlere dâir deliller ortaya koyduk (ve) bundan başka da (onlara) İsrail oğullarına birçok (Peygamberler gönderdik) onları hidâyet ve saadet yoluna sevketmeğe çalışıp durdular, fakat (her ne vakit onların) o İsrail oğullarının (arzusuna) nefislerinin fesada yönelik arzusuna (uymayan bir hüküm ile) bir şer’î emir ile (onlara Peygamber geldi ise) onun tebliğatını kabul etmediler, o yüce zâta karşı cephe aldılar, (onlardan) O gelen Peygamberlerden (bir kısmını tekzib ettiler) peygamberliğini inkâr eylediler (bir kısmını da) tekzib ile yetinmeyip (öldürdüler) Zekeriya ve Yahya Aleyhimesselâm gibi muhterem Peygamberleri şehit eylediler. Hz. İsa gibi, Son Peygamber Hazretleri gibi Yüce Peygamberlerin de mübârek hayatlarına sui’kasitte bulunmuşlarsa da emellerine nâil olamamışlardır.
71. Ve sandılar ki: Bir fitne olmayacaktır. Artık onlar kör ve sağır kesildiler. Sonra Allah Teâlâ tövbelerini kabul buyurdu, sonra onlardan birçoğu yine kör ve sağır kesildiler. Allah Teâlâ ise ne yaptıklarını hakkıyla görücüdür.
71. (Ve) İsrail oğulları (sandılar ki”) yaptıkları inkârladan, cinâyetlerden dolayı kendilerine (bir fîtne) bir belâ ve azap gelmiş (olmayacaktır) onlar kendilerini hâşâ Allah’ın oğulları, dostları sanıyorlardı, “Tevrat’ın hükümleri kalıcıdır, yeni bir şeriat gelmeyecektir” diyorlardı. (Artık onlar kör) Dinin hükümlerini, fazîletlerini takdirden âciz, inkâr ve fesada düşkün bir halde kaldılar, (ve sağır kesildiler) Hakikatları, Peygambelerin tebliğlerini işitip gereği ile amel etmek kâbiliyetinden mahrum bir halde yaşadılar, kıtlık ve pahalılığa uğradılar, Bâbil esâretine düştüler, pek uzun bir müddet Buhti Nusser’in zulmü altında zelilce bir hayat sürdüler. (Sonra) Cenâb-ı Hak lütfetti, İran krallarından birisi Beyti mukaddese hâkim olarak İsrail oğullarını esaretten kurtardı bir derece hallerini düzelttiler, geçmişteki hareketlerinden dolayı pişmanlık gösterdiler, bu bir nevi tövbe idi. (Allah Teâlâ) da bu (tövbelerini kabul buyurdu) onları vatanlarına döndürdü, yeniden nîmetlere nâil buyurdu. Fakat (sonra onlardan birçoğu) yine ilâhî dininin hükümlerine muhâlefete başladılar, başlarından geçmiş olan felâketleri unuttular, nefislerinin arzusuna uydular, buzağıya bile taptılar. (yine kör ve sağır kesildiler) cahilliğe, küfre müptelâ oldular. Zekeriya ve Yahya Aleyhimesselâm gibi Peygamberleri şehit ettiler (Allah Teâlâ ise) Onların (ne yaptıklarını hakkiyle görücüdür) yaptıkları ve yapacakları cinayetleri gayrimeşru hareketleri tamamen görüp bilmektedir. Binaenaleyh onları bu kötü hareketlerinin cezalarına vakit vakit kavuşturmuştur ve yine kavuşturacaktır. Artık kendilerinin bir fitneye mâruz kalmayacaklarını nasıl iddia edebilirler. Nitekim, vaktiyle Buhti Nusser ve emsali kimseler Beyti mukaddesi işgal etmişler, İsrail oğullarından kırk bin kadar şahıs katletmişlerdir, kalanlarını da kendi yurtlarına götürüp orada zelilce bir halde yaşatmışlardır. Nitekim son asırlarda da bir takım milletlerin kahırlarına uğramışlardır. Bütün bunlar, Allah Teâlâ’nın emirlerine, Peygamberlerine muhalefetin bir cezasıdır. Bu gibi tarihî vakalardan her millet bir ibret dersi almalıdır.
72. Andolsun ki; “şüphesiz Allah, o Meryem’in oğlu Mesihtir” diyenler kâfir olmuşlardır. Halbuki Mesih demiştir ki: Ey İsrail oğulları! Benim Rabbim ve sizin Rabbiniz olan Allah Teâlâ’ya ibâdet ediniz. Şüphe yok ki, her kim Allah Teâlâ’ya ortak koşarsa muhakkak Allah Teâlâ ona cenneti haram kılmış olur ve onun varacağı yer ateştir ve zâlimler için yardımcılardan kimse yoktur.
72. Bu mübârek âyetler de Hıristiyanların sapıklıklarını bildiriyor, Hz. İsa’nın ilâhlığına, Cenâb-i Hak’kın da üç Allah’tan biri olduğuna inananların -bu iddialarından tövbe ve istiğfar etmedikleri takdirde- kâfir ve elem verici azâba mâruz olacaklarını şöylece beyan buyurmaktadır. Cenab’ı Hak’kın mukaddes zâtına (Andolsun ki) Hıristiyan tâifesinden (şüphesiz Allah, o Meryem’in oğlu Mesih’tir diyenler) Hz. İsa’nın ilâhlığına inananlar, bu iddialarından dolayı (kâfir) müşrik (olmuşlardır.) Hıristiyanlardan Allah’ın birleştiğine inanan Yakubiye taifesi “Hz. Meryem, Allah’ı doğurmuştur” demişlerdir. Onlar bu sözleriyle Cenâb-ı Hak’kin zâtinin İsa’ya hulûl ettiğini, onun zatiyle birleştiğinî iddia etmiş bulunmaktadırlar. Bunlara göre Allah Teâlâ, ekanimi selâseden, yani üç asıldan, üç rükünden meydana gelmiştir, bunlar baba, oğul ve ruhulkudûsten ibârettir. Bu üçten her biri diğerinin aynıdır. Bu üç birdir, bu bir de üçtür. Baba, oğula hulûl etmiş, onunla birleşmiş, bundan da ruhulkudüs oluşmuştur. Böyle bir iddia ise küfrün kendisidir. Akıl ve mantığa tamamen muhaliftir, Hırıstiyan tâifesini saptırmak için onların düşmanları tarafından uydurulmuştur. (Halbuki, Mesih) Bu gibi bâtılca iddiada bulunanları yalanlamak ve kınamak için (demiştir ki. Ey İsrail oğulları) bana ve diğer mahlukata ilahlık isnad etmek katıksız küfürdür. (Benim Rabbim ve sizin Rabbiniz olan) Bütün mahlûkatı yaratıp vücude getiren (Allah Teâlâ’ya ibâdet ediniz) başkalarını mabut edinmeyiniz, ben de bütün kâinat da o Büyük Yaratıcının birer kuluyuz, yaratmasının birer eseriyiz, hiç birimizde hâşâ ilahlık sıfatı yoktur. (Şüphe yok ki, her kim Allah Teâlâ’ya ortak koşarsa) İbâdet hususunda, ilahlığa âit sıfatlar hususunda kâinatın yaratıcısı Yüce Allah’ın bir ortağı, bir benzeri, bir eşi var derse (muhakkak Allah Teâlâ ona cenneti haram kılmış olur) artık o cennete ebediyen giremez, (ve onun) O müşrik şahsın (varacağı yer) İsa âhirette (ateştir) cehennemden başka değildir. Böyle kimseler sevaba nâil değil, ebedî bir azâba yakalanmış olacaklardır, (ve zâlimler için) Cenâb-ı Hak’ka ortak koşmak, onun varlığını, birliğini inkâr eylemek gibi sebeblerle zulüm ve küfre düşmüş olanlar için âhiret gününde (yardımcılardan) onları kuvvetleriyle veya şefaatleriyle ateşten kurtaracak bir (kimse yoktur) onlar ebediyen o azap yurdunda kalacaklar, kötü inançlarının cezâsını görüp duracaklardır. Bu son âyeti kerime de ya Hz. İsa’nın beyanlarına aittir, veya Allah tarafından Hz. İsa’nın sözlerini desteklemek üzere gelmiş bulunmaktadır.
73. Elbette kâfir olmuşlardır: “Tanrı şüphesiz üçün üçüncüsüdür” diyen kimseler. Halbuki, bir olan Allah Teâlâ’dan başka hiçbir Tanrı yoktur. Ve eğer dediklerine son vermezlerse onlardan kâfir olanlara elbette pek acıklı bir azap dokunacaktır.
73. Hıristiyanlardan diğer bir tâife de (Elbette kâfir olmuşlardır) şöyle ki: O tâife: (Tanrı şüphesiz üçün üçüncüsüdür diyen kimselerdir) Yani onlara göre Tanrı, üçten biridir. İlahlık, Allah Teâlâ ile İsa’nın ve Meryem’in aralarında müşterektir, bunların her biri de bir ilahtır. (Halbuki, bir olan Allah Teâlâ’dan başka hiçbir Tanrı yoktur.) Başka hiçbir kimse ilahlık sıfatına sâhip değildir. Allah’ın zâtı birden fazla olmak kusurundan uzaktır. Bütün Kâinatın Yaratıcısı, mabudu ancak o bir olan varlığı zorunlu olan Yüce Allah’tır. (Ve eğer) O câhiller (dediklerine) mahlûka ilahlık isnadından ibâret ve sırf küfür olan sözlerine (nihâyet vermez) Cenâb-ı Hak’kın birliğine inanmaz (larsa onlardan) bu yanlış inançta devam edip tövbe ve istiğfar etmeyerek (kâfir olanlara) bu küfr hâli üzere kalanlara (elbette pek acıklı) pek şiddetli (bir azap dokunacaktır) onları cehennem ateşi sonsuza kadar yakıp duracaktır. Böyle bir inanışta- bulunanlar, Nesturiye ve Milkâniyye denilen tâifelerdir. Bunlara göre ilahlık Cenâb-ı Hak ile Meryem ve İsa arasında müşterektir. Bunlar üç ilâhtan ibârettir ve bunlardan herbiri bir ilahtır. Ne yanlış bir inanç!.
(…………………………) = Allah’tan başka ilâh var mı?!)
74. Hâlâ tövbe edip de Allah Teâlâdan bağış istemiyeceklermidir? Ve Allah Teâlâ gafurdur, râhimdir.
74. O küfre, şirke düşmüş câhiller (Hâlâ) bu yanlış inançlarını anlamayacaklar mı?. Hâlâ (tövbe edip de Allah Teâlâ’dan mağfiret istemiyecekler midir?) hâlâ tevhit ve tenzih inanciyle kalblerini aydınlatıp, hareketlerini tanzim eylemeyecekler midir?. Ne kadar şaşılacak bir cahilce hareket!. Halbuki, Cenâb-ı Hak, Peygamberleri ve kitapları vâsıtasıyle onların uyanmalar! için nice yüce beyanlarda bulunmuştur. (Ve Allah Teâlâ gafurdur) Onların günahlarını tövbe edip bağış diledikleri takdirde af eder ve örter. Ve Hak Teâlâ (râhimdir.) merhameti pek ziyadedir. Onun içindir ki, uyanmaları için bu hakikatları onlara telkin buyurmaktadır. Artık onlar, istiğfara koşarak ilâhî mağfiretden, Allah’ın merhametinden istifâde etmeli değil midirler?.
75. Meryem’in oğlu Mesih, bir Peygamberden başka değildir. Ondan evvel de nice Peygamberler gelip geçmiştir. Onun anası da pek doğru bir kadındır, ikisi de yemek yerlerdi. Bak onlara âyetlerimizi nasıl açıkça beyan ediyoruz. Sonra da bak onlar nasıl çevriliyorlar.
75. Bu mübârek âyetler de Hz. İsa’nın ve diğer mahlûkatın ilahlık vasfına sâhip olamayacaklarını, onların acz ve ihtiyaçlarını açıklamak suretiyle beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey Hz. İsa’ya ilahlık isnat eden gafil topluluk!. (Meryem’in oğlu Mesih) Bir insandır, diğer insanlar gibi bir kadından doğmuştur. O, sâhip olduğu üstün vasıfları İtibâriyle (bir Peygamberden başka değildir.) o ancak bu şerefe sahiptir. Yoksa hâşâ ilahlık vasfına sâhip değildir. (Ondan evvel de nice Peygamberler gelip geçmiştir.) O da diğer Peygamberler gibi bir insandır, geçici bir dünya hayatına nâil olmuş, sonra o da diğer Peygamberler gibi hayatı terk ederek ölüme mahkûm olacaktır. Artık böyle doğan ölüme mâruz bulunan bir zât, nasıl ilahlık vasfına sâhip olabilir?. Ondan bir takım hârikalar zuhur etmiş ise diğer Peygamberler de nice hârikalar göstermeye muvaffak olmuşlardır. Hz. İsa, bazı ölüleri Allah’ın izni ile diriltmiş, ise Hz. Musa’nın elinde bir asâ bile hayata nâil olmuştur. Hz. İsa, dünyaya babasız gelmiş ise Hz. Âdem, hem babasız hem de anasız olarak dünyaya gelmiştir. Bu gibi hârikalar bütün Cenab’ı Hak’kın birer kudret eseridir. Yoksa o Peygamberler haddızatında yaratıcılık sıfatına asla sâhip değildirler. Hz. İsa’nın annesine gelince, o da diğer muhterem kadınlar gibi, (pek doğru) iffetli, hakkı tasdik ile nitelenmiş (bir kadındır) yoksa insanlığın üstünde bir mahiyete sâhip bulunmamıştır. (ikisi de) Hz. İsa da annesi Hz. Meryem de diğer insanlar gibi (yemek yerlerdi) onlar da diğer insanlar gibi yiyip içmek ihtiyacı içinde yaşarlardı. Artık onlara ilahlık vasfı nasıl isnat edilebilir?. Habibim!. (Bak onlara) Hz. İsa ile annesine rablık isnadında bulunan câhillere (âyetlerimizi) onların o iddialarını iptal eden delillerimizi (nasıl açıkça beyan ediyoruz.) Hz. İsa’nın da annesinin de birer insan olduğunu açıkça gösteren alâmetleri, dellileri nasıl gösteriyoruz. (Sonra da bak onlar) O insanlara rablık isnadında bulunan şuursuz insanlar (nasıl çevriliyorlar) o âyetleri, alâmetleri dinleyip anlamaktan nasıl kaçınıyorlar. O âyetleri, delilleri hiç düşünme ve tefekküre yanaşmıyorlar, onların bu halleri ne kadar şaşılmaya şayandır!..
76. De ki: Allah Teâlâ’dan başkasına mı, sizin için zarara da, faideye de sâhip olmayan şeylere mi tapıyorsunuz? Halbuki, herşeyi hakkıyla işitici ve bilici olan ancak Allah Teâlâ’dır.
76. Resûlüm!. O gâfillere (De ki:) siz (Allah Teâlâ’dan başkasına mı?.) ilahlık ve rablık sıfatına sâhip olmayan mahlukata mı bu sıfatları isnat ediyorsunuz?. (Sizin için zarara da, faideye de) Cenâb-ı Hak’kın kendilerine müsaadesi ve yardımı olmaksızın (sâhip olmayan şeylere mi) öyle âciz mahlukata mı ilahlık isnat ederek (tapıyorsunuz?.) bu ne kadar cahilce bir harekettir. (Halbuki, işitici ve bilici olan) Bütün işitilen ve bilinen şeyleri ilmî ezelisiyle kuşatmış bulunan (ancak Allah Teâlâ’dır) bütün bilinen varlıkları vücude getiren ve yokluğa götüren ancak Yüce Allah’dır. Binaenaleyh ey insanlar!. Sizlerin de bütün iddialarınızı, inançlarınızı o Yüce Yaratıcı tamamen bilmektedir. Artık uyanınız!. Küfr ve şirke, isyanlara son veriniz. Ortak ve benzerden yüce olan o azamet sâhibi yaratıcıyı tasdik ediniz onun Peygamberine tâbi olunuz ki, kurtuluş bulabilesiniz. Aksi takdirde Allah’ın azabının ezici pençesinden kendinizi asla kurtaramazsınız.
77. De ki, Ey ehli kitap! Dininizde hak’ka aykırı olarak haddi tecâvüz etmeyiniz. Ve evvelce sapıklığa düşmüş ve birçoklarını da saptırmış bulunan ve doğru yoldan sapıtmış olan bir kavmin isteklerine uymayınız.
77. Bu mübârek âyetler de ehli kitaba haktan, itidalden ayrılmamalarını tavsiye etmektedir. Bunun hilâfına hareket ederek küfre düşmüş olanların da bu yüzden lânete hedef olmuş olduklarını bildirmektedir. Şöyle ki: Resûlüm!. Kendilerini irşat için (De ki. Ey ehli kitap!.) Allah’ın dinine aykırı hareketten sakınınız, (Dininizde hak’ka aykırı olarak haddi tecâvüz etmeyiniz) yani: Ey Hırıstiyan taifesi!. Siz İsa gibi bir zâtı peygamberlik mertebesinden yükselterek kendisine ilahlık isnadında bulunmayınız. Ve Ey Yahudi taifesi!. Siz de öyle bir zâtın peygamberliğini inkâr ederek kadrini düşürmeye cür’et etmeyiniz. (Ve) Ey Hırıstiyan ve Yahudi taifeleri!. (evvelce) Hz. Muhammed’in peygamberliğinden evvel (sapıklığa düşmüş ve bir çoklarını da saptırmış bulunan) din yolundan uzaklaştırmış (ve) kendileri de tamamen (doğru yoldan sapıtmış olan bir kavmin) bir kısım geçmişlerinizin, reislerinizin (isteklerine) gayrı meşrû arzularına, temayüllerine (uymayınız.) Onlar kendi bâtıl menfaatleri için, kendi hasetleri, ihtirasları için hakkı kabul etmezler, Hz. Muhammed’in peygamberliğini tasdik eylemezler, dalâlet sahasından ayrılmazlar, başkalarını da kendileri gibi dalâlet içinde yaşatmak isterler. Artık öyle akıl ve nakle aykırı hareket eden bozguncu kimseler rehber edinilebilir mi?. Artık onların sözlerine kıymet verilebilir mi?. Onlar ebedî hüsrana uğramış kimselerdir.
78. İsrail oğullarından kâfir olanlar, Davud’un da, Meryem’in oğlu İsa’nın da lisanıyle lânet olunmuşlardır. Bu da onların isyan etmeleri ve haddi tecavüz eylemeleri sebebiyledir.
78. Evet… O hüsrana uğrayanların hâli malumdur. Bu cümleden olarak (İsrail oğullarından kâfir olanlar) ilâhî dini terkederek insanlara, hayvanlara tapmak aşağılığın! işleyenler (Davud’un da Meryem’in oğlu İsa’nın da lisaniyle lânet olunmuşlardır) yani: Cenab’ı Hak tarafından Zebur kitabında da, İncil kitabında da o iki Peygamberin lisanı vasıtasıyla, o küfrü işlemiş olanlar, lânete uğramışlar, dünyevî ve uhrevî felâketlere mâruz kalmışlardır. (Bu da) Onların böyle lânete hedef olmaları da (onların) Cenâb-ı Hak’ka karşı (isyan etmeleri ve haddi tecâvüz eylemeleri sebebiyledir) onlar o çirkin hareketleri yüzünden sonsuza kadar lânete mâruz bulunmuşlardır.
§ Bir rivâyete göre bu lânete uğrayanlar Eyle halkı ve kendilerine sofra gönderilenlerdir. Şöyle ki: Hz. Davûd zamanında Eyle kasabasının halkı, bazı günahlarından dolayı cumartesi günleri balık avlamaktan nehy edilmişlerdi. Bunlara “Eshabı Sebt” denir. Onlar ise Hz. Davud’un tebliğ etmiş olduğu bu yasağı dinlememişlerdir. Allah Teâlâ da Hz. Davud’un duası üzerine onların suratlarını maymun suratına çevirmişti. Eshabı Maideye gelince: Bunlar da Hz. İsa zamanında bir mucize olarak gökten inen sofrayı görmüş, ondan yemiş oldukları halde imân etmemişlerdi. Cenab’ı Hak da Hz. İsa’nın duası üzerine onların suratlarını domuz sûretine çevirmişti. Bunlar beşbin erkek bulunuyorlardı. İşte bu iki kavim Hz. Davûd ile Hz. İsa’nın lisaniyle lânete mâruz kalıp böyle suretlerinin değiştirilmesi cezâsına çarptırılmışlardı. Allah’ın kudreti her şeye yeterlidir. Buna inanmışızdır!.
79. Onlar yapmış oldukları fenalıktan birbirlerini vazgeçirmeğe çalışmazlardı. Gerçekten de onların yaptıkları ne kadar kötü idi.
79. Bu mübârek âyetler de kâfir ve münafıkların fenalıklara son vermediklerim bildirmektedir, ve onların kendileri gibi kâfir ve münafıklara bağlılıkta bulunarak bu sebeble Allah’ın dininden mahrum, ebedî azâba mâruz olduklarını göstermektedir. Şöyle ki: (Onlar) O lânete uğramış olan münkirler (yapmış oldukları fenalıktan) yasaklardan sakınmazlar, kötülüklere son vermezler ve bunlardan (birbirlerini vazgeçirmeğe çalışmazlardı) aralarında iyiliği emir, kötülükten sakındırma vazîfesi ceryan etmezdi. (Gerçekten) andolsun ki (onların) böylece (yaptıkları) şeyler (ne kadar kötü idi) haklarında ne kadar azâbı, felâketi getirir bulunuyordu. Onlar ise hiç bunun farkında bulunmuyorlardı. İşte bu gibi fenâ hereketleri sebebiyle lânete hedef olup gitmişlerdir.
80. Onlardan birçoklarını görürsün ki, kâfir olanlara dostlukta bulunurlar. Andolsun ki, onlar için nefislerinin takdim ettiği şeyler ne kadar kötüdür. Allah Teâlâ onlara gazab etmiştir ve onlar azab içinde ebedî kalacak kimselerdir.
80. Habibim!. (Onlardan) O ehli kitap denilen tâifeden (bir çoklarını görürsün ki) müslümanlara karşı düşmanca bir vaziyet alırlar (kâfir olanlara dostlukta bulunurlar) nitekim ehli kitaptan Keab İbni Eşref ve emsali kimseler müslümanların aleyhine cephe almak için Mekke’i Mükerreme’deki müşriklerin yanlarına gitmişler, onlar ile ittifakta bulunarak Hendek Gazvesinde onlar ile beraber cenge atılmışlardır. Bir kısım münâfıklar da İslâm dinine düşmanlıklarından dolayı din düşmanlarına karşı dostluk göstermişler, onları İslâm aleyhine teşvikte bulunmuşlardır. (Andolsun ki, onlar için nefislerinin takdim ettiği şeyler) Öyle kâfirce hareketler (ne kadar kötüdür.) Bunların vahim neticelerini kıyâmet gününde elbette göreceklerdir. Çünki (Allah Teâlâ onlara gazap etmiştir) onlar Allah’ın rahmetinden ebedî olarak mahrum kalmışlardır, (ve onlar azap içinde ebedî kalacak kimselerdir) Onların o kâfirane, münâfıkane hareketleri kendilerinin cehennemde müebbet surette kalacaklarına sebep bulunmuştur.
81. Eğer onlar Allah Teâlâ’ya ve Peygamberlere ve ona indirilmiş olana imân etmiş olsalar idi o kâfirleri dostlar edinmezlerdi. Fakat onlardan birçokları fâsık kimselerdir.
81. (Eğer onlar) O müşriklere dostlukta bulunan ehli kitap ve münâfıklar (Allah Teâlâ’ya ve Peygamber’e) son peygamber olan Hz. Muhammed’e (ve ona) O Yüce Peygamber’e Allah katından (indirilmiş olan) Mucize Kur’an’ı Kerim’e ve onun bildirmiş bulunduğu diğer Peygamberlere, semavî kitaplara (imân etmiş olsalar idi) elbette (o kâfirleri) müşrikleri (dostlar edinmezlerdi) çünkü hakikî imân, böyle fesatla içiçe bir dostluğa aykırıdır. (Fakat onlardan) O din düşmanlarını dost tutanlaran (bir çokları fasık) dinden mahrum. Allah Teâlâya, Peygamberlere, semavî kitaplara imândan nasipsiz (kimselerdir) bunun içindir ki, onlar hakkı göremezler, kendilerini sapıklıktan kurtaramazlar, kabiliyetlerini kötüye kullandıkları için ebedî bir azâba mâruz bulunmuş olurlar.
82. Yemin olsun ki, imân edenlere insanların düşmanlıkça en şiddetlisini mutlaka Yahudiler ile Müşrik’leri bulacaksın. Ve yine yemin olsun ki insanların mü’minlere sevgi bakımından en yakın olanları da biz Hıristiyan’ız diyenleri bulacaksın. Bu da onların içinde herhalde bilgin, âbit olanların ve dünyayı terk etmiş olan rahiplerin bulunmasındandır. Ve şüphe yok ki, onlar kibir etmek de istemezler.
82. Bu âyeti kerime, müslümanlara karşı en ziyâde düşmanlık beslemekte olan taifelerin ahlâkî kötülüğünü bildirmektedir. Şöyle ki: Ey Yüce Resûlüm!. Veya ilâhî hitabı güzelce telâkkiye elverişli olan herhangi bir kulum!.. Bir olan zatıma (Yemin olsun ki, imân edenlere) ehli İslâm’a (insanların düşmanlıkça en şiddetlisini) müslümanlara karşı düşmanlıkları pek ziyâde bulunan tâifeyi (mutlaka Yahudi’ler ile müşrikleri bulacaksın) başka taifelerin de düşmanlıkları var ise de bunların düşmanlıkları derecesinde değildir. Nitekim, Hz. Peygamberin gönderilmesini müteakip bir kısım Yahudi’ler ile Arap yarımadasındaki müşriklerin Rasûlü Ekrem’e karşı, onun yaymağa başladığı İslâmiyete karşı ne kadar düşmanlık göstermiş oldukları tarihçe yazılmıştır. (Ve yîne yemin olsun ki, insanların mü’minlere) İslâm şerefine nâil olan zatlara (sevgice) muhabbet, sevgi, temâyül bakımından (en yakın olanlarını da biz Hırıstiyanız diyenleri bulacaksın) çünki onlar, kendilerini Hak’kın yardımcısı, ehli Hak’kın dostları diye gösterirler, müslümanlığı kabul etmeseler de ehli İslâm’a karşı Yahudiler ile Müşrik’ler derecesinde düşmanlık göstermezler. Bununla beraber onların içinden İslâmiyeti kabul edenler İslâmiyet’in kutsallığını İtiraf eyleyenler, Yahudi’ler ile Müşriklere nazaran pek çok bulunmuş ve bulunmaktadır. Nitekim vaktiyle Müşriklerin bin türlü ezâ ve cefalarına maruz kalmış olan bir kısım eshabı kiram, hırıstiyan hükümdarı bulunan Necaşi’nin ülkesine sığınmışlar orada pek güzel himaye görmüşlerdi. Hattâ Necaşi, İslâmiyet’in yüceliğini anlayarak İslâm şerefine nâil olmuştu. Zamanımıza kadar da nice Hırıstiyan zümreleri İslâmiyet’i kabul edegelmişlerdir, bu gün de bir çok hırıstiyan âlimleri, düşünürleri, İslâmiyet’in yüce .mahiyetini, kutsî hükümlerini yazıları ile takdir edip yüceltmektedirler. (Bu da) Hırıstiyan tâifesinin mü’minlere sevgice daha yakın olmaları ise (onların içinde) kıssislerin, yani (bilgin, âbid) reis (olanların ve) dünyayı terk etmiş olan (rahiplerin) yani mâbetlerine kapanarak fazla ibâdet ve itaate düşkün kimselerin (bulunmasındandır) bunlar Yahudi’ler ve müşrikler gibi dünya hırsı ile hareket ederek sırf kendi menfaatlerini takip eden, kendilerinden olmayan zümrelere sürekli olarak düşmanlık besleyip zarar vermek isteyen kimseler değildirler. Gerçek şu ki: Abdullah İbni Selâm ve emsali gibi Yahudi’lerden ve Müşrik’lerden bir takım kimseler de İslâmiyet’in yüceliğini anlayıp İslâmiyet’i kabul etmişler ise de bunlar Hıristiyanlardan müslüman olanlara oranla pek azdırlar, hüküm ise çoğunluğa göredir. (Ve şüphe yok ki, onlar) Hırıstiyan taifesi, hakkı, hakikatı anladıkları takdirde kabulden kaçınmazlar ve Yehûd taifesi gibi (kibir etmek de istemezler) Hırıstiyan taifesi, kalp inceliğine, şefkat ve merhamete sâhip olup müslümanlara karşı Yahudi’ler ve Müşrikler derecesinde düşmanlıkta bulunmazlar. Onlarda böyle bir meziyet görülebilmektedir. Hakikaten tevâzu, hak’ka karşı düşman olmamak takdire şâyân bir özelliktir. İsterse, sâhibi gayrimüslim bulunsun. Şu ciheti de kaydedelim ki: Tefsirlerimizde yazılmış olduğu üzere bu âyeti kerime, Yahudi’ler ile Hıristiyanlar arasındaki farkı, dinleri itibariyle değil, dünyaya düşkün olmaları, kendilerinden başka milletlere fenâlık yapmayı bir vazîfe bilip bilmemeleri itibâriyle. İşte bu bakımdan Yahudilerin ahlâkî durumları Hıristiyanlara göre pek ziyâde düşüktür. Yoksa din itibâriyle Hıristiyanların küfrü, Yahudi’lerin küfründen daha galizdir. Çünki Yahudiler, yalnız peygamberlik hususunda mücadelede bulunurlar, Hz. İsa, gibi Son Peygamber Hazretleri gibi Peygamberleri ve onlara verilmiş olan semavî kitapları inkâr ederler. Hırıstiyan taifesi ise ilâhiyat hususunda da tartışmada bulunurlar, Hz. İsa gibi bir insana (hâşâ) ilahlık isnat ederler, Son Peygamber Hazretlerinin risâletini kabul etmezler. Binaenaleyh bu bakımdan Hıristiyanların küfrü daha büyüktür. Fakat bunlar Yahudiler kadar inatçı, başkaları hakkında her halde kötülük ister olmayıp içlerinden insaflıca düşünerek hakkı kabul edenler daha ziyade olduğundan bu bakımda Yahudilere, Müşriklere üstün bulunmuşlardır.
83. Ve Peygambere indirilmiş olanı dinledikleri zaman hakkı bildiklerinden dolayı onların gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün. Derler ki: Ey Rabbimiz! İmân ettik, artık bizi hakka şâhit olanlar ile beraber yaz.
83. Bu mübârek âyetler de ehli kitap arasindan İslâm şerefine nâil olmuş olan zatlarin temiz hareketlerini, emellerini, mükafatlarini bildirmekte, küfründe israr edenlerin de kötü sonlarini göstermektedir. Şöyle ki: (Ve) Hiristiyanlardan olan bir zümre kibir etmedikleri gibi (Peygamber’e) Hz. Muhammed Aleyhisselâm’a Allah tarafından (indirilmiş olanı) hikmet dolu Kur’an-i Kerim’i (dinledikleri zaman) kalblerinde bir irfan nuru parlamaya başlar (hakki bildiklerinden) Kur’an’in yüceliğini, Hz. Muhammed’in peygamberliğinin doğruluğunu evvelce de kendi kitaplarında görüp anlamış bulunduklarından (dolayi onların gözlerinin) bir incelik ile, bir yüksek heyecan ile (yaşla dolup taştığını görürsün) ve onlar Kur’an’i Kerim’in âyetlerini dinledikçe: (Derler ki. Ey Rabbimiz!) Biz bu Kur’an’i Kerim’e ve kendisine bu Kur’an’i Kerim nâzil olan Yüce Peygambere (imân ettik) bu bir hak sözdür, bu Yüce Peygamberde bir Resûlu kibriyâdır, son peygamberdir. Buna inanmışızdır, (artık) Ey Yüce Yaratıcı!, (bizi şâhit olanlar ile beraber yaz) yani: Bizi Kur’an’ı Kerim’in doğruluğuna, Hz. Muhammed’in risaletine şâhitlik eden zâtlar ile beraber haşret veya o Yüce Peygamber’in yarın kıyâmet gününde diğer ümmetler üzerine şahitlikte bulunacak olan İslâm ümmeti zümresine bizleri de kat. Bu zâtlar, müslümanların bu vasfını İncil’de görmüş oldukları için böyle bir niyazda bulunmuşlardır.
84. Ve biz ne için Allah Teâlâ’ya ve bize hak’tan gelene imân etmeyelim? Halbuki biz ümit ederiz ki, Rabbimiz bizi sâlihler olan kavim ile beraber cennete soksun.
84. (Ve) O zâtlar derler ki: (biz ne için Allah Teâlâ’ya ve bize haktan gelene) Kur’an’ı Kerim’e, onu tebliğ eden Yüce Peygambere (imân etmeyelim?.) bizim akıl ve izânımız yok mu?. Böyle parlak bir hakikat karşısında bulunduğumuz halde onu nasıl inkâr edebiliriz? (Halbuki, biz ümit ederiz ki) Yarın âhirette (Rabbimiz bizi sâlihler olan kavim ile beraber) -cennete- (soksun) binaenaleyh artık kendimizi imân nîmetinden nasıl mahrum bırakabiliriz?. Hayır bırakamayız.
85. Artık Allah Teâlâ da onlara bu söylediklerinden dolayı altından ırmaklar akan cennetleri, içlerinde ebediyen kalıcı olmaları üzere ihsan buyurdu. Bu ise iyi hareket edenlerin mükâfatıdır.
85. (Artık Allah Teâlâ’da) Lütfetti (onlara) o İslâmiyet’e saygı gösteren, Kur’an’ı Kerim’i tasdik eden münevver zümreye (bu söylediklerinden) bu güzel kanaat ve inançlarından (dolayı) en büyük mükâfatlar verdi, şöyle ki: Onlara âhirete gidince (altından ırmaklar akan cennetleri, içlerinde ebediyen kalıcı olmaları üzere ihsan buyurdu.) onlar imân ile âhirete gidip cennetlerde ebedî bir şekilde kalmaya namzet oldular. (Bu ise) Böyle ebedî bir saadet ve mükâfata nâil olmak ise (iyi hareket edenlerin) inançlarını, amellerini güzelce tazim edenlerin, her hususta ihsanı, güzel hareketi alışkanlık haline getirenlerin (mükâfâtıdır.)
§ Rivâyete göre bu dört âyeti kerime, Necaşî ile onun arkadaşları hakkında nâzil olmuştur. Şöyle ki: Rasûlü Ekrem Efendimiz, Necaşî’ye bir yüce mektubunu göndermiş, onu imâna dâvet etmişti, Necaşî bu mübârek risâlet mektubunu alınca Habeşede bulunan Hz. Cafer ile diğer muhâcirleri yanına çağırmış, bir takım keşişler ile rahiblerde hazır bulunmuş idi. Hz. Cafer’e Kur’an okumasını teklif etmiş, o da Meryem sûresini okumuş, bunu dinleyince bir mânevî zevk ile ağlamaya başlamışlar, gözlerinden sular serpilmeğe başlamış, Necaşî’de yanındaki din adamları da mucize Kur’an-ı Kerim’e imân etmişlerdi. Diğer bir rivâyete göre de Necaşî, Hz. Peygamber’in huzuruna kendi kavminden yetmiş kadar zâtı elçi olarak göndermişti. Rasûlü Ekrem Hazretleri onlara sûre’i Meryem’i okumuş, onar da bunu dinleyince ağlayarak İslâm dinini kabul eylemişlerdi.
86. Ve kâfir olanlar ve bizim âyetlerimizi inkâr edenler ise onlar cehennem ashâbıdırlar.
86. Fakat Peygamber’i yalanlayanlar (Ve) Cenâb-ı Hak’kın birliğini inkâr ederek (kâfir olanlar) şirk ve üçleme inançlarında devam eyleyenler (ve bizim âyetlerimizi) Yüce Allah’ın varlığına, birliğine, azamet ve kudretine şâhitlik edip duran hârikaları, yaratılış eserlerini (inkâr edenler ise) bu hal üzere ölünce şirk ve küfr içinde ölmüş olurlar. Binaenaleyh (onlar) artık (cehennem ashâbıdırlar) ebedî olarak cehennemde kalıp azap çekeceklerdir. Onların devamlı olan kötü inançlarının cezâsı da böyle devamlı olacaktır. Evet… Cenâb-ı Hak’ki ve Yüce Peygamber’i tasdik edenler, ebedî olarak cennette kalacaklardır. Bunları inkâr edenler de sürekli olarak cehennemde azap çekeceklerdir. Ne büyük bir teşvik, ne müthiş bir uyarı!.
87. Ey imân edenler! Allah Teâlâ’nın sizin için helâl kılmış olduğu temiz şeyleri haram kılmayınız, haddi de aşmayınız. Şüphe yok ki Allah Teâlâ haddi aşanları sevmez.
87. Bu mübârek âyetler, müslümanlara helâl olan nîmetlerden istifâde etmelerini, fakat bu hususta ifrat ve tefritten sakınmalarını emir ve tavsiye etmektedir. Çünki bazı milletler gibi büsbütün dünyaya dalmak yerilmiş olduğu gibi diğer bazı tâifeler gibi dünyada büsbütün alâkayı kesip bir ruhbanlık, cahilce bir zühd dairesinde yaşamak ta uygun değildir. Her hususta dengeli olmaktan ayrılmamalıdır. Şöyle ki: (Ey imân edenler) Ey İslâm şerefine nâil olan kullar!. (Allah Teâlâ’nın sizin için) Yaratıp kendilerinden istifâde etmenizi (helâl kılmış olduğu) tayyibâtı, yani: (temiz) Leziz, faydalı olan (şeyleri) kendinize (haram kılmayınız) nefsinizi onlardan mahrum bırakmaya azmetmeyiniz. Bu bir tefritten ibârettir. Bununla beraber böyle temiz, leziz şeylerden istifade hususunda (haddi de asmayınız) helâl sahasını tecâvüz etmeyiniz, lüzumundan fazla sarfiyat ile israfa meydan vermeyiniz, nîmetin kadrini biliniz, aksi takdirde ifrata düşmüş, nîmeti boş yere zâyi etmiş olursunuz. (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ) Kullarına her hususta dengeli olmayı hikmet ve menfaate riâyet! emreder, (haddi aşanları) helâl miktarı bırakıp da haram, zararlı bir sahaya can atanları (sevmez) onları ilâhî rızâsına aykırı harekette bulunmuş olacakları için, ilâhî nîmetlere nâil buyurmaz.
§ Tayyibât, nefislerin iştihasını, kalblerin meylini çeken leziz şeylerdir.
88. Ve Allah Teâlâ’nın sizi rızıklandırmış olduğu şeylerden helâl ve temiz olanları yiyiniz, kendisine imân etmiş olduğunuz Allah Teâlâ’dan da korkunuz.
88. (Ve) Ey müslümanlar!. (Allah Teâlâ’nın sizi rızıklandırmış olduğu şeylerden) Size vermiş olduğu nîmetlerden (helâl ve temiz olanları yiyiniz) yalnız onlardan istifâde ediniz, yalnız onlardan yiyip faydalanmanız size mübah bulunmuştur. İstifadesi dinen haram olan şeylerden istifadeye kalkışmayınız (kendisine imân etmiş olduğunuz Allah Teâlâ’dan korkunuz) onun emir ve yasağına aykırı harekete cür’et etmeyiniz, çünki sizin selâmet ve saadetiniz ancak o şekilde ortaya çıkar.
§ Rivâyete göre bir gün Rasûlü Ekrem Efendimiz, eshabı kiramına kıyâmet gününü anlatarak bir hayli uyarma ve sakındırmada bulunmuştu. Bunun üzerine, eshabı kiram, Osman İbni Mezu’nun hanesinde toplanarak kendi nefislerine dünya nimetlerini haram kılmaya, gündüzleri oruç tutmaya, geceleri ibâdetle meşgul olmaya, et yememeye, döşeklerde yatmamaya, eşlerine yaklaşmamaya, sade bir kıyafetle seyahatlerde bulunmaya karar vermişler. Rasûlü Ekrem, Sallallahu Aleyhi Vesellem Efendimiz, bu karardan haberdar olunca buyurdu ki: Yok ben bununla emir olunmadım, sizin üzerinizde nefsinizin de hakkı vardır. Hem oruç tutunuz, hem de iftar ediniz, hem kalkınız, hem de uyuyunuz, çünki ben de hem kalkarım, hem de uyurum, hem omç tutar, hem de iftar ederim, ve et de yağ da yerim ve eşlerime de yaklaşırım, artık her kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir, İşte bu hâdise üzerine bu mübârek âyetler nâzil olmuştur. Zâten bunun hilâfına hareket, hayata tesir eder, azaları zaafa düşürür, akıl ve fikire zarar verir, dinî, dünyevî vazîfeler hakkiyle yapılamaz. Bununla beraber bütün dünyevî lezzetlere dalmak ta insanı mânevî olgunluklardan mahrum bırakır, uhrevî selâmet ve saadeti temîne çalışmaktan alıkoyar, hayvanî bir hayat yüz gösterir durur. Bu sebeple böyle hareket de asla uygun olamaz. Binaenaleyh her hususta dengeye riâyet etmek, ifrat ve tefritten kaçınmak, hikmet gereğidir. İşte bu mübârek âyetler de bizlere bunları telkin buyurmaktadır.
89. Allah Teâlâ sizleri yeminlerinizdeki lağv sebebiyle sorumlu tutmaz. Velâkin sizi bile bile yaptığınız yeminler ile sorumlu tutar. Bunun keffareti ise ailenize yedirdiğinizin orta derecesinden on fakiri doyurmak, veyahut giydirmek, yahut bir köle serbest bırakmaktır. Fakat kim bunları bulamazsa üç gün oruç tutar. İşte bu, yemin ettiğiniz vakit yeminlerinizin keffâretidir. Bununla beraber yeminlerinizi koruyunuz. İşte Allah Teâlâ âyetlerini sizin için böylece beyan ediyor, tâki şükr edesiniz.
89. Bu âyeti kerime, herhangi bir hususa dâir, meselâ güzel olan şeyleri terketmeğe ait yapılan yeminlerin mâhiyetlerine göre hükmünü beyan etmekte ve yeminlere uyulmasını tavsiye buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey Ümmeti Muhammed!. (Allah Teâlâ sizleri yeminlerinizdeki lağv sebebiyle sorumlu tutmaz) bunun üzerine cezâ’î bir hüküm gelmez, bu bir önemsiz yemindir. (Velâkin) Allah Teâlâ Ey insanlar!. (sizi -bilebile-) kasden (yaptığınız) ve tevsik ettiğiniz (yeminler ile sorumlu tutar) bu yeminlerden dolayı hanis olunca, yani o yemine riâyet etmeyip onu bozunca Hak Teâlâ Hazretleri sizleri sorumlu tutar. O halde bu sorumluluktan, bu mesuliyetten kurtulmanın (keffareti) yani: Bu husustaki mes’uliyetin, günahın af ve örtülmesinin çaresi (ise ailenize yedirdiğinizin) onların iâşelerine sarfettiğiniz yemeklerin (orta derecesinden on fakiri doyurmak) dır ve (yahut) on fakire orta halde, avret yerlerini örtecek derecede birer elbise, meselâ birer uzunca entari (giydirmek) dir. (yahut bir köle) Veya câriye (azat etmektir) bu suretle Allah’ın affına kavuşmak temenni olunur. (Fakat kim bunları bulamazsa) Fakir bir halde bulunursa o takdirde (üç gün) aralıksız (oruç tutar) bu şekilde ilâhî affı istirhamda bulunur. (İşte bu) beyan olunan şeylerin her biri (yemin ettiğiniz vakit) yemini bozunca (yeminlerinizin keffâretidir) bu sebeble Cenab’ı Hak sizi ilâhî affına mazhar buyurur. (Bununla beraber yeminlerinizi koruyunuz) Bir kere lüzumsuz yere yemin etmemelidir, yemin edince de ona riâyette bulunmalıdır. Meğer ki uymamayı icâbeden bir şer’î hüküm bulunsun. (İşte Allah Teâlâ âyetlerini) Şer-i şerifin hükümlerini, müsaadelerini (sizin için böylece beyan ediyor) sizleri uyanmaya, dinî hükümlere uymaya dâvet buyuruyor (tâki şükr edesiniz.) O Yüce Yaratıcının bu talimatına, bu kolaylıklarına karşı şükran borçlu olduğunuzu bilip kulluk secdesine kapanasınız.
§ Keffareti icap eden bir yemin, birden çok olunca keffâret de birden fazla olur. Fakat İmam Muhammed’e göre yemin keffâretleri çoğalınca tedahül eder. Yani: Bir keffâretle hepsinin sorumluluğundan çıkılmış olur.
§ Yapılan bir yemine riâyet edilmesi lâzımdır. Meğer ki, buna riâyet edilmesi, bir vecibenin, bir âmme menfaatinin yok olmasına sebep olsun veya bir kötülüğün işlenmesine sebebiyet versin. O takdirde bu yemine riâyet edilmesi icab etmez, bu yemin bozulur, sonra keffâret verilir. Hak Teâlâ’dan af niyâz edilir. Meselâ: Bir kimse borcunu vermemeğe veya babasıyla konuşmamaya yemin etse bunda devam etmesi câiz olmaz, belki borcunu verir, babasıyla konuşur, sonra da kefârette bulunur.
§ Vallah-i, Billâh-i Tallah-i denilmesi ve Allah Teâlâya kasem ederim, yemin ederim, şahadet ederim denilmesi birer yemindir. Allah Teâlâya ahdım olsun, üzerime andolsun denilmesi de birer yemindir. Kezalik: Helâli haram kılmak, meselâ: Şu yemeği yemek benim için haram olsun demek te bir yemindir. Bir kimse “şöyle yaparsam kâfir olayım veya Allah’ın kulu, Peygamberin ümmeti olmayayım” dese bununla maksadına bakılır. Eğer böyle bir sözü sırf bir yemin inancıyla iddiasına kuvvet vermek için söylemiş ise bu bir yemin olur. Fakat bu sözü bununla kâfir olacağına inandığı halde söylemiş ise bu yemin olmaz kendisine tövbe ve istiğfar ve imânı yenilemek ve nikâhı yenilemek lâzım gelir, yeminini bozmuş olsun olmasın eşittir. Yemin meseleleri için Bakara sûresindeki 224 numaralı âyeti kerimenin tefsirine de müracaat ediniz!.
90. Ey imân edenler! Muhakkak ki, içki, kumar, putlar ve kısmet için çekilen zarlar şeytanın işinden olan murdar bir şeydir. Artık ondan kaçınınız ki, kurtuluş bulabilesiniz.
90. Bu mübârek âyetler, temiz gıdalardan olmayan sarhoş edici maddeler ve diğerlerinin kötü mahiyetlerini, onların cemiyet hayatındaki zararlı etkilerini bildirirerek onlardan kaçınılmasını ve Cenab’ı Hak ile Rasûlü Ekrem’ine itaatin lüzumunu ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ey imân edenler!.) Ey müslüman bulunan insanlar!. (Muhakkak ki, içki) Aklı örten ve bozan rakı, şarap gibi herhangi bir mayi (kumar, putlar) ibâdet için hazırlanmış putlar (ve kısmet için çekilen zarlar) kumar ve piyango kalemleri (şeytanın işinden olan murdar) temiz ruhların kendilerinden sakındığı birer pis (şeydir) onlara meydan vermek asla muvafık olamaz (Artık ondan) öyle murdar, zararlı olan herhangi bir şeyden (kaçınız ki, kurtuluş bulabilesiniz) evet… Siz felâh ve kurtuluşunuzu bunlardan kaçınmak sûretiyle arayınız, ve illâ felâh ve kurtuluşa imkân yoktur. Bunlar insanları maddî ve mânevî hayattan mahrum bırakacak en zararlı musîbetlerdir. Maide sûresinin (3) cü âyeti kerimesine de müracaat!.
.91. Şüphe yok ki: Şeytan aranıza ancak içki ile, kumar ile düşmanlık düşürmeyi ve sizi Allah Teâlâ’nın zikrinden ve namazdan alıkoymayı ister. Artık siz vazgeçtiniz değil mi?
91. Ey insanlar!. O pis şeylerin mahiyetini, zararlı sonuçlarını bir kere düşününüz!. (Şüphe yok ki, şeytan, aranıza) Cemiyetiniz içine (ancak içki ile) sarhoşluk veren herhangi birşey ile (kumar ile düşmanlık düşürmeyi) ister ki, bu; işbu haram kılınan şeylerin dünyevî kötülükleri cümlesindendir, (ve sizi Allah Teâlâ’nın zikrinden) Onun yüce hükümlerini düşünme duygusundan (ve namazdan) öyle yüce bir vazîfeyi ifadan (alıkoymak ister) ki, bu da işbu haram kılınan şeylerin sebebiyet verdiği dinî zararlar cümlesindendir. Evet. İçki ile kumar, yüzünden insanlar birbirlerine karşı düşmanca bir vaziyet alırlar, aralarında birçok tartışmalar meydana gelir, bu sebeble nice cinayetler vuku bulur, nitekim olayları yazan gazeteler bu gibi faciaları dâima teşhir edip durmaktadır. Bununla beraber bu haramlara müptelâ olanlar çok kere sağlık ve âfiyetlerini, güzelce anlama ve düşünme kuvvetlerini kaybederler, vakitleri gafletle: Şehvetle, akılsızca bir surette geçer gider, Cenab’ı Hak’kın zikrinden, üzerlerine düşen namaz gibi vazîfelerini ifâ etmekten mahrum kalırlar. İşte diğer yasakları yapmak da bu gibi nice helâk edici, ilâhî azâbı çeken hallere sebebiyet verir durur.(Artık siz) Ey mükellef olan akıl sâhipleri!. O gibi câhiliyet zamanına ait şeylerin ne kadar fenalıklara sebebiyet verdiğini anlamış bulunuyorsunuz, artık siz o gibi kötü, zararlı şeylerden (vazgeçiniz değil mi?) bunların bu fasit mahiyetleri, rezalet getiren halleri böyle ortaya çıkmış olduğundan elbette bunlardan vazgeçmek herhalde lâzımdır. Aksi takdirde dünyevî, uhrevî felâketlerin yüz gösterip duracağını elbette takdir edersiniz!.
92. Allah Teâlâ’ya itaat ediniz ve peygambere itaat ediniz ve muhalefetten sakınınız. Şayet yüz çevirirseniz artık biliniz ki, bizim Peygamberimizin üzerine ait olan, apaçık bir tebliğden ibârettir.
92. Ey imân sahibi olan insanlar!. (Allah Teâlâ’ya itaat ediniz ve Peygamber’e itaat ediniz) Onların bütün emirlerine, yasaklarına lâikiyle riâyette bulununuz (ve) onlara (muhalefetten sakınınız) gerek içki ve kumar hakkındaki ve gerek diğer şeyler hakkındaki vâki olan tekliflerine aykırı hareketlerden tamamen kaçınınız, sizin felâh ve kurtuluşunuz ancak o sayede gerçekleşir. (Şayet yüz çevirirseniz) Onların emirlerine, yasaklarına uymaktan yüz çevirirseniz (artık biliniz ki, bizim Peygamberimizin üzerine ait olan, apaçık bir tebliğden ibâretdir.) O Yüce Peygamber ise bu tebliğ vazîfesini böyle Kur’an-ı Kerim ile fevkalâde bir şekilde ifa etmiştir. Artık aleyhinizde ilâhî delil tamam olmuş, sizlerin mazerette bulunmaya bir selâhiyetiniz kalmamıştır. Binaenaleyh bunun neticesi, sorumluluktan, uhrevî azap ve cezadan başka değildir. Ne muazzam bir ilâhî tehdit!..
93. İmân edip de salih salih amellerde bulunanların üzerine sakınıp da mü’min bulundukları ve güzel güzel işleri işledikleri, sonra da takva sâhibi oldukları ve imân eyledikleri, sonra da sakınarak ihsan yaptıkları takdirde evvelce tatmış oldukları şeyde bir günah yoktur. Ve Allah Teâlâ güzel iş yapanları sever.
93. Bu âyeti kerime, imân ile nitelenmiş, sarhoşluk veren şeyler ve kumar hakkındaki ilâhî yasağa inanmış ve Cenab’ı Hak’tan lâikiyle korkanların üzerine bu sarhoş edici şeyleri ve kumarı yasaklanmadan önce kullanmış olmalarından dolayı bir mesuliyet tereddüt etmiyeceğini müjdelemekte, bu yasağa uymaya devam etmelerini tavsiye buyurmaktadır. Şöyle ki: Allah Teâlâ’ya ve onun bütün hükümlerine (imân edîp de) üzerlerine düşen eden (salih salih) Allah’ın rızâsını kazandıran, seçkin (amellerde) ibadetlerde, hareketlerde (bulunanların üzerine sakınıp da mü’min bulunduktan) Cenâb-ı Hak’kın haram kıldığı şeylerden sakınıp da bu haram kılmanın bir ilâhî emir olduğuna inandıkları (ve güzel güzel işleri) vazîfeleri, hayırlı muameleleri (işledikleri) imânlarında, salih amellerinde devam ve sebat eyledikleri (sonra da takva sâhibi oldukları ve imân eyledikleri) yani kimseye zülûm ve cefâ etmeyip o gibi yasaklardan sakınarak bu husustaki ilâhî hükümlere güzelce imân ettikleri (sonra da) evvelce mübah iken bilahara haram kılınan şeylerden hakkiyle (sakınarak ihsan yaptıkları) güzel, muntazam amellere devam edip herkese iyilikte bulunmak istedikleri, velhâsıl Hak Teâlâ’nın bütün emirlerine riâyette, yasakladığı şeylerden güzelce sakındıkları (takdirde evvelce) haram kılınmadan önce (tatmış oldukları) yiyip içmiş bulundukları herhangi bir (şeyde bir günah yoktur) bundan dolayı mesul, bir azâba uğramayacaklardır. Elverir ki, beyan olunduğu üzere haram kılındıktan sonra onlardan kaçınarak temizce, takvâ sâhibi olarak bir hayat geçirmeğe devam edecek olsunlar. (Ve Allah Teâlâ güzel iş yapanları sever.) Artık bu ilâhî muhabbete nâil olmak için güzel iş yapmaya çalışmalı değil midir?. Takvânın, ihsanın ehemmiyetine, muhtelif derecelerine ve bunlar ile vasıflanmaya teşvik ve özendirme hikmetine binaen bunlar mükerrer olarak zikrolunmuştur.
§ Rivayete göre içkinin, kumarın ve benzerlerinin haram kılınması hakkındaki âyeti kerime nâzil olunca eshabı kiram, endişeye düşmüşler, Ya Rasûlüllah!. Bizim bir takım kardeşlerimiz, meselâ Uhud gazvesinde şehit olan zâtlar vaktiyle şarap içer, kumardan kazandıklarını yerlerdi, onlar bu yasaklamadan evvel vefat etmişlerdir. Onların halleri ne olacaktır?, diye sual etmişler, bunun üzerine bu âyeti kerime nâzil olmuş, bunları haram kılınmadan önce yapmış olanların mesul olmayacakları bildirilmiştir. Elverir ki, Cenâb-ı Hak’kın bütün hükümlerine inanır bulunmuş, Cenâb-ı Hak’tan korkmuş olsunlar, daha sonra vâki olan haram kılmayı öğrenenler de bunun bir ilâhî hüküm olduğunu kabul ederek böyle haram kılınan herhangi şeyi yapmaktan çekinsinler, Allah Teâlâ’dan hakkiyle korksunlar, güzel hareketlere devam etsinler. Başarı Allah’tandır.
94. Ey imân edenler! Allah Teâlâ elbette sizi kendi ellerinizin ve mızraklarınızın erişebileceği avdan birşey ile imtihan edecektir. Tâki Hak Teâlâ kendisinden gizlide korkanları bilsin. Yani onları meydana çıkarsın Artık bundan sonra kim tecâvüz ederse ona elem verici bir azap vardır.
94. Bu âyeti kerime, şarap ve kumar mutlaka haram olduğu gibi ihram halinde de bir kısım avların haram bulunduğunu beyan ve bu haram oluşun da ilâhî bir imtihanından ibâret olduğunu ihtar etmektedir. Şöyle ki: (Ey imân edenler!.) Ey ehli İslâm!. (Allah Teâlâ) ya yemin olsun ki (elbette sizi kendi ellerinizin ve mızraklarınızın erişebileceği) avlamalarına ellerinizle, silâhlarınızla muktedir bulunacağınız (avdan) karada bulunan ve etlerini yemek haddizatında helâl bulunmuş olan veya olmayan hayvanları avlamaktan ibâret (birşey ile), onları avlamayı size ihram halinde, harem sahasında haram kılmakla (imtihan edecektir) yani: Hakkınızda imtihan muamelesi yapacaktır, (Tâki Hak Teâlâ kendisinden gizlide korkanları bilsin) yani: Onları meydana çıkarsın, ilâhî zatından korkanlar ile korkmayanları temyiz etsin, başkalarına bildirsin bu suretle halleri, ilâhî emirlere olan bağlılık dereceleri ortaya çıksın. (Artık bundan) yani: Böyle ilâhî bir imtihana dinî bir hikmete binaen o avın haram kılınmış olduğu beyan buyrulduktan (sonra kim tecâvüz ederse) o yasaklanan hayvanları avlarsa (ona) böyle ilâhî yasağa muhalefet eden şahsa (elim bir azap vardır) o, dünyada da, âhirette de cezâyı hak etmiş olur.
§ Rivâyete göre Hudeybiye senesi eshâbı kiram hac için ehramda bulundukları sırada Cenâb-ı Hak, kendilerini birçok av hayvanlarıyle imtihan buyurmuş, birçok kuşlar vahşi hayvanlar fevkalâde ziyâde bir suretle bu zatların etrafını istilâda bulunmuş, bunları elleriyle, mızraklariyle avlamaya muktedir bulunmuşlar, işte bu sırada bu âyeti kerime nâzil olmuş, onlar bu hayvanları avlamaktan bir ilâhî imtihan olmak üzere yasaklanmışlardır.
95. Ey mü’minler! Siz ihramda iken avı öldürmeyiniz, sizden her kim onu kasden öldürürse üzerine o öldürdüğü hayvanın misli bir cezâ vardır ki, Kâbe’ye ulaşacak bir kurbanlık olmak üzere buna sizden iki adâlet sâhibi hükmeder veya bir keffâret vardır ki, o da fakirleri doyurmaktır veya onun dengi olarak oruç tutmaktır. Tâki bu suretle yaptığının vebalini tatsın. Allah Teâlâ geçmiş olanı af buyurmuştur. Ve her kim bir daha böyle yaparsa elbette Allah Teâlâ ondan intikamını alır ve Allah Teâlâ azizdir, intikam sahibidir.
95. Bu âyeti kerime, ehram halinde av avlamanın haram olduğunu açıkça beyan ve böyle kusurun meydana gelmesi halinde kayb olanı telâfi etmek ve günâhı sevap ile silmek için ne gibi bir muamelenin yapılması icâbedeceğini izah buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ey mü’minler!. Siz ihramda iken) Yani: Hac veya ûmre veya her ikisi için ihramlı bulunduğunuz zaman, isterse harem sınırları hâriçinde bulunmuş olunuz, nitekim ihramlı olmadığınız halde sınırları içinde bulunduğunuz takdirde de (avı) etleri yenilen hayvanları (öldürmeyiniz) bunları öldürmek bir hikmet gereği yasaklanmıştır. Şayet (sizden her kim onu) o bilinen avı (kasden) ehramda bulunduğunu hatırladığı ve bunu öldürmenin haramlığını bildiği halde (öldürürse üzerine o öldürdüğü hayvanın misli) onun kıymetince dengi (bir cezâ vardır ki. Kâbe’ye) haremi şerif dairesine (ulaşacak bir kurbanlık olmak üzere buna) bu öldürülenin misline (siz) müslümanlardan (iki adâlet sâhibi hüküm eder) onun kıymetini tâyin eyler (veya bir keffâret vardır ki, o da fakirleri doyurmaktır) o öldürdüğü avın kıymeti miktarı fakirlere yemek verilmesidir, (veya onun dengi) O yedirilecek fakirlerin sayısı miktarınca (oruç tutmaktır) şöyle ki: İmamı Âzam ile Ebu Yusuf’a göre öldürülen avın kıymeti bakımından misli gözönüne alınır. Avın avlandığı yerdeki veya ona yakın yerdeki kıymeti tayin edilir. Eğer kıymeti bir kurban kıymetine denk bulunursa bunu avlamış olan ihramı, serbesttir, ya o kıymette bir kurban alarak onu hareme ulaştırır veya o kıymette yemek satın alarak her fakire yarım sa’ yani beşyüz yirmi dirhem buğday veya bir sa’ miktarı başka bir taam, meselâ arpa verir veyahut her fakire vereceği yemeğe bedel birer gün oruç tutar. Eğer bir fakire verilecek yemek bedelinden noksan bir şey kalırsa bunu da ya fakirlere sadaka verir veya onun karşılığında da bir gün oruç tutar. Fakat İmam Mâlik ve Şafi’i gibi diğer müctehitlere göre bu öldürülen avın mislinden maksat, yaratılış ve şekil itibariyle benzeridir. Eshabı kiramdan rivâyet olunduğuna göre onlar öldürülen bir deve kuşundan dolayı kurban olarak boğazlanacak bir deve ve bir geyikten dolayı bir koyun, ve bir yaban eşeğinden dolayı bir sığır ve bir tavşandan dolayı bir dişi keçi alınıp kurban edilmesini vacip görürlerdi. Fakat deniliyor ki, bu hususta Kur’anın, metni misli vacip kılmıştır. Mutlak misilden maksat ise kitaba, sünnete, icma’a ve makule göre ya hem şeklen, hem de manen misildir veya yalnız manen misildir. Burada ise hem şeklen hem de manen misil irâde edilmediği bir icma sabit olduğundan bununla manen misil kasdedildiği belli olmuş bulunmaktadır. Nitekim kul haklarında bilinen böyle bir misildir. Meselâ: Bir hayvan telef edilse bunu tazmin için bu hayvanın her bakımdan bir benzerini bulmak lâzım gelmez. Bilâkis o hayvan yalnız kıymeti İtibariyle tazmin edilir. Aksi takdirde birçok müşkülât yüz gösterir. Velhâsıl öyle haram olan bir avlama hareketinde cür’et etmiş olan şahıs üzerine böyle bir cezâ gelir (Tâki, bu suretle yaptığının) ihramın getirdiği yasağa riâyet etmemenin (vebalini tatsın) zararını çeksin. (Allah Teâlâ geçmiş olanı af buyurmuştur) Yani: Rasûlü Ekrem’den sorup bu husustaki dinî hükmü öğrenmeden evvel veya câhiliyet zamanında yapılmış olan bu tür av ve şikâr hâdiselerinden dolayı bunları yapanları sorumlu tutmamıştır. (Ve her kim) Bu husustaki ilâhî yasaktan sonra (bir daha böyle yaparsa) ihramlı olduğu ve haram sahasında bulunduğu halde böyle kasden av avlarsa (elbette Allah Teâlâ ondan intikamını alır) yani: Onu âhirette cezâya çarptırır. Bununla beraber bir ihrama bir kaç kere av avlarsa üzerine keffâret de o kadar çoğalır. Genel olarak âlimler bu görüştedir. Fakat İbni Abbas ile Şüreh’ten bir rivâyete göre bunun hakkındaki ilâhî intikam, keffâretin vicubuna mânidir, bu intikam ile yetinilmiş, ayrıca keffâret zikredilmemiştir. (ve Allah Teâlâ azizdir) Galiptir, dilediğini yapmaya kadirdir, asla mağlûp ve âciz değildir. Ve (intikam sahibidir) günahlara devam etmeyi yasakları çiğnemeyi alışkanlık haline getirenleri şiddetle cezâlandıracaktır. Artık her insan ona göre uyanık olarak hareketini güzelce tanzim etmeli, Allah’ın hükümlerine riâyet etmeğe çalışmalıdır. Başka türlü kurtuluş çaresi yoktur.
§ Ihram halinde ve harem sahasında avlanmanın haram oluşu, hac’ca ve harem sahasına saygı içindir, o mübârek sahada tam bir saygı ve korku ile hareket ederek Allah’ın mahlûkatına tecavüzden sakınılması lüzumuna işâret içindir. O kutsal saha, insanlar gibi kuşların ve diğer avlanacak hayvanların bir güvenlik ve selâmet sahasıdır. Artık ona karşı gösterilmesi gereken hürmet ve tevâzu’u ihlâl edecek hareketlerden kaçınılması, bir dinî fazîlet gereğidir.
§ Bir ihramı, Karga, Çaylak, Akrep, Yılan, Fare, Sinek, Karınca, Pire, Kene, Arı, Kertenkele, Kelebek gibi av cinsinden olmayan ve insanın bedeninden doğmayan haşeratı ve üzerine saldıran köpeği ve Kurt gibi tabiatında ezâ bulunan herhangi bir yırtıcı av hayvanını öldürse hakkında cezâyı gerektirmez. Fakat bir ihramlı, Çekirgeyi veya üzerindeki biti öldürse veya öleceği yere atsa veya başkasına üzerindeki bitleri öldürmek için gösterse bundan dolayı dilediği miktarlarda az çok birşey tasadduk eder. Sûre’i Bakaradeki (158, 196, 197, 198,) inci âyetlerin tefsirlerine de müracaat ediniz!.
96. Size deniz avı ve onun yiyilmesi bir fâide olmak için helâl kılındı ve sizin üzerinize ihramda bulunduğunuz müddetçe kara avı haram kılınmıştır. Huzuruna toplanacak olduğunuz Allah Teâlâ’dan korkunuz.
96. Bu mübârek âyetler, ihramlılara karadaki avların haram kılınmasına karşılık onlara ve diğerlerine deniz aylarından istifâdenin helâl olduğunu bildirmektedir. Ve Kâbe’i Muazzamanın, haram ayın ehli imân için bir intizam sebebi, bir yükselme ve saadet sebebi olduğuna ve bütün bu kâinatı yaratıp bütün mükevvenatı hakkiyle bilen zâtı ilâhînin elbette ki her hususa ait emir ve yasağının bir hikmet gereği, bir başarı ve terakki vesîlesi bulunduğuna işâret eylemektedir. Şöyle ki: Ey ihramlı olanlar!. (Size deniz avı) Yalnız denizlerde, ırmaklarda veya göllerde yaşayan, etleri yiyilip yiyilmeyen hayvanları avlamak (ve onun yiyilmesi) yani: Onlardan istifâde edilmesi ve balık kabilinden ise yiyilmesi (size) yerleşik olanlarınıza (ve yolculara) ticaret vesâire için o makama gelip gidenlere, misafirlere (bir fâide olmak için) onların tazelerinden yerleşik olanların yemeleri ve onların kesilip etleri kurutulmuş olanlardan da misafir olanların istifâde etmeleri için (helâl kılındı) artık bunlardan istifade edebilirsiniz. (ve sizin üzerinize ihramda bulunduğunuz müddetçe kara avı) çoğunlukla karada yaşayan av hayvanları isterse su kuşları gibi bazı vakitlerde su içinde yaşar olsunlar (haram kılınmıştır) bu da bir hikmet gereğidir. Binaenaleyh ey müslümanlar!. (Huzuruna) Mahkeme’i kübrâsına (toplanacak olduğunuz Allah Teâlâ’dan korkunuz) onun bütün emirlerine uyunuz, bütün bu gibi haram kıldığı şeyleri yapmayınız, sizin için başka sığınacak bir zat, bir makam yoktur.
§ Bizim Hanefî mezhebine göre bir ihramlı, ihramdan önce boğazlamış olduğu bir hayvanın etinden ihramdan sonra yiyebilir. Ve bir ihramlı, helâl = ihramlı olmayan bir kimsenin avladığı hayvanın etinden yiyebilir, isterse ihramlı olmayan, onu o ihramlı için avlamış olsun. Elverir ki, ihramlı o ava işâret ve dalalette bulunmuş olmasın. Fakat İmam Mâlik ile İmam Şartî ve İmam Ahmet’e göre bir ihramlı adına başkalarının avlamış olduğu avın etinden o ihramlı yiyemez.
97. Allah Teâlâ Kâbe’yi, o Beyti haramı ve haram ay” ile o boyunları bağsız ve bağlı kurbanları insanlar için bir medarı istifâde kıldı. Bu da bilmeniz içindir ki, şüphesiz Allah Teâlâ göklerde olanı da ve yerde olanı da bilir ve muhakkak ki, Allah Teâlâ herşeyi tamamıyla bilendir.
97. (Allah Teâlâ Kâbe’yi) O yüce makamı (o Beyti haramı) böyle bir unvana sâhip olan o mübârek mahalli (ve haram ayı ile) kendisinde hac vazîfesi ifâ edilen Zilhicce ayı ile (o boyunları bağsız) olup hedy namını alan kurbanları (ve bağlı) olan (kurbanları) boyunlarına kurban nişânesi asılmış olan ve kalaid ünvânını alan kurban hayvanlarını (insanlar için bir istifâde vâsıtası kıldı) bunlar bir mü’minin dinî ve dünyevî işlerinin yürümesine, güzelce gelişmesine vesîledir. Hac ve ûmre yapacak zatlar oraya yönelirler, bu sâyede bir kısım kusurları af edilir, bir nice sevaplara, derecelere nâil olurlar. Bir takım tacirler de o makam sâyesinde kazanç sâhibi olurlar. Vaktiyle de Kâbe’nin haremine giren bir zayıf kimse, emniyete kavuşur, bir suçlu takipten kurtulurdu. (Bu da) Kâbe’i Muazzamanın, haremi şerifin bu fazîleti, onlara ait bir kısım şer’î hükümlerin ceryânı (bilmeniz) düşünüp hikmet ve faydasını anlamanız (içindir ki, şüphesiz Allah Teâlâ göklerde olanı da ve yerde olanı da bilir) onun her emri ve yasağı bir nice dinî ve dünyevî menfaatleri celbe, bir nice zararları def’e sebebtir. Artık onun bütün şer’î hükümlerinin ve özellikle hacca ihramlılara ve diğerlerine ait kutsal tebliğatının nice hikmetleri, fâideleri içermiş olduğunu kim inkâr edebilir, (ve muhakkak ki. Allah Teâlâ herşeyi tamamiyle bilendir.) Bütün göklerde ve yerde olan şeyleri kullarının bütün fiil ve hareketlerini hakkiyle bilicidir. Binaenaleyh o Yüce Yaratıcıdan korkmalı, onun o mübârek, hikmet dolu emirlerine, yasaklarına gerektiği gibi riâyet etmeye çalışmalıdır.
98. Biliniz ki, Allah Teâlâ’nın cezâsı muhakkak pek şiddetlidir. Ve şüphe yok ki; Allah Teâlâ çok bağışlayan, çok esirgeyendir.
98. Bu mübârek âyetler, Cenâb-ı Hak’kın emirlerine, yasaklarına muhalefetin ne kadar cezâya sebep olacağına işâret etmekteir. Ve Rasûlü Ekrem tarafından dinî hükümler tamamen tebliğ edilmiş olduğundan bu hususta kimsenin bir mazeret ileri sürmeye selahiyeti bulunmadığını, ve herkesin bütün hal ve durumunu hakkiyle bilen Allah Teâlâ’dan korkulmasının lüzumunu bildirmektedir. Ve temiz, helâl kabilinden olan şeyler ile haram bulunan murdar şeylerin eşit olmadığını beyan ile öyle gayrı meşru dünyevî varlıkların çokluğuna kapılmamasını bütün insanlığa şöylece ihtar buyurmaktadır: Ey mükellef insanlar!. (Biliniz ki. Allah Teâlâ’nın cezâsı) Azâbı, onun haram kıldığı şeyleri yapanlar hakkında (muhakkak pek şiddetlidir) bunu düşünmelisiniz, haramları işlememelisiniz, insanlık icâbı yapılmış olan yasak bir fiilde israr edip durmamalısınız. (Ve şüphe yok ki. Allah Teâlâ çok bağışlayandır) Onun haram kıldığı şeylerden kaçınanları veya işledikleri yasaklarda devam etmeyip onları terkedenleri affeder, örter, lûtfuna nâil buyurur. Ve Allah Teâlâ (rahîmdir.) kulları hakkında ilâhî rahmeti pek ziyadedir. Bunun içindir ki, onları ikaz ve irşat için böyle emirlerini onlara Kur’an-ı Kerim ile telkin buyuruyor, tâki onun rahmetine lâyık amellerde bulunmaya gayret etsinler.
99. Peygamberin üzerine tebliğden başka yoktur. Ve Allah Teâlâ ise açıkladığınız şeyi de gizlediğiniz şeyi de bilir.
99. Ey insanlar!. Sizin vazîfeniz tebliğ edilen şer’î hükümlere hakkiyle riâyet etmektir. Bu tebliğ ise size Rasûlü Ekrem vasıtasıyle yapılmıştır. O (Peygamberin üzerine) düşen, risâlet vazîfesi, şer’î hükümleri ümmetlerine (tebliğden başka değildir) o Yüce Resûl ise bu vazîfeyi gerektiği gibi yapmıştır. Artık hakkınızda ilâhî hüccet tamam olmuş, bir mazeret ileri sürmeye asla selâhiyetiniz kalmamıştır. Sizin o tebliğ edilen şeylere itaat etmeniz lâzım bulunmaktadır. (Ve Allah Teâlâ ise açıkladığınız) açıkça yaptığınız (şeyi de, gizlediğiniz) gizlice yaptığınız, kalben düşünüp durduğunuz her (şeyi de bilir) hiçbir hâl ve durumunuz Cenâb-ı Hak’ka hâşâ gizli kalmaz. Binaenaleyh pek uyanık bulununuz, dinî vazîfelerinize riâyetten ayrılmayınız ki, o Yüce Yaratıcının cezasından emin, lütuflarına nâil olasınız.
100. De ki: Murdar ile temiz eşit olmaz. İsterse murdarın çokluğu hoşuna gitsin. Artık ey güzel akıl sâhipleri! Allah Teâlâ’dan korkunuz ki, kurtuluş bulabilesiniz.
100. Ey Yüce Resûlüm!. O mükellef olan kullara (De ki, murdar ile temiz) haram ile helâl, pis olan şey ile temiz olan şey, kötü inanç ve çirkin işler ile güzel inanç, güzel amel Allah katında (eşit olmaz) binaenaleyh murdar, gayrimeşru olan şeylerden kaçınmalı, temiz, Allah katında makbul olan şeyleri elde etmeye çalışmalıdır, bu hususta fedakârlıktan ayrılmamalıdır, gösterişe kapılmamalıdır. (Velevki murdarın çokluğu) Ey mükellef olan insan senin (hoşuna gitsin) evet… pis, gayrimeşru bir malın, bir servetin, bir cemiyetin çokluğu hoşuna gitse de, insanı sevindirip ümide düşerse de bunun bir kıymeti yoktur. Bunlar fâni, zararlı, mesuliyeti gerektiren bir çokluktur. İmdi bunlar temiz, meşru bir nîmet ile, dindar, faziletli bir cemiyet ile eşit olabilirler mi?. İsterse bunların miktarı noksan bulunsun (Artık ey güzel akıl sâhipleri) ey İlim ve irfan sâhipleri!. Öyle bir takım pis şeylerin çokluğuna kıymet vermeyiniz, onları kazanmaya çalışmayınız, onların uhrevî cezaları pek ziyadedir. (Allah Teâlâ’dan korkunuz) Onun kutsal emirlerine, yasaklarına tamamen riâyete çalışınız (ki, kurtuluş bulabilesiniz) dünyevî, uhrevî selâmet ve kurtuluşa nâil olabilesiniz. Temiz şeyleri bırakıp da pis şeylerin arkasına düşenler, aldanırlar, felâh ve kurtuluştan mahrum kalırlar, bir malın herhangi bir şeyin kıymeti, onun çokluğu ile değildir. Belki onu temiz, helâl ilâhî rızâya uygun olması İtibâriyledir. İsterse miktarı az olsun.
§ Bir rivâyete göre bir şahıs, Rasûlü Ekrem’den sormuş ki, içki satmak benim ticaretim idi, onu sattığımdan dolayı mal kazanmış bulunuyorum, o mal ile Cenab’ı Hak’kın itaati uğrunda bir amelde bulunsam bana bir fâide hasıl olur mu?. Aleyhisselâtü Vesselâm Efendimiz de buyurmuş ki: “Sen o malı hac veya cihat veya sadaka yolunda infak etsen, bu bir sivrisinek kanadına bile denk olmaz, Cenâb-ı Hak temiz olandan başkasını kabul buyurmaz. Bunun üzerine bu âyeti kerime nâzil olmuştur.
101. Ey imân edenler! Öyle şeylerden sormayınız ki, eğer size açıklanırsa sizi üzer. Ve eğer siz Kur’an’ın indiği sırada sorarsanız onlar size açılır. Allah Teâlâ onlardan af buyurmuştur. Ve Allah Teâlâ gafurdur, halimdir.
101. Bu mübârek âyetler, Yüce Peygamberin tebliğ etmediği bir takım hikmete muhalif şeylerin sual edilmesi ağır bir teklif e, hoş olmayan bir hadisenin meydana gelmesine sebep olabileceği cihetle bu sorunun hikmete uygun olmadığını ve peygamberin beyanlarını kabul etmeyip inkâr edenlerin küfre düşeceklerini ihtar etmektedir. Şöyle ki: (Ey imân edenler!.) Ey Hz. Muhamed Aleyhisselâm’ın risâletini tasdik eyleyenler!. Ol Yüce Resûle müracaat ederek size tebliğ etmediği (Öyle şeylerden sormayınız ki) bir takım icrâsı çok zor olan veya gizli sırlardan ibâret bulunan şeyler hakkında fetva talebinde bulunmayınız ki (eğer size açıklanırsa) onun zuhuru, size teklif edilmesi, hüzün ve meşakkate sebep olacağı için (sizi üzer) hoşunuza gitmez, sizin rezil olmanıza sebep olabilir. (Ve eğer siz Kur’an’ın indiği sırada) Rasûlü Ekrem’in zamanı saadetinde o gibi şeylerden (sorarsanız) onlar (size açılır) beyan olunur da sizi üzüntüye meşakkate sokar. (Allah Teâlâ onlardan) Evvelce vuku bulmuş olan somlarınızdan veya sual ettiğiniz şeylerden dolayı sizi (af buyurmuştur) artık o gibi şeyleri tekrar sormaya kalkışmayınız (Ve Allah Teâlâ gafurdur) vaki olmuş olan bir kısım günahları, hataları af ve mahv buyurmuştur. Ve (halimdir) yapılan günahlardan dolayı hemen cezâsını acele etmez, merhamet buyurur, tövbe ve istiğfar etmek için müddet bırakır.
102. Gerçekten de öyle şeyleri sizden evvel bir kavim sordu da sonra o sebeble kâfir oldular.
102. (Gerçekten de öyle şeyleri) Bu sizin sual ettiğiniz şeyleri, onlar gibi sakıncalı meseleleri (sizden evvel bir kavim sordu da sonra o sebeble) o sordukları şeyler hakkında beyanlara itaat etmeyip onları inkâra cür’et etmeleri yüzünden (kâfir oldular) nitekim eski kavimlerden bir takımı Peygamberlerinden böyle şeyleri sormuşlar, sonra o şeyler ile mükellef olunca onları terkederek yok olmaya mâruz kalmışlardır. Nitekim Salih Aleyhisselâm’ın kavmi taştan bir devenin çıkmasını istemişler” sonra bir mucize olarak meydana gelen o deveyi boğazladılar. Musa Aleyhisselâm’ın kavmi de “Ya Musa!. Allah Teâlâ’yı bize âşikâre göster” demişler, bu yüzden büyük bir vebâle uğramışlardır. Yine İsrail oğulları Peygamberlerine müracaat ederek “bize bir hükümdar tayin et, Allah yolunda cihatta bulunalım” demişler, sonra kendilerine Talût hükümdar tayin edilince onun emrinde cihatta bulunmaktan kaçınmışlardır. Bunun gibi İsa Aleyhisselâm’ın kavmi de gökten bir sofra inerse imân edeceklerini söylemişler, sofra inince sözlerinde durmayarak küfre düşmüşlerdir.
§ Rivâyete göre eshabı kiramdan bazıları Rasûlü Ekrem Hazretlerinden birçok sualler sormaya başlamışlar. Hz. Peygamber Efendimiz de minbere çıkmış, benden sorunuz, vallahi ben bu makamda bulundukça benden ne sorarsanız size cevabını veririm diye buyurmuş. Nesebi ayıplanan Abdullah İbni huzâfe, ayağa kalkmış, Ey Allah’ın Peygamberi!. Benim babam kimdir? diye sormuş, Rasûlü Ekrem de: Senin baban huzâfe diye buyurmuş, aynı şekilde babası ölmüş bir zat da kalkarak: Ya Rasûlüllah!. Benim babam nerededir diye sormuş, Peygamber Efendimiz de “senin baban ateştedir” diye cevap vermiş, aynı şekilde: Süraka İbni Mâlik de: “Ya Rasûlüllah Hac bizim üzerimize her sene mi farzdır” diye sormuş, Rasûlü ekrem ona cevap vermemiş, yüz çevirmiş Sürake yine sualini iki üç kere tekrar edince Yüce Peygamber Hazretleri: “yazık sana, sana “evet” demiyeceğimi kim temin edebilir?. Vallahi eğer “evet” desem her sene hac farz olur, farz olunca da terkedersiniz, terkedince de küfre düşerseniz. Ben sizi terkettikçe beni terkediniz, yani size fazla teklifte bulunmadıkça artık fazlasını sual etmeyiniz. Şüphe yok ki, sizden evvelki kavimler, çok suallerinden dolayı helâk olmuşlardır. Ben size bir şey ile emir edince ondan gücünüz yettiği miktarı ifâ ediniz ve sizi bir şeyden men edince de ondan kaçınınız. Hz. Ömer, Hz. Peygamber’in üzüldüğünü görmüş, bu hâdise üzerine ayağa kalkmış, biz Allah Teâlâ’nın Rabbimiz olduğuna, İslâmiyet’in dinimiz olduğuna, Hz. Muhammed’in de Peygamberimiz olduğuna râzı olduk demiş, bu olay üzerine bu iki âyeti kerime nâzil olmuştur.
103. Allah Teâlâ behireden, saibeden, vesileden ve hamden hiç birini meşru kılmamıştır. Fakat kâfir olanlar Allah Teâlâ’ya karşı yalan söyleyerek iftirada bulunurlar. Ve onların çokları ise akıl erdiremezler.
103. Bu mübârek âyetler; meşru şeyleri birakip da haram şeyleri işleyen ve bir takim sapik kimseleri taklit edip duran şahislarin bu cahilce hareketlerini kinamaktadir. Şöyle ki: (Allah Teâlâ) Öyle câhiliyet ehlinin uydurduklari gibi (behireden, sa-ibeden, vesileden ve hamden hiç birini -meşrukilmamiştir) câhiliyet zamaninda: Beş kere yavrulayip, da beşinci yavrusu erkek olan devenin kulagini yarar kendisini saliverirlerdi, ondan artik hiç istifâde etmezlerdi. Bu deveye “behîre” denilmiştir. Şaibe de putlar adina adak yapilan develerdir ki, bir maksadin gerçekleşmesi için bir deve adanir, o maksat gerçekleşince o deve de saliverilirdi, ondan fâidelenmeyi kendilerine haram kilarlardi. Vesile de putlara tahsis edilen koyundur. Şöyle ki: Bir koyun dişi doğurursa sâhibinin olurdu, erkek doğumrsa onu putlara tahsis ederlerdi. Şayet ikisini birden doğurursa dişi kardeşine kavşutu derler, artik o erkegi de kurban etmezlerdi. Ham da sülbünden on deve doğmuş olan erkek devedir ki, bunun sirti haram sayilirdi, onu serbest birakirlardi, onu hiçbir sudan veya meradan men etmezlerdi. Ölünce etinden erkekler de kadinlar da yerlerdi. Bunlarin hakkinda başka bazi rivâyetler de vardir. İşte bu gibi hayvanlarin hakkinda böyle muamele yapilmasi için İslâm dininde şer’î bir hüküm yoktur. Böyle bir muamele din adina bir iftiradir. (Fakat kâfir olanlar Allah Teâlâ’ya karşi yalan yere iftirada bulunurlar) Yapacaklarini yapar, sonra da bunu bize Allah Teâlâ emretti, meşru kildi diye yalan söylerler, (onlarin çoklan ise) bu gibi gayrimeşru iddialarda bulunanlara körükörüne tâbi olup giderler. “Amr İbni Lühay ki, Hüzaa kabilesinden bir şahistir. Câhiliyet devrinde Mekke’i Mükerreme’ye hâkim olmuştur, İsmail Aleyhisselâm’in dinini ilk defa bozan budur. Putlar, heykeller edinmiş, behire ve diğer şeyler hakkindaki kâfirce usulü bu adam koymuştur. Artık birçok câhil hak da böyle kâfir, bozguncu, dinî hükümleri ortadan kaldıran bir şahısa tâbi olmuşlardır. Ne kadar üzücü bir alçaklık!.
104. Ve onlara, Allah Teâlâ’nin indirdiğine ve Peygambere (sünnetine) geliniz denildiği vakit “babalarımızı üzerinde bulunduğumuz şeyler bize yeter” derler. Ya babaları hiçbir şey bilmiyorlar ve doğru yola gitmiyorlar idiyseler de mi?
104. (Ve onlara) Öyle bâtıl şeyleri yapanlara, bir takım dinsizlere tâbi olan birçok kimselere (Allah Teâlâ’nın indirdiğine) helâl ve haramı beyan eden Kur’an’ı Kerim’e (ve Peygambere) kendisine Kur’an’ı Kerim’in nâzil olduğu Yüce resûle (geliniz) onların beyanlarına tâbi olunuz, tâki, gerçek durumu bilip, doğru yola girmiş olabilesiniz, (denildiği vakit) Onlar bu irşat ve ikazı kabul etmez, sapıklıklarında israr eder dururlar, (babalarımızın üzerinde bulunduğumuz) Onların yapıp durduğunu bildiğimiz (şeyler bize yeter) bizim için onlar yeterlidir (derler) ne cahilce bir iddia!, (babaları hiç birşey bilmiyorlar) Cehâlet içinde yaşamış bulunuyorlar (ve doğru yola gitmiyorlar idiyseler de mi?) onlara tâbi olup duracaklar?. Bu ne kadar inatçı, şaşılacak bir iddia, bir hareketi, İnsan, makul, meşru olan hususlarda başkalarına tâbi olur, bundan istifâde eder, fakat bir takım inkârcılara, câhillere körükörüne tâbi olmalı mıdır? Hakikat meydanda iken onun aksini iddia edenlerin sözlerine kıymet vermek, maddî ve mânevî bir düşüş, bir alçaklık nişânesi değil midir?. Binaenaleyh bu gibi zararlı, helâk edici iddialar asla kıymet vermemeli, onlardan pek ziyâde kaçınmalıdır. Ferdî ve içtimai selâmet ve saadet ancak bu şekilde sağlanmış olur.
105. Ey imân edenler! Siz kendi nefisinize bakınız. Siz hidayette bulunduktan sonra sapıklığa düşmüş olanlar size bir zarar veremez. Hepinizin sonunda varacağı Allah Teâlâ’dır, o da size ne yaptığınızı haber verecektir.
105. Bu âyeti kerime, müslümanları uyanmaya dâvet ediyor, bir takım sapıklar! taklit etmekten men eyliyor, müslümanlara kendi vazîfelerini ifâ, mukaddesata riâyet ettikleri takdirde sapıklar yüzünden mesul, azâba mâruz olmayacaklarını müjdeliyor. Şöyle ki: (Ey imân edenler) Siz öyle kâfirlere, bir takım yanlış inançlara saplanmış kimselere bakmayınız (Siz kendi nefsinize bakınız) kendi şahsınızı İslaha, temiz bir inanç dairesinde yaşamaya dikkat ediniz, üzerinize düşen vazîfeleri ifâya çalışınız, ve siz hakiki mü’minler bir nefs hükmünde bulunduğunuz için birbirinizi irşat ve yükseltmeye gayret ediniz. Size en çok lâzım olan budur. (Siz hidayette bulunduktan sonra) Dinî hükümlere riayetkâr olup takvâ sâhibi olarak yaşadığınız takdirde (sapıklığa düşmüş olanlar size bir zarar veremez) siz onların yüzünden âhirette mesul olmazsınız. Elverir ki, siz üzerinize düşen dinî vazîfeleri ifâ etmiş ve mümkün olduğu takdirde o sapıklara karşı iyiliği emredip kötülükten alıkoyar bulunmuş olasınız. Çünki bu vazifeye riâyet de hidâyete kavuşma cümlesindendir. Bu vazîfeyi ifâya güçleri yettiği halde yapmayanlar sapıkların felâkete uğramaları halinde onlarda zarar görecekler, bu yüzden Allah katında mesul bulunacaklardır. Nitekim birçok âyetler hadisler bize bu vazîfeyi emretmektedir. Ey insanlar!. (Hepinizin sonunda varacağı) Kıyâmet günü mânevî huzurunda toplanarak muhakemeye tâbi olacağı zât ancak (Allah Teâlâ’dır) gerek hidâyete erenler ve gerek sapıklar Cenab’ı Hak’kın mahkeme’i kübrâsına getirileceklerdir. (o) Yaratıcı Hâkim (de size) ey insanlık zümresi!. Dünya hayatında (ne yaptığınızı haber verecektir.) hidâyete götüren amellerde mi bulundunuz, yoksa sapıklık yolunu mu takip ettiniz,bunlar size bildirilerek ona göre lâik olduğunuz mükâfatlara veya cezalara kavuşturulacaksınızdır. Artık uyanınız, o gelecek hayatı düşününüz. Ne mühim ilâhî bir vaad ve tehdit!..
§ Rivâyete göre eshabı kiram, küfr içinde kalan, küfr halinde ölüp giden yakınlarını, yurtdaşlarını düşünerek üzülüyorlarmış. Onları teselli etmek için bu âyeti kerime nazil olmuştur.
106. Ey imân edenler! Herhangi birinize ölüm hâli geldiği zaman vasiyet vaktinde aranızda şâhitlik edecekler, ya sizden adâlet sâhibi iki kimsedir veya size yeryüzünde yolculuk halinde iken ölüm müsibeti isabet etti ise sizin gayrınızdan iki şahıstır. Bunların şâhitliklerinden Şüphelendiğiniz takdirde bunları namazdan sonra alıkorsunuz. Bunlar “yemin karşılığında hiçbir bedel almayız, isterse lehine şâhitlik edeceğimiz kimse bizim için akraba olsun. Ve Allah’ın şahitliğini gizlemeyiz, o takdirde şüphe yok ki, biz günahkârlardan bulunmuş oluruz” diye yemin ederler.
106. Bu âyeti kerime, müslümanların canlarını korumakla mükelef oldukları gibi ölmeden evvel de hayır adına ve başkalarının haklarını korumak maksadıyle vasiyet yapmalarını ve bu vasiyete vârislerin ve diğerlerinin riâyet edebilmeleri İçin bu vasiyetin varlığını en az iki şahidin şahâdetiyle temin etmeği ve bu şahitler hakkında varisler tarafından şüphe vuku bulursa bunların ne şekilde yemine tâbi tutulacağını beyan ve ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ey imân edenler) Ey müslümanlar zümresi! (Herhangi birinize ölüm hâli) Ölümün alâmetleri meydana (geldiği zaman) öyle yapılacak bir (vasiyet vaktinde) yapacağınız vasiyetlere dâir ileride (şâhitlik edecekler) o vasiyetlerin varlığını, kaybolmasından ve inkârdan korunmasını temin için şahitlikte bulunacak şahıslar (ya sizden) siz müslümanlardan veya sizin yakınlarınızdan (adâlet sâhibi) doğru sözlü, haktan ayrılmaz (iki kimsedir.) Bunlar sizin durumunuzu daha iyi bilecekleri ve daha ziyâde doğru olacakları için bunların şâhit tutulmaları daha iyidir. (Veya size yolculuk halinde iken ölüm musibeti isâbet etti ise) o gurbet halinde akrabanızdan, din kardeşlerinizden kimse bulunmadığı takdirde (sizin gayrınızdan) yabancılardan ehli zimmetten (İki şahıstır) bunları o halde şâhit edinirsiniz. (Bunların şâhitliklerinden -şüphelendiğiniz takdirde-) yani: Varisler ve diğer alâkadarlar bu şahitlerin hiyanetleri, terekeden birşey almış ve gizlemiş olmaları gibi bir hususta şüpheye düştükleri zaman (bunları) bu yabancılardan olan ve olmayan şahitleri (namazdan sonra) ikindi namazının edâsını müteakip olması tercih olunur, (alıkorsunuz) Bunları yemin etmeleri için durdurursunuz (Bunlar) bu şahitler de biz (yemin karşılığında hiçbir bedel almayız) dünya malı için doğruluktan ayrılarak Hak Teâlâya yalan yere yeminde bulunmayınız (isterse lehine şâhitlik edeceğimiz kimse bizim için akraba olsun) biz yine haktan ayrılmaz, onların menfaatları için onların lehine yalan yere şahitliğe cür’et etmeyiz. (Ve Allah’ın şahitliğini gizlemeyiz) Cenab’ı Hak’kın bize yerine getirmeyi emrettiği bir şâhitliği hangi fâni bir menfaat hırsiyle odadan kaçınmayız (o takdirde) biz şâhitliği gizlediğinizi, değiştirip bozduğumuz takdirde (şüphe yok ki, biz günahkârlardan bulunmuş oluruz) artık nasıl cür’et eder de hakikata aykırı şahitlikte bulunabiliriz?, (diye yemin ederler) Bu şekilde şâhitliklerinde doğru olduklarını teyit etmiş bulunurlar.
§ Namazdan sonra, özellikle ikindi namazını müteakip şahitlikte bulunulmasının hikmetine gelince: Bütün din mensupları bu ikindi vaktine saygı gösterir, o vakitte yemin etmekten çekinirlerdi. O vakit insanların toplanacakları bir zamandır. Ve o zaman gece melekleriyle gündüz meleklerinin birbirine tesâdüf edecekleri bir vakittir. İmamı Şafi’ye göre cinâyet, boşama, azat etme ve ikiyüz dirheme varan bir mal hakkındaki yeminlere daha ziyâde ehemmiyet verilir. Bu yeminler, ikindi namazından sonra Mekke’i Mükerreme’de rükn ile makam arasında, Medine’i Münevvere’de minber yanında, Beyti mukaddeste sahretullah yanında, diğer beldelerde de mescitlerin en şereflisi içinde yapılır. Fakat Hanefî imamlarına göre bu bir daha iyiyi tercih meselesidir. Yoksa bu yeminler böyle zaman ve mekân ile kayıtlı değildir. Diğer yerlerde de yapılabilir.
§ Deniliyor ki: böyle sefer halinde gayrimüslimlerin de şâhit edinilmesi İslâm’ın başlangıcında müslümanların azlığından dolayı câiz bulunmuştu. Sonra bu cevaz: (……………………………) İçinizden adâlet sahibi iki kişiyi şâhit tutun. (Talak, 65/2) âyeti kerimesiyle neshedilmiştir. Fakat müfessirlerin çoğuna göre Maide sûresinde mensuh bir âyet yoktur.
107. Eğer onların bir günah kazandıkları anlaşılırsa o zaman bu ikisinin yerine haklarına tecâvüz etmiş oldukları karşı taraftan diğer iki kimse kıyam ederler. “Billâhi bizim şâhitliğimiz, onların şâhitliğinden daha doğrudur ve biz hakkı tecâvüz etmedik şüphe yok ki, biz o takdirde zalimlerden olmuş oluruz” diye yemin ederler.
107. Bu mübârek âyetler, vasiyetler hakkında şâhitlik eden kimselerin doğru şâhitlik etmemiş oldukları anlaşıldığı takdirde vârislere yemin ettirilmesini ve bu yemin ettirmenin meşruiyetindeki fâideyi beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Eğer onların) O vasiyet hakkında şâhitlik edenlerin hiyanette, yalan yere yeminde bulunmaları sebebiyle (bir günah kazandıkları anlaşılırsa) bilgi, kanaat hasıl olursa (o zaman bu ikisinin yerine) yemin hususunda (haklarına tecâvüz etmiş oldukları karşı taraftan diğer iki kimse) ölmüş kimsenin yakınlarından, varislerinden iki şahıs (kıyam ederler.) yemin için hazırlanırlar ve (“Billâhi bizim şâhitliğimiz) yeminimiz (onların) o evvelce şâhitlik edenlerin şâhitliklerinden, yeminlerinden (daha doğrudur) kabule daha lâiktır, biz onlar gibi hâinlikte, yalanda bulunmuş olmayacağız. (ve bîz hakkı tecavüz etmedik) Vasiyet edilen malı talep hususunda ve evvelki şahitler gibi hiyâneti, yalanı tercih hususunda gerçek duruma aykırı yeminde bulunmuş olmadık, (şüphe yok ki, biz o takdirde) Yeminimizde hakkı tecavüz etmiş olduğumuz zaman, Allah’ın gazabına maruz kalmış olan (zalimlerden olmuş oluruz” diye yemin ederler) artık bunların yeminine binaen hüküm olunur.
108. Bu şekildeki şâhitlik, şâhitliği gerektiği gibi edâ etmelerine veya yeminlerinden sonra yeminlerinin red edilmesinden korkmalarına en yakın bir çâredir Allah Teâlâ’dan korkunuz ve dinleyiniz. Allah Teâlâ fasıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.
108. (Bu şekilde şâhitlik) Ölünün vârisleri, velileri tarafından beyan edilen şekilde yemin edilmesi, hikmet ve menfaat gereğidir. Çünkü bu biçimde şâhitlik ve yemin, şahitleri düşündürerek yapacakları (şâhitliği gerektiği gibi) hakka tam uygun, değiştirme ve hiyanetten uzak olarak (edâ etmelerine) vesiledir, (veya) bu şekilde vârislerin şahâdetlerinden (yeminlerinden sonra) diğer şahitlerin şahâdetlerinin, yeminlerinin (red edilmesinden korkmalarına) bu yüzden insanlar arasında kötü bir şöhret kazanmış olacağını endişe etmelerine (en yakın bir çâredir) binaenaleyh bu şekilde bir muamelenin meşruiyeti bir şer’î hikmet, bir umumun menfaatı icabıdır. Artık Ey insanlar!. (Hak Teâlâ’dan korkunuz) Onun hükümlerine ve bu cümleden olarak bu şahadet hükmüne muhalefetten sakınınız, (ve dinleyiniz) Cenab’ı Hak’kın bütün buyurduklarını kabul ve itaat sûretiyle güzelce kabul ediniz . (Allah Teâlâ fasıklar topluluğunu) Onun kutsî hükümlerine riâyet ve itaatten uzak olan kimseleri (hidâyete) cennet yoluna, selâmetlerine, saâdetlerine vesile olacak bir yola (erdirmez) onları eliboş ve ziyanda bırakır. Artık her müslümana lâzımdır ki, gerek şâhitlik hususunda ve gerek diğer fiil ve hareketlerinde Allah’ın hükümlerine muhalif hareketlerden sakınsın, kendi kötü hareketiyle kendisini hidâyet ve kurtuluş yolundan mahrum bırakmasın. İşte bu mübârek âyetler böyle yüce, mühim bir uyarıyı kapsamış bulunmaktadır. Tefsirlerde bildirildiği üzere Temim bini Ave ile Adiy bini Yezit ticâret için Şam’a gitmişler, o zaman Hırıstiyan bulunuyorlardı. Onlar ile beraber Amr İbni Aşın azatlısı olan Büdeyl de bulunuyordu. Bu zat ise muhacir müslümanlardan idi. Şam’a gidince hastalanmış, yanında bulunan malının nelerden ibâret olduğunu bir pusulaya yazıp bu pusulayı gizlice eşyasının arasına atmıştı. Sonra eşyasını Temim ile Adiy’e verip onları vârislerine vermelerini vasiyette bulunmuş, sonra da vefat eylemişti. Bu eşya arasında üçyüz miskal ağırlığında ve altın ile nakışlı bir gümüş kâse bulunuyordu. Bunu Temim ile Adiy alıp sakladılar. Medine’i Münevvere’ye dönünce Büdeyl’in eşyasını va rislerine verdiler. Varisler bu eşyanın arasında mezkûr kâsenin de bulunmuş olduğunu o pusuladan anlayınca bunu Adiy ile arkadaşından sordular, onlar ise kâseyi inkâr ettiler, Büdeyl bize ne teslim ettiyse onu size tamamen verdik dediler. Varisler bu durumu Rasûlullah’a arzettiler, bunun üzerine 107 inci âyeti kerime nâzil oldu. Temim ile Adiye ikindi namazını müteakip minberin yanında “kendilerine teslim edilen eşyadan birşeye hiyânet, birşeyi gizlemediklerine dâir yemin verildi, onlar da yemin ettiler, serbest bırakıldılar. Daha sonra o kâse Mekke’de bulundu, elinde bulunan şahıs, ben bunu Temim ile Adiyden satın aldım dedi. Bunun üzerine Temim ile Adiy dediler ki: Biz o kâseyi Büdeylden satın almıştık, fakat bunu isbat için beyyinemiz bulunmadığı için söylemeyi uygun görmedik diye hırsızlıklarını saklamak istediler. Durum tekrar Büdeyl’in vârisleri tarafından Rasûlullah’a arzedildi. Bunun üzerine de “108” inci âyeti kerime nâzil oldu. Binaenaleyh Büdeyl’in vârisleri bulunan amr İbni As ile Muttalib bini Übey Veda’aye yemin etmeleri söylendi “vallahi Temim ile Adiy yalan söylediler, hiyanette bulundular” diye yemin ettiler. Bunun üzerine o kâse veya onun bedeli o zatlara ve rildi. Daha sonra Tamimi Dari’de müslüman olmuş ve hakikaten o kâseyi alıp saklamıştık diye itirafta ve Cenab’ı Hak’tan aflar temennisinde bulunmuştur.
§ Vasiyet, lûgatte: Emir ve bir işi birine ısmarlamak demektir. Çoğulu: “Vesâya “dır. Istılahta: Bir malı veya menfaati ölümden sonraya bağlayarak bir şahsa veya bir hayır yönüne meccanen temlik etmektir, İsa da vasiyet mânâsına geldiği gibi vasi tayin etmek mânâsına da gelir. Musi, bir malı veya bir menfaati vasiyet eden kimsedir. Vasi de bir kimsenin malında veya çocuklarının işlerinde tasarmf etmek üzere tayin edilen şahıstır. Buna “Musa ileyh” de denir. Müşabih de vasiyet olunan mal veya menfaattir. Musa leh de kendisine vasiyet olunan şahıs veya yöndür.
§ Vasiyetler şöylece beş kısımdır:
(1) Vâcip vasiyetlerdir. Bu, emanetleri, bilinmeyen borçları vermeye ve hac ile zekât ve kefâretlere ait vasiyetler gibi vasiyettir.
(2) Müstahab vasiyetlerdir. Borcu ve vârisleri olmayan bir müslümanın bütün mallarını bir hayır yoluna vasiyet etmesi gibi.
(3) Mendub vasiyetlerdir. İhtiyacı olmayan İlim ve selâh sahiplerine yardım için yapılan vasiyet gibi.
(4) Mübah vasiyetlerdir. Varis olmayan yakınlardan, yabancılardan zengin kimselere vasiyet gibi.
(5) Mekruh vasiyetlerdir. Fasık, günahkâr kimselere vasiyet gibi.
§ Bir kimse en fazla, malının üçte birini bir şahsa veya bir yöne vasiyet edebilir. Fazlasını vasiyet etmiş olsa vârisleri razı olmadıkça geçerli olmaz. Vârislere vasiyette geçerli değildir. Zaten onlar vasiyet edecek kimsenin terekesine sâhip olacaklardır. Bunlardan bazıları tercih edilerek onlara vasiyet edilse diğer vârislerin gönüllerinin kırılmasına ve aralarında dedikoduya sebep olacağı için hikmete uygun olmamış olur. Bir de bir kimsenin vârisleri fakir olup da kendilerine isâbet edecek miras payı ile ihtiyaçları karşılanamıyacak ise vacip olan vasiyetlerden başkasını yapmamak daha iyidir. Çünki vasiyet yapılmadığı takdirde hem akrabalık hakkına riâyet edilmiş, hem de ihtiyaç sahiplerine tasaddukta bulunulmuş olur.
§ Meşru vasiyetlerin dinî hikmeti ise pek açıktır. Bu sâyede hukuka, insaniyete riâyet edilmiş, insan servetinden uhrevî bir menfaat de kazanmış bulunur. Nitekim bir hadisi şerifte:
Kendisinde vasiyet edecek birşey bulunan bir müslüman için muvafik değildir ki, yanında vasiyetnamesi yazılmış bulunmaksızın iki gecesi bile geçsin.
109. O günü ki, Allah Teâlâ Peygamberleri toplayacak da “Size verilen cevap ne idi?” diyecek, onlar da “Bizim için bilgi yoktur, şüphe yok ki, gayipleri hakkıyla bilen ancak sensin, sen” diyeceklerdir.
109. Bu mübârek âyetler, takvâ ile mükellef olan insanlara uhrevî hayati düşünmeleri için o âlemde Yüce Peygamberlerin nasil bir ilâhî hitaba kavuşarak şerefleneceklerini ve bu hususta bir örnek olmak üzere Hz. İsa’ya yönelecek olan ilâhî beyanlari açiklamaktadir. Şöyle ki: Ey insanlar!. Allah Teâlâ’dan korkunuz, özellikle kiyâmet gününü, o gündeki pek büyük muhakemeleri düşünerek korku ve saygi içinde yaşayiniz, hatirlayiniz (O günü ki,) o kiyâmet zamanini ki (Allah Teâlâ Peygamberleri) o gün (toplayacak ta) onların dünyada iken ümmetlerine tebliğ etmiş oldukları dinî hükümleri o ümmetlerin nasıl karşılamış olduklarını o Peygamberlerden hikmet gereği soracak (Size) ümmetleriniz tarafından (verilen cevap ne idi?.) onlar sizin tebliğatınıza kabul şeklinde mi icâbet ettiler, yoksa red şeklinde mi size cevap verdiler (diyecek) o kıyâmet gününde o Peygamberlerin ümmetleri hakkında şahadette bulunmalarına müsaade buyuracaktır. (Onlar da) O Yüce Peygamberler de tam bir tevazu ve mahviyet göstererek: Yarabbi! Herşeyi tam mânâsıyla bilen ancak sensin (bizim için bilgi yoktur) onların yüzünden uğramış olduğumuz belâları hakkiyle izah ve bayan gücümüz yeterli değildir, özellikle onların kalblerindeki kuruntularını, onların birçok gizli ve aşikâr hallerini tamamiyle bilmek bizim için kolay değildir. (Şüphe yok ki, gayıpları hakkiyle bilen ancak sensin) Yarabbi!, (sen) bizim bildiğimiz, senin geniş ilmine göre yok mesabesindedir (diyeceklerdir.) Yani: Ey bilen ve hikmet sâhibi yaratan!. O ümmetlerin açıkladıklarını da, gizlediklerini de, samimi bir şekilde imân edip etmediklerini de ancak tamamiyle sen bilirsin. Buna inanmışızdır. Bizler ise onların yalnız açıkladıklarından başkasını, onların kalplerindekilerini ve bizden sonra ne yapmış olduklarını bilemeyiz, artık bizim bilgimiz, senin bütün hadiseleri kuşatmış olan ilmine göre bir bilgi mahiyetinde değildir. Vakia Yüce Peygamberler, âhirette ümmetleri hakkında onların zahiri hallerine göre şahitlikte bulunacaklardır. Fakat onların bütün görünen ve gizli hallerini kuşatma derecesinde bilemedikleri için bu bakımdan âcizliklerini açıklamak meziyetini göstermiş olacaklardır. Bununla beraber Cenab’ı Hak’kın Peygamberlerden bu suali, o ümmetlerin hallerini anlamak için değildir. Zaten onların bütün halleri Hak Teâlâ’ya tamamen malumdur. Belki bu suâlden asıl ilâhî maksat, o ümmetlerin inat, küfr ve isyan içinde yaşamış olanlarını kınamadır. O ümmetler arasında Allah Teâlâ’dan başkasına da ilâhiyat sıfatını isnat etmek cür’etinde bulunan Hırıstiyan taifesi ise bu bakımdan en ziyâde kınamaya lâiktir. Binaenaleyh Cenâb-ı Hak, bu hususta bir örnek olmak üzere Hz. İsa’ya vermiş olduğu nîmetleri sayarak bu nîmetlere karşı kâfirce, pek cahilce harekette bulunan Hırıstiyan tâifesini (110) uncu âyeti kerimesiyle kınamaktadır. Tâki, gerçek durumu anlayarak o fasit inançlarını terketsinler.
110. O zamânı hatırla ki Allah Teâlâ buyurdu: Ey Meryem’in oğlu İsa! Senin üzerine ve annenin üzerine olan nimetimi zikred, o zamanı ki, seni ruhulkuds ile teyit etmiştim, sen beşikte iken de yetişkin iken de insanlara söz söylüyordun. O zamanı ki, sana kitabı, hikmeti, Tevrat’ı ve İncil’i öğretmiştim ve o zamânı ki, benim iznimle çamurdan kuş şekli gibi birşey tasvir ediyor da içine üfürüyordun, benim iznimle bir kuş oluveriyordu. Anadan doğma körü, vücudunda beyaz beyaz lekeler bulunan kimseyi de benim iznimle iyi ediyor idin. Ve o zamânı ki, ölüleri benim iznimle hayat sahasına çıkarıyordun. Ve o zamânı ki, İsrail oğullarını senden defetmiştim, onlara açık mucizeler ile geldiğin vakitde ki, onlardan kâfir olanlar: “bu apaçık bir büyüden başka değildir” demiş idi.
110. Habibim Ya Muhammed!. -AleyhisselâmHatırla (O günü ki. Allah Teâlâ) Hz. İsa’ya hitâben (buyurdu) yani: Kıyâmette buyuracak. Kıyâmetin kopacağı yakın, Cenâb-ı Hak’kın Hz. İsa’ya hitabı muhakkak olduğu için gelecek zaman kipi yerine, geçmiş zaman kipi tercih buyrulmuş, durumun muhakkak olacağına işâret olunmuştur. (Ey Meryem’in oğlu İsa!.) Sen ki, benim Yüce bir Peygamberimsin (Senin üzerine ve annenin üzerine olan nîmetimi zikret) hatırla, o nîmet ne kadar büyüktü, senin ümmetin bu nîmeti takdir ederek senin risâletini tasdik ve sana bu nîmeti veren Cenab’ı Hak olduğundan ondan başka Yaratıcı, herşeye kâdir başka bir ilâh bulunmadığını bilip itiraf etmeli değil mi idiler?. Evet hatırla (o zamanı ki, senî ruhulkuds ile) Cibrili Emin ile veya temiz, kutsal bir ruh ile (takviye etmiştim) sana bu vasıta ile lâzım gelen şeyleri öğretmiş, sana dinî delilleri telkin, seni her bakımdan takviye eylemiştim. (sen beşikte) Daha çocuk bir halde (iken de ve yetişkin) olgunluk çağına ermiş (iken de insanlara söz söylüyordun) evet. Daha beşikte yatan mâsum bir yavru iken de: Bir harika olmak üzere: “Sen Allah Teâlâ’nın kuluyum, bana kitap verdi” diye beyanatta bulunmuştun. Ve hatırla (O zamanı ki, sana kitabı) yazı yazmayı veya herhangi bir kitabı okumayı (hikmeti) teorik ve pratik, faydalı ilimleri ve özellikle (Tevrat’ı ve İncil’i Öğretmiştim) seni bu kitapları bilir, bunlardan istifâde eder kılmıştım. Ve zikret (o zamanki benim iznimle) benim irâdemle, benim yardım ve kolaylaştırmam vâsıtasıyle (çamurdan kuş şekli gibi birşey yapıyor da içine üfürüyordun) senin için bir mucize olmak için (benim iznimle) benim emir ve irâdemle o suret (bir kuş oluveriyordu) bütün bunlar Allah Teâlâ’nın izniyle, takdiriyle, yaratmasıyle vücude gelmiş oluyordu, çünki ondan başka yaratan, birşeyi yoktan var etmeğe kâdir başka Yaratıcı yoktur. Ve Ey Resûlüm İsa!.. Sen (Anadan doğma körü, ve vücudünde beyaz beyaz tekeler bulunan kimseyi de benim iznimle) ilâhî zâtımın kudret ve iradesiyle bir mucize olarak (iyi ediyor idin) kavmine karşı böyle harikulâde hadiseleri gösteriyordun (Ve) hatırla o zamanı ki (ölüleri) dua ederek (benim iznimle) benim fiilimle kabirlerinden diri olarak hayat sahasına (çıkanyordun) bütün bunlar Hz. İsa’nın peygamberliğini tasdike vesile olmak üzere Cenab’ı Hak’kın izniyle, iradesiyle vücude gelmiş oluyordu. Ve hatırla (o zamanı ki,) senin hayatına suikasitte bulunan (İsrail oğullarını senden defetmiştîm) onlar maksatlarına nâil olamadılar (onlara) Öyle bir nice (açık) herkesin anlayıp tasdik edebiİecekleri parlak bir mahiyette bulunan (mucizeler ile geldiğin vakitte ki, onlardan) o İsrail oğulları tâifesinden (kâfir olmanlar) o mucizeleri körkörüne inkâra cür’et ederek: (bu) Gösterilen hârikalardan her biri (apaçık bir büyüden) sihir denilen asılsız bir gösteriden (başka değildir demiş idi) bu kâfirler kendi cehâletlerini sapıklıklarını bu şekilde de göstererek ebedî azâba mâruz kalmışlardır, İşte Yüce Allah Hazretleri Peygamberlerini böyle üstün nîmetlere, mucizelere nâil kılmış, onlara uyanları selâmet ve hidâyete kavuşturmuş, onları inkâr edenleri de ebedî bir felâket ve azâba mâruz bırakmıştır.
111. Ve o zamanı ki, “Bana ve Peygamberlerime imân ediniz” diye havariyuna ilham etmiştim, onlar da: “imân ettik, bizim muhakkak müslimler olduğumuza şâhit ol” demişlerdi.
111. Bu mübârek âyetlerde Hz. İsa’ya ilk imân edip onun yardımcıları sayılan zatların nâil oldukları ilâhî ilhamı ve onların ne gibi bir maksatla semavî sofranın inmesini istirham etmiş olduklarını bildirmekte ve bu vesile ile de Hz. İsa’nın kavuşmuş olduğu ilâhî ikramlara işâret olunmaktadır. Şöyle ki: Habibim!. Hatırla (O zamanı ki, bana) benim ilâhî zatıma, birliğime (ve peygamberime) Hz. İsa’nın risaletine (imân ediniz) böyle bir inancın dışına çıkarak ifrat ve tefritde bulunmayınız (diye havariyyuna) İsa Aleyhisselâm’ın eshabından bulunan zatlara (ilham etmiştim) onların kalpleri böylece ilâhî ilhamlarıma yansıdığı yer olmuştu, veya onlara bu ilâhî emir İncil vasıtasıyla gelmiş, bunu Hz. İsa’nın lisanından alıp öğrenmişlerdi (onlar da) Havariyun da biz Allah Teâlâ’nın birliğine, Hz. İsa’nın peygamberliğine (imân ettik, bizim muhakkak müslimler) senin dinine ve peygamberine teslim olan kimseler (olduğumuza) Ey Rabbimiz!, (şâhit ol demişlerdi.) Bu şekilde temiz inançlarını lisânen de itirafta bulunmuşlardı.
112. O vakit ki, havariler: “Ey Meryem’in oğlu İsa! Rabbin gökten bizim üzerimize bir sofra indirebilir mi?” demişti. İsa’da Allah Teâlâ’dan korkunuz, eğer siz mü’minler iseniz” dedi.
112. Habibim!. Hatırla (O vakit ki. Havariler) Hz. İsa’nın yardımcıları olan zâtlar, o Peygambere hitâben (Ey Meryem’in oğlu İsa!. Rabbin gökten bizim üzerimize bir sofra) üzerinde yemek bulunan bir sofra (indirebilir mi?. demişti) yani: Böyle bir sofranın indirilmesi hikmeti ilâhîyyeye uygun olur mu?. Yahut böyle bir sofranın indirilmesi hakkındaki senin temennine Cenâb-ı Hak icâbet eder mi?. Veya: ” (………….) ” kıraatine göre: Sen Rabbinden böyle bir istekte bulunmaya muktedir olabilir misin?. Diye sormuşlar. Bunlar bu sofranın inmesini görmekle ilmelyakin (kesin bilgi) derecesinde olan imanlarını aynelyakin mertebesine yükseltmek istiyorlardı. Nitekim Hz. İbrahim de ölülerin nasıl diriltildiğini görmek istemişti. Havarilerin bu sorusuna karşı (İsa) Aleyhisselâm (da) Ey Havariler!. (Allah’tan korkunuz) Bu gibi kulluk alametine aykırı suallerde bulunmayınız (eğer siz) Cenâb-ı Hak’kın sonsuz kudretine ve benim peygamberliğinin doğruluğuna (inananlar iseniz” dedi.) onları uyanmaya dâvet etti, öyle cehâlet belirtileri içeren bir sorudan onları menetmek istedi ve sofranın inmesi için ve diğer nîmetlerin devamlı gelmesi için Allah’tan korkmanın bir vesîle olacağına işârette bulundu.
113. Dediler ki: Biz istiyoruz ki, ondan yiyelim ve kalplerimiz mutmain olsun ve senin bize doğru söylediğini bilelim ve biz onun üzerine şahitlerden olalım.
113. Hz. İsa’nın bu tavsiyesi üzerine havariler de (Dediler ki) biz Cenâb-ı Hak’kın kudreti ve senin risâletin hususunda bir şüpheye düşmüş değiliz, öyle bir şüpheyi gidermek istemiyoruz, (biz istiyoruz ki, ondan) o semavî sofradan istifâde edelim, öyle yüce bir nîmete kavuşalım, (ve kalblerimiz mutmain olsun) kalben olan inancımız, böyle apaçık bir kudret eseri görmekle fevkalâde tekâmül ederek her bakımdan kalbimiz mutmain olsun. Çünki müşahede yoluyla olan İlim, delil getirme yoluyla olan bir ilme eklenince daha fazla mutmain olmayı, kesin inancı icabeder, (ve) sofranın inmesini istiyoruz ki, (senin bize doğru söylediğini) peygamberlik iddiasındaki doğruluğunu kesin bir İlim ile (bilelim) hiçbir şüpheye yer kalmasın, (ve biz onun üzerine) O sofranın inmesi şeklindeki mucize hakkında (şahitlerden olalım) onun inişini görmeyen İsrail oğullarına karşı öyle bir semavî mucizenin ortaya çıkmasına şâhitlik ederek onları uyadıralım, mü’minlerin artmalarını temine çalışalım. “Havariler için Ali İmran Sûresindeki 52 inci âyetin tefsirine bakınız!.
114. Meryem’in oğlu İsa dedi ki: Ey Allah! Ey bizim Rabbimiz! Bizim üzerimize gökten bir sofra indir ki, bizim geçmişimiz ve geleceklerimiz için bir bayram ve senden bir âyet olsun ve bizi rızıklandır ve sen rızık verenlerin en hayırlısısın.
114. Bu mübârek âyetler, Havarilerin güzel bir maksada dayanan temennileri üzerine Hz. İsa’nın istirham eylediği sofranın indiğini bildirmekte ve böyle bir mucizenin ortaya çıkmasından sonra küfre düşecek olanların en şiddetli azaplara uğrayacaklarını şöylece ihtar eylemektedir: (Meryem’in oğlu İsa) Aleyhisselâm; Havarilerin gerçek bir maksaddan dolayı sofranın inmesini istemekte olduklarını anlayınca yıkandı: Namaz kıldı, Allah’ın divanına yönelerek duaya başladı da (dedi ki, Ey Allah!. Ey bizim Rabbimiz!.) yani: Ey bütün mükemmellikleri toplayan ilahlık sıfatıyla ve bütün kâinatı kendisiyle idâre ve terbiye ettiği rablık sıfatıyle vasıflanmış olan mâbudumuz?. (Bizim üzerimize gökten) Sema tarafından (bir sofra indir ki, bizim geçmişimiz ve geleceğimiz için) zamanımızda mevcut ve bizden sonra gelecek olan cemiyetler için (bir bayram) saygı gösterilecek bir büyük bayram bir, sevinç günü olsun, (ve) O sofranın inmesi yarabbi!, (senden) Senin yüce katından kâdir olan (bir âyet) kudretinin mükemmelLiğine şâhit ve peygamberliğin hak olduğuna bir delil (olsun) o sofranın inişi böyle yüce bir gayeye yönelik bulunsun (ve) sonra da Yarabbi!, (bizi rızıklandır) O sofradan bizi maddî yönden de yararlandır veya onun üzerine şükretmeyi bize nasip buyur, (ve sen) Ey Rabbimiz!. (rızık verenlerin en hayırlısısın.) Sen bütün kullarına karşılıksız nîmet ihsan buyuran bir Yüce Yaratıcısın, bizim bu husustaki yakarışlarımızı da lütfen kabul ederek bizi maddî ve mânevî olarak rızıklandır.
115. Allah Teâlâ buyurdu ki: Ben onu sizin üzerinize elbette indireceğini. Fakat sonra sizden kim küfre düşerse artık ben kâinatta hiçbir kimseye etmeyeceğim bir azap ile ona azap ederim.
115. (Allah Teâlâ) Hazretleri de İsa Aleyhisselâm’ın bu yakarış lüzerine vahy yoluyla şöyle (buyurdu ki) Ey İsa!. (Ben onu) O istediğiniz sofrayı (sizin üzerinize elbette) tekrar tekrar (indireceğim) istirhamınız Yüce Katımdan yerine getirilecektir. (Fakat) O sofranın indirilmesinden (sonra sizden kim küfre düşerse) böyle bir hârikanın, böyle büyük bir mucizenin ortaya çıkmasından sonra kim Cenab’ı Hak’kın Rablığın!, Peygamberinin risâletini tasdik etmeyip de inkâra cür’et gösterirse (artık ben kâinatta hiçbir kimseye etmeyeceğim) pek şiddetli (bir azap ile ona) o küfre düşene (azap ederim) Gerçekten bu büyük mucizenin gösterilmesinden sonra nîmete karşı nankörlük ederek imân şerefinden mahrum kalanlar her türlü azaba lâyıktırlar. Nitekim rivayete göre Hz. İsa’nın kavminden bir kısmı bu mucizeyi gördükten sonra yine küfre düşmüşler, Cenab’ı Hak da onların yüzlerini en rezil hayvanlardan olan domuz sûretine çevirmişti. Böyle bir yüz değişikliği felâketine uğramış olan o kâfirler bu halde üç gün kadar yaşayıp sonra helâk olup gitmişlerdir.
§ Tefsirlerde açıklandığı üzere sofra şu mahiyette bulunmuştu: İki bulut arasında yere indirilen sofra, bir kırmızı sofra idi. Üzerindeki yiyecek ise kılçıksız ve pulsuz, kendi yağıyle kızarmış, kebab olmuş balık idi, bu balığın baş tarafında tuz, kuyruk tarafında bir kâse içinde sirke, çevresinde de çeşit çeşit sebzeler var idi. Beş tane de çörek var idi ki, birincisinin üzerinde zeytin, ikincisinin üzerinde bal, üçüncüsünün üzerinde yağ, dördüncüsünün üzerinde peynir beşincisinin üzerinde de kurumuş et bulunuyordu. İsa Aleyhisselâm bu sofranın indiğini görünce ağlamış, Yarabbi!. Beni şükreden kullarından kıl, ey Allah’ım bunu bir rahmet kıl, bir cezâ kılma diye dua etmiş “Bismillahi hayrirrazikın = rızık verenlerin en hayırlısı olan allah’ın adıyla” diyerek sofrayı açmıştır. Havarilerin reisi, ey Allah’ın mhu bu yiyecek dünyadan mı, âhiretden mi diye sormuş, Hz. İsa’da hayır ikisinden de değil, bu Allah’ın kudreti ile meydana gelmiş bir harikadır diye buyurmuştur. Sofradan bir çok kimseler yemişlerdir. Bundan yiyen fakirler hayatları boyunca zengin olmuşlardır, hastalar da şifa bulmuşlardır.
§ Rivâyete göre bu sofranın inişi kırk gün, gün aşırı devam etmiştir. Öğle vakti uçar giderdi, İlk günü pazara tesadüf ettiğinden o günü, Hıristiyanlar bir bayram günü kabul etmişlerdir. Sofranın indiği çoğunluğa göre kesindir. Fakat bazı zatlara göre bu sofranın inişi, mühim bir şarta bağlı olduğu için onun evvelce inmesini istemiş olanlar, bu şarta riâyet edemeyip azâba uğrayacaklarını düşünerek bağışlanma isteğinde bulunmuşlar, isteklerinden vaz geçmişlerdir, binaenaleyh sofra da inmemiştir. Bu rivâyet zayıftır, âlimlerin çoğunluğunun görüşüne tersdir.
116. Ve o vakti ki, Allah Teâlâ “Ey Meryem’in oğlu İsa” sen mi insanlara “beni ve anamı Allah’tan başka iki ilâh edininiz dedin” diye sual buyurdu. Dedi ki: “Seni tenzih ederim benim için hak olmayan bir şeyi söylemek lâyık olamaz, eğer ben onu söylemiş isem, sen onu elbette bilmişsindir, sen benim içimde olanı bilirsin, ben isem senin zâtındakini bilemem, şüphe yok ki, gayıptan bilen ancak sensin, sen.”
116. Bu âyeti kerime, Hz. İsa’yı Hıristiyanların iddiasından uzaklaştırmaktadır. Hz. İsa ile annesine ilahlık isnat eden kâfirleri yalanlamakta ve azarlamaktadır. Onların itikatlarının kötülüğünü teşhir etmek için kıyâmet gününde meydana gelecek bir sorgulamayı ihtiva etmektedir. Şöyle ki: Resûlüm (Ve o vakti) hatırla (ki Allah Teâlâ) mahşer gününde Hz. İsa ile muhterem validesine ilahlık isnad eden kâfirleri azarlamak için onları Hz. İsa’nın yalanlamasıyla susturmak ve utandırmak için (Ey Meryem’in oğlu İsa!. Sen mi insanlara “benî ve anamı Allah’tan başka) onunla beraber (ilâh edininiz” dedin) yoksa onlar mı kendi nefislerinin kötülük atmasıyle böyle müşrikce bir iddiaya cür’et ettiler?, (diye sual buyurdu.) Hz. İsa da, o kâfirlerin öyle bâtıl iddialarının teşhir edilmesi ve kınanması için kendisine yönelen bu suale cevaben: (Dedi ki:) Yani kıyâmet günü muhakkak diyecektir ki: Yarabbi!. (Seni tenzih ederim) eş ve benzerden uzak olduğunu bilir, birliğine aykırı olan iddiaların bâtıl olduklarını İtiraf ederim, (benim için hak olmayan) Hakkım olmayan (bir şeyi söylemek) benim için câiz (lâyık olamaz) ben Allah’ın bir mahlûku olduğum halde nasıl ilahlık iddiasında bulunabilirim?. Böyle bir iddiada bulunmadığımı Yarabbi sen bilirsin, (eğer ben onu söylemiş isem, sen onu elbette bilmişsindir) Artık benim öyle bir iddiada bulunmadığımı başka bir delil ile isbata ihtiyaç yoktur. Benim öyle bir iddolada bulunmadığım yüce zâtınca bilinmektedir, bu bilinme ise benim beraatım hakkında bir delildir, (sen) Yarabbi!, (benim nefsimde olanı bilirsin) Sen benim bütün gizli ve açık hallerimi hakkıyla bilirsin (ben ise senin zâtındakini bilemem) ben senin bir mahlukun bulunmaktayım, mahluklar ise Ey Allah’ım senin bildirmediğim şeyleri bilip idrâk edemez, (şüphe yok ki, gayıpları bilen ancak sensin!.) Yarabbi!, (benim nefsimde olanı bilirsin) Sen benim bütün gizli ve açık hallerimi hakkıyla bilirsin (ben ise senin zâtındakini bilemem) ben senin bir mahlukun bulunmaktayım, mahluklar ise Ey Allah’ım senin bildirmediğin şeyleri bilip idrâk edemez, (şüphe yok ki, gayıpları bilen ancak sensin!.) Yarabbi!. (Sen) Ey âlemlerin Rabbi!. Yalnız açık olan hareketler, iddialar, değil en gizli emeller, düşünceler de yüce zâtınca tamamen bilinmektedir, apaçık ortadadır. Artık benim öyle bir iddiada bulunmadığım ve nefsimdeki eğilimlerde sence bütün bütün bilinmektedir. Ey kâinatın tek mabudu!.. Zaten Cenab’ı Hak’kın Hz. İsa’ya yönelik olan bu sualinden maksat da, onun mahşer günü böyle kul olduğunu arzederek Hiristiyanları yalanlamasıdır.
117. Ben onlara senin bana emrettiğinden başkasını söylemedim, benim ve sizin Rabbimiz olan Allah Teâlâ’ya ibâdet ediniz, dedim. Ve ben içlerinde bulunduğum müddetçe üzerlerine şâhit olmuş idim, vaktaki beni aldın, onların üzerlerine gözetleyici ancak sen oldun ve sen herşey üzerine tamamiyle şâhitsin.
117. Bu mübârek âyetler de. Hz. İsa’nın kendisine yönelecek ilâhî suale vereceği cevâbın devamını açıklamaktadır. Şöyle ki: Yarabbi!. En mükemmel şekilde bildiğin gibi (Ben onlara) o kendilerine gönderildiğim kavme (bana emrettiğinden) bana tebliğ etmemi emrettiğin şeylerden (başkasını söylemedim) hâşâ öyle ilahlık iddiasına cüretkâr olmadım, senin emrettiğin şekilde onlara hitaben: (benim ve sizin rabbimiz olan Allah Teâlâ’ya ibâdet ediniz, dedim) Onları tevhid dairesine çağırmaya devam ettim. (Ve ben içlerinde bulunduğum müddetçe üzerlerine şâhit olmuş idim) hallerine bakar, kendilerini Allah’ın emri doğrultusunda amele sevk etmek ister, onları ilâhî dine muhalefetten men eylerdim. (vaktaki benî aldın) beni alıp semaya kaldırdın (onların üzerine gözetici) onların hallerine bakan, amellerini, iddialarını tesbit buyuran (ancak sen oldun ve) Ey âlemlerin ilâhı!, (sen herşey üzerine tamamiyle şâhitsin) Evet Yarabbi!. Benim ve bütün kavmimin ve diğer bütün mahlûkların hallerini, sözlerini, iddialarını bilen ve onlara şâhit olan ancak sensin sen. Bu âyeti kerime de “tevarfr’den maksat, Hz. İsa’nın dünyadan alâkasını kesip semâya kaldırılmasından ibârettir. “Tevâffi”, “istiğfa” kelimeleri bir nesneyi tamamiyle almak, tutmak mânâsınadır. Bu tabir ölümden daha geneldir. Mevt = ölüm, bu tabirden bir nevidir.
118. Eğer onlara azap edersen şüphe yok ki, onlar senin kullarındır. Ve eğer onları bağışlarsan yine şüphesiz ki, aziz olan, hakim olan ancak sensin.
118. Ey Allah’ım! (Eğer onlara) O insanlara ilahlık isnad ederek yüce zatından başkasına tapmış bulunan kimselere (azap edersen) onları lâik oldukları cezâya kavuşturmuş olursun, (şüphe yok ki, onlar senin kullarındır.) Onlar kulluk vazîfelerini bozarak başkalarına tapmakla cezâyı hak etmişlerdir, (ve eğer) Yarabbi!. (onları bağışlarsan) Af edersen veya onlar daha ölmeden tevbe edip ve af dileyip de geçmiş olan iddialarını bağışlarsan kim mâni olabilir?, (yine şüphesiz ki, aziz olan) Herşeyi yapmağa kâdir, herşeye galip bulunan ve (hakîm olan) her fiili, her emir ve yasağı birer hikmet ve menfaat dairesinde ortaya koyan (ancak sensin.) ey âlemlerin ilâhı!. Evet… Cenâb-ı Hak, mülkünde istediği şekilde tasarruf edebilir, onun için bir mecburiyet, bir nevi müşkülât tasavvur edilmiş değildir. Binaenaleyh dilerse herhangi bir kulunu af edebilir ancak o Yüce Yaratıcı, zâtına ortak koşanları, birliğini inkâr edenleri af etmeyeceğini, onları ebediyyen cezâlandıracağını kat’î şekilde defalarca açıklamıştır, İlâhî açıklamalarda ise uygunsuzluk bulunamaz. Artık şüphe yok ki, küfr ve şirk içinde âhirete gidenler ebediyyen Allah’ın affına kavuşamayacaklardır.
§ Tefsiri kebirde yazılı olduğu üzere mucize Kur’an’da yürürlükte olan ilâhî kanun şöyledir: Şeriatlere, tekliflere , hükümlere dâir birçok neviler zikredilince bunları ilâhiyata, Peygamberlerin durumlarını izaha veya kıyâmetin hallerini açıklamağa dâir âyetler takib eder. Tâki bunlar kendilerinden evvel zikredilen teklif ve hükümleri kuvvetlendirsin. Binaenaleyh burada da evvelce hükümlere ait neviler beyan buyrulmuş olduğundan onları takiben de evvelâ (109) uncu âyeti celile ile kıyâmetin durumu; sonra da (110) uncu âyetten itibâren İsa Aleyhisselâm’ın halleri beyan buyrulmuştur.
§ Hz. İsa için Ali İmran sûresinin (62) inci ve sûre’i Nisanın (171) inci âyetlerinin tefsirine de müracaat ediniz!.
119. Allah Teâlâ buyurdu ki; bu, doğrulara doğruluklarının fâide vereceği bir gündür. Onlar için altlarından ırmaklar akan cennetler vardır ki, onlar bunlarda ebedî olarak kalıcılardır. Allah Teâlâ onlardan râzı olmuş, onlar da Allah Teâlâ’dan râzı olmuşlardır. İşte bu, en büyük bir kurtuluştur.
119. Bu mübârek âyetler de Cenab’ı Hak’kın Peygamberlerini toplayacağı kıyâmet gününde mü’minlerin sâhip oldukları doğruluk sıfatından dolayı büyük nîmetlere nâil olacaklarını müjdelemektedir. Ve bütün kâinata sâhip olan Yüce Yaratıcının her irâde buyurduğunu yapmaya kâdir olduğunu şöylece beyan buyurmaktadır. (Allah Teâlâ) Hazretleri kıyâmet günü İsa Aleyhisselâm’ın cevâbının ardından (buyurdu ki) yani: Buyuracağı muhakkaktır ki (bu) kıyâmet günü, mahşer âlemi (doğrulara) dünyada iken doğru imâna kavuşmuş, dinî hükümlere riâyet eden, dinî vazîfelerini yerine getirmeyi başarmış olan zatlara bu (doğruluklarının) öyle dinî, dünyevî işlerde ciddiyet ve samimiyetle bulunmuş olmalarının (fâide vereceği bir gündür) evet o gün (onlar için) o doğruluk sahiplerine mahsus olmak üzere (altlarından ırmaklar akan cennetler vardır) onlar için bütün güzellikleri, nîmetleri içeren, hüzün ve kedere sebep olacak bütün hâdiselerden, sıkıntılardan uzak bahçeler, ikametgâhlar hazırlanmıştır. Bir halde (ki onlar) o cennetlere kavuşacak mesut zâtlar (bunlarda) bu feyiz ve güzellik merkezi olan cennetlerde (ebedî olarak) devamlı şekilde (kalıcılardır) onlar için öyle dâimî nîmetler, ebedî sevaplar takdir edilmiştir. Bununla beraber bütün bu nîmetlerin üstünde olmak üzere (Allah Teâlâ onlardan râzı olmuş) onları ilâhî rızâsına, yüceliği her türlü tasavvurların, kıymetlerin üstünde olan öyle bir ilâhî lütfuna kavuşturmuş olacaktır, (onlar da) o mesut, sadık kullar da (Allah Teâlâ’dan razı olmuşlardı) haklarında tecelli eden böyle bir lûtuf ve ihsandan dolayı fevkalâde hoşlanmış olarak kalben ferahlamışlar, lisânen şükür arzetmeye koşmuşlardır, (işte bu) Böyle ilâhî hoşnutluğa veya bütün bu uhrevî nîmetlere kavuşmak (en büyük bir kurtuluştur) en büyük bir zafer ve kurtuluştur. Bunun üstünde bir selâmet ve saadet tasavvur edilmiş değildir.
120. Göklerin ve yerin ve bunlarda bulunanların mülkü Allah Teâlâ’nındır. Ve o herşeye hakkıyla kadirdir.
120. Evet… (Göklerin ve yerin, ve bunlarda bulunanların) Bütün mahlûkların (mülkü) varlığı, tasarruf hakkı (Allah Teâlâ’nındır) hepsi de o Yüce Yaratıcının birer kudret eseridir, hepsi de onun emir ve iradesine tâbi, onun mahlûku, kulu bulunmakla övünmektedir. İşte Hz. İsa ile valdesi de o Yüce Yaratıcının birer muhterem, ve seçkin kuludurlar. (Ve o) bilen ve hikmet sâhibi olan Yaratıcı (herşeye hakkıyla kadirdir) bütün bu mülk ve hâkimiyeti altında bulunan mahlûkları hakkında dilediği tasarrufa kadirdir, bunları yaşatmaya da, öldürmeye de kudreti vardır. Sadık mü’min kullarını ebedî bir âlemde her türlü nîmetlere kavuşturmaya da yüce kudreti fazlasiyle kâfidir. Onun birliğini, yaratma ve rablığını inkâr edenlere o sonsuzluk âleminde dâima azap etmesi onun hikmeti gereğidir. Artık bütün insanlık, bu hakikatı düşünmelidir daha dünyada iken hayatını düzenlemeli, kalbini tevhid nuruyla aydınlatmalıdır, üzerine düşen vazîfeleri de güzelce yerine getirmeye koşmalıdır. Şüphe yok ki, insanlığın selâmet ve saadeti ancak bu sayede tecelli eder, insanlık ancak bu sayede ilâhî sofradan, âhiret alemindeki ebedî nîmetlerden dâima yararlanıp durur. Allah Teâlâ Hazretleri cümlemize bu kutsî sonsuz nîmetlerini nasip buyursun amin, hamd, âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.
..
ENAM SURESİ
Ömer Nasuhi Bilmen Enam Suresi Meal ve Tefsiri
Bismillâhirrahmânirrahîm
Enam Suresi 1. Ayet Meal ve Tefsiri
1. Hamd o Allah Teâlâ’ya mahsustur ki, gökleri ve yeri yaratmış ve karanlıklar ile nuru var etmiştir. Sonra kâfir olanlar, bunları Rablarına denk tutuyorlar.
1. Bu mübârek âyetler, Allah Teâlâ Hazretlerinin kudret ve yüceliğine birer açık delil olan kâinatın eşsiz güzelliklerini insanlığın dikkat nazarlarına sunuyor, kâinatın bütün hallerini tamamiyle bilen o Yüce Yaratıcının varlığında, birliğinde şüpheye düşenleri ayıplıyor. Şöyle ki: (Hamd) medh ve övgü, güzelce anılma bütün hükümlerine tam anlamıyla uymak (Allah Teâlâ’ya mahsustur) bütün mahlûklarının yüceltmesine, kulluk arzında bulunmasına lâyık olan ancak o Yüce Mabuddur.
O, öyle bir Büyük Yaratıcıdır (ki gökleri ve yeri yaratmış) öyle nice âlemleri yoktan meydana getirmiş (ve karanlıklar ile nuru var etmiştir) Nice karanlık ve aydınlık hadiseleri sahiplerinin kabiliyet ve irâdelerinden dolayı küfrü, şirki, isyanları takdir edip yarattığı gibi İman nurunu, hidâyet ışığını da meydana getirmiştir. Onun birliği, kudret ve yüceliği bütün bunlarda görünüp durmaktadır. Buna rağmen (Sonra kâfir olanlar) Allah’ın birliğini inkâra cür’et eden müşrikler (-bunları-) böyle mahlûkat kabilinden olan putları ve diğerlerini (Rablarına denk tutuyorlar) bütün bu yaratılmış şeyleri kâinatın yaratıcısına ibâdet ve itaat hususunda eşit tutuyorlar. Böyle cahilce bir inancın esiri bulunmaktan kurtulamıyorlar. Ne müthiş bir dalâlet…
Enam Suresi 2. Ayet Meal ve Tefsiri
2. O, o Yüce Yaratıcıdır ki, sizi bir çamurdan yarattı, sonra bir ecel takdir etti ve onun katında malûm bir ecel de vardır. Sonra da sizşüphe ediyorsunuz.
2. Ey inkarcılar, müşrikler… Bir kere düşününüz, (O) kâinatı, bütün karanlıkları ve aydınlığı meydana getiren, bilen ve kudret sâhibi olan Yüce Mâbud (o Yüce Yaratıcıdır ki, sizi) bütün insanları asıl kaynakları İtibâriyle (çamurdan yarattı.) bütün insanlığın ilk babası olan Hz. Adem’i sudan, topraktan meydana getirdi, onun bütün evlâd ve torunları olan insanları da birer damla mesabesinde olan ve topraktan kaynaklanan gıdalarla meydana gelen birer nutfeden vücuda getirmektedir.
(Sonra) Ey insanlar her biriniz için (bir ecel takdir etti) her birinize mahsus birer muayyen hayat müddeti vardır, bu müddet nihâyet bulunca hemen ölüverirsiniz. (ve onun) o hikmet sâhibi Yaratıcının (katında malûm) ilâhî ilminde belirlenmiş (bir ecel de vardır) ki, o da kıyâmetin vukuunda bütün ölülerin yeniden hayat bulup kabirlerinden kalkacakları gündür, (sonra da siz) Ey inkarcılar… (şüphe ediyorsunuz.) Öldükten sonra yeniden hayat bulacağınızı tasdik etmiyorsunuz, şüphe içinde yaşıyorsunuz. Halbuki, Kâinatı Yaratan Allah’ın kudret ve yüceliğini gösterip duran bunca eserleri görüyorsunuz, kendinizin hiç yoktan vücuda gelmiş olduğunuzu da biliyorsunuz, artık sizleri yoktan var eden bir Yüce Yaratıcı, sizi öldürdükten sonra tekrar meydana getirmeğe kâdir olamaz mı? Diriltmek, yoktan var etmekten daha kolay değil midir?.
Enam Suresi 3. Ayet Meal ve Tefsiri
3. Ve o göklerde de, yerde de Allah’dır, sizin gizli ve açık olan herşeyinizi bilir ve ne kazanacağınızı da bilir.
3. (Ve o) Kâinatın Yaratıcısı (göklerde de, yerde de Allah’dır) yani, o bütün bu Kâinatın Yaratıcısıdır, mabududur, bütün semalarda, yerde Allah ismi azamı (yüce ismi) ile anılan ancak o mekân ve zamandan uzak olan kâinatın yaratıcısıdır, bütün bu âlemlerde ibâdet ve itaata lâyık olan ancak o ezelî olan ve herşeye gücü yeten Allah’tır… O öyle bilenve hikmet sâhibi olan bir Yaratıcıdır ki, ey İnsanlar… (sizin gizli ve açık olan herşeyinizi bilir) sizin âşikâre yaptığınız, söylediğiniz şeyleri bildiği gibi gizlediğiniz, kalben düşünüp durduğunuz şeyleri de tamamen bitir, hiç bir şey onun İlim dairesinin dışında bulunmaz. (Ve) O Yüce Yaratıcı, sizin (ne kazanacağınızı da bilir.) sizin hayatınızı hayra mı sarf edeceğinizi veya şerre mi sarfedip duracağınızı ezelî ilmiyle tamamen bilir, hakkınızda ona göre mükâfat veya cezâ verir. Binaenaleyh bu hakikatları düşünüp de ona göre hayatınızı tanzime çalışınız.
§ Bu En’âm Sûresi, (165) âyeti kerimeden meydana gelmektedir. Bunun bir ismi de “Suretülhücce”dir. Bu âyetlerin hepsi de Mekkîdir, ancak bir rivâyete göre altı âyeti Medenîdir ki, onlar da (91, 92, 93 ve 151, 152, 153) üncü âyetlerden ibârettir. Bütün rivayetlere göre bu sûrei celilenin Mekkî olan âyetleri hep birden geceleyin nâzil olmuştur. Bu mübârek sûreyi yetmiş bin meleğin tesbih ve temcid sesleri ile uğurlamış olduklarını bir Hadisi Şerif bildirmektedir. Bunun inişi üzerine Rasûlü Ekrem Hazretleri hemen secdeye kapanarak “Sübhane Rabbiyel’azîm = Yüce Rabbimi her türlü noksanlıklardan tenzih ederim.” demiştir. Bu En’âm Sûresi ile Maide Sûresi arasındaki farka gelince: En’âm Sûresi, İslâm’ın ilk yıllarında nâzil olduğu için bu Sûrei Celîle ile en fazla Mekke ve civarında bulunan müşriklere karşı Allah’ın birliği inancı müdafaa edilmektedir.
Haramlara dâir hükümler de özet olarak zikrolunmuştur. Maide Sûresi ise Kur’an’ı Kerim’in son nâzil olan sûrelerinden olup İslâmiyetin yayıldığı bir zamana rastladığı için bunda da en fazla ehli kitaba karşı dinî hükümler, deliller zikredilmiş, haramlara ilişkin hükümler de detaylı olarak açıklanmıştır. Bu Sûrei Celîleye “Sûretül’en’anı” denilmesine gelince: Bu mübârek sürede Cenab’ı Hak’kıninsanlara bir lûtuf olmak üzere deve, koyun, sığır gibi birçok hayvanları yaratmış olduğu beyan olunuyor. Bir takım inkârcıların ise, bu ilâhî lütfu takdir edemeyip bu zavallı hayvanlar hakkında türlü, türlü cahilce muamelelerde bulundukları gösterilmiş bulunuyor. Nitekim bu inkârcılardan bir çokları bir kısım hayvanlara tapmak sapıklığına bile düşmüşlerdir. İşte bu mübârek sûrenin böyle isimlendirilmesi, insanların dikkat nazarlarını bu hususa da çekmek hikmetini içermektedir.
Enam Suresi 4. Ayet Meal ve Tefsiri
4. Ve onlara Rablarının ayetlerinden bir âyet gelmez ki, illa onlar ondan yüz çevirirler.
4. Bu mübârek âyetlerde müşriklerin Allah’ın âyetlerini kabulden kaçındıklarını bildirmektedir. Kendilerinden daha ziyâde kuvvet ve güce sâhip iken günahları yüzünden helâk olup gitmiş bulunan kavimlerin hayat tarihlerini hatırlatarak çağdaş dinsizlerin, alaycıların o feci’ hallerini kınamaktadır.
Şöyle ki: (Ve onlara) O müşrik kimselere (Rablarının ayetlerinden) yani Kur’an’ı Kerim’in açık ayetlerinden veya Hz. Peygamber’in parlak mucizelerinden (bir âyet gelmez ki illâ onlar ondan) o âyeti celîleyi yalanlamak, onunla alay etmek suretiyle (yüz çevirirler.) Bir kere düşünmeli değil midirler, Cenâb-ı Hak’kın varlığına, birliğine şehadet eden âyetler ne kadar güzel, hikmet taşırlar. Bunları güzelce düşünerek müslüman olma şerefine ulaşmak, bu sâyede selâmet ve saadete aday olmalı değil midirler?. Ne yazık ki, bunlar bir takım eski kavimler gibi kendilerini helâke uğratmış oluyorlar da hiç bunun farkında olmıyorlar. Bu ne büyük cehâlet…
Enam Suresi 5. Ayet Meal ve Tefsiri
5. İşte onlar hakkı kendilerine geldiği vakit yalanladılar. Fakat onlara ne ile alay eder olduklarının haberleri yakında gelecektir.
5. (İşte onlar) Öyle kudsî âyetleri kabul etmeyip onlardan yüz çeviren beyinsiz kimseler (hakkı) birçok dinî hükümleri taşıyan, halkın dikkatlerini çekebilen nice hakikatlerikapsayan Kur’an’ı Kerim’i, veya nice hakikatlerin tecellî etmesine sebep olan peygamberin mucizelerini (kendilerine geldiği vakit) onlara tebliğ edildiği, gösterildiği zaman onu, (yalanladılar.) inkâr ve alay ederek kabulden kaçındılar.
(Fakat onlara ne ile) Kur’an’ı Kerim’in âyetlerini mi, peygamberin mucizelerini mi, öyle birer hakikat ile mi (alay eder olduklarının haberleri) müthiş âkibetleri, öyle alay edenler için Cenab’ı Hak’kın haber vermiş olduğu azâblar, felâketler (yakında) daha dünyadalarken veya âhirete gittikleri zaman başlarına (gelecektir) nitekim bu inkârcıların bir kısmı Bedir gazvesinde ve diğer zamanlarda lâyık oldukları helâke, felâkete uğramışlardır, âhirette uğrayacakları azâblar ise hepsinin üstündedir.
Enam Suresi 6. Ayet Meal ve Tefsiri
6. Görmediler mi onlardan evvel kaç nesil helâk ettik, o nesillere yeryüzünde size vermediğimiz imkânları vermiş idik ve onların üzerine göğü bol, bol salıvermiştik ve ırmakları onların altlarından akar bir halde kılmıştık, sonra onları günahları sebebiyle helâk ettik ve onlardan sonra birer başka, başka nesil meydana getirdik.
6. Bu inkarcılar, alaycılar, Şam’a ve diğer tarihî beldelere sefer etmiş oldukları zaman (Görmediler mi) bırakmış oldukları eserleri, hayat tarihlerini öğrenmiş olmadılar mı? (onlardan evvel kaç nesil) Ne kadar muhtelif asırlarda yaşamış olan kimseleri (helâk ettik) Nuh, Âd, Semûd, Lût kavimleri bu cümledendir. Nemrud gibi, Fir’avn gibi geçici olarak saltanat sürmüş, sonra da küfürleri yüzünden helâk olup gitmiş şahıslar da bu kabildendir.
Artık bir kerre bunların hayat tarihlerini düşününüz, ey çağdaş inkarcılar… Ey kendi varlıklarına aldanan gafiller… (O nesillere yeryüzünde size vermediğimiz imkânları vermiş idik) Onlara yeryüzünde geniş ülkeler, büyük servetler, kuvvetler vermiş, onları yurdlarında sâbit kılmıştık. (Ve onların üzerine göğü bol, bolsalıvermiştik) Yani, onların arâzilerini sulamak, ekinlerini fazlaca yetiştirmek için ülkelerine vakit, vakit fâideli yağmurlar yağdırmıştık. (ve ırmakları onların) evlerinin altlarından akar bir halde kılmıştık,) bu sâyede birçok bağlara, bahçelere sâhip bulunuyorlardı.
İşte onlar, böyle pek fazla nîmetlere kavuştukları halde dinden mahrum kalmış, Peygamberlerine tâbi olmamış oldukları için (sonra onları) yalnız öyle (günahtan sebebiyle helâk ettik) onları o servetleri, nîmetleri o helâkten kurtaramadı. Sizler ise neyinize güveniyorsunuz?. Onların tarihî hallerinden bir ibret dersi almalı değil misiniz? (ve onlardan sonra) O eski dinsiz kavimlerin ardından (birer başka nesil meydana getirdik.) binaenaleyh biliniz ki, Allah Teâlâ herşeye kadirdir.
Sizin gibi inkârcıları dilediği zaman yok eder azâba kavuşturur. Daha nice kavimleri meydana getirebilir. O meydana getirilecek kavimler arasında nice akıllı, mütefekkir zâtlar bulunarak Allah’ın birliğini, Hz. Muhammed’in Peygamberliğini tasdik etmek ve yüceltmek şerefine nâil olabilirler, Dünyevî ve Uhrevî selâmet ve saadete muvaffak bulunabilirler. Artık siz kendinizi düşününüz. “Kam” yüz sene demektir. Asır gibi. Burada Karn’den maksat, bir asırdaki cemaat veya bir zaman halkı veyahut bir Peygamberin ümmetidir.
Enam Suresi 7. Ayet Meal ve Tefsiri
7. Eğer sana kâğıtta yazılı bir kitab indirseydik de onu elleriyle yoklayacak olsalardı elbette o kâfir olanlar, yine diyeceklerdi ki bu bir sihirden başka değildir.
7. Bu mübârek âyetler de inkârcıların küfürlerinde ne kadar ısrarlı olduklarını göstermektedir ve onların şüphelerin!, inkârlarını, akılsızca temennilerini reddeylemektedir. Şöyle ki: Resûlüm, ya Muhammed!. Aleyhisselâm: (Eğer sana kâğıtta) Bir sahife halinde yazılı (bir kitap indirseydik de onu) o kitabı veya kâğıdıgözleriyle görüp (elleriyle) de (yoklıyacak olsalardı) böyle indirilenin mahiyeti kendilerince de açık ve belli olsaydı (elbette o kâfir olanlar yine) inanmıyarak (diyeceklerdi ki, bu) kitab ap açık (bir sihîrden başka değildir) evet… Onlar bu hakikatleri ortaya çıktıktan sonra da sırf inadları, kibirleri tesiriyle inkâr edip duracaklardı. Nitekim ayın yarılması mucizesi hakkında da böyle demişlerdir.
§ Rivâyete göre Nadr ibnil Hars, Abdullah İbni Ümiyye ve Nevkal İbni Huveld, Hz. Peygamber’e hitâben: Allah tarafından bize bir Kitab getirinceye ve onunla beraber dört melek de bulunup o Kitabın Allah katından olduğuna şâhitlik edinceye kadar biz sana imân etmeyiz” demişler. Bunun üzerine bu âyeti Kerimeye nâzil olmuştur.
Enam Suresi 8. Ayet Meal ve Tefsiri
8. Ve dediler ki; onun üzerine bir Melek indirilmeli değil mi idi? Ve eğer biz bir melek indirmiş olsaydık elbette iş bitirilmiş olurdu. Sonra onlara göz açtırtmazdı.
8. (Ve) O inkarcılar, Rasûlü Ekrem’in peygamberliğine açıkça itiraz ederek (dediler ki: Onun) yani Hz. Muhammed’in (üzerine bir Melek indirilmeli değil mi idi?.) tâki biz o Meleği görseydik ve o Melek onun bir Peygamber olduğunu bize şöylece idi.
Ne cahilce bir istek! (Ve eğer biz bir Melek indirmiş olsaydık) Öyle istedikleri gibi asıl şekliyle bir Melek gönderip te onların görecekleri yerde bulunacak olsaydı (elbette iş bitirilmiş olurdu) onlar o yüce, mânevî mahlûku o asıl şekliyle görmeğe tahammül edemez, hepsi de birden helâk olur giderlerdi. Çünkü hiçbir insanın gözü, Melekleri görmeye tahammül edemez. Yüce Peygamberler ise, kutsal kuvvetlerle desteklendikleri için onlar bu görmeye tahammül edebilirler. Maamafih onlara da nâzil olan Melekler çok kerre insan sûretinde görünürlerdi. Hz. İbrahim ve Hz. Lût’a misafir gibi gelen Meleklerin insan sûretinde görünmüş oldukları gibi.
Enam Suresi 9. Ayet Meal ve Tefsiri
9. Ve eğer onu Peygamberi bir melek kılsaydık, elbette onu yine bir erkek suretinde kılardık ve onları yine düşmüş oldukları şüpheye düşürürdük.
9. (Ve eğer onu) Peygamberi, kendilerine gönderilen müjdeci ve uyancıyı veyahut istedikleri Meleği (bir Melek kılsaydık) onu tam bir Melek şeklinde, mâhiyetinde, sûretinde bulunduracak olsaydık, elbetteki insanlar onu göremez, Onun kelâmını anlıyamaz, onu görmeğe güçleri yetmezdi.
Artık onun gönderilmesindeki hikmet ve menfaat tecellî edemezdi. Binaenaleyh (elbette onu) o gönderilecek zâtı (yine bir erkek) insan (-sûretinde- kılardık) onu kendilerine gönderilmiş olanların gözlerine yine bir insan sûretinde göstermiş olurduk.
Tâki gönderilmesindeki gaye tahakkuk etsin, onun açıklamalarını anlamak mümkün olsun, ilâhî deliller tamam olup kimsenin mazeret ileri sürmesine meydan kalmasın, (ve) Bilâkis tam Melek sûretinde gönderilecek olsa (onları) o inkârcıları (yine düşmüş oldukları şüpheye düşürürdük.) hakikatı gizleyerek onları yine içinde bulundukları müşkil ve karışık bir durumla karşı karşıya bırakmış olurduk, yine bu bir insandan başka değil diyerek onun açıklamalarını kabul etmezlerdi. Bu da o inkarcılar hakkında başka bir cezâ gerektirirdi.
Enam Suresi 10. Ayet Meal ve Tefsiri
10. And olsun ki, senden evvelki Peygamberler ile de elbette alay edilmiştir. Artık o kendisiyle alay ettikleri şey, onlardan alay edenleri her taraftan kuşatıverdi.
10. Bu mübârek âyetler de Rasûlü Ekrem’i teselli etmektedir. Onun peygamberliğini tasdik etmiyen şahısların dikkat nazarlarını kendilerinden evvelki bir takım inkârcı, alaycı kavimlerin hayat tarihlerine çekerek o şahısları tehdid ve ikaz etmek istemektedir.
Şöyle ki: Habibim Ya Muhammed!. -Aleyhisselâm-: (And olsun ki,) Yüce Zatıma yemin ederim ki, (senden evvelki) birçokmuhterem, yüce (Peygamberler ile de) câhil, inatçı kavimleri tarafından (elbette alay edilmiştir.) o mübârek Peygamberler de ne kadar ezâ ve cefâya maruz kalmışlardır. (Artık) Bu alay etmelerinin ardından (o kendisiyle alay ettikleri şey) onlara isnad ettikleri yakışıksız hallerin günahı veyahut kendilerine geleceğini inkâr edip alay etmiş bulundukları azâb (onlardan) o Peygamberlerin inkârcı kavimlerden (alay edenleri her tarafından kuşatıverdi.) bu yüzden hemen büsbütün helâk olup gittiler.
Dünya tarihinde alınacak ibret ve en kötü bir isim bırakmış oldular, İşte Muhammed’in peygamberliğini inkâr edenlerin, onun dininin hükümleriyle alayda bulunanların âkibetleri de şüphe yok ki, böyle olacaktır.
Enam Suresi 11. Ayet Meal ve Tefsiri
11. De ki: Yeryüzünde dolaşınız, sonra bakınız ki, yalanlayanların âkibeti nasıl olmuştur.
11. Resûlüm!. O alaycı topluluğa (De ki,) sizden evvelki kavimlerin küfürleri yüzünden uğramış oldukları felâketleri güzelce anlamak için (yeryüzünde dolaşınız) seyahatte bulununuz, (sonra bakınız ki) tefekkür ediniz ki, Peygamberleri, dinî hükümleri (yalanlayanların akibeti nasıl olmuştur.) onlar nasıl köklerinden sökülüp atılmak sûretiyle azâba, felâkete uğramışlardır, İşte sizler de bu inkâr ve alay etmenin yüzünden öyle felâketlere uğrayabileceğinizi biraz düşününüz, tarihten bir ibret alınız, bu kâfirce, cahilce iddialardan artık vazgeçiniz. Ne büyük, ne hayır tavsiye eden bir öğüt!..
Enam Suresi 12. Ayet Meal ve Tefsiri
12. De ki: Göklerde ve yerde olan şeyler kimindir? De ki: Allah Teâlâ’nındır. O kendi zâtı üzerine rahmeti yazmıştır. Elbette sizleri kıyâmet gününde toplanacaktır. Bunda şüphe yoktur. O kimseler ki, kendilerini ziyâna sokmuşlardır. İşte onlar imân etmezler.
12. Bu mübârek âyetler de yaratıcılık ve mâbutluğun yalnız Allah Teâlâya mahsus olduğunu, başka bir uslûb ile bildirmektedir. Ve bütün Kâinatın sâhibi, yöneticisi olan oYüce Yaratıcının bu apaçık olan varlığını inkâr edenlerin zarara uğrayanlardan başka olmadığını açıklamaktadır.
Şöyle ki: Resûlüm!. O inkârcıları susturmak ve cevapsız bırakmak için (De ki: Göklerde ve yerde olan şeyler kimindir?.) bütün bu kâinat, yaratılması, sahipliği ve tasarrufu itibâriyle hangi zata aittir?. Bunları böyle sonsuz güzellikleriyle, fâideleleriyle meydana getirmiş olan hangi yüce zattır? Bunu ey gafiller?. Hiç düşünmez misiniz?. Habibim?. Böyle bir sualin belirlenmiş ve takdir edilmiş cevabı olmak üzere o inkârcılara hitâben (de ki:) bütün bunlar (Allah Teâlâ’nındır.) onun birer mahlûkudurlar. Ondan başka Yaratıcı, bütün Kâinata Hâkim bir Zat yoktur, tasavvur edilmiş değildir.
(O) Öyle Rahîm, Kerîm Yüce bir Yaratıcıdır ki, (kendi Zâtı üzerine Rahmeti yazmıştır.) Evet… O Yüce Yaratıcı, merhametlidir, çok esirgeyendir, sırf bir lûtuf ve ihsan olmak üzere mahlûkatı hakkında merhameti, lütfu takdir etmiş ve onlara yöneltmiştir. Onun pek geniş olan rahmeti, bütün yaratıkları içine almaktadır. O kullarını temiz bir yaratılış üzere yaratmıştır. O kulları hakkında hidâyet yolunu göstermek için Peygamberlerini, kitaplarını göndermiştir.
Kendi varlığına birer şâhit olan iç ve dış âlemlerdeki delillerini, kullarının dikkat nazarlarına sunmuştur. İlâhî merhametin genişliğine bakmalı ki, bir güzel amelde bulunan kimseye en az on misli sevap vermektedir. Bir kötü amelden dolayı da bir misli cezadan başka vermemektedir. “nitekim” Sebekat rahmeti alâ gazabı “benim rahmetim, gazabımı geçmiştir” Hadîsi Kudsîsi de bu hakikatı bildirmektedir. (Ve elbette) Ey insanlar?. Andolsun ki, (sizleri kıyâmet gününde toplıyacaktır.) orada imân ve itaat ehline sonsuz lûtuf larda bulunacaktır.
Küfr ve taşkınlık ile hayatlarını nihâyete erdirmiş olanları da o günde lâyık oldukları azâba kavuşturacaktır. (bunda şüphe yoktur.) Elbette o kadar ilâhî rahmet karşısında inkâra,isyâna sapanlar, kendi aslî yaratılışlarını zayi’ edenler, o ebedî âlemde lâyık bulundukları cezalara çarpılacaklardır.
Evet… (O kimseler ki,) Yüce Yaratıcının o kadar nîmetlerini takdir edememişler, nîmete karşı nankörlük etmişlerdir, onlar kendi felâketlerini kendi elleriyle hazırlamışlar, kendi (nefislerine ziyankâr olmuşlardır.) öyle bir âkibete kendi kötü hareketleriyle sebebiyet vermişlerdir. (İşte onlar imân etmezler.) Yoksa temiz yaratılışlarını muhafaza edenler, iş ve dış âlemlerdeki delilleri güzelce dikkate alanlar, Kâinatı Yaratanın varlığını, birliğini ve üzerlerine düşen dinî vazîfelerini asla inkâr ederek imân nîmetinden mahrum kalmazlar.
Enam Suresi 13. Ayet Meal ve Tefsiri
13. Halbuki, gecede ve gündüzde barınan her ne varsa onundur ve hakkı ile işiten, bilen de ancak odur.
13. Artık bu kadar parlak deliller, hakikatler meydanda iken insan kendisini nasıl inkâr felâketine uğratır. (Halbuki,)Bütün mekânlar, bütün kâinat tabakaları, Cenâb-ı Hak’kın olduğu gibi bütün zamanlar ve bütün zamanla ilgili şeyler de o Yüce Yaratıcınındır.
Evet… Şüphe yok ki, (gecede ve gündüzde barınan her ne varsa onundur.) böyle zamanlar içinde durup yaşıyan herşey o Yüce Yaratıcınındır. (Ve hakkı ile işiden, bilen de ancak o dur.) Hiçbir kimsenin açık ve gizli söz ve fiilleri, o Yüce Yaratıcıya gizli kalamaz. Artık nasıl olur da bir insan, o muazzam Halikını inkâra cür’et edebilir. Bu ne kadar feci’ bir harekettir. Bunun âkıbetini düşünmek icabetmez mi?. Cenâb-ı Hak cümlemize uyanmalar nasib buyursun âmin.
Enam Suresi 14. Ayet Meal ve Tefsiri
14. De ki: Göklerin ve yerin yaratıcısı olan Allah Teâlâ’dan başkasını dost edinir miyim? Halbuki, o besliyor ve kendisi beslenmekten uzak bulunuyor. De ki: Ben muhakkak emrolundum ki, Müslümanların birincisi olayım ve sakın müşriklerden olma buyuruldu.
14. Bu mübârek âyetler de başka bir uslûb ileCenab’ı Hak’kın bütün kâinatın yaratıcısı ve rızık vericisi olduğunu beyan buyurmaktadır, ve kıyâmet gününde onun azâbından kurtularak rahmetine ulaşmak için onu tasdik etmekten, onun hükümlerine uymaktan başka çare bulunmadığını şöylece hatırlatmaktadır; Resûlüm: Seni kendi dinsiz babalarının, dedelerinin yoluna çevirmek isteyen o müşriklere hitâben (De ki: Göklerin ve yerin yaratıcısı) onları yoktan var etmiş ve yaratmış (olan Allah Teâlâ’dan başkasını velî) Rab, Mâbud, Yardımcı, Destekçi (edinir miyim?.) böyle cahilce bir hareketi, ancak Allah’ın varlığının birer parlak, eşsiz şahidler bulunan bu mükemmel eserlerini görüp düşünmekten mahrum olanlar yaparlar.
(Halbuki) Bu Kâinatın Yüce Yaratıcısı, bütün bu mahluklar! yaratmıştır ve (o) Kerem Sâhibi Yaratıcı bütün bu mahluklar! (besliyor) büyütüyor, onları rızıklandırıyor, (ve kendisi beslenmekten) Başkaları tarafından rızıklanmaktan, başkalarına muhtaç bulunmaktan beri, (uzak bulunuyor.) işte böyle bir Yüce Yaratıcı var iken herhangi bir âciz, başkasına muhtaç, ve yok olmaya mahkûm olan şeyleri mâbud edinebilir miyim?.
Habibim!. Ve (De ki: Ben muhakkak) Allah tarafından (emrolundum ki, ehli İslâm’ın) bu müslümanların, müslüman olma şerefiyle vasıflanmaları itibâriyle (birincisi olayım) onların Peygamberi, selâmet rehberi olduğum için bu öncelik şerefine benim sâhip olmam lâzımdır (ve) ben böyle müslüman olmakla emrolunduğum gibi bana (sakın müşriklerden olma) diye de (buyuruldu.) yani, ben küfr ve şirkten de yasaklandım. Artık öyle bir Yüce Mabudun emir ve yasağına nasıl muhalefet edilebilir?.
Enam Suresi 15. Ayet Meal ve Tefsiri
15. De ki: Eğer ben Rabbime isyan edersem elbette büyük günün azâbından korkarım.
15. Habibim!. O gâfillere (De ki: Eğer ben Rabbime isyan edersem) onun emr ve yasağına faraza muhalefette bulunursam(elbette büyük günün) kıyâmet zamanının (azâbından korkarım) öyle bir isyan halinde bu azâbı hak etmiş olurum. Artık masum, her yönüyle bağışlanmış olan Yüce bir Peygamberin hali böyle olursa başkalarının hali ne olacaktır?. Ey inkarcılar; bunu sizin de düşünmeniz icab etmez mi?. Siz böyle küfr ve isyan yüzünden uğrayacağınız ebedî azâbları hiç düşünmez misiniz?.
Enam Suresi 16. Ayet Meal ve Tefsiri
16. Kim kendisinden o gün azâb bertaraf edilirse muhakkak ona merhamet buyurmuştur. Ve işte en açık bir kurtuluş odur.
16. (Kim kendisinden) O kıyâmet gününde ilâhî bir lûtuf olarak (azâb bertaraf edilirse) o pek korkunç günde pek şiddetli olan cezâlardan kurtulur da sevaba ulaşırsa (muhakkak ona) o kimseye kerem sâhibi Yaratıcısı (merhamet buyurmuştur.) onun hakkında hayrı, kurtuluşu, selâmete ulaşmayı dilemiştir. (Ve işte en açık bir kurtuluş odur.) Evet… Cenâb-ı Hak’kın bu rahmeti, kulunu azabtan koruyarak sevaba kavuşturması, apaçık ve besbelli bir kurtuluştur. Artık öyle bir kurtuluş ve saadete ulaşmayı o kerem sâhibi Yüce Yaratıcıdan niyâz etmeli, onun bütün emirlerine, yasaklarına itaat etme ve boyun eğmeyi en mühim bir kulluk vazîfesi bilmelidir.
Enam Suresi 17. Ayet Meal ve Tefsiri
17. Ve eğer Allah Teâlâ sana bir zarar dokundurursa onu ondan başka açacak yoktur. Ve eğer sana bir hayr dokundurursa… İşte o herşeye hakkıyla kadirdir.
17. Bu mübârek âyetler de bütün hayırların, zararların ortaya çıkmasının devam etmesinin, yok olmasının, ilâhî iradeye tâbi olduğunu ye Hak Teâlâ’nın bütün kulları üzerinde hakim ve galip bulunduğunu beyan etmektedir. Şöyle ki: Ey Yüce Peygamberin veya kendisine hitâbın mümkün olduğu herhangi bir insan!. (Ve) Şu da muhakkaktır ki (eğer Allah Teâlâ sana bir zarar dokundurursa) fakirlik gibi, hastalık gibi elem verici bir şey isâbet ettirirse (onu) o zararı (ondan) o Yüce Yaratıcıdan (başkaaçacak) kaldıracak ve giderecek başka bir zât (yoktur.) bu ancak onun kudret ve iradesine tabidir. (Ve eğer sana bir hayr dokundurursa) Lezzet gibi, ferah ve sevinç gibi, sıhhat ve zenginlik gibi fâideli bir şey ihsan ederse o da onun bir lütfudur. Ona da kimse mâni olamaz. (İşte o) Yüce yaratıcı (her şey’e) hayr ve şer kabilinden her hadiseyi meydana getirmeğe (hakkıyle kadirdir.) onun kudreti herşeye kâfidir, inandık.
Enam Suresi 18. Ayet Meal ve Tefsiri
18. Ve o kullarının üzerinde her türlü tasarrufa sahiptir. Ve o hikmet sahibidir, herşeyden haberdardır.
18. (Ve o) Yüce Yaratıcı (kullarının üzerinde her türlü tasarrufa sahiptir.) o öyle galip kahredici, kudretli bir Yaratıcıdır ki onu hiç bir şey âciz bırakamaz. Bütün kulları onun kudreti altında güçsüz ve o kudrete boyun eğmiş bulunmaktadırlar. (Ve o) Yüce Yaratıcı (hikmet sahibidir) her yarattığı şey, her emrettiği ve yasakladığı mesele bir hikmet ve menfaata dayanmaktadır. Ve o (her şeyden haberdardır.) kullarının dışlarını da, içlerini de tamamen bilmektedir. Artık öyle bir kerem sâhibi mabudun şanının yüceliğini düşünerek, ona kulluk arzetmekle övünmelidir onun bütün hükümlerine uymakla mükâfatlara ulaşmaya gayret etmelidir. Artık akıllı olan bir kimse, o Yüce Yaratıcıdan başkasını dost edinir mi?. Ondan başkasına yönelmekten uzak bulunmuş olmaz mı?.
Enam Suresi 19. Ayet Meal ve Tefsiri
19. De ki: Hangi şey, şahadetçe daha büyüktür. De ki: Allah Teâlâ benimle sizin aranızda hakkıyla şahittir ve bana bu Kur’an vahyolundu ki sizleri ve erişeceği kimseleri onunla uyarayım. Ya siz Allah Teâlâ ile berâber başka ilâhlarda olduğuna şâhitlik mi edersiniz? De ki: Ben şâhitlik etmem. De ki: O ancak bir tek tanrıdır. Ve muhakkak ben sizin ortak koştuklarınızdan tamamen uzağım.
19. Bu mübârek âyetler, Rasûlü Ekrem’in peygamberliğine Cenâb-ı Hak’kın şâhitlikettiğini ve o Yüce Peygamberin Allah’ın birliğini tasdik edip müşriklerin küfr ve şirkinden uzak bulunduğunu ifâde etmektedir. Ve Yüce Peygamberin risâlet sâhibi olduğunu ehli kitap pekâlâ bildiği halde yalnız hüsrana uğrayanların bunu tasdik etmediklerini beyan etmekte ve müşrikleri, inkârcıları şöylece kınamaktadır.
Resûlüm!. O senin peygamberliğini inkâr edenlere hitâben (De ki: Hangi şey) hangi bir zat (şahâdetçe daha büyüktür?) benim peygamberliğime hangi zâtın şahitliğini daha doğru bilirsiniz?. Bunun cevabı gayet açıktır. Onlar bunu bilemiyorlar mı? Onlara (De ki:) şâhitliği herkesin şâhitîiğinden daha büyük olan şüphe yok ki (Allah Teâlâ) dır. Onun şâhitliğinde asla şüpheye yer yoktur. İşte o Yüce Mâbud (benimle sizin aranızda) benim size tebliğ ettiğim Allah’ın birliğine ve benim peygamberlik ve risâletime (hakkıyla şahittir.) artık onun bu şâhitliği nasıl kabul edilmeyebilir?.
Evet… O Yüce Yaratıcının Peygamberine indirmiş olduğu Kur’an’ı Kerim, sonsuz bir mucizedir. Cenâb-ı Hak’kın birliğini, yüceliğini ve kudretini bizlere bildiriyor. Aynı şekilde Hz. Muhammed’in peygamberlik ve risâletini tasdik ederek bunlara şâhitlik ediyor. O Yüce Peygamberin elinde ortaya çıkan diğer mucizelerde, onun hakkında Allah tarafından gösterilen birer şahitliktir. Bunlar nasıl inkâr edilebilir?. Bunların üstünde bir şâhitlik mi bulunabilir?.
(Ve) Resûlüm!. Onlara de ki (bana bu Kur’an) O Kerem Sâhibi Yaratıcı tarafından benim peygamberliğimin doğruluğuna şâhit olan bu ilâhî kitap (vahy olundu ki) ey Mekke ehli!. Ve ey zamanımda bulunan mükellefler!. (sizleri) Ve bu ilâhî kitabın benden sonra kıyâmete kadar kendilerine (erişeceği kimseleri) bütün insanlığı, bütün insanları ve cinleri (onunla) o kutsî kitabın ihtiva ettiği tehditler ile (uyarayım) onları korkutarak Allah’ın dininden ayrılmamalarını kendilerine hatırlatmış bulunayım. Binaenaleyh Kur’an’ı Kerim’in bütünhükümleri, gerek inişi zamanındaki ve gerek kıyâmete kadar meydana gelecek kimseleri kapsamakta ve hepsi hakkında geçerli olmaktadır, (ya) Ey Allah’ın birliğini inkâr edenler!, (siz Allah Teâlâ ile başka ilâhlar olduğuna şâhitlik mi edersiniz?.)
Bu ne kadar bâtıl: Hakikate aykırı bir şâhitlik!. Resûlüm!. O müşriklere (De ki: Ben şâhitlik etmem.) belki ben sizin bu şâhitliğinizin bâtıl olduğunu söyler, bu inancınızın bozukluğunu size ihtar ederim. Yüce Peygamberim!. O müşriklere (De ki: O) kendisine ortak koştuğumuz mabut, ortaktan uzaktır. O (ancak bir tek ilahtır) ondan başka Tanrı yoktur, İşte ben buna şâhitlik ederim, (ve muhakkak ben sizin) Cenâb-ı Hak’ka (ortak koştuklarınızdan tamamen beriyim) ben sizin putlarınızdan, sizin o müşrikce hareketlerinizden tamamen uzak bulunmaktayım. Artık bütün insanlığa yönelen vazîfe de böyle Allah’ın birliği inancıyla kalblerini aydınlatmaktan başka bir şey değildir.
§ Rivâyete göre Kureyş müşrikleri, Rasûlü Ekrem’e hitâben demişler ki: Ya Muhammed!. Aleyhisselâm. Biz senin hakkında Yahudi ve Hıristiyanlardan sorduk, onların iddiasına göre kendi yanlarında sana dâir bilgiler yok imiş. Senin peygamberliğine şâhitlik edecek kim vardır?. Bize göster bakalım. Bu sual üzerine bu âyeti kerime nâzil olmuştur.
Enam Suresi 20. Ayet Meal ve Tefsiri
20. Kendilerine kitap vermiş olduğumuz kimseler, onu kendi oğullarını tanıdıkları gibi tanır bilirler. O kimseler ki kendilerini zarara uğramışlardır, işte onlar imân etmezler.
20. O ehli kitabın şâhitliğine müracaat etmiş olan Kureyş taifesi ve diğerleri bilmelidirler ki, (kendilerine kitab vermiş olduğumuz kimseler) Yahudi Hırıstiyan taifesi ve diğerleri (onu) o peygamberlerin sonuncusunu (kendi oğullarını tanıdıkları gibi tanır, bilirler) vaktiyle gönderilmiş olan kitaplarda o Yüce Peygamberin bütün vasıflarını yazılıbulmuşlardır, bu suretle onun hakkında pekâlâ bilgi sâhibi olmuşlardır.
Onlar kendi evlâtlarım başkalarına ait evlâtlardan ayırıp seçtikleri gibi Hz. Muhammed’in de zâtını, vasıflarını pekâlâ bilirler, bunda şüphe etmezler. Ancak ehli kitaptan ve müşriklerden bulunan (o kimseler ki,) aslî yaratılışlarını zayi etmiş, imân edilmesi gereken âyetlerden yüz çevirmişlerdir, onlar bu suretle (nefislerini hüsrana uğratmışlardır) zarar ve ziyanda kalmışlardır. (işte onlar imân etmezler.) İşte o gibi beyinsiz şahıslar Hz. Muhammed’in peygamberliğini tasdik eylemezler. Bu kötü hareketlerinden dolayı da Allah tarafından sapıklığa mahkûm edilmişler ebedî azâbı hak etmişlerdir.
Enam Suresi 21. Ayet Meal ve Tefsiri
21. Cenâb-ı Hak’ka karşı yalan yere iftirada bulunandan veya onun âyetlerini yalan sayandan daha zâlim kim vardır? Şüphe yok ki o zâlimler kurtuluşa ermezler.
21. (Cenâb-ı Hak’ka karşı yalan yere iftirada bulunandan) Melekler Allah Teâlâ’nın kızlarıdır, diyen, Hz. İsa Allah’ın oğludur demekten sıkılmayan, ve Yüce Mabudun semavî kitaplarında peygamberliği vasıfları yazılı bulunan bir Yüce Peygamber’i inkâr eyleyen, böyle bir nice yanlış inançlarda bulunmaktan vazgeçmeyen bir şahıstan (veya onun) O Kerem Sâhibi Yaratıcının (âyetlerini yalan sayandan)
Kur’an-ı Kerim gibi ilâhî kitapları, bir takım meydana gelen mucizeleri inkâr eden, son peygamber hakkındaki ilâhî şâhitliği yalanlamaya cür’et gösteren bir şahıstan (daha zâlim kim vardır?.) elbette öyle kâfirce, cahilce hareketlerde bulunanlar, en fazla zâlim kimselerdir, öyle bir zâlim, insanlığa en kötü bir örnek olmuş, kendi nefsini de en feci felâketlere, azaplara uğratmıştır. Artık ondan daha fazla zâlim kim olabilir?. Artık (şüphe yok ki o) gibi (zâlimler kurtuluşa ermezler) onlar bu hâl üzere ölüp gidince ebedî azâba uğrayacaklardır. Ne büyük bir zarar!.
Enam Suresi 22. Ayet Meal ve Tefsiri
22. Ve o gün ki, onları hep birlikte toplayacağız, sonra şirke düşmüş olanlara: Hani nerede sizin iddia ettiğiniz ortaklarınız diyeceğiz.
22. Bu mübârek âyetler de müşriklerin, âhirette uğrayacakları pek feci bir durumu ve onların nefsi müdafaa için ileri sürecekleri gerçek dışı mazeretlerini bildirmektedir şöyle ki: (Ve) Ey Yüce Resûlüm!. O müşriklerin, inkârcıların hâllerini bir hatırla!, (o gün ki) O kıyâmet zamanındaki (onları) o putları ve başka şeyleri ilâh edinen şahısları ve diğerlerini (hep birlikte toplayacağız) hepsini de mezarlarından ve diğer bulundukları yerlerden kaldırarak mahşer alanında toplayacağız.
(sonra şirke düşmüş olanlara) Cenab’ı Hak’tan başkasını ilâh tanıyarak putlara, karanlıklara, nurlara veya Üzeyr, Mesih gibi zatlara tapınmış bulunanlara bir kınama olmak üzere (hâni nerede sizin iddia ettiğiniz) kendilerini birer ilâh tanır bulunduğunuz (ortaklarınız, diyeceğiz) onları dünyadaki o kötü inançlarından dolayı âhirette böyle hesaba çekeceğiz.
Enam Suresi 23. Ayet Meal ve Tefsiri
23. Sonra onların çâresi, Vallahi ey Rabbimiz! Bizler müşriklerden olmadık, demekten başka olmayacak.
23. (Sonra onların) Öyle bir küfr ve şirke düşmüş olan dinsizlerin güya kendilerini kurtarmak ümidiyle (çâresi) ileri sürecekleri mazeret, yalan yere yemin ederek (vallahi ey Rab’bimiz!. Bizler müşriklerden olmadık demekten başka olmayacak) Onlar o mahşer âleminde son derece bir hayret ve dehşet içinde kalacaklar, kendilerini kurtarabilmek hayaliyle öyle yalan yere yemin etmeğe cür’et edeceklerdir.
Enam Suresi 24. Ayet Meal ve Tefsiri
24. Bak kendi nefisleri aleyhine nasıl yalan söylediler. Ve onlardan iftira eder oldukları şey de nasıl kaybolup gitti!.
24. Habibim!. (Bak) Ne kadar teaccübe lâyıkbir olay!. O müşrikler (kendi nefisleri aleyhine nasıl yalan söylediler) kendilerinden dünyadalarken küfr ve şirk sâdır olmamış olduğunu nasıl iddiaya cür’ette bulundular. Bu ne cahilce bir iddia!.
Cenab’ı Hak’ka ortak koştuklarına ait inançları, bâtıl iddiaları nasıl âhirette yok oldu, onu inkâra cür’et eder oldular. Veyahut o yardımların! ümit ettikleri putları, kendilerine âhirette fayda veremeyip nasıl sönüp gitti, İşte böyle bir mahrumiyet, bir uhrevî âkibet, bir ilâhî azap o dinsizler, kâfirler hakkında muhakkaktır. Artık daha dünyada iken bunu düşünüp de uyanmalı değil midirler.
Enam Suresi 25. Ayet Meal ve Tefsiri
25. Ve onlardan seni dinleyenler vardır. Fakat onların kalpleri üzerine onu hakkıyla anlamalarına mâni olacak kat kat perdeler ve kulaklarının içine de ağırlık koymuşuzdur. Ve eğer her bir mucizeyi görseler ona yine inanmazlar. Hattâ sana geldiklerinde seninle mücadelede bulunurlar. Kâfir olanlar der ki: Bu eskilerin uydurmalarından başka bir şey değildir.
25. Bu mübârek âyetler de müşriklerin Kur’an’ı Kerim hakkındaki pek cahilce iddialarını çirkin bulmakta ve yalanlamaktadır. Ve onların Kur’an’ın beyanlarına karşı olan hareketleriyle kendi nefislerini bilmeksizin helâke götürmüş olduklarını bildirmektedir. Şöyle ki: Habibim!. (Ve onlardan) o müşriklerden (seni dinleyenler) senin okuduğun Kur’an’ı dinleyip duranlar (vardır) artık ondan istifâde etmeli değil mi idiler!.
(Fakat) yapmış oldukları kötü hareketlerinden, İslâmiyet’e karşı takındıkları düşmanca vaziyetlerden dolayı mânevî bir cezâ olmak üzere (onların kalbleri üzerine onu) o Kur’an-ı Kerim’i (hakkiyle anlamalarına) ona göre inançlarını düzeltmelerine (mâni olacak kat kat perdier ve kulaklarının içine ağırlık) sağırlık (koymuşuzdur) artık onlar, o Kur’an’ı Kerim’den istifâde edip müslüman olma şerefine kavuşacak bir kabiliyettedeğildirler, (ve eğer) Onlar (her bir mucizeyi görseler ona yine inanmazlar) herbirini inkâr ederek küfrlerinde israr eder dururlar. (Hattâ,) Habibim!. Onların âyetleri yalanlamış, küfrlerinde israrı bir derecededir ki, (sana geldiklerinde seninle mücadelede bulunurlar) kibir ve inatlarından dolayı seni inkâra devam ederler.
Ve o (Kâfîr olanlar der ki: Bu) Kur’an kitabı (eskilerin) geçmiş kavimlerin (uydurmalarından) onların yazmış oldukları yalan hikâyelerden hurafalardan, saçmalıklardan (başka bir şey değildir) işte o dinsizler, o hayvanlara, heykellere tapan beyinsiz kimseler, kendi alçaklıklarını görmezler de Kur’an-ı Kerim gibi en güzel, en doğru, en hikmetli, en ebedî bir mucizeyi inkâr etmekle dinsizliğin ne kadar alçak basamağına düşmüş olduklarını göstermiş olurlar.
§ İbni Abbas Hazretlerinden rivâyet olunuyor ki: Ebu Süfyan, Velid ibnil Mugayire, İbni Rebia, Ebu Cehil ve Nadr İbni Haris gibi bir cemaat, Rasûlü Ekrem’in yanında bulunup okuduğu Kur’an-ı Kerim’i dinlemişler. Aralarında bulunan ve hurafeler kabilinden hikâyeleri nakledip duran Nadr’e sormuşlar: “Muhammed: Aleyhisselâm” Ne söylüyor?.
Nedir o okuduğu şeyler?. Nadr da: “ben ne dediğini bilemiyorum, yalnız iki dudağı kımıldanıyordu, benim size hikâye ettiğim gibi geçmiş kavimlerin esâtirini: Yani hurafelerini söyleyip duruyordu” demiş. Ebu Süfyan ise “hayır, ben onun söylediklerinin bir kısmını hak görüyorum” demekle Ebu Cehil: “Asla: hak değil” demek alçaklığında bulunmuş. Bunun üzerine bu âyeti kerime nâzil olmuş, o beyinsiz dinsizlerin uğursuz, cahilce iddialarını yaymış ve çirkin bulmuştur.
Enam Suresi 26. Ayet Meal ve Tefsiri
26. Ve onlar bundan hem vazgeçirmeye çalışırlar, kendileri de bundan uzaklaşırlar. Ve başkalarını değil, kendi nefislerini helâk etmiş olurlar da farkına varamazlar.
26. (Ve onlar) O gerçekleri beyan edenKur’an’a esâtir adını vermekten utanmayan dinsizler, Kur’an’ı Kerim’i inkâr ile yetinmezler. Belki (ondan) o kutsî kitaptan (hem) insanları (vazgeçirmeye çalışırlar) onu dinlemelerine mâni olmak isterler, tâki onun yüce, ruhları besleyen açıklamalarını işitip de onun tesiriyle İman şerefine erişmesinler. (kendileri de bundan uzaklaşırlar) Ona karşı nefretlerini bu derece göstermekten sıkılmazlar. (ve) Onlar bu kötü hareketleriyle, bu dinsizlikleriyle (başkalarını değil kendi nefislerini helâk etmiş) Allah’ın azâbına uğratmış (olurlar da farkına varamazlar.)
Evet… Onlar bâtıl, kötü hareketleriyle, inançlarıyla ne yüce Peygamber’e, ne Kur’an-ı Kerim’e, ne de müslümanlara bir zarar vermiş olamazlar. Yalnız bu alçaklıklarının uğursuzluğu, kötü netîcesi, kendilerinin mahv ve yok olmalarına, ebedî bir azâba uğramalarına sebep olur da son derece ahmak olmalarından dolayı bunun farkına varamazlar.
Enam Suresi 27. Ayet Meal ve Tefsiri
27. Ve onları ateşin üzerine durdurulup da: “Eyvah bize ne olurdu bir geriye çevrilseydik ki, Rabbimizin âyetlerini yalanlamasaydık ve mü’minlerden olsaydık” dedikleri zaman bir görecek olsan.
27. Bu mübârek âyetler de küfür ehlinin kıyâmet gününde uğrayacakları pek elem verici cezaları bildirmektedir. Onların bâtıl inançlarında ne kadar ısrarlı olduklarını göstermektedir. Ve öyle inkârcıların âhirette yapacakları pişmanlıkların, değiştirecekleri kanaatlerin artık kendilerini Allah’ın azâbından kurtaramayacağını hatırlatmaktadır.
Şöyle ki: (Ve) Ey Resûlüm!. Veya herhangi bir sadık mü’min olan zat!, (-onları-) O haşır ve neşri inkâr eden dinsizleri, yarın kıyâmet gününde (ateşin üzerine durdurulupta) onların ah vah ederek (eyvah bize ne olurdu ki bir geriye) dünya hayatına (çevrîlseydi ki) artık inanç değiştirerek (Rab’bimizin âyetlerini) kıyâmetin bu elem verici hallerini ifâde eden Kur’an’ınbeyanlarını bir daha (yalanlamasaydık ve) küfrü terkederek (mü’minlerden olsaydık) böyle kıyâmet gününü, ilâhî azâbı bilip inanmış olan mü’minlerden olsaydık (dedikleri zaman) onları (bir görecek olsa idin!.) onların ne feci, korkunç bir âkibete uğramış olduklarını görürdün.
Enam Suresi 28. Ayet Meal ve Tefsiri
28. Hayır: Evvelce gizlemekte oldukları şey kendilerine göründü de ondan ve eğer geri çevrilselerdi kendisinden yasaklandıkları şeye elbette yine dönüverirlerdi. Ve şüphe yok ki, onlar elbette yalancılardır.
28. (Hayır) Onların bu temennileri bir samimiyet eseri değildir. Hakikî bir imâna kavuşma arzusuna dayalı bulunmamıştır. (Evvelce gizler oldukları şey) Kalblerinde sakladıkları küfr ve münafıklığın çirkin inançların ne kadar helâk edici olduğu (kendilerine göründü de -ondan-) dolayı böyle dünyaya bir daha çevrilmelerini ve imân etmelerini temennide bulunacaklardır, (ve eğer geri çevrilselerdi) Yine sözlerinde durmuş olmazlardı, (kendisinden yasaklandıkları şeye) küfre, günahlara (elbette yine dönüverirlerdi) o âhiret âlemini unutuverirlerdi.
(ve şüphe yok ki, onlar elbette yalancılardır.) Onların âdetleri yalandan ibarettir. Eğer faraza dünyaya döndürülecek olsalar yine Cenâb-ı Hak’kın âyetlerini inkâr eder, yine imân ehlinden olmak istemezlerdi.
Enam Suresi 29. Ayet Meal ve Tefsiri
29. Ve dediler ki, bu bizim dünya hayatımızdan başka hayat yoktur ve bizler bir daha dirilecek değiliz.
29. (Ve) O münkirler, dünyada iken dedikleri gibi öldükten sonra tekrar hayat bulup dünyaya getirilecek olsalar yine (dediler ki) yani: Muhakkak diyeceklerdir ki, (bu bizim dünya hayatımızdan başka hayat yoktur) onlar yasaklandıkları şeylere dönecekler, görmüş oldukları âhiret hayatını bir rüyadan, bir hayalden ibâret gibi kabul edecekler (ve) diyecekler ki: (bizler) Ölürsek (bir dahadirilecek değiliz) artık bizim için başka hayat yoktur.
Evet… O inkarcılar âhiret hayatını hiç görmemiş gibi bir tavır alacaklardır, o ebedî hayatı inkâr edeceklerdir onlar böyle cahilce ve inatçı bir inancın eseri bulunmaktadırlar.
Enam Suresi 30. Ayet Meal ve Tefsiri
30. Ve onları görecek olsan Rablerinin huzuruna durduruldukları zaman! Buyuracak ki: “Şu hak değil miymiş?.” onlar da: “evet. Rabbimize andolsun ki,” diyecekler. Cenâb-ı Hak’ta “o halde azâbı tadınız, küfreder olduğunuz şeyler sebebiyle” diye buyurmuş olacaktır.
30. (Ve) Resûlüm!, (-onları-) O inkârcıları (görecek olsan Rablerinin huzuruna) onun yüce mahkemesine (durduruldukları zaman) arzolundukları vakit ne büyük ve acıklı bir manzaraya bakmış olacaksın!. Cenab’ı Hak, melekleri lisaniyle onları azarlamak için hitâben (buyuracak ki, şu hak değil miymiş?.) şu haşır ve neşir, şu hesap ve kitap hakikaten vuku bulacak şeyler değil miymiş, sizler ise bunları inkâr edip duruyordunuz.
(onlar da) Bu hakikat tamamiyle ortaya çıktığı için bunu itirâfa mecbur olup kabul ettiklerini yemin ile kuvvetlendirerek (evet… Rab’bimize andolsun ki,) bu hak, sâbit ve takdir edilmiş bir emirmiş (diyecekler.) fakat böyle ilâhî azap gözlerinin önünde tecelli ettikten sonra bunu tasdik etmenin kendilerine bir faydası olmayacaktır. Buna vaktiyle dünyada iken imân etmeleri lâzım idi.
Binaenaleyh (Cenab’ı Hak da:) onlara hitâben (O halde azâbı tatınız, küfr eder olduğunuz şeyler sebebiyle) bu kıyâmet hayatını, bu haşri ve neşri vaktiyle inkâr eder olduğunuzun bir cezâsı olmak üzere (diye buyurmuş olacaktır) artık bu hakikatları inkâr edenler, bir kere düşünsünler akıllıca bir tefekküre dalsınlar, Cenâb-ı Hak’kın bu kâinatta tecelli eden kudret ve hikmet eserlerini dikkate alsınlar, öyle inkâr vadisine sapmasınlar, kendi kötü düşünceleriyle, inançlariyle ebedî hayatlarını en elem vericiazâblara mâruz bırakmış olmasınlar. Tevfik Allah’tandır.
.
Enam Suresi 31. Ayet Meal ve Tefsiri
31. Allah Teâlâ’nın huzuruna çıkacaklarını kendilerine ansızın kıyâmet gelinceye kadar inkâr eden kimseler, muhakkak hüsrana uğramışlardır. Onlar bütün günahlarını sırtlarına yüklenmiş oldukları halde eyvah bizlere! Orada yaptığımız kusurlardan dolayı diyeceklerdir. Dikkat ediniz! Onların yüklenip taşıyacakları şeyler ne kadar kötü!.
31. Bu mübârek âyetler de âhirette Cenâb-ı Hak’kın mânevî huzurunda bulunulacağını yalanlayanların bilahara ne kadar hüsrana uğrayacaklarını bildirmektedir. Ve dünya hayatının ne kadar ehemmiyetsiz olduğunu bildirerek âhiret âleminin ne derecelerde hayırlı olduğunu düşünmelerini insanlığa hatırlatmaktadır.
Şöyle ki: (Allah Teâlâ’nın huzuruna) Onun Yüce mahkemesine (çıkacaklarını) sevk olunup dünyadaki amellerinden sual olunacaklarını (kendilerine ansızın kıyâmet gelinceye kadar) yani ölünceye değin (inkâr eden kimseler,) o verilmiş hâlleri evvelce bilinen küfr ve şirk sâhipleri (muhakkak hüsrana) zarar ve ziyâna, felâket ve azâba (uğramışlardır) yani: Sevaplardan, mükafatlardan mahrum kalmış, en büyük azaplara uğramış bulunacaklardır.
(Onlar bütün veballerini) Günahlarını (sırtlarına yüklenmiş) pek ağır bir mânevî azâba uğramış (oldukları halde eyvah) yazıklar olsun, eyvahlar olsun!, (bizlere, orada) dünyada iken (yaptığımız kusurlardan) kıyâmet anını inkâr edip, üzerimize düşen vazîfeleri ihmâl etmiş olduğumuzdan (dolayı diyeceklerdir) Ne yazık ki, böyle bir pişmanlık artık kendilerine fayda vermeyecektir, (dikkat ediniz!.) Bir kere düşününüz ki (onların yüklenip taşıyacaklar şeyler) yani: Kendilerine yönelen günahlar (ne kadar kötü) ne kadar dayanılmaz!. Ne derece azâbı gerektiricidir!..
§ Kıyâmet ansızın ortaya çıkacağı ve ondahalkın hesâbı süratle görüleceği için ona “saat” adı da verilmiştir. Bir de saatten maksat, herhangi bir şahsın vefatı ânî demektir. Çünki o an, o şahsa göre kıyâmetin bir başlangıcı demektir. Nitekim bir hadisi şerifte: ( Her kim ölürse artık onun kıyameti kopmuştur) diye buyrulmuştur.
§ Hasretten maksat da elden çıkan veya ele geçmeyen bir nîmetten dolayı duyulan üzüntü ve pişmanlık demektir. Böyle bir durumdaki kimsenin: “Ya hasretâ” demesi, ey pişmanlık ve üzüntü nerdesin. Gel bakalım, artık senin geleceğin bir zamandır, anlamına gelmektedir.
Enam Suresi 32. Ayet Meal ve Tefsiri
32. Ve dünya hayatı bir oyundan, bir eğlenceden oyalanmadan başka bir şey değil. Ve elbette âhiret yurdu takvâ sâhipleri için hayırlıdır. Buna akıl erdiremez misiniz?
32. Ey dünya hayatından başka hayat olmadığını iddia eden gafiller!. Asıl hayat, âhiret hayatıdır. (Ve dünya hayatı) ise o âhiret hayatına kıyasla (bir oyundan) insanı fâideli şeylerden meşgul eden bir oyuncaktan ve (bir lehüvden = oyalamadan) insanı ciddiyetten ayırıp şakaya, latîf eye düşüren ehemmiyetsiz bir şeyden (başka bir şey değil) dir.
Âhiret hayatı ise böyle midir?. Elbette değildir (ve elbette âhiret yurdu) daimî bir hayatın yeri olan bir sonsuzluk alanı, dünyada iken (takvâ sâhibi olanlar) küfr ve günahtan kaçınmış olanlar (için hayırlıdır.) çünki o âhiret yurdu, o takvâ sâhipleri için cennetlerden, ebedî nîmetlerden ibârettir.
(-Buna- akıl erdiremez misiniz?.) Ey inkarcılar!. Siz de küfr ve isyandan kaçınınız ki, gelecekte öyle nîmetlere kavuşabilesiniz. Gerçekten de dünya hayatı da kötüye kullanılmadığı takdirde bir nîmettir. Zira insan, bu hayattan istifâde ederek üzerine düşen kulluk vazîfelerini yerine getirirse bu sayede âhiret hayatını teminetmiş, öyle dünya nîmetleri gibi geçici olmayan ebedî, eşsiz nîmetlere aday olmuş olur.
Fakat dünya hayâtını kötüye kullananlar için bu fani hayat, bir uyku ve hayal gibi feçip gider, sâhibinin ebedî âlemde zarar ve ziyâna uğramasına sebep olmuş olur. Dünyaya prestiş eyleyenler. Nâdim olacaklar en nihâyet Bir fâide bahşeder mi heyhat!. Vaktinde edilmeyen nedamet.
Enam Suresi 33. Ayet Meal ve Tefsiri
33. Muhakkak biliyoruz ki, onların dedikleri şey, seni elbette üzüyor. Gerçek halde onlar seni yalanlamış olmuyorlar, fakat o zâlimler Allah Teâlâ’nın âyetlerini inkâr ediyorlar.
33. Bu mübârek âyetler de birçok kimselerin dinsizlik cereyanına kapılarak Peygamberleri inkâra cür’et etmiş olduklarını açıklamakla Rasûlü Ekrem Efendimizi teselli etmektedir. Ve Peygamberleri inkârın, haddızatında Allah’ın âyetlerini ve yüce varlığını inkâr demek olduğunu bildirmektedir.
Şöyle ki: Habibim!. Ya Muhammed = Aleyhisselâm: (Muhakkak biliyoruz ki, onların) O inkârcıların, müşriklerin (dedikleri şey) Kur’an’ı Kerim hakkında “Bu eshatirül evvelindir = Yani öncekilerin hurâfeleridir.” demeleri veya onların İslâmiyet’i, ilâhî kanunları kabul etmeyeceğiz demeleri veyahut peygamber hakkında “o sihirbazdır, şairdir, kâhindir, meonundur” demeleri (seni elbette üzüyor) onların öyle kâfirce, cahilce lâkırdıları elbette senin mübârek kalbini hüzün ve üzüntü içinde bırakıyor.
Fakat (gerçek halde onlar seni yalanlamış olmuyorlar) sen gerçek bir peygambersin, sen Allah’ın hükümlerini tebliğ etmekle emrolunmuşsun, onların yalanlamaları haddızatında sana yönelik değildir, (fakat o zâlimler) O nefislerine zulmederek kendilerini Allah’ın azâbına mâruz bırakmış olan inkarcılar (Allah Teâlâ’nın âyetlerini) senin vâsıtanla onlara tebliğ edilen Kur’an-ı Kerim’i, o apaçık kitabın vaad ve tehdide ait âyetlerini, veya senin elinde ortaya çıkıp Allah’ın kudretineşâhitlik eden mucizeleri (inkâr ediyorlar) meselâ: Bir hükümdarın elçisini reddedenler, onun tebliğ ettiği fermanları kabul etmeyenler haddızatında o hükümdarı tanımamış, ona karşı isyan etmiş olurlar.
Binaenaleyh Cenâb-ı Hak’kın Yüce Peygamberini yalanlayanlar da haddızatında onun tebliğ ettiği ilâhî hükümleri inkâr etmiş, küfre düşmüş olurlar. Bununla berâber tefsirlerde beyan olunduğu üzere: Kureyş kâfirleri vaktiyle Rasûlü Ekrem’e “Muhammedül emin” derlerdi, onun pek doğru sözlü bir zât olduğunu itirâf ederlerdi. Hattâ Ahnes İbni Şüreyk Ebu Cehilden sormuş ya abel hakem!, Bize bilgi ver, burada sözümüzü işitecek başka kimse yok, Muhammed Aleyhisselâm, sâdık mıdır, yalancı mıdır?.
Ebu Cehil ise hakkı gizleyememiş, Muhammed -Aleyhisselâm-sâdıktır, o asla yalan söylememiştir. Fakat Kureyş oğulları Hicâbe (Kâ’be perdeciliği işi) Sikaye (Kâ’be’de hacılara zemzem dağıtma işi) peygamberlik gibi ayrıcalıklara sâhip olunca diğer kureyşlilerin hâli ne olacak?. Demiş yalnızca dünya hırsı ile Muhammed’in peygamberliğini inkâr etmekte olduğunu itirâfa mecbur olmuştur. İşte bunun üzerine de bu âyet-i kerime inmiştir.
Enam Suresi 34. Ayet Meal ve Tefsiri
34. Ve andolsun ki, senden evvel de Peygamberler yalanlanmışlardır. Fakat yalanlandıkları ve eziyete uğradıkları şeylere karşı sabretmişlerdir. Nihâyet onlara bizim yardımımız gelip yetişti. Ve Allah Teâlâ’nın kelimelerini değiştirebilecek hiç bir kimse yoktur. Ve andolsun ki, sana Peygamberlerin haberlerinden gelivermiştir.
34. Hak Teâlâ Hazretleri Yüce Peygamberini teselli etmek üzere buyuruyor ki: (Ve and olsun) Yani Yüce zatıma kasem ederim ki: Ya Muhammed Aleyhisselâm!. (senden evvel de Peygamberler yalanlanmışlardır) diğer ümmetler de kendi Peygamberlerine yalan isnad etmiş onlar da Peygamberlere sana karşı inkârcıların söylediklerini söylemişlerdir.
(Fakat) O muhterem Peygamberler (yalanlandıkları ve eziyete uğradıkları şeylere karşı sabır etmişlerdir) üzerlerine düşen peygamberlik vazîfelerini yerine getirmeye devam etmiş, Allah’ın takdirine râzı bulunmuşlardır. (Nihayet onlara bizim yardımımız gelip yetişti) Onlar kendilerini inkâr eden kavimlerinin şerlerinden emin oldular, o inkarcılar ise helâk olup gittiler: (Ve Allah Teâlâ’nın kelimelerini değiştirecek kimse yoktur) Cenâb-ı Hak’kın Peygamberlerini, zafere ulaştıracağına ve onları mânevî orduları ile galip buyuracağına dâir ilâhî va’d’i tecelli edivermiştir. (Ve and olsun ki, sana) Ey peygamberlerin sonuncusu!.
(Peygamberlerin haberlerinden) Bir kısım (gelivermiştir) yani: Kur’an-ı Kerim’de bir kısım büyük Peygamberlerin mübârek yaşantılarına, kıssalarına, hayat tarihlerine dâir bilgiler verilmiştir. Artık o zatların nasıl yalanlandıkları, ve sabır ederek sonunda Allah’ın yardımına nasıl kavuştukları sence malûm olmuştur. Artık bütün insanlığa Peygamber gönderilmiş olan senin gibi Yüce bir Peygamber de elbette Allah’ın yardımına nâil olacaktır. Bu husustaki ilâhî takdiri de değiştirecek hiçbir kuvvet tasavvur edilmiş değildir.
Enam Suresi 35. Ayet Meal ve Tefsiri
35. Ve eğer senin üzerine onların yüz çevirmeleri ağır gelmiş ise artık yapabilirsen yerde bir tünel, veya gökte bir merdiven araştırıp da onlara bir mucize getirecek isen haydi getir ve eğer Allah Teâlâ dilese idi onları hidâyet üzerine toplardı. Sakın câhillerden olma.
35. Bu mübârek âyetler de dinî hükümleri kabul etmek için kabiliyetin lâzım olduğunu, bu kâbiliyetten mahrum olanlar ise irşat ve ikaz etmenin mümkün olamayacağını bildirmektedir. Ve bir takım kabiliyetsiz inkârcıların hâllerinden üzüntü duyan Yüce Peygamberin temiz ve hüzünlü kalbine teselli vermektedir.
Şöyle ki: (Ve eğer) Habibim!. Ya Muhammed!. Aleyhisselâm (senin üzerine onların) o inkârcıların (yüz çevirmeleri) seni ve tebliğ ettiğin hükümleri kabulden kaçınmaları sana (ağır gelmiş) senin için fazla üzüntüye sebebiyet vermiş (ise) de sen mâzeretlisin, onlara karşı lâzım gelen delilleri ileri sürmüş bulunmaktasın, başka ne yapacaksın!, (artık yapabilirsen) Çalış (yerde bir tünel) yer altında bir mevki (veya gökte) yükseklere doğru (bir merdiven araştırıp da onlara) o inkârcılara yer altından veya gök üstünden isteyip durdukları şekilde (bir mucize getirecek isen) bunu getirmeğe kudretin varsa (haydi getir) fakat Allah Teâlâ sana bu kudreti vermemiştir.
Bununla beraber o istedikleri hârikaları vücude getirsen bile yine imân etmez, yine senden kaçınırlar, bunlar birer sihirdir derler, şayet imân etseler de o mecburi bir imân olacağı için yine kendilerine fâide vermez, (ve eğer Allah Teâlâ) Onların hidâyetlerini (dileseydi onları) zorlayan, mecbur eden bir âyet, bir alâmel meydana getirmekle (hidâyet üzere toplardı.) onları hidâyete erdirirdi. Fakal onların hidâyetini dilememiştir.
Çünki o halde onların imanları, zorlama yoluyla olmuş kendilerinin irâde ve ihtiyarlariyle alâkadar bulunmamış olurdu. Onlar öyle zorlayıc hârikaları görmeden imân etmeliydiler. Binaenaleyh Resûlüm!, (sakın) fazla uzun tüye kapılıp da bu husustaki ilâhî hikmeti düşünemeyen (câhillerden olma) onlarır öyle hidayetten mahrumiyetleri, kendi kötü hareketlerinin bir cezasıdır, bir neticesidir Sen peygamberlik vazîfesini yerine getirmiş olduğundan dolayı müsterih olabilirsin.
Enam Suresi 36. Ayet Meal ve Tefsiri
36. Ancak o kimseler dâveti kabul ederler ki işitir bulunurlar. Ölüleri de Allah Teâlâ diriltir, sonra ona döndürülürler.
36. Resûlüm!. (Ancak o kimseler) İmâna gelmeleri hakkındaki (dâveti) senin tebliğatını(kabul ederler ki) hakikatları güzelce anlayarak (işitir bulunurlar) onlar uyanık bir kalbe, güzel bir kabiliyete sâhip bulunmuş olurlar. (Ölüleri de) Küfrün kahredici pençesinde mânevî hayattan mahrum kalmış olanları da (Allah Teâlâ) âhirette (diriltir) kabirlerinden kaldırır (sonra ona) o Yüce Yaratıcının tayin buyurmuş olduğu hesap alanına (döndürülürler) orada onlar dünyadaki amellerine, inançlarına göre cezalara çarptırılarlar. Artık o âlemde dâvete icâbet etmeleri, inanç değiştirerek hak ve hakikatı itiraf eylemeleri, mecburen vâki olacağından kendilerine asla fâide vermez. Lâyık oldukları azâba kavuşmuş bulunurlar.
Enam Suresi 37. Ayet Meal ve Tefsiri
37. Ve dediler ki: Onun üzerine Rabbinden bir âyet indirilmeli değil mi idi? De ki: Şüphe yok Allah Teâlâ âyet indirmeğe kadirdir. Fakat onların çoğu bilmezler.
37. Bu mübârek âyetler de inkârcıların diğer bazı bâtıl iddialarını gözler önüne sermektedir. Mahlûkattan olan bütün hayat sahiplerinin birer ümmet olup mahşerde bir araya getirileceklerini açıklayarak ilâhî kudretin yüceliğine işâret buyurmaktadır.
Şöyle ki: Kureyş müşrikleri gibi bir kısım inkarcılar, lüzumsuz iddialarda bulundular (Ve dediler ki: Onun) Hz. Muhammed’in (üzerine Rab’binden) onun yaratıcısı tarafından bizim istediğimiz gibi imâna zorlayan veya azâbı çabuklaştıran (bir mucize) bir harika, üzerlerine gökten taş yağması gibi bir felâket (indirilmeli değil miydi.) Habibim!. Bu câhillere (De ki: Şüphe yok ki Allah Teâlâ) istediğiniz şekilde (mucize indirmeğe kadirdir.) sizi imâna mecbur kılacak veya inkârınız hâlinde sizin helâkınızı neticelendirecek herhangi bir zorlayıcı hârikayı meydana getirmeğe ilâhî kudret fazlasıyle yeterlidir.
(Fakat onların çoğu bilmezler.) Öyle istedikleri bir âyetin indirilmesi durumunda onu inkâr etmekle başlarına gelecek bir helâk ve azâbı düşünmezler. Onlar cehaletleriyüzündendir ki, böyle hikmet ve menfaata aykırı olan şeyleri talepte bulunurlar.
Enam Suresi 38. Ayet Meal ve Tefsiri
38. Ve yerde yürüyen hiçbir hayvan ve iki kanadı ile uçan kuşlardan ne varsa hepsi ancak sizin gibi ümmetlerdir. Biz kitapta hiçbir şeyi noksan bırakmadık, sonra Rab’lerinin huzuruna getirileceklerdir.
38. Ey insanlar!. Allah Teâlâ’nın kudret eserlerini düşününüz, her yarattığı şeyin hikmet ve menfaata dayalı olduğunu tefekkür ediniz. İstenilen zorlayıcı bir hârikanın meydana getirilmesi, ilâhî hikmete uygun olsaydı onu da elbette vücude getirirdi.
Bir kere bakınız!. Kendi varlığınız o Yüce yeratıcının bir kudret eseridir. (Ve yerde yürüyen hiçbir hayvan ve iki kanadı ile) Havalarda (uçan) herhangi (bir kuş yoktur ki, ancak) onlar da ey insanlar! (sizin gibi ümmetlerdir.) Onlar da birer cemaattir, birer zümredir, onların da hâl ve hareketleri gözetilmiş, rızıkları ve ecelleri takdir edilmiştir. Onlar da kabiliyetlerine göre kâinatın yaratıcısını bilmektedirler, onlar da tevhit ve tesbihte bulunmaktadırlar.
(Biz kitapta) lavhı mahfuzda (hiçbir şeyi noksan bırakmadık) hiçbirini terketmedik, hiçbirinden gâfil bulunmadık, hepsini de tâyin ve tesbit ettik. Veya Kur’an’ı Kerim’de bilinmesi dinen lâzım olan hükümleri ya ayrıntılı ya da öz olarak açıkladık ve beyan ettik, (sonra) Bütün hayat sâhipleri olan bu mahluklar (Rab’lerinin huzuruna) onun yüce mahkemesine (getirileceklerdir) Evet… Cenâb-ı Hak, bütün insanları, bütün hayvanları dirilterek mahşerde toplayacaktır.
Hayvanlar da dünyada iken birbirlerine yapmış oldukları tecâvüzlerden dolayı o âhiret hayatında aynı sûrette cezâya mâruz kalacaklar, sonra hepsi de toprak kesileceklerdir. Bunları gören kâfirler ise: Keşke biz de toprak kesilseydik diye temennide bulunacaklar. Fakat heyhat!. O kâfirlerin azapları sonsuzdur.
Enam Suresi 39. Ayet Meal ve Tefsiri
39. Ve o kimseler ki, bizim âyetlerimizi yalanladılar. Zulmetler içinde kalmış bir takım sağır ve dilsizlerdir. Allah Teâlâ kimi dilerse şaşırtır kimi de dilerse doğru bir yol üzerinde kılar.
39. Bu mübârek âyetler, Cenâb-ı Hak’kın âyetlerini inkâr edenlerin görüp işitmeden mahrum olduklarını, ne kadar karanlık bir hayata sâhip bulunduklarını bildiriyor.
O gibi inkârcıların kendilerine yönelecek bir felâket anında bâtıl tanrılarını unutarak Allah Teâlâ’ya yalvaracaklarını tenbih etmekle onları uyanmaya dâvet buyurmaktadır. Şöyle ki: İslâm dinini kabul etmeyenler, mânevî yönden ölü durumundadırlar (Ve o kimseler ki, bizim âyetlerimizi) bir nice hakikatları keşfeden ve açıklayan Kur’an’ı Kerim’i (yalanladılar) onun ilâhî bir kitap olduğunu inkâr ederek Yüce Resûlüm!. Seni yalanladılar.
Onlar gerçek halde (zulmetler içinde kalmış) küfrün, cehâlet ve inadın karanlıkları içinde yaşamakta bulunmuş (bir takım sağır) ilâhî mucizeleri anlama ve düşünme özelliğinden yoksun (ve dilsiz) hakkı söylemek kudretinden nasîbi olmayan kimse (lerdir) artık onlar hakkı kabul etmezler. (Allah Teâlâ kimi) İradesini, ihtiyarını kötüye kullanan, sapıklık tarafını tercih eden herhangi bir şahsı (dilerse şaşırtır) onu o kötü seçiminden dolayı sapıklığa düşürür (kimi de dilerse) hidâyete ulaştırmak isterse onu da (doğru bir yol üzerinde kılar) yani: Öyle bir zâtı da temiz yaratılışını muhafaza edip hak ve hakîkati kabule yetenekli olduğu için İslâm dinine kavuşturur ve güzelce amellere muvaffak buyurur.
Enam Suresi 40. Ayet Meal ve Tefsiri
40. De ki, siz bana haber verebilir misiniz? Eğer size Allah Teâlâ’nın azâbı gelirse veya size kıyâmet gelirse Allah Teâlâ’dan başkasına mı yalvarırsınız?. Eğer siz doğru sözlü kimseler iseniz, söyleyin bakalım !..
40. Resûlüm’. O inkârcıları rezil etmek ve ibret olacak şekilde cezalandırmak için (De ki: Sizbana haber verebilir misiniz?.) siz hakikatı görüp de ona dâir doğru bir söz söyleyebilir misiniz?. (Eğer size Allah Teâlâ’nın azâbı gelirse) Eski ümmetlerin başlarına geldiği gibi size de bir dünyevî azap, helâk edici bir musîbet yönelirse (veya size) vukû bulacağı muhakkak olan (kıyâmet) günü (gelirse) kendinizi o felâketten kurtarmak için (Allah Teâlâ’dan başkasına mı yalvarırsınız?.)
o kendisine tapıp durduğunuz putlardan, insanlardan bir fâide bekler, onlara dua ve niyazda bulunur musunuz?. (Eğer siz doğru sözlü kimseler iseniz) Öyle putlarınızın tanrı olduğu iddianızda doğru iseniz veya siz doğru bir kavim iseniz (söyleyin bakalım) haydi haber veriniz, Allah Teâlâ’dan başka kendisine yalvaracak bir mabut bir koruyucu bulabilecek misiniz?.
§ “Ere’eyte”, “ere’eyteküm” tabirleri soru ve hayret anlamında birer kelimedir. Gördün mü, gördünüz mü mânâsınadır. Fakat haber ver, haber veriniz mânâsında kullanılır. Haber verilecek şeyin hayret etmeğe değer olduğuna işâret edilmiş olur.
Enam Suresi 41. Ayet Meal ve Tefsiri
41. Hayır, ancak ona yalvarırsınız. O da kendisine yalvardığınız şeyi dilerse açar husule getirir ve siz de Allah Teâlâ’ya ortak koştuğunuz şeyleri o zaman unutursunuz.
41. (Hayır) Öyle zor durumda kaldığınız zaman o putları unutur, terkeder onlara yalvarmazsınız. (ancak ona) Yüce Yaratıcıya (yalvarırsınız) duada ve yakarışta bulunursunuz. (O da) O kerem sahibi mâbud da (kendisine yalvardığınız şeyi dilerse) ilâhî hikmetine uygun bulunursa dünyada (açar meydana getirir) üzerinize yönelecek olan herhangi bir dünyevî musîbeti lütfederek bertaraf buyurur.
(ve siz de -Allah Teâlâ’yaortak koştuğunuz şeyleri -o zamanunutursunuz) Artık putlarınızı terkedersiniz, onlara yalvarmazsınız, onların zarar ve fâide verecek şeyler olmadığını anlamış olursunuz.Binaenaleyh daha başınıza öyle bir felâket gelmeden uyanınız, Allah Teâlâ’dan başkasına tapmayınız, o hakikî mâbuda ibâdetle, onun hükümlerine uymakla dünyevî ve uhrevî azaplardan emin olmaya gayret ediniz. Sizin için bundan başka selâmet yolu yoktur.
Enam Suresi 42. Ayet Meal ve Tefsiri
42. And olsun ki, senden evvel de ümmetlere Peygamberler gönderdik, sonra o ümmetleri bir takım şiddetler ile, zorluklar ile yakaladık, olaki, yalvarıversinler diye.
42. Bu mübârek âyetler, eski kavimlere de Peygamberlerin gönderilmiş olduğunu ve onların hakka dua ve yakarışta bulunmaları için bazı musibetlerle karşı karşıya bırakılmış olduklarını bildirmektedir ve onların uyanmalarına vesile olmak üzere bilahara nâil oldukları nîmetlerin de değerini bilmeyip nankörlükte bulundukları için Allah’ın kahrına uğradıklarını şöylece beyan buyurmaktadır:
Allah Teâlâ’ya (And olsun ki, senden evvel de) birçok (ümmetlere Peygamberler gönderdik) onlara lâzım gelen kulluk vazîfelerini bildirdik (sonra) Peygamberlerini yalanladıkları için (o ümmetleri bir takım şiddetler ile) fakirlik ve ihtiyaç ile (zorluklar ile) zararlar ve âfetler ile (yakaladık) onları böyle uyanmalarına vesîle olacak musibetlerle karşı karşıya bıraktık (olaki,) küfr ve isyandan tevbe edip kendilerine öyle ârız olan belaların bertaraf edilmesi için Allah Teâlâ’ya (yalvarıversinler -diye-) fakat onlar bundan istifâde etmediler.
Enam Suresi 43. Ayet Meal ve Tefsiri
43. Artık bizim azâbımız onlara geldiği zaman yalvarmalı değil miydiler? Fakat onların gönülleri katılaşmış ve şeytan onlara yapar oldukları şeyleri süslemiş idi.
43. (Artık bizim azâbımız) O bir takım şiddetli felâketler (onlara geldiği zaman) bunun Allah tarafından büyük bir imtihan, bir uyanma vesilesi olduğunu takdir ederek o Yüce Yaratıcıya (yalvarmalı değil miydiler?. Fakat) onlar bundan da bir ibret dersi alamadılar.
Çünki (onların gönülleri katılaşmış) idi, birgönül yufkalığı ile dua ve yakarışta bulunmadılar, imânı kabule meyledici olmadılar, (ve şeytan onlara yapar oldukları şeyleri) Küfr ve isyanı bir takım gayrimeşru şehvanî hareketleri (süslemiş idî.) öyle çirkin inançları, hayvanî hareketleri birer insaniyet, medeniyet, münevverlik eseri gibi göstererek onları aldatıp durmuştu.
Enam Suresi 44. Ayet Meal ve Tefsiri
44. Vaktaki, onlar kendilerine ne ile öğüt verildiğini unuttular, onların üzerine herşeyin kapılarını açıverdik, nihâyet kendilerine verilen şeyler ile ferahlandıkları vakit onları ansızın tuttuk. Artık onlar o anda bütün umduklarından mahrum kaldılar.
44. (Her ne zamanki onlar) O küfr ve isyana kapılmış kimseler (kendilerine ne ile öğüt verildiğini) öyle kendilerine için birer nasihat mahiyetinde olan ihtiyaçlarını, zararlarını, felâketlerini (unuttular) onları düşünmeyi terkettiler, yine fenâlıklarına devam edip durdular, artık onları yavaş yavaş azâba yaklaştırmak için (onları üzerine herşeyin kapılarını açıverdik) onlara bol bol nîmetler, servetler, dünyalıklar verdik, (nihâyet kendilerine verilen) Öyle fanî, dünyevî (şeyler ile ferahlandıkları vakit) artık ebediyen dünyada kalıp o nîmetlerden istifâde edeceklermiş gibi bir cahilce neş’e ile gaflete düştükleri zaman (onları ansızın tuttuk) azâba uğrattık, neye uğradıklarını şaşırıp durdular.
(Artık onlar o anda bütün umduklarından mahrum kaldılar) Son derece bir pişmanlığa, bir ümitsizlik ve kedere düşmüş oldular. O nîmetlerin ellerinden çıkması, onların hüzün ve kederlerini arttırmaya bir sebep olmuş bulundu. O halde akıllı olan bir insan, bu fâni varlıklara güvenerek hayâtın asıl gayesi olan, asıl selâmet ve saadete vesîle bulunan dinî terbiyeden, güzelce amellerden kendisini nasıl mahrum bırakır da böyle elem verici helâk edici felâketlerin kendisine yönelmesine sebebiyet verebilir!.
Enam Suresi 45. Ayet Meal ve Tefsiri
45. Artık o zulüm eden kavmin kökü kesilmiş oldu. Hamdolsun âlemlerin Rabbi olan Allah Teâlâ’ya.
45. (Artık o zülûm eden kavmin) O geçmiş Peygamberleri tasdik etmeyip zâlimler olan herhangi bir taifenin (kökü kesilmiş oldu.) yani. Kökleri kazınmak suretiyle hepsi de helâk olup onlardan sonraya bir kişi bile kalmadı, zulümlerinin cezâsına uğrayıp gittiler.
(Hamdolsun âlemlerin Rab’bi olan Allah Teâlâ’ya.) Ki, öyle Peygamberlerine yardım ihsan etmiş, onları inkâr edenleri büsbütün helâk ederek salih kullarını onların bozuk akîdelerinden, kötü amellerinden korumuştur. Bu pek büyük bir nîmettir, sonraki kavimler için bir ibret levhasıdır. Binaenaleyh bundan dolayı da Cenab’ı Hak’ka hamd ve senada bulunmak, mü’minler için bir şükür vazîf eşidir.
Enam Suresi 46. Ayet Meal ve Tefsiri
46. De ki: Haber veriniz, eğer Allah Teâlâ sizin kulaklarınızı ve gözlerinizi alıverse ve kalplerinizin üzerini mühürlese Allah Teâlâ’dan başka onu size getirecek hangi bir ilâh vardır? Bak biz âyetleri nasıl açıklıyoruz, sonra onlar yüz çeviriyorlar.
46. Bu mübârek âyetler de asrısaadeteki inkârcıları tehdit ediyor, inkârları devam ettiği takdirde evvelki ümmetlerin başlarına gelen felâketlerin kendi başlarına da gelebileceğine işâret eyliyor ve Peygamberlerin kutsal vazîfelerini beyan ile onlara tâbi olanların kurtuluşa ereceklerini, onlara muhâlefet edenlerin de ergeç felâketlere mâruz olacaklarını şöylece hatırlatıyor.
Resûlüm!. Mekke’deki müşriklere (De ki:) bana (Haber verîniz) bakalım, (eğer Allah Teâlâ sizin kulaklarınızı) sağır eder (ve gözlerinizin üzerini mühürlese) öyle bir şekildeki artık aklınızdan, anlayışınızdan bir eser kalmayarak meonunlara dönseniz hiçbir şey anlayamaz bir hâle gelseniz, (Allah Teâlâ’dan başka onu) o sizden giderilen şeyi (size getirecek) tekrar sizi onlara kavuşturacak (hangi bir ilâhvardır?.) elbette başka bir ilâh yoktur.
Elbette siz öyle bir ilahın varlığını haber veremezsiniz. (Bak) Ey düşünen insan!. (biz âyetleri nasıl açıklıyoruz) Allah’ın birliğine, peygamberlik ve risâlete ait âyetleri, delilleri ne kadar açık bir şekilde, muhtelif uslûblar ile tekrar ediyoruz, imâna gelmeleri için teşvik ediyoruz ve korkutuyoruz. (Sonra onlar) O inkarcılar bu kadar kuvvetli, ve mükemmel mucîzelerden, delillerden (yüz çeviriyorlar.) onlardan kaçınarak yine imândan mahrum kalıyorlar. Ne kadar hayret edilecek, cahilce bir hareket!..
Enam Suresi 47. Ayet Meal ve Tefsiri
47. De ki: Söyler misiniz? Eğer Allah Teâlâ’nın azâbı sizlere ansızın veya apaçık gelirse zâlimler olan kavimden başkası mı helâk edilmiş olur?
47. Resûlüm!. Onlara (De ki: Söyler misiniz?.) bu ne kadar cehâlet!. Hâlinizi hiç görmüyormusunuz, bana haber veriniz bakalım, (eğer Allah Teâlâ’nın azâbı) daha dünyada iken başka kavimlerin başlarına geldiği gibi (sizlere) de (ansızın) acele olarak (veya apaçık) belirtilerini, alâmetlerini gözleriniz ile göreceğiniz şekilde gündüzün veya geceleyin (gelirse) hâliniz ne olur?.
Bu azap ile (zâlimler olan kavimden başkası mı helâk edilmiş olur?.) hayır, zâlimlere hâs olan böyle bir azap ile ancak o zâlimler mahv ve helâk olmuş, uhrevî azaplara da mâruz kalmış bulunurlar. Mü’minler ise böyle bir azâp ve cezâ felâketiyle helâk olmuş olmazlar. Bunlara hikmet gereği dünyada bir felâket erişse de onun mükâfatını âhi rette göreceklerdir.
Enam Suresi 48. Ayet Meal ve Tefsiri
48. Biz Peygamberleri göndermeyiz, ancak müjdeleyiciler ve uyancılar olmak üzere göndeririz. İmdi her kim imân eder ve hâlini düzeltirse artık onlar için bir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır.
48. (Biz) insanları ilâhî dine dâvet için gönderdiğimiz (peygamberleri) öyle insanların her istediklerini meydana getirmek için (göndermeyiz) onları (ancak müjdeleyiciler veuyancılar olmak üzere göndeririz) onlar ümmetlerini hak dini kabul edip ibâdet ve itaatte bulundukları takdirde kendilerini cennet ile, ilâhî lütfa ulaşmakla müjdelerler. Bilâkis imân etmeyip küfr ve isyâna devam ettikleri takdirde kendilerini cehennem ateşiyle, bir takım felâketlerin başlarına geleceğini bildirmekle korkuturlar.
Onlara birer uyanma dersi verirler. Yoksa o Peygamberler mutlaka insanların isteyecekleri her türlü mucizeleri, hârikaları vücude getirmekle mükellef değildirler. Maamafih onların peygamberlik ve risâletlerini isbata kâfi bir nice âyetler, mucizeler de meydana gelebilir.
Nitekim de gelmiştir. (İmdi her kim) O Peygamberlerin teblîğatını kabul ederek (imân eder ve -halini- düzeltirse) güzel güzel amellerde bulunmaya çalışırsa (artık onlar için) azap endişesinden dolayı (bir korku yoktur) onlar azaptan emindirler, (ve onlar) Âhirette sevaplarının kaybolmasıyla (mahzun da olmayacaklardır.) lâyık oldukları sevaplara, mükâfatlara herhalde kavuşacaklardır. Ne büyük saadet!.
Enam Suresi 49. Ayet Meal ve Tefsiri
49. Ve o kimseler ki, bizim âyetlerimizi yalanladılar, onlara yapmış oldukları fısk sebebiyle azap isâbet edecektir.
49. (Ve) Bilâkis (o kimseler ki,) küfr ve isyanda devam ederek (bizim âyetlerimizi) Peygamberlerin müjdeleme ve uyarma amacına yönelik tebliğ eyledikleri âyetleri, beyan buyurmuş oldukları hakikatları (yalanladılar) Peygamberlerin açıklamalarını inkâra cür’et eylediler, artık (onlara yapmış oldukları sebebiyle) Peygamberlere itaatten sürekli olarak kaçınmaları yüzünden (azap isâbet edecektir.) onlar daha dünyada iken veya âhirete gittikten sonra herhalde lâyık oldukları azâba, cezâya kavuşacaklardır. Ne büyük bir felâket!.
Enam Suresi 50. Ayet Meal ve Tefsiri
50. De ki: Ben size demiyorum ki: Benim yanımda Allah Teâlâ’nın hazineleri vardır. Veben gayıbı da bilmem ve size demiyorum ki, ben hakîkaten meleğim, ben bana vahy olunandan başkasına tâbi olmam. De ki: Kör ile gören kimse aynı olur mu? Hiç düşünmez misiniz?
50. Bu âyeti celile. Yüce Peygamberimizin durumunu, onun peygamberlik salâhiyyetini beyan ederek ondan bir takım fazla hârikalar isteyen inkârcıları uyanmaya dâvet eylemektedir. Şöyle ki: Habibim!. Senden âyetlerin inişini, bir takım hârikaların ortaya çıkmasını veya derhal azabın gelmesini veya dağların altına dönüşmesini ve benzerlerini isteyen o inatçı dinsizlere (De ki: Ben size demiyorum ki, benim yanımda Allah Teâlâ’nın hazineleri vardır) ben onları da dilediğim şekilde kullanabilirim.
Sizi arzunuza göre büyük servetlere kavuşturabilirim. Hayır ben böyle bir iddiada bulunamam. Çünki bütün cihana sâhip olan, bütün insanları rızıkanlandıran, geniş bir yaşayışa ulaştıran ancak Allah Teâlâ’dır. Bu kudret ancak Cenab’ı Hak’ka mahsustur. (Ve ben gayıbı da bilmem) Ben böyle bir iddiada bulunamam.
Artık kıyâmet ne zaman kopacak, veya inkârcıların başına azâb ne vakit inecek diye benden som sormanız yersizdir, bu gibi gayba ait şeyleri ancak Cenab’ı Hak bilir, o bildirmedikçe ben bilemem, (ve size demiyorum ki, ben hakikaten meleğim) insanlığa ait hususlardan beriyim yemek, içmek ihtiyacından vesaireden uzağım, (ben bana) Allah tarafından (vahy olunandan) emredilen ve yasaklanan hükümlerden (başkasına tâbi olmam) ben peygamberlik ve risâlete sâhip bulunmaktayım, benim vazîfem Allah’ın hükümlerini ümmetime tebliğden ibârettir, insanları aydınlatmaya ve irşada çalışmaktır. Ve Resûlüm!. Onlara şunu da (De ki: Kör ile görür kimse aynı olur mu?.) elbette olamaz.
Yani: Dalâlet erbabı ile hidâyet sâhipleri eşit değildir. Cenâb-ı Hak’kın âyetlerini görüp kabul edenler ile inkâr edenler elbette beraber olamazlar. Bir YücePeygamberin sırf hakikat olan sözlerini takdir edenler ile etmeyenler şüphe yok ki, bir seviyede asla bulunamazlar, İlâhî vahy ile amel edenler ile kendi kuruntuları ile amel edenler de asla bir olamazlar. Bunların birinci kısmı, basir = görür zatlardır. İkinci kısmı da âmâ = görmez, kör kimselerdir. Artık ey inkarcılar: Bu hakikatları (Hiç düşünmez misiniz?.) ki, inkârınızı bırakarak mü’min olma şerefine kavuşasınız.
§ Müşrikler demişler ki: Hz. Muhammed -Aleyhisselâm- eğer Allah Teâlâ’nın Resulû ise Cenâb-ı Hak’tan isteyerek bizim servetimizi arttırsın, fakirlerimizi zengin kılsın, ve bize geleceğe ait fâidelerimizi, zararlarımızı bildirsin, fâidelerimizi elde etmeye, zararlarımızı defetmeye çalışalım. Ve o bir Peygamber ise ne için yemek yiyor, çarşılarda geziyor, kadınlar ile evleniyor. İşte bunların bu üç türlü cahilce suallerine bu âyeti kerime bir cevap teşkil etmekte bulunmuştur.
Buyrulmuş oluyor ki: insanların rızkını vermek, gaybda ilgili hususları bilmek Allah Teâlâya mahsustur. Yemekten, içmekten, alış verişten, evlenmekten uzak olmak da meleklere mahsustur. Bir Peygamber ise ulûhiyyet sâhibi değildir ve haddızatında meleklerden üstün ise de insanî ihtiyaçlar bakımından melek durumunda değildir. Binaenaleyh bu gibi hususlardan dolayı bir Peygamberin nübüvvet ve risâletini inkâra mahal yoktur.
Enam Suresi 51. Ayet Meal ve Tefsiri
51. Ve onunla o kimseleri korkut ki, onlar Rablerinin huzurunda toplanacaklarından korkarlar, bir halde ki, onlar için ondan başka bir dost, bir yardımcı yoktur. Umulur ki, sakınırlar.
51. Bu mübârek âyetler, Rasûlü Ekrem’in, âhiret hayatına inananlar! aydınlatma ve korkutmakla yükümlü olduğunu, İslâmiyeti kabul etmiş olanları ise peygamberin huzurundan kovmanın câiz olmayacağını bildirmektedir.
Şöyle ki: Resûlüm!. Senpeygamberlik vazifeni yerine getirmeye çalış, (Ve onunla) Kur’an’ı Kerim ile (o kimseleri korkut) o kimseler malûmat vererek kendilerini uyar (ki, onlar Rablerinin huzurunda toplanacaklarından korkarlar) esâsen böyle bir toplanma inancına sahiptirler, (bir halde ki,) Korkuları şu şekildedir ki, (onlar için ondan) Cenâb-ı Hak’tan (başka bir dost) kendilerine yardım edecek bir zat, ve (bir şefaatçi) af larını temenni edecek bir yardımcı, haklarında şefaat edilmesine izin verecek bir zat (yoktur) onlar buna inanırlar.
İşte onlara yapılacak irşat ve uyarının faidesi düşünülür. (Umulur ki,) Onlar o sâyede (sakınırlar) küfr ve isyandan kaçınarak, sağlam bir inanç ile İslâm dairesinde bulunmak nîmetine ulaşırlar.
§ Dinsizlerin bir kısmı, tanrılık fikrinden tamamen mahrum, âhiret hayatını tamamiyle inkârcı, mûcizelerden istifâde etmez oldukları için onlar mânen ölülere katılmış kimseler demektir. Onlar öğüt ve nasîhata asla iltifat etmezler.
Diğer birçok kimseler ise Cenab’ı Hak’kın varlığına, âhiret gününe inanmakla birlikte tevhid inancına aykırı olan şeylere ve bir takım hurafelere de inanmaktadırlar. Bir kısım kimseler de sağlam bir inanca sâhip iseler de nefislerinin aşağılık eğilimlerine tâbi olarak gayrimeşru hareketlerde bulunmaya cesâret ederler, İşte bu gibi kimseler ikâza muhtaçtırlar, bunlarda hak ve hakikatı kabul etme yeteneği vardır. Binaenaleyh Rasûlü Ekrem Hazretleri de bu nevi kimseleri ikaz etme ve uyarmakla mükellef bulunmuştur.
§ İnzar kelimesi, korkunç bir vaziyet, bir hareketten dolayı verilen malûmat ile yapılan bir korkutma = tahvîf muamelesi demektir.
Enam Suresi 52. Ayet Meal ve Tefsiri
52. O zatları yanından kovma ki, sabah ve akşam Rablerine onun rızâsını dileyerek dua ederler. Senin aleyhine onların hesabından birşey yoktur ve senin hesabından da onların üzerine birşey yoktur ki, onları kovup da zalimlerden olasın.
52. Resûlüm!. (O zatları yanından kovma) Huzurundan uzaklaştırma, kendilerine iltifat buyur ki, onlar (sabah ve akşam) vakitlerinde ve ikindi namazlarını ve diğer vakit namazlarını kılarken (Rablerinin rızâsını dileyerek) tam bir ihlas ile Allah’a ulaşmayı temenni ederek (dua ederler) yalvarış ve yakarışta bulunurlar. (Senin aleyhine onların hesabından birşey yoktur) Onların amellerinden yalnız kendileri sorumludurlar.
Onların kalblerini teftiş ile mükellef değilsin. Görünür hâlleri tam birer müslüman olduklarını gösteriyor. Buna göre haklarında muamele yapılması icab eder. (ve senin hesabından da onların üzerine bir şey yoktur) Onlar da sana ait bir muameleden dolayı mesul değildirler.
Hiçbir günahkâr başkasının günah yükünü üslenmez. (İsrâ, 17/15)
Evet… Böyle bir mesuliyet yoktur (ki, onları) o ibâdet eden kulları huzurundan (kovup da zalimlerden olasın) böyle bir hareket, senden çıkmaz. Çünkü senin mâsum olman buna mânidir. Faraza böyle bir kovma muamelesi sâdır olsa bu bir menfaata ve başkalarını irşat gayesine dayalı olacağından nihâyet daha iyi olanı terketme kabilinden olmuş olur. Bu da yüce bir Peygamber için uygun görülemez.
§ Rivâyete göre Kureyş reisleri, eshab-ı kiramın fakirleriyle aynı mecliste olmaya tenezzül etmedikleri için Rasûlü Ekreme hitâben “eğer şu köleleri, yani: Emmar, Suheyb, Hebbab, Selman Radiyallahü anhüm gibi fakir müslümanları huzurundan kovarsan biz senin huzunma gelir, seninle konuşuruz” demişler.
Rasûlü Ekrem de “ben mü’minleri kovucu değilim” diye buyurmuş. Bunun üzerine demişler ki, öyle ise biz geldiğimiz zaman onları huzurundan çıkar, sonra huzurunda bulunsunlar. Yüce Peygamber de o reislerinimâna gelmelerini ümit ederek bu ikinci teklifi kabul eder gibi bulunmuştu.
Bunun üzerine bu âyeti kerime nâzil olmuş, o mübârek fakir ve ibadetlerine düşkün zatların peygamberin huzurundan çıkarılmamasına tenbih buyrulmuştur. İşte İslâmiyet’in hakikî mü’minlere verdiği muazzam bir kıymet!..
Enam Suresi 53. Ayet Meal ve Tefsiri
53. Ve işte böylece onların bazısını bâzısı ile imtihan etmişizdir ki, “ya Allah Teâlâ aramızda şunlara mıdır ki, lütfunu revâ görmüştür.” deyiversinler. Allah Teâlâ şükredenleri en iyi bilen değil midir?
53. Bu mübârek âyetler de insanların muhtelif kâbiliyetlerde olup birbiriyle bir deneme ve imtihan devresi geçirmekte olduklarını bildirmektedir. Ve hakikî mü’minlerin peygamberin iltifatına lâyık olacaklarını ve kusurlarından tevbe edenlerin Allah’ın mağfiretine kavuşacaklarını müjdelemektedir.
Günahkârların da takib ettikleri yanlış yolları açıklamaktadır. Şöyle ki: (Ve işte böylece) Kimini fakir, ve kimini zengin, şöhret ve sâna kavuşturarak (onların bazısını bâzısıyle) şan ve şöhret sahiplerini mevkisiz kimseler ile, zenginleri fakirler ile (imtihan etmişizdir ki) yani: Onları denemişizdir, nice fakirler imâna nâil olmuşlardır, nice zenginler de bu nimetten mahrum kalmışlardır.
O zenginler: (ya) Ne garip (Allah Teâlâ aramızda şunlara mıdır ki,) şu fakir, mevkisiz şahıslara mıdır ki, (lütfunu revâ görmüştür) onları bizim aramızda hidâyete kavuşturmuştur. Eğer onların takib ettikleri yol, bir hidâyet yolu olsaydı biz soylulardan ve reislerden olduğumuz için öyle miskinler, zayıflar bu hususta bizi geçemezlerdi (deyiversinler.) o gâfillere demeli ki (Allah Teâlâ şükredenleri en iyi bilen değil midir?.) imân ettik!.
Şükreden kullarını pek iyi bilir. O fakir, zayıf görülen kullar, Cenâb-ı Hak’ka imân edip, ona karşı şükürlerini arz ettikleri için öyle hidâyete kavuşmuşlardır. Neden o câhiller, bunu düşünemiyorlar?.
Enam Suresi 54. Ayet Meal ve Tefsiri
54. Âyetlerimize imân edenler, sana geldikleri zaman de ki: Selâm sizlere, Rabbiniz kendi üzerine rahmeti yazdı ki, sizden her kim bir cehâletle bir kötü iş işlese de ondan sonra tevbe edip de kendini ıslah ederse şüphesiz ki, o Rabbiniz çok bağışlayan, çok esirgeyendir.
54. Resûlüm!. (Âyetlerimize imân edenler) O huzurundan kovulmaları istenilen iyi kullar (sana geldikleri zaman) onlara ikram için onların kalblerini hoş etmek için (de ki, selâm sizlere) siz selâmet ve saadet içinde yaşayıp durunuz. (Rab’biniz kendi üzerine rahmeti) Sizleri lûtuf ve ihsana kavuşturmayı (yazdı) takdir etti (ki, sizden her kim bir cehâletle) bir bilmemezlik, bir gaflet sebebiyle (bir kötü iş işlese de ondan) o işi yaptıktan (sonra tevbe etse) ondan dönüp onu terketse, Allah’ın affını dilese (ve kendini ıslah etse) güzel amellerde bulunmaya başlasa Cenab’ı Hak onun geçmiş kusurlarını affeder ve örter. Zira (şüphesiz ki, o Rab’biniz çok bağışlayandır,) onu mağfiretine kavuşturur ve (çok esirgeyendir) o kulları hakkında çok fazla merhametlidir.
Enam Suresi 55. Ayet Meal ve Tefsiri
55. Ve böylece âyetleri iyice açıklıyoruz ve günah işleyenlerin yolu apaçık seçilsin diye.
55. (Ve) Kur’an’ı Kerim’de (böylece âyetleri beyan ediyoruz.) küfr ve isyan içinde yaşayanların, günahlarından rucû edenlerin ve Allah’ın hükümlerine hakkıyla itaat edip duranların hâllerini, lâyık oldukları muameleleri böylece açıkça bildirmiş oluyoruz.
Tâki onların neleri hak ettikleri anlaşılsın, (ve günah işleyenlerin yolu apaçık açılsın diye) onların durumları ortaya çıksın, onların haklarında lâyık oldukları şekilde muamele yapılsın ve o gibi kimselerin takib ettikleri yolun bir sapıklık yolu olduğu anlaşılarak akıl ve zekâ sâhipleri öyle karanlık bir yol takib etmekten son derece kaçınsınlar.
Enam Suresi 56. Ayet Meal ve Tefsiri
56. De ki: Ben Allah Teâlâ’dan başka taptığınız şeylere ibâdet etmekten yasaklanmış bulunmaktayım. De ki: Sizin arzularınıza asla uymam O takdirde ben muhakkak sapıklığa düşmüş ve ben hidâyete erenlerden olmamış olurum.
56. Bu mübârek âyetler, Rasûlü Ekrem’in Cenâb-ı Hak’tan başkasına kulluk etmekten uzak, Allah’ın birliği hakkında en açık bir delile sâhip olduğunu bildirmektedir. Bu delili inkâr eden o dinsizlerin acele ettikleri azap, Hz. Peygamber’in tasarrufu altında olsa idi o kâfirlerin derhal helâke uğramış olacaklarını ihtar etmektedir.
Şöyle ki: Resûlüm!. O küfr ve şirkte israr edip duranlara (De ki: Ben Allah Teâlâ’dan başka taptığınız şeylere) bir takım putlara, insanlara (ibâdet etmekten yasaklanmış bulunmaktayım) bütün kâinatın yaratıcısı ve mabudu olan Yüce Allah’tan başkasına karşı kulluk etmekten o eşi ve benzeri olmayan Yüce Yaratıcı beni men etmiştir. Nâil olduğum bütün deliller ve şahitler o Yüce Mâbud’un birliğini, göstermekte, eş ve ortaktan uzak olduğunu bütün kâinata ilân etmektedir.
Habibim o müşriklere şunu da (De ki:) ben (Sizin arzularınıza) öyle bâtıl, delilsiz, akıl ve fikire muhalif inançlarınıza, cahilce eğilimlerinize (asla uymam) bütün bunlar dinî yönden yasak, cahilce şeylerdir. Faraza ben sizin o arzularınıza uyacak olsam (o takdirde ben muhakkak) sizin gibi (sapıklığa düşmüş) doğru yoldan ayrılmış (ve ben) de hiçbir hususta (hidâyete erenlerden olmamış olurum) halbuki ben bir Peygamberim?. Allah’ın birliğini kesin olarak, bilir ve itiraf ederim.
Mahlûkattan hiç birinin tanrılık ve mâbutluk sıfatına sâhip olamıyacağına kat’iyyen hükmederek hidâyet yolundan ayrılmam.
Enam Suresi 57. Ayet Meal ve Tefsiri
57. De ki: Ben şüphesiz Rabbimden apaçık bir delil üzerindeyim. Siz ise onu yalanladınız. Sizin alelâcele istediğiniz şey benim yanımdadeğil, hüküm ise ancak Allah’ındır. Hakkı o beyan eder ve o doğru hüküm verenlerin en hayırlısıdır.
57. Yüce Resûlüm!. O müşriklere (De ki: Ben şüphesiz Rab’bimden apaçık bir delil üzerindeyim) ondan başka mabut olmadığını en açık, en kat’î bir belge ile, bir delil ile bilirim. Sonsuz bir mucize olan Kur’an’ı Kerim de, diğer şekilde tecelli eden ilâhî ilham da, bütün aklî deliller de o Yüce Yaratıcının birliğini, tarınlığını beyan etmektedir.
(Siz ise) Ey inkarcılar!, (onu) O mucizeyi, o kadar açık olan ilâhî delili (yalanladınız) Cenâb-ı Hak’tan başka mabut bulunmadığına ve bu hakikatı inkâr edenlerin azap göreceğine dâir verdiği bilgileri yalan kabul ettiniz. (Sizin) Benden (alelâcele) meydana gelmesini (istediğiniz şey) azap, başlarınıza gökten taşlar yağdırılması vesâire (benim yanımda) benim hüküm ve kudretim dairesinde (değil) dir ki, hemen istediğiniz an onu meydana getireyim.
Onun Allah katında takdir edilmiş bir zamanı vardır, (hüküm ise ancak Allah’ındır.) Öyle azapların ve diğer hâdiselerin acele edilmesi ve geri bırakılması ancak Allah’ın iradesine tabidir. (Hakkı o beyan eder) Onun bütün hükümleri haktır, muntazamdır, hikmeti gerektirmektedir.
O hak olmayan birşey ile asla hükmetmez, emretmez ve yasaklamaz. (ve o doğru hüküm verenlerin en hayırlısıdır.) O Yüce Mâbud, hak ile bâtılın arasını en mükemmel şekilde ayırır ve ortaya çıkarır. O bütün mahlûkâtın üstünde bir hâkimiyyete sâhip bulunmaktadır.
Enam Suresi 58. Ayet Meal ve Tefsiri
58. De ki: Eğer o acele istediğiniz şey benim yanımda olsaydı benimle sizin aranızda elbette iş bitirilmiş olurdu. Allah Teâlâ zâlimleri hakkıyla bilendir.
58. Yüce Resûlüm!. Yine o inkârcıları ihtar ederek (De ki: Eğer o acele istediğiniz şey) o başlarınıza gelmesini taleb ettiğiniz azap vesâire (benim yanımda olsaydı) benim kudretve kuvvetim dairesinde bulunsa idi (benimle sizin aranızda elbette iş bitirilmiş olurdu.) yani: O acele ettiğiniz felâket, sizin üzerinize hemen yönelirdi, alelâcele helâk olur giderdiniz, ben sizin cezâya kavuşmanızı derhal isterdim. Fakat o benim kudret ve irâdeme tâbi değildir, Cenab’ı Hak’ka aittir.
O Kerem Sâhibi Yaratıcı, sizin o istediğinizi, o kurkutulmakta bulunduğunuz azâbı, bir hikmet ve yavaş yavaş azâba götürme hususundan dolayı bir müddet tehir buyurur. O (Allah Teâlâ ise zâlimleri hakkıyla bilendir.) o zâlimlerin hâllerini de, hak ettikleri azâbı da, o azabın onlara yöneleceği zamanı da pekâlâ bilmektedir.
Artık o müşrikler beklesinler, böyle küfr ve şirk içinde yaşamaya devam ederlerse ergeç lâyık oldukları azâba kavuşacaklardır. Acele etmeye gerek yok!.
Enam Suresi 59. Ayet Meal ve Tefsiri
59. Ve gaybın anahtarları onun Cenâb-ı Hak’kın yanındadır. Onları ondan başkası bilemez. Ve karada ve denizde ne varsa bilir. Bir yaprak düşmez” ve yerin karanlıkları içinde bir dane de bulunmaz ki, illâ onu bilir. Ve bir yaş ve bir kuru da yoktur ki, illâ apaçık bir kitaptadır.
59. Bu mübârek âyetler, Cenab’ı Hak’kın bütün ğaybî şeyleri, bütün âlemlerdeki varlıkları tamamen bildiğini haber veriyor. Ve Yüce Yaratıcının kudretine işâret ederek insanlar hakkındaki tasarruflarını ve onların yaratılış gayesini beyan buyurmaktadır.
Şöyle ki: (Ve) Resûlüm!. Başlarına gelecek azâbı senden alelâcele isteyenlere de ki: (gaybın anahtarları) Veya hazîneleri benim yanımda değil, ancak (onun) Cenâb-ı Hak’kın (yanındadır) onun mânevî katındadır, onun kudret ve tasarrufu altındadır. (onları ondan) Yüce Yaratıcıdan (başkası bilemez.) Binaenaleyh o acele ettiğiniz şeyleri ben de bilmiyorum, onların iniş vaktini de biliyor değilim ki, size haber vereyim. (Ve) O Yüce Yaratıcı (karada ve denizde ne varsa) nelermeydana gelirse onları da tamamen (bilir) gayba dâir şeyleri bildiği gibi böyle görülen şeyleri de bütün teferruatiyle tamamen bilmektedir.
Hattâ (Bir yaprak düşmez ve yerin karanlıkları içinde bir habbe) bir tane (de bulunmaz ki, illâ onu) da (bilir) ezelî ilmi herşeyi içine almaktadır. (Ve) kısacası (bir yaş ve kuru da yoktur ki,) yani diri ve ölü, büyüyen ve büyümeyen birşey de mevcut değildir ki, (illâ apaçık bir kitaptadır.) lâvhı mahfuzda sâbittir, Cenâb-ı Hak tarafından tamamen bilinmektedir.
Artık o Yüce Yaratıcının ilmine, takdirine muhalif, onun tâyin ettiği vakte aykırı olmak üzere hiçbir kimse tarafından bir hâdise vücude getirilemez. Bunu böyle bilmelidir.
Enam Suresi 60. Ayet Meal ve Tefsiri
60. Ve o, o yüce zattır ki, sizleri geceleyin uykuya daldırır ve gündüzün ne kazandığınızı bilir. Sonra ondan gündüzün uyandırır. Tâki takdir edilen ecel nihâyete ersin. Sonra dönüşünüz ona’dır. Sonra size ne işler yaptığımızı haber verecektir.
60. (Ve o) Yüce Yaratıcı (o yüce zattır ki) ey insanlar!, (sizleri geceleyin uykuya daldırır) Bir nevî ölüm haline düşürür, his ve seçme kudretinden mahrum bırakır (ve gündüzün ne kazandığınızı bilir.) ne suretle hareketlerde bulunacağız daha vuku’undan evvel Cenab’ı Hak’ca bilinir ve takdir edilmiş olur. (Sonra) insanları (ondan) uyku hâlinden (gündüzün uyandırır) onlara yine his ve hareketlerini iâde buyurur (tâki,) insanlar için Allah katında (takdir edilen ecel) dünya hayatı (nihâyete ersin.)
uyanan şahıs böyle yatıp kalkarak kendisi için takdir edilmiş bulunan hayat müddetini tamamlasın (Sonra) ölüm ve dirilmenin neticesi olarak (dönüşünüz o’nadır.) o Yüce Yaratıcının yüce mahkemesinedir (Sonra) da o ezelî mâbud (size) dünyada (ne işler yapar olduğunuzu) iş ve fiillerinizin nelerden ibâret bulunmuş olduğunu (haber verecektir.) o işlere göre hakkınızda mükâfatveya cezâ verecektir. Artık bu akibeti düşünmeli, ona göre harekette bulunmalıdır.
.
Enam Suresi 61. Ayet Meal ve Tefsiri
61. Ve o kullarının üzerinde tasarruf sahibidir. Ve sizin üzerinize hafaza meleklerini gönderir. Nihâyet sizden birinize ölüm gelince onun canını bizim gönderdiğimiz melekler alırlar ve onlar vazifelerinde kusur etmezler.
61. Bu mübârek âyetler de Cenâb-ı Hak’kın sonsuz kudretini gösteren başka bir kısım hadiseleri dikkat nazarlanmıza sunmakta ve bizlere hayatımızın gayesini haber vermektedir. Şöyle ki: (Ve o) Yüce Yaratıcı (kullarının üzerinde tasarruf sahibidir.) onların bütün işlerinde hüküm ve tasarruf sâhibi olan ancak o’dur, başkası değildir. (Ve) Ey mükellef insanlar!. O hüküm sâhibi Yaratıcı (sizin üzerinize) “elkirâmül-kâtibûn” denilen (hafaza meleklerini gönderir) onlar sizin bütün iş ve fiillerinizi kayıt ve tesbit ederler. Bu bir hikmet gereğidir. Bu cümleden olarak her insan bunu düşünerek harekatını güzelce düzenlemelidir.
(Nihayet sizden birinize ölüm gelince: Hayatınız nihâyete erip ölüm sebebleri yüz gösterince (onun canını bizim gönderdiğimiz melekler) ölüm meleği ile onun yardımcıları (alırlar) cesedini Allah’ın kudretiyle ruhtan, dünyevî hayattan mahrum bırakırlar. (ve onlar) O gönderilen melekler (vazîfelerinde kusur etmezler.) canlan alma hususunda geciktirerek ve yavaş hareket ederek kendilerine tahsis edilen hususlarda fazla ve noksan yapmak sûretiyle haddi aşamazlar.
Enam Suresi 62. Ayet Meal ve Tefsiri
62. Sonra insanlar hak olan mevlâlarına döndürülürler. Bilesiniz ki, hüküm, o mevlâ’ya âittir. Ve o hisap görenlerin en sür’atlisidir.
62. (Sonra -insanlar-) Dirilme ve toplanmanın ardından (hak olan) adâletle hükmeden (Mevlâ’larına) sâhip ve yardımcıları, işlerinin idârecisi olan Yüce Mâbud’un hükmüne ve cezâsına (döndürülürler) Hak ettikleri mükâfat ve cezalara kavuşurlar.
Artık ey insanlar!, (bilesiniz ki, hüküm) O ebediyet âlemindeşeklen ve mânen geçerli ve yürürlükte olan kaza ve tasarruf (o Mevlâ’ya âittir.) ondan başkasına asla âit değildir. (Ve o) hüküm sâhibi Yaratıcı (hesap görenlerin en sür’atlisidir.) bütün mükellefler! en kısa bir zamanda çok fazla bir sür’atle muhasebeye tâbi tutacaktır. Hattâ rivâyete göre bu muhâsebe nihâyet dünya günlerinden bir gündüzün yarısı miktarından fazla devam etmeyecektir. Cenab’ı Hak’kın herşeye kudreti vardır. Buna İmam ettik.
Enam Suresi 63. Ayet Meal ve Tefsiri
63. De ki: Sizleri karanın ve denizin karanlıklarından kim kurtarır? Ona açıkça ve gizlice dua eder de eğer bizi bundan kurtarırsan elbette bizler şükredenlerden oluruz diye yalvardığınız zaman.
63. Bu mübârek âyetler, haklarında tecelli eden ilâhî nîmetleri, selâmetleri takdir edemeyip nîmete karşı nankörlük eden müşriklerin o çirkin hâllerini kendilerine ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: Habibim!. O müşriklere (De ki: Sizleri karanın ve denizin) içinde yaşadığınız dünyanın (karanlıklarından) sonsuz trajedilerinden şiddetli hâdiselerden (kim kurtarır?.) bunu hiç düşünmez misiniz?.
Öyle karanlık felâketlerden dolayı geçici olarak putlarınızı bırakarak (Ona) Kâinatın Yaratıcısı olan Yüce Allah’a (alâniyeten ve sırren) âşikâre ve gizlice (dua eder) yalvarış ve yakarışta bulunur (da eğer bizi bundan) bu felâketten bu karanlık ve şiddetten (kurtarırsan elbette bizler) bu lûtuf ve yardımından dolayı yarabbi!. And olsun sana (şükredenlerden oluruz -diye yalvardığınız zaman-) böyle bir halde sizi kurtaracak kimdir?. Artık o putlardan, Allah’a ortak koştuğunuz bâtıl tarınlardan ne bekleyebilirsiniz?.
Enam Suresi 64. Ayet Meal ve Tefsiri
64. De ki: Allah Teâlâ sizi ondan ve herbir sıkıntıdan kurtarır, sonra siz yine ona putları ortak koşarsınız.
64. Resûlüm!. O müşriklere (De ki:) ancak(Allah Teâlâ sizî ondan) o başınıza gelen hertürlü felâketten (ve herbir sıkıntıdan) bileümle hüzün ve kederden (kurtarır) o müthiş felâketleri sizden giderir. Siz ise bu muazzam nîmetleri görür de (sonra siz -yineona) o Kerem Sâhibi Yaratıcıya (-putları- ortak koşarsınız.) yine öyle fâide ve zarar vermeye kâdir olmayan şeylere tapar, onlardan menfaat umarsınız. Bu ne kadar gaflet!. Bu ne kadar Hak Teâlâya karşı nankörlük!.
Enam Suresi 65. Ayet Meal ve Tefsiri
65. De ki: O, sizin üzerinize üstünüzden veya ayaklarınızın altından bir azap göndermeğe ve sizi fırkalar halinde karıştırmaya ve bâzınıza bâzınızın hıncını tattırmaya kadirdir. Bak âyetlerimizi nasıl açıklıyoruz! Gerek ki, onlar anlayabilsinler..
65. Bu mübârek âyetler, Allah Teâlâ’nın inkârcıları her şekilde azâba uğratmaya kâdir olduğunu ve Rasûlü Ekrem’in durumunu beyan etmektedir. Ve acele edilen azap ve felâketin takdir edilen vakti gelince meydana çıkacağını hatırlatarak dinsizleri tehdit eylemektedir.
Şöyle ki: Resûlüm!. Haklarında azabın ortaya çıkmasını, küçümsemek maksadıyla senden isteyen müşriklere (De ki: O) Kudret ve hikmet sâhibi Yaratıcı (sizin üzerinize) her dilediği vakit (üstünüzden) helâk edici yağmurlar veya yıldırımlar vesâire vasıtasıyla (veya ayaklarınızın altından) zelzeleler, yer yarılmaları, kıtlık ve pahalılık vesâire yüzünden (bir azap göndermeğe) kadirdir. Nitekim Nuh Aleyhisselâm’ın kavmi tufan ile, Lût Aleyhisselâm’ın kavmi başlarına yağan taşlar ile.
Kârun da yarılan yerlerin içine düşmekle helâk olup gitmişlerdir, (ve) O Yüce Yaratıcı (sizi fırkalar halinde karıştırmaya) yani aranıza düşecek ayrılıklar, muhalif eğilimler ihtiraslar yüzünden birbirinize düşman kesilerek bu sebeble birbirinizi imhâya sevketmeye kudreti vardır, (ve) O Yüce Yaratıcı (bâzınıza bazınızın hıncını) birbirinizle savaşmak ve mücadelede bulunmak sûretiyle (tattırmaya) da (kadirdir.)inandık.
(Bak) Resûlüm!. Kudretimize dalâlet ve şahadet eden (âyetlerimizi nasıl açıklıyoruz.) ne kadar açık, ibret verici bir tarzda beyan ediyoruz. (Gerek ki, onlar) o münkirler, gafiller, bu açık beyanları (anlayabilsinler) bunları düşünerek bâtıl âkidelerini bıraksınlar, takib ettikleri inadı, cahilce kanaatlerini terkederek Hak’ka dönüversinler. Nitekim akıl ve anlayış sâhipleri, bu âyetlerden pek fazla istifâde etmektedirler.
Enam Suresi 66. Ayet Meal ve Tefsiri
66. Kavmin onu Kur’an ı Kerim’i yalan saydı. Halbuki o bir hakikattır. De ki: Ben sizin üzerinize vekil olmuş değilim.
66. Resûlüm!. Senin (Kavmin) yani: Onların inada, küfre ve şirke müptelâ olanları (onu) Kur’an’ı Kerim’i veya üzerlerine ilâhî azabın yöneleceğini (yalan saydı.) o husustaki beyanlarını yalanlamaya cür’et gösterdi. (Halbuki, o bir hakikattır) Yani: Kur’an’ı Kerim, ilâhî bir kitaptır, her haber verdiği şey sâbittir, doğrudur, İnatçıların üzerine ilâhî azabın ergeç yöneleceği de haddızatında muhakkaktır.
Artık bu, nasıl inkâr edilebilir ve uzak görülebilir?. Habibim!. Onlara (De ki: Ben sizin üzerinize vekil olmuş değilim) ben sizi korumakla ve sizi yalanlamaktan men etmek tasdik etmek ve mecbur tutmakla emrolunmuş değilim, ben ancak size ilâhî hükümleri tebliğ etmekte ve sizi Allah’ın azâbı ile uyarmakla emrolunmuş bulunmaktayım. Ben ilâhî hükümleri size bildirmek ve neticesini açıklamış olmakla peygamberlik vazîfemi yerine getirmiş bulunuyorum. Artık siz, hâlinizi, âkibetinizi düşüneveriniz.
Enam Suresi 67. Ayet Meal ve Tefsiri
67. Herbir haberin gerçekleşeceği bir zamanı vardır. Ve yakında bilirsiniz.
67. Ey inkarcılar!. Ey hakikatleri güzelce kabul etmekten kaçınan câhiller!. (Her bir haberin gerçekleşeceği bir zamanı vardır) Size haber verdiğim azabın ve diğer her bir hadisenin Allah tarafından tâyin ve takdir edilmiş kesinbir vakti vardır. (Ve yakında) Bu hakikatın sıhhatini (bilirsiniz.) size haber verilen hâdiseler ergeç ortaya çıkacaktır. Bir kısmı daha dünyada iken, ve diğerleri de âhirette mutlaka görülecektir.
Artık yalanlamanızdan dolayı o zaman yapacağınız pişmanlıklar sizlere fâide vermiyecektir. Nitekim Rasûlullah’ın verdiği haberleri yalanlayan müşriklerin bir kısmı daha peygamber zamanında Allah’ın kahrına uğrayarak onların yerlerine müslümanlar hâkim olmuşlardır. Diğer kısımları da dünyada olmasa da âhirette mutlaka Allah’ın kahrına, cehennem azâbına uğramış olacaklardır.
Enam Suresi 68. Ayet Meal ve Tefsiri
68. Ve bizim ayetlerimiz hakkında cahilce mütalâ’alara dalanları gördüğün zaman, ondan başka bir söze dalıncaya kadar hemen onlardan yüz çevir. Ve şâyet bunu şeytan sana unutturursa hatırladıktan sonra o zâlimler olan kavim ile beraber oturma.
68. Bu mübârek âyetler İslâm’ın mukaddes değerleri ile alay eden dinsizler ile mü’minlerin aynı mecliste bulunmalarının câiz olmadığını bildirmektedir. Öyle dinsizlerin günahlarından zühd ve takvâ sahiplerinin sorumlu olmayacaklarını, fakat o dinsizlere mümkün mertebe öğüt vermekle mükellef olduklarını göstermektedir.
Şöyle ki: Resûlüm!. Hak’ki inkâr edenlere ben sizin vekiliniz değilim de (Ve bizim âyetlerimizde) Kur’an’ı Kerim hakkında (cahilce mütalâ’alara dalanları) onları yalanlayanları, onlar ile alay edenleri (gördüğün zaman) artık onlar ile beraber oturma, (ondan) öyle Kur’an hakkındaki yalanlama ve alaydan (başka bir söze dalıncaya kadar hemen onlardan yüz çevir.) onların yanlarını terkeyle, sözlerini dinleme.
(Ve şâyet bunu) Bu husustaki ilâhî yasağı (şeytan) seni meşgul ederek (sana unutturursa) o Allah’ın yasağını (hatırladıktan sonra) artık halk (o zâlimler olan kavim ile beraber oturma) çünki onlar bu yerme veayıplamaları yüzünden zulme düşmüş, Allah’ın azâbını hak etmiş bir halde bulunmuşlardır. “Yüce Peygamber hakkında unutma vâki olur mu? Sualine şöyle cevap verilmektedir. Evet: Unutma vâki olabilir.
Nitekim bir âyet-i kerîme’de unuttuğun takdirde Allah’ı an (Kehf, 18/24) buyrulmuştur.
Hz. Adem’den de nisyan sâdır olmuştur. ( Ne var ki o, (ahdini) unuttu. Onda azim de bulmadık. (Tâhâ, 20/115) Ayeti kerimesi bunu ifâde etmektedir.
Musa Aleyhisselâm da ( Unuttuğum şeyden dolayı beni hesâba çekme (Kehf, 18/73) diye niyâz etmiştir. Bir hadisi şerifte de: “Ben de sizin gibi bir beşerim, siz unuttuğunuz gibi ben de unuturum, unuttuğum zaman bana hatırlatınız” diye buyurmuştur.
Fakat sahih olan görüşe göre Rasûlü Ekrem, Allah tarafından kendisine bildirilen birşeyi unutmaz. Diğer bir görüşe göre unutabilirse de Allah tarafından mutlaka kendisine tekrar tenbih ve tebliğ buyrulur. Şeytanın insanlara bazı şeyleri unutturması ise onun insanlar üzerinde bir baskısı, bir tasarmfu kabilinden değildir. Çünki şeytan buna kâdir olamaz.
Nitekim ( Gerçek şu ki: İmân edenler… Üzerinde onun (şeytanın) bif hâkimiyeti yoktur (Nahl, 16/99) âyeti kerimesi bunu bildirmektedir.
Enam Suresi 69. Ayet Meal ve Tefsiri
69. Ve takvâ sahiplerinin üzerine onların hesabından bir şey yoktur. Fakat bir öğüttür, olabilir ki, onlar sakınırlar.
69. (Ve takvâ sâhibi olanların) Yani: Öyle Kur’an ile alay eden inkârcı bir kavmin o pek çirkin, rezil hâllerinden kaçınan mü’minlerin, (üzerine onların) o inkârcıların (hesabından birşey yoktur.) onların hesaplarını vermeye tâbi olacakları günahları sorumluluğundan o takvâ sâhibi kullar uzaktırlar.
(Fakat) O takvâ sâhibi kullar üzerine bir vazîfe düşer ki o da (bir öğüttür) yani: O inkârcılara hareketlerinin ne kadar çirkin ve azâbı gerektiren birşey olduğunu söyleyerek onları mümkün mertebe o hareketlerinden menetmeye gayret etmekten ibârettir, (olabilir ki, onlar) O inkarcılar böyle güzel bir öğüt tesiriyle uyanarak o yaptıkları çirkin hareketlerinden, o kötü sözlerinden (sakınırlar.) Allah’ın âyetleri hakkındaki alaycı lâkırdılarından vazgeçerler.
§ Rivâyete göre (68) inci âyeti kerime nâzil olunca eshabı kiram biz o inkarcılar ile beyti şerifte dâima beraber bulunuyoruz. Onlar Kur’an’ı Kerim hakkında her alay ettikçe biz yanlarından ayrılacak olsak mescidi haramda oturmaya, beyti şerifi tavaf etmeğe kâdir olamayız, demişler.
Bunun üzerine bu (69) uncu âyeti celîle nâzil olmuştur. Buyrulmuş oluyor ki: O alaycı inkârcıların çirkin davranışlarından onlar ile bir mecliste bulunmuş olan takvâ sahibi mü’minler sorumlu olmazlar. Şu kadar var ki, o mü’minler, o inkârcıları mümkün mertebe irşada çalışmalıdırlar, onlara nasihatta bulunmalıdırlar. Olabilir ki, o inkarcılar, bu nasihat tesiriyle hayâ ederler de o rezillâkırdılarından vazgeçerler.
Velhâsıl müslümanlar için imkânlar elverdiği ölçüde iyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak bir vazîfedir.
§ Havd kelimesi, lûgatte başlamak, suya dalmak mânâsınadır. Sonra gamerat yani şiddetli, zahmetli şeyler mânâsında kullanılır olmuştur. Ve bâtıl şeylerle uğraşmak makamında kullanılır.
Enam Suresi 70. Ayet Meal ve Tefsiri
70. Dinlerini bir oyuncak ve bir eğlence edinen ve kendilerini dünya hayatının aldattığı kimseleri bırak. Ve onunla öğüt ver ki, hiçbir kimse kazandığı şey sebebiyle helâke düşmesin, onun için Allah Teâlâ’dan başka ne bir dost ve ne de bir şefaatçi yoktur. Ve o bütün varını fidye olarak verecek olsa ondan alınmaz. Onlar o kimselerdir ki, kazanmış oldukları şeyler sebebiyle azâba mâruz kalmışlardır. Onlar için küfrettikleri şey sebebiyle pek sıcak sudan bir içki ve pek incitici bir azap vardır.
70. Bu âyeti celile, dinin yüceliğini takdir etmeyip onu kötüye kullanan ve dünya hayatına aldanıp anlamlı düşünmeden mahrum bulunan kimseler ile dostluğun yasaklanmış olduğunu bildiriyor ve o gibi şahısların müthiş âkibetlerini dikkat nazarlarına takdim ediyor.
Şöyle ki: Resûlüm!. (Dinlerini bir oyuncak edinen) Akıl ve mantıka asla uymayan şeyleri din adına ileri süren, putlara tapınmak gibi cahilce hareketleri dinî vazîfelerden tanıyan ve hakikî bir dinin kitabıyle, hükümleriyle alay etmeye cür’et gösteren, dinî hükümleri kendi arzularına göre yalan yanlış yorumlamaya çalışan (ve kendilerini dünya hayatının aldatmış olduğu) bu dünya hayatından başka bir ebedî hayat olmayacağına inanmış (bulunan kimseleri bırak.) onlardan kaçın, onların sözlerine, işlerine aldırma (Ve) Resûlüm!.
Sen düşünme ve tefekküre kabiliyetli olanlarla (onunla) Kur’an’ı Kerim ile (öğüt ver ki,) bu dünyada (hiçbir kimsekazandığı) gayrimeşru bir (şey) bir amel (sebebiyle helâke düşmesin) senin nasihatini dinleyerek uyanık olsun. Ve ihtar et ki, (onun için) herhangi bir nefs için (Allah Teâlâ’dan başka ne bir dost) bir yardımcı (ve ne de bir şefaatçı yoktur.) ki, onu Allah’ın azâbından kurtarabilsin.
(Ve o) Nefis (bütün fidyeyi) bütün varını, servetini (fedâ edecek olsa ondan alınmaz) bu fidyesi kabul edilerek kendisinin azaptan kurtulmasına bir vesîle olamaz. (Onlar) Öyle kendilerini hayırdan men edip, azâba uğratan şahıslar (o kimselerdir ki, kazanmış oldukları şeyler) kötü ameller, bozuk inançlar (sebebiyle azâba mâruz kalmışlardır.) onlar âhirette cehennemin ateşli kucağına teslim olunacaklardır.
(Onlar) O beyinsizler (için küfrettikleri şey sebebiyle pek sıcak sudan) içerlerini dağlayacak, damarlarını koparacak derecede kaynar (bir içki ve pek incitici) bedenlerini cehennem ateşi ile yakıcı (bir azap vardır.) onlar dünyada iken hayat boyu işlemiş oldukları küfr ve isyandan dolayı âhiret âleminde böyle sonsuz bir cezâya mâruz kalacaklardır. Onlar küfrlerinden başka işledikleri diğer günahlar ve başkalarının hukukuna tecavüzler sebebiyle de ayrıca azap göreceklerdir.
Artık o inkarcılar, bu müthiş âkibetlerini düşünmeli değil midirler?.
§ Beşel ve ibsâl: Bir şeyi hapis etmek ve kuvvetle menetmek ve haram kılmak mânâsınadır. Bu âyetteki “beser’den maksat, dinsizlerin ateşe teslim edilerek orada haps edilmeleri ve sevaptan men olunmalandır. Arslana ve yürekli olan şahsa basil denir.
Enam Suresi 71. Ayet Meal ve Tefsiri
71. De ki: Allah Teâlâ’dan başka bize ne fâide ve ne de zarar veremiyecek şeylere tapar mıyız? Ve bize Allah Teâlâ hidâyet etmişken ardımıza döndürülür müyüz? O kimse gibi ki, yerde şaşkınca dolaşırken kendisini şeytanlar sapıklığa düşürmüştür. Halbuki, onun için bir takım arkadaşlar vardır ki, “gel bize” diyerek onu doğru yola çağırır dururlardı. De ki:Muhakkak Allah’in hidâyeti, doğru yolun ta kendisidir ve bize emrolunmuştur ki, âlemlerin Rabbine samimiyetle ibâdette bulunalım.
71. Bu mübârek âyetler de halka fâide ve zarar vermekten âciz olan putlara tapınmanın helâke götüreceğini bildirmektedir. İnsanlığa âkibetlerini hatırlatarak kendilerini hidâyet yoluna, Hak’ka ibâdet ve itaat etmeye dâvet etmektedir.
Şöyle ki: Resûlüm!. O müşriklere, müslümanları kendi babalarının bâtıl dinine dâvet eden kâfirlere (De ki: Biz Allah Teâlâ’dan başka) yaratıcılık ve mâbudluk sıfatına sâhip olmayan ve (bize ne fâide ve ne de zarar veremiyecek) bulunan (şeylere) bir takım putlara vesâireye (tapar mıyız?.) biz onlara ibâdette bulunsak bize bir fâide veremezler ve onları terk etsek bize bir zarar vermeğe kâdir olamazlar.
Artık öyle fâni ve âciz şeyler mabut sıfatına sâhip olabilir mi?. (Ve bize Allah Teâlâ hidâyet etmiş) Bizi tevhid inancına ve İslâm dinine kavuşturmuş (iken ardımıza döndürülür muyuz?.) dinden dönerek küfr ve şirke düşer miyiz?.
(O kimse gîbî ki, yerde şaşkınca) Takib edeceği yolu kaybederek şaşkın vaziyette (dolaşırken kendisini şeytanlar sapıklığa düşürmüştür.) öyle helâke götüren bir vaziyetle karşı karşıya bırakılmıştır. (Halbuki, onun için bir takım arkadaşlar) Dindar dostlar, öğüt verenler (var idi ki,) onu irşad ve ikâza çalışarak (gel bize) öyle kâfirlerin arkasına düşme (diyerek onu doğru yola çağırır dururlardı.) artık öyle hayrı tavsiye eden zatların nasihatini tutmak, onların tavsiye ettikleri hidâyet yoluna gitmek icab etmez mi idi?.
Resûlüm!. Böyle hakikî dostlarının nasihatlarını dinlemeyerek şeytanlara, aldatıcı şahıslara uyanlara (De ki: Muhakkak Allah Teâlâ’nın hidâyetidir.) onun bütün insanlığa yönelik olan mukaddes İslâm dinidir (hidâyet olan) bundan başkası bâtıldır, sapıklıktır (ve bize) Cenâb-ı Hak tarafından (emir olunmuştur ki, âlemlerin Rab’bine) yalnız o Kâinatın Yaratıcısına, o hikmet sâhibimâbuda samimi bir şekilde ibâdette bulunmaya çalışalım.
§ Istihvâ kelimesi, bir adamın akıl ve şuurunu şeytanın çalması, onu şaşkın ve hayvanî bir halde bırakması veyahut ona arzu ve isteğini hoş göstermesi demektir. Bir şeyi yüksek şenlikli bir mahalden alıp tenha, çukur bir yere bırakmak mânâsında da kullanılmaktadır.
Enam Suresi 72. Ayet Meal ve Tefsiri
72. Ve namaz kılın ve ondan korkunuz ve o, o Yüce Yaratıcıdır ki, O’nun huzuruna toplanacağı, diye de emir olunduk.
72. (Ve) Allah Teâlâ tarafından (namaz kılın) beş vakit namazı kılın (ve ondan) o Yüce Yaratıcıdan (korkunuz) onun emirlerine, yasaklarına muhalif hareketlerden çekininiz (ve o, o -Yüce Yaratıcı- dır ki) başkasına değil, yalnız (ona) yalnız onun mânevî huzuruna (toplanacaksınız) ölümden sonra yeniden hayat bulup mahşere sevkedileceksiniz, orada dünyadaki amellerinize göre mükâfat ve cezâ göreceksiniz (diye emir olunduk.) artık bu mühim emire uymak lâzımdır, İstikbâlini düşünen bir akıllı, böyle yüce bir emre asla muhâlefet edemez.
Enam Suresi 73. Ayet Meal ve Tefsiri
73. Ve o, o yüce zattır ki, gökleri ve yeri hakkıyla yaratmıştır. Ve onun ol diyeceği gün herşey hemen oluverir, sözü haktır ve sura üfürüleceği gün mülk onundur. Gizli olanı da açık olanı da bilendir. O hikmet sahibidir, herşeyden haberdardır.
73. Bu âyeti celile de Cenab’ı Hak’kın birliğini, kudret ve azametini kâinatın her hâlinden haberdar bulunduğunu bildirerek küfr ve şirkin bâtıl olduğunu göstermektedir. Şöyle ki: (Ve) Resûlüm!. Ümmetine tebliğ et ki (o) Ezelî ve hikmet sâhibi olan mâbudumuz (o yüce zattır ki) öyle bir kudret ve azamet sahibidir ki, (gökleri ve yeri) bütün semalar! ve dünya ile ilgili hususları, bütün bunlarda bulunan varlıkları (hakkiyle) hak ve hikmete bağlı olarak (yaratmıştır.) bunların içinde boş yereyaratılmış hiç birşey yoktur.
(Ve onun) O Yüce Yaratıcının (ol diyeceği gün) yani: Meydana gelmesini emir ve irâde buyurduğu an (-herşey- hemen oluverir) meselâ: Kıyâmet hadisesi derhal meydana gelir, başka birşeye bağlı olmaz. O hikmet sâhibi Yaratıcının iradesine muhalefet tasavvur olunamaz.
Ve o Yüce Yaratıcının (sözü haktır) onun bütün emirleri, yasakları, bütün takdirleri ve kazâları hikmet ve faydayı içerir, boş ve faydasız olmaktan uzaktır, (ve sur’a üfürüleceği gün) Bütün ölülerin yeniden diriltilip mahşere sevk edilecekleri zaman (mülk onundur.) bütün yaratıkları üzerinde tek başına hâkim olan, ancak o’dur. O gün hiçbir kimse birşeye sâhip olma ve tasarruf etme iddiasında bulunamayacaktır.
O Kâinatın Yaratıcısı, mahlukatından (gizli olanı da açık olanı da bilendir.) onun ilminden hiç birşey gizli kalamaz. (O hakîmdir) bütün fiilleri, bütün mahlûkatı üzerindeki tasarrufları hikmete bağlıdır ve o (habirdîr) bütün mahlûkâtının gizli ve açık fiil ve hareketlerinden haberdardır.
O Yüce Mabudun ezelî ilmi, bütün kâinatı kuşatmıştır. Artık ey insanlar!. Mâbudunuzun birliğini, onun bu kudret ve azametini düşünerek ona göre hareketlerinizi tanzim ediniz ki, dünya ve âhirette selâmet ve saadet içinde yaşamaya muvaffak olasınız.
Enam Suresi 74. Ayet Meal ve Tefsiri
74. Ve bir vakit ki, İbrahim, babası Azer’e demişti ki: Sen putları tanrılar mı ediniyorsun! Ben şüphe yok seni ve kavmini apaçık bir sapıklık içinde görüyorum.
74. Bu mübârek âyetler, Hz. Ibrahim’in, müşrik olan babasını hesâba çektiğini ve kendisine kâinatı yaratanın kudret ve hakimiyetine şâhitlik eden eserlerin göründüğünü bildirmektedir. Şöyle ki: Resûlüm!. O putlara tapanlara inançlarının bozulduğunu bildirdiğin gibi onlara Hz. İbrahim’in putperest babasını nasıl hesâba çekmiş olduğunu da şöylece anlat (Ve bir vakit ki. İbrâhim) Aleyhisselâm(babası Azer’e demişti ki: Sen) temiz yaratılışa muhalif, akıl ve fikre aykırı olarak (putları) öyle fayda ve zarar vermeye kudretleri olmayan şeyleri (tanrılar mı ediniyorsun?.) onlara mı tapınıp duruyorsunuz?.
Bu ne kadar akl ve fikre muhalif bir hareket!. (Ben şüphe yok ki, seni ve) Senin gibi putlara tapınan, onlardan fâide bekleyen (kavmini apaçık bir sapıklık içinde görüyorum.) siz doğru bir yoldan ayrılmış, hidayetten mahrum kalmış bir halde bulunuyorsunuz.
§ Âzer, îbrahim Aleyhisselâm’ın babasıdır. Azerin bir adı veya lâkabı Tarih’tir. Kûfe’nin köylerinden birinde ikâmet etmekte idi. Bunlara “Ken’aniyûn” denilirdi. Bunlar gökteki yıldızlara, ve yerdeki putlara, heykellere tapınırlar, bunlara tanrılık, mâbutluk isnat ederlerdi. Her yıldız adına bir put edinmişlerdi. O yıldıza yaklaşmak için o puta tapınırlardı, tâki, kendileri için o yıldız yanında şefâatte bulunsun. İşte İbrahim Aleyhisselâm, bu müşriklerin bu cahilce hâllerini inkâr etmek ve inançlarının bozukluğunu göstermek için babasına böylece hitap ve ihtarda bulunmuştu.
Enam Suresi 75. Ayet Meal ve Tefsiri
75. Ve İbrahim’e şöylece göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk ki, yakinen bilip inananlardan oluversin.
75. (Ve) İşte öyle mahlûkların ilâhî sıfatlara sâhip olamayacağını bilip babasını ikaz ve irşada çalışmış olan (İbrahim’e şöylece) ilham edip gösterdiğimiz hakikatlar gibi (göklerin ve yerin melekûtunu) da yani: Bunların sâhip oldukları acaip ve eşsiz şeyleri ve bunların Allah’ın birliğine Rablığına işâret ve şahitliğini ve bunların Allah’ın birer büyük mülkü olduğunu da (gösteriyorduk ki) onları da nazar-ı dikkate alarak ve ehemmiyet vererek (yakinen bilip inananlardan oluversin.) Cenâb-ı Hak’kın varlığını, birliğini, yaratıcılığını ve hâkimiyyetini gözüyle görme derecesinde bilerek rasihinden = pek sağlam inançsahiplerinden bulunsun ve Allah’ın bu lütfu sâyesinde halkı irşada: Müşrikleri susturmaya muvaffak olsun.
Enam Suresi 76. Ayet Meal ve Tefsiri
76. Ne zaman ki, üzerine yine gece bastı, bir yıldızı gördü, “bu benim Rabbim” dedi batınca da “ben öyle batanları sevmem” deyiverdi.
76. Bu mübârek âyetler de Hz. İbrahim’in değişme ve başkalaşmaya uğrayan şeylerin rablık ve mâbutluk sıfatına sâhip olamayacağını beyan ederek müşriklerden uzak olduğunu şöylece ilân etmektedir. (Ne zaman ki) İbrahim Aleyhisselâm’ın (üzerine gece basdı) gece vakti girdi (bir yıldızı gördü,) bu Zühre veya Müşteri yıldızı imiş. (bu benim Rab’bimdir dedi) Sonra bu yıldız (batınca da) kavmine hitâben (ben öyle batanları sevmem) öyle bir mekândan diğer bir mekâna intikâl eden, batıp duran şeylere kalben yönelemem, onları Rab, mabut tanımam (deyiverdi.) kavminin bu husustaki inançlarını değersiz olarak göstermiş oldu.
Enam Suresi 77. Ayet Meal ve Tefsiri
77. Ne zaman ki, ay doğar bir halde gördü. “Rabbim bu’dur” dedi. Sonra ay batınca da “and olsun ki, eğer bana Rabbim hidâyet etmemiş olsaydı, elbette ben sapıklığa düşenler topluluğundan olacaktım” dedi.
77. (Ne zaman ki) Hz. İbrahim, yıldızın batışının ardından (ay-ı doğar bir halde gördü) bu doğmaya başlamış olan ay nisbeten daha büyük, daha parlak olduğundan (Rab’bim bu’dur) öyle mi?. Siz buna mı kanaat getirdiniz (dedi. Sonra) bu sözün ardından (ay batınca da) yıldız gibi bu da batıp gidince de (and olsun) Cenab’ı Hak’ka yemin ederim ki, (eğer bana Rab’bim hidâyet etmemiş olsaydı) kendi yüce zâtına yönelik bir kabiliyet, bir kalp ilhamı vermemiş bulunsaydı (elbette ben sapıklığa düşenler topluluğundan olacaktım.) çünkü bu gördüğün şeyler yokluğa mâruz bulunmakta rablığa lâyık olmamaktadırlar. Bunlara rablık isnat edilmesi insanı cehâlet içinde bırakmış olur. Binaenaleyh ben bubatan ay’ın da rablığına inanmış değilim (dedi.) onun rab olmaya lâyık olmadığını kavmine ihtar etmiş bulundu.
Enam Suresi 78. Ayet Meal ve Tefsiri
78. Ne zaman ki” güneşi doğmaya başlar gördü. Dedi ki: “Bu’dur Rabbim bu daha büyük” nihâyet o da batınca dedi ki: Ey kavmim! Ben muhakkak sizin Allah Teâlâ’ya ortak koştuğunuz şeylerden uzağım.
78. (Ne zaman ki) Mübârek İbrahim Aleyhisselâm (güneşi) de (doğmaya başlar gördü) onun daha büyük, daha gösterişli olduğunu dikkate aldı, (dedi ki: Bu’dur Rab’bim, bu daha büyük) öyle mi?. Siz bunun rablığına mı inanıyorsunuz?.
(nihâyet o da batınca) güneş de batıp edip kaybolunca (Dedi ki: Ey kavmim!) artık biliniz ki, ben Allah’ı biliyorum kâinatı yaratanın bu gibi kusurlardan uzak olduğuna inanıyorum böyle gelip giden, batmaya, yok olmaya, değişmeye mâruz bulunan şeylerin mabut olamayacağını idrak ediyorum, (Ben muhakkak sizin Allah Teâlâ’ya ortak koştuğunuz şeylerden) bütün gök cisimlerinden, bütün putlardan ve heykellerden (beriyîm.) onlardan hiçbirini hâşâ mâbutluk, rablık sıfatıyle vasıflanmış kabul etmem. Hiçbirine kulluk etmem. Benim mâbudüm ancak bütün kâinatı var eden, ezelî ve ebedî, herşeye kâdir olan Allah Teâlâ’dan başkası değildir.
Enam Suresi 79. Ayet Meal ve Tefsiri
79. Ben muhakkak bir hânif olarak yüzümü gökleri ve yeri yaradana çevirdim ve ben müşriklerden değilim.
79. (Ben muhakkak bir muvahhit) Bir hânif yani: Bâtıl dinlerden, bozuk inançlardan uzak olarak (yüzümü) tam bir samimiyetle kalbimi, ibâdet ve itaatimi (gökleri ve yeri) bütün kâinatı (yaratana) bütün bunları kudretiyle yoktan var etmiş olan Yüce Allah’a (çevirdim) ben bütün varlığımla onun apaçık dinine yönelmiş, tevhid inancıyla vasıflanmış bulunmaktayım (ve ben müşriklerden değilim.) öyle gök cisimlerin ve diğer mahlûkatı birermabut tanıyarak onları Yüce Yaratıcıya ortak tanıyan câhiller güruhundan uzak bulunmaktayım.
§ İbrahim Aleyhisselâm’ın yıldıza, ay’a ve güneşe “Rabbim” demesi onların rablığına inanma sûretiyle değildir. Çünki Peygamber çocuklarından beri masumdurlar, onlardan küfr ve isyan sâdır olmaz. Binaenaleyh bu gibi mahlukata “Rab’bim” delmesinde birçok sebep vardır. Tefsiri kebirde vesâirede bunlar gösterilmiştir. Bu cümleden olarak şöyle denilmektedir:
(1) Hz. İbrahim’in kendileriyle münâzarada bulunduğu tâifeye karşı: “Bu benim Rab’bimdir” demesi sizin iddia ve inancınıza göre bu benim Rab’bimdir, fakat haddızatında öyle değildir, demektir.
(2) Bu benim Rab’bimdir, sözü inkâr yoluyla sorulan bir somdan ibârettir. Adeta denilmiş oluyor ki: “Bu benim Rab’bim midir?.” ha söyleyin bakalım!. Karşılıklı konuşmalarda böyle soru edatının düşmesi pek çoktur.
(3) Hz. İbrahim: “Bu benim Rab’bimdir, veya Rab’bim bu’dur” sözünü alay yoluyla söylemiştir. Nitekim bir kavime desbotluk eden aşağılık bir adam hakkında: “Bu sizin efendinizdir” denilerek onun bu desbotluğa lâyık olmadığına işâret edilmiş olur.
(4) Hz. İbrahim, bu sözleriyle yıldızlara, Ay’a ve güneşe tapan bir kavmi delile dayanarak netice çıkarmak suretiyle irşad etmek istemiştir. Kendileri ile münâzarada bulunduğu müşrikleri güzelce düşünceye sevk için yumuşak davranarak konuşmuştur. Onların nazar-ı dikkatlerini çekmek için onların iddia ettikleri gibi açıklamada bulunmuş, sonra o iddiaların bâtıl olduğunu birer delile dayanarak göstermiştir.
Âdeta denilmiş oluyor ki: Bir kere düşününüz, kendilerine rablık isnat ettiğiniz bu şeylerden herbirinin üstünde de daha büyüğü, daha parlağı doğup sönüyor,hepsi de dâima değişme ve başkalaşmaya mâruz bulunuyor, artık bunlar nasıl rablığa sâhip olabilirler?. Doğrusu ben bunlardan beriyim, ben ezelî ve ebedî olan değişme ve başkalaşmadan uzak bulunan Kâinatın Yaratıcısını birler ve tasdik ederim, ondan başkasının rablıkla, mâbutlukla vasıflanmış olmasına inanmam. Ben ancak o Yüce Yaratıcıya inanır ve yönelirim.
Enam Suresi 80. Ayet Meal ve Tefsiri
80. Ve ona karşı kavmi delil getirmeğe kalkıştı. Dedi ki: Siz Allah Hakkında bana karşı delil getirmeye mi kalkışıyorsunuz? O halbuki, o bana hidâyet nasip buyurmuştur. Ve ben ona ortak koştuğunuz şeylerden korkmam. Meğer ki, Rabbim birşey dilemiş olsun. Rabbimin ilmî herşeyi kuşatmıştır. Artık siz hiç düşünmez misiniz?
80. Bu mübârek âyetler, İbrahim Aleyhisselâm’ın kendisine karşı müşriklerin ileri sürmek istedikleri delilleri ibtâl etmekte, Allah’ın birliği hakkındaki açıklamalarını zikretmektedir. Şöyle ki: (Ve ona) Hz. İbrahim’e (karşı kavmi) kendi iddialarını kuvvetlendirmek için (delil getirmeğe kalkıştı) dediler ki: Biz bunları Allah’a yaklaşmak için ilâh ediniyoruz, onun yanında bize şefaat edeceklerdir. Biz, babalarımızı, dedelerimizi bunlara tapar bir halde bulduk, sen bizim bu mâbutlarımızı ayıplar ve kötülersen o yüzden âfetlere, belâlara, uğrarsın. O câhillere karşı Hz. İbrahim de (Dedi ki:) ey şirk ve küfr içinde yaşayan kavim!.
(Siz Allah hakkında) Onun birliği, ilahlık şanı hususunda (bana karşı delil getirmeyemi kalkışıyorsunuz?.) öyle yanlış düşüncelerinizle beni sapıklığa düşürmek mi istiyorsunuz?. (Halbuki o) Yüce Yaratıcı (bana hidâyet nasip buyurmuştur.) beni sizin bâtıl yollarınızdan koruyarak hak yola sevk etmiştir, beni Allah’ın birliği hakkında delil getirmeye muvaffak kılmıştır. (Ve ben ona) O eşsiz Yaratıcıya (ortak koştuğunuz şeylerden) sizin putlarınızdanmabut tanıdığınız o değişme ve başkalaşmaya mâruz şeylerden (korkmam) onlar bana bir zarar vermeğe kâdir değildirler. Siz ne için beni onlarla korkutmak istiyorsunuz?.
A gafiller!, (meğer ki, Rab’bim) Benim hakkımda (birşey) bir zarar, hoş olmayan bir nesne (dilemiş olsun) ancak o şey, Allah tarafından bana yönelmiş olur, yoksa ona ortak koştuğunuz şeylerin bana bir zararı olamaz. Ve bana Allah tarafından yönelecek şey de o sizin bâtıl mâbutlarınızın bir rolü ve tesiri bulunamaz. Ve benim (Habibimin ilmî herşeyi kuşatmıştır.) benim hakkımda da kendi Yüce Katından hikmet gereği bir sebeble hoşa gitmeyen bir şey takdir edilmiş ise o da ancak Allah tarafından bilinir. (Artık siz hiç düşünmez misiniz?.)
O ilâh edindiğiniz şeylerin cansız varlıklar kabilinden olup fayda ve zarar adına birşeye kâdir bulunmadıklarını ne için düşünmezsiniz de beni onlar ile korkutmaya cür’et edersiniz?.
Enam Suresi 81. Ayet Meal ve Tefsiri
81. Ve nasıl olur da sizin ortak koştuklarınızdan korkarım. Halbuki siz Allah Teâlâ’ya haklarında sizin üzerinize hiç bir delil indirmemiş olduğu şeyleri ortak koşuyorsunuz da, korkmuyorsunuz! Artık korkudan emin olmaya bu iki tâifeden hangisi daha haklıdır? Eğer siz bilir kimseler iseniz söyleyin bakalım.
81. (Ve nasıl olur da ben sizin) Allah Teâlâ’ya (ortak koştuklarınızdan) öyle yaratılmış olan, fayda ve zarar vermekten âciz bulunan putlarınızdan (korkarım.) asıl korkulacak olan Kâinatın Yaratıcısı Allah’tır. (Halbuki siz,) O kâinatın yegâne yaratıcısı: Mâbud’u olan (Allah Teâlâ’ya -haklarında-) kendilerine ibâdet edilmesi hususunda (sizin üzerinize hiçbir delil) Yüce katından hiçbir kanıt (indirmemiş olduğu şeyleri) putları, gök cisimlerin! vesaireyi (ortak koşuyorsunuz da) yine bu küfür ve şirkinizden dolayı o Yüce Yaratıcıdan (korkmuyorsunuz.) bundan dolayı sizlerin korkmaları lâzım değil midir?.
(Artık korkudanemin olmaya) Vicdanen müsterih olmaya, ve Allah’ın lûtfuna ulaşmaya (bu iki tâifeden) benim gibi Allah’ın birliğine inananlarla sizin gibi putlara veşâir mahlûklara tapanlardan (hangisi daha haklıdır?) bu iki zümreden hangisi ebediyet âleminde ilâhî azaptan emin olmaya, ve Allah’ın lûtfuna kavuşmaya daha lâyıktır
(Eğer siz bilir kimseler iseniz) haber veriniz, (-söyleyin bakalım-) şüphe yok ki, akıllı ve insaflı düşünenler, Allah’ın birliğine inananların dışındaki gurupların ebediyyen Allah’ın azâbına mâruz olacaklarına pek doğru olarak kanaat getirmektedirler. Nitekim Cenâb-ı Hak’kın âyetleri de bunu ifâde etmektedir.
Enam Suresi 82. Ayet Meal ve Tefsiri
82. O kimseler ki, imân etmişler ve imanlarını bir zulme bulaştırmamışlardır. İşte korkudan emin olmak onlara âittir. Ve hidâyete ermiş olanlar da onlardır.
82. Bu mübârek âyetler, güvenç kavuşacak zatların vasıflarını bildiriyor. Ve İbrahim Aleyhisselâm’ın Allah’ın birliği hakkında ilham yoluyla edindiği delil ile onun sâhip olduğu derecelerin yüceliğine şöylece işâret buyurmaktadır. (O kimseler ki:) O seçkin gurup ki, Cenâb-ı Hak’ka (imân etmişler) onun varlığını, yaratıcılığını tasdik eylemişlerdir, (ve imanlarını bir zulme) bir şirke, o Yüce Yaratıcıdan başkasına tapınmak cehâletine (bulaştırmamışlardır.)
Yüce Yaratıcıdan başkasına ibâdet ve itaatte bulunmayı imanlarının tamamlanması için gerekli bir unsur saymamışlardır, Allah Teâlâ’ya yaklaşmak için putlara tapınmanın lüzumuna inanmamışlardır. (İşte) Asıl (korkudan) ebedî azâba düşme endişesinden (emin olmak onlara) öyle şirk şüphesinden uzak, halis imâna sâhip olan zatlara (aittir.) onların istikballeri güven içindedir. (Ve hidâyete) hak ve hakikate (ermiş olanlar da onlardır.) o zatlardan başkaları ise bir açık dalâlet içindedirler.
§ Bu âyeti kerime nâzil olunca eshâbı kiram endişeye düşmüşler hangimiz nefsine zulmetmemiştir, demişler. Rasûlü Ekrem Hazretleri de: Bu öyle sizin zannettiğiniz gibi değil, bu lokmanın oğluna şöyle dediği gibidir:
( Oğulcağızım!. Allah’a şerik koşma, şüphe yok ki, şirk en büyük bir zulümdür. (Lokman 31/13)
Binaenaleyh bu âyeti celiledeki zulûmdan maksat: Şirktir. Maamafih inanmış ve Allah’ı birlemiş oldukları halde küfr ve şirki gerektirmeyecek derecede zulûmda bulunanlar da ilâhî azaptan herhalde emniyet üzere bulunduklarına hüküm edemezler. Cenab’ı Hak af etmezse onlar da azap görürler. Fakat onların azâbı, kâfirlerin, müşriklerin azâbı gibi sonsuz olmayacağından bu bakımdan onlar da emin bulunmuş olurlar.
Enam Suresi 83. Ayet Meal ve Tefsiri
83. Ve işte o, bizim delilimizdir ki” onu kavmine karşı İbrahim’e vermiştik. Dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Şüphe yok ki, Rabbin hikmet sahibidir, hakkıyla bilendir.
83. (Ve işte o) İbrahim Aleyhisselâm’ın kavmine karşı ileri sürmüş olduğu delil, gök cisimleri vesâire gibi değişime ve başkalaşmaya uğrayan şeylerin yaratıcılık ve mâbudiyet vasfına sâhip olamayacaklarına dâir gösterdiği kanıt (bizim delilimizdir ki, onu kavmine karşı) ileri sürmek, onları susturmak için (İbrahim’e vermiştik.) o delili ona ilham etmiş, öğretmiş ve onu o hususta irşâd etmek lûtfunda bulunmuştuk.
Biz (Dilediğimizi derecelere yükseltirîz.) kendisine İlim ve hikmet, düşmanlarını susturmaya kudret veririz, bu itibar ile kendisine büyük yüksek rütbeler, mertebeler ihsan ederiz. (Şüphe yok ki, Rab’bin) Her işinde (hakîmdir,) bütün ilâhî fiilleri hikmet ve menfaata dayanmaktadır.Dilediği kulunun derecelerini hikmet gereği yükseltir. Ve o kerem sâhibi Rab (alîmdir.) bütün mahlûklarının hallerini ve fiillerini tamamiyle bilir, haklarında hikmet gereği muamele yapar, dilediği kullarının derecelerini hikmeti ve ilmi gereğince öyle yüce kılar. İşte Hz. İbrahim’in yüksek derecelere, muvaffakiyetlere kavuşması da bu cümledendir. Cenab’ı Hak dilediğini yapıcıdır. Buna imân etmişizdir!..
Enam Suresi 84. Ayet Meal ve Tefsiri
84. Ve ona İshak’ı ve Yakub’u ihsan ettik ve hepsini de hidâyete erdirdik. Daha evvel de Nuh’u ve onun neslinden Davud’u, Süleyman’ı, Eyyub’u, Yusuf’u, Musa’yı ve Harun’u da hidâyete erdirmiştik. Ve işte biz güzel hareket edenleri böyle mükâfatlandırırız.
84. Bu mübârek âyetler de ne kadar yüce derecelere ulaşmış olan Hz. İbrahim’in kavuştuğu bir kısım nîmetleri bizlere bildirmektedir.
Şöyle buyrulmuş oluyor ki: Biz İbrahim Aleyhisselâm’a peygamberlik ve risâlet verdik, Allah’ın birliğini isbat için kendisini delillere muvaffak kıldık, bu suretle onu yüksek derecelere erdirdik (Ve ona) Hz. İbrahim’e diğer bir nîmet, ve ilâhî bir lutuf olmak üzere de oğlu (Ishak’ı) bir Peygamber olarak ihsan ettik (ve) İshak’ın oğlu, kendisinin torunu olan (Yakub’u) da (ihsan ettik) onun zürriyetinden de böyle seçkin Peygamberler dünyaya getirdik.
(ve hepsini de) Bunlardan herbirini de (hidâyete erdirdik.) hepsini de muvaffakiyetlere, hak dini ve hidâyet yolunu takibe muvaffak kıldık. (Daha evvel de) Hz. İbrahim’den önce de onun büyük dedesi olan (Nuh’u ve onun) Hz. Nuh’un veya Hz. İbrahim’in (neslinden) de iyşa’nın oğlu (Davud’u) ve onun oğlu (Süleyman) ve Hz. İsmail’in torunu, Emus’un oğlu olan (Eyüb’ü) ve Yakup Aleyhisselâm’ın oğlu olan (Yusufu) ve Yakup Aleyhisselâm’ın torunu, İmran’ın oğlu bulunan (Musa’yı) ve onun kendisinden bir yaş büyük olan kardeşi (Harun’u da) peygamberlikşerefine kavuşturarak (hidâyete erdirmiştik.) hepsine de ilâhî dini yaymayı ve insanlığı aydınlatmayı emretmiştik.
(Ve işte biz) Ben Yüce Yaratıcı, Hz. İbrahim gibi (güzel hareket edenleri) Cenâb-ı Hak’ki tasdik edip birleyenleri, onun yolunda çalışıp gayret gösterenleri (böyle) İbrahim Aleyhisselâm gibi (mükâfatlandırırız.) derecelerini yükseltiriz kendilerine büyük büyük nîmetler veririz.
Nitekim ibrâhim Aleyhisselâm o kutsî çalışmasının mükâfatı olarak pek yüksek derecelere ulaşmış, insanlık dünyasında büyük bir isim yapmış, kendisi bir kısım Yüce Peygamber’in torunlarından olduğu gibi kendi neslinden de bir nice seçkin Peygamberler insanlık âlemine şeref vermişlerdir. Bu ne büyük derece ne büyük bir ilâhî lutuf!.
Enam Suresi 85. Ayet Meal ve Tefsiri
85. Ve Zekeriya’yı da Yahya’yı da, İsa’yı da, İlyas’ı da hidâyete erdirdik hepsi de iyi zatlardandı.
85. (Ve) Eden’in oğlu (Zekeriya’yı da) ve onun oğlu (Yahya’yı da) ve Hz. Meryem’in oğlu (İsa’yı da) ve Harun Aleyhisselâm’ın torunlarından olan (İlyas” da -hidâyete erdirdik-) kendilerine peygamberlik verdik, insanlık için birer saadet rehberi olan bu zatlardan (hepsi de salih) üzerlerine düşen kulluk vazîfelerini hakkiyle yerine getirmeye çalışan, lâyık olmayan şeylerden kaçınan, gerçekten iyi hâl ile vasıflanmış (zatlardandı.) onun içindir ki, öyle yüce mükâfatlara nâil olmuşlardır.
§ İlyâs aleyhisselâm, beni İsrail Peygamberlerindendir. Hz. İsa’dan dokuz asır evvel dünyaya gelmiştir. Balebekli idi. İsrail oğulları putperestliğe düşmüş, Balebek hükümdarının yaptırmış olduğu “Beil” adındaki puta tapıyorlardı. Artık aralarında Hz. Musa’nın şeriatı unutulmuştu.
Hz. İlyâs onlara Peygamber olarak gönderildi, onları öyle puta tapmaktan men eyledi. Kendilerine nasihatlar verdi. Fakat o muhterem zatı dinlemediler. Omübârek zatı beldelerinden koydular, o da bir müddet sahralarda, mağaralarda yaşadı.
Bunun üzerine İsrail oğullarına bir belâ yönelmeğe başladı. Yağmurlar yağmaz oldu, aralarında kıtlık yüz gösterdi, açlıktan ölecek bir hâle geldiler. Nihâyet Hz. İlyas’ı arayıp buldular, bir müddet onun nasihatlarını dinlediler, fakat az sonra yine küfr ve isyana daldılar. İlyâs Aleyhisselâm da Cenâb-ı Hak’tan aldığı bir izne dayanarak aralarından ayrılıp başka bir yere gitti. Uzlete çekildi. Milâddan (880) sene evvel semâya kaldırılmış olduğu rivâyet edilmektedir.
§ Bu âyeti kerime gösteriyor ki, bir kimsenin kızının evlât ve torunları da kendisinin zürriyetinden sayılmaktadır. Çünki İsa Aleyhisselâm Hz. İbrahim’e annesi Hz. Meryem vâsıtasıyle mensup olmakla Hz. İbrahim’in zürriyetinden sayılmıştır. Binaenaleyh Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin ve bunların evlât ve torunları da Rasûlü Ekrem Efendimizin zürriyetinden bulunmaktadırlar. Nitekim Ebu Caferi, Bâkır hazretleri bu hakikatı, bu âyeti kerimeye dayanarak haccacı zâlime karşı isbat etmiş, Haccac da bunu kabul eylemiştir.
Enam Suresi 86. Ayet Meal ve Tefsiri
86. Ve İsmail’i, Elyesa’i ve Yunus ile Lut’u da hidâyete nâil ettîk ve hepsini âlemlere üstün kıldık.
86. (Ve) İbrahim Aleyhisselâm’ın oğlu (İsmail’i) ve Uhtub bini Ucur’un oğlu (İlyesa’î) ve (oğlu Yunus ile) İbrahim Aleyhisselâm’ın kardeşi Haran’ın oğlu (Lût’u da) Aleyhimüsselâm’ı (-hidâyete nâil ettik-) onları da doğru yol üzere sâbit kılarak kendi ümmetleri için birer hidâyet rehberi yaptık, (ve hepsini) de bulundukları (âlemlerin) zamanlarındaki zatların (üzerine) peygamberlikle, değer ve şereflerinin yüceliği ile (tercih eyledik.) hepsini de ebedî mükâfatlara kavuşturduk.
§ Bu âyeti kerime gösteriyor ki Peygamberler, meleklerden de üstündür. Çünki Melekler de âleme dahildirler. “İlyesa Aleyhisselâm da beniİsrail’den olup onlara Peygamber gönderilmiştir. Bu zat Balebekte Hz. İsa’nın doğumundan sekiz asır evvel ortaya çıkmıştır.
Bir müddet ilyâs Aleyhisselâm ile berâber bulunmuştu. Sonra onun yerine geçerek İsrail oğullarına öğüt ve nasihatta bulundu. Daha sonra da peygamberlik şerefine ulaştı. İsrail oğulları bu zatın öğütlerini de dinlemediler, günden güne azıttılar. Birbirleriyle mülk ve saltanat kavgalarında bulundular. Nihâyet onların üzerine Asûriye devleti musallat oldu. Hz. İlyesa, İsrail oğullarının fena hareketlerinden usanarak hilâfeti Zülkifl Aleyhisselâm’a terkettikten sonra âhirete göç etmiştir.
Enam Suresi 87. Ayet Meal ve Tefsiri
87. Ve onların babalarından, zürriyetlerinden ve kardeşlerinden birçoklarını da hidâyete erdirdik ve onları seçkin kıldık ve kendilerini doğru bir yola kavuşturduk.
87. (Ve onların) O seçkin Peygamberlerin (babalarından, zürriyetlerînden ve kardeşlerinden bir çokJannı da) kendileri gibi peygamberliğe, yüce nîmetlere, makamlara kavuşturduk, (hidâyete <erdirdik) onları büyük sevaplara ulaştırdık, cennet yoluna sevkeyledik, (ve onları) o mübârek Peygamberleri (seçtik) ihtiyar ettik, başkalarına tercih eyledik, (ve kendilerini doğru yola) dosdoğru bir yol olan ilâhî dine ulaşma nîmetine muvaffak kıldık. Ve onları bu kutsî yola halkı sevketmek gibi pek güzel bir hizmet şerefine de (kavuşturduk.) ne büyük bir mazhariyet!..
Enam Suresi 88. Ayet Meal ve Tefsiri
88. İşte o, Allah Teâlâ’nın hidâyetidir, onunla kullarından dilediğine hidâyet eder. Ve eğer onlar ortak koşsalardı elbette yapmış oldukları amelleri boşa giderdi.
88. Bu mübârek âyetler, hidâyet yolunun ancak Allah’ı birleme yolundan ibâret olduğunu bildiriyor. Bu yoldan ayrılanların küfr ve şirke düşeceklerini ihtar ediyor, bir kısım üstün vasıfları izah edilen geçmiş Peygamberler gibiSon Peygamber’in de bu yolda yürüdüğü ve bütün insanlığı bu yola dâvet etmekle emrolunduğunu açıklıyor.
Şöyle ki: (İşte o) Cenab’ı Hak’kın tek olduğunu bilmek, onu eş ve ortaktan uzak kabul etmek (Allah Teâlâ’nın hidâyetidir) ki, yüce peygamberleri ve diğer mü’minleri o hidâyet yoluna sevketmiştir. O hikmet sâhibi yaratıcı (onunla) o hidâyet suretiyle olan lûtuf ve merhametiyle (kullarından dilediğine) hidâyet ve irşada kabiliyetli olan herhangi bir kuluna (hidâyet) nasip (eder.) onu ihsânıyla öyle bir saadet vesilesine ulaştırır.
(Ve eğer onlar) O Yüce Peygamberler, o kadar yüksek dereceleri, faziletleri elde ettikten sonra faraza (şirketmîş) Cenâb-ı Hak’ka eş ve ortak koşmuş (olsalardı elbette yapmış oldukları amelleri) vaktiyle işlemiş bulundukları güzel ve Allah’ın rızâsına uygun olan ibâdet ve itaatleri fesada uğrayarak (boşa gitmiş olurdu.) o amellerinin sevâbından, fâidelerinden mahrum bulunurlardı. Artık onların dışındaki kimseler, küfr ve şirke düştükleri takdirde hâlleri ne olacaktır, bunu düşünmeli değilmidirler?.
Enam Suresi 89. Ayet Meal ve Tefsiri
89. İşte onlar o kimselerdir ki, kendilerine kitap, hüküm ve nübüvvet vermişizdir. Şimdi şu kavimler, eğer bu delilleri inkâr ederlerse şüphesiz yerlerine bunları inkâr etmeyecek bir toplum getiririz.
89. (İşte onlar) O isimleri açıklanan Yüce Peygamberler (o kimselerdir ki, kendilerine kitap) semavî kitaplardan herhangi birisi ve (hüküm) hikmet veya ilimle beraber amel, veya davâları doğmca halletme ve hüküm verme kâbiliyeti ve (nübüvvet) Peygamberlik nîmetine erişme (vermişizdir.) onlar böyle seçkin, şirk ve isyandan korunmuş zatlardır.
(Şimdi şu kavimler) Kureyş müşrikleri ve sair kâfirler (eğer bu delilleri) o Peygamberlerin sâhip oldukları kitapları vesaireyi (inkâr ederlerse) zararı kendilerine aittir, onlar bu inkârlarıyle o mukaddes değerlere bir zarar vermişolamazlar, (şüphesiz yerlerine) O delilleri, peygamberleri tasdik eden, Cenâb-ı Hak’ka inanan ve onlardan hiçbirini (inkâr etmeyen bir kavmi) bir akıllı, aydın milleti (getiririz.)
o kavmi ona imân etmeğe, onun hakianna riâyet eylemeğe muvaffak kılmışızdır. Bu seçkin toplumdan maksat ise İbni Abbas Hazretlerinden rivâyet olunduğuna göre Medine’i Münevvere ahalisinden olan ensarı kiramdır. Maamafih kıyâmete kadar doğu ve batıda İslâmiyet’i kabul eden ve edecek olan herhangi bir cemaat de bu şerefe ulaşır. Nitekim doğu ve batıda birçok milletler, cemaatler müslüman olma şerefine kavuşmuş, İslâmiyet’e gerçekten hizmet etmiş ve müslümanlığı her tarafa yaymağa çalışmışlardır.
Kısacası: Allah’ın dininin inkârcılara ihtiyacı yoktur, fakat onlar dinden asla uzak olamazlar. Onlar dini inkâr etme sebebiyle kendilerini en korkunç bir istikbale, en müthiş bir felâkete aday bırakmışlardır.
Enam Suresi 90. Ayet Meal ve Tefsiri
90. İşte onlar, Allah Teâlâ’nın hidâyet ettiği zatlardır. Sen de onların bu hidâyet yoluna uy. De ki: Sizden bunun üzerine bir ücret istemem, o âlemler için bir öğütten başka birşey değildir.
90. (İşte onlar) O adları zikredilen on sekiz Yüce Peygamber (Allah Teâlâ’nın) kendilerine (hidâyet ettiği zatlardır.) işte Allah’ın birliğine inan, birleme ve kutsama yolunu takibe muvaffak olan bu Peygamberlerdir.
Resûlüm!. (Sen de) Yüce bir peygambersin, sen de (onların bu hidâyet yolunu takip) edersin. Allah’ın birliği hususunda, dinin asılları hususunda onlar ile berabersin. Binaenaleyh sen de bu hidâyet yolunu öyle tam bir muvaffakiyetle takib (et.) dur, ümmetine en mükemmel şekilde uyulması gereken bir örnek ol ve ümmetine (De ki: Sizden bunun üzerine) bu tevhid dinini öğretme karşılığında (bir ücret istemem) ben sizlere ilâhî hükümleri, Kur’an’ı Kerim’in âyetlerini sırf Allah rızâsı için tebliğederim, bu benim peygamberlik vazîfemdir.
Beni bu vazîfemden dolayı mükâfata kavuşturacak olan ancak Allah Teâlâ’dır, (o) Size tebliğ ettiğim Kur’an-ı Kerim (âlemler için) bütün insanlık için Allah tarafından ihsan buymlan (bir öğütten başka birşey değildir.) bu bir kavme değil bütün kavimlere, bütün insanlar ve cinlere yönelik bir nasihattan, bir ilâhî irşat ve ikaz vesîlesinden ibârettir. Benim vazîfem de bunu sırf Allah’ın rızâsı için sizlere tebliğden ibârettir.
Bunun karşılığında sizden değil, Cenab’ı Hak’tan yardım ve mükâfat beklerim. Artık siz uyanınız, bu ilâhî öğütten bir ibret dersi alarak küfr ve şirkten kurtulunuz. Sizin için başka bir selâmet yolu ve hidâyet yoktur. Bu âyeti kerime, Yüce Peygamberimizin bütün topluluklara peygamber olarak gönderilmiş olduğunu ve bütün geçmiş peygamberlerin vasıflarını taşıdığını bildirerek onun bütün peygamberler ve resullerden üstün olduğunu göstermektedir. Diğer Peygamberler ise muayyen birer kavime Peygamber olarak gönderilmiş; ve herbiri bir özellikte diğerlerinden seçilmiştir.
.
Enam Suresi 91. Ayet Meal ve Tefsiri
91. Ve Yahudiler Allah Teâlâ’nın kadrini onun yüce şanına lâyık olacak bir şekilde takdir edemediler. Çünkü: “Allah insanlara birşey indirmiş değildir” dediler. De ki: Musa’nın bir nur ve insanlar için bir hidâyet olarak getirmiş olduğu kitabı kim indirmiştir?” Siz onu parça parça kâğıtlara yazıyor, meydana koyuyorsunuz ve birçoğunu da gizliyorsunuz sizin ve babalarınızın bilmediği şeyler size öğretilmiştir. Sen “Allah” de, sonra onları bırak, daldıkları batakta oynayıp dursunlar.
91. Bu âyeti celile, Allah Teâlâ’nın kudret ve hikmetini takdir edemiyen bir takım kimselerin peygamberlik ve risaleti, ilâhî kitapların inişini inkâr ettiklerini bildiriyor. Öyle sapıklığın çirkefi içinde kalmış kimselerin iltifata lâyık olmadıklarını beyan buyuru yor.
Şöyle ki: (Ve)Yahudiler (Allah Teâlâ’nın kadrini) Azamet ve yüceliğini (onun yüce şanına lâyık olacak bir şekilde takdir edemediler.) o Yüce Yaratıcının herşeye kâdir olduğunu ve insanlığı irşat etme hikmetinden dolayı Peygamberlerine semavî kitaplarını verdiğini bilip itirafta bulunmadılar. (Çünki) Son Peygamber Hz. Muhammed ile Kur’an’ı Kerim hakkında düşmanlığa cür’et ederek (Allah insanlara) öyle kitap olarak (birşey indirmiş değildir, dediler.) bütün indirilen kitapları inkâr ettiler, böyle bir inkâr ise Cenâb-ı Hak’ki lâyıkı şekilde bilmemekten kaynaklanmaktadır.
Demek ki, insanlar din ile mükellef, ibâdet ve itaatle görevlendirilmiş değiller!. Böyle bir iddia ise pek büyük bir cehâlet eseri değil de nedir?. Resûlüm!. O inkârcılara (De ki:) kendisini bir Peygamber olarak tanıdığınız (Musa’nın bir nur) insanları cehâlet karanlığından kurtaracak olan bir ışık (ve insanlar için bir hidâyet) hak ile bâtılın arasını ayıran bir hidâyet vesîlesi (olarak getirmiş olduğu kitabı) Tevrat’ı (kim indirmiştir?.)
siz bunun bir ilâhî kitap olduğuna inanmıyor musunuz?. Halbuki (Siz onu) o Tevrat kitabını (parça parça kâğıtlara yazıyor) ondan işinize gelenleri (meydana koyuyorsunuz) o kitabın içindekilerden (bir çoğunu da) işinize gelmeyenleri de meselâ: Recme dâir âyetleri ve Son Peygamber’in vasıflarına dâir açıklamaları da (gizliyorsunuz) onları halka bildirmiyorsunuz. (ve) Ey inkarcılar!..
Bir kere insaf ediniz!, (sizin ve babalarınızın bilmedikleri şeyler) O inkâr ettiğiniz Kur’an’ı Kerim sâyesinde (size öğretilmiştir.) ki, onlara dâir Tevrat’ta size bilgi verilmiş değildir. Rasûlûm!. Onların o inkârlarından dolayı üzülme. Onlar senin bu sualine karşı: Tevrat’ı Allah indirmiştir derlerse, tamam inkârlarını ibtâl etmiş olurlar. Böyle cevap vermezlerse (Sen: “Allah”) indirdi (de, sonra onları bırak) varsın inkâr ediversinler, onlar (daldıkları batakta) öyle bâtıl âkideleri içinde (oynayıp dursunlar.) inkârve alaylarına devam etsinler. Elbette birgün bunun cezâsına kavuşacaklardır.
§ Hatibi Şirbininin “Essiracül münir” isimli tefsirinde yazılmış olduğu üzere İbni Abbas Hazretleri demiştir ki: Yahudiler: Ya Muhammed!. Allah sana kitap indirdi mi!. Diye sormuşlar, Hz. Peygamber de: Evet diye buyurmuş, Yahudiler de: Allah gökten bir kitap indirmiş değildir diye yemin etmişler, bunun üzerine bu âyet-i kerime nâzil olmuştur.
Enam Suresi 92. Ayet Meal ve Tefsiri
92. Ve işte bu da bir kitaptır ki, onu biz indirmişizdir, mübârektir, kendisinden evvelki kitapları tasdik edicidir ve sen ümülkura (Mekke)yi ve çevresinde bulunanları uyarman için indirilmiştir. Ve âhirete imân edenler buna da imân ederler. Ve onlar namazlarını da hakkıyla kılmaya devam ederler.
92. Bu mübârek âyetler, Kur’an’i Kerim’in ilâhî bir kitap olup insanlik için bir irşat vesîlesi olduğunu bildirmektedir. Ve hakikate aykiri iddialarda bulunanlarin da ne feci âkibetlere, azaplara mâruz kalacaklarini beyan buyurmaktadir.
Şöyle ki: (Ve işte bu da) Bu Kur’an-i Kerim de (bir kitapdir ki, onu biz indirmişizdir.) onu vahy yoluyla ve Cibrili Emin vasitasiyle Hz. Muhammed’e bir inzâl etmişizdir, O Hz. Muhammed’in kendi sözü değildir. O kitap (mübârektir) hayir ve bereketi devamli ve faydalari pek çoktur (kendisinden evvelki kitaplari) diğer Peygamberlere semâdan nâzil olmuş olan ilâhî kitaplari ve onlarin da Allah’in birliğini açikladiklarini, Cenâb-i Hak’ki eş ve ortaktan tenzih ettiklerini (tasdik edicidir. Ve)
Habibim!, (sen ümülkurayi) Yani: Bütün beldelerin en şereflisi ve kiblegâhi olan Mekke’i Mükerreme halkini (ve) o mübârek şehrin (çevresinde bulunanlari) yani: Bunun doğu ve bati yönüyle etrafindaki beldelerin ahalisini (uyarman) onlara Allah korkusunu aşılaman (için) bu Kur’an’ı Kerim, yüce semâdan sana (indirilmiştir.) bunun bir ilâhî kitap olduğundaşüphe yoktur. (Ve âhirete imân edenler buna da) Bu Kur’an’ı Kerim’e de (imân ederler.) çünkü âhireti tasdik edenler, âkibetlerini düşünürler, bu sebeple de derin bir düşünce ve tefekkür sâhibi olurlar.
Bu derin düşünce ve tefekkür netîcesinde de Kur’an’ı Kerim’in ilâhî bir kitap olduğunu anlamayı başarırlar. (Ve onlar) o imân sâhipleri (namazlarını da hakkıyla kılmaya devam ederler) zira namaz imânın en belirgin bir alâmetidir. Ve ibâdetlerin en şereflisidir. Bununla Kâinatın Yaratıcısı Allah Teâlâ Hazretlerine karşı kulluk, şükür ve hürmet vazîfesi güzelce yerine getirilmiş olur.
Enam Suresi 93. Ayet Meal ve Tefsiri
93. Ve daha zâlim kim vardır! O kimseden ki yalan yere Allah Teâlâ’ya iftirada bulunmuş, veya kendisine birşey vahyedilmediği halde bana vahy olundu demiş ve ben de Allah’in indirdiğinin benzerini indireceğini diye iddiada bulunmuş olur. Görecek olsan o zaman ki, zâlimler ölümün dalgaları içinde kalacak, onlara Melekler de ellerini uzatarak: Çıkarınız canlarınızı! Bugün alçaklık azabıyla cezâlanacaksınız. Allah Teâlâ’ya karşı gerçek olmayanı söyler olduğunuzdan ve onun ayetlerinden böbürlenerek kaçtığınızdan dolayı, diyeceklerdir.
93. (Ve daha zâlim kim vardır?.) Elbette daha zâlim kimse olamaz (O kimseden ki, yalan yere Allah Teâlâ’ya iftirada bulunmuş) otur. Müseylemetül Kezzâb gibi Esvedi Ansi gibi Peygamber olmadıkları halde Peygamberlik iddiasında bulunurlar. (Veya kendisine birşey vahy edilmediği halde bana vahy olundu demiş) bulunur. Abdullah tbni Sat gibi (ve ben de Allah’ın indirdiğinin benzerini indireceğini diye iddiada bulunmuş olur.)
Kendisi de dilediği takdirde Kur’an’ı Kerim’e ve diğer ilâhî kitaplara benzer kitaplar yazâbileceği iddiasına cür’et eder, bu hususta alaycı ve inkârcı tavırlar takınır durur. Nadribnil Hars gibi, işte bu gibi kimseler, nefislerini helakeuğratmış olan en zâlim şahıslardır. Resûlüm!. Bu gibi kimselerin âkibetleri ne kadar korkunç, ne kadar fecidir?.(Görecek olsan) Ne rüsvaylık!, (o zaman ki zâlimler ölüm gameratı)
Şiddetler! (içinde kalacak, onlara) ruhlarını almak için (Meleklerde ellerini uzatarak: Çıkarınız canlarınızı!.) ruhlarınızı cesetlerinizden ayırınız, bize. teslim ediniz (Bugün alçaklık azabıyle cezâlanacaksınız) şiddet ve ihâneti içeren bir azap ile cezâlanacaksınız. Siz (Allah Teâlâ’ya karşı hak olmayanı) ona çocuk isnad etmek gibi, ona eş ve ortak koşmak gibi, yalan yere peygamberlik ve vahy iddiasında bulunmak gibi hakikata aykırı olan şeyleri (söyler olduğunuzdan) dolayı bu âkibete uğradığınız. (ve onun ayetlerinden böbürlenerek) kibirli bir şekilde vaziyet alarak onları düşünmekten, onları imândan (kaçındığınızdan dolayı) böyle ebedî bir azâba tutulmuş bulundunuz (diyeceklerdir.) işte görecek olsan bu inkarcılar hakkında böyle feci ve rezil edici bir durumu görmüş olacaksınızdır.
§ Müseylemetül Kezzâb, Yemâme de Beni Hanife kabîlesindendir. Kehanette bulunurdu, peygamberlik iddiasına kalkışmış, kabîlesinden bazı kimseler kendisine tâbi olmuşlardır. Hz. Ebu Bekir’in hilâfeti zamanında Vahşi tarafından öldürülmüştür.
§ Esvedi Ansi’de Yemen’de peygamberlik iddiasında bulunmuştur. Kendisine “Zülhimar” da denilir. Yemen’de peygamberlik iddiasında bulunmuştu. Rasûlü Ekrem’in vefatında iki gün evvel Feyruzi Deylemi tarafından öldürülmüştür. Rasûlü Ekrem bunu haber alınca: Feyruz, Esvedi Ansiyî öldürmekle necata = zafere ermiştir. Diye buyurmuştur.
§ Abdullah bini Sat bini Ebi Şerh, müslüman olmuş, Rasûlü Ekrem’e kitabette bulunmuştu.
(Andolsun biz insanı, çamurdan, bir özden yarattık. (Mü’mİnûn, 23/12) âyeti kerimesini yazarken insanın yaratılışına teaccüp ederek: (Fetebarekâllahü Ahsenülhâlikîn) demiş, Rasûlü Ekrem de zâten öyle nâzil oldu, öylece yaz diye emretmiş. Abdullah bundan şüpheye düşüp eğer Hz. Muhammed doğru ise bana da onun gibi vahy olundu diyerek dinden dönmüştü. Fakat Mekke’nin fethinden evvel tekrar İslâmiyete dönmüştür.
§ Nadribnil Harsis Sakatî de Rasûlü Ekrem’in teyzesinin oğlu imiş, seyahatlarda bulunmuş, Rum ve Yahudi âlimleriyle görüşmüş, bilgili bir şahıs idi. Bilgisine güvenerek peygamberlik iddiasında bulunmuş, Rasûlü Ekrem’i tasdik etmemiş, birçok düşmanca hareketlere cür’et göstermiştir. Nihâyet Bedir gazvesinde müslümanların eline esir düşerek Hz. Ali tarafından katledilmiştir.
Enam Suresi 94. Ayet Meal ve Tefsiri
94. And olsun ki, siz bizim huzurumuza ilk evvel yarattığımız gibi teker teker gelmişsinizdir. Ve size verip içine daldırdığımız şeyleri arkalarınızın gerisine bırakmışsınızdır. Ve sizinle beraber şefaatçilerinizi göremiyoruz ki” sizin hakkınızda onların ortaklar olduğunu iddia ediyordunuz. Muhakkak ki, aranızda bağlar parçalanıp kopmuştur ve sandığınız şeyler sizden kaybolup gitmiştir.
94. Bu mübârek âyetler, dinsizlerin kıyâmet günü Allah’ın huzuruna ne şekilde sevkedileceklerini, onların şefaatlerini umdukları bâtıl mabûtlarından nasıl uzak düşeceklerini bildirmektedir. Kâinatın Yaratıcının ise mahlûkatı üzerinde nasıl tasarrufta bulunduğunu, onun yüce cisimleri ne kadar mükemmel bir şekilde yaratmış olduğunu beyan ederek insanlığı uyanmaya, ilâhî kudreti düşünmeye sevk eylemektedir.
Evet… Cenab’ı Hak, kıyâmet günü hesap ve cezâ için mahşere sevk edilecek olan kâfirleri, kınamak ve azarlamak için melekleri vâsıtasıyle onlara şöyle hitap edecektir: Ey müşrikler!. Ey dinsizler!. (And olsun ki,) Yüce zatıma yemin ederim ki, (siz bizim huzurumuza) bizim bu yüce mahkememize (ilk evvel yarattığımız gibi) çıplak, yalın ayak olarak (teker teker gelmişsinizdir.) bugün size arkadaş olacak, size yardım edecek bir kimse ile beraber bulunmamaktasınız. (Ve size) Dünyada iken bir lûtuf olarak (verip içine daldırdığımız) kendisini kötüye kullanıp yalnız kendisiyle meşgul bulunduğunuz (şeyleri) servet ve zenginliği, çoluk çocuğu (arkalarınızın gerisine bırakmışsınızdır.)
şimdi onlardan hiçbirini beraberinizde bulmamaktasınız, onlardan şimdi hiçbir fâide görmemekdesiniz, hepsini dünyada bırakmış bulunuyorsunuz. (Ve sizinle beraber şefaatçilerinizi) Kendinize şefaat edeceklerini iddia ettiğiniz putlarınızı, bâtıl mâbutlarınızı şimdi sizinle beraber (göremiyoruz ki”) siz dünyada iken, (sizin hakkınızda) ibâdetlerinize hakları olmaları hususunda, rablık vasfında (onların) Cenâb-ı Hak’ka (ortaklar olduğunu iddia ediyordunuz.) o ne büyük bir cehâlet idi!. (Muhakkak ki) Artık (aranizdaki) o dünyevî (bağlar) şimdi (parçalanıp kopmuştur.) aranızda bir buluşma, bir yardımlaşma izi kalmamıştır.
Onlara karşı yaptığınız tapınmalar, sizin için bir fayda vermemiştir, bilâkis felâketinize sebep olmuştur. (Ve iddia ettiğiniz şeyler) Onlardan umduğunuz şefaatler, yardımlar veyahut öldükten sonra ne dirilmek, ne de cezâ vardır diye yapmış olduğunuz kumntular bugün (sizden kaybolup gitmiştir.) onların ne kadar bâtıl kanaatler olduğu bugün hepinizce gerçek mânâda anlaşılmaktadır. Siz dünyada iken Yüce Yaratıcı Allah’ın birliğini, kudret ve azametini bilip de bu müstakbel hayatınızı güzelce temin etmiş olmalı değilmiydiniz?.
Enam Suresi 95. Ayet Meal ve Tefsiri
95. Şüphe yok ki, dâneleri de, çekirdekleri de yaran Allah Teâlâ’dır. Diriyi ölüden çıkarır, ölüyü de diriden çıkaran o’dur. İşte Allah Teâlâ o’dur. Artık nasıl olur da o’ndan çevriliyorsunuz?
95. (Şüphe yok ki,) Çeşit çeşit bitkileri, ağaçları vücude getirmek için (dâneleri de, çekirdekleri de yaran) onları yaratan, parçalayan birer büyüyüp gelişme kaynağı kılan ancak (Allah Teâlâ’dır.) bir kere düşünmeli birer buğday, arpa vesâire tanesinden ne kadar gıda maddeleri vücude getirilmiş oluyor. Birer hurma vesâire çekirdeğinden ne kadar ağaçlar türeyerek yükseliyor, insanlık için bir istifâde kaynağı kesiliyor.
Aynı şekilde (Diriyi ölüden) insanları veşâir bir kısım hayat sahiplerini birer nutfeden, birer hayattan mahrum maddeden (çıkarır) varlık alanına çıkarır, (ölüyü de diriden) Nutfeyi de, sütü de, dâneleri de (diriden) hayat sahiplerinden yetişip büyüyen bitkilerden meydana (çıkaran o’dur.) O Yüce Yaratıcıdır. (İşte) Herşeye kâdir, ibâdet ve itaate lâyık olan (Allah Teâlâ) ancak (o’dur) çeşit çeşit mahlûkları meydana getiren o Yüce Yaratıcıdır, ondan başkası değildir. (Artık nasıl olur da -o’ndan-) O kudretli ve ezelî olan Yaratıcıdan başkasına (çevrîliyorsunuz?.) o’ndan başkalarına da mâbutluk isnat ederek kendilerine tapıyorsunuz?. Bu ne kadar cehâlet!.
Enam Suresi 96. Ayet Meal ve Tefsiri
96. O Yüce Yaratıcı Sabahı yarıp çıkarandır. Ve geceyi bir rahat zamanı, güneş ile ayı’da birer hesab vâsıtası kılmıştır. İşte bunlar aziz olan herşeyi bilen Allah’ın o ezelî yaratıcının takdiridir.
96. Bir kere düşününüz!. Bir kere şu ufuklara bir ibret gözü ile bakınız!. (O) eş ve ortaktan uzak olan (Yüce Yaratıcı -sabahı-) gündüzü aydınlatan karanlıkları (yarıp) giderek fecirleri meydana (çıkarandır.) dünya sahasını ışıklar içinde bırakandır. (Ve geceyi bir rahat zamanı)kılmıştır, bu müddet içinde insanlar istirahata kavuşurlar, (güneş ile ayı’da birer hesap vâsıtası kılmıştır.) Bunları muhtelif devrelere ayırmıştır, bunlar ile haftalar, aylar, seneler tâyin edilir. Bunların doğusu ve batısı bir muntazam usule tabidir.
(İşte bunlar) Bu mükemmel eserler, bu hesaplar, faideler o (Aziz-i Alimin) o galip ve üstün gelen, bütün herşeyi bilen (-o ezelî Yaratıcının-) birer eser (takdiridir.) artık nasıl olur da bir insan, bu kadar hoş, eşsiz ve hikmet dolu eserleri görür de onların Yüce Yaratıcısını birlemez ve yüceltmez, âciz olan, yaratılan ve yok olmaya mahkûm olan şeylere tapınır durur!. Böyle bir hâl, insaniyet adına bir zillet değil midir?.
Enam Suresi 97. Ayet Meal ve Tefsiri
97. Ve O O kutsal varlık dır ki: Yıldızları sizin için yaratmıştır. Tâki onlar ile karanın ve denizin karanlıklarında yollarınızı dosdoğru takib edesiniz. Biz muhakkak âyetleri bilen bir kavim için ayrıntılı olarak beyan eyledik.
97. Bu mübârek âyetler de ilâhî eserlerden olan yıldızların yaradılışındaki hikmetleri ve insanlığın nasıl bir asıldan meydana gelip ne muhtelif vaziyetlerde bulunduğunu bildirmektedir. Ve bu suretle de Allah Teâlâ’nın varlığına, kudretinin ve ilminin üstünlüğüne ait bir kısım delilleri dikkat nazarlarına sunmaktadır.
Şöyle ki: (Ve o) Yüce Yaratıcı (o) kutsal varlık (dir ki,) gezegenler ve sâbit yıldızlar gibi birçok (yıldızları) semavî cisimleri (sizin) menfaatiniz (için yaratmıştır) varlık sahasına çıkarmıştır, (tâki onlar ile) O yıldızların yardımıyla (karanın ve denizin) geceleri vücude gelen (karanlıklarında yollarınızı dosdoğru takibedesiniz.) nitekim bu yıldızlar semâ içinde birer süstür, Allah’ın kudretine birer alâmettir, şeytanlar için de birer taştır. (Biz muhakkak âyetleri) Kudretimizi, birliğimizi gösteren böyle hârikaları (bilen) düşünen (bir kavim için) akıl ve anlayış sâhibi olan cemaatler için, bunları okuyup anlayan, yüceliğini takdir edebilenzümreler için (ayrıntılı olarak beyan eyledik.) tâki bunları düşünerek uyansınlar ve istifâde etsinler.
Enam Suresi 98. Ayet Meal ve Tefsiri
98. Ve O O hikmet sâhibi yaratıcı dır ki: Sizleri bir tek nefisten yaratmıştır. Artık bir karar yeri, bir de emânet yeri vardır. Muhakkak ki: Biz âyetleri ince anlayışlılar olan bir kavim için uzun uzadıya açıkladık.
98. (Ve o) -Hikmet sahibi Yaratıcı- (dır ki, sizleri) Ey insanlar! (bir tek nefsten) Hz. Adem’in nefsinden (yaratmıştır.) dünyaya getirerek çoğaltmıştır. Çünki Hz. Âdem insanlığın babasıdır. Havva da onun kaburga kemiğinden yaradılmıştır, Hz. İsa da Meryem vâsıtasıyle yine Hz. Adem’den yaradılmıştır. Zira Meryem de Hz. Adem’in zürriyetindendir. Kısacası bütün insanlar birer vâsıta ile neseben Hz. Adem’e dayanmaktadırlar.
(Artık) Ey insanlar!. Sizin için (bir karar yeri) vardır ki, bu annelerin rahmidir veya babaların sülbüdür veyahut yeryüzüdür. (bir de emânet yeri vardır.) Ki, bu da kabir sahasıdır, insanlar buraya geçici olarak konulacaklardır. Veya âhiretteki cennet vesâiredir. Muhakkak ki: (Biz âyetleri) insanlığın yaratılışına ve bir nice mükemmel eserlerin varlığındaki hikmetlere âit açıklamaları (İnce anlayışlılar olan bir kavim için) öyle kabiliyetli cemaatler için (uzun uzadıya açıklayarak) ayrıntılı bir şekilde bildirdik bu suretle kendilerini aydınlatmaya, irşad etmeye yardım ettik. Artık insanların bunu takdir etmeleri lâzımdır. Cenâbı Hakkın insanlık hakkındaki bu lütuf ve merhametini düşünüp ona kullukta bulunmaları ve şükretmeleri gerekir.
Enam Suresi 99. Ayet Meal ve Tefsiri
99. Ve o kudret sâhibi Yaratıcıdır ki, gökten su indirmiştir. Sonra o su ile herşeyin bitkisini çıkardık, sonra ondan da yeşil fidanlar çıkarıverdik. Fidanlardan birbiri üzerine binmiş başaklar çıkarıyoruz. Ve hurma ağacından, onun tomurcuğundan da yakın salkımlar çıkardık. Ve üzüm bahçeleri ve birbirinebenzeyen ve benzemeyen zeytin ve nar çıkardık. Bakınız! Herbirinin meyve verdiği vakit meyvesine ve olgunlaşmasına. Şüphe yok ki, bunda imân eden bir kavim için birçok âyetler vardır.
99. Bu âyeti celile de Cenâb-ı Hak’kın varlığına, kudret ve hikmetine şâhitlik edip duran bir kısım yaratılış hârikalarını ve insanlık hakkındaki nîmet ve lûtuf eserlerini dikkat nazarlarına sunuyor. Şöyle ki: (Ve o, o) Kudretli Yaratıcıdır (dir ki, gökten) bulutlardan (su) yağmur (indirmiştir.) bu vâsıta ile yeryüzüne bir nevi hayat bahşetmekledir.
(Sonra o su ile herşeyin bitkisini) Ot ve ağaç gibi yerden bitip yetişen şeyleri meydana (çıkardık) yeryüzünü öyle muhtelif nevilerde yetişip büyüyen bitkilerle süsledik. (sonra ondan da) O bitki veya sudan da (yeşil fidanlar çıkarıverdik.) öyle güzel, hoş görünüşlü dallar ve çiçekler vücude getirdik. (Fidanlardan) da (birbiri üzerine binmiş başaklar çıkanyoruz.) yani: Bir güzel şekil birbiri üzerine sıralanmış olan muntazam sünbüller vesaireyi yaratıyoruz.
(Ve hurma ağacından) Yani (onun tomurcuğundan da) ona mahsus çiçek gılafından = kabından da (yakın salkımlar) birbirine bitişik, yiyecek kimseler için olgunlaşmış çok miktarda hurmayı taşıyan, çiçekli saçaklar, saplar (çıkardık.) bunları da bir büyük nîmet olmak üzere insanlığa ihsan ettik (Ve üzüm bahçeleri) vücude getirdik (ve birbirine benzeyen ve benzemeyen) yani: Görünüşleri, miktarları, renkleri, tatları ve diğer özellikleri çeşitli olan, bu sebeple de Allah’ın kudretinin mükemmelliğin! gösterip duran (zeytin ve nar çıkardık.) böyle pek fâideli nîmetler yarattık.
Artık ey insanlar!. Bir ibret nazarıyla (Bakınız!. Herbirinin meyve verdiği vakit meyvesine ve olgunlaşmasına.) bunlar başlangıçta kendileriyle faydalanılmayacak bir halde bulunuyorlar, sonra renkleri, lezzetleri değişiyor, yetişip büyüyorlar, istifadeyeelverişli bir mükemmelliğe kavuşuyorlar.
(Şüphe yok ki, bunda) bu beyan olunan kudret eserlerinde, bu güzel manzaralarda (imân eden kavim için) dinsizlikten beri, hak’ki bilip tasdike muvaffak olan bir cemaat için (birçok âyetler vardır.) bütün bu yaratılan eserler, bir ezelî yaratıcının, herşeye kâdir, İlim ve hikmet sâhibi olan bir Yüce Yaratıcının varlığına, kudret ve azametine açıkça işâret ve şâhitlik etmektedir.
Akıl ve irfana sâhip, Allah’ın varlığına inanan zatlar bütün bu eşsiz ve güzel eserleri birer ibret gözüyle seyrederler. Kâfirler, azgın ve taşkınlar ise böyle Yüce Yaratıcının varlığına, birliğine şahadet eden eserlerden hoş manzaralardan istifâde edemezler.
Enam Suresi 100. Ayet Meal ve Tefsiri
100. Ve Allah Teâlâ için cinleri ortak kıldılar. Halbuki, onları da o yaratmıştır. Ve Cenab’ı Hak’ka bilgisizce oğullar ve kızlar uydurdular, onun ilâhî varlığı ise vasf ettiklerinden uzaktır, yücedir.
100. Bu mübârek âyetler de Cenab’ı Hak’kın yaratıcılığını, birliğini insanî kusurlardan uzak olduğunu göremeyip de ona ortak koşan, evlât isnat eden cahillerin o son derece yanlış olan inançlarını çürütmektedir. Şöyle ki: (Ve Allah Teâlâ için cinleri) Göz ile görülemeyen bir takım mahlûkları (ortak) ibâdet hususunda müşterek (kıldılar.) bu cinlerden maksat, meleklerdir. Allah’ın yüceliği karşısında değerlerinin noksanlığına işâret etmek için meleklere cin denilmiştir.
Bir tâife meleklere taparak onları Cenab’ı Hak’kın kızları sanmışlardır. Veya cinlerden şeytanlardır. Bir nice câhiller, Cenâb-ı Hak’ki hayrın yaratıcısı, şeytanları da şerrin yaratıcısı olarak tanımışlar, şeytanlara da tapınmışlardır.
Hatta “Zındıklar” denilen bir topluluğa göre de: Allah Teâlâ nurun, insanların, fâideli hayvanların da yaratıcısıdır, İblis de karanlığın, yırtıcı hayvanların, yılanların, akreplerin yaratıcısıdır. Onlara göre şeytan, kâinatın yönetimihususunda Cenâb-ı Allah’ın ortağıdır, hayır adına olanlar Allah’tandır, şer kabilinden yaradılanlar da şeytandandır. (Halbuki, onları da) O cinleri de, şeytanları da ve diğer mahlûkları da (o) eş ve ortaktan uzak olan Allah Teâlâ (yaratmıştır.) ondan başka yaratıcı yoktur.
Artık o yaratılmış şeyler o yaratana nasıl ortak olabilirler. (Ve) O müşrikler (Cenâb-ı Hak’ka bilgisizce) ne söylediklerinin, neye inandıklarının hakikatını, bâtıl olduğunu bilmeksizin öyle körükörüne (oğullar ve kızlar uydurdular) öyle iftiralarda bulundular. Nitekim Yahudilerden bazıları Hz. Uzeyre hıristiyanlar da Hz. İsa’ya “Allah’ın oğullarıdır” demişlerdir. Cahiliye arablarından bir tâife de “melekler Allah’ın kızlarıdır” demişlerdi.
(Onun) O kâinatı Yaratanın (yüce zâtı ise) o müşriklerin (vasf ettiklerinden) Cenâb-ı Hak’kın ortağı veya evlâdı vardır diye söylendiklerinden tamamen (uzaktır, yücedir.) binaenaleyh biz mü’minler, Kâinatın Yaratıcısını öyle ilahlık şanına lâyık olmayan şeylerden tenzih eder ve onun yüce şanını tasdik ve takdis eyleriz. Öyle bir Yüce Yaratıcıya, nasıl ortak, çoluk ve çocuk isnat edilebilir?.
Enam Suresi 101. Ayet Meal ve Tefsiri
101. O semâları ve yeri yoktan var edendir. Onun için nasıl çocuk olabilir? Ve onun için bir eş de yoktur ve herşeyi o yaratmıştır ve o herşeyi tamamiyle bilendir.
101. (O) eş ve benzerden uzak olan Allah Teâlâ (semâlan ve yeri yoktan var edendir.) onları birer örneği geçmemiş olduğu halde üstün kudreti ile yoktan meydana getirmiştir. Artık (Onun için) öyle bir Yüce Yaratıcı için (nasıl çocuk olabilir?.) o bütün kâinatın yaratıcısı iken, bütün mahlukatından beri iken onun yaratmasıyla bilahara meydana gelen herhangi bir fert onun çocuğu olabilir mi?. Bunların hepsi de onun birer mahlûku değilmidir?.
(Ve) Maamafih (onun için bir eş de yoktur.) ki, o zannedilen çocuk ondan doğmuşolabilsin, (ve herşeyi o) eşsiz yaratıcı, yoktan (yaratmıştır) öyle yaratılmak özelliği taşıyan herşeyi o hikmet sâhibi yaratıcı, yaratıp vücude getirmiştir. Onun evlâdı diye sandığınız şeyler de onun birer mahlûkudur. Cenab’ı Hak, kendi mahlûku ile aynı cins olmaktan uzaktır. Evlât ise aynı cins kimseler arasında düşünülebilir. Maamafih yaratılma itibâriyle bütün kâinat müşterek değil midir?.
O halde bu mahlûklardan bir kısmına nasıl olur da böyle evlâtlık ayrıcalığı verilebilir?, (ve, o) celâl sâhibi yaratıcı (herşeyi tamamiyle bilendir.) ona hiçbir şey gizli kalamaz, o herkesin maksadını, inancını da bilir.
Artık o müşrikler düşünmeli değil midir ki, bu yanlış inançlarından dolayı Allah katında sorumlu olacaklardır. O ezelî yaratıcı, cisim ve sonradan olmaktan insanî özelliklerden tamamen uzaktır. Bütün kâinat onun birer mahlûkudur. Çocuk ve çocuğa ihtiyaçtan uzak ve beridir. Binaenaleyh onun herhangi bir mahlûku onun evlâdı olmak selâhiyetine asla sâhip olamaz.
Enam Suresi 102. Ayet Meal ve Tefsiri
102. İşte Rabbiniz Allah Teâlâ’dır. Ondan başka mabut yoktur. Herşeyi yaratan o’dur. Artık ona ibâdet ediniz. Ve o herşey üzerine vekildir.
102. Bu mübârek âyetler de ilâhlığına, birliğine, yaratıcılığına ait deliller zikredilen Allah’ın zatından başka gerçek mabudun bulunmadığını bildirmektedir. Ve Cenab’ı Hak, bütün mahlûklarının hal ve tavırlarını tamamiyle bildiği halde onun kutsal varlığını’ hiçbir kimsenin tam bir anlayışla idrâk edemeyeceğini beyan buyurmaktadır.
Şöyle ki: Ey mahlûklara mâbutluk isnat eden müşrikler!. (İşte Rab’biniz) yaratıcınız, mabudunuz (o) vasıfları yukardaki âyetlerde beyan olunan (Allah Teâlâ’dır.) Yaratıcılık ve mâbutluk ona mahsustur. (Ondan başka mâbud yoktur.) Onun hiçbir ortak ve benzeri mevcut değildir.
(Herşeyi yaratan) yoktan meydana getirenancak (o’dur) onun yaratıcılığında hiçbir ortağı bulunamaz (Artık ona) Yüce Allah’a (ibâdet ediniz.) o’ndan başkası ibâdete lâyık değildir. (Ve o) Yüce Allah (herşey üzerine vekildir.) bütün mahlûkâtının yaradılışını yaşayışını üzerine alan, onları gözeten, rızıklandıran ancak o Kerem Sâhibi Yaratıcıdır. O halde o’ndan başkasına nasıl yaratıcılık isnat edilebilir?. Ondan başkası mâbutluğa nasıl lâyık görülebilir?..
Enam Suresi 103. Ayet Meal ve Tefsiri
103. Gözler onu görüp idrâk edemez. O ise bütün gözleri idrâk eder. Ve eşyayı pek iyi bilen, herşeyden haberdardır.
103.Bütün kâinatın ezelî yaratıcısı olan Allah Teâlâ öyle bir yüce mabuddur ki: (Gözler) Yani: Göz sâhipleri (onu görüp idrâk edemez.) Mahlûklarının fanî gözleri o Yüce Yaratıcı’ya erişemez, onu tam bir idrakle görmez. Bu, insanlığın güç ve kabiliyetinin dışındadır.
(O) İlim ve hikmet sâhibi yaratıcı (ise bütün gözleri) bütün mahlûkâtını tamamiyle görür, ilmen kuşatır, çünki o’na hiç birşey gizli kalamaz. (ve o) Yüce Mâbud, (lâtiftir) cisim olmaktan uzaktır, pek kutsî bir nurdur. Artık o’nu gözler nasıl tam anlamıyle görüp idrâk edebilir?. Fakat o, (habirdir.) bütün mahlûkâtının varlıklarından, gizli ve açık hal ve tavırlarından haberdardır. Bunların hepsini de tam manâsiyle görür, bilir.
§ Lâtif, lûgatte rakik, yani ince yumuşak mânâsınadır. Zıt anlamlısı: Kesiftir. (kaba, yoğun) Bu mânâ, Allah hakkında, mümkün değildir. Cenâb-ı Hak’kın lâtif ismine sâhip bulunması, çeşitli şekillerde yorumlanmıştır. Şöyle ki: Hak Teâlâ’nın bütün yaptığı işler lâtiftir. Nitekim insanları ve diğer birçok hayat sâhibi mahluklar! ufak, ince zerrelerden, cüzlerden meydana gelen harika bir halde yaratmıştır, kendilerinde büyük bir zerâf et tecelli etmiştir.
Ve Hak Teâlâ mahlûkatına acıma, merhamet etme, lütfetme ve nîmet verme hususunda lâtiftir, gayet letafetsahibidir. Ve yine Cenâb-ı Hak, kulları hakkında lâtiftir, lûtuf sahibidir, onları itaatlarından dolayı sevâba nâil buyurur, onların âsilerine de tövbe etmelerini emrederek haklarında ilâhî merhametini gösterir. Ve yine o kerem sâhibi yaratıcı, kullarına güçlerinin üstünde birşey emretmez, ve onlara hak ettiklerinin üstünde lûtuf ve ihsanda bulunur, İşte kâinatı yaratanın lâtif olması, bu gibi yüce lûtuflarından dolayıdır.
§ Idrâk lâfzı da herşeyin mahiyetini, hakikatını kavramak tamamiyle bilmek demektir. Binaenaleyh bu âyeti kerimede nefy’edilen idrakten maksat, Cenâb-ı Hak’kın tek olan varlığını tam bir idrakle görüp tamamen anlamaktır ki, bu hiçbir mahlûk için mümkün değildir.
Bütün kâinatın Yüce yaratıcısını o kadar azamet ve kudretiyle beraber tamamiyle görüp anlayabilmeğe kimin gücü kâfi gelebilir?. Fakat tek olan varlığını bu dünyada bir tecelli neticesi olarak bir hadde kadar görmek, insanlık için mümkündür.
Bundan dolayıdır ki, Hz. Musa böyle bir rû’yeti (görmeyi) temenni etmişti. Cenâb-ı Hak da bu rû’yeti haddızatında mümkün olan bir hadisenin meydana gelmesine bağlamıştı ki, o da dağın yerinde sebat edip kalabilmesi idi. Maamafih bu rû’yeti dünyada kimseye nasip olmamıştır. Yalnız Rasûlü Ekrem Efendimiz Mi’rac gecesi böyle bir rû’yete nâil olmuştu. Nitekim:
Andolsun onu, Sidretü’l-müntehânın yanında önceden bir defa daha görmüştü. (Necm, 53/13 – 14) âyeti kerimesi bunu ifâde etmektedir. Kıyâmet gününde ve cennette ise mü’minler, Cenâb-ı Hak’ki mekândan münezzeh olarak göreceklerdir.
Bu hususa dâir birçok hadisvardır. ( Şu ayı nasıl hepiniz üst üste yığılmadan rahatça görebiliyorsanız, Rabbinizi de şüphesiz o şekilde göreceksiniz.) hadisi şerifi bu cümledendir.
Bu rü’yet hakkında ümmetin icmai da meydana gelmiştir. Şu kadar var ki, bu rü’yet, Allah’ın hakikatine ait, tam bir kavrayışla bir idrâk mahiyetinde bulunmayacağından: (………………………) âyeti kerimesindeki olumsuzluğa muhalif değildir.
Artık Haricîlerin, Mutezilenin, ve Mürcielerden bazılarının bu âyeti kerimeye dayanarak Allah’ı görmenin tamamen imkânsız olduğuna hükmetmeleri doğru değildir. Bununla beraber deniliyor ki: bu âyeti kerime de Cenâb-ı Hak’ki gözlerin göremiyeceği beyan olunuyor, binaenaleyh başka yüce bir kuvvetin yaradılmasıyle bu rû’yetin vâki olacağı mümkündür, düşünülebilir. Şu da deniliyor ki:
Bu âyeti kerimedeki görememeden maksat, bütün gözlerin göremez olduğudur. Binaenaleyh bu rû’yete bazı gözler muvaffak olabilir. Nitekim: Hz. Peygamber’e bütün insanlar imân etmedi denilse insanların bazısı imân etti denilmiş olur. Gerçeği Allah bilir.
Enam Suresi 104. Ayet Meal ve Tefsiri
104. Muhakkak size Rabbiniz tarafından basîretler gelmiştir. Artık kim görürse kendi lehinedir, kim de görmezse kendi aleyhinedir. Ve ben sizin üzerinize bir bekçi değilim.
104. Bu mübârek âyetler, kendilerine Allah’ın yüceliğini zikreden, ilâhî dinin kutsiyetini açıklayan âyetler tebliğ edilmiş bir kavme hareket tarzlarını göstermektedir. Ve insanlığa karşı kesin ve açık delillerin ileri sürülmesindeki hikmetlere işâret etmektedir. Rasûlü Ekrem’in ne ile vazîfeli olduğunu da açıklamaktadır.
Şöyle ki: Ey mükellef insanlar!. (Muhakkak size Rab’biniz tarafından basîrciler) Deliller, sizi aydınlatacak, sizi hakikatlerden haberdar eyleyecek parlak parlak hüccetler, (gelmiştir.) bunları size ilâhî vahye mazhar olan Yüce Peygamber tebliğ etmiştir. (Artık kini görürse) Bu deliller sâyesinde hak ve hakikatı kim görür anlarsa (kendi lehinedir) bu görüş kendisinin menfaatine, kendisinin kurtuluş ve selâmetine aittir.
Bilâkis bu delilleri, kanıtları (kini de görmezse) böyle açık hakikatları görmek istemiyerek kör kesilirse bu da (kendi aleyhinedir.) bunun günahı; mes’uliyeti kötü neticesi kendi zararınadır, kendisinin felâketine sebebtir. Resûlüm!. Onlara de ki: (Ve ben sizin üzerinize bir muhafız değilim) ben sizin fiil ve hareketlerinizi gözetleyici değilim, benim vazîfem tebliğdir, ben sizi ilâhî azap ile uyarıcı bir Peygamberim. Bütün amellerinizi, maksatlarınızı tesbit eden, ona göre sizlere karşılık verecek olan, ancak Allah Teâlâ’dır.
Enam Suresi 105. Ayet Meal ve Tefsiri
105. Ve işte biz âyetleri böyle türlü türlü beyan ederiz. Tâki onlar: Sen ders almışsın, desinler. Ve biz onu bilen bir kavim için açıkça beyan edelim.
105. (Ve işte biz âyetleri) Bir nice hakikatları ortaya koymak ve açıklamak Allah’ın birliğini, yüceliğini beyan etmek ve vuzuha kavuşturmakla ilgili delilleri (böyle) Kur’an-ı Kerim’de tekrar tekrar ve muhtelif şekillerle (türlü türlü) Uslûb ile birer hikmetli tarz ile (beyan ederiz.) insaların dikkat nazarlarına, ilâhî bir lûtuf olarak defalarca sunarız.
(Tâki onlar) O hakikatları kabulden kaçınaninkarcılar, Ya Muhammed!, (sen ders almışsın desinler) Bu bize tebliğ ettiğin şeyler, birer ilâhî vahy değildir, belki eski, uydurma masallardan ibârettir, sen bunları başkalarından ders alarak öğrenmişsin diyerek daha fazla azâbı haketmiş olsunlar.
(Ve) Maamafih biz o delilleri öyle tekrar tekrar sana vahy ettik, tâki (biz) bu vesîle ile (onu) o delillerin gösterdiği Allah’ın birliği inancını veyahut” bu delilleri kapsayan Kur’an’ı Kerim’i (bilen) İlim ve irfan sâhibi bulunan (bir kavim) Allah’ı birleyen bir cemaat (için açıkça beyan edelim.) onlar böyle kesin, parlak bûrhanlar ile kâinatı yaratan Allah’ın varlığını, hikmet ve kudretini anlamaya delil bulurlar, bunlardan istifâde ederler. Artık bu delilleri kabul etmeyen kimselerin ne değeri vardır!. Onların o bâtıl isnatlarına hangi akıl sâhibi kıymet verebilir?.
Enam Suresi 106. Ayet Meal ve Tefsiri
106. Sen Rabbin tarafından sana vahy olunana tâbi ol, ondan başka ilâh yoktur. Ve müşriklerden yüz çevir.
106. Habibim!. Ya Muhammed!. Aleyhisselâm: (Sen) O inkârcılara bakma, onların sözlerinden dolayı üzülme. (Rab’bin tarafından sana vahy olunana) Kur’an-ı Kerim’in beyanlarına (tâbi ol) davranışlarını ona göre tâyin et. Sen kesin olarak bilirsin ki, (o’ndan başka ilâh yoktur.) ilahlık, mâbutluk, yaratıcılık ancak onun kutsal varlığına mahsustur. Sen onun hükümlerine uymaya devam et dur.
(Ve müşriklerden yüz çevir.) Onların sözlerine bakma, onlar öyle şirk üzere devam edip dururlarsa lâyık oldukları cezalara en yakın zamanda kavuşurlar. Sen Resûlüm!. Vazîfeni yerine getirdiğinden dolayı rahat olabilirsin. Artık sana yönelecek bir sorumluluk yoktur.
Enam Suresi 107. Ayet Meal ve Tefsiri
107. Ve eğer Allah Teâlâ dilese idi onlar şirke düşmezlerdi. Ve seni onların üzerine bir bekçi kılmadık ve sen onların üzerine bir vekil de değilsin.
107. Bu mübârek âyetler, Rasûlü Ekrem’inaleyhinde söylenilen akılsızca sözlerden ve bir takım kimselerin küfr ve şirk içinde yaşayıp durmalarından üzüntülere düşmemesi için kendisine bir teselli mahiyetindedir.
Ve öyle putperest kimselerin o cahilce hareketlerinden dolayı üzülerek onlara, onların putlarına müslümanların, bir karşılığa uğramamaları için sövmemeleri tavsiye buyrulmaktadır. Şöyle ki: O müşrikler kendi kötü iradeleriyle küfr ve şirk içinde yaşamaktadırlar. Onların üzerinde ilâhî bir zorlama mevcut değildir.
Cenâb-ı Hak onların küfrünü onların o irâdelerinden dolayı takdir buyurmuştur. (Ve eğer Allah Teâlâ) Onların imânını zorla (dileseydi onlar şirke düşmezlerdi.) fakat böyle bir irâde, insanlığın mükellefiyetindeki hikmete aykırıdır. Cenâb-ı Hak, insanlığı bu imtihan sahasına getirmiş, kendilerini bir takım vazîfelerle mükellef tutmuş, onları kendi irâdelerine göre imâna ve küfre sevk eylemiştir. Binaenaleyh onların şirke düşmeleri kendi kötü hareketlerinin, kabiliyetlerini kötüye kullanmalarının bir neticesidir.
Artık Resûlüm!. Onların hallerinden, sözlerinden dolayı üzülme (Ve seni onların üzerine bir muhafız kılmadık) Sen onları gözetmek ve korumakla mükellef değilsin. Sen ancak onlara hidâyet ve saadet yolunu göstermekle emrolunmuşsun. Sen bu vazîfeni yerine getirdiğin için artık onların o kötü amellerinden sorumlu bulunmamaktasın.
(Ve sen onların üzerine bir vekil de değilsin.) Sen onlara ilâhî hükümleri tebliğ etmek onları hikmetli öğütlerle irşad etmekle emrolunmuşsun. Yoksa onları o fenalıklardan zorla men etmeğe, onların işlerini bizzat idâre etmek ve yönetmekle emrolunmuş değilsin. Onların düzeltmeleri uğrunda kendini üzüntüye düşürmeğe mecbur bulunmamaktasın.
Enam Suresi 108. Ayet Meal ve Tefsiri
108. Allah’tan başkasına tapanlara sövmeyiniz. Sonra onlar da bilmeksizin Allah Teâlâ’ya düşmanlıkla söverler. Öylece her ümmete amellerini süslü gösterdik. Sonradönüşleri Rab’lerinedir. Artık onlara ne yaptıklarını haber verecektir.
108. Ve ey inanan ve Allah’ı birleyen zatlar!. Öyle (Allah’tan başkasına tapanlara sövmeyiniz.) bir takım bâtıl ilâhlara ibâdet eden müşriklere bu ibadetlerinden dolayı sövmeyiniz. Yahut onların Allah’tan başka taptıklarına, putlarına söğüp durmayınız. Meselâ: Sizlere de, putlarınıza da lânet olsun, veya siz de putlarınız da kahr olunuz demeyiniz. (Sonra onlarda) O müşrikler de bir karşılık verme hissine kapılarak (bİlmeksizin) Cenâb-ı Hak’ka karşı saygı gösterme ve O’nu yüceltmenin lüzumunu düşünmeksizin (Allah Teâlâ’ya düşmanlıkla söverler.) siz de onların böyle rezillikte bulunmalarına sebebiyet vermiş olursunuz.
İşte (Öylece) o putlara tapanlara kendi irâdelerinin bir cezâsı olmak üzere yaptıkları hareketlerini kendilerine süslü gösterdiğimiz gibi diğer (hür ümmete de) kabiliyetlerine, irâdelerine göre (amellerini süslemişizdir.) Mü’minlere karşı hayrı, Allah’ın rızâsına uygun fiil ve hareketleri süslü gösterdiğimiz gibi kâfir ve münafıklara da şerri, kendi felâketlerine sebebiyet verecek olan zararlı hareketleri süslü göstermiş bulunuyoruz. Ve onları böyle bir imtihan âleminde yaşatmaktayız. (Sonra) Hepsinin de (dönüşleri Rab’lerinedir.) hepsi de âhirette Âlemlerin Rabbinin mânevî huzurunda toplanacaklardır.
(Artık) O İlim ve hikmet sâhibi olan Yaratıcı da (onlara) dünyada iken (ne yaptıklarını haber verecektir.) onların bütün işledikleri hayırlı ve zararlı şeyleri bildiğini onlara hemen gösterecektir, onlara göre mükâfat veya cezâ verecektir. Binaenaleyh o putlara tapanlar da o gün belâlarını bulacaklardır. Onlara dünyada iken sövüp durmağa lüzum yoktur.
§ Rivâyete göre müslümanlardan bazı zatlar: Müşrikleri uyandırmak onlara tapındıkları şeylerin ilâhlığına lâyık olmadıklarını anlatmakiçin onların putlarına söver, onların helâke uğramış, uğursuz şeyler olduklarını söylerlermiş. Bu hâl ise müşriklerin bir cehâlet ve gücenme sebebiyle Cenâb-ı Hak’ka kaşı dil uzatmalarına sebebiyet verebilir. İşte böyle bir sakıncadan dolayı müslümanlar öyle sövmekten yasaklanmışlardır. Çünkü böyle bir sakıncadan dolayı doğru bir hareketi bile terk etmek icap eder.
Enam Suresi 109. Ayet Meal ve Tefsiri
109. Ve Allah Teâlâ’ya olanca kuvvetleriyle yemin ettiler ki, eğer onlara bir mucize gelirse elbette ona imân edecekler. De ki: Mucizeler ancak Allah’ın katındadır. Size ne bildirecektir ki o mucize geldiği vakit de yine imân etmeyeceklerdir.
109. Bu mübârek âyetler de müşriklerin sözlerinde sebatkâr olmadıklarını, onlara açık, parlak herhangi bir mucize gelse yine şirk ve küfürlerinde israr edip duracaklarını, nihâyet bu azgınlıklarının cezâsına kavuşacaklarını bildirmektedir.
Şöyle ki: Mekke müşrikleri Rasûlü Ekrem’e müracaat ettiler, (Ve Allah Teâlâ’ya olanca) güç ve gayretleriyle, olanca etkili (kuvvetleriyle yemin ettiler ki, eğer onlara) kendi istekleri gibi (bir âyet) bir mucize, bir harika vücude (gelirse elbette ona) o âyete, böyle mucizelerin hepsine de (imân edecekler.) artık hiçbirini inkârda bulunmayacaklar. Resûlüm!. Onlara (De ki: Âyetler ancak Allah’ın katındadır.) ben bir uyarıcıyım, bir tebliğciğim, öyle hârikaları vücude getirmek ancak Allah’ın kudretine aittir.
Allah’ın dileği tecelli ederse öyle istediğiniz hârikalar vücude gelebilir. Fakat ey mü’minler!. Ey o müşriklerin imâna gelmesini arzu eden müslümanlar!. (Size ne bildirecektir ki, o âyet) O istedikleri harika vücude (geldiği vakit de) onlar (yine imân etmiyeceklerdir.) onlar yine inkâra devam edeceklerdir. Çünki onların o kötü irâdelerinden, çirkin hareketlerinden dolayı Allah Teâlâ onların kalplerini mühürlemiştir. Onlar imân etmekkabiliyetlerini kaybetmişlerdir.
Enam Suresi 110. Ayet Meal ve Tefsiri
110. Ve biz onların kalplerini ve gözlerini ona evvelce de imân etmedikleri gibi tersine döndürürüz. Ve onları o azgınlıkları içinde körükörüne yuvarlanır gider bir halde bırakırız.
110. (Ve) Ey mü’minler size ne bildirdi ki: (biz onların) O müşriklerin o kötü gayret ve irâdelerinden dolayı (kalblerini ve gözlerini) hak’ki idrâk ve kabulden mahrum bırakırız. (ona) O evvelce gönderilen mucizelerden herhangi birine (evvelce de imân etmedikleri gibi) bu kerre istedikleri hârikalar da meydana gelse bunlara da inanmazlar, yine onların kalblerini ve gözlerini (tersine döndürürüz.) yine o hârikaları görüp tasdik etmezler (Ve onları o tuğyanlan) o evvelki azgınlıkları, taşkınlıkları, haddi aşan cehaletleri (içinde körükörüne yuvarlanır gider) şaşkın (bir halde bırakırız,) onların bu feci halleri öldürülüp cezalarına kavuşacakları bir zamana kadar devam eder, onları mü’minler gibi hidâyete erdirmeyiz. Onlar bu hidâyete olan tabii kabiliyetlerini zâyetmişlerdir. Ne helâk edici bir durum!.
§ Rivâyete göre Kureyş müşrikleri Rasûlullah’a müracaat etmişler, Hz. Musa elindeki âsâyı taşlara vurunca sular nşkırmıştı, Hz. İsa da ölüleri diriltmişti. Sen de şu Sefa dağını altın kıl sana imân edelim demişler. Bunun üzerine Rasûlü Ekrem de Sefa dağının altın olmasına dua etmek istemişti. Bu sırada Cibrili Emin gelmiş. Ya Rasûlüllah!. Dilediğini istemek sana aittir, istersen Sefa altın olur. Fakat o müşrikler yine imân etmezlerse derhal helâk olurlar. Binaenaleyh istersen onları bırak, içlerinden ileride tövbe edecek olanlar, tövbe ederek helâkten kurtulsunlar, demiş. Rasûlü Ekrem de onların haklarında yine bir merhamet belirtisi göstererek bu du’ada bulunmamıştır. İşte bu hâdise üzerine bu âyetler nâzil olmuştur. O müşriklerin kâbiliyetlerinin derecesini göstermiştir.
Enam Suresi 111. Ayet Meal ve Tefsiri
111. Eğer biz hakîkaten onlara Melekleri indirsek ve onlar ile ölüler konuşacak olsalar ve onların üzerine herşeyi de bölük bölük toplasak yine imân edecek değillerdir. Meğer ki Allah Teâlâ dileyecek olsun. Fakat onların çokları bunu bilmezler.
111. Bu mübârek âyetler, inkârcıların inkârlarındaki ısrarlarını ayrıntılı olarak bildirmektedir. Ve onların kötü inançlarında devam etmeleri, kendi yaratılışlarını kötüye kullanmalarının bir neticesi olduğundan bundan dolayı üzülmemesi için Rasûlü Ekrem’i teselli etmektedir.
Şöyle ki: Resûlüm!. O inkârcıların senden istedikleri şekilde (Eğer bîz hakîkaten onlara melekleri indirsek) senin peygamberliğine şâhitlik etseler (ve onlar ile) o inkâr edenlerle dirilteceğimiz (ölüler konuşacak olsalar) imânın hakîkatine şâhitlik etseler (ve onların üzerine herşeyi de) birer kefil, şâhit olarak (bölük bölük toplasak) başlarına toplasak, onlar da gerçeği dile getirseler (yine) o inkarcılar (imân edecek değillerdir.) onların isyandaki, azgınlıktaki inatlan, imân etırılerine yine mâni olacaktır. Bu hallerinden dolayı küfürleri hususunda Allah’ın kaderi onları geçmiştir. Bunun aksi meydana gelemez.
(Meğer ki Allah Teâlâ) Onların imanlarını (dileyecek olsun.) onlar ancak o takdirde imân ederler. Halbuki, böyle bir ilâhî istek onların hakkında tecelli etmez. Onlar böyle bir lutfa ulaşma kabiliyetini kaybetmişlerdir. Fakat onların çokları bilmezler) istedikleri hârikalar vücude gelince onların imân edeceklerini zannederler. Bu artık çok uzak: Zira haklarında Allah’ın takdiri kararlaştırılmıştır ve onların küfürlerinde ne kadar ısrarlı oldukları Allah tarafından bilinmektedir. Artık onlar öyle hârikalardan istifâde edecek kimseler değildirler.
§ Asrı Saadette bir takım inkarcılar, eğer bize şu gibi hârikalar gösterirse biz imân ederiz diye yemin etmişler. Halbuki, onlara kâfiderecede hârikalar, mucizeler gösteriliyordu. Artık başka hârikalar istemeleri birer eğlenme ve alaydan başka birşey değildi. Binaenaleyh onların o istedikleri hârikalar vücude getirildiği takdirde de onların imân etmiyecekleri bu âyeti celile ile beyan buyrulmuştur.
§ “Kubulen” kelimesi küfela; kefiller mânâsınadır. Nevi nevi, sınıf sınıf, gurup gurup mânâsını da ifâde etmektedir.
Enam Suresi 112. Ayet Meal ve Tefsiri
112. Ve böyle her Peygamber için insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. Onların bâzısı bazısını aldatmak için sözün yaldızlısını fısıldarlar. Ve eğer Rabbin dilemiş olsaydı ona yapmazlardı, artık onları ve iftira eder oldukları şeyleri bırak.
112. Resûlüm!. Sana karşı bir takım şahıslar, kabîleler düşmanlık gösteriyorlar. Bu yalnız sana karşı gösterilen bir düşmanlık değildir. (Ve höyle) Sana karşı düşmanlar bulunduğu gibi senden evvelki (her Peygamber için) de (insan ve cin şeytanlarını) onların muhtelif dikkafalılarını (düşman kıldık.) o Peygamberler de bu imtihan âleminde hikmet gereği öyle düşmanlar ile karşılaşmışlardır.
(Onların) O şeytan yaratılışlı dinsizlerin (bâzısı bazısını aldatmak için) hak’ki kabulden men etmek için (sözün yaldızlısını fısıldar.) şeklen parlak, haddızatında bâtıl, yalan, karanlığa dalmış lakırdılar ile birbirlerine vesveselerde bulunarak dururlar. Fakat Habibim!. Bu bir hikmet gereğidir. (Ve eğer Rab’bin) Onların imanlarını, böyle vesveselerde bulunmamalarını (dilemiş olsa idi onu yapmazlardı) sana karşı düşmanlıkta bulunmazlardı, (artık onları) O çağdaş dinsizleri (ve iftira eder oldukları şeyleri bırak.) onlardan dolayı üzülme, sen peygamberlik vazîfeni yerine getirdiğinden dolayı en güzel akıbetlere kavuşacaksın, onlar da o fenâ hareketlerinden dolayı en şiddetli cezalara çarpılacaklardır.
Artık bu hakikatı ancak mü’minler bilirler, buna imân ederler. Oinkarcılar ise bu feci âkibetlerini hiç düşünüp bilmezler. Bu âyeti celiledekı vahiyden maksat, vesvese, işaret sür’atli lâkırdıdır. Zuhruf de: Dış yüzü süslü olduğu halde iç yüzü çirkin, bâtıl olan şeydir. Gurur da aldanmaktır, Maslahat ve menfaate uygun olmayan birşeyi bunlara uygun sanarak cehalete düşmektir.
Enam Suresi 113. Ayet Meal ve Tefsiri
113. Ve o yaldızlı sözleri âhirete inanmayanların kalpleri ona meyletsin ve ondan hoşlansınlar ve onlar işledikleri şeyleri işlesinler diye telkin eyler.
113. Bu mübârek âyetler, şeytan tabiatîi kimselerin insanlara ne maksatla vesveselerde bulunduklarını bildirmektedir. Ve Rasûlü Ekrem’in doğruluğuna ait mücizelerin fazlasiyle mevcut olduğunu beyan etmektedir.
Şöyle ki: (Ve) O şeytan, o insanlar ve cinler tâifesinden olan düşman (-o yaldızlı sözleri-) o yalan lâkırdıları (âhirete inanmayanların) o ebediyet âlemini inkâr edenlerin (gönülleri ona) o görünüşte parlak, haddizatında, karanlık ve aldatıcı lakırdılarına (meyletsin) onlara aldanıp dursunlar (ve ondan) o kâfirce sözlerden (hoşlansınlar) o yanlış inançlarında sâbit olsunlar (ve onlar) öyle sapıklık sahasında kendi nefisleri için kazanıp (işledikleri şeyleri) öyle çirkin çirkin inançlarını, amellerini (işlesinler diye telkin eder.) tâki, onlar o kötü hareketlerinin cezâsına kavuşurlar.
Enam Suresi 114. Ayet Meal ve Tefsiri
114. Allah Teâlâ’dan başka hakem istermiyim, ki: O size kitabı ayrıntılı olarak indirmiş olan zattır. Ve kendilerine kitap verdiklerimiz bilirler ki o şüphesiz Rabbin tarafından hak olarak indirilmiştir. Artık sakın şüpheye düşmüş olanlardan olma.
114. Resûlüm!. Onlara de ki: Ben şeytanların yaldızlı sözlerine meyleder de (Allah Teâlâ’dan başka hakem istermiyim ki:) aramızda hükmetsin, hak ile bâtılın arasını ayırsın!.Halbuki (O) Yüce mâbud (size kitabı) mucize olan Kur’an’ı (ayrıntılı olarak indirmiş olan zattır.) Hikmet sâhibi yaratıcı, hak ile bâtılı, helâl ile haramı, bütün dinî işleri o kutsî kitabında tafsilatlı olarak bildirmiştir. Bütün insanlık bu hususta başkalarına muhtaç değildir.
Artık bundan sonra hakeme ne hâcet vardır!. (Ve) Bu bir hakikatdır ki, (kendilerine kitap verdiklerimiz) Yahudi ve Hırıstiyan âlimleri, Tevrat’ta ve İncil’de zikredildiği şekilde (bilirler ki: O) Kur’an’ı Kerim (şüphesiz Rab’bin tarafından hak olarak indirilmiştir.) onların gerçekten âlim ve insaflı olanları bu Kur’an’ı Kerim’in hakikatına ve Allah katından inmiş olduğuna inanırlar.
(Artık) Ey Resûlüm!. Veya ey herhangi bir mü’min ve düşünen kulum!, (sakın şüpheye düşmüş olanlardan olma.) Yani o ehli kitabın bu Kur’an-ı Kerim’e öyle muttali olduklarında şüpheye mahal yoktur. Onlar bu hakikati pek güzel bilirler. Nitekim içlerinden bir kısmı da İslâmiyeti kabul ederek bu hakikatı itirafta bulunmuşlardır. Kısacası Kur’an-ı Kerim’in Allah tarafından hak olarak nâzil olmuş olduğunda da şüpheye, tereddüde asla mahal yoktur.
§ Rivâyete göre Kureyş müşrikleri. Rasûlü Ekrem’e gitmişler, “seninle bizim aramızda hakem olmak üzere Yahudi veya Hırıstiyan bilginlerinden bir tıakem tâyin et, senin hakkında kitaplarında ne bilgi bulunduğunu bize haber versinler” demişler, bunun üzerine bu âyeti kerime nâzil olmuştur. Kur’an’ı Kerim’i tercüme etmiş olan Doktor Moris adındaki bir hırıstiyan bilgini şöyle demiştir:
“Kur’an tabiatın ezelî yardımı ile insana bahşettiği kitapların en güzelidir. Kur’an, arz ve semanın yaratıcısına hamd ve şükranla doludur. Edebî dehâların, yüksek şâirlerin Kur’an huzurunda eğildikleri bir gerçektir. Kur’an’ın güzelliği hergün daha ziyâde artmakta, bitmeyen sırları anlaşılmaktadır. Kur’an, bir edeb kitabıdır. Kur’an bir sözler hazînesidir. Kur’an, bir mârifet deryasıdır. Kur’an fesahat, belâgatyücelik ve nezaketle mümtazdır.”
Enam Suresi 115. Ayet Meal ve Tefsiri
115. Rabbinin sözü doğruluk ve adâletce tamamlanmıştır. Onun sözlerini değiştirecek kimse yoktur. O işitendir. bilendir.
115. Bu mübârek âyetler, Rasûlü Ekrem’in peygamberliğini tasdik eden mücizelerin en mükemmel derecede bulunduğuna işâret ediyor. Pek çok kimseler hidayetten mahrum olduklarından onlara uymanın insanı sapıklığa düşüreceğini hatırlatmaktadır.
Ve kimlerin hidâyet üzere bulunup bulunmadıklarını Cenâb-ı Hak’kın tamamiyle bildiğini beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Resûlüm. (Rab’binin) sana ihsan buyurmuş olduğu (sözü) yani Kur’an-ı Kerim (doğruluk ve adâletce) vermekte olduğu bütün haberler itibâriyle, tatbikini emrettiği bütün hükümler itibâriyle (tamamlanmıştır.) bütün mükemmelliklere sahiptir, hiçbirisinde bir noksan düşünülmüş değildir. (Onun sözlerini değiştirecek yoktur.)
Cenâb-ı Hak’kın mukaddes kitabı olan Kur’an-ı Kerim, onun koruması ve himayesi altındadır. Onun hükümleri kıyâmete kadar yürürlüktedir, o yüce kitabın kapsamını artırma ve noksanlaştırmaya hiçbir kimse kâdir olamaz. (O) Yüce Yaratıcı (semîdir) her söyleneni tamamiyle işitir ve (alîmdir.) ona hiç birşey gizli kalamaz. Binaenaleyh Kur’an-ı Kerim ile Hz. Muhammed’in peygamberliği hakkındaki bütün söylenilen sözleri de, düşünülen fikirleri de Cenâb-ı Hak tamamen işitip bilmektedir.
Enam Suresi 116. Ayet Meal ve Tefsiri
116. Ve eğer yerde bulunanların çoğuna itaat eder isen seni Allah Teâlâ’nın yolundan sapıtırlar. Onlar sırf zandan başka birşeye tâbi olmazlar ve onlar ancak yalan yanlış söyler dururlar.
116. (Ve eğer) O inkârcıların o kadar cahilce halleri açık veya besbelli, İslâmî hükümler ise sırf hikmet ve hakikat iken faraza o (yerde bulunanların çoğuna itaat eder isen) onlarınaldatmalarına, yaldızlı lakırdılarına kıymet verirsen, meselâ: Onlardan hakem tâyin edersen (seni Allah Teâlâ’nın yolundan) onun yüce dininden şer’î hükümlerinden (sapıtırlar.) binaenaleyh onlar hiçbir vakit hareket rehberi olmaya lâyık değildirler.
(Onlar) Mücadelelerinde, münakaşalarında (sırf zandan başka birşeye tâbi olmazlar.) kendi babalarının hak üzere olduklarına ait kuruntulara uyarlar, öyle temelsiz, cahilce iddiaları tâkibeder giderler, (ve onlar ancak yalan yanlış söyler dururlar.)
Cenâb-ı Hak’ka karşı yalan söylemekten sıkılmazlar. Meselâ: Cenâb-ı Hak’ka evlât isnat ederler, putlara ibâdeti Cenâb-ı Hak’ka yakınlaşmaya vesîle tanırlar, kendi kendine ölmüş hayvanların etlerini yemeyi helâl görürler, behîre denilen hayvanların etini helâl görmezlerdi.
§ Şöyle ki: Cahiliye devrinde bazı dişi develerin veya koyunların kulağını bir işâret olmak için yararlar, serbest bırakırlardı. Bunlara binmezlerdi, bunlardan istifâde etmezlerdi, kendi kendilerine ölürlerse etlerini kadınlara haram görürlerdi.
Enam Suresi 117. Ayet Meal ve Tefsiri
117. Şüphe yok ki Rabbindir, yoldan sapıvermiş kimseleri en iyi bilen ve doğru yola gidenleri de en iyi bilen o’dur.
117. (Şüphe yok ki,) Mahlûklarının bütün durumu ve vasıflarını en iyi bilen (Rab’bindir) onun ilminden hiç birşey hariç kalmaz. Evet şüphe yok ki, (yoldan sapıvermiş kimseleri) öyle İslâm dinine karşı cephe alan cahilleri (en ziyâde bilen) o Hakiki Azimdir (ve doğru yola gidenleri) İslâmiyet tarikini takib edenleri (de en iyi bilen o’dur.) o ezelî ve alîm olan Yüce Mâbuttur. Artık o inkârcıların cahilce sözlerine nasıl kıymet verilebilir?. Onların helâl ve harama dâir görüşlerinin ne kıymeti olabilir?.
Enam Suresi 118. Ayet Meal ve Tefsiri
118. İmdi eğer siz onun âyetlerine inanan kimseler, iseniz üzerine Allah Teâlâ’nın ismianılmış olanlardan yiyin.
118. Bu mübârek âyetler, yoldan sapmışların sözlerine iltifat edilmeyip dinen helâl olan şeylerden istifâde edilmesini, yasaklanan şeylerin de terkedilmesini bildirmektedir. Ve arzularına göre hareket edenlere uymanın pek korkunç âkibetlerini ihtar eylemektedir.
Şöyle ki: Sapıklık yolunu seçenler, müslümanlara diyorlardı ki: “Siz hem Allah’a tapıyorsunuz, hem de Allah’ın öldürüldüğünü yemiyorsunuz. Allah’ın öldürdüğü sizin öldürdüğünüzden daha fazla yenilmeğe lâyık değil midir?.” Halbuki Cenâb-ı Hak, öyle kesilmeksizin kendi kendine helâk olan veya üzerine Allah Teâlâ’dan başkasının ismi zikredilen hayvanın yiyilmemesini emretmiştir. (İmdi eğer siz onun) Cenab’ı Hak’kın (âyetlerine inanan kimseler iseniz) hakikaten imâna ulaşmış, Allah’ın hükümlerine tâbi bulunuyor iseniz (üzerine Allah Teâlâ’nın ismi anılmış) besmele-i şerife ile kesilmiş (olanlardan yeyin) bu sizin için mübahtır, bundan yiyip istifâde edebilirsiniz.
Siz öyle helâl olan şeyleri haram ve haram bulunan şeyleri helâl sayan sapmışların sözlerine bakmayınız. Cenâb-ı Hak’ka imân edenler, onun helâl kıldığını mübah bilir, ondan istifâde edebilirler, haram kıldığından da kaçınırlar. Bu imânın gereğidir.
Enam Suresi 119. Ayet Meal ve Tefsiri
119. Size ne oluyor ki, üzerine Allah Teâlâ’nın ismi zikiredilmiş olanı yemeyesiniz. Ve muhakkak size haram olan şeyler ayrıntılı olarak bildirilmiştir. Ancak kendisine mecbur kaldığınız şey müstesnâ. Ve şüphe yok ki birçokları bilmeksizin kendi arzularıyla halkı sapıklığa düşürürler. Senin Rabbin ise muhakkak ki, haddi aşanları en iyi bilendir.
119. Ey mü’minler (Size ne oluyor ki) Ne gibi bir maksattan dolayı olabilir ki, (üzerine Allah Teâlâ’nın ismi zikredilmiş olanı) öyle usulü dairesinde kesilmiş, yiyilmesi câiz bir hayvanın etini (yemeyesiniz?) bundan kaçınmanızı gerektiren birşey yoktur. (Ve muhakkak sizeharam olan şeyler) Kur’an-ı Kerim’de (ayrıntılı olarak bildirilmiştir.)
Bu cümleden olarak: Size haram kılındı. (Maide, 5/3) ve De ki: Bana vahyolunanda Leş… Hariç haram kılınmış birşey bulamıyorum. (En’âm, 6/145) âyetler bunu bildirmektedir.
(Ancak kendisine mecbur kaldığınız) Hayatınızı kurtarmak için başka bir yiyecek bulamadığınız (şey müstesnâ.) bu da o öyle bir zamret halinde helâldır, hayatınızı kurtaracak miktar ondan istifâde edebilirsiniz. (Ve şüphe yok ki) O dinsizlerden Emribnil Lühay ve arkadaşları gibi (birçokları bilmeksizin) vahye dayanan yüce bir şeriatten istifâde etmeksizin (kendi arzularıyle) kendi nefislerinin eğilimlerine tâbi olarak helâl olanları haram, haram olanları da helâl saymak suretiyle (-halkı- sapıklığa düşürürler.) artık öyle arzularına uyanların sözlerine kıymet verilebilir mi?.
Resûlüm!. (Senin Rabbin ise muhakkak ki, haddi aşanları) hakkı bırakıp bâtıla yönelenler!, helâli haram, haramı helâl kabul edenleri (en iyi bilendir.) binaenaleyh onlar kendi yakalarını ilâhî azabın kahredici pençesinden elbette kurtaramayacaklardır.
Enam Suresi 120. Ayet Meal ve Tefsiri
120. Günahın âşikâr olanını da, gizlicesini de bırakınız. Şüphesiz o kimseler ki, günahı kazanırlar, elbette yaptıkları şeyden dolayı cezâlanacaklardır.
120. Artık ey ehli imân!. Öyle nefislerinin esiri olanların aldatmalarına kapılmayınız, onların sözlerine iltifat etmeyiniz. (Günahın âşikâr olanını da gizlicesini de bırakınız.) ne açıkça bir günahı işleyiniz, ne de bir günahı gizlice yapınız. Cenab’ı Hak, hepsini de görür, bilirimân ettik. Binaenaleyh herhangi bir günahı açıkça yapmak câiz olmadığı gibi gizlice yapmak da câiz değildir. Meselâ: Açık olarak zinâ yapmak haram olduğu gibi gizlice de haramdır.
Hased, kibir, kendini beğenme müslümanlar hakkında şerri istemek gibi kalben düşünülüp gizlice yapılacak şeyler de haramdır. Bunlardan tamamen kaçınmak dinî bir vazîfedir. (Şüphesiz o kimseler ki, günahı kazanırlar,) Haram ‘ olan birşeyi açık veya gizli olarak işlerler (elbette) böyle (işledikleri şeyden dolayı) âhirette (cezâlanacaklardır.) o halde daha dünyada iken haramlardan kaçınmalıdır, insanlık icâbı öyle yasak birşey işlenilmiş ise ondan tevbe ve istiğfar edilmelidir.
Cenab’ı Hak’kın af ve mağfiretine sığınmalıdır. Şu muhakkak ki: Küfr üzerine ölenler, ebediyyen azap göreceklerdir. İmân ile ölen günahkârlar ise geçici olarak azâbı hak ederler. Meğer ki, Hak Teâlâ onları af buyursun.
.
Enam Suresi 121. Ayet Meal ve Tefsiri
121. Üzerine Allah Teâlâ’nın ismi zikiredilmemiş olanlardan yemeyiniz. Ve şüphe yok ki, o bir günahtır ve muhakkak ki, şeytanlar sizinle mücadele etmeleri için kendi dostlarına telkinde bulunurlar. Ve eğer onlara itaat ederseniz şüphe yok ki, siz de Allah’a ortak koşanlar olursunuz.
121. Bu mübârek âyetler, hangi hayvanın etinin yiyilemiyeceğini beyan ile müşriklerin iddialarını ibtâl etmektedir. Ve mü’minlerle kâfirler arasındaki farkı en açık bir şekilde bildirerek mü’minleri müşriklere meyletmekten sakındırmaktadır. Şöyle ki: (Üzerine Allah Teâlâ’nın ismi zikredilmemiş) Yani kendi kendine ölmüş veya kasten besmele terkedilmiş veya üzerine başkasının ismi zikredilmiş (olanlardan yemeyiniz.) böyle bir hayvanın eti haramdır.
(Ve şüphe yok ki, o) Böyle bir hayvanın etini yemek veyahut bir hayvanı Allah Teâlâ’dan başkasının ismini zikrederek boğazlamak (bir günahtır) Allah’ınhükmüne muhalif bir harekettir, sapmışların arzularına uymaktır, (ve muhakkak ki, şeytanlar sizinle mücadele etmeleri için) Sizi bir takım yalan dolan ile hak yoldan çıkarmak için (kendi dostlarına) arzu ve isteklerine düşkün, ve dinî terbiyeden mahrum kimselere (telkinde bulunurlar.) vesveselerde bulunur dururlar.
Binaenaleyh ey mü’minler!. Onların bu vesveselerinden, bu aldatmalarından gâfil bulunmayınız. (Ve eğer onlara itaat ederseniz) Onların bâtıl fikirlerine kıymet verirseniz, onların haramları helâl kabul etmelerine tâbi olursanız (şüphe yok ki) o takdirde (siz de Allah’a ortak koşanlar olursunuz.) çünkü Allah Teâlâ’ya itaati bırakıp müşriklere itaat edenler, onların vesveselerini hak görenler, onları Cenâb-ı Hak’ka ortak kabul etmiş, tevhit dairesinden çıkmış bulunurlar.
§ Besmelesiz kesilen hayvan hakkında İslâm hukukçularının görüşleri şöyledir:
(1) İmam Ahmet’e ve Davudi Zahirî’ye göre, kasten veya unutarak besmelesiz kesilen bir hayvanın eti haramdır.
(2) İmam Mâlik ile İmam Şafi’iye göre bir müslümanın kestiği koyun, sığır, deve gibi bir hayvanın eti helâldır, isterse, besmeleyi unutarak veya kasten terketmiş olsunlar.
(3) İmam Âzam’a göre kasten besmelesiz kesilen bir hayvanın eti haramdır. Fakat unutarak besmelenin zikredilmemesi, bu haramlığı gerektirmez.
Enam Suresi 122. Ayet Meal ve Tefsiri
122. Ya bir kimse ki ölü iken diriltmişiz ve ona bir ışık vermişiz, onunla insanlar arasında yürüyor. O, meselâ zulmetler içinde kalmış, ondan asla çıkamaz bir halde bulunmuş olan bir kimse gibi midir?
122. Cenâb-ı Hak, mü’minleri müşriklere itaatten nefret ettirmek için arlarındaki farkı şu şekilde beyan buyuruyor: (Ya bir kimse ki onu ölü iken) vaktiyle mânevî hayattan mahrum, Allah’ın dininin hükümlerinden habersiz bulunurken biz kendisini (diriltmişiz) hak dine ulaştırmak şerefiyle mânevî hayata kavuşturmuşuzdur (ve ona bir ışık vermişiz) İslâm dininin ışığından kendisini aydınlatmışız (onunla) o mânevî nur ile (insanlar arasında) yolunu güzelce tâyin ederek tam bir emniyetle (yürüyor o) böyle münevver bir mü’min (meselâ zulmetler içinde kalmış) küfr ve şirkin karanlıkları içine düşmüş (ondan asla çıkamaz bir halde bulunmuş bir kimse gibi midir?.) bunların arasındaki fark, gün gibi açık değil mi?. Artık nasıl olur da akıllı bir kimse o gibi karanlıklar için kalmışların vesveselerine tâbi olabilir?.
(İşte öylece) karanlıklar içinde kaldıkları halde bir kötülük, bir ihânet olarak (kâfirlere yaptıkları) kâfirce, cahilce (şeyler süslü gösterilmiştir.) kendilerine süslü, seçkin bir halde gösterilmiştir. Bunlar, o kadar karanlıklar, cehâletler içinde yaşarlarken kendilerini aydın ve bilgin görürler, kendilerini doğru bir yolun yolcusu imiş gibi sanır dururlar. Bu ne fena bir sapıklık neticesi. Binaenaleyh hakikî aydınlar, bu gibi sapıtmış kimselerin sözlerine, aldatmalarına asla iltifatta bulunmazlar.
Enam Suresi 123. Ayet Meal ve Tefsiri
123. Ve böylece herbir beldede günahkârlarını büyükler kıldık ki, orada hilede bulunsunlar. Halbuki, onlar hilekârlık yapmazlar, ancak kendilerine yapmış olurlar da farkına varamazlar.
123. Bu mübârek âyetler, bir takım günahkârların hikmet gereği mevki sâhibi olup insanları saptırmaya çalıştıklarını ve bunların bu kötü hareketlerini bilmeyerek kendi aleyhlerinde yapmış olduklarını bildirmektedir. Ve böyle inkârcı kimselerin kendilerine de peygamberlik rütbesi verilmedikçe Hz. Muhammed’in peygamberliğini kabul etmeyeceklerini bir haset ve kıskançlık sebebiyle öne sürdüklerini ve bunların kötü âkıbetini beyan buyurmaktadır.
Şöyle ki: (Ve böylece) Mekke’deki Kureyş reislerin! Mekkeahalisinin başkanlığında bulundurmuş olduğumuz gibi diğer (herbir beldede) bulunan (günahkârlarını) da, görünürde büyük mevkilere, servetlere sâhip olanlarını da hikmet gereği o beldelerde (büyükler kıldık ki, orada hîlede bulunsunlar.) kendi mevkilerine güvenerek halkı saptırmaya çalışsınlar, Yüce Peygamberlere tâbi olmaktan halkı men’etmeye uğraşıp dursunlar. Bunların böyle bir mevkide bulunup halkı saptırmaya çalışmalarına meydan verilmesi, onların hakkında bir imtihandır, onların daha fazla azap görmelerine bir sebep teşkil etmektedir. Onların bu saptırmaları aklı başında olan zatlara tesir etmeyecektir, o zatlar yine imân şerefine kavuşmuş bulunacaklardır.
(Halbuki, onlar) O kavimleri arasında görünürde büyük olanlar, öyle başkalarını hidayetten mahrum bırakmak için (hile yapmazlar) onların hileleri tesirsiz kalır. Onlar (ancak kendilerine) hile (yapmış olurlar da) bilmeksizin kendilerini küfr ve taşkınlığa düşürmüş, azâba hedef kılmış bulunurlar da bunun (farkına varamazlar) ebedî zarara uğrar giderler. İşte insanların dindarlığına, fazîletine mâni olmaya çalışan şeytan yaratılışlı kimselerin âkibetleri böyle hüsrandan başka birşey değildir.
§ Bu âyeti kerime, Rasûlü Ekrem hakkında bir teselli içermektedir. Çünkü Kureyş büyükleri, Rasûlü Ekrem’e insanların imân etmemeleri için Mekke yolu üzerinde dört şahıs bulunduruyorlardı. Bunlar Hz. Peygamber hakkında: “O kâhindir, sihirbazdır, yalancıdır, ona uymayınız.” deyip duruyorlardı. Bunların aldatmalarına rağmen müslümanların sayısı gündengüne artıyordu, düşmanlar ise zarar ve ziyâna uğruyorlardı.
Onların böyle hileci bir harekete sevkedilmeleri, kendi haklarında Allah’ın kahrının ortaya çıkmasına bir sebep teşkil ediyordu. Ve onların yapacakları hilelerin tesirsiz kalacağını kendilerine göstererek onları bu sebeble de aşağılık ve zelil bir halde bırakmak hikmetine dayalıbulunuyordu.
Enam Suresi 124. Ayet Meal ve Tefsiri
124. Ve onlara bir âyet geldiği zaman derler ki: Allah’ın Peygamberlerine verilmiş olanın benzeri bizlere verilinceye kadar biz imân etmeyiz. Allah Teâlâ peygamberliği nereye yönelteceğini en iyi bilendir. Elbette günahkâr olanlara yapmakta olduktan tuzak ve hileden dolayı Hak Teâlâ’nın katında bir alçaklık ve şiddetli bir azap isâbet edecektir.
124. (Ve onlara) Vaktiyle Allah’a ortak koşan Mekke ahalisine. Hz. Muhammecf -Afeyhîssefârının- doğruluğu, Peygamberliği hakfcınoa (bir âyet geldiği zaman) o ahali (derler ki. Allah Teâlâ’nın Peygamberlerine verilmiş olanın benzeri) bir Peygamberlik (bizlere verilinceye kadar biz imân etmeyiz.) bize de vahy olunmalı, bize de Cibril gelip Muhammed Aleyhisselâm’ın sözlerinde sadık olduğunu haber vermeli ki ona imân edelim, yoksa biz imân etmeyiz. Nitekim Kureyş kâfirlerinden Velid İbni Muğire, Hz. Peygamber’e demiş ki: Eğer peygamberlik hak olsa idi ben ona senden daha lâyık olurdum.
Çünkü ben senden daha yaşlıyım, ve ben senden daha fazla mala sâhibim. İşte bu gibi cahilce iddiaları red için Cenâb-ı Hak buyuruyor ki: (Allah Teâlâ Peygamberliği nereye yönelteceğini en iyi bilendir.) Peygamberliğe lâyık olan, kendisine vahy olunacak zatı bilen ancak Allah Teâlâ’dır.
Öyle fâni varlıkların ne kıymeti olabilir ki, onlar peygamberlik şerefine kavuşmaya bir vesîle olsun. (Elbette) Öyle yanlış düşünerek kendi nefislerini fitneye maruz bırakıp (günahkâr olanlara) insanları imândan men için (yaptıkları tuzak mekr ve hileden dolayı) Hak Teâlâ’nın katında, yani kıyâmet gününde (bir mezellet) bir zillet ve hakâret (ve şiddetli bir azap isâbet edecektir.) onlar dünyada da âhirette de lâyık oldukları cezalara çarpılacaklardır.
Nitekim Kureyşin liderleri daha dünyada iken mağlûp olmuş, birçoklarıöldürülmüştür. Ahirette uğrayacakları ilâhî azap ise her türlü düşüncenin üstündedir. İşte dinsizliğin akibeti!.
Enam Suresi 125. Ayet Meal ve Tefsiri
125. İmdi Allah Teâlâ her kimi doğru yola iletmek isterse onun göğsünü İslâm için genişletir. Ve her kimi dalâlete düşürmek dilerse onun göğsünü daraltır, sıkışmış bir hâle getirir, sanki zorla göğe yükselecek imiş gibi bulunur. İşte Allah Teâlâ imân etmeyenlerin üzerine böylece pisliği verir.
125. Bu mübârek âyetler, Cenab’ı Hak’kın hikmeti gereği bir kısım kullarının kalblerini genişlettiğini ve diğer bir takım kullarının kalplerini de daraltmış olduğunu bildirmektedir. Ve insanlar için hidâyet ve selâmet yollarının Allah tarafından tam olarak beyan buyurulduğunu ve kimlere selâmet yurdunun verilmiş olduğunu göstermektedir. Şöyle ki: Resûlüm!. Bir takım kimselerin seni inkâr ederek sapıklığa düşmekte olduklarını görerek üzülme.
Onların haklarında kendi irâdelerini doğrultusunda yaptıklarına göre ilâhî irâde tecelli etmektedir. (İmdi Allah Teâlâ her kime) Onun güzel irâdesinden dolayı (hidâyet etmek isterse) ona hak yolunu bildirerek imâna muvaffak kılmak dilerse (onun göğsünü İslâm için genişletir.) onun nefsini hakkı kabul etmeye kabiliyetli kılar, onun kalbine bir imân nuru düşürür, onunla, kalbi açılmış olarak hidâyet yolunu takib eder.
(Ve) Cenab’ı Hak (her kimi) onun kötü irâdesinden dolayı hakkında bir cezâ olmak üzere (sapıklığa düşürmek dilerse) onda da sapıklığı yaratır, o hidayetten kaçınır, (onun göğsünü daraltır, sıkışmış bir hâle getirir)
Öyle ki: O şahıs, hak’ki kabul etmekten kaçınır durur, onun kalbine imân giremez olur. Evet… O şahıs öyle bir darlık, öyle fazla bir sıkıntı içinde kalır ki, (sanki zorla göğe yükselecek imiş gibi) gücünün üstünde olan bir vaziyette (bulunur.) üzüntüler içinde vakti geçer durur. (İşte Allah Teâlâ imân etmeyenlerin) Kenditabii kabiliyetlerini, irâdelerini kötüye kullanarak imândan mahrum kalanların (üzerine böylece) göğüslerini daralttığı gibi (pisliği) de rezilliği de, dünyada lâneti, âhirette azâbı da (gönderir.) artık onlar bu felâketten kurtulamayacaklardır.
Enam Suresi 126. Ayet Meal ve Tefsiri
126. Ve bu Rabbinin dosdoğru olan yoludur. Muhakkak ki, biz âyetleri düşünen bir kavim için ayrıntılı olarak beyan etmişizdir.
126. (Ve bu) İslâmiyet veya Kur’an’ı Kerim’in beyanları bütün kâinatı yaratıp terbiye eden, bütün mahlûklarına bolca mükemmellikler veren (Rab’binin dosdoğru) baştan sona doğruluklara sahip düzensizlikten uzak bulunan (yoludur.)
işte bu doğru yolu takib etmek, her akıllı ve bilgili olan insan için lâzımdır. (Muhakkak ki, biz âyetleri) Cenâb-ı Hak’kın birliğine, kudret ve yüceliğine, bütün mahlûkları hakkındaki kaza ve kaderinin sırf hikmet olduğuna dâir olan delilleri, kanıtları, işaretleri (düşünen) tefekkür eden, bu âyetlerin yüce mahiyetini idrâk edebilen (bir kavim için ayrıntılı olarak beyan etmişizdir.) öyle düşünen, hakikatı kabule yetenekli olan bir cemaat, bu ilâhî beyanları güzelce anlar, bunlara göre davranışlarını tâyin ederek ebedî saadete kavuşur. Ne büyük bir ilâhî lûtuf.
Enam Suresi 127. Ayet Meal ve Tefsiri
127. Onlar için Rablerinin katında selâmet yurdu vardır. Ve Allah, onların yaptıkları amelleri sebebiyle dostudur.
127. (Onlar için) Allah Teâlâ’nın âyetlerini güzelce tefekkür eden ve öğüt alanlar için (Rablerinin yanında) mânevî katında sonsuzluk âleminde (selâmet yurdu vardır.) onlar bütün sıkıntılardan uzak olan bir selâmet yurduna, bir mutluluk dolu cennete kavuşacaklardır. Bu ilâhî lûtuf onlara mahsustur. (Ve o) Yüce Yaratıcı (onların) o güzel tefekkürde bulunan kullarının öyle (yaptıkları) salih (amelleri sebebiyle dostudur) onların velisidir, yardımcısıdır, mânen yakınıdır. Ne muazzam bir mükâfat!.
Enam Suresi 128. Ayet Meal ve Tefsiri
128. Ve o gün ki, Allah Teâlâ onların hepsini bir araya toplayacaktır. Ey cin taifesi! İnsanlardan birçok kimseler edindiniz diye buyuracak. Onların insanlardan dostları olanlar da: Ey Rab’bîmiz! Bizim bâzımız bâzımızdan faydalandık ve bizim için tâyin ettiğin süreye ulaştık, diyecekler. Cenâb-ı Hak da buyuracak ki: Ateş sizin karargâhınızdır, on’da ebediyen kalacaksınız, ancak Allah Teâlâ’nın dilediği müstesnâ. Şüphe yok ki, senin Rabbin hikmet sahibidir, bilendir.
128. Bu mübârek âyetler de doğru yolu takib etmeyen, birbirini aldatıp duran insan ve cin tâifelerinin ve birbirine musallat olan zâlimlerin müthiş âkibetlerini bildirmektedir. Şöyle ki: Hatırla Resûlüm!. (O gün ki. Allah Teâlâ onların) Sekaleyn denilen insan ve cinlerin (hepsini) de (toplayacaktır.) onların hepsini de dirilterek mahşere sevk eyleyecektir. Ve (Ey cin taifesi!.) yani ey şeytanlar!.
(İnsanlardan birçok kimseler edindiniz) onları azdırarak ve saptırarak kendinize tâbi kıldınız, (-diye buyuracak-) Böyle kınama yoluyla vukû bulan Allah’ın hitabına karşı (Onların) o şeytanların (insanlardan dostları olanlar da) kendilerini güya müdafaa için (Ey Rab’bimizL Bizim bâzımız bâzımızdan faydalandık.) şeytanlar bir takım bâtıl şeyleri süslü gösterdikleri için insanlar aldanarak onlardan fâidelenmiş olduklarını zannetmişler, şeytanlar da kendilerine itaat etmeleri dolayisiyle insanlardan istifâde etmişler, kendi kötü amellerine kavuşmuşlar. Kezalik: Cinler sihir, kehanet gibi şeyleri, bir takım yalanları insanlara telkin etmişler, insanlar da onlara itaat ederek onların bozguncu tarzdaki maksatları meydana gelmiş.
(Ve bizim için tâyin ettiği süremize erdik) Bu kıyâmet gününe kavuştuk (diyecekler.) böyle yaptıkları fenalıkları ve inkâr eylemiş oldukları kıyâmet gününü itirafa mecbur olarak pişmanlıklarınıhasretli bir tarzda göstereceklerdir. (Cenâb-ı Hak da buyuracak ki: Ateş sizin karargâhınızdır.) Bu, o dünyadaki kâfirce hareketlerinizin cezasıdır. (On’da) O ateş içinde (ebediyen kalacaksınız.) çünki cezâ itikada ve amele göredir. Kâfirler, asla ölmeyip sonsuza kadar yaşayacak olsalar aynı itikafda, amelde bulunacaklarına inanmaktadırlar. Binaenaleyh bu kanaatlerinin cezâsı da böyle ebedîdir.
Zira, “Elcezâ-ü min cinsilamel” buyurulmuştur. Yani cezâ amele göredir. (Ancak Allah Teâlâ’nın dilediği) vakitler (müstesnâ) o kâfirler vakit vakit cehennem ateşinden çıkarılıp daha fazla tesirli bulunan bir soğukluk vadisine nakledilecekler, fakat bunun daha fazla tesirinden dolayı yine cehenneme nakledilmelerini isteyeceklerdir. Veyahut bu müstesnâdan maksat, hesâba çekilme zamanıdır ki, o müddet içinde cehennemde bulunmamış olurlar.
Veyahut bundan maksat, imân etmeleri takdir edilen kimselerdir ki, onlar daha dünyada iken küfürlerini terkederek İslâmiyet’e kavuşmakta o cehennem azâbından müstesnâ bir halde bulunmuş olacaklardır. (Şüphe yok ki,) Ya Muhammed!. Aleyhisselâm (senin Rab’bin hakîmdir) bütün fiil ve hükümleri hikmetlidir ve (alîmdir.) bütün mahlûkatının hallerini, amellerini ve lâyık oldukları cezaları ve onların âkibetlerini hakkıyla bilendir. Binaenaleyh o Yüce Yaratıcının bütün takdir ettiği şeyleri bütün hükümlerini tasdik etmek ve yüceltmek, mü’minler için en’ kutsî bir vazîfedir.
Enam Suresi 129. Ayet Meal ve Tefsiri
129. Ve işte böylece zâlimlerin bazısını bazısına işledikleri şeyler sebebiyle musallat ederiz.
129. (Ve işte böylece) insanların ve cinlerin halleri ve onların haklarındaki cezalar gibi ve cinlerin insanları azdırmaya uğraşmaları gibi (zâlimlerin) zulümkâr olan insanların (bazısını bazısına işledikleri şeyler sebebiyle) kendilerinin gayrimeşru hareketleri yüzündenonların devamlı olarak küfr ve isyanda bulunmalarından dolayı (musallat ederiz.) onlar birbirini azdırır ve saptırır dururlar. Bu hâl kendileri için bir cezadır, bir musibettir. Veyahut onlar fenalıkları birlikte işledikleri gibi kendilerini de azap sahasında birbirine yaklaştırırız.
§ Bu âyeti kerimenin tefsiri hususunda İbni Abbas Hazretlerinden şöyle rivâyet edilmektedir: “Cenâb-ı Hak, bir kavim hakkında hayır dilerse onların işlerine en hayırlı olanlarını tâyin eder. Ve bir kavmin hakkında şer dilerse onların işlerine de en şerli olanlarını görevlendirir.”
Bütün bu suretlerle tecelli eden ilâhî takdir insanların Allah tarafından bilenen güzel veya çirkin hareketlerinin bir mükâfat veya cezasıdır. Temiz, pâk olan ruhlar, kendileri gibi pâk ruhlara temâyül eder. Pis olan ruhlar da kendileri gibi kirli olan ruhlara katılır, herkes kendi benzerine eğilim gösterir.
Enam Suresi 130. Ayet Meal ve Tefsiri
130. Ey cin ve insan cemaati! İçinizden size benim âyetlerimi tebliğ eden ve sizi bu güne kavuşmanızla korkutan Peygamberler gelmedi mi? Diyeceklerdir ki: Biz kendi aleyhimize şâhitlik ederiz. Ve onları dünya hayatı aldattı ve kendi aleyhlerine şahitlikte bulundular ki: Onlar muhakkak kâfir kimseler olmuşlardı.
130. Bu mübârek âyetler de insanlar ve cinler hakkında ilâhî delillerin tamam olmuş bulunduğundan onların mazeret ileri sürmelerine selâhiyetleri kalmadığını, onların kendi kusurlarından dolayı azâba uğrayacaklarını ilâhî bir kınama olarak ifâde etmektedir.
Şöyle ki: Cenab’ı Hak, kıyâmet gününde azarlama amacıyla buyuracaktır ki: (Ey cin ve insan cemaati!.) Siz dünyada iken (içinizden size) sizden her ümmete (benim âyetlerimi tebliğ eden) beyan ve izah buyuran (ve sizî bugüne kavuşmanızla korkutan Peygamberler gelmedi mi?.) neden öyle küfr ve isyan ile dünya hayatını zâyettiniz?. Onlarda böyle bir kınama ile karşılaşınca (Diyecekler ki, biz kendi aleyhimizde şâhitlik ederiz.) ki bize Peygamberler gelmiş, bizi uyarmışlardı.
Fakat ne yazık ki, biz onlara karşı isyankâr bir vaziyet aldık, şimdi azâbı hak etmiş bulunuyoruz. (Ve onları dünya hayatı aldattı) onlar dünyanın geçici ve değersiz varlığına, lezzetlerine aldandılar, uhrevî nîmetleri, mükâfatları düşünmediler: Sonsuz azâbı gerektiren isyanlarda bulunup durdular, (ve) Şimdi âhiret âleminde öyle ister istemez (kendi aleyhlerinde şahitlikte bulundular ki: Onlar muhakkak kâfir kimseler olmuşlardı.) dünyada iken küfr içinde yaşamış olduklarını böylece itirafa mecbur olacaklardır. Ne kadar korkunç bir felâket. Artık bunların bu öldürücü hâllerini her insan düşünerek uyanık olmalıdır.
Enam Suresi 131. Ayet Meal ve Tefsiri
131. İşte bu, Rabbin ülkelerin ahalisini gâfîl bir halde bulunurlarken zulümleri sebebiyle helâk edici olmadığından dolayıdır.
131. (İşte) Habibim!, (bu) Öyle her kavme Peygamberler gönderilmiş ve kendilerinin irşat ve uyarılmasına çalışılmış olması ilâhî bir adâlet eseridir, ilâhî bir merhametin tecellisidir. Ve (Rab’bin ülkelerin ahalisini) kendilerine Peygamberler gönderilmemiş olduğu halde (gâfil bir durumda bulunurlarken) yaptıkları (zulümleri) dini vazîfeleri bilemeyip icra edememeleri (sebebiyle helâk edici olmadığından dolayıdır.)
binaenaleyh Cenâb-ı Hak, meselâ medeniyet âlemi haricinde bulundukları farzedilen bir kavme yüce bir Peygamber vâsıtasıyle yapacakları ve yapmayacakları şeyleri teklif buyrulmuş olmayınca o kavim câhillik sebebiyle bir kısım zalimce hareketlerde bulunmuş olsalar da bu kusurlarından dolayı helâke uğramazlar.
Böyle bir kavim, dinî vazîfelerle mükellef bulunmuş olmaz, fakat bir tefekkür ve tecrübe zamanı geçirdikleri halde bu kâinatın yüce bir yaratıcısının olduğunu düşünüp tasdik etmezlerse bundan mes’ul olurlar. Çünki öylebir zamanın gelip geçmesi, o ahalinin bu hususta gafletini giderecek ilâhî bir delil durumundadır.
Bu kâinattaki hârikaları senelerce görüp duran bir şahıs, bunların yüce bir yaratıcıya dayandığını nasıl olur da anlayamaz. Hanefî âlimleri, bu sorumluluğu kabul etmektedir.
Enam Suresi 132. Ayet Meal ve Tefsiri
132. Ve herkes için yaptıkları şeylerden dolayı dereceler vardır. Ve senin Rabbin onların ne yaptıklarından gâfil değildir.
132. Bu mübârek âyetler, bütün kulların fiil ve hareketlerine göre mertebeleri olduğunu bildirmektedir. Ve Cenâb-ı Hak’kın itaatkâr olanlara sevap, âsi olanlara da cezâ vermesi, onların itaatlerine muhtaç, isyanlarından zarar görücü olmasından dolayı olmayıp sırf ilâhî lütfa nâil olmaları için ibâdet ve itaata teşvik etme ve yasaklanan şeylerden kaçınmaları için bir korkutma hikmetine dayalı olduğunu beyan etmektedir.
Ve kulları hakkındaki ilâhî vâdinin herhalde meydana geleceğine hiçbir kimsenin engel olamayacağını tenbih etmektedir. Şöyle ki: (Ve) İnsan ve cinden (herkes için yaptıkları şeylerden) iyi veya kötü amellerinden (dolayı dereceler) çeşitli tabakalar, muhtelif mükâfatlar ve cezalar (vardır.) onlar o derecelere kavuşacaklardır.
(Ve senin Rab’bin onların ne yaptıklarından) hâşâ (gâfil) habersiz (değildir.) O İlim sâhibi yaratıcıya karşı hiçbir amel ve hareket gizli kalamaz. Ve o yüce mâbud mükellef kullarına lâyık oldukları mertebeleri, mükâfatları, cezaları vermeğe elbette kadirdir. Bunu güzelce düşünmelidir.
Enam Suresi 133. Ayet Meal ve Tefsiri
133. Ve senin Rabbin zengindir, rahmet sahibidir. Eğer dilerse sizi giderir ve sizin arkanızdan dilediğini yerinize getirir. Nasıl ki, sizi başka bir kavmin zürriyetinden vücûde getirmiştir.
133. (Ve) Resûlüm!. Ya Muhammed Aleyhisselâm!, (senin Rab’bin zengindir) Hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. O, kullarının ibadetlerine de muhtaç değildir, her kulu yaptığı itaatisadece kendi menfaati için yapmış olur. İşlediği günahı da kendi zararına olarak işlemiş bulunur. Ve şanı yüce olan Rab’bin (rahmet sahibidir.) kulları hakkındaki yüce merhametinden dolayıdır ki, onlara Peygamberler, kitaplar göndermiş, onlara hidâyet yolunu göstermiştir. Kullarını bir takım vazîfeler ile mükellef tutması ilâhî bir rahmet eseri olarak onların fâideleri içindir. Yoksa Yüce Yaratıcı hiçbir şekilde hiçbir şeye muhtaç değildir. (Eğer dilerse) Ey âsi kullar!, (sizî giderir.) Sizi birgün evvel helâk eder (ve sizin arkanızdan) sizi helâk ettikten sonra mahlûklarından (dilediğini yerinize getirir.) O Yüce Yaratıcının kudreti böyle herşeye fazlasiyle kâfidir. (Nasıl ki, sizi başka bir kavmin) Sizin özelliklerinizi taşımayan bir cemaatin, yani: Nuh Aleyhisselâm’ın gemisindeki zatların (zürriyetinden) neslinden (vücude getirmiştir.) sizi ilâhî bir merhamet eseri olarak şimdiye kaar yaşatmış, arttırmıştır. Artık bu nîmetin, bu ilâhî kudretin yüceliğini düşünüp de hâlinizi düzeltmeye çalışmanız icab etmez mi?.
Enam Suresi 134. Ayet Meal ve Tefsiri
134. Şüphe yok ki, vaad olunduğunuz şey elbette gelecektir. Ve siz onu önleyebilecek değilsinizdir.
134. (Şüphe yok ki, va’ad olunduğunuz şey) Öldükten sonra yeniden hayat bulmanız, hesap için mahşer meydanına gitmeniz, ve amellerinizin mükâfat ve cezâsına kavuşmanız gibi şeyler hakkındaki ilâhî açıklamalar (elbette) vakidir. Herhalde meydana (gelecektir.) ona hiç birşey mâni olmayacaktır.
(Ve siz onu) Hakkınızda takdir edilen öyle herhangi birşeyi (bertaraf edebilecek değilsinizdir.) herhangi vasıtaya müracaat ederseniz ediniz, takdir edilen her hâdise mutlaka ilâhî kudret ile vücude gelecektir. Binaenaleyh itaatkârlar sevâba nâil olacaktır, isyankârlar da cezâyı hak etmiş olacaktır. Bunlara engel olmaya hiçbir mahlukunkabiliyet ve selahiyeti yoktur.
Enam Suresi 135. Ayet Meal ve Tefsiri
135. De ki: Ey kavmim! Bütün gücünüzle yapacağınızı yapınız, şüphe yok ki, ben de emrolunduğum vazîfeyi yapmaktayım. Artık şüphesiz yakında bileceksinizdir ki, âhiret yurdunun güzel akibeti kime nasip olacaktır! Şu muhakkak ki, zâlimler kurtuluşa eremiyeceklerdir.
135. Bu mübârek âyetler, kıyâmet âlemini inkâr edenleri tehdit etmektedir. Ve o inkârcıların ne kadar cahilce hareketlerde, iddialarda bulunduklarını etrafa anlatmakta ve o gibi cahillerin sözlerine iltifattan akıl sahiplerini nefret ettirmektedir.
Şöyle ki: Resûlüm!. O inkârcılara ehemmiyet verme. Onları tehdit etmek için (De ki: Ey kavmim!.) ey Kureyş müşrikleri!. (Bütün gücünüzle) Bütün kuvvet ve iktidârınız ile (yapacağınızı yapınız) küfrünüzde, düşmanlığınızda bocalayıp durunuz. (şüphe yok ki, ben de -emrolunduğum vazîfeyi- yapmaktayım.) Allah’ın emri doğrultusunda İslâmiyet’i yaymaya çalışmaktayım, salih amellere devam etmekteyim, hak yolunda sabır ve sebatta bulunmaktayım. (Artık şüphesiz yakında) Âhiret âleminde (bileceksinizdir ki, âhiret yurdunun güzel akibeti kime) nasip (olacaktır.)
o güzel âkibete bizlerin mi yoksa sizlerin mi kavuşacağı yakinen anlaşılacaktır. (Şu muhakkak ki, zâlimler) Hak dine görmeyerek kendilerini azâba uğratmış olan kâfirler (kurtuluşa eremiyeceklerdir.) binaenaleyh ey müşrik kavim!. Siz de öyle zâlim kimseler olduğunuzdan kurtuluşa, güzel bir âkibete nâil olamayacaksınızdır. Bunu anlayın da ona göre hareketlerinizi düzenlemeye çalışınız. Ne büyük tehdit ve ne kadar merhametçe bir öğüt.
Enam Suresi 136. Ayet Meal ve Tefsiri
136. Ve o müşrikler Allah için onun yarattığından, ekinden ve hayvanlardan bir pay ayırdılar, sonra zanlarınca bu, Allah içindir, bu da ortaklarımız putlarımız içindirdediler. Artık ortakları için olan Allah’a ulaşmaz, Allah için olan ise o, ortaklarına ulaşır. Hükmeder oldukları şey ne fenâ!.
136. (Ve -o müşrikler-) Mekke’i Mükerreme’deki kâfirler (Allah için onun yarattığından) yani: (ekinden ve hayvanlardan bir pay ayırdılar) Bunların bir kısmını Allah yolunda harcamaya karar verir oldular. Bir kısım ekinleri, hayvanları da putları adına ayırırlardı. (sonra zanlarınca bu) Ayırdığımız (Allah içindir) derlerdi ve putları için ayırdıklarına gelince (bu ta ortaklarımız -putlarımız- içindir dediler.) fakat bu taksime riayet etmezler,
(Artık ortakları için olan Allah’a ulaşmaz) Allah yolunda sarfedilmezdi, bunu fakirlere sarfedivermezlerdi (Allah için olan ise o, ortaklarına ulaşır) bunun bir kısmını vakit vakit putları yolunda sarfeder dururlar. Ne kadar cehâlet!. Bunların böyle (hükmeder oldukları şey ne fena!.) bunlar kendi putlarını hâşâ Cenâb-ı Hak’ka takdim edercesine hareket ediyorlar, cansız cisimlerden ibâret olup hayır ve şerre kâdir olmayan putlara hisseler ayırıyorlar, onlara tapıp duruyorlar.
§ Rivâyete göre vaktiyle Mekke’de bulunmuş olan kâfirler, ekinlerden, meyvelerden, hayvanlardan ve diğer mallardan bir kısmını Cenâb-ı Allah adına, diğer bir kısmını da putları adına birer pay olarak ayırırlardı. Cenâb-ı Hak adına olanları misafirlere, fakirlere sarfederlerdi. Putları adına olanları da putlara ve onların hizmetçilerine sarfederlerdi. Sonra putlara ait kısım, onlara yetmeyince Allah Teâlâ adına ayırdıkları kısımdan alır, sarfederlerdi.
Cenab’ı Hak adına olan kısımdan birşey zâyi olur veya eksilirse buna aldırmazlardı. Aynı şekilde: Putlara ait kısımdan birşey, Allah Teâlâ’ya ait kısma karışırsa onu putlara iâde ederlerdi ve putlara ait bir kısım helâk olursa onu Allah Teâlâya ait kısımdan telâfi ederlerdi. Fakat Cenab’ı Hak’ka ait kısımdan birşey putlara ait kısıma karışırsabunu iâde etmezlerdi. İşte bu âyeti kerime onların bu cahilce hallerini bildirmektedir.
Enam Suresi 137. Ayet Meal ve Tefsiri
137. Ve bunun gibi müşriklerden birçoklarına çocuklarını öldürmeyi onların ortakları güzel göstermişler. Tâki onları helâk etsinler ve dinlerini de kendilerine karıştırsınlar. Ve eğer Allah Teâlâ dileseydi onu yapmazlardı. Artık onları, iftira ettikleri şeyi de bırak.
137. Bu âyeti kerime de müşriklerin ne kadar zararlı, bâtıl canice hareketlerde, inançlarda bulunduklarını bildirmektedir. Şöyle ki: (Ve bunun gibi) Yani: Mallarının bir kısmını putları adına ayırmanın süslü ve güzel gösterilmesi gibi (müşriklerden birçoklarına çocuklarını öldürmeyi) onları diri diri mezarlara gömmeyi (onların ortakları) olan putlarının hizmetçileri veya cinler, şeytanlar (güzel göstermişler.) hoş göstermişlerdir.
Onların bu cinayetleri öyle süslü göstermeleri bir mel’unluğa dayanmaktadır. (Tâki onları helâk etsinler) Onları cehennem ateşine uğratsınlar. (ve dinlerni de kendilerine karıştırsınlar.) Onların kendileriyle dindar olmaları icab eden şeyleri değiştirsin ve bozuversinler. Nitekim vaktiyle arab kabileleri İbrahim ve İsmail Aleyhimesselâm’ın dinine ait hükümlere riâyet ederken bilahara şirke düşerek o hükümlere riâyetten mahrum kalmışlardır.
(Ve eğer Allah Teâlâ dileseydi) Hikmetine uygun olsaydı o müşrikler (onu) putlara hisseler ayırmak gibi, çocuklarını öldürmek gibi herhangi cahilce birşeyi (yapmazlardı.) fakat bütün kulların yaptıktan şeyler kendilerinin irâde ve ihtiyarlarından dolayı ilâhî irâde ile vücude gelmektedir, zorlama cereyan etmemektedir. Bütün bunlar, birer hikmet ve menfaat gereğidir, bu imtihan âleminin birer vazgeçilmez unsurlarıdır.
(Artık) Resûlüm!, (onları da) O Hakkı kabul etmeyen dinsizleri de ve (iftira ettikleri şeyi de) Cenâb-ı Hak’ka ortak koşarak ona karşı hakîkat dışı iddialarda bulunduklarını da, meselâ: Onlara çocuklarınıöldürmeyi Cenâb-ı Hak emretmiştir diye söylenmelerini de (bırak.) onların o kâfirce, cahilce hareketlerinden dolayı üzülme. Onlar lâyık oldukları âkibete elbette kavuşacaklardır. Allah Teâlâ’nın her hüküm ve takdirinde ise bir nice hikmetler vardır. Artık o dinsizler, kendi kötü hareketlerinin, iddialarının cezâsına hazırlansınlar.
§ Câhiliyet zamanında kız çocuklarını fakir düşeceklerinden korkarak veya kocaya vermeğe utanarak diri diri topraklara gömerlerdi. Bazı kimseler de maksatlarının gerçekleşmesi için çocuklarını öldürmeyi nezrederlerdi. İşte bu âyeti celile, bunların bu feci hareketini ifâde etmektedir.
Enam Suresi 138. Ayet Meal ve Tefsiri
138. Ve zanlarınca dediler ki: Bu hayvanlar ve ekin haramdır. Onları dilediğimiz kimselerden başkası yiyemez. Ve bir kısım hayvanların da sırtları haram kılınmıştır. Ve bir kısım hayvanlar da vardır ki, onların üzerine boğazlanırken Allah Teâlâ’nın ismini zikredmezler. Bunları hep Allah Teâlâ’ya iftira ederek yaparlar. Elbette Allah Teâlâ bunları iftira ettikleri şey yüzünden yakında cezâlandıracaktır.
138. Bu mübârek âyetler de müşriklerin diğer bir kısım bozuk, hakikate aykırı hükümlerini, adetlerini, iddialarını bildirmektedir. Şöyle ki: (Ve) öyle çeşit çeşit küfürlerde, iftiralarda bulunanlar (zanlarınca) bir delile dayanmayan bâtıl zanlarınca (dediler ki: Bu) putları adına ayırmış oldukları (hayvanlar ve ekin haramdır.) bunlardan insanlar men edilmiştir. Bunlara kimse müdahele edemez, (Onları dilediğimiz kimselerden) yani:
Putlarının erkek hizmetçilerinden (başkası yiyemez.) bunlar yalnız onlara aittir, (Ve bir kısım hayvanların da sırtları haram kılınmıştır.) onların üzerlerine kimse binemez. Bu hayvanlara Bahair, Şevâib, Havami gibi isimler verilmiştir. Sûre-i Maidedeki (103) üncü âyeti kerimenin tefsirine bakınız!. (Ve bir kısım hayvanlar da vardır ki,onların üzerine) Boğazlanırken (Allah Teâlâ’nın ismini zikretmezler.) onları putları adına keserler ve yalnız putlarının adını söylerler. (Bunları hep Allah Teâlâ’ya iftira ederek yaparlar.)
Böyle hareket etmemizi Allah bize emretmiştir, diye yalan söylerler. (Elbette) Allah Teâlâ (bunları iftira ettikleri şey yüzünden) öyle hakikat dışı ifadeleri sebebiyle (yakında cezâlandıracaktır.) lâyık oldukları azâba kavuşturacaktır. Bunun aksi iddia edilemez.
§ “Hicr” kelimesi lûgatte men etmek mânâsınadır. Akıl’a da sâhibini çirkin şeylerden men ettiği için “hicr” denilmiştir. Birşeyden men olunmuş kimseye de “mehcur” denilir. Bu kelime haram mânâsında da kullanılmaktadır.
Enam Suresi 139. Ayet Meal ve Tefsiri
139. Ve dediler ki: Şu hayvanların karınlarındaki sade erkeklerimize mahsustur. Ve kadınlarımıza haram kılınmıştır. Ve eğer ölmüş olursa onlar onda ortakdırlar. Allah Teâlâ onlara bu vasıflarının cezâsını yakında verecektir. Şüphe yok ki, o, hikmet sahibidir, hakkıyla bilendir.
139. O müşrikler diğer bir nevi yalanda, iftirada bulunarak (Dediler ki: Şu hayvanların karınlarındaki) yavmlar, yani behirelerin, saibelerin ceninler! (sade erkeklerimize mahsustur.) yalnız onlara helâldir. (Ve kadınlarımıza haram kılınmıştır.-) Onlar o yavruların etinden yiyemezler. (Ve eğer ölmüş olursa) O yavrular ölmüş olarak doğarlarsa (onlar) erkekler de, kadınlar da (o’nda) o hayvanların karınlarında bulunanlar da (ortakdırlar.) hepsi de onlardan yiyebilirler.
(Allah Teâlâ onlara) Böyle hakikata aykırı iddialarda bulunanlara (bu vasıflarının) böyle hayvanları muhtelif nevîlere ayırarak onları yalan yere helâl ve haram ile vasıflandırmalarının (cezâsını yakında verecektir.) onlar Cenâb-ı Hak’ka iftirada bulunarak böyle yalan söylemelerinin cezâsını dünyada ve dünyada olmassa da ölür ölmezâhirette elbette göreceklerdir. Onlar cezâya hak kazanmışlardır. (Şüphe yok ki, o) Yüce Yaratıcı (hakimdir) onların hikmet gereği olan cezalarını terk etmez ve (alîmdir.) onlardan meydana gelen o çirkin hareketleri, iddiaları tamamen bilir, ona göre hak ettikleri azapları verir.
Enam Suresi 140. Ayet Meal ve Tefsiri
140. Çocuklarını beyinsizlikten ve bilgisizlikten dolayı öldürenler ve Allah Teâlâ’nın rızık olarak verdiği şeyleri Cenâb-ı Hak’ka iftira ederek haram sayanlar şüphe yok ki, hüsrana uğramışlardır. Muhakkak ki, onlar sapıtmışlar, doğru yolu bulamamışlardır.
140. Bu mübârek âyetler, çocuklarını öldüren müşriklerin ne kadar hüsrana uğramış câhil kimseler olduklarını bildirmektedir. Ve bir nice hârikaları hoş, faydalı ve farklı nevîde nîmetleri meydana getirmekte olan Kerem sâhibi yaratıcının azamet ve birliğine deliller göstererek müşriklerin bu hakikatları görmekten ne kadar mahrum bulunmuş olduklarına işâret etmektedir.
Şöyle ki: And olsun (Çocuklarını beyinsizlikten) akıllarının hafifliğinden (ve bilgisizlikten dolayı) Allah Teâlâ’nın kendilerini de, çocuklarını da rızıklandıracağını bilmediklerinden dolayı o yavruları (öldürenler ve Allah Teâlâ’nın rızık olarak verdiği şeyleri) behireler, şâibeler gibi helâl olan nîmetleri (Cenab’ı Hak’ka iftira ederek haram sayanlar) bunları Hak Teâlâ şu şekilde haram kılmıştır diye hakikate aykırı iddialarda bulunanlar (şüphe yok ki, hüsrana uğramışlardır.) büyük zararlara mâruz kalmışlardır.
Ve (Muhakkak ki onlar sapıtmışlar) dalâlete düşmüşler (doğru yolu bulamamışlardır.) hidâyete eren kimseler olmamışlardır. Artık onlar ne kadar irşada çalışılırsa çalışılsın, yaşantılarındaki fenalıktan dolayı hidâyete ulaşacak kimseler değildirler. Ne fena bir kabiliyet!.
§ İbni Abbas Hazretleri demiştir ki: Arap taif eşinin cahiliye devindeki cehâlet derecesinianlamak istersen En’âm sûresindeki bu âyeti kerimeyi oku!. Şimdi biz de öyle bir cehâlet içinde kalmış bir muhite bilahara ne kadar yüksek bir itikat, ne kadar yüce bir ahlâk dersi, ne kadar yükselmeyi gerçekleştirmeye yetecek bir terbiye doldurmuş olan İslâmiyet’i düşünmeliyiz!. Artık bu kutsî dinin gölgesine sığınarak dünyamızı da âhiretimizi de temine çalışmalı değil miyiz?. Ey Rabbim!. Sen başarılar ihsan buyur. Amin.
Enam Suresi 141. Ayet Meal ve Tefsiri
141. Ve o, o zattır ki, yeryüzüne döşenmiş ve döşenmemiş bostanları ve yiyilmesi muhtelif hurmaları ve ekinleri ve birbirine benzer ve benzemez bir halde zeytin ve nar ağaçlarını yaratmıştır. Onlardan herbirinin meyvelendiği zaman meyvesinden yiyiniz, biçildiği gün de hakkını veriniz ve israfta bulunmayınız, şüphe yok ki, Allah Teâlâ israf edenleri sevmez.
141. (Ve o) Kerem sâhibi Yaratıcı (o zattır ki) öyle muazzam yüce bir mabuddur ki, kendisinin hiçbir eş ve benzeri olmaksızın bütün bu eşsiz eserleri, nîmetleri vücude getirmiştir. Kısacası (yeryüzüne döşenmiş) yukarıya yükselmeyip yer sahasını süslemiş (ve) yeryüzüne (döşenmemiş bostanları) yaratmıştır.
Yukarıya yükselmeyen ekinleri, karpuzları, kavunları, hıyarları vesâir bir nice sebzeleri yarattığı gibi yukarıya yükselen elma, armut, hurma, nar gibi fâideli, hoş manzaralı nice ağaçları da vücude getirmiştir, (yiyilmesi muhtelif) Lezzetleri, fâideli çeşitli (hurmaları ve ekinleri) de o var etmiştir, (ve birbirine benzer ve benzemez) Görünüşleri, mahiyetleri, renkleri, lezzetleri, farklı (bir halde zeytin ve nar ağaçlarını) da (yaratmıştır.) bunlar ne kadar büyük nîmetler!. Bunların kıymetini biliniz, bunların yaratıcısına şükrediniz ve (Onlardan herbirinin meyvelendiği zaman meyvesinden yiyiniz) bunlardan böyle istifâde edebilirsiniz.
Maamafih (biçildiği gün de) meyveler, ekinler yetişip toplanmaya başlanıldığı zaman dabunların (hakkını) lâyık olanlara (verin) bunlardan münasip miktarda fakirlere, zayıflara tesaddukta bulunun (ve israfda bulunmayınız.) bunları lüzumsuz yere harca-mayınız, kıymetlerini biliniz.
Ve bunları tamamen tesaddukta bulunup da kendinizi muhtaç bir halde bırakmayınız. (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ israf edenleri sevmez.) Onların isrâfına râzı olmaz. Her işte orta yoldan, menfaata göre hareketten ayrılmayınız. Sonra bu nîmetlerin değerini bilmemiş, nîmete karşı nankörlük etmiş olursunuz.
§ Bu âyeti kerime, Zekâtın farziyetinden evvel Mekke’i Mükerreme’de nâzil olduğundan bundaki (hak) dan maksat, birçok müfessirlere göre miktarı belirsiz bir tesadduktan ibârettir. Bu gibi nîmetlerden fakirleri de mümkün mertebe yararlandırmak bir insaniyet vazifesidir, İslâm’ın bir merhamet eseridir. Veyahut bundan maksat, ürünlerin usulü dairesinde onda birini veya yirmide birini selâhiyet sahibi makama vermektir.
§ Rivâyete göre Sabit bini Kays adındaki bir zat, beşyüz hurma ağacındaki hurmalarını toplayıp hepsini de fakirlere dağıtmış, kendi evine bunlardan birşey girdirmemişti. Bu hadiseyi müteakip bu âyeti kerime nâzil olmuştur. Vakia böyle cömertlik büyük bir meziyettir. Fakat bir insanın kendisini, aile fertlerini mahrum bırakması da uygun değildir. Böyle israf sayılacak bir hareket ise münasip olmadığından men edilmiştir.
Enam Suresi 142. Ayet Meal ve Tefsiri
142. Ve hayvanlardan yük taşıyanlar! ve serilecek olanları da o yaratmıştır Allah Teâlâ’nın size rızık olarak verdiği şeylerden yiyin ve şeytanın izlerine uymayın. Şüphe yok ki, o sizin için apaçık bir düşmandır.
142. Bu mübârek âyetler, bir takım hayvanların ne gibi hizmetler, faydalar için yaratılmış olduklarına işâret ediyor, ve dört çeşîde ayrılan ehli hayvanlardan hiçbirinin etinin öyle müşriklerin iddia ettikleri gibiharam olmadığını bildiriyor, bunun aksini kabul edenlerin zâlim, cahâlete mâruz, hidayetten mahrum kimseler olduğunu kınama gâyesi ile hatırlatıyor.
Şöyle ki: Ey insanlar!. Cenab’ı Hak bağlan, bahçeleri, çeşitli ağaçları, bitkileri sizin menfaatiniz için yaratmış olduğu gibi daha nice şeyleri (Ve) özellikle (hayvanlardan yük taşıyanlar) deve, at, katır gibi üzerlerine ağırca yükler yüklenilenleri (ve serilecek olanları) tüyleri, kılları, derileri veya kesilmeler itibâriyle yerlere döşenilecekleri (-de o-) Kerem sâhibi Yaratıcı (-yaratmıştır-.) Bunlar ne kadar faydalı nîmetlerdir.
Binaenaleyh (Allah Teâlâ’nın size rızık kıldığı) sizin için ekinlerden, hayvanlardan helâl kılmış olduğu (şeylerden yiyin.) istifâde edin, bunların yaratılması, sizin faydanız ve menfaatınız içindir. Bunları kötüye kullanarak kendinizi günaha düşürmeyin. (Ve şeytanın izlerine uymayın.) o nîmetlerin helâl ve haram olmaları hususunda öyle şeytan yaratılışlı müşriklerin sözlerine bakıp aldanmayınız.
(Şüphe yok ki, o) Şeytan, onun yolunu takib eden herhangi bir fert (sizin için apaçık bir düşmandır.) sizi aldatarak hak ve hakikatten mahrum bırakmak ister. Bir takım hayvanları insanların bir kısmına helâl, diğer bir kısmına haram gösterir, bir kısım hayvanları da putlar adına keserek helâl olmaktan mahrum bırakır.
Enam Suresi 143. Ayet Meal ve Tefsiri
143. Allah Teâlâ Sekiz çift yarattı. Koyundan iki, keçiden de iki, De ki: İki erkeği mi haram kıldı, yoksa iki dişiyi mi? Veya iki dişinin rahimlerinde bulunan yavruları mı? Eğer siz doğru sözlü iseniz, bana bir bilgi ile haber veriniz.
143. (-Allah Teâlâ-) O hayvanları (Sekiz çift -yarattı-.) şöyle ki: (Koyundan) Biri erkek diğeri dişi olmak üzere (iki, keçiden de) biri erkek diğeri dişi olmak üzere (iki.) çift vücude getirmiştir ki, bunların toplamı dört çift eder.
Resûlüm!. O müşriklere, hayvanların bazen erkeklerini, bazen de dişilerini veya onlarındöllerini ona buna haram tanıyan cehâlet sahiplerine (De ki:) Allah Teâlâ bu iki nevî hayvanlardan (iki) cins (erkeği mi haram kıldı) öyle. sizin iddia ettiğiniz gibi yoksa (iki) cins (dişiyi mî) haram kıldı, (veya iki) Haram cins (dişinin) dişi koyunlar ile dişi keçilerin (rahimlerinde bulunan yavruları mı?.) erkek olsun, dişi olsun haram kıldı.
(Eğer siz doğru sözlü) İddianızda sadık kimseler (iseniz bana bir bilgi ile) Allah tarafından haramlıkları bilinen bir emir ile, bir semavî kitab-ı ile, Peygamberlerin bildirmiş olmalarıyle (haber veriniz.) iddianızı öyle isbat ediniz, bakalım. Nerede o!. Bu mümkün mü?. Artık siz öyle helâl ve haram kılmaya nasıl ina-nabiliyorsunuz?.
Enam Suresi 144. Ayet Meal ve Tefsiri
144. Deveden de iki çift, sığırdan da iki çift yarattı de ki: İki erkeği mi haram kıldı, yoksa iki dişiyi mi? Yoksa iki dişinin rahimlerinde bulunan yavruları mı? Yoksa siz Allah Teâlâ bununla size tavsiyede bulunduğu zaman hazır mı idiniz? Artık insanları bilgisizce saptırmak için Allah Teâlâ’ya karşı yalan yere iftirada bulunan kimseden daha zâlim kim vardır? Şüphe yok ki, Allah Teâlâ zâlimler topluluğunu hidâyete erdirmez.
144. Cenâb-ı Hak (Deveden de iki çift) bir kısmı erkek diğer bir kısmı dişi olmak üzere iki çift (sığırdan da) biri erkek diğeri dişi olmak üzere (iki çift -yarattı”) bunları varlık alanına çıkardı. Habibim!. Öyle kendi kendilerine helâl ve haram iddiasında bulunanları susturmak için (de ki:) bu iki nevîden olan iki kısım (erkeği mi) Allah Teâlâ size (haram kıldı, yoksa iki) kısım (dişiyi mi?.) haram kıldı (Yoksa) o (iki) kısım (dişinin rahimleri de bulunan yavruları mı?.) erkek olsunlar olmasınlar haram kıldı, söyleyin bakalım!. (Yoksa siz Allah Teâlâ bununla) Bu tahrim ile (size tavsiyede) mi bulundu da siz o tavsiyede (bulunduğu zaman hazır mı idiniz) de bundan haberdâr oldunuz!.
Siz Yüce Peygamberlerin beyanlarınainanmıyorsunuz ilâhî huzurda bulunup onun emirlerini, tavsiyelerini kabul etmek ise sizin için elbette mümkün değildir. O halde nasıl oluyor da böyle bir helâl ve haram kılma iddiasında bulunuyorsunuz?.
(Artık) Ey putperest câhiller!, (insanları bilgisizce) öyle bir haramın Cenâb-ı Hak’tan sadır olduğunu bilmeksizin (saptırmak için Allah Teâlâ’ya karşı yalan yere iftirada bulunan kimseden daha zâlim kim vardır?.) elbette ki, en zâlim, bu gibi iftiracı olan kimsedir.
(Şüphe yok ki. Allah Teâlâ zâlimler topluluğunu hidâyete erdirmez.) Artık zulmün en son gayesine varmış olan öyle iftiracılar, nasıl hidâyete nâil olabilirler?. Onlar, küfr ve şirkin karanlıklarından kurtularak imân nuruna kavuşamazlar. Çünki onlar bu imâna olan tabii yeteneklerini zâyetmişlerdir.
Enam Suresi 145. Ayet Meal ve Tefsiri
145. De ki: Bana vahy edilmiş olan da, yiyecek bir kimseye yiyeceği haram kılınmış bir taam bulamıyorum. Meğer ki ölü veya akan kan veya domuz eti ki, bu şüphesiz bir murdar şeydir veyahut bir fısk ki üzerine Allah’tan başkasının ismi zikiredilerek kesilmiş bulunur. Bununla beraber her kim yemek zorunda kalırsa başkasına zarar vermeksizin ve haddi aşmaksızın bunlardan yiyebilir Çünki senin Rabbin şüphe yok ki, bağışlayan, esirgeyendir.
145. Bu âyeti kerime, yenilmesi helâl ve haram olan şeyleri beyan ederek câhiliyet devri insanının bu husustaki iddialarını şöylece yalanlamaktadır.
Resûlüm!. Kendi asılsız sözleriyle bir takım şeylerin helâl ve haram olduğunu iddia eden câhillere (De ki: Bana vahy edilmiş olanda) Kur’an-ı Kerim’de o ilâhî bir vahiyden ibârettir. Birşeyin helâl ve haram olması ise, ancak öyle bir ilâhî vahiy ile ortaya çıkar. (yiyecek bir kimseye) erkek olsun olmasın herhangi bir şahsa (yiyeceği haram kılınmış birşey bulamıyorum.) öyle sizin iddia ettiğiniz gibi bazı yiyeceklerin, hayvan ellerinin kadınlara haram olduğuna dâir birhüküm bulunmamaktadır.
(Meğer ki,) O yiyecekleri şey (ölü) yani: Meşrû bir şekilde kesilmeksizin hayatı sona ermiş bulunsun. Bundan balık ile çekirge müstesnadır. Bunlar kesilmeden ölseler de etleri haram olmaz, (veya akan kan) olsun. Damarlardan çıkıp serpilen, ceryan eden kanlar gibi bulunsun. Bundan kara ciğerle akciğer müstesnadır. Gerçi bunlar da kan ise de bunlar akmaz bir haldedirler. Bunlar katı oldukları için adetâ kan mahiyetinden ayrılmışlardır, (veya domuz eti ki, bu şüphesiz bir murdar şeydir.) Yaratılıştan pistir, necasetler! yer durur. Böyle murdar, zararlı olan herşey ise dinî bakımdan zâten haram bulunmuştur.
(Veyahut bir fısk ki, üzerine Allah’tan başkasının ismi zikredilerek kesilmiş bulunur.) Putların adları zikredilerek boğazlanmış olur. İşte bunların yenilmesi haramdır. Bunların bu haramlığı ilâhî vahye dayanmaktadır. (Bununla beraber) Bu hususta da dinî bir izin vardır.
Şöyle ki (her kim yemek zorunda kalırsa) kendisine açlık isâbet edip de başka yiyecek helâl, birşey bulamazsa ve öyle açlığı devam ettiği takdirde öleceğinden korkarsa o halde kendisi gibi yemek zorunda olan bir şahsın hakkına (tecâvüz etmeksizin) onun elinden öyle hayâtını kurtaracak bir yiyeceği almaksızın (ve haddi aşmaksızın) zarûret miktarını geçmeksizin hayatını kurtaracak derecede (bunlardan yiyebilir.) bundan mes’ul olmaz, buna müsaade vardır, bu ilâhî bir merhametin eseridir. (Çünki senin Rab’bin şüphe yok ki gafurdur) Bunu yemekten dolayı hesâba çekmez ve (râhimdir.) öyle yemek zorunda olanlara o haram şeylerden istifâde etmelerini mübah kılmıştır.
§ Ehli eşek, köpek, kedi gibi azı dişleri olanlar, ayı, kurt gibi vahşi hayvanlar ve pençe sâhibi olan kuşlar da haramdır, etleri yenilemez. Bunlar zararlıdır, pistir, bir nevi necis veya Allah’a karşı gelme gibidir. Bu sebeble bunlar da bu konudaki haram kılmaya dahildirler. Bunların haklarında ayrıca hadisler de vardır.
Enam Suresi 146. Ayet Meal ve Tefsiri
146. Ve Yahudi’ler üzerine her tırnaklı hayvanı haram kıldık ve onlara sığırdan ve koyundan çıkarılan iç yağlarını da haram kıldık. Ancak bunların sırtlarına veya bağırsaklarına yapışkan olan veya bir kemikle karışan yağlar müstesnâ. Bunu onlara haddi aştıkları için bir cezâ olarak yaptık. Ve şüphe yok ki, biz elbette doğru söyleyeniz.
146. Bu mübârek âyetler, Yahudi’ler için vaktiyle haram kılınmış olan bir kısım şeyleri bildirmektedir. Ve onların yalanlamalarının iltifata değer olmadığına ve kendilerinin lâyık oldukları cezalara işâret etmektedir. Şöyle ki: Bazı yenilecek şeyler bir cezâ olmak üzere Yahudilere haram kılınmıştı. Yahudi’ler ise o şeylerin Nuh ve İbrahim Aleyhisselâm zamanından beri haram kılınmış olduğunu iddiada bulunurlar.
Cenâb-ı Hak ise onların bu iddialarını red için şöyle buyuruyor: (Ve) özellikle (Yahudi’ler üzerine) kendilerine bir cezâ olmak üzere (her tırnaklı olanı) deve gibi, kuşlar gibi, bir takım yırtıcı hayvanlar gibi şeylerin etlerini (haram kıldık) halbuki, bunların bir kısmı onlara evvelce helâl, bulunuyordu (ve onlara sığırdan ve koyundan -çıkarılan-) onların karınlarını, bağırsaklarını kaplamış olan (iç yağlarını da haram kıldık.) bu hayvanların etleri onlara helâl olduğu halde bu yağları haram kılınmıştır. (Ancak bunların sırtlarına veya bağırsaklarına yapışkan olan) O iç yağları (veya bir kemiğe karışan yağlar) meselâ:
Kuyruk kemiğine bitişik bulunan, kabaca etler ile birleşen yağlar (müstesnâ.) onlar haram kılınmamıştır. (Bunu) Bu haram kılmayı veya bu cezâyı (onlara haddi astıkları için) meselâ haksız yere Peygamberleri öldürdükleri ve insanların mallarını yedikleri için, yasak olan faizden kaçındıkları için, böyle sebeblerden dolayı (bir cezâ olarak yaptık.) onlar böyle bir cezâyı hak etmişlerdir. (Ve şüphe yok ki, biz elbette doğru söyleyeniz.) Onların zulümleri ve haddi aşmaları yüzünden öyle cezalara mâruz kalmış olmalarına aitbeyanlarımız elbette tamamen doğrudur, gerçek duruma uygundur.
Enam Suresi 147. Ayet Meal ve Tefsiri
147. İmdi Seni yalanlarlarsa de ki: Rabbiniz geniş bir rahmet sahibidir. Fakat onun azâbı da günahkâr olan bir topluluktan uzaklaştırılamaz.
147. Resûlüm!. Yahudi’ler, haklarında sana verdiğim bu gibi malûmattan dolayı (Seni yalanlarlarsa) öyle bir takım yasaklanmış şeylerin eski zamandan beri haram olduğunu iddiada bulunurlarsa veyahut bir takım müşrikler, öyle helâl ve harama ait beyan ettiğin hükümlerden dolayı seni yalanlamaya, peygamberliğini inkâra cür’et gösterirlerse onlara (de ki: Rab’biniz geniş bir rahmet sahibidir.) sizi böyle yaptığınız her günahtan dolayı hemen hesâba çekmeyi? bazı günahlarınızdan dolayı lâyık olduğunuz cezâyı tehir eder. Maamafih buna aldanmayınız, bu bir mühlet vermedir, ihmâl etmek değildir.
Bundan istifâde ederek uyanınız tövbe ve istiğfar ediniz. (Fakat onun azâbı da günahkâr olan bir topluluktan) tamamen (uzaklaştırılamaz.) elbette birgün onları yakalar, ona kimse mâni olamaz. Binaenaleyh bir cezâ olmak üzere bazı güzel ve temiz şeylerin haram edilmiş olduğu da inkâr edilemez. Evet… Cenâb-ı Hak, itaatkâr kulları hakkında merhameti pek geniştir. Suçlular hakkında da şiddetli bir cezâ vermeğe kadirdir. Artık uyanmalı, inkârdan vazgeçmeli; Hak Teâlâ’nın merhamet ve şefkatine sığınmalıdır, İnsanlık için bundan başka kurtuluş çaresi yoktur.
Enam Suresi 148. Ayet Meal ve Tefsiri
148. Müşrik olanlar elbette diyeceklerdir ki: Eğer Allah dilemiş olsa idi biz de şirke düşmezdik, babalarımız da ve ne de birşeyi haram kılardık. Onlardan evvelkiler de böyle yalanlamışlardı nihâyet azâbımızı tattılar. De ki: Sizin yanınızda ilimden birşey var mı? Onu bize çıkarsanıza. Siz zandan başka birşeye tâbi olmuyorsunuz ve siz ancak yalan yanlıştahminlerde bulunanlardan başka değilsiniz.
148. Bu mübârek âyetler, müşriklerin ileri sürecekleri mâzeretlerin asılsız olduğunu, iddialarının bir ilme, bir delile dayanmadığını bildirmektedir, Cenâb-ı Hak’kın ise en açık, en sağlam delile sâhip ve kulları üzerinde dilediği gibi tasarrufa kâdir olduğunu beyan buyurmaktadır.
Şöyle ki: (Müşrik olanlar) Kendilerine, işlemiş oldukları küfr ve şirkten dolayı bir azabın gelmeyeceğini isbat için (elbette diyeceklerdir ki: Eğer Allah Teâlâ) bizim böyle müşrik olmayıp Allah’ı birleyen kimseler olmamızı ve birşeyi haram kılmamamızı (dilemiş olsaydı biz de şirke düşmezdik, babalarımız da) şirke düşmezlerdi (ve ne de birşeyi haram kılardık.) binaenaleyh bizim bu şirkimiz ve bazı şeyleri haram kılmamız; Allah’ın dilemesinin bir neticesidir.
Artık biz bunlardan dolayı neden sorumlu olalım ve azap görelim?. (Onlardan) O câhil müşriklerden (evvelkiler de) onlar gibi câhil, müşrik babaları, dedeleri de kendilerinin sorumlu olacakları ve azap görecekleri hakkındaki dinî ihtarları (yalanlamıştı.) onlar da küfürlerinde böyle israr edip durmuşlardı. (Nihâyet azâbımızı tatlılar.) Allah’ın kahrına uğrayıp gittiler, tufan hadiseleri ve diğer felâketler tarihen sabit birer hakikattır.
Eğer bu iddialar doğru olsaydı onlar öyle azaplara felâketlere uğrarlar mıydı?. Resûlüm!. O câhillere (De ki: Sizin) bu iddialarınızın doğruluğuna dâir (yanınızda ilimden birşey var mı?.) hangi kuvvetli bir delile dayanarak böyle bir iddiada bulunuyorsunuz?. Allah’ın iradesinin ne şekilde tecelli ettiğini biliyor musunuz ki ona dayanarak kendinizi mazur görüyorsunuz?. Cenâb-ı Hak, sizi zorla, baskıcı bir irâde ile şirke sevketmiş değildir.
Belki sizin kesb ve irâdenizden dolayı hakkınızda küfr ve şirki dilemiş ve takdir buyurmuştur. Evet… Cenâb-ı Hak, insanlığa bir kabiliyet vermiş, onlara imân etmelerini emretmiştir. Fakat kendi ihtiyarlarına göre hareket edipona göre mükâfat ve cezâ göreceklerini beyan etmek için de:
Öyle ise dileyen imân etsin, dileyen inkâr etsin… (Kehf, 18/29) buyurmuştur. Binaenaleyh kendi kudretini, iradesini küfre sarfeden bir kimse hakkında Cenab’ı Hak’kın küfrü yaratması, onun mes’ûliyetten kurtulmasını icab etmez. Belki o kimse, Allah’ın emrine muhalefet etmiş, kendi yaratılışını, iradesini kötüye kullanmış olduğundan dolayı hakkında ilâhî iradenin öyle meydana gelmesine sebebiyet vermiştir.
Artık mes’ûliyetten nasıl kurtulabilir?. Buna dâir bir deliliniz var ise (Onu bize çıkarsanıza?.) ne mümkün!. (Siz) Ey müşrikler!. Bu iddianızda bâtıl bir (zandan başka birşeye tâbi olmuyorsunuz.) sâhipleri için faydalı olmayacak yanlış ve açık delillere muhalif olan bir zan’na dayanıyorsunuz, bunun ne kıymeti olabilir?. (Ve siz ancak yalan, yanlış tahminlerde bulunanlardan) Câhil, Hak’ki yalanlamaya cür’etkâr kimselerden (başka değilsiniz.) artık öyle zanlar sizin için bir delil olamaz.
Enam Suresi 149. Ayet Meal ve Tefsiri
149. De ki: Kesin delil, Allah Teâlâ’ya mahsustur. Eğer o dileseydi elbette hepinizi hidâyete erdirirdi.
149. Resûlüm!. O yanlış düşünen müşriklere (De ki:) artık sizin dâvânız bir delile dayanmadığından bâtıldır. Ancak (Kesin delil) açık delil, son derece sâbit ve kuvvetli kanıt (Allah Teâlâ’ya mahsustur.) işte Kur’an’ı Kerim ve onun tebliğcisi olan Yüce Peygamber böyle birer kesin delildir, birer açık kanıttır. Bunlara bakmayıp da kendi bâtıl kuruntularınıza nasıl itimat edebiliyorsunuz?. Sizin Hak Teâlâya karşı hiçbir deliliniz olamaz.
O Yüce Yaratıcımülkünde istediği şekilde tasarrufta bulunur ve her tasarrufu bir hikmet ve menfaati içermektedir. (Eğer o) Yüce Yaratıcı (dileseydi elbette hepinizi hidâyete <erdîrîrdî.) fakat zorla olan bir hidâyet teklif hikmetine zıt, Allah’ın yüceliğinin tecelli etmesine aykırı olduğundan öyle dilememiştir. Kim kendi kudret ve iradesini hak yola sarfederse Cenâb-ı Hak da onun için hidâyeti nasip buyurur.
Bilâkis kim de kendi iradesini, kudretini kötüye kullanırsa Cenâb-ı Hak da onu lâyık olduğu sapıklığa düşürür. Bunlar bu imtihan âleminin gereğidir. Hak Teâlâ’nın rahmetinin geniş ve azabının şiddetli olması bu suretle tecelli edecektir.
Enam Suresi 150. Ayet Meal ve Tefsiri
150. De ki: Haydi Allah Teâlâ, bunları muhakkak haram kıldı diye şahadet edecek olan şâhitlerinizi getiriniz. Şâyet onlar şâhitlik ederlerse sen onlar ile beraber şâhitlik etme ve âyetlerimizi yalanlayanların ve âhirete inanmayanların arzularına uyma. Ve onlar, başkalarını Rablerine eş tutarlar.
150. Bu âyeti kerime, iddia ettikleri haramlar hakkında delilden mahrum olan müşriklerin bu davalarına doğru bir şâhit getiremeyeceklerini şöylece meydana koymaktadır. Resûlüm!. Öyle bazı şeylerin haram olduğunu iddia eden müşriklere (De ki: Haydi Allah Teâlâ bunları) şu haram tanımakla olduğunuz şeyleri (muhakkak haram kıldı diye şahadet edecek olan şâhitlerinizi getiriniz.) iddianızın doğruluğuna şâhitlik ediversinler.
Heyhat!. Buna şahadet edecek doğru şâhit ne gezer!. (Şâyet onlar şahadet ederlerse) hakikata aykırı olarak şahitlikte bulunmuş olacaklardır. Artık (sen onlar ile beraber şahitlikte bulunma.) onları bırak, kendilerini tasdik etme. Çünki onlar iftirada, yalan yere şahitlikte bulunmuş olacaklardır. (Ve âyetlerimizi yalanlayanların) helâl ve haram hakkındaki Kur’ânî beyanları tasdik etmeyenlerin (ve âhirete inanmayanların arzularına uyma) öyleinkârcıların, Allah’ın kitabı ile sâbit hükümleri kabul etmeyenlerin eğilimlerine istek ve arzularına asla iltifatta bulunma.
(Ve onlar) Öyle câhil, bâtıl inançlı kimselerdir ki (başkalarını Rablerine eş tutarlar.) Kâinatın Yaratıcısına kendi putlarını, âciz mahlûkları ortak tanırlar, öyle bozuk, akıl ve fikire aykırı olan iddialarda bulunup dururlar. Artık öyle Allah Teâlâ’nın âyetlerini yalanlayan, âhiret âlemini inkâr eyleyen ve mahlûklardan bir kısmını Yüce Yaratıcıya eş tanıyan bir topluluğa tâbi olmak nasıl uygun olabilir?.
Enam Suresi 151. Ayet Meal ve Tefsiri
151. De ki: Geliniz, Rabbinizin, üzerinize neleri haram kılmış olduğunu okuyayım: Ona hiçbir şeyi şerik koşmayınız ve ana ile babaya iyilik ediniz. Ve çocuklarınızı yoksulluktan dolayı öldürmeyiniz. Sizi de onları da biz rızıklandırırız. Ve kötülüklere, onlardan açıkça olana da, gizlice olana da yaklaşmayınız ve Allah Teâlâ’nın haram kıldığı herhangi kimseyi de öldürmeyiniz, hak ile olan müstesnâ. İşte bunlar ile size tavsiyede bulunmuştur. Tâki akıllıca düşünesiniz.
151. Bu âyeti kerime, Allah tarafından haram kılınmış olan şeylerin mühim bir kısmını şöylece kapsamaktadır. Resûlüm!. Nelerin haram olduğunu doğru bilmeyen o iddiacılara (De ki: Geliniz!.) bana yöneliniz. (Rab’binizin üzerinize neleri haram kılmış olduğunu) bildiren Kur’an âyetlerini size (okuyayım:) İşte o âyetler ile emrolunuyor ki (Ona) o Yüce Yaratıcıya (hiçbir şeyi ortak koşmayınız.) onun ortak ve benzerden uzak olduğunu biliniz, birliğini tasdik ediniz.
(ve ana ile babaya iyilik ediniz.) Onlar sizin varlığınıza birer sebeptir, hakkınızda şefkatler!, hizmetleri pek fazladır, onların değerini bilip haklarında güzel muameleden ayrılmayınız. (Ve çocuklarınızı yoksulluktan) Fakirlik ve ihtiyaç içinde kalacağınızı düşünmeden (dolayı öldürmeyiniz) öyle merhamete, insaniyete aykırı bir cinâyette bulunmayınız, (sizi de onları da bîzrızıklandırırız.)
Siz rızkınızı kazanabileceğinizden korkarak öyle bir alçaklığa cür’et göstermeyiniz, sizleri rızıklandıran ancak sizlerin yaratıcısıdır, yoksa kendiniz değilsiniz. Takdir edilen rızk ne ise siz ona kavuşursunuz. (Ve kötülüklere) Zinâ gibi livâta gibi rezilliklere ve diğer çirkin, gayrimeşru işlere (onlardan açıkça olanı da gizlice olana da yaklaşmayınız) Kötülüklerin ve diğer günahların âşikâre yapılması da, gizlice yapılması da haramdır, birer edepsizliktir, bunlar insanların gözlerinden gizli kalsa da Cenâb-ı Hak tarafından bilinmektedir.
Allah’tan korkan, onun hükümlerine uymayı bir vazîfe bilen bir kimse nasıl olur da öyle kötülükleri işlemeye cür’et edebilir, onları işlemek değil, yanlarına yaklaşmaya da cesaretle bulunamaz, (ve Allah Teâlâ’nın) Öldürülmelerini (haram kıldığı herhangi kimseyi de öldürmeyiniz) müslüman olmakla veya müslümanların koruması altına girmekle hayatları güvencede bulunan kimselere sui’kastte bulunmayınız. (Hak ile olan) Öldürmek (müstesnâ) meselâ: Bir kimse, mâsum bir şahsı haksız yere öldürürse kısas yoluyla öldürülmeyi hak eder.
Aynı şekilde: Bir kimse imândan sonra dinden dönerek İslâm cemaatından ayrılırsa veya evlendikten sonra zinada bulunursa öldürülmeyi hak etmiş olur. Bu gibi bir sebep bulunmadıkça hiçbir kimsenin hayatına kasdetmek câiz olmaz. (İşte bunlar ile) Bu teklif olunan beş husus ile bir lûtuf ve merhamet olmak üzere Rab’biniz (size tavsiyede) tekitli olarak emir ve tenbihte (bulunmuştur. Tâki) ey mükellef insanlar!. (akıllıca düşünesiniz.) Bu husustaki İslâmî hükümlerin faidelerini, hikmetlerini güzelce tefekkür ederek kendinizi o beyan olunan yasakları, kötülükleri işlemekten men edesiniz. Ne büyük bir ilâhî ikaz!.
Enam Suresi 152. Ayet Meal ve Tefsiri
152. Ve yetimin malına rüştüne kadar yaklaşmayınız, sâdece en güzel bir şekilde yaklaşın. Ve ölçüyü ve tartıyı adâlet üzereyapın. Biz bir kimseyi gücünün üstünde birşey ile mükellef kılmayız ve söz söyleyeceğiniz zaman adâletle bulununuz, isterse, yakınlarınız olsun. Ve Allah Teâlâ’ya verdiğiniz sözü yerine getiriniz. İşte size bunlar ile tavsiyede bulunmuştur. Umulur ki, düşünürsünüz, öğüt alırsınız.
152. Bu mübârek âyetler de uyulması gereken, ve güzel bir şekilde yerine getirilmeleri fikir ve ictihada dayanan beş nevi insanî vazîfeyi beyan ve tavsiye buyurmaktadır. Ve bu nevi vazîfeleri yerine getirmemenin tehlikesini bildirmektedir.
Şöyle ki: Ey veliler, vasîler!. idareniz altında bulununa herhangi bir (Yetimin malına “rüştüne kadaryaklaşmayınız.) yani: Yetim, akil bâliğ, malını idareye kâdir oluncaya kadar onun malını güzelce idâre ediniz, o malı haksız yere sarf etmeyiniz, hattâ böyle bir maksatla yanına bile yaklaşmayınız, reşit olunca da kendisine teslim ederek o yükten kurtulunuz. (Sadece en güzel bir şekilde yaklaşın.) O malı muhafaza etmek veya verimli bir hâle getirmek için harcanması gereken miktar müstesnâ, onu harcayabilirsiniz. (ve ölçüğü ve tartıyı adâlet üzere yapınız.) Bunları yaparken ifrat ve tefritten kaçınınız, dosdoğru adâletli bir şekilde tamamlayınız.
Meselâ: Bir malınızı satarken miktarını, ağırlığını olduğundan fazla göstermeyiniz, bir malı satın alırken de o malın miktarını, ağırlığını olduğundan noksan göstermeğe tenezzül etmeyiniz, böyle hareket, adalete aykırıdır ve haramı istemeye sebeptir. Terazilere, ölçeklere hakkıyla riâyet etmelidir, bir müslüman için öyle maddî, geçici bir menfaat düşüncesiyle gerçeğe aykırı iddiada harekette bulunmak asla câiz olamaz.
(Biz bir kimseyi gücünün üstünde birşey ile mükellef kılmayız) Binaenaleyh böyle tartılan ve ölçülen şeylerde de adalete uymak, insanların gücünün üstünde değildir, bunlara uymamalarından dolayı mazur olamazlar, bunlara uymakla mükelleftirler (ve sözsöyleyeceğiniz zaman) bir hadiseyi haber vereceğiniz veya bir hâdiseye hüküm ve şahitlikte bulunacağınız vakit (adâletle bulununuz) doğruluktan ayrılmayınız, doğrusu ne ise onu söyleyiniz, ona göre hüküm veriniz, şahitlikte bulununuz. (isterse ki,) Lehine veya aleyhine söyleyeceğiniz kimse (yakınlarınız.) akrabanızdan bulunsun, yine doğru söylemekten, hakka riâyetten ayrılmayınız.
(Ve Allah Teâlâ’ya verdiğiniz sözü yerine getiriniz.) Böyle adalete riâyet hususundaki ve diğer dinî hükümlere devam etme hususundaki emirlerine göre hareketten ayrılmayınız, dinen kabul ettiğiniz ve üzerinize almış olduğunuz vazîfeleri yerine getirmeğe çalışınız.
(İşte) Cenâb-ı Hak (size bunlar ile) bu ayrıntılı olarak bildirilen vazîfelerle (tavsiyede bulunmuştur.) tekitli bir şekilde emir ve tenbih buyurmuştur. (Umulur ki, düşünürsünüz -öğüt alırsınız-.) Gerektirdiği şekilde amelde bulunursunuz, ona göre davranışlarınızı güzelce tanzim ederek sorumluluktan kurtulur, mükâfatlara kavuşursunuz.
Enam Suresi 153. Ayet Meal ve Tefsiri
153. Ve şüphesiz ki, bu benim dosdoğru yolumdur. Artık ona tâbi olunuz, başka yolları takib etmeyiniz. Sonra bunlar sizi Cenâb-ı Hak’kın yolundan ayırır. İşte size bununla tavsiyede bulundu. Gerektir ki, siz sakınasınız.
153. (Ve şüphe yok ki, bu) İki âyetteki emir ve yasak veya bu sûredeki Allah’ın birliğine, peygamberliğe, dinî hükümlere dâir beyanlar (benim dosdoğru yolumdur.) benim peygamberlik ve risâletimin hareket yolu budur. Ben bu doğru, ilâhî yolu takip ile mükellef im.
Ey müslümanlar!. (Artık) Siz de (ona) o dosdoğru yola (tabi olunuz) bütün gayretinizle onu takibe çalışınız, (başka yolları takib etmeyiniz.) İslâm dinine aykırı olan yollara, bid’at ve sapıklık yollarına gidivermeyiniz.
(Sonra bunlar) Allah’ın dinine aykırı olan yollar (sizi Cenâb-ı Hak’kın yolundan) kulları için râzı olduğu dosdoğruyoldan, İslâm caddesinden (ayırır.) öyle yanlış, bâtıl yollara meylettirir, sevkeder durur. (İşte) Hak Teâlâ Hazretleri (size bununla) böyle Allah Teâlâ’nın yolunu takip edip diğer yolları terketmekle (tavsiyede bulundu.) emir ve tenbih buyurdu.
(Gerektir ki, siz sakınasınız.) Öyle dağınık küfr ve dalâlet yollarına gidivermekten kaçınasınız. Sizin için başka çare yoktur. Görülüyor ki: İşbu (151 ve 152) inci âyetler şöylece on dinî hükmü kapsamaktadır:
(1) Cenâb-ı Hak’ka ortak koşmamak.
(2) Ana babaya iyilik etmek.
(3) Çocukları fakirlik korkusuyle öldürmemek.
(4) Kötü şeylere yaklaşmamak.
(5) Öldürülmeleri haram olan kimseleri öldürmemek.
(6) Yetimlerin mallarına yaklaşmamak.
(7) Ölçüleri adâletle yapmak.
(8) Tartılan adâletle yapmak.
(9) Söylerken adâletten ayrılmamak.
(10) Hak Teâlâ’ya verilen sözü tutmak. Bunlara on hüküm adı verilmektedir. Bunlar ümmetlerin, asırların değişmesiyle değişmeyecek dinî, medenî; insanî hükümlerdir. İbni Abbas Hazretlerinden rivâyet olunduğu üzere bunlar ile amel edenler hidâyete ulaşır, cennete girerler. Bunları terkedenler de cehenneme gönderilirler.
Binaenaleyh selâmet ve saadete kavuşmayı temenni eden bir cemiyyet için bu yüce esaslara riâyet etmek çok lüzumludur.
Enam Suresi 154. Ayet Meal ve Tefsiri
154. Sonra biz Musa’ya, hükümlerine güzelce riâyet edene kitabı tamamlanmış bir şekilde ve herşeyi ayrıntılı olarak bildirmek ve bir hidâyet ve rahmet olmak için verdik. Tâki Rab’lerinin huzuruna varacaklarına imân etsinler.
154. Bu âyeti kerime, Kur’an-ı Kerim’ininmesinden evvel de beyan olunan hükümleri içeren ilâhî bir kitabın Hz. Musa’ya verilmiş olduğunu onun da bir rahmet ve hidâyet vesîlesi bulunduğunu açıklamaktadır.
Şöyle ki: Ey Muhammed Ümmeti!. Size haramları ve diğer hükümleri bildirdikten (sonra) haber vereyim ki: (biz Musa’ya) da verdiğimiz kitabın (hükümlerine) Musa gibi (güzelce riâyet edene) de öyle iyi ve ihsanda bulunan bir zata da (kitabı) Tevrat-ı şerifi (tamamlanmış bir şekilde) diğer hükümleri de mükemmel olarak kapsayıcı bir tarzda (ve herşeyi) dinî işleri, dünyevî ve uhrevî vazîfelere, bir takım ilâhî hakikatlere ait mes’eleleri (ayrıntılarıyla) bildirmek (ve) o kitabın hükümlerine bağlanıp gösterdiği yolu takib edenlere (bir hidâyet ve rahmet olmak için verdik.)
böyle bir ilâhî kitabı ihsan ettik, (Tâki) onun kavmi bu kitab-ı Kerim sâyesinde itikatlarını düzelterek, amellerini islah ederek (Rablerinin huzuruna) âhiret âlemine (varacaklarına imân etsinler.) Kurtuluşa ulaşsınlar. Ne büyük bir ilâhî lûtuf, İsrail oğulları bundan istifâde etmeli değil miydi?. Ne yazık ki birçokları bu hidâyet yolunu takib etmemişlerdir.
Enam Suresi 155. Ayet Meal ve Tefsiri
155. Ve bu bir kitaptır ki, bunu biz indirdik, mübârektir. Artık ona tâbi olunuz. Ve sakınınız tâki rahmete eresiniz.
155. Bu mübârek âyetler, Tevrat’ın birçok hükmü içeren ilâhî bir kitap olduğunu bildirmekle beraber Kur’an-ı Kerim’in daha tamam ve daha güzel bir şekilde bir nice dinî hükümleri kapsadığını ve binaenaleyh Kur’an-ı Kerim’e daha güzel bir şekilde uymanın lüzumunu bildirmektedir.
Ve böyle bir ilâhî kitabın inmesinden dolayı artık kimsenin cehâletini mazeret makamında ileri sürmesine imkân kalmadığını, böyle kutsî bir kitabın hükümlerine uymaktan kaçınanların pek fazla azap göreceklerini şöylece hatırlatmaktadır.
(Ve bu) Emirleri, yasakları size okunan Kur’an-ı Kerim (bir kitaptır ki) kıymet veyüceliği takdirlerin üstünde bulunan ilâhî bir vahiyden ibârettir ki, (bunu biz) şanı yüce olan (indirdik.) Resûlüme inzal ettik. Bu kitap (mübârektir.) Dünyevî ve uhrevî fâideleri pek çoktur. (Artık ona tâbi olunuz.) Onun bütün hükümlerine riâyet ediniz, (Ve sakınınız.) onun hükümlerine muhalefetten kaçınınız, (tâki rahmete eresiniz.) ilâhî merhamete ulaşasınız, dünyada da âhirette de selâmet ve saadete kavuşasınız.
Enam Suresi 156. Ayet Meal ve Tefsiri
156. Demeyesiniz ki, kitap ancak bizden evvel iki tâifeye indirilmiştir ve biz onların okumasından şüphesiz ki, habersizdik.
156. Ve bu kitab-ı Kerim, Ey Son Peygamber’in imâna dâvet ettiği insanlar!. Size Allah tarafından ihsan buyurmuştur (Demeyesiniz ki) ne yapalım, bizim kitabımız yoktu (kitap ancak bizden evvel iki tâifeye) Yahudi ve Hırıstiyan milletine (indirilmiştir) bizim ise onlar ile alâkamız yoktur.(ve bîz onların okumasından) Onların hakikatini anlamaktan (şüphesiz ki habersizdik.) onların mahiyetini bilemiyorduk, onlar bizce anlaşılmış ve sâbit olmuş değildi.
Enam Suresi 157. Ayet Meal ve Tefsiri
157. Yahut demeyesiniz ki, eğer bize kitap indirilmiş olsa idi, elbette biz onlardan daha fazâ hidâyete ermiş olurduk. İşte size Rabbinizden açık bir delil de geldi, hidâyet ve rahmet de. Artık Allah Teâlâ’nın âyetlerini yalanlayandan ve ondan yüz çevirenden daha zâlim kimdir? Biz âyetlerimizden yüz çevirenleri elbette böyle yüz çevirmeleri sebebiyle azabın en kötüsü ile cezâlandıracağızdır.
157. (Yahut) da Ey Son Peygamberin yaydığı İslâm dinini, kabul ile mükellef olan insanlar!, (demeyesiniz ki: Eğer bize) De (kitap indirilmiş olsaydı, elbette biz) onun bütün hükümlerine hakkıyle riâyet ederek (onlardan) o iki kavimden (daha fazla hidâyete ermiş olurduk.) Artık böyle iddialara selâhiyetiniz kalmamıştır. (İşte size Rab’bînizden açık bir delil de geldi) açık bir delil olan Kur’an’ı Kerim ihsan olundu(hidâyet ve rahmet de) geldi.
O Kur’an-ı Kerim’in hükümleri hidâyet ve rahmet kaynağıdır. Onlara riâyet edenler sapıklıktan kurtulur hidâyete erişir. Azaptan uzaklaşarak ilâhî rahmete kavuşur. (Artık Allah Teâlâ’nın âyetlerini yalanlayandan) herhangi bir hükmünü inkâr etmeye ve küçümsemeye cür’et gösterenden (ve ondan) insanların yüzlerini (çevirenden.) o ilâhî kitabın hükümlerini kabulden kaçınarak insanlara da kaçınmayı gösterenden (daha zâlim kimdir?.) öyle bir kimse hem sapıtan hem de saptırandır. Artık (Biz âyetlerimizden yüz çevirenleri) onların hükümlerine riâyetten insanları men’e cür’et gösterenleri, öyle sapıklıkla saptırmayı bir arada bulunduranları (elbette böyle yüz çevirmeleri) saptırmaları (sebebiyle azabın en kötüsü ile) en şiddetli olamyle (cczâlandıracağızdır.) onlar bu kötü, çirkin hareketlerinin cezalarına şüphe yok ki, kavuşacaklardır.
Ne elem verici bir âkibet!. Kısacası!. Bütün insanlık için en son ve en muazzam bir ilâhî kitap olan yüce Kur’an indirilmiştir, artık kimsenin cehâletini bahane ederek itizarda bulunmasına mahal kalmamıştır. Bu mübârek kitabın bütün hükümlerine uymak icab etmektedir. Binaenaleyh her insan, öyle korkunç bir âkibete uğramamak için inancını ahlâkını düzeltmelidir, hiçbir kimsenin dinî, ahlâkî terbiyesini bozmaya cür’et etmemelidir, insanlık için şeytanî bir numune olmamalıdır. Belki dindar, fazîletli, hayrı tavsiye edici bir hidâyet rehberi olmaya çalışmalıdır, İnsan ancak bu sâyede selâmet ve saadete nâil olur. Başka çare yoktur.
Enam Suresi 158. Ayet Meal ve Tefsiri
158. Onlar başka değil, kendilerine Meleklerin gelmesini veya Rabbin gelmesini veya Rabbin bazı âyetlerinin gelmesini bekliyorlar. Rabbin bazı âyetlerinin geleceği gün evvelce imân etmemiş veya imanında bir hayır kazanmamış olan şahsa imânı fayda vermez. De ki:Bekleyiniz ve biz de şüphe yok ki bekleyicileriz.
158. Bu âyeti kerime, kendilerine kitap indirilmesini isteyen dinsizlerin kitap indirime de imân etmeyeceklerini ve onlara istedikleri bazı mücizelerin ortaya çıkması durumunda ise artık imâna gelmelerinin kendilerine bir fâide vermeyeceğini ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: (Onlar) O ilâhî âyetleri yalanlayanlar, imân etmezler. Onlar (başka değil, kendilerine) ruhlarını almak için veya kendilerine azap etmek için (Meleklerin gelmesini) bekliyorlar.
(veya Rab’bin gelmesini) Gözlûyorlar. Hâşâ mekân ve zamandan, gelip gitmeden uzak olan Kâinatın yaratıcısının kendilerine gelip görünmesini veya haklarında azâba dâir ilâhî bir emrin ortaya çıkmasını bekliyorlar. (veya Rab’bin bazı âyetlerinin gelmesini) Kıyâmetin vukû bulacağına alâmet olan şeylerden bazılarının; meselâ güneşin batı tarafından doğması gibi hâdiselerin meydana gelmesini (bekliyorlar.) onlar kendi iddialarınca o vakit imân edecekler.
Bu çok uzak!. Resûlüm!. Onlara hatırlat ki; (Rab’bin bazı âyetlerinin geleceği gün) Meselâ Deccalın veya Dabbetülardın ortaya çıkacağı zaman artık bu hâdiseden (evvelce imân etmemiş veya imanında bir hayır kazanmamış) evvelce tevbe ve istiğfarda bulunmamış (olan şahsa) bu sonraki (imânı) tevbesi (fayda vermez.) bunlar kabul edilmez. Çünki böyle bir imân ve tevbe, irâde ile gayba imân ve tevbe mahiyetinde bulunmamış belki zora dayanmış olur.
Resûlüm!. O inkârcılara (De ki:) o istediğiniz bazı alametlerin ortaya çıkışını (Bekleyiniz) onlar elbette ergeç zuhur edecektir, (ve biz de şüphe yok ki, bekleyicilerdeniz) Onların ortaya çıkacağı muhakkaktır. Vaktiyle imân etmiş olanlar o zaman kurtuluşa ereceklerdir. Bilâkis o zamana kadar inkârcı olarak kalanlarda ebedî zarara uğrayacaklardır.
§ Ashâbı kiramdan Huzeyfe ve Berra İbni AzibHazretleri demişlerdir ki: Biz kıyameti tartışıyorduk, Rasûlü Ekrem Hazretleri teşrif ettiler, ne konuşuyordunuz, diye sual buyurdular, kıyameti konuşuyorduk, dedik. Buyurdular ki: Kendisinden evvel on alâmet görülmedikçe kıyâmet kopmaz. O alâmetler işe şunlardır:
(1) Bir duhanın = dumanın zuhuru ki, kırk gün devam edecektir.
(2) Dabbetülarz = yerden çıkacak garip bir hayvan ki, insanlar ile konuşacaktır.
(3) Doğu tarafından bir hasefin yani yer batmasının meydana gelmesi.
(4) Batı tarafından bir yer batmasının meydana gelmesi.
(5) Arap yarımadasında bir yer batmasının meydana gelmesi.
(6) Deccalın, rablık iddiasında bulunan ve yavaş yavaş helâke sürüklenmek üzere bazı hârikalar gösterecek bir şahsın meydana çıkması.
(7) Güneşin geçici olarak batıdan doğması.
(8) Yecüc ve Mecüc adında iki kabîlenin yeryüzüne dağılarak bozmaya çalışması.
(9) Hz. İsa’nın gökten yeryüzüne inmesi ve bir müddet daha yaşayıp Hz. Muhammed’in şeriatı ile amel etmesi.
(10) Aden tarafından müthiş bir ateşin ortaya çıkması. Bu on alâmete “kıyâmet alâmetleri” denilmektedir. Bunlara dâir kelâm ilminde tafsilât vardır, hepsi de Allah’ın kudretine göre mümkündür, vuku bulacaklar! da birçok muteber hadisler ile sâbittir. Artık bunları inkâra veya şahsî bir şekilde tevile dinî bakımdan müsaade edilemez.
§ İmamı Ahmet ile Tirmizî Ebu Hüreyre Radiallahü anhdan şöyle rivâyet etmişlerdir: Üç şey vardır ki, onlar ortaya çıkınca artıkevvelce imân etmemiş olan şahsa imân etmesi fâide vermez, onlar ise güneşin batıdan doğması ve Deccal ile Dabbetülardin çıkışıdır.
Enam Suresi 159. Ayet Meal ve Tefsiri
159. Şüphesiz o kimseler ki, dinlerini parça parça ettiler ve muhtelif guruplara ayrıldılar. Sen hiçbir şeyde onlardan değilsin. Onların işleri ancak Allah’a aittir. Sonra onlara ne yaptıklarını haber verecektir.
159. Bu mübârek âyetler, ayrılığın, birleşmemenin kötü âkibetini bildirerek insanları bid’atlere, arzu ve isteklerine uymaktan, ihtilâflara düşmekten, birbirine düşman gumplara ayrılmaktan sakındırmaktadır. Ve kötülükleri işleyenlerin birer misli cezâya uğrayacaklarını bildirmekte iyiliklerde bulunanların da onar misli mükâfatlara nâil olacaklarını şöylece müjdelemektedir. (Şüphesiz o kimseler ki) O milletler ki (dinlerini parça parça ettiler.) dinlerinin bazı hükümlerini kabul, bazılarını reddettiler, dinî esasları kendi arzularına göre yorumlaya cür’et gösterdiler.
Ve bazı milletler, meleklere taptılar, onları Allah Teâlâ’nın kızları sandılar, bazı milletler de putlara taptılar onları, haklarında birer şefaatçi sandılar. Mecusiler de ışığı da, karanlığı da birer ilâh tanıdılar. Bazı kimseler de dinin hükümlerine muhalif ictihatlarda bulundular, mânâları açık âyetleri bırakıp müteşabihata tâbi oldular, bir takım kimseler de maddî bir mefaat, bir gaye uğrunda dinin emirlerine muhalif hareketlerde bulunmadan çekinmediler (Ve muhtelif guruplara ayrıldılar) birbirine karşı düşmanca birer vaziyet almış, birbirine kâfir demeye ve saptırmaya başlamış oldular, aralarında birlikten, dayanışmadan, sevgi ve samîmiyetten eser kalmamış bulundu.
Fakat ey Rasûlü Ekrem!. (Sen hiçbir şeyde onlardan değilsin.) Sen onların inançlarına, hareketlerine tâbi olmayıp çağdaşın olanlara lâzım gelen dinî hükümleri tebliğ etmiş, onlarıbizzat irşada çalışmış olduğun için onların o kötü hâllerinden sorumlu değilsin, sen peygamberlik vazîfeni yerine getirmiş bulunuyorsun. (Onların işleri ancak Allah’a aittir.) Cenâb-ı Hak, onların hak etmiş oldukları cezaları vermeğe kadirdir. Onların haklarında ilâhî hikmeti gereğince yüce irâdesi tecelli eder.
Onları dilerse daha dünyada iken hesaba çeker, onlara karşı cihat ilân edilmesi için sana emreder, müsaade verir. (Sonra onlara) Dünyada rken (ne yaptıklarını) Allah Teâlâ’nın emirlerine nasıl muhalif hareketlerde bulunup durduklarını, âhiret gününde (haber verecektir.) onları o yaptıklarının cezalarına kavuşturacaktır. Artık her insan, bu gibi bir akibeti düşünerek daha dünyada iken hâlini düzeltmeli, mükâfatlara vesîle olacak güzel amellerde bulunmalı değil midir?.
Enam Suresi 160. Ayet Meal ve Tefsiri
160. Her kini bir iyilik ile gelirse kendisi için onun on misli vardır. Ve her kim bir kötülük ile gelirse o ancak onun misli ile cezalandırılır. Ve onlar zulme uğramazlar.
160. (Her kim) herhangi bir mü’min (bir iyilik ile) âhiret âlemine (gelirse kendisi için) ilâhî bir lûtuf olmak üzere (onun) o yaptığı iyiliğin, güzel amelin en az (on misli.) sevap vardır. (Ve her kim bir kötülük ile gelirse) Dinin yasaklarından birini işlemiş olursa âhirette (o ancak onun misli ile cezalandırılır.) o kötülüğün dengi olan bir azâba çarptırılır. (Ve onlar) Sevaplarının eksilmesi ve cezalarının arttırılması suretiyle (zulme uğramazlar.) haklarında adalete aykırı bir muamele yapılmaz.
Meselâ: Bir müslüman bir günah işlerse onun dengi bir cezâyı hak etmiş olur. Cenâb-ı Hak aff etmezse yalnız o cezâya uğrar çünkü bir müslüman, yaptığı günahın devamını istemez, ondan kurtulmak arzusunda bulunur. Bu cihetle yalnız bir misli cezâyı hak etmiş bulunur. Fakat bir müslüman, bir ibâdette, güzel bir muamelede bulunursa bunun karşılığında ilâhî bir lutuf olarak en az on katmükâfata kavuşur. Bir kâfirin yapacağı herhangi bir muamele ise dinî bir mahiyeti taşımamaktadır.
Binaenaleyh o muameleden dolayı dünyada bir mükâfata ulaşsa da âhirette ulaşamayacaktır. Küfürle yan yana olan bir muamele, bir ibâdet, bir itaat sayılamaz. Fakat onun küfrü kendi azim ve kanaatine göre dâimidir, dünyada ebediyen yaşayacak olsa o kanaatte bulunacağına karar vermiş bulunmaktadır. Binaenaleyh onun bu kararı sonsuz olduğundan onun azâbı da sonsuz bulunacaktır. Bu cihetle aralarında bir eşitlik vardır.
Enam Suresi 161. Ayet Meal ve Tefsiri
161. De ki, şüphe yok ki Rabbim beni doğru bir yola, dosdoğru bir dine. İbrahim’in hânif olan dinine hidâyet buyurdu. Ve o ortak koşanlardan olmuş değildi.
161. Bu mübârek âyetler, asıl doğru yolun İslâm dininden ibâret olduğunu ve Cenab’ı Hak’kın ortak ve benzerden uzak olup bütün ibâdetlerin ona yapılacağını ve bütün mahlûkların varlık ve yokluğunun onun kudretiyle meydana geldiğini şöylece bildirmektedir:
Resûlüm!. Öyle ayrılığa düşmüş, Allah’ın birliğini terketmiş olan câhillere (De ki, şüphe yok Rab’bim) o terbiye eden şânı yüce Allah’ım, ilâhî vahyi ile, gizli ve açıktaki eşsiz eserleriyle (beni doğru bir yola) hak’ka kavuşturan bir yola ulaştırdı. Yani: Beni (dosdoğru bir dine) İslâm dinine evet… Hz. (İbrahim’in hânif olan dinine) onun bâtıl dinlerden beri olan din yoluna (hidâyet buyurdu.) beni de öyle bir şeref ve saadete kavuşturdu. (Ve o) Yüce Peygamber (müşriklerden olmuş değildi.) o Allah’ı birleyici idi, bir kadri yüce peygamber idi. Ona mensup oldukları iddiasında bulunan müşrikler ile onun asla bir alâkası yoktu.
Hz. İbrahim’in temizliği, dindarlığı öyle yanlış inanç sâhipleriyle alâkadar olmasına aykırıdır. Bu âyeti kerime, Hz. İbrahim’in dini üzere bulunduklarını iddia eden Kureyş müşriklerin!yalanlamaktadır.
Enam Suresi 162. Ayet Meal ve Tefsiri
162. De ki: Benim namazım, ibâdetlerim ve diriliğim ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah Teâlâ içindir.
162. Resûlüm!. O müşriklere hitâben (De ki: Benim namazım, ibâdetlerim) oruç gibi, hac gibi, kurban vesâire gibi yaptığım ibâdetleri itaatler (ve dirîliğim ve ölümüm) hayat ve ölümüm, bu hallerdeki hayr ve iyiliklerim, ölüm anında imân üzere bulunuşum, bütün varlığım (âlemlerin Rab’bi olan Allah Teâlâ içindir.) hepsi de onun birer ihsanıdır, hepsi de onun ilâhî zâtına samimi bir şekilde kulluğu arzetmek içindir. Böyle bir samimiyetle yapılmayan bir ibâdet ve itaat ise zâten kabüle lâyık değildir.
Enam Suresi 163. Ayet Meal ve Tefsiri
163. Onun bir ortağı yoktur. Ve ben bununla emrolundum ve ben Müslümanların ilkiyim.
163. (Onun) O Yüce Yaratıcının hiçbir hususta (bir ortağı yoktur.) o ortak ve benzerden uzaktır. Bütün ibadetlerimiz yalnız onun ilâhî zâtına aittir. Ona kimse ortak koşulamaz. (Ve ben bununla emrolundum.)
Ben böyle birlemekle, böyle samîmî ibâdetlerle, ve Cenab’ı Hak’kın birliğini ümmetime telkin etmekle mükellefim (ve ben müslümanların) rahmete erişen bu ümmetten İslâmiyet’i ilk kabul eden ve Allah Teâlâ’nın emirlerine uyan zatların (ilkiyim.) ben bu müslüman olma şerefine Allah’ın vahyi ile kavuşmuş, sonra bunu ümmetime telkin etmiş bulunmaktayım.
§ Nüsk kelimesi, Cenâb-ı Hak’ka mânevî yönden yaklaşmaya vesîle olan herhangi bir ibâdet ve itaattir. Kurban mânâsında kullanıldığı da bilinmektedir.
Enam Suresi 164. Ayet Meal ve Tefsiri
164. De ki: Ben Allah Teâlâ’dan başka bir rab’mi ararım ki, o herşeyin Rabbidir. Ve herkesin kazanacağı günah ancak kendi aleyhinedir. Ve hiçbir günahkâr nefis, başkasının günahını yüklenmez. Sonra dönüşünüz ancak Rabbinizedir. O zaman oRabbiniz kendisinde ihtilafa düşmüş olduğunuz şeyleri size haber verecektir.
164. Bu mübârek âyetler, Cenâb-ı Hak’kın rablığını, rablığına şâhitlik eden ilâhî tasarruflarını bildirmektedir. Ve Allah Teâlâ’nın birliğini rablığını tasdik edenleri rahmet ve mağfiret ile müjdelemekte, inkâr edenleri de azap ile korkutmakta ve sakındırmaktadır.
Şöyle ki: Resulhum!. Cenab’ı Hak’ka bir takım yaratıkları ortak koşan ve başkalarını da öyle bir şirke dâvete cür’et eyleyen câhil müşriklere (De ki: Ben Allah Teâlâ’dan başka bir Rab’mi ararım ki) onu, ibâdet hususunda Cenâb-ı Hak’ka ortak koşayım. Halbuki (o) benim kendsine ibâdet ettiğim,birliğine inanmış bulunduğum Allah Teâlâ (herşeyin Rab’bidir.) sahibidir, mâlikidir, terbiye edicisidir. Onun dışındakiler hep ona muhtaçtır, onun rablığının birer eseridir.
Artık nasıl düşünülebilir ki, onlar mâbudluk hususunda o âlemlerin Rabbinin ortağı olabilsinler. Halbuki, o müşrikler de itiraf etmektedirler ki, o ortak koştukları şeyleri de yaratan, besleyen Âlemlerin Rabbi Allah’tır. Evet… Putlara tapanlar da, itiraf etmektedirler ki, gökleri, yerleri ve bunlardaki bütün varlıkları ve o putları yaratan, Allah Teâlâ’dır.
Yıldızlara tapanlar da itiraf etmektedirler ki, bu yıldızların yaratıcısı, icad edeni ancak Yüce Allah’tır. Yezdân ile Ahremen’in, yani şeytanın mâbudluğuna inananlar da itiraf etmektedirler ki, şeytanları yaratan da yine Allah Teâlâ Hazretleridir.
Hz. Mesih’in ve meleklerin mâbudluğuna inananlar da itiraf etmektedirler ki, bunların da ve bütün Kâinatın Yaratıcısı ancak Yüce ve Mukaddes olan Allah’tır. İşte bu dört kısım müşrik tâifeden herbiri de yaratıcılığın, rablığın Allah Teâlâya mahsus olduğunu itiraf edip durmaktadırlar. Artık böyle mahlûk olan, Cenâb-ı Hak’kın birer kudret eseri bulunan şeyler, mâbudluk sıfatına nasıl sâhip olabilir ki, onları birer mabut edinmek uygun olabilsin. Hiç terbiye edilenin terbiye edene, yaratılmışınyaratıcıya, kölenin sâhibine ortak olması aklen düşünülebilir mi?.
Binaenaleyh Allah Teâlâ’dan başkasını mabut edinmek, bozuk bir davranıştır, bâtıl bir din inancıdır. (Ve) Şunu da bilmelidir ki (herkesin kazanacağı -günahancak kendi aleyhinedir.) Müşrikler, müslümanlara diyorlardı ki: Siz de bizim yolumuza tâbi olunuz, sizin yapacağınız şeyler bizim üzerimize yazılmış, biz onun sorumluluğunu, üzerimize alırız. Bu âyeti kerime ise onları redediyor, herkesin yapacağı fena şeylerin mes’uliyeti kendi aleyhine yönelir, bu mes’ûliyetten kendisini kurtaramaz olduğunu bildiriyor.
Maamafih o müşrikler diyorlardı ki: Ey müslümanlar!. Siz bize tâbi olunuz, biz sizin üzerinize yazılacak hatalarınızı kıyâmet gününde yükleniriz, onların bu iddialarını red için de buyruluyor ki: (Ve hiçbir günahkâr nefis, başkasının günahını yüklenmez.)
Artık o müşrikler de şirke düşürdükleri kimselerin günahlarını, mes’uliyetlerini tamamen yüklenerek onları azaptan kurtarabilirler mi?. Bu halde kendileri de azap görürler, öyle saptırdıkları kimseler de azap görürler.
Bir kere şunu da düşünmeli ki: (Sonra dönüşünüz ancak Rab’binizedir.) Bu dünya hayatının ardından âhiret hayatı başlayacaktır, bütün mükellef mahluklar Cenâb-ı Hak’kın mânevî huzuruna giderek hesâba çekileceklerdir. (O zaman o Rab’biniz) Olan yüce mâbud dünyada iken (kendisinde ihtilâfa düşmüş olduğunuz şeyleri) onların hayır mı, şer mi, hak mı, bâtıl mı bulunmuş olduğunu (size haber verecektir.) o zaman hakikat tamamen ortaya çıkacaktır, artık o zaman yapacağınız pişmanlıklar size bir fâide vermeyecektir.
Enam Suresi 165. Ayet Meal ve Tefsiri
165. Ve O, O Yüce Yaratıcıdır ki, sizi yeryüzünde halife kıldı. Ve bâzınızı bâzınızın üzerine derecelerle yükseltti, tâki sizi size verdiği şeylerde imtihana tâbi tutsun. Şüphe yok ki, senin Rabbin, cezâsı çabuk olandır. Ve muhakkak ki, o bağışlayan, merhamet edendir.
165. Ey insanlar!. Bir kere Allah Teâlâ’nın hakkınızda olan nîmet ve ihsanını düşünmeli değil misiniz?. Ona başkalarını nasıl ortak koşablirsiniz?. O kerem sâhibi Yaratıcı, sizleri yarattı, nîmetlere kavuşturdu (Ve) özellikle (o, o) Yüce Yaratıcı (dır ki, sizi yeryüzünde halîfeler kıldı.) sizi geçmiş ümmetlere halef kıldı; siz onların yerlerini işgal ettiniz, özellikle Peygamberiniz olan Hz. Muhammed’i, bütün Peygamberlerin sonuncusu kıldı, onun ümmeti olan sizleri de tarihe karışmış olan ümmetlerin yerine getirdi, onların yerlerine geçirip, hâkim kıldı.
(Ve) O kerem sâhibi Yaratıcı (bâzınızı bâzınızın üzerine derecelerle yükseltti.) akıl ve mârifet, şeref ve servet, hâkim ve mahkûm olma itibâriyle cemiyetinizi çeşitli mertebelerde bulundurdu. (Tâki sizi verdiği şeylerde imtihana tâbi tutsun.)
Yani: O hikmet sahibi yaratıcı, sizleri böyle çeşitli tabakalara ayırmış olmakla hakkınızda hikmet gereği bir imtihan ve deneme muamelesi yapmıştır. Bununla itaatkâr olanlar ile, âsi olanlar, nîmetlerin şükrünü yerine getirenlerle getirmeyenler ortaya çıkmış olacaktır. Yoksa Cenâb-ı Hak’ca herşey malûm olduğundan onun herhangi bir kimseyi anlamak için imtihana tâbi tutması düşünülemez.
Böyle bir imtihan. Cenab’ı Hak için kesinlikle gereksizdir. Ancak kullarının fiil ve hareketleri ortaya çıkıp kendilerinin bir itiraza selâhiyetleri kalmaması için onları öyle imtihan sayılacak vaziyetlere, yükümlülüklere mâruz bırakır ki bu durum, bizler için bir imtihan mahiyetinde bulunmuş olur. (Şüphe yok ki, senin Rab’bin) Olan o hikmet sâhibi Yaratıcı, hem (cezâsı çabuk olandır.) onun birliğini, rablığını tasik etmeyen, onun nîmetlerine karşı teşekkür vazîfesini yerine getirmeyen kimseler hakkında onun azâbı pek yakındır, İstediği dakikada onlara azap eder. Ve her gelecek şey yakın demektir.
(Ve muhakkak ki o) Kerem sâhibi Mâbud (bağışlayıcıdır.) mü’min kullarının insanlık gereği yaptıkları günahlarını affeder,bağışlar ve o Yüce Yaratıcı (merhamet edicidir.) bütün mahlûkatı hakkında lûtuf ve yardımı boldur. Özellikle mü’min kulları hakkında ilâhî rahmeti pek fazladır. İşte bu yüce beyanlar hem muazzam bir ilâhî korkutmayı, hem de pek büyük ilâhî bir teşvik ve müjdeyi içermektedir.
Artık uyanmalı, O Yüce Yaratıcının azâbını gerektiren şeylerden kaçınmalı, af ve lütfunu çekecek güzel amellerde bulunmaya çalışmalıdır. Ey âlemlerin Allah’ı!. Cümlemize uyanmalar nasip et, hepimizi af ve lûtfuna ulaşıtr. Peygamber ve Resûllerin sonuncusu hürmetine. Âmin.
.
.
ARAF SURESİ
Bismillâhirrahmânirrahîm
1. Elif, Lâm, Mim, Sad.
1. Elif, Lâm, Mim, Sad: Tabiri hakkında Bakara sûresinin ilk âyetinin tefsirine bakınız. Maamafih bu tâbirin, A’raf Sûresinin bir ismi olduğu da ifâde edilmektedir. İbni Abbas Hazretlerinden bir rivâyete göre de bundan maksat, “Ben bilen Allah’ım” demektir. Bu A’raf sûresinin “Mikat Sûresi”, “Misak Sûresi” gibi başka isimleri de vardır. A’raf sûresi, Mekke’i Mükerreme’de nâzil olmuştur. Ancak (163) üncü âyetten (170) inci âyete kadar olan sekiz âyeti kerimesi Medine’i Münevvere’de inmiştir. A’raf sûresi, inançlara dinî hükümlere dâir birçok esasları içerir ve bir kısım Peygamberlerin kıssalarını, ümmetlerinin hallerini ayrıntılı olarak kapsar. Mühim bir konu teşkil eden A’raf’a dâir âyetleri topladığı için kendisine “A’raf Sûresi” adı verilmiştir. (46) cı âyeti kerimenin tefsirine bakınız!.
2. Bu bir kitaptır ki, bununla korkutasın diye ve mü’minlere bir öğüt olarak sana indirilmiştir. Bundan dolayı senin kalbinde sakın bir sıkıntı olmasın.
2. Bu mübârek âyetler, ne gibi hususlardan dolayı nâzil olduğunu ve Rasûlü Ekrem’in hareket tarzını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Bu) Sûre’i celile (bir kitaptır) K bir kısım kutsî sâhifelerini içermektedir (ki bununla) bu yüce kitap ile bir takım dinsizleri (korkutasın) bu kitaptaki azâba âit âyetler ile onları uyanmaya dâvet edesin (diye ve mü’minleri) de (bir öğüt olarak) bir fâideli, hayrı tavsiye edici bir öğüt mahiyetinde bulunarak, Habibim!. (sana indirilmiştir.) Bu kitabın indirilmesi bu gibi hikmet ve menfaatlara dayanmaktadır. Artık senin vazîfen de bunları ümmetine tebliğetmektir. Onlar bunu güzelce anlayarak aydınlanmaz, bundan istifâde istemezlerse (Bundan dolayı senin kalbinde) vicdanında (sakın) hüzün ve kederden (bir sıkıntı olmasın.) çünki sen vazifeni yerine getirmiş bulunuyorsun. Onların bunu kabul edip etmiyeceğini düşünerek kederli bir halde bulunman icap etmez. Bu âyeti kerime de işâret vardır ki: Bu müslümanların vazîfesi de halkı irşada çalışmaktır, onların kabul etmiyeceklerini düşünerek üzüntüye ümitsizliğe düşmek ve o irşat vazîfesini terketmek uygun olmaz.
3. Size Rabbinizden indirilmiş olana tâbi olunuz ve ondan başka dostlara tâbi olmayınız, siz pek az öğüt alıyorsunuz.
3. Ey mükellef insanlar!. (Size Rabbinizden indirilmiş olana) K hükümlerine ve Rasûlü Ekrem’in sünnetlerine (tâbi olunuz) Hz. Peygamber’in sünnetlerine, emirlerine ve yasaklarına uymakta Cenab’ı Hak’kın emirlerine ve yasaklarına uymaktır. Çünki Kur’an-ı Kerim, bunu ifâde etmektedir (ve ondan başka dostlara tâbi olmayınız) Cenab’ı Hak’tan başkasını, onun hükümlerine muhalif harekette bulunan insan ve cin şeytanlarını birer idareci tanıyarak onların arkalarına düşmeyiniz, onların vesveselerini kabul etmeyiniz. Çünkü onlar insanı saptırırlar, haktan ayırır, bâtıla düşürürler. Kısacası: Selâmet ve hidâyet dairesinde yaşamak isteyenler, İslâm dininin hükümlerine sarılmalıdırlar, onun düşmanlarının sözlerine kıymet verme melidirler. Ne yazık ki, Ey mükellef insanlar!. (siz pek az öğüt alıyorsunuz.) Hakkınızdaki en hayırlı nasihatları tamamen kabul etmiyorsunuz, durumunuzu, geleceğinizi lâikiyle düşünemiyorsunuz. Hiç dünya tarihinden ibret almanız icap etmez mi?.
4. Bir nice ülkeyi helâk ettik ki, onlara azâbımız gece yatarlarken veya gündüzünortasında uyurlarken gelip çatmıştır.
4. Bu mübârek âyetler, eski, isyancı ümmetlerin tarihî hallerine nazarı dikkati çekmektedir. Ve dinî mes’uliyetin umumiyetine ve Cenâb-ı Hak’kın herşeyi hakkıyla bildiğine işâret ederek insanları tehdit edip uyanmaya dâvet eylemektedir. Şöyle ki: Ey insanlar!. Bir kere düşününüz, (Biz nice ülkeleri) nice şehirleri, şehirlerin ahalisini işlenilen küfr ve isyan yüzünden (helâk ettik ki) dünya tarihi bunları tamamen kaydetmiş bulunmaktadır, (onlara azâbımız) Ya (gece yatarlarken) gelmiştir. Nitekim Lût Aleyhisselâm’ın kavmi böyle bir azâba uğramıştır. Veya (gündüzün ortasında uyurlarken) “kaylûle” denilen istirahat uykusuna dalmışlarken (gelip çatmıştır.) nitekim Şuayb Aleyhisselâm’ın kavmi de böyle bir azâb ile helâk olup gitmiştir. Onlar bütün dinsizliklerinin cezâsını öyle gâfilce bir halde yaşarlarken derhal bulmuşlardır. Ne mühim ibret manzaralar!!.
5. Onlara azâbımız geldiği zaman ise onların sözleri: Biz hakikaten zâlim kimseler olmuş idik, demekten başka birşey olmamıştır.
5. (Onlara) O inkârcı, günahkâr cemiyetlere (azâbımız geldiği) felâkelerine dâir alametlerin kendilerine yöneldiğini öğrendikleri (zaman ise) ne kadar fena hareketlerde bulunmuş olduklarını anladılar, dinsizliklerini İtirâfa mecbur oldular, kendi bozuk fikirlerinin, düşüncelerinin bâtıl olduğuna şâhitlik ettiler. Artık (onların sözleri: Biz hakikaten zâlim kimseler olmuş idik, demekten başka birşey olmamıştır.) onlar böyle kusurlarını İtirâf ile pişmanlık göstermekle ilâhî azaptan kurtulmak istediler. Ama ne yazık ki, artık kurtuluş zamanı geçmiş bulunmuştu. Bir fâide bahşeder mi heyhat!. Vaktinde edilmeyen nedamet!.
6. Sonra kendilerine Peygamberler gönderilmiş olanlara mutlaka soracağız ve gönderilenPeygamberlere de elbette soracağız.
6. O inkârcı kavimler, dünyada öyle helâke mâruz kaldıkları gibi asıl âhirette de ebedî’azâba mâruz kalacaklardır. İşte Cenâb-ı Hak buyuruyor ki: (Sonra kendilerine Peygamberler gönderilmiş olanlara) Bütün o geçmiş ümmetlere (mutlaka soracağız) onların hakkında ilâhî delillerin tamam olması ve onların bir mazeret beyan etmeğe selâhiyetli olmadıklarının ortaya çıkması için onlara Allah tarafından sualler yöneltilecek, size Peygamberler gelmedi mi?. Gelen Peygamberlerin davetine icabet ettiniz mi?. Etmediniz mi?. Söyleyin bakalım, denilecektir, (ve gönderilen Peygamberlere de elbette soracağız.) Ümmetleriniz size ne sûretle icâbet ettiler?, diye onların da ifadeleri alınacaktır. Bütün bu sualler, dinsizleri azarlamak içindir, onların alçaklıklarını kendilerine karşı açıklamak hikmetine dayanmaktadır. Yoksa Cenâb-ı Hak, hepsinin bütün hallerini hakkıyla bildiğinden malûmat edinilmesi için böyle bir suale hâşâ ihtiyâcı yoktur. Bu bakımdan bir sual vuku bulmayacaktır.
7. Sonra da onlara yapmış olduklarını bir bilgi ile elbette anlatacağız ve biz onlardan uzak olmuş değil idik.
7. (Sonra da) Böyle bir sorgulamanın ardından (onlara) o Peygamberlere ve oların ümmetlerine (-yapmış olduklarını- bir bilgi ile) onların açık ve gizli hallerini, açıkça ve gizlice düşünüp söylediklerini tam bir bilgi ile kendilerine (elbette anlatacağız) hepsini de onlara haber vereceğiz, (ve bîz -onlardanuzak olmuş değil idik,) Ki, onların o amelleri, halleri bize gizli kalabilmiş olsun. Binaenaleyh onların hakkındaki sualler de durumlarını bilmek için değildir. Belki onların iyi veya kötü hareketlerinin kendilerine karşı da meydana çıkması içindir. Ve Cenab’ı Hak, zaman ve mekâna ihtiyaçtan uzak olarak bütünmahlûklarının hallerini bilmektedir. Ona göre hiç birşey kendisini bir yokluk perdesiyle örtbas edemez. Buna inandık.
8. Tartı da o günde haktır. Artık her kimin tartıları ağır gelirse işte kurtuluşa erenler onlardır.
8. Bu mübârek âyetler, Ahiret hayatındaki sorgulamları ve kimlerin kurtulsa nâil olup olamayacaklarım bildirmektedir. Ve Cenab’ı Hak’kın nîmetlerine karşı lâyıkiyle şükr edilmediğini hatırlatmaktadır. Şöyle ki: Cenâb-ı Hak’kın kudretinin, adaletinin bir büyük tecellisi olmak üzere âhiret gününde bütün insanların dünyada yapmış oldukları amelleri tartılacaktır. Onların dereceleri, mahiyetleri herkese karşı meydana çıkarılacaktır. Binaenaleyh bu amellere mahsus olan bir (tartı da) o ameleri harikulâde bir şekilde tartıya tâbi kılmak ta (o günde) o kıyâmet âleminde (haktır.) sabittir, vukuu muhakkaktır. (Artık) Bu tartma neticesinde (her kimin) herhangi mükellef bir şahsın (tartıları ağır gelirse) hangisinin iyiliklerine ait tartısı, kötülüklerine mahsus tartısından ağır çekerse (işte kurtuluşa erenler onlardır.) sevâba, kurtuluşa ulaşarak selâmete erecek olanlar onlaran ibârettir. Ne büyük bir başarı!.
9. Her kimin de tartıları hafif gelirse onlar da âyetlerimize haksızlık etmiş olmaları sebebiyle kendilerini ziyâna sokmuş kimselerdir.
9. (Her kimin de) Kıyâmet günü (tartıları hafif gelirse) yani: Tartılacak iyilikleri yok veya pek az olup da kötülükleri fazla bulunursa (onlar da âyetlerimize) dünyada yalanlamak sûretiyle (zulum etmiş olmaları sebebiyle) öyle hakka zıt, kutsal değerlere ters, Allah’ın birliğine ait delillere aykırı hareketleri yüzünden kendi temiz yaratılışlarını zâyi ederek (kendilerini zarara sokmuş) kendilerini âhiret âleminde azâba uğratmış (kimselerdir.) Bu gibi tartıları hafif gelecek şahıslardanmaksat, müfessirlerin çoğunluğuna göre kâfirlerdir. Çünkü Allah’ın âyetlerine zulm eden, onları inkâr eden kâfirlerden başkası değildir. Bir kısım günahkâr mü’minler ise tamamen zarara uğramış olmayacaklardır. Onlardan affa uğramayanlar, geçici olarak azap görürlerse de sonra yine selâmete ererek cennete kabul olunurlar.
§ Mizan: Mahşer günü herkesin amelerinin miktarını bildirecek olan bir vasıtadır ki, her şahıs kendi sevap ve günahının miktarını bununla öğrenir, İlâhî adâletin tecellisine vesîle olan bu mizanın mahiyetini Allah’ın ilmine havale ederiz. Maamafih amellerin tartılması hakkında çeşitli görüşler vardır. Müfessirlerin çoğunluğuna göre insanların amelleri dâima melekler vâsıtasıyle bir takım sahifelere yazılmaktadır. Bunlara “amel defterleri” denilir. İşte bu sahifeler bütün yaratıkların gözleri önünde mahiyeti Cenâb-ı Hak’ca malûm bir terâzi ile tartılacaktır. Bu terâzinin bir dili, iki de kefesi vardır. İbni Abbas Hazretlerinden rivâyet edildiğine göre de mü’minlerin amelleri güzel bir sûrette, kâfirlerin amelleri de çirkin bir sûrette görünür. Bu ameller böyle bir sûretle tartılır. Mücahid’e, Dahhak’e ve bir kısım son dönem âlimlerine göre de bu mizandan maksat, ilâhî adalettir. Allah’ın takdiridir. Âhirette Cenab’ı Hak’kın adâleti tecelli edecek, her mükellef mahlûk bu adâletin gereği doğrultusunda ya mükâfat veya cezâ görecektir. Maamafih ilâhî kudret ve adâletin hakkıyla tecellisini mahlûklara göstermek için insan ve cinlere ait amel ve fiillerin birer sûretle terâziye tâbi tutulması asla uzak görülemez. Hergün insanlık muhitinde nice harikulâde kudret eserlerinin keşfine, ortaya çıkmasına şahit olmuyormuyuz?. Seslerimizi, resimlerimizi birer demir parçası zaptetmiyor mu?. Doğuda olan bir kimse, batıda bulunan bir şahsın sesini, yüzünü görüp işitmiyor mu?. Fotoğraf ınızaptedemiyor mu?. İşte bizim için birer ibret ve uyanma örneği olmak üzere vakit vakit ortaya çıkarılan bu hârikalar da bize bir ders vermektedir. Artık Allah’ın kudretiyle amellerimizin herhangi bir suretle mîzâna vurulabileceğini biz nasıl uzak görebiliriz. Allah Teâlâ herşeye kadirdir. Amenna!. Buna inancımız tamdır.
10. Andolsun ki, sizi yerde yerleştirdik ve size orada birçok geçim vâsıtaları meydana getirdik, siz ise pek az şükredersiniz.
10. Ey âdem oğulları!. (Andolsun ki) kudretim hakkı için (sizi yerde yerleştirdik) sizi yeryüzünde ikamete, tasarrufa, servet ve zenginliğe nâil kıldık (ve size orada) yeryüzünde (birçok geçim vâsıtaları meydana getirdik) hayatınızı, idârenizi düzenlemek için çeşitli, ticâret sanat sebebleri yarattık, çeşit çeşit yiyilecek, içilecek nîmetleri var ettik, insanları bunlardan istifâde ettirdik. Artık bu kadar ilâhî lütuflar, ibâdet ve itaatte bulunmanızı, şükür vazîfenizi yerine getirmenizi icap etmez mi?. Ne yazık ki, ey insanlar!, (siz ise) Bu kadar nîmetlere nâil olduğunuz halde (az şükr edersiniz.) bu şükür vazîfesini hakkiyle yapmaya çalışmazsınız. Halbuki, nîmete şükr etmek, nîmetin devamına, daha fazla artmasına vesîle olur. Nîmete karşı nankörlükte nîmetin elden çıkmasına sebebiyet verir. Binaenaleyh dünyada ve âhirette nîmetlerin devamını, artmasını temin için şükür vazîfesini yerine getirmeye çalışmalıdır. Bu da Cenab’ı Hak’kın emirlerine, yasaklarına güzelce riâyet etmekle meydana gelir. Bunlara muhâlefet ise en büyük felâkete sebebtir. İşte şeytanın bu yüzden uğradığı felâket meydanda.
11. Andolsun ki, sizi yarattık, sonra size şekil verdik. Sonra da Âdem’e secde ediniz diye meleklere emir ettik, derhal secde ettiler. Ancak iblis, o secde edenlerden olmadı.
11. Bu mübârek âyetler; Âdem oğlu hakkındaşükür vesîlesi olan Allah’ı yüceltmenin tecellisini göstermektedir. Allah’ın takdirine râzı olmayıp ilâhî emre boyun eğmeyip kibirli bir vaziyet alanların da ne kadar alçaklık ve sapıklığa düşeceklerini bir örnek ile tenbih etmektedir. Şöyle ki: Ey insanlar!. (Andolsun ki) Muhakkak surette biliniz ki (sizi yarattık) yani: Sizin vücude gelmenizi takdir ettik veyahut ilk evvel sizin varlık sebebiniz olan Hz. Adem’i topraktan hayata kavuşturduk (sonra size) sizin o muhterem ilk babanıza güzelce bir (suret verdik.) ona insanlık şekil ve görünümünü ihsan ettik. Hz. Adem’in yaratılmasından (Sonra da Adem’e secde ediniz diye meleklere emir ettik) melekler de bu ilâhî emre uyarak (derhal secde ettiler.) içlerinden hiçbiri bu secdeden kaçınmadı (Ancak) meleklerin arasında bulunup cin tâifesinin ilk babaları bulunan (İblis) kendisini tabiatıyla içine alan bu emre muhalefet ederek (o secde edenlerden olmadı.) ilâhî emre aykırı harekette bulunmak gibi bir alçakça işi işlemekten sakınmadı. Bir görüşe göre âdem oğullarından herbiri kendi babasının döl yatağında yaratılmış, sonra da valdesinin rahminde insan suretini almıştır. Bir nutfa, bir insan sûretinde teşekkül ederek meydana çıkmıştır.
12. Buyurdu ki: Sana emrettiğim zaman seni secde etmekten ne men etti. Dedi ki: Ben ondan hayırlıyım, beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın.
12. Allah Teâlâ İblis’e (Buyurdu ki:) Hz. Adem’e secde .et diye (Sana emrettiğim zaman) ne için secde etmedin?, (seni secde etmekten ne men etti.) İblis te cevaben (Dedi ki: Ben ondan hayırlıyım.) nasıl olur da bir şahsa kendisinden hayırlı olan bir kimse secde eder!. Çünkü Ey Rabbim!. (Beni ateşten yarattın, onu) Adem’i (ise) onun parçalarının çoğunu ise (çamurdan yarattın.) ateş ise parlaktır, yücedir. Çamur ise karanlıktır,alçaktır. İblis bu iddiasiyle kendi cehâletini, alçaklığını göstermiş oldu. Çünkü bir şeyin üstünlüğü, öyle kendisini teşkil eden unsur ile değil, kendisinin ruhundaki, mâhiyetindeki yükseklik itibâriyledir. Ve özellikle Cenâb-ı Hak’kın ona verdiği bir ayrıcalık, bir üstünlük sebebiyledir. Maamafih çamur, sudan, topraktan meydana gelmektedir, su ise hayâtın esâsıdır. Topraklar ise ağaçların, bitkilerin yetişip gelişmesine sebeptir, mütevâzi bir tabiata sahiptir. Ateş ise yakıcıdır, çok kere eşyanın dağılıp mahvolmasına vesîledir. Kendisi de yükselip sönmeğe mahkumdur. Artık ateşin çamurdan her yönüyle üstünlüğü nasıl iddia edilebilir?. Bununla beraber Allah’ın emrine itaat bir vazîfedir. İsterse mükellef olanlar; o emrin hikmetini idrâk edemez olsunlar.
§ Hz. Adem’e secde edilmesinden maksat, bizzat secde değil, belki ona karşı sadece bir saygıdır. Yahut Hz. Adem hakikaten kendisine secde edilen bir varlık olmamıştır. Bu secde yine Cenab’ı Hak’ka aittir, secde edilen ancak Allah Teâlâ’dır, Hz. Âdem ise bir kible mesabesinde bulunmuştur. Maamafih şöyle de deniliyor ki: Hz. Adem’e secde edilmesi, ona karşı eğilmek sûretiyle bir tahiyye secdesinde = du’a ve övgüde bulunmak ve ilâhî emre riâyet için bir saygı göstermekten ibârettir. Bu vesîle ile ilâhî emre uyanlarla uymayanlar belirlenmiş olur.
13. Buyurdu ki: Artık oradan aşağı in, çünkü orada senin için böbürlenmek salâhiyyeti yoktur. Artık çık, şüphe yok ki, sen alçaklardansın.
13. Hak Teâlâ Hazretleri, ilâhî emrine muhalefet eden iblis’e hitâben (Buyurdu ki: Artık oradan) cennetten veya semâdan (aşağıya) yeryüzüne horlanmış olarak (in) sen melekler arasında bulunmak kabîliyetinden mahrumsun (çünki orada) cennette veya melekler topluluğu arasında (senin içinböbürlenmek) Allah’ın emrine karşı büyüklük taslama (salâhîyyetî yoktur.) cennet ve semâ ehline büyüklük taslamak yakışmaz. (Artık) Ey iblis!, (çık) Oradan (şüphe yok ki, sen zelil) kâfir (kimselerdensin.) işte Allah’ın emrine uymayıp onu hafife alan bir kimse böyle horluk ve hakarete mâruz kalır, yüce makamlardan, muhterem zatlar arasından kovulur.
14. Dedi ki: Bana dirilecekleri güne kadar mühlet ver.
14. Bu mübârek âyetler, cenetten kovulan şeytanın kıyâmete kadar yaşamak temennisini ve bu müddet içinde insanlara karşı nasıl düşmanca bir vaziyet alacağını bildirmektedir. Ve kendisine mühlet verilen şeytan ile ona tâbi olacak olanların nasıl zelilce bir durumda kalacaklarını ihtar etmektedir. Şöyle ki: İblis cennetten kovulma işitince (Dedi ki:) Ey Rabbim!. Sen (Bana dirilecekleri güne kadar) Âdem ile zürriyyetinin sona erip de yeniden hayata kavuşacakları vakte, ikinci sura üfrülme zamanına kadar (mühet ver.) beni o zamana kadar öldürme. Mel’ûn iblis, böyle yaşamakla âdem oğularını şaşırtarak onlardan intikam almak istemiş, kendisininde ölümden kurtulmasını temenni eylemiş bulunuyordu.
15. Buyurdu ki: Sen muhakkak mühlet verilmişlerdensin.
15. Allah Teâlâ Hazretleri ise onun temennisini tamamen kabul buyurmadı. Ona hitâben: (Buyurdu ki: Sen) Zâten bu temenninden evvel yüce katımdan bilinen bir vakite, öyle ikinci sûre üfrülme zamanına değil, birinci şûra kadar, bütün insanların ölecekleri güne değin (muhakkak mühlet verilmişlerdensin.) o güne kadar yaşayacak, sonra sen de ölecek, sonra da âhirete sevkedilerek ebedî azâba uğrayacaksın. Cenâb-ı Hak, Şeytana hikmet gereği böyle bir mühlet vermiş, insanları bu vâsıta ile de bir imtihana tâbi tutmuş, o melununvesveselerine kapılmayıp ta kendilerini muhafaza edecek olan kullarını sevaplara aday kılmıştır.
16. Dedi ki: Sen beni azgınlığa uğrattığından dolayı ben de yemin ederim ki elbette onlar için senin dosdoğru yolun üzerinde oturacağım.
16. İblis bu kötü âkibetini anlayınca Cenâb-ı Hak’ka hitâben: (Dedi ki:) Ey Rabbim!. (Sen beni azgınlığa uğarttığından) beni azdırıp yoldan çıkardığından (dolayı) bu sebeple (ben de yemin ederim ki, elbette onlar için) o âdem oğullarını şaşırtmak ve saptırmak için (dosdoğru yolun) Ey Allah’ım!. Sana kavuşturan din yolunun (üzerinde oturacağım.) o yola gitmek isteyenleri şaşırtıp eğri büğrü yollara sevkedeceğim.
17. Sonra muhakkak ki, onların önlerinden, arkalarından, sağ taraflarından ve sol taraflarından geleceğim ve onların ekserisini şükür ediciler bulmayacaksın.
17. Mel’ûn şeytan âdem oğullarını nasıl şaşırtmaya çalışacağını, nasıl öcünü alıp rahatlayacağını İtirâf ederek şöyle dedi: (Sonra muhakkak ki, onların) O saptırmaya çalışacağım insanların (önlerinden, arkalarından sağ taraflarından ve sol taraflarından) böyle bütün dört taraflarından (geleceğim) onları her şekilde aldatmaya çalışacağım. Nitekim bir beldeye, bir cemaate karşı düşmanlarının böyle dört taraftan hücum etmesi de olağandır. Artık onların birçoklarını doğru yoldan çıkarmış olacağım (ve) artık (onların çoklarını şükür ediciler b almayacaksın.) elde etmiş oldukları nîmetlerin değerini bilmeyecekler, bunları kendilerine ihsan etmiş olan kerem sâhibi Yaratıcıya, karşı şükran vazîfesini yerine getirmeyeceklerdir. Mel’ûn şeytan, kendi vesveselerinin tesirine inanarak kendisince meydana gelen bir zandan dolayı böyle bir iddiada bulunmuştur.
18. Buyurdu ki: Haydi oradan yerilmiş, kovulmuş olarak çık. Andolsun ki onlardan her kim sana tâbi olursa elbette cehennemi sizden, hepinizden dolduracağım.
18. Allah Teâlâ ilâhî emrine karşı isyanda, muhalefette bulunan iblis’e hitâben: (Buyurdu ki: Haydi oradan) Cennetten veya semâdan veya melekler arasından (mahkûr) yerilmiş ve rahmetten (kovulmuş olarak çık.) uzaklaş. (Andolsun ki, onlardan) İnsanlardan (her kim sana tâbi olursa) cezâsını bulur (elbette cehennemi sizden, hepinizden dolduracağım.) gerek şeytana uyan insanlar ve gerek şeytan ile onun zürriyyetleri tamamen cehenneme sevkedilecekler, lâyık oldukları azaplara kavuşacaklardır. Artık bu korkunç âkıbeti düşünmeli!.
19. Ve ey Âdem! Sen ve eşin cennette yerleşiniz, dilediğiniz yerden yiyiniz ve şu ağaca yaklaşmayınız, sonra ikiniz de zalimlerden olursunuz.
19. Bu mübârek âyetler Hz. Adem’in cennetten çıkarılmasının sebebini ve şeytanın ne kadar insanlık düşmanı, hilekâr bulunduğunu ve onun vesveselerine kapılanların ne kadar kendilerine fenâlık etmiş olacaklarını göstermektedir. Şöyle ki: Hak Teâlâ Hazretleri Meleklere secde etmelerini emr etti (Ve) Âdem Aleyhiselâm’a da vahiy yoluyla buyurdu ki: (Ey Âdem!. Sen ve eşin) Havva (cennette yerleşiniz.) cennet sizin ikametgâhınız olsun. Artık (dilediğiniz yerden yiyiniz) cennetin herhangi bir yerindeki ağaçların meyvelerinden istifâde ediniz, (ve) yalnız (şu ağaca yaklaşmayınız.) onun meyvesinden yemeyiniz. O sizin için yasaktır. Bu ağaçtan maksat, ya buğday veya üzüm ağacıdır. Veyahut bunlardan başka bir ağaçtır, (sonra) Bu ağaca yaklaşıp meyvesinden yediğiniz takdirde (ikiniz de) sen de eşin Havva da (zalimlerden) nefislerine haksızlık etmiş, nîmetlerin yok olmasına sebebiyet vermişolanlardan (olursunuz.) işte böyle bir zulüme düşmemek için bu husustaki ilâhî yasağa riâyet lâzımdır.
20. Sonra şeytan, ikisine de onların kendilerinden örtülmüş olan çirkin yerlerini onlara açıvermesi için vesvese vermeğe başladı. Ve Rabbiniz sizi bu ağaçtan yasaklamadı, ancak iki melek olacağınız veya ebedî kalacaklardan bulunacağınız için yasakladı, dedi.
20. (Sonra) Bu ilâhî yasağın ardından (şeytan, ikisini de) Hz. Adem’e de, Havva’ya da (onların kendilerinden örtülmüş olan çirkin yerlerini) avret mahallerini (onlara açıvermesi için) bu yerlerin açılmasıyla onları mahçup bir durumda bulundurmak maksadiyle onlara (vesvese vermeğe başladı.) onların kalplerini o ağacın meyvesinden yemeğe meylettirecek şekilde onlara telkinde bulundu veya onlara bir şekilde yaklaşarak kendilerine gizlice sözler söyledi. (Ve) Dedi ki: (Rabbiniz sizi bu ağaçtan) Bunun meyvesini yemekten (yasaklamadı, ancak) ikiniz de (iki melek olacağınız veya ebedî) cennette (kalacaklardan bulunacağınız için yasakladı, dedi.) yani: Bundan yediğiniz takdirde ikinizin de melek olacağınız veya ikiniz de ölmeyip cennette ebedî kalacaksınızdır. Cenab’ı Hak ise sizin böyle melek olmanızı cennette ebedî kalmanızı istemediği için sizi o ağaca yaklaşmaktan men eyledi.
21. Ve onlara yemin etti ki, ben muhakkak sizin için elbette hayrı tavsiye edenlerdenim.
21. (Ve) Şeytan, Hz. Âdem ile Havva hakkında dost göründü, vesvesesinin bir güzel niyyete bağlı olduğunu göstermek için (onlara yemin etti ki: Ben muhakkak sizin için elbette hayrı tavsiye edenlerdenim.) sizin öyle ebedî bir nîmete kavuşmanızı istediğim içindir ki, size o ağacın meyvesinden yemeyi tavsiye ediyorum, diyerek hainliğini ve kötü maksadını gizlemeğe çalıştı.
22. Artık onları bâtıl sözle aldattı. Vaktaki, ağaçtan tadıverdiler o kapalı avret yerleri kendilerine görünmeğe başladı. Onların üzerine cennetin yapraklarından kat kat örtüverdiler. Ve Rableri ise onlara nida etti ki: Sizi bu ağaçtan yasaklamış değil miydim ve size şüphe yok ki şeytan, size apaçık bir düşmandır, dememiş mi idim?
22. Bu mübârek âyetler, şeytanın vesvesesine tutulanların ne kadar sorumlu ve mahçup bir duruma düşeceklerini göstermektedir. Ve insanlık hali böyle bir durumla karşı karşıya kalanlar için hemen tövbekâr olup Allah’ın affına sığınmaktan başka çare bulunamayacağını hatırlatmaktadır. Şöyle ki: (Artık) Iblis (onları) Hz. Âdem ile Havva’yı (bâtıl sözleriyle) yalan yere yemin etmesiyle (aldattı.) ağacın meyvesinden yemeğe sevkederek onları itaat sahasından muhalefet vadisine indirdi. (Vaktaki) Hz. Âdem ile Havva bu şeytanî sözlerin ciddiyetine inanıp bir dalgınlık ve gaflet eseri olarak (ağaçtan) o yasak ağacın meyvesinden (tadıverdiler) derhal kendilerini bu muhalefetlerinin cezâsı yakaladı, (o kapalı avret yerleri kendilerine görünmeğe başladı.) hoş nuranî elbiseleri kendilerinden açılıp düşüverdi. Derhal yaptıklarına pişman oldular. (Onların) o kapalı kalması lâzım olan avret yerlerinin (üzerine cennetin yapraklarından kat kat örtüverdiler.) bir görüşe göre bunlar incir yaprakları imiş. (Ve) Onların (Rableri) terbiyecileri ve varlıklarının sâhibi olan Allah Teâlâ (ise onlara) bir azarlama ve kınama mesabesinde olmak üzere (nida etti ki: Sizi bu ağaçtan) yani meyvesini yemekten (yasaklamış değil miydim?.) neden bundan gaflet ettiniz?. (Ve size şüphe yok ki, şeytan size apaçık bir düşmandır dememiş mi idim.) Artık ne için öyle bir düşmanın sözüne kıymet verip aldandınız?. Allah’ın emrine karşı gelerek bir inat ve çekememezlik sebebiyle secdeyi terk eylemiş olan öyle lânete uğramış bir düşmanın sözünehiç bakılır mı?.
§ Bu âyeti kerime, şuna da işâret etmektedir ki: Bir mü’min hiçbir vakit bir dinsizin aldatmalarına kapılmamalıdır, onun hak ve hakikata aykırı sözlerine ne kadar yaldızlı da görünse asla ehemmiyet vermemelidir. Çünki böyle bir aldanış netîcesi hüsrandır, hakikî bir ilerleme ve yükselmeden mahrum olmaya sebebtir. Böyle bir aldatmaya kapılmış olan kimse, hemen uyanıp pişman olmalı, hareketini meşru şekilde ıslaha, düzeltmeye çalışmalıdır.
23. Dediler ki: Ey Rabbimiz! Biz kendi nefislerimize zulm ettik ve eğer bizi bağışlamaz ve merhamet buyurmaz isen elbette biz zarara uğramışlardan oluruz.
23. Hz. Adem ile Havva valdemiz, ne kadar aldanmış olduklarını anlayarak hemen kusurlarını İtirâfa başladılar. (Dediler ki: Ey Rabbimiz!.) Ey lûtfu ve ihsânıyla terbiye edildiğimiz kerem sâhibi Yaratıcımız!. (Biz kendi nefislerimize zulm ettik) Yasak olan bir harekette bulunarak kendimizi azâba uğratmış olduk, (ve eğer bizi) Şu işlediğimiz günahtan dolayı (yarlıgamaz) affetmez ve bağışlamaz (isen ve) bize (merhamet buyurmaz) bizi ilâhî lûtfuna kavuşturmaz (isen elbette biz hüsrana) dünyada zarar ve ziyâna (uğramışlardan oluruz.) artık bizi affet, mağfiretine, merhametine ulaştır ey kerem ve merhamet sâhibi mâbudumuz!.
§ Âdem Aleyhisselâm, Allah’ın emrine kasden muhalefet etmiş değildi. Yapmış olduğu, daha iyi olanı terketmek kâbilindendi ve bu bir unutma netîcesi idi. Allah’ın adına yalan yere yemin edilemiyeceğine inanıp şeytanın vesvesesine aldanmıştı. Bu husustaki ilâhî yasağın, haram kılmak için değil, yasak olan ağaca yaklaşmayı terketmenin daha iyi olacağına ilişkin bir yasak olduğuna kanaat getirmiş olması da düşünülebilir. Maamafih Allah’ın bu yasağı zamanında Hz. Âdem henüz peygamberlik vasfına sâhip değildi, bumuhalefet kendisinden, peygamberlikten önce sâdır olmuştur. Ancak öyle büyük zatların kendilerinden çıkacak ufak kusurları bile büyük görerek Allah’ın affına sığınmaları âdettir. Bununla beraber bu âyeti kerime şunu da gösteriyor ki: Mutlak surette vuku bulan yasakları, haram kılmak içindir. Hz. Adem’in bu kıssası için Bakara sûresindeki (340) ıncı âyeti celilenin tefsirine de bakınız!
24. Buyurdu ki: Bâzınız bâzınıza düşman olarak yeryüzüne ininiz sizin için yerde bir zamana kadar bir ikametgâh, bir faydalanma vardır.
24. Bu mübârek âyetler, Allah’ın emrine karşı gelmenin bir netîcesi olmak üzere Hz. Adem ile Havva’nın ve iblis’in yüce makamlardan yeryüzüne indirilmiş ve aralarında bir düşmanlığın cereyana başlamış olduğunu bildirmektedir. Ve bunların yeryüzünde yaşayacaklarını, orada öleceklerini ve tekrar orada toplanıp dağıtılacaklarını hatırlatmaktadır. Cenâb-ı Hak’kın lutfedip insanlığa avret yerlerini örtecek, kendilerini süsleyecek elbiseler verdiğini, ve onlar için takvâ ile vasıf lanmanın daha hayırlı, mânevî bir elbise olduğunu da beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Yüce Yaratıcı Âdem Aleyhisselâm ile Havva’ya, onların takdir edilen, Cenab’ı Hak tarafından bilinen zürriyetlerine ve lânetlenmiş şeytan ile onun zürriyyeti olan cinlere hitâben: (Buyurdu ki:) ilâhî irâdesi sâdır oldu ki: (Bâzınız bâzınıza düşman olarak) Yeryüzüne (ininiz) aranızda kıyâmete kadar düşmanlıklar devam edecektir. İnsanlar arasında düşmanlıklar cereyan edeceği gibi insanlar ile şeytanlar ve cinler arasında da düşmanlık sâbit olup elbette yok olmayacaktır. Ey insanlar!. Şeytanlar, cinler taifeleri!. (sizin için yerde bir zamana kadar) Ecellerinizin, yaşama müddetlerinizin nihâyet bulacağı ana değin (bir ikametgâh, bir faydalanma) bir istifâde (vardır.) takdir edilmiştir. Bugerçekleşecektir.
25. Buyurdu ki: Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve yine oradan çıkarılacaksınızdır.
25. Yine Cenâb-ı Hak (Buyurdu ki:) Ey insanlar!. Ey Şeytanlar, Cinler!. Sizler (Orada) yeryüzünde (yaşayacaksınız) takdir edilen hayat müddetiniz devam edecektir, (orada öleceksiniz) Yaşama müddetiniz nihâyet bulup yeryüzünde ölüme mahkûm olacaksınız, (ve yine oradan) Yeryüzünden kıyâmet günü haşır ve neşir için (çıkarılacaksınız.) yeniden hayâta erişip lâyık olduğunuz cezalara kavuşacaksınızdır. Bu sonucu artık düşününüz!.
26. Ey Âdem oğulları! Size çirkin yerlerinizi örtecek bir örtü ve bir de bir süs elbisesi indirdik, takvâ elbisesi ise o daha hayırlıdır. Bu işte Allah Teâlâ’nın âyetlerindendir. Belki bunu düşünürler.
26. Hak Teâlâ Hazretleri ilâhî bir lûtuf olmak üzere özellikle insan nev’ine tekrar hitab ederek buyurur ki: (Ey Adem oğulları!.) Hakkınızdaki ilâhî yardımımı hatırlayınız. (Size çirkin yerlerinizi) Avret yerlerinizi (örtecek bir örtü ve bir de bir süs elbisesi indirdik) yani semâ tarafından doğan güneşler, aylar ve muhtelif yıldızlar vâsıtasıyle ve güzel güzel yağmurlar, hayalar vâsıtasıyle geçiminizin kaynağı olan şeyleri meydana getirdik, elbise edineceğiniz şeyleri yarattık. Bunların bir kısmı ile avret yerlerinizi örtersiniz, bir kısmı ile de bütün vücudunuzu süslemiş olursunuz. Fakat sizin için ebedî selâmet ve saadeti temin edecek hükümleri, kuralları da Peygamberler de semavî kitaplar vâsıtasıyle ihsan ettik ki, siz bu sâyede mânevî bir elbise olan takvâ ile, Allah korkusu ile, dinî vazîfelere uymak hissiyle coşku içinde bulunursunuz. İbâdet esnasında giyilecek temiz süs elbisesi, nâmahremlerden korunulacak olan organları, süs unsurlarını örten perdeler de birer takvâ elbisesi demektir. İşte böyle bir (takvâelbisesi ise o daha hayırlıdır.) o daha faidelidir, onun maddî ve mânevî kıymeti, süsü daha fazladır. (Bu) Maddî ve mânevî elbiselerin indirilmesi, meydana getirilmesi, kullara ihsan buyrulması (işte Allah Teâlâ’nın âyetlerindendîr,) onun lûtuf ve keremini gösteren şeylerdir, (umulur ki) Artık insanlar (bunu) bu pek büyük ilâhî lûtfu (düşünürler.) bu nîmetin değerini bilirler, Cenab’ı Hak’ka kaşı teşekkür borçlu olduklarını idrâk ederek kulluk vazîfelerini güzelce yapmaya çalışırlar. İnsaniyete lâyık olan ancak böyle bir harekettir.
27. Ey âdem oğulları! Sizi de şeytan bir fitneye düşürmesin, nasıl ki ana ve babanızı onların çirkin yerlerini göstermek için onların örtülerini çekip atarak kendilerini cennetten çıkardı. Şüphe yok ki, o şeytan ve onun topluluğu sizi sizin onları göremeyeceğiniz bir taraftan görürler. Muhakkak ki, biz şeytanları imân etmeyen kimseler için dostlar kılmışızdır.
27. Bu mübârek âyetler, Hz. Adem’in kıssasından alınacak ibreti, Adem’in çocuklarına tavsiye etmekte, şeytanın ve şeytana tâbi olan dinsizlerin ne kadar kötü hareketlerde, iddialarda bulumakta olduklarını gözler önüne sermektedir. Şöyle ki: (Ey âdem oğulları!.) Ey kudret elimle yaratmış, bir müddet de cennette yaşatmış, sonra da şeytanın vesvesesi sebebiyle dünya yüzüne indirmiş olduğum Adem’in bütün zürriyyeti, o büyük babanızın başından geçenlerden ibret alınız (Sizi de şeytan bir fitneye düşürmesin) sizi saptırarak sıkıntıya uğratmasın, cennete girmekten mahrum bırakmasın, (nasıl ki, ana ve babanızı) Hz. Âdem ile Havva’yı (onların çirkin yerlerini) avret mahallerini (göstermek için onların örtülerini çekip atarak) böyle elbiseden soyutlanmış olmalarına sebebiyet vererek (kendilerini cennetten çıkardı.) onları vesveseleri yüzünden böyle geçici bir mahrumiyete uğrattı. (Şüphe yok ki, o şeytanve onun topluluğu) Onun zürriyeti, kabîlesi (sizi, sizin onları göremiyeceğiniz bir taraftan görürler.) onlar mahiyetleri itibâriyle insanlara görünmezler, insanların içlerinde kanlar gibi akmaya, tesir göstermeye kabiliyetli, bulunurlar. Artık onlara karşı pek uyanık bulunmak, onların vesveselerinin tesirine kapılmamak lâzımdır. (Muhakkak ki biz şeytanları imân etmeyen kimseler için dostlar kılmışızdır.) Onların arasında tabii olarak bir münâsebet vardır. Bir imân sâhibi hiçbir vakit şeytanı dost ve yönetici kabul etmez. Kendi isteğiyle bile bile onun vesvesesine tâbi olmaz. O şeytana ancak dinsizler tâbi olur, onu kendileri için hareket rehberi kabul ederler.
28. Ve onlar bir yaramazlık yaptıkları zaman biz babalarımızı da bunun üzerinde bulduk ve Allah bununla bize emir etmiştir, derler. De ki: Şüphe yok Allah Teâlâ kötü şeyler ile emretmez. Siz bilmediğiniz şeyleri Allah Teâlâ’ya karşı söyler misiniz?
28. Şeytana dost olanlar, onun yolunu takib ederler (Ve onlar bir yaramazlık) dinen kötü bir hareket (yaptıkları zaman) meselâ: Bazı hayvanların etlerini, bazı kimselere helâl, diğer bazı kimselere haram gördükleri, tevaf esnasında avret mahallerini açık bıraktıkları, putlara taptıkları vakit (biz babalarımızı da bunun üzerinde bulduk) onlar da böyle yaparlardı, (ve) Maamafih (Allah) da (bununla bize emretmiştir derler.) böyle babalarını taklit ettiklerini söyler ve Cenab’ı Hak’ka karşı iftirada bulunurlar. Resûlüm!. O câhillere (De ki: Şüphe yok Allah Teâlâ kötü şeyler ile emretmez.) Hak Teâlâ Hazretleri dâima güzel güzel ameller ile emreder, kullarını güzel hareketlere teşvik buyurur, öyle temiz bir tabiatın nefret edeceği, doğru bir aklın çirkin göreceği şeyleri emreder mi?. Böyle iddia ettiğiniz şeyleri ne bizzat Cenâb-ı Hak’tan işitip aldınız, ne de bunlara Peygamberlervâsıtasıyle muttali oldunuz. Artık sizin bu iddianız ne kadar büyük cezaları gerektirmektedir bir düşününüz!. (Siz bilmediğiniz şeyleri Allah Teâlâ’ya karşı söyler misiniz?.) Böyle bir cür’et, ne kadar büyük bir sorumluluğu gerektirir bunu hiç düşünmez misiniz?. Ya kötülüklerden olduğu sizce de bilinmesi lâzım gelen şeyleri nasıl olur da Cenab’ı Hak’ka isnat edebilirsiniz?. Böyle bir iftiranın gerektireceği azapları artık bir kere düşününüz!.
29. De ki: Benim, Rahim adâletle emretmiştir. Ve her secde yerinde yüzlerinizi doğru tutunuz ve dini yalnız Allah’a has kılarak ibâdette bulununuz. Sizi ilkin yarattığı gibi yine ona döneceksinizdir.
29. Bu mübârek âyetler, dinsizlerin iddialarını red ile Cenab’ı Hak’kın neleri emir ettiğini bildiriyor, ve bir kısım zatların hidâyete erdiklerini, bir takım kimselerin de şeytanlara uyup sapıklığa düştüklerini gözler önüne seriyor. Şöyle ki: Resûlüm!. Öyle Cenâb-ı Hak’kın emretmiş olduğu şeyleri ilâhî zatına isnat eden câhillere (De ki: Benim Rabbim adâletle emretmiştir.) aşırılıktan uzak, hikmet ve menfaatı içeren “kelime’i tevhit” gibi insanlığın selâmet ve saadetini öngören şeyler ile emir ve teklifte bulunmuştur. (Ve) Habibim!. Onlara şunu da de ki: (her secde yerinde) Her mescitte, her namaz kılacağınız yerde (yüzlerinizi) tamamen kıble cihetine (doğru tutunuz) kıbleye yönelmiş olunuz (ve ona) o Kerem sahibi Mâbud’a (dini yalnız O’na has kılarak ibâdette bulununuz.) ibâdet ve itaatınız bağlılık ve tam bir samimiyet içerisinde olsun, şirk ve gösteriş şüphesinden uzak bulunsun. O kerem sâhibi Yaratıcı (Sizi ilkin yarattığı gibi) öldürdükten sonra da (yîne) onun kudretiyle hayat bulacaksınız ve yine (ona döneceksinizdir.) dünyadaki amellerinize göre mükafâta, cezâya uğrayacaksınızdır. Binaenaleyh bu akibetidüşünerek ona göre hareketinizi düzenleyiniz.
30. Bir cemaati doğru yola iletti, bir cemaatin üzerlerine de sapıklık hak oldu. Çünki onlar Allah Teâlâ’yı ona kulluğu bırakıp şeytanları dostlar edindiler. Ve zannederler ki, onlar hidâyete ermişlerdir.
30. O Yüce Yaratıcı kullarından (Bir cemaatı doğru yola iletti) o topluluk temiz yaratılışını iyiye kullandığı için Allah’ın doğru yoluna girmeye hak kazanmıştır. (bir cemaatin üzerlerine de sapıklık hak oldu) O cemaat de yaratılışlarını değiştirip, nefislerinin kötü eğilimlerine tâbi oldukları için hidâyete ulaşma selahiyetini kaybetmiş oldular. (Çünkî onlar Allah Teâlâ’yı) Ona kulluk etmeyi, onun hükümlerine uymayı kendi kötü iradeleriyle (bırakıp şeytanları dostlar edindiler) artık böyle kimseler, sapıklığa düşmüş olmazlar mı?. (Ve) Öyle kimseler (zannederler ki, onlar hidâyete ermişlerdir.) onlar düşmüş oldukları sapıklığın farkına varmazlar, takib ettikleri yolun bir selâmet ve hidâyet yolu olduğunu sanırlar. En büyük bir felâkete uğramış oldukları halde dünyada iken bunun farkında olamazlar. Ne büyük bir cehâlet ve gaflet!.
ARAF SURESİ
31. Ey âdem oğulları! Her secde yerinde süsünüzü alıveriniz ve yiyiniz ve içiniz israf da etmeyiniz. Şüphe yok ki, o, israf edenleri sevmez.
31. Bu mübârek âyetler, namaz için ne gibi bir tavır alınmasını ve Hak Teâlâ’nın nîmetlerinden istifâde edilmesini, fakat bu hususta israftan kaçınılmasını bildirmektedir. Cenab’ı Hak’kın nîmetlerinden meşru şekilde istifadeye bir engel bulunmadığını, helâl nîmetlerden mü’minlerin dünyada istifâde etmeleri câiz olduğu gibi bu nîmetlerin âhirette sadece mü’minlere ait olacağını da müjdelemektedir. Allah tarafından başlıca haram kılınmış olan şeylerin bir kısmını da dikkat nazarlarına sunmaktadır. Şöyle ki: (Ey âdem oğulları!.) Ey Hak Teâlâ’nın mü’min, salih kulları!. (Her secdeyerinde) Her mabette, her namaz kılacağınız zaman ve Beytullah’ı her tavaf edeceğiniz vakit (süsünüzü alıveriniz) avret yerlerinizi örtünüz, güzel temiz elbiselerinizi giyiniz, Cenâb-ı Hak’ka karşı saygılı bir vaziyet alınız, (ve) Sizin için helâl olan şeylerden (yiyiniz ve içiniz) bunlar sizin için birer ilâhî lütuftur. Cahiliye döneminde bazı kimseler hac vazîfesini yaptıkları günlerde yağlı, tatlı yiyecekleri bırakarak yalnız ölmeye-cekleri miktar birşey ile yetinirlerdi, siz ey müslümanlar!. Böyle yapmakla mükellef değilsiniz, (ve) Bununla beraber bu nîmetlerin değerini biliniz, (israf da etmeyiniz.) yiyip içmekte aşırılığa düşmeyiniz, helâl şeyleri haram saymayınız, haram olanları da helâl sanmayınız. Veya elbise hususunda yiyecek hususunda ve diğer geçim hususlarında israfa meydan vermeyiniz. Öyle bir hareket sıhhate, ahlâkî esaslara, iktisadî menfaatlere aykırıdır, Allah’ın nîmetine karşı bir kadirbilmezlik mâhiyyetindedir. (Şüphe yok ki, o) Kerem sahibi Yaratıcı (israf edenleri sevmez.) onların o hareketlerine râzı olmaz. Öyle israfçı hareketler sosyal münfaatlere her şekilde aykırı olduğundan Allah’ın rızâsına uymamaktadır.
32. De ki: Allah Teâlâ kulları için çıkarmış olduğu süsü ve temiz rızıkları kim haram kılmıştır? De ki: O dünya hayatında imân edenler içindir, kıyâmet gününde ise yalnız onlara mahsustur. İşte âyetleri bilir kişiler olan bir kavim için böyle ayrıntılı olarak beyan ederiz.
32. Resûlüm!. Beyti şerifi çıplak olarak tavaf eden ve temiz şeylerden bazılarını kendilerine haram kılan müşriklere (De ki: Allah Teâlâ kulları için çıkarmış) yaratıp varlık sahasına getirmiş olduğu (süsü) bir takım temiz, kıymetli elbiseleri (ve temiz rızıkları) yiyilecek ve içilecek lezzetli, temiz şeyleri size (kim haram kılmıştır?.) bunları insanlar kendikendilerine haram kılamazlar, birşeyin helâllığına, haramlığına hükmedecek olan ancak Allah Teâlâ’dır ve onun vahyine mazhar olan Yüce Peygamberdir. Habibim!. O gâfillere (De ki: O) ziynet eşyası ve temiz olan yiyecek ve içecekler bu dünya hayatında esasen (imân edenler içindir) başta onların istifadeleri için yaratılmıştır. Mü’min olmayanların bunlardan bu dünyada istifadeleri ise ilk akla gelen şekliyle geçici olmasıdır, (kıyâmet gününde ise) Bu çeşitli nîmetler (yalnız onlara) o mü’min olan kullara (mahsustur.) artık mü’min olmayanlar âhirette böyle nîmetlere ortak olamayacaklardır. Bunlar bilâkis birçok cezalara, azaplara mâruz kalacaklardır. (İşte âyetleri) Böyle dinî, dünyevî hükümleri ve diğer meseleleri (bilir kişiler olan bir kavim için) düşünmeye ilâhî hükümlerdeki hikmetleri tefekkür etmeye kabiliyetli olan mü’min kullar için (böyle) güzel, eşsiz bir biçimde (ayrıntılı olarak beyan ederiz.) çünki bu âyetlerden istifâde edecek olan, ancak onlardır. Bu âyeti kerime, müslümanları meşru şekilde dünya malını, servet ve zenginliğini kazanmaya sevkediyor, bunların asıl mü’min ve Allah’ı birleyen müslümanlara ait olduğunu bildiriyor. Artık dinimizin bizleri ne kadar yükselmeye sevkedici olduğunu anlamalı.
33. De ki: Rabbim ancak kötü şeyleri, onlardan açık olanı da gizlice yapılanı da ve her türlü günahı ve haksız yere tecâvüzü ve ortak koşmaya dâir hiçbir delil indirmemiş iken Allah Teâlâ’ya ortak koşmayı ve bilmediğiniz şeyleri Allah Teâlâ’ya karşı söylemenizi haram kılmıştır.
33. Resûlüm!. Öyle kendilerinin yanlış kanaatlerine tâbi olarak helâl olan şeyleri haram, haram bulunan şeyleri helâl sayan kimselere (De ki: Rabbim ancak kötü şeyleri) zina gibi, livâta gibi, avret yerini açmak gibi büyük günahları (onlardan açıkça olanı da gizlice yapılanı da) haram kılmıştır. Bunların neaçıktan ne de gizlice yapılması asla câiz değildir, (ve her türlü günahı da) Cenab’ı Hak haram kılmıştır. İsterse bu günah küçük günahlardan olmuş olsun, (ve haksız yere tecavüzü) de haram kılmıştır. İnsanlara karşı kibirli mütekebbirâne bir vazîyet almayı ve onların mallarına, canlarına, şereflerine haksız yere saldırıda bulunmayı da haram buyurmuştur, (ve) ilâhî zâtına, yaratma ve mâbutluk gibi hususlarda ortak koşmaya dâir hiçbir (delil) hiçbir kanıt, bir müsaade (indirmemiş iken Allah Teâlâ’ya ortak koşmayı) da haram kılmıştır. Ey müşrikler!. Siz neye dayanarak bir takım putları, insanları ibâdet ve itaat hususunda Allah Teâlâya ortak sanıyorsunuz?. Bu ne kadar cahilce bir hareket!, (ve bilmediğiniz şeyleri Allah Teâlâ’ya karşı söylemenizi) de (haram kılmıştır.) bu Allah Teâlâya karşı bir iftiradır, en büyük cahilce bir cesârettir!. Evet… Cenâb-ı Hak’kın haram kılmadığına helâl ve bilâkis helâl kıldığına haram denilmesi böyle bir iftiradır. Bilmeksizin din adına söz söylenmesi, dinin yüce şanıyle uygun olmayan şeylerin dine dayandırılması ve dinin emrettiği ve yasakladığı şeylerin tersi yapılarak bunun meşrû sanılması da böyle bir iftiradır, böyle cahilce bir cür’ettir dinin hükümlerini değiştirme ve bozmaya sebebtir. Artık bunun uğursuzluğu da, cezâsı da elbette o nisbette ağırdır.
34. Her ümmet için bir ecel vardır. Artık onların ecelleri geldiği zaman ne bir saat geri bırakabilirler ve ne de öne alabilirler.
34. Bu mübârek âyetler, her ümmetin artıp eksilmeyecek belirli bir hayat müddeti olduğunu beyan ediyor. Vaktiyle kendilerine gönderilmiş olan Peygamberlere, onların bildirdiği hükümlere inanıp itaat eden milletlerin ebedî selâmete erişeceklerini müjdeliyor. Allah Teâlâ’nın âyetlerini yalanlayan onlara karşı büyüklük taslayankimselerin de ebediyyen cehennemde kalacaklarını hatırlatmaktadır. Şöyle ki: (Her ümmet için) her şahıs için olduğu gibi her kavim ve cemaat için de (bir ecel vardır.) bir belirli vakit vardır, onun hayat müddeti levhı mahfuzda yazılmıştır. (Artık onların ecelleri geldiği) vakit, son bulacakları (zaman) yüz gösterince artık onlar bunu (ne bir saat gerî bırakabilirler, ve ne de) bu vakti (öne alabilirler.) onlar kendilerince bilinmeyen bu ölüm, bu son bulma zamanı gelince hemen mahvolup giderler. Binaenaleyh daha hayatta iken kaybedileni telâfi etmeye çalışmalıdır, haram şeyleri bırakıp helâl şeylerle yetinmelidir, üzerlerine düşen vazîfeleri yerine getirmeye gayret göstermelidir. Sonra pişmanlık fayda vermez, noksanları tamamlamaya imkân bulunmaz.
§ Ecel: Vakit, mühlet, hayatın veya herhangi bir varlığın nihâyete ereceği an ve Allah Teâlâ’ca bilinen zaman.
§ Saat: Bir lâhza, göz açıp kapayacak kadar geçen bir an, en az bir vakit, bir işin kendisinde yapılabilmesi için mümkün olan en az bir zaman. Ve altmış dakikalık bir müddet. Ve kıyâmet.
35. Ey âdem oğulları! Size içinizden Peygamberler gelir de size karşı benim âyetlerimi beyan edecek olunca kim onlara karşı gelmekten sakınır ve kendini ıslah ederse artık onlar için bir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır.
35. Allah Teâlâ her ümmetin belirli bir vakte kadar yaşayacağını, onun ardından lâik olduğu âkibete kavuşacağını hatırlattığı gibi bütün insanlık fertlerine de ilâhî bir merhameti olmak üzere şöyle buyurmuştur. (Ey âdem oğulları. Size içinizden) Kendi nevinizden olarak, Allah tarafından (Peygamberler gelir de size karşı benim âyetlerimi) kitabımı dinî hükümlerimi, bunların delillerini (beyan edecek olunca) içinizden (her kim onlara) o Peygamberlere, oâyetlere (karşı gelmekten sakınır) kendilerine itaat ve riâyet eder (ve kendini ıslah eder) ahlâkını, tavırlarını güzelce düzenler (se artık onlar için bir korku yoktur) kıyâmet günü onlar bir azap korkusuna uğramayacaklardır, (ve onlar mahzun da olmayacaklardır.) Güzel, ve istenen bir arzularının yerine getirilmemesi yüzünden bir hüzün ve kedere uğramayacaklardır. Her bakımdan arzuya ulaşmış olacaklardır. Ne büyük bir mükâfat!.
36. Ve o kimseler ki, bizim âyetlerimizi yalanladılar ve onlardan kibirlendiler, işte onlar, ateşin sâhipleridir. Onlar o ateşte ebedî olarak kalacaklardır.
36. (Ve o kimseler ki, bizim âyetlerimizi yalanladılar) Kendilerine gönderilmiş olan Peygamberlerin tebliğlerini kabul etmeyip Allah’ın dininin semavî ki tapları inkâra cür’et gösterdiler (ve onlardan) o Allah’ın âyetlerini kabulden, onlara imân etmekten (kibirlendiler) böbürlendiler. (işte onlar) böyle imândan mahrum olan hakkı kabulden kaçınan şahıslar (ateşin sâhipleridir.) dâima ateşle beraber olacak onlardır. (Onlar o ateşte ebedî kalacaklardır.) Âhiret âleminde o ateşten asla kurtulamayacaklardır. Öyle küfr ve kibirlenmenin cezâsı bundan başka birşey değildir. Bundan Allah’a sığınırız ne müthiş bir cezâ.
37. Artık daha zâlim kimdir, o kimseden ki: Yalan yere Allah Teâlâ’ya iftirada bulunmuş veya onun âyetlerini yalanlamış olur. Onlar yok mu onlara kitaptan nasipler erişecektir. Nihayet onlara elçi meleklerimiz gelip onların canlarını alırlarken derler ki: Allah’tan başka kendilerine taptıklarınız nerede? Onlar da diyeceklerdir ki: Taptıklarımız bizi bırakıp kayboldular ve onlar kendi nefisleri aleyhine kendilerinin şüphesiz kâfirler bulunmuş olduklarını îtirâf ile şâhitlikte bulunacaklardır.
37. Bu âyeti kerime, Cenab’ı Hak’ka karşı iftirada bulunmaya, onun âyetleriniyalanlamaya cür’et edenlerin pek feci âkibetlerini ve itirâflarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Artık) Bir kere düşünmeli (daha zâlim kimdir?.) elbette daha zâlim yoktur (O kimseden ki: Yalan yere Allah Teâlâ’ya iftirada bulunmuş) olur. Cenâb-ı Hak’ka ortak koşar, çocuk isnat eder, onun buyurmamış olduğu şeyleri ona nisbet eder. (veya onun âyetlerini yalanlamış olur.) K ilâhî bir kitap olduğunu kabul etmeyip Rasûlü Ekrem’in bu husustaki beyanlarını yalan sayar durur. Artık böyle müşrik, inkârcı bir şahıs her zalimden daha zâlim bulunmuş olmaz mı?. (Onlar) Böyle iftirada bulunan, yalanlayan şahıslar (yok mu) onlar dünyada bulundukça (onlara kitaptan) levhi mahfuzda yazılmış olan rızıklara, ömürlere ve diğer dünyevî hadiselere ait (nasipler erişccektir.) haklarında takdir edilen şeyler meydana gelecektir. (Nihâyet) Ömürleri sona erip ecelleri yüz gösterince (onlara elçi meleklerimiz) ölüm meleği ile yardımcıları (gelip onların canlarını alırlarken) kendilerini kınamak için (derler ki:) ey müşrikler!. Hani (Allah’tan başka kendilerine taptıklarınız nerede?) kendilerini dünyada mabut kabul etmiş olduğunuz ilâhlarınız ne oldular?. Bugün sizi bu başınıza gelen ölümden, uhrevî azaptan kurtarıverseler ya!. (Onlar da) O müşrikler de (diyeceklerdir ki: Taptıklarımız bizi bırakıp kayboldular) böyle ihtiyaçlı bir zamanımızda bizi terkedip gittiler bize bir fayda vermediler. Bu câhiller artık gerçek durumu anlamış, taptıklarının birer ilâh olmadığına kanaat getirmiş olacaklardır, (ve onlar kendi nefisleri aleyhine, kendilerinin şüphesiz kâfirler bulunmuş) o bâtıl mâbutlara tapınmış (olduklarını İtirâf ile şahitlikte bulunacaklardır) evet: Onlar o zaman sapıklığa düşmüş olduklarını anlayacaklardır, dünyada öyle ibâdete lâyık, haklarında bir menfaat teminine kâdir olmayan şeylere tapınarak Allah’ın birliğini inkâr etmiş bulunduklarını anlayarak pişmanlık göstereceklerdir. Fakatartık bu pişmanlık kendilerine bir fayda vermeyeceklerdir. Bunun vakti geçmiştir.
38. Buyurur ki: Siz de sizden evvel insan ve cinden gelip geçmiş olan ümmetlerin arasında cehenneme giriniz. Her ne zaman bir ümmet girdikçe yoldaşına kendi dindaşına lânet eder. Nihâyet hepsi oraya girip birbirine katılınca sonrakiler öncekiler için diyecekdir ki: Ey Rabbimiz! Onlar bizi sapıttılar, artık onlara ateşten iki kat azap ver. Cenâb-ı Hak da buyuracak ki: Hepinize kat kat azap vardır. Lâkin siz bilmezsiniz.
38. Bu mübârek âyetler, kâfirlerin birbirini saptırmış olan zümrelerin âhiretteki durumlarını ve birbiri hakkındaki isnat ve temennilerini ve hepsinin de kat kat azap göreceklerini dikkatlere sunuyor. Şöyle ki: Kıyâmet gününde Cenâb-ı Hak veya meleklerden biri, kâfirlere hitâben (Buyurur ki:) ey dinsizler!. (Siz de sizden evvel insan ve cinden) Bu iki nevîden (gelip geçmiş olan) kâfir (ümmetlerin) cemaatlerin, fırkaların (arasında cehenneme giriniz.) siz de onlar gibi dinsizliğinizin cezâsına kavuşunuz. (Her ne zaman) önceki ve sonraki kavimlerden (bir ümmet) cehenneme (girdikçe yoldaşına) kendisine uymakla sapıklığa düşmüş dindaşına (lânet eder.) senin yüzünden bu felâkete uğradım demek ister. (Nihâyet hepsi oraya) cehenneme (girip birbirine katılınca sonrakileri) onların cehenneme sonradan girenlere onların arkalarından gidenlerden olup yer bakımından geride bulunanları (öndekiler için) onlardan dolayı kendilerini mazur göstermek ümidiyle (diyecektir ki: Ey Rabbimiz!. Onlar bizi sapıttılar) onlar sapıklık yolunu açtılar, bizler de onlara uyduk, (artık onlara ateşten iki kat azap ver) Çünki onlar hem kendileri sapmış hem de saptırmışlardır. Cenâb-ı Hak da (buyuracak ki: Hepinize kat kat azap vardır) evvelkiler sapıklığa düşüp başkalarını da sapıklığa düşürdükleri için katkat azâba uğrayacaklardır. Onlara tâbi olanlar da küfre düştükleri ve bir takım dinsizleri taklit eyledikleri için öyle iki kat azâbı hak etmişlerdir, (lâkin siz bilmezsiniz) Ki, sizin için de o taklit ettiğiniz fırkalar için de ne kadar elem verici azaplar vardır. Siz böyle küfr içinde ölürseniz elbette pek fazla azâba uğrayacaksınızdır. Artık bunu düşünerek vaktiyle uyanmalıdır.
39. Öndekiler de, sonrakilere diyeceklerdir ki: Sizin için bizim üzerimize bir üstünlük ve efdaliyet yoktur. Binaenaleyh siz de kazandığınız şey sebebiyle azâbı tadınız.
39. (Öndekiler de) Daha evvel küfre düşmüş, başkalarına da birer kötü örnek olmuş olanlar da, kendilerini müdafaa için (sonrakilere) kendilerine tâbi olanlara (diyeceklerdir ki: Sizin için bizim üzerimize bir üstünlük) ve efdaliyet (yoktur.) biz de sizlere, sapıklıkta ve azâbı hak etme hususunda eşitiz. Sizlere de Peygamber gelmiş, Cenab’ı Hak’kın emirleri tebliğ edilmişti, neden bize tâbi oldunuz (Binaenaleyh) Allah tarafından veya evvelki fırkalar tarafından denilecektir ki: Siz de (kazandığınız şey) küfr ve kötü işler (sebebiyle) öyle kat kat (azâbı tadınız) sizin cezânız da öyle fazla olacaktır. Devamlı olan bir küfrün: Devamlı olan isyanların cezaları da elbette böyle kat kat bulunacaktır. Artık bunu düşünerek böyle küfr ve isyandan kaçınmak lâzım gelmez mi?. Ne mühim bir ilâhî sakındırma ve bir uyan!.
40. Şüphe yok o kimseler ki, âyetlerimizi yalanladılar ve onlara karşı kibirlendiler onlar için gök kapıları açılmaz ve deve iğnenin deliğine girinceye kadar cennete giremiyeceklerdir. Ve işte suçluları böyle cezâlandırırız.
40. Bu mübârek âyetler de dinsizler hakkındaki ilâhî azabın gerçekleşeceğini açıklamakta ve ortaya koymaktadır. Onların bu azabtan kurtuluşlarını imkânsıza bağlayarakbunun dâimi olduğunu kuvvetlendirmektedir. Şöyle ki: (Şüphe yok o kimseler ki,) Küfre düştüler ve bizim açık (âyetlerimizi yalanladılar) onların birer ilâhî âyet olduğunu kabul etmediler (ve onlara karşı kibirendiler) onlara imândan ve gereği ile amel etmekten kaçındılar (onlar için gök kapıları açılmaz) onların duaları, amelleri kabul edilmez, veya onların ruhları oralara yükselemez, (ve deve iğnenin deliğine girinceye kadar) Öyle büyük bir cisim, o kadar dar bir yere girinceye kadar, öyle mümkün olmayan bir hadisenin meydana gelmesine kadar, yani hiçbir zaman (cennete giremiyeceklerdir.) onların cennete girmeleri, böyle vukuu imkânsız birşeye bağlanmıştır. Onlar ebediyyen cehennemde azap görüp duracaklardır. (Ve işte suçluları) Öyle dinsizleri; kutsal değerleri yalanlayan ve küçümseyenleri (böyle) sonsuz şekilde (cezâlandınrız.) binaenaleyh o âyetlerimizi yalanlayan kâfirler de böyle suçlu kimseler oldukları için öyle ebedî cezalara uğrayacaklardır.
41. Onlar için cehennemden bir döşek ve üstlerinden sargılar vardır. Ve işte zâlimleri böyle cezâlandırırız.
41. (Onlar için) Öyle âyetlerimize karşı yalanlama ve kibirlenmede bulunan dinsizler için (cehennemde) alt taraflarında ateşten (bir döşek ve üstlerinden sargılar) örtüler, kendilerini kaplayacak ateşten perdeler (vardır) böyle ateşler içinde kalacaklardır, (ve işte zâlimleri) öyle suçlu, dinsiz, ilâhî hukuka tecâvüz eden kimseleri (böyle cezâlandınrız.) böyle şiddetli, böyle kendilerini her taraftan kaplayan dâimî azaplara sokarız. Bunlar küfür ve zulmün cezasıdır. Artık bunları düşünüp uyanmalı değil midirler?.
42. O kimseler ki, imân ettiler ve iyi amellerde bulundular. Biz ise hiçbir nefisi gücünün üstünde birşey ile mükellef kılmayız. İşte onlar cennet ehlidir. Onlar orada ebedî kalıcılardır.
42. Bu mübârek âyetler, mü’min, salih kulların kavuşacakları ebedî nîmetleri müjdelemektedir, ve böyle zatların güçleri üstünde birşey ile mükellef bulunmadıklarını da ilâhî bir lûtuf olmak üzere şöylece bildirmektedir. (Ve o kimseler ki) Bizim âyetlerimize (imân ettiler) Allah’ın birliğini tasdik edip, Peygamberlerinin tebliğlerine itaat eylerler (ve iyi amellerde bulundular.) üzerlerine düşen ibâdetleri yerine getirmeye çalıştılar. (Biz ise hiçbir nefsi gücünün üstünde birşey ile mükellef kılmayız.) Binaenaleyh o kimselerin böyle yapmakla mükellef oldukları ibâdetler, itaatler de zâten kendi güç ve kudretleri dışında bulunmamıştır. (İşte onlar) O imâna ve salih amâle muvaffak olanlar (cennet ehlidirler) cennete kavuşacak olan onlardır (ve) onlar (orada) cennette (ebedî kalıcılardır.) dâimî bir halde cennet nîmetlerine nâil olup duracaklardır.
43. Ve biz onların göğüslerinde kinden her ne var ise hepsini söküp atmışızdır. Onların altlarından ırmaklar akar ve derler ki: O Allah Teâlâ’ya hamdolsun ki, bizi hidayetle buna kavuşturdu. Eğer Allah Teâlâ bize hidâyet etmeseydi biz kendi kendimize hidâyete eremezdik. Muhakkak ki, Rabbimizin peygamberleri hak ile geldiler. Ve onlara işte bu cennettir ki, siz buna salih amelleriniz sebebiyle vâris oldunuz, diye nidâ olunacaktır.
43. (Ve biz onların) O cennet ehlinin (gögüslerinde kinden her ne var ise hepsini söküp atmışızdır.) onların kalbleri saf, temiz, birbirine karşı sevgiyle coşmuş bulunacaktır. Şâyet dünyada iken aralarında bir kin ve hîle bulunmuş ise artık cennette bundan bir eser kalmayacaktır. (Onların altlarından) Köşklerinin, bahçelerinin yanı başından (ırmaklar akar) onların zevklerini, lezzetlerini arttırır dururlar. (ve) Onlar da Cenâb-ı Hak’ka şükür için (derler ki: Allah Teâlâ’ya hamdolsun ki, bizi hidayetle buna kavuşturdu.) bizi böylenîmetlere eriştirdi. (Eğer Allah Teâlâ bize hidâyet etmeseydi) Eğer onun ilâhî yardımları bize erişmeseydi (biz kendi kendimize hidâyete eremezdik.) bedbahüıkta kalırdık, hidâyete ererek böyle nîmetlere kavuşamazdık. İşte insanlara lâzım olan, herhangi birşeyi başarırsa bunu Cenâb-ı Hak’kın bir lûtfu olarak görmektir. Kendi kudretine, bilgilerine güvenerek kibre düşmekten sakınmalıdır. (Ve muhakkak ki) And olsun ki, (Rabbimizin Peygamberleri hak ile geldiler.) biz de onların irşadı ile hidâyete kavuşarak bu kutlu âkibete eristik. (Ve onlara:) Öyle sevinç içinde kalan, Cenab’ı Hak’ka şükür için böyle itirâfta bulunan o cennet sakinlerine hitâben (İşte bu cennettir ki, siz buna salih amelleriniz sebebiyle vâris oldunuz, diye) melekler vâsıtasıyle (nidâ olunacaktır.) evet… Bu sizin dünyadaki güzel itikâdınızın, güzel amellerinizin mükâfatı olarak size Allah tarafından ihsan buyrulmuştur. İşte imânın, salih amellerin muazzam mükâfatı!.
44. Ve cennet ashabı, cehennem ehline nidâ edip: Rabbimizin bize vâd ettiğini biz şüphe yok ki hak bulduk, siz de Rabbinizin vâd ettiğini hak buldunuz mu? Diye soracaklar. Onlar da: Evet… Diyecekler. Derken aralarında bir çağırıcı: Allah Teâlâ’nın lâneti zâlimlerin üzerinedir, diye nidâ etmiş olacaktır.
44. Bu mübârek âyetler, cennet ehli ile cehennem ehli arasındaki tartışmayı ve kimlerin lâneti hak etmiş olduklarını ve kimlerin âhiret hayatını inkâr ettiklerini göstermektedir. Şöyle ki: Cennet sâhipleri cennette yerleşip duracaklar. (Ve cennet ashabı, cehennem ehline nidâ edip: Rabbimizin bize vaad ettiğini) dünyada iken bize Peygamberleri vâsıtasıyle bildirdiği sevapları, nîmetleri, yüce makamları (biz şüphe yok ki, hak) sabit (bulduk) o ilâhî vaad sebebiyle bu büyük mevkilere kavuştuk (siz deRabbinizin vâd ettiğini) âhiret hayâtını, mü’minlerin o âhiret hayatında nîmetlere ulaşacaklarını inkârcıların da lâyık oldukları cezalara kavuşacaklarını (hak) hakikaten vâki (buldunuz mu?.) siz dünyada iken bunları tasdik etmiyorsunuz. (Diye soracaklar) O İnkârcıların ne kadar yanlış hareket etmiş olduklarını kendilerine bu şekilde de hatırlatmış olacaklardır. (Onlar da:) O inkarcılar da (Evet… Diyecekler.) ve Allah’ın va’dinin gerçekleşmiş olduğunu itirâf etmeye mecbur kalacaklardır. (Derken) Böyle bir konuşmada, tartışmada bulunurlarken bu iki fırkanın (aralarında bir çağırıcı:) İsrafil Aleyhisselâm veya diğer meleklerden biri (Allah Teâlâ’nın lâneti zâlimlerin üzerinedir, diye nidâ etmiş olacaktır.) evet zâlimler, zulûmlarının bir cezâsı olmak üzere öyle bir lâneti hak etmişlerdir.
§ Cennetler ile cehennemler arasında pek uzak mesafeler vardır. Cennetler semâların üstündedir. Cehennemler de yerlerin altındadır. Bu iki mevki ahalisinin birbiriyle konuşmaları nasıl mümkün olacaktır?. Mucize Kur’an, bize böyle bir konuşmanın mümkün ve haddızatında vuku bulacağını haber vermiş oluyor. İşte bu da bir hakikatın ortaya çıkmasından başka birşey değildir. Tefsiri kebirde de yazılı olduğu üzere âlimlerden bir gump demişlerdir ki: Seste bir özellik vardır ki, yalnız mesafenin uzaklığı sesin işitilmesine mâni olamaz, İşte bugün fennin ilerlemesi sâyesinde bu hakikat da tamamen meydana çıkmıştır. Doğuda söylenilen bir sözü batıda bulunan bir kimse derhal işitebiliyor ve hattâ söyleyenin yüzünü bile görebiliyor, İlâhî kudret herşeye kâfidir. Buna inanıyoruz. Binaenaleyh cennet ehli ile cehennem ehli arasındaki konuşmanın gerçekleşmesi de Allah’ın kudretine göre asla imkânsız görülemez.
45. Öyle zâlimler ki, Allah’ın yolundan menederlerdi. Ve o yolun eğri büğrü olmasını isterlerdi. Ve onlar âhireti inkâr eden kimseler idi.
45. Lâneti hak etmiş olanlar ise (Öyle zâlimler) dir (ki: Allah yolundan) din yolundan Allah’ın kullarını (men ederlerdi.) halkın İslâm dinine girmesine engel olurlardı. (Ve o yolun eğri büğrü olmasını isterlerdi.) Doğru yolu terkederek helâke götüren yollara eğilim gösterirlerdi, ilâhî hükümleri değiştirerek ve bozarak onlara yanlış bir mahiyet vermek kasdinde bulunurlardı. Cenâb-ı Hak’tan başkasına tapınırlar Allah Teâlâ’nın yüceltemeye lâyık görmediği şeyleri yüceltip dururlardı. (Ve onlar âhireti inkâr eden kimseler idi.) Öyle bir âlemin varlığına inanmaz, onu inkâra cür’et eder, hayâtın yalnız bu dünyaya mahsus olduğunu iddia eder dururlardı. Artık böyle inkârcı olan, insanları ilâhî dini kabulden men’e cür’et eden kimseler elbette ebedî azâba lâyık ve cehennemde ebediyyen azap göreceklerdir.
46. Ve onların arasında bir perde vardır. Ve A’raf üzerinde de birtakım adamlar vardır ki, hepsini de alâmetleriyle tanırlar. Cennet ehline Selâmünaleyküm diye nidâ ederler. Ve bunlar ümit var oldukları halde henüz cennete girmemiş bulunurlar.
46. Bu mübârek âyetler, âhiret alemindeki bir fevkalâde teşkilâtın varlığına işâret etmektedir. Ve cennet ehli ile cehennem ehlinin belirgin bir durumda bulunacaklarını bildirmektedir. Bütün insanlığı uyanmaya dâvet buyurmaktadır. Şöyle ki: Kıyâmet gününde cennet ehli ile cehennem ehli ayrılacaklardır. (Ve onların) O iki gurubun veya cennet ile cehennem arasında (bir perde) bir örtü (vardır.) artık bir fırkanın durumlarından, işlerinden, diğer gurubun faydalanmasına veya zarar görmesine imkân bulunmayacaktır. (Ve A’raf üzerinde bir takım adamlar vardır ki,) Bunlar cennet ehli ile cehennem ehlinin(hepsini de alâmetleriyle) yüzlerindeki beyazlık veya siyahlık gibi nişaneleriyle (tanırlar.) bunu Allah’ın ilhamı ile veya meleklerin bildirmesiyle öğrenmiş olurlar. Ve bu A’raftaki adamlar (cennet ehline; Selâmün aleyküm diye nidâ ederler) onlara duada, onların kurtuluşa ermelerine işârette bulunmuş olurlar. (Ve bunlar) Bu A’rafta bulunan adamlar, cennete gireceklerine (ümit var oldukları halde) hikmet gereği bir müddet A’rafta kalırlar (henüz) kendileri de (cennete girmemiş bulunurlar.) bilahara lâik oldukları cennetlere girerek ebedî olarak Allah’ın lütuflarına nâil olur dururlar. Ne büyük saadet!.
§ A’raf, yüksek yer mânâsına olan Arf’in çoğuludur. Bundan maksat, cennet ile cehennem arasındaki bir surun yüksek tepeleridir. A’raf ehlinden maksat, bir görüşe göre itaat ve sevap sahiplerinin en şerefli olanlarıdır. Bunlar ise ya bir kısım meleklerdir veya Peygamberlerdir, veya şehit olanlardır. Bu zatlar, şereflerini göstermek, rütbelerinin yüceliğini ortaya koymak için ve cennet ehli ile cehennem ehlinin hallerini öğrenmek maksadıyla bir müddet A’raf mevkiinde bulunacaklardır. Diğer bir görüşe göre A’raf ehlinden maksat, iyilikleri ile kötülükleri eşit bulunan, sevap itîbariyle dereceleri yüksek olmayan bir kısım mü’minlerdir ki, bunlar başlangıçta ne çenet ehlinden ve ne de cehennem ehlinden bulunmazlar. Cennet ile cehennem arasında orta bir durumda bulunurlar. Sonra Cenab’ı Hak bunları kendi ilâhî lütfuyla cennete sokar. Bunlar cennete en son girecek zatlardır. Bu hususta başka görüşler de vardır.
47. Ve onların gözleri ateş ehli tarafına çevrildiği zaman da: Rabbimiz! Bizi zâlimler topluluğu ile beraber kılma derler..
47. (Ve onların) A’rafta bulunan zatların(gözleri ateş ehli tarafına çevrildiği zaman) bunların yüzlerindeki sapıklık alâmetlerini gördükleri ve ne kadar azâbı hak etmiş olduklarını anladıkları vakit (de:) Allah’ın dergâhına dua ve niyazda bulunarak (Rabbimiz!.) ey Kerem sâhibi Yaratıcımız!. (Bizi) Öyle cehenneme atılacak (zâlimler topluluğu ile beraber kılma derler.) böyle yakarış ve duada bulunurlar. Bu mübârek âyetler, insanlık için büyük bir korku ve uyarıyı içermektedir. Binaenaleyh bizler de daha dünyada iken kâfirlerin o kötü âkibetini düşünmeliyiz, o gibi kimseler ile aynı durumda olmamak için Allah’ın korumasına sığınmalıyız.
48. Ve A’raf ehli simalarındaki tanıdıkları bir takım kişilere de nidâ ederek derler ki: Size ne çokluğunuz ve ne de taslamakta olduğunuz büyüklük bir fâide vermiş olmadı.
48. Bu mübârek âyetler de, A’raftaki zatların cehennem ehline hitab ederek onlara dünyadaki varlıklarının ve hareketlerinin bir fayda vermediğini kınama maksadıyla söyleyeceklerini bildirmektedir. Ve o cehennem ehlinin dünyada iken mü’minlerin Allah’ın rahmetine nâil olamayacaklarına ait iddialarının asılsız olduğunu göstermektedir. Şöyle ki: (Ve) Âhiret âleminde (A’raf ehli) dünyada iken mevki sâhipleri bulunmuş olan kâfirlerden (simâlarından) cehennemlik olduklarına ve dünyada iken reislerden bulunduklarına ait alâmetleriyle (tanıdıkları bir takım kişilere de) kınamak için, ayıplamak için (nidâ ederek derler ki:) ey inkarcılar, kendini beğenmişler (Size ne cemiyetiniz) yandaş ve yardımcılarınız veya servet ve zenginliğiniz (ve ne de yaptığınız tekebbür) böbürlenmeniz veya hakkı kabul hususunda kibirlenmeniz (bir fâide vermiş olmadı.) ne kadar yanlış hareket etmiş olduğunuzu şimdi anladınız değil mi?.
49. Ya o kimseler mi idi ki, Allah onları rahmetine kavuşturmaz, diye yemin ediyordunuz! Cennete giriniz, size ne birkorku vardır ve ne de siz mahzun olacaksınız.
49. Yine A’raf ehli, o cehenneme atılan şahıslara kınamak için hitab ederek diyeceklerdir ki: (Ya o kimsler mi idi ki,) O mü’minlerin zayıfları mı idi ki, siz onları hakir görerek (Allah onları rahmetine kavuşturmaz diye) dünyada iken (yemin ediyordunuz!.) şimdi görüyorsunuz ya; onların haklarında ne kadar ilâhî rahmet tecelli ediyor!. Ey dünyada iken öyle hakarete uğramış olan mü’minler!. (Cennete giriniz) Bundan sonra (size ne bir korku vardır ve ne de siz mahzun olacaksınız.) artık sizin bu saadete ulaşmanızı o inkarcılar görerek bir kat daha zarar ve ziyâna uğrasınlar. Diğer bir yoruma göre Allah tarafından A’raf ehline hitap edilerek onlara: Artık siz de cennete giriniz iki gurubun halerini müşahede etmiş oldunuz, sizin için ilâhî bir lûtuf olarak size bir korku ve hüzün ariz olmayacaktır. Diye buyrulacaktır.
50. Ve ateş ehli, cennet ehline nidâ ederek: Suyunuzdan veya Allah’ın size rızık olarak verdiği şeylerden bizim üzerimize döküveriniz diye yalvaracaklar. Onlar da: Şüphe yok ki, Allah Teâlâ bunları kâfirler üzerine haram kılmıştır diyecekler.
50. Bu mübârek âyetler, cehennemin ehlinin ümitsizce temennilerini, onların dünyadaki inkârcı ve beyinsizce hareketlerinden dolayı âhiret nîmetlerine nâil olamayacaklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve) İki guruptan, yani mü’minler ile kâfirlerden her biri kendilerinin lâyık oldukları yerlerde karar kıldıktan sonra (nâr ehli) şiddetli hararetlerini, açlıklarını azaltabilmek ümidiyle (cennet ehline nidâ ederek:) ey cennet ehli!. (Suyunuzdan veya Allah’ın size rızık olaak verdiği şeylerden) diğer içilecek veya yiyilecek nîmetlerden (bizim üzerimize döküveriniz) onlardan bize de çokca veriniz (diye yalvaracaklar.) böyle boş ve ümitsizcetemennilerde bulunacaklardır (Onlar da:) cennet ehli de (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ bunları) bu cennet nîmetlerini (kâfirler üzerine haram kılmıştır.) kat’iyyen men buyurmuştur. Biz bunları size nasıl verebiliriz?. (diyecekler.) dir.
51. O kimseler ki, dinlerini bir eğlence ve bir oyun edindiler ve onları dünya hayatı aldatmış oldu. Artık onlar bu günlere yetişeceklerini unuttukları gibi ve bizim âyetlerimizi inkâr eder oldukları gibi biz de onları bugün unutacağız.
51. (O kimseler ki) Öyle temennilerde bulunan kâfir şahıslar ki, (dinlerini bir eğlence ve bir oyun edindiler) onlar dünyada iken bazı hayvanları helâl, bazılarını haram saydılar, çıplak bir halde dinî âyinler yaptılar, dinin kutsî hükümleriyle alay edip durdular (ve onları dünya hayatı aldatmış oldu.) dünyanın fanî varlıklarına tapınarak dinin mukaddes hükümlerini dikkate almadılar, kendilerine dinî vazîfelerini telkin ve tavsiye edenlere hakarette ve düşmanlıkta bulundular (Artık onlar bu günlerine yetişeceklerini unuttukları gibi) bu günün meydana geleceğini inkâr ederek imândan kaçındıkları gibi (ve bizim âyetlerimizi inkâr eder oldukları gibi) onların birer ilâhî âyet olduğunu tasdik etmeyip devamlı olarak inkârcı bulundukları gibi (biz de onları bugün unutacağız.) yani: Onların o temennilerine iltifat etmeyeceğiz, onları sonsuza kadar ateşte terkedeceğiz, onların çağrılarına, duâlarına icâbette bulunmayacağız.
§ Cenab’ı Hak, unutmaktan uzaktır. Buna inanıyoruz. Ona nisbet edilen unutmaktan maksat, bir mecazi mânadır. O dinsizlerin unutmalarına cezâ olarak temennileri unutulmuş gibi bir şekilde haklarında devamlı muamele yapılacağını, onların yalvarışlarına asla iltifat edilmeyeceğini beyandan ibârettir.
52. Muhakkak onlara bir kitap getirdik. İşteonu imân edecek bir kavim için bir yol gösterici ve rahmet olarak tam bir İlim üzere ayrıntılı olarak zikredtik.
52. Bu mübârek âyetler, mü’minler için ilâhî rahmetin bir tecellisi olmak üzere K inmiş olduğunu bildirmektedir. Bu kutsal kitabın hükümlerini bırakarak aksine hareket etmiş olanların da her türlü yardımlardan, arzularından mahrum kalacaklarını hatırlatmaktadır. Şöyle ki: (Muhakkak onlara) O inkârcı topluluklara dinî vazîfelerini telkin etmek ve öğretmek için (bir kitap getirdik.) Kur’an-ı Kerim’i Son Peygamber’e indirdik. (İşte onu imân edecek bir kavim için) o ilâhî kitaptan istifâde etme kabiliyetine sâhip olan müslümanlar için (bir yol gösterici rahmet olarak tam bir İlim üzere) muhataplarını irşâd edecek bir tarzda beyanlarını bildiğimiz halde (ayrıntılı olarak zikrettik) inanç, hüküm ve öğütlere ait konuları, mânâları derinlemesine beyan eyledik. Artık bundan her cemiyetin istifâde etmesi icab etmez mi?. Artık o inkarcılar kendi cehâletlerinden dolayı kendilerini mazeretli görebilirler mi?.
53. Onlar onun te’vilinden başkasını beklerler mi? Onun te’vîli geldiği gün ise onu evvelce unutmuş olanlar diyecektir ki: Muhakkak Rabbimizin Peygamberleri hakkı getirmişlerdir. İmdi bizim için şefaatçilerden kimse var mıdır ki, bize şefaat ediversinler veyahut geri döndürülür müyüz ki, yaptığımız şeylerin başkasını yapıverelim. Şüphe yok ki, onlar nefislerini ziyâna uğratmışlardır. Ve o iftira ettikleri şey de onlardan çıkıp gitmiştir.
53. (Onlar) O kâfirler (onun) o Kitabı Kerimin’in (te’vilinden) onun beyanlarının neye varacağından (başkasını beklerler mi?.) asla beklemezler. Onun doğruluğunun, onun zikrettiği vâd ve tehdidin ortaya çıkmasını asla beklemezler. Çünkü buna inanmış değildirler. Fakat (Onun te’vil! geldiği gün) yani: Onun haber verdiği cezâ vakti kıyâmet zamanıortaya çıkıp durunca (ise onu evvelce unutmuş olanlar) onu unutanlar gibi terketmiş bulunanlar (diyecektir ki: Muhakkak Rabbimizin Peygamberleri hakkı getirmişlerdir.) artık onlar böyle başlarına kıyâmet kopunca uyanacaklar, peygamberlerin onlara bildirmiş oldukları haşır ve nesrin, sevap ve azabın hak olduğunu anlayıp itirâfta bulunacaklar. Fakat artık pişmanlık vakti geçmiş olduğundan bu itirâfları kendilerine bir fâide vermiyecektir. O beyinsizler diyecekler ki: (İmdi bizim için şefaatçılardan kimseler varmıdır ki) Bu kıyâmet gününde (bize şefaat ediversinler) bizden azâbı defeylesinler (veyahut gerî döndürülürmüyüz ki) dünya hayatına iâde edilirmiyiz ki, dünyada iken (yaptığımız şeylerden başkasını yapıverelim.) küfrü imân ile, tevhid ile, isyanları ibâdet ve itaat ile değiştirelim. Ne yazık ki, artık bu arzularına ulaşamayacaklardır. (Şüphe yok ki, onlar nefislerini) Dünyada iken, bu teklif yurdunda iken (ziyana uğramışlardır) küfr ve isyanı işleyerek kendilerini mânevî helâke mâruz bırakmışlardır, (ve o iftira ettikleri şey de onlardan çıkıp gitmiştir.) Bir takım putların Allah Teâlâ’ya ortaklar olduğuna ve kendilerine kıyâmet gününde o putların şefaat edeceklerine dâir iftiracı lâkırdılarının bâtıl olduğu da ortaya çıkmıştır. Artık onlar için hiçbir fâide, hiçbir kurtuluş çaresi kalmamış bulunacaktır. İşte küfr ve şirkin müthiş neticesi!.
54. Muhakkak Rabbiniz o Allah’tır ki gökleri ve yeri altı gün içinde yarattı. Sonra arş üzerine istivâ buyurdu. Geceyi gündüze örtüverir, onu çabuk çabuk arar, takib eder. Güneşi de, ayı da, yıldızları da emrine boyun eğmiş olarak yaratmıştır. İyi bilmelidir ki, yaratmak da emir de ona mahsustur. Âlemlerin Rabbi olan Allah Teâlâ pek yücedir.
54. Bu âyeti celile de Cenab’ı Hak’kın yaratıcılığına, birliğine, ilminin ve kudretininyüceliğini gösteren delilleri, muazzam eserleri insanların dikkat nazarlarına sunmaktadır. Şöyle ki: Ey insanlar!. (Muhakkak Rabbiniz) Efendiniz, mevlânız, işlerinizin düzenleyicisi (o Allah’tır ki) o kutsal varlıktır ki, (gökleri ve yeri altı gün içinde yarattı.) semâ ve dünya ile ilgili bu kadar cisimleri altı gün miktârı bir müddette daha önce benzeri yaratılmaksızın yoktan var ederek vücude getirdi. (Sonra) O Yüce Yaratıcı (arş üzerine istivâ buyurdu.) yani onun ilâhî emri, arş üzerine hâkimiyet kurdu. Onun hüküm ve irâdesi bütün kâinatın üstünde bir galibiyeti tecelli etti. O Hikmet sâhibi yaratıcının tasarruflarına bakınız ki, o kutsal varlık (Geceyi gündüze örtüverir) her taraf güneşin ışığından mahrum kalır, bilâkis gündüzü de geceye örter, karanlık kaybolarak her taraf ışık içinde kalır. Gece ile gündüzden herbiri (onu) diğerini (çabuk çabuk arar) süratlice (takib eder.) bunlar bir nizam içerisinde birbiri ardınca meydana gelir. O Yüce Yaratıcı (Güneşi de, ayı da, yıldızları da emrine boyun eğmiş olarak yaratmıştır.) hepsi de Cenâbı Hak’kın takdir ettiği şekilde doğup ve batıp dururlar. (İyi bilmelidir ki, yaratmak da, emir de ona) O Yüce Yaratıcıya (mahsustur.) çünki hepsinin yaratıcısı ve tasarrufçusu ondan başkası değildir. Evet… Şüphe yok ki, bütün bu (Âlemlerin Rabbi olan Allah Teâlâ pek yücedir.) ilâhlığındaki birliğiyle pek yücedir, rablığındaki tekliği ile büyüklük ve yüceliğe sahiptir. Buna inandık. Artık O Yüce Yaratıcıya ortak koşan bir takım aşağılık insanlar, bu ilâhî vasıfları düşünmeli, onun yüceliğini, birliğini tasdik ederek kulluk secdesine kapanmalı, temiz bir itikada sâhip olarak selâmet ve saadete ulaşma gayesini takib etmeli değil midir?.
§ Yevm: Gün demektir ki: Güneşin doğuşundan batışına kadar olan zamandan ibârettir. Gerçekte Cenab’ı Hak, bu kâinatı istese idi bir anda da vücude getirebilirdi. Fakat her hususta yavaş hareket etmenin hikmet vemenfaata uygun olacağını halka öğretmek ve bildirmek için bunları altı günlük bir müddet içinde vücude getirmiştir. Nitekim bir hadisi şerifte de:
Yavaşça, ihtiyat ile hareket Allah’tandır, acele etmek ise şeytan’dandır. Bir görüşe göre bu yevmden maksat, âhirete ait gündür ki, bu, bin seneye denktir.
§ İstiva kelimesi de lûgat bakımından: Karar etmek, müsavî bulunmak, üzerine oturmak, galip olmak, kasdeylemek gibi mânâları ifâde eder. Cenâb-ı Hak ise bir mekânda bulunmaktan, karar etmekten uzaktır. Binaenaleyh onun arş üzerine istivasından maksat, onun tek olan varlığına ait, hakîkati bilinmeyen bir sıfattır. Onun hakikatını Allah’ın ilmine havâle ederiz. Bu istiva ile istilâ etmek galip olmak kuşatmak bütün kâinata hükmetmek gibi bir mânâ kasdolunur.
§ Arşa gelince, bu da lûgatte tavan, çadır, köşk, mülk, saltanat, izzet, şeref ve şan, ve bir işin rüknü, ayakta kalmasına sebep olan şey demektir. Hükümdarların tahtına da yüksek mertebesinden dolayı arş denilir. Arş, filozoflara göre büyük felektir ki, bütün yönleri kuşatmıştır. Arş şöyle de tarif ediliyor: Bu, diğer cisimleri kuşatan büyük bir cisimdir ki, fevkalâde yüksekliğinden dolayı veya hâkimiyet tahtı olduğuna işâret için kendisine bu isim verilmiştir. Şeriat dilinde ilâhî arş semâların üstünde yüce bir makamdır ki, onun sınırlarını çizmek ve takdir etmek akıllarımızın ötesindedir. Hakikatı, Allah’ın ilmine havâle edilmiştir. Birçok ilâhî hüküm o yüce makamdan diğer muhitlere iner. Bir görüşe göre de arşın mahiyeti, kırmızı bir yakuttur ki, Cenab’ı Hak’kın yüceliğinin nurundan parıldamakta ve ışıldamaktadır. Gerçek bilgiAllah katındadır.
55. Rabbinize yalvara yalvara ve gizlice dua edin. Şüphe yok ki, o haddi aşanları sevmez.
55. Bu mübârek âyetler, kudretinin, hikmet ve rahmetinin mükemmelliğine ait deliller zikredilmiş olan Yüce Yaratıcıya ne şekilde dua ve yakarışta bulunulacağını öğretmektedir. Ve yeryüzünde bozgunculuğa çalışılmayıp güzelce hareket edilmesini emir ve tavsiye buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey Yüce Yaratıcının yüce sıfatlarını ve muazzam eserlerini bilmiş olan kullar!. (Rabbinize yalvara yalvara) Tam bir dua ve yakarış ile (ve gizlice) sessiz bir şekilde, seslerinizi yükseltmiyerek (dua edin.) onun rahmetini, lütfunu tam bir samimiyetle istirhamda bulunun, haddi aşarak bağıra çağıra dua’da bulunmayın, bu edebe aykırıdır. Cenab’ı Hak, kullarının gönüllerinden geçenleri bilir, içten, gizli olan istirhamlarını bilir, hikmetine uygun olunca kabul buyurur. Her hususta olduğu gibi dua’da da ölçülü olmak lâzımdır. Bir kimse kendi hâline lâyık olmayan birşeyi temenni etmemelidir. Meselâ: Peygamberler mertebesine ulaşmak gibi, semâya yükselmek gibi birşey hakkında dua etmemelidir. Ve riyâ şüphesinden uzak olmayacağı için yüksek sesle dua’da bulunmamalıdır. (Şüphe yok ki o) İlim ve hikmet sâhibi olan Allah Teâlâ (haddi aşanları sevmez.) yani öyle kimseleri sevâba, hayır ve rahmete kavuşturmaz.
§ Dua da bir nevi ibâdettir. Çünkü dua eden bir kimse, Cenab’ı Hak’kın varlığını, yüceliğini, herşeye kâdir olduğunu ve kendisinin o kerem sâhibi Yaratıcıya muhtaç bulunduğunu bilip itirâf etmiş olur. Kendisi hakkında ilâhî takdirlerin bir rahmet ve lûtuf mahiyetinde tecellisini temenni ederek Allah’ın eşiğine kulluğunu arzetmiş olur. Artık bir mü’min, Cenâb-ı Hak’kın rahmetini, mağfiretini, cennete kavuşmayı temin edecek güzel amelleri başarmasını temenni etmelidir.Cehennem azâbına yaklaştıracak olan kötü fiillerden, sözlerden uzak olmasını da niyâz etmelidir. Fakat dua ederken yüksek bir sesle kendi nefsini de yormamalıdır, ve bir gösteriş belirtisine sebebiyet vermemelidir. Nitekim yüksek bir sesle tekbir alan bazı zatlara Rasûlü Ekrem Efendimiz, şöyle buyurmuştu: “Ey insanlar!. Siz nefisleriniz hakkında sabredip bekleyin, siz, sağır ve gaip bir zata dua etmiyorsunuz, işiten ve gören bir Yüce Yaratıcıya dua ediyorsunuz. O sizinle beraberdir. Binaenaleyh dua’da yalvarma ve gizliliği terk etmek uygun değildir. Aksi takdirde bilinen sınır aşılmış olur.
56. Ve yeryüzünde ıslah edilmesinden sonra bozgunculuk yapmayın ve ona korkarak ve umarak dua edin. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ’nın rahmeti iyilik edenlere pek yakındır.
56. (Ve) Ey Allah’ın kulları!. (Yeryüzünde) Peygamberin ve dinî hükümlerin gelmesi suretiyle umumun (ıslah edilmesinden sonra) bunlara muhalefetle, küfr ve isyan ile (bozgunculuk yapmayın) öyle bir hareketten sakınınız, (ve ona) O Yüce Yaratıcıya (korkarak ve umarak dua edin.) kendi amellerinizdeki kusurları düşünüp korku ve ürperti ile ve onun rahmetinin genişliğini lûtuf ve ihsânının çokluğunu düşünerek de af ve mağfiret ümidiyle dua’da, niyazda bulunun, korku ve ümitten ayrılmayınız. (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ’nın rahmeti iyilik edenlere) Meselâ: Güzelce amellerde bulunanlara, ve kısaca korku ve ümit ile gizli olarak dua edip duranlara (pek yakındır) şüphe yok ki, dünya hayatı her an azalmakta, âhiret hayatı ise her saat yaklaşmaktadır. Binaenaleyh Cenâb-ı Hak’kın rahmeti, yani: Mağfireti af ve ihsanı bu âhiret hayatında hemen tecelli edecektir. İnanan ve iyilik yapan kulları buna kavuşacaklardır. Ne mutlu bu nîmete nâil olanlara!.
57. Ve o bir Yüce Yaratıcıdır ki, rüzgârlarırahmetinin önünde müjdeci olarak gönderir. Nihâyet rüzgârları ağır ağır bulutları yüklenince biz onu bir ölmüş ülkeye sevketmiş oluruz. Derken onunla su indirmiş, sonra da onunla her çeşit meyveleri meydana çıkarmış oluruz. İşte böylece ölüleri de çıkarırız. Gerektir ki, siz düşünüp ibret alasınız.
57. Bu âyeti celile, Cenâb-ı Hak’kın bir takım kudret ve rahmet eserlerini dikkat nazarlarına sunuyor ve ölülerin yeniden hayat bulacağını bir misâl ile tasvir ederek haşra ve neşre ait bir delili içine almış oluyor. Şöyle ki: Ey insanlar!. Gökleri ve yerleri yaratmış olan Allah Teâlâ’dır. (Ve o bir Yüce Yaratıcıdır ki, rüzgârları rahmetinin) yağdıracağı fâideli yağmurların (önünde) dağınık bir şekilde (müjdeci olarak gönderir.) bu rüzgârlar, yağmurların yağacağına bir müjde alâmeti mesabesinde bulunmuş olur. (Nihayet rüzgârlar) taşımış oldukları yağmurları ile (ağır ağır) bir halde bulunan (bulutları yüklenince biz onu) o bulutları (bir ölmüş) kuraklığa uğrayıp gelişme ve büyümeden mahrum kalmış (ülkeye sevketmiş oluruz.) onu bu vâsıta ile tekrar hayata kavuşturmak isteriz (Derken onunla) o bulut ile veya sevkedilen rüzgâr ile (su indirmiş) oluruz, (sonra da onunla) O yağmur suları ile (her çeşit meyveleri meydana çıkarmış oluruz.) çeşitli sebzeler, meyveler gelişip büyüyerek varlık alanına gelmiş olur. (İşte böylece) Bu nevi nevi meyveleri, gıda maddelerini yeni bir hayâta, bir gelişme ve olgunlaşmaya kavuşturduğumuz gibi (ölüleri de) ilâhî kudretimizle yeniden hayat sahasına (çıkarırız.) onları yok olup izleri silindikten sonra yeniden hayata kavuştururuz. Artık Ey insanlar!. (Gerektir ki siz) Bu içinde yaşadığınız âlemde tecelli eden bunca kudret eserlerini nazarı dikkate alasınız, siz bunları güzelce (düşünüp ibret alasınız) evet… Düşünmeli ki: Milyonlarca bitkiler ilâhî bir bereket ile her sene yeniden vücude geliyor, bir artma kuvvetine sâhip bulunuyor, sonsuzderecede hoş manzaraları ile ibret bakışlarını süsleyip duruyor. Artık bu gibi sayısız hârikaları yaratıp mükemmelliğe kavuşturan bir Yüce Yaratıcı, insanları da öldürdükten sonra yüce kudretiyle bir şûra üfleme vâsıtasıyle yeniden hayata kavuşturamaz mı?. Hangi akıllı, bunu imkânsız görebilir?. Artık ey insanlar!, (gerekdir ki, siz) Bu içinde yaşadığınız âlemde tecelli eden bunca kudret eserlerini dikkate alasınız, güzelce (düşünüp ibret alasınız.) öyle milyonlarca muhtelif bitkileri, güzel güzel ağaçlar ve çiçekleri vücude getiren bir Yüce Yaratıcı, insanları da öldürdükten sonra tekrar diriltmeye kadirdir. Buna inancımız tamdır!. Binaenaleyh bunları güzelce düşünüp uyanık olmak icab eder.
58. Ve temiz bir beldenin ekinleri Rabbinin izniyle çıkar meydana gelir kötüsünün ise çıkmaz. İsterse, külfetle, meşakkatle olsun işte biz âyetleri şükreden bir kavim için böylece tekrar tekrar beyan ederiz.
58. Bu âyeti celile, ilâhî açıklamalardan istifâde edenlerle etmeyenler için ürün verme gücüne sâhip olan temiz arazi ile bu özellikten mahrum bulunan kötü araziyi bir misal olmak üzere zikretmektedir. Şöyle ki: İlâhî rahmet ile bir nice ölmüş yerler yeniden hayat bulur. (Ve temiz bir beldenin) bereketli, kolaylıkla ürün vermeğe uygun bir yeryüzünün (ekinleri Rab’binin izniyle) Yüce Yaratıcının dilemesiyle, kolaylık vermesiyle (çıkar) meydana gelir fazlasiyle gelişip büyüyüp herkesin istifadesine hizmet etmiş olur. (kötüsünün) Tuzlu, kara taşlı, ürün verme gücünden mahrum arazinin (ise) ekinleri meydana (çıkmaz.) kendisinden öyle kolay kolay istifâde olunamaz. (İsterse külfetle, meşakkatle olsun) Artık ondan ne beklenilebilir?. (işte biz âyetleri) Allah’ın birliğine, İslâm dinine ait delilleri kanıtlar! Allah’ın nîmetlerine karşı (şükür eden) onları düşünerek yararlanan (bir kavim için böylece tekrar tekrar) çeşitlişekillerde (beyan ederiz) evet… Şüphe yok ki: Cenab’ı Hak Kur’an-ı Keriminde varlığına, nîmetlerine, dinî vazîfelere, ve kalpleri nurlandırmaya ait âyetlerini tekrar tekrar, çeşitli üslûp ile beyan buyurmuştur. Tâki düşünen ve Allah’ın birliğine inanan zatlar onlardan istifâde ederek şükür vazîfelerini tam bir istek ve zevk ile yapmaya devam etsinler. Görülüyor ki, bu âyeti kerime bir misali içermektedir, şöyle ki: Mü’minler, temiz, ürün verme kuvvetine sâhip araziye benzetilmişlerdir. Onlar mânevî bir yağmur, bir rahmet suyu mesabesinde bulunan K indirilen ayetlerinden istifadeye çalışırlar, bu sâyede ibâdet ve itaatte bulunurlar, güzel güzel huylarla vasıflanmada başarılı olurlar. Kâfirler de kötü, büyüyüp gelişmeden mahrum araziye benzetilmişlerdir. Onlar Kur’an’a inanmazlar, onu dinleseler de istifâde edemezler. Onu tasdik etmeyip inkâra cür’et gösterirler. Onlar bir meşakkat bir zorluk ile bu dünyada bir iyi işde bulunsalar da bundan âhiret âleminde bir fâide göremeyeceklerdir. Onların istifadeleri yalnız dünyaya ait olmuş olur. Çünki ebedî, uhrevî bir- mükâfata, bir hayır eserine kavuşabilmek için temiz bir yaratılışta bulunmak lâzımdır. Cenâb-ı Hak’kın ayetlerinden, K yüce peygamberlere ve diğer konulara ait kıssalarından ibret almak kısacası güzel bir imâna sâhip bulunmak gerekir.
59. Andolsun ki, Nuh’u kavmine Peygamber olarak gönderdik. Dedi ki: Ey kavmim! Allah’a kulluk edin, sizin için ondan başka bir ilâh yoktur. Muhakkak ki, ben sizin üzerinize büyük bir günün azâbından korkuyorum.
59. Evvelki âyetlerde Cenâb-ı Hak’kın kudret eserlerine birliğine, rab oluşuna şâhitlik eden bir kısım yaratılış hârikalarından söz edilmişti. Bu âyeti celile de yüce bir Peygamberin kıssasını konu edinerek geçmiş ümmetlerden birinin ne kadar inkârcı bir tarzda hareket etmiş olduklarını şöylece bildirmektedir.(Andolsun ki) Yüce Allah’a yemin olsun ki muhakkak ki biz (Nuh’u) o büyük Peygamber’i (kavmine Peygamber olarak gönderdik.) onlara ilâhî dini Allah’ın birliğini tebliğ etti ve (Dedi ki: Ey kavmim!.) yalnız (Allah’a) o Kâinatın Yaratıcısına (kulluk edin) ancak ona ibâdette ve kullukta bulunun. Çünkü (sizin için) bütün sizin gibi Allah’ın birliğini tasdik etmekle mükellef olan kullar için (ondan) o Ezelî Yaratıcıdan (başka bir ilâh yoktur.) ilahlık ve mâbutluk ancak ona mahsustur. Ondan başka ibâdete lâyık olan bir zat bulunamaz. (Muhakkak ki,) Eğer bu tavsiyem doğrultusunda o Yüce Yaratıcıya ibâdette bulunmaz, ona ibâdet ve itaaten kaçınırsanız (ben sizin üzerinize büyük bir günün) yevmi kıyâmetin veya tufan zamanının (azâbından korkuyorum.) eğer Cenâb-ı Hak’kın emirlerine muhalefette devam ederseniz size böyle bir azabın geleceği muhakkaktır. Artık böyle korkunç bir akibeti düşününüz!.
60. Kavminden ileri gelen bir cemaat dedi ki: şüphe yok biz seni apaçık bir sapıklık içinde görüyoruz.
60. Hz. Nuh’un bu hayrı tavsiye edici uyarısına rağmen onun (Kavminden ileri gelen bir cemaat) yani: Servetleri, mevkileri İtibâriyle halkın içerilerini dolduran reislerden bir tâife (Dedi ki:) Ey Nuh!. Ne söylüyorsun?. (Şüphe yok ki, biz seni apaçık) Tamamen âşikâr (bir sapıklık içinde görüyoruz.) sen haktan, doğru yoldan ayrılmış bulunuyorsun, bizim kalbimiz buna şahitlik ediyor
.61. Dedi ki: Ey kavmim! Ben de hiç bir sapıklık yoktur. Fakat ben âlemlerin Rabbi tarafından bir Peygamber’im.
61. Hz. Nuh da onların bu iddialarını red için (Dedi ki: Ey kavmim!.) ey kendilerine Peygamber gönderilmiş olduğum insanlar!. (Ben de hiçbir sapıklık yoktur.) Ben hak üzere bulunmaktayım, ben sizin öyle zannettiğiniz sapıklıktan, hakikate karşı gelmekten uzakbulunmaktayım. (Fakat ben âlemlerin Rab’bi) Olan Allah Teâlâ (tarafından) sizlere gönderilmiş (bir Peygamberim) artık bana sapıklık nasıl isnat edilebilir?.
62. Size Rabbimin vahyettiklerini dinine ait hükümleri tebliğ ediyorum ve sizin için öğüt veriyorum ve ben Allah Teâlâ’dan sizin bilmediklerinizi biliyorum.
62. Bu mübârek âyetler, Hz. Nuh’un iyiliğe yönelik davetine icâbet etmeyip onu yalanlayan bir kavmin pek cahilce hareketlerini ve onların bu cehaletleri yüzünden uğramış oldukları pek korkunç âkibetleri dikkat nazarlarına sunuyor. Şöyle ki: Hz. Nuh, kendisine karşı muhalif bir cephe almış olan inkârcı kavmi, o kâfirce vazîyetlerinden kurtarmak için dedi ki: Ey kavmim!. (Size Rab’bimin vahiylerinİ) Yani onun dinine ait hükümleri, emirleri, yasakları, sevapları cezaları (tebliğ ediyorum) bunları size böyle bildirmek benim vazîfemdir. (ve sizin için öğüt veriyorum) Size tam bir samimiyetle fâideli şeyleri bildiriyor, sizi zararlı, kötü şeylerden kurtarmaya çalışıyorum, mânevî selâmet ve saadet yoluna teşvik ediyor ve özendirip duruyorum. (ve ben) Allah’ın vahyine mazhar olduğum için (Allah Teâlâ’dan sizin bilmediklerinizi biliyorum.) yani: O Yüce Yaratıcının sıfatlarına, kudret ve yüceliğine, sevap ve azâbına dâir sizin bilmediğiniz şeyler bence bilinmektedir. Veya o Yüce Yaratıcının dinine karşı muhalefette bulunup duranları ne korkunç âkibetlere uğrayacaklarını siz bilmiyorsunuz, fakat ben pek iyi bilmekteyim. Artık benim tebliğlerime riâyet ediniz.
63. Yoksa size Rabbiniz tarafından sizden olan bir zat vâsıtasıyle sizi korkutmak için ve sizin de sakınmanız ve rahmete erebilmeniz için bir zikrin gelmesine mi şaştınız?
63. (Yoksa) Ey inatçı ve inkârcı kavim!, (size) Bir kurtuluş vesîlesi olmak üzere (Rab’bİniz tarafından sizden olan) sizin cinsinizden, sizcetanınmış kimselerden olan (bir zat vâsıtasıyle) sırf bir ilâhî merhamet eseri olarak (sizi) Allah’ın azâbı ile (korkutmak için ve sizin de) Allah’ın hükmüne aykırı hareketlerden (sakınmanız ve) o sâyede (rahmete erebilmeniz için bir zikrin) bir ikaz ve irşat vâsıtasının (gelmesine mi şaştınız) bunda teaccübü gerektiren ne vardır?. Bu, insanlık hakkında ilâhî bir lütuftan ibâret değil de nedir?. İnsanlar, boş yere yaratılmamışlardır. Kâinatın Yaratıcısını bilip onun rızâsına uygun harekette bulunmak ve o sâyede selâmet ve saadete ermek için yaratılmışlardır. Fakat insanlar, kendilerine Allah tarafından bir rehber gönderilmemiş olursa üzerlerine düşen vazîfeleri nasıl takdir edebilirler?. Yaradılışlarındaki gayeyi nasıl belirleyebilirler?. Herbirinin düşüncesi, kanaati, hareket tarzı başka başka olmaz mı?. Bunun neticesinde ise içtimaî birlik, din kardeşliği, umumun ittifakı nasıl meydana gelebilir?. İşte böyle helâk edici ayrılıklara sebep olan hadiselere meydan verilmemesi için ilâhî vahye mazhar olan Peygamberler gönderilmiştir. Onlar da insanlar zümresinden bulunmaktadırlar, tâki onların tebliğlerine diğer insanlar için idrâk etmek mümkün olsun. O muhterem Peygamberlerin doğrulukları, yükseklikleri de göstermeyi başardıkları mucizeler ile, kendilerinin sâhip oldukları o yüce bilgiler ve ahlâk ile apaçık bir şekilde meydana çıkmıştır. Artık onlara muhalefet edenler, cehâlette bulunmuş, kendilerini Allah’ın azâbına uğratmış olmazlar mı?. Elbette olurlar. İşte Cenâb-ı Hak bize bunu da bildiriyor.
64. Bunun üzerine onu yalanladılar. Biz de onu ve onunla beraber gemide olanları kurtardık. Ayetlerimizi yalanlayanı da suda boğduk. Çünkü onlar bir kör kavim olmuşlardı.
64. (Bunun üzerine) Nuh Aleyhisselâm’ın onları öyle hayra yönlerdirici irşada çalışmasınarağmen onlar (onu) o Yüce Peygamber’i (yalanladılar) onun Peygamberliğini inkâr eylediler, sen yalan söylüyorsun, sen Peygamber değilsin demek cüretinde bulundular. (Artık biz de onu) O muhterem Peygamberi (ve onunla beraber gemide olanları) onun Peygamberliğini tasdik edip Allah’ın dinini kabul etmiş bulunanları boğulmaktan (kurtardık.) selâmet sahiline erdirdik, (Ayetlerîmîzi yalanlayanlan da) Allah’ın birliğini gösteren binlerce delilleri, hârikaları görmeyip de inkâra cür’et eyleyenleri de tufan ile (boğduk.) azâba mâruz kalmaya başladılar. (Çünki onlar bir kör kavim olmuşlardı.) Yani: Kalbleri kararmış, hakîkati görmekten mahrum kalmış, inkârcı bir tâife bulunuyorlardı, böyle bir akibeti hak etmişlerdi, lâyık oldukları elem verici bir vaziyete kavuşmuşlardı. İşte küfr ve isyânın cezâsı!.
§ Nuh Aleyhisselâm; İdris Aleyhisselâm’ın torunlarındandır. Ondan sonra ilk gönderilen Peygamber Nuh Aleyhisselâm’dır. Kırk yaşında Peygamber olmuş, dokuz yüz elli sene kavmini dine dâvet etmiş, tufan hâdisesinden sonra da ikiyüz elli sene daha yaşamıştır. Bu halde hayat müddeti (1240) sene bulunmuştur. Diğer rivâyetler de vardır. İnsanlığın başlangıcında insanların ömürleri uzun bulunmuştur. Bu da insanların çoğalmasını temin gibi hikmetlere dayanmaktadır. Hz. Adem’den sonra insanlar çoğalmış, fakat Allah’ın dinini terkederek müşrikce bir halde yaşamaya başlamışlardı. Nuh Aleyhisselâm’a inananlar pek azdı. Nihâyet o inatçı kavme cezaları yaklaşmıştı. Hz. Nuh bir gemi yapmakla Allah tarafından emrolundu. Gemiyi yapar yapmaz şiddetli yağmurlar yağmaya başlamış, yeryüzü bir deniz kesilmişti. Hz. Nuh kendisine imân edenleri gemisine aldı. Bunların sayısı kırk erkek ile kırk kadından ibâret bulunuyormuş.Bunların içinde Hz. Nuh’un Sam, Ham, Yâfes adındaki oğulları da bulunuyordu. Yâm veya Ken’an adındaki oğlu ise Hz. Nuh’a isyan ederek gemisine binmemişti. Nihâyet gemi dışında bulunanlar tamamen suların dalgaları arasında kalarak helâk olup gitmişlerdi. Daha sonra yağmur kesilmiş, sular çekilmeye başlamış, gemi de Musul civarında Cudi denilen dağın üzerine Muharrem ayının onuna rastlayan aşure gününde oturmuştur. Hz. Nuh bu gemiye uygun gördüğü hayvanlardan da birer çift almış bulunuyordu. Bu tufan hadisesi cumhura göre umumidir, bütün yeryüzünü kapsamaktadır. En yüksek dağların tepelerinde görülen deniz hayvanlarının fosilleri = eski zamandan beri taş kesilmiş hayvanların cesetleri görülmektedir. Böyle bir tufan hadisesinin yeryüzünde bir azap örneği olmak üzere vücude getirilmiş olması, Allah’ın kudreti karşısında imkânsız görülemez. Maamafih bazı zatlara göre de bu hâdise yalnız Hz. Nuh’un bulunduğu Babil havâlisinde meydana gelmiştir. En doğrusunu Allah bilir.
65. Âd kavmine de kardeşleri Hud’u Peygamber gönderdik dedi ki: Ey kavmim! Allah’a kulluk edin sizin için ondan başka bir ilâh yoktur. Hâlâ sakınmayacak mısınız?
65. Bu mübârek âyetler de Hz. Hud’un kavmi ile olan tartışmasını ve onların bu muhterem zata karşı aldıkları inkârcı tavırlar! açıklamaktadır. Şöyle ki: (Ad kavmine de Kardeşleri Hud’u -Peygamber gönderdik-) Yani cinsiyet itibâriyle, dinî bakımdan değil neseb yönüyle onlardan muhterem bir zat olan Hut Aleyhisselâm’ı Peygamberlikle şereflendirerek kavmini irşâd etmesini emrettik. Ah = kardeş kelimesi, Arap dilinde sâhip, vatandaş mânâsında kullanılmaktadır. Binaenaleyh bir kavmin kardeşinden maksat, onların sâhibi, yurtdaşı demektir. Hud aleyhisselâm o kavmine hitâben (dedi ki: Ey kavmim!.) öyleputlara ve diğer mahlûklara tapmayı bırakınız, yalnız (Allah’a kulluk edin) ona kullukta bulunun, (sizin için ondan başka bir ilâh yoktur.) Bütün mahlûkların yaratıcısı, mâbudi, Allah Teâlâ’dan başkası değildir. Siz (Hâlâ sakınmayacak mısınız?.) hâlâ hakîkati anlamayıp imân etmiyecek misiniz?. Nedir sizdeki bu gaflet!.
66. Onun kavminden kâfir olan bir cemaat dedi ki: Muhakkak biz seni beyinsizlik içinde görüyoruz. Ve biz seni herhalde yalancılardan sanıyoruz.
66. (Onun) Hz. Hud’un (kavminden kâfir olan bir cemaat) kavminin ulularından bir tâife (dedi ki:) ey Hud!. (Muhakkak) ki, (biz senî beyînsizlik içinde) yani, ahmaklık, câhillik, akıl zayıflığı ve düşünce noksanlığı içinde (görüyoruz. Ve bîz seni herhalde yalancılardan sanıyoruz.) senin Allah tarafından gönderilmiş bir Peygamber olduğuna dâir iddianı gerçek dışı kabul ediyoruz.
67. Dedi ki: Ey kavmim! Bende hiçbir beyinsizlik yoktur. Fakat ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir Peygamberim.
67. Hud Aleyhisselâm da onların iddialarını reddetmek için (Dedi ki: Ey kavmim!. Ben de hiçbir beyinsizlik yoktur.) ben öyle sizin iddia ettiğiniz gibi beyinsiz değilim. (Fakat ben âlemlerin Rabbi tarafından) Sizlere (gönderilmiş bir Peygamberim) Cenâb-ı Hak ise beyinsiz onları Peygamber göndermez. Onun gönderdiği Peygamberler, son derecede rüşt ile, akıl ve fikir ile, emânet ve doğrulukta vasıflanmış bulunurlar.
68. Size Rabbimin vahyettiklerini tebliğ ediyorum ve ben sizin için bir güvenilir öğüt vericiyim.
68. Ve o Yüce Peygamber o câhil, inkârcı kavmine dedi ki: (Size Rabbimin vahiylerini) Bana tebliğ etmemi emrettiği emirleri, yasakları, dinî hükümleri (tebliğ ediyorum) bukadar akıl ve hikmete uygun, selâmet ve saadetinize vesîle olan şeyleri size bildiriyor, tavsiyede bulunuyorum, (ve ben sizin için bir güvenilir öğüt vericîyim.) Ben güvenmeye lâyık, emanetlere riâyet etmekle bilinen bir halde sizlere nasihat veriyorum, sizin selâmetinize kanaat getirecek bir şekilde çalışıyorum. Artık öyle fâideli vazîfeleri size tebliğ eden, hakkınızda öyle hayrı tavsiye edici olan bir zat, öyle iddianıza göre beyinsizlikle, yalancılıkla vasıflanmış sayılabilir mi?. Bir kerre bu hususları düşünmez misiniz?.
69. Yoksa sizî korkutmak için size Rabbiniz tarafından bir zikrin sizden bir kişi vâsıtasıyle gelmesine şaştınız mı? Hatırlayınız ki, sizi Nuh kavminden sonra onların yerine getirdi ve sizi yaratılışta fazla bir kuvvete güce erdirdi. Artık Allah Teâlâ’nın nimetlerini hatırlayınız ki, kurtuluş bulabilesiniz.
69. Bu mübârek âyetler de Hz. Hud’un kavmini uyanmaya dâvet ederek kendisinin peygamberliğindeki fayda ve hikmeti ve o kavmin ulaştıkları nîmetleri beyan etmektedir. Ve o müşrik kavmin göstermiş oldukları muhâlefeti bildirmektedir. Şöyle ki: Hud Aleyhisselâm, kendisine beyinsizlik isnâdına cür’et eden kavmine hitâben buyurdu ki: Ey kavmim (Yoksa sizi) Allah Teâlâ’nın azâbından (korkutmak) işlediğiniz küfr ve isyânın .korkunç âkibetini bildirmek, sizi uyanmaya dâvet etmek (için size Rabbiniz tarafından bir zikrin) bir ilâhî vahyin veya bir mucizenin (sizden bir kişi vâsıtasıyle) benim gibi Peygamberlik sâhibi olan bir insanın işaretiyle (gelmesine şaştınız mı?.) bu olmayacak birşey midir?. (Hatırlayınız ki) Tarihi olayları bir düşününüz ki, (sizi) Kerem sahibi olan Rabbiniz (Nuh kavminden sonra onların yerine getirdi) sizi onların yurtlarına sâhip, onların ülkelerine hâkim kıldı, (ve sizi yaratılışta fazla bir kuvvete) Bir güce (erdirdi.) sizi büyük bir yapıya ve uzun boya eriştirdi. Rivâyete görebu kavim büyük bir yapıda yaratılmıştı. Uzun boyluları yüz arşın, kısa boylular! da altmış arşın uzunluğunda bulunuyordu. (Artık Allah Teâlâ’nın) Hakkınızdaki (nîmetlerini hatırlayınız ki,) o nîmetlerle uygun düşen amellerde bulununuz, onların şükrünü yerine getirmeye çalışınız ki (felâh) kurtuluş (bulabilesiniz.) âhiretin ebedî nîmetlerine kavuşup azâbından emin olabilesiniz.
§ Hz. Hud’un kavmine, böyle yumuşak bir şekilde, merhamet ve şefkatini gösterir bir tarzda, şahsî bir gücenme eseri göstermeyip pek hikmetli bir şekilde hitab etmesi, pek iyilik sever bir harekettir, halka va’z ve öğütte bulunacak zatlar için uyulması gereken bir örnektir.
70. Dediler ki: Sen bize yalnız bir tanrıya tapanın ve babalarımızın tapmakta olduklarını terketmemiz için mi geldin? Haydi eğer sen doğru sözlü kimselerden isen bizi korkuttuğun şeyi bize getir bakalım.
70. Hz. Hud’un böyle güzel öğütlerine karşı kavmi (Dediler ki:) Ey Hud!. (Sen bize) Otedenberi kendilerine taptığımız putlarımızı bırakıp ta (yalnız bir tanrıya tapmamız) ibâdetlerimizi yalnız ona tahsis etmemiz (ve babalarımızın taptıklarını terketmemiz için mi geldin?.) Artık hiçbir puta tapmayahın, bu nasıl olabilir?. (Haydü eğer sen) Bu peygamberlik iddiânda veya bizlere bir azabın geleceğini haber vermek hususunda (doğru sözlü kimselerden isen) daha durma (bizi korkuttuğun şeyi) ilâhî azâbı hemen (bize getir.) bakalım. Bu câhil, inatçı kavim, öyle cömert, iyilik sever bir Yüce Peygamberin öyle güzelce uyarısını takdir etmediler, âkibetlerini düşünmediler. Artık haklarında ilâhî azabın ortaya çıkışı gerçekleşmişti.
71. Dedi ki: Üzerinize şüphe yok ki Rabbiniz tarafından bir azap ve bir gazâb indi. Kendinizin ve babalarınızın takmış olduklarınız bir takım adlar hakkında benimle mücadeledemi bulunuyorsunuz? Allah Teâlâ onlara dâir hiçbir delil indirmiş değildir. Artık bekleyin, ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim.
71. Bu mübârek âyetler de Hz. Hud’un kavmine yönelen ilâhî azâbı haber vermesini ve kendisiyle ona imân edenlerin kurtulup inkârcı, dinsiz olanların da helâk olup gittiklerini bildirmektedir. Şöyle ki: Hz. Hud, kavminin öyle küfr ve isyanına karşı (Dedi ki:) ey kavmim!. (Üzerinize şüphe yok ki Rabbiniz tarafından bir azap) Bir cezâ, İzdırabı gerektiren bir kötü inanç (ve bir gazap) bir hışım, bir intikam irâdesi (gerçekleşti.) şirk ve inkârdaki israrınızdan dolayı hakkınızda böyle bir cezâ inmeye başladı. Artık lâyık olduğunuz âkibete kavuşacaksınız. (Kendinizin ve babalarınızın tahmis olduklarınız) Kendi taraflarınızdan uydurup ad vermiş olduğunuz (bir takım) isim verilen kimselerden uzak (adlar hakkında benimle mücadelede mi bulunuyorsunuz?.) benim sözlerimin doğruluğuna inanmayıp da öyle bir takım kuru isimlere mi ilahlık isnat ediyorsunuz?. Onlar mâbutluğu hak etmiş olabilirler mi?. (Allah Teâlâ onlara dâir) Onlara ibâdet edilmesi hususunda (bir delil) bir kanıt (indirmiş değildir.) çünkü bizzat ibâdete lâyık olan ancak Kâinatın Yaratıcısı Allah Teâlâ’dır. Başka birinin ibâdete hak kazanmış olabilmesi için bu hususa dâir ilâhî bir emrin gelmesi, ilâhî bir âyetin inmesi kat’î bir delilin meydana gelmesi lâzımdır. Halbuki: Allah Teâlâ’dan başkasına ibâdet edilmesi için böyle bir ilâhî hüküm bir dinî delili, bir Rabbânî izin yoktur. (Artık) Ey müşrik kavim!. Siz bu yalanlama ve inkârlarınız sebebiyle hakkınızda ilâhî bir azabın meydana gelmesini (bekleyin, ben de sizinle beraber) bu azabın yakında sizlere gelmesini, istediğiniz ilâhî vadin sizlere gelip kavuşmasını (bekleyenlerdenim.) elbette yakında gelip kendisini gösterecektir.
72. Bunun üzerine onu ve kendisiyle beraberolanları bizden bir rahmet olarak kurtardık, âyetlerimizi yalanlayanların ve imân etmiş olmayanların ise kökünü kesiverdik.
72. (Bunun üzerine) Böyle Hz. Hud ile kavmi arasındaki tartışma ve münakaşanın ardından (onu) Hz. Hud’u (ve kendisiyle beraber olanları) mü’minleri (bizden) Allah katında (bir rahmet olarak) ve değerini takdir etmek insan gücünün dışında olan yüce bir lûtuf ve merhamet olmak üzere (kurtardık) onları selâmet sahasına çıkardık, (âyetlerimizi yalanlayanların ve imân etmiş olmayanların ise) tamamen (kökünü kesiverdik.) kendilerini tamamen helâk eyledik. Lâyık oldukları cezalara kavuştular. İşte küfrün elem verici netîcesi!.
§ Hz. Hud, Nuh Aleyhisselâm’ın oğlu Şam’ın torunlarından Abdullah İbni Rabah adında bir zatın oğludur. Yemen’de “Hezremut” civarında “Ehkaf” denilen bir mahaldeki Âd kavmine Peygamber gönderilmiştir. Bu kavim, birçok nîmetlere, kuvvetlere kavuşmuşlardı, muhteşem binalar yapmışlardı. Fakat Hz. Hud’un tebliğlerini dinlemeyip putlara tapmakta bulunmuşlardı. Nihâyet yedi gece, sekiz gün devam eden şiddetli bir rüzgâr ile helâk oldular. Hz. Hud ise kendisine imân edenler ile beraber selâmette kalıp Mekke’i Mükerreme tarafına hicret etmişlerdir. Mekke’i Mükerreme’de veya Hazremut’da defnedilmiş olduğu rivâyet olunmuştur. Abdurrahman İbni Sabit’ten rivâyet olunduğuna göre Mekke’i Mükerreme’de rükn ile makam ve zemzem arasına doksan dokuz Peygamber defnolunmuştur. Hud, Salih, Şüayip ve İsmail Aleyhisselâm’ın kabirleri de burada bulunmaktadır.
73. Ve Semud kavmine kardeşleri Salih’i gönderdik. Dedi ki: Ey kavmim Allah’a ibâdet ediniz. Sizin için ondan başka bir ilâh yoktur. Sizlere muhakkak ki, Rabbiniz tarafından apaçık bir delil gelmiştir. İşte Allah’ın şudevesi sizin için bir mûcizedir. İmdi onu bırakınız. Allah’ın arzında otlasın ve ona bir kötülükle dokunmayınız. Sonra sizi çok şiddetli bir azap yakalar.
73. Bu mübârek âyetler de Hz. Salih’in kavmi ile olan konuşmasını, onlara kavuştukları nîmetleri hatırlatarak kendilerini kötü hareketlerden yasakladığını ve sakındırdığını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Arab kabîlelerinden olan (Ve) Hicaz ile Şam arasında “Hicr” denilen mahalde ikâmet eyleyen (Semut kavmine) neseb bakımından (kardeşleri Salih’i) Peygamber gönderdik. Bu zat, o kavme hitâben: (Dedî ki: Ey kavmim!.) Yalnız (Allah’a ibâdet ediniz.) başkalarını mabut edinmeyiniz çünkü (Sizin için onan başka bir ilâh yoktur.) hepinizin yaratıcısı, mabudu yalnız Allah Teâlâ’dır, başkaları ilahlık ve mâbudluk sıfatına sahip olamaz. (Sizlere muhakkak ki. Rabbiniz tarafından) Benim Peygamberliğime, sözlerimin doğruluğuna şâhitlik eden (apaçık bir delîl gelmiştir.) bir açık mucize meydana çıkmıştır. (İşte Allah’ın) Kudretiyle ansızın, bir vâsıta olmaksızın vücude gelen (şu devesi sizin için) benim doğru sözlü, peygamberliğe sâhip bir zat olduğuma dâir (bir mucizedir.) bir harikadır. Artık benim peygamberliğimi tasdik edip sözlerime itimat ediniz. (İmdi) O deveye asla dokunmayınız. (onu bırakınız Allah’ın arzında) Sizin olmayan yeryüzünde yaş otları (otlasın) dursun, (ve ona bir kötülükte) Ona, boğazlamak gibi eziyet verecek herhangi bir şekilde (dokunmayınız.) ona mâni olmayınız. (Sonra) Ona vereceğiniz eziyet sebebiyle (sizi çok şiddetli bir azap yakalar.) hepiniz de Allah’ın kahrına uğrar, mahvolur gidersiniz.
74. Ve o zamanı hatırlayınız ki, sizi Âd’dan sonra halifeler kıldı ve sizi yerde yerleştirdi. Onun ovalardan köşkler ediniyorsunuz ve dağları evler olarak oymakta bulunuyorsunuz. Artık Allah Teâlâ’nın nimetlerini anın ve yerdefesatçılar olarak taşkınlık yapmayın.
74. (Ve) Ey kavmimi. Siz yalnız Cenâb-ı Hak’ka ibâdet ediniz, onun dinine riâyet ediniz, hakkınızda tecelli etmiş olan nîmetlerini düşününüz, özellikle (o zamanı hatırlayınız ki) o Kerem Sahibi Yaratıcı, (sizi Âd’dan) o kavmi helâk ettikten (sonra) yeryüzünde (halifeler kıldı) siz de onların ardından kendi diyarınızda bir varlık sâhibi bulunmaktasınız, (ve sizi yerde) Hicr denilen diyarda (yerleştirdi.) orada ikamete muvaffak kıldı. (Onun) O diyarın (ovalarında köşkler ediyorsunuz) muhteşem ikametgâhlar yapıyorsunuz, (ve dağları) Kendinize (evler olarak oymakta bulunuyorsunuz.) bunlarda vakit vakit oturup duruyorsunuz. Bu nîmetlerin değerini bilmeniz, bunları size ihsan buyurmuş olan Kerem sahibi Yaratıcıya şükür etmeniz icab etmez mi?. (Artık) inkârcı hareketlerinizi bırakın, (Allah Teâlâ’nın nîmetlerini anın) bunlara karşı teşekkür vazîfesini yerine getirmeye çalışınız, (ve yerde fesatçılar olarak taşkınlık yapmayın.) Yeryüzünde salih kimseler olarak yaşayın, nîmete karşı nankörlüğü gerektiren hareketlerde bulunmayın, kısacası, o harikulâde olan deveye asla dokunmayınız.
75. Kavminden büyüklük taslayanlardan bir cemaat, onlardan zayıf görülenlere, onlardan imân edenlere dedi ki: Siz, Salih’i hakikaten Rabbi tarafından gönderilmiş mi bilirsiniz? Onlar da dediler ki: Biz şüphe yok, onunla gönderilmiş olan şeye inanmışlarız.
75. Bu mübârek âyetler de Salih Aleyhisselâm’ın kavmi arasındaki münakaşalar! ve onlardan kâfir olanların bir mucize eseri olan deveyi boğazlayarak lâyık oldukları azabın gelmesini inkârcı ve kibirli bir tarzda istediklerini bildirmektedir. Şöyle ki: Salih Aleyhisselâm’ın (Kavminden kibirlenen) imân etmekten böbürlenen (bir cemaat) mevki sahiplerinden bir tâife (onlardan) o kavim efradından (hakir) zayıf (görülenlere) yanionlardan imân etmiş olanlara alay yoluyla (dedi ki: Siz Salih’i hakikaten Rabbi tarafından) bizlere ve sizlere bir Peygamber olarak (gönderilmiş mi bilirsiniz?.) siz buna kanaat getiriyor musunuz?. (Onlar da) O imân etmiş zümre de (dediler ki: Biz şüphe yok onunla) O Salih Aleyhisselâm vasıtsıyle bizlere Allah tarafından (gönderilmiş olan şeye) Hak dine hidâyet sebebine (inanmışlarız.) artık onun Peygamberliğine inanmış olduğumuz âşikâr değil midir?. Onu bizden sormaya ne gerek var!.
76. Kendilerini büyük görenler ise dedi ki: Biz muhakkak sizin o imân ettiğiniz şeyi inkâr edenleriz.
76. O inkârcı cemaat o (Kendilerini büyük görenler) Allah Teâlâ’nın emrine, Hz. Salih’in Peygamberliğine imân konusunda kibirlenenler (ise dedi ki: Bîz muhakkak sizin o imân ettiğiniz şeyi inkâr edenleriz.) biz onu inkâr ederiz, onu tasdik etmeyi gururumuza yediremeyiz. O inkârcı kibirli kavim kendilerinin servetlerine, mevkilerine gururlanarak böyle cahilce, ifâdelerde bulundular. Onların geçici dünyevî varlıkları kendilerinin felâketine, ebedî selâmetten mahrum olmalarına sebep olacaktı.
77. Sonra o dişi deveyi boğazladılar ve Rablerinin emrinden dışarı çıktılar ve ey Salih! Eğer sen gönderilmiş Peygamberlerden isen bizi korkuttuğun şeyi bize getir dediler.
77. O inkârcı gurup, (Sonra) da Hz. Sahh’in uyanşına muhalefet ederek (o) bir kudret hârikası olan (dîşi deveyi) de (boğazladılar) bu husustaki uyarıya riâyet etmediler (ve) Onlar Salih Aleyhisselâm’ın kendilerine tebliğ etmiş olduğu (Rablerinin emrinden dışarı çıktılar.) Hz. Salih’i yalanladılar, onun tenbihine rağmen o deveyi öldürmekten çekinmediler. (ve) O muhterem Peygambere hitâben (eğer sen) hakîkaten Allah tarafından (gönderilmiş Peygamberlerden isen bizi korkuttuğun şeyi) ilâhî azâbı (bize getir dediler.) o mübârekPeygamberin sözlerine kıymet vermediler, başlarına bir azabın geleceğine asla ihtimal vermediler. Artık lâyık oldukları elem verici âkibete kavuşacakları an gelmişti.
78. Bunun üzerine onları şiddetli bir sarsıntı tutuverdi. Yurtlarında diz üstü çöküvermiş oldular.
78. Bu mübârek âyetler de Salih Aleyhisselâm’ın tebliğlerini kabul etmemiş olan kavminin korkunç âkibetlerini bildirmektedir. Ve o muhterem Peygamberin onlar hakkındaki üzüntülü beyanlarını dile getirmektedir. Şöyle ki: Semud kavmi, Hz. Salih’e muhalefette israr edip durdular. (Bunun üzerine onları şiddetli bir sarsıntı) Yerden büyük bir zelzele ve gökten korkunç bir ses (tutuverdi.) ansızın böyle bir faciaya uğradılar (Yurtlarında) evlerinde (diz üstü çöküvermiş oldular.) kımıldanamayarak hemen helâk olup gittiler.
79. Artık onlardan yüz çevirdi ve dedî ki: Ey kavmim! Ben size Rabbimin vahyini muhakkak ki tebliğ ettim ve sizin için öğüt verdim. Ve lâkin siz öğüt verenleri sevmezsiniz.
79. Salih Aleyhisselâm, kavmine gelen felâketi anlayınca (Artık onlardan yüz çevirdi) onların bu felâkete sebebiyet vermiş olduklarını bildiği için haklarında bir azarlama ve kınama başkalarına da bir ibret örneği olması için (dedi ki: Ey kavmim!. Ben size Rabbinmin vahyini muhakkak ki, tebliğ ettim) peygamberlik vazîfemi yerine getirmeye çalıştım, (ve sizin için öğüt verdim.) teşvik ettim ve korkuttum, hakkınızda öğüt verici muameleden geri durmadım. (Ve lâkin öğüt verenleri sevmezsiniz.) Sizin haliniz, size öğüt verenler hakkında buğz ve düşmanlıkta bulunmakdan ibaret olmuştur. İşte o kötü hareketinizin cezâsına kavuşmuş oldunuz.
§ Salih Aleyhisselâm, Semud kavmine mensuptur. Babasının adı “Übeyt” dir. Semut ise Nuh Aleyhisselâm’ın oğlu Şam’ıntorunlarındandır. Babasının adı “Âbir” dir. Sonra bu Semud’un evlât ve ahfadı böyle Semud ismi ile hatırlana gelmişlerdir. Bunlar da Hicaz ile Şam arasındaki vadi’ilkariye olan ve “hicr” denilen yerde otururlardı. Âd kavmi helâk olduktan sonra onların beldelerini Semud kavmi onararak uun bir müddet mutlu bir hayat içinde yaşamışlar, muhteşem binalar yapmışlardı. Fakat bunlar da putlara tapmaya başlamışlar, yeryüzünde fesat çıkarmaya çalışıp durmuşlardı. Cenâb-ı Hak kendilerine en şerefli ailelerine mensup olan Salih Aleyhisselâm’ı Peygamber gönderdi. Kendisine pek. az kimse tâbi olmuş, diğerleri muhalefette devam etmişlerdi ve eğer sen hakîkaten bir peygamber isen dua et şu taş parçası içinden şöyle bir vaziyette bir dişi deve çıksın, seni o zaman tasdik ederiz demişlerdi. Hz. Salih te dua etti, o taştan istedikleri gibi bir deve çıkıverdi. Bu hârikayı görenlerden pek azı imân etti, diğerleri ise yine kendilerini saptıran bir takım kimselerin sözlerine uyarak yine imândan kaçındılar. Hz. Salih demişti ki: Bu deve bir kudret harikasıdır, kuyunuzun suyunu belirli günlerde içecek, siz de diğer günlerde kuyunuzdan istifâde edersiniz. Bu devenin içmesine, kırlarda otlanmasına mâni olmayınız, sonra felâkete uğrarsınız. Fakat onlar bu uyarıya da riâyet etmediler. Bu mübârek hayvanı boğazladılar. Derken kendilerine ilâhî azap yönelmeğe başladı. Salih Aleyhisselâm Filistin tarafına çıkıp gitti. Bunun ardından şiddetli bir yer sarsıntısı oldu, gök tarafından da pek müthiş bir seda geldi, bunun tesîriyle o inkârcı kavmin kalbleri parçalanarak helâk olup gittiler. Rivâyete göre: O kavim, o deveyi çarşamba günü boğazlamışlardı. Kendilerine ilâhî azap ise cumartesi günü gelmiştir. Salih Aleyhisselâm, yüz yirmi mü’min ile ağlar olduğu bir halde yurdundan çıkıp gitmişti. Bir dumanın yükselmesini görmüş, kavminin helâkolduğunu anlamış idi. Bu helâk olanlar ise bin beşyüz hâne ehlinden ibâret imiş. Salih Aleyhisselham bir rivâyete göre kavmi arasında yirmi sene kalmış, ve elli sekiz yaşında iken Mekke’i Mükerreme’de vefat eylemiştir. Kendisine imân edenler ile beraber yurduna dönmüş oldukları da rivâyet edilmektedir.
80. Lut’u da gönderdik o vakit kavmine dedi ki: Siz öyle bir hayâsızlık mı yaparsınız ki, onu sizden evvel alemlerden hiçbir şahıs yapmış değildir.
80. Bu mübârek âyetler de Lut Aleyhisselâm’ın kavmini, işlemekte oldukları kötülüklerden, çirkin hareketlerinden dolayı kınamış olduğunu beyan etmektedir. Şöyle ki: (Lut’u da) Kendisinin kavmi olan Sedum ehline Peygamber (-gönderdik-) onlara hak dini, meşru olup olmayan şeyleri tebliğ etmesini emrettik. (o vakit) Ki (kavmine) inkâr ve kınama yoluyla (dedi ki: Siz öyle bir hayâsızlık mı yaparsınız!.) öyle son derece çirkin, kötü, bir muamelede mi bulunursunuz!. (Ki, onu) O feci muameleyi (sizden evvel alemlerden hiçbir şahıs yapmış değildir.) öyle tabii olarak nefret uyandıracak, çirkin bir muameleyi vaktiyle hiçbir sosyal topluluk işlemiş değildi.
81. Muhakkak ki, siz kadınlarınızı bırakıp şehvet ile erkeklere yanaşıyorsunuz. Belki siz haddi aşan bir kavimsinizdir.
81. Ey şehvetlerine düşkün kavim!. O çirkin muamelenizi biliniz, (Muhakkak ki, siz kadınlarınızı) size helâl olan zevcelerinizle esasen cinsel birleşmeyi (bırakıp şehvet ile erkeklere yanaşıyorsunuz.) onlar ile livatada bulunmak kötülüğünü işliyorsunuz. (Belki siz) Ey kavim (haddi aşan bir kavimsinizdir.) helâli bırakıp haramı işlemeye cür’et ediyorsunuz. Meşrû olan, insan türünün devamına, nesebin kesintiye uğramamasına sebep olan nikâhlanma yoluyla kadınlara yaklaşmayı bırakıyorsunuz, haram olan, öyle faidesibulunmayan, bilâkis birçok hastalıklar doğuran, bir nice düşmanlıklar uyandıran hayvanî bir harekete cür’et etme alçaklığını gösteriyorsunuz!. Bu ne kadar zararlı, kötü ve utanç verici, hayvanî bir muameledir!. Bunu işlemekten hiç sıkılmaz mısınız?.
82. Ve kavminin cevabı, “onları kasabanızdan çıkarınız, çünkî onlar fazla temizlikte bulunan insanlardır” demekten başka olmadı.
82. Bu mübârek âyetler de Hz. Lut’un irşatlarını kabul etmeyen beyinsiz kavminin o muhterem zata karşı takınmış oldukları tavrı bildirmektedir. Ve Hz. Lut ile ona imân edenlerin kurtulduklarını, muhaliflerin de lâyık oldukları korkunç âkibete eriştiklerini beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Hz. Lut’un o güzel uyansını kavmi kabul etmediler (Ve) o kibirli, beyinsiz (kavminin cevabı) birbirine hitâben (“onları) o Lut ile ona tâbi olanları (kasabanızdan çıkarınız) onları aranızda bırakmayınız. (çünki onlar fazla temizlikte bulunan insanlardır” demekten başka olmadı.) O kavim böyle alay yoluyla saçmalamada bulunmuşlardı. Hz. Lut ile ona tâbi olanlar hakkında “onlar temizlik iddiasında bulunan, sizin hareketlerinizden uzak bulunduklarını gösteren kimselerdir, onların sözlerine iltifat etmeyiniz” demek istemişlerdi. Nitekim birçok kimseler de gayrimeşru hareketlerde bulunurlar, kendilerine bu kötü hareketlerini hahrlatanları da taassub ile, sofulukla, gericilikle itham ederek kendi çirkin durumlarının devâmını temin etmek isterler, İşte hakka râzı olmayan, gayrimeşru hareketlerin kötülüğünü idrâk edemeyen kimselerin iddiaları bu gibi saçmalıklardan başka birşey değildir.
83. Artık biz onu ve ehlini kurtardık, zevcesi müstesna, o geriye kalıp helâk olanlardan oldu.
83. (Artık biz onu) Lut Aleyhisselâm’ı (ve ehlini) kavminden mü’min olanları (kurtardık)azaptan emin kıldık (zevcesi müstesnâ) çünkü o, Sedum ehline yardım için kâfir bulunuyordu, küfrünü gizlice tutuyordu. Binaenleyh (o) yurdunda (geriye kalıp helâk olanlardan) kâfirler takımından (oldu.) o da o kavim ile berâber Allah’ın azâbına mâruz kaldı.
84. Ve onların üzerlerine bir azap yağmuru yağdırdık. Artık bak günahkârların akibeti nasıl oldu.
84. (Ve onların üzerlerine -bir azap- yağmuru yağdırdık.) Şöyle ki: Üzerlerine kibrit ile ateşten yoğrulmuş bir acayip şekilde yağmur yağmış, hepsinin helâkına sebep olmuştur. (Artık bak günahkârların âkıbeti nasıl oldu.) Yani: Ey bu gibi müthiş hâdiselerden ibret alacak kabiliyette bulunan insanlar!. Bakınız, düşününüz ki, Cenâb-ı Hak’ka isyan edenlerin âkibetleri ne oluyor, sizler de onların başlarına gelen azaplardan, cezâlardan ibret alınız, onlar gibi hareketlerde bulunmaktan sakınınız ki, selâmette kalasınız.
§ Hz. Lut, İbrahim Aleyhisselâm’ın kardeşinin torunudur. Babasının adı “Haran” dır. Hz. İbrahim ile berâber Bâbil diyârından Şam tarafına geçmiş, “Ürdün” nahiyesinde ikâmet etmiş, Humus’ta bulunan “Sedum” beldesi ahalisine Peygamber gönderilmiştir. Bu ahali ise başka kavimlerin yapmamış oldukları kötülükleri işliyorlardı. Lut Aleyhisselâm’ın öğütlerini dinlemediler. Nihâyet Lut Aleyhisselâm ailesi ve inananlarla beraber geceleyin onların içlerinden çıkıp gitti, o kavim ise başlarına yağan müthiş yağmurlar ile, zelzeleler ile mahvolup gittiler, İşte küfrün, kötülüğün müthiş akibeti!.
85. Ve Medyen’e de kardeşleri Şuayb’i Peygamber gönderdik dedi ki: Ey kavmim! Allah Teâlâ’ya ibâdette bulunun, sizin için ondan başka Tanrı yoktur. Muhakkak ki, size Rabbinizden apaçık bir delil geldi. Artık ölçüyü ve tartıyı tam yapın ve insanlara eşyalarını eksik vermeyin ve yeryüzündedüzeltilmesinden sonra bozgunculuk yapmayın, bu sizin için hayırlıdır, eğer siz inanan kimseler iseniz.
85. Bu âyeti kerime, Şuayb Aleyhisselâm’ın kavmini Allah’ın birliğine dâvet etmesini, onlara haksızlıkta bulunmamalarını, bozgunluculuğa çalışmamalarını tavsiye eylemesini ifâde etmektedir. Şöyle ki: Âd kavmine Hud Aleyhisselâm gönderilmişti (Ve Medyen’e de) Şam taraf larındaki Meân diyarında oturan “Medyen” adındaki bir Arap kabîlesine de Neseb bakımından (kardeşleri) bulunan (Şuayb’i -Peygamber gönderdik-.) Onları tevhid dinine, hakka riâyetten ayrılmamaya dâvet etmesini emrettik. Onlara (Dedi ki: Ey kavmim!.) yalnız (Allah Teâlâ’ya ibâdette bulunun) ondan başka ibâdete lâyık, mâbudluk sıfatına sâhip bir zat yoktur. Binaenaleyh (sizin için) de (ondan başka Tanrı yoktur.) bütün mahlûkların yaratıcısı, mabudu ancak o’dür. (Muhakkak ki, size Rabbinizden apaçık bir delil geldi.) Benim peygamberlik iddiamdaki doğruluğumu gösteren büyük bir delil ortaya çıktı, ben de peygamberlik ve hikmet alâmetleri göründü. Artık sizin beni tasdik etmeniz icab etmez mi?. (Artık) Ey kavmim!. Sözlerime itimat ediniz, (ölçüğü ve tartıyı tam yapın) Şahsî menfaatiniz için müşterilere hiyanette bulunmayın, alır verirken fazlayı noksan ve noksanı fazla göstermeyiniz, (ve insanlara eşyalarını eksik vermeyin) (Akar para getiren mülk ve emlâk) gibi şeylerin değerini noksan göstererek sahiplerini zarara sokmayın. Gasb, hırsızlık, rüşvet, hile, yol kesicilik sûretiyle insanların mallarını ellerinden almak da bu kabildendir, (ve yeryüzünde) Peygamberler ve onların izlerinden giden zatlar vâsıtasıyle halkın (düzeltilmesinden) kurtuluşa ulaşmasından (sonra) küfr ve isyan ile, insanların haklarına tecâvüz ile (bozgunculuk yapmayın) sosyal hayatı bozmaya cür’et etmeyin, (bu) Sizetavsiye edilen husus (sizin için hayırlıdır) sizin dünyevî ve uhrevî fâidelerinizi temin edicidir, (eğer siz inanan kimseler iseniz.) Yani: Siz benim bu sözlerimi, tavsiyelerimi kabul edip beni tasdik eden kimseler iseniz, bu sâyede sorumluluktan kurtulursunuz, insanlar arasında itimat kazanarak daha fazla kazanca, servete nâil olursunuz. Çünki dindarlığın, doğruluğun meyvesi böyle pek fazladır. Medyen İbrahim Aleyhisselâm’ın oğlunun adıdır. Bunun torunlarına da Medyen kabîlesi ismi verilmiştir. Bunların yaşadıkları kasabaya da bu isim verilmiştir. Bu kasaba Arap yarımadasının kuzey batısının sonunda ve Filistin ile Hicaz arasında ve Kızıldeniz sahilinde bir mevkidir.
86. Allah’a imân edenleri korkutarak ve Allah’ın yolundan alıkoyarak ve onun için eğriliği isteyerek her bir caddede oturmayınız. Ve hatırlayınız ki, siz pek az idiniz, sonra sizi çoğalttı ve bakınız ki, bozguncuların sonu nasıl oldu.
86. Bu mübârek âyetler de Hz. Şuayb’in kavmini inananlara tecavüzden men’etmeye ve kavmine kavuştukları nîmeti hatırlatmasına ve imân edenler ile etmeyenlerin âkibetlerine dâir beyanlarını bildirmektedir. Şöyle ki: Hz. Şuayb, kavmine karşı öğütlerine devam ederek şöyle buyurmuştu: Ey kavmim!. (Allah’a imân edenleri korkutarak) İnsanları mü’min olmaktan men ve tehdit ederek (ve) onları (Allah’ın yolundan alıkoyarak) başka yollara saptırmak isteyenlere (ve onun için) o hak yolu için (eğriliği isteyerek) onun eğri büğrü olmasını arzu ederek veya onu halka öyle göstermeğe cür’et eyleyerek (herbir caddede oturmayınız.) Allah’ın dininin saadete kavuşturacak olan yollarından, yani birçok dünyevî, uhrevî hükümlerinden, meselelerinden insanları aldatarak men’etmeye çalışmayınız. (Ve hatırlayınız ki,) Ey Medyen halkı!, (siz pek az idiniz) sayınız,servetini?, kuvvetiniz az iken (sonra) Cenâb-ı Hak (sizi çoğalttı) sizlere bereket verdi, neslinizi, servetinizi artırdı, (ve bakınız ki) Geçmiş ümmetlerden Nuh, Âd, Semud kavimleri gibi tarihte felâketleri yazılı olan cemiyetlerden (bozguncuların sonu nasıl oldu.) onlar ne elem verici âfetlere mâruz kaldılar. Artık siz de onlardan ibret almalı değil misiniz!.
87. Ve eğer sizden bir gurup, kendisiyle gönderilmiş olduğum şeye inanmışlar ve bir gurup da inanmamışlar ise artık Allah Teâlâ aramızda hükmedinceye kadar siz sabır ediniz. Ve o hakimlerin en hayırlısıdır.
87. (Ve eğer) Ey kavmim!. Benim peygamberliğini hakkında ihtilâfa düşüp de (sizden bir gurup, kendisiyle gönderilmiş olduğum şeye) dinî, hukukî hükümlere (inanmışlar ve bir gurup da inanmamışlar) beni tasdik etmeyip imândan mahrum kalmışlar (ise artık Allah Teâlâ aramızda hükmedînceye kadar) o iki guruptan mü’min olanları kâfirlerin üzerlerine yardımıyla galip kılıncaya değin (siz sabır ediniz.) bekleyiniz (Ve o) Kâinatın Yaratıcısı (hakimlerin en hayırlısıdır.) çünki hakikaten hâkim olan ancak o’dur. Onun hükmünde adalete asla muhalefet yoktur, hikmet ve menfaata aykırı hüküm vermekten uzaktır. Buna inandık. Binaenaleyh o hikmet sâhibi Yaratıcı, mü’min kullarını yüksek derecelere kavuşturur. İnkârcı ve isyancı olanları da çeşit çeşit cezalara uğratır. İlâhî hikmeti bunu gerektirir. Artık siz de biraz bekleyiniz!. Bu korkunç âkibete kavuşacaksınızdır.
88. Onun kavminden kibirlenen bir cemaat demişti ki: Ey Şuayb! Seni ve seninle beraber imân edenleri elbette yurdumuzdan çıkarırız veyahut kat’î surette bizim dinimize dönüverirsiniz. O da demişti ki: Ya biz onu istemesek de mi?
88. Bu mübârek âyetler, Hz. Şuayb’innasihatlarına karşı kavminin ondan ne gibi cahilce isteklerde bulunduklarını gösteriyor. O muhterem zatın da o inkârcıların bu isteklerini ne gibi bir hikmetli şekilde reddederek Cenab’ı Hak’kın korumasına sığındığını ve Allah’ın fethine kavuşmak için duada bulunduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Onun) Hz. Şuayb’in (kavminden kibirlenen) Allah Teâlâ’ya imândan, Hz. Şuayb’in peygamberliğini kabulden böbürlenerek kaçınan (bir cemaat) mevki sâhibi bir gurup, Hz. Şuayb’e hitâben: (demişti ki: Ey Şuayb!. Seni ve seninle beraber imân edenleri elbette yurdumuzdan çıkarırız) Sizi aramızdan uzaklaştırınız (veyahut kat’î surette bizim dinimize dönüverirsiniz.) bu iki şeyden herhalde birini kabul etmelisiniz (O da) Şuayb Aleyhisselâm da (demişti ki:) Öneriyi reddeden bir soru sorarak (Ya biz ona) o sizin dininizi, sizin o müşrikce yolunuzu (istemesek de mi?.) ona döneceğiz!. Bu nasıl olabilir?. Sizin bâtıl bir dine sâhip olduğunuz bizce muhakkaktır. Bizim onu ne kadar kötü gördüğümüz de şüphesizdir. Artık ona dönmemiz nasıl tasavvur ve teklif olunabilir?. böyle birşey asla olamaz.
§ Hz. Şuayb, Yüce bir Peygamberdir. Peygamberler ise öteden beri günah işlemekten uzaktırlar, kavimlerinin bâtıl dinleri üzere asla bulunmamışlardır. O halde Hz. Şuayb’in kavmi onun kendi dinlerine dönmesini neden istemişlerdir. Buna çeşitli şekilde cevap verilmiştir. Kısaca deniliyor ki, bu dönüşten maksat, intikaldir. Onların o kavmin dinlerine geçmeleri istenilmiştir. Yahut bu alaka kurma yoluyla yapılan bir istekte. Şöyle ki: Hz. Şuayb’e imân edenler, evvelce o kavmin dini üzere bulunduklarından onlara bakarak Hz. Şuayb hakkında da böyle bir dönüş isteği vuku bulmuştur. Veyahut Hz. Şuayb’in peygamber olmadan önceki durumu, kavmi tarafından bilinmediğinden onu da vaktiyle kendilerine tâbi bulunmuş zannederek böyle bir istektebulunmuşlardır. Şuayb Aleyhisselâm da bu yolsuz isteği pek hikmetli bir şekilde red etmiş, onların “sizi yurdumuzdan çıkarırız” tehditlerinde de hiç kıymet vermeyerek buna dâir birşey söylememiştir.
89. Eğer Allah Teâlâ bizi ondan kurtardıktan sonra sizin dininize dönersek muhakkak Allah’a karşı yalan yere iftira etmiş oluruz. Bizim için ondan dönmek olamaz. Ancak Rabbim olan Allah Teâlâ dilemiş o başka. Rabbimiz herşeyi ilmiyle kuşatmıştır. Allah Teâlâ’ya tevekkül etmişizdir. Ey Rabbimiz! Bizim aramızla kavmimizin arasında hak ile hikmet ve sen hükmedenlerin en hayırlısısın.
89. Hz. Şuayb, kavminin dinine dönmenin asla câiz olamayacağını ifâde için demiştir ki: (Eğer Allah Teâlâ bizi ondan) O kavmin bâtıl dininden, (kurtardıktan sonra) ondan koruduktan ve ona evvelce girmiş olan bir takım kimseleri de ondan uzaklaştırarak İslâm dinine sokduktan sonra (sizin milletinize) dininize, yani küfr ve şirke (döner istek muhakkak Allah’a karşı yalan yere) büyük bir yalan olarak (iftirada bulunmuş oluruz.) çünkü o takdirde Allah Teâlâ’nın ortak ve benzeri olduğunu iddia etmemiz lâzım gelir ve İslâmiyetin hak bir din olmayıp bâtıl olduğuna ve o müşriklerin dinlerinin de Hak’ka yakın olduğuna inanmış olmamız gerekir. Bu ise en büyük bir yalandır, en muazzam bir iftiradır. Binaenaleyh (Bizim için on’dan) İslâm dininden hiçbir vakit (dönmek olamaz.) öyle hakikî bir din, nasıl terk edilebilir!. (Ancak, Rabbimiz olan Allah Teâlâ dilemiş o başka) O Kerem Sahibi mâbudumuz, bir kulunun sefil olmasını, dinden dönmesini hikmet gereği dilerse onun irâdesi, kazası tecelli eder. Ona kimse mâni olamaz. Fakat bizim (Rabbimiz) sâhibimiz, varlığımızın terbiyecisi, rablık sıfatıyla vasıflanmış olan Yaratıcımız, hakikî müslümanların dinden dönmelerini katiyyen dilemez. O (herşeyi ilmiyle kuşatmıştır.) onunilmi pek geniştir. Binaenaleyh kullarının kararlarını, niyetlerini, güzel itikatlarını da bilir, herbiri hakkında lâyık olan şeyleri takir buyurur. Artık öyle İlim ve kerem sahib olan bir yüce mâbud, bizim gibi doğru yola ve kurtuluşa eriştirdiği kullarının imândan çıkıp küfre düşmelerini diler mi?. Bu onun lûtuf ve merhametinden dolayı meydana gelemez. Biz de dinimizde sabit olmamız hususunda (Allah Teâlâ’ya tevekkül etmişizdir.) bizi şirkten koruyarak hakkımızda nîmetlerini tamamlaması için o Kerem Sahibi Yaratıcıya sığınmış bulunmaktayız. Hz. Şuayb, kavminin imân etmeyeceklerini anlayarak ümitsizliğe düşünce de dua ederek demiştir ki: (Ey Rabbimiz!. Bizim aramızla) O hakkı kabul etmeyen, bizleri de saptırmak isteyen o kâfir (kavmimizin arasında hak ile hükmet) her iki gurubun haline uygun bir şekilde adâletle hükmet veya bizim durumumuzu ortaya çıkar, bizim ile o müşrik kavim arasındaki fark meydana çıksın, (ve sen hükmedenlerin en hayırlısısın.) Yarabbi!. Senden başka adâletle, yerli yerinde hükmeden, hakikatları ortaya çıkaran bir fatih, bir hâkim yoktur. Buna inancımız tamdır!.
90. Ve onun kavminden ileri gelen kâfirler demişti ki: Eğer Şuayb’e uyarsanız şüphesiz, siz o zaman en büyük zarara düşmüşler olursunuz.
90. Bu mübârek âyetler, Şuayb Aleyhisselâma uymamalarından dolayı kavminin büyük bir azâba uğradıklarının bildirmektedir. Hz. Şuayb’in de böyle öğütlerini dinlememiş olan inkârcı bir kavmin helâkından dolayı hüzün ve kedere düşmesine mahal olmadığını göstermektedir. Şöyle ki: (Ve) Hz. Şuayb’in (kavminden ileri gelen kâfirler) diğerlerine (demişti ki: Eğer) siz (Şuayb’c uyar) onun dinini kabul ederek kendi dininizi ve bulunduğunuz hali bırakır (sanız şüphesiz ki, siz o zaman en büyük zarara düşmüşler)aldanmışlar (olursunuz.) babalarınızın dinini bırakmış, o şereften ve dünya kazancından mahrum kalmış olursunuz.
.91. Derken onları şiddetli bir zelzele yakaladı da yurtlarında diz üstü çöken kimseler oldular.
91. (Derken) Onlar böyle küfürlerinde israr edip hayal ile, birbirini aldatmakla uğraşırlarken (onları şiddetli bir zelzele) bir ıztırap, bir korkunç ses (yakaladı da) bunun tesîriyle yere kapandılar (yurtlarında diz üstü çöken) ölmüş (kimseler oldular.) hepsi de hayattan mahrum kalıp gittiler.
92. Şuayb’i yalanlayanlar, sanki orada hiç kalmamışlar gibi oldular. Şuayb’i yalanlıyanlardır ki, en büyük zarara uğrayanlar onlar olmuşlardır.
92. (Şuayb’i yalanlayanlar) Onun peygamberliğine inanmayanlar, (sanki orada) o yurtlarında (hiç) birgün (kalmamışlar gîbî oldular.) o yurt, onların hiçbir gün yer ve yurtları olmamış gibi bir hâle geldi. (Şuayb’i yalanlayanlar) Onu yalancı sayanlar (dır ki, en büyük zarara uğrayanlar onlar olmuşlardır.) Hz. Şuayb’e imân edenler ise bilâkis dünyada da, âhirette de nîmetlere kavuşmuşlardır.
93. İmdi, onlardan yüz çevirdi ve dedi ki: Ey kavmim! Ben Rabbimin vahiylerini muhakkak ki, size ulaştırdım ve sizin için nasihatta bulundum. Artık kâfirler olan bir kavme karşı nasıl fazlaca acırım.
93. (İmdi) Böyle bir felâketin ortaya çıkmasıyla kavminin helâkını gören Hz. Şuayb, onların bu haline acıyarak bir üzüntü ile (onlardan döndü de) yüz çevirdi de kendisini teselli etmek için (dedi ki: Ey kavmim!. Ben Rabbimin vahiylerini) dinî hükümlerini (muhakkak ki size ulaştırdım) size tamamen tebliğ ettim. (ve sizin için nasihatta bulundum.) Sizi, öğüt verici bir şekilde uyandırmaya çalıştım. Siz ise beni dinlemediniz, müşrikce hareketlerinizde devam edip durdunuz. (Artık) Ben mâzurum, sizin gibi(kâfirler olan bir kavme karşı nasıl fazlaca acırım!.) siz bu azâbı hak, etmiştiniz. Sizin hakkınızda bir kederle kederlenmeğe elbette bir sebep yoktur, siz lâyık olduğunuz bir âkibete erdiniz, işte bu küfrün cezâsı.
§ Şuayb Aleyhisselâm İbrahim Aleyhiselâm’ın torunlarındandır, veya onun ile beraber Şam diyarına hicret etmiş olan bir kabîledendir, babasının adı Mikâil veya Süveyb’dir. Hz. Şuayb, Medyen ve Eyke şehirlerinin putperest olan ahalisine Peygamber gönderilmiştir. Bu ahaliye pek tesirli öğütler vermiş, onları hak dine dâvet eylemiş ise de onlar bunu kabul etmemiş, nihâyet Eyke ahalisi yedi gün devam eden pek şiddetli bir sıcağın ardından üzerlerine yağan ateş yağmurları ile helâk olmuşlardır. Medyen ahalisi de bir azap gürültüsüyle, bir zelzele ile yerlere serilerek mahvolup gitmişlerdir. Hz. Şuayb, arapça konuşurmuş, pek edip imiş, kavmine pek tesirli, hikmetli öğütlerde bulunurmuş. Bu cihetle Rasûlü Ekrem Efendimiz Hz. Şuayb’e “Peygamberlerin Hatibi” unvanını vermiştir. Şuayb Aleyhisselâm, kendisine imân edenler ile Mekke’i Mükerreme’ye hicret etmiş, orada üçyüz yaşında iken vefat edip rükn ile makam arasına defnedilmiş olduğu rivâyet edilmektedir. Büyük validesi, Lut Aleyhisselâm’ın kızıdır. Hz. Musa, Medine’i Münevvereye firar edip gitmiş olduğu zaman Hz. Şuayb’in kızı ile evlenmiştir.
94. Bir memlekete bir Peygamber göndermedik ki, illâ onun halkını fakirlik ile ve hastalık ile yakaladık. Tâki yalvarıp yakarsınlar.
94. Bu mübârek âyetler, Cenab’ı Hak’kın ötedenberi ümmetler hakkında takir buyurmuş olduğu muhtelif hallerin ne gibi bir hikmet ve maslahata dayandığını bildirmektedir. Ve birçok milletlerin kavuştuktan nîmetlerin değerini bilemeyip nihâyet elem verici âkibetlere uğramış olduklarını bir ibret vesîlesiolmak üzere beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Biz (Bir memlekete) bir ülke halkına (bir Peygamber, göndermedik ki, illâ) o Peygamberi yalanlayıp ona uymaktan kaçındıkları için (onun halkını fakirlikle ve hastalık ile yakaladık.) onları böyle bir müddet sıkıntılara uğrattık. (Tâki) Cenâb-ı Hak’ka (yalvarıp yakarsınlar.) dua ve niyazda bulunsunlar, kusurlarını bilip ondan tevbe ve istiğfarda bulunsunlar.
95. Sonra bu kötülüğün yerini güzelliğe çevirdik. Tâki çoğaldılar ve dediler ki: Muhakkak bizim babalarımıza ve sıkıntılı hâller, neşeli anlar dokunmuştur. Artık biz de onları kendileri farkına varmadıkları halde ansızın tutup yakaladık.
95. (Sonra) Haklarında ilâhî bir rahmet, itaat etmelerine sebep olacak ilâhî bir lûtuf olmak üzere (bu kötülüğün yerini güzelliğe çevirdik.) onlara öyle fakirlik ve ihtiyaç, hastalık ve şiddet yerine selâmet ve geçim bolluğu ihsan eyledik. (Tâki çoğaldılar) Nüfuslan, servetleri arttı, bolluğa kavuştular. Şimdi bunun şükrünü yerine getirmek için Cenâb-ı Hak’kın emirlerine, yasaklarına riâyet etmeleri icab etmez mi idi?. Halbuki onlar nankörlük ettiler, (ve dediler ki: Muhakkak bizim babalarımıza da sıkıntılı hâller, neşeli anlar dokunmuştur.) Bunlar zamanın bir gereğidir, gâh öyle, gâh böyle olur, yoksa bunlar bize bir cezâ için değildir. Nitekim babalarımız da böyle muhtelif hallere mâruz kalmışlardır, bununla berâber yine dinlerini, putlarını terketmemişlerdir. (Artık) Onlar, Allah’ın lütfunu takdir etme kabîliyetinden mahrum, kendi kötü hareketlerinde ısrarlı oldukları için (biz de onları kendileri) başlarına gelecek azabın (farkına varmadıkları halde ansızın tutup yakaladık.) kendilerini helâk ederek lâyık oldukarı âkibete kavuşturduk. İşte bu ibret verici kıssalar, bu gibi feci, tarihî haller, Yüce Peygamberimizin ümmetleri hakkında da biribret dersi vermektedir.
96. Eğer o ülkelerin halkı, imân etselerdi ve sakınmış olsalar idi elbette onların üzerine gökten ve yerden bereketler açardık. Fakat yalanladılar. Artık biz de onları kazandıkları şey sebebiyle tutup yakalayıverdik.
96. Bu mübârek âyetler de ilâhî dine girenlerin nîmetlere kavuşacaklarını müjdeliyor, Bu apaçık dini inkâr edenlerin de ne korkunç felâketlere uğrayacaklarını tenbih ediyor. Şöyle ki: (Eğer o) Helâke uğramış olan (ülkelerin halkı) Peygamberlerine vahy olunan hükümlere (imân etseler idi ve) şirkten, isyanlardan (sakınmış olsalar idi) öyle çirkin hareketlerinde devam etmeseler idi (elbette onların üzerine gökten ve yerden bereketler açardık.) onlara fâideli yağmurlar yağdırır, menfaatli bitkiler yetiştirir, her taraftan onlara hayır ve bereket nasib ederdik. (Fakat) Onlar Peygamberlerini (yalanladılar.) imân edip, korunmadılar (Artık biz de onları kazandıkları şey) çeşitli küfr ve isyan (sebebiyle tutup yakalayıverdik.) onları çeşit çeşit azaplar ile cezâlandırdık.
97. Ya o ülkelerin halkı, geceleyin uyurlarken azâbımızın kendilerine gelmesinden emin mi oldular?
97. (Ya o ülkelerin halkı) Ne için o kadar küfr ve isyana cür’et gösterdiler?. Onlar (geceleyin uyurlarken azâbımızın kendilerine gelmesinden emin mî oldular.) kendilerine uyanmaları için evvelce bir takım musîbetler ve bir takım da nîmetler verilmiş olduğu halde yine çirkin vazîyetlerini değiştirmediler. Küfürleri, isyanları yüzünden böyle bir felâkete uğrayabileceklerini hiç düşünmediler mi?.
98. Ya o ülkelerin halkı, bizim azâbımızın onlara gündüzün oynar dururlarken geleceğinden emin mi bulundular?
98. (Ya o ülkelerin halkı) O inkârcı, isyankâr kimseler (bizim azâbımızın onlara gündüzün)gün doğar doğmaz, onlar gaflet içinde yaşayarak (oynar dururlarken geleceğinden emin mi bulundular?.) neden öyle kendileri için fayda vermeyecek hareketlere devam ettiler!.
99. Ya onlar Allah Teâlâ’nın azâbından emin mi oldular? Fakat Allah Teâlâ’nın azâbından ziyâna uğrayan bir topluluktan başkası kendisini emin göremez.
99. (Ya onlar) O inkarcılar (Allah Teâlâ’nın azâbından) yani onlârı yavaş yavaş yaklaştırarak geçici bir zaman için nîmet verip de bilahara onları hatır ve hayâllerine gelmeyen bir taraftan yakalayacağından (emin mi oldular?.) neye güvendiler?. (Fakat Allah Teâlâ’nın azâbından) Öyle zarar gören ve (ziyana uğrayan) temiz yaratılışlarını zâyi etmiş, gaflet ve cehâlet içinde kalmış (bir kavimden başkası kendisini emin göremez.) dâima korku ve dehşet içinde bulunur. Üzerine düşen kulluk vazîfelerini yapmaya çalışır. Kerem sâhibi Yaratıcısının lûtuf ve yardımına sığınır durur.
100. Yere önceki sahiplerinden sonra vâris olacaklar için belli olmadı mı ki: Eğer biz dilemiş olsak onları da günahları sebebiyle musîbetlere uğratırdık ve kalplerini mühürlerdik de artık onlar işitemezlerdi.
100. Bu mübârek âyetler, önceki milletlerin başlarına gelmiş felâketlerden, onların ardından gelen milletlerin de ibret almamış olduklarını bildirmektedir. Ve o milletlerin ne gibi kötü hallerinden dolayı öyle felâketlere mâruz kaldıklarını dikkat nazarlarına sunarak Rasûlü Ekrem’e de teselli vermektedir. Şöyle ki: (Yere) Ülkelere, helâk olan (önceki sahiplerinden sonra vâris olacaklar için) onların yurtlarında yaşayıp duran gayrimüslim guruplar için (belli olmadı mı) bu inkılâp, bu tarihî durum onlar için selâmet yolunu gösteren bir hidâyet vâsıtası olmadı mı (ki: Eğer biz dilemiş olsak onları da) o eski milletlere vâris ve yerlerine sahip olanlan da(günahları sebebiyle musîbetlere) zelzelelere, yıldırımlara ve diğer müsibetlere (uğratırdık ve) o isyankâr şahısların (kalblerini mühürlerdik) onları tefekkür ve düşünme kudretinden tamamen mahrum bırakırdık (da artık onlar işitemezlerdi.) onlar öyle helâke uğramış milletlerin haberlerini bile duyamaz, onları düşünüp ibret almak kabîliyetinden büsbütün mahrum bulunurlardı. Halbuki: Onlar o geçmiş ümmetlerin tarihini öğrenmişler, onların felâketlerinden ibret alabilecek bir kabiliyette yaratılmışlardır. Artık onların da öyle gâfilce yaşayıp helâklerine sebep olacak inkârlara, isyanlara cür’et etmeleri, ne kadar şaşılacak birşeydir.
101. İşte o ülkeler, sana onların haberlerinden bazılarını hikâye ediyoruz. Muhakkak ki, onlara Peygamberlerimiz apaçık delillerle geldiler. Evvelce yalanlamış oldukları şeylere yine imân eder olmadılar. İşte Allah Teâlâ kâfirlerin kalplerini böylece mühürler.
101. (İşte o) Helâk olup gitmiş olan Nuh, Âd” Şuayb kavimleri gibi milletlere ait (ülkeler sana) Resûlüm!, (onların haberlerinden) tarihî hayatlarından (bazılarını) kavmin için bir ibret vesîlesi olmak üzere (hikâye ediyoruz.) sana vahy yoluyla bildiriyoruz. (Muhakkak ki, onlara Peygamberlerimiz beyyîneler ile) açık ve çeşitli mucizeler ile (geldiler) onları hak dine dâvet edip durdular fakat (evvelce) Peygamberlerin gelmelerinden önce (yalanlamış oldukları şeylere) Allah’ın birliğine, âhiret hayatına ve benzerlerine (yine imân eder olmadılar.) o kadar mucizeleri gördükleri halde yine yalanlamaya devam edip durdular. (İşte Allah Teâlâ) Öyle hakikatları inkâr edip duran (kâfirlerin kalblerini böylece mühürler.) de onlar gözlerinin önünde parlayan âyetleri, mucizeleri görüp de onlardan bir ibret dersi alamazlar.
102. Ve biz onların çoklarından sözünde durma diye birşey görmedik. Ve şüphesiz ki;biz onların çoğunu yoldan çıkmış kimseler bulduk.
102. (Ve biz onların) Durumları zikrolunan ümmetlerin veya insanların (çoklarında sözünde durma diye birşey görmedik.) onlar sözlerinde durmaz, ahd ve yeminlerine riâyet etmez bir halde bulunmuşlardır. (Ve şüphesiz ki, biz onların ekserisini yoldan çıkmış kimseler bulduk.) Biz onlardan birçoklarının verdikleri sözlerini tutmaz, isyankâr, dinden yüz çevirmiş şahıslar olduklarını ezelî âlemden beri bilmekteyiz. Bu da onların yaratılışlarını kendi kötü hareketleriyle bozmuş olmalarının bir neticesidir. Artık onların bu hallerinden dolayı Habibim!. Üzüntülü ve kederli olma!.
103. Sonra onların ardından Musa’yı mûcizelerimizle Firavun’a ve onun kavminin büyüklerine Peygamber gönderdik. O mucizeler i inkâr ettiler. Artık bak ki, o fesatçıların akibeti nasıl oldu.
103. Bu mübârek âyetler, Musa Aleyhisselâm’ın Firavn’i dine dâvet etmekle emrolunduğunu ve Firavn’a karşı Allah’ın birliğini haber vererek İsrail oğullarını esaretten kurtarmak istediğini beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Nuh, Hud, Salih, Lût ve Şuayb Aleyhisselâm’dan (Sonra) onların ardından veya helâke uğrayan ümmetlerden sonra (Musa’yı âyetlerimizle) Âsâ, yeddibeyzâ, tufan, çekirge hücûmu gibi yedi nevi harika ile, onun peygamberliğine işâret ve şahadet eden mucizeler ile (Firavn’a) Mısır hükümdarına (ve onun kavminin büyüklerine gönderdik.) onları imâna dâvet ettik. O dinsizler ise (Onlara) o mucizelere, o hârikalara, yalanlamak suretiyle veya kendi nefislerine veya imândan men etmekte oldukları insanlara (zulüm ettiler.) kendi geçici mevkilerini, saltanatlarını elden çıkarmış olacaklarından korkarak öyle apaçık delilleri kabulden kaçındılar. (Artık bak ki,) Bir basîret gözü ile seyret ki, (o fesatçıların âkibetleri nasıl oldu.) onların hâl ve durumlarıneye dönüşlü. Nihâyet nasıl helâk olup gittiler.
104. Ve Musa dedi ki: Ey Firavun! Şüphesiz ki, ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir Peygamberim.
104. (Ve Musa) Aleyhisselâm, Firavn’ın yanına girince (dedi ki: Ey Firavn!.) ey Mısır hükümdarı!. (Şüphesiz ki, ben âlemlerin Rab’bi) Yaratıcısı, Efendisi, Sâhibi (tarafından) seni ve senin kavmini ilâhî dine dâvet için (gönderilmiş bir Peygamberim.) artık benim tebliğlerimi kabul ediniz, Allah’ın birliğin itasdik ederek tanrılık iddiasından ve diğer isyanlardan vazgeçiniz.
105. Ben Allah Teâlâ’ya karşı Haktan başkasını söylememekte devamlı olarak sâbitim. Şüphesiz ki, ben size Rabbinizden bir mucize ile geldim. Artık İsrail oğullarını benimle beraber gönder.
105. Hz. Musa, kendisini Firavn’un yalanlamasına hakkı kabulden kaçınmasına karşı da dedi ki: (Ben Allah Teâlâ’ya karşı haktan başkasını) Onun yaratıcılığını, mâbutluğunu, birliğini İtirâf etmenin aksini (söylememekte devamlı olarak sâbitim.) ben hak ve hakikat ne ise onu söylemeğe size tebliğ etmeğe devam edeceğim. (Şüphesiz ki, ben size Rabbinizden) İfâdelerimde doğru olduğuma dâir (mucize ile geldim.) işte elimdeki âsâ ve bendeki yedibeyzâ buna şahittir. (Artık) Sen imân etmiyorsan bari (İsrail oğullarını) esâretin altında tutup meşakkatli işlerde kullanma, onları salıver (benimle beraber gönder.) tâki babalarının vatanı olan kutsal topraklara dönüversinler. ” Firavn unvanı, âmâlika kavminden olan her Mısır hükümdarına verilmiş bir lâkaptır. Hz. Musa’nın zamanındaki Firavn’ın asıl adı “Kâbus” veya “Velid İbni Mus’ab” dır.
106. Dedi ki: Eğer sen bir mucize ile gelmiş isen onu getir, sen sadıklardan isen.
106. Bu mübârek âyetler de Firavn’ın inkârınakarşı Hz. Musa’nın göstermeyi başardığı mucizeleri zikretmektedir. Şöyle ki: Musa Aleyhisselâm’ın dine davetine cevaben melûn Firavn (Dedi ki: Eğer) ey Musa!, (sen) Peygamberlik iddiânda doğru olduğuna dâir (bir mûcizeyle) bir alâmet ile Allah tarafından (gelmiş) Peygamber tâyin edilmiş (isen onu) o mûcizeyi (getir) görelim, (sen sadıklardan isen.) O zaman o Peygamberlik iddian sâbit olmuş olur.
107. Bunun üzerine âsasını bıraktı. Âsâ hemen apaçık bir ejderha oluverdi.
107. (Bunun) Firavn’ın bu isteğinin (üzerine) Hz. Musa (âsasını) yere (bıraktı.) bu (Asa hemen apaçık) kendisinde şüphe edilemeyecek bir şekilde (bir ejderha oluverdi.) bir büyük, erkek yılan kesildi, her tarafa korku saçtı.
108. Ve elini cebinden çıkardı, o hemen bakanlar için bembeyaz bir nur kesildi.
108. (Ve) Musa Aleyhisselâm, peygamberlik iddiasını daha fazla kuvvetlendirmek için ikinci bir mucizesi olmak üzere mübârek (elini) cebinden veya koltuğu altından (çıkardı o) eli (hemen bakanlar için bembeyaz) nuranî, güneşin ışığına galip, ışıl ışıl bir kudret hârikası (kesildi.) bunu görenler yerlere kapandılar. Hz. Musa, elini tekrar cebine çekti, o mübârek el yine eski hâlini alıverdi. Böyle mücizelerin gösterilmesi, Allah’ın kudretine göre her şekilde mümkündür. Artık bunları yorumlamaya gerek yoktur. Meselâ bunları Hz. Musa’nın iddiasındakî kuvvetten kinâye saymak asla câiz değildir. Böyle bir yorum, tevatür derecesinde sabit olan hakikatları kabul etmemek, ilâhî beyanları yalanlamak mahiyetinde olacağından asla uygun olamaz.
109. Firavun’ın kavminden ileri gelenler: “Şüphe yok ki, bu çok bilgili bir sihirbazdır” dediler.
109. Bu mübârek âyetler, Musa Aleyhisselâm hakkında Firavn’ın etrafındaki şereflikimselerin yakıştırmalarını ve Hz. Musa ile müsâbakada bulunmaları için her taraftan sihirbazların Mısır’a getirilmelerini istemiş olduklarını bildirmektedir. Şöyle ki: (Firavn’ın kavminden ileri gelenleri) Onların şerefiileri, Firavn’ın danışma arkakadaşları Firavn’a hitâben (Şüphe yok ki, bu) yani Hz. Musa (çok bilgili bir sihirbazdır.) sihir ilminde usta mütehassıs bir kimsedir, (dedi) O Yüce Peygamberin gösterdiği mucizeleri bir hayalden, asılsız bir sihir eserlerinden sandılar, kendi zamanlarında birçok sihirbaz bulunduğu için o muhterem zatın da sihirbaz olduğunu zannettiler.
110. Sizi yerinizden çıkarmak istiyor, o halde siz ne emredersiniz?
110. Bunlara karşı Firavn da dedi ki: Musa (Sizi yerinizden) Mısırdan (çıkarmak istiyor. O halde siz) onun hakkında bana (ne emredersiniz?.) ona karşı ne yolda muamele yapalım?. Rey iniz nedir?.
111. Dediler ki: Onu ve kardeşini alıkoy ve şehirlere toplayıcılar yolla.
111. Firavn’un etrafındaki o mevki sahipleri de (Dediler ki:) ey hükümdar!. (Onu ve kardeşini) Yani Hz. Musa ile Hz. Harun’u şimdilik Mısır’da (alıkoy) Haklarında acele etme, onların durumlarını araştıralım, (ve şehirlere) Mısır’ın etrafındaki beldelere kendi adamlarından (toplayıcılar) sevkediciler (yolla.) o beldelerde sihirbazların ustalan, reisleri çok olduğundan onları toplasınlar.
112. Her bilgin büyücüyü sana getirsinler.
112. Sanatlarında öyle becerikli ve kudretli olan (Her bilgin büyücüyü sana getirsinler.) bunun üzerine etraftaki en usta sihirbazlar Mısır’a getirilmiş oldu. Bir rivâyete göre bunlar reislerinden başka yetmiş sihirbazdan ibaret bulunuyordu.
113. Ve büyücüler Firavun’a geldiler. Elbettebize bir mükâfat olacaktır, eğer biz galipler olur isek değil mi? dediler.
113. Bu mübârek âyetler de toplanmış olan sihirbazların Firavn’dan mükâfat beklediklerini ve ilk evvel kendileri sihirlerini meydana koyarak dehşet verici bir manzara meydana getirmiş olduklarını bildirmektedir. Şöyle ki: (Ve) Toplayıcıların yardımıyla (büyücüler) sihirbazlar hemen (Firavn’a geldiler.) ve bir mükâfat ümidiyle (Elbette bize bir mükâfat olacaktır) bizi ödüllendireceksinizdir (eğer biz) o yapacağımız sihir ile Hz. Musa’ya (gâlipler olur isek -değil mi- dediler.) bu takdirde büyük bir ücrete, bir mükâfata hak kazanmış olacaklarını anlatmak istemişlerdir.
114. Dedi ki: Evet… Ve şüphe yok siz o zaman en yakınlarımdan olacaksınız.
114. Firavn da onlara hitâben: (Dedi ki: Evet…) Siz mükâfata kavuşacaksınızdır. (Ve şüphe yok) Ki, (siz) öyle bir üstünlüğü temin ettiğiniz zaman benim katımda (en yakınlarımdan olacaksınızdır.) siz yalnız bir mükâfat ile kalmayacaksınızdır, belki dâima meclisimde bana yakın bulunacaksınızdır.
115. Dediler ki: Ya Musa! Ya sen âsânı atıver veya ilk evvel atıverenler bizler olalım.
115. Sihirbazlar Firavn ile yaptıkları bu söyleşinin ardından Hz. Musa ile konuşarak (Dediler ki: Ya Musa!. Ya sen -âsânî”) meydana çıkaracağın şeyi ortaya (atıver veya -ilk evvel-) âsalarımızı, iplerimizi (atıverenler bizler olalım.) bu ifâdeleriyle bir nevi edebe riâyet etmişler, hadiseyi Hz. Musa’nın reyine bırakmışlar. Bir çeşit de kahramanlık göstermek istemişler ve Hz. Musa’nın ilk evvel meydana getireceği harikadan korkmayacaklarını üstü kapalı bir şekilde anlatmışlardı.
116. Dedi ki: Siz atıveriniz. Vaktaki atıverdiler, insanların gözlerini büyülediler ve onları korkutmuş oldular ve büyük bir sihir meydanagetirmiş oldular.
116. Hz. Musa da onlara cevaben: (Dedi ki: Siz) Atacağınız, meydana getireceğiniz şeyi ilk evvel siz (atıveriniz.) ne yapacak iseniz yapıveriniz. Hz. Musa, onların yapacakları sihirlerin mahv ve perişan olacağını, bunun neticesinde hakikatın tecelli edeceğini bildiği için onlara böyle bir müsaadede bulunmuş, onların yapacakları şeye bir ehemmiyet vermediğini göstermiştir. (Vaktaki) O sihirbazlar, ellerindeki ipleri, âsaları meydana (atıverdiler) bu hayalî şeyler ile (insanların gözlerini büyülediler) onlar gerçekte var olmayan şeyleri bir hayâl olarak var gibi gösterdiler. (ve onları) Etraftan seyre edenleri (korkutmuş oldular) gözlerinin önünde bir takım müthiş manzaralar görünür oldu (ve) o büyücüler bu sûretle (büyük bir sihir meydana getirmiş oldular.) her tarafa dehşet saldılar.
§ Rivâyete göre bu sihirbazların meydana attıkları kalınca ipler uzunca asalar sanki birer muazzam yılan kesilerek vâdiyi doldurmuş, hareketli bir halde bulunmuş, birbiri üzerine atılıp durmuş, pek korkunç bir manzara meydana getirmiş. Fakat bütün bu manzaralar birer hayalden ibaretti, bunlar insanların gözlerinde böyle canlı birer mahlûk kesilmiş gibi bulunuyordu.
117. Ve Musa’ya vahy ettik, âsânı atıver. Hemen o âsâ da oların uydurmuş oldukları şeyleri yutuverdi.
117. (Ve) Sihirbazların gösterdiği korkunç, hayalî manzaralar üzerine (Musa’ya vahyi ettik ki, âsânî atıver.) münazara meydanına bırak, o da bıraktı (Hemen o da) o âsâ da pek büyük bir yılan kesilerek (onların) o büyücülerin (uydurmuş oldukları şeyleri) yılan, çiyan şeklinde görülen âsalarını, halatlarını tamamen (yutuverdî.) onlardan hiçbiri kalmadı. Sonra da Hz. Musa’nın asası, öyle harikulâde, dehşet verici bir şekilde sihirbazlara karşı bir cephe alıverdi, pek büyük bir korku ve dehşetiçinde kaldılar.
118. Artık hak ortaya çıkmış, onların yaptıkları ise yok olup gitmişti.
118. (Artık) Hz. Musa’nın getirmiş olduğu (hak ortaya çıkmış) onun iddiasının doğruluğu sabit olmuş, meydana getirdiği hârikanın bir hakikat olduğu anlaşılmış, (onların) o sihirbazların (yaptıkları) sihirler (ise yok olup gitmişti.) onların hakikata yakın olmayan birer görünüşten ibaret olduğu anlaşılmıştı.
119. Artık orada mağlûp oldular ve küçük düşürerek geri dönüverdiler.
119. (Artık orada) Böyle büyük bir hadisenin meydana gelmesi üzerine Firavn ile bütün etrafında toplanmış olanlar bulundukları mecliste (mağlûp oldular) kendilerinin hak ve hakikattan mahrum kimseler oldukları anlaşıldı, (ve küçük düşerek yenilmiş olarak geriye dönüverdiler.) zelil bir duruma düştüler. Bu hadisenin iskenderiye’de vukû bulduğu rivâyet olunmuştur.
120. Ve sihirbazlar secde ettikleri halde yere kapanılmış oldular.
120. (Ve) Böyle bir mucizenin ortaya çıkması üzerine bütün (sihirbazlar) işin hakikatını düşünerek ilham almış oldukları imân nîmetinden dolayı şükretmek için (secde ettikleri halde yere kapanılmış oldular.) onlar zeki, İlim adamları oldukları için sihir ile mucizenin arasındaki farkı pek iyi anladılar, Hz. Musa’nın gösterdiği mûcizeden dolayı hakiki bir peygamber olduğuna kanaat getirdiler.
.121. Ve dediler ki: Alemlerin Rabbine imân ettik.
121. (Ve) Sihirbazlar inançlarını değiştirerek Allah’ın birliğini tasdik ettiklerini göstermek için (Dediler ki: Alemlerin Rab’bine imân ettik.) biz bütün kâinatın sâhibi, efendisi, yaratıcısı olan Allah Teâlâ’nın varlığına inandık.
122. Musa ile Harun’un Rabbine.
122. Firavn, kendisini bir tanrı gibi halka gösterdiği için sihirbazlar “Âlemlerin Rabbine” imân ettik demekle kendisine imân ettiklerini İtirâf ediyorlar gibi bir zan’na düşebilirdi. İşte böyle bir zan’nı gidermek için de sihirbazlar: (Musa ile Harun’un Rabbine) İmân ettik diye vicdanî kanaatlerini açıklamışlardır. Firavn kendisini Musa’nın da Rabbi gibi göstermek isterdi. Zira Hz. Musa vaktiyle onun sarayında yetişmişti. Böyle bir ihtimale mahal bırakılmaması için Harun Aleyhisselâm ayrıca zikredilmiştir. Artık sihirbazların Firavn’a değil, bütün kâinatın hakîkaten Rab’bi, Yaratıcısı, Hâkimi olan Allah Teâlâya imân eder oldukları pek açıkça anlaşılmıştır.
§ Bir kere şunu da düşünmelidir ki: Firavn hakikaten Tanrılık sıfatına sâhip olsaydı Hz. Musa’ya karşı âcizlik göstererek sihirbazların yardımlarına müracaat eder mi idi?. Sihirbazların hakîkaten hârikalar göstermeğe güçleri yetseydi Firavn’dan ücret, mükâfat beklemeye ne ihtiyaçları olabilirdi. Istekleri şeyleri altına, gümüşe çeviremezler miydiler?. Binaenaleyh onlarda âciz, başkalarının ihsânına muhtaç kimseler demekti. Artık akıllı, düşünen insanlar, o gibi âciz ve ellerindeki nîmetleri çabucak yok olan şahıslara güvenmezler onlara sığınmaya tenezzül etmezler, onların iddialarına bir kıymet vermezler.
123. Firavun dedi ki: Ben size izin vermeden evvel ona imân etmişsiniz. Şüphe yok bu bir tuzaktır, siz bu tuzağı şehirde kurdunuz ki, halkını ondan çıkarıveresiniz. Artık yakında bileceksinizdir.
123. Bu mübârek âyetler, Hz. Musa’yı tasdik eden sihirbazlar! Firavn’ın suç ladığını ve tehdit ettiğini bildirmektedir. Sihirbazların da Firavn’a karşı din bağlılıklarını gösterip onu hesâba çekmelerini ve Cenâb-ı Hak’kasığınmalarını beyâ buyurmaktadır, Şöyle ki: (Firavn) Hz. Musa’yı tasdik eden sihirbazları azarlama! için (dedi ki: Ben size izin vermeden evvel) benim emir ve müsaadem ol maksızın siz (ona) Musa Aleyhisselâma (imân etmişsiniz.) öyle mi?. Bu ne çeşa ret!. (Şüphe yok bu) Yaptığınız şey (bir tuzaktır) Musa ile beraber yaptığının bir hiledir, (siz bu hîleyi şehirde) Mısır’da daha yarışma sahasına çıkmadan evve (yaptınız) aranızda kararlaştırdınız (ki) Mısır (halkı) Kıbtî tâifesini (ondan) Mısır’dan (çıkarıveresiniz.) Mısır toprakları yalnızca ey sihirbazlar size ve israr oğullarına ait olsun (Artık yakında bileceksinizdir.) ki, sizin hakkınızda neler yapacağım!.
§ Firavn ve kendisine tâbi olanlar. Hz. Musa’nın gösterdiği o kadar açık, parlak mûcizeyi takdir edemeyip onu da bir sihir sanarak o kadar ahmaklık gösterdiler.
124. Elbette sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazvari keseceğim Sonra da sizi elbette hepinizi asacağım.
124. Firavn, o tehdidini şu şekilde izah ederek dedi ki: (Elbette sizin) Ey Musa’ya tâbi olanlar!, (ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazvari keseceğim.) Yani, sizin sağ elleriniz ile sol ayaklarınızı evvelâ kesivereceğim (Sonra da sizi elbette toptan asacağım.) sizi teşhir etmek ve ibret olacak şekilde cezalandırmak için aşarak idam eyleyeceğim.
125. Dediler ki: Biz şüphe yok Rabbimize dönüvericileriz.
125. Firavn’un bu zalimce tehdidine karşı o muhterem mü’minler de (Dediler ki: Biz şüphe yok ki,) ne şekilde ölürsek ölelim âhirette (Rabbimize) onun rahmetine, lûtfuna (dönüvericileriz.) hakkımızda takdir edilen ne ise o ergeç meydana gelecek ve biz her halde ölüp âhirete gideceğizdir. Artık senin tehdidine biz ehemmiyet verir miyiz?.
126. Ve bizden intikam alman da başka değil, ancak biz Rabbimizin âyetleri geldiği zaman onlara imân ettiğimizden dolayı. Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır ve bizleri Müslüman olarak öldür.
126. (Ve) Ey Firavn senin (bizden intikam alman) bizim işimizi beğenmeyip çirkinlikle nitelemen ve tehdit eylemen (de başka değil, ancak bize Rabbimizin âyetleri geldiği zaman) Allah’ın birliğini gösteren mucizeler tecelli eylediği vakit (onlara imân ettiğimizden dolayı) halbuki, böyle bir imân suçlama ve cezâlandırmayı değil, takdir etmeyi ve beğenmeyi gerektirir. Ey Firavn!. Sen ne-kadar zalimce hareket etmek istiyorsan da haberin yok!. Artık (ey Rabbimiz!.) olan ortak ve benzerden uzak mâbudumuz!. (Üzerimize sabır yağdır.) Firavn’ın şu tehdidine karşı bize büyük bir sabır ve sebat ihsan buyur, (ve bizleri müslümanlar olarak öldür.) Firavn’un tehdidi tesîriyle İslâmiyete aykırı bir eğilimde bulunmayalım, tam samimî bir müslüman olduğumuz halde canımızı al.
§ Tayyibi demiştir ki: Bu zatlar, günün başlangıcında sihirbaz iken günün sonunda müslüman şehitlerden olmuşlardır. İbni Abbas’tan da böyle nakledilmiştir. Firavn bunların birer ellerini ve ayaklarını keserek kendilerini asmıştır. Fakat diğer bir görüşe göre Firavn bu zatları, böyle öldürmeğe kâdir olmamıştır. Çünki:
Siz ve size tâbi olanlar üstün geleceksiniz. (Kasas, 28/35) âyeti kerimesi bunu göstermektedir.
127. Firavun’un kavminden ileri gelenler, dediler ki: Musa’yı ve kavmini bırakır mısın ki, yerde bozgunculuk yapsınlar. Ve seni ve tanrılarını terkeylesinler. O da dedi ki: Elbetteonların oğullarını öldüreceğiz ve kadınlarını diri bırakacağız ve şüphe yok ki, biz onları ezecek üstünlükte kimseleriz.
127. Bu mübârek âyetler, Firavn’a tapan câhil kavminin Hz. Musa ile kavmi aleyhindeki dedikodularını bildiriyor. Firavn’un da onlara güvence vermek maksadıyle İsrail oğulları hakkında ne kadar zalimce harekette ve üstünlük iddiasında bulunarak yapacağı tehditleri nâtık bulunmaktadır. Hz. Musa’nın da kavmini teselli edip onlara ne gibi yüce bir tavsiyede bulunduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Hz. Musa’nın gösterdiği mucize karşısında titremiş olan Firavn, o Yüce Peygamberi tutup hapsetmeğe cesâret edememişti. Bunu gören kötü kavmi, telâşa düştüler, (Firavn’un kavminden ileri gelenler) Firavn’a müracaat ederek (dediler ki:) Ey hükümdar!. (Musa’yı ve kavmini) İsrail oğullarını hapis etmeden ve öldürmeden öyle serbest (bırakır mısın ki, yerde bozgunculuk yapsınlar.) Mısır’da yaşayarak halkının sana karşı İtaatlerini ortadan kaldırsınlar, ve sonuçta Mısır hakimiyetini ele geçirsinler. (Ve seni ve senin mâbutlarını terk eylesinler.) Size karşı ibâdette bulunmasınlar. Rivâyete göre Firavn, materyalist idi. Allah’ın varlığını inkâr ediyordu. Yıldızların yeryüzünde idareci olduklarına inanırdı. Yıldız şeklinde putlar yapmış, bunlara kendisi taptığı gibi kavminin de kendisine ve bu putlara tapmalarını emretmişti. Ve yeryüzünde kendisi itaat edilen bir hükümdar olduğu için kendisini yüce bir Rab olmak üzere kavmine tanıttırmıştı. İşte bu kavim, Firavn’a öyle müracaat etmişti. (O da) Firavn da kavmine güvence vermek için (dedi ki: Elbette onların) o İsrail kabîlesinin doğan (oğullarını öldüreceğiz) onu yaşatmayacağız, kuvvetlerinin artmasına meydan vermeyeceğiz, (ve kadınları diri bırakacağız.) Nitekim evvelce de öyle yapmıştık. (Ve şüphe yok ki, biz onları) hâlâ (ezecek üstünlükte kimseleriz.) onlar yine bizim idâremiz altında kahrolmuş kimselerdir.Bu son münazarada Musa’nın galip gelmesinin bizce bir tesiri yoktur.
128. Musa kavmine dedi ki: Allah Teâlâ’dan yardım isteyiniz ve sabır ediniz. Şüphe yok ki, Yer Allah Teâlâ’nındır. Ona kullarından dilediğini vâris kılar. Sonuç ise sakınanlar içindir.
128. İsrail oğulları Firavn’un bu kötü niyetini öğrenince Hz. Musa’ya müracaat ederek şikâyette bulundular. Hz. (Musa) da bu (kavmine dedi ki:) size yönelen belâlardan dolayı (Allah Teâlâ’dan yardım isteyiniz) ona sığınınız. O sizi kurtarmaya her şekilde kadirdir, (ve sabır ediniz.) Kendinize ve evlâdınıza yönelecek fenalıklara karşı sabırlı, bulununuz, sabrın sonu selâmettir. (Şüphe yok ki, yer) Mısır arazisi ve bütün yeryüzü (Allah Teâlâ’nındır) ona dilediğini vâris kılar. Binaenaleyh o hikmet sâhibi Yaratıcı, dilerse ey İsrail oğulları!. Firavn’u helâk ederek onun topraklarını sizlere ihsan buyurur. (Sonuç ise sakınanlar içindir.) Allah’tan korkanlar, hükümlerine uyanlar dünyada fetih ve zafere ulaşırlar. Âhirette de yüksek derecelere kavuşmakla ebediyyen mutlu olurlar. Artık ey kavmim!. Siz de Allah’tan korkun, ondan yardım isteyin, sabırlı bulunun ki, öyle güzel bir sona kavuşasınız.
129. Dediler ki: Biz senin bize gelmenden evvel de ve bize geldiğinden sonra da bize işkence edildi. Umulur ki, dedi, Rab’bîniz düşmanlarınızı helâk eder de sizi yerde onların yerine hâkim kılar. Tâki nasıl amel edeceğinize baksın.
129. Bu mübârek âyetler, İsrail oğullarının zulme uğramalarına karşı Hz. Musa’nın onlara teselli verdiğini bildirmektedir. Ve Firavn’un kavminin senelerce kıtlık ve pahalılığa mâruz kalmalarının hikmetini beyan etmektedir. O nankör kavmin ise uyanmayıp kavuştukları nîmetlere kendilerinin hak kazanmış olduklarına ve uğradıkları musîbetlerinde Hz.Musa ile ona tâbi olanların yüzünden ortaya çıktığı düşüncesinde olduklarını dile getirmektedir. Şöyle ki: İsrail oğulları, Firavn’un tehdidinden haberdar olunca Hz. Musa’ya müracaat ederek (Dediler ki: Biz senin bize) peygamberlikle (gelmenden evvel de ve bize) böyle bir vazîfe ile (geldikten sonra da) Firavn tarafından (bize işkence edildi.) nedir bizim bu çektiğimiz?. Çünki Mısır’da bulunan İsrail oğulları, Hz. Musa’nın peygamberliğinden evvel de Firavn tarafından birçok zulumlara uğramışlardı. Onların artıp Mısır’a hakimiyeti elde etmelerinden korkan Firavn onlardan cizye almakta idi, onları meşakkatli işlerde kullanıyordu, onların refah içinde yaşamalarına meydan vermiyordu. Bir müddet de onların erkek çocuklarını öldürmüştü. Hz. Musa’nın ortaya çıkmasında, sonra ise daha fazla zulma başlamak istemiş: İsrail kavminin erkek çocuklarını yine öldürmeğe devam etme kararlılığını göstermişti. İşte İsrail oğulları, bu korkunç durumlarından dolayı Hz. Musa’ya şikayette bulunmuşlardı. O muhterem Peygamber de onları teselli etmek için (Umulur ki, dedi, Rab’biniz düşmanlarınızı helâk eder de) yani: Firavn’u ve kavmini mahv ve perişan eyler de ey İsrail oğulları!, (sizi yerde onların yerine hâkim kılar.) Artık sabrediniz, ilâhî takdirin hakkınızdaki tecellisine râzı olunuz. O Kerem Sâhibi Yaratıcı; sizi o zâlim kavmin yerlerine hâkim ve sâhip kılar (Tâki nasıl amel edeceğinize baksın.) size verdiği nîmetin, galibiyetin değerini bilip şükrünü yerine getirip getiremeyeceğiniz ortaya çıksın. Esasında Cenâb-ı Hak, onların ne yapacaklarını ezelî ilmiyle bilir, buna inandık, meak onların aleyhinde ilâhî delillerin tamam olması için, onların fiil ve hareketlerinin iilen meydana gelmesini irâde buyurmuştur.
§ Rivâyete göre İsrail oğulları, Davut Aleyhisselâm’ın zamanında Mısır’ı fethetmeyibaşarmışlardır.
130. Ve andolsun ki, Firavun’un kavmini senelerce kıtlık ve pahalılığa ve mahsul noksanlığına uğrattık, düşünüp de ders almış olsunlar diye.
130. (Ve) Allah Teâlâ kullarını öğüt almaları ve teşekkür etmeleri için gâh sıkıntılara, sokar gâh rahata kavuşturur. İşte bu hakîkati açıklamak için buyuruyor ki, (andolsun ki. Firavn’un kavmini senelerce kıtlık ve pahalılığa) uğrattık (ve) senelerce onları (mahsulatın noksanlığı ile cezâlandırdık) şehirlerde ağaçları meyve vermez oldu. Onların bütün bu musîbetlere uğratılmaları ise onlar (düşünüp ibret alsınlar diye) idi. Tâki, kendi isyanları yüzünden böyle musîbetlere uğradıklarını düşünerek tevbe ve istiğfar etmeleri için idi.
131. Fakat onlara güzellik gelince bu bizim hakkımızdır dediler. Onlara bir kötülük isâbet ederse Musa ve onunla berâber olanları uğursuz sayarlardı. Haberiniz olsun ki, onların uğursuzluğu ancak Allah tarafındandır. Fakat onların pek çokları bilmezler.
131. (Fakat onlara) O Firavn kavmine (güzellik) bolluk, hayırlı bir durum (gelince) bunun Allah’ın bir lûtfu olduğunu düşünmediler (bu bizim hakkımızdır.) dediler. Kendilerini, ona lâyık gördüler. Onun ilâhî bir lûtuf olduğunu, bir şükür ve uyanmaya vesîle bulunduğunu takdir edemediler. Bilâkis (Onlara bir kötülük) bir kıtlık ve pahalılık (isâbet ederse) o zaman bu kendi kusurlarının bir cezâsı olduğunu idrâk edemeyip (Musa ile ve onunla beraber olanları uğursuz sayarlardı.) onların yüzünden bizim başımıza bu belâlar geldi derler, kendi kusurlarını hiç düşünmezlerdi. (Haberiniz olsun ki onların) O Firavn kavminin başlarına gelen felâketler (ancak Allah tarafındandır.) Cenâb-ı Hak’kın kaza ve takdirine dayanmaktadır, onların kötü hareketlerinin bir cezasıdır. (Fakat onların birçoklan) Bu hakikatı (bilmezler.) kendi bâtıl kanaatlerinde devam ederler. Hâllerini düzeltmeye çalışarak bu gibi felâketlerden kurtulmak istemezler. Hâlbuki, güzelce düşünmek kabiliyetinde bulunan bir insan, bir nîmete kavuşursa onun ilâhî lûtuf olduğunu bilir, Cenâb-ı Hak’ka şükür eder, ona itaate devam eyler. Bir musîbet gelince de onun bir hikmete dayalı olduğuna inanır, hâlini düzeltmeye çalışır, Cenab’ı Hak’kın affına, korumasına sığınır. İşte kulluk vazîfesi bundan ibârettir.
132. Ve dediler ki: Kendisiyle bize sihir etmek için bize her ne mucize getirirsen getir, biz sana imân edecek değiliz.
132. Bu mübârek âyetler, Firavn ile kavminin mucizeleri birer sihir sanarak küfürlerinde israr etmiş olduklarını ve küfürlerinin, kibirlerinin cezâsı olmak üzere çeşitli felâketlere uğradıklarını beyan etmektedir, şöyle ki: Firavn ile kavmi, âsâ mucizesini ve senelerce yoksulluktan gördüler, yine imân etmediler (Ve) Hz. Musa’ya hitâben (dediler ki: Kendisiyle bize sihir etmek) bizi kendi inancımızdan ayırmak (için bize) kendi iddiana göre (her ne mucize getirirsen biz sana) senin peygamberliğine (imân edecek değiliz.) biz senin bir sihirbaz olduğuna inanıyoruz, seni tasdik etmeyiz.
133. Artık biz onların üzerine ayrı ayrı mucizeler olmak üzere tufanı, çekirgeleri, böcekleri, kurbağaları ve kanı gönderdik. Yine böbürlendiler ve günahkâr bir kavim oldular.
133. O inatçı, câhil şahıslar, o kadar açık mucizeleri, hârikaları gördükleri halde yine uyanmamış, yine bâtıl inançlarında devam etmek istemişlerdi, tekrar felâketlere düşmeyi hak etmişlerdi. (Artık bîz) Onların bu inat ve isyanlarından dolayı (onların üzerine ayr” ayrı mucizeler) veya tereddüt edilemeyecek derecede açık birer cezâ alâmetleri (olmak üzere tûfanı) sonra (çekirgeleri) daha sonra(böcekleri) sonra da (kurbağaları) nihâyet (kanı gönderdik.) onları uyansınlar, imân etsinler diye bunlar ile birer müddet azâba uğrattık. Fakat bunlar bu kadar hârikaları gördükleri halde (Yine böbürlendiler) büyüklük taslayarak imân etmediler (ve günahkâr bir kavim oldular.) küfr üzere sebat ettiler.
§ Evet… Tefsirlerde ayrıntılı olarak beyan olunduğu üzere Firavn ile kavmine bir cezâ alâmeti, bir uyanma vesîlesi olmak üzere bir müddet yağmurlar yağmış, Mısır’ın her tarafını sular kaplamıştı. Firavn’un kavmine ait evler sular içinde kalmıştı. Hz. Musa’ya tâbi olanların evleri ise bu sel cereyanından korunmuştu. Firavn’un kavmi, Hz. Musa’ya müracaat etmişler, onun duasiyle bu çağlayan seller nihâyete ermişti. O inkarcılar yine tevbe ve istiğfar etmemişlerdi. Ikinci bir belâ olarak çekirgeler musallat oldu; bütün ekinlerini yiyip bitirdiler. Mısır’lıların yine ricası üzerine Hz. Musa dua etmiş, bu belâ da ortadan kalkmıştı. Fakat o kavim yine inkârlarında devam ettikleri için onlara üçüncü bir musîbet olmak üzere kene gibi böcekler musallat oldu, bunlar da bütün yeşil ağaç dallarını yiyip bitirdiler. Tekrar o kavmin istirhamı üzere Hz. Musa’nın duası ile bu belâ da bertaraf oldu. Ne yazık ki, o kavim yine inkârlarında devam ettiler, bu defa da dördüncü bir felâket olmak üzere onları kurbağalar sardı, denizden çıkan birçok kurbağalar, o inkârcı kavmin elbiselerine, yiyeceklerine sokulup durdular. O müşrik halk yine Hz. Musa’ya yalvardılar, bu belâdan da kurtuldukları takdirde Hz. Musa’yı tasdik edeceklerine dâir söz verdiler. Fakat o Yüce Peygamberin duası ile bu musibetten kurtuldukları halde yine sözlerinde durmadılar. Nihâyet beşinci bir felâket olmak üzere Allah Teâlâ onların ırmaklarını, çeşmelerini kana dönüştürdü. Bir yerde temiz tatı su bulamaz oldular. Hz. Musa’ya imân etmiş olanlar ise temiz, tatlı su bulabiliyorlardı. Firavn’un kavmi bunların suyunu alınca bu da ellerinde kankesiliyordu. Bu felâketler birer hafta devam etmiştir. Bu kavim, tekrar Hz. Musa’ya müracaat etmişler. (134) üncü âyeti kerime de bunu anlatmaktadır.
134. Ne zaman ki onların üzerlerine azap çöktü. Dediler ki: Ya Musa! Bizim için Rabbine dua et, sana verdiği söz hürmetine eğer bizden azâbı kaldırırsa andolsun ki, sana elbette imân ederiz ve elbette seninle beraber İsrail oğullarını göndeririz.
134. Bu mübârek âyetler, Firavn ile kavminin uğradıkları çeşitli musibetlerden dolayı Hz. Musa’ya müracaat ederek bu musîbetlerin giderilmesi halinde kendisine imân edeceklerine söz verdiklerini bildirmektedir. Fakat o musibetlerin bertaraf edilmesi üzerine yine küfürlerinde devam edip sözlerinde durmadıklarını ve nihâyet o isyanları yüzünden denizde boğulup gittiklerini şöylece beyan buyurmaktadır. (Ne zaman ki onların) Firavn ile kavminin (üzerlerine azap çöktü.) tufan vesâire gibi beş çeşit musîbet geldi veya altıncı bir müsibet olarak Taun hastalığına tutuldular, içlerinden birçokları oluverdi. Hz. Musa’ya tekrar müracaat ederek (Dediler ki: Ya Musa!. Bizim için) bu musibetlerden kurtulmamız için (Rab’bine dua et, sana verdıği söz) sana vermiş olduğu peygamberlik şerefi (hürmetine eğer bizden) başımıza gelen (azâbı kaldırır) bertaraf eder (se andolsun ki sana elbette imân ederiz) senin yüce bir Peygamber olduğunu tasdik eyleriz, (ve elbette seninle beraber) kavmin olan (İsrail oğullarını) diledikleri yere (göndeririz) sizin Mısır’dan çıkıp başka yerlere gitmenize mâni olmayız.
135. Ne zaman ki onların erişecekleri bir müddete kadar kendilerinden azâbı kaldırdık. Onlar derhal yeminlerini bozar oldular.
135. (Ne zaman ki) Hz. Musa’nın duası, üzerine (onların erişecekleri bir müddete kadar) Firavn ile kavminin Allah’ın katındatakdir edilen hayat sürelerinin sonuna, helâk olacakları zamana kadar (kendilerinden azâbı kaldırdık.) o kendilerine gelen musîbetler bertaraf edildi (Onlar) Firavn ile kavmi sözlerinde durmadılar (derhal yeminlerini bozar oldular.) yine eski küfr ve isyanlarda israr edip durdular.
136. Artık biz de olardan intikam aldık, onları derin denizde boğduk, onlar âyetlerimizi yalanladıkları ve onlardan gâfil bulundukları için.
136. (Artık biz de onlardan) O yeminlerini bozan, musibetlerden ders almayan Firavn ile kavminden (intikam aldık.) yani nîmetlerini azap ile ellerinden aldık. Onlara o kötü, kâfirce hareketlerinin karşılığı olan cezâyı verdik. Şöyle ki: (Onları derin denizde boğduk) Kızıldeniz denilen Süveyş denizinin derin suları içinde helâk ediverdik. (onlar) O boğulup belâlarına kavuşanlar (âyetlerimizi) Allah’ın birliğine ve Hz. Musa’nın peygamberliğine işâret ve şahadet edip duran mucizeleri, hârikaları düşünmekten kaçındıkları, onlara iltifat etmedikleri için öyle ilâhî intikama mâruz kaldılar, mahvolup gittiler, uhrevî azaplarına kavuştular. Sûre’i Yunus’taki (90) ıncı âyete de bakınız!. İşte yüce bir Peygamberi yalanlamanın ve açık ve kesin âyetleri, mucizeleri inkâr eylemenin cezâsı budur. Artık bundan herkes bir ibret dersi almalıdır.
137. Ve zayıf, hor görülen o kavmi kendisinde feyiz ve bereket meydana getirmiş olduğumuz yerin doğu taraflarına ve batı taraflarına mirasçı kıldık. Ve Rabbin güzel kelimesi İsrail oğulları üzerine sabretmeleri sebebiyle tamam oldu. Ve Firavun ve kavminin yaptıkları şeyleri ve yükseltmekte oldukları binaları tamamen helâk ettik.
137. Bu mübârek âyet, Cenab’ı Hak’kın Musa Aleyhisselâm’a vâd buyurmuş olduğu ikihikmetli hadisenin yani: Firavn ile kavminin helâkiyle İsrail oğullarının birçok yerlere varis ve hâkim olacaklarının gerçekleşmiş bulunduğunu bildirmektedir. Şöyle ki: (Ve) Köle yapılmak, erkek çocukları öldürülmek, kendileri meşakkatli işlerde kullanılmak gibi durumlarla (zayıf, hor görülen o kavmi) İsrail oğullarını (kendisinde feyiz ve bereket) ucuzluk, erzak bakımından bolluk (meydana getirmiş olduğumuz yerin) Şam diyarının veyahut mutlak anlamda yeryüzünün (doğu taraflarına ve batı taraflarına mirasçı kıldık.) İsrail oğulları Firavn’un helâkinin ardından Şam taraflarına sahip ve hâkim oldular, daha sonra Davut ve Süleyman Aleyhisselâm zamanlarında da dünyanın doğu ve batısında birçok yerlere mirasçı ve sâhip oldular. (Ve Rab’bin güzel kelimesi) İsrail oğullarına yardım edeceğine, onların düşmanları olan Firavn ile kavmini helâk eyleyeceğine dâir olan ilâhî vadi (İsrail oğulları üzerine) Firavn’un ezâlarına (sabretmeleri) Allah’ın yardımının ortaya çıkmasını beklemeleri (sebebiyle tamam oldu.) düşmanları suların içinde boğulup gittiler. (Firavn’un ve kavminin yapmakta oldukları şeyleri) Mısır’da meydana getirmiş oldukları köşkleri, yapıları (yükseltmekte oldukları binaları) Haman’ın yapmış olduğu muhteşem saray gibi müesseseleri veya yetiştirmiş oldukları bahçeleri, bostanları (tamamen helâk ettik.) bunların hepsini ortadan kaldırdık ve yok eyledik. O inkârcı, müşrik kavmi lâyık oldukları cezalara kavuşturduk. Kısacası: Sabrın, ve Yüce Peygamber’e uymanın mükâfatı ile bir kurûn, bir insana tapmanın cezâsı bu şekilde tecelli etmiş; bütün insanlık için tarihte bir ibret nümunesi vücude gelmiştir.
138. Ve İsrail oğullarını denizden geçirdik. Kendilerine ait bir takım putlara ibâdette bulunan bir kavme uğradılar. Dediler ki: Ya Musa! Bize de put yap, nasıl ki, onların putlarıvardır. Dedi ki: Muhakkak siz câhillik eden bir kavimsiniz.
138. Bu mübârek âyetler, İsrail oğullarının Mısır’dan çıkıp selâmet sahiline kavuştuklarını ve onların putperest bir kavme bakarak kendileri için de put edinilmesini Hz. Musa’dan istemiş olduklarını bildirmektedir. Hz. Musa’nın da onları irşat ederek Cenâb-ı Hak’tan başkasına ibâdet edilemeyeceğini ve onların haklarındaki ilâhî lûtfu hatırlatarak kendilerinin uyanmaya dâvet edilmelerini beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Firavn’u ve onun kavmini helâk ettik (Ve İsrail oğullarını) da (denizden geçirdik) selâmete erdirdik. Rivâyete göre bu denizden geçme hadisesi AŞURE gününe tesâdüf etmişti. Bu kurtuluştan dolayı Cenâb-ı Hak’ka şükür için o gün oruç tutmuşlardı. Hattâ Nuh Aleyhisselâm da bu AŞURE günü tufandan kurtularak oruç tutmuştu. Binaenaleyh Muharrem’in onu’na tesadüf eden AŞURE gününde oruç tutmak güzel bir ibâdettir. İsrail oğulları denizden kurtulup giderlerken (Kendilerine ait bir takım putlara ibâdette bulunan) putperest (bir kavme uğradılar.) bu kavim, Lehm kabîlesinden veya Kenanilerden imiş. Bunların putları rivâyete göre sığır heykellerinden ibaretmiş. İsrail oğulları bunları görünce (Dediler ki: Ya Musa!. Bize de put yap) sen de böyle bir heykel meydana getir de biz de ona ibâdet edelim (nasıl ki: Onların putları vardır.) ona ibâdet edip duruyorlar, biz de senin yapacağın puta ibâdet edelim. Bunlar, putlara ibâdetle Cenâb-ı Hak’ka ibâdet edilmiş olacağı cehâletinde bulundular. Hz. Musa bunların bu sözlerinden dolayı hayrete düşerek (Dedi ki: Muhakkak siz câhillik eden bir kavimsiniz.) bu kadar mucizeleri görmüş, putperest bir kavmin feci bir âkibete uğradığını müşâhede eylemiş olduğunuz halde nasıl olur da siz putperest olmak istersiniz, sizin bu arzunuz ne kadarbüyük bir cehâlettir. Ben sizce tapacak şeyler vücude getirmeğe hiç kâdir, selâhiyetli olabilir miyim?. Bunu hiç düşünmez misiniz?. Bu temennide bulunanlar onların çoğunluğudur. Yoksa aralarında seçkin bir gurup var idi ki, onlar Hz. Musa’nın yakınlarından oldukları için böyle bir temennide asla bulunmamışlardır. Ancak çoğunluk için genel hüküm söz konusu olduğundan bu temenni kavmin tamamına nisbet edilmiştir.
139. Şüphe yok ki, bunların içinde bulundukları şey helâke uğramıştır. Ve amel ettikleri şey de bâtıldır.
139. Hz. Musa, sözlerini tekit etmek ve kuvvetlendirmek için şöyle buyurdu: (Şüphe yok ki, bunların) Şu heykellere tapan insanların (içinde bulunduktan şey) bâtıl din (helâke uğramıştır.) mağlûbiyete, mahvolmaya mahkumdur. (Ve amel ettikleri şeyde bâtıldır.) Tamamen yok olup bitmiştir, onunla Allah Teâlâ’ya yaklaşılamaz. O sırf küfürden başka birşey değildir. Ibâdet ancak Allah Teâlaya yapılır. Onun ibâdet hususunda da asla ortağı yoktur. Artık siz heykele nasıl tapınmak istiyorsunuz?
140. Dedi ki: Sizin için Allah Teâlâ’dan başka bir ilâh mı taleb ederim? Halbuki o sizi âlemlere üstün kıldı.
140. Musa Aleyhisselâm, kavmini daha fazla ikaz etmek ve şükür vazîfelerini yerine getirmeye dâvet için (Dedi ki: Sizin için Allah Teâlâ’dan başka bir mabut mu taleb ederim?.) bu hiç câiz mi?. Hiç Allah Teâlâ’dan başka ibâdete lâyık birşey bulunabilir mi?. (Halbuki o) Kerem Sâhibi Mâbud (sizi) zamanınızdaki (âlemlerin) cemiyetlerin (üzerine üstün kıldı.) başkalarına vermediği nîmetleri size verdi, sizi hakikî bir dine kavuşturdu, düşmanlarınızı büsbütün kahr etti ve ibret olacak bir cezâya uğrattı. Artık öyle yüce bir mâbudî kim temsil edebilir ki, o sizin için bir mabut oluversin?. Hiç o ezelî Yaratıcının mahlûku olan şeyler,ibâdet ve itaatta onun ortak ve benzeri, temsilcisi olabilir mi?. Bu kadar şeyi hiç düşünmez misiniz?.
141. Ve hatırlayınız ki Sizi Firavun’un elinden kurtarmıştık. Size azabın en şiddetlisini tattırıyorlardı. Oğullarını katlediyorlardı, kadınlarınızı da diri bırakıyorlardı. Ve bunda sizin için Rabbiniz tarafından büyük bir imtihan var idi.
141. (Ve) Cenâb-ı Hak, Musa Aleyhisselâm’ın tenbihlerini, ihtarlarını kuvvetlendirmek için buyuruyor ki; (hatırlayınız) ey İsrail oğulları (ki sizi Firavn’ıı elinden kurtarmıştık.) onu helâk ederek sizi selâmete erdirmiştik. Siz Mısın iken ne halde idiniz?. Bir kere o korkunç esâret durumunuzu düşününüz?. (Şimdi azabın en şiddetlisini tattırıyorlardı.) Sizi en müşkil hizmetlerle yükümlü 1 tuyorlardı. (Oğullarınızı öldürüyorlardı) neslinizi kesmek istiyorlardı. (kadınlarınızı da diri bırakıyorlardı.) Onları da evlâtlarından mahrumiyet sûretiyle perişan, ümitsiz ve kedere uğramış bir halde yaşatıyorlardı. (Ve bunda Firavn’un zulmünden sizin kurtulmanızda veya onun tarafından kötü muameleler uğratılmış olmanızda (sizin için Rab’biniz tarafından büyük bir imtihan) bir nîmet veya bir sıkıntı (var idi.) bunları hatırlamanız, bunlardan bir ibret dersi alıp yalnız Cenâb-ı Hak’ka karşı kullukta bulunmanız, yalnız o kerem sâhibi mâbud şükrünüzü sunup durmanız icab etmez mi?. Artık neden öyle cahilce bir temennid bulunuyorsunuz?.
142. Ve Musa ile otuz geceye sözleştik ve onu bir on ile tamamladık, artık Rabbinin tayin ettiği vakit tam kırk gece oldu. Ve Musa kardeşi Harun’a dedi ki: Sen kavmimin içinde benim yerime geç ve onları düzeltmeye çalış ve bozguncuların yoluna tâbi olma.
142. Bu âyeti celile Firavn’un helâk olmasının ardından Hz. Musa’nın kendi ye rine kardeşi Hanın Aleyhisselâm’ı kavmi başında bırakıpalmış olduğu ilâhî bir emîrde dolayı kırk gün ibâdet ve itaatle meşgul bulunduğunu bildirmektedir. Şöyle ki: Ey İsra oğulları!. Sizi düşmanınız olan bir kavimden kurtardık (Ve Musa ile otuz gecey sözleştik) yani otuz gün oruç tutması için kendisine emir verdik, o da bu en? şükrederek aldı ve kabul etti. (ve onu) O otuz geceyi, o geceden başlayan otu günü (bir on ile) bir on gün ilâvesiyle (tamamladık) kırk güne çıkardık (artı’ Rab’binin) öyle ibâdet için (tâyin ettiği vakti tam kırk gece) ye ulaşmı (oldu.) bu ilâhî emre riâyet edildi. (Ve Musa) almış olduğu emirden dolayı Cenâb Hak’ka dua ve yakarış için Tur dağına gideceği zaman (kardeşi Harun’a dedi ki: ey Peygamber olarak seçilen kardeşim!. Ben Tura gidiyorum (Sen kavmimi) içinde benim yerime geç) onları gözet, neleri yaptıklarına, neleri terkettiklerin dikkat eyle (ve) onların içlerinden ıslaha muhtaç olanları (ıslaha çalış) sen onlarıı işlerini düzeltici ol (ve bozguncuların yoluna tâbi olma.) bozgunculuğu kalkışacak olanlara uyma, onların bu hususa ait davetlerine icâbet etme.
§ Rivâyete göre Hz. Musa, Firavn’un helâkinden sonra İsrail oğullarına Allah ta raf indan bir kitap getirip tebliğ edeceğini vâd etmişti. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak’kır emriyle Zilkade ayında tam otuz gün oruç tuttu, ibâdet ve itaatle meşgul oldu. Orucur tesiriyle ağzının kokusu değişti, bunu gidermek için misvâk kullandı. Melekler kendi sine dediler ki: Biz senden misk kokusu kokluyorduk, sen o kukuyu misvâk ile bozu verdin. Cenâb-ı Hak da Musa Aleyhisselâma Zilhicce ayında on gün daha oruç tut masını emretti. Bu suretle tam kırk gün oruca ve ibâdetlere tahsis edilmiş oldu. Ve bı on gün içinde veya bunun ardından Tevrat’ı şerif indi. Musa Aleyhisselâm Cenâb-Hak ile konuşma şerefine nâil oldu.
§ Mikat, herhangi bir amelin yapılması için takdir ve tahsis edilen vakit demektir.
143. Ne zaman ki, Musa bizim tayin ettiğimiz vakte geldi ve Rabbi onunla konuştu, dedi ki: Ey Rabbim! Bana varlığını göster sana bakayım. Cenab’ı Hak da buyurdu ki: Sen beni katiyyen göremezsin. Fakat dağa bir bak, eğer yerinde durabilirse sen de beni görebilirsin. Hemen Rabbi dağa tecelli edince onu parça parça etti. Musa da baygın bir halde düşüp kaldı. Vaktaki, ayıldı, dedi ki: Seni tenzih ederim, sana tövbe ettim ve ben imân edenlerin ilkiyim.
143. Bu âyeti celile, Hz. Musa’nın Cenab’ı Hak ile konuşma şerefine kavuştuğunu ve Allah’ı görmenin büyüklük ve heybetini şöylece beyan buyurmaktadır. (Ne zaman ki Musa) konuşma şerefine nâil olmak için (bizim tayin ettiğimiz vakte geldi) oruç için ve diğer ibâdet ve itaat için belirlenmiş vakit sona erdi (ve Rabbi onunla konuştu) Hz. Musa, Cenab’ı Hak’kın kelâmını onun ilahlık şanına mahsus bir şekilde işitmek şerefine kavuştu. Bir rivâyete göre Hz. Musa’nın yanında bulunan yetmiş kadar ashabı da ilâhî kelâmı işitmek şerefine nâil olmuşlardı. Böyle büyük bir lütfa ulaşan Hz. Musa bundan cür’et alarak (dedi ki: Ey Rabbim!. Bana varlığını göster) ilâhî varlığını görmeğe beni kudretli kıl veya bana tecelli buyur da (sana bakayım) seni görmek saadetine ereyim. Cenâb-ı Hak, onun bu duasına cevaben (buyurdu ki:) ya Musa!. (Sen beni katiyyen göremezsin.) Sen bu görme gücüne sâhip değilsin, buna güç yetiremezsin. (Fakat dağa bir bak) O kadar kuvvetli ve sağlam bir yapıya sâhip olduğu halde (eğer yerinde durabilirse) Allah’ın tecellisine güç yetirebilirse (sen de beni görebilirsin.) Yoksa göremezsin. Bu dağdan maksat, Tur dağı veya Zübeyr dağı veyahut Ürdün dağıdır. (Hemen Rab’bi dağa tecelli edince) Dağa karşı Allah’ın yüceliği görününce; ilâhî nurdan bir parıltı isâbet edince (onu parça parça etti.) o dağı yerlere serdi, toz ve toprak haline getirdi. Ve bir kavle göre de onu küçük dağlara ayırdı.(Musa da) Bu gördüğü müthiş hâdiseden dolayı (baygın bu” halde düşüp kaldı.) âdeta ölmüş gibi bir vaziyet aldı. (Vaktaki) Hz. Musa’nın aklı ve anlayışı tekrar kendisine geldi, bu baygınlıktan (ayıldı) kalktı, gördüğü muazzam bankaya hürmet için (dedi ki:) Ey Allah’ım! Ben (Seni) bütün noksanlardan (tenzih ederim) ve bu görme isteğine cür’etimden dolayı (sana tövbe ettim) vazgeçtim ve pişman oldum. Senin emir ve müsaaden olmaksızın senden böyle birşey işlememeğe karar verdim. (ve ben imân edenlerin ilkiyim.) Yani bu zamanda senin azamet ve yüceliğini bilip tasdik edenlerin ilk ferdi bulunmaktayım. Veyahut yeryüzünde seni görmenin kimseye nasip olmayacağına ilk imân eden bir fert bulunuyorum.
§ Bu âyeti kerime gösteriyor ki: Musa Aleyhisselâm Cenab’ı Hak ile konuşmuştur. Allah’ın kelâmı ise şüphe yok ki, insanların kelâmı gibi değildir, öyle harflerden oluşmuş, sesle irtibatlı değildir. Ehli sünnetin çoğunluğuna göre Allah’ın kelâmı, ezelî ve kadîm bir ilâhî sıfattır. O halde Hz. Musa’nın işitmiş olduğu ilâhî kelâmdan maksat, Eşariyyeye göre işte bu hakikî: Ezelî sıfatı işitmiş olmaktan ibârettir. Bu zatlar diyorlar ki: Cenab’ı Hak’kın zâtı, cism olmayıp başka bir cevherle meydana gelmediği halde nasıl ki görmek imkânsız değildir. Onun kelâmını da harf ve ses olmadığı halde işitmek imkânsız değildir. Matüridiye âlimlerine göre ise Hz. Musa, bir mucize olarak Tur’daki bir ağacın varlığında toplayan harfleri, kesik sesleri işitmiştir. Harf ve ses ile olmayan ezelî kelâm sıfatını ise Musa Aleyhisselâm elbette işitmiş değildir. Sonra bu âyeti celile, Cenab’ı Hak’ki görmenin câiz olduğunu da göstermektedir. Çünkü Hz. Musa yüce bir Peygamberdir. Eğer bu görme esâsen imkânsız olsa idi elbette bunu bilir, böyle bir istirhamda bulunmazdı. Bununlaberaber eğer Allah’ı görmek imkânsız olsa idi, Cenâb-ı Hak, “Ben görülemem” diye buyururdu. “Sen beni göremezsin” diye buyurmazdı. Bir de Allah’ı görmek , câiz olan bir emrin meydana gelmesine yani: Dağın yerinde kalmasına bağlanmıştır. Dağın yerinde kalması ise aslında câizdir, mümkündür, böyle câiz olan bir şeye bağlanmış olan bir şeyin de haddızatında câiz olması lâzım gelir. Ve bu âyeti kerime de beyan buyrulan tecelliden maksat, bir nevi görmektir. Demek ki: Dağ, bir nevi hayata ve görme kabiliyetine ulaşmış Allah’ı görme şerefine kavuşmuş, fakat bunun büyüklük ve heybetinin tesiriyle parçalanmıştır. Binaenaleyh insan için de Allah’ı görmek mümkündür. Fakat insanlar bu görmeye bu dünyada tahammül edecek bir kabiliyete sâhip değildirler. Mü’minler, âhiret hayatında bu büyük nîmete de kavuşacaklardır. Nitekim Rasûlü Ekrem Efendimiz de bir nevi uhrevî bir hayat olan mi’rac gecesi yüce bir âlemde bu Allah’ı görme şerefine kavuşmuştur.
144. Buyurdu ki: Ya Musa! Muhakkak ben seni risâletlerimle ve sözlerimle insanların başına seçtim. İmdi sana verdiğimi al ve şükr edicilerden ol.
144. Bu mübârek âyetler, Cenab’ı Hak’kın Musa Aleyhisselâm’a olan ilâhî lütfunu göstermektedir. O Yüce Peygamberin Allah tarafından ne gibi vazîfeler ile görevlendirilmiş olduğunu bildirmektedir. Şöyle ki: Hak Teâlâ Hazretleri, Musa Aleyhisselâm’a, Allah’ı görme şerefine ulaşamadığından dolayı üzülmemesi için diğer ulaştığı nîmetleri zikrederek (Buyurdu ki: Ey Musa!. Muhakkak ben) Kerem Sâhibi Yaratıcı (seni risâletlerimle) risâlet ve peygamberlik şerefine sâhip kılmakla, sana Tevrat’ın bölümlerini inzâl etmemle, (ve kelâmım ile) seni vâsıtasız olarak kutsal sözümü işitmek şerefine kavuşturmuş olmamla zamanındaki mevcut (insanlar üzerine seçtim.)seçkin bir durumda, yüce bir derecede bulundurdum. (İmdi sana verdiğim! al) Sana ihsan ettiğim peygamberliği, kutsal sözümü işitmek şerefine kavuşmayı ve diğer kavuştuğun nîmetleri düşün, nazarı dikkate al, bazı arzuların gerçekleşmemesinden dolayı üzülme. Kavuştuğun birçok nîmetlerden dolayı (şükr edicilerden ol.) bu nîmetlerden dolayı Cenâb-ı Hak’ka şükretmek bir kulluk vazifesidir. Bunun da ayrıca mükâfatı vardır.
145. Ve onun için levhalarda her şeyden bir öğüt yazdık ve her bir şeyi uzun uzadıya açıkladık. Artık onun kuvvetle tut ve kavmine emret, onu en güzeliyle tutsunlar. Elbette sizlere yoldan çıkmışların yurdunu göstereceğim.
145. (Ve onun için) Musa Aleyhisselâm, için (levhalarda) Tevrat’ın şerefli levhalarında Hz. Musa’nın ve kavminin muhtaç oldukları dinî işlere dâir (herşeyden bir) tesirli (öğüt yazdık) pek fâideli, uyanma ve doğru yolu bulmaya vesîle olacak bir âyet inzâl etmiş, olduk (ve her bir şeyi uzun uzadıya açıkladık.) lâzım olan dinî hükümleri ayrıntılı olarak beyan ettik ve Hz. Musa’ya hitâben dedik ki: (Artık onu) O Tevrat levhalarını veya yükümlü olduğunuz herhangi bir ilâhî hükmü (kuvvet ile tut) bir ciddiyyet ile, bir kararlılık ile al, gerekleriyle amelde bulun (ve kavmine emret onu) o ilâhî kitabı (en güzeliyle) ondaki en güzel, sevâbı en fazla olan hükümlere riâyetle (tutsunlar.) onun öyle güzel olan, en fâideli bulunan hükümlerini, tavsiyelerini uygulasınlar. Şöyle ki: Bir mesele hakkında iki, hüküm olabilir, ikisi de meşrû olduğu halde bunlardan birini seçmek daha fâideli, daha çok sevaba vesîle bulunabilir. Meselâ: Bir muamelenin yapılması câiz olduğu halde terkedilmesi daha iyi olabilir. Nitekim bir fenâlığa karşı misliyle karşılıkta bulunmak bazen câiz olabilirse de onun hakkında af ile muamelede bulunmak daha insanî ve yüce bir hareket olur. Hatayoluyla işlenen bir cinayetten dolayı icap eden diyeti, tazmînatı suçluya bağışlamak gibi. Kezâlik bir musibetten dolayı ah edip inlemek câiz olsa da sabır etmek daha güzeldir. Kezalik bir fakire az bir yardım güzel ise de fazlaca yardım daha güzeldir. Kezalik: Birşeyin yapılması dinî bakımdan mübah ise de terki mendup olabilir, İşte mendup olan, mübaha nazaran daha güzeldir, işte Hz. Musa’da kavmine böyle daha güzel olan şeyleri tavsiye etmekle yükümlü tutulmuştur. Artık böyle ilâhî tavsiyelere riâyet etmeli, Cenâb-ı Hak’ka ibâdet ve itaatten kaçınarak isyankâr bir halde yaşamamalıdır. -Böyle bir hareketin akibeti pek korkunçtur. (Elbette sizlere yoldan çıkmışların yurdunu göstereceğim) Yüce Mâbuduna karşı isyan etmiş, hayatlarını isyan ve günah ile geçirmiş olan birçok kavimlerin nasıl helâk olup kendilerinin ve yurtlarının ne hâle geldiğini sizin nazarı dikkatinize sunacağım. Tâki sizler de onlar gibi kötü hareketlerde bulunmayasınız. Nitekim İsrail oğulları, birçok yerlere seyahatler yapmış, isyan ve küfürleri yüzünden helâk olup gitmiş bulunan Âd ve Semud kavimlerinin ve diğer zorbaların ve Amalikanın vatanları gibi yıkılıp yok harap olmuş ülkeleri görmekte bulunmuşlardır. Bu ilâhî beyan hem İsrail oğulları için birçok milletlerin yurtlarına hâkim olacaklarına işâret taşımasından dolayı bir müjde makâmındadır. Nitekim Hz. Davûd ve Süleyman zamanında bu nîmete nâil olmuşlardır. Ve hem de onları öyle isyancı kavimlerin izinde gitmekten yasaklamış olduğu için bir tehdit ve bir ibret dersi makâmındadır. Gerçekten onlar da bilahara öyle isyancı hareketlerde bulunukları için milletler arasında zelil bir şekilde yaşamaya mahkûm olmuşlardır.
§ Hz. Musa’ya verilen Tevrat levhaları hakkında çeşitli rivâyetler vardır. Bunların on veya yedi levhadan ibâret olduğu, bu levhaların tahtadan veya yeşil zebercettenveya yeşil zümrütten teşekkül ettiği, bunlardaki yazıların Cibrili Emin vâsıtasıyle yazılmış olduğu rivâyet edilmektedir. Fakat böyle bir izah, Kur’an’ı Kerim’de mevcut olmadığından biz bu husus Allah’ın ilmine havâle ederiz.
146. Yeryüzünde haksız yere böbürlenenleri elbette âyetlerimden çevireceğim. Ve her bir âyeti görecek olsalar ona imân etmezler. Ve eğer hidâyet yolunu görseler onu bir yol edinmezler ve eğer dalâlet yolunu görecek olsalar onu yol tutuverirler. Bu da onların âyetlerimizi yalanlamalarından ve onlardan gâfil bulunduklarından dolayıdır.
146. Bu mübârek âyetler, Cenâb-ı Hak’kın birliğini, azamet ve kudretini, hükümlerinin sırf menfaat ve hikmet olduğunu inkâr eden isyankârların ne gibi sapıklıklara, felâketlere uğrayacaklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Yeryüzünde haksız yere) Bir delile, bir hakikate dayanmaksızın (böbürlenenleri) kendi boş inançlarına aldanarak ilâhî hükümlere karşı muhalif cephe alanları (elbette âyetlerimden çevireceğim.) artık onlar dış ve iç âlemlerdeki eşsiz kudret izlerini göremez olurlar. Semâlan, yerleri, kendi varlıklarını gözönüne alıp düşünemezler, bunları tefekkürden mahrum kalırlar. (Ve) Artık o inkârcı şahıslar (her bir âyeti görecek olsalar) gözlerinin önünde hangi bir âyet, hangi bir mucize tecelli edip dursa da onlar (ona imân etmezler.) kendi inatlan, kendi böbürlenmeleri onları tasdik etmelerine mâni olur. (Ve eğer) Onlar (hidâyet yolunu görseler) Allah Teâlâ tarafından gösterilen selâmet ve saadet yolu onların gözleri önünde parlayıp dursa onlar yine (onu bir yol edinmezler) onlar yine öyle ilâhî bir yola girmezler, onun nasıl bir kurtuluş yolu olduğunu takdir edemezler (ve eğer sapıklık yolunu görecek olsalar onu) bir arzu ve istekle kendilerine (yol tutuverirler.) o yolu tam bir istekle takib ederler. (Bu da) Böylehidâyet yolundan alıkonulup da sapıklık yoluna sevk edilmeleri (onların âyetlerimizi) Allah’ın birliğine dini hükümlerin gerçekliğine şahadet ve işâret edip duran mucizeleri, hârikaları, Peygamberlerin açıklamalarını (yalanlamalarından) onları yalanlamaya cür’et etmelerinden (ve onlardan) o âyetlerden, alâmetlerden, şahâdetlerden (gâfil bulunduklarından dolayıdır.) öyle bir sapıklığa düşmeleri kendi kötü hareketlerinin bir neticesidir, bir cezasıdır, İşte Yüce Peygamberlerin ve onların bildirmiş oldukları hükümleri insanlara tebliğ ile emrolunmuş olan zatların sözlerine, tavsiyelerine kıymet vermeyip de bir takım dinsizlerin şehvet dolu bir hayâtın esiri olan ahlâksız kimselerin izlerini takib edenlerin âkibetleri böyle bir felâkettir. Bu ilâhî açıklamalar, vaktiyle birçok felâketlerden kurtulup nîmetlere kavuşmuş bulunan İsrail oğullarına pek güzel bir uyarı olduğu gibi diğer kavimlere de pek büyük bir ikaz ve uyanma vesîlesidir.
147. Ve o kimseler ki, âyetlerimizi ve âhirete kavuşmayı yalanlamışlardır. Onların amelleri boşa çıkmıştır. Başkasıyla değil, ancak kendi yaptıkları amelleriyle cezalandırılacaklardır.
147. (Ve o kimseler ki,) İmândan mahrum kalıp bizim (âyetlerimizi) inkâr etmişlerdir. Allah’ın varlığına ait, Cenâb-ı Hak’kın kudret ve yüceliğinin ortaya çıkmasına yol açan eserleri, eşsiz varlıkları nazarı İtibara almayarak onlara inanmışlardır, (ve âhirete kavuşmayı) Asıl sevap ve azabın mahalli olan âhiret gününün varlığını (yalanlamışlardır.) onun meydana geleceğine inanmamışlardır. Artık (Onların) öyle inkârcı kimselerin dünyada iken yapmış oldukları hayırlar, anababa ve akraba ziyâreti gibi (amelleri bâtıl olmuştur.) onların o küfürleri, inkârları yüzünden bu gibi amelleri de düşüp kıymetlerini kaybetmiştir. Bunlardan dolayı âhirette bir sevâba kavuşamayacaklardır. Çünki sevâbakavuşmanın şartı imandır. Onlar (Başkasıyle değil, ancak) dünyada iken (kendi yaptıkları) yalanlama isyan ve günah gibi (amelleriyle cezâlandırılacaktır.) öyle kötü, kulluğa aykırı, kâfirce hareketlerinin cezâsına kavuşacaklardır. Binaenaleyh bütün insanlık, bu elem verici akibeti düşünüp titremelidir, dinine, kulluk vazîfesine aykırı hareketlerden kaçınmalıdır ki, böyle korkunç bir felâkete uğramasınlar.
148. Ve Musa’nın kavmi ondan sonra ziynet takımlarından bir buzağı, böğürmesi olan bir heykel edindiler. Onlar görmediler mi ki, o kendileriyle konuşamaz ve onlara bir yol gösteremezdi. Onu ilâh edindiler ve zâlimler oluverdiler.
148. Bu mübârek âyetler, Hz. Musa’nın geçici olarak ayrılmasının ardından İsrail oğullarının bir buzağı heykeline tapınmak cehâletini gösterdiklerini ve bilahara pişmanlık gösterip tevbe ettiklerini ve af dilediklerini beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve Musa’nın kavmi ondan) Hz. Musa’nın Tür’a gittiğinden (sonra) vaktiyle kıptilerden emânet alıp onların helâkı üzerine kendilerinde kalmış olan (ziynet takımlarından) Samiri namındaki bir münafıkın yapmasıyle (bir buzağı) buzağı gibi sesi (böğürmesi olan bir heykel edindiler.) bu iri heykel, bir rivâyete göre öyle bir hünerle yapılmış ki, içerisine hava girince inek yavrusu gibi ses çıkarmaya başlamış. Diğer bir rivâyete göre de bu heykelin aşağısında bir buzağı bulundurulmuş o buzağının sesi bu heykelin içinden dışarıya akseder olduğu için bu heykelin böğürmekte olduğu sanılmıştır. Diğer bir rivâyete göre de Firavn’un denizde boğulacağı zaman Cibrili Emin bir at üzerinde cisimlenerek görülmüş, Samiri bunun farkında olup Hz. Cibril’in atının ayağının bastığı topraktan bir avuç almış, bunu yaptığı heykelin içine bırakmış, bunun tesiriyle bir harika olarak o heykel canlanmış, et kansâhibi olmuş, buzağılar gibi ses vermiştir. Bu rivâyetlerden hangisinin doğru olduğunu Allah’ın ilmine havale ederiz. Bu heykeli yapan Samiri adında bir şahıs ise de Hz. Harun’dan veya seçkin birkaç zatın dışındakilerde bu buzağıya taptıkları için bunun böyle meydana getirilmesi hepsine isnat edilmiştir. Cenâb-ı Hak, o kavmi kınamak ve onların öyle beyinsizce hallerini teşhir etmek için buyuruyor ki: (Onlar) O heykele tapanlar, (görmediler mi ki) anlamadılar mı ki (o kendileriyle konuşamaz) kendilerine birşey söyleyip anlatamaz (ve onlara bir yol gösteremez.) onları bir doğru yola sevkedecek emir ve yasakla bulunamaz. Artık ne gariptir ki, (Onu) öyle bir hayvan heykelini kendilerine (ilâh) mabut kabul (edindiler ve) o hareketleriyle (zâlimler oluverdiler.) ibâdete lâyık olmayan birşeye mâbutluk isnad ederek ibâdeti gerçek yerinin dışına yönelttiler, onlar evvelce de böyle cahilce hareketleriyle zalimlerden olmuşlardı.
149. Ne zaman ki pişmanlığa düştüler ve kendilerinin hakikaten doğru yoldan çıkmış olduklarını gördüler, dediler ki: Eğer bize Rabbimiz merhamet etmezse ve bizi bağışlamazsa elbette büyük bir ziyâna uğramışlardan olacağız.
149. (Ne zaman ki) Hz. Musa Tur’dan dönüp kavminin o cahilce hâllerini çirkin gördü, onlar o sapıklıklarını anlayarak (pişmanlığa düştüler) tam bir hüzün ile ellerini ısıracak bir hâle geldiler (ve kendilerinin hakîkaten doğru yoldan çıkmış olduklarını gördüler) Allah’ın birliği inancını bırakmış, bir buzağı heykelini mabut edinmekle ne kadar şaşkınlık göstermiş olduklarını gözleriyle görüp anlamış oldular (ve) tövbe ve Cenab’ı Hak’ka yönelerek (dediler ki: Eğer bize Rabbimiz merhamet etmezse) dâima lûtuf ve ihsânına mazhar olduğumuz kerem sâhibi mâbudumuz bizi afbuyurmazsa (ve bizi bağışlamazsa) günahlarımızı tamamen ortadan kaldırmazsa (elbette büyük bir ziyâna uğramışlardan olacağız.) işte onlar, böyle yaptıklarına bilahara pişman oldular, günahlarını İtirâf ederek Allah’ın korumasına yöneldiler.
150. Ne zaman ki, Musa kavmine kızgın, pek üzüntülü bir halde döndü, dedi ki: Benden sonra arkamdan ne kötü işler yaptınız! Rabbinizin emrini acele mi ediverdiniz? Ve levhaları bıraktı ve kardeşinin başından tutarak kendisine doğru çekiverdi. kardeşi de dedi ki: Anam oğlu! Bu kavim muhakkak ki beni zayıf saydılar ve az kaldı beni öldürüyorlardı. Artık benimle düşmanları sevindirme ve beni zâlimler olan kavim ile beraber kılma.
150. Bu âyeti kerime, Tur’dan dönen Hz. Musa’nın buzağıya tapmış olan kavmini ne şekilde hesâba çektiğini ve kardeşi Hz. Harun ile aralarındak geçen konuşmayı şöylece beyan buyurmaktadır. (Ne zaman ki Musa) Aleyhisselâm, Tura gitmiş iken kavminin buzağıya taptıklarından haberdar oldu, bundan dolayı (kavmine kızgın, pek üzüntülü bir halde döndü) kavminin hepsine veya kardeşi Harun ile imanlarını muhafaza etmiş olanlara hitâben (dedi ki: Benden sonra arkamdan ne kötü işler yaptınız!.) yani: Ey kavmim!. Benim sizden ayrıldıktan sonra ne kadar fena harekette bulunmuş, Allah Teâlâ’ya ibâdeti bırakıp buzağıya tapmışsınız! Veya Ey mü’minler!. Bana ne kötü bir hilâfetle hâlife oldunuz!. Çünki onları öyle buzağıya tapmaktan men etmediniz. Siz (Rab’binizin emrini acele mî ediverdiniz?.) Tur’da kalmak için kırk gün va’dedilmişti. Rab’binizin belirttiği bu süreyi acele mi ettiniz de daha tamamını beklemeden böyle bir harekete cür’et etmiş oldunuz. Çünkü o kavim, Hz. Musa’nın otuz gecenin sonunda geri dönmediğini görünce vefat ettiğini sanmışlar, böyle buzağıya tapmışlardı. (Ve) Musa aleyhisselâm, geridönünce fazla kızgınlığından, kederinden dolayı ve bir dinî onurun tesîriyle (levhaları) Tevrat’ın nüshalarını yere (bıraktı ve kardeşinin başından tutarak kendisine doğru çekiverdi) onun bu muamelesine karşı (-kardeşi Hz. Harun da- dedi ki: Anam oğlu!. Bu kavim muhakkak ki, beni zayıf saydılar) onları buzağıya tapmaktan men’etmeme aldırmadılar (ve az kaldı, beni öldürüyorlardı.) daha fazla men’etmeye çalışsaydım bu cinayeti de işleyeceklerdi. (Artık benimle düşmanları sevindirme) benim hakkımda düşmanlarımızın ferahlanmalarına sevinmelerine sebep olacak birşey yapma, (ve beni zâlimler olan kavim ile berâber kılma.) Hesâba çekme veya kusur bulma hususunda beni o buzağıya tapanlar sırasında sayma. Ben onlardan uzak bulunmaktayım.
§ Şemate: Düşmanlık edilen şahsa ait olan bir belâdan dolayı bir ferah, bir sevinç duymak demektir.
§ Hz. Musa ile Hz. Harun ana baba bir kardeştirler. Ancak ananın hakkı daha büyük ve anaları bir mü’mine olduğu için Hz. Musa’nın daha fazla yatışmasını ve yumuşamasını temin etmek için kendisine “anam oğlu” diye hitab edilmiştir.
.151. Dedi ki: Ey Rabbim! Beni de kardeşimi de bağışla ve bizi rahmetine kabul et. Ve sen merhamet edenlerin en merhametlisisin.
151. Bu âyeti kerime, Hz. Harun’un nefsini müdafaası üzerine Hz. Musa’nın sükûnet bulup kendisi ve kardeşi hakkında güzelce duada bulunduğunu bildirmektedir. Şöyle ki: Musa Aleyhisselâm kardeşi hakkındaki sorgulamasından ve kardeşinin de vazîfesinde kusurlu olabileceğini düşünmesinden dolayı (Dedi ki: Ey Rabbim!.) ey Kâinatı terbiye eden mâbudumuz!. (Beni de kardeşimi de bağışla) Bizi aff ve mağfiretine kavuştur (ve bizi rahmetine kabul et.) bizleri fazlaca lûtuf ve ihsânına kavuştur. (Ve sen merhametedenlerin) şüphe yok ki (en merhametlisisin.) senin rahmetin pek geniştir, dünyada da âhirette de rahmet ve lutfun tecelli edip duracaktır. Bizim kendi nefsimize olan merhametimizden senin bizlere ait olan merhametin katkat fazladır. Buna inancımız tamdır.
152. Şüphe yok ki, o buzağıyı tanrı edinenlere elbette Rablerinden bir gazap ve dünya hayatında bir alçaklık erişecektir. Ve işte iftiracıları böyle cezâlandırırız.
152. Bu mübârek âyetler, buzağıya tapanların bir gazaba, bir dünyevî alçaklığa uğrayacaklarını, tevbe edip af dileyenlerin de Allah’ın mağfiretine nâil olacaklarını şöylece açıklamaktadır. (Şüphe yok ki, o buzağıyı) Kendilerine ilâh kabul (edinenlere) Samiri ile ona tâbi olanlar gibi bu kötü harekette bulunanlara bu hareketlerinin cezâsı olmak üzere (elbette Rablerinden bir gazap) bir azap yetişecektir. Yurtlarından kovulmak ve kendilerini öldürmekle yükümlü bulunmak gibi elem verici bir cezâya uğrayacaklardır, (ve) Onlara (dünya hayatında bir alçaklık) bir fakirlik bir esâret, ve cinâyetlerini İtirâfa mecburiyet gibi bir felâket de (erişecektir.) onlar cezasız kalmayacaklardır. Bir yoruma göre buzağıya tapanlar, tövbekâr olabilmeleri için kendilerini öldürmekle yükümlü tutulmuşlardı. İşte bu öldürme, onlar hakkında ilâhî bir gazap idi. Onların bu tapınmalarını İtirâf ile kendilerini öldüreyi kabul etmeleri de haklarında bir zillet demektir. (Ve işte iftiracıları) Allah Teâlâ’ya ortak koşanları, buzağı gibi şeylere tapmanın Allah tarafından emredilmiş olduğunu yalan yere iddiada bulunanları ve başka şekilde iftiraya cür’et gösterenleri (böyle) gazaba uğratmakla, zillete düşürmekle (cezâlandırırız.) Allah’ın hikmeti bunu gerektirmektedir. Nitekim bu gibi yasaklardan kaçınmayan, peygamberlerin bir kısmını şehit etmiş, bir kısmını inkâr edipdurmuş olan İsrail oğuları asırlardan beri birçok azaplara, facialara uğramışlardır. Yavaş yavaş azâba yaklaştırmak üzere arasıra nâil oldukları bir nîmet var ise o da şüphe yok ki, süratli bir şekilde kaybolmuştur. Ondan dolayı da ayrıca meşakkatlere uğrayacaklardır. Artık insanlar, bu gibi cezaları, zilletleri düşünmelidirler, öyle hakîkata aykırı iddialarda, şirki isyanı gerektiren hareketlerde bulunmaktan kaçınmalıdırlar ki, ilâhî korumaya nâil olabilsinler.
153. Ve o kimseler ki, kötülükleri işlemişler, sonra onun arkasından tövbekâr olmuş ve imân etmişlerdir. Şüphe yok ki, ondan sonra Rabbin elbette onları bağışlayıcıdır, hakkıyla esirgeyicidir.
153. (Ve o kimseler ki) insanlık hali (kötülükleri) gayrimeşru şeyleri (işlemişler) onları yapmaya cür’et göstermişler (sonra onun) o yaptıkları fena, Allah’ın rızâsına aykırı hareketlerinin fenâlığını anlayarak onların (arkasından) vazgeçip ve pişman olup (tövbekâr olmuş) ve Allah Teâlâ’ya (imân etmişlerdir.) Hak Teâlâ’nın ortak ve benzerden uzak bulunduğuna ve tevbeleri kabul eden bir affedici ve merhamet sâhibi olduğuna inanmışlardır. (Şüphe yok ki, ondan) O tövbeden (sonra) Resûlüm ya Muhammed!. Veya ey tövbe eden kulum!. (Rab’bin elbette) Onları, öyle tevbe eden ve aff dileyenleri (bağışlayıcıdır) onların hakkında affetme ve günahlardan vazgeçme şeklinde muamele eder ve (esirgeyicidir) onları merhamet buyurur, onları cennetlerine kavuşturur. Binaenaleyh her insan güzel bir imâna ve inanca sâhip olmalıdır, insanlık hali herhangi bir günahta bulunursa ümitsizliğe düşmemelidir, belki derhal tevbe edip, aff dileyip Cenâb-ı Hak’kın affına sığınmalıdır. Öyle samimiyetle yapılacak tevbelerin kabul edileceğini bu gibi âyetler bütün insanlığa müjdelemekte ve telkin buyurmaktadır, İsrail oğullarına ait olan bukıssalar hakkında Ta’ha sûre’i celilesinde de ayrıntılı bilgi vardır.
154. Ne zaman ki Musa’dan o öfke dindi. Levhaları alıverdi ve onun nushasında: Rablerinden korkanlar için bir hidâyet ve bir rahmet olduğu yazılmış bulunuyordu.
154. Bu mübârek âyetler, Hz. Musa’nın buzağı hâdisesinden dolayı üzüntü ve kederinin bilâhare sakinleştiğini ve yetmiş zat ile tayin edilen zamanda gidip o zatların yıldırıma tutulmaları üzerine üzülerek Cenâb-ı Hak’ka şöylece niyazda bulunduğunu beyan buyurmaktadır. (Ne zaman ki; Musa’dan) Hz. Harun’un özür dilemesi ve kavminin tevbe edip af dilemeleri üzerine (o) mâruz kaldığı (öfke) hüzün ve keder (sükûnet buldu.) tesiri azaldı, yere atmış olduğu Tevrat’a ait (Levhaları alıverdi) onları tekrar eline aldı, (ve onun nushasında:) içine aldığı âyetlerde (Rab’lerinden korkanlar için bir hidâyet ve bir rahmet olduğu yazılı bulunuyordu.) yani o levhalarda Cenâb-ı Hak’tan korkup günahları terkedenlerin hidâyete nâil olacakları ve Allah’ın azâbından korkup O’nun lûtfuna sığınanların ilâhî rahmete kavuşacakları yazılmıştı. Bu pek büyük ilâhî bir müjdedir. Binaenaleyh buzağıya tapanların da öyle samimiyetle tevbe edip af dileyince bu hidâyete ve rahmete kavuşacaklarına işâret buyrullmuştur.
155. Ve Musa kavminden yetmiş erkeği tayin ettiğimiz vakit için seçmişti. Ne zaman ki, onları yıldırım yakaladı, dedi ki: Ey Rabbim! Eğer dilese idin onları ve beni daha evvel helâk ederdin. Bizden bir takım beyinsizlerin yaptıkları şey sebebiyle bizi helâk eder misin? Bu ancak senin bir imtihanındır, bununla dilediğini saptırırsın ve sen dilediğini hidâyete kavuşturursun. Sen bizim dostumuzsun, artık bizi bağışla ve bize acı! Sen bağışlayanların en hayırlısısın.
155. (Ve Musa) Aleyhisselâm (kavminden)muteber (yetmiş erkeği) Turi Sinâ’daki (tayin ettiğimiz vakit için) o kararlaştırılan zaman için (seçmişti.) ayırıp beraberinde bulundurmuştu. (Ne zaman ki) Onlar Hz, Musa’nın bir bulut içinde kalarak cephesinde bir nurun parladığını ve Cenabı Musa’ya karşı emir ve yasağa ait ilâhî kelâmın tecelli eylediğini gördüler, işittiler, sonra o bulut kaybolunca Hz. Musa’ya müracaat ederek “Biz Allah Teâlâ’yı âşikâre görmedikçe sana imân etmeyiz” diye kendilerine lâyık olmayan bir talepte bulundular. Bu cür’etlerinin bir cezâsı olmak üzere (onları bir yıldırım yakaladı) kalbleri bedenleri sarsıntıya uğratan bir titremeye tutuldular. Hepsi de öldüler veya ölü gibi bir vaziyete düştüler. Hz. Musa, bunların bu acıklı hâlini görünce (dedi ki: Ey Rabbim!. Eğer sen dileseydin onları ve beni daha) belirlenmiş vakitten (evvel helâk ederdin.) şimdi müşkül bir vaziyette kalmazdım. Kavmime dönüp gidince beni suçlayacaklardır. Halbuki, evvelce onların gözleri önünde ölmüş olsa idik böyle bir suçlamaya mahal kalmazdı. Ey Rabbim!. (Bizden bir takım beyinsizlerin) Buzağıya tapanların veya öyle Allah’ı görmeyi isteme cüretinde bulunanların (yaptıkları şey) öyle dine, edebe aykırı hareket (sebebiyle bizi helâk eder misin?.) elbette etmezsin. Senin rahmet ve lutfun buna terstir. (Bu) Meydana gelen hâdise veya bu cemaatin Allah’ı görme isteklerindeki cesareti (ancak senin bir imtihanındır.) bu bir nevi denemedir, bir hikmete dayanmaktadır. (Bununla) Böyle bir imtihana tâbi tutmakla (dilediğini) kullarından hak edenleri (saptırırsın) onları hidayetten mahrum bırakırsın. Bu onların kötü hareketlerinin bir cezasıdır, (ve) Ey âlemlerin Rabbi!, (sen dilediğini) de, kullarından güzel itikada sahip, mü’min olanları da (hidâyete kavuşturursun.) bu da senin lûtuf ve merhametinden dolayıdır. Ey âlemlerin Allah’ı!. (Sen bizim dostumuzsun) Dünyevî ve uhrevî işlerimizi idâre eden sensin, bizi koruyan, bizeyardımda bulunan ancak senin yegane varlığındır. (artık bizi bağışla) yapmış olduğmuuz günahları affet ve yok et (ve bize acı) bizi dünyada da, âhirettede rahmetine, lûtfuna kavuştur, (ve sen) Şüphe yok ki, (bağışlayanların en hayırlısısın) sen sırf kullarına bir lûtuf olmak üzere bağış ve rahmetle bulunursun. Başkaları ise bir kimsenin kusurunu ya bir övgüye, bir sevâba kavuşmak için veya kendisinden bir kötü sıfatı def için affederler, böyle bir maksatla yardımda bulunurlar. Bunun karşılığında bir mükâfat beklerler. Binaenaleyh, bu gibi maksatlardan uzak olan Kerem sâhibi Yaratıcının bütün mahlûkatının üstünde bir rahmet ve mağfiret sâhibi olduğu apaçık ortadadır.
156. Ve bizim için bu dünyada da ve âhirette de bir iyilik yaz. Biz muhakkak ki, sana döndük. Buyurdu ki: Azâbımdır. Buna dilediğimi uğratırım. Rahmetim ise herşeyi kuşatmıştır. Onu sakınanlar ve zekâtlarını verenler ve bizim âyetlerimize imân edenler için elbette yazacağım.
156. Bu âyeti celile, Hz. Musa’nın yıldırım” gördüğü zaman yaptığı dua’nın kalanını içermektedir. Hak Teâlâ’nın da cevaben kimlere azap edeceğini ve kimleri lûtfuna kavuşturacağını buyuracağını beyan etmektedir. Şöyle ki: Musa Aleyhisselâm, dua ve niyâzına devam ederek dünyevî (Ve) uhrevî nîmetlere kavuşmaları için dedi ki: Ey Rabbim!. (Bizim için bu dünyada da ve âhirette de bir iyilik yaz.) Takdir ve tayin buyurmuş ol. Bizi her iki âlemde de selâmet ve saadetten ayırma. (Biz muhakkak sana döndük) Tevbe edip af dileyerek yüce dergâhına sığındık. Hak Teâlâ Hazretleri de cevaben: (Buyurdu ki: Azâbımdır.) Benim takdir etmiş olduğum bir cezâ vardır. (Buna dilediğimi uğratırım) azap ederim buna kimsenin itirâza selahiyeti yoktur. Gerçekten de bütün kâinat Cenab’ıHak’kın mülküdür. Onun kudretinin bir eseridir. Kendi öz mülkünde tasarmf edene kim itiraz edebilir?. Buna kimin hakkı vardır? Binaenaleyh o hikmet sâhibi Yaratıcı, kendi mülkünde, mahlûkatı hakkında dilediği şekilde tasarruf eder. Ve buyuruyor ki: (Rahmetim ise herşeyi kuşatmıştır.) Evet… Allah’ın Rahmeti, dünyada bütün mahlûkâtı kaplamıştır. Herkesin varlığı kavuştuğu nîmetler ilâhî rahmetin birer eseridir. Âhirette ise bu ilâhî rahmet mü’min kullarına mahsustur. İşte buna işâret için de buyuruyor ki: (Onu) Rahmeti (sakınanlar ve) üzerlerine düşen (zekâtlarını) hak edenlere (verenler ve bizim âyetlerimize imân edenler için elbette yazacağım.) bu niteliklere sâhip olan mü’min kullarıma âhirette tahsis edeceğim. Evet… Sonsuzluk âleminde Allah’ın rahmetine kavuşacak olan zatlar, Allah Teâlâ’nın âyetlerine -yani onun birliğine, yaratıcılığına ve mâbutluğuna işâret ve şâhitlik eden eserlere, semavî kitaplara ve birer âyet ve hidâyet, birer eşsiz kudret ve maddî varlığa büründürülmüş yüce birer mucize olan Peygamberlere ve özellikle Peygamberlerin sonuncusu ve en üstünü olan Hz. Muhammed Aleyhisselâm’a- imân eden kimselerden ibârettir. Hak Teâlâ bizleri bu imândan mahrum bırakmasın âmin…
157. O kimseler ki, Resûle, ümmî peygambere tâbi olurlar. O peygamber ki, onu yanlarındaki Tevrat’ta ve İncil’de yazılmış bulurlar. Onlara iyiliği emreder ve onları kötülükten men eder ve onlara temiz olan şeyleri helâl kılar, onların üzerine pis şeyleri de haram kılar. Ve onlardan ağır yüklerini ve üzerlerinde bulunan bağlan kaldırır, artık o kimseler ki ona imân ederler ve ona saygı gösterir ve yardımda bulunurlar ve onunla beraber indirilmiş olan nur’a tâbi oluverirler, işte kurtuluşa erenler onlardan ibârettir.
157. Bu âyeti kerime, dünyada da âhirette degüzelliklere, sevaplara kavuşacak kimselerin en seçkin özellikleri taşıyan Son Peygamber Hz. Muhammed’e tâbi olan zatlardan ibâret olduğunu şöylece bildirmektedir: (O kimseler ki,) Kendisine ilâhî vahiyle kitab verilmiş olan (Resul’e, ümmî peygambere) hiçbir kimseden birşey okuyup yazmamış olduğu halde yalnızca Allah’ın ilhamı ile kendisine geçmiş ve geleceğin bilgilerinin verildiği Hz. Muhammed Aleyhisselâm’a (tâbi olurlar) onun ümmetinden olmak şerefini kazanırlar. (O nebi ki) O Yüce Peygamber ki, (onu yanlarındaki Tevrat’ta ve İncil’de) ismiyle, vasıfları ile (yazılmış bulurlar.) öyle ki, onun o kitaplarda ismi ve vasıfları yazılmış zâttan ibâret olduğunda bir şüphe bulunamaz. Zaten o kitaplarda böyle yazılı olmasaydı Hz. Muhammed Aleyhisselâm bunu iddia ederek kendisinin yalanlanmasına sebebiyet verir miydi?. O öyle şanı yüce bir Peygamberdir ki (Onlara) o imâna dâvet ettiği kavimlere, bütün insanlığa (iyiliği emreder) Allah Teâlâ’nın emirlerine saygı gösterilmesini, güzel inanç ve ahlâk ile vasıf lanmayı, mahlukata şefkat gösterilmesini emir ve tavsiyede bulunur. (Ve onları kötülüklerden men eder) Din ve akıl yönünden çirkin olan şeylerden, güzel itikada, ahlâk ve insaniyete aykırı hareketlerden men’etmeye çalışır. (Ve onlara temiz olan şeyleri helâl kılar) Vaktiyle İsrail oğullarına bir cezâ olarak haram kılınmış olan bazı temiz şeylerin ve diğer lezzetli, faydalı, yaratılışa uygun nîmetlerin bu müslüman millete helâl olduğunu bildirir. (Onların üzerine) Kan, şarap, domuz eti, faiz ve rüşvet gibi (pis) temiz olmayan, zararlı (şeyleri de haram kılar.) bunlardan onları men eyler. (Ve onlardan ağır yüklerini ve üzerlerinde bulunan bağlan kaldırır.) Onları mükellef bulunmuş oldukları meşakkatli şeyleri Allah’ın müsaadesiyle bertaraf eder. Meselâ: İsrail oğulları, tövbelerinin kabulu için kendilerini öldürmekle mükellef idiler, kasten olsun, hatâ yoluyla olsun yapılan biröldürmeden dolayı mutlaka kısas icrası lâzımdı, ganîmet mallarını yakmaları icab ederdi. Cumartesi günü alışverişte bulunulması, haram idi. Namaz kılarken ellerini boğazlama bağlayarak tutsakca bir vaziyet almaları adet idi. İşte bütün bu gibi ağır hükümler, Muhammedin şeriatıyla kaldırılmıştır, iptal edilmiştir, yerlerine en hafif hükümler konulmuştur. (Artık o kimseler ki ona) O yedi yüksek vasfı bu âyeti celile ile bildirilen Son Peygamber Hz. Muhammed’e (imân eder ve ona saygıda) hürmette ve düşmanlarına karşı kendisine (yardımda bulunurlar ve onunla) O Yüce Peygamber’in peygamberliği ve risâletiyle beraber (indirilmiş olan nur’a) Kur’an’ı mübin’e kalbleri aydınlatan, şüphe ve cehâlet karanlığından kurtaran o nurlandırıcı kitab’a (tâbi oluverirler) onun hükümlerine riâyette bulunurlar, (işte kurtuluşa erenler) Dünyada ve âhirette güzel isteklerine kavuşanlar (onlardan) o imân eden ve saygıda bulunan zatlardan (ibârettir.) İsrail oğullarından Abdullah İbni Selâm, Hıristiyanlardan Tamimüddar’i lAllah onlardan râzı olsunl bu cümledendir. Binaenaleyh böyle hakikî, ebedî bir selâmet ve saadete kavuşmak için Son Peygamber olan Hz. Muhammed Aleyhisselâm’ın davetine uymaktan başka çare yoktur.
158, De ki: Ey insanlar! Şüphe yok ki ben hepinize Allah Teâlâ’nın bir elçisiyim. Öyle Allah ki, göklerin ve yerin mülkü ona mahsustur. Ondan başka ilâh yoktur. Hem diriltir ve hem öldürür. Artık Allah Teâlâ’ya ve bir ümmî peygamber olup Allah’a ve onun kelimelerine inanan Resulüne imân ediniz ve ona tâbi olunuz ki, hidâyete erişebilesiniz.
158. Bu âyeti celile, Peygamber Efendimizin İslâm dinini bütün insanlara bildirmekle emredilmiş olduğunu ve onun mübârek vasıflarını ve hidâyete ulaşmak için ona tâbi olmanın lüzumunu beyan etmektedir. Şöyle ki:Resûlüm Ey Muhammed!. Bütün insanlığa hitab ederek (De ki: Ey insanlar!, şüphe yok ki, ben hepinize) İslâm dinini tebliğ için (Allah Teâlâ’nın bir elçisiyim) hepinizi ona imâna dâvet ederim. (Öyle Allah ki, göklerin ve yerin mülkü ona mahsustur.) Bütün Kâinatın Yaratıcısı, sâhibi, mabûdi ancak o’dur kâinatın onun emrine boyun eğmektedir. O, öyle yüce bir Yaratıcıdır ki (Hem diriltir) dilediğini vücude getirir, hayata kavuşturur (ve hem öldürür.) hayattan mahrum eder. Böyle diriltme ve öldürme sıfatları ancak ona mahsus bulunmaktadır. (Artık) Ey insanlar!. Öyle vasıfları eşsiz olan (Allah Teâlâ’ya) imân ediniz, onun birliğini, mâbutluğunu tasdik eyleyiniz (ve ümmî bir peygamber olup Allah’a ve onun) O Yüce Yaratıcının (kelimelerine) kendisine ve diğer Peygamberlerine indirmiş olduğu kitaplarına (inanan Resulüne) yani Muhammed Aleyhisselâm’a (imân ediniz) ümmî olduğunu, başkalarından birşey okuyup öğrenmediği halde bir yaratılış hârikası olarak o kadar mükemmellikler! taşıyan, mucize Kur’an gibi ilâhî bir kitabın hükümlerini sizlere tebliğe kâdir bulunan Hz. Muhammed’in peygamberliğini tasdik ediniz risâlet ve pey gamberliği evrensel olan o Yüce Peygamber’e (tâbi olunuz) emrettiği ve yasakladığı şeylerde ona uyunuz, (ki hidâyete erişebilesİniz.) Hepinizin hidâyete ulaşması ancak onu tasdik edip ona tâbi olmak suretiyle tecelli eder. Bu hidâyete kavuşmak için başka çareniz yoktur.
159. Ve Musa’nın kavminden bir topluluk da vardır ki, hak ile doğru yola erdirirler ve hak ile adâlette bulunurlar.
159. Bu mübârek âyetler. Musa Aleyhisselâm’ın kavminden bir topluluğun doğru yol üzerinde sabit olduğunu ve o kavmin oniki kabîleye ayrılıp Allah tarafından ne gibi nîmetlere kavuşmuş olduklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Hidâyete ulaşanların başkalarını da hidâyet yoluna sevketmeğeçalışmaları pek yüce bir vazîfedir. (Ve Musa’nın kavminden bir topluluk da vardır ki) Onlar da hidâyete ermiş, onlar da (hak ile) hakikate ermiş kimseler olarak veya hak bir söz ile insanları (hidâyete erdirirler) böyle güzel bir vazîfeyi yerine getirmiş olurlar ve bunlar (hak ile adâletle bulunurlar.) adâletli bir şekilde hükmederler. Bu zatlardan maksat ya Peygamber’imizin zamanında bulunan ona imân eden bazı zatlardır. Abdullah İbni Selâm ve İbni Suriya ile bunların arkadaşları gibi veyahut Musa Aleyhisselâm’ın zamanında bulunup İsrail oğullarına vaaz ve nasihatta bulunarak onları hidâyet yoluna sevketmeye çalışmış seçkin bir guruptur.
160. Ve biz onları oniki’ye o kadar kabilelere; ümmetlere ayırdık ve Musa’ya kavmi kendisinden su istedikleri vakit vahy ettik ki, âsân ile taşa vur. Ondan oniki pınar kaynayıp akmaya başladı. Onlardan her kabile su içeceği yeri bildi. Ve onların üzerine bulutları gölgelik yaptık. Ve onların üzerine kudret helvası ile bıldırcın indirdik. Size rızık olarak verdiğimiz şeylerin temizlerinden yeyiniz dedik. Ve onlar bize zulüm etmediler fakat kendi nefislerine zulümettiler.
160. (Ve biz onları) İsrail oğullarını (oniki’ye) yani (o kadar kabilelere, ümmetlere ayırdık.) Yakub Aleyhisselâm’ın oniki evlâdından meydana gelmiş oniki kabîle vardır ki, bunlara “Esbat” denilmiştir. Çünki bir kimsenin oğlunun oğullarına torunlarına “Esbat” denilir, İşte bunlar oniki sibta, kabîleye ayrılmış bulunuyorlardı. (Ve Musa’ya) Tih sahrasında (kavmi) müracaat ederek (kendisinden su istedikleri vakit vahy ettik ki) Ey Musa!, (âsân ile taşa vur.) O da bu ilâhî emre uyarak âsasını vurunca derhal (Ondan) o taştan bir harika olarak (oniki pınar akmaya başladı.) böyle büyük bir mucîze meydana geldi. (Onlardan her kabîle su içeceği yeri bildi.) Hiçbiri diğerinin çeşmesine müracaata lüzumgörmedi, birbirine zahmet vermediler. (Ve onların) O kabîlelerin (üzerine) Tih sahrasında güneşin hararetinden etkilenmemeleri için (bulutları gölgelik yaptık.) onları böyle rahata da kavuşturduk. (Ve onların üzerine) Men ve selvayı, yani: (Kudret helvası ile bıldırcın) kuşlarını (indirdik.) bunlar da o kabîlelerin yiyeceğini temin etmiş bulunuyordu. Bir kavle göre de “men” den maksat ekmektir, “selvadan” maksat da katıktır. Ve Hz. Musa’nın aldığı vahy ile onlara dedik ki: (Size rızık olarak verdiğimiz şeylerin temizlerinden yiyiniz.) Öyle lezzetli, helâl olan men ve selvadan yeyip hayatınızı sürdürmeyi başarınız. Yazık ki, onlar bu nîmetlerin değerini bilmediler, biz böyle bir çeşit yiyecek ile yaşamaya sabredemeyiz, biz başka yiyecekler de isteriz dediler. Nîmete karşı nankörlükte bulunmak ve emre muhalefet etmek sûretiyle kendilerine zulmetmiş oldular. (Ve onlar) Bu hareketleriyle (bize zulüm etmediler) Yüce zatımız zulme uğramaktan, zarar görmekten uzaktır, beridir. (Ancak) Onlar bu hareketleriyle (kendi nefislerine zulmetti ler.) bunun zararı kendilerine yönelmiş oldu, sonra o nîmetten mahrum kaldılar. İşte nîmete karşı nankörlüğün sonucu!.
161. Ve o vakti hatırlat ki onlara denilmişti: Şu belde’de oturunuz. Ve ondan dilediğiniz yerde yeyiniz ve “bağışlanmak istiyoruz” deyiniz ve secde ettiğiniz halde kapıya giriniz ki, size hatalarınızı bağışlayalım, iyilik yapanlara mükafatlarını elbette arttıracağızdır.
161. Bu mübârek âyetler, Cenâb-ı Hak’kın, İsrail oğulları hakkındaki bazı emirlerini, onların da aldıkları emirlere muhalefet ederek azap gördüklerini beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey Muhammed!. Aleyhisselâm (Ve) sen onlara anlat (o vakti ki, onlara) onların geçmişlerine (denilmişti: Şu belde’de) Beyti Mukaddes’te (oturunuz.) orada sebat ediniz.(Ve ondan) Onun ürünlerinden, meyvelerinden (dilediğiniz yerde) onun herhangi bir yöresinde sıkıntı çekmeden (yeyiniz) istifâde ediniz (ve “bağışlanmak istiyoruz” deyiniz.) yani: Ey Rabbim!. Bizim senden duamız, hatalarımızın affedilmesi ve silinmesidir diye dua ediniz. (Ve secde ettiğiniz halde kapıya giriniz) Yani: Tih sahrasından kurtulduğunuza bir şükür olmak üzere boyun eğerek, ve mütavâzî bir şekilde Beyti Mukaddes’in kapısından şehrin içerisine giriveriniz. (ki, sizin hatalarınızı bağışlayalım) Hakkınızda af ve bağış ile muamele yapalım (iyilik yapanlara) ibâdet ve itaatte, güzel hareketlerde bulunanlara -mükafatlarını- (elbette arttırıcağızdır.) onlara fazla sevap ihsan edeceğizdir. Binaenaleyh siz de iyilik yapmaya çalışınız ki, bu ilâhî lütfa kavuşasınız.
162. Fakat onlardan zulüm edenler, kendilerine denilen sözü başka bir söze çevirdiler. Artık onların üzerlerine zulümettikleri şey sebebiyle gökten bir azap salıverdik.
162. (Fakat onlardan) O İsrail oğullarından (zulmedenler) öyle ilâhî emirlere, tavsiyelere riâyet etmeyip kendilerinin azâba uğramalarına sebebiyet vermekle nefislerine zulm etmiş olanlar (kendilerine denilen sözü) Hitta (bağışlanmak istiyoruz) sözünü (başka bir söze çevirdiler) alaycı bir tavır alarak hintetün, hintetün = buğday, buğday diyerek veya habbetün fi şaretin (bize başağında dâne ver) diye söylenerek şehrin kapısından saygısız bir şekilde şehre girdiler. (Artık onların üzerlerine zulmettikleri şey sebebiyle) Öyle emre aykırı ve ahlâka uymayan hareketleri yüzünden (gökten) bir müthiş (azap salı verdik.) onun tesîriyle, büyük bir helâke uğradılar. Rivâyete göre bu azap, Taun hastalığından ibâret imiş, bununla onlardan bir saat içinde yirmidört bin kişi ölmüştür. Bakare Sûre-i celilesinin (58 ve 59) uncuâyetlerinin izahına bakınız!.
§ Kur’an’ı Kerim’de bir kısım âyetlerin aynen veya bazı kelimelerin değiştirilmesiyle tekrarlanarak zikredilmesinde birçok hikmetler, faydalar vardır. Başlıcalan şunlardır:
(1) Mühim bir konunun ruhlar üzerinde fazlaca tesir etmesi için tekrarlanarak zikredilmesi pek faidelidir.
(2) Bir konuya dâir bir sözün değişik şekilde zikredilmesi, o konunun fazlaca genişlemesine fesahat ve belâgatin daha fazla ortaya çıkmasına yardım eder.
(3) Bir konunun çeşitli şekilde söylenmesi, nakledilen olayın tarihi önemini ve bir ibret ve uyanma nümunesi bulunduğunu göstermeğe sebep olur.
(4) Tekrarlanan âyetler güzelce araştırılırsa görülür ki: Konuları bir ise de gayeleri ve zikredilmelerindeki sebebler muhteliftir. Bunlar muhatablara göre çeşitli tesirleri içermektedir.
(5) Hikmetli bir konunun muhtelif münasebetler ile tekrar tekrar zikredilmesi muhatapların uyanmalarına, verilen nasihatları unutmamalarına ve fazlaca istifâde etmelerine vesîle olur. Ve bunlar K fevkalâde belâgatini gösterir, hafızalaı aydınlatmaya ve süslemeye sebep bulunur.
163. Ve onlara denizin kenarında bulunan beldeden sor. O zaman ki onlar Cumartesi gününde haddi aşıyorlardı. O vakit onlara cumartesi günlerinde balıkları çokca ortaya çıkarak gelirlerdi. Cumartesinin dışındaki günlerde ise gelmezlerdi. İşte onları yoldan çıkmaları sebebiyle böylece imtihan ederiz.
163. Bu âyeti kerime, İsrail oğullarının günahları yüzünden ne gibi bir imtihana mâruz kalmış olduklarını bildirmektedir. Şöyle ki: (Ve) Resûlüm!, (onlara) O senin komşun olup peygamberliğini tasdik etmeyen İsrailoğullarına (denizin kenarında) Kulzem denizinin civarında (bulunan belde’den) yani İle veya Medyen veya Taberiyyetüşşam şehrinden (sual et.) o beldenin tarihi, garip bir halini bir kınama olmak üzere o İsrail oğullarından sor, onları uyanmaya dâvet et. (O zaman ki onlar) O İsrail oğulları (Cumartesi gününde) avlanılması kendileri için yasaklanmış olan balıkları avlayarak Allah’ın kanunlarından olan bu yasağa muhalefetle (haddi aşmışlardı.) böyle maddî bir menfaatin esiri olmuş, bunun sakıncasını hiç düşünmemişlerdi. (O vakit onlara) O eski İsrail oğullarına (Cumartesi günlerinde) İlâhî bir imtihan olmak üzere (balıkları çokca ortaya çıkarak gelirlerdi) suyun üstüne çıkar görünürlerdi. (Cumartesi’nîn dışındaki günlerde ise) Balıklar (gelmez) su üstünde görünmez (lerdi.) bu hâl, onların Cumartesi gününe riâyet etmemelerinin bir cezâsıydı. (İşte onları) İsrail oğullarını (yoldan çıkmaları sebebiyle böylece) şiddetli bi belâ ile, bir mahrumiyetle (imtihan ederiz.) artık düşünmeli, şimdi de onların torunları Hz. Muhammed’in Peygamberliğini tasdik etmiyerek birçok yasakları çiğnemektedirler. Elbette bunlarda bu isyancı hâlleri yüzünden birçok belâlara uğrayacaklardır. Ne büyük bir hikmetli ihtar ve bir kınama!. Rasûlü Ekrem Efendimiz, zamanındaki İsrail oğullarına saklamakta oldukları böyle tarihî hâllerini Kur’an lisan-ı ile beyan buyurmakta kendi peygamberliğinin doğruluğuna bir delil göstermiş bulunuyor. Çünki hiçbir kimseden okuyup yazmamıştır, muhitinde ise bu gibi tarihî olaylar bilinmiş değildir, İsrail oğulları ise bu gibi tarihî felâketlerini, isyanlarını pek gizli tutmakta idiler. Binaenaleyh bunların böyle birer tarihî hakikat olarak haber verilmesi bir peygamberlik mûcizesinden başka birşey değildir.
§ Şürrean’den maksat: Suyun üzerinde fazlaolarak görünmektir. Ard arda gelen mânâsında kullanılmaktadır.
164. Ve hani onlardan bir cemaat de dedi ki: Âllah Teâlâ’nın kendilerini helâk edeceği veya şiddetli bir şekilde azap edeceği bir topluluğa ne için nasihatta bulunuyorsunuz? Dediler ki: Rabbinize karşı mazeret beyan etmek için. Ve umulur ki, sakınırlar.
164. Bu mübârek hayetler, İsrail oğullarının bulunduğu beldedeki bazı iyi kimselerin onlara öğüt vermiş olduklarını ve bu öğütlerin ne gibi güzel bir maksada dayalı bulunduğunu bildirmektedir. Bu öğütleri kabul etmeyenlerin de nihâyet ne gibi azaplara, değişimlere uğradıklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve hani) Hatırlayınız ki (onlardan) o deniz kenarındaki belde’de oturan İsrail oğullarından (bir cemaat de) o kavme nasihatta bulunan, Cenab’ı Hak’kın emirlerine, yasaklarına itaat etmelerini tavsiyede bulunan iyi kimselerden bir zümreye (dedi ki: Allah Teâlâ’nın kendilerini helâk edeceği veya) helâk etmeyip de (şiddetli bir şekilde azap edeceği) öyle inatçı, balıkları avlamaya koşup duran (bir topluluğa ne için nasihatta bulunuyorsunuz?.) bunlar, bu nasihatlara kıymet vermiyorlar, sözlerinizi dinlemiyorlar. Artık bu öğütler ne gibi bir fayda ve hikmete dayanmaktadır?. O öğüt veren iyi kimseler de (Dediler ki:) biz (Rab’binize mazeret beyan etmek için.) öğüt veriyoruz. Kendimize yönelen iyiliği emretmek, kötülüklerden men etmek vazîfesini yapmak istiyoruz. Buna rağmen onlar bunu kabul etmedikleri takdirde biz artık mazeret beyan etmek için böyle nasihata devam ediyoruz. (Ve) Maamafih (umulur ki,) onlar bu nasihatlardan istifâde ederek (korunurlar.) Cenab’ı Hak’tan korkarak men edildikleri şeyleri yapmaya devam etmezler. Halka verilen hikmetli öğütler bu gibi fâidelerden uzak değildir.
165. Ne zaman ki onlar kendilerine yapılanuyanları unuttular, kötülükten men edenleri kurtuluşa erdirdik ve zulmedenleri de yaptıkları kötülükler sebebiyle şiddetli bir azap ile yakaladık.
165. (Ne zaman ki onlar) O isyankâr gurup (kendilerine yapılan uyanları) iyi zatlar tarafından kendilerine verilen öğütleri terkettiler, onları hiç dinlememiş gibi bir vaziyette bulundular, artık (kötülükten men edenleri) nasihatta bulunan ve o nasîhata riâyet eden iki zümreyi (kurtuluşa eriştirdik.) onları bu güzel vazîfelerinden ve kanaatlerinden dolayı azaptan koruduk. (Zulmedenleri de) Bu öğütleri kabul etmeyip balıkları avlamaya devam eden, böyle ilâhî emirlere, yasaklara muhalefette bulunup duran tâifeyi de (yaptıkları kötülükleri sebebiyle) günahkâr olup itaat dairesinden çıktıkları için (şiddetli bir azap ile yakaladık.) kendilerini bir kısım belâlara, müsibetlere uğrattık, tâki, bunlardan ibret alıp o yaptıkları günahları terketsinler.
166. Ne zaman ki, kendilerine yasaklanan şeylerden dolayı kibirlendiler, onlara: “aşağılık maymunlar olunuz” deyiverdik.
166. (Ne zaman ki) O isyankâr halk (kendilerine yasaklanan şeylerden dolayı kibirlendiler) yasaklandıkları şeylere devam ettiler, verilen emirleri kabule tenezzül etmeyip böbürlenme alçaklığını gösterdiler. Artık (onlara: “aşağılık maymunlar olunuz” deyiverdik) yani: Onları maymun şekline soktuk, kendilerini insanîyet şerefinden mahrum ettik, lâyık oldukları böyle bir cezâya kavuşturduk.
§ İbni Abbas Hazretlerinden rivâyet olunduğu üzere bu tâife, üç gün maymun halinde kalmışlar, bunların bu hâlini diğer insanlar görmüşler, sonra da helâk olup gitmişlerdir. Bunların böyle bir değişikliğe uğramaları Allah’ın kudreti karşısında imkânsız değildir. Artık bunların maymun olmalarını, insanlıkahlâkından mahrum olup hayvanî bir ahlâk ve yaşantı ile vasıflanmış olmalarından kinâye olarak kabul etmeye lüzum yoktur.
§ Bu âyeti celile gösteriyor ki: İnsanlardan bir tâife Allah’ın gazabı ile maymun kesilmiştir. Fakat bunların maymun olarak bir müddet devamlarına ve bunların neslinin maymun olarak devam ettiğine dâir bir Kur’ânî işâret yoktur. Demek oluyor ki, bazı insanlar, insanlık şerefini mahvettikleri için bir cezâ olarak maymun kesilmişler ise de esâsen üstün bir mahlûk olan insanların maymundan değişim suretiyle ortaya çıkmış oldukları asla iddia edilemez. Allah’ın kudretiyle maymunlar ayrı olarak yaradılmış olduğu gibi insanlar da ayrı olarak insan şeklinde yaratılmışlardır. Bunun aksini iddia etmek Allah’ın kudretinin genişliğini inkâr, bütün insanlığın kıymetini düşürmek demektir.
167. Ve hatırlat onlara o vakit Rabbi bildirmiş oldu ki, elbette kıyâmet gününe kadar onların üzerine onlara en kötü azap ile işkencede bulunacak kimseler gönderecek. Şüphe yok ki, Rabbin elbette cezâyı çabuk verendir ve şüphe yok ki, o elbette çok bağışlayan, pek esirgeyendir.
167. Bu mübârek âyetler, İsrail oğullarının bir takım kötü hareketlerinden dolayı kıyâmete kadar uğrayacakları musîbetler haber vermektedir. Ve onlardan iyi kimseler ile hallerini düzeltmekten mahrum olan kimselerin bir ilâhî imtihan olarak iyiliklere ve kötülüklere mâruz bulunmuş olduklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Resûlüm!. (Ve hatırlat onlara) O İsrail oğullarına geçmişlerinin hayat tarihlerini zikret, (o vakit) Onların bulundukları zaman (Rab’bin) onlar hakkında (bildirmiş oldu ki) Peygamberleri lisaniyle tebliğ buyurmuştu ki (elbette kıyâmete kadar onların) o kavmin (üzerine) sırf günahlarının bir cezâsı olmak için (onlara en kötü azap ile) ihânet ile, cizye almakla (işkencede bulunacak kimseler) başkahâkim kavimler (gönderecek.) onları aşağılık bir hayat yaşatacaktır. Böyle bir muamele onların haklarında takdir edilmiştir. Nitekim asrı saadete kadar muhtelif milletlerin özellikle mecusilerin, Hıristiyanların esâretleri altında yaşamışlardır, asrı saadetten sonra da yine çeşitli devletlere cizye vererek dağınık bir halde bulunmuşlar ve son asırda Alman’ların şiddetli cezalarına uğramışlardır. (Şüphe yok ki, Rab’bîn elbette cezâyı çabuk verendîr) Onun dinine, emirlerine, yasaklarına riâyet etmeyenleri pek çabuk felâketlere uğratır, (ve şüphe yok ki, o) Kerem sahibi mabut (elbette gafurdur) mü’min kullarının birçok kusurlarını affeder ve örter ve (râhimdir.) kullarına merhameti pek çoktur. Binaenaleyh bazı âsi kullarını bir takım belâlara, musîbetlere bu dünyada uğratması da onların uyanıp hâllerini düzeltmeleri hikmetine dayalı olduğundan bu da ilâhî merhametin bir nevi tecellisi demektir.
168. Ve onları yeryüzünde gurup gurup ümmetler kıldık. Onlardan iyi kimseler vardır. Ve onlardan bundan aşağıda olan kimseler de vardır. Ve onları iyiliklerle ve kötülüklerle imtihan ettik, tâki kötülüklerinden dönüversinler.
168. (Ve) Cenâb-ı Hak, buyuruyor ki, biz (onları) O İsrail oğullarını (yeryüzünde gurup gurup kıldık.) muhtelif yerlere dağılmış, şan ve şereften mahrum kalmış oldular. (Onlardan iyi kimseler vardır.) Akıllıca hareket etmiş; hakikatı görmüş, İslâmiyete kavuşmuşlardır. (Ve onlardan) O kavmin fertlerinden (onun) durumunu düzeltmenin (dışında) kalmış (kimseler de vardır.) onlar durumlarını ıslah etmekten mahrum, küfr ve isyana düşkün bir halde kalmışlardır. (Ve onları) O kavmi, onların iyi olanlarını da, olmayanlarını da (iyiliklerle) afiyetle, rahat geçimle (ve kötülüklerle) zulümle, şiddet ile, esâret ile (imtihan ettik.) kendileri İçin bir uyanışa vesîle olmak üzere haklarında vakit vakit böyle muamelelerdebulunduk. (Tâki -kötülüklerden – dönüversinler.) Kusurlarından tevbe edip af dilesinler, kavuştukları nîmetlere şükrederek düzgün bir şekilde yaşasınlar. Onlar böyle haklarında tecelli eden ilâhî takdirlerden bir ibret dersi almadıkları takdirde sonsuza kadar felâketlere mâruz kalırlar. Yavaşça azâba yaklaştırmak ve bir imtihan olmak üzere nâil oldukları geçici nîmetler ellerinden çıkar, büsbütün perişanlıklar içinde kalır dururlar. Artık öyle geçici bir varlığa böbürlenmek asla doğru olamaz.
169. Onlardan sonra bir takım kimseler geldi, kitaba vâris oldular, bu değersiz varlığın geçici malını alır dururlar ve derler ki: Elbette biz ileride aff olunacağız. Ve onlara onun benzeri bir menfaat gelecek olsa onu da alıverirler. Onlardan Allah Teâlâ’ya karşı haktan başkasını söylemeyeceklerine dâir o kitabın misakı onun hükmü doğrultusunda bir ahd alınmamış mı idi! Halbuki, onlar o kitaptakini okumuşlardı. Âhiret evi ise takvâ sahipleri için hayırlıdır. Hâlâ buna akıl erdiremiyecek misiniz?
169. Bu mübârek âyetler, eski İsrail oğullarının yerine geçen bir takım kimselerin de Tevrat’ın içeriğini öğrenmiş ve onun hükümlerine riâyet etmeleri için kendilerinden söz alınmış oldukları halde o kitabın hükümlerine aykırı olarak dünyanın varlığına düşkün bulunduklarını ve bu ihtiraslı hareketlerinin aff olunacağını iddia ederek bu hırslarında devam ettiklerini bildirmektedir. Allah’ın kitabının hükmüne sarılan üzerlerine düşen namaz gibi ibâdetleri yerine getiren ıslah edici kimselerin ise mükâfatlara kavuşacaklarını müjdelemektedir. Şöyle ki: (Onlardan) O vasıfları yukarıda zikredilen İsrail oğullarından (sonra bir takım kimseler) Onların arkasından (geldî) onların kötü zürriyetinden bulundu. Bunlar asrı saadette bulunan bir takım İslâmiyet düşmanları idi. Bunlar (kitaba) Tevrat’a atalarından (vârisoldular.) o kitap kendilerine intikâl etmiş oldu. Bunlar (Bu değersiz varlığın) bu geçici dünyanın (geçici malını alır dururlar) rüşvet gibi, faiz gibi, başkalarının haklarına tecâvüz gibi gayrimeşru vasıtalarla servet sâhibi olmağa çalışırlar, (ve derler ki:) Biz böyle hareketimizden dolayı endişe etmeyiz, çünki (Elbette biz ilerde) âhirette (affolunacağız.) Allah Teâlâ İsrail oğullarını aff edecektir. Biz yaptıklarımızdan mesul olmayacağız. (Ve) böyle yanlış bir kanaatte bulundukları için (onlara onun) o gayrimeşru dünya varlığının (benzeri bir mal) daha (gelecek olsa onu da alıverirler) hiç mesuliyetten korkmazlar, dâima hırslı bir halde yaşarlar. (Onlardan Allah Teâlâ’ya karşı haktan başkasını söylemeyeceklerine dâir o kitabın) Tevrat’ın (misakı) onun hükmü doğrultusunda bir söz (alınmamış nil idi!.) her türlü günahları işleyen İsrail oğullarının tövbekâr olmadıkları halde affa uğrayacaklarına dâir o kitapta bir hüküm yoktur. Artık böyle bir affa inanmak, o kitabın verdiği söz ve yeminin dışına çıkmak olmaz mı?. (Halbuki onlar) İsrail oğulları (o kitaptakini) Tevrat’taki hükümleri, söz ve yemini (okumuşlardı.) onun içeriğini öğrenmişlerdi. Artık onun aksini nasıl iddia edebiliyorlar?. (Ahiret evi ise) Âhiret yurdunda mü’minler için hazırlanmış olan nîmetler ise (takvâ sâhipleri için) Cenâb-ı Hak’kın azâbından korkup onun hükümlerine muhalefetten sakınanlar için (hayırlıdır) külfeften, yok olmaktan uzaktır. (Hâlâ) Bu hakâkate (akıl erdiremiyecek misiniz?.) neden öyle geçici dünya varlığını gayrimeşru şekilde elde ederek bu uğurda ebedî saadetinizi temin edecek olan uhrevî nîmetleri fedâ etmiş bulunuyorsunuz?.
170. Ve o kimseler ki kitaba sarılırlar ve namazı dosdoğru kılmış bulunurlar. Şüphe yok ki, biz öyle iyiliğe çalışan kimselerin mükâfâtını zâyi etmeyiz.
170. (Ve) Bilâkis (o kimseler ki, kitaba sarılırlar.) onun hükümlerine muhalefetten kaçınırlar, onun helâl gösterdiğini haram, haram bildirdiğini de helâl saymaya cür’et etmezler (ve) bilhassa ibâdetlerin en büyüklerinden olan (namazı dosdoğru kılmış) şartlarına riâyet eylemiş (bulunurlar.) onlar da büyük mükâfatlara nâil olacaklardır. (Şüphe yok ki, biz -öyle- ıslah edici kimselerin mükâfatını) Amellerinin ecir ve sevâbını (zâyi etmeyiz.) artık her akıllı kimseye lâzım olan odur ki, böyle Allah’ın rızâsına muvafık hareketlerde bulunarak hakikî istikbâlini temine çalışmış bulunsun. Yoksa fanî bir varlık uğrunda hakikî istikbâlini unutmuş olanlar, böyle mükâfatlara kavuşamayacaklardır. Böyle mükâfatlara nâil olacak zatlar, Ata’ya göre Hz. Muhammed’in ümmetidir. Mücâhid’e göre de Abdullah İbni Selâm ile arkadaşları gibi Tevrat’ın hükümlerini değiştirmeyen, onu geçim vâsıtası yapmayan, İslâmiyet’i kabul etmiş bulunan zatlardır.
171. Ve bir zamanlar dağı sanki o bir gölgelik imiş gibi onların üstlerine koparıp kaldırmıştık. Ve sandılar ki, o hakîkaten üstlerine düşecek, onlara dedik ki: Size verdiğimizi kuvvetle tutun ve onda olanı hatırlayınız. İhtimâl ki, sakınırsınız.
171. Bu âyeti celile, Tevrat’ın hükümlerini kabul etmekten kaçınan İsrail oğullarının üzerine ilâhî bir tehdid olarak Tur Dağının yerinden kopup düşecek bir vaziyet almış olduğunu bildirmektedir. Şöyle ki: (Ve bir zamanlar) ki, İsrail oğulları Tevrat’ın hükümlerini ağır görüp kabul etmekten kaçınmışlardı, (dağı) -Tur Dağının bir kısmını (sanki bir gölgelik) bir tavan (imiş gibi onların üstlerine) yerinden (koparıp kaldırmıştık.) bu dağ, ordugâhlarının tamâmen üzerine kalkıp başlarına düşecek gibi harikulâde bir vaziyet almıştı. (Ve) Onlar da (sandılar ki) iyiden iyiye bildiler ki (o) dağ (hakikaten) onların(üstlerine düşecek.) çünkü bir dağ, havada asılı bir halde duramaz. Bu korkunç durum üzerine onlara Musa Aleyhisselâm’ın vâsıtasıyle (Dedik ki:) ey İsrail oğulları!. (Size verdiğimizi) Tevrat’ın hükümlerini (kuvvetle) bir ciddiyet ve kararlılıkla (tutun) ona riâyet ediniz (ve onda olanı) emirleri, yasakları, veya sevap ve cezâyı (hatırlayınız) nazar’ı dikkate alarak gerektirdiği şekilde amelde bulununuz. (İhtimâl ki) Bunun güzel tesiriyle çirkin amellerden, ahlâkî kötülüklerden (sakınırsınız.) bu sâyede korunanlar gurubuna girmiş olursunuz. Binaenaleyh her insan için lâzımdır ki, Hak Teâlâ’nın azâbından korksun, onun semavî kitabının hükümlerine riâyeti kendisi için selâmet ve saadet vesîlesi bilsin.
§ Rivâyete göre İsrail oğulları öyle dağın başları üzerine kalktığını görünce son derece korkmuşlar, her biri sol kaşı üzerine yıkılarak sağ gözü ile ona bakmağa başlamışlar. Hâlâ Yahudilerin sol kaşları üzerine secde ederek sağ gözleriyle yukarıya bakar oldukları bilinmektedir. Böyle bir secdedir ki, bizden cezânın kaldırılmasına sebep olmuştur, derler. Bakare sûre’i celilesindeki (64) üncü âyetin izahına da bakınız.
172. Ve o zaman ki, Rabbin âdemoğullarından, onların sırtlarından zürriyetlerini aldı. Ve onları kendi nefisleri üzerine şâhit tuttu. “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” dedi, onlar da evet… şâhidiz dediler. ” Bu da kıyâmet günü biz bundan muhakkak ki, gafiller idik” dememeniz içindir.
172. Bu mübârek âyetler, vaktiyle bütün insanlık neslinin bir ilâhî hitap üzerine Allah’ın Rablık sıfatını tasdik etmiş olduklarını ve böyle olağanüstü bir hadisenin meydana gelmesi ve ilâhî âyetlerin ayrıntılı bir şekilde beyan edilmesindeki hikmet ve menfaatı açıklamaktadır. Şöyle ki: (Ve) Resûlüm Ey Muhammed!. Aleyhisselâm. Hatırlanmalıdır. (o zaman ki, Rab’bin Adem oğullarından) Yani:(onların sırtlarından zürriyyetlerini) kıyâmete kadar dünyaya gelecek olan evlâtlarını (aldı.) meydana çıkardı. (Ve onları kendi nefisleri üzerine şâhit tuttu) Yani: O çıkarılan zürriyyetlerden herbirini başkaları hakkında değil, o zürriyyetin kendi nefsi hakkında Allah’ın rablığını tasdik için şâhit tutarak (ben sizin Rab’biniz değil miyim?.) amiriniz, sahîbiniz, varlığınızı terbiye eden benim ilâhî zatım değil midir?, (dedi,) Onları tasdik etmeye dâvet etti. (-onlar da- Evet…) Kendi nefsimiz üzerine (şâhitlik ederiz) sen bizim Rab’bimizsin, senden başka Rab’bimiz, mâbudumuz yoktur (dediler.) Şahitlikte bulundular. (Bu da) Böyle zürriyyetler hakkında ilâhî bir hitâbın yönelmesi, onların da Allah’ın rablığını tasdik ile nefisleri üzerine şahitlikte bulunmaları, ey insanlar!. Sizin (kıyâmet günü biz bundan) yani Allah Teâlâ’nın birliğinden, rablığından ve onun hükümlerinden (gafiller idik dememeniz içindir.) böyle bir mazeret ileri sürmeğe meydan kalmaması için sizin hakkınızda böyle bir tasdik ve şahitlik muamelesi cereyan etmiştir.
173. Veya demeyesiniz ki, muhakkak babalarımız daha evvel ortak koşmuşlardı. Ve biz isek onlardan sonra bir zürriyet olduk. Bizi iptal edenlerin yaptıkları ile helâk mı edeceksin?
173. Ey insanlar!. Böyle bir muamelenin cereyanı (Veya demeyesiniz) içindir (ki, muhakkak babalarımız) bizim zamanımızdan (daha evvel ortak koymuşlardı.) Allah Teâlâya ortak koşmayı icad ve âdet etmişlerdi. (Biz ise onlardan sonra bir zürriyet olduk.) Dünyaya geldik. Bir hidâyet yolunu izleyemedik, bir delil ile neticeye ulaşmaya güç yetiremedik. (Bizleri) Ey Allah’ım!, (iptal edenlerin) saptıran babalarımızın (yaptıklariyle) kâfirce hareketleriyle (helâk mı edeceksin?.) halbuki, biz tedbirden ve görüşümüzde bağımsızolmaktan mahrum bulunuyorduk. İşte böyle bir mazeret ileri sürülmesine meydan vermemek için onlar vaktiyle kendi nefisleri üzerine öyle şâhit tutulmuşlardı.
174. Ve biz işte âyetleri böyle ayrıntılı bir şekilde beyan ederiz ve gerektir ki küfürlerinden dönüversinler.
174. (Ve biz işte âyetleri) Allah’ın kudretine ve ilâhî hikmetine işâret ve şâhitlik eden böyle alâmetleri, hârikaları (böyle) büyük menfaatleri taşıyarak (ayrıntılı bir şekilde beyan ederiz) tâki cehâlette kalmasınlar, Allah’ın zatına layık olmayan şeyleri O’na isnat edemesinler. (ve gerektir ki,) Küfürden, bâtıl üzerinde ısrardan, babalarını cahilce bir halde taklitten (dönüversinler.) ilâhî âyetleri, alâmetleri, düşünerek aydınlansınlar, Allah’ın birliğini tasdik ederek hidâyete kavuşsunlar. Ne büyük bir ilâhî merhamet!.
§ Âdem oğulları hakkındaki bu ilâhî sual ve cevap meselesi birçok kimselerin zihinlerini işgal etmekte olduğundan buna dâir biraz izahata lüzum görülmektedir. Şöyle ki:
(1) “Neam”, “belâ” kelimeleri Arab lisanında birer tasdik edatıdır. “Evet” mânâsını iâde ederler. Fakat kullanılışları arasında fark vardır. “Neam” edatı söylenilen olumlu veya olumsuz birşeyi tasdik ve tesbit eder. Meselâ: “Zeyid geldi” sözüne karşı “Neam” denilse “evet Zeyid geldi” denilmiş olur. Bilâkis “Zeyid gelmedi” veya “Zeyid bir sözleşme yapmadı mı” sözüne karşı “Neam” denilse “evet Zeyid gelmedi, evet Zeyid sözleşme yapmadı” denilmiş olur. “Belâ” ise böyle değildir. Bu yalnız olumsuzca cevap olarak kullanılır ve olumsuz manânın varlığını ifâde eder ve çok kere de istifham! takririye (tasdikli bir soruya) yakın olur. Binaenaleyh “Zeyid gelmedi” veya “Zeyid sözleşme yapmadı mı” sözüne karşı “Belâ” denilse “hayır Zeyid geldi”, “evet Zeyid sözleşme yaptı” denilmiş olur.
İşte: (……………….) hitab-ı celilinin cevabı olan “Belâ” da böyle bir olumluluk anlamı ifâde eder. “Evet sen bizim Rabbimizsin” meâlindedir ki, bu bir imandır. Şayet bunun yerinde “Neam” denilecek olsaydı mânâsı: “Evet.. Sen bizim Rab’bimiz değilsin” demek olurdu ki, bu da bir inkârdır.
(2) (…………………) nazmı şerifi bir soruyu içermektedir. “Ben sizin Rab’biniz; mabudunuz değil miyim gibi bir soruyu ifâde etmektedir. Acaba bu sorudan maksat nedir?. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ görülen şeyleri de, gaybı da bilicidir. Herhangi birşeyi sorup öğrenmek ihtiyacından uzaktır. Artık böyle bir soru, belâgatin gereğidir, ve karşılıklı konuşmanın ayrılmaz unsurlarındandır. Muhatapların bir hakîkati İtirâf etmelerine vesîledir ve başkaca bir nice güzellikleri, nükteleri de içermektedir. Belâgat ilminde açıklandığı üzere soru kipleri daima birşeyi sorup anlamak maksadıyle zikredilmez. Belki çok kere birşeyi inkâr veya kabul etmek için veya muhataba bir iltifat veya minnet için veya muhatabı azarlamak, hesaba çekme vesâire için zikredilir. Meselâ: Zeyd’in akıllı olduğunu bilmeyen bir kimse: “Zeyid akıllı mıdır?.” diye soracak olsa bundan maksadı Zeyid’in akıllı olup olmadığını öğrenmekten ibâret bulunur. Fakat Zeyid’in akıllı olduğunu inkâr eden bir kimse, muhatabına karşı: “Zeyid akıllı mıdır” derse maksadı, Zeyid’in akıllı olmadığını göstermek olur. Âdeta “Zeyid akıllı değildir, siz onu akıllı mı sanıyorsunuz?.” demiş bulunur. Bilâkis Zeyid’in akıllı olduğunu söylemek ve tesbit etmek isteyen bir kimse de “Zeyid akıllı değil midir?.” diyecek olsa “Zeyid akılıdır, siz onu akılsız mı sanıyorsunuz?” gibi bir ifadedebulunmuş olur. Yoksa Zeyid’in hakîkaten akıllı olup olmadığını anlamak için sormuş olmaz.
İşte (……………….) nazmı celilindeki soru da böyle bir istifhami takriridir. Yani tasdik sorusudur. Âdem oğullarının Allah’ın Rablığını tasdik ve itirâf etmeleri için söylenmiştir. Binaenaleyh Allah Teâlâ Hazretleri kendi rablığını bildiği halde neden böyle bir sualde bulunmuştur?. Diye düşünmeğe mahal yoktur. Nitekim Kur’an-ı Kerim, de bunun misâlleri çoktur.
( Yaradan bilmez mi?.)
( Gökleri ve yeri kim yarattı?.) soruları da bu cümledendir.
(3) Allah Teâlâ Hazretleri kullarının ne düşündüklerini ne diyeceklerini bildiği halde bunu onlardan sual buyurmasında ne gibi bir hikmet düşünülebilir?. Bilinmektedir ki: Bu dünya hayatı bir imtihan hayatıdır. Herkesin sözleri, işleri bu âlemde tesbit edilecek, sonra ebediyet âleminde bu tesbit edilenlere göre muamele olunacak, ilâhî adâlet kusursuzca tecelli edecek herkesin hakkında ilâhî deliller tamam olmuş bulunacaktır. Artık hiçbir kimse: “Yarabbi! Ben bilmedim, bana birşey söylenmedi, ben birşey hakkında söz vermiş değilim, eğer ben öyle bir imtihan sahasına atılmış olsaydım, senin rızana muhalif harekette bulunmazdım” diye mâzerette bulunamayacaktır. Bununla birlikte insan zürriyetlerinin idrâk edici bir halde varlıksahasına çıkarılarak kendilerine Allah tarafından ilâhî zâtına lâyık bir şekilde hitab edilmesi, kendilerine rablık fikrinin ilhâm buyrulması hikmetini içerdiği gibi ayrıca o yerde hazır olan Melâike-i Kirama ve diğerlerine karşı Allah’ın kudretinin yüceliğini gösterme hikmetini de içermektedir. İşte bu gibi hikmetlerden dolayı Hak Teâlâ Hazretleri kendi kullarına som yoluyla hitab buyurmuş, kendi rablığını kullarına tasdik ettirmiş, bu hususta bir söz ve antlaşma meydana gelmiş, insanlar bu söze uymakla mükellef bulunmuşlardır. Kur’an’ı Kerim’deki soru yolu ile olan diğer ilâhî hitâbelerde böyle birer hikmete dayanmaktadır.
(4) Hak Teâlâ Hazretleri insanlara ne zaman, nerede ve ne şekilde (………………….) diye hitab buyurmuş, insanlar da ne şekilde “belâ” diyerek Allah’ın rablığını İtirâf etmişlerdir?. Böyle bir sual ve cevap hakîkaten vâki olmuş mudur? Yoksa bu, bir temsilden ibâret midir?. Bu hususta İslâm âlimlerinin çeşitli açıklamaları vardır. Bunların özü ve bizce bir itikadî mes’ele teşkil eden yönü şudur: Allah Teâlâ kullarından bir söz almıştır. Bunlar Hak Teâlâ’nın rablığını tasdik etmişlerdir. Artık hiçbir insanın: Ey Rabbim!. Ben seni bilemedim, senin varlığına işâret edecek birşey göremedim. Ey Rabbim!. Ben cehâlet içinde, peygamber gönderilmediği devrelerde yetiştim, muhitimin küfrüne kurban oldum, atalarıma uydum, onların sapıklığını taklit ettim, Haktan haberdar olamadım, derneğe selahiyeti kalmamıştır. Fakat bu sözün, bu itirâfın nerede, ve ne zaman ve ne şekilde vukû bulduğunu ve bunun tam mahiyetini bilmek ve bu söz, mutlaka şu sûretle vâki olmuştur diye hükmetmek bizim için itikadi bir mesele değildir. Çünkü bu hususta kat’î ve mütevatir ayrıntı mevcutdeğildir. Bunun içindir ki, bu bapta muhtelif rivâyetler, yorumlar vardır. Biz bunun mahiyetini Allah’ın ilmine havâle ederiz. İhtiyata uygun olan da bundur. Bununla beraber bu rivâyetlerden ikisini özet olarak kaydedeceğiz. Şöyle ki: (A) Birçok muhaddislere, müfessirlere göre Allah Teâlâ Hazretleri Âdem Aleyhisselâm’ın sülbünden kıyâmete kadar dünyaya gelecek olan nesillerim cennette veya Mekke’i Mükerreme ile Taif arasında veya başka bir yerde arkasından dışarı çıkararak kendilerine hayat vermiş, idrâk ile konuşma yeteneği ihsan etmiş, hepsine: “Ben sizin Rab’biniz değil miyim?” ilâhî İıitabını yöneltmiş, onlar da kavuştukları hayat ve akıl sâyesinde Allah’ın rab olduğunu anlayarak: “Belâ = evet” diye itirâfta bulunmuşlar, bu suretle ilk ahit meydana gelmiş, sonra da bu zerreler halindeki nesiller alındıkları yere iade edilmişlerdir. Bunlar ihtimâl ki, Hz. Adem’in arkasındaki cilt üzerindeki küçük deliklerden çıkarılmışlar ve yine aynı deliklerden yerlerine iâde olunmuşlardır. Kendilerine geçici olarak üflenen ruhlar da tekrar kendilerinden alınmıştır. (B) Rivayetten ziyâde dirayet yolunu seçen bir kısım müfessirlere göre ise Âdem oğulları hakkındaki bu söz ve antlaşma, öyle yaratılışın başlangıcında cismanî ve sözlü bir şekilde vukû bulmuş değildir. Belki bu, bir gizli ve mânevî sözdür, antlaşmadır. Bu konudaki açıklamalar, temsili bir istlare kabilindendir. Şöyle ki: Allah Teâlâ Hazretleri Âdem Aleyhisselâm ile onun evlât ve tomnlarının süslerinden zürriyetlerini kıyâmete kadar adet olduğu şekilde nesilden nesie, soydan soya varlık sahasına çıkarmakta ve herbirini sonsuz lütuflarına mazhar ederek onlara rablığının delillerini, birliğinin şâhitlerini göstermekte ve kendilerini akıl ve fikir ile seçkin kılıp hak ve hakikatı anlamaya rablığı kavramaya kabiliyetlikılmaktadır. Onlarda bu nîmetlere kavuştuklarını ve gözlerinin önünde parlayıp duran binlerce delilleri, şahitleri görüp duruyorlar. Kendilerinin ve kendilerini kuşatan kâinatın bir yaratıcıya, eş ve benzerden uzak olan ezelî bir rabbe muhtaç bulunduklarını anlayabilecek bir yaratılışta bulunuyorlar.
§ Binaenaleyh birer insanlık kitlesi olan bu nesillere, zürriyetlere karşı dâima ilâhî ve iç âleme ait bir lisan ile (………….) yüce hitab tecelli ediyor. Bunların görünen durumları ve kabiliyetleri de ister istemez “Belâ = evet” derneğe koşuyor, bunun içinde de bir sözleşme, bir söz ve antlaşma meydana gelmiş, Allah’ın rab olduğu itirâf edilmiş oluyor. İşte hikmet sâhibi yaratıcının insanlığı böyle hak ve hakîkati anlamaya kabiliyetli kılması; insanlığın da bu anlayışa güç yetirmiş bulunması, temsil yoluyla bir şâhid tutma ve itirâf etme bir antlaşma mesabesinde bulunmuştur. Gerçekten kâinatın her zerresi, özellikle insanların eşsiz yaratılışı, Yüce Allah’ın varlığına, birliğine, rablığına işâret ve şahadet edip durmaktadır.
Bunun içindir ki: Bir âyet-i kerime de: O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz, onların tesbihini anlamazsınız, (İsrâ, 17/44) buyrulmuştur.
Evet… Herşey, lisânı hâl ile Yaratıcısını tesbih ve tevhid ediyor, yazık ki, bu maddî kulaklar bunu işitmekten mahrum. Doğunun büyük şairi Sadi, bu âyeti kerimedenmülhem olarak:
(……………………..)
demiştir. Ve diğer bir manzumesi de şu beyiti içermektedir.
(……………………..)
Kısacası: Bütün kâinat, Allah Teâlâ’nın varlığının, birliğinin birer şâhididir. Her insan, İslâm yaratılışı üzerine doğar, büyür, bu yaratılışa muhalefet etmedikçe yaratıcısının rablığını İtirâftan ayrılmaz. Bu yaratılış, ilâhî bir söz ve antlaşmanın bir nişânesidir. Herkes bu yaratılışı muhâfaza ile, buna muhalefetten kaçınmakla mükelleftir. Bu yaratılış dairesinde yaşayanlar, vermiş oldukları söze sadâkat göstermiş olurlar. Bilâkis bu yaratılışa muhâlefet edenler de sözlerini bozmuş; Yaratılışlarının gereği olan itirâf larından dönmüş olurlar. Şunu da ilâve edilim ki, böyle lisânı hâl ile meydana gelmiş ve gelmekte bulunmuş olan bir söz ve antlaşma diğer tefsircilerin ve hadiscilerin beyan ettikleri gibi yaratılışın başlangıcında vukua gelmiş olduğu kabul edilen bir söz ve antlaşmaya aykırı değildir. Bunların birlikte düşünülmesi mümkündür, bunların hem maddî, hem de mânevî şekilde olması câizdir. Lisânı hâl ile olan sözhususunda ise bütün dindar zatlar aynı görüşü paylaşmıştır. Şimdi burada başlıca beş sual hatıra gelmektedir. Bunları cevaplarıyle beraber kaydediyoruz.
(l) S: Zerreler halinde bulunan milyarlarca zürriyetler, Hz. Adem’in arkasında, sülbünde nasıl toplanmış olabilir?. C: Bu zerreler, fevkalâde küçük, ve adetâ bölünmez birer cüz mesabesinde bulunmuştur. Binaenaleyh bunların Adem’in sülbünde toplanması imkânsız değildir. Bir damla suda bile binlerce mikrobun bulunduğu kabul edilmemiş midir?. Allah’ın kudreti karşısında böyle bir toplanma nasıl imkânsız görülebilir, İnsanlık hakikatinin önemsiz bir cevher olduğu anlayışını da ayrıca tetkik etmek lâzımdır.
(2) S: Bu kadar küçük zerreler, böyle bir hitaba nasıl kabiliyetli bulunurlar?. Allah’ın rab olduğunu nasıl anlayabilip tasdik edebilirler?. C: Hayat için İlim ve konuşmak için mutlaka bünye şart değildir. Bünye bunlar için basit bir şarttır. Bunun zıddı da aklen imkânsız değildir. Hak Teâlâ Hazretleri dilerse en küçük bir zerreye de hayat, anlayış vesâire ihsan buyurabilir. Allah’ın kudretini kim sınırlayabilir?. İşte mikroplar meydanda. Bunlar yaşıyorlar, bir takım özellikler taşıyorlar. Hayatlarını müdafaaya çalışıyorlar. Maamafih bizim bilmediğimiz daha ne-kadar yaratılış sırlan ve eşsiz varlıklar var. Yaratıcımızın büyük kudretini İtirâf ettikten sonra o zerrelerin bu kudret ile birer ilm ve irfana nâil olabilmelerini inkâra mahal kalmaz. Hele küçük canlıların varlığını kabul edenlerin ise böyle bir suale hiç selahiyeti olamaz.
(3) S: Zürriyetler, madem ki, yaratılışın başlangıcında rablığı İtirâf etmişler, daha sonra bir kısmı ne için dünyada inkâr vadisine sapmıştır?. C: Allah Teâlâ Hazretleri bu zürriyetlere rahmetiyle, heybetiyle tecelli etmişti. Bunlarınbir kısmı rahmete mazhar olup Allah’ın rablığını isteyerek tasdik ve itirâf etmiş, bir kısmı da heybetin tesîri altında kalarak istemeyerek itirâfta bulunmuştu. İşte böyle istemeyerek itirâfta bulunanlar bilahara inkâr vadisine sapmışlardır. Demek ki, kabiliyetleri farklı olduğundan daha sonra bu kabiliyetlerine göre bir kısmı sözünde durmuş, bir kısmı da sözünü bozmuştur. Nitekim bir takım insanlar vakit vakit yapmakta oldukları sözleşmelere de sadakat göstermemektedirler. Zaten insanlarda bu farklı yetenekler, kâbiliyetler, iradeler bulunmasa idi bu yükümlülük âlemine getirilmelerinin hikmeti de kalmamış olurdu.
(4) S: Zürriyetlerden hiçbiri o sözü bu âlemde hatırlayamıyor. Artık bunun yapılmasından dolayı insanlar nasıl mesul olabilirler?. C: Evet… Bu sözü bugün insanlık kitlesi hatırlayamıyor. Fakat böyle bir sözün vuku’unu her yönüyle doğru sözlü olan Yüce Peygamberler haber vermişlerdir. Allah’ımızın mukaddes kitapları da bunu kuvvetlendirmektedir. İnsanlar ise birçok şeyleri görmedikleri, işitmedikleri halde sâdece Yüce Peygamberlerin haberlerine dayanarak tasdik etmekle mükeleftirler. Meselâ: Biz melekleri ve cennet ile cehennemi görmüş değiliz, fakat bunların varlığına inanırız, bu inançla yükümlüyüz. Çünki bunların birer hakikat olduğunu hakkın Peygamberleri, kitapları haber vermiştir. İşte o ilk söz hakkındaki hüküm de böyledir. Zaten imân gaybe ait bir tasdikten ibârettir. Böyle bir söze imân de gayb mahiyetinde kalmış olmasıyle gerçekleşebilir. Bu, dünya hayatındaki mükellefiyetimizin bir gereğidir. Unutulan veya inkâr edilen bir kısım sözlerin, İtirâfların, yükümlülüklerin mahkemelerde şahitler vâsıtasıyle isbat edilegeldiğini de unutmamalıdır. Bununla beraber, bu ilk sözü İmamı Ali gibi bazı büyüklerin hatırladıktan da kendilerinden rivâyet edilmiştir.
(5) S: Bu zürriyetler, Kur’an’ı Kerim’e göre Âdem oğlunun arkalarından alınmıştır. Bazı hadislere göre de bizzat Hz. Adem’in arkasından alınmış, dışarıya çıkarılmıştır. O halde bunların arasında bir ihtilâf bulunmuş olmuyor mu?. C: Hayır… Bunların arasında hakikî bir ihtilâf mevcut değildir. Bir kere “Âdem oğlu” tabiri âdeta insan ve beşer tabirleri gibi insan nevinin bir ismidir. Bu halde zürriyetlerin Âdem oğlunun arkalarından alınması, hem Âdem Aleyhisselâm’ın hem de çocuk ve torunlarının arkalarından alınmış olması demektir. Yahut Hz. Adem’in bizzat zürriyetlerine nisbetle çocuk ve torunlarının zürriyyetler! daha ziyâde olduğundan bu zürriyyetlerin çıkarılması Kur’an’ı Kerim’de tağlîb yoluyla Âdem oğluna izâfe edilmiş, Hz. Adem’e de ayrıca isnat ve izafe edilmemiştir. Filhakika Allah Teâlâ Hazretleri, Âdem Aleyhisselâm’ın soyundan gelen çocuklarını zerreler halinde bizzat Hz. Adem’in arkasından çıkarmış, bu evlâdın neslini de aynı zamanda kendilerinin arkalarından insanlık silsilesinin nihayetine kadar varlık sahasına çıkarıvermişti. Bu bir harikadır, fakat Allah’ın kudreti karşısında imkânsız değildi. Aklın kabul etmesi için denilebilir ki, bir tohum tanesinde bile düşünülürse binlerce dallar, fidanlar, yapraklar, çiçekler, meyveler gizlenmiş bulunmaktadır. Bunlar vakit vakit bir irâde kudretiyle meydana çıkarılmaktadır. İşte Âdem Aleyhisselâm’ın sülbundeki zürriyetlerin herbirinden de böyle birçok çocuk ve torunun ruhları ve asıl maddeleri gizlenmiştir ki, bunu imkânsız görmeye mahal yoktur.
Velhâsıl: Kur’an-ı Kerim, çağdaş ve gelecek insanlara (………………….) sözünü bir kanıt olmak üzere haber verdiğinden insanlık zürriyetlerinden herbirinin kendi babasının arkasından alınmış olduğunu beyan buyuruyor. Hadislere gelince bunlar da bu söz, delil getirmek için zikredilmiş olmadığından zürriyetlerin çıkarılması, yalnız insanlığın aslı; ortaya çıkış kaynağı olan Hz. Adem’in arkasına nisbet edilmiş, kısa yol seçilip vâsıtaların zikrine lüzum görülmemiştir. Yoksa bütün zürriyyetlerin bizzat Hz. Adem’in arkasından çıkarılmış olduğu ifâde edilmek istenmemiştir. Gerçekten de Adem’in oğlunun sülbünden meydana gelmekte olan zürriyyetler, insanlığın ilk pederî olmak itibâriyle Hz. Adem’in sülbünden meydana gelmişler demektir. Binaenaleyh bunların ortaya çıkışını yalnız Hz. Adem’e nisbet etmekte bir sakınca yoktur. O halde âyeti kerime ile bu hadisi şerifler arasında bir ihtilâf bulunduğu iddia edilemez. Sonuç olarak denilebilir ki: Bu söz ve antlaşma âyet-i kerime ile, mübârek hadisler ile sâbittir, Allah’ın kudretine göre her şekilde mümkündür. Bunu keyfi şekilde yorumlamaya yeltenmek ise bir bidattir. Biz bunların ayrıntılarını Allah’ın ilmine havale ederiz. Gerçek bilgi Allah katındadır.
175. Onlara o kimsenin haberini de oku ki, o kimseye âyetlerimizi vermiştik, onlardan sıyrılıp ayrıldı. Şeytan da onu kendisine tâbi kıldı. Artık sapıklardan olmuş oldu.
175. Bu mübârek âyetler, bir takım ilimlere, hidâyet vâsıtalarına nâil oldukları halde dünya varlığına meylederek şeytana tâbi olan, o hidâyet vasıtalarını elden çıkaran ihtiraslı kimselerin çirkin âkibetlerini tasvir ederek nazarı dikkate sunmaktadır. Şöyle ki: Resûlüm!. (Onlara) O Yahudi kavmine ve benzerlerine (o kimsenin haberini de) hayatındaki macerayı da (oku) hatırlat, nazarı dikkatine sun (ki, o kimseye) vaktiyle (âyetlerimizi vermiştik) ona Tevrat gibi ilâhî kitapların hükümlerini öğretmiştik, Allah’ın birliğine ve diğer dinî meselelere, delilleremuttaki olmuştu. Fakat bunlardan istifâde etmedi, o âyetlere göre hareketlerini düzenlemedi, bilâkis onlara muhalif hareketlerde bulundu (onlardan sıyrılıp ayrıldı.) onları terkedip arkasına atıverdi. (Şeytan da onu kendisine tâbi kıldı.) Cenâb-ı Hak’kın emirlerine muhalefet ederek şeytanın vesveselerine uyup gitti. (Artık sapıklardan olmuş oldu.) Sapıklığa düşmüş; helâke uğramış kimseler zümresine girmiş bulundu. İşte Cenab’ı Hak’kın verdiği nîmetlerin değerini bilmeyip fâni bir varlık için kutsal değerlerini fedâ eden beyinsiz kimselerin âkibetleri böyle bir sapıklığa, felâkete düşmekten başka birşey değildir. Artık bunu düşünüp ibret almalı değil midir?.
§ Bir rivâyete göre böyle bir fecî âkibete mâruz kalan şahıs, Bel’anı İbni Bavra’dır. Bu Ken’an ilinde zorbaların bulunduğu bir köyde yaşıyordu. İlim ve mârifet sâhibi idi, iyi hâl sâhibi olarak tanınırdı. Fakat bu köye yönelen Hz. Musa aleyhinde dua etmek için kavmi kendisine müracaat etmişler, hediyeler vermişler, bunun tesîriyle o Yüce Peygamber aleyhine dua etmiş, din dairesinden çıkmış, bu yüzden şeytana uyarak İlim ve mârifetten mahrum kalmıştır. İşte dünyalık için dinini fedâ edenlerin ibret almaya değer akibeti!. Diğer bir rivâyete göre de bu şahıstan maksat, “Ümeyye ibnüssalt” dir. Bu arap kavmindendir. İlim sâhibi idi, kendisinin bir Peygamber olacağını ümid ederdi. Ne zaman ki, Rasûlü Ekrem Efendimize peygamberlik verildi, ona haset etti, inkârı seçti, halbuki vaktiyle yazmış olduğu manzumelerde Allah’ın birliğini İtirâf etmişti. Bundan dolayıdır ki Rasûlü Ekrem Efendimiz, onun hakkında “Amene Şi’rûhu ve kefere kalbühû” buyurmuştur. Yani onun manzûmeleri, mü’minlerin manzûmeleri gibi Allah Teâlâ’nın birliğini ifâde ediyor, kalbi ise kâfirlerin kalbleri gibi Allah’ın birliği inancındanmahrum bulunuyor. Başka bir rivâyete göre de bu şahıstan maksat, Ebu Âmir adındaki bir rahiptir. Câhiliyet devrinde rahiplik yapıyordu. İslâmiyet’in yayılması üzerine Şam’a gitmiş, münafıklara emrederek mescid-i dırar’ı yaptırmış ve Kaysere giderek Peygamber Efendimizin aleyhine yardım istemiştir.
176. Ve eğer biz dileseydik onu o âyetler ile yükseltir idik. Fakat o dünyaya meyletti ve arzusuna tâbi oldu. Artık onun durumu, o köpeğin durumu gibidir ki, üstüne varırsan dilini çıkarır solur, veya terketsen yine dilini uzatır solur. İşte bu, âyetlerimizi yalanlayan kavmin durumudur. Artık sen kıssaları hikâye et, belki onlar düşünüverirler.
176. Hak Teâlâ Hazretleri böyle bir şahsın hâlini izah etmek için buyuruyor ki: (Ve eğer bîz dilese idik onu) O kendisine âyetlerimizi vermiş olduğumuz kimseyi (o âyetler ile) onlar ile amel etmesi sebebiyle (yükseltir idik.) onu o âyetler ile yüce makamlara kavuştururduk. (Fakat) O öyle bir saadete kabiliyet gösteremedi bilâkis (o dünyaya meyletti) dünya varlığını seçerek dine aykırı harekette bulundu. (arzusuna tâbî oldu.) O mübârek âyetlerden yüz çevirdi, dinden dönerek aşağıların aşağısına düşüverdi. (Artık onun durumu) Garip sıfatı (o) hayvanların en sefili, pintisi olan (köpeğin durumu gibidir ki, üstüne varsan) onu defetsen ve kovsan (dilini çıkarır solur) böyle çirkin bir vaziyet alır (veya terketsen) onu kendi hâline bıraksan o (yine dilini uzatır solur.) onun hâli dâima böyle rezilcedir. O rahat zamanında da, zahmet hâlinde de böyle korkunç bir vaziyetten kurtulamaz. (İşte bu) Köpek misali, o nefret vereceği vaziyet (âyetlerimizi yalanlayan kavmin durumudur.) o kavim vaktiyle Tevrat’ta Son Peygamber Hz. Muhammed’in vasıflarını görmüş, onun ortaya çıkacağını başkalarına müjdelemişlerdi. Ne zaman ki, O YücePeygamber gönderildi, dünya ihtirasına mağlûp olarak onu inkâra cür’et ettiler. Bunlar öyle kimselerdir ki, bir nîmete nâil olaslar da olmasalar da yine o çirkin vaziyetten kendilerini kurtaramazlar. (Artık) Resûlüm!. (sen kıssayı) Tevrat’ta yazılı bulunan Hz. Muhammed’in peygamberliğini müjdeleyen haberi, veyahut dünyalık için dini terkedenlerin çirkin bir misâl teşkil ettiğine ait olan bir örneği o inkârcılara (hikâye et.) vahy edildiği şekilde kendilerine anlat. (Belki onlar düşünüverirler.) De senin hakikî bir Yüce Peygamber olduğunu anlarlar, seçmiş oldukları sapıklıktan kurtulmalarına bir vesîle olmuş olur. Bu sûretle de haklarında ilâhî delil tamam olarak artık cehâletlerini mazeret makamında ileri sürmelerine asla meydan kalmaz.
177. O kavmin durumu ne çirkindir ki, bizim âyetlerimizi yalanladılar ve kendi nefislerine de zulümeder oldular.
177. Bu mübârek âyetler, Cenab’ı Hak’kın âyetlerini inkâr ile nefislerine zulüm edenlerin köpek gibi kötü bir vaziyette bulunacaklarına işâret ediyor. Cenâb-ı Hak’kın hidâyetini hak etmiş olmayanların da zarar ve ziyâna uğramış bir halde kalacaklarını hatırlatıyor. Şöyle ki: (O kavmin durumu) Öyle köpeklere benzetilmelerine sebebiyet veren kötü hareketleri, hak ve hakîkati kabul etmeyip inkârcı bir durumda bulunmaları (ne çirkindir ki) onlar hayvanat arasında en iğrenç hareketlerde bulunan köpekler ile temsil edilmeği hak etmişlerdir. Çünki onlar (bizim âyetlerimizi yalanladılar) Allah’ın birliğine, İslâm dininin gerçek bir din olduğuna ait deliller, kanıtlar mevcut olduğu halde onları inkâra cür’et gösterdiler, (ve) Onlar bu yalanlamaları yüzünden (kendi nefislerine zulüm eder oldular.) kendilerini ebedî olarak âhiret azâbına uğratmış oldular.
178. Allah Teâlâ kime hidâyet ederse işte hidâyete eren o’dur. Kimleri de sapıklığadüşürürse işte felâkete uğrayanlar da onlardır.
178. İnsanlar, kendi yaratılışlarını güzelce muhafaza etmelidirler. Arzu ve hevese mağlûp olarak gözleri önünde tecelli eden kudret âyetlerini alâmetlerini görmemekte bulunmamalıdır, Cenâb-ı Hak’kın koruma ve himayesine sığınarak bütün muvaffakiyet! ondan beklemelidirler. Çünki (Allah Teâlâ kime hidâyet ederse) hangi bir kulunu selâmet ve saadete erdirmeğe lâyık görürse onu hidâyete eriştirir, (işte) Hakîkaten (hidâyete eren) de (odur.) o Cenâb-ı Hak’kın hidayetine lâyık bulunan bir zattır. Ve bilâkis (Kimleri de) kendilerinin kötü hareketlerinden dolayı (sapıklığa düşürüıse) kendi kötü ihtiyarlarının, kötü hareketlerinin cezâsına kavuşturarak din ve saadet yolundan uzaklaştırırsa: Haklarında hidâyet yerine sapıklık yaratırsa (işte felâkete) her türlü mahrûmiyetlere, cezalara (uğrayanlar da onlardır.) binaenaleyh daha dünyada fırsat elde iken hak’ka sarılmalı, Allah Teâlâ’nın âyetlerini, varlığının, birliğinin, apaçık dîninin delillerini, kanıtlarını güzelce dikkate alıp gereğince hareket etmelidir ki, hidâyete ermek, sapıklıktan kurtulmak nasib olsun.
179. Andolsun ki, cinler ve insanlardan çoklarını cehennem için yarattık. Onların kalpleri vardır ki, onlar ile anlayamazlar ve onların gözleri vardır ki, onlar ile göremezler ve onların kulakları vardır ki, onlar ile işitemezler. Onlar hayvanlar gibidirler, belki onlar daha sapıktırlar. İşte gâfil olanlar onlardır.
179. Bu âyeti celile, cin ve insan tâifelerinden birçoklarının kendi kabiliyetlerini kötüye kullanmanın neticesi olarak cehenneme aday olduklarını şöylece açıklamaktadır. (Andolsun ki,) Kutsal varlığıma yemin ederim ki (cinler ve insanlardan) bu ki cins mükellef mahlûklardan (çoklarını cehennem için yarattık.) onlar azapgörmek için cehenneme gireceklerdir. Çünki onlar, yaratılış gayelerini dikkate almazlar, kendilerine verilmiş olan fıtrî kuvvetleri güzelce kullanmazlar, böyle bir âkibete hak kazanmış olurlar. Evet… (Onların kalbleri vardır) Onlar ile mükellef oldukları şeyleri düşünüp anlayabilirler. Fakat onları kötüye kullandıkları içindir (ki, onlar ile) o kalbleri ile vazîfelerini (anlayamazlar) öyle anlayamayacak bir hâle düşerler, (ve onların gözleri vardır) Dış âleme bakarak Allah’ın kudretinin milyonlarca eserlerini görerek Cenab’ı Hak’ki tasdik eder ve yüceltebilirlerdi. Fakat onlar kendilerine verilmiş olan o pek güzel kuvveti de zâyi ederler. Onun içindir (ki onlar ile) o gözleriyle öyle uyanma sebebi olacak şeyleri (göremezler.) Kâinatı Yaratanın kudretine, yüceliğine şâhitlik edip duran o kadar eşsiz eserleri görüp uyanma özelliğinden nasipsiz bir halde kalmışlardır, (ve onların kulakları vardır) İşitmek kuvvetine sahiptirler. Cenâb-ı Hak’kın âyetlerini işitip dinleyebilirler, kendilerine verilen nasihatları duyup kabul edebilirler. Ne yazık ki, onlar bu mühim kuvveti de kaybederler. Artık (onlar ile) o kulakları ile hakkın âyetlerini, fâideli sözleri hayrı tavsiye edici öğütleri (işitemezler.) bu kuvvetlerini de kendi kötü davranışlarıyla kaybetmişlerdir. (Onlar hayvanlar gibidirler) hakikatları anlamak özelliğinden mahrum olma bakımından, yalnız dünyada yiyip içmek zevk ve saf ada bulunmak bakımından hayvanlara benzerler, (belki onlar) O bir kısım cin ve insan gurupları hayvanlardan (daha sapıktırlar.) çünki hayvanlar zaten mükellef değildirler. Maamafih hayvanlar kendileri için fâideli olup olmayan şeyleri ayırabilirler, fâideli şeyleri almaya, zararlı şeyleri atmaya çalışırlar. Akla, zekâya sahip, bir takım vazîfeler ile mükellef olan cin ve insan gurupları ise cahilce ve inkârcı şekilde harekette bulunurlar, dünyevî bir menfaat uğrunda uhrevî menfaatlerini terkederler, Allah’ın azâbını düşünmez birhalde yaşarlar. (İşte) Asıl (gâfil) sevâbı, azâbı düşünmekten uzak, üzerlerine düşen vazîfeleri yerine getirmekten kaçınıp, bu sebeple Cehenneme lâyık (olanlar onlardır) o hayatlarını ziyan eden, sâhip oldukları kuvvetleri, özellikleri kötüye kullanan günahkâr kimselerdir. Binaenaleyh, her insan onların o feci âkibetlerini dikkate almalıdır, onlar gibi Allah’ın emrine aykırı hareketlerde bulunmadan, kendisini uhrevî azâba uğratmaktan son derece sakınmalıdır. Başka türlü çare yoktur.
180. En güzel isimler Allah Teâlâ’ya mahsustur. Ona o isimler ile duada bulunun ve onun isimlerinde haktan ayrılan kimseleri terkediniz. Onlar işler oldukları şeylere göre cezâya uğrayacaklardır.
180. Bu mübârek âyetler, Cenab’ı Hak’kın birçok güzel isimleri olduğunu ve o kutsî isimler ile dua edilmesini, ve o yüce isimleri terkeden ve değiştirenlerin azap göreceklerini bildirmektedir. Ve Hak Teâlâ’nın mahlûkatı arasında hidâyet rehberi olan adâletli bir gurubun bulunduğunu beyan buyurmaktadır. Allah’ın âyetlerini inkâr edenlerin de nasıl, bir helâke uğrayacaklarını ihtar etmektedir. Şöyle ki: Ey mü’minler!. Ey Allah Teâlâ’nın kulları!. Biliniz ki: (En güzel isimler) En güzel mânâları, en şerefli anlamları taşımaları sebebiyle en güzel zatî ve sıfatî isimler (Allah Teâlâ’ya) mahsustur. Artık ey Allah Teâlâ’nın birliğine inanmış kulları!. Kulluk lisanınızı o kudsî isimler ile süsleyiniz. (Ona) o Yüce Yaratıcıya (o) pek güzel, mukaddes (isimler ile duada) niyazda (bulunun) onun kutsal varlığını dâima o isimler ile anınız, (ve onun isimlerinde haktan) Bâtıla (ayrılan) Cenâb-ı Hak’ki, ilahlık şanına lâyık olmayan veya çirkin bir mânâyı içeren isimler ile anan (kimseleri terkediniz.) onlardan kaçınınız. Onların yaptıklarına aldırmayınız, onlara yakında gelecek olan cezaları gözetleyiniz. (Onlar işler olduklarışeylere göre) O inkârcı hareketlerine uygun bir şekilde (cezâya uğrayacaklardır.) En yakın zamanda azap görüp kötü hareketlerinin cezâsına kavuşacaklardır. Binaenaleyh Allah Teâlâ Hazretlerini dâima mukaddes isimleriyle zikretmelidir. İlahlık şanına lâyık olmayan isimler ile, tabirler ile anmaktan sakınmalıdır, İslâm terbiyesi bunu icab eder.
§ Yüce Allah’ın birçok mukaddes isimleri vardır. Bunlardan doksan dokuzu Tirmizî’nin rivâyet ettiği bir hadis-i şerifte beyan olunmuştur. (Allah, Rahman, Rahîm, Hak, Kuddüs, Selâm, Hâlik, Bâri, Musavvir, Gaffar, Kahhar, Razzak, Fettah, Alîm, Hakîm, Raûf, Şekûr) isimleri bu cümledendir.
§ Hak Teâlâ Hazretlerinin isimleri tevkıfîdir, ıstılahî değildir. Yani onun mübârek isimleri dinen sâbit, açıkça bildirilmiş isimlerdir. Onların eş değerleri Cenâb-ı Hak’ka isnat edilemez. Meselâ: Allah Teâlâ’ya Alîm, Hakîm, Rahîm, Cevâd, Âlim denilir, fakat: Fakih, Tabib, Refik, Sahi, Âkil denilemez.
§ “İlhâd”, doğru yoldan meyletmek, yüz çevirmek demektir. Cenab’ı Hak’kın mübârek isimlerinde ilhâd ise muhtelif sûretlerde olabilir. Meselâ: Putperestlerin taptıkları şeylere, insanlara “Allah” “ilâh” demeleri bir ilhâddır. Aynı şekilde kâfirlerin putlarına: Lât, Uzza, Menat demeleri de bir nevi ilhâddır. Zira Lat, ilâhtan, Uzza, azizden. Menat Mennân isminden türetilmiştir. Binaenaleyh herhangi bir insana, bir mahlûka yaratıcı Mabut, İlah, Tanrı denilmesi böyle bir ilhâddır, Dinî terbiyeye aykırıdır, asla câiz olamaz. Şuna da dikkat etmelidir ki, saygıya, hörmete ters düşen tabirler, Cenab’ı Hak’ka karşı kullanılmasın. Meselâ: Cenab’ı Hak bütün mahlûkların yaratıcısıdır. Fakat onu zikrederken: Ey domuzların, ey köpeklerin yaratıcısı denilemez, bu adaba aykırıdır. Belki ey kâinatın yaratıcısı, ey göklerin ve yerin yaratıcısı, ey bütün hayat sahiplerininyaratıcısı gibi bir şekilde nidâ edilir, saygıya aykırı tâbirlerde bulunulmaz.
.181. Ve yarattıklarımızdan bir ümmet de vardır ki, onlar hak ile rehberlik ederler. Ve hak ile adâletle bulunurlar.
181. Cinlerden, insanlardan bir kısmı hidayetten mahrum insanları saptırmaya cür’etkârca bulunmuşlardır. (Ve yarattıklarımızdan) varlık sahasına getirmiş olduğumuz insan ve cinlerden (bir ümmet de) bir seçkin topluluk da (vardır ki) onlar temiz yaratılışlarını muhafaza etmiş, Allah’ın dinine hizmet etmişlerdir, (onlar hak ile rehberlik ederler.) İnsanları hakka karışmış olarak hidâyet yoluna götürmeye çalışırlar, veya insanları hak sözle irşada, aydınlatmaya gayret eder dururlar. (Ve) O seçkin topluluk (hak ile adâlette bulunurlar.) aralarında cereyan eden muhakemelerde, mes’elelerde dâima hak ile hükmeder, adâletten ayrılmazlar. İşte böyle seçkin bir topluluk İslâm âleminde kıyâmete kadar bulunacaktır. Nitekim bir hadis-i şerifte:
( Benim ümmetimden bir zümre; Allah Teâlâ’nın emri -kıyâmet günü- gelinceye kadar hak üzere bulunacaktır) diye buyrulmuştur.
§ Bu âyeti kerime de beyan buyrulan ümmetten maksat, müfessirlerin çoğunluğuna göre Hz. Muhammed ümmetinden dine hizmet eden, halkı vaiz ve nasihatları ile irşada çalışan bir guruptur. Ve bu âyet-i celile, ümmetin icmâ etmesinin meşrû ve makbul olduğuna da işâret etmektedir. Çünkü kıyâmete kadar bu ümmet arasında hidâyet rehberi olacak bir topluluğun bulunacağımüjdelenmiş bulunmaktadır. İmamı Ali Radiyallahü anhdan şöyle rivâyet edilmektedir: “Bu ümmet elbette yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Hepsi de ateştedir, ancak bir fırka müstesnâ ki; onların hakkında Cenab’ı Hak (…………….) buyurmuştur. İşte bu ümmetten kurtuluşa erecek olan ancak bu bir fırkadır. -et tefsirülvâzih-.
182. Ve o kimseler ki, bizim âyetlerimizi yalanladılar, işte onları bilmedikleri bir yerden yavaş yavaş helâke yaklaştıracağız.
182. (Ve) Bilâkis (o kimseler ki) sapıklık içinde yaşadılar, başkalarını irşada değil, saptırmaya çalıştılar (bizim âyetlerimizi) Kur’an’ı Kerim’i ve başka ilâhî kitapları, dinî delilleri (yalanladılar) onun birer ilâhî âyet, birer kutsî nîmet olduğunu kabul etmediler, böyle kâfirce bir harekete cür’et gösterdiler (işte onları bilmedikleri bir yerden) haklarında ne takdir edilmiş olduğunu bilmeksizin tedricen (yavaş yavaş helâke yaklaştıracağızdır.) onlar yavaş yavaş azâba yaklaştırılmak üzere bazı nîmetlere, mevkilere nâil olurlar. Bunların ellerinden çıkmayacağını zannederler, sonra o nîmetler, o mevkiler ellerinden yavaş yavaş alınır, hayatlarından mahrum kalırlar, lâyık oldukları azâba kavuşurlar. İşte küfr ve isyânın korkunç netîcesi!. Artık herkes böyle bir akibeti düşünmeli, uyanık bir halde yaşamaya gayret etmelidir.
183. Ve ben onlara mühlet veririm. Şüphe yok ki, benim yakalamam pek şiddetlidir.
183. Cenâb-ı Hak buyuruyor ki: (Ve ben onlara) O kâfirce bir halde yaşayanlara (mühlet veririm.) ömürlerinin müddetini artırmış olurum; tâki küfürlerinde, isyanlarındadevam edip dursunlar, onları alelâcele cezalarına kavuşturmam, tâki fenâlıklarında devam ederek her türlü azâbı hak etmiş oluversinler, bir mazeret ileri sürmelerine selâhiyetleri kalmamış bulunsun. (Şüphe yok ki benim) Keydim, yani: Onları haberleri olmaksızın birdenbire (yakalamam) hayatlarına nihâyet verip kendilerini azâba kavuşturmam (pek şiddetlidir.) pek kuvvetlidir. Buna hiçbir kuvvet mâni olamaz. Demek oluyor ki; bir takım kötü kimselere bir nîmet, uzunca bir ömür verilmesi, görünürde bir lûtuf olsa da aslında bir sefâlettir, daha çok azap görmelerine bir sebebtir. Artık böyle bir hâle kıymet vermemelidir.
§ Keyd = Mekr, lûgatte gizli bir tedbir demektir ki, birisinin aldanması için bunun görünür tarafının ötesi kasdedilmiş olur. Cenab’ı Hak’ka isnat edilen Keyd’den maksat ise cezâyı hak etmiş olan bir şahsı haberi olmaksızın ansızın tutması ve yakalaması, yani cezâsına kavuşturması demektir.
184. Onlar düşünmediler mi ki, onların arkadaşlarında bir delilik eseri yoktur. O ancak âşikâr bir şekilde bir uyarıcıdan başka birşey değildir.
184. Bu mübârek âyetler, Cenab’ı Hak’kın âyetlerini düşünmeyen, Rasûlü Ekrem’in aklî ve ilmî üstünlüklerini inkâr eden inkarcılar için bir kınama mahiyetindedir. Hak Teâlâ’nın birliğine, kudret ve büyüklüğüne şâhitlik eden sonsuz eserlere bakmayan, ne olacaklarını düşünmeyen o gâfil topluluğun Allah’ın hidâyetinden mahrum olup sapıklığa uğrayacaklarına işâret buyurmaktadır. Şöyle ki: (Onlar) O kendilerine İslâmiyet’i kabul etmeleri emir ve tavsiye edilmiş olan inkarcılar (düşünmediler mî) hiç nazarı dikkate, tefekküre alarak anlamaya çalışmadılar mı (ki, onların arkadaşlarında) senelerce kendileriyle berâber bulunarak ne yüce bir durumda olduğunu bildikleri Hz. Muhammed de (delilikeseri yoktur.) o fevkalâde bir akıl ve zekâya sahiptir, kendisinde, bütün fiillerinde, sözlerinde akla, hikmete aykırı birşey görülemez. O Cenab’ı Hak’kın âyetleriyle insanlığı aydınlatmaya çalışıp durmaktadır. (O ancak âşikâr bir şekilde) Parlak ve her sözü bütün insanlık için pek açıkça fâideleri içeren (bir uyancıdan) Allah’ın azâbından halkı korkutmakla emrolunan bir Peygamberden, iyiliği tavsiye eden yüce bir mürşidden (başka bir şey değildir.) artık onun o fevkalâde yüksek, bütün insanlık âlemine fayda veren varlığını, neden idrâk edemiyorlar da ona tâbi olmaktan kaçınıyorlar, ona delilik gibi bozuklukları isnad etmeğe cür’et gösteriyorlar?. Bu ne gaflet, ne cahâlet!.
§ Rivâyete göre Rasûlü Ekrem Hazretleri bir gece Sefa tepesine şeref vermiş, bütün kabilelere hitab ederek onları Allah Teâlâ’nın azâbından sakındırmaya çalışmıştı. O kabîlelerden biri: Sizin arkadaşınızda delilik olmalı ki böyle sabaha kadar söylenip durdu. Demiş. Bunun üzerine bu âyeti kerime nâzil olarak Yüce peygamberimizi temize çıkarmış, öyle delilik isnadında bulunanları da yalanlayıp kınamıştır. Kısacası: Rasûlü Ekrem, Sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz peygamberlik vazîfesini yerine getirmek için, ümmeti hakkındaki merhamet ve şefkatini göstermek için öyle faydalı, iyiliği tavsiye edici hitâbeler ile insanlığı irşâd etmeye ve uyarmaya çalışmıştır. Ne yazık ki kendi bâtıl inançlarına esir olanlar, kendi hayvanî zevklerini, faidelerini terketmek istemeyenler, öyle ahlâkî üstünlükleri, aklî yüceliği hakkıyla tecelli edip duran yüce bir Peygamberin değerini takdir edememişler, ona bir takım zatların tâbi olmalarına mâni olmak kasdiyle delilik isnadına cür’et göstermişlerdir. Nitekim her zaman insanlık hakkında, vatanı hakkında iyiliği tavsiye eden, insanları gafletten, şehveten uyandırıp kurtarmakisteyen zatlara böyle isnatlarda bulunmak, onları gericilik ile vasıflandırmak bir cahilce âdet hâlinde bulunmuştur. Cenâb-ı Hak cümlemize uyanmalar insaf lar nasip buyursun. Amin!.
185. Onlar göklerin ve yerin yüce mülkiyetine ve Allah Teâlâ’nın yarattığı herhangi birşeye ve ecellerinin yaklaşmış olabildiğine bakmazlar mı? Artık bundan sonra hangi bir söze inanacaklardır?
185. (Onlar) Öyle Rasûlullah’ın hikmet dolu sözlerini takdir edemeyen inkarcılar, gözleri önünde parlayıp duran (göklerin ve yerin yüce mülkiyyetine) onların ne mükümmel, ne muhteşem birer ilâhî mülk olduğuna bakmazlar mı?. (Ve) Onlar (Allah Teâlâ’nın yarattığı herhangi birşeye) bakmazlar mı?. Yalnız semalar, yerler değil, bütün yaratılış eserleri Cenâb-ı Hak’kın varlığına birer parlak delildir. Bunları güzelce bir düşünerek Allah’ın birliğini ve kudretini tasdik etmeleri icab etmez mi?, (ve) Kendi (eccllerinin yaklaşmış olabildiğine) de (bakmazlar mı?.) ansızın ölüp veya başlarına kıyâmet kopup kaybettiklerini telâfi etmeye imkân bulamayacaklarını düşünerek biran evvel tevbe edip af dilemeleri lâzım gelmez mi?. Nedir o kadar gaflet!. O kadar nefsin arzularına uymak!. Kutsal değerleri inkâra cür’et!. (Artık bundan sonra) Böyle kendilerine son Peygamber tarafından Kur’an’ı Kerim gibi ilâhî bir kitabın hükümleri tebliğ edilmiş olduğu halde (herhangi bir söze) herhangi bir kitaba, herhangi bir iyilik tavsiye edici öğüte (inanacaklardır?.) artık bunların üstünde ne olabilir ki, ona inanacak olsunlar!. Bununla beraber Hz. Muhammed’den sonra artık bir Peygamber gelmeyecektir. Kur’an-ı Kerim’den sonra ilâhî bir kitab insanlığa verilmeyecektir. Artık o inkarcılar, nelere inanacaklar, nasıl doğru bir yolu takip edebileceklerdir?. Bu mümkün mü? Asla!.
186. Allah Teâlâ kimi sapıklığa düşürürse artıkona hidâyet edecek bulunamaz. Ve onları kendi sapıklıklarında şaşkın bir halde bırakır.
186. Öyle bir Peygamber’e tâbi olmayan ve Allah’ın kitabına boyun eğmeyenleri, kendi kötü irâdelerinden dolayı Cenâb-ı Hak sapıklığa düşürmüştür. Binaenaleyh (Allah Teâlâ) öyle (kimi sapıklığa düşürürse artık ona hidâyet edecek bulunamaz.) çünki o hikmet sâhibi yaratıcıdan başka kullarını hidâyete eriştirecek bir zat yoktur. (Ve onları) O sapıklığa düşürülenleri (sapıklıklarında) taşkınlıklarında, yanlış yola sapmalarında (mütereddit) şaşkın, körükörüne (bir halde bırakır.) artık bundan kurtularak bir hidâyet yoluna giremezler. İşte kötü irâdelerinin elem verici cezâsı!. Binaenaleyh insan, dâima hakikatı görüp kabul etmeğe çalışmalıdır, İlim ve irfan ile süslenerek karanlık inançlarından kaçınmalıdır:
Hurşidi mârifet mütecelli olur mu hiç?.
Bir yerdeki vesîle-i idbâr olur hüner.
Zulmetle nuru, cehlile irfanı bir bilen.
Milletlerin sitare’i ömrü söner gider.
187. Senden kıyâmetin ne zaman gelip çatacağını sual ederler. De ki: Ona ait bilgi ancak Rabbimin katındadır. Onun vaktini ondan başkası açıklayamaz. Bu göklerde ve yerde ağır muazzam bir durumdur. O sizlere ansızın geliverir, senden sorarlar, sanki sen ondan hakkıyla haberdar imişsin gibi. De ki: Ona ait bilgi ancak Allah Teâlâ’nın katındadır. Fakat insanların çoğu bilmezler.
187. Bu mübârek âyetler, tavhide, nübüvvete, kaza ve kadere ait âyetlerin ardından kıyâmete, ğaybî konulara dâir bilgiler vererek insanlığa uyanık hareket etmenin lüzumunu ihtar etmektedir. Şöyle ki: Resûlüm!. Ya Muhammed Aleyhisselâm!. (Senden kıyâmetin ne zaman gelip çalacağını) İsbat edilip gerçekleşeceğini ve meydana getirileceğini(sual ederler.) Yahudilerden bir gurup veya Kureyş kabîlesinden bazı kimseler alay etmek veya imtihan maksadıyle böyle bir suale cür’et göstermişlerdi. Habibim!. O sual edenlere (De ki: Ona) o kıyâmet vaktine (ait bilgi ancak Rabbimin katındadır) onun ne zaman meydana geleceğini ancak o Yüce Yaratıcı bilir. Onu başkalarına hikmeti gereği bildirmemiştir. Bu vaktin böyle meçhul bulunması, halkın uyanık bulunup birgün evvel gelebilmesinden korkarak ibâdet ve itaate devam etmelerine bir vesîledir. (Onun vaktini ondan) O Yüce Yaratıcıdan (başkası açıklayamaz) onun belirlenmiş olan zamanını bildirmeye ve haber vermeye mahlûklardan hiçbir kimse kâdir değildir, (-o kıyâmet hadisesi- göklerde ve yerde ağır, muazzam bir durumdur.) onun emri ağırdır, şiddetlidir. O göklerde ve yerde bulunanlar için gizlidir. Böyle gizli olan herşey ise ağırdır, müthiştir. Diğer bir yoruma göre: Kıyâmet meydana gelince göklerin ve yerin ahalisi için pek ağır bulunmuş olur. Çünki o gelince hepsi de ölürler. Sonra da başka âleme giderler. Bu hal ise kalbler üzerine ağırlık verir. (O) Kıyâmet günü ey mükellef insanlar!. (sizlere ansızın geliverir.) Herkes gaflete dalmış, muhtelif işlerle meşgul bulunmuş iken birden bire kıyâmet kopar, hiçbir kimse kaybettiklerini telâfi etmeye vakit bulamaz. Resûlüm!. (Senden) Kıyâmetin ne zaman kopacağını (sorarlar) buna dâir bilgiler almak isterler, (sanki sen ondan) Kıyâmetin vukû bulacağı zamandan (hakkıyla haberdar imişsin gibi) yahut sen onun sanki vuku’unu sorup onu öğrenmiş olduğundan onu senden sormağa başlarlar. Habibim!. Onlara de ki: (Ona) Kıyâmet gününe (ait bilgi ancak Allah Teâlâ’nın katındadır.) Cenab’ı Hak onun zamanını bilmeyi kendi yüce zâtına tahsis buyurmuştur. Ona başkasını, muttali kılmamıştır. Binaenaleyh benden sormanız yersizdir. (Fakat insanların çoğu) Onun kendilerine ne gibi hikmetlerden dolayı böylebilinmez bulunduğunu (bilmezler) veyahut onu ancak Cenab’ı Hak’kın bilip mahlûklarının bilmediklerinden habersiz bulunurlar da böyle bir suale cür’et ederler. Kısacası: Kıyâmetin vuku bulacağı muhakkaktır. Bunu Cenab’ı Hak haber vermektedir. Artık bunu inkâr küfürdür. Fakat onun ne zaman meydana geleceğini Hak Teâlâ hazretleri kullarına bildirmemiştir. Ona dâir ancak bazı alâmetler bildirilmiştir. O ergeç meydana gelecektir. Şu kadar var ki, onun vukû bulacağı vakti kimse tayin edemez. Bizim vazîfemiz öyle bir günün meydana geleceğini bilmek, o gün için hazırlanmak, vakitlerimizi boş yere harcamaktan sakınmaktır. Sonra pişmanlık fâide vermez.
188. De ki: Allah Teâlâ’nın dilediğinden başka nefisim için ne bir faideye ve ne de bir zarara sâhip değilim. Ve eğer ben gaybı bilir olsa idim, elbette hayırdan daha çok şeyler yapardım ve bana kötülük de dokunmazdı. Ben imân eden bir kavim için korkutucu ve müjdeleyiciden başka birşey değilim.
188. Resûlüm!. Kavmine (De ki: Allah Teâlâ’nın dilediğinden başka nefsim için bir faideye) bir menfaat elde etmeye (ve ne de bir zarara) kendimden bir zararı, kederi gidermeye (sahip) kâdir (değilim.) ki, ona göre hareket edeyim. İlâhî kaderin ne şekilde tecelli edeceğini bize bildirmedikçe biz vuku’undan evvel bilemeyiz. (Ve eğer ben gaybı bilir olsa idim) gayba ait olan herhangi birşeyi bilseydim (elbette hayırdan daha çok şeyler yapardım) irâde ile yapılacak menfaatli şeyleri daha fazla yapmaya devam ederdim (ve bana kötülük) kendisinden kaçınmak mümkün olan bir zarar ve ziyan (dokunmazdı.) hâlbuki, ben öyle gaybe ait şeyleri biliyor değilim ki; ona göre hareketimi tanzim edeyim. (Ben imân eden bir kavim için bir korkutucu ve bir müjdeleyiciden başka birşey değilim.) Ben Allah tarafından gönderilmiş bir Peygamberim, benimselâhiyetim. Peygamberliğimle alâkadar olmayan gayba dâir şeyleri bilmek değildir. Kıyâmete dâir dinen lâzım gelen bilgileri ümmetime bildirmiş bulunuyorum. Onun meydana geliş zamanını bilmek ise bu cümleden değildir. Bunu neden öğrenmek istiyorsunuz?.
§ Rivâyete göre Mekke ahalisi, Rasûlü Ekrem’e müracaat ederek demişler ki: Hangi şeylerin şimdi ucuz olup daha sonra pahalanacağını bize haber verir misin ki, onları ucuza alalım, sonra pahalı olarak satalım. Ve hangi beldelerin kıtlık ve pahalılığa mâruz kalacağını istersin ki, oradan çıkıp bolluk mahalli olan beldelere gidelim işte bu gibi münasebetsiz istekler üzerine bu âyeti kerime inmiştir, ve öyle istikbâle ait şeyleri Cenâb-ı Hak bildirmedikçe kimsenin bilemeyeceğine işâret olunmuştur.
§ Bilinmektedir ki, Rasûlü Ekrem Efendimiz mü’min olsunlar olmasınlar bütün insanlara uyarıcı ve müjdeci olarak gönderilmiştir. Ancak onun tebliğlerinden asıl mü’minler istifâde ettikleri için bu âyeti kerime de imân eden bir kavme uyarıcı ve müjdeleyici olarak gönderildiği açıklanmıştır. Bununla beraber asıl müjdeye lâyık olanlar da mü’minlerden ibârettir.
189. O, ulular ulusu zattır ki, sizi bir nefisten yaratmıştır ve eşini ondan yapmıştır ki onunla huzur bula. Ne zaman ki onunla ilişkide bulundu, hafif bir yük yüklendi. Bir müddet bununla gidip geldi. O zaman ki, ağırlaştı Allah Teâlâ’ya, Rablerine dua ettiler ki eğer bize bir kusursuz çocuk verir isen andolsun ki, biz elbette şükredenlerden oluruz.
189. Bu mübârek âyetler, insanlığın bir asıldan ne eşsiz bir şekilde meydana geldiğini ve temenni edilen bir nîmetin ortaya çıkmasından dolayı Cenab’ı Hak’ka şükretmek icab edeceğini, bu nîmetin Allah’a ortak koşmaya vesîle kılınmasının asla câiz olamayacağını bildirmektedir. Ve kendisi yaratılmış olup başkasını yaratmaya, ne başkasına ve ne de kendi nefsine yardım etmeye kâdir olmayan birşeyin Kâinatın Yaratıcısına ortak olamayacağını ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: (O) O’dur ki, yani: Kudret ve yüceliğe sâhip: Eş ve benzerden uzak olan Yüce Yaratıcı (o ulular ulusu zattır ki) ey insanlar!, (sizi bir nefisten) Yani Âdem Aleyhisselâm’dan (yaratmıştır.) Hz. Adem’i topraktan, diğer insanları da onun neslinden olarak varlık sahasına çıkarmıştır. (Ve) Âdem Aleyhisselâm’ın (eşini de) hayat arkadaşı olan Havva’yı da (ondan) Hz. Adem’in cinsinden; veya bir rivâyete göre onun kaburgasından çıkarmak sûreti ile (yapmıştır ki) Hz. Âdem (onunla) Hz. Havva ile (huzur bula.) onunla tatmin olmuş olarak evlilikte bulunmuş ola. (Ne zaman ki) Hz. Âdem (ona) eşi Hz. Havva’ya (yakınlıkta bulundu) aralarında cinsel ilişki meydana geldi. Hz. Havva (hafif bir yük yüklendi.) kolaylıkla hâmile kaldı. Bundan dolayı bir zahmet görmedi veyahut hafif bir sıvı olan nutfeyi yüklenmiş bulundu. (Bir müddet bununla) Bu yüklendiği şey ile (gidip geldi.) hamilelik süresini tamamlamaya devam etti. Bu hamileliğin hafifliğinden dolayı bir zorluğa düşmedi. (O zaman ki, ağırlaştı) Çocuk rahminde büyüyerek kendisine ağırlık vermeğe başladı, Hz. Âdem ile Hz. Havva (Allah Teâlâ’ya, Rablerine) kendilerinin bütün işlerine sahip olan Cenâb-ı Hak’ka yönelerek (dua ettiler) yalvarış ve yakarışda bulundular (ki,) Ey Rabbimiz!, (eğer bize) Kendi cinsimizden (bir salih veled) kusurlardan uzak evlât (verirsen andolsun ki, biz) ve bizim evlâdımız, gelecek olan zürriyetimiz (elbette şükredenlerden oluruz.) senin nîmetlerine, ve kısacası öyle salih evlada kavuşma nîmetine karşı devamlı olarak şükürde bulunuruz.
§ Veled: Oğul ve kız demektir. Çoğulu evlâtdır. Veled tabiri de evlât mânâsına cemi olarak iki cinse, yani erkek ve dişi çocuklar için kullanılır,
190. Ne zaman ki onlara kusursuz evlât verdi. Bunlar kendilerine verdiği şeyde ona o hâlikı kerime şerikler koşmaya başladılar. Allah Teâlâ ise bunların ortak koştukları şeylerden yücedir.
190. (Ne zaman ki) Allah Teâlâ (onlara) Hz. Âdem ile Hz. Havva’ya duaları sebebiyle (salih evlât verdi.) yani: Bedenen ve akıl ve kuvvetce tam bir yaratılışa sâhip erkek ve dişi çocuklar ihsan buyurdu. (Bunlar) Hz. Âdem ile Hz. Havva’nın bir kısım evlâdının erkek ve dişi olan her iki cinsi de Cenab’ı Hak’kın (kendilerine verdiği şeyde) yani vermiş olduğu çocuklar hususunda (ona) O Kerem Sâhibi Yaratıcıya (ortaklar koşmaya başladılar.) o çocukları bir takım putların birer kulu imiş gibi gösterdiler. O çocuklara Abdi Menaf, Abdi Uzza, Abdi Şems gibi adlar verdiler (Allah Teâlâ ise bunların) bu adem evlâdının (ortak koştukları şeylerden yücedir.) uzaktır. Cenab’ı Hak’kın asla eşi ve benzeri yoktur. Çocukları bir takım putların, mahlûkatın birer kulu gibi göstermek, onlara öyle birer ad vermek de bir nevi ortak koşmak demektir. Allah’ın şanı ise şirkin karıştığı herşeyden uzak ve beridir. Buna şüphesiz inanıyoruz!..
191. Birşey yaratamayanları mı ortak koşuyorsunuz? Halbuki onlar yaratılmaktadırlar.
191. Bu âdem evlâdı hiç düşünmüyorlar mı?. (Birşeyi yaratamayanları mı) Hiç birşeyi yoktan var etmeğe kâdir olamayanları mı Cenâb-ı Hak’ka (ortak koşuyorlar?.) mâbud olanın ise kendisine ibâdet edeni mutlaka yaratmış olması lâzımdır. (Hâlbuki onlar) O Kâinatın yaratıcısına ortak kabul edilenler (yaradılmaktadırlar.) hepsi de yaratılmıştır. Artık nasıl olur da onlara mâbudluk, yaratıcılık sıfatı verilebilir?.
192. Halbuki ne bunlar için yardımda bulunmaya güç yetirebilirler. Ve ne de kendi nefislerine yardım edebilirler.
192. Ve (Halbuki) o mâbud sanılan, Cenâb-ı Hak’ka ortak kabul edilen âciz şeyler (onlar için) kendilerine ibâdet eden, hörmette bulunan müşrikler için (yardımda bulunmaya muktedir olamazlar.) onların haklarında bir menfaat sağlamaya, bir zararı gidermeye güç yetiremezler. (Ve) Hattâ kendilerine bir hâdise, bir musîbet, bir felâket gelecek olunca (ne de) onu def ederek (kendi nefislerine yardım edebilirler.) artık öyle âciz, yaratılmış şeyler Kâinatın Yaratıcısına ortak olabilirler mi?. Bunu hiç düşünmüyorlar mı?. Bu ne kadar gaflet!.
193. Ve eğer onları doğru yola dâvet etseniz size tâbi olmazlar. Siz onları dâvet etseniz de veya sükût eder olsanız da sizin için birdir.
193. Bu mübârek âyetler, müşriklerin dâvete uyacak bir kabiliyette olmayıp bâtıl kanaatlerinde ısrarlı olduklarını bildirmektedir. Ve müşriklere hitab ederek: Kendilerinden daha âciz şeylere tapındıklarını ayıplamakta ve bu çirkin hareketleriyle Hz. Peygamber’e bir zarar veremiyeceklerini hatırlatmak suretiyle kendilerini uyanmaya dâvet eylemektedir. Şöyle ki: (Ve) Ey mü’minler, (onları) O müşrikleri (doğru yola) yani İslâmiyet’e (dâvet etseniz size tâbi olmazlar.) onlar sapıklıktan ayrılıp hidâyeti kabul etmezler. Onlar hakkı kabul etmek yeteneğinden mahrumdurlar. (Siz onları) Hidâyete, İslâmiyet’e (dâvet etseniz de veya) böyle dâvet etmeyip (sükût eder olsanız da) her iki halde de onlar yola gelmezler, (sizin için) böyle dâvet etmekle etmemek (birdir.) her iki takdirde de onların o müşrikce halleri değişmez. Diğer bir yoruma göre bu hitap!. Müşrikleredir. Şöyle ki: Ey müşrikler!. Siz o taptığınız putları hidâyete dâvet etseniz size tâbi olmazlar. Çünki bu dâvete uymaktan acizdirler. O halde sizin onları dâvet eder olmanız ile sükût eder olmanız, birdir. Artık öyle âciz şeylere tapınmak bir ahmaklık belirtisi değil midir?.
194. Allah Teâlâ’dan başka taptığınız şeylerde şüphe yok ki, sizin gibi kullardır. Haydi onları çağırınız da size cevap versinler, eğer siz doğru kimseler iseniz.
194. Ey müşrikler!. (Allah Teâlâ’dan başka taptığınız şeylerde) putlar, heykeller de (şüphe yok ki, sizin gibi kullardır.) onlar da köledirler, yaratılmışlardandırlar. Zarar ve fayda vermeğe kudretli değildirler. Eğer bunda şüphe ediyorsanız (Haydi onları) o putları (çağırınız da) kendilerinden bir menfaat isteyiniz, veya bir zararın giderilmesini dileyiniz de gelip (size cevap versinler) arzunuzu yerine getirsinler!. (Eğer siz) Onlara mâbudluk isnadı hususunda (doğru kimseler iseniz.) heyhat!. Onların cevap veremeyecekleri bilinmektedir. Artık öylî âciz, mâbudluğa lâyık olmayan şeylere neden tapınıp duruyorsunuz?.
195. Onlar için kendileriyle yürüyecekleri ayakları mı, veya onlar için tutacakları elleri mi veya onlar için kendileriyle görecekleri gözleri mi veyahut onlar için kendisiyle işitecekleri kulakları mı var? De ki, haydi çağırınız ortaklarınızı, sonra bana yapacağınız hileyi yapınız, bana hiç mühlet vermeyiniz.
195. Bir kere düşününüz!. (Onlar için) O tapındığınız putlar için (kendileri ile yürüyecekleri ayakları nil) var ki, yürüyebilsinler. (veya onlar için tutacakları elleri mi) var ki, onlar ile birşeyi tutabilsinler. (Veya onlar için kendileriyle görecekleri gözleri mi) Var ki, dilediklerini bakıp görsünler, (veyahut onlar için kendisiyle işitecekleri kulakları mı var?) dır ki, dualarınızı, ricalarınızı işitebilsinler!. Artık böyle kuvvetlerden mahrum, kendilerine tapanlardan daha fazla âciz şeyleri mabut edinmek, onlardan bir fâide beklemek nasıl uygun olabilir?. O putların ne yapmaya kudretleri vardır ki, onlara öyle tapınıp duruyorsunuz?. Hakkınızdaki ilâhî tebliğleri dinlemekten kaçınıyorsunuz?.Resûlüm!. O câhillere (De ki: Haydi) o putlara mâbudluk isnadınız doğru ise (çağırınız) o kendilerine ibâdet ettiğiniz (ortaklarınızı) onlar ile mümkün ise ittifak ediniz (sonra bana yapacağınız hileyi) su’ikasdi hemen (yapınız, bana hiç) bakmayınız (mühlet vermeyiniz) yapabileceğiniz şeyi yapınız. Ben size asla ehemmiyet vermem. N?” yazık ki, siz o putlardan hiçbir yardım göremiyeceksinizdir. Artık öyle âciz, kendilerine tapanların davetine cevap vermeye kudreti olmayan, yok olmaya ve şiddetli cezâya uğramış şeylere nasıl olur da ibâdet eder, onları bütün mükemmel sıfatlan taşıyan Yüce Yaratıcı’ya ortak kabul edersiniz!. Bu ne kadar büyük bir sapıklık!.
196. Şüphe yok ki, benim koruyucum, o kitabı indirmiş olan Allah Teâlâ’dır. Ve o bütün salih kullarını gözetir.
196. Bu mübârek âyetler, dünyevî ve uhrevî menfaatlerin ancak Allah’ın koruması sâyesinde tecelli edeceğini bildirmektedir. Kendilerine tapılan diğer şeylerin ise kendi nefislerine bile fayda verme gücünden mahrum, his ve hareketten nasipsiz olduklarını ihtar buyurmaktaır. Şöyle ki: Ey Kâinatın Yaratıcısına ibâdeti bırakıp âciz şeylere tapan gafiller!. (Şüphe yok ki, benim velim) Yani beni yardımına kavuşturan, beni koruyan ve himaye eden (o kitabı) size hükümlerini tebliğ etmekle emrolunduğum Kur’an’ı Kerim’i yüce semasından Cibrili Emin vâsıtasıyle (indirmiş olan Allah Teâlâ’dır.) artık ben size ve sizin bâtıl mâbutlanmza asla ilgi duymam. (Ve o) Yüce Yaratıcı (bütün salih kullarını gözetir.) yani: O Kerem Sâhibi Yaratıcı salih olan, ilâhî emrine boyun eğen, günahlardan kaçınan kullarının bütün işleriyle yakından ilgilenir, kendilerine yardım eder, onları sefalete, felâketlere uğratmaz. Artık böyle bir Yüce Mâbuda muhalefet edip te bir takım âciz, fâideden hâlî şeylere nasıl tapılabilir?. Bunu hiç anlamıyor musunuz?.
197. Ve ondan başka taptıklarınız, ne size yardım etmeğe güç yetirebilirler ve ne de kendi nefislerine yardım edebilirler.
197. (Ve) Ey müşrikleri, (ondan) O Kâinatın Yaratıcısı (başka taptıklarınız) size yardım etmeleri için kendilerine dua edip durduğunuz bütün putlarınız (size) hiçbir hususta (yardım etmeğe muktedir olamazlar.) onlardan ne bekliyorsunuz?. (Ve) Onlar o kadar âciz şeylerdir ki, (ne de kendi nefislerine yardım edebilirler.) buna da güç yetiremezler. Artık bunlar ilahlığa, mâbudluğa nasıl lâyık olabilirler?, bu hakîkat size tekrar beyan olunmaktadır. Hâlâ bunu anlayamıyacak mısınız?.
198. Ve onları doğru yolu göstermeğe çağıracak olsanız duymazlar. Ve onları sana bakar görürsün halbuki, onlar göremezler.
198. (Ve) Ey putperest câhiller!, (onları) O taptığınız putları size (doğru yolu göstermeğe çağıracak olsanız) onlardan bunu niyazda bulunsanız onlar bunu (duymazlar.) onlar hayattan, işitmek kuvvetinden mahrum şeylerdir, size rehberlik edemezler. (Ve onları bakar) Gibi (görürsün, halbuki onlar göremezler.) onların gözleri birer şekilden ibârettir. Görmek yeteneğine sâhip değildir. Artık böyle şeylerden ne beklenebilir?. Eğer ey müşrikleri. Siz akıllılardan iseniz bunları mabut kabul etmeniz lâyık olur mu?. Diğer bir yoruma göre de bu âyeti celile şu mealdedir: Ey müslümanlar!. Eğer o müşrikleri doğru yola, hidâyet yoluna davette bulunsanız, duymazlar, o dâveti kabul etmeyip sağır kesilmiş gibi bir vaziyette bulunurlar. Ve onları sana bakar görürsün, o gâfilce bir bakıştır. Onların kalb gözleri kördür. Onlar basîretten, hakikatları görüp anlamak özelliğinden mahrumdurlar. Artık habibim!. Onların o pek fenâ hallerine bakıp da üzülme.
199. Af yolunu tut, iyiliği emret ve câhillerden yüz çevir.
199. Bu mübârek âyetler, Rasûlü Ekrem’in insanlara karşı ne şekilde muamelede bulunmakla mükellef olduğunu ve Allah Teâlâya sığınmakla ondan yardım taleb etmesini beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Resûlüm!. (Af yolunu tut) Ümmetine kolaylık göster, onlara meşakkatli şeyleri teklif etme, insanlık hali meydana gelen bazı kusurlarını affet ve bağışla düzelmesine yardım et. (iyiliği) de (emret) ibâdet ve itaat gibi adâlet ve ihsan gibi, hayırlı, güzel şeyleri ümmetine teklif ve tavsiye et. (Ve câhillerden yüz çevir.) Onların lâkırdılarını duymamış gibi ol, onların kötü muamelelerine kötülükle karşılık verme, haklarında selâmet ve hidâyet temennisi lûtfunda bulun, onların kötü ahlâkına karşı sabırdan, ve iyiliği tavsiye etmekten ayrılma. Kısacası: insanlarla konuşurken şiddet ve kabalığı terk etmek, onlara güzel, nazikçe bir şekilde hitapta bulunmak, onlar ile duruma göre hikmetli bir tarzda konuşma yolunu seçmek lâzımdır, bu mübârek âyet de bunu emretmektedir. Cafer’i Sadık Hazretleri demiştir ki: Bu âyeti kerime güzel ahlâkı en mükemmel bir şekilde ifâde etmektedir.
200. Ve eğer seni şeytan tarafından bir vesvese gıdıklayacak olursa hemen Allah Teâlâ’ya sığın. Şüphe yok ki, o hakkıyla işiticidir, tamamiyle bilicidir.
200. (Ve) Ya Muhammed Aleyhisselâm!, (eğer) Sen gördüğün bir takım kötü hareketlerin tesiriyle eziyete uğrar, kızgınlığa düşer sen ve (seni şeytan tarafından bir vesvese ğıdıklayacak olursa) yani: Seni tahrik ederek emrolunduğun yüce vasıfların tersini yapmaya sevketmek isterse (hemen Allah Teâlâ’ya sığın.) şeytanın şerrinden kurtumak için Cenâb-ı Hak’ka iltica et. (Şüphe yok ki, o) Kerem Sâhibi Yaratıcı (hakkıyla işiticidir) bütünmahlûklarının sözlerini, dilediklerini tamamiyle işitip bilmektedir. Ve O yüce Mâbud (tamamiyle bilicidir.) kullarının bütün fiil ve hareketlerini hakkıyla bilmektedir. Artık şüphe yok ki, O Yüce Yaratıcı, senin ondan yardım talebinde bulunmanı da işitir ve senin kalben yakarışta bulunmanı da bilir, seni şeytanların şerlerinden muhafaza buyurur. Artık dâima uyanık olmalı ve dâima Cenâb-ı Hak’ka sığınarak niyazda bulunmalıdır.
§ Rasûlü Ekrem’e yönelik olan bu emirler, bütün ümmetine ait birer ilâhî hitaptır. Yüce peygamberimiz son derece affedici idi. Onun nurlu kalbi şeytanî vesveselerin tesîrinden her şekilde uzak ve ilâhî koruma altında idi. Binaenaleyh bu âyet-i kerime de Rasûlü Ekrem vâsıtasıyle müslümanlara denilmiş oluyor ki: Eğer size öyle şeytanî bir vesvese gelirse hemen Allah Teâlâ’ya sığınır, ondan yardım isteyin ki, o vesvesenin tesirinden kurtulasınız.
201. Muhakkak o kimseler ki, takvâya ermişlerdir. Onlar, kendilerine şeytan tarafından bir vesvese iliştiği zaman güzelce düşünürler. Derhal görücü kimseler olurlar.
201. Bu mübârek âyetler, takvâ sâhibi olan mü’minlerin kendilerine yönelen şeytanî vesveselere karşı ne yolda hareket ettiklerini bildirmektedir. Ve şeytanların kardeşleri olan kâfirlerin de nasıl şiddetli vesveselere tutulmakta olduklarına şöylece işâret buyurmaktadır. (Muhakkak o kimseler ki, takvâya ermişlerdir.) kendi nefislerini zararlı, dine aykırı olan şeylerden korumakla nitelendirilmişlerdir. (Onlar, kendilerine şeytan tarafından bir vesvese) Etraf larında dolaşan bir hayal, bir hatıra (iliştiği zaman güzelce düşünürler.) Cenab’ı Hak’kın sevâbını, azâbını hatırlarlar, Hak Teâlâ’ya sığınır, tevekkülde bulunurlar. (Derhal) Bu düşünceleri sebebiyle sevap ve hata olan şeyleri, şeytanın hilelerini anlayıp (görücü kimseler olurlar.) artık o kötühatıralara tâbi olmazlar, onlardan ihtiraz etmiş bulunurlar, İşte hakikî mü’minlerin âdeti budur.
§ “Taif”, lûgatte birşeyin çevresinde dönüp dolaşan şey demektir. Tayf da; hayal, gazap, vesvese demektir. Tâif’in böyle tayf mânâsında olması da câiz görülmektedir. Taif ile şeytanın lemmesi de kastedilebilir. Lemme ise zahmet, meşakkat, dokunmak mânâsınadır.
§ Şeytan ile maksat, İblis ile onun zürriyetidir. Maamafih bozguncu olan insanları da içine alır. Çünki onlar da insanları şeytanlardan fazla saptırmaya çalışır dururlar.
202. Ve kardeşleri onları sapıklığa sürükler dururlar. Sonra o sapıklığı terketmezler.
202. (O) Şeytanların (kardeşleri) olan kâfirlere gelince (onları) o kâfirleri şeytanlar (sapıklığa sürükler dururlar.) kendilerine sapıklığı ahlâksızca ahlâkî şeyleri süslü göstererek bu hususta onlara yardımda, teşvikte bulunurlar. (Sonra) O kâfirler, o sapıklığı (terketmezler.) o fenâlıkta devam eder dururlar. Takvâ sâhibi olan mü’minler ise böyle değildir. Onlara şeytanî bir düşünce musallat oldu mu, hemen bunun kötülüğünü düşünürler. Cenab’ı Hak’ka sığınırlar, tevbe eder ve af dilerler, öyle vesveselere, bâtıl düşüncelere kapılıp kalmazlar.
203. Ve onlara bir âyet getirmediği! zaman “onu kendi tarafından uydurmalı değil miydin” derler. De ki: Ben ancak Rabbimden bana vahy olunana tâbi olurum. Bu Rabbiniz tarafından basîretlerdir ve inanan bir kavim için hidâyettir ve rahmettir.
203. Bu mübârek âyetler, bir takım dinsizlerin kötü maksatlarına işâret etmektedir. Kur’an’ı Kerim’in nasıl bir hidâyet ve rahmet vesilesi olduğunu ve okunan Kur’an-ı Kerim’e karşı nasıl bir vaziyet alınmasının lüzumunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve) Yüce Resûlüm!. Sen (onlara) senin peygamberliğini tasdiketmeyen Mekke’i Mükerreme’deki müşriklere (bir âyet getirmediğin zaman) Allah’ın vahyi bir müddet gecikince veya istedikleri bir mûcizeyi, meselâ: Yerlerden pınarların fışkırması gibi bir hârikayı hemen göstermediğin vakit (onu) o istedikleri şeyi (kendi tarafından uydurmah değil mi idin, derler.) o inkarcılar, diğer âyetleri de birer uydurma eseri kabul ettikleri için böyle edepsizce bir teklife cür’et ederler, diğer âyetler gibi istedikleri hârikanın da bir uydurma netîcesi olarak meydana getirilmesini bir alay maksadıyle isterler. Yahut: Sen iddiânda doğru isen Rab’bine dua et, bizim senden istediğimiz şeyi de hemen meydana getirsin, demeğe cür’et gösterirler. Resûlüm!. O hakikatları idrakten mahrum şahıslara (De ki: Ben ancak Rabbimden bana vahy olunana tâbi olurum.) ben Allah’ın vahyinin inmesini beklerim, herhangi birşeyi düşünmeksizin alelâcele istemek, söylemek peygamberliğin şanına aykırıdır. Eğer benden bir hârikanın meydana getirilmesini isterseniz, onu meydana getirecek olan ben değil, ancak Alemin Yaratıcısıdır, eğer hikmetine uygun olursa onu meydana getirir. Bununla beraber Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin doğruluğu hakkında bir delil isteniyorsa buna Kur’an-ı Kerim’den daha büyük delil mi olabilir?. Öyle sonsuz bir mucize var iken artık başka hârikaların gösterilmesini istemeğe ne hâcet vardır?. (Bu) Kur’an-ı Kerim (Rabbiniz tarafından basîretlerdir.) kalbler için birer basîret mesabesindedir. Bunu güzelce dikkate alanlar, birçok hakikatlari öğrenirler. (Ve) Bu apaçık kitabın âyetleri (mü’minler olan bîr kavim için) pek parlak bir (hidâyettir) bir dinî delildir, (ve) pek büyük bir (rahmettir.) yani: O ilâhî kitabın nûrlarından istifâde edenler, hidâyet yolunu takibe muvaffak olurlar. Ve o kutsî kitap sâyesinde mü’minler eltaf-ı ilâhî lütuflara mazhar olarak dünyevî ve uhrevî nîmetlere kavuşurlar. İşte bu gibi yüce faidelere, gayelere ulaşmak için o mübârekkitabın kutsiyyetini tasdik edip yücelterek hükümlerine dört el ile sarılmak gerekir. Buna kavuşanlar da hakikî mü’minlerdir.
204. Ve Kur’an okunduğu zaman onu hemen dinleyin ve sükût edin, tâki rahmete kavuşasınız.
204. (Ve) Ey mü’minler!. (Kur’an) O ilâhî kitabın âyetleri (okunduğu) içinde bulunduğunuz bir mecliste başkası tarafından sesli olarak okuduğu (zaman onu) o okunan Kur’an’ı Kerim’i (hemen dinleyin) lâkırdılarınızı bırakarak (sükût edin.) ona hürmet için, ondan istif âdeyi tamamlamak için okunup bitirilinceye kadar söz söylemeyin. (Tâki rahmete ulaşasınız.) Rab’binİzin kutsal kitabına, âyetlerine hörmet göstermiş olarak en büyük kazanç olan lûtuf ve yardımına kavuşasınız. Kısacası: Bir mecliste Kur’an okunurken orada bulunanların onu dinlemeyip söz söylemeleri câiz değildir. Bir mâni yok ise o mecliste oturup okunan âyetleri dinlemek müstehabtır, büyük sevâba vesîledir. Maamafih bu âyeti kerimenin iniş sebebi hakkında çeşitli rivâyetler vardır. Bu cümleden olarak Ebu Hüreyre Hazretlerinden rivâyet olunduğuna göre İslâm’ın başlangıcında müslümanlar namaz kıldıkları halde ihtiyaçlarıyla ilgili bazı şeyleri söylerler imiş, sonra bu âyeti kerime nâzil olmuş, onların namazda söylememeleri, imamın sesli olarak okuyacağı Kur’an’ı cemaatin dinlemeleri emir olunmuştur. Diğer bir görüşe göre bu sükût eylemeleri emir olunan kimseler kâfirlerdir. Onlara ihtar edilmiş oluyor ki: Kur’an’ı Kerim okunurken sükût ederek onu dinlemeye, onun yüce beyanlarını anlamaya çalışınız ki, o sâyede fikir değiştirerek müslüman olma şerefine eresiniz, Allah’ın rahmetine kavuşabilesiniz. İşte Kur’an-ı Kerim’e hörmetin, hükümlerini kabul etmenin pek büyük netîcesi.
205. Ve Rabbini içinden yalvararak vekorkarak ve yüksek olmayan bir sesle sabahları ve akşamları zikred ve gâfillerden olma.
205. Bu mübârek âyetler, Cenâb-ı Hak’ki ne şekilde zikretmenin, tesbih ve tehlilin daha fazîletli olduğunu gösteriyor, ve bütün insanlığı ibâdet ve itaate, kulluk secdesine teşvik ediyor ve özendiriyor. Şöyle ki: Ya Muhammed Aleyhisselâm, ve ey inanan ve Allah’ı birleyen herhangi bir mükellef zat!. Sen (Rab’bini) dâima seni besleyen, lûtf ve ihsânına kavuşturan kerîm, ve rahîm olan yaratıcını (içinden yalvararak) kalben niyâz ederek (ve korkarak) ürpererek mütevazî bir vaziyet alarak (ve yüksek olmayan bir sesle) sessiz okumanın üstünde, sesli okumanın altında olacak bir sesle (sabahları ve akşamları) bu mühim vakitlerde (zikret) bu vakitlerde tam bir huşû ile, samimiyetle ibâdette bulun (ve) Allah Teâlâ’yı zikirden, onun yüce eserlerini, nîmetlerini düşünmekten mahrum olan gâfillerden olma.) sen kulluk vazîfen! yerine getirmeye çalış, ilâhî lutüfların hakkında tecelli etmesini niyâz et, gafletle vaktini ziyan etme.
§ “Gudve” Sabah namazı ile güneşin doğusu arasındaki müddettir. Çoğulu: Gudüvat ve Gudüvdür. “Asıl” da ikindiden akşama kadar ve bazılarına göre yatsıya kadar olan müddettir. Çoğulu: Asaldır. Kuvvetli, sağlam, soylu olan şeye de “asîl” denir.
§ Sabahlan ve akşamları yapılacak zikrin, ibâdetlerin hikmetine gelince insan sabahleyin uykudan kalkıp uyanınca sanki yeniden hayat bulmuş olur. Bütün çevresi de gecenin karanlığından kurtulup nurlara kavuşmuş bulunur. Akşam olunca da o durum değişir, insan, sanki hayattan ölüme intikal etmiş gibi olur, çevresi de nurlardan ayrılmış, karanlıklar içinde kalmış bulunur. Artık böyle şaşırtıcı, eşsiz değişimlerin meydana geldiği bir zamanda bunları meydana getiren YüceYaratıcıya kullukta bulunmak, onun azamet ve kudretini yücelterek mütefekkirce bir vazîyet almak bir uyanma nişânesi bir selâmet vesilesi olmaz mı?. İşte bu gibi hikmetler ve faydalardan dolayı bu zamanları gafletle geçirmemek lâzımdır. Bununla beraber insan, diğer vakitlerde de gâfilce yaşamamalıdır. Elden geldiği kadar yine zikir ve fikr ile meşgul bulunmalıdır. İnsan için bir an bile gaflet yakışmaz. Öğle, ikindi namazlarının farziyeti, insanlığı böyle bir gafletten kurtarmak hikmeti taşımaktadır.
206. Şüphe yok ki, Rab’bîn katında bulunanlar ona ibâdet etmekten kibirlenmezler. Ve onu tesbih ederler ve ancak onun için secdeye kapanırlar.
206. (Şüphe yok ki; Rab’bin katında bulunanlar) Yani! Fazîlet ve şeref itibâriyle Allah’a yakın olan melekler (ona) O Yüce Yaratıcıya (ibâdet etmekten kibirlenmezler.) çünkü onlar yüce bir mâhiyete sâhip Cenâb-ı Hak’kın büyüklük ve yüceliğine karşı alçakgönüllü bir vaziyet almakla vasıflanmış, mübârek zatlardır. (Ve onu) O Yüce Mabudu (tesbih ederler.) onun bütün noksanlardan uzak, bütün mükemmelliklerle vasıflanmış olduğunu bilir, onu kutsayarak ve yücelterek “Subhanallahü Rabbünâ (Rabbimiz Allah’ı tenzih ve tesbih ederiz) derler. (Ve) O melekler (ancak onun için) o eş ve benzerden uzak olan Allah Teâlâ için (secdeye kapamrlar.) ona niyazda ve kullukta bulunurlar.
§ Bilindiği üzere Yüce Allah mekandan münezzehtir. Meleklerin Allah’ın yanında bulunmalarından maksat, onların Cenâb-ı Hak’ka mânen yakınlıklarını açıklamak, onların değer ve şerefini bildirmektir. Çünki melekler günahlardan beri dâima ibâdet ve itaatle meşgul, Cenab’ı Hak’kın lûtuf ve rahmetine mazhar ve yüksek makamlara sahiptirler. Evet Melekler dâima kalben ve bedenenibadetlerde bulunurlar. Şöyle ki: Melekler Cenab’ı Hak’ki bütün varlıklardan tenzih ederler ki, bu bir kalbî ibâdet demektir ve Cenab’ı Hak için kulluk secdesine kapanırlar ki, bu da bedenî bir ibâdettir. Meleklerin secde ettiklerini açıklamak, bizim için hoş bir işâret taşımaktadır. Şöyle ki: Onlar yüce makamları elde etmiş, dâima zikir ve fikr ile meşgul bulunmuş oldukları halde yine devamlı olarak mütevâzi bir şekilde kulluk secdesinde bulunuyorlar. Artık bizim gibi insanlar da dâima böyle secdelere kapanarak şanı yüce olan mabudumuza kullukta bulunmamız icab etmez mi?. Evet… Her kul için lâzımdır ki, Yüce Yaratıcıya dâima kalbî ve bedenî ibadetlerde, bulunsun, mânen Melekler zümresine katılmış olsun. Cenab’ı Hak’kın kemâl sıfatlarını, mânâlarını bilerek kalben düşünmek, bir kalb zikridir ki, bu gaflete mâni olduğu için pek mühim bir ibâdettir.
§ İşbu (206) ıncı âyeti kerime, Kur’an’ı Kerim’deki ondört secde âyetinin birincisidir. Bu secde ayetlerinden herhangi birini okuyan veya işiten her mükellef müslüman için bir secde yapması, hanefî müctehitlerine göre vâcip, diğer üç imama göre sünnettir. Tilâvet secdesi yapacak kimsenin (Gusül ve abdesti gerektiren hallerden) ve pislikten temiz olması lâzımdır. Bu secdenin hemen okunduğu ve işitildiği anda yapılması vâcip olmadığından daha sonra da yapılabilir. Binaenaleyh abdestsiz bir kimse bu secde âyetini dinleyecek olsa sonra abdest alarak bu vazîfeyi yapar. Tilâvet secdesi şöyle yapılır: Tilâvet secdesi niyetiyle eller kaldırılmaksızın (Allahü ekber) denilerek secdeye varılır, secdede üç kere “Sübhane rebbiyelâlâ” veya bir kere “Sübhâne rabbina inkâne vadü rabbinâ lemef’ulâ” denilerek secdeden kalkılır. Bu tekbirlerin alınması, müstâhabtir. Bir secde âyetini işiten bir mükellef, bunun secde âyeti olduğunu haber alınca kendisine secde vâcipolmuş olur. Mânâsını bilmesi lâzım değildir. Fakat bir secde âyetinin başka bir lisan ile olan tercümesini işiten kimse bunu anlamasa da sadece kendisine haber verilmekle üzerine secde vâcip olmaz. Imameynin (İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed’in) görüşü budur. İmamı Âzam’ın daha sonra bu görüşü kabul etmiş olduğu rivâyet olunmuştur. Fakat bu secde âyetinin tercümesini okuyana mutlaka secde vâcibtir. İsterse mânâsını anlamasın, ihtiyat da bunu icab eder. Bunda ittifak vardır. Sözün özü: Allah Teâlâ Hazretlerine daima ibâdet ve itaatte bulunmak, onun verdiği nîmetlere dâima şükür ederek şükür secdesine kapanmak en mühim, en kutsî bir kulluk vazifesidir. O Kerem Sâhibi Mâbud, cümlemizi bu kutsal vazîfeyi yerine getirmeye muvaffak buyursun. Peygamberlerin efendisinin hürmetine. Âmin.
.
.
ENFAL SURESİ
Bismillâhirrahmânirrahîm
Bu mübarek Sûre, Medine’de inmiştir.
(75) Âyeti kerimeden meydana gelmektedir. Bedir Savaşında elde edilen ganimet mallarının taksimine dair emirleri ve Rasûlü Ekrem ile diğer bazı Yüce Peygamberlere ait kıssaları kapsamaktadır. “Enfal” nefelin çoğuludur. Nefel ise nafile gibi bir asıl üzerine fazla olan şey demektir. Nitekim edası farz, vacip ve sünnet olan namazların dışındakilere nafile namaz denilmektedir. Bu âyeti kerimedeki enfalden maksat ise cihat neticesinde düşmandan alınan ganimet mallarıdır. Çünkü bunlar Cenab’ı Hak’kın bir lütfudur, bir ihsanıdır, cihad ile asıl kazanılan sevaplar üzerine fazla bir ilâhî ihsandır. Evet… Ganimet mallarından istifade selahiyeti bu ümmet-i Muhammed’e mahsustur. Önceki ümmetler, harp neticesinde elde ettikleri mallardan istifadeye mezun değildirler, o mallar bir semavî ateşin gelmesiyle yanar giderdi, İslâm gazilerinden bir kısmının üstün kahramanlık göstermiş olacaklarından dolayı ganimet mallarından kendilerine fazlaca verilen şeylere de “enfal” denilir. Bedir savaşında elde edilen malların ne şekilde taksim edileceği hususunda ashab-ı kiramdan bazıları şöylece ihtilâfa düşmüşlerdi: Bu mallar, muhacirlere mi, yoksa ensarı kirama mı verilecek?. Yoksa bu savaşta daha fazla faaliyet göstermiş, olan genç sehabilere mi ait olacak?. Ve bu savaşta hazır bulunmayan seçkin sehabe var idi. Muhacirlerden Hz. Osman ile Hz. Talha gibi ve ensardan Asım ile Ebu Lübâbe gibi. Bu zatlar da buganimetlerden hisse alçaklar mı?. İşte bu sûre-i celilenin bir kısım âyetleri bu husustaki ihtilafları ortadan kaldırmış bulunmaktadır. Bu sebeple de buna “enfal sûresi” ünvanı verilmiştir.
1. Sana ganimetlerden soruyorlar. De ki: Ganimetler Allah Teâlâ’ya ve Peygamber’e aittir. Artık Allah Teâlâ’dan korkunuz. Aranızdaki hâli düzeltiniz ve Allah Teâlâ’ya ve resulüne itaat ediniz, eğer mü’min kimseler iseniz.
1. Bu mübarek âyetler, ganimet mallarının hakkındaki şer’î hükmü bildirmektedir. Müminlerin nasıl hareket edeceklerini tâyin etmektedir. Ve hakikî mü’minlerin en seçkin vasıflarını ve nail olacakları mükâfatları beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey Yüce Resûl!. (Sana ganimetlerden soruyorlar) ki, bunlar kimlere aittir, nerelere sarfedilecektir, bu husustaki şer’î hüküm neden ibarettir?. Resûlüm!. Onlara (De ki: Ganimetler, Allah Teâlâ’ya ve Peygamber’e aittir.) bunların hükmünü tesbit Cenâb-ı Hak’ka mahsustur. Bunları Cenâb-ı Hak’kın emrine göre taksim etmek de Rasûlullah’a aittir. Bu hususta başkalarının görüşüne yer yoktur. (Artık Allah Teâlâ’dan korkunuz) onun emirlerine muhalefette, ganimet malları hususunda tartışmada bulunmayınız. Hz. Peygamber’in taksim ve uygun görmesine aykırı hareketlerden sakınınız. (Aranızdaki hâli düzeltiniz) münakaşayı,. ihtilâfı bırakınız, aranızda sevgi ve dayanışmanın vücude gelmesini temine çalışınız, ganimetlere ait işleri Rasûlüllah a bırakınız, (ve Allah Teâlâ’ya ve Resulüne itaat ediniz) herhangi hususta olursa olsun Cenab’ı Hak ile Yüce Peygamberinin emirlerine, yasaklarına riayet ve itaatten ayrılmayınız. (Eğer siz mü’min kimseler iseniz) yani: İmân şerefine hakkiyle sahip iseniz, böyle Allah’ın hükmüne göre hareket ediniz, dinî vazifelere riayet edip günahlardan sakınınız ve adaletile, ihsan ile aranızı ıslaha gayret eyleyiniz.
2. Gerçekten mü’min olanlar, o kimselerdir ki. Allah Teâlâ zikiredildiği zaman yürekleri titrer ve onlara Cenâb-ı Hak’kın âyetleri okunduğu vakit imanlarını artırır ve Rab’lerine tevekkülde bulunurlar.
2. (Gerçekten mü’min olanlar) yani: Tam bir imâna sahip bulunanlar (o kimselerdir ki. Allah Teâlâ zikredildiği zaman) sırf onun mukaddes zikrinin etkisiyle (yürekleri titrer) kendilerinde bir mânevî korku ve saygı bir tazim ve yüceltme hissi görünür. İsterse o Yüce Yaratıcının korku ve saygıyı gerektiren vasıfları, fiilleri beyan buyrulmasın. (ve onlara, onun) O Yüce Mabudun (âyetleri okunduğu vakit) yani: O Yüce Yaratıcının kudret ve azametine birer delil olan herhangi bir âyeti okununca da (onların imanlarını artırır) onların kalben tasdikler! daha ziyade kuvvet bulur, inançları birer delile dayanarak pek sağlam bir mahiyet kazanır. Elbette ki, bilenler ile bilmeyenlerin kesin inanç mertebeleri eşit olamaz. Yüce Peygamber ile ve bir kısım mükâşefat sahipleri (İlâhî sırları bilenler) insanların fertlerinin kesin inancı, kalbî kanaatı arasında elbette büyük bir fark vardır. Bununla beraber Rasûlü Ekrem zamanında ilâhî vahy devam ediyor, yeni yeni şeyler emir ediliyor, bildiriliyordu. Bu sebeple ashab-ı kiramın imanları artıyor, yani imân edecekleri şeyler çoğalıyordu. Yüce peygamberden sonra vahy kesilmiş, dinî hükümler tamamen belirlenmiş olduğu için artık imânın bu bakımdan artması mümkün bulunmamıştır, İmân edilecek şeyler itibariyle her müminin imânı diğerine eşittir. Meselâ: İslâm’ın başlangıcında namazın farz olduğunu bilip tasdik eden bir müslümanın imânı, daha sonra zekâtın farz edilmesiyle artmış olurdu. Rasûlü Ekrem’in vefatından sonra ise artık şer’î hükümler belirlenmiş ve yerleşmiş olduğundan bu bakımdan imanların artmasına sebepkalmamıştır. Fakat asıl belirlenmiş imân edilen şeyler hakkındaki her müminin kuvvet itibariyle imân derecesi eşit değildir. Elbette birçok deliller ile donatılmış, dinî hükümlerin yüceliğini, hikmetini hakkiyle anlayan zatların imanları ile halkın fertlerinin imanları arasında büyük bir fark vardır. İşte bu itibar ile imânın artması mümkündür, bu âyeti kerime de bunu söylemektedir. Velhâsıl hakikî müminler (Rablerine tevekkülde) de (bulunurlar) her işte muvaffak olmalarını o Rabbi kerimden beklerler, ona işlerini bırakır ve havale ederler, başkalarından korkmazlar, ganimetlerin hüküm ve taksimine de razı olurlar, başka endişelere düşmezler.
3. Onlar o mü’minlerdir ki namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerini rızıklandırmış olduğumuz şeylerden infakta bulunurlar.
3. (Onlar) o vasıfları yazılı zatlar (o mü’minlerdir ki, namazı dosdoğru kılarlar) namazları bütün erkân ve şartlarına riayet ederek yerine getirmeye çalışırlar, (ve kendilerini merzuk etmiş) kendilerine bir ilâhî lûtuf olarak vermiş (olduğumuz şeylerden) mallardan ve diğerlerinden de yalnız Allah rızası için başkalarına- (infakta bulunurlar) mesela: Zekâtlarını, sadakalarını verirler, cihat yolunda servetlerini sarfederler, mabetler, medreseler, çeşmeler, köprüler gibi hayırlı müesseselere yardımda bulunurlar, başkalarını ilmen, irfanen aydınlatmağa da çalışırlar. Kısaca öyle hakikî müminlerde şu beş yüksek vasıf bulunur,
(l): Onlar ancak Cenâb-ı Hak’tan korkarlar.
(2): Hak Teâlâ’nın bütün tekliflerine itaat eder ve boyun eğerler.
(3): Yalnız Allah Teâlâya tevekkül ederler, ondan başkasına itimat edip durmazlar.
(4): Namazlarını dosdoğru kılarlar.
(5): Allah rızası için münasip kimselere, yerlere, yardımda bulunur, mallarını sarfederler. Ne güzel haslet!. Ne hayırlı hareket!.
4. İşte hakkıyla mü’minler onlardır. Onlar içinRab’lerinin katında dereceler ve mağfiret ile sonsuz bir rızık vardır.
4. (İşte) öyle seçkin vasıflar ile vasıflanmış olanlar yok mu, işte (hakkiyle müminler onlardır.) Çünkü onlar, imanlarına Allah korkusu gibi dinî hükümlere riayet gibi, hakka tevekkül gibi en seçkin kalbî amelleri ve namaz gibi, zekât ile sadaka gibi en güzel bedenî fiilleri ilâve etmiş bulunmuşlardır. (Artık onlar için) O muhterem müminler için (Rablerinin katında dereceler vardır) onlar cennetlerde birbirinden alâ makamlara nail olacaklardır. Tefsiri Şerbinîde yazılmış bulunan ve Ebu Hüreyre Hazretlerinden rivayet edilen bir hadis-i şerif şu mealdedir: Rasûlü Ekrem efendimiz buyurmuştur ki: Cennette muhakkak yüz derece vardır. Her iki derecenin arasında ise yüz senelik bir mesafe vardır. Ve Ebu Saidülhudri Hazretlerinden rivayet edilen bir hadis-i şerif de şu mealdedir: Yüce Peygamber Hazretleri buyurmuştur ki: Cennette yüz derece vardır. Eğer bu derecelerin birinde bütün âlemler toplanacak olsa genişliği hepsine de yeterli olur. (Ve) o müminler için insanlık icabı yapmış oldukları kusurlardan dolayı (mağfiret vardır) kerem sahibi mâbud Hazretleri onların o kusurlarını afedecek ve örtecektir. Ve onlar için bu mağfiret (ile) beraber (sonsuz bir rızık) da (vardır) onlar o cennetlerde değerli rızka, yani: Maddî ve mânevî nimetlere nail olacaklardır. Şöyle ki: Onlar kendilerine pek değerlice bir rızık olmak üzere cismanî lezzetlere nail olacakları gibi bu lezzetlerin çok üstünde olan ve Allah’ı tanımaktan, Allah sevgisinden meydana gelen mânevî lezzetlere nail bulunacaklardır. Kalbin nurlanmasını, ruhun yücelmesini temin eden bu ruhanî lezzetler ise şüphe yok ki, cismanî lezzetlerin çok üstündedir. Bütün bunlar, birer değerli rızıktır. Cenâb-ı Hak cümlemize bunları nasip buyursun. Âmin.
§ Kerîm, lûtf ve ihsan edici demektir. Hamd vesenaya, insana lâik olan herşeye ve cömert, alicenap olan her zata kerim denilir. Keremde iyilik lûtf ve ihsan mânâsınadır.
5. Nasıl ki, Rabbin seni hak uğrunda evinden çıkarmıştı, Müminlerden bir kısmı ise şüphe yok ki, bunu hoş görmüyorlardı.
5. Bu mübarek âyetler, Rasûlü Ekrem’in bütün hareketlerinin hikmet ve faydaya uygun olduğuna işaret etmektedir. İsterse bir kısımkimseler bu hareketlerin ne kadar güzel netice vereceğini evvelce anlamayarak bunları kötü görmüş bulunsunlar. Şöyle buyurulmuş oluyor ki Resûlüm!. Senin ganimet malları hakkındaki taksimini kötü görenler bulunmuştur. (Nasıl ki Rab’bin seni hak uğrunda) İslâm dinini yüceltmek için Bedir Savaşı zamanında (evinden çıkarmıştı) sen düşman kuvvetine karşı çıkmayı tercih etmiştin (Müminlerden bir kısmı ise şüphe yok ki, bunu) öyle az bir kuvvet ile büyük bir düşman kuvvetine karşı çıkmayı (hoş görmüyorlardı) fakat sonunda fetih ve zafere nail oldunuz, bu savaş tercih temenin faidesi anlaşıldı. İşte bunun gibi o ganimetleri taksimin de menfaata uygun olduğu anlaşılacaktır.
6. Hak belirdikten sonra on’da seninle mücadelede bulunurlar. Sanki onlar bakar oldukları halde ölüme sevkolunuyorlarmış!.
6. Hâtta o bir kısım müminler kendilerine (Hak belirdikten) yâni: Her ne tarafa yönelseler zafere nail olacakları kendilerine Hz. Peygamber tarafından haber verilmiş olduktan (sonra onda) öyle beliren ve görünen bir hakikat hususunda Habibim!, (seninle mücadelede bulunurlar) düşmana karşı hareketi uygun görmeyerek münakaşaya cür’et ederler, (sanki onlar) o düşman kuvvetlerine karşı sevkedilecek bir kısım erler, üzerlerine yönelen ölümün sebeplerine (bakar oldukları halde ölüme sevkolunuyolarmış) onlar böyle bir korku ve dehşet içinde kalmışlardı. Fakat daha sonra bu hareketin nekadar güzel bir neticesini gördüler. İşte taksim hususunda da böyledir. Onun da menfaata ne kadar uygun olduğunu anlayarak fikir değiştireceklerdir. Bedir savaşı sırasında Rasûlü Ekrem Hazretleri eshab-ı kiramıyla müşaverede bulundu. Kureyş’in kırk kişiden ibaret bir kervanı Şam’dan dönmüş geliyordu. Yanlarında birçok mallar var idi. Kureyş ordusunun bu kervanı muhafaza için yola çıkacağı haber alınmıştı. Rasûlü Ekrem, Cenab’ı Hak’kın ehli İslâm’a yardım edeceğini ashabı kirama haber verdi. O halde kervana karşı mı, yoksa Kureyş kuvvetlerine karşı mı çıkılmasını sordu. Ashabı kiramdan bir kısmı, fazla bir kuvvete sahip olmadıkları için Kureyş kuvvetlerine karşı değil, kervana karşı çıkılması görüşünde bulundular. Çünki İslâm erleri hep piyade idi, içlerinde ancak iki suvâri bulunuyordu. Düşman kuvvetleri ise birkaç kat fazla ve suvarileri çokca idi. Fakat Rasûlü Ekrem, İslâmiyetin kuvvet ve şanını yüceltmek ve Allah’ın yardımını kazanmak için Kureyş ordusuna karşı çıkılmasını tercih buyurmuştu. İşte bir kısım zatlar, bunu başlangıçta hoş görmemişler, düşmanın fazla kuvvetine bakarak kendilerinin mağlûb, ölüme mahkûm olacaklarını zannetmişlerdi. Halbuki, daha sonra düşman ile karşılaşılmış, İslâm erleri büyük bir zafere nail olmuş, peygamberin görüşünün nekadar isabetli olduğu anlaşılmıştı. İşte bu savaş neticesinde elde edilen ganimet mallarının taksimi hakkında da Rasûlü Ekrem’in görüş ve düşüncelerinin pek uygun olduğu ortaya çıkacaktı. Nitekim de etmiştir. Binaenaleyh Rasûlü Ekrem, Sallahü Teâlâ Aleyhî vesellem efendimizin mübarek görüşüne, emirlerine her hususta tâbi olmak mutlaka hikmet ve menfaat icabı bulunmuştur. Bedir savaşı için Âli İmran sûresindeki (125) inci âyeti kerimenin izahına müracaat ediniz!.
7. Ve hani Allah Teâlâ size iki taifeden birini “şüphesiz o sizindir” diye vaad etmişti. Siz ise arzu ediyordunuz ki, kuvvet sahibi olmayansizin olsun. Halbuki, Allah Teâlâ emirleriyle hakkı izhar etmeyi ve kâfirlerin arkasını kesmeyi irade buyuruyordu.
7. Bu mübarek âyetler gösteriyor ki: Bedir savaşı sırasında müslümanların düşmanlarından bir tâifeye galip olacakları Allah tarafından vaad buyurulmuştu. Müslümanların bir kısmı ise düşmanın zayıf olan bir taifesine karşı hareketi uygun görmüşlerdi. Halbuki, kuvvetli olan taifenin mağlûbiyetiyle hakkın tecellisi, İslâmiyetin yücelmesi, ilâhî maksat bulunmuş, müslümanlar da öyle bir muvaffakiyete nail olmuşlardı. Şöyle ki: (Ve) Ey müslümanlar!. Hatırlayınız!, (hani) Bedir savaşı sırasında (Allah Teâlâ size iki taifeden) yani: Ebu cehlin komutası altındaki bin erden oluşan, savaşçı bir düşman kuvveti ile o düşmanların Şam’dan dönen kırk suvariden ibaret bir ticaret kuvvetinden (birini “şüphesiz o sizindir” diye vaad etmişti) herhalde bunlardan birine karşı zafer kazanacağınızı size müjdelemişti. (Siz ise) Ey müslümanlar!, (arzu ediyor idiniz ki, kuvvet sahibi olmayan) yani: Kırk suvariden ibaret bulunan ticaret kafilesi (sizin olsun) bu az kuvvete karşı çıkmayı istiyordunuz. Bunların azlığı, diğer taifenin ise çokluğu, silâhlı bir halde bulunmaları sizi böyle bir arzuya sevketmişti. (halbuki. Allah Teâlâ emirleriyle) bu hususa dair indirdiği âyetleriyle veya meleklere yardım etmeleri için emir buyurmuş olmasiyle (hakkı) başarı ve zaferi (göstermeyi) tesbit ve ilân buyurmayı (ve kâfirlerin arkasını kesmeyi) onları kökünden koparıp darmadağın etmeyi (irade buyuruyordu) bu ilâhî irade öyle âdi bir kuvvete galip gelmekten ibaret olmayıp din düşmanlarının büsbütün kahrolmaları, müslümanların başarı ve zafere nail bulunmaları için idi.
8. Tâki: Hakkı isbat ve bâtılı iptal etsin. İsterse, günahkâr olanlar hoşnut olmasınlar.
8. Ve Cenâb-ı Hak, öyle bir yardım ve zaferintecellisini murat buyurmuştu. (Tâki hakkı isbat) yani: İslâm dinini tesbit buyursun ve yüceltsin, (ve bâtılı ibtâl etsin) küfür ve şirki dağıtsın. İşte o ilâhî irade böyle yüce bir hikmete dayanmıştı. (İsterse günahkâr olanlar) yani: Kâfir, müşrik bulunanlar, böyle hakkı ortaya çıkarma, bâtılı iptâlden (hoşnut olmasınlar) onların bu hoşnutsuzluklarının ne kıymeti var!. Onlar herhalde eliboş ve ziyanda olacaklardır. İşte düşmanın kuvvetli taifesi üzerine yürümek, böyle hakkı üstün kılma ve dini yüceltmeye vesile olacağı için bu ilâhî irade bu şekilde tecelli ve tahakkuk etmiş, müslümanlar ilâhî zafere nail olmuşlardır.
9. O zaman ki. Rabbinizden imdat istiyordunuz. Şüphe yok ki, size ardı ardına meleklerden bin ile imdat ediciyim, diye sizin için duanıza icâbet buyurdu.
9. Bu mübarek âyetler, Bedir savaşında müminlere birçok meleklerin imdada gelmiş olduklarını bildirmektedir. Ve bu gibi imdat kuvvetleri müminlere bir müjde ve kalblerini yatıştırma hikmetine dayanmış olduğunu, haddizatında fetih ve zaferin ise ancak ilâhî irade ile vücude geleceğini ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey müslümanlar!. Hatırlayınız (o zamanı ki) o Bedir Savaşı zamanını ki, siz ve Yüce Resûl (Rabbinizden imdat istiyordunuz) Yarabbi!. Senin din düşmanlarına karşı bize zafer ihsan buyur diye dua ediyordunuz. Özellikle Rasûlü Ekrem Hazretleri kıbleye yönelerek iki mübarek elini kaldırmış ve “Allah’ım!. Bana vaad buyurduğunu yerine getir, Allah’ım!. Bu cemaat helâk olursa yeryüzünde sana ibadet edenler kalmaz..” diye niyazda bulunmuştu. (Şüphe yok ki) o Kerem sahibi Yaratıcı ey müslümanlar!. O gün (size ardı ardına) arkalarından başkaları da katılmak üzere (meleklerden bin) zat (ile imdat ediciyim, diye sizin için) duanıza (icabet buyurdu) o Yüce mabut, o gün evvelâ bin melek ile sonra iki binmelek ile, daha sonra diğer iki bin melek ile yardım göndermiştir ki, toplamı beş bin melektir. “İstigase”; imdat istemek, şiddetten kurtulmak için yardım taleb etmek mânâsınadır.
10. Ve Allah Teâlâ bunu ancak bir müjde olmak ve bununla kalpleriniz yatışsın diye yapmıştır. Ve halbuki, zafer ancak Allah tarafındandır. Şüphe yok ki. Allah Teâlâ güçlüdür, hikmet sahibidir.
10. (Ve Allah Teâlâ bunu) Böyle melekler ile müslümanlara imdatta bulunmasını (ancak) ey müslümanlar sizin zafer kazanacağınıza dair size (bir müjde olmak ve bununla) bu meleklerin böyle gelmeleriyle (kalbleriniz yatışsın diye yapmıştır.) tâki, öyle azlığınızdan dolayı kalben endişede bulunmayasınız, (ve halbuki, zafer ancak Allah tarafındandır) öyle sayınızın artmasiyle, meleklerin size yardım etmesiyle değildir. Zaferin mutlak olarak meydana gelmesi, tahakkuku yalnız ilâhî irade iledir. Bir takım sebepler vesairenin zafere vesile olması ise bu hususta hikmet gereği cereyan eden ilâhî sünnet gereğidir, (şüphe yok ki. Allah Teâlâ azizdir.) güçlüdür, galiptir, asla mağlûp olmaz. Her dilediğini yapmaya fazlasıyla kadirdir ve (hâkimdir) her ne yaparsa hikmet ve fayda gereği olarak yapar. Bütün iradeleri, tedbirleri sırf hikmettir. Binaenaleyh Bedir savaşındaki zafer ve galibiyet de yine sadece Cenâb-ı Hak’kın kudret ve iradesiyle vücude gelmiştir. Artık mü’minler için lâzımdır ki, her hususta Hak Teâlâya itimat ve iltica etsinler. Bu melekler birçok zatlara göre Bedir savaşında fiilen savaşta bulunmuşlardır. Bu melekler insan şeklinde temessül etmişelr, atlar üzerinde bulunarak beyaz sarık sarmışlar, üzerlerinde beyaz elbise bulunmuştur. Bu melekler, Ahzab ve Huneyn savaşlarında ise hazır bulunmuşlar ise decihada bilfiil iştirâk etmemişlerdir. Seleften bazı zatlara göre melekler, Bedir gazvesinde de harbe iştirâk etmemişlerdir. Bunlar yalnız bir müjde, bir kalp yatıştırmaya sebep olmak için gelmişlerdir. Maamafih bunların imdade gelmiş olmaları, harbe iştirâk etmiş olduklarına dalâletten uzak değildir. Hikmet gereği harbe iştirâk etmiş olabilirler. Gerçek şu ki, Cenâb-ı Hak dilerse bir melek ile de bir düşman ordusunu darmadağın edebilir. Fakat onları birer insan suretinde göstermiş, onlar da yürürlükte olan adete göre hareket ederek sahip oldukları kuvvet ve gücü göstermemiş olabilirler. Bu husustaki bilgi Allah katındadır.
11. Hatırlayınız ki, onun tarafından bir eminlik olmak için sizi bir hafif uykuya daldırmıştı. Ve gökten üzerinize su da indiriyordu. Onunla sizi temizlesin ve sizden şeytanın vesvesesini gidersin ve kalplerinize bir râbıta versin ve onunla ayakları sabit kılsın diye.
11. Bu mübarek âyetler, Bedir savaşı sırasında müslümanlara yönelen ilâhî lütufları bildirmektedir. Ve meleklerin ne gibi hizmetler ile mükellef bulunmuş olduklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey Müslümanlar!. (Hatırlayınız ki) Bedir Savaşı esnasında (onun) Cenab’ı Hak’kın (tarafından) sizin için (bir güven olmak için) düşmanlarınızın üzerinize hücum edecekleri endişesinden, korkusundan emin bulunmanız için o Yüce Yaratıcı (sizi bir hafif uykuya daldırmıştı) o sayede istirahat etmiş, yorgunluktan kurtulmuş, düşmanlarınızla cihada elverişli bir hâle gelmiş idiniz. (Ve) O Yüce Mâbud (gökten üzerinize su da indîrîyordu) güzelce yağmurlar da yağdırmıştı tâki, (onunla sizi temizlesin) abdestsizliklerden, guslü icabeden hâllerden dolayı yıkanıp tertemiz olasınız (ve) tâki (sizden şeytanın vesvesesini gidersin) şeytanın kalblerinize düşürdüğü vesveseler gitsin. İhtilâm gibi hâllerden dolayı vücuduna lüzum görülen sular bulunsun, (ve kalblerinizebir rabıta versin) Cenâb-ı Hak’kın yardımına, zaferine nail olacağınıza dair kalblerinizi takviye buyurmuş olsun, (ve onunla) o su ile veya kalblerinizi öyle takviye etmekle (ayakları) İslâm erlerinin ayaklarını harp meydanında (sabit kılsın -diye-) böyle ilâhî lûtuf tecelli etti. Çünkü böyle bir durumda kalbler kuvvet bulur, korku ve ürpertiden kurtulur, cihat sahasında daha büyük bir metanet ve şecaat gösterilir, sahiplerinin zafer kazanmasına vesile olur. “Bedir savaşında düşman kuvvetleri Bedirdeki su mahallini daha evvel işgal etmişlerdi, İslâm kuvvetleri ise susuz bir yerde bulunuyorlardı. Abdest almak için, gusül edebilmek için su bulamıyorlardı. Eshabı kirama şeytan vesvesede bulunmuştu, veya içlerinde bulunmuş olan münâfıklar demişti ki: “Siz hak üzere bulunduğunuzu iddia ediyorsunuz, ve aranızda bir Yüce Peygamberin bulunduğunu iddia ediyorsunuz. Halbuki, suyu müşrikler elde etmişler, siz ise abdestsiz olarak namaz kılmaya mecbur bulunuyorsunuz. Bu gidişle onlar size galip geleceklerdir”. İşte bu tarzdaki kötü telkinleri defetmek için Allah Teâlâ lûtfetmiş, yağmurlar yağdırmış, müslümanları susuzluktan kurtarmış, kalblerine metanet vermiş ve nihayet ehli İslâm’ı galip kılmıştır.
§ Tağşiye: Gizlemek, üzerine birşey örtmek, bir elbise giydirmek mânâsınadır.
§ Nuas: Uyuklama, uykunun bir başlangıcı olmak üzere sinirlere ârız olan bir fütur, bir gevşekliktir.
12. Hani Rabbin meleklere vahy ediyordu ki: Şüphesiz ben sizinle beraberim. Haydin imân edenlere destek olun, kâfir olanların yüreklerine elbette korku düşüreceğim. Hemen boyunlarının üstüne vurun ve onların bütün parmaklarına vurun..
12. Ve Resûlüm!. Hatırla: (Hani Rab’bin) Kerem ve merhamet sahibi olan mabûdunmüslümanların imdadına koşacak olan (meleklere vahy ediyordu ki,) ey meleklerim!, (şüphesiz ben) Size yardım etmek, sizi zafer ve galibiyete erdirmek itibariyle (sizinle beraberim) sizi bu hususta destekleyip muvaffak kılacağım. (haydin) siz (imân edenleri) Hz. Muhammed’in ordusunu teşkil eden müslüman ları (tesbit) yani kalblerini takviye (edin) tâki, müşriklere karşı korkusuzca savaşa atılsınlar. (Kâfir olanların yüreklerine) de (elbette korku düşüreceğini) artık onlar savaşta sebat gösteremiyeceklerdir. Müslümanlar hakkında ne büyük ilâhî lûtuf!. Artık ey mü’minler, Ey melekler!. (Hemen) o kâfirlerin (boyunlarının üstüne vurun) onların kellelerini kılıçlarınızla kesiverin. (ve onların bütün parmaklarına) da, ellerinin ve ayaklarının bütün mafsallarına da (vurun) onları hayattan mahrum bırakınız. Tâki, İslâm ordusu, zafere ulaşsın.
§ Meleklerin de bu savaşta cihada bilfiil iştirâk etmiş oldukları görüşünde olan zatlara göre bu hitap, hem müslümanlara, hem de meleklere yöneliktir. Binaenaleyh melekler de bu cihada iştirâk ile memur bulunmuşlardır.
13. Bu da onların Allah Teâlâ’ya ve Resûlüne muhalefet ettiklerinden dolayıdır. Ve her kim Allah Teâlâ’ya ve Resûlüne muhalefet ederse şüphe yok ki. Allah Teâlâ’nın cezası pek şiddetlidir.
13. Bu mübarek âyetler, kâfirlerin ne gibi sebeplerden dolayı mağlup ve kahredilmiş olduklarını ve onların ahirette de ne şiddetli azaplara tutulacaklarını ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: Resûlüm!. (Bu da) Cenâb-ı Hak’kın o kâfirleri öyle mağlûbiyete, felâkete düşürmesi de (onların Allah Teâlâ’ya ve Resûlüne) onların emirlerine ve yasaklarına karşı (muhalefet ettiklerinden) başka bir cephe tercih eylediklerinden (dolayıdır) Cenâb-ı Hak’tan ayrılıp küfür tarafına gitmiş olduklarından ileri gelmiştir. (Ve herkim Allah Teâlâ’ya veResûlü’ne muhalefet ederse) onların tarafına muhalif bir taraf edinirse (şüphe yok ki. Hak Teâlâ’nın cezası pek şiddetlidir.) Onların bu dünyada mâruz kaldıkları esaret gibi öldürülme ve ağır ceza gibi felâketler nisbeten az birşeydir, onlar için asıl ahiret âleminde en şiddetli azaplar vardır.
14. İşte gördünüz ya! Şimdi bunu tadınız. Ve şüphesiz ki, kâfirler için ateş azabı da vardır.
14. Ey kâfirler!. (İşte gördünüz ya) Size gelen bu felâketi!. (Şimdi) bu dünyada (bunu) bu felâketi (tadınız) bunu siz daha dünyada iken çekiniz. (Ve şüphesiz ki, kâfirler için) ahiret âleminde (ateş azabı da vardır.) ki, o bu dünyadaki felâketlere benzemez, o pek fazla şiddetlidir ve ebedîdir. Öyle bir azap ve ikabın sebebi ise küfrdür, isyandır. Artık uyanınız, bu küfr ve isyandan vazgeçiniz, öyle ebedî bir azaptan kurtulmaya çalışınız. Sizin için başka bir kurtuluş çaresi yoktur.
15. Ey imân etmiş olanlar! Kâfir olanlara toplu bulundukları bir halde karşılaştığınız zaman onlara arkalarınızı çevirmeyiniz.
15. Bu mübarek âyetler, ehli İslama cihat meydanlarında sebat edip düşmandan yüz çevirmemelerini tebliğ ediyor. Bir lüzum ve fâide için olmaksızın bulundukları noktalardan ayrılanların ne fena sorumluluklara mâruz kalacaklarını ihtar buyuruyor. Şöyle ki: (Ey imân etmiş olanlar!.) Ey İslâm ordusunu meydana getiren müslüman erler!, (kâfîr olanlara) muharebe esnasında (toplu bulundukları bir halde karşılaştığınız zaman) onların öyle çokluğuna bakıp da (onlara arkalarınızı çevirmeyiniz.) onlar çok olsalar da onlardan korkarak bozguna uğramış bir hâle gelmeyiniz. Sabır ve sebat ediniz ki, muvaffak olasınız.
§ Zahf; Zühuf: Yürümek, birşeye doğru azar azar hareket etmek ve düşman tarafından doğru çekilip giden asker mânâsınadır. Birçocuğun sürünüp emekliyerek yürümesine de Zahf denilir. Çokluklarından dolayı yavaş yavaş, azar azar sürünüp gider gibi görülen toplu haldeki bir kuvvete de Zühuf denilmektedir. Diğer bir yoruma göre de: (Ey İslâm erleri!. Siz düşmana karşı azar azar, usul usul yürüyerek onlarla karşılaşınca onlara arkanızı dönmeyiniz, sebat ediniz.) buyurulmuş oluyor.
16. Ve her kim o günde onlara arkasını çevirirse, cenk için bir tarafa dönmek veya diğer bir fırkada yer almak için müstesnâ, muhakkak ki. Allah Teâlâ tarafından bir gazap ile dönmüş olur ve onun yurdu cehennemdir ve ne fena bir dönülecek yer.
16. (Ve) Sizlerden (her kini o günde) o düşmanlarla karşılaşacağınız zamanda (onlara arkasını çevirirse) bozulaak savaştan kaçarsa pek büyük bir günah işlemiş olur. (cenk’için bir tarafa dönmek) müstesnadır. Yani: Düşmana ansızın atılmak için kendisini bir harp hilesi olmak üzere bozguna uğramış gibi göstermek hali müstesnadır. Veya kendileriyle cenk ettiği taifeden daha mühim bir tâifeye karşı vaziyet almak için yerinden ayrılmak müstesnadır (veya diğer bir fırkada yer almak için) arka çevirmek yani: İslâm ordusundaki diğer bir cemaate katılmak için yerinden ayrılmak (müstesnâ) bunlar savaşın gerektirdiği şeylerdendir. Bunlardan dolayı sorumluluk gelmez. Fakat böyle meşrû bir sebep olmayınca (muhakkak ki,) o düşmanlara karşı yüz çevirenler (Allah Teâlâ tarafından bir gazap ile) geri (dönmüş) yüz çevirmiş (olur) ilâhî azabı hak etmiş bulunur, (ve onun yurdu) ahirette (cehennemdir.) dünyadaki İslâm yurdunu meşrû bir sebebe dayanmaksızın savunmadan kaçındığı için onun ahiretteki yurdu cehennem olacaktır. (Ve) o cehennem (ne fena bir dönülecek yer!.) Artık hangi bir mümin, böyle bir âkibete mâruz kalmasını ister?.Binaenaleyh müslümanlar için cihat sahasında sabr ve sebattan ayrılmamak icabeder. Başarı Allah’tandır.
17. Sonra onları siz öldürmediniz ve lâkin Allah Teâlâ öldürdü. Ve attığın vakit sen atmadın, fakat Allah Teâlâ attı. Hem de müminleri Allah tarafından güzel bir imtihan ile imtihan etmek için. Şüphe yok ki. Allah Teâlâ, hakkıyla işiticidir, tam mânâsıyla bilicidir.
17. Bu mübarek âyetler, bütün başarıların, bütün sıkıntıların birer hikmete dayanmış olarak ilâhî takdir ile vücude geldiğini bildirmektedir. Ve istenilen fetihlerin vücude gelmiş olduğunu beyan ile ehli küfrü düşmanca hareketlerine son vermeğe davet etmektedir. Aksi takdirde çokca bulunmalarının kendilerine fayda veremeyeceğini ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey İslâm mücahitleri!. (Sonra) Bedir Savaşında (onları) o düşman fertlerini (siz öldürmediniz) onlara siz kendi kuvvetinize kudretinizle galip gelmiş olmadınız (ve lâkin Allah Teâlâ oldu) sizlere zafer vererek o düşmanları yenilgiye uğratan gerçekte Cenab’ı Hak olmuştur. (Ve) Resûlüm!. O düşmanların üzerine bur avuç toprağı (attığın vakit sen almadın) o toprağı düşmanların yüzlerine haddızatında sen isabet ettirmiş olmadın (fakat Allah Teâlâ attı) o isabeti öyle harikulâde bir şekilde Cenâb-ı Hak meydana getirdi, düşmanların yenilgisine sebep kıldı, (hem de) Bu hârikanın vücude gelmesi, (müminleri ilâhi katından güzel bir imtihan ile imtihan etmek için) idi. Yani onlara şükür vesilesi olmak için böyle büyük bir nimet, bir başarı ve zafer ihsan buyurmuştu. (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ) sizin iddialarınızı, yardım talebinde bulunmanızı (hakkiyle işiticidir.) ve sizin hareketlerinizi, niyetlerinizi, dualarınızın kabulüne sebep olan kalbî hallerinizi (tam mânâsıyla bilicidir.) artık bütün bu muvaffakiyetleri o Yüce Yaratıcıdan bilmeli ve daima ona şülerde, hamd ü senadabulunmalıdır.
§ Rivayete göre Bedir savaşındaki başarıdan sonra müslümanlardan bir kısmı ihtilâfta bulunmuş meselâ; birisi: “Filân şahsı ben öldürdüm” demiş, diğer birisi de: “hayır onu ben öldürdüm” diye iddiada bulunmuş, bunun üzerine bu âyeti kerime nâzil olmuş, bütün bu başarıların sadece Allah’ın kudreti ile meydana geldiği kendilerine tenbih olunmuştur. Bir de Rasûlü Ekrem, Kureyş ordusunun geldiğini görünce: Yarabbi!. Bana vaad buyurduğun zaferi nasip buyur, diye duaya başlamış, bunun üzerine Cibrili Emin gelmiş, “bir avuç toprak al, düşmanların üzerine at” demiş, Yüce Peygamber Hz. Ali’ye hitaben: “Derenin ufacık taşlarından bana bir avuç ver diye emretmiş, bunu alınca: “Şahetil vücûh = Yüzleri berbat olsun” diyerek düşmana karşı atmış, bu bütün müşriklerin gözlerine isabet ederek derhal yenilgilerine sebep olmuştur. İşte böyle bir harika da yalnız Cenâb-ı Hak’kın kudretiyle, takdiriyle mey dana gelmiştir. Yoksa tabii kanuna göre böyle bir isabet,böyle bir yenilgi nasıİ düşünülebilir. Binenaleyh biz bütün muvaffakiyetlerimizi Cenâb-ı Hak’tan bilmeliyiz.
18. Bu böyledir ve şüphe yok ki. Allah Teâlâ kâfirlerin hilesini iptâl edicidir.
18. (Bu böyledîr) Bütün muvaffakiyetleriniz Allah’ın kudreti iledir, sizi imtihandaki hikmet, bu savaştaki galibiyet, mü’minleri yüceltmek, kâfirleri de kahretmek ve zayıf düşürmek içindir, (ve şüphe yok ki, kâfirlerin hilesini ibtâl edicidir.) onları kötü maksatlarından dolayı böyle mağlubiyetlere, yenilgilere daima uğratacaktır. Elverir ki, müslümanlar, kendi vazifelerini bilsinler ve her hususta muvaffakiyet! Cenâb-ı Hak’tan niyâz etsinler.
19. Eğer ey kâfirler fetih istiyorsanız işte size fetih gelmiştir. Ve eğer vazgeçerseniz artık o sizin için hayırlıdır. Ve eğer dönerseniz biz de döneriz. Ve elbette cemaatiniz çok olsa dasize birşey ile fayda verir olamayacaktır. Ve muhakkak ki. Allah Teâlâ müminler ile beraberdir.
19. Ey müslümanlara karşı cephe alan kâfirler!. (Eğer) siz (fetih istiyorsanız) Kâbe’nin perdelerine sarılarak: “Yarabbi!, İki ordudan hangisi daha yüksek, daha hidayet üzere, daha değerli ise ona zafer ver” diye dua ediyor idiniz, (işte size fetih geldi) Allah Teâlâ daha üstün ve daha değerli olan müslümanlar grubuna zafer verdi, onları galip kıldı. Artık uyanınız!, (ve eğer siz vazgeçerseniz) Rasûlü Ekrem’e olan düşmanlığa, müslümanlara karşı savaş cür’etine son verirseniz (artık o) son vermek (sizin için hayırlıdır.) o sayede esaretten, öldürülmekten kur tulmuş, selâmete ermiş olursunuz, (ve eğer) savaşa (dönerseniz bîz de done” riz.) şu gördüğünüz fetih ve zaferi Resûlümüze tekrar tekrar ihsan ederiz. Nitekim de ihsan buyurmuş, Rasûlü Ekrem’i bütün cihat sahalarında mansur ve muzaffer kılmıştır. (Ve) Ey Düşmanlar!. (Elbette cemaatiniz çok olsa da) sizi zafere kavuşturamayacaktır. Ve (size birşey ile fâide verir olamayacaktır.) sizi müdâfâya, yenilgiden kurtarmaya kâdir bulunamayacaktır. (Ve muhakkak ki. Allah Teâlâ) zafer ve yardım hususunda (müminler ile beraberdir.) onları fetih ve zafere nail buyuracaktır.
20. Ey imân etmiş olanlar! Allah Teâlâ’ya ve peygamberine itaat ediniz. Ve siz işitir olduğunuz halde ondan yüz çevirmeyiniz.
20. Bu mübarek âyetler, Allah Teâlâya ve Resûlüne itaatın lüzumunu bildirmektedir. Dinî emirleri, yasakları işitip bildikleri halde onlara riayet etmeyenlerin ise sağlam duygulardan mahrum, en kötü hayvanlardan sayılmış kimseler olduklarını ve onların bile bile haktan yüz çevirdiklerini kınama makamında olarak beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ey imân etmiş olanlar!.) ey İslâmîyet nimetine nailbulunanlar!. (Allah Teâlâ’ya ve reshulüne) her emir ve yasak buyurmuş oldukları hususlarda, bu cümleden olarak cihada iştirâk hususunda (itaat ediniz) aykırı bir harekette bulunmayınız. (Ve siz) Kur’an-ı Kerim’in beyanlarına, dinî nasihatları (işitir olduğunuz halde ondan) Rasûlü Ekrem’den, onun dinî tebliğatına uymaktan (yüz çevirmeyiniz) üzerinize düşen dinî vazifeleri yerine getirmekten kaçınmayınız. Böyle bir hareket, insanlığa, kulluk şanına yakışmaz. Binaenaleyh cihat hususunda da Rasûlullah’a muhalefet ederek ondan ayrılmayınız.
21. Ve öyle kimseler gibi olmayınız ki, onlar işittik derler ve halbuki onlar işitmezler.
21. (Ve) Ey Müslümanlar!. Siz (öyle kimseler gibî olmayınız ki) öyle kâfirler ve münâfıklar gibi emir ve yasağa muhalefette bulunmayınız ki, (onlar işittik derler,) sadece böyle bir iddiada bulunurlar (ve halbuki onlar işitmezler) onlar işittiklerine riayette bulunmazlar, ona karşı işitmemiş gibi bir vaziyet alırlar. Artık onların o işitmeleriyle işitmemeleri eşit bulunmuş olmaz mı?.
22. Şüphesiz ki. Allah Teâlâ katında canlıların en kötüsü, sağırlar ve dilsizlerdir ki, akıl erdiremezler.
22. (Şüphesiz ki Allah Teâlâ’nın katında) Onun hüküm ve kazası hususunda (hayvanların en kötüsü) yeryüzünde dolaşan hayvanların en şerlisi, en zararlısı (o sağırlar ve dilsizlerdir ki) onlar hakkı işitmezler ve hakka dair bir söz söylemezler. Hakkı işitip söyleyecek bir kabiliyetten mahrum bulunurlar. Ve onlar (akıl) da (erdîremezler) onların kusurları, kötü halleri bu derece fenâdır. Bazı sağırlar ve dilsizler vardır ki, bazı şeyleri bilir, aklen anlarlar. O inkârcı insanlar ise böyle bir aklî kabiliyete bile sahip değildirelr. Bu yaratılış kabiliyetini onlar zâyetmişlerdir.
23. Ve eğer Allah Teâlâ onlarda bir hayır bilseidi elbette onlara işittirirdi. Ve eğer işittirecek olsaydı elbette onlar yine dönerlerdi. Ve onlar kaçınan kimselerdir.
23. (Ve eğer Allah Teâlâ onlarda) O inkârcılarda kabiliyetleri itibariyle (bir hayır bilseydi) Onların kendi kuvvetlerini hakkı araştırmaya sarf edeceklerini, hidayete tâbi olacaklarını Cenâb-ı Hak, ezelî ilmiyle bilmiş olsa idi (elbette onları işittirirdi.) onları hakkı kabul ve hakikatı tefekkür edip düşünecek bir işitme kabiliyetine nail buyururdu. (Ve) halbuki onlarda öyle bir kabiliyet kalmamıştır, (eğer) onları (işittîrecek olsa idi) onlara, diyelim, anlama ve düşünme çerçevesinde işitme duygusu verse idi (elbette onlar yine dönerlerdi.) işittikleri hakikatlerden yine yüz çevirirlerdi. O işitecekleri haklardan yine istifade etmezlerdi. Veyahut hakkı kabulden sonra yine inkâr ederek dinden dönerlerdi. Sanki hiç işitmemiş gibi olurlardı. (Ve onlar) hakkı kabulden (kaçınan kimselerdir.) işittikleri şeyleri kalpleriyle inkâr ederler. Onlar inatçıdırlar, böyle birkaçınmak onların adetleridir.
§ Bir rivayete göre Kureyş müşrikleri Rasûlü Ekreme demişlerdi ki: Bizim ceddimiz olan Kusay, mübarek bir şeyh idi, onu dirilt, eğer o sana şahitlik ederse biz de sana imân ederiz. Bunun üzerine bu âyeti kerime nâzil olmuştur. Buyurulmuş oluyor ki: Eğer Kusay hayat bularak Hz. Peygamber’in risaletini tasdik etse bu inkarcılar da bunu işitseler, yine imân etmezler, bu diriltme olayını bir gösteriş sanarak yine küfürlerinde devam ederler. “Şûre yerde bitmemiş asla benefşe, lâle, gül” “Kabiliyet konmamış aslında baran neylesin”
24. Ey mü’minler! Sizi kendinize hayat verecek şeylere davet ettiği vakit Allah için ve Peygamber için icâbet edin ve biliniz ki, muhakkak Allah Teâlâ kişi ile kalbi arasına girer ve şüphe yok ki, onun huzurundatoplanacaksınız.
24. Bu mübarek âyetler, Cenâb-ı Hak ile Yüce Resûlü tarafından olan tekliflerin birer hayat unsuru olduğunu ve onlara icabet etmenin lüzumunu bildirmektedir. Ve bütün insanlar Hak Teâlâ’nın tasarmfu altında bulunduklarından ve onun mânevî huzuruna sevkolunacaklarından ona söve hareketlerini tanzim etmelerini ve bütün cemiyet hayatına zarar verecek olan gayrı meşrû hareketlerden kaçınılmasını ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ey mü’minler!.) Ey imân nimetine nail bulunmuş olan kullar!. (sizî) Allah Teâlâ’nın muhterem Resûlü (kendinize) maddî ve mânevî (hayat verecek şeylere) meselâ: Millî hayatı koruyacak olan cihada, veya ebedî hayatın vesilesi olan dinî ilimleri tahsile veya sahibini ebedî hayata, kavuşturacak olan güzel inançlara veya içki gibi, fuhşiyat gibi terkedilmeleri cemiyetin hayatî temizliğini temine sebep olan şeyleri terketmeğe (davet ettiği vakit) hemen (Allah için ve Peygamber için) güzelbir itaat göstererek o davete (icabet edin) öyle mükellef olduğunuz şeyleri bir kalp rahatlığı ile ifaya çalışınız. (Ve) Ey müminler!. (Biliniz ki, muhakkak Allah Teâlâ) yaratmış olduğu herhangi bir (kişi ile kalbi arasına girer.) yani: Hak Teâlâ Hazretleri kullarına İlim ve tasarruf bakımından kendilerinden daha yakındır, kullarının bütün düşüncelerini bilmektedir, kullarını kalbî ilhamlarını istediği gibi değiştirebilir. Ve dilerse bir kulu ile onun kalbi arasına bir engel bırakır, artık mümin ise, kâfir, kâfir ise mümin olamaz. Binaenaleyh her hususta ve bu cümleden olarak imanda sebata muvaffakiyet hususunda Cenâb-ı Hak’ka daima-sığınmalıdır, Allah’ın korumasına sığınılmalıdır. Nitekim Rasûlü Ekrem Efendimiz bile çok kere (……………………….)= Ey kalpleri evirip çeviren Rab’bim!. Benim kalbimi senin dinin üzerine sabit kıl, diye dua ederdi. Ve ey müslümanlar!. (şüphe yok, ona) o Yüce Yaratıcı huzurunda (toplanacaksınızdır.) başkasına değil. O hikmet sahibi mabut da amellerinizin mahiyetlerine, mertebelerine göre size mükâfat ve ceza verecektir. Artık gaflette bulunmayınız, sonunuzu göz önüne alınız, ona göre hayatınızı tanzime çalışınız, ibadet ve itaatten geri durmayınız.
25. Ve bir fitneden sakınınız ki, sizden yalnız zulüm edenlere dokunmakla kalmaz ve biliniz ki, muhakkak Allah Teâlâ’nın cezası pek şiddetlidir.
25. (Ve) Ey müslümanlar!. Öyle (bir fitneden) gayrı meşrû bir harketten, felâkete sebep olacak bir hadisenin meydana gelmesinden (sakınınız ki) onun kötülüğü, felâketi; maddî ve mânevî zararları (sizden yalnız zulmedenlere dokunmakla kalmaz) bilâkis zulmetmemiş, o hadiseyi fiilen yapmamış olanları da kapsar. Meselâ: Bir cemiyet arasında bir takım gayrı meşrû şeyler yapılıp dururken bunları yapanların engellenmesine çalışılmaması, umumî bir sorumluluğa, bir kötülüğe sebep olabilir. Aynı şekilde: Gerektiğinde cihat hususunda bir taifenin tembelik göstermesi, o taifenin mensup olduğu bütün bir cemiyet hakkında mağlûbiyet!, zarar ve ziyanı doğurabilir. Artık bu gibi kötü neticeleri doğuracak şeylere meydan vermemelidir. (Ve) Ey mü’minler!. Kesin olarak (biliniz ki, muhakkak Allah Teâlâ’nın cezası) ona muhalefet edenler hakkında (pek şiddetlidir) onun hükümlerine riayet etmeyenlerin sonlan pek kötüdür. Nitekim bu gibi ilâhî emirlere riayet edilmediğinden dolayı İslâm tarihinde pek acıklı hâdiseler vücude gelmiştir, müslümanlar arasındaki mücadeller nekadar korkunç, genel musibetlere sebebiyet vermiştir. Binaenaleyhöyle şiddetli bir azabı hak etmemek için Allah’ın hükümlerine riayete devam etmelidir. Toplumun zarar ve ziyanına sebebiyet verecek şeylerin vücude gelmemesine elden geldiği kadar çalışmalıdır, şahsî ve genel selâmet ve menfaat bunu gerektirmektedir.
26. Ve hatırlayınız ki, bir zaman siz yeryüzünde azlık idiniz, zayıf sayılan kimseler idiniz. İnsanların sizi çarpıp kapmasından korkardınız. Sonra Allah Teâlâ sizi yerleştirdi ve sizi yardımıyla destekledi ve sizi temiz şeylerden rızıklandırdı, tâki, şükredesiniz.
26. Bu mübarek âyetler, Cenab’ı Hak’kın başlangıçta zayıf olan İslâm toplumunu daha sonra kuvvet ve güce kavuşturmuş olduğunu beyan ile onları şükre, itaate davet etmektedir ve dinî hükümlere muhâlefeti ve hiyâneti yasaklamaktadır. Ve bir imtihan, bir denemeden ibaret olan dünya servetine, evlât gayretine kapılarak bir takım muhterisce hallerde bulunulmamasını ihtar buyurmaktardır. Şöyle ki: (Ve) Ey muhacirler topluluğu!. (Hatırlayınız ki) Siz (bir zaman yeryüzünde) Mekke’i Mükerreme sahasında (azlık idiniz) sayınız noksan idi ve siz (zayıf sayılan kimseler idiniz) sizde bir kuvvet, bir güç görülemiyordu (insanların sizi çarpıp kapmasından korkardınız) Kureyş müşriklerini ve diğer Arap kâfirlerinin sizi sür’atle mahvedip cezalandırmalarından endişe içinde yaşardınız. Nitekim bütün Arap kavmi de Fars ve Rum kâfirlerinin elleri altında zelilce bir vaziyette bulunmuşlardı. (Sonra) Allah Teâlâ (sizi) Ey müslüman muhacirler!. Medine’i Münevvere’de (yerleştirdi) düşmanlarınızdan emin olacağınız bir barınağa sizi kavuşturdu, (ve sizi yardımıyla destekledi.) Ensar-ı kiramın yardımıyla veya meleklerin imdadiyle sizi düşmanlarınız olan kâfirler üzerine galip kıldı, (ve sizi temiz şeylerden) Ganimet mallarından (rızıklandırdı) bu ganimet mallarını size helâl kıldı, halbuki, sizden evvelki milletlere helâldeğildi, (tâki) Nail olduğunuz bu muazzam nimetlerden, muvaffakiyetlerden dolayı Cenab’ı Hak’ka (şükredesiniz) kulluk vâzifenizi bilip Allah Teâlâ’nın rızasına aykırı hareketlerden kaçınasınız.
27. Ey imân edenler! Allah Teâlâ’ya ve Peygambere hiyanet etmeyiniz ve emanetlerinize hiyanette bulunmayınız. Halbuki, siz bilirsiniz.
27. (Ey imân edenler!.) Ey Rasûlü Ekreme tâbi olanlar!. (Allah Teâlâ’ya ve Peygambere hiyanet etmeyiniz) farzlara, sünnetlere aykırı hareketlerde bulunmayınız. Açıktan kabul ettiğiniz İslâmiyet’e aykırı şeyleri kalben gizleyip durmayın, müslümanların aleyhinde, dinsizlerin lehinde olacak hareketlere cür’et etmeyin, meselâ: İslâm hükûmetinin sırlarını düşmanlara ihbarda bulunmak kötülüğünü işlemeyin (ve emanetlerinize hiyanette bulunmayınız) kendi aranızdaki emanetlere de, sözleşmelere de riayet etmez bir hâle düşmeyiniz veya üzerinize düşen dinî ve dünyevî vazifelerde istikametten ayrılmayınız. (Halbuki, siz bilirsiniz.) Hiyanet etmekte olduğunuza vâkıf bulunuyorsunuz. O halde öyle bile bile hiyanete nasıl cür’et edebilirsiniz?. Veyahut siz hiyanet ile istikametin, güzellik ile çirkinliğin arasını ayırd edecek bir bilgiye sahip bulunmaktasınız. O halde nasıl olur da hiyanet gibi bir aşağılığı işleyebilirsiniz?.
§ Bu âyeti kerimenin nüzul sebebi hakkında birçok rivayet vardır. Bu cümleden olarak: Deniliyor ki, bu âyeti kerime “Hatip İbni Ebi Belten” hakkında nâzil olmuştur. Rasûlü Ekrem, Mekke üzerine yürüyeceği zaman Hatıb Mekke’lilere gizlice bir mektup yazarak Yüce Peygamberin bu hareketini haber vermişti. İşte bu müslümanlık aleyhinde bir hiyanet idi. Bu gibi hiyanetlerden müslümanlar men edilmişlerdir. İbni Abbas Hazretlerinden rivayet edildiğinegöre de bu âyeti kerime, eshabdan Rifae veya Mervan ismindeki “Ebu Lübâbe” hakkında nâzil olmuştur. Şöyle ki: Rasûlü Ekrem Hazretleri Yahudi’lerden “Beni Kureyza” kabilesini muhasara altına almıştı. Onlar Şam’da “Enha” denilen yere çıkıp gitmek üzere uzlaşma yapmak istemişlerdi. Rasûlü Ekrem buna müsaade etmedi, bu hususta eshab-ı kiramdan “Sad İbni Muaz’ı” hakem tâyin etti. Beni Kureyza kabilesi, eshabtan “Ebu Lübabe”nin kendilerine gönderilmesini istirham ettiler, bu zat kendilerine gönderildi. Beni Kureyza dediler ki; “Ya Eba Lübâbe” nasıl görürsün? Saad İbni Maaz’ın hükmüne muvafakat edelim mi? Ebu Lübâbe ise: Eli ile boğazına işaret ediverdi. Demek istemiş idi ki: Eğer Sad’ın hükmüne razı olursanız, onun hükmü sizi öldürmekten başka olmayacaktır. Ebu Lübabe’nin malı ve aile efradı Benî Kureyza arasında bulunduğu için onların hakkında böyle bir iyilik ister işarette bulunmuştu. Fakat muhterem zat, deral hata ettiğini, İslâmiyet’e hiyanette bulunduğunu anlayarak nâdim ve pişman oldu, kendisini yedi gün kadar mescidin bir direğine bağladı, yiyip içmeyi terketti, tövbesinin kabulünü bekledi. Nihayet tövbesinin kabul edildiğini Rasûlü Ekrem Hazretleri kendisine müjdledi. Bu zat da tövbesinin hakkiyle tamam olması için içinde bu günaha düşmüş olduğu bu kavmin yurdunu terkedeceğini ve malını harcamda bulunacağını söylemiş, Rasûlü Ekrem Efendimiz de malın üçte birini sadaka olarak vermesi yeterlidir, diye buyurmuştu. İşte bu zat hakkında mal ve evlât temayülü, böyle bir sıkıntıya sebep olmuştu.
28. Ve biliniz ki, muhakkak mallarınız ve çocuklarınız bir imtihandır. Ve şüphe yok ki. Allah Teâlâ’nın katında pek büyük bir mükâfat vardır.
28. (Ve) Ey müslümanlar!, (biliniz ki, muhakkak mallarınız ve çocuklarınız bir imtihandır.) biribtilâdır. Bunların yüzünden günaha düşüp cezaya çarpılmak düşünülebilir. Artık bunların muhabbetleri sizi hiyanete, Allah rızasına muhâlefete sevk etmemelidir. Aksi takdirde büyük zararlara düşmüş olursunuz. (Ve şüphe yok ki,) Allah’ın rızasını kazanmak için hiyanetlerden kaçınan müminlere (Allah Teâlâ’nın katında) mânevî huzurunda, ahiret âleminde (pek büyük bir mükâfat vardır) Artık Yüce Allah’ın hükümlerine riayet etmelidir, mal ve evlât ve aile muhabbeti insanı Allah’ın rızasına aykırı, hiyâneti gerektiren hareketlere sevk etmemelidir. Aksi takdirde mal ve servet, evlât ve aile insan için bir fitneden, bir imtihandan başka birşey olmuş olamaz.
29. Ey imân edenler! Eğer Allah Teâlâ’dan korkarsanız sizin için bir furkan kılar ve sizin günahlarınızı örter ve sizin için mağfiret buyurur. Ve Allah Teâlâ pek büyük bir lûtuf sahibidir.
29. Bu mübarek âyetler, takva sahibi olan müminlerin mağfirete, ilâhî lütuflara nail olacaklarını müjdelemektedir. Rasûlü Ekrem’e karşı düşmanca hareket edenlerin de eliboş ve ziyanda olacaklarını bildirmektedir. Şöyle ki: (Ey imân edenler!.) Ey Cenâb-ı Hak’ki tasdik etme ve birliğine inanma, peygamberine tâbi olma şerefine nail olanlar!. (Eğer Allah Teâlâ’dan korkarsanız) bütün yapacağınız ve yapmayacağınız şeyler hususunda takva sahibi olarak harekette bulunursanız, bu sebeble o Yüce Yaratıcı (sizin için bir furkan kılar) yani: Kalplerinizde hak ile bâtılın arasını ayırdetmeğe vesile olacak bir hidayet meydana getirir veyahut size hakkı yerine getiren battal edenin arasını ayıracak, müminleri yüceltecek, kâfirleri de zelil edecek bir zafer ihsan buyurur. (Ve) O Yüce Mâbud, siz öyle takvâ üzere bulundukça (sizin günahlarınızı örter) setreder, teşhir buyurmaz, (ve sizin için mağfiret buyurur.) Günahlarınızı af ve mahv eyler. (Ve) Şüphe yok ki, (AllahTeâlâ pek büyük bir lûtuf sahibidir.) Takva sahipleri hakkındaki bu ilâhî vada onun lûtuf ve ihsanı cümlesindendir. Yoksa sadece takva, sahibinin böyle bir lütufa kavuşmayı icabetmez. Zaten tekvada bulunmak, Allah Teâlâ’dan kormak bir kulluk vazifesidir. Bunun karşılığında öyle bir af ve mağfiret tecellisi bir ilâhî lütuftan başkası değildir.
30. Ve hani bir zamanda o kâfirler, seni tutup bağlamaları veya seni öldürmeleri veya seni çıkarmaları için sana tuzak kuruyorlardı. Ve onlar tuzak kurmaktalar. Allah Teâlâ da tuzak kuranların hayırlısıdır.
30. (Ve) Resûlüm!. Şunu da hatırla ki, (hani bir zaman da) Mekke’i Mükerreme’de mukim bulunduğun vakit (o kâfirler senî tutup bağlamaları) kayıt ve hapis altına almaları için (veya seni) kılıçlariyle (öldürmeleri) için (veya seni) Mekke’den (çıkarmaları için sana hud’ade>) tuzak kurma ve hilede (bulunuyorlardı.) İşte o zamanı bir düşün, Cenâb-ı Hak sana o zaman ne kadar lûtuf ve keremde bulundu. (Ve onlar) sana (mekirde) hilede, su’ikasitte (bulunurlar) daima sana karşı dşümanca bir vaziyet almak isterler. Fakat onların bu hareketleri sana bir zarar veremez. Çünki (Allah Teâlâ da) onlara (tuzak kurar) onların tuzaklarını, hilelerini kendi üzerlerine çevirir. Evet… Allah Teâlâ Resûlüne düşmanlarının kötü maksadını vahiy yoluyla haber verir, Mekke’den çıkıp Medine’ye gitmesini emreder, Bedir savaşında müslümanları düşmanlarının gözüne pek çok göstererek o düşmanları mağlûp bırakır. İşte bunlar, o kâfirlerin tuzak ve hilelerinin cezasıdır. (Ve Allah Teâlâ) şüphe yok ki (tuzak kuranların hayırlısıdır) herkesin tuzağını, hilesini ziyadesiyle bilicidir, onların bu fena hareketlerini sonuçsuz bırakmaya tam mânâsıyla kaadirdir. İşte hayra, hikmete dayanan şeyler, ancak Cenab’ı Hak’kın bu şekilde tecelli eden ilâhî fiilleridir.
§ Bu âyeti kerimenin nüzul sebebi, tefsirlerde şöylece beyan olunmaktadır: Ensar denilen Medine’i Münevvere ahalisi İslâmiyeti kabul edince Mekke’i Mükerreme’deki Kureyş müşrikleri telâşa düştüler, Ebül Bühteri Hişam İbni Amr, Ebu Cehil, Tuayme Bini Adiy gibi reisleri Darun Nedve’de toplandılar, Rasûlü Ekrem hakkında ne yolda muamele yapacaklarına dair istişareye başladılar. İblis de Necit ahalisinden ihtiyar bir şahıs imiş gibibir şekle girerek o topluluğa katılmıştı. Ebül Buhter! demişti ki: Benim görüşüm şöyledir: “Muhammed’i -Aleyhisselâm- bir hanede hapsetmeli, penceresinden yiyip içeceğini vermeli; orada ölünceye kadar beklemeliyiz. Necidli ihtiyar, derhal itiraza başladı: Eğer siz onu öyle bir hanede hapsederseniz elbette onun kavmi gelir, sizinle savaşta bulunur, onu ellerinizden kurtarırlar. Bu sözü tasdik ettiler. Hişam’da demişti ki: Benim görüşüme göre onu bir deveye bindirip kendi aranızdan çıkarınız, artık onun yapacağı size zarar vermez, siz de istirahat etmiş olursunuz. Necidli ihtiyar yine itiraz etti, bu ne kötü görüş!. O kimse ki, sizin beyinsizlerinizi- bozdu, böyle dışarı çıkarılınca da sizden başkalarını bozar, onun konuşmasındaki tatlılığı, lisanındaki güzelliği, kalpleri büyüleyen sözlerini görmüyor musunuz?. Vallahi onu öyle serbest bırakırsanız, gider birçok kimseleri kedisine tâbi kılar, sonra gelir sizi yurdunuzdan çıkarır atar. Evet… Doğru söylüyorsun diye o lânetli iblisi tasdik ettiler. Sonra lânetli Ebu Cehil dedi ki, benim görşüüm şudur: Kureyş’in her kabilesinden birer genç alırsınız, ellerine birer keskin kılınç verirsiniz, hepsi birden hücum edip Muhammed’i -Aleyhisselâm- öldürürler, onun kanı kabilleer arasına dağılmış olur. Artık Haşim oğulları, Kureyş ile savaşa kaadir olamaz. Diyet isterlerse onu verir rahat ederiz. Mel’ûn Necidli ihtiyar, Ebu Cehlin bu görşünü doğru gördü, işte bu gencin == EbuCehlin reyi en muvafıktır, demişti. Darun Nedve’de toplanmış olanlar buna karar verdiler. Böyle üç görüş şeklinde bir tuzak ve hilede bulunmak istemişlerdi. İşte Cenâb-ı Hak bunların bu tuzağını ibtâl buyurdu. Bu hadiseyi Cibrili Emin gelip Rasûlullah’a haber verdi, Medine’den çıkıp Mekke’ye hicret buyurmasını tebliğ etti. Rasûlü Ekrem de bir gece yatağına Hz. Ali’yi yatırarak Hz. Ebu Bekir ile beraber Mekke’den çıktılar. Kureyş’in takibatından kurtulmak için bir aralık “Sevr” dağındaki bir mağaraya girdiler. Bir harika olmak üzere mağaranın her tarafını örümcekler sardı, oraya kadar gelen Kureyş’liler, mağar içinde kimse olmayacağına inanarak oradan ayrıldılar. Rasûlü Ekrem de sonra tam bir emniyet içinde Medine’i Münevvere’ye kavuştu. İşte Cenâb-ı Hak, o din düşmanlarının görüşlerini, hilelerini böyle tesirsiz bırakmış, Yüce Resûlünü nice başarılara kavuşturmuştur.
.31. Ve onlara âyetlerimiz okunduğu zaman dediler ki: Artık işittik, eğer dileyecek olsak elbette bunun benzerini biz de söyleyebiliriz. Bu evvelkilerin efsanelerinden başka birşey değildir.
31. Bu mübarek âyetler, bir takım inkârcıların Kur’an-ı Kerim’in benzerini yapabilecekleri hakkındaki cahilce iddialarını ve Kur’an-ı Kerim’in ilâhî bir kitap olduğu takdirde mühim felâketlere uğramaya razı olduklarını bildirmektedir. Bununla beraber aralarında Rasûlü Ekrem bulundukça veya kendileri tövbe ve istiğfar ettikçe azaba uğramayacaklarını da beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve onlara) Rasûlullah’ın aleyhinde bulunan inkârcılara (ayetlerimiz okunduğu) Kur’an’ı Kerim tilâvet edildiği (zaman dediler ki: Artık işittik) biliyoruz, bize karşı tilavete hâcet yok (eğer dileyecek olsak elbette bunun benzerini biz de söyleyebiliriz) biz de bu âyetler gibi edebî sözler tanzim edebiliriz. (Bu) Kur’an kitabı (evvelkilerin) geçmiş kavimlerin tarihihayatlarına dair (efsanelerinden) yazılmış kıssalarıdan (başka birşey değildir.) Bu cahiller, böyle kuru bir iddiada bulunmuşlardı. Yirmi seneden beri Kur’an’ı Kerim’in bir sûresinin olsun benzerini meydana getirmeleri kendilerine teklif edildiği halde bunu meydana getirmeğe asla kaadir olamamışlardı. Şimdi, sırf bir inat ve kibir etkisiyle böyle bir lâf’ta bulunmuşlardı.
§ Esatir; üstûranın çoğuludur. Yalan, batıl söz demektir. Kitaplarda tetkik ve tanzim Edirneksizin yazılan, eski milletlere ait bulunan kıssalardan, hikâyelerden ibarettir. Kur’an’ı Kerim hakkında böyle cahilce iddialarda bulunanlar, Darun Nedvede toplanmış olan kâfirler idi. Veyahut onların reisi, hâkimi makamında bulunan Nadr ibnil Hars idi. Bu lânetli ticaret için Hiyre’ye ve diğer Rum ve Fars ülkelerine gitmiş, o eski kavimlerin tarihine ait kitapları okumuş,bir takım asılsız kıssalara, efsanelere vâkıf olmuştu. Bunları Mekke’i Mükerreme ahalisine anlatır dururdu. İşte Kur’an’ı Kerim’in haber verdiği hakikî kıssaları da o kabilden telâkki etmiş, o hakikatları açıklayan kitabı da hâşâ efsane kabilinden zannetmiştir.
32. Ve bir vakit dediler ki: Ey Allah! Eğer senin tarafından hak olan bu ise hemen üzerinize gökten taşlar yağdır veya bize pek elemli bir azap getir.
32. (Ve bir vakit) O lânetli Nadr ibnil Hars ile ona tâbi olanlar (dediler ki: Ey Allah!. Eğer senin tarafından hak olan bu ise) yani: Bu Kur’an hakikaten Allah tarafından nâzil olmuş kutsî bir kitap ise (heman üzerimize gökten taşlar yağdır.) Bizim inkârımıza bir ceza olmak üzere bizi böyle bir azâba uğrat. (Veya bize) ondan başka (pek elemli bir azap getir.) Onunla bize azap et, görelim.
§ Bu lânetli Nadr, daha sonra Bedir savaşında müslümanların eline esir düşerek öldürülmüş,isteği azaba kavuşmuştur.
33. Ve halbuki, sen onların aralarında bulundukça Allah Teâlâ onlara azap edecek değildir. Ve onlar istiğfarda bulundukları halde de Allah Teâlâ onları azaplandırıcı değildir.
33. Resûlüm!. Bütün o inkarcılar azâbı hak etmiş bulunmaktadırlar. (Ve halbuki, sen onların aralarında bulunukça) sana tazim için onların hakkında kökleri kesilecek şekilde umumi bir azap gelmeyecektir. İlâhî âdet böyle yürümketedir. Hud, Salih, Lut Aleyhimüsselâm gibi evvelki Peygamberlerin ümmetleri hakkında bu âdet uygulanmıştır. Hiçbir belde ahalisi, içlerinden Peygamberleri çıkıp gümedikçe üzerlerine umumî bir ilâhî azap gelmemiştir. (Ve onlar istiğfarda bulunduları halde de) yani: Onlar istiğfar ederek İslâmiyeti ilerde kabul edecekleri takdirde de veya onların aralarında istiğfar eden müminler bulundukça da veyahut onların içlerinde daha sonra İslâmiyet’i kabul ederek küfür ve isyandan tövbe edip af dileyecek bazı kimseler mevcut olunca da (Allah Teâlâ onları) azabı istişât ile,yani hepsini birden kökünden koparıp mahvetmek suretiyle (azaplandırıcı değildir.) Bir cemaatin kusurlarından tövbe edip af dilemeleri, kendileri için bir emniyettir, bir selâmettir. Binaenaleyh gerek fertlere ve gerek cemiyetlere lâzım olan odur ki, küfür ve isyana tutulmuş oldukları takdirde bunun kötü sonunu düşünsünler, bir an evvel tövbe edip af dileyerek Cenab’ı Hak’kın af ve mağfiretine iltica etsinler, bu sayede ilâhî azaptan kurtulsunlar. Bunun aksine hareket edenler ise elbette ki, her türlü azâbı hak etmiş olurlar.
34. Ve neleri vardır ki. Allah Teâlâ onları azaplandırmasın? Ve onlar Mescid i Haramdan men ediyorlar. Halbuki onun mütevellileri değildirler. Onun mütevellileri takvâ sahiplerinden başkası değildir. Ve lâkin onların birçokları bilmezler.
34. Bu mübarek âyetler, müşriklerin azâbı hak etmiş olduklarının sebebini göstermektedir. Ve başkalarının ibadetlerine mâni oldukları halde kendi ibadetlerinin bir takım adaba aykırı, yersiz hareketlerden ibaret bulunduğunu ve binaenaleyh azâba yakalanacaklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve) O müşriklerin (neleri vardır ki) kendilerine fâide verecek ne gibi güzel amelleri vardır ki, (Allah Teâlâ onları azaplandırmasın?.) halbuki, onlar çirkin amelleri yüzünden azâbı hak etmişlerdir. (Ve) Bu cümleden olarak (onlar) Rasûlü Ekrem’i ve onun eshâbını (mescidi haramdan) orada bulunup ibâdet ve taat’de bulunmaktan (men ediyorlar) nitekim bu yüzden Rasûlullah’ı hicrete mecbur etmişlerdi. Ve Hudeybiye senesinde de Beytullah’ı ziyaret için müslümanlara müsaade de bulunmamışlardı. (halbuki onun) o mescid’i şerifin (mütevellileri değildirler) o müşrikler, biz Beyti şerifin sahipleri, mütevellileriyiz, oraya dilediğimizi bırakır, dilediğimizi bırakmayız, diye iddiada bulunuyorlardı. Bunların ise böyle bir iddiaya selâhiyetleri yoktur. (Onun mütevellileri takva sahiplerinden) şirkten uzak olan ehli İslam’dan (başkası değildir.) onun mütevelliliğine sahip olanlar, ancak mü’minlerdir. (Ve lâkin onların) o mütevellilik iddiasında bulunan müşriklerin (birçokları) böyle bir mütevelliliğe kendilerinin sahip olmadıklarını (bilmezler.) öyle cahilce, hakikata aykırı iddiada bulunur dururlar. Halbuki o kutsal mâbedin mütevelliliği, idaresi ancak ehli takvâ olan müslümanlara ait bulunmuştur. Binaenaleyh aralarında Rasûlü Ekrem çıkıp ayrılınca başlarına ilâhî azap gelecektir. Nitekim de Bedir savaşında ve Mekke’i Mükerreme’nin fethi esnasında böyle bir azâba uğramışlardır.
35. Ve onların Beyti şerifteki namazları, ıslık çalmaktan ve el çarpmaktan başka değildir. Artık azabı tadınız, küfreder olduğunuzdan dolayı.
35. (Ve onların) O müşriklerin (beytişerifteki namazları) namaz adını verdikleri duaları, âyinleri (ıslık çalmaktan, ve el çarpmaktan başka değildir) onların bu âyinleri mabetlerin kutsiyetine aykırı, dinî adaba muhalif hareketlerden ibaret bulunmuştur. Artık onlar beyti şerifin mütevellileri olmak selâhiyetine nasıl sahip olabilirler, (artık) Ey böyle mü’minleri mâbetlerden men eden, namaz adına öyle edepsizce hareketlerde bulunan müşrikler!. Lâyık olduğunuz (azabı tadınız) dünyada öldürülme gibi, esaret gibi cezalara uğrayınız, nasıl ki, Bedir savaşında uğramışlardır. Ahirette de cehennem azabına ebedî olarak tutulacaksınızdır. Böyle dünyevî ve uhrevî felâketlere, azaplara uğramanız ise sizin öyle (küfreder olduğunuzdan dolayıdır. Siz inanç ve amel itibariyle imândan mahrum kalmış, küfr ve şirke düşmüş olduğunuz için böyle elem verici bir akibeti hak etmiş oldunuz.
36. Muhakkak o kimseler ki, kâfir olmuşlardır, mallarını Allah Teâlâ’nın yolundan men etmek için harcarlar. Artık onu yine harcayaklardır. Sonra onların üzerine yürek acısı olacaktır. Sonra da mağlûp olacaklardır ve kâfir olanlar cehenneme sevkolunacaklardır.
36. Bu mübarek âyetler, kâfirlerin yaptıkları malî harcamaların bir kötü maksada dayanmakta olduğunu, bundan dolayı daha sonra yürek acısı duyacaklarını ve mağlûp olacaklarını ve nihayet Hak Teâlâ Hazretlerinin temiz olanlar ile temiz olmayanları ayırt ederek temiz olmayanları cehenneme sevk edeceğini beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Muhakkak o kimseler ki) İslâm dinine karşı cephe alarak (kâfir olmuşlardır.) İmândan mahrum bulunmuşlardır. Onlar (mallarını. Allah Teâlâ’nın yolundan) İslâm dininden insanları ayırmak için (men etmek için infak ederler.) Nitekim Bedir Savaşı sırasında müslümanların aleyhine olarak mallarını sarfetmişlerdi. (Artık)o kâfirler (onu) o mallarını (yine) tamamen (harcayacaklardır.) Nitekim sonra Uhud savaşı sırasında birçok mallarını müslümanların aleyhine olarak sarf etmişlerdi. Fakat bu harcamalarından dolayı bir fâide mi göreceklerdi?. Ne gezer. (Sonra) bu harcamaları maksatlarına yardım etmemiş olacağı için (onların üzerine yürek acısı olacaktır.) pişmanlıklarına, üzüntü ve kederlerine sebebiyet vermiş bulunacaktır. Daha (sonra da mağlûp olacaklardır.) Nihayet fetih ve zafer müslümanlar tarafında görülecektir. Nitekim de görülmüştür. Bununla beraber o düşmanlar bu mağlubiyetle kalmayacaklardır. (Ve kâfir olanlar) küfür üzere devam edip hayatı terk edenler (cehenneme sevkolunacaklardır.) öyle ebedî bir ziyana, cezaya mâruz kalacaklardır.
37. Tâki, Allah Teâlâ pisi temizden ayırt etsin. Ve pis olanın bazısını bazısı üzerine kılıp hepsini toplasın. Artık onu cehenneme koysun. İşte ziyana uğramış olanlar, ancak onlardır.
37. Evet!. Cenâb-ı Hak, öyle küfrlerinde israr edip duran inkârcıları daha sonra cehenneme de sevk edecektir. (Tâki, Allah Habisi) pis ruhlu olan kâfirleri (temizden) temiz bir ruha, inanca sahip olan müminlerden (ayırt etsin) aralarındaki fark ortaya çıksın (ve pis olanın) kâfir bulunan şahısların (bazısını bazısı üzerine) ekleyip, ilâve (kılıp hepsini toplasın) büyük bir ateş kütlesi meydana gelsin. (Artık onu) o kütlenin tamamını (cehenneme koysun) hepsi birden azap çekip dursunlar. (İşte ziyâna uğramış) eliboş ve ziyâna uğramış (olanlar, ancak onlardır.) öyle birden ateşe sevk edilecek olanlar, o pis ruhlu kâfirlerden ibarettir. Çünki onlar, mallarını ve canlarını böyle ebedî bir ziyana mâruz bırakmış kimselerdir.
§ Rivayete göre bu âyetler, Bedir savaşı sırasında kâfir ordusuna mallarını sarfetmiş olan oniki Kureyş müşriki hakkında nâzilolmuştur. Ebu Cehil, Utbe, Şeybe bunlardandır. İşte bütün bunlar daha sonra mağlûp olmuş, pişmanlığa düşmüşlerdir. İçlerinden bazıları daha sonra İslâm şerefine nail olarak ebedî azaptan kurtulmuştur. Küfür üzere ölüp gidenler de ebedî olarak cehennem azabına aday bulunmuşlardır. Ne fena bir âkibet!.
38. Kâfir olanlara de ki: Son verirlerse geçmişteki günahları onlara bağışlanır. Ve eğer yîne geri dönerlerse, artık şüphe yok ki, evvelkilerin sünneti geçmiştir.
38. Bu mübarek âyetler, inkârlarında israr etmeyip ilâhî dinî kabul edecek olanların af olunacaklarını, küfrlerinde israr edip duranların da bir ilâhî âdet gereği olarak mahv olacaklarını ve yıkılıp gideceklerini ihtar etmektedir. Ve dini yüceltmek için müslümanların cihad ile mükellef olduklarını ve onların bütün hareketlerini Cenâb-ı Hak’kın kemâliyle görüp bildiğini ve dinden yüz çevirenlere karşı mü’minlere Hak Teâlâ’nın yardım edeceğini beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Resûlüm!. (Kâfir olanlara) Sana karşı düşmanlık gösterip savaşa cür’et edenlere (de ki:) eğer onlar, İslâmiyet’i kabul edip düşmanlıklarına (son verirlerse geçmişteki) kâfirlik zamanındaki (günahları onlara bağışlanır) o günahlardan dolayı Allah katında sorumlu olmaz ve azaba uğramazlar (ve eğer yine geri dönerlerse) yine savaşa başlar, düşmanlık gösterirlerse (artık şüphe yok ki, evvelkilerin) vaktiyle Peygamberlerine karşı cephe alan dinsizlerin hakkında Allah Teâlâ’nın (sünneti) ilâhî âdeti (geçmiştir) bu ilâhî âdet, Cenab’ı Hak’kın Peygamberlerine, velilerine yardım edip din düşmanlarını mahv ve cezalandırmaktır. Binaenaleyh Allah Teâlâ vaktiyle din düşmanlarını mahv ve perişan ettiği gibi Son Peygamber Hazretlerine karşı cephe alan müşrikleri de mahvedecektir. Bu ilâhî adetin tecellisine kimse mâni olamaz.Nitekim Rasûlü Ekrem Hazretleri bütün düşmanlarına galip olmuş Mekke’i Mükeremeyi fethederek oradaki düşmanlarını cezalandırmıştır.
39. Ve onlar ile bir fitne kalmayıncaya ve din tamamiyle Allah için oluncaya kadar cihatda bulunun. Bunun üzerine küfrlerine son verirlerse şüphe yok ki, Allah Teâlâ yapacak oldukları şeyleri tamamiyle görücüdür.
39. (Ve onlar ile) Öyle İslâm dinin düşmanlariyle (bir fitne kalmayıncaya) kadar, yani: Küfr ve şirk yok oluncaya, İslâmiyet’i kabul edenleri saptırıp İslâmiyet’ten döndürmeğe çalışanlar bertaraf edilinceye kadar (ve dîn tamamiyle Allah için oluncaya) bâtıl dinler yok olup, müntesipleri mağlûp ve helâk olup gidinceye (kadar cihatda bulunun.) İlâhî dini müdafaaya,korumaya çalışınız. (bunun üzerine) Böyle onlar ile cihat neticesinde o düşmanlar (küfrlerine) dinsizliklerine, İslâmiyet’e saldırmalarına (son verirlerse) Cenâb-ı Hak, onların geçmiş günahlarını af eder. (şüphe yok ki. Allah Teâlâ) onların (yapacak olduktan şeyleri tamamiyle görücüdür.) hak dini kabul edip ne gibi güzel amellerde bulunacaklarını Cenâb-ı Hak, tamamen görüp bilici olduğu için onlara ona göre mükâfatlar ihsan buyurur.
§ Tarihen sabittir ki; İslâm’ın başlangıcında birçok müslümanları, müşrikler çeşit çeşit hileler ile, kötü kötü telkinler ile fitneye düşürmeğe, dinden çevirmeğe çalışıyorlardı. Bu yüzden bir kısım müslümanlar, Rasûlullah’ın emriyle Habeşistan’a çıkıp gitmişlerdi. Sonra Medine’i Münevvere ahalisi Akabe beyatini yaparak müslümanlığı kabul edince de Mekke’de müşrikler, Mekke’deki müslümanları İslâmiyetten ayırmaya çalışıp durmuşlardı. Bu şekilde müslümanların arasına bir fitne, bir ihtilâf düşürmek istemişlerdi. Binaenaleyh Yüce Peygamber Hazretleri kâfirler ile cihada memur olmuştur ki, İslâm milleti o gibifitnelerden emin bulunsunlar.
40. Ve eğer yüz çevirirlerse artık biliniz ki. Allah Teâlâ muhakkak sizin sahibinizdir. O ne güzel sahip ve ne güzel yardımcıdır.
40. (Ve eğer) O dinsizler, İslâmiyet’i kabulden .(yüz çevirirlerse) inkârlarında israr eder, müslümanlara karşı düşmanlıklarına son vermezlerse (artık) Ey müslümanlar!. Siz (biliniz ki. Allah Teâlâ muhakkak sizin sahibinizdir) sizin yardımcınızdır ve işlerinizin yöneticisidir, size yardım eder, sizi düşmanlarınıza galip kılar. Siz Allah Teâlâya tevekkül ve güvende bulunun, düşmanlarınızın düşmanlığından korkmayın, (o) kerem sahibi mabut (ne güzel sahiptir) işlerini üzerine aldığı kimseyi zâyetmez. (ve ne güzel yardımcıdır.) Kendisine yardım ettiği kimse mağlûp olmaz. Binaenaleyh ey ehli İslâm erleri!. Düşmanlarınıza karşı dininize sarılın, Cenâb-ı Hak’tan imdat bekleyin, din düşmanlarının hilelerine, tuzaklama kıymet vererek aldanmayınız. Allah Teâlâ Hazretleri sizi korur, başarıya kavuşturur.
41. Ve biliniz ki, muhakkak herhangi birşeyden edindiğiniz ganimet malının beşte biri mutlaka Allah Teâlâ içindir. Ve Peygamber içindir ve akrabalarla, yetimler, fakirler ve yolcu içindir. Eğer siz Allah Teâlâ’ya ve furkan gününde, o iki cemiyetin karşılaştığı günde kulumuza indirmiş olduğumuza imân etmiş iseniz. Ve Allah Teâlâ herşeye tam mânâsıyla kadirdir.
41. Bu âyet-i kerime cihad neticesinde müslümanların elde edecekleri ganimet mallarına ait şer’î hükmü ve bu hükme riâyetin dinin gereği buunduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey Müslümanlar!.. (Ve) şu şer’î hükmü de (biliniz ki, muhakkâk) düşman olan kâfirlerden savaş neticesinde (herhangi şeyden) isterse az olsun elde (edindiğiniz ganimet malının beşte biri mutlâkaAllah içindir) yani: Onun rızası içindir. Cenab’ı Hak’ka öyle bir maldan hisse ayırımı yapılamaz, onun ilâhî zatı buna muhtaç değildir. Bunun böyle zikredilmesi bir saygı ve bereket ümidi içindir. Fakat âlimlerden “Ebul Aliye”ye göre Cenâb-ı Hak adına da bir hisse ayırarak bu, Kâbe’i Muazzama’ya sarfedilir, (Ve) o malın beşte biri, beş kısma ayrılır ki, bunlardan biri (Peygamber içindir) bu kısım Rasûlullah’a verilir, o da bununla muhterem ehli beytinin ihtiyaçlarını temin eder. Kalanını da müslümanların ihtiyaçlarına sarfeyler. (ve) kalan dört kısmı da (akrabalar ile) yani: Rasûlü Ekrem’in akrabaları olan Beni Haşim, Beni Muttalip ile müslüman (yetimler ve fakirler ve yolcu) olanlar (içindir.) Bu beşte bir hissenin üç kısmı hazineye konularak fakir olan yetimlere ihtiyacını tamamen görmeğe kâdir olamayıp miskin adını alan yoksullara, ve nafakasını temin edemeyen müslüman yolculara sarfedilir. (Eğer siz,) Ey müslümanlar!. (Allah Teâlâ’ya) İmân etmiş iseniz (ve furkan gününde) yani: Hak ile bâtılın arasını ayırmaya vesile olan Bedir savaşında (o iki cemiyetin) müslümanlar ile müşriklerin (karşılaştığı) savaş için birbirine karşı cephe aldıkları (günde) yani Bedir harbi zamanında (kulumuza) Hz. Muhammed Aleyhisselâm’a (indirmiş olduğumuza) ona nâzil olan âyetlere, ona yardıma gelen meleklere, ona ihsan ettiğimiz zafere (imân etmiş iseniz) artık biliniz, kabul ediniz ki elde edilen ganimet mallarının beşte biri, şu açıklanan zatlara aittir. Onu kendilerine teslim ediniz. Kalan beşte dördü de bu ganimetleri elde eden mücahitlere mahsustur. Yani: Cihat niyetiyle harp sahasına atılmış bulunan İslâm erlerine aittir, onlara dağıtılır. İsterse içlerinden bir takımı fiilen harbe katılmamış olsunlar. (Ve Allah Teâlâ herşeye tam mânâsıyla kadirdir.) Az bir kuvveti, çok bir kuvvete galip kılabilir, nitekim, sizi de Bedir Savaşında büyük bir kuvvete galip kılmıştı.Artık o Yüce Yaratıcının emirlerine, şer’î hükümlerine hakkiyle riayetten ayrılmayınız. Bu ganimet malları hakkındaki ilâhî hükme de tamamiyle itaatkâr bulununuz.
§ İmam-ı Âzam’a göre Rasûlü ekrem Efendimizin ahirete irtihaliyle kendisine ve Haşim oğulları ile Muttalip oğullarına ait olan hisseler düşmüştür. Ancak Haşim oğulları ile Muttalip oğullarının fakirleri var ise onlara da diğer fakirler gibi bu ganimet hissesinden yardım edilir. İmam Şafîi’ye göre peygamberin vefatından sonra Rasûlü Ekrem’e ait hisse, müslümanların ihtiyaçlarına meselâ harp araçlarının teminine sarfedilir. Haşim oğulları ile Muttalip oğulları yine hisselerini alabilirler. Kalan üç hisse de hazineye konularak fakir yetimlere, yoksullara ve yolculara sarfedilir.
42. O vakit ki, siz yakın vâdide idiniz, onlar ise uzak vâdide idiler. Kervan ise sizden aşağıda idi. Eğer birbirinizle vâdeleşe idiniz, elbette vâde mahallinde ihtilâfa düşerdiniz. Ve lâkin Allah Teâlâ yapılmış olan bir emri yerine getirmek için böyle yaptı tâki, helâk olan kimse, apaçık bir delilden helâk olsun ve diri kalan da âşikâr bir delilden diri kalmış olsun ve şüphe yok ki. Allah Teâlâ tam mânâsıyla işiticidir, tamamıyle bilicidir.
42. Bu âyeti kerime, Bedir Savaşı esnasında görünen ilâhî delili ve ümmet-i muhammed hakkında tecelli eden ilâhî lütufları beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey Eshab-ı kiram!. Ey ümmeti Muhammed!. Hatırlayınız (O vakit ki) O Bedir Savaşı sırasındaki (siz) Medine’i Münevvereye (yakın) bir (vâdide idiniz. Onlar) o düşmanlarınız olan Kureyş müşrikleri (ise) Medine’i Münevvere’den (uzak) bir (vâdîde idiler.) Mekke’i Mükerreme’ye, su kaynağına yakın bulunuyorlardı. Şam’dan dönüp gelen, düşmanlara ait bulunan (kervan ise sizden aşağıda idi.) Sizin mevkinizden uzakta bulunuyordu. Bedir mevkiinden üç mil kadaruzakta bulunan bir sahilde idi. (eğer biri birinizle vâdeleşe idiniz) eğer muharebe için sizinle düşmanlarınız birbirinize söz vermiş olsa idiniz (elbette vade mahallinde ihtilâfa düşerdiniz) siz ey müslümanlar!. Düşmanların daha müsait bir mevkide bulunduklarını anlayarak aranızda ihtilâf yüz gösterirdi, onlardan korkardınız, zaferden ümitsizliğe düşerdiniz. (Ve lâkin Allah Teâlâ yapılmış olan) ilmi ezelisinde kararlaşmış bulunan (bir emri) müslümanların muzaffer, kâfirlerin ezilmiş olmasını (yerine getirmek için) böyle yaptı. Müslümanlar ile düşmanlarını öyle bir yerde topladı, onları savaşa düşürdü. (Tâki helâk olan kimse) gözleriyle görüp anlayacağı (apaçık bir delikten) öyle bir delili gördükten sonra (helâk olsun) kendi küfrünü açık bir delil ile gördükten sonra gebersin, (ve diri kalan da) müslüman kuvveti de (âşikâr bir delilden) öyle açık bir alâmeti gördükten sonra (diri kalmış olsun) çünkü düşman kuvvetleri pek fazla idi ve pek elverişli bir sahada bulunuyorlardı. Müslümanlar ise az bir kuvvete sahip idiler, savaş durumları müsait değildi. Bu hâle göre galibiyete kavuşmaları umulmazdı. Halbuki bu vaziyete rağmen müslümanlar galip gelmişlerdir. Bu galibiyeti Rasûlü Ekrem Hazretleri de daha evvel eshab-ı kiramına haber vermişti. İşte bu galibiyet, bir harikadır, Allah’ın kudretine bir delildir. Peygamberimizin bu haberi de büyük bir mucize mahiyetindedir. Artık bu açık delilleri, hüccetleri müslümanlar da, onların düşmanları da görmüşlerdir. Bu pek açık kudret delillerini kâfirler göre göre helâk olup gitmişlerdir, haklarında ilâhî delil tamam olmuştur, biz hak ve hakikaten haberdar olamadık, bizi aydınlatıp uyaracak bir hâdise karşısında kalmadık derneğe selâhiyetleri kalmamıştır. (Ve şüphe yok ki. Allah Teâlâ) müminlerin tasdiklerni, ve nail olacakları mükâfatları, kâfirlerin de kâfirce lâkırdılarını ve uğrayacakları azapları (tam mânâsıyla işiticidir, tamamiyle bilicidir.) Hiçbirşey o Yüce yaratıcıya karşı gizli kalamaz, buna inanmışızdır…
43. O vakit ki. Allah Teâlâ onları sana rüyanda az gösteriyordu. Ve eğer onları sana çok göstermiş olsaydı elbette korkacak idiniz ve cihad işinde ihtilâfa düşerdiniz. Ve lâkin Allah Teâlâ selâmete erdirdi. Şüphe yok ki, o, göğüslerin içinde olanı hakkıyla bilicidir.
43. Bu mübarek âyetlerde Bedir Savaşı sırasında müslümanlar hakkında Allah’ın yardımının gelmesi için iki taraftaki kuvvetlerin birbirine bir harika olarak birer az miktarda gösterilmiş olduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Resûlüm!. Hatırla (O vakti ki) o Bedir Savaşı zamanını ki (Allah Teâlâ onları) o düşmanları (sana rüyanda az gösteriyordu.) tâki, bunu eshabına haber veresin, onların cihad için kararlı ve cesur olmalarına vesile olsun. (Ve eğer onları) o düşmanları Cenab’ı Hak (sana çok göstermiş olsa idi elbette korkacak idiniz) savaşa cesaret edemiyecek idiniz. (Ve cihad işinde ihtilâfa düşerdiniz) aranıza ayrılık düşerdi, harpte sebat edip etmemek hususunda görüşleriniz başka başka olurdu, (ve lâkin Allah Teâlâ selâmete erdirdi) sizi korkudan, ihtilâftan kurtarmak suretiyle selâmet nimetine nail buyurdu. (Şüphe yok ki, o) hikmet sahibi yaratıcı (göğüslerin içinde olanı hakkiyle bilicidir) Herkesin kalbinde olanı tamamen bilicidir. Harp sahasında cesaret, sabır ve sebat gösterecek olanlar ile korkacak, feryad ve figanda bulunacak olanları da tamamiye bilir. Bundan dolayıdır ki, sana rüya âleminde düşman kuvvetlerini hikmetine binden az göstermiştir.
44. Ve hani karşıkarşıya geldiğiniz zaman onları size gözlerinizde pek az gösteriyordu ve sizleri de onların gözlerinde azaltıyordu. Tâki, Allah Teâlâ yapılmış olan bir emri yerine getirsin. Ve bütün işler Allah Teâlâ’ya döndürülür.
44. (Ve) Ey mü’minler!. Ey Bedir mücahitler!!,(hani) O düşmanlar ile (karşı karşıya geldiğiniz zaman) Allah Teâlâ (onları size gözlerinizde pek az gösteriyordu) Rasûlü Ekrem’in rüyasında gördüğü vaziyet, düşman kuvvetlerinin azlığı, böyle uyanıklık halinde de görünüp duruyordu. Bu hâl, Yüce Resûlün rüyasını destekliyor, eshab-ı kiramın kuvvetini, direncinı artırıyordu. (Ve) Ey İslâm erleri!. (Sizleri de onların) o düşmanlarınızın (gözlerinde azaltıyordu) tâki, korkup kaçmasınlar, savaşa atılsınlar, (tâki. Allah Teâlâ yapılmış olan bir emri) bir ilâhî takdirini ilâhî ilminde sabit olan İslâm kelimesini yüceltisn, ehli İslâm’i zafere kavuşturmak hükmünü (yerine getirsin) varlık sahasına çıkarsın. (Ve) malumdur ki (bütün işler Allah Teâlâ’ya döndürülür.) bütün kâinatta dilediği gibi tasarrufta bulunur. Onun emrini reddedecek, hükmüne mâni olacak bir kuvvet yoktur. O bir hikmet sahibi Yaratıcıdır, kadirdir. Bu savaştaki olaylar da onun hikmet ve kudretinin gereğidir. Artık bütün kâinatın merci’i olan o Yüce Yaratıcının hükümlerine, emirlerine riayet etmelidir, hakikî geleceği temine çalışmalıdır. Bütün insanlık için en mühim vazife bundan ibarettir. Ve başarı Allah’tandır…
45. Ey imân edenler! Bir taife ile karşılaştığınız zaman artık sebat ediniz ve Allah Teâlâ’yı zikrediniz. Tâki kurtuluş bulasınız.
45. Bu mübarek âyetler, müslümanlara en lâzım olan bir dinî vazifeyi tebliğ etmektedir. Onlara kuvvet ve güçlerinin devamı için lâzım gelen sabır ve sebatı; birlikte hareketi, ihtilâftan sakınmayı emir ve tavsiye buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ey imân edenler!.) Ey İslâm şerefine sahip olanlar!. (Bir) kâfir (taife ile) cemaat ile harp için (karşılaştığınız) savaşa başladığınız (zaman artık) Cenâb-ı Hak’ka sığınarak savaşınızda (sebat ediniz) bu sebatın sonu zaferdir, galibiyettir. Nitekim Bedir Savaşında bu hâl görülmüştür, (ve AllahTeâlâ’yı) da kalplerinizle, lisanlarınızla (zikrediniz) kerem sahibi mâbudunuzu zikrederek ilâhî yardımını temenniden geri durmayınız, (tâki kurtuluş bulasınız) muradınıza eresiniz, fetih ve zafere nail olasınız. Çünki sabr ve sebat, Cenâb-ı Hak’ki devamlı anmak, maddî ve mânevî en büyük bir başarı vesilesidir. Artık buna riayet etmemek, Allah’ı anmaktan gafil bulunmak, asla uygun olamaz.
46. Ve Allah Teâlâ’ya ve Resulüne itaat edin ve ihtilâfta bulunmayın, sonra devletiniz gidiverir ve sabrediniz. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ sabr edenler ile beraberdir.
46. (Ve) Ey mü’minler (Allah Teâlâ’ya ve resulüne) her hususta (itaat ediniz) böyle cihad hususunda olduğu gibi diğer hususlarda da bütün emirlerine, yasaklarına uyunuz. Bunlara aykırı hareketlerden kaçınınız. (Ve ihtilâfta bulunmayın) Bedir ve Uhud Savaşları sırasında olduğu gibi muhtelif görüşlerde bulunarak birbirinizle mücadeleye, çekişmeye kalkışmayın. (Sonra) o ihtilâf ve çekişme neticesinde zayıf düşersiniz; birlikçe hareketten mahrum kalırsınız. (Devletiniz gidiverir) kuvvetiniz, hâkimiyetiniz elden çıkar muhitinizde başarı, zafer ve galibiyet rüzgârları esmez olur. Nitekim Uhud Savaşında müslümanların arasında ortaya çıkan bir münakaşa onların geçici olarak zaferden mahrum olmalarına sebep olmuştur. Binaenaleyh müslümanlar, daima birlikte hareket ederek Cenab’ı Hak’tan kendilerine zafer vesilesi olacak rüzgârların ortaya çıkmasını temenni etmelidir. Nitekim bir hadis-i şerifte “Ben sabah rüzgâriyle zafere nail oldum, âd kavmi ise Debûr rüzgârıyla helâk olmuştur” diye buyurulmuştur. Evet… Bazen savaş alanında esmeğe başlayan rüzgârlar, iki taraftan birinin yenilgisine sebebiyet verebilir. Artık Ey Müslümanlar!. Birlikte harekette bulununuz (ve sabrediniz) düşmanlar ilemücadele hususunda ve diğer bir kısım hayatî sıkıntılar hususunda sabırlı olunuz düşmandan korkup dağılmayınız, birbirinizle mücadelede, münakaşada bulunup durmayınız. (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ) Zafer ve başarı vermek hususunda (sabr edenlerle beraberdir.) yani hak yolunda sabr ve sebat edenler, nifak ve ayrılıktan kaçınanlar ilâhî zafere, maddî ve mânevî muvaffakiyetlere nail olacaklardır.
§ Rasûlü Ekrem Efendimizin bir hadisi şerifi şu mealdedir: “Ey insanlar!. Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyiniz ve Allah Teâlâ’dan afiyet temennisinde bulununuz. Düşmanlar ile karşılaştığınız zaman da sabr ediniz ve biliniz ki, Cennet muhakkak kılıçların gölgesi altındadır.” Yani: Dinî yüceltemek için yapılacak bir cihadın neticesi ebedî saadetlere kavuşmaktır. Bu âyeti kerime, bütün müslümanlar için en fâideli bir hareket düştüm mahiyetindedir. Çünki bu mübarek âyet gösteriyor ki: Bir millet, zafere, başarı ve kurtuluşa ermesi için dindar olmalıdır. Allah Teâlâ’nın ve Resûlünün emirlerine, hükümlerine riayet etmelidir. Cenab’ı Hak’ki zikrederek uyanık bir ruha mâlik bulunmalıdır. Ve din düşmanlariyle karşılaşacağı zaman da Allah Teâlâdan yardım dileyerek sabr ve sebattan ayrılmamalıdır. Ve kedi aralarında bir takım dünyevî gayelerden, şahsî menfaatlerden dolayı ayrılıklar, ihtilaflar yüz göstermemelidir. Aralarındaki vahdeti, din kardeşliğini, müşterek menfaatleri unutmamalıdır. Aksi surette hareket edildiği ve bir takım ihtiraslar yüzünden ihtilâflara düşüldüğü takdirde ise milletin bütün umumi hayatı, yardımdan mahrum, âciz ve meskenete düşmüş, başka milletlerin tehakkümü altında perişan olarak mahvolur gider. Nitekim dünya tarihi, buna dair pek çok fecî misaller kaydetmiş bulunmaktadır. Artık bunlardan ibret almalıdır.
47. Ve o kimseler gibi olmayınız ki,yurtlarından çalım satarak ve insanlara gösteriş yaparak ve Allah yolundan men ederek çıktılar. Allah Teâlâ ise ne yaptıklarını tamamiyle kuşatıcıdır.
47. Bu mübarek âyetler, müslümanların cihada ve diğer hayırlı işlere gösterişten uzak olarak tam bir ihlas ile başlamlarım emir ve tavsiye etmektedir. Ve kendilerini aldatmak isteyecek olan şeytan tabiatlı kimselerin sözlerine iltifat etmemelerine, düşmanların kahredilmeleri ile müslümanların zafer nimetine nail olacaklarına işaret buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve) Ey Müslümanlar!. Siz (o kimseler) o müşrikler (gibi olmayınız ki) Bedir Savaşı esnasında Şam’dan dönen kafilelerini kurtarmak için (yurtlarından çalım satarak) bir övünme ve gurura tutulmuş olarak (ve insanlara gösteriş yaparak) kendilerini kahraman, fedâkâr gösterip övgü kazanmak isteyerek (ve) insanları (Allah yolundan) İslâm dinine girmekten (men ederek çıktılar) hareketleri makul, faziletkârane bir halde bulunmuyordu. Artık müslümanların öyle kötülüğe yönelik, yok olmayı gerektiren hareketlerde bulunmaları nasıl uygun olabilir?. (Allah Teâlâ ise) onların (ne yaptıklarını tamamiyle kuşatıcıdır.) hepsini de tamamiyle bilmektedir. Binaenaleyh her insan bu hakikatı gözönüne almalıdır, mükâfatı gerektiren hareketlerde bulunmalıdır, cezayı gerektiren hareketlerden kaçınmalıdır.
§ Rivayete göre: Bedir Savaşı sırasında Mekke’de bulunan İslâm düşmanı müşrikler: Şam’dan gelen ticaret kervanını müslümanların tecavüzünden kurtarmak maksadiyle Mekke’den çıkmış “Cuhfe” denilen mevkie gelmişlerdi. Kervanın selâmet üzere olduğunu haber aldıkları halde yine geri dönmediler. Ebu Cehil ile yardımcıları Bedir mevkiine kadar gitmekte israr ettiler. Oraya gidip övünürcesine bir vaziyet almaya, gösteriş için ziyafetler vermeğe, içki İçerek şiirler söylemeğe, cariyeleri oynatıp zevk yapmaya,İnsanların İslâmiyet’i kabûlüne mâni olmaya karar verdiler. Fakat Cenâb-ı Hak onların bu emellerini tersine çevirdi, onları mağlûp etti, matemler içinde bıraktı. İşte gayri meşrû, kâfirce isteklerin neticesi bundan başka değildir. Artık müslümanlar için o kâfirler gibi hareketlerde bulunmak ebette câiz değildir ve hiçbir şekilde uygun olamaz. Binaenaleyh bu âyet-i kerime, müslümanlara böyle hareketleri yasaklamış ve bundan men’etmiştir.
§ Betar: Öğünmek, iftihar etmek, tekebbürde bulunmak, bir işi gösteriş için yapmak demektir. Bir malı sırf insanlara gösteriş için harcamak bir betardır. Bir malı harcamak ve bir ibâdet ve itâatte bulunmak, Allah rızası için olunca: Şükr mahiyetinde bulunmuş olur.
48. Ve o vakit ki, şeytan onlara amellerini bezemiş ve demişti ki: Bugün nâstan size galip olacak yoktur. Ve ben de şüphe yok ki, sizi himaye ediciyim. Vaktaki, iki ordu karşı karşıya görünmeğe başladı. Arkasına dönüverdi. Ve dedi ki: Şüphesiz ki, ben sizden uzağım, ben muhakkak ki, sizin görmediklerinizi gördüm. Şüphe yok ki, ben Allah’tan korkarım. Allah’ın azabı ise pek şiddetlidir.
48. Ve ey müminler!. Allah Teâlâ’nın size olan nimetlerini hatırlayınız. (O vakit ki, şeytan) yani lânetli İblis, Benî Kinane kabilesi eşrâfından ve şairlerinden olan “Sürâka Bini Mâlik” adındaki şahsın şekline bürünerek (onlara) o müslümanlar ile savaşta bulunmak isteyen Mekke müşriklerine, onların kötü olan (amellerini bezemiş). O müşrikleri müslümanlar ile savaşta bulunmak için teşvik ve cesaratlendirmede bulunmuştu. (Ve) o lânetli şeytan, o müşrikleri gurura düşürmek için onlara (demişti ki: Bugün insanlardan size galip olacak yoktur.) Siz pek kuvvetli bulunuyorsunuz. (Ve ben de şüphe yok ki, sizi koruyucuyum) bende size yardımcıyım. Sizi aranızda düşmanlık bulunan Benî Kinanekabilesinden de korurum. Çünki ben onların reisi bulunmaktayım. İşte şeytan o müşrikleri böyle kandırıp harbe teşvik etmiş bulunuyordu. (Vaktaki iki ordu) müslümanlar ile müşrikler (karşı karşıya görünmeğe) birbirine karşı cephe almaya (başladı) müslümanlara meleklerin imdada geldiğini lânetli iblis görüverdi, hemen korkarak (arkasına dönüverdi) müşriklerin artık zafer kazanamayacaklarını anladı, kaçmaya yüz tuttu (ve dedi ki: Şüphesiz ki, ben sizden uzağım) ben artık sizinle teşriki mesai edemem. ‘(ben muhakkak ki, sizin görmediğinizi gördüm.) İslâm ordusuna nasıl bir kuvvetin katıldığını gördüm. (Şüphe yok ki, ben Allah’tan korkarım) müşrikler ile beraber benim başıma da bir belânın bir ilâhî kahrın geleceğinden korkarım. (Allah’ın azabı ise pek şiddetlidir.) ona muhalefet edip küfre düşenler, elbette ki, pek şiddetli bir azaba uğrayacaklardır. Artık kimdir ki, bu ilâhî azâbı düşünüp korkusundan titremesin?. İşte şeytan tabiatlı insanlar da birgün gözlerinin önünde Cenâb-ı Hak’kın kudret ve azametini, düşmanlarını kahrı, cezalandırması görülünce böyle pişmanlığa düşüp firar edeceklerdir. Fakat artık yakalarını Allah’ın kahrından kurtaramıyacaklardır.
§ Allah’ın azabı ise pek şiddetlidir. Denilmesi, ya şeytanın itirafı ifadeleri cümlesindendir. Veya bu ayrıca bağımsız bir cümledir.
49. O zaman münâfıklar ve kalplerînde hastalık bulunanlar diyordu ki: Onları dinleri aldatmıştır. Halbuki, herkim Allah Teâlâ’ya tevekkül ederse artık şüphe yok ki. Allah Teâlâ galiptir, hikmet sahibidir.
49. Bu mübarek âyetler, münafıkların ve bir takım ruhen hasta kimselerin müslümanlar hakkındaki yanlış telâkkilerini kınıyor ve teşhir ediyor. İslâmiyet’i kabul etmeyip de küfr ve nifak üzere ölecek kimselerin de ne kadar fecî, şaşılacak bir şekilde ölüp felâketlereuğrayacaklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (O zaman) müslümanlar harp için Bedir sahasına yürüdükleri vakit Medine’i Münevvere’de bulunan (münâfıklar ve) Mekke’i Mükerreme’de bulunup vaktiyle İslâmiyet’i kabul ettiklerini lisânen söylemiş oldukları halde kalben kuşku ve şüphe içinde kalmış, samimî bir şekilde müslüman bulunmamış bir takım (kalplerinde hastalık bulunanlar diyordu ki: Onları) o erleri (dinleri aldatmıştır.) onlara galip olacaklarına dair bir kanaat vermiştir. Yoksa öyle az bir kuvvet oldukları halde büyük bir kuvvete karşı nasıl savaşa cesaret edebilirlerdi?. Müslümanların adedi görünüşte üçyüz küsur erden ibaret olduğu halde düşmanlarının kuvveti bin erden ziyade idi. (halbuki) bu cahiller, yanlış düşünüyorlardı. Galibiyet mutlaka sayının çokluğuna bağlı değildir. (Her kim Allah Teâlâ’ya tevekkül eder) onun mukaddes dinine hizmet için harp meydanına atılır (sa artık) Allah Teâlâ ona yardım eder ve başarılı kılar, (şüphe yok ki; Allah Teâlâ galiptir) Kudreti herşeye galiytir. Az bir kuvveti dilerse pek büyük bir kuvvete galip kılabilir. Ve o Yüce Yaratıcı (hâkimdir.) ilâhî iradesi hikmetin gereğine göre tecelli eder. Binaenaleyh o münafıkların ve benzerlerinin düşünceleri, sözleri pek mânasızdır!.
50. Ve görecek olsan, o zaman ki, melekler, kafir olanların canlarını alırlar, yüzlerine ve arkalarına vururlar ve yangının azabını tadın derler.
50. (Ve) Ey Yüce Peygamberim!, veya ey kendisine hitap edilebilen herhangi bir insan!. Eğer (görecek olsan, o zaman ki, melekler, kâfir olanların canlarını alırlar) ölecekleri vakit ruhlarını alarak kendilerini dünya hayatından mahrum bırakırlar. Ve onların (yüzlerine ve akalarına) onların ileri gelen, geri kalan her azasına demir çomaklar ile (vururlar ve) onlara (yangının) cehennem ateşinin (azabını tadın-derler-) artık şüphe yok ki, ne fecî, nekadar tasvirî imkânsız bir musibet görülmüş olur.
51. Bu işte ellerinizin takdim ettiği şey yüzündendir. Ve şüphe yok ki. Allah Teâlâ kulları için zulümeder değildir.
51. Ey kâfirler!. Ey münâfıklar. (Bu) Sizi yakalayacak olan öldürülme, dövülme, ateşin azap yok mu, (işte) bütün bunlar sizin dünyada iken (ellerinizin takdim ettiği şey) küfr ve isyan (yüzündendir) siz o küfr ve isyanı işlemiş olduğunuzdan dolayı bu felâketlere mâruz kaldınız, bütün bunlar kendi amellerinizin neticesidir. (Ve şüphe yok ki. Allah Teâlâ kulları için zulmeder değildir.) Küfr ve isyan erbabının yakalanacakları azaplar, felâketler bütün kendi kötü hareketlerinin gereğidir. Artık insanlar bu akibeti düşünüp daha dünyadalarken durumlarını ıslah etmelidirler ki, Allah’ın azabından kurtularak ilâhî lütuflara hak kazanmış olsunlar.
52. Bunların hâli Firavun’un kavmi ile onlardan evvelkilerin âdeti gibidir ki. Allah Teâlâ’nın âyetlerini inkâr ettiler. Allah Teâlâ da bunları günahları sebebiyle yakaladı. Şüphe yok ki. Allah Teâlâ kuvvet sahibidir; azabı pek şiddetlidir.
52. Bu mübarek âyetler, peygamber zamanındaki müşrikler ile Firavun’a tâbi olanların ve daha evvelki kâfirlerin aynı âdetlerde bulunduklarını ve bu yüzden Allah’ın kahrına uğradıklarını bildirmektedir. Ve bir kavmin makbul olan ahlâk ve tavırlarını değiştirmedikçe nail oldukları nimetlerden mahrum kalmayacağını ihtar etmektedir. Ve Cenâb-ı Hak’kın her şeyi hakkiyle bilen, güç yetiren ve azabının şiddetli olduğunu beyan ile insanları uyanmaya davet buyurmaktadır. Şöyle ki: (-Bunların hâli-) yani: Bedir Savaşında müslümanlara karşı cephe alan müşriklerin âdeti (Firavun’un kavmi ile onlardan evvelkilerin) Nuh, Âd kavmi gibi eski miletlerin (âdeti gibidir ki) bunlar da o eskimilletler gibi (Allah Teâlâ’nın âyetlerini inkâr ettiler) gördükleri mucizelere, hârikalara rağmen yine Peygamberleri tasdik etmediler. Artık (Allah Teâlâ da bunları) bu müşrikleri (günahları) küfr ve isyanları, Yüce Peygambere muhalefetleri (sebebiyle yakaladı) eski kâfir kavimleri sulara boğduğu ve diğer felâketlere uğrattığı gibi bu müşrikleri de, öldürülmek ile, esaret ile cezalandırdı. (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ kuvvet sahibidir) din düşmanlarını mahv edip cezalandırmaya kudreti fazlasıyla yeterlidir. Ve Yüce Yaratıcının (azabı pek şiddetlidir.) Bu dinsizleri dünyada cezaya uğrattığı gibi bunların hakkındaki uhrevî azapları daha şiddetli olacaktır.
53. Bu da, şüphe yok ki. Allah Teâlâ bir kavme ihsan etmiş olduğu bir nimeti değiştirici değildir, onlar kendi nefislerinde olanı değiştirinceye değin. Ve şüphe yok ki. Allah Teâlâ hakkıyla işiticidir, tamamiyle bilicidir.
53. (Bu da) Bütün bu kâfirlerin böyle ilâhî azaba yakalanmaları da kendi kötü hareketlerinin bir neticesidir. Yoksa (şüphe yok ki. Allah Teâlâ bir kavme ihsan etmiş olduğu bir nimeti) azap ve felâkete dönüştürmek suretiyle (değiştirici değildir.) o nimeti onların ellerinden almaz (onlar kendi nefislerinde olanı) kendi yaratılış kabiliyetleri, sahip oldukları akıl ve zekâyı, imâna, ibadet ve itaata olan kudretlerini, kendi kötü düşüncelerile, fena hareketlerile (değiştirinceye değin) Fakat onlar öyle kendi nefislerinde olanı değiştirdiler mi?. Küfr ve nifaklarını yaymaya, dine karşı hürmetsizliklerini açıklamaya cür’et gösterdiler mi, Cenâb-ı Hak’da onları yakalar, lâik oldukları azaplara kavuşturur. (Ve şüphe yok ki. Allah Teâlâ hakkiyle işiticidir) kullarının bütün sözlerini, iddialarını işitir ve o hikmet sahibi Yaratıcı (tamamiyle bilicidir.) herkesin bütün fiillerini ve hareketlerini hakkiyle bilir. Herbirini lâik olduğu mükâfata veya cezayakavuşturur. Nimetlerini devam ettirir, veya yok eder. Binaenaleyh insanlar, Allah Teâlâ’nın nimetlerine karşı şükran vazifesini yerine getirmeye çalışmalıdırlar, diyanet ve ibadet ve itaat dairesinden çıkmalıdırlar ki, o nimetlerden daha sonra mahrum kalmasınlar. Bunların üstündeki uhrevî nimetlere de aday bulunsunlar.
54. Firavun’un kavminin ve onlardan evvelkilerin âdeti gibi ki, Rablerinin âyetlerini yalanladılar. Artık onları günahları sebebiyle helâk ettik. Ve Firavun’un kavmini boğduk. Ve hepsi de zalimler olmuşlardı.
54. Bu mübarek âyetler de peygamber zamanındaki müşrikler ile aynı âdette olan eski kâfirlerin nasıl helâk olduklarını izah ediyor. Ve en fazla şerli hayvanların, küfrlerinde israr edip duran dinsizlerden ibaret olduğunu beyan buyuruyor. Şöyle ki: Evet… Rasûlü Ekrem’in peygamberliğini tasdik etmeyen kâfirlerin âdeti, (Firavn’un kavminin ve onlardan evvelkilerin âdeti gibi) dir ki, hepsi de (Rablerinin âyetlerini) O Yüce Yaratıcının varlığına, birliğine, lûtf ve ihsânına şahitlik eden delilleri inkâr, Peygamberlerin doğruluğunu isbat eden mucizeleri (tekzib ettiler) böyle küfr ve azgınlıkta israr edip durdular. (Artık onları) o kâfirleri o büyük (günahları) inkâr ve yalanlamaları (sebebiyle helâk ettik) bazıları deprem ile, bazıları yerlerin batmasiyle, bazıları başlarına yağdırılan taşlar ile, bazıları rüzgârlar ile, Kureyş müşrikleri de İslâm kahramanlarının kılıçlarıyle mahv-ı perişan oldular. (Ve Firavn’un kavmini) de kendisiyle beraber (boğduk) öyle büyük bir helâke uğrattık. (ve hepsi de) Gerek o evvelki kavimler olsun, ve gerek Kureyş kâfirlerinden olup müslümanların elleriyle öldürülen ve cezalandırılan şahıslar olsun (zalimler olmuşlardı.) nefislerine küfr ve isyan ile zulmetmiş oldukları gibi başkalarına da saptırmak ye bozmak suretiyle zulmederbulunmuşlardı. Böyle bir zulmün cezası da işte dünyada böyle bir helâkten ibarettir. Ahiretteki cezaları ise elbette bunun çok üstündedir.
55. Şüphe yok ki, yeryüzünde yürüyen canlıların Allah Teâlâ katında en şerlisi, o kimselerdir ki, kâfir olmuşlardır. Artık onlar imân etmezler…
55. (Şüphe yok ki,) Bu helâk olan şahıslar, kavimler, en şerli ve umum hakkında en zararlı kimselerdi. Çünki onlar kâfir bulunuyorlardı, (yeryüzünde yürüyen canlıların) hayvanların, hayat sahibi kimselerin (Allah katında) Cenâb-ı Hak’kın hükm ve kazası hususunda (en şerlisi ise o kimselerdir ki, kâfir olmuşlardır.) Küfrlerinde israr edip durmuşlardır, yeminlerini bozmuş, halkı saptırmaya Çalışmış şahıslardır. Bir halde ki, (artık onlar imân etmezler.) onların imân edecekleri beklenilemez. İşte o helâk olan kavimler, şahıslar da hep böyle imân etme kabiliyetinden mahrum kalmış oldukları için öyle bir mahvü helâke mâruz kalmışlardır.
56. Onlar ki, kendileriyle antlaşma yapmış idin, sonra her defasında ahilerini bozarlar ve onlar hiç çekinmezler.
56. Bu mübarek âyetler Rasûlü Ekrem ile yapmış oldukları antlaşma hükümlerine müşriklerin uymadıklarını bildirmektedir. Artık savaşlarda onlara galip gelince haklarında şiddetli muamele yapılmasını emir etmektedir, tâki, arkalarındaki cemiyetler için bir vesilei ibret olsun. Ve antlaşma hükümlerine hiyanet edecekleri anlaşılan düşmanlar ile de, kendilerine evvelce haber vermek üzere antlaşmayı bozmanın lüzumunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Yüce Resûlüm!. (Onlar ki) O Kureyze Yahudileri ki, (kendileriyle antlaşma yapmış idin) onlar bu anılaşmaya riayet etmediler, (sonra) tekerrür eden antlaşmaların (her defasında) onlar (ahilerini bozarlar) verdikleri sözlerde durmazlar.Antlaşma gereğine aykırı harekette bulunurlar. (Ve onlar hiç çekinmezler.) böyle ahda; muhalefetin nekadar cezayı, ilâhî azabı gerektirir olacağını düşünüp korkmazlar. Nitekim Kureyze Yahudileri, müslümanların aleyhinde hareket etmeyeceklerine dair söz vermişlerdi. Halbuki, bu sözlerinde durmadılar, Mekke’i Mükerreme müşriklerine silâh vermek suretiyle yardım ettiler. Sonra yine bir sözleşme yapılmış idi, buna da riayet etmediler, Hendek Savaşında yine müşriklerin lehine hareket ettiler.
57. İmdi her ne zaman savaşta onları kesin bir şekilde yakalar isen onlar ile arkalarındaki kimseleri ansızın korkut. Umulur ki, ibret alırlar.
57. (İmdi) Onların halleri böyle olunca artık Yüce Resûlüm!, (her ne zaman savaşta onları) o antlaşmalarını bozanları (kat’î surette yakalar isen) onları elde eder, üzerlerine zafer kazanır isen (onlar ile) olan mahv etmek ve cezalandırmak suretiyle (arkalarındaki kimseleri) Arap yarımadasında Yemen’de bulunan ve müslümanlar aleyhinde hareketleri düşünülebilen gayri müslimleri de (ansızın korkut) onlara da dehşet saç (umulur ki) onlar, o savaşçı müşrikler hakkındaki yapacağınız şiddetli cezalandırma muamelesinden (ibret alırlar) da İslâm dairesine can atarlar, müslümanlara karşı cephe almaya cesaret edemez olurlar.
§ Sekf; Süratle tutmak, yakalamak, zafere ulaşmak demektir.
§ Teşrîd: Dağıtmak, ıstırap ile olan ayırmak ve ceza vermek demektir ki burada savaşan bir kuvvet hakkında geride kalan kuvvetler ile aralarını ayıracak bir muamelede bulunmaktan ibarettir.
58. Ve eğer bir kavmin hiyanet edeceğinden kesin olarak korkar isen ahdlerini kendilerine açıkça aynı şekilde at. Şüphe yok ki, AllahTeâlâ hain olanları sevmez.
58. (Ve) Yüce Resûlüm!, (eğer) Kendileriyle antlaşma yapmış olduğun (bir kavmin) sözlerinde (hiyanet edeceğinden kesin olarak korkar isen) bir takım yüz gösteren alâmetlerden dolayı buna kanaat getirirsen nitekim Kureyze ve Nazir kabilelerinin müslümanlara karşı böyle bir durumda bulundukları anlaşılmışdı. Artık (ahdlerini kendilerine açıkça aynı şekilde at) aranızdaki sözleşmenin bozulduğunu kendilerine açıkça haber ver, bunun böyle hükmü kalmadığına her iki taraf da eşit şekilde haberdar tâki, arada bir hiyanet töhmeti bulunmasın. (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ) anlaşmalarım bozmak hususunda ve diğer muamelelerde (hain olanları sevmez) binaenaleyh sözleşme hükümlerine riayet etmelidir. Bu hükümlere riayet etmediği anlaşılan hasma karşı da anlaşmayı kaldırmaya lüzum görülünce bunu o hasım tarafına evvelce bildirmelidir. Tâki: Düşman ahdin başkası zannında b-uunarak lâzım gelen tedâriki terk etmesin. Bu ahdin kaldırılmasını düşmana evvelce haber vermemek, düşmana karşı bir hiyanet demektir. Hiyanet ise İslâm ahlâkına aykırıdır. Adalete muhaliftir. Meğer ki, düşmanın antlaşmayı bozduğu her bakımdan ortaya çıksın. O halde kendilerine antlaşmanın karşılıklı olarak bozulduğuna dair bir haber vermeğe gerek kalmaz.
59. Ve o kâfirler asla zannetmesinler ki, ilerleyip kurtulmuşlardır. Şüphe yok ki, onlar âciz bırakamayacaklardır.
59. (Ve) Müslümanlara karşı düşmanlıkta, savaşa cesarette bulunmuş oldukları halde henüz belâlarını bulmamış olan (o) bir takım (kâfirler asla zannetmesinler ki ilerleyip kurtulmuşlardır.) Bedir Savaşında öldürülmekten, esaretten kurtulmuşlardır. Hayır, bu bir muvakkat kurtuluştur. (Şüphe yok ki, onlar) Allah Teâlâyı hâşâ (âcizbırakamayacaklardır.) Onlar yine bir gün lâyık oldukları mağlûbiyete, cezalara uğrayacaklardır.
§ Bu âyeti kerime Rasûlü Ekrem için teselli edici olmuştur. Çünki bir takım müşrikler, Bedir Savaşında ve diğer yerlerde kaçıp kurtulmuş, hak ettikleri cezaya henüz çarpılmamışlardı. Bu âyeti kerime ise onların ergeç mağlûp, azaba çarpılacaklarını, kendilerinden intikam alınacağını haber vermiş bulunuyor. Nitekim daha sonra öyle de olmuştur.
60. Ve onlara karşı gücünüzün yettiği her kuvvetten ve bağlı atlardan hazırlayınız. Bununla Allah Teâlâ’nın düşmanını ve sizin düşmanınızı ve onlardan başkalarını ki bunları siz bilmezsiniz, Allah Teâlâ bilir korkutursunuz. Ve her neyi ki, Allah yolunda harcarsanız size tamamen ödenir ve siz asla zulüme uğratılmazsınız.
60. (Ve) Ey müslümanlar!. Ey İslâm diyarının sahipleri, savunuculan (onlara karşı) o din, vatan düşmanlariyle savaşta bulunabilmeniz için, fedakârlık ediniz, (gücünüzün yettiği her kuvvetten) her türlü harp vasıtalarından (ve bağlı atlardan) saldırıyı sağlayacak, düşmanı dehşete düşürecek nakil vasıtalarından (hazırlayınız) bu hususta kusur göstermeyiniz. Çünki (bununla) bu kuvvet ile veya bu harp vasıtalariyle (Allah Teâlâ’nın düşmanını ve sizin düşmanınızı) korkutmuş olursunuz ki, bunlar vaktiyle Mekke’i Mükerreme’deki müşrikler ile diğer İslâmiyet düşmanlarından ibarettir. (Ve onlardan başkalarını) da korkutmuş olursunuz ki, bunlarda münâfıklardan, İslâmiyet’e karşı gizlice düşmanlıkta bulunan dinsizlerden veya Yahudi’ler ile Mecusi’lerden ibarettir. Evet… Ey müslümanlar!. Aleyhinizde bulunan bir takım kimseler de vardır (ki, bunları siz bilmezsiniz) çünki onlar etrafınızda bulunurlar, size dost görünürler, kalplerindeki düşmanlığı gizlemiş olurlar. Fakat bunları (Allah Teâlâ bilir) sizherhalde kendinize düşen vazifeyi yapınız, lâzım gelen kuvvetleri hazırlayınız, bununla o açık ve gizli düşmanlarınızı (korkutursunuz) da artık size karşı cephe almaya cesaret edemezler, İslâm yurduna saldırmaya kalkışamazlar. Size karşı dost görünmeğe çalışırlar, bir kısmı da cizye vererek itaatkâr bir vaziyet almış olur. Hatta bu sayede bir kısmının İslâmiyet’i kabul etmesi de düşünülebilir. Ve bu gibi vâsıtaların mevcudiyeti İslâm yurdunun kuvvetini, ziynetini, medeniyet hayatındaki ilerlemesini dost ve yabancılara göstermiş bulunur. Binaenaleyh bir ilerleme dinî, bir yücelme ve fazilet dini olan İslâmiyet, müntesiplerine böyle maddî ve mânevî mühim vâsıtaların hazır edilmesini emretmektedir. Müslümanlıkta boş durmak, medenî vasıtalardan mahrum olmak, düşmanlara karşı miskince bir vaziyete düşmek kesinlikle yasaktır. Kur’an’ı Kerim’in nasıl ebedî bir mucize olduğuna bakmalıdır ki, bu âyeti kerime’nin inişi zamanında en malûm, en gerekli silâh, kılıçtan, kamadan ibaret bulunuyordu. Bu âyeti kerime de ise bunları hazırlayın diye emir olunmuyor, bilâkis “gücünüzün yettiği kadar kuvvet hazırlayınız” diye emir olunuyor. Kuvvet tabiri ise bugünkü bütün harp vasıtalarına şamildir. Meselâ: Topları tüf ekleri, uçakları, otomobilleri, zırhlıları, tanklan, atomları ve diğerlerini de kapsamaktadır. İşte bu da bir Kur’ânî harikadır ki, bu müslümanlara gelecekte ortaya çıkacak her türlü harp vasıtalarının hazırlanmasını emretmiş, böyle vâsıtaların vücude geleceğine işarette bulunmuştur. Binaenaleyh müslümanlara düşen vazife de bu hususta her türlü fedakârlıklarda bulunmaktır. (Ve) Ey müslümanlar!, (her neyi ki. Allah yolunda infak ederseniz) yurdunuzun savunulması ve korunması için bu gibi harp vasıtalarını hazırlamaya nekadar çalışır, yardımda bulunursanız mutlak biliniz ki (size) karşılığı (tamamen ödenir) bunun maddî ve mânevîmükâfatını elbette görürsünüz. (ve siz asla zulme uğratılmazsınız) yaptığınız harcama boş yere zâyolup gitmez sizler de zarara uğramış bulunmazsınız. Güzel niyete bağlı olan hizmetinizin elbette sevabını, mükâfatını görürsünüz. Artık ey müslümanlar!. Hak yolunda yapılacak yardımların, hizmetlerin ne kadar mühim, mutluluk verici olduğu belli olmuş oluyor. Cenâb-ı Hak, hepimizi bu gibi güzel vazifeleri yerine getirmeğe muvaffak buyursun, âmin…
.61. Ve eğer onlar sulha meylederlerse sen de ona meylet ve Allah Teâlâ’ya tevekkül kıl. Şüphe yok ki, herşeyi hakkıyla işitici ve tamamiyle bilici olan ancak o’dur.
61. Bu mübarek âyetler, harîsa meyleden düşmanlar ile Hak’ka tevekkül edilerek barış yapılmasının câiz olduğunu bildirmektedir. Ehli İslâm’ın kendilerine karşı hilekârlıkla bulunacak düşmanlarından kurtulup Allah’ın korumasına nail olacaklarını müjdelemektedir. Ve Cenâb-ı Hak’kın dilediği takdirde iki düşmanın kalplerini birleştirerek düşmanlıklarını muhabbet ve dostluğa çevireceğini beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Resûlüm!. İslâm varlığını müdafaa için lâzım gelen vasıtaları hazırla (ve) eğer (onlar) o düşmanlar İslâmiyetin bu kuvvetini, savaşa olan kabiliyetini görür de korkar, (harîsa meylederlerse sen de ona) harîsa (meylet) onlar ile barış anlaşmasında bulun (ve Allah Teâlâ’ya tevekkül et) işlerini Hak Teâlâya bırak, onların görünüşte sulha meyledip kalben hile ve tuzağa meyilli olduklarını düşünerek korkma. (Şüphe yok ki, herşeyi) o düşmanların da kendi aralarında gizlice neler söylediklerini (hakkiyle işitici ve) onların neler düşündüklerini ve neler gizlediklerini de (tamamiyle bilici olan ancak o’dur.) o Yüce Yaratıcıdır. Onların hakkında lâyık oldukları ilâhî hüküm ne ise herhalde ortaya çıkar.
§ İbni Abbas Hazretlerine ve Mücahide görebu âyeti kerimenin hükmü “imân etmeyenler ile savaşın” “artık müşrikleri her nerede bulursanız öldürünüz” meâlindeki âyetler ile nesh olunmuştur. Fakat diğer zatlara göre nesh olunmamıştır. Belki bu barış emri, durdurulmuştur, müslümanların başkasının takdirine bağlıdır. Eğer barış müslümanların menfaatlerine uygun görülürse muvakkat bir zaman için, meselâ: On sene müddetle barış yönüne gidilir, aksi takdirde savaşa devam edilir. Zahir ve menfaate uygun olan da budur.
§ Mücahit’e göre bu âyeti kerime, Kureyze ve Nadir kabileleri ile barış hakkında nâzil olmuştur. Fakat bunların hakkında gelmiş olması, bunun zahirî üzerine umuma uygulanmasına mâni değildir. Nitekim bir âyetin muayyen bir sebepten dolayı nâzil olmuş olması, onun hükmünün umumiy etine mâni olmaz.
62. Ve eğer sana hile yapmak isterlerse şüphe yok ki, sana Allah Teâlâ yeter. O, O zattır ki, seni yardımıyla ve müminler ile desteklemiştir.
62. (Ve) Resûlüm!, (eğer) kâfirler barışı gösterip savaşı yok etmek suretiyle (sana hile yapmak) daha fazla kuvvet edinerek tekrar hücum etmek maksadıyle bir hilede bulunmak (istelerse) bundan endişeye düşme, Cenâb-ı Hak bunu bilir. Artık (şüphe yok ki, sana Allah Teâlâ kâfidir.) seni onların şerrinden korur. (O) Yüce Yaratıcı (O zattır ki, seni) hayatın boyunca (yardımıyla) vasıtasız veya bir harika olarak melekleriyle (ve müminler ile) ensar-ı kiram ile (desteklemiştir.) binaenaleyh senin hakkında hilekârlıkta bulunmak isteyecek düşmanlarına karşı da seni destekler, başarıya ulaştırır. Artık o düşmanlardan korkmaya mahal yoktur.
63. Ve onların kalplerinin arasını telif etti ki, eğer yerde bulunanın tamamını sarfedecek olsa idin onların kalpleri arasını birleştiremezdin. Ve lâkin Allah Teâlâ onların arasını birleştirdi. Şüphe yok ki, o galiptir,hikmet sahibidir.
63. Evet… Cenâb-ı Hak, bir ilâhî âdeti bir hikmeti gereği olarak Yüce Resûlünü müminler ile de desteklemiştir. Şöyle ki: Birçok kabileler arasında ve özellikle Eve ve Hazrec kabilesi arasında öteden beri pek büyük bir düşmanlık var idi. Bir derecede ki, biri diğerine bir tokat vuracak olsa bir cahilce teassup yüzünden kabileleri arasında bir savaş meydana gelirdi. Sonra Cenab’ı Hak onları İslâmiyet’e nail kıldı, aralarındaki düşmanlık, muhabbete çevrilmiş oldu. Aralarında bir din kardeşliği meydana geldi, İşte bu hadiseye işaret için buyuruluyor ki: (Ve) Cenâb-ı Hak (onların) sana yardım eden müminlerin (kalplerinin arasını birleştirdi) karşılıklı düşmanlık yerine muhabbet ve dostluk geçti. Öyle (ki eğer yerde bulunanın tamamnı) bütün dünya mallarını (sarf edecek olsa idin) düşmanlıklarını gideremezdin, (onların kalpleri arasına sevgi düşüremezdin.) Onların birbirine düşmanlıkları böyle bir son derecede ziyade idi. (Velâkin Allah Teâlâ) yüce kudretiyle (onların arasını birleştirdi) kalplerindeki bütün düşmanlık duygularını gidererek kendilerine karşılıklı muhabbet ve yardımlaşma ihsan buyurdu. Bu da bir peygamber mucizesi mahiyetinde bulunmuştu ki, onun teşrif iyle bu kavimler arasındaki müthiş düşmanlık yok olmuştu. Artık Cenab’ı Hak dilerse diğer kabilelerin, milletlerin de müslümanlara karşı olan düşmanlıklarını, husumetlerini; kötü maksatlarını yok eder. Binaenaleyh uygun görüldüğü takdirde onlar ile barış, antlaşma yapmaktan endişe etmeğe mahal yoktur. Herhalde Cenab’ı Hak’ka tevekkül etmeli, işleri ona bırakmalıdır. (Şüphe yok ki, o) Yüce Yaratıcı (azizdir) iradesi herşeye galiptir. Ona hiç bir şey muhalefet edemez. Ve o kerem sahibi ilâh (hakîmdir) hiç bir şey onun hikmet dairesinden çıkamaz. Artık vâki olacak herhangi bir harp veya sulh da o Yüce Yaratıcının kudret ve hikmetinin bir gereğidir.
64. Ey o Peygamber! Sana ve sana tâbi olan mü’minlere Allah Teâlâ kâfidir.
64. Bu mübarek âyetler, Cenab’ı Hak’kın mü’minlere her hususta yardım ve zafer ihsan buyurmaya kâdir ve yeterli olduğunu bildirmektedir. Ve cihad sahasında yirmi İslâm mücahidinin galip olmaları için sabr ve sebat ederek iki yüz düşmana karşı durmalarını emretmektedir. Bununla beraber müslümanlar hakkında kolaylaştırmak üzere yüz İslâm ermin ikiyüz düşmana ve bin İslâm mücahidinin iki bin düşmana galip olmaları için sabr ve sebat ile memur olduklarını beyan buyurmaktaır. Şöyle ki: (Ey Peygamber) Ey Son Peygamber olan Hz. Muhammed!, (sana ve sana tâbi olan mü’minlere) ensar-ı kirama (Allah Teâlâ) her hususta (kâfidir) yalnız düşmanların hile ve tuzak kurmaları halinde değil, herhangi bir takdirde, herhangi bir vaziyette sana ve senin ümmetine yardım eder. Onun kudret ve büyüklüğü sizi korumaya, yüceltmeye fazlasıyla kâfidir. Buna inanmışızdır.
§ Diğer bir yoruma göre bu âyeti kerime: “Ey Yüce Peygamber!. Sana Cenâb-ı Hak ile müminler yeterlidir.” Meâlindedir. Rivayete göre Bedir Savaşı sırasında henüz savaşa başlamadan nâzil olmuştur.
65. Ey Peygamber! Mü’minleri cihada teşvik et. Eğer sizden sabredici yirmi kişi olsa iki yüze galip olurlar. Ve eğer sizden yüz kişi olsa, kâfir olanlardan bine galip gelirler. Çünki onlar şüphe yok ki, hakkı anlamaz bir kavimdirler.
65. (Ey Peygamber!.) Ey Son Peygamber!. Allah Teâlâ size kâfidir. Fakat sizin vazifeniz, Allah yolunda cihad etmektir, dinî yüceltemeye hizmettir, siz bu yolda malınızı, canınızı feda etmek isterseniz Cenâb-ı Hak’ta size yardım eder. Binaenaleyh (mü’minleri cihada teşvik et) Allah yolunda fedakârlıkta bulunsunlar, (eğer sizden sabr edici yirmi kişi olsa) bu sabr ve sebat neticesinde düşmanlardan (iki yüze galip olurlar ve) Ey müslümanlar!, (eğersizden yüz kişi olsa) sabr ve sebat edince (kâfir olanlardan bine) bin savaşçı düşmana (galip gelirler.) Bu Kur’ânî açıklamalardaki haberler, emir mahiyetindedir. O halde buyurulmuş oluyor ki: Ey müslüman erleri!. Siz yirmi kişi olduğunuz takdirde iki yüz kadar düşmana karşı sabr ve sebattan ayrılmayınız. Ve siz yüz kişi olduğunuz vakit de bin kadar düşmana karşı sabr ve sebatta bulununuz. Tâki, bunun neticesinde zafere nail olasınız. (Çünki onlar) o düşmanlarınız (şüphe yok ki, hakkı anlamaz bir kavimdirler.) onlar, Allah Teâlâ’ya ve ahiret gününe inanmış, Allah rızası için harbe atılmış, sevaba ermek, azaptan kurtulmak gayesini tâkibetmiş kimseler değildirler. Onlar cahilce bir hamiyet ve teassup etkisiyle savaşa atılırlar. Binaenaleyh temiz inanca sahip olan Hak rızası için savaşa atılan siz müslümanlar; elbette sabr ve sebat edince galibiyete nail olursunuz. “İslâm’ın başlangıcında” Peygamber Efendimizin düşmanlara karşı gönderdiği seriyeler = suvâri bölükleri yirmiden noksan, yüzden fazla bulunmazdı. Bundan dolayıdır ki, bu âyeti kerime de bu iki adet zikredilmiştir.
66. Şimdi Allah Teâlâ sizden yükü hafifleştirdi ve bilmiştir ki, siz de muhakkak bir zaaf var. İmdi sizden sabredici yüz kişi bulunursa iki yüze galip olurlar. Ve eğer sizden bin kişi bulunursa iki bine galip gelirler. Allah Teâlâ’nın izniyle. Ve Allah Teâlâ sabredenler ile beraberdir.
66. Ey müslümanlar!. (Şimdi Allah Teâlâ sizden -yükü- hafifleştirdi) size lûtf ve iyilikte bulundu, size kolaylıklar gösterdi. Öyle sizin kat kat üstünüzde olan düşmanlara karşı herhalde direnmekle sizi mükellef kılmadı, (ve) hikmet sahibi Yaratıcı (bilmiştir ki, siz de muhakkak bir zaaf var) Vücudunuz gayri mütehammil yani Cenâb-ı Hak’kın ezelden beri bilmiş olduğu bu zaafınız, şimdi fiilen meydana gelmek suretiyle de Allah’ın malûmubulunmuştur. (İmdi) bu zaafınızdan dolayı (sizden sabr edici yüz kişi bulunursa) Cenâb-ı Hak’kın yardımıyla (ikiyüze galip olurlar) yani: Galip oluncaya kadar sabr etsinler. (Ve eğer sizden bin kişi bulunursa) sabretsinler (iki bine galip gelirler) şimdi müslümanlar, bununla mükelleftirler. Onların bu zafer ve galibiyete kavuşmaları ise ancak (Allah teâlâ’nın izniyle), o Kerem Sahibi Yaratıcının iradesiyle, müslümanlara gösterdiği kolaylık ve teshîll ile tecelli eder. (Ve Allah Teâlâ sabredenler ile beraberdir.) yani: Onlara yardım eder, onları fetih ve zafere kavuşturur. Nitekim nice az kuvvetler o sayede birçok kuvvetlere galip gelebilmişlerdir. Elverir, Allah’ın desteğine nail olsunlar.
§ Bu âyeti kerimenin nüzul sebebi olmak üzere rivayet olunuyor ki: Muhâcirin-i kiram, vatanlarını terk etmiş, gurbet diyarında yaşamağa başlamışlardı. Bu zatlar diyorlardı ki: Biz yurdumuzdan çıktık, evlât ve mallarımızdan ayrıldık, düşmalarımız ise kendi yurtlarında herşeleri yanlarında olarak yaşıyorlar. Ensar-ı kiram da diyorlardı ki: Biz düşmanlarımızla meşgul olmaya başladık. Kardeşlerimizi unutuverdik, onlara yardım edemez hâle geldik. Kısaca müslümanlar kendilerini böyle zayıf düşmüş gibi görüyorlardı. Bununla beraber bir taraftan da müslümanların sayısı artıyordu, artık İslâmiyeti müdafaa için daha fazla erler bulunmaya başlamıştı, İşte bu gibi hikmet ve menfaata binaen Cenab’ı Hak müslümanlara kolaylık ihsan buyurdu, bu âyeti kerimesiyle müslümanların yükünü hafifleştirmiş oldu.
§ Bu mübarek âyetlerde ehli imânın zafer ve galibiyete kavuşmalarına vesile olan sebeplere işaret buyurulmuştur. Şöyle ki: Mü’minler, güzel bir inanca nail buundukları için onlar Allah’ın korumasına aday bulunmuşlardır. Kâfirler ise Allah’ın dinihususunda cahillerdir, onlara göre sevinç ve saadet ancak bu dünya hayatından ibarettir. Binaenaleyh onlar bu dünya hayatına dört elle sarılırlar. Allah yolunda çalışarak hayatlarını feda etmek asla istemezler. Fakat müslümanlar, ebedî bir âlemin varlığına inanırlar, hakikî saadetin o âlemde görüleceğine inanmaktadırlar. Artık o ebedî saadete kavuşmak için hak yolunda savaştan geri durmazlar, bilâkis kuvvetli bir kalb ile, sağlam bir irade ile cihada atılırlar. Böyle bir çalışmanın neticesi de elbette fetih ve zaferdir. Sonra kâfirler yalnız maddî kuvvetlerine, güçlerine güvenirler. Müslümanlar ise Cenâb-ı Hak’ka sığınırlar, ona duada, yalvarıp yakarmada bulunurlar. Artık yardıma, zafere bunlar daha lâyık olmuş olmazlar mı?. Sonra hakîki müminler, kalblerinde parlayan Allah’ı tanıma nûrlarından dolayı büyük bir kuvvete, bir yüceliğe sahiptirler. Bunlar bu ilâhî muhabbet etkisiyle canlarını Allah yolunda feda etmeği bir nimet telâkki ederler. Bu sebeple düşmanlarına karşı yiğitlik göstermekten geri durmak istemezler. Artık düşmanlarının cesaret edemiyecekleri kahramanlıklara tam bir metanetle cesaret ederler, kalplerindeki din nuru, yollarını aydınlatır, yüzlerinde parlayan yiğitlik parıltısı düşmanlarının gözlerini kör ederek yenilmelerine sebebiyet verir. Artık umum müslümanlar için lâzımdır ki, bu gibi yüce özelliklerden ayrılmasınlar, daima birlik olsunlar, daima sabr ve sebatta bulunsunlar, daima Allah Teâlâya tevekkül ve itimat ederek dinî yüceltmeğe bir gaye bilsinler, şüphe yok ki, bunun neticesinde maddî ve mânevi nice fütûhata, nice nimetlere nail olurlar.
67. Hiçbir Peygamber için yerde tamamen kuvvetlenmedikçe esirler edinmesi uygun değildir. Siz dünya menfaatini istersiniz. Allah Teâlâ ise âhireti istemektedir. Ve Allah Teâlâgüçlüdür, hikmet sahibidir.
67. Bu mübarek âyetler, din düşmanlarını tamamen cezalandırmanın lüzumunu bildiriyor, eğer bir ilâhî hüküm geçmemiş olsa idi esirlerden fidye alanların büyük bir cezaya uğrayacaklarını ihtar buyuruyor. Ve daha sonra ganimet mallarından faydalanmaya müsaade buyurulmuş olduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Hiçbir Peygamber için) Yüce Peygamberlerden hiçbiri için (yerde tamamen kuvvetlenmedikçe) kâfirleri öldürmek ve helâk etmek suretiyle müslümanlar kuvvet ve güç sağlamış bulunmadıkça (esirler edinmesi) sonra onları birer fidye mukabilinde serbest bırakıp yine düşman kuvvetlerinin çoğalmasına sebebiyet verilmesi (uygun değildir.) Bu iyi, doğru bir hareket olmadığından buna meydan vermelidir. (Siz) Ey müminler!. Müşriklerden fidye almakla (dünya menfaatini isterseniz) öyle sebat ve devamı olmayan birşeyi arzuda bulunursunuz (Allah Teâlâ ise) sizin hakkınızda (âhireti istemektedir.) din düşmanlarını kahr ve perişan ederek dininize yardım ile uhrevî sevaplara nail olmanızı diler. (Ve Allah Teâlâ güçlüdür.) O herşeye kadirdir, galiptir, onun hakkında asla acz ve mağlûbiyet düşünülemez. Ve o (hikmet) sahibidir ondan meydana gelen her fiil, son derece doğrudur, hikmet ve menfaata dayanmaktadır.
§ İshan: Bir hastalığın bir şahısa ağırlık verip onu hareket edemez bir hâle getirmesi, zayıf ve güçsüz düşürmesi demektir. Burada öldürmek ve telef etmek mânâsınadır. Sehanet de katılık ve sertlik demektir.
68. Eğer Allah Teâlâ’dan bir yazı geçmiş olmasa idi, almış olduğunuz şey hususunda size elbette pek büyük bir azap dokunurdu.
68. Ey esirlerden fidye alan müslümanlar!. (Eğer Allah Teâlâ’dan bir yazı geçmiş olmasaydı) yani: Eğer müslümanlar için ganimet malarının helâl olacağı veyaictihatlarında hata edecek kimselerin cezalandırılmayacaklar veya Bedir’de bulunan İslâm erlerinin azaba uğramayacakları vaktiyle levhı mahfuzda yazılmış bulunmasa idi (almış olduğunuz şey hususunda) esirlerden aldığınız fidye = bedelden dolayı (size elbette pek büyük bir azap dokunurdu.) Fakat o levhı mahfuzdaki sabit, af f miza ait ilâhî hüküm sayesinde bu azaptan kurtulmuş bulunuyorsunuz. “Rivayete göre Bedir savaşında Eshab-ı kiram, düşmanlardan yetmiş kişiyi esir etmişlerdi. Bunların içinde Peygamberimizin amcası Abbas ile Ebu Talib’in oğlu Ukayl de vardı. Bunlar daha sonra müslüman olmuşlardı. Bu esirlerin hakında ne muamele yapılması için müşavere yapıldı. Hz. Ebu Bekir, bunlar Rasûlullah’ın akrabasından kimselerdir, bunlardan fidye alınmakla yetinilmelidir, o fidye ile ordumuzu kuvvetlendirmiş oluruz, bunların daha sonra tövbe edip müslüman olmaları da düşünülebilir, diyerek görşünü bildirdi. Hz. Ömer de: Ya Rasûlüllah bunlar seni yalanladılar, seni yurdundan çıkardılar, bunlar kâfirlerin reisleri bulunuyorlar. Cenab’ı Hak seni onların fidyelerine ihtiyaçsız kımıştır. Onların boyunlarını vurdur, diye görüş bildirdi. Saad İbni Muaz gibi bir kısım zatlar da Hz. Ömer’in bu görüşüne iştirâk ettiler. Sonunda fidye alınması ciheti tercih edildi, buna karar verildi. Rivayete göre bu fidyenin miktarı, yüz kıyye altın imiş. Her kıyye ise kırk dirhem miktarında bulunuyormuş. Bunun kırk kıyyesi yalnız Hz. Abbas’tan alınmıştı. İşte bu fidyenin alınmasını müteakip bu âyeti kerime nâzil oldu, bunun alınmasının uygun olmadığı bildirildi. Bundan dolayı Rasûlü Ekrem Efendimiz çok üzülmüştü. Hatta deniliyor ki: Bu sırada Hz. Ömer, Rasûlü Ekrem Efendimizin makamına gitmiş o Yüce Peygamber ile Hz. Ebu Bekiri ağlar bir halde bulmuştu. Ya Rasûlüllah!. Ne için ağlıyorsunuz!. Diye sormuş, O Rasûlü Ekrem de: fidye alındığından dolayı eshabınhakıknda ağlıyorum, Hz. Peygamber’in makamına yakın bir ağacı işaret ederek “onların azabı bana bu ağaçtan daha yakın olarak arz edildi, eğer gökten bir azap inecek olsa idi Ömer ile Sad İbni Muaz’dan başkası kurtulamazdı” diye buyurmuştur.
§ Bu fidye alınması, bir içtihat mes’elesi bulunmuştu. Fidye alınması görüşünde bulunanlar, düşmanların kâfi derecede kuvvetten mahrum kaldıklarına kaani olmuşlardı. Rasûlü Ekrem de İslâm mücahitlerinin bu esirleri elde etmelerine evvelce bilgi sahibi bulunmamıştı. Artık bunlar harp sahasından çıkarılmış oldukalrı için herhalde öldürülmeleri icab etmiyordu, bu öldürme savaş haline mahsustur. Bir de sadece dünyevî ve şahsî bir menfaat için fidye alınması uygun değildir, yoksa İslâm ordusunun, İslâm yurdunun takviyesi için fidye alınması fâideden hâli görülmeyebilir. İşte bu gibi düşünceler sebebiyledir ki, eshabı kiramın bir kısmı fidye alınması görüşünde bulunmuşlardı. Böyle ictihada dayanan bir hata ise af edilmiştir. Binaenaleyh Cenâb-ı Hak bu görüşte bulunmuş olanları cezalandırmamıştır.
69. Artık ganimet olarak elde ettiğiniz şeyden helâl ve hoş olarak yeyin ve Allah Teâlâ’dan korkun. Şüphe yok ki. Allah Teâlâ çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.
69. (Artık) Ey müslümanlar!. Aldığınız fidyeler size bir ilâhî lûtuf olmak üzere helâl olmuştur. Onlar da ganimetlerden sayılmıştır. Binaenaleyh (ganimet olarak elde ettiğiniz şeyden) o fidyelerden (helâl ve hoş) güzel, temiz (olarak yeyin) istifade edin. (Ve Allah Teâlâ’dan korkun) günahlara cür’et etmeyin, onun emirlerine muhalefetten kaçınınız. (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ çok bağışlayıcıdır.) günahlarınızı affeder ve örter. Ve (çok esirgeyendir) kullarına merhameti pek fazladır. Bir ilâhî rahmetinin eseridir ki, aldığınızfidyeleri, ganimet mallarını size mübah kılmıştır.
§ Deniliyor ki: (88) inci âyeti kerimenin inmesi üzerine Rasûlü Ekrem Hazretleri eshabı kiramını fidyelerden ve ganimet mallarından istifade etmekten men buyurmuştu. Sonra işbu (89) uncu âyeti kerime nâzil olarak onlardan istifadenin cevazını beyan buyurmuştur.
70. Ey Peygamber! Ellerinizde esirlerden olan kimselere de ki: Eğer Allah Teâlâ sizin kalplerinizde bir hayır bilirse sizden alınmış olan şeyden daha hayırlısını size verir ve sizin için mağfiret buyurur. Ve Allah Teâlâ çok bağışlayandır, pek esirgeyendir.
70. Bu mübarek âyetler, kendilerinden fidye alınmış olan esirlerin sırf hayır olan imânı kabul edince nice fazla nimetlere, bağışlara nail olacaklarını kendilerine bildirmekte, onları imâna tevsik eylemektedir. Dinsizliklerinde israr edip İslâmiyet aleyhinde bulunmaya devam edenlerin de daha nice mağlûbiyetlere, felâketlere uğrayacaklarını kendilerine ihtar ile Rasûlü Ekrem’i teselli etmektedir. Şöyle ki: (Ey Peygamber!.) Bedir Savaşı neticesinde yakalanıp şimdi (ellerinizde esirlerden olan kimselere de ki:) onlardan alınan fidyelerden dolayı üzülmesinler, ümitsiz olmasınlar. (Eğer Allah Teâlâ sizin kalbinizde bir hayır bilirse) yani: Kalbinizde ihlaslı bir imân, bir iyi niyet meydana gelirse (sizden alınmış olan şeyden) fidyelerden (Daha hayırlısını size verir) Sizi dünyevî ve uhrevî nice nimetlere nail kılar, (ve sizin için) ahirette (mağfiret buyurur.) geçmiş günahlarınızı af eder ve örter. (Ve Allah Teâlâ çok bağışlayandır.) kullarının tövbelerini kabul ederek geçmiş günahlarını af eder ve (pek esirgeyendir.) kulları hakkında merhamet buyurarak onları nice nimetlere, mükâfatlara kavuşturur.
§ Bu gibi kutsal âyetler gösteriyor ki: İslâm dininin bütün gayesi, insanlığın imâna nail olması, o sayede selâmet ve mutluluğaermesidir. Müslümanlıkta savaşanları, fidyeleri almanın başlıca sebebi insanlığı İslâmiyet’ten haberdar ederek onları ebedî bir hayra, bir nimete kavuşturmaktır. Binaenaleyh bu yüce dinin mensupları, bütün insanlığın hayra kavuşmasını isterler, bu gaye uğrunda cihad meydanlarına atılırlar, onların bu hareketleri böyle yüce bir gayeye yöneliktir. Yoksa öyle dünyevî bir servete, fani bir varlığa kavuşmak için değildir, İşte Bedir Savaşı neticesinde bir kısım saveşçılar İslâm şerefine nail olmuş, verdikleri fidyelerin üstünde nice dünyevî nimetlere nail oldukları gibi âhiretleri de sağlanmıştır. Hz. Abbas ile kardeşi oğlu Hz. Ukayl bu cümledendir.
§ Bu âyeti kerime esir düşen Hz. Abbas ile arkadaşları hakkında nâzil olmuştur. Hz. Abbas’ın yanında bir hayli altın bulunuyordu, bunları Kureyş ordusuna sarf için yanına almıştı. Rasûlü Ekrem ona emir etti ki, kardeşin oğlu Ukayl’in ve Nevfel’in fidyelerini de sen ver. Hz. Abbas da dedi ki: Param yoktur, beni Mekke’de dilenci mi bırakacaksın?. Rasûlü Ekrem de buyurdu ki: Sefere çıkarken eşin “Ümmülfazr’ın yanına bırakmış olduğun altınlar ne oldu?. Bunun üzerine Hz. Abbas hayrette kaldı. Çünki o altınları eşine gizlice olarak geceleyin vermişti, “eğer ben ölürsem bunlar seninle oğullanmındır” demişti. Bundan hiçbir kimse haberdar olmamıştı. “Ya Rasûlüllah!. Bunu sana kim haber verdi?” diye sordu, Rasûlü Ekrem de “bunu bana Rab’bim haber verdi” diye buyurdu. Bunun üzerine Hz. Abbas: “artık benim hiç şüphem kalmadı, sen bir Yüce Peygambersin” diyerek imân etti, kardeşi oğullarını da imâna dâvet eyledi. İşte bu zat da verdiği fidyenin çok üstünde bir servete bilahara nail oldu. Ahirette de ilâhî affa “kavuşacaktır. Diğer İslâmiyet’i kabul eden zatlar hakkında da bu ilâhî lûtuf tecelli etmiştir.
71. Ve eğer sana hiyanet etmek isterlersemuhakkak ki, daha evvel Allah Teâlâ’ya hiyanet ettiler de mağlûp edilmelerine imkân verdi. Ve Allah Teâlâ bilendir, hikmet sahibidir.
71. (Ve) Ey Yüce Peygamber!, (eğer) o esirler (sana hiyanet etmek isterlerse) sözlerinde dumaz, hâinâne hareketlere cür’et gösterecek olurlarsa, ona üzülme, onlar sana bir zarar veremezler. (Muhakkak ki, daha evvel) Bedir Savaşından önce (Allah Teâlâ’ya da hiyanet ettiler) küfr ile, ahit ve yemini bozmakla hiyanete cür’et gösterdiler (de) Cenab’ı Hak, onların Bedir Savaşında müslümanlar tarafından (mağlûp edilmelerine imkân verdi.) kimi öldürüldü, kimi de esir alındı. Yine hâinliklerine devam ederlerse yine o gibi felâketlere uğrarlar. (Ve Allah Teâlâ çok iyi bilendir) onların dışlarını da içlerini de bilir, imanlarını da, küfrlerini de tamamiyle bilir ve (hikmet sahibidir) bütün ilâhî iradesi hikmet ve menfaate dayanmaktadır. Binaenaleyh onların haklarında da, hikmet gereğine göre ilâhî iradesi tecelli eder.
§ Kur’an’ın bu açıklamları, Rasûlü Ekrem hakkında bir müjdedir ki, ona karşı hiyanette bulunup duranlara elbette o Yüce Peygamber, galip gelecektir. Nitekim de galip gelmiştir.
§ Rivayet olunuyor ki: “İbnü Izzetil Cühemi” adındaki bir şahıs fakirliğinden, çoluk çocuk sahibi olduğundan bahsederek bir yardım almış ve Rasûlü Ekrem aleyhinde hiçbir kimseye yardım etmiyeceğine söz vermişti. Halbuki, daha sonra sözünde durmamış, hâinlikte bulunmuştu. Sonunda “Hemraül Esed” Savaşında yakalanarak esir edilmiş, özür beyan ederek af dilemşiti. Rasûlü Ekrem de: “Bir mü’min bir delikte iki defa ısırılmaz” diye buyurarak boynunu vurdurmuştu. İşte bu şahıs da hiyanetinin cezası olarak böyle bir âkibete uğramıştı.
72. O kimseler ki, imân ettiler ve hicrette bulundular ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihada atıldılar ve o kimseler ki, yerverdiler ve yardım ettiler, işte onlar birbirlerinin velileridirler. Ve o kimseler ki, imân ettiler de hicret etmediler. Hicret edinceye kadar onların mirâsından hiçbir şey size ait değildir. Ve eğer din hususunda yardımınızı isterlerse yardım etmek üzerinize icabeder. Ancak sizinle aralarında bir antlaşma bulunmuş olan bir kavim aleyhine değil. Ve Allah Teâlâ yapacaklarınızı tamamiyle görücüdür.
72. Bu âyeti kerime, Rasûlü Ekrem’in zamanındaki müslümanların dört kısma ayrılmış olduklarını göstermektedir. Şöyle ki: Bunların birinci kısmı, ilk muhacir olan zatlardır. Ikinci kısmı da Medine’i Münevvere ahalisinden olup ensar ünvanına sahip bulunan zatlardır. Üçüncüsü de Mekke’i Mükerreme’de kalıp hicrette bulunmayan zatlardır. Dördüncüsü de Rasûlü Ekrem ile hicret etmeyip daha sonra hicret etmiş olan zatlardır. İşte buyuruluyor ki: (O kimseler ki, imân ettiler) Hz. Muhammed’in yaymaya memur olduğu İslâm dinini kabul eylediler (ve) Mekke’i Mükerreme’den çıkıp (hicrette bulundular) Allah rızasını taleb, dinlerini korumak için yurtlarından ayrıldılar, (ve Allah yolunda mallariyle ve canlarıyla cihada atıldılar) fakir müslümanlara yardım edip İslâmiyet”! müdafaa için savaşlara iştirâk eylediler, işte bunlar “muhacirini evvelin = ilk muhacirler” ünvânını taşıyan en seçkin eshab-ı kiramdan ibarettirler. (Ve o kimseler ki) Rasûlü Ekrem’in peygamberliğini tasdik ederek İslâmiyeti kabul ettiler ve kendi yurtlarına hicret eden eshab-ı kirama (yer verdiler) onları kendi evlerinde misafir ettiler, onları kendi yurtlarında barındırdılar (ve) muhacir zatlara din düşmanlarına karşı bilfiil (yardım ettiler) onlar ile beraber cihâda atıldılar. İşte bu zatlar da Medine’i Münevvere ahalisinden olan ensar-ı kiramdır ki, ikinci tabakayı meydana getirmişlerdir. (İşte onlar) O mübarek muhacirler ile bu ensar-ı kiram(biribirlerinin velîleridir.) bunlar birbirine vâris olurlar. Bunlar ile gayrı müslim olan akrabaları arasında bu velilik ve veraset geçerli olamaz. İbni Abbas Hazretlerinden rivayet olunduğuna göre bunlar veraset hususunda birbirinin velîsidir. Muhacirler ile ensar birbirine vâris olurlardı, zevilerhamdan olan akrabaları vâris olamazdı. Ve mümin olduğu halde hicret etmemiş olan bir zat da, hicret etmiş olan akrabasına vâris olamazdı. Fakat Mekke’i Mükerreme feth edilerek hicret kesilince zevilerham arasında verâset geçerli oldu, ona aykırı olan hüküm (75) inci âyet-i kerime ile kaldırılmıştır. (Ve o kimseler ki, imân ettiler de muhacerette bulunmadılar) yurtlarında kaldılar. Onlar (hicret edinceye kadar onların mirasından hiç bir şey size ait değildir) yani: Onlar sizin akrabanızdan olsalar da hicret etmemiş olunca aranızda veraset geçerli olmaz, onlar ganimet mallarından bir hisseyi hak edemezler. Ne vakit ki, hicret ederler o zaman vâris, ganimet hak etmiş olurlar. İşte bunların yurtlarından ayrılmamış olanları müslümanlarır üçüncü kısmını, daha sonra hicret edenleri de dördüncü kısmını meydana ge tirmişlerdir. (Ve eğer) onlar (din hususunda yardımınızı isterlerse) kafirle tarafından dinlerine tecavüz edildiği takdirde onlara (yardım etmek) Ey muhacirle-ve ensardan olan müslümanlar!. Sizin (üzerinize icabeder) müşriklere karşı onlar? yardım ile mükellef bulunmuş olursunuz, (ancak sizinle aralarında bir antlaşma bulunmuş olan bir kavim aleyhine değil) o takdirde o kavim ile antlaşmanız bozarak üzerlerine hücum etmeniz câiz olmaz. Antlaşma hükmüne riayet lâzımdır (Ve Allah Teâlâ yapacağınızı tamamiyle görücüdür) artık onun emirlerine muhalif hareketlerde bulunmayınız ki, cezayı hak etmiş olmayasınız, İşte bu âyeti kerime de müslümanların verdikleri sözlerde nekadar sebat etmekle mükellef olduklarını göstermektedir. Ve insanları imâna, Hak yolunda hicret gibifedakârlıklara teşvik etmekte ve bunların hilâfına hareketlerden de tehdit eylemektedir.
73. Ve o kimseler ki, kâfir bulunmuşlardır, onların bazıları bazılarının yardımcılarıdır. Eğer bunu yapmazsanız, yeryüzünde bir fitne ve pek büyük bir fesat olur.
73. Bu âyeti kerime, kâfirlerin haddizatında bir millet hükmünde olduklarını bildirmektedir. Ve onlara karşı dînen mükellef oldukları vaziyeti almayan müslümanların büyük tehlikelere mâruz kalacaklarını ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: Müslümanlar, haddizatında bir birlik oluştururlar, bu bakımdan aralarında bir din kardeşliği vardır, bu sebeple birbirinin velîsidir, dostudur. (Ve) bunun aksine (o kimseler ki, kâfir bulunmuşlardır) İslâm dinine muhalif bir cephe almışlardır (onların bazıları) da (bazılarının) haddizatında (yardımcılandır) hepsi de İslâmiyet’e karşı düşmanlıkta birleşmişlerdir. Aslında onlar da birbirinin dinini inkâr eder, birbirinin malına, mülküne fırsat buldukça tecavüzden geri durmazlar. Fakat hepsi de hakikî bir dinden mahrum bulunmakda birleşmişlerdir, hepsi de İslâmiyet’e karşı düşmandırlar. İşte bu itibar ile birbirinin yardımcılarıdır. Hatta Kureyş müşrikleri ile Yahudiler ve hıristiyanlar arasında öteden beri düşmanlık var iken müslümanlara karşı birleşerek savaşa atılmışlardır. Ve kâfirler birbirine vâris olurlar. Müslümanlar ile onların arasında ise böyle bir veraset geçerli değildir. Binâenaleyh müslümanlar için lâzımdır ki, uyanık bulunsunlar, düşmanlarını tanısınlar, Cenâb-ı Hak’kın emirlerine tamamen riayet etsinler. Bütün müslümanlar, aralarındaki birliğin kadrini bilsinler, aralarındaki veraset mes’elelerine riayette bulunsunlar, biribirlerine yardım edip düşmanlarına karşı birleşik bir cephe alsınlar, düşmanlarının sözlerine aldanmasınlar, onlara meyil göstermesinler, kendi yüce dinlerine aykırıharekette bulunmasınlar. (Eğer) Ey müslümanlar!. (bunu) böyle memur olduğnuz vazifeleri (yapmazsanız) kesinkes biliniz ki (yeryüzünde) büyük (bir fitne) imânın zaafa uğraması, küfr ve fasıklığın yayılması gibi bir felâket ortaya çıkar (ve pek büyük bir fesat) dünyevî bir fenalık; uhrevî bir sorumlluk yüz göstermiş (olur) müslümanlar arasında iftiralar meydana gelir, kuvvetleri azalır; düşmanları cesaret bulurlar, üzerlerine atılırlar. Nitekim İslâm tarihi gösteriyor ki: Birçok müslüman cemiyetleri dinimizin bu gibi ihtarlarına yüce emirlerine aykırı hareketlerinden dolayı ne fecî hadiselere hedef olmuşlardır. Artık böyle bir fitnenin ve fesadın ortaya çıkmasına meydan vermemek için müslümanların pek uyanık bulunmaları lâzımdır. Din düşmanlarının maddî, geçici, dünyevî kalkınmalarına bakıp da onlara meyil göstermek cehaletinde bulunmamalıdırlar. Onların ne yanlış inançların ne kötü maksatların zebunu olduklarını güzelce tefekkür etmelidirler. İslâmiyet’in emirlerini, tavsiyelerini güzelce nazara alıp meşrû surette hem dünyalarına, hem de ahiretlerine çalışmalıdırlar. Müslümanlar, bu sayede kuvvet bulurlar, adetleri, şevketleri artar, aralarında büyük bir tesanüt vücude gelir, düşmanlarının şerlerinden emin olurlar, insaniyet âlemine de pek güzel bir surette hizmet etmiş bulunurlar.
74. Ve o kimseler ki, imân ettiler ve hicrette bulundular ve Allah yolunda cihada atıldılar. Ve o kimseler ki, muhacirleri barındırdılar ve yardım ettiler. İşte hakkıyla mümin olanlar onlardır. Onlar için bir mağfiret vardır ve bir bol rızk vardır.
74. Bu mübarek âyetler, yüce muhacirler ile ensârı kiramın yüksek mertebelerini ve aralarındaki İslâm birliğini ve dinî kardeşliğini gösteriyor. Bununla beraber birbirinin akrabasından bulunan müminlerin miras hususunda diğer dindaşlarından öndebulunduklarını da işte şöylece tesbit buyuruyor: (Ve o kimseler ki) Allah Teâlâya, onun Peygamberine ve tebliğ ettiği hükümlere (imân ettiler ve) dinlerini korumak için (hicret ettiler) yurtlarını, servetlerini bırakarak Allah rızası için Medine’i Münevvereye gittiler, (ve Allah yolunda cihada atıldılar) mallarını ve canlarını bu yolda feda etmeden çekinmediler. Evet… (o kimseler ki) böyle fedakâr olan müslümanlar ki, din kardeşleri olan muhâcirleri de evlerinde misafir olarak kabul ettiler, onlara yer gösterdiler, onları (barındırdılar ve) onlara (yardım ettiler) onlara mallarını harcadılar ve onlar ile beraber savaş meydanlarına atılarak onlara yardımda bulundular, (işte hakkiyle mü’min olan onlardır.) Kâmil imana sahip olan o gibi yüce zatlardır. Çünki onlar, bölgelerindeki bâtıl dinlerden uzaklaşmışlar ve İslâm dinine kavuşmuşlardır. Bu kutsî din uğrunda vatanlarından çıkıp, cihada atılmışlar mallarını sarfetmişler, dindaşlarına yardımda bulunmuşlardır. Artık o muhterem zatların hakkiyle mükemmel mümin oldukları ortaya çıkmış değil midir?, (onlar için) ahiret âleminde de (bir mağfiret vardır.) şayet kendilerinden bazı hatalar, kusurlar zuhur etmiş olsa da Allah Teâlâ onları af edecek ve örtecektir. (Ve) o mübarek zatlar için (bir bol rızk) da (vardır) dünya ve ahirette pek bolca rızıklandınlacaklardır, nice ganimetlere nail blunacaklardır. Ne büyük bir ilâhî müjde!. İşte eshab-ı kiram hakkındaki bu ilâhî vaadi düşünmeli de onların hakkında daima hürmette bulunmalıdır, hiçbirinin hakkında su’i zan ederek hürmete aykırı, bu ilâhî vaade muhalif sözlerde bulunmamalıdır. Bizim vazifemiz bundan ibarettir. Allah onların hepsinden razı olsun!.
75. Ve o kimseler ki, sonradan imân ettiler ve hicrette bulundular ve sizinle beraber cihada atıldılar, artık onlar da sizlerdendir. Vebununla birlikte yakın akrabalar Allah Teâlâ’nın kitabınca bazıları bazılarına daha yakındır. Şüphe yok ki. Allah Teâlâ herşeyi tamamiyle bilicidir.
75. (Ve o kimseler ki, sonradan) İlk imân edip hicrette bulunanları müteakip (imân ettiler) müslüman oldular (ve hicret ettiler) Hudeybiye savaşından sonra hicret edenler gibi. Buna “ikinci hicret” denilmiştir. (Ve) Ey ilk muhacirler ve ensar-ı kiram!. Onlar ki, (sizinle beraber cihâda atıldılar) onlar da düşmanlarınıza karşı sizinle beraber olarak cephe aldılar, fedakârlıkta bulundular (artık onlar da sizlerdendir) onlar da sizin gibi İslâmiyet’e hizmet eden, din kardeşliğine sahip, muhterem zatlardır. Sizin tâbi olduğunuz bütün hükümlere onlar da sizin gibi tâbi bulunacaklardır. Bu onların imanlarının bir mükafâtıdır. (ve bununla beraber rahın sahipleri) yani: Aralarında şer’an muayyen akrabalık bulunan müslümanlar (Allah Teâlâ’nın kitâbınca) Cenâb-ı Hak’kın hükmünce veya lâvh-i mahfuzda, veya Kur’an’ı Kerim’de yazılmış olanı şer’î hüküm gereğince (bazıları bazılarına) mirasa kavuşmak hususunda (daha yakındır) onlar var iken onlardan vefat edeceklerin terekeleri öyle akraba olmayanlara verilemez. (Şüphe yok ki Allah Teâlâ herşeyi tamamiyle bilicidir) hangi hükümlerin hikmet ve menfaata daha uygun olduğunu hakkiyle bilen ancak Cenab’ı Hak’tır. İşte verâset hakkındaki ilâhî hükmü de o Yüce Yaratıcının hikmeti gereğidir. Artık onun bütün hükümlerine riayet edilmesi elzemdir. Onun zıddına hareket, o bilen ve hikmet sahibi olan Yüce Yaratıcının ilm ve hikmetine güvenilip inanılmadığını gösterir ki bu, asla câiz olamaz.
§ Mekke’i Mükerreme’nin fethinden evvel kâfirlerin arasında kalmış olan müslümanların hicret etmeleri gerekiyordu. Bunlar hicret etmedikçe İslâm yurdunda bulunan yakınlarına vâris olamıyorlardı. Fakat Mekke’iMükerreme’nin fethini müteakip müslümanlar çoğalmış, kuvvet bulmuş, kâfirlerin müslümanlara musallat olmalarına meydan kalmamış olduğu için artık hicrete lüzum kalmamıştı. Onun içindir ki, bir hadisi şerifte ( ………………..) = Fetihten sonra hicret yoktur) buyurulmuştur. Binaenaleyh şimdi yurt farkı, müslümanlar arasında verasetin tatbikine mâni değildir. Gayri müslimlerin ülkesinde bulunan bir müslüman, İslâm yurdunda vefat eden bir müslüman akrabasına vâris olabilir. Şu kadar var ki, bir müslüman, bulunduğu ecnebî yurdunda İslâmiyet’i muhafaza edemeyip dinine musallat olmalarından korkarsa o zaman oradan ayrılıp bir İslâm yurduna hicret etmesi icap eder. O gibi din düşmanlarından alakayı kesmek, bir selâmet ve saadet vesilesidir.
.
TEVBE SURESİ
Eûzübillâhimineşşeytânirracîm
1. Bu, bir ayrılık ihtarıdır! Allah Teâlâ ile Rasûlü tarafından kendileriyle antlaşma yapmış olduğunuz müşriklere.
1. Bu mübarek âyetler, verdikleri sözlerinde durmayan müşrikler ile yapılmış olan antlaşmaların feshini tebliğ etmektedir ve kendilerine dört ay müsaade verilen o dinsizlerin zarar ve ziyanda olacakları kendilerine ihtar buyurulmaktadır. Şöyle ki: Ey müslümanlar!. Biliniz ki: (Bu bir ayrılık ihtarıdır.) Müslümanlar ile siyasî alâkalarının kesildiğine dair bir beyannamedir. (Allah Teâlâ İle Resûlü tarafından kendileriyle antlaşma yapmış olduğunuz müşriklere) Yani: Ey müslümanlar!. Allah Teâlâ’nın ve Resulunun izin ve müsaadesiyle yapmış olduğunuz o anlaşmaları yine Cenâb-ı Hak’kın ve Yüce Peygamberinin emir ve tebliğiyle fesh ediniz. Çünki o müşrikler, yapılmış olan antlaşmaların hükümlerine aykırı hareketlerdebulunmaktadırlar. § Beraat, lûgatte herhangi bir fenalıktan uzaklaşmak, beri olmak, kurtulmak demektir. Meselâ: Bir borçtan, bir sorumluluktan kurtulmak bir beraattir, bir işten alâkayı kesmek de bir beraattir. Siyaset bakımından da iki zümre arasındaki emniyetin, korunmuşluğun, sulh ve barışın kesilip bertaraf edilmesi de bir beraatten ibarettir.
§ Vaktiyle müşrikler ile antlaşma yapılmasına Allah tarafından müsaade edilmişti. Bunun üzerine müslümanlar Rasûlü Ekrem ile beraber Müşrikler ile antlaşma yapmışlardı. Daha sonra “Beni Damre” ile “Beni Kinane “den başka müşrikler sözlerinde durmadılar, antlaşma hükümlerine muhâlefete başladılar. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, onlar ile olan antlaşmalara son verilmesini ve antlaşmalarına riayet etmeyen müşriklerden müslümanların sakınmalarını emir buyurdu. Maamafih bazı antlaşmalarda zaten geçici bir zaman için yapılmıştı. O zaman nihayet bulunca artık antlaşma hükmü kalmamış bulunacaktı.
2. Artık ey müşrikler! Siz yeryüzünde dört ay dolaşınız ve biliniz ki, siz şüphe yok. Allah Teâlâ’yı âciz bırakacak değilsinizdir ve muhakkak ki. Allah Teâlâ kâfirleri zelil kılıcıdır.
2. (Artık) Ey müşrikler!. (Siz yeryüzünde dört ay dolaşınız) bu müddet içinde size taarruz olunmayacaktır. Fakat o müddetten sonra size güven yoktur. Bu müddetin başlangıcı, Hacci Ekber gününden ibarettir. Son bulması da Rebiülâhır ayının onuna rastlamaktadır. Bu müddete “haram aylar” denilmiştir. Çünki bu müddet içinde savaşmak haram bulunmuştur. Bu müddet Zilhicce’nin son yirmi günü ile Muharrem, Sefer Reblülevvel aylarından ve Rebiülâhırın ilk on gününden ibarettir. Bu hususta başka görüşlerde vardır. (Ve) Ey Müşrikler!. (Biliniz ki, siz) herhangi bir çareye baş vursanız ve nerelere kaçıp durmakisteseniz (şüphe yoH ki. Allah Teâlâ’yı âciz bırakacak değilsinizdir.) Cenâb-ı Hak’kın kudret elinden yakanızı kurtaramazsınız. (Ve muhakkak ki. Allah Teâlâ kâfirleri) dünyada öldürülmek, esaret ile, ahirette de pek acıklı azap ile (zelîl kılıcıdır) siz küfrünüzden dolayı böyle cezalara elbette kavuşacaksınızdır.
3. Ve Allah Teâlâ ile Resulû tarafından haccı ekber günü insanlara bir ilândır ki. Allah Teâlâ da Resulû de şüphe yok, müşriklerden uzaktır. Artık tövbe ederseniz o sizin için hayırlıdır. Ve eğer yüz çevirirseniz biliniz ki, siz Allah Teâlâ’yı elbette âciz bırakacak değilsinizdir. Ve kâfir olanları acıklı bir azap ile müjdele!
3. Şu âyeti kerime müşrikleri tehdit ve onları tövbeye özendirmekte ve teşvik buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve Allah Teâlâ ile Resûlü tarafından Haccı Ekber günü) yani: Kurban Bayramının birinci günü, o hac farizesinin kendisinde tamama ereceği büyük, mübârek zamanda veya arefe günü (insanlara) bütün mü’minlere, aralarında bir antlaşma bulunmuş olsun olmasın bütün müşriklere (bir ilândır ki, Allah Teâlâ da Resûlü de şüphe yok müşriklerden) antlaşmalarına riayet etmeyen kâfirlerden (beridir) onların o riayet etmedikleri antlaşmalarının artık Allah katında bir kıymeti yoktur. Binaenaleyh ey müşrikler bunun neticesini düşünün. (Artık) küfrünüzden, antlaşmanıza riayetsizlikten (tövbe ederseniz o) tövbe (sizin için hayırlıdır.) iki âlemde de felâketten, azaptan kurtulmuş olursunuz, (ve eğer yüz çevirirseniz) tövbeden kaçınırsanız: Müslümanlara karşı ahdinize riayetten ayrılırsanız (biliniz ki. Siz Allah Teâlâ’yı elbette âciz bırakacak değilsinizdir.) O Yüce Yaratıcı elbette sizi lâik olduğunuz cezalara kavuşturacaktır. (Ve) Ey Yüce Resûlüm!, (kâfir olanları acıklı bir azap ile müjdele.) Yani: Onlara dünyada öldürülmek gibi, esaret gibi felâketlere, ahirette de cehennem ateşinemâruz kalacaklarını ihtar et. Bu gibi tehdit edilen kimselere karşı yapılacak müjde, bir tahakkümden ve istihfaftan onları uyandırmak için yapılan bir ihtardan kinayedir.
§ Hz. Peygamberin hicretinin dokuzuncu senesi, Rasûlü Ekrem, Sallallahü Aleyhi vesellem efendimiz Hz. Ebu Bekiri hac emiri olarak Mekke’i Mükerreme’ye göndermişti. Onun gitmesini müteakip Tövbe sûresi nâzil olmuştu. Rasûlü Ekrem Efendimiz de bu sûre-i celilenin hükümlerini hacc-ı ekber günü insanlara tebliğ etmeğe Hz. Ali’yi memur kılmıştı. Hz. Ali giderek Mina mevkiinde toplanmış olan insanlara bu sûre-i celilenin ilk âyetlerini okumuş ve demiştir ki: Ben dört şey ile emir olundum. Şöyle ki: Bu seneden sonra Beyt-i şerife müşrikler artık yaklaşmayacaklardır. Beyt-i Şerif çıplak olarak tavaf edilmeyecektir. Cennete ehli imândan başkası giremeyecektir. Ve yapılmış olan antlaşma müddetine riayet edilecektir. Bütün bunlar gösteriyor ki: Müslümanlıkta antlaşmaya riayet bir esastır. Müslümanların cihad ile memur olmaları antlaşmalarına riayetten kaçınanlara, İslâm mukaddesâtına saldıranlara karşı zarurî olarak yerine getirilmesi icabeden bir vazifedir. Düşmanları haberdar ederek kendilerine bir müddet verilmesi de haklarında hiyanet lekesinde kaçınılarak yüksek bir adâlet eseri göstermek hikmetine dayanmaktadır.
§ Hacc-ı Ekber, farz olan hacdır. Hacc-ı Asgar da nâfile olarak yapılan hacdır. Umreye de Hacc-ı Asgar denilmiştir ki, bu da herhangi bir mevsimde olursa olsun Kâbe’i Muazzama’yı tavaf ile Safa ve Merve arasında sâyetmekten ibarettir. Arefe günü Cuma’ya tesadüf eden bir hacca da Hacc-ı Ekber denilmiştir.
4. Kendileriyle antlaşma yapmış olduğunuz, sonra da size karşı bir eksiklikte bulunmamış; ve sizin aleyhinizde olarak bir kimseye yardım eylememiş olan müşrikler müstesnâ. Artıkonlara müddetlerine kadar antlaşmalarını tamamlayınız. Şüphe yok ki. Allah Teâlâ sakınanları sever.
4. Bu âyeti kerime, müslümanlar ile yapmış oldukları antlaşma hükümlerine riayet eden gayri müslimlere karşı müslümanların ne şekilde hareket edeceklerini beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey Müslümanlar!. (Kendileriyle antlaşma yapmış olduğunuz, sonra da) bu antlaşma hükümlerine göre (size karşı bir eksiklikte bulunmamış) o hükümlere tamamen riayetten ayrılmamış, size karşı savaşa cür’et göstermemiş (ve sizin aleyhinizde olarak) düşmanlarınızdan (bir kimseye bir kavme (yardım eylememiş) başkalarını sizin aleyhinize olarak harbe teşvik ve kendilerine yardım edivermemiş (olan müşrikler müstesnâ) onların haklarında anlaşmalar dört ay sonra son bulmuş olmayacaktır. (Artık onlara müddetlerine kadar antlaşmalarını tamamlayınız) aranızdaki kararlaştırılmış olan müddetin tamam olmasına riayet ediniz, öyle dört ay sonra onlara karşı savaşta bulunmayınız. (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ sakınanları) meselâ: Antlaşma hükümlerine riâyette bulunup da insanların haklarına tecavüzde bulunmayanları (sever) onları mükâfatlara nâil buyurur. Binaenaleyh Ey Müslümanlar!. Siz de takvadan ayrılmayınız, yaptığınız antlaşmalara tamamiyle riayetkâr olunuz.
§ Rivâyete göre, Beni Kinâneden bir kabile olan Beni Damre ile Rasûlü Ekrem arasında bir antlaşma yapılmış idi. Bu antlaşmanın dokuz ay kadar daha bir müddeti kalmıştı. İşte böyle antlaşmaların müddetleri tamam oluncaya kadar bunlara riayet edilmesi bu âyeti kerime ile emredilmiştir.
5. Artık haram olan aylar çıkınca, o diğer müşrikleri nerede bulursanız öldürünüz ve onları yakalayınız ve onları hapsediniz ve onlar için bütün geçit yerlerine oturunuz.Fakat tövbe ederler, namaz kılarlar, zekâtı da verirlerse artık yollarını açık bırakınız. Şüphe yok ki. Allah Teâlâ çok bağışlayan, pek esirgeyendir.
5. Bu âyeti kerime, yaptıkları antlaşma hükmlerine uymayan ve daha sonra tövbe edip İslâmiyet’i kabul eylemeyen müşriklere karşı müslümanların savaşa izinli olduklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Artık haram olan aylar çıkınca) yani: Kendilerine bir lûtuf olarak verilmiş olan dört aylık müddet son bulunca (-o diğer-) yani anlaşmalara riayet edenlerden başka (müşrikleri nerede bulursanız) gerek harem-i şerif içerisinde ve gerek dışında ve gerek haram olan aylarda ve gerek diğer aylarda yakalarsanız onları (öldürünüz ve onları) esaretle (yakalayınız ve onları) mescidi harama gelmekten, İslâm beldelerinde faaliyette bulunmadan engellemek için (hapsediniz ve onlar için bütün geçit yerlerine oturunuz) onların gidecekleri, dağılacaklar! beldelerin yollarını nezaret altında bulundurunuz. Tâki, etrafa dağılıp İslâmiyet aleyhinde fenâlıklarda bulunmaya fırsat bulamasınlar. (Fakat) onlar (tövbe ederlerse küfrlerine son verip imâna gelirlerse (ve) bu tövbelilerinin bir delili olmak üzere (namaz kılarlar, zekâtı da verirlerse) Cenâb-ı Hak’ka ve Allah’ın mahlûkatına karşı vazifelerini ifada bulunurlarsa (artık) onların (yollarını açık bırakınız) onlara hürriyet veriniz, onlara birşey ile taarruzda bulunmayınız. (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ çok bağışlayandır.) Tövbe edenlerin günahlarını ziyadesiyle af eder ve örter ve (pek esirgeyendir) onlara bu tövbelerinden dolayı rahmet ve merahmette bulunur, kendilerini nice nimetlere nail buyurur. Demek oluyor ki, Hak Teâlâ Hazretlerinin lûtfuna kavuşabilmek için hem küfrden uzak olmalıdır, hem de namaz, oruç, zekât gibi kulluk vazifelerini ifaya çalışmalıdır. Buvazifelere riâyet etmeyenler azaptan, cezalandırılmaktan kurtulamazlar. Özet olarak: Bu âyeti kerime: İnsanlığa selâmet ve saâdet yolunu göstermiş oluyor ki, o da Cenâbı Hak’ka imân ile dinî görevleri yerine getirmekten ibarettir.
6. Ve eğer müşriklerden bir kimse senden aman dilerse artık ona aman ver, tâki. Allah Teâlâ’nın kelâmını dinlesin. Sonra onu emin bulunduğu mahalle ulaştır. Çünki onlar şüphe yok ki, bilmez bir kavimdîr.
6. Bu âyeti kerime gösteriyor ki, kendilerine mühlet verilmiş olan müşriklerden herhangi biri islâmiyet hakkında fazlaca bilgi edinmek maksadıyla bir aman talebinde bulunursa ona aman verilir, velev ki, o mühlet sona ermiş olsun. Şöyle ki: (Ve eğer) Kendilerine dört ay mühlet verilmiş olan (müşriklerden bîr kimse) bu müddetin bitmesini müteakip (senden aman dilerse) hakkında bir komşu imiş gibi muamele yapılarak kendisine aman verilmesini talepte bulunursa (ona aman ver) onu komşuluğuna kabul eder gibi ol, kendisine bir tecavüz edilmesine müsaade etme (tâki, Allah Teâlâ’nın kelâmını dinlesin) gelsin de Kur’an-ı Kerim’in yüksek beyanını dinlesin, onun insanlığı islaha, insanların selâmet ve saadetine vesile olduğunu anlasın (sonra) imân etmeyip de yurduna dönmek isterse (onu emin bulunduğu mahalle) kendi kavminin yurduna (ulaştır) oraya dönsün, artık düşünsün. Onlara böyle bir aman verilmesinin hikmetine gelince (çünki onlar, şüphe yok ki, bilmez bir kavimdir.) İslâmiyetin hak olduğunu bilmez bir halde bulunmaktadırlar. Onlara böyle bir aman verilmelidir ki, gelip hakikatını güzelce anlayabilsinler, artık bir mazeret ileri sürmelerine mahal kalmasın.
§ Bu âyeti kerime de gösteriyor ki: İslâmiyet’teki cihâdın farz oluşu, yalnız insanlığın hak dini kabul ederek selâmet ve saadete nail olmaları içindir. Yoksabaşkalarının mallarını, yurtlarını ellerinden almak için değildir. İşte bunun içindir ki, en düşman bir müşrik bile islâmiyet hakkında bilgi edinmek için aman dileyince kendisine aman verilir, sonra da kendi yerine tam bir selâmetle iade edilir. Eğer cihatdan gaye, dünyevî bir varlık elde etmek olsa idi, böyle bir müsaade yönüne gidilmezdi, çünkü bu müsaade, o gayeye aykırı bulunurdu.
§ Bir de bu âyeti kerime İslâmiyetin ne kadar akıl ve mantığa uygun ne kadar düşünen kimselerin kabul edecekleri yüce hükümleri, düsturları kapsamış olduğunu göstermektedir. Çünkü eğer böylece pek makul, pek yüksek ve her hakikî aydın kimsenin kabul edeceği bir mahiyette olmasaydı, kâfirler, bu dinî, bunun hükümlerini tetkik ve düşünmeye davet edilmezlerdi. Nitekim bu gerçeği bir takım insaflı şarkiyatçı ilim adamları da itiraf etmektedirler.
7. Allah Teâlâ’nın katında ve Peygamberinin katında o müşrikler için nasıl bir aht olabilir? Mescid’i Haram’ın yanında kendileriyle antlaşma yapmış olduklarınız müstesnâ. İmdi onlar size karşı dürüstlük gösterdikçe siz de onlar için dürüstlük gösterin. Şüphe yok ki. Allah Teâlâ takvâ sahiplerini sever.
7. Bu mübarek âyetler, antlaşmalarını bozan müşriklere karşı yapılacak muamelelere ve muamelelere sebep olan hikmetlere, faydalara işaret etmektedir. Şöyle ki: (Allah Teâlâ’nın katında ve Peygamberinin katında) İlâhî dinin yüksek hükümlerine göre (o) ahtlarını bozup duran (müşrikler için nasıl) uyulmaya lâyık (bir ahd olabilir?.) elbette olamaz. Çünki onlar ahdlarını bozaktan, müslümanlara karşı düşmanlıktan geri durmazlar. Ancak (mescid-i haramın yanında) Hudeybiyye denilen yerde (kendileriyle antlaşma yapmış olduğunuz) müşrikler (müstesnâ) onlar ile olan ahdi devam ettirirsiniz. Fakat bu da şöyle bir şarta bağlıdır: (İmdi onlar size karşı dürüstlükgösterdikçe) antlaşmalarına riâyet edip onu bozmadıkça (siz de onlar için dürüstlük gösterin) antlaşma hukukuna riâyet ediniz, belirlenmiş olan müddet içinde kendi tarafından ahd yemini bozmayınız, (ve şüphe yok ki. Allah Teâlâ takvâ sahiplerini) ahdlerini bozmaktan sakınanları (sever) binaenaleyh müslümanlar, verdikleri sözlerde sebat ederler, yaptıkları antlaşmaları bozmaktan kaçınırlar, fakat düşmanları bu anılaşmalara riâyet etmezlerse o zaman müslümanlar da karşılık vermek mecburiyetinde kalırlar. Nitekim müslümanlar ile antlaşma yapmış olan müşriklerden “Beni Bekir” kabilesi, müslümanların aleyhine olarak müşriklerden”Hüzaa” kabilesine yardımda bulunarak bu antlaşmalarını bozmuşlardı.
8. Nasıl olabilir. Ve eğer size bir galip gelecek olsalar sizin hakkınızda ne bir yemine ve ne de bir ahta riayette bulunmazlar. Onlar sizi ağızlarıyla hoşnut ederler. Kalpleri ise çekinir ve onların çoğu fasık kimselerdir.
8. (Nasıl) O düşmanlar için sabit bir aht (olabilir? Ve) halbuki (eğer) onlar (size bir galip gelecek olsalar) bir fırsat bulup kendilerini daha kuvvetli görseler, bir zafer elde edebilecek bir vaziyette bulunsalar (sizin hakkınızda ne) evvelce yapmış oldukları (bir yemine) veya bir akrabalık münasebetine (ve ne de bir anılaşmaya riâyette bulunmazlar) belki güçleri yettiği kadar size ezâ ve cefada bulunmasa çalışırlar. (Onlar) Ey Müslümanlar!, (sizî ağızlariyle hoşnut ederler) münâfıkca hareket ederek görünürde antlaşmalarına uyduklarını söylerler, size itaat edeceklerine dâir Allah adına and içerler. (Kalpleri ise) Ahte vefâdan, itaate devamdan (çekinir) onların sözleri özlerine uymaz, (ve onların çoğu fâsık) kendi milletleri arasında da ahlaksızlıkla tanınan, antlaşmalara uymaktan kaçınan (kimselerdir.) Diğer bir kısım müşrikler ise küfrleri bakımından haddizatında fâsıkkimseler iseler de kendi aralarında fâsıkca hareketlerden kaçınırlar ve İbni Abbas Hazretlerinin beyan buyurmuş olduğu üzere onlardan bir takımının daha sonra aklını başına toplayarak İslâm şerefine nail olmaları, düşünülebilir. Nitekim de daha sonra içlerinden bir zümre bu şerefe nâil olmuştur.
9. Onlar Allah Teâlâ’nın âyetlerini az bir bedel karşılığında sattılar. Sonra da onun yolundan çevirdiler. Şüphesiz ki onların yapar oldukları şey ne kadar kötüdür.
9. Bu mübarek âyetler de müşriklerin ne kadar ilâhî dine muhalefette bulunduklarını ve onların müslümanlara karşı ne kadar hukuka saldırgan olduklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (-Onlar-) O müşrikler veya onlara yardım eden Yahûdiler (Allah Teâlâ’nın âyetlerini) antlaşma hükmlerine uymayı emreden âyetleri (az bir bedel karşılığında) arzu ve hevesleri, geçici menfaatleri, nefsanî istekleri uğrunda elden çıkardılar, (sattılar) değiştirdiler, (sonra da onun) hak dinin veya beyt-i şerifin (yolundan) döndüler, başkalarını da (çevirdiler) İslâm dinine girmekten engellemeye çalıştılar (şüphesiz ki, onların yapar oldukları şey) Allah’ın dininden kaçınmaları, başkalarının da o dine girmelerine mâni olmaları (nekadar fenâdır) haklarında nekadar azâbı gerektiricidir. Bunun farkında neden olamıyorlar?.
10. Onlar Bir mümin hakkında ne bir yemin ve ne de bir zimmet gözetmezler. Ve işte haddi tecavüz etmiş olanlar, onlardır.
10. Evet… Onların yaptıkları şey pek fenâdır. Çünki (onlar) o dinsizler, (bir mü’min hakkında ne bir yemin ve ne de bir zimmet gözetmezler) yani: Onlar ne yaptıkları yeminlere riâyet ederler, ne de yaptıkları antlaşma hükümlerine riâyette bulunurlar. Onlar görevlerini yerine getirmeye çalışmazlar, bunlara vakit vakit muhalefette bulunur dururlar. (Ve işte haddi tecavüz etmiş olanlar) dînen kararlaştırılmışolan hükümlere ve antlaşmaların gerektirdiği vecibelere muhalefet edip duranlar (onlardır) o hakikî imândan mahrum olan dinsizlerdir. Nekadar âdî kimseler!.
11. Eğer onlar daha sonra tövbe ederlerse ve namaz kılarlar ve zekâtı da verirlerse artık sizin dinde kardeşlerinizdir ve biz âyetlerimizi bilenler olan bir kavim için genişçe beyan ederiz.
11. Bu mübarek âyetler, insanlar arasında bir din kardeşliğinin ne şekilde meydana geleceğini bildiriyor ve hangi kimselerin en zararlı şahıslar olup kahır ve cezâya lâyık olduklarını tâyin buyuruyor. Şöyle ki: (Eğer onlar) o kendileriyle antlaşma yapmış olduğunuz kâfirler (daha sonra tövbe ederlerse) küfürlerini bırakıp imâna gelirlerse, yeminlerini bozmayı terkedip onlara riayete başlarlarsa (ve namaz kılarlar) ise, farz namazları bütün erkân ve şartlarına uyarak kılmaya başlarlarsa (ve) kendilerine farz olan (zekâtı da) kalben isteyerek fakir müslümanlara (verirlerse artık) onlar da o halde Ey müslümanlar!, (sizin dinde kardeşlerinizdir.) Sizin lehinize olan onların da lehinedir, aleyhinize olan da onların aleyhinedir. Aranızda böyle mükemmel bir dayanışma, bir sevgi meydana gelmiş olur. (ve biz âyetlerimizi bilenler) düşünüp anlayabilecek (olan bir kavim için genişçe) açık bir şekilde (beyan ederiz) tâki, İslâmiyetin teklif ettiği vazifelerin ne kadar hikmet ve menfaate dayanmış olduğu gözleri önünde parlayıp dursun, İşte gayri müslimler ile yapılacak antlaşmaların, cihadların hikmeti de gösterilmiş oluyor ki, o da insanlık âleminde bir sulh ve barışın, bir kardeşlik ve danışmanın ve sonuç olarak ebedî bir selâmet ve saadetin meydana gelmesini sağlama gayesinden ibarettir.
12. Ve eğer antlaşmalarından sonra yeminlerini bozacak olurlarsa ve dininizhakkında da dil uzatırlarsa artık o küfr önderlerini öldürünüz. Şüphe yok ki, onların antları yoktur. Umulur ki, inkârlarına son verirler.
12. (Ve eğer) Antlaşma yapmış olanlar, bu (antlaşmalarından sonra) sözlerinde durmazlarda yapmış oldukları (yeminlerini bozacak olurlarsa) ahtlarına riayet etmezlerse (ve dininiz hakkında dil uzatırlarsa) İslâmiyet gibi kutsal, bütün hükümleri hikmete dayanmış apaçık bir din aleyhinde söz söyler, ona karşı küçültücü ve hakaret edici davranışlarda bulunmak alçaklığını işlerlerse (artık) Ey Müslümanlar!. Siz mâzursunuz, izinlisiniz, mukaddesâtınızı muhâfaza etmek ve korumak için (o küfür önderlerine) öyle İslâm dini aleyhinde bulunan bütün kâfirleri (öldürünüz.) onlar ile savaşa atılıp kendilerini cezalandırmağa gayret ediniz. (Şüphe yok ki, antları yoktur.) onların o yeminleri haddızatında bir yemin değildir. Eğer yemin olsa idi ona muhâlefet ederek yeminlerini bozmazlardı. Ey Müslümanlar!. Siz o gibi kâfirlere karşı kudret ve gücünüzü gösteriniz (umulur ki, -inkârlarına- son verirler.) bu sayede uyanırlarda İslâm dinini kabul ederek müslümanlık aleyhindeki hareketlerini bırakırlar, İşte bu, bütün insanlar hakkında Allah Teâlâ’nın büyük bir lûtuf ve keremidir ki, bu cihad ile onlara eziyet vermek değil, bilâkis onların ebedî felâketten kurtularak selâmet ve saadete kavuşmaları bir gâye bulunuştur.
13. Ya öyle bir kavim ile savaşta bulunmayacak mısınız ki, antlarını bozdular ve Peygamberi yurdundan çıkarmayı kurdular ve sizinle düşmanlığa ilk evvel onlar başladılar. Onlardan korkar mısınız! Kendisinden korkmaya daha lâyık olan ancak Allah Teâlâ’dır. Eğer siz mü’min kimseler iseniz. Bunu böyle bilirsiniz.
13. Bu mübarek âyetler, birer büyük mucizedir. Müşrikler ile savaşın başlıca sebeplerini vefaidelerini bildiriyor, İslâm mücahitlerinin kalplerine cesaret veriyor. Ve müjdelemiş olduğu başarılar daha sonra tamamen vücude gelmiş bulunuyor. Şöyle ki: (Ya) Siz Ey Müslümanlar!. (Öyle bir kavim ile savaşta bulunmayacak mısınız ki) Onlar çeşitkli sebeblerden dolayı kahır ve cezâya lâyık olmuşlardır. Bu cümleden olarak: Birinci sebep onlar (yeminlerini bozdular) Hudeybiye antlaşmasını yaparken müslümanların aleyhine başkalarına yardım etmiyeceklerine dair yemin etmişlerdi. Sonra müslüman olan Huzae kabilesi üzerine kâfir olan Beni Bekr kabilesini saldırırlar. (Ve) Ikinci sebep de onlar (Peygamberi -yurdundan-çıkarmayı kurdular) Darünnedvede toplanarak Rasûlü Ekrem’i Mekke’i Mükerreme’den çıkarmak için istişarede bulundular, (ve) üçüncü sebep de (sizinle düşmanlığa ilk evvel onlar başladılar) Rasûlü Ekrem’in İslâm dinini tebliğini kabul etmediler, onun gösterdiği mucizeleri inkâr ettiler, ona karşı savaşı göze aldılar veyahut Bedir Savaşı sırasında Kureyş’in kervanı kendilerine sağ-salim kavuşmuş olduğu halde yine geri dönmeyip Rasûlü Ekrem ile savaşa koştular veyahut müslüman olan Huzae kabilesi üzerine Beni Bekr’i saldırttılar. Artık Ey Müslümanlar!. (Onlardan) Size bu kadar düşmanlıkta, ihanette bulunan kâfirlerden (korkar mısınız!.) onlardan size bir müsibet gelir, korkusuyla cihadı terkeder misiniz?. Elbette siz de bilirsiniz ki, (kendisinden korkmaya daha lâyık olan ancak Allah Teâlâ’dır) artık yalnız ondan korkunuz, onun dinine hizmeti bir vazife biliniz, ona sığınarak düşmanlarınıza karşı cephe alınız, (eğer siz mü’min kimseler iseniz) bunu böyle bilirsiniz. Çünki hakikî müminler, yalnız Allah Teâlâ’dan korkarlar, başkasına ehemmiyet vermezler. Bütün hâdiselerin ancak o Yüce Yaratıcının iradesiyle, kudretiyle vücude geleceğine inanmış bulunurlar. Artık böyle kuvvetli bir inanca, sağlam bir kalbe sahip olan bir zümre,başkalarından korkar mı, mukaddesatı uğrunda cihad meydanlarına atılmaz mı?, İşte bu dinî terbiyedir ki, İslâm ordularını birçok savaşlarda kendilerinin sayıca kat kat üstünde olan düşmanlarına karşı galip kılmıştır. Böyle bir imân ve inanç, müslümanlara büyük bir kuvvet, büyük bir azim ve metanet vermektedir. Bu yüksek özelliğin bu yüce diyanet ve yiğitliğin İslâm muhitinde daima meydana galmesini sağlamaya çalışmak, İslâm cemiyetleri için en mühim bir vecibedir, varlıklarının şeref ve şan ile devam ve bakâsı için en birinci çâredir.
14. Onlar ile savaşın. Onları Allah Teâlâ sizin ellerinizle cezalandırsın ve onları rüsvay etsin ve onların üzerine size zafer versin ve mü’minler olan bir zümrenin göğüslerine şifa ferahlık nasip buyursun.
14. Artık Ey Müslümanlar!. (Onlar ile) Öyle yeminlerini bozan, size karşı hiyanette bulunan İslâm düşmanlariyle (savaşta bulunun) bunun bir kere şu faidelerini düşünün: Birincisi: (onları Allah Teâlâ sizin ellernizle cezalandırsın) öldürsün, esarete düşürsün, mallarını ellerinden gidersin (ve) ikincisi de (onları rüsvay etsin) dünyada zillet ve rezalete, ahirette de azaba düşürsün (ve) üçüncüsü de (onların üzerine size zafer versin) sizi onlara galip kılsın onları cezalandırmaya sizi muvaffak buyursun, (ve) dördüncüsü de (mü’minler olan bir zümrenin) o tecavüze uğramış olan Huzae taifesi gibi bir İslâm cemâatinin de (göğüslerine şifa) ferahlık ve neş’e (nasip buyursun) kendilerine eza ve cefada bulunmuş olan düşmanlarının mağlûbiyetlerini onlara göstermek suretiyle o taifeyi bekleme zahmetinden kurtarsın. İbni Abbas Hazretlerinden bir rivayete göre bu mü’minlerden maksat, Yemen ve Seba tarafından gelip İslâmiyet’i kabul eden bir zümredir ki yurtlarına dönünce yurtdaşlarından şiddetli bir ezayauğramışlardı. Durumu Rasûlü Ekrem’e bildirerek şikâyette bulunmuşlardı. Yüce Peygamber Efendimiz de “müjde, olsun size, kurtuluş yakındır” diye buyurmuştu. İşte bu gibi savaşa iştirâk etmemiş olan müslümanlar da bu savaş sonunda böyle bir gönül rahatlığına nail olacaklardı. Nitekim de olmuşlardır.
15. Ve kalplerinin kinini gidersin. Ve Allah Teâlâ dilediğini tövbeye muvaffak kılar. Ve Allah Teâlâ bilendir, hikmet sahibidir.
15. (Ve) Ey Müslümanlar!. Savaşta bulunun, tâki, Cenâb-ı Hak, bu vesile ile dindaşlarınızın (kalplerinin kinini gidersin) gördükleri, kötü olaylardan, tecavüzlerden dolayı kalplerinde meydana gelmiş olan öfkeyi şiddeti, gazabı, kızgınlığı gidersin. İşte bu da bu cihadın beşinci faidesidir. (ve Allah Teâlâ dilediğini tövbeye muvaffak kılar) düşmanlardan bir nicesini dilerse fikir değişikliğine nâil ederek kendilerine küfür ve isyandan tövbe nasip buyurur. Nitekim de nasip buyurmuştur. Bu cümleden olarak Kureyş reislerinden olan Ebu Süfyan, İkrime, Süheyl gibi bir nice zatlar, Mekke’i Mükerreme’nin fethi günlerinde İslâm şerefine nail olmuşlar ve İslâmiyetleri pek güzel, pek samimî bulunmuştur, (ve Allah Teâlâ bilendir) geçmişte olanları bildiği gibi gelecekte olanları da pek mükemmel bilir. Ve o Yüce Yaratıcı (hikmet) sahibidir onun bütün emirleri, hükmleri hikmet ve menfaata dayanmıştır.” Binaenaleyh bu cihad ile mükellefiyet de bir ilâhî hikmet gereğidir. Bu âyetler birer büyük mucizedir. Çünkü bunların müjdeledikleri muvaffakiyetler daha sonra tamamiyle meydana gelmiş, müslümanlar her tarafta galip olmuş, İslâm hâkimiyeti parlak bir şekilde kendisini göstererek ehli imânın kalplerini rahatlatmıştır.
16. Yoksa sandınız mı ki: Bırakılacaksınız ve Allah Teâlâ sizden cihadda bulunanları ve Allah Teâlâ’dan ve Resulünden vemü’minlerden başkasını öz dost edinmeyenleri bilmeyecek? Halbuki, Allah Teâlâ bütün yaptıklarınızdan haberdardır.
16. Bu âyeti kerime, cihaddan kaçınan mü’minleri uyararak onları cihada teşvik buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey Cenâb-ı Hak’kın emrine heman uymayıp da cihatdan geri kalan müminler!. (Yoksa) siz (sandınız mı ki) öyle cihad ile artık memur olmayacak bir halde (bırakılacaksınız) dır. (ve) yine fasit bir zan ile sandınız mı ki, (Allah Teâlâ, sizden) hak yolunda ihlaslıca (cihadda bulunanları ve) bununla beraber (Allah Teâlâ’dan ve Resûlünden ve mü’minlerden başkasını öz dost) sırdaş (edinmeyenleri bilmeyecek) bu haller o ezelî mabudun ilmî huzuru ile malûmu olmayacak!. Hâşâ (halbuki. Allah Teâlâ bütün yaptıklarınızdan haberdardır.) O herşeyi bilen Yaratıcı, sizin bütün fiil ve hareketlerinizi, bütün hayallerinizi ve din düşmanlarıyle olan gizlice münasebetlerinizi tamamen bilir. Onun mukaddes zatına karşı hiçbir şey gizli kalamaz. Artık bunu güzelce düşünmeli, yapılacak bir cihadı, bir ibadeti yalnız Allah rızası için yapmalı, yoksa nefsanî arzular için, gösterişler için yapılacak bir savaşın ve diğer şeylerin bir kıymeti yoktur.
§ Bu hitap!. Cihatdan geri duran bir kısım mü’minlere ve bir görüşe göre de münafıklara yöneliktir.
§ Velice kelimesi: Bir kimsenin sırdaşı demektir ki, kendisine bir takım sırları bildirir. Buna “bitane == sırdaş” da denir. Velice: Büyük çuval mânâsına da gelir.
17. Müşrikler için, kendi nefislerinin küfrüne şahitler oldukları halde Allah Teâlâ’nın mescitlerini imar etmeleri câiz değildir. Onlar o kimselerdir ki, onların ameleri boşa gitmiştir. Ve onlar ateşte ebediyen kalıcılardır.
17. Bu mübarek âyetler, yapılan birmâbedin, bir ibadetin Allah katında makbul olabilmesiiçin bunu yapan kimsenin imân ile nitelenmiş ve üzerine düşen vazifeleri ifaya götürücü olması lüzumunu göstermektedir. Şöyle ki: (Müşrikler için, kendi nefislerinin küfrüne şahit oldukları halde) meselâ Yahudi veya Hırıstiyan olduklarını itiraf veya İslâm dinini inkâr edici olduklarını ifade ettikleri veya diğer hareketleriyle, lâkırdılariyle ilâhî dinden mahrum bulunduklarını meydana koydukları halde (Allah Teâlâ’nın mescitlerini imar etmeleri) yani: O mescitlere devam etmeleri, onların içinde oturmaları, onları inşa ve tamir eylemleri (câiz) doğru (değildir) onlardan bunun doğru ve makbul olacağı imkânsızdır. Çünki (onlar) o kâfirler (o kimselerdir ki, onların amelleri) onların yapmış oldukları hayırlı görülen işleri, küfrleri sebebiyle (boşa gitmiştir.) bâtıl olmuştur. Kendileri için uhrevî bir mükâfat temin edecek bir mahiyette bulunmamıştır. (Ve onlar) küfrleri yüzünden ahiretde cehenneme atılarak (ateşte ebediyen kalıcılardır.) bu onların küfrlerinin cezasıdır. Çünki küfür en büyük bir cinayet olduğundan cezası da bu kadar büyüktür, ebedîdir.
18. Allah Teâlâ’nın mescitlerini ancak Allah Teâlâ’ya ve ahiret gününe imân eden ve namaz kılan ve zekâtı veren ve Cenab’ı Hak’tan başkasından korkmayan kimse imar eder. Artık umulur ki, bunlar hidayete ermiş olanlardan olacaklardır.
18. (Allah Teâlâ’nın mescitlerini) Cenâb-ı Hak’ka ibadet için hazırlanan mabetleri öyle kâfirler değil (ancak Allah Teâlâ’ya) onun varlığına, birliğine, ortak ve benzerden uzak olduğuna (ve ahiret gününe) bütün insanlığın sonunda oraya sevk edileceğine (imân eden) kaani bulunan (ve namazı kılan) en büyük bir kulluk arzetme alâmeti olan namazları erkân ve şartları içerisinde kılan (ve zekâtı veren) dindaşlarının ihtiyaçlarını gidermek için onlara mal ile yardım eyleyen (ve) dinî işlerde (Cenâb-ı Hak’tan başkasından korkmayan)yani: Kulluk vazifesini gerektiği gibi ifa edemeyip de uhrevî sorumluluğa uğrayacağını düşünerek kalben yalnız Cenab’ı Hak’tan korkup bu hususta başkalarından korku ve endişede bulunmayan (kimse imar eder) mabetleri tamire, aydınlatmaya çalışır, içlerinde ibadet ve itaate devam eder durur. (Artık umulur ki) yani: Artık bu gibi zatlar ilâhî lûtuf lardan bekleyebilirler ki: (bunlar hidayete ermiş olanlardan olacaklardır.) burada bir işaret var ki: Öyle yüksek vasıfları haiz zatlar bile kendi ibadet ve itaatlerine aldanarak mutlaka hidayete ereceklerine hükmedemeyip bunu ancak bir ilâhî lûtuf olmak üzere ümit ederler. Artık ehli küfür ve şirk, o hâl üzere bulundukça hiç hidayete erebilirler mi?. Onların yapacakları mabetler onlar için bir hidayet vesilesi olur mu?. Elbette olmaz.
19. Ya siz hacılara su vermeyi ve mescidi haramın imârını, Allah Teâlâ’ya ve ahiret gününe imân eden ve Allah Teâlâ yolunda cihadda bulunan kimse gibi mi tuttunuz? Bunlar Allah Teâlâ’nın katında eşit olamazlar ve Allah Teâlâ zalimler olan bir kavme hidayet etmez.
19. Bu âyeti kerime, imânsız olan bir kimsenin ne kadar görünürde güzel hizmetlerde bulunsa da imân sahibi olup hak yolunda çalışan bir zat ile eşit olamayacağını bildirmektedir. Şöyle ki: (Ya siz) Ey Müşrikler!. Veya ey Beyti şerifin suculuğunu, imâretini hicrete ve cihada ve benzerlerine tercih eden bir kısım müslümanlar!. (hacılara su vemeyi) Hacılara su vermek, onlara su dağıtmak hizmetinde bulunmayı ve (mescid’i haramın) Kâbe’i Muazzama’nın (imârını) onun tamir ve tezyin Edirnesini, onun koruyucusu, mütevellisi bulunmayı (Allah Teâlâ’ya ve ahiret gününe imân eden ve Allah Teâlâ yolunda) kâfirler ile (cihadda) savaşta (bulunan kimse) nin imânı, Allah katındaki yeri (gibi mi tuttunuz?.) onları fazilet ve derece üstünlüğübakımından beraber mi kıldınız?. Bu ne yanlış bir kanaat!. Halbuki (Bunlar Allah Teâlâ’nın katında eşit olamazlar.) gerçek şekilde mümin olan ve hak yolunda cihad eden bir zatın imânı ile küfür üzere sebat eden bir şahsın sâdece hacılara su vermesi, Kâbe’yi koruması, tamir ve tezyin etmesi nasıl eşit görülebilir?. İmana dayalı olmayan öyle bir amelin Allah katında bir kıymeti yoktur, (ve Allah Teâlâ zâlimler olan bir kavme hidâyet etmez) Evet… Küfür ve şirk içinde yaşayan, Hz. Peygambere düşman bulunan bir topluluk, sapıklığa düşmüş kimselerdir. Artık onlar, öyle hayırlı görülen bazı hareketlerinden dolayı Allah yolunda cihadda bulunan mü’minlere nasıl eşit olabilirler?. Onlar ile mü’minler zümresini eşit görenler, zalimce bir kanaatte bulunmuş olmazlar mı?. Böyle zalimler ise doğru bir yolu takip etmeğe muvaffak olamazlar.
§ Bu âyeti kerimenin nuzul sebebi hakkında birkaç rivâyet vardır. Bu cümleden olarak deniliyor ki: Mekke’i Mükereme’de bulunan müşrikler, Yahudi’lere sormuşlar ki: Biz bu mescid-i haramı tamir ve tezyin ediyor, hacılara su veriyor, ikramda bulunuyoruz. Artık biz mi daha üstünüz, yoksa Muhammed -Aleyhisselâm- ile eshâbı mı daha üstündürler. Yahudiler de demişler ki: Siz daha üstünsünüz. Bunun üzerine bu âyeti kerîme nâzil olarak onları yalanlamıştır.
20. O zatlar ki, imân ettiler ve hicrette bulundular ve Allah Teâlâ’nın yolunda mallarıyle, canlarıyla cihada atıldılar. Allah katında dereceleri pek büyüktür. Ve işte kurtuluşa erenler de onlardır.
20. Bu mübarek âyetler, bir takım yüksek vasıfları taşıyan mü’minlerin pek büyük derecelere muvaffak olduklarını bildirmektedir. Onların ebedî nimetlere, pek büyük mükâfatlara nâil olacaklarını açıkça beyân ederek kendilerini şöylece müjdelemektedir: (O zatlar ki, imân ettiler) İslâmiyet’i kabul ileimân nimetine kavuştular (ve) Rasûlullah’a tâbi olarak yurtlarını bırakarak Medine’i Münevvereye (hicrette bulundular ve) dini İslâm’ı ufuklara yaymak için, din düşmanlarını cezalandırmak için (Allah yolunda) Allah’ın dini uğrunda (mallariyle, canlarıyla cihada atıldılar) kâfirlerle çarpıştılar, işte şüphe yok ki, bu pek seçkin vasıflara sahip bulunan muhterem zatların (Allah katında dereceleri pek büyüktür.) Artık bu pek yüksek vasıflara sahip olmayanlar elbetteki, o zatlara fazîletce, üstün mertebece eşit olamazlar. (Ve işte kurtuluşa erenler de) dünya ve ahiret saadetine tamamen nâil olanlarda (onlardır) o pek seçkin vasıflara sahip olan zatlardır.
21. Onları Rableri kendinden bir rahmet ile ve bir razı olmakla ve cennetler ile müjdeler. Onlar için o cennetlerde ebedî nimetler vardır.
21. (Onları) O pek muhterem mücahit zatları (rableri) onları terbiye etmiş, arındırmış öyle olgunluklara erdirmiş olan Yüce Yaratıcı (kendisinden) kendi ilâhî katından sırf bir lûtuf olarak (bir rahmet ile) pek büyük bir ihsan ile (ve) onlardan ebedî şekilde (râarı olmakla) onları ebediyen gazabına uğratmaksızın ilâhî rızâsına nâil kılmış bulunmakla (müjdeler) kendilerine böyle pek büyük ilâhî lûtuflarını müjdeliyor. Ne kadar büyük bir ilâhî iltifat!. Artık (Onlar için) böyle yüce bir müjdeye mazhar olan o muhterem zatlar için (o cennetlerde ebedî nîmetler vardır.) Onlar her güne kederlerden uzak, ebedî olarak devam eden nîmetlere nâil olacaklar, pek mutlu bir haîde yaşayıp duracaklardır.
22. Onlar orada ebedî olarak kalacaklardır. Şüphe yok ki. Allah Teâlâ’nın katında pek büyük bir mükâfat vardır.
22. (-Onlar-) O yüksek vasıflara sahip olan müminler (orada) o cennetlerde, o ebediyet âleminde (ebediyen bâki kalacaklardır.) artık onlar için nail oldukları nimetlerden mahrum olmak düşünülecek değildir. (Şüphe yok ki,) ogibi zatlar için (Allah Teâlâ’nın katında) mânevî huzurunda (pek büyük birmükâfat vardır.) çünki o zatlar en güzel bir imân ile, bir fazilet ile vasıflanmış oldukları için haklarındaki mükâfat da pek büyük olacaktır. Özellikle onlar ahiret âleminde Yüce Allah’ı görmeye nâil olacaklardır ki, artık bunun ne kadar büyük bir ilâhî lûtuf olduğunu düşünmelidir. Ne mutlu bu saadete nail olanlara!.
§ Malumdur ki: Cenâb-ı Hak mekân ve zamandan yücedir. Hiçbir zâtın o Yüce Yaratıcıya yakınlığı, onun katında bulunması, mekân itibariyle değildir. Bilâkis bu yakınlîktan ve katında oluştan maksat, mânevî bir yakınlıktır. Hakikî mü’minlerin bir kalp temizliği ile ibâdette bulunup bir kulluk zevkine dalacak olmalarından, mânevî bir huzura ve ruhanî bir tecelliye nâil bulunmalarından ibarettir. Bu şekilde onların kalplerinde ilâhî muhabbet nurları parlamış olur. Kendileri her türlü düşüncelerin üstünde ruhânî bir neşeye ulaşmış bulunurlar. Ne büyük saadet!.
23. Ey müminler! Eğer küfrü imân üzerine tercih etmişler ise babalarınızı, kardeşlerinizi dost tutmayınız ve sizden onları kimler ki dost tutarsa işte zalim olanlar, onlardır.
23. Bu mübarek âyetler gösteriyor ki: Din düşmanlariyle alâkayı kesmeyi imkânsız görmemelidir. Her mü’min için lâzımdır ki, Allah’ının ve peygamberinin emirlerine uysun, bu uğurda her fedakârlığa katlansın, mukaddesatına engel olmak isteyenlerle bağlarını kessin, akrabalık gibi, dünyevî menfaat gibi şeyler bu dinî vazifeye mâni olmasın. Bunun aksine hareket edenler kendilerine zulm etmiş, hidayetten mahrum kalmış olurlar. Mekke’i Mükerreme’nin fethinden evvel müslümanlara hicret etmeleri emir olunmuştu, içlerinden bazıları: Biz nasıl hicret edelim ki, yurdumuzda babalarımız, aşiretlerimiz vardır, ticaretimiz, ikametgâhımız vardır, bunlardan alâkalarımızı nasıl keselim,diye söylenmişlerdi. Bunun üzerine bu âyetler nâzil olmuştur. Buyurulmuş oluyor ki: (Ey müminler!.) Ey İslâmiyet’i kabul ettikleri halde hicret etmek istemeyen müslümanlar!. (Eğer küfrü imân üzere tercih etmişlerse) küfür ve azgınlık içinde yaşamayı gerekli görmüş ve bunda israr ederek İslâmiyeti kabulden kaçınmakta bulunmuşlar ise, artık öyle olan (babalarınızı, kardaşlarınızı dost tutmayınız) sonra onları muhabbeti sizleri İslâmiyet’e hizmetten, İslâm yurduna hicretten mahrum bırakır, bu yüzden din kuvvetiniz bozulur. (Ve sizden onları kimlerki dost tutarsa) onların sözleriyle oturup kalkarsa, onların kötü halini görmez de onlar ile oturup kalkmayı hicrete, cihada tercih eylerse (işte zalim olanlar) Allah’ın emrine muhalefet edip kâfirleri müminler üzerine tercih etmek suretiyle nefislerine zulm etmiş bulunanlar (onlardır) o kâfirleri böyle tercih edecek ve gerekli görecek kimselerdir.
24. De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, kabileleriniz ve kazanmış olduğunuz mallar, durgunluğa uğramasından korktuğunuz bir ticaret ve hoşnut olduğunuz ikametgâhınız sizin için Allah Teâlâ’dan ve Resûlünden ve Allah yolunda cihaddan daha sevgili ise artık Allah Teâlâ’nın emri gelinceye kadar bekleyiniz! Ve Allah Teâlâ fasıklar olan kavmi hidayete erdirmez.
24. Resûlüm!. Öyle yurtlarındaki alâkalarından dolayı hicreti, hak yolunda cihadı bırakan müslümanlara (De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardaşlarınız, eşleriniz, kabileleriniz) akrabanız (ve kazanmış olduğunuz mallar) ve sizin ayrılacağınızdan dolayı revacını, gelişmesini kaybederek (durgunluğa uğramasından korktuğunuz bir ticaret) bir iktisadî muamele (ve hoşnut olduğunuz) içinde seve seve oturduğunuz (ikametgâhınız sizin için Allah Teâlâ’dan veResûlündan) onların rızaları için hicret etmekten (ve Allah yolundan cihatdan daha sevgili ise) böyle dünyevî alâkalar, menfaatler, sizin gözünüzde Allah Teâlâya ve Resûlüne itaatten ve hak yolunda cihaddan daha iyi görünüyorsa (artık Allah Teâlâ’nın emri) mukadder olan azabı, kahır ve cezası (gelinceye kadar bekleyiniz!.) elbette lâyık olduğunuz âkibete kavuşursunuz. (Ve Allah Teâlâ fasıklar olan kavmi hidayete erdirmez.) Öyle Cenâb-ı Hak’kın emirlerine itaatten kaçınan kimselerin kalplerini hidâyet nurlariyle aydınlatmaz. Binaenaleyh Yüce Allah’ın emirlerine daima riâyet etmelidir ki, insan hidâyet nurundan mahrum kalmasın.
§ Bu âyeti kerime bizlere bildirmiş oluyor ki: Dünyevî menfaatler ile dinî menfaat ler arasında bir çatışma bir aykırılık bulunursa her müslüman için icabeder ki, dinî menfaatleri, dünyevî menfaatler üzerine tercih etsin. Vakıa baba, ana, çoluk çocuk sevgisi, yaratılıştandır, bunlardan kalplerin alâkasını tamamen kesmek, imkânsızdır. Fakat düşünmelidir ki: Bunlar insanın mânevî helâkina sebep olacak bir halde bulunurlarsa artık ne kıymetleri olabilir?. Özellikle bütün varlığımız, bütün nâil olduğumuz nîmetler Cenâb-ı Hak’kın birer ihsanıdır ve ebedî saâdetimizi sağlamaya vâsıta olan zat da Rasûlü Ekrem Efendimizdir. Artık Cenâb-ı Hak ile Rasûlü Ekreme olan muhabbetimiz her türlü muhabbetlerin üstünde olmalı değil midir?. Artık bizleri yaratanımıza Peygamberimize isyana sevk etmek isteyen saptırıcı kimselere karşı nasıl bağlılık gösterebilir de kendimizi ebedî hüsrana düşürmeye cesaret edebiliriz?. Cenâb-ı Hak cümlemize güzelce düşünceler, hareketler nasip buyursun Amin!.
25. Muhakkak ki. Allah Teâlâ size birçok mevkilerde yardım etmiştir. Huneyn gününde de. O gün ki, çokluğunuz sizi güvendirmişti. Fakat bu size fâide vermemişti. Yeryüzügenişliğiyle beraber sizin üzerinize dar gelmişti. Sonra da arka çevirir olduğunuz halde dönüp gitmiştiniz.
25. Bu mübârek âyetler, müslümanları düşünmeye, teşekküre dâvet ediyor, her hususta muvaffâkiyetin ancak Allah’ın yardımı sayesinde meydana geleceğini bildiriyor. Zâhirî varlığa, çokluğa, akrabalığa değil, ancak Allah’ın lûtfuna îtimat edilmesine işaret buyuruyor, însanlık gereği meydana gelen kusurlardan, yanlış fikirlerden dolayı tövbekâr olarak ilâhî affa iltica edenlerin af ve mağfirete nâil olacaklarını müjdeliyor. Şöyle ki: Ey Müslümanlar!. Düşününüz, İslâm dinî sâyesinde ne kadar başarılara nâil oldunuz. Evet… (Muhakkak ki. Allah Teâlâ size birçok mevkilerde) bir nice savaş alanlarında (yardım etmiştir.) Bu cümleden olarak Bedir, Kureyza, Nadir, Hudeybiye, Hayber savaşlarında Mekke’i Mükerreme’nin fethi gününde sizi ilâhî yardımına nâil buyurmuştur. (Huneyn gününde de) O Huneyn Savaşı zamanında sizi zafere kavuşturmuştur. Bir kere düşünün (o gün ki,) o Huneyn Savaşı başlarken (çokluğunuz) ordunuzun büyük bir kuvvete sahip olması (sizi güvendirmişti.) artık böyle bir kuvvetin mağlûp olamayacağına inananlarınız bulunmuştu. (Fakat bu) kuvvet, bu çokluk size başlangıçta (fâide vermemişti.) düşmanlarınızı hemen cezalandırmaya sebep olmamıştı. Hatta Ey Müslümanlar!. Orada (Yeryüzü genişliğiyle beraber sizin üzerinize dar gelmişti.) Çok korkmuştunuz, orada duramaz olmuştunuz, âdeta kalplerinizin yatışacağı emin bir yer bulamaz gibi bir hâle düşmüştünüz, (Sonra da) düşmanlarınız olan kâfirlere (arka çevirir olduğunuz halde) yenilmiş olarak (dönüp gitmiştiniz.) savaş alanında yalnız Rasûlüllah ile birkaç zat kalmıştı. Bu hâdise müslümanlar için bir hikmet dersi idi. Tâki, daima Cenâb-ı Hak’ka tevekkül ve sığınmada bulunsunlar, muvaffakiyeti ancakondan beklesinler, kendi maddî varlıklarına güvenmesinler, yurtlarına, akrabalarına, servetlerine alâka bahanesiyle din uğrunda fedakârlıkta bulunmaktan kaçınmasınlar.
26. Sonra Allah Teâlâ Resûlü üzerine ve mü’minler üzerine rahmetini indirdi ve sizin görmediğiniz ordular indirdi ve kâfîr olanları azaplandırdı ve bu ise kâfirlerin cezasıdır.
26. (Sonra Allah Teâlâ) Lütfetti (Resûlu üzerine ve) mağlup olup dağılmış olan (mü’minler üzerine rahmetini indirdi) kalplerine sükûnet verdi, tekrar kendilerini toplayarak Yüce Peygamberin yanına koştular, savaşa başladılar (ve) Ey müslümanlar!. Cenâb-ı Hak (sizin görmediğiniz ordular indirdi) size imdat için birçok melekler gönderdi. (Ve kâfir olanları) öldürmekle, esaret ile, mallarının ellerinden alınmasiyle (azaplandırdı) onları yenilgiye uğrattı, (ve bu) azap (ise kâfirlerin) dünyevî (cezasıdır.) onların ahiretteki cezaları ise daha büyüktür ve ebedîdir.
27. Sonra Allah Teâlâ bunu müteakip dilediğini tövbeye muvaffak kılar ve Allah Teâlâ çok bağışlayan pek esirgeyendir.
27. (Sonra Allah Teâlâ bunu) Bu savaşı ve galibiyet ve mağlûbiyeti (müteakip) o düşmanlarından (dilediğini tövbeye) imâna ve günahkârlarından tövbe ve istiğfar etmeye (muvaffak kılar) onun mağlûbiyeti hakkında bir ilâhî lûtuf olur, onun kurtuluş ve saadetine vesile bulunmuş olur. Gerçekten de bunlardan bir kısmı gelip İslâmiyeti kabul etmişlerdir, (ve Allah Teâlâ çok bağışlayandır) o tövbe edenlerin günahlarını af eder ve örter ve (pek esirgeyendir.) onları lûtuf ve merhametine nail buyurur. Elverir ki, bir insan, kendi kusurunu bilerek tövbe edip af dilesin.
§ Huneyn Savaşı: Huneyn Mekke’i Mükerreme ile Taif arasında bir vâdîdir. Mekke’i Mükerreme’inin fetihin müteakip bu vâdide Arap kabilelerinin büyüklerinden Havazin,Sakiyf gibi kabileler toplanmış, müslümanlar ile savaşa karar vermişlerdi. Ordularının mevcudu dörtbin kadar imiş, bazı siyer kitaplarına göre yirmi bin kişiden ziyade bulunuyormuş. Rasûlü Ekrem Hazretleri de on ikibin kadar erden oluşan bir ordu ile Huneyn mevkiine varmış, savaşa başlamışlardır. Müslümanlardan bazıları İslâm ordusunun çokluğuna, kuvvetine bakarak “bu ordu hiçbir vakit azlığından dolayı mağlûp olmaz” demişti. Bu ise doğru bir söz değildi. Çünkü hangi bir ordunun başarısı çokluğu ile kendi kuvvetiyle değil, Cenâb-ı Hak’kın dilemesiyle, yardımıyla meydana gelir. İşte müslümanlara böyle bir uyanma dersi verilmesi hikmetine binaen olmalıdır ki, savaşa başlayan İslâm ordusu, başlangıçta galip olmuş iken sonra bir lâubalice hareket neticesi olarak bozguna uğramış, her tarafa dağılmış, yalnız Rasûlü Ekrem ile amcası Hz. Abbas ve amcası oğlu Ebu Süfyan ve Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer ve Hz. Ali gibi birkaç zat yerlerinde sebat edip kalmışlardı. Rasûlü Ekrem Efendimiz tam bir metanetle savaşa atılmış:
“Ben peygamberim yalan yok ben Abdu’l-Muttalib’in oğluyum.”
Diyerek düşmana meydan okumuştu. Hz. Abbas da: Ey İslâm erleri geliniz, Peygamberinizin yanından ayrılmayınız, diye nidâ etmiş, derken bütün İslâm kahramanları tekrar savaş alanına gelmişler, Rasûlü Ekrem de yerden bir avuç toprak alarak düşmanların yüzlerine doğru atmıştı. Bu toprak zerreler! düşmanların gözlerine isabet ederek onları sersem bir hâle getirmiş, gökten melekler de imdade gelmiş idi. Bunun neticesinde düşman büyük bir yenilgiye uğramış, bir miktârı öldürülmüş, bir kısmı da esir alınmıştı, malları da müslümanların ellerine geçmişti. Daha sonra bunlarda müslüman olanlar yine serbestbırakılmıştı.
§ Rasûlü Ekrem’in gazveleri = düşmanlarına karşı savaşa çıkmaları on dokuzdur. Düşmanlara karşı gönderdiği küçük birlikler ve buus denilen askerî kıtalar ile beraber toplamı yetmiş veya seksen kadardır.
28. Ey imân edenler! Şüphe yok ki, müşrikler pis kimselerdir. Artık bu seneden sonra Mescid’i Haram’a yaklaşmasınlar. Ve eğer ihtiyaçtan korkarsanız elbette Allah Teâlâ dilerse sizi lütfundan zenginleştirecektir. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ herşeyi bilendir, hikmet sahibidir.
28. Bu mübarek âyetler, Allah’ın dininden mahrum olanların mânen pis olduklarını, binaenaleyh bunların haremi şerife girmelerine müsaade edilmemesini ve bu yüzden iktisadî bir bunalım meydana gelmeyeceğini bildirmektedir. Ve İslâm dinini kabul etmeyen milletler ile, zelilce bir şekilde cizyelerini verinceye kadar savaşta bulunulmasını âmir bulunmaktadır. Şöyle ki: (Ey imân edenler) Ey Müslüman Kahramanları!. (Şüphe yok ki, müşrikler, pis kimselerdir.) yani: Bütün kâfirler, putlara tapanlar İslâmiyet’i kabul etmeyenler, içlerindeki kötü inançlarından dolayı mânen temiz değildirler. Onlar abdest almazlar, cenabetten yıkanmazlar, şarap vesaire gibi bir takım dînen pis olan şeyleri kullanırlar, bu sebeple bunlar mânen pis şeyler mahiyetindedirler. Her nekadar cismen pis değillerse de. Bunun içindir ki, elleriyle temas ettikleri birşey pis olmuş sayılamaz. (Artık bu seneden sonra) yani: Yüce Hicretin dokuzuncu senesini müteakip (Mescid’i harama yaklaşmasınlar) yani: Artık onlar hac veya umre için haremi şerif sahasına gelip girmesinler. Nitekim Hz. Ebu Bekir, Mekke’i Mükerremeye girerek böyle bir tebliğde bulunmuştur.
§ İmamı Âzam’a göre müşrikler, yalnız ziyaret için mescidi harama ve diğer mescitleregirmekten engellenmezler. İmamı Şafiî’ye göre yalnız mescidi harama girmekten men edilirelr. İmamı Mâlik’e göre de, bütün İslâm mâbetlerine girmekten men olunurlar. (Ve eğer ihtiyaçtan korkarsanız) müşriklerin haram sahasına girmemesi yüzünden ticaretin, maddî menfaatlerinin durgunluğa uğramasından endişeye düşerseniz, bu bir boş endişedir. Çünki (Allah Teâlâ elbette dilerse sizi lütfundan zenginleştirecektir.) haram sahasına başka bir feyiz ve bereket verecektir, bitirme gücünü arttıracaktır, bir nice grupları İslâm şerefine nail edip Beytullah’ı ziyarete sevkedecektir. Daha nice fetihler ve ganimetler ihsan buyuracaktır. Nitekim de öyle olmuştur. Bugün o mübarek yerlerden akmaya başlayan petrollerde bu feyz ve bereket cümlesinden biridir. (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ bilendir) Sizin ihtiyaçlarınızı, menfaatlerinizi tamamen bilir. Ve (hikmet sahibidir) onun her emir ve yasağı, her insan ve men’i bir hikmete dayanmaktadır. Artık onun dinî hükümlerine riayet ediniz, ondan başkasından korkmayınız. Sizin için kurtuluş ve saadet çaresi ancak budur.
29. Kendilerine kitap verilmiş olanlardan olup da ne Allah Teâlâ’ya ve ne de ahiret gününe imân etmeyen ve Allah Teâlâ ile Resûlunun haram kıldığı şeyleri haram tanımayan ve ne de hak dinini din edinmeyen kimseler ile zeliller olarak kendi elleriyle cizye verecekleri zamana kadar savaşta bulunun.
29. (Kendilerine kitap verilmiş olanlardan) Kendilerine vaktiyle Tevrat ve İncil’in hükmleri bildirilmiş olan kimselerden (olup da ne Allah Teâlâ’ya ve ne de ahiret gününe imân etmeyen) yani: Hak Teâlâ’yı ilahlık şanına lâyık bir şekilde birlemeyen ve yüceltmeyen ve ahiret âlemine İslâmiyet’in haber verdiği şekilde inanmayan (ve Allah Teâlâ ile Resûlünün haram kıldığı şeyleri haram tanımayan) tecavüz edilmemesi gerekenhaklara tecavüzü câiz gören, haram olan bir kısım meşrubatı helâl sanan bir takım putlara tapınmanın yasaklandığını inkâr eden (ve ne de hak dinin) diğer dinlerin bir nice hükümlerini kaldırmış olan İslâm dinini kendisine (din edinmeyen kimseler ile) aranızda büyük bir ayrılık vardır. Samimî bir dostluk ve muhabbet câri olamaz, bunlar mukaddesatın düşmanlarıdır. Binaenaleyh bunlar (zeliller olarak) müslümanlara karşı zillet ve itaat göstererek (kendi elleriyle) İslâm hükümetine (cizye verecekleri zamana kadar savaşta bulunun) onları cezalandırıncaya veya kararlaştırılmış olan vergiyi vererek itaat ve boyun eğmeye mecbur olacakları vakte kadar kendileriyle savaştan ayrılmayınız. Tâki, İslâmiyet’in galip oluşu, hâkimiyeti her yerde görünüp dursun.
§ Bu cizye, İmam-ı Âzam’a göre hem ehli kitaptan, hem de Arap ve Acem müşriklerinden alınıp kabul edilebilir, İmam Ebu Yusuf’a göre bu cizye, Arap müşriklerinden ve ehl-i kitabından alınmaz, başkalarından alınabilir. İmamı Şafiî’ye göre cizye, Arap ve Acem olan ehli kitaptan alınabilir, putperestlerden alınıp kabul edilmez. İmamı Mâlik’e göre de cizye, bütün kâfirlerden kabul edilebilir. Mecusîlerden (ateşperestlerden) cizyenin kabul edileceği hususunda da eshabı kiramın ittifakı vardır. Çünki, onlar hakkında ehli kitap muamelesi yapılmasına dair bir hadisi şerif vardır.
§ Cizyenin miktarına gelince: Bu, kazanan fakirler hakkında on ikişer dirhemdir, orta halli kimseler hakkında yirmi dörder dirhemdir, zenginler hakkında da kırk sekizer dirhemdir. Kazançtan âciz, veya hasta, veya çok yaşlı ve kadınlar ile çocuklar hakkında cizye yoktur. Bu cizyeler sene başında alınır. İmamı Şafiî’ye göre cizyenin miktarı her şahıs için bir dinardır. Bu zenginden de, fakirden de sene sonunda alınır. Cizye ile mükellef olan şahısİslâmiyet’i kabul deince veya ölünce bu cizye düşer.
§ İslâm dinine göre hakikî mümin o kimsedir ki: Kur’an-ı Kerim’in beyan ettiği şekilde Cenâb-ı Hak’ki birler ve tasdik eder, bütün Peygamberlere bütün semavî kitaplara inanır, hiçbir mahlûka yaratıcılık, ilahlık isnat edmez. Cenâb-ı Hak’kın bütün hükümlerini kabul eder ve saygı gösterir. Halbuki, ehli kitap denilen kimseler, Allah Teâlâyı ilâhî zatına lâyık bir şekilde tasdik etmiş ve yüceltmiş bir durumda değildirler. Çünki onlar, Cenab’ı Hak’ki, lâyık olduğu şekilde birleme ve yüceltmede bulunmamaktadırlar. Kimisi insanlara ilahlık, mâbudluk isnat etmektedir. Bir kısmı bazı Peygamberleri, semavî kitapları inkâr eylemektedir. Ahiret âlemine de İslâm dininin haber verdiği şekilde imân etmekte değildirler. Binaenaleyh onlar gerçekte diğer inkarcılar ile beraber bulunmaktadırlar.
30. Ve Yahudi’ler dedi ki: Üzeyr Allah’ın oğludur. Hıristiyanlar da dedi ki: Mesih, Allah’ın oğludur. Bu onların ağızlarıyla söyledikleri lâkırdılarıdır. Evvelce kâfir olanların lâkırdılarına benzetiyorlar. Allah Teâlâ kendilerini kahretsin! Nasıl Haktan çevriliyorlar.
30. Bu mübarek âyetler, Yahudiler ile Hıristiyanların da bazı zatları tanrı ve Cenab’ı Hak’kın oğlu kabul ederek daha eski müşrikler gibi pek yanlış bir inançta bulunmuş,bu şekilde bir nevi şirke düşmüş olduklarını bildirmektedir. Şöyle ki: Ehli kitap denilen taifeler, hak dine aykırı pek yanlış inanışlarda bulunmuşlardır. (Ve) bu cümleden olarak (Yahudiler dedi ki: Üzeyr) adındaki zat (Allah’ın oğludur.) böyle Allah’ın şanına lâyık olmayan bir babalık ve oğulluk isnadında bulundular. (Hıristiyanlar da dedi ki: Mesih) Hz. İsa (Allah’ın oğludur.) onun insanlardan babası yoktur, babasız ise evlât olamaz. Öyle ise, Mesih’in babası Tanrı Teâlâ’dır. Hâşâ. (Bu)yakıştırmalar, bu cahilce iddialar (onların ağıızlariyle söyledikleri lâkırdılarıdır.) esassız delilden yoksun sözlerdir. Bu sözleri kendilerinden (evvelce kâfir olanların lâkırdılarına benzetiyorlar) nitekim vaktiyle bir takım müşrikler de “melekler” Allah’ın kızlarıdır demişlerdi. Yahut: Hıristiyanlar, kendilerinden önce olan Yahudiler gibi inanmış, bir insanı Allah Teâlâ’nın oğlu sanmışlardır… Yahudi’ler ise, daha evvel: Üzeyr’i Allah’ın oğlu sanmışlardı. Veyahut: Hz. Peygamber zamanındaki Yahudi’ler ile Hıristiyanlar da kendilerinden evvel gelip geçmiş olan kendi babaları, dedeleri gibi yanlış iddialarda bulunmuş, bunlar da bazı insanları Allah Teâlâ’nın oğlu sanıvermişlerdir. Bu ne cahilce bir iddia!. (Allah Teâlâ kendilerini kahretsin) yani: Böyle iddialarda bulunanlara lânet eylesin. Onlar (nasıl) haktan, Allah Teâlâ’nın birliğine, baba olmaktan yüce bulunduğuna dair inançtan bâtıla (çevriliyorlar) halbuki, bu bâtıla imkân yoktur, onun birliği, baba olmaktan yüceliği nice deliller ile sabittir.
.31. Onlar bilginlerini, rahiplerini ve Meryem’in oğlu Mesih’i de Allah Teâlâ’dan başka tanrılar edindiler. Halbuki: Allah Teâlâ’dan başkasına ibadet etmekle emir olunmamışlardır. Ondan başka ilâh yoktur. Onların ortak koştukları şeylerden yücedir.
31. (-Onlar-) O iki kavim, kendi içlerinden bir takım kimselerin saptırmasına uğradılar, Yahudiler “Ahbar” denilen kendi (bilginlerini) kendi din âlimlerini, hıristiyanlarda kendi (rahiplerini) kiliselerde kapanıp duran papazlarını (ve Meryem’in oğlu Mesih’i de Allah’tan başka tanrılar edindiler.) onlara secde eder oldular. O bilginlerinin, papazlarının Allah’ın bildirdiklerine aykırı olarak helâl ve haram diye telkin ettikleri şeyleri hemen kabul ediverdiler. Hz. İsa’yı da Allah’ın oğlu tanıyarak ona tapınmaya başladılar. Diğer insanlar gibi bir annedendoğan, yiyip içmeğe ve diğer şeylere muhtaç bulunan bir kimse, hiç Allah Teâlâ’nın oğlu olabilir mi?. Bunu düşünmediler. (halbuki. Allah Teâlâ’dan başkasına ibadet etmekle emir olunmamışlardır.) Tevrat, İncil gibi kitaplarda böyle bir emir yoktur. Bilâkis yalnız Allah Teâlâ’ya ibadet edilmesi emredilmektedir. (ondan) O kâinatın yaratıcısından (başka ilâh) mabut (yoktur) o Yüce Yaratıcı (onların) o kâfirlerin Yüce Allaha (ortak koştukları şeylerden uzaktır) Evet. Onun yaratıcılıkta, ibadette, dinî hükmlerde, ilâhî zatına saygı ve ululama hususunda ortağı yoktur. Her türlü ortak ve benzerden uzaktır. Buna inanmışızdır!. Artık Üzeyr gibi, Mesih gibi, melekler gibi Allah’ın yarattıkları nasıl olur da o ezelî ve Yüce Yaratıcıya ortak ve benzer kabul edilebilir?.
§ Üzeyr Aleyhisselâm, İsrail oğulları erkeklerindendir. Peygamber olup olmamasında ihtilâf vardır. Tarihe göre: Buhtû Nesser tarafından Kudsü şerif harap edildiği zaman, Hz. Üzeyr de İsrail oğulariyle beraber esir edilerek Babil’e gönderilmişti. Onlara dinî rehberlikte bulunuyordu. Daha sonra Babil iran devletinin eline geçince iran Şahı, İsrail oğullarını Kudüs’e iade etmişti. Beyt’i Mukaddes’i yeniden bina ettiler. Tevrat kitabı birçok değişikliğe, tahrifata uğramıştı. Hz. Üzeyr bir ilâhî lûtuf olarak Tevrat’ı tamamen ezberlemiş bulunuyordu. Bunu yeniden yazıvermişti. Bu hâdise, milâttan (458) sene öncesine rastlamaktadır. Sonra Hz. Üzeyr vefat etmiş, yüz sene sonra bir harika olmak üzere Cenâb-ı Hak’kın kudretiyle yeniden hayat bulmuş, bir müddet daha yaşamıştır, İşte bu zatın bu hâline bakan bir takım Yahudi’ler, ve bu cümleden olarak Fenhas İbni Azura “Üzeyr”, Allah’ın oğludur, demişler, kendisine tapmakta bulunmuşlardır. Hatta deniliyor ki, Yahudilerden Selâm, Numan, Şas, Mâlik vesaire adlarındaki kimseler, Rasûlullah’ın huzuruna gelmişler, “Biz senindinine nasıl tâbi olabiliriz ki, sen bizim kıblemizi bıraktın, ve sen Üzeyr’in Allah’ın oğlu olmadığını iddia ediyorsun” demişler, bunun üzerine (30) uncu âyeti kerime nâzil olmuştur. “Hıristiyanların” teslis akidesine düşmelerinin sebebi hususunda da şöyle bilgiler verilmektedir: Hz. İsa’nın semaya kaldırılmasından sonra isevîler seksenbir sene kadar İslâm dinî üzere bulunmuşlar, kıbleye doğru namaz kılar, Ramazan orucunu tutarlardı. Tâki, Yahudiler ile aralarında bir savaş yapıldı, Yahudi’ler arasında “Pols” adında şecaatli bir şahıs vardı. İsevîlerden birçoklarını öldürdü, sonra da Yahudi’lere dedi ki: Ben hakkı İsevîler tarafında görüyorum, yarın isevîler cennete, biz ise cehenneme gireceğiz, ben bir hile yaparak onları sapıklığa düşüreceğini. Bunun üzerine görünürde Yahudi’lerden alâkasını kesmiş gibi görünerek isevî’lerin yanlarına gitmiş, bana Hıristiyanlığı kabul etmekliğim için gökten bir çağrı geldi, ben de kabul ettim, bu yüzden Yahudilerin birçok eza ve cefasına mâruz kaldım, şimdi size katılmış bulunuyorum, demiş, Hiristiyanları aldatmış. Onlar bu şahsı samimî, itaatkâr, takva sahibi bir zat sanarak kendi kiliselerine bırakmışlar, kendisine yardımda bulunmuş,büyük, ilgi göstermişler. Artık hilesini tatbike sıra gelmişti. Kendisinin talebesi yerinde bulunan “Nestur” adındaki bir şahsa: “İsa ile Meryem ve Tanrı üç ilahtır, hepsi de ilahlık vasfına sahiptir” diye gizlice ders vermiş, “Yakup” adındaki bir şahsa da “İsa şüphesiz ki, insan ve cisim değildir, fakat o Allah’ın oğludur” diye tâlimde bulunmuş “Milkâ” adındaki üçüncü bir öğrencisine de “Tanrı olan ancak İsa’dır; onun ilâhlığı ebedîdir” diye telkinde bulunarak bunu kendisi hayatta bulundukça başkalarına söylememeleri ayrı ayrı gizlice tavsiye etmiş ve bunlardan herbirine benden sonra benim halifem, yerime geçecek olan ancak sensin diye söylemiş, kendisine talim ettiği inancıinsanlar arasında yaymasını da tenbih eylemişti. Bunu müteakip kendisi intihar etmiş, bu talebelerinden her biri onun müstakil olarak halifesi kendisi olduğunu iddia ederek meydana atılmış, aralarında ihtilaflar yüz göstermiş, herbirisi kendine telkin edilmiş olan bâtıl inancı bir liderlik mevkiinde bulunmak hırsiyle yaymaya başlamış; bunun neticesinde de “Nesturiye Yakubiye, Milkâiye” mezhepleri meydana çıkmış, İsevîler Allah’ın birliği inancından mahrum kalmışlardır. Bu hususa dair tefsirlerde ve mesnevîde mufassal malûmat vardır. “Nisa Sûresindeki ISJ’ncı âyeti kerimenin izahına da bakınız!.
§ Bu mübarek âyetler de: Yahudilerin, Hıristiyanların Üzeyr’i Mesih’İ Allah’ın oğlu tanıyarak onları tanrı edinmeleri hepsine isnat edilmektedir. Gerçek şu ki: Onların hepsi de bu inançta değildirler. Fakat içlerinden bir kısmı bu inançta bulunup bundan men edilemediği için bunun hepsine isnat edilmesi bir konuşma usulü gereğidir. Nitekim bir yerde bir iyiliğe veya bir kötülüğe bazı kimseler tarafından devam edildiği takdirde: O yer ahalisi, şu iyiliği veya kötülüğü yapıp durmaktadırlar deniliyor. Maamafih vaktiyle hepsinin de Öyle bir inanışta bulunup da daha sonra bu inançtan bir kısmının vaz geçmiş olmaları da düşünülebilir. Ve böyle birşeyin hepsine isnâdî, hepsinin de uyanık olarak o şeyden onu yapanları uyararak men’e çalışmalarına işaret hikmetine binaen de olabilir.
32. Onlar Allah Teâlâ’nın nurunu ağızlarıyla söndürmek isterler. Allah Teâlâ ise nurunu tamamlamaktan başka birşeye razı olmaz. İsterse kâfirler hoşlanmasınlar.
32. Bu mübarek âyetler, bir takım gayri müslimlerin İslâm dinine karşı ne kadar düşman olduklarını bildiriyor. Buna rağmen İslâm nurunun dâima ufukları aydınlatıp diğer dinlere galip geleceğini müjdelemektedir.Şöyle ki: (Onlar) O gayri müslimler, O Yahudi ve Hıristiyan önderleri (Allah Teâlâ’nın nurunu) İslâm dinini veyahut Allah’ın birliğini bildiren Kur’an’ı Kerim’i, Cenâb-ı Hak’kın eş ve benzerden uzak olduğuna ve Rasûlü Ekrem’in peygamberlik ve risaletine şahitlik edip duran delilleri, mucizeleri (agızlariyle) bâtıl lâkırdılariyle (söndürmek isterler.) öyle bir ebedîlik nurunun yok olmasını arzu ederler, öyle bir hakikat güneşini öyle üfürmeleriyle ortadan kaldırmak isterler. Ne kadar ahmakça bir gayret!. (Allah Teâlâ ise) o mukaddes (nurunu) bütün ufukları aydınlatıcı olmak üzere (tamamlamaktan başka birşeye razı olmaz) o hikmet sahibi Yaratıcı, kelime-i tevhid-i yüceltmeye, İslâm dinini güçlendirmeye muhalif olan şeyleri imha eder, herhalde ilâhî nurunun her tarafa yayılmasını irâde buyurur, aksini irâde buyurmaz. Herhalde İslâm dininin nurunu insanlık dünyasına vakit vakit daha fazla yayacaktır. (isterse kâfirler hoşlanmasınlar.) Bu ilâhî nurun öyle parlayıp günden güne ufuklara yayılmasını istemesinler. Onların bu düşmanlığına rağmen o apaçık nur fazlasıyla her tarafa yayılıp duracaktır. “Bir şem’iki. Mevlâ yaka bir veçhile sönmez.”
33. O bir Yüce Yaratıcıdır ki, Peygamberini hidayet ile ve hak din ile gönderdi ki, onu bütün dinlerin üzerine yükseltsin, isterse müşriklerin hoşuna gitmesin.
33. (O) Yüce Mabut (bir Yüce Yaratıcıdır ki. Peygamberini) Hz. Muhammed Aleyhisselâm’ı (hidayet ile) insanlık için bir selâmet ve saadet rehberi olan Kur’an’ı Kerim ile (ve hak din ile) sırf hakikat olan İslâm dini ile, bütün insanlığın son ve en mükemmel bir Peygamberi olmak üzere (gönderdi ki onu) o İslâm dinini, kendisine muhalif olan bütün (dinlerin üzerine yükseltsin) diğer ilâhî dinlerinin de birçok hükümlerini bir hikmet ve menfaat gereği kaldırıp daha mükemmel hükmleri insanlığatebliğ buyursun, (isterse) İslâm dininin bu yücelmesi müşriklerin o insanlara ilahlık isnat eden, bu şekilde şirke düşmüş olan kâfirlerin (hoşuna gitmesin) bir takım bâtıl inançların merkezi olan kalpleri İslâmiyetin bu yücelmesiden dolayı zarar ve ziyanda olarak hüzn ve keder içinde kalsınlar, o İslâm’ın yücelmesi mutlaka gerçekleşecektir. Nitekim de öyle olmuştur, daha da olup duracaktır. “Düşmanların alçaklığı ettikçe tevali” “Eyler o ziya küsteri âfâk teali”
§ Evet… İslâm dini, her tarafa yayılmaya devam edip durmaktadır, İslâm dininin bütün dinler üzerine galibiyeti, yükselmesi aklen, ilmen sabit bulunmuştur. Herhangi bir din ile İslâmiyet arasında ilmî bir şekilde tarafsız bir karşılaştırma yapılacak olsa İslâmiyet’in hepsinden fazla akıl ve hikmete uygun, bütün insanlığın idaresine, selâmet ve saadetine yeterli bulunduğu pek güzel anlaşılır. Bir kere düşünmeli: İnsanları ihtilâfa düşüren, insanlara ataleti, miskinliği tavsiye eyleyen, insanlara, putlara ilahlık, mâbutluk isnat eden dinler ile bütün insanlığı bir kardeşlik dairesinde yaşamaya davet eden, insanlara adaleti, ihsanı, hayırseverliği emreyleyen, bütün insanların bir yüce mâbuda kulluk, arzında bulunup mukkaddesata hizmeti, insanlığı aydınlatmaya çalışması, meşrû şekilde iktisadî faaliyette bulunmayı tavsiye buyuran İslâm dini eşit görülebilir mi?. Elbette birçok milletler bu apaçık dini kabul etmişlerdir, birçok milletlerde ergeç bu yüce dini kabul edecektir. Gerçek şu ki: Bir takım din düşmanları; sırf bir düşmanlık sebebiyle İslâm dini aleyhinde bulunabilir, bu pek yüksek dinin ne kadar mukaddes; yüce olduğunu inkâra cür’et gösterebilir, müslümanlığın ilerlemeye mâni, asrın ihtiyaçlarını temine yetersiz olduğunu iddia edebilir. Fakat bunların bu haince çalışmaları sonunda akamete mahkum olur,kendileri de hem dünyada hem de ahirette belâlarını bulurlar, İslâmiyet nurları yine beşeriyet ufuklarını tenvire devam eder durur. “Ey mihri nübüvvet seni mümkün müdür inkâr!” “Pür şaşaadır nurun ile enfüs-ü âfâk.” İslâmiyetin ufuklara yayılmasını müjdeleyen Kur’an-ı Kerim’in nasıl bir ebedî mucize olduğunu daha güzelce anlamak için İslâm tarihine şöyle bir bakmalıdır. Malûm olduğu üzere Yüce Peygamberimiz, başlangıçta pek yalnız bir halde bulunuyordu, bütün çevrsi kendisine düşman kesilmişti. Arap yarımadası bütün müşriklerin elinde idi, diğer kıtalarda bütün kâfirlerin, müşriklerin, putperestlerin hâkimiyetleri altında bulunuyordu. Derken bir takım yüksek zekâlı zatlar İslâmiyet’in güzelliğini görerek İslâmiyet’e can attılar, Peygamberin fedakârlığına iştirâk etmeğe başladılar, düşmanlarının kuvvetleri, düşmanlıkları o kadar çok idi ki, o mübarek Peygamber, kendi vatanını bırakarak hicrete mecbur olmuştu. Fakat diğer bir muhitte, Medine’i Münevvere’de İslâmiyet parlamaya başlamıştı, müslümanların sayıları günden güne artıp duruyordu. Az zaman sonra bir hâle geldi ki, büyük bir İslâm ordusu meydana gelmeye başladı, Arap müşriklerin cezalandırmaya muvaffak olup Mekke’i Mükerreme’yi fethettiler. Kâbe’i Muazzama, müslümanların eline geçmiş bulundu. Daha sonra İslâm ordusu, bütün Arap yarımadasını fethetti, İslâm bayrakları Arap yarımadasının dışında da dalgalanmaya başladı, müslümanlar, Yahudi’leri Arap beldelerinden çıkardılar, Şam taraflarında hıristiyanlara galip geldiler. Suriye’de, Filislin’de, İrak’ta bulunan mecusîlere, putperestlere galip gelerek onların bulundukları yerleri de İslâm hâkimiyeti altına aldılar. Daha sonra İslâm orduları doğu ve batıya seferlerde bulunarak nice beldeler! fethettiler, İslâmiyet bir nice ülkelere yayıldı. Birçok zümreler İslâm şerefinenail oldu. İslâmiyet, maddî bir gücün baskısıyla değil, kendi mahiyetindeki çekicilik ve mükemmellik tesiriyle birçok kimselerin kalplerine hakîm olmuştur, dünyanın her tarafına yayılmaya başlamıştır. Mısır, Kuzey Afrika, İran ülkeleri İslâm hakimiyetine tâbi oldular, İspanya’ya, Hollanda’ya, İngiltere’ye, Ümit Burnuna, Hindistana, Çine diğer yerlere kadar İslâmiyet yayıldı. Buralarda milyonlarca insan, kendi arzutariyle İslâm dinini kabul etmiş bulunmaktadır. Müslümanlar vaktiyle insanlığa, medeniyete, ilm ve fazîlete olağanüstü bir şekilde hizmet ederek diğer milletlere alınacak bir örnek olmuşlardır. Bunu bugün birçok batı bilginleri de itiraf etmektedirler. Bu cümleden olarak bu bilginlerden “L. A. Sedillot” Paris’te basılmış bir eserinde şöyle demiştir: “Müslümanları ve onların bütün ortaçağ boyunca yeni medeniyet üzerine icrâ ettikleri tesiri unutulmaya mahkûm etmekte herhalde hususî bir maksat olsa gerek” İskenderiye mektebinde (Picrcoride’in göklere çıkarak methettiği tıbbî maddeler, ilmî şekliyle bir İslâm icadıdır. Kimyevî eczacılığı müslümanlar icat etmişlerdir. Bugün (Dispansa tolre) denilen ilâç maddeleri hakkındaki muazzam hükümler onlardan kalmıştır.” “İbni Sina tam altı asır boyunca mekteplere mutlak şekilde hakîm oldu. Beş kitaptan oluşan Kanun ismindeki eseri birçok defalar tercüme ve tab’edilerek Fransa ve italya Üniversitelerinde tedrisata esas alınmıştır.” Gerçekten de müslümanlar medeniyete, ilmi irfana çok hizmet etmişlerdir. Maalesef zaman zaman bir kısım müslümanlar, ihtiyatsız hareketlerde bulunmuşlar, aralarında zuhur eden ayrılıklar yüzünden ilerlemeleri duraklamaya uğramış, bazı mağlûbiyetlere mâruz kalmışlardır. Fakat bu da müslümanlar için bir terbiye ve uyanış dersi mahiyetinde bulunmuştur. Buna rağmen İslâmiyet’İn yayılması yine devam etmektedir. Hiçbir kuvvetin tesiri altında kalmaksızın birçokmünevver, hakikatları araştıran kimseler, İslâmiyet’i kabul edip durmaktadırlar. Özet olarak: Kur’an-ı Kerim’in müjdeler! tahakkuk ederek nasıl bir ebedî mucize olduğu bu şekilde de ortaya çıkmış bulunmaktadır, İslâmiyet daha fazla gelişecektir. Birçok yüksek zatların beyanına göre de sonunda Hz. İsa’nın inmesi ve Hz. Mehdinin çıkması ile İslâmiyet hâkimiyeti tamamen doğu ve batıyı kuşatacaktır. Bütün gayri müslimler ya İslâmiyet’i kabul edecek veya bir kısmı müslüman olacak, bir kısmı da müslümanlara cizye vermek mecburiyetinde kalacaktır. Bununla beraber maddeten olmasa bile İslâmiyet mânen bütün var olan dinlere galip olmuştur. Bunu bir kısım insaflı batı âlimleri de itirafa mecbur bulunmaktadır. Bu cümleden olarak “Marmadok” adındaki bir bilgin şöyle demiştir. “KUR’AN” en mükemmel bir ahlâk ve hukuk kitabıdır. Kur’an’ın tebliğ ettiği esastan mükemmel bir ahlâk mecellesi vücut bulur. Yaratanın hukuku ile yaratılmışların hukuku ancak müslümanlık tarafından mükemmel bir şekilde tarif olunmuştur. Bunu yalnız müslümanlar değil, Hıristiyanlar da Musevîler de itiraf ediyorlar. Cenab’ı Hak, cümle insanlığa insaf, uyanıklık ihsan buyurarak İslâm dinine kavuşmak nasip buyursun âmin. Fetih sûresine de bakınız!.
34. Ey imân etmiş olanlar! Yahudi bilginlerinden ve rahiplerinden birçoğu insanların mallarını elbette haksız yere yerler ve Allah’ın yolundan çevirirler. Ve o kimseler ki, altını ve gümüşü toplarlar da onları Allah yolunda sarfetmezler, artık onları acıklı bir azap ile müjdele.
34. Bu mübarek âyetler, ehli kitaba mensup bir takım din bilginlerinin dünya varlığına düşkün olup insanların mallarını birer bahane ile haksız yere ellerinden aldıklarını ve servetlerini hak yolunda sarfetmediklerinibildiriyor. Ve bu yüzden bir yakıcı azâba uğrayacaklarını kendilerine ihtar ediyor. Şöyle ki: (Ey imân etmiş olanlar!) Ey hakikî müslümanlar!. (Yahudi bilginlerinden) kendilerine “ahbar” denilen musevî din âlimlerinden (ve) hırıstiyan olup ibadet için kiliselere kapanıp duran ve papaz ünvânını alan (rahiplerden birçoğu insanların mallarını elbette haksız yere yerler) yani: insanların mallarını rüşvet yolu ile, onlar aldatmak suretiyle ellerinden alır, o mallar ile kendileri istifâde etmek isterler. Meselâ: Bir takım dinî hükmlerde müsamaha gösterirler, insanların arzusuna uysun diye o hükmleri tevile ve değiştirmeye çalışırlar, bir takım kimseleri günahlarından kurtarmak bahanesiyle onlardan âdeta rüşvet almış bulunurlar. (Ve) O din adına rehberlik iddiasında bulunan şahıslar birçok kimseleri, saptırarak (Allah’ın yolundan çevirirler) onların İslâmiyet’i, hakikatı kabul etmelerine engel olurlar. Kendi kitaplarındaki bir takım mes’eleler! de bozarak ve değiştirerek insanların bir takım hakikatları olduğu gibi anlamalarını arzu etmezler. (Ve o kimseler ki) hangi bir milletten olursa olsunlar (altunu ve gümüşü) dünya servetini (toplarlar da onları Allah yolunda sarfetmezler.) Meselâ onların zekâtını vermezler, onları meşrû, lâzım olan cihetlere harcamazalr. (artık onları) öyle âdi, mallarını icabeden yerlere sarfetmekten kaçınan şahısları (bir azap ile müjdele) onlar öyle helâl ve haram demeksizin topladıkları malları yüzünden ahirette pek acıklı bir cezaya uğrayacaklardır. Bir kere bunu düşünmeli değil midirler?.
35. O günde ki, bunların üstü cehennemin ateşinde kızdırılıp onunla alınları, yanları ve arkaları dağlanır. İşte bu kendi şahıslarınız için hazine haline getirdiğinizdir, artık toplayıp biriktirdiğinizin tadını tadınız denilir.
35. O mallarından gereken harcamayı yapmayanlar (O gündeki) azabauğrayacaklardır, (bunların) Bu toplamış oldukları malların (üstü cehennemin ateşinde kızdırılıp) bir ateş parçası haline getirilir (onunla) o ateş parçasiyle, o malları toplamış olanların (alınları, yanları ve arkaları dağlanır) çünkü insanın haddızatında vücudu, yüzünden, iki tarafı ile arkasından ibarettir. İnsanların bütün varlığı esasen bunlar ile devam eder. Binaenaleyh bunların azap çekmesi, bütün vücudun azap çekmesin! gerektirir. Ve o azaba uğrayacak şahıslara denilir ki (işte bu) ateş parçası kesilen mallarınız, (kendi şahıslarınız için hazine haline getirdiğinizdir) yani: Bunlar kasalarınzda biriktirip zekâtını vermediğiniz, yerine sarf etmediğiniz servetinizdir ki, böyle bir hâle gelmiştir. (Artık toplayıp biriktirdiğinizin tadını tadınız) Evet… Onlara yarın ahirette denilir ki: İşte sizi saran bu yakıcı azap, sizin dünyadaki mallarınızdır ki, bakınız, bugün sizin için ne kadar bir cezaya sebep olmuştur. Kenz = Hazine, cem edilen, toplanılan, bir yere koyulan mal demektir. Define gibi. Buna “malı meknuz da” denir böyle bir malın zekâtı verilmezse, bu maldan hac gibi bir dinî vazife ifa edilmezse, bu maldan çoluk çocuğun nafakalarına sarfı icabeden miktar sarf edilmezse ve böyle bir mal ile gururlu bir vaziyet alınıp vatanın, vatandaşların menfaatine çalışılmaz ve özellikle böyle bir mal gayrı meşrû şekilde elde edilmiş bulunursa artık bunun hakikat açısından hiçbir kıymeti olamaz. Bilâkis sahibi için azaba, felâkete sebep olur. Artık böyle bir servet sahibi olmak için rüşvet gibi, hırsızlık gibi rezaletlerden kaçınmayan, hakikatları değiştirmeye çalışan, kendisini muhtaç olmadığı halde fakir göstererek zekât almak isteyen, dinî hükmleri yanlış göstermeğe cür’et eyleyen kimseler öyle ateşin azaplara uğrayacaklardır. Bunda şüphe yoktur. Kur’an’ı Kerim’in bu mübarek âyetleri başka milletlerin bir kısım kötü hallerini bize beyan buyuruyor ki, bizler deöyle gayri meşrû hallerde bukmmayahın, kendimizi ilâhî azaba mâruz bırakmayalım. Ne büyük bir ilâhî irşad!. Fakat meşrû şekilde kazanılan: Zekâtı verilen, hac için, çoluk ve çocuğun nafakaları için icabeden mikdarı sarfedilen bir mal ne kadar çok olsa da verilmiş bir kenz, bir servet sayılmaz. Bu övülmüştür. Nitekim: “İyi bir mal, iyi bir insan için güzeldir.” denilmiştir. Bu hususta şuna da riayet etmelidir ki: Elde edilen bir mal, sahibini gaflete, şehvete düşürmesin, dinî vazifelerini ifaya mâni olmasın, başkalarına karşı gumrlu bir vaziyet almasına sebebiyet vermesin, kalbini yüce düşüncelerden mahrum bırakmasın. Aksi takdirde o fazla mal ve servet sahibi için bir nimet değil, bir felâket sebebi olur. Cenab’ı Hak hayırlısını ihsan buyursun. Âmin…
36. Muhakkak ki, ayların sayısı. Allah Teâlâ’nın katında. Cenab’ı Hak’kın kitabında gökleri ve yeri yarattığı günden beri on ikidir. Bunlardan dördü haram olanlardır. İşte bu, doğru bir hesaptır. Artık o aylarda nefislerinize zulüm etmeyiniz. Ve müşrikler sizinle toplu bir halde savaşta bulundukları gibi siz de toplu bir halde müşrikler ile savaşta bulunun ve biliniz ki. Allah Teâlâ muhakkak korunanlar ile beraberdir.
36. Bu mübarek âyet, kameri senelerin kaçar aydan ibaret olduğunu ve bunlara uymanın lüzumunu bildiriyor, bunlara riâyet etmeyenlerin sorumluluğuna işaret buyuruyor Şöyle ki: Ey insanlar!. Biliniz!. (Muhakkak ki, ayların sayısı. Allah Teâlâ’nın katında) onun mukaddes hükmünce, o kâinatın yaratıcısı olan (Cenâb-ı Hak’kın kitabında) lâvh-i mahfuzunda (gökleri ve yeri yarattığı günden beri on iki) aydan ibaret (dir) ilâhî hüküm bu şekilde gerçekleşmiştir. Bu aylar ise Muharrem, Sefer, Reblülevvel, Rebiülahir, Cemâziyelevvel, Cemaziyelâhir, Recep, Şaban, Ramazan, Şevval, Zilkade, Zilhicce, aylarından ibarettir.Bunlar ay yılını meydana getirmektedir. Toplam: (335) gündür. Bir de güneş yılı vardır ki, bunun müddeti de (365) gün ile bir günün dörtte biri kadardır. (Bunlardan) Bu kamerî aylardan (dördü haranı olan) aylar (dır) Onlar da: Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Recep aylarıdır. Bunlara “eşhüri hürüm = haram aylar” denilir. (İşte bu) dört ayın haram kılınmış olması (doğru bir hesaptır) bir doğru yoldur, İbrahim Aleyhisselâm’ın takibetmiş olduğu bir ilâhî din yolundan başka değildir. (Artık o aylarda nefislerinize zulm etmeyiniz) Gerçek şu ki: Hiçbir vakit nefse zulm câiz değildir. Fakat bu haram kılınmış aylarda günâha girmek, bu ayların hürmetine de aykırı olacağından nefse daha ziyade zulüm olur. Bu aylar mademki, Allah katında fazlaca bir hürmete mazhardır, artık bunların bu hürmetine aykırı olarak bu ay larda’yapılacak günahların cezası da o oranda fazladır. Binaenaleyh bu hususa pek ziyade dikkat etmelidir. (Ve) Maamafih (müşrikler sizinle toplu bir halde savaşta bulundukları gibi siz de toplu bir halde müşrikler ile savaşta bulunun) o İslâm düşmanları herhangi ayda olursa olsun müslümanlara saldırdıkları takdirde müslümanların o haram aylara riâyet için elleri bağlı durmaları, o düşmana karşı cephe almamaları elbette uygun olamaz. Bu halde müslümanların da kendilerini müdafaa için o düşmanlara karşı savaşa başlamaları lâzım gelir. Bununla o aylara hürmetsizlik etmiş bulunmazlar. Bu bir zaruret icabıdır, bu Allah’ın dinine bir hizmet vazîfesidir. (ve biliniz ki. Allah Teâlâ muhakkak korunanlar ile) Allah Teâlâ’nın emrine riâyet edip ondan korkanlar ile zafer ve başarı ihsan etmek bakımından (beraberdir.) Hak Teâlâ Hazretleri daima öyle takva sahibi kullarını destekler, başarılı kılar.
37. Şüphe yok ki Nesî = Ertelemek, bir ayın hürmetini diğer aya bırakmak küfrde bir ziyadeliktir. Onunla kâfir olanlar şaşırtılır. Onu o tehir edileni bir yıl helâl, bir yıl da haramsayarlar ki, Allah Teâlâ’nın haram kıldığının sayısına uygun göstersinler de Cenâb-ı Hak’kın haram kıldığını helâl kılsınlar. Onlar için kötü amelleri bezetilmiştir. Allah Teâlâ ise kâfir olan bir kavme hidayet etmez.
37. Bu âyeti kerime, bir takım kâfirlerin haram olan ayları değiştirdiklerini ve tehir eder olduklarını bildiriyor. Bu pek fazlasiyle kâfirce olan bir harekete cür’et edenlerin ise hidayetten mahrum kalacaklarını ihtar buyuruyor. Şöyle ki: Bir hikmet sahibi mâbud olan Allah Teâlâ Hazretleri bir kısım ibadetleri ifa hususunda kamerî aylara uyulmasını emretmiştir, İbrahim Aleyhisselâm da, diğer Peygamberler de kamerî aylara riâyet etmişlerdir. Daha sonra Arap müşrikleri bu kamerî aylara uymayı terketmişler, bunlara riâyeti kendi dünyevî menfaatlerine aykırı görmüşler, bunun neticesi olarak Arabî aylarını ertelemeye ve öne almaya başlamışlardı. Kamerî aylara uyulduğu takdirde hac mevsimi bazen kısa, bazen da yaza tesadüf ediyordu. Kısa tesadüf edince ziyaretler azalıyor, ticaretleri sekteye uğruyordu. Yahut hac mevsimi yaza tesadüf edince Mekke’de kalmak mecburiyetini hissediyorlar, ticaret için dışarı çıkmalar! sonraya kalıyor, bu yüzden iktisadî menfaatleri azalmış gibi oluyordu. Bir de haram olan dört ayda savaşta bulunmak yasaklı, halbuki Arap kabileleri zaman zaman çarpışmadan kendilerini alamıyorlardı. Artık haram olan bir ayı helâl sayarak, o ayda savaşta bulunuyorlar, diğer bir ayı onun yerine bir haram ay sayıyorlardı. Bu cihetle aylar tehire bırakılmış, değiştirilmiş oluyordu. Bir de Ay yılı ile, Güneş yılını âdeta birbirine karıştınyorlardı, bu şekilde bir senenin müddeti Ay yılı üzerine artıyor, bunun neticesi olarak bazı seneler, onüç ay olmuş bulunuyordu. Artık hac ayı, bazen Zilhicce’ye, bazen da Muharrem’e veya Sefere vesaireye tesadüf ediyordu. Bir müddet sonra da yine Zilhicce’ye tesadüf etmiş bulunuyordu. Artık buaylarda böyle bir değişiklik vücude geliyor, Cenâb-ı Hak’kın haram kıldığı aylara riâyet edilmiyor, hac vakitleri çok kere terk ve tehir edilmiş oluyordu. İşte böyle dünyevî menfaatler için Allah’ın emrini terkedenleri kınamak, hareketlerinin küfrü artırmağa sebep olduğunu beyan için şöyle buyuruluyor. (Şüphe yok ki. Nesi) yani: Ayları değiştirip tehir etmek, bir ayın hürmetini diğer bir aya bırakmak, meselâ: Belirli bir vakitte yapılacak hac vazifesini başka bir vakte nakil edivermek (küfrde bir fazlalıktır) çünki buna cür’et edeler zaten kâfir bulunuyorlardı, Cenâb-ı Hak’kın bu husustaki emrini dinlemeyip onun aksini yapmak da fazlaca bir küfür eseridir. Böyle yapanlar, ya Hak Teâlâ’nın emrini inkâr etmiş veya o emrin hikmet ve menfaata muvafık olmadığını iddia ile Cenâb-ı Hak’ka hâşâ cehalet isnat eylemiş olacakları için küfrleri kat kat olmuştur, (onunla) Öyle Allah’ın emrine muhalif olarak ayları tehir etmek ve değiştirmekle (kâfir olanlar, şaşırtıhr) onların sapıklıkları artar, Cenâb-ı Hak’kın emirlerindeki hikmetleri anlamaktan mahrum kalırlar, (onu) O tehir ettikleri ayı (bir yıl helâl, bir yıl da haram sayarlar) haram olan bir ayı helâl tanırlar, helâl olan bir ayı’ı da onun yerine haram telâkki ederler, aradan seneler geçtikçe ilâve ettikleri günler sebebiyle yine haram tanımış olduğu ayın haram bir ay olduğunu söylerler, (ki Allah Teâlâ’nın haram kıldığının sayısına uygun göstersinler) Dört haram olan ay’a muvafakatte bulunmuş gibi olsunlar (da) artık (Cenâb-ı Hak’kın haram kıldığını helâl kılsınlar) Bu cümleden olarak o hac yapılması icabeden ayları başka aylara tehir ederek böyle kendi kendilerine helâl ve harama hüküm versinler, (onlar için) O cahilce hareketlerinin bir cezası olmak üzere o (kötü amelleri bezetilmiştir) artık onu, güzel; faideli, takdire şayan birşey zannederek cüretleri artmıştır, daha ziyade azabı hak etmişlerdir. (Allah Teâlâ ise kâfirolan bir kavme hidayet etmez.) Onlar kendi kabiliyetlerini kötüye kullandıkları için sapıklığa düşmüş olurlar, kendilerini selâmet ve saadete kavuşturacak bir hidâyete nâil olamazlar. Bu âyeti kerime gösteriyor ki, Cenâb-ı Hak, yüce bir mabuddur, hikmet sahibi bir yaratıcıdır. Onun bütün dinî hükmleri hikmet ve menfaata dayanmaktadır. Onu takdir ve tasdik etmemek, onun zıddını yapmaktan kaçınmamak en büyük bir sapıklık eseridir. İşte bir kısım ibadetlerin kamerî aylara göre yapılması hususundaki emri ilâhî de bu cümledendir.
§ Bu konudaki şer’î hikmet bir işaret olmak üzere şöylece izaha lüzum görülmüştür:
(l) Kamerî aylar, öteden beri on iki olup bunlar bir Ay yılını teşkil ederler. Bu aylar öteden beri olduğu gibi İslâm dininde de ibadetlere mahsus günleri, vakitleri kapsamak üzere muteber bulunmuştur. Bu, ilâhî emre dayanan, Hz. Peygamberin fili ile sabit, ümmetin icmai ile gerçekleşmiş bir durumdur. Bu cümleden olarak (…………………..) = Sana hilal şeklindeki ayları soruyorlar. De ki: Onlar, insanlar ve özellikle hac için vakit ölçüleridir. (Bakara 2/189) âyeti kerimesi gösteriyor ki: İbadetler hussunda kameri aylar muteberdir. Ayın muhtelif safhalar göstermesi, insanlara ibadet zamanlarını ve özellikle hac vaktini bildirmek için açıkça bir alâmettir. Artık buna riayet edilmesi, bir hikmet ve menfaat gereğidir. Hikmete dayanan dinimiz, kamerî aylara bir ehemmiyet vermiştir. Ayın muhtelif safhaları sayesinde medeniler de. Bedevîler de ibadet vakitlerini tayine muktedir olurlar. Bu kamerî aylar ise on ikidir. Bunlar bir Ayyılını oluştumrlar. Bu senenin ilk ayı ise Muharremdir. Hz. Ömer, Radiallahu anhu, Rasûlü Ekrem Sallallahu aleyhi vesselem efendimizin hicret buyurdukaln senenin Muharrem’ini, müslümanlar için bir tarih başlangıcı olarak tesbitetmiştir. Hicrî tarih bu aydan başlamış bulunmaktadır.
(2) Cahiliye zamanında bu kamerî ayların vakitleri değiştirilmiş, savaşta bulunmak için haram olan bir ay, ileri veya geri alınmak suretiyle helâl sayılmış, helâl olan bir ay da haram gösterilmiş, yani: Dînen belirlenmiş olan günler, keyfî surette değiştirilmişti. İşte “Nesi” denilen bu hal, (………………………….) âyeti kerimesiyle büyük bir küfr sayılmıştır.
(3) İbadetlerde Berat Gecesi, Miraç Gecesi, Velâdet Gecesi gibi mübarek günlerde kamerî aylara uymanın teşrî hikmeti de biraz düşünme neticesinde pek güzel anlaşılır. Bununla beraber bir takım ibadetler, şer’an belirli vakitlere tahsis edilmiştir. Bunlar birer teabbudî emirdir. Bizim vazifemiz de bu emirlere olduğu gibi riayet etmektir. İsterse onların hikmetini bilmeyelim: Bir kulun kerem sahibi mâbuduna olan tam bir kulluğu, onun emirlerine uymaktan ibarettir. Yoksa onun şahsına ait faidelerini, kolaylıklarını düşünüp araştırmak o hususta kendi kendine değiştirme ve bozmaya cür’et etmek değildir.
(4) Oruç, hac farizesinin güneş yılına göre muhtelif aylara tesadüfü, insanlık hakkında ilâhî adaleti ilâhî rahmetin büyük bir tecellisi demektir. Düşünmeli ki, omç fârizesini her sene meselâ: Haziran ayında ifa etmekle mükellef olsa idik, kuzey yarım küredeki müslümanlar her vakit sıcak bir mevsimde ve uzun günlerde oruç tutacaklardı, güney yarımküredeki müslümanlar ise daima soğuk ve kısa günlerde bu vazifeyi ifa edeceklerdi. Tersine bu vazifeyi ifa, ocak ayına mahsus olsa idi, bu halde kuzey yarımkürede bulunan müslümanlar, pek kolaylıkla oruçlarını tutacaklardı, güney yarımküredeki müslümanlar ise her zaman güç bir vaziyette kalmış olacaklardı. Kerem ve hikmet sahibi olan mâbudumuz ise bu farizenin edası için kamerî aylardan olan Ramazan ayını tâyin buyurmuş olmakla bütün müslümanları ilâhî lûtfuna mazhar kılmış, her otuz üç küsur sene içinde iki yarımkürenin müslüman ahalisini nöbetleşerek kolaylığa nail buyurmuştur.
(5) Şunu da düşünmeli ki, oruç günleri gibi, Hz. Peygamberin doğum günü gibi mübarek günler, bütün dünya günleri, mevsimleri için iftihara vesile olacak pek feyizli, şerefli zamanlardır. Artık bu yüce zamanların birer feyizler devresi sayılmak şerefine nail olmak, her mevsim, hergün için pek istenen bir saadettir. Halbuki, bu feyizler devresi, Güneş yılı itibariyle belirli bir mevsime, bir güne tahsis edilmiş olsaydı insanlık dünyasının diğer mevsimleri, günleri bu nailiyet şerefinden mahrum kalmış olacaklardır. Ay yılı dikkate alındığı takdirde ise Güneş yıVarının bütün mevsimleri, günleri de bir nöbetleşme neticesi olarak bu yüceliğinin sonu olmayan şerefe mazhar olmaktadırlar. Bu ise mânevî bakımdan pek büyük bir gayedir, bir hikmet gereğidir.
(6) Maamafih insanlar bir hikmete binaen bir imtihan dünyasında yaşamaktadırlar. Bunların mükâfatları Cenâb-ı Hak’kın emirlerine uyarak o uğurda katlanacakları güçlükler ile mütenasip olacaktır. Nitekim
( ……………………………..) = amellerin en faziletlisi, en şiddetli olanıdır.) diye buyurulmuştur. Artıkoruç gibi bir ibadetin daima son bahara tesadüf etmeyip de diğer uzun veya sıcak zamanlara tesadüf etmesi de müslümanların daha ziyade sevaba nail olmalarına bir vesile olmuş olur. Her hakikî müslüman, üzerine düşen vazifeleri herhangi bir mevsime tesadüf ederse etsin, kerem sahibi Mabudunun emrine uyarak seve seve, bir neş’e içinde ifaya çalışır. Bu mânevî zevkten mahrum olanlar ise herhangi mevsime tesadüf ederse etsin o dinî vazifelerini ifaya yanaşmazlar. Artık onların bu hususta söz söylemeğe ne selâhiyetleri olabilir?. Cenâb-ı Hak, cümlemizi İslâm dininin yüce hükmlerini takdir ile onlara hakkiyle uymaya muvaffak buyursun. Âmin…
38. Ey imân edenler! Sizin için ne varki, size Allah yolunda seferber olunuz, denildiği zaman yere yığıldınız, kaldınız. Yoksa ahiret yerine dünya hayatına mı razı oldunuz. Halbuki, dünya hayatının metaı, ahiretin yanında pek az birşeyden başka değildir.
38. Bu mübârek âyetler, dünyevî menfaatler düşüncesiyle savaştan kaçınan müslümanları kınamaktadır. Hak yolundaki savaşların faidelerine işaret ederek müslümanları buna teşvik eylemektedir. Bu cihaddan kaçınanları azap ile tehdit ederek onların yerine başkalarının getirileceğini ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ey imân edenler!.) Ey bir kısım İslâm erleri!. (Sizin için ne var ki) ne mâni mevcuttur ki (size Allah yolunda) İslâm dinî uğrunda (sefer ediniz) gazaya çıkınız (denildiği zaman) ağırlık gösterdiniz (yere yığıldınız, kaldınız) emre uyarak hemen savaşa hazırlanmadınız?. (Yoksa) Siz (ahirete bedel) öyle ebedî bir nimete karşlık (dünya hayatına mı razı oldunuz?.) bu dünya varlığına mı daha ziyade kıymet verdiniz. (Halbuki, dünya hayatının metaı) Dünyevî servetler, mevkiler (ahiretin yanında) uhrevî varlıklara menfaatlere göre (pek az) önemsiz (birşeyden başka değildir.) artık öyle ebedî nimetleri bırakıp da bu fanînimetlere böyle düşkünlük göstermek nasıl muvafık olabilir?.
§ İbni Abbas Hazretlerinden rivâyet edildiğine göre bu âyeti kerime Tebük gazvesi sırasında nâzil olmuştur. Şöyle ki: Hicretin dokuzuncu senesi idi. Rum Kayseri nin emriyle Şam’da müslümanların aleyhine hareket etmek üzere bir ordunun toplanmış olduğu haber alınmıştı. Rasûlü Ekrem’in emriyle Medine’i Münevvere’den, Mekke’i Mükerreme’den ve diğer Arap kabileleri arasından bir hayli asker toplanarak Şam tarafına harekete karar verilmişti. Bu orduya Hz. Ebu Bekir bütün servetini vermişti. Hz. Osman da üçyüz deve yükü yiyecek ve bin altın bağışlamıştı. Bu ordu, Recep ayında Medine’den hareket ederek Medine ile Şam yolunun ortasında bulunan “Tebük” adındaki yere vardı. Etrafa korku vermişti. Bazı kabileler cizye vermek suretiyle müslümanların ahd ve emanına girdiler. Rum ordusu ise hareket edemez olmuştu, İslâm ordusu büyük bir şeref ve şan ile Medine’i Münevvereye dönmüştü. İşte bu Tebük seferine hazırlanırken bazı münâfıklar dedikodu yapmışlar, bu cümleden olarak münafıkların reisi olan Abdullah İbni Übeyy İbni Selûl: “Muhammed Aleyhisselâm- Roma devletini oyuncak mı sanıyor, eshabıyle beraber onlara esir olacaklarını gözümle görmüş gibi biliyorum.” demişti. Maamafih o vakit havalar pek sıcak idi, Medine’nin mahsulâtı vücude gelmişti, gidilecek yer ise uzakca idi, Rumlar ise fazla kuvvetli görülüyorlardı. Binaenaleyh bazı müslümanlar da, bu gibi sebeplerden dolayı ağırlık göstermiş, hemen sefere koşmamışlardı. Bunun üzerine bir teşvik ve kınama mahiyetinde olmak üzere bu âyeti kerime nâzil olmuştur. Gerçek şu ki: Eshabı kiramdan birçokları mallarıyle, canlariyle bu sefere seve seve iştirâk etmişlerdi. Fakat umuma hitab edip debunlardan bir kısmının kastedilmesi, meşhur bir mecaz üslûbudur, bir konuşma usulûdur. Binaenaleyh bu husustaki hitap da her ne kadar umuma yönelik ise de bundan bir kısmı kasdedilmiştir.
39. Eğer seferber olmazsanız, sizi pek acıklı bir azap ile cezalandırır ve yerinize başa bir kavmi getirir ve siz ona hiçbir şey ile zarar veremezsiniz. Ve Allah Teâlâ herşeye tam mânâsıyla kadirdir.
39. Ey mü’minler!. Artık düşününüz!. (Eğer) siz, Hz. Peygamber’in emrine muhalefet edip de (seferber olmazsanız) Yüce Peygamber ile cihada çıkmazsınız, Allah Teâlâ (sizi pek acıklı bir azap ile cezalandırır) sizi ahiretin pek müthiş azâbına uğratır veya düşmanların ortaya çıkmasıyla veya kıtlık ve pahalılık ile veya yağmurların kesilmesiyle sizi helâke mâruz bırakır, (ve yerinize başka bir kavmi getirir.) Peygamberin emrine itaat edecek, ahireti dünyaya tercih eyleyecek bir kavmi İslâm şerefine nail kılar, (ve siz ona) Cenâb-ı Hak’ka veya onun Peygamberine, öyle cihatdan geri kalıp ağır davranmaktan dolayı (birşey ile zarar veremezsiniz.) onun dini yine yayılır durur, onun dinine hizmet eden nice zümreler vücude getirilir. Nitekim getirilmiştir, İslâmiyet’i kabul eden Yemen, Fars, Irak, Türkistan ahalisinin İslâmiyet’i kabul edip İslâm dinine olan hizmetleri malumdur. (Ve Allah Teâlâ herşeye tam manâsiyle kaadirdir.) Kendi mukaddes dinini herhangi bir vasıta ile yüceltebilir, her tarafa yayabilir. Evet… Rasûlü Ekrem’in mübârek hayatı da buna şahitdir. Cenâb-ı Hak onu ne kadar zatlar ile desteklemiş, onun dinini kıyamete kadar da destekleyecek ve koruyacaktır. Bir takım hainlerin bu yüce dine karşı görünürde veya gizlice düşmanca bir vaziyet almaları, bunun dünya çapında yücelmesine, ufuklara yayılmasına ebediyen mâni olamayacaktır. Cenâb-ı Hak dileyince İslâm dinini başkamilletler ile de teyit buyurur, onlarda İslâmiyet’e hizmete atılırlar. Nitekim bir hadis-i şerifte de (………………………) ) buyurulmuştur. Evet… Allah Teâlâ dilerse İslâm dinini bu dine müntesip olmayanlar ile de destekler. Nitekim bugün de birçok müsteşrik yabancı âlimleri, İslâm dininin güzelliği, yüksekliği hakkında yazılar yazıyor, eserler yayınlıyorlar.
40. Eğer siz ona yardım etmezseniz muhakkak ki. Allah Teâlâ ona yardım etmiştir: O zaman ki, kâfirler onu çıkarmışlardı. O ikinin biri bulunuyordu. O ikisi mağarada bulundukları sıra, o vakitte ki, arkadaşına diyordu: mahzun olma, şüphe yok ki. Allah Teâlâ bizimle beraberdir. Artık Allah Teâlâ onun üzerine sekinetini indirdi ve bunu da görmediğiniz askerlerle destekledi ve kâfir olanların sözünü alçalttı. Allah Teâlâ’nın kelimesi ise o en yüksektir. Ve Allah Teâlâ güçlüdür, hikmet sahibidir.
40. Bu âyeti kerime, Eshab-ı Kiramı Rasûlullah’a yardım etmeğe teşvik etmektedir. Ve o Yüce Peygamberin daima Allah’ın yardımına mazhar olup bir nice görülmeyen kuvvetler ile desteklenmiş olduğunu bildirmektedir. Şöyle ki: Ey Mü’minler!. (Eğer siz ona) Hz. Muhammed Aleyhisselâm’a (yardım etmezseniz) Cenâb-ı Hak ona yardım eder, onu daima korumaktadır. (muhakkak ki. Allah Teâlâ ona) Evvelce de (yardım etmiştir.) Özellikle (o zaman) yardım etmişti (ki, kâfirler) Mekke’i Mükerreme’deki müşrikler (onu) o Yüce Peygamberi Mekke’den (çıkarmışlardı.) çıkmasına sebebiyet vermişlerdi, onu mübarek hayatına kastetmeğe karar vermişlerdi. (O) Yüce Peygamber (ikinin biri bulunuyordu.) biri kendisi, diğeri de arkadaşı ve eshab-ıı kiramının seçkini olan Ebu Bekir Hazretleri idi.(O ikisi) O mübârek Peygamber ile muhterem arkadaşı (mağarada bulundukları sıra) O Yüce Resûl (o vakitte ki) o muhterem arkadaşına teselli vermek için (diyordu:) Ey arkadaşım! (mahzun olma) Bana düşmalarımın bir zarar verebileceklerini düşünerek kalben üzülme (şüphe yok ki. Allah Teâlâ bizimle beraberdir.) yani: O Kerem sahibi mâbudumuz, bizi dâima koruyacak ve muhafaza buyuracaktır. (Artık Allah Teâlâ) Rasûlü Ekrem’in bu müjdelediği şekilde (onun) Hz. Ebu Bekir’in (üzerine sekinetini) ona güven ve sükûnet verecek vadini (indirdi) kalbine ilham buyurdu. (Ve bunu da) Resûllerin sonuncusu olan bu Yüce Peygamberi de o sizin gözlerinizle (görmediğiniz askerlerle) yani meleklerle gerek bu mağarada ve gerek Bedir, Ehzâb, Hüneyin gibi savaşlarda (destekledi) artık bundan sonra da destekleyecektir. (ve) O Yüce Yaratıcı (kâfir olanların sözünü alçalttı.) onların müşrikce lâkırdılarını, başkalarını küfür ve şirke davete ait olan dırıltılarını veyahut Rasûlüllah hakkında yapacaklarını aralarında kararlaştırdıkları kötü hareketlerini, arzularını mahvetti, kendilerini mağlûp ve helâk etti, o çirkin emellerine kavuşamadılar. (Allah Teâlâ’nın kelimesi) Olan Yaratıcının birliğine, imana, İslâm dinini kabule (ise o en yüksektir.) o her şeyin üstündedir, ona hiçbir söz yücelikde eşit olamaz. (Ve Allah Teâlâ güçlüdür) herşeye yegâne galip olan o’dur, onun kudreti herşeye fazlasıyla kâfidir. Ve o ezelî yaratıcı (hikmet sahibidir). Onun bütün emir ve tedbiri, hikmet gereğidir. Onun irâdesi, kudreti daima hikmet ve menfaatı kapsar bir şekilde tecelli eder. Buna imân etmişizdir.
§ Bu âyeti kerime, Rasûlullah’ın hicretini, onun nâil olduğu Allah’ın korumasını gösterdiği gibi Hz. Ebu Bekir’in de yüksek mertebesini göstermektedir. Çünkü onun Rasûlullah’a fevkalâde hizmetlerde, fedakârlıklarda bulunması Rasûlullah’ın hicretinde arkadaşı,yoldaşı bulunması, mağaradaki iki zâttan birisi olmak üzere Kur’an’ı Kerim’de gösterilmesi onun eshabı kiramı arasında en seçkin bir zat olduğuna delildir. Malûm olduğu üzere müslümanlığı kabul eden zatlar, Mekke’deki müşriklerin pek çok ezâ ve cefâsına uğramakta idiler. Bunların bir kısmı Habeşistan’a hicret etmişlerdi. Bu sırada Medine ahalisinden olan Ave ve Hazrec kabileleri İslâmiyeti kabul etmiş, müslümanlara kucaklarını açmışlardı. Artık gerek Mekke’deki ve gerek Habeşistan’daki müslümanlar. Medine’ye hicret etmişlerdi. Mekke’de yalnız Peygamber efendimizle Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ali gibi birkaç zat kalmıştı. Mekke müşrikleri İslâmiyet’in Medine’deki yayılmasını görünce endişeye düşmüşler, buna karşı bir çâre elde etmek için liderler! bulunan Kusayın, Darunnedve denilen hânesinde toplanarak istişarede bulunmuşlar, Ebu Cehlin görüşünü kabul ederek Rasûlü Ekrem’in hayatına kastetmeğe karar vermişlerdi. İşte bu sırada idi ki, Peygamber Efendimizin de Medine’ye hicret buyurmasına Allah tarafından müsaade olundu. Hz. Peygamber’in doğunun elli dördüncü ve milâdın (622) inci senesi idi. Sefer ayının son günlerinde Rasûlü Ekrem, bir gece saadet hânesinde kendi yatağına Hz. Ali’yi yatırmış, mübârek hânesinin etrafında dolaşıp kendisine suikastte bulunmak isteyen kâfirlerin üzerlerine bir avuç toprak saçmış, aralarından çıkıp bir tarafa gitmiş, o düşmanlarının kör olası gözleri ise o Yüce Peygamberin bu çıkıp gitmesini görememişlerdi. Rasûlü Ekrem, sonra Ebu Bekiri Sıddık’ın evine teşrif etmiş, onunla beraber hicrete izinli olduğunu müjdelemiş, onunla beraber geceleyin çıkarak Mekke şehrine bir saatlik bir mesafede bulunan “Sevr” dağına gitmişler, orada “Athal” denilen bir mağarada üç gün saklanmışlardı. Rasûlü Ekrem’in bu hicretinden haberdar olan müşrikler, o Yüce Peygamberi takibe başlamışlar, o mağaranın yanınagelmişlerdi, fakat bir harika olarak onun kapısını örümcekler kaplamış, güvercinler de orada yuva yapmış, yumurtlamışlardı. Artık müşrikler, orada kimsenin bulunamıyacağına kaani olup geri dönmüşlerdi. İşte bu sırada mağarada bulunan Hz. Sıddık, düşmanların öyle mağara etrafında dolaştıklarını görünce mahzun olmuş “Ya Rasûlüllah!. Beni öldürürlerse gam yemem ben bir şahısım, fakat senin mübârek hayatına kasdederlerse bütün ümmetin yok olmasına sebep olur, diye üzüntüsünü göstermişti. Fakat bunun üzerine Rasûlü Ekrem de ona teselli vererek: “gam çekme, Allah Teâlâ bizimle beraberdir” diye buyurmuştu. Rasûlü Ekrem Mekke’den çıkmadan evvel “Abdullah İbni Üreykıt” adında bir şahıs bir ücretle kılavuz tutulmuş, kendisine iki deve verilmiş, üç gün sonra bunlar ile mağaraya gelmesi tenbih edilmişti. Üreykıt belirlenen zamanda mağaranın yanına gitmiş, Rasûlü Ekrem de arkadaşıyla beraber mağaradan çıkarak bu develere binip Medine’i Münevvere tarafına yürümüşlerdi. Reblulevvelin ilk günleri idi, Medine’deki müslümanlar, Hz. Peygamber’in teşrif inden haberdar olarak karşılamaya çıkmışlar, büyük tezahüratta bulunmuşlar, kasideler okumuşlardı. “Kuba” köyüne yaklaşılmıştı. Rasûlü Ekrem üç gün Kuba’da kaldı, meşhur Kuba mescidini yaptırdı. Müslümanlar için ilk yapılan mescit o’dur. Sonra Medine şehrine teşrif etti, Halid Ebu Eyyubilensâri Radiallahü anhın hânesinde yedi ay kadar ikâmet buyurdu. Bu sırada Medine’i Münevveredeki Peygamber mescidi ile etrafındaki odalar yapılmış, Rasûlü Ekrem de bu odaları ikametgâh edinmişti. Mekke’i Mükerreme’den hicret eden eshâb-ı kirâma “muhâcirin” denildiği gibi bu zatlara yardım eden Medine’i Münevvere’deki müslümanlara da “Ensar-ı Kiram” denilmiştir. İşte Rasûlü Ekrem’in Medine’i Münevvere’ye hicret buyurmuş olduğu senenin Muharrem’i yılbaşı olmak üzere hicrî tarihin başlangıcı sayılmıştır.
41. Siz hafif ve ağırlıklı olarak cihada çıkınız ve Allah Teâlâ’nın yolunda mallarınızla ve canlarınızla cihadda bulununuz. Bu, sizin için hayırlıdır. Eğer bilir kimseler oldunuz ise.
41. Bu mübarek âyetler, müslümanları herhalde cihada katılmaya teşvik ediyor ve özendiriyor, bir takım mazeretlerine binaen cihada iştirâk etmemiş olduklarına dair yalan yere yemin edeceklerin bu hallerini kınıyor. Bu gibi kimselerin halleri tamamen anlaşılmayınca cihada iştirâk etmemeleri için kendilerine verilen iznin uygun olmayacağına işaret buyuruyor. Şöyle ki: Ey Müslümanlar!. (Siz hafif ve ağırlıklı olarak cihada çıkınız) Yani: Size kolay gelsin gelmesin herhalde seferber olunuz. Fedakârlıkta bulunun, neş’eli olun olmayın, nakil vasıtaları bulunsun bulunmasın, gerek genç ve gerek yaşlı olun herhalde fevkalâde bir mâni bulunmadıkça cihaddan geri katmayın (ve Allah Teâlâ’nın yolunda mallarınızla ve canlarınızla cihadda bulununuz) Yani: Mümkün oldukça böyle fedakârlıklardan çekinmeyiniz, böyle mal ile ve can ile cihad kâbil olmayıp yalnız biriyle kâbil olduğu takdirde o şekilde hareket edilmesi lâzım gelir. Meselâ: Bedenen cihada katılamayacak bir müslüman, malı var ise savaşa malıyle yardımda bulunmalıdır. (Bu sizin için hayırlıdır.) Yani: Böyle cihada atılmak, maddî ve mânevî bir nice faideleri içermektedir. Bu vatanın, İslâmiyet’in korunmasına hizmet eder. Uhrevî sevaplara vesiledir, (eğer siz) Bu faideleri düşünüp takdir eder, (bilir kimseler oldunuz ise) öyle hak yolunda mümkün olan fedakârlıkarı yapmaktan geri durmazsınız.
42. Eğer o, yakın bir ganîmet ve orta bir sefer olsa idi elbette sana tâbi olurlardı. Fakat o meşakkatli mesafe onlara uzak geldi ve az sonra Allah Teâlâ’ya yemin edeceklerdir ki; eğer iktidarımız olsa idi elbette seninleberaber sefere çıkardık. Bunlar kendilerini helâk ediyorlar. Allah Teâlâ ise onların mutlâka yalancı kimseler olduklarını biliyor.
42. Resûlüm!. (Eğer o) Davet edildikleri şey (yakın bir ganimet) kolaylıkla elde edilebilir dünyevî bir menfaat olsa idi (ve orta bir sefer) ne pek uzak, ne de pek yakın olmayıp orta bir halde bulunmuş (olsa idi) ganimete ulaşmak arzusuyla (elbette sana tâbi olurlardı) o sefere iştirâk ederlerdi. (Fakat o meşakkatli mesafe) Kolaylıkla varılamayacak olan Tebük savaş alanı (onlara uzak geldi) o sebeple bahaneler yaparak bu sefere iştirâk etmediler, (ve az sonra) Tebük seferinden dönüşünüzü müteakip (Allah Teâlâ’ya yemin edeceklerdir ki) biz bir Özür dolayısıyla geri kaldık (eğer iktidarımız olsa idi) o sefere bedenen katılmaya zamanımız, vücudumuz müsait bulunsa idi (elbette seninle beraber) o (sefere çıkardık) savaşa iştirâk ederdik, (bunlar) Böyle yalan yere yemin edenler, bu yüzden (kendilerini helâk ederler) kendilerini azabı hak ettirirler de bunu takdir edemezler.
Nitekim bir hadisi şerifte: (Yalan yere yapılan yemin, yurtları harabe yerine döndürür, felâketlere sebep olur. (Allah Teâlâ ise onların) O yemin edenlerin (mutlâka yalancı kimseler olduklarım bilir) onların bu sefere katılmaya muktedir olduklarını, bu hususta yalan yere yemin ettiklerni bilip cezalarını verir. Onlar bu yalan yere yeminleriyle kendilerini felâkete itiyorlar da bundan haberleri yok.
§ Bu âyeti kerime, Tebük savaşına katılmamış olan münâfıklar hakkında nâzil olmuştur.
43. Allah Teâlâ seni af etsin, ne için doğru söyleyenler sence belli oluncaya ve sen yalancıları bilinceye kadar beklemeden onlaraizin verdin.
43. Ey Yüce Peygamber!. (Allah Teâlâ seni affetsin) Sen Allah’ın affına, ilâhî korumaya daima mazharsın, ne için ihtiyatta bulunmadın ne için daha iyi ve daha üstün olan yavaş davranmayı tercih etmedin de o sefere katılmayaların yeminlerine itimatta bulundun?. (Ne için doğru söyleyenler) Malî, bedenî iktidarları olmayanlar, doğru yere mazeret ileri sürenler (sence belli oluncaya) güzelce anlaşılıncaya kadar (ve sen yalancıları) yalan yere yemin edenleri (bilinceye kadar) beklemeden (onlara izin verdin?.) Cihada katılmamalarına müsaade de bulundun?.
§ Bu müsaade haddızatında bir iyi niyete, bir yemin yapılmasına, bir ictihada mebni vâki olduğundan bir günah mahiyetinde değildir. Bilâkis daha iyi olanı terk kabilindendir. Zaten Rasûlü Ekrem Hazretleri günahlardan korunmuştur. Onun böyle af ile müjdelenmesi ise hakkında bir ilâhî iltifattır, bir tazim ve yüceltmekten ibarettir. Nitekim hürmete şâyân olan zatlara yapılan hitaplarda: Allah Teâlâ seni af etsin, seni ıslah eylesin, seni izzetli kılsın, senden razı olsun denilir ki, bu bir iltifattır ve söze başlamak (için söylenen) önsözdür.
44. Allah Teâlâ’ya ve ahiret gününe imân edenler, mallarıyla ve canlarıyla cihadda bulunmak hususunda senden izin istemezler. Allah Teâlâ takva sahiplerini hakkıyla bilicidir.
44. Bu mübarek âyetler, müminler ile münafıkların arasındaki farkı gösteriyor. Müminlerin ne kadar fedakâr olduklarını, münafıkların da ne kadar imândan uzak, şaşkın bir halde bulunduklarını bildiriyor. Şöyle ki: Resûlüm!. (Allah Teâlâ’ya ve ahiret gününe imân edenler) Bunları kalben tasdik eyleyenler (senden izin istemezler) cihada katılmak için birer bahane ileri sürerek, müsaade almak arzusunda bulunmazlar. Yahut cihada atılmak için o kadar arzuda bulunurlar ki, onu bir dinîvazife bildikleri için ayrıca bir müsaade istemeksizin hemen cihad sahasına atılırlar. Bu hususta onlar için bir ışaret yeterlidir. Nitekim Tebük savaşı sırasında Rasûlü Ekrem Efendmiz, Hz. Ali’ye Medine’de kalmasını emretmişti. Böyle cihada iştirâk etmemek Hz. Ali’ye pek ağır gelmiş, âdeta üzülmüştü Yüce Peygamber Efendimiz de ona teselli vermiş: “Ya Ali! İstemez misin ki, benim yanımda senin mevkiin. Musa’nın yanında Harun’un mevkii gibi olsun” diye buyurmuştu. Hz. Musa Aleyhisselâm Tür’a giderken kardeşi Harun Aleyhisselâm’ı kendi yerine kaymakam tâyin etmiş, yurdunda bırakmıştı. (Allah Teâlâ) ise o (takva sahiplerini) Cenab’ı Hak’kın emrine muhalefet etmeyip çabucak itaat gösterenleri (hakkiyle bilicidir) artık onları elbetteki, mükâfata nail buyuracaktır.
45. Senden ancak o kimseler cihada iştirâk etmemek için izin isterler ki. Allah Teâlâ’ya ve ahiret gününe inanmazlar ve onların kalpleri şüpheye düşmüştür. Artık onlar o kuşku ve şüphelerinde tereddütlü bulunur dururlar.
45. Ya Muhammed!. Aleyhisselâm. (Senden ancak o kimseler) Bir özürleri bulunmadığı halde cihaddan geri kalmak için (izin isterler ki) onlar münafıklardır, zahiren müslüman görünürler, fakat hakikatı halde onlar (Allah Teâlâ’ya ve ahiret gününe inanmazlar) onlar ne sevap isterler, ne de azaptan korkarlar, (ve onların kalpleri) imân hususunda (şüpheye düşmüştür.) onların kalpleri, vicdanları ilmî bir kanaate, sağlamlığa sahip değildir, (artık onlar) O kalplerinde yerleşmiş olan (kuşku ve şüphelerinde tereddütlü) şaşkın, ne yapacaklarını şaşırmış bir halde (bulunur dururlar.) onlar ne kâfirler ile beraber olurlar, ne de müminler ile. Onlar red ile kabul arasında tereddütlü buunurlar, hiçbirine kesin bir şekilde karar veremezler. O münâfıklar, nifak dolu bir kalb ile şaşkın şaşkın bir halde yaşarlar, İşte münafıkların halleri böylezelilce, cahilce olmaktan başka değildir.
46. Eğer cihada çıkmak isteseydiler, elbette onun için bir hazırlık bir kuvvet hazırlar idiler. Fakat Allah Teâlâ onların cihada çıkmalarını çirkin gördü de onları alıkoydu. Ve oturanlar ile beraber oturunuz denildi.
46. Bu mübarek âyetler, münafıkların cihada katılmak işlemediklerini, maamafih onların İslâm kuvvetlerine katılmaları, zarardan başka birşeye yarayamıyacağını bildiriyor. Nitekim onların evvelce de ne bozguncu arzularda bulunmuş olduklarını, buna rağmen hak teceli edip müslümanların başarılara nail olduğunu hatırlatıyor. Şöyle ki: Ey Allah Teâlâ’nın Peygamberi!. Münâfıklar bir özürleri bulunmadığı halde seninle beraber cihadda bulunmamak için senden müsaade isterler. (Eğer) Onlar cihada, Tebük seferine (çıkmak isteseydiler elbette) daha evvelce o cihad için (bir hazırlık) bir kuvvet, bir silâh vesaire (hazırlar idiler) böyle cihad zamanı gelince silâhımız, nafakamız yok diye mazeret bildirmelerine yer kalmazdı. Bunlar birer bahane!. (Fakat Allah Teâlâ onların cihada çıkmalarını çirkin gördü) Onların o ahlâk bozuluğu seebiyle İslâm ordusuna karışmalarına razı olmadı da (onları) yerlerinde korku ile; tenbellik ile (alıkoydu) hapsetti, onları o cihad şerefinden, sevabından mahrum bıraktı. Artık onlara: Siz de (oturanlar ile beraber oturunuz) siz de kadınlar, çocuklar gibi, hastalar gibi yerinizden ayrılmayınız (denildi) yani: Cenâb-ı Hak öyle takdir buyurmuş oldu, onların kalplerinde böyle cihaddan geri kalmak hırsı yüz gösterdi. Artık öyle şerefli bir cihada katılmaya muvaffak olamadılar.
47. Eğer sizin aranızda cihada çıkacak olsalardı, size bozgunluktan başka birşey arttırmış olmayacaklardı ve sizin aranıza fitne sokmak isteyerek koşar dururlardı. Ve sizin aranızda onları ziyadesiyle dinleyenler devardır. Allah Teâlâ o zâlimleri tamamiyle bilicidir.
47. Bununla beraber o münafıkların İslâm kuvvetlerine katılmamaları, müslümanların menfaatleri icabıdır. Çünkü Ey müslümanlar!. (Eğer) O münâfıklar (sizin aranızda) cihada (çıkacak olsalardı) size bir faideleri dokunmazdı, bilâkis (size bozgunluktan) şer ve fesattan (başka birşey arttırmış olmayacaklardı) onların yüzünden zarara uğrayacaktınız (ve) onlar (sizin aranıza fitne sokmak isteyerek koşar dururlardı) İslâm kuvvetlerini şüpheye, yenilgiye düşürmek için düşman kuvvetlerini çokca gösterirlerdi. İslâm ordusunun hareketlerini düşmanlarına bildirirlerdi. Ara yerde koğuculuk yaparak nice alçaklıkları işlerlerdi. (Ve) Halbuki (sizin aranızda) ey Müslümanlar!, (onları) O münâfıkları (fazlasıyla dinleyenler de vardır) onların ciddiyetine inanan saf kimsler olabileceği gibi onlara kıymet veren İslâm düşmanları da vardır. Bir takım casuslar da vardır ki, o münâfıklar vasıtasiyle elde ettikleri malûmatı gider düşmanlara haber verirler. (Allah Teâlâ o) gibi (zâlimleri) müminlerin arasına fitneler, şüpheler düşüren münâfıkları (tamamiyle bîlicîdîr) elbette ki, onları lâyık oldukları cezalara kavuşturacaktır. Ne büyük bir ilâhî tehdit!.
§ Bu âyeti kerime, göstermiş oluyor ki: Müslümanların aralarında öteden beri bir takım münâfıklar, din düşmanları vardır. Bunlar görünşüte dost görünürler, müslümanlar ile beraber hareket eder gibi görünürler, sonra da bir takım saf kimseleri aldatmaya çalışırlar, kendilerini aydın, vatansever gösterirler. Halbuki, asıl maksatları, İslâm toplumunu perişan etmek, müslümanları dinden, vatanlarına bağlılıktan ayırmaktır. Artık böyle gizli düşmanları pek iyi anlamaya çalışmalıyız, onların yaldızlı sözlerine kıymet vermemeliyiz, ciddî meşrû bir şekilde çalışmamıza devametmeliyiz. O bedbaht düşmanlar da, ergeç lâyık oldukları cezaya kavuşacaklardır.
48. Muhakkak ki, onlar daha evvel fitne çıkarmak istemişlerdi ve sana işleri altüst etmişlerdi. Tâki, Hak geldi ve onların istememelerine rağmen Allah Teâlâ’nın emri yerini buldu.
48. (Muhakkak ki, onlar) O münâfıklar (daha evvel) Tebük seferinden önce: Uhud ve Huneyn savaşları sırasında (fitne çıkarmak istemişlerdi) İslâm ordusu arasına ayrılık düşürmeğe, bir takım engeller, musibetler meydana getirmeğe çalışmışlardı. Bu cümleden olarak Uhud savaşında münafıkların reisi olan “Abdullah İbni Übey” tam savaşa başlanıldığı sırada kendi gibi münâfıklar ile beraber savaştan kaçınmışlar, İslâm ordusunun geçici bir yenilgiye uğramasına sebebiyet vermişlerdi (ve) işte bu gibi hainler (sana) Resûlüm!, (işleri) savaşa ait muameleleri (altüst etmişlerdi) bir takım hileler ile eshâb-ı kiramı ihtilâfa düşürmüş, cihad işini müşkül bir durumda bulundurmuşlardı. Fakat onlar, maksatlarına nail olamadılar. (Tâki hak geldi) Cenâb-ı Hak’kın müslümanları desteklemesi, onlara yardımı tecelli etti (ve onların) o münafıkların (istememelerine) hoşlanmaz olmalarına (rağmen Allah Teâlâ’nın emri) İslâm dininin galibiyeti, şer’î şerifin yücelmesi (yerini buldu) o münâfıklar da eliboş ve ziyanda kaldılar.
§ Bu âyeti kerime, hem Rasûlullah’a, hem de müminler için bir teselli mahiyetinde bulunuyor. Buyurulmuş oluyor ki: Cenab’ı Hak, dinini herhalde yüce edecektir, müslümanları yaşatacaktır. İsterse, bunu istemeyen bir takım düşmanlar bulunsun. Cenâb-ı Hak, ehli imânı desteklemeğe her zaman kaadirdir. Buna inanmışızdır.
49. Ve onlardan “bana izin ver ve beni fitneye düşürme” diyen de vardır. Haberiniz olsun ki, onlar fitnenin içine düşmüşlerdir. Ve şüphesizki, cehennem, kâfirleri elbette kuşatmıştır.
49. Bu mübarek âyetler de cihada katılmamak için birer bahane ile izin elde etmek isteyen bir kısım münafıkların alçaklık halini ve müslümanlara karşı nekadar düşmanca davrandıklarını göstermektedir. Şöyle ki: (Ve onlardan) o münâfıklardan (bana izin ver) Medine’de oturup durayım (ve beni) savaşa götürüp de (fitneye düşürme) canımı, malımı yok olmaya mâruz bırakma veya “ben herhalde cihada katılmayacağım bana bunu emredip de beni sorumlu hale düşürme” (diyen de vardır) onlar, ne kadar şaşkın kimselerdir!. Ey Müslümanlar!. (Haberiniz olsun ki, onlar) Böyle bir lâkırdıda bulunan münâfıklar (fitnenin içine düşmüşlerdir) böyle münâfık olmaları, emre muhalefet ederek cihaddan kaçınmaları, haddızatında kendileri için bir fitnedir, cezayı gerektiren bir harekettir. Onlar ise bunun farkında olamıyorlar. (Şüphe yok ki, cehennem) Öyle münâfıkları (kâfirleri) o kötü hareketlerinden dolayı her taraftan (kuşatmıştır.) Onların küfür ve nifakları, kendilerinin ebedî olarak azap çekmelerine sebep olduğu için onları şimdiden kuşatmış bir mânevî yakıcı azabdır. Yarın ahirette de mutlâka cehenneme atılacaklardır. Kendilerini cehennem ateşi her taraftan kuşatıp duracaktır.
50. Sana bir güzellik nasip olunca onları üzer. Ve eğer sana bir musibet dokunsa “biz muhakkak ki, tedbirimizi evvelce almış bulunduk” derler. Ve onlar sevinir bir halde geri dönerler.
50. O münâfıklar öyle kötü niyetli, düşman kimselerdir ki: Bazı savaşlarda (Sana) Ey Yüce Peygamber! (bir güzellik) bir fetih ve zafer, bir ganimet (nasip olunca) bu güzellik (onları üzer) pek fazla olan kıskançlıklarından, düşmanlıklarından dolayı kalben üzülür dururlar, (ve eğer) Bazı savaşlarda (sana bir müsibet) bir şiddet, bir sıkıntı (dokunsa)sevinirler (biz muhakkak ki) çok isabet etmişiz, birer bahane ile savaştan geri kalmak için (tedbirimizi evvelce) bu müslümanlara gelen şiddet ve musibetten önce (almış bulunduk derler) o münâfıkça hareketlerini tekdir etmiş olurlar. (Ve onlar) O münâfıklar: Müslümanlara gelen sıkıntıdan, kendilerinin cihada katılmamış olduklarından dolayı (sevinir bir halde) kendi arkadaşlariyle toplanmış oldukları yerden veya Hz. Peygamberin huzurundan (geri dönerler) halbuki, onlar bu münâfıkca hareketlerinden dolayı ne kadar müthiş bir felâketle karşı karşıya kalacaklardır, bunu asla düşünemiyorlar. Bu ne büyük cehâlet ve gaflet!.
51. Deki: Bize Allah Teâlâ’nın yazmış olduğu şeyden başkası isabet etmez. O bizim Mevlâmızdır ve mü’min olanlar artık Allah Teâlâ’ya tevekkül etsinler.
51. Bu mübarek âyetler, müslümanların aleyhinde çalışan münâfıkları ümitsizliğe sevk etmektedir. Müslümanların Allah’ın takdirine razı, Hak’ka güvenir olduklarını ve herhalde güzel âkibetlere nail olacaklarını bildirmektedir, münafıkların da mutlaka mağlûp ve perişan olacaklarını, onların yapacakları iyiliklerin Allah katında makbul olamayacağını ihtar eylemektedir. Şöyle ki: Resûlüm!. Müslümanlara isâbet eden bazı musibetlerden dolayı sevinen münafıklara (De ki: Bize Allah Teâlâ’nın yazmış) takdir ve lâvh-i mahfuzda tesbit buyurmuş (olduğu şeyden başkası isabet etmez.) bu bir ilâhî hükümdür, bir ilâhî hikmet gereğidir, bunu hiçbir kimse değiştiremez, bozamaz. (o) hikmet sahibi yaratıcı (bizim Mevlâmızdır) bize kendi canımızdan üstündür. Bizi koruyan bize zafer veren ancak o’dur, (ve mü’min olanlar artık) Bütün işlerinde (Allah Teâlâ’ya tevekkül etsinler) bütün işlerini o Kerem Sahibi Yaratıcının lûtfuna bırakmakla onun takdirine razı olsunlar, ondan başarılar beklesinler. İştemü’minlerin vazifesi budur. Çünki onlar, bilirler ki, Cenâb-ı Hak, mü’min kullarını ergeç başarılara, nimetlere nail buyuracaktır. Geçici bir ârızaya uğrasalar da bunun bir hikmet gereği olduğunu bilirler, kendilerini teselli eder ve bu kanaatlerinden dolayı da sevaba nail bulunurlar.
52. De ki: Siz bizim hakkımızda iki güzellikten birinden başkasını mı beklersiniz? Ve bizler ise size Cenab’ı Hak’kın katından veya bizim ellerimizle bir azabın isabetini bekliyoruz. Artık bekleyiniz. Biz de sizinle beraber bekleyicileriz.
52. Resûlüm!. O müslümalara isabet edip hoş görülmeyen bazı hallerden dolayı sevinen münafıklara (De ki: Siz bizim hakkımızda iki güzellikten) iki güzel sondan yani: Ya zaferden veya şehittikten birini görürsünüz, biz herhalde bu iki güzel sondan birine kavuşacağız. Siz bunların (birinden başkasınımı) biz müslümanlar hakkında (beklersiniz?.) Elbette beklemeye kâdir, selâhiyettar olamazsınız. (Ve bizler ise size Cenâb-ı Hak’kın katından) başkası sebebiyet vermeksizin gökten bir yıldırımın gelip isabet etmesi gibi bir şekilde (veya bizim ellerimizle) bizim öldürmemizle, esir etmemizle size (bir azabın isabetini bekliyoruz.) siz mutlaka bir azaba uğrayacaksınızdır. (Artık) Ey Münâfıklar!, (bekleyiniz) Bizim âkibetimizi, (biz de sizinle beraber) sizin kötü sonunuzu (bekleyicîlerîz.) herhalde takdir edilmiş olan sonlara kavuşulacaktır. Göreceksiniz ki, müslümanların akibeti sevinç verici olacak bir şekilde vücude gelecektir. Siz münafıkların âkibetleri de herhalde pek kötü olacaktır. Nitekim öyle de olmuştur. Arap yarımadasındaki o münâfıklar dağılıp yok olmuş, İslâm kuvvetleri bütün o havaliye hakîm bulunmuştur.
53. De ki: İster gönül rızasiyle ve ister gönülsüz verin, elbette sizden kabuledilmeyecektir. Çünki siz şüphe yok fâsıklar olan bir kavim olmuş oldunuz.
53. Resûlüm!. O münafıklara (De ki: İster gönül rızasiyle ve ister) kalben istemeksizin aldığınız bir emir sevkiyle (gönülsüz olarak verin) müslümanların yapacakları savaşlar için mallarınızı sarfetmek isteyiniz (elbette sizden kabul edilmeyecektir) bu malları müslümanlar almak istemiyeceklerdir veyahut bu yoldaki sarfiyatınız Allah katında makbul olmayacaktır. (Çünki siz şüphe yok fasıklar) zalim, inatçı, kâfirler (olan bir kavim olmuş oldunuz) artık sizin gibi bozguncuların, İnkârcıların öyle maddî sarfiyatının ne kıymeti olabilir?.
§ Rivayate göre bu âyeti kerime: Ced Bini Kays namındaki bir münafıkın bir teklifine cevap olarak nâzil olmuştur. Şöyle ki: Bu şahıs Tebük seferinde İslâm ordusuna iştirâk etmemiş, Rasûlullah’a hitaben “İşte bu benim malımdır, size buunla yardımda bulunayım, beni bırak” demiş, bu teklifi red için bu âyeti kerime nâzil olmuştur ki, bunun hükmü bütün bu gibi münâfıkları kapsar.
§ Bu âyeti kerimedeki fasıklardan maksat, o kâfir olan münafıklardır. Çünki ehli sünnet mezhebine göre bir mümin fasık bulunsa da yine güzel amelleri kabul olunur. Güzel amellerin makbul olmamasına sebep olan ise küfrden ibarettir. Nitekim şu âyeti kerime de bunu göstermektedir.
54. Onlardan verdikleri şeylerin kabul edilmesine mâni olan şey de onların Allah Teâlâ’yı ve peygamberini inkâr etmiş olmalarıdır ve onlar namaza ancak üşenici oldukları halde gelirler ve onlar ancak gönülsüz oldukları halde harcamada bulunurlar.
54. Bu mübarek âyetler, münafıkların yaptıkları harcamanın ne sebebe mebni kabul edilmeyeceğini beyan ile onların kötü hareketlerini teşhir ediyor. Ve öyle dinsizlerindünyada nail oldukları servetin, çoluk çocuğun hakikat açısından bir kıymeti olmayıp kendi haklarında birer azaba sebep olacağını ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: (Onlardan) O münâfıklardan görünürde müslümanlara bir yardım için (verdikleri şeylerin) Allah katında (kabul edilmesine mâni olan şey de) başka değil, ancak (onların Allah Teâlâ’yı ve Peygamberini inkâr etmiş) bu yüzden kâfir bulunmuş (olmalarıdır.) Kâfir olanların ise amelleri Allah katında makbul değildir, bazı amelleri, meselâ sadaka vermeleri dünyaca istif adelerine veya ahirette azaplarının kısmen veya geçici olarak hafifleştirilmesine sebep olsa da onların ebedî olarak azap çekmelerine sebep olamaz. (Ve onlar namaza ancak üşenici oldukları halde gelirler) onların öyle istemiyerek, bir ağırlık hissederek, tenbellikte bulunarak, sadece gösteriş için namaz kılmaları, onları küfürden kurtaramaz. Çünki esasen ilâhî bir emir icabı olduğuna inanılmaksızın kılınan bir namaz Allah katında makbul değildir. (Ve onlar) Bir sevap maksadiyle değil (ancak istemeyerek) kalben bir hayır arzusu ile olmaksızın, bir Allah rızasına kavuşmak niyetine dayanmış bulunmaksızın (harcamada bulunurlar.) Binaenaleyh bu harcama da onları küfrden kurtarmış olamaz. Öyle münafıkların bu harcamaları da kabule şayan olamaz. Çünkü bu harcama, ihlâsa, güzel bir niyete bağlı değildir.
55. Artık seni imrendirmesin onların ne malları ve ne de evlâtları. Allah Teâlâ ancak diler ki: Onları bununla dünya hayatında cezalandırsın ve onların kâfir oldukları halde canları çıkıversin.
55. (Artık) Ey Yüce Peygamberi. Ey İslâm Ümmeti!, (seni hayrete düşürmesin) hoşa gidecek, takdire şayan birşey imiş gibi bir anlayışa götürmesin (onların) o münafıkların, kâfirlerin (ne malları ve ne de evlâtları)bunların hakikat açısından bir kıymeti yoktur. Bunlar birer yavaş yavaş felâkete götürmek için verilmiş maldan, liyakatsiz olarak elde edilen fanî bir varlıktan başka değildir. (Allah Teâlâ) O mal ve evlada onlara vermiş olmakla (ancak diler ki, onları) o münâfıkları, kâfirleri (bununla) böyle elde etmiş oldukları fanî şeylerde (dünya hayatında azaplandırsın) bu servetleri, çoluk çocukları yüzünden onlara vakit vakit bir takım musibetler, meşakkatler, hoş olmayan haller, yüz göstersin, (ve onların kâfir oldukları halde canları çıkıversin) o kötü kanaatlarının, arzularının cezalarına kavuşsunlar.
§ Bu âyeti kerime, bizlere bir uyanma dersi vermektedir. Şöyle ki: Öyle çabucak yok olan, sahiplerinin uhrevî selâmetine faidesi bulunmayan dünya varlıklarının hakikat bakımından bir kıymeti yoktur, bilâkis bunlar çok kere uhrevî sorumluluğu gerektirerek sahiplerinin azap çekmelerine sebebiyet vermiş olur. Binaenaleyh bir takım dinsizlerin elde ettikleri bir takım dünya varlıklarına, mânevîyata aykırı ilerlemelerine bakıp da gıpta etmek lâyık değildir. Bu varlıklar onların çok kere dünyada da felâketlere uğramalarına sebep olacağı gibi, bu yüzden uhrevî azablara uğrayacakları da muhakkaktır. Bir cemiyet ancak dine, ahlâka hizmet etmeli, meşrû bir varlığa kavuşmak arzusunda bulunmalıdır, böyle bir ilerlemeyi sağlamaya çalışmalıdır ki, bu yüzden dünyada da ahirette de faidelere nail olsun…
§ İ’cab: Lûgatte hayrete düşürmek demektir. Teaccüp de: Şaşmak, hayrete düşmek, garip görmek demektir. İ’cab kelimesi ahlâk bakımından birşey ile sevinmek, birşey ile iftiharda bulunmak, kendisinde bulunan birşeyin, bir meziyetin dengine başkalarının sahip bulunmadığına kaani bulunmaktadır. Bu bir bencillik alâmeti olduğundan yerilmiş bir kanaattir. Nitekim bir hadisi şerifte şöylebuyurulmuştur:
İnsanı helâk edecek üç şey vardır. Birisi: Kendisine itaat edilen cimriliktir. İkincisi, kendisine uyulan hevâ ve hevestir. Üçüncüsü de bir kimsenin kendi nefsine mağrur olup onu başkalarından üstün görmesidir. İşte yüksek İslâm ahlâkı, bu gibi lâyık olmayan şeylere muhaliftir.
56. Ve Allah’a yemin ederler ki, onlar da muhakkak sizlerdendir. Ve halbuki, onlar sizden değildirler. Velâkin onlar korkudan ödleri patlar bir kavimdir.
56. Bu mübârek âyetler de münafıkların ne kadar yalan söylediklerini ve bir barınabilecek yer bulsalar hemen müslümanlardan yüz çevirerek oraya koşacaklarını bildirmektedir. Şöyle ki: (Ve) Ey Müslümanlar!. Sizi aldatmak için o münâfıklar yalan yere (Allah’a yemin ederler ki, onlar da muhakkak sizlerdendir) biz de sizin gibi İslâm dinine tâbi, mü’min kimseleriz, diye söylenirler. (Halbuki) Onlar yalan yere yemin ederler, (onlar) O münâfıklar, Ey müslümanlar (sizden değildirler) sakın onların sözlerine bakıp aldanmayınız. (Velâkin onlar) O münâfıklar kendi haklarında müşriklere yapılan muamelenin yapılacağından korkarlar da bu endişe ile (ödleri patlar bir kavimdir.) artık kendilerini kurtarmak için müslüman görünerek takva sahibi imişlercesine hareket ederler.
57. Eğer bir sığınılacak yer veya mağaralar veya girecek bir delik bulsalardı onlar koşar oldukları halde oraya dönerlerdi.
57. (Eğer) O münâfıklar, kendileri için (bir sığınılacak yer) dağ başı, kale veya ada gibi bir yer (veya mağaralar) yer altındasaklanılacak oyuklar (veya girecek bir delik bulsalardı) müslümanlardan kaçar (onlar koşar oldukları halde oraya) o buldukları yere (dönerlerdi.) Ey müslümanlar, onlar sizden yüz çevirir o buldukları yere sokulurlardı. Onların müslümanlar arasında yaşamaları başka sığınacak yer bulamadıklarından dolayıdır. Yoksa hakikaten müslümanlar olduklarından dolayı değildir. Artık müslümanlara düşen vazife de öyle din düşmanlarını tanımaya gayret etmektir, onların sözlerine, yalan yere dostluklarına aldanmamaktır. Öyle münâfıklar yüzünden İslâm âleminin vakit vakit en büyük zararlara, ayrılıklara düşmüş olduğunu düşünerek uyanık bir halde yaşamaktır.
58. Ve onlardandır, sadakalar hususunda seni ayıplar olan şahıs da. İmdi kendilerine onlardan verilmiş olunca hoşnut olurlar ve eğer onlardan verilmezse o vakit kızarlar.
58. Bu mubarek âyetler de münafıkların nasiplerine razı olmayıp dünya hırsiyle ne edepsizce hareketlerde bulunduklarını, haklarında hayırlı olacak bir yola gitmediklerini bildirmektedir. Şöyle ki: (Ve onlardandır,) o münâfıklar topluluğuna dahil kimselerdendir (sadakalar hususunda) ganimet mallarının ve diğer şeylerin hak kazanan müslümanlara taksimi hususunda (seni) yüzüne karşı (ayıplar olan şahsı da.) bu şahıs: Zülhüveysere veya Ebül Cevvaz denilen münâfıktır. Öyle bir edepsizlikte bulunan bir kimse, terbiyesiz münâfıklardan birisidir. Bu münafıkların hırsına bakınız ki, (İmdi kendilerine onlardan) o sadakalardan (verilmiş olunca hoşnut olurlar) bunu güzel bulurlar. (Ve eğer onlardan) o sadakalardan kendilerine (verilmezse o vakit kızarlar.) kendilerine neden hisse verilmedi diye hışım ve gazap gösterir, ayıplamaya cür’et ederler. İşte münafıkların kötü ahlâkı!. “Rivayete göre Beni Temim kabilesinden olup haricilerin reisi bulunan Zülhuveysire denilen bir şahıs Huneyn savaşına ait ganimetmallarının taksimi sırasında Hz. Peygamberin huzuruna girmiş, Rasûlü Ekrem, Mekke’i Mükerreme ahalisinin kalplerini kazanmak için kendilerine fazlaca ihsanda bulunuyordu. Bunu gören bu şahıs: Ya Rasûlüllah!. Adalette bulun diye söylenmiş, Rasûlü Ekrem de: Ben adâlet etmezsem ya kim adâlet eder, diye buyurmuştu. Hz. Ali bu şahsın boynunu vurmak istemiş ise de Peygamber Efendimiz müsaade etmemiştir. İşte bu âyeti kerime bu şahıs hakkında nâzil olmuştur. Diğer bir rivâyete göre de Ebül Cevvaz adındaki bir münâfık hakkında nâzil olmuştur. Rasûlü Ekrem’in sadakaları taksimini görünce: Bakınız, sadakaları çobanlara taksim ediyor diye söylenmiş, Rasûlü Ekrem de: Senin baban yoktur. Musa’da Davud’da çobanlıkta bulunmuş değil midirler, diye onu tekdir buyurmuştur. Yani: Çobanlık bir kusur mudur ki, çobanlar sadakaların taksiminden mahrum bırakılsınlar.
§ Lemz: Ayıplamak, kınamak, bir kimseyi yüzüne karşı ayıplamak, kaş ile göz işaretinde bulunmak mânâsınadır.
§ Hamz de sıkmak, bir kimseyi gıyabında ayıplamak demektir. Bunu yapana “hammaz” denilir.
59. Ve eğer onlar Allah Teâlâ’nın ve Peygamberinin kendilerine verdiğine razı olsalardı ve şüphe yok ki. Allah Teâlâ bize yeter, Allah Teâlâ lütfundan bize verecektir Resûlü de. Muhakkak ki, bizler Cenâb-ı Hak’ka rağbet eden kimseleriz deselerdi elbette haklarında hayırlı olurdu.
59. (Ve eğer onlar) O münâfıklar (Allah Teâlâ’nın ve Resulunun kendilerine) sadakalardan verdiklerine -isterse- az bir miktarda olsun (verdiğine razı olsalardı ve) bununla beraber (şüphe yok ki. Allah Teâlâ bize yeter) onun lûtuf ve keremi bizi yaşatmaya kifâyet eder deselerdi ve (AllahTeâlâ fazlından bize) ümit ettiğiniz, arzu ettiğimiz nimeti (verecektir. Resûlü de,) verecektir. Sadakalardan, ganimet mallarından ve diğerlerinden bize kifayet edecek miktarı ihsan buyuracaklardır, diye kendilerini teselli etselerdi ve (Muhakkak ki, bizler Cenâb-ı Hak’ka rağbet eden kimseleriz) o kerem sahibi Yaratıcı, bizi her bakımdan rızıklandırır, isterse sadakalardan bize bir hisse verilmesin (deseler idi elbette haklarında hayırlı olurdu.)
§ Bu âyeti kerime gösteriyor ki hakikî müslümanlarda şu dört fazilet görülmektedir.
(1) Cenâb-ı Hak’kın takdirine, taksimine râzı olurlar. Çünkü Hak Teâlâ’nın adâlet ve ihsan sahibi olup zulümden hatadan yüce olduğunu bilirler.
(2) Kalben olan kanaatlerini lisânlariyle de açıklayarak Allah Teâlâ bize yeter, derler. Zira Kâinatın Yüce Yaratıcının azamet ve kudretine inanmış bulunurlar. Bunu itiraf ı bir vazife bilirler.
(3) Dünyada geçici olarak ihtiyaca, mahrumiyete düşseler de Kerem sahibi Yaratıcının kendilerini dünyada da ahirette de lûtuf ve keremine nâil buyuracağını düşünerek kendilerini teselli ederler. Çünki bilirler ki, mâruz oldukları haller birer hikmete dayanmaktadır. Bunlara karşı yapılacak sabrın sonu selâmettir.
(4) Bütün ibadetlerini, muamelelerini Allah’ın rızâsına kavuşmak temenisiyle yaparlar, sırf bir nimete, bir istikbal endişesine binaen yapmış olmazlar. Zira bilirler ki, insan için en büyük saadet, Allah’ın rızasına kavuşmaktır.
60. Sadakalar, ancak fakirlere ,miskinlere, onun üzerine memur olanlara, kalpleri telif edilmiş bulunanlara, azad edilecek kölelere, borçlulara. Allah yolunda cihada atılanlara ve yolculara Allah tarafından bir farize olarak mahsustur ve Allah Teâlâ pek iyi bilendir, hikmet sahibidir.
60. Bu âyeti kerime, zekât gibi ganimet malı gibi muhtelif nevîlere ayrılan sadakaların kimlere verilip sarf edileceğini beyân ile bu husustaki taksimâta münafıkların itiraza selâhiyetleri olamayacağına işaret buyurmaktadır. Şöyle ki: (Sadakalar) Muhtelif nevilere ayrılan zekât, öşür, ganimet malı gibi hak rızası için sarf edilecek mallar, sekiz sınıfa aittir. Bu mallar, birinci olarak (ancak fakirlere) yani: Geçimini temin edecek hiçbir şeye sahip olmayan yoksullara verilir. İkinci olarak (miskinlere) yani: elindeki malı idaresine kâfi gelmeyen kimselere verilir. Üçüncü olarak (onun) o sadakaların tahsili (üzerine memur olanlara) tahsildarlara verilir. Dördüncü olarak (kalbleri telif edilmiş bulunanlara) yani: İslâmiyet’i henüz kabul edip tam bir kalp kuvvetine sahip, sağlam bir inanca nâil olması arzu edilenlere veyahut sahip olduğu mevki itibariyle İslâmiyet’i kabul etmesi, başkalarının da İslâmiyet’ine vesile olacağı umulan kimselere verilir. Beşinci olarak (azad edilecek kölelere) yani: Bir bedel karşılığında azad edilmesi şart koşulmuş olup da o bedeli bulamayan ve mükâtep adını alan kölelerin azad edilmeleri için verilir. Altıncı olarak (borçlulara) yani: Bir günah uğrunda olmaksızın borçlandığı halde bunu ödeyebilecek fazla bir malı bulunmayan kimselere verilir. Yedinci olarak (Allah yolunda cihada atılanlara) yani: Fakir olan gazilere verilir. Sekizinci olarak da (yolculara) yani: Yanında bir malı bulunmayı? yurdundan ayrılmış olan misafirlere, hacılara verilir. Kısaca: Bu sadakalar (Allah Teâlâ tarafından bir farize) bir ilâhî emir, bir dinî gerek (olarak) bu sekiz sınıfa (mahsustur) bunlarda başkalarının bir hakkı yoktur. (Ve Allah Teâlâ pek iyi bilendir) bu sadakaların kimlere verilmesinin uygun olacağını, bunlara kimlerin lâyık bulunduğunu tamamiyle bilir ve o Yüce Yaratıcı (hikmet sahibidir.) işte bu sadakaların bu sınıflara tahsisi de onun hikmeti gereğidir.Artık buna kimse itiraz edemez.
§ Sadakaların bir kısmı farz olan zekâtlardır ki, bunlar yalnız fakir, miskin olan müslümanlara verilir, gayri müslimlere verilemez ve bir kimse zekâtını herhalde bu sınıflara taksime mecbur değildir, bunlardan bir kısım fakirlere verebilir. Eshab-ı kiramdan bir çoklarına ve İmamı Azam’a göre bu böyledir. Bir de İslâm’ın başlangıcında zekâtlar! tahsile ve fakirlere dağıtmaya memur tâyin edilen kimseler var idi, zekâttan onlara da bir miktar verilirdi. Bilahara Hz. Osman’ın hilâfetinden beri bu memuriyete son verilmiş, bu zekâtın verilmesi, bununla mükellef müslümanların kendi selâhiyetlerine bırakılmıştır. Artık her müslüman kendi zekâtını dilediği fakir bir müslümana verebilir. Bir de İslâmiyet her tarafa yayılmış, İslâm cemiyeti kuvvet bulmuş olduğundan artık müellifetülkulûp = kalpleri ısındırılmış denilen kimselere bir ihtiyaç kalmamıştır. Bunlara da sadakalardan bir hisse verilmesi icab etmemektedir. Ancak nâfile kabilinden olan sadakalar, müslümanlara da gayri müslimlere de verilebilir. Ve bu gibi sadaklar ile bir takım hayır kurumları da meydana getirebilir. Gazilere gelince bunlar da fakir bulunmadıkça farz olan zekât kendilerine verilemez. Bu Hanefî mezhebine göredir. İmamı Mâlik ile İmamı Şafiîye göre bunlara zengin olsalar da zekât verilebilir.
§ Sadaka, Allah Teâlâ’nın rızâsı için muhtaç olanlara vesaireye sarf edilen maldır ve yapılan yardımdır. Çoğulu sadâkattır. Sadakalar, bir sıdk ve sedâkat esridir, Cenab’ı Hak’ka karşı bir muhabbet ve sedâkat belirtisidir. Bu itibarla bu adı almıştır. Sadaka tabiri farz olan zekât içerdiği gibi nâfile, yani farz olmadığı halde sadece Allah rızası için, bir sevap kazanmak için verilen malları da, yardımları da içerir.
.61. Ve yine onlardan öyle kimseler vardır ki. Peygamberi incitirler. O bir kulaktır, herkesi dinler derler. De ki: O sizin için bir hayır kulağıdır. Allah Teâlâ’ya imân eder ve mü’minler için sözlerinin doğruluğuna inanır ve sizden imân edenler için bir rahmettir. Ve o kimseler ki. Allah Teâlâ’nın Peygamberini incitiverirler, onlar için pek acıklı bir azap vardır.
61. Bu mübarek âyetler, münafıkların Rasûlü Ekrem hakkındaki cahilce bir sözlerini kmamaktadır. Onların yalan yere yemin ederek müslümanları kendilerinden hoşnut etmek istediklerini bildirmektedir. O münafıkların Cenâb-ı Hak’ka ve Resûlüne muhalefetlerinden dolayı ebedî olarak azap çekeceklerini ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve yine onlardan) O münâfıklardan (o kimseler de vardır ki) kötü sözleriyle hareketleriyle (Peygamberi incitirler) onun mübarek kalbini incitmekten geri durmazlar. Bu cümleden olarak (O) Peygamber (bir kulaktır) yani: Herkesi dinler, aldanır, saf kalpli bulunur, herkesin sözüne inanır kıymet verir (derler) Resûlüm o cahillere de ki: (o) Peygamber (sizin için bir hayır kulağıdır.) o öyle sizin iddianız gibi değil, belki hayrı, hak sözü dinler, onu kabul eden bir kulak sahibidir. O öyle bir Peygamberdir ki (Allah Teâlâ’ya imân eder) mazhar olduğu ilâhî vahye, ve nail bulunduğu yüce delillere, mucizelere dayanarak Cenâb-ı Hak’kın varlığını, birliğini, kudret ve büyüklüğünü bilir tasdik eyler. (Ve mü’minler için) Sözlerinin doğruluğuna, onların samimiyetine, kalbinin ihlasına (inanır) onları mümin olarak kabul eder, onları yalanlamaz. Ve o Yüce Peygamber (sizden imân edenler için bir rahmettir) Allah’a ve Resûlüne imân ettiklerini söyleyenleri taltif eder, onların görünür hallerine bakar, müslümanlıklarını tasdik eyler, haklarında iyi muamele gösterir. Onların sözlerini bir bilmezlik veya safdillik eseri olarak değil, bir şefkat ve merhamet eseri olarak dinler,haklarında şefkat ve merhametle muamelede bulunur. (Ve o kimseler ki,) O Yüce Peygamberin o kadar, şefkatle, yumuşaklıkla muamelesine rağmen (Allah Teâlâ’nın) o muhterem (Peygamberini incitîverirler) hakkında lâyık olmayan sözleri sarfederler, o bir kulaktır, diye ona safdillik isnat ederler, artık (onlar için) öyle bir iyiliğe, güzel muameleye karşı böyle kötü yakıştırmalarda bulunanlara, bu cahilce cüretlerinden dolayı (pek acıklı bir azap vardır) onlar dünyada da, ahirette de belâlarını bulacak, ebedî azaba tutulacaklardır. İşte kâfirce, münâfıkca hareketlerinin cezası..
§ Rivayete nazaran münâfıklar bir yerde toplanarak Rasûlü Ekrem Hazretlerini şanına lâyık olmayan şeylerle anmaya başlamışlar, içlerinden birisi demiş ki: Öyle söylemeyiniz, korkarım ki sözlerinizden o haberdar olur. (Cellas İbni Süveyd) demiş ki: O her söyleneni dinler, inanır bir kulaktır. Biz dilediğimizi söyleriz, sonra da onun yanına gider, söylemedik diye yemin ederiz, o da inanır durur. Bunun üzerine bu âyeti kerime nâzil olmşutur.
62. Sizin için Allah Teâlâ’ya and içerler ki, sizi kendilerinden razı kılsınlar. Halbuki, kendisini razı kılmaya en haklı olan Allah Teâlâ ile Peygamberidir. Eğer mü’min kimseler işler onların rızasını elde etmeye çalışsınlar.
62. Ey mü’minler!. O münâfıklar (Sizin için) sizi inandırmak maksadiyle (Allah Teâlâ’ya and içerler ki, sizi -kendilerinden- razı kılsınlar) yani: Tebük savaşına vesaireye katılmadıklarının bir mazeret sebebiyle olduğunu iddia eder ve bu iddialarını yalan yere yemin ile kuvvetlendirmek isterler ki, müslümanlar kendilerinden yüz çevirmesinler, onlardan hoşnut bulunsunlar, (halbuki, kendisini razı kılmaya en haklı olan Allah Teâlâ ile Peygamberidir.) onların emirleine itaat etmelidir. Onlara muhalefeten sakınmalıdır.(Eğer mü’min kimseler iseler) öyle iddia ettikleri gibi hakikaten imân sahipleri bulunuyorlarsa Cenâb-ı Hak ile Peygamberinin rızasını kazanmaya çalışmalıdırlar.
§ Bir rivayete göre Tebük savaşına iştirâk etmeyen münâfıklardan bir grup, Medine’i Münevvereye dönen Rasûlü Ekrem’in huzuruna gelmişler, yemin ederek özür beyan etmişler. Artık onların hakkında bu âyeti kerime nâzil olmuştur.
63. Bilmezler mi ki, şüphesiz her kim Allah Teâlâ’ya ve Resûlüne muhalefette bulunursa artık onun için içinde ebediyen kalmak üzere cehennem ateşi vardır. Bu ise en büyük, daimî bir helâktir.
63. O münâfıklar (Bilmezler mi ki, şüphesiz herkim Allah Teâlâ’ya ve Resulüne muhalefette bulunursa) onların emirlerine uymaktan kaçınır, kendilerine düşmanlıkta bulunur, İslâmiyet sahasından uzaklaşırsa (artık onun için içinde ebediyen kalmak üzere cehennem ateşi vardır) o bunu hak etmiştir (bu ise) böyle ebedî bir azap ise (en büyük, daimî bir helâktir) ebedî bir rüsvaylıktır. Acaba o münâfıklar, böyle pek elem verici bir âkıbeti hiç düşünmezler di?. O ne kadar cehalet!.
64. Münâfıklar, üzerlerine bir sûre indirilip de onlara kalplerinde olanı açıkça haber vereceğinden korkarlar. De ki: Siz alay edip durunuz. Şüphesiz ki Allah Teâlâ sizin çekinir olduğunuz şeyi açığa çıkarıcıdır.
64. Bu mübarek âyetler, bir takım münafıkların hem nifaka devam, hem de bu kâfirce hallerini teşhir edecek bir sûrenin nüzûlunden endişe eder olduklarını bildirmektedir. Ve onların bu münâfıkca vaziyetleri kendilerine ihtar edilince boş bir mazeret ileri sürer olduklarını beyan etmektedir. Bu münâfıkca hallerinden tövbe edeceklerin affa nail olduklarını, etmeyenlerin de azaba uğrayıp duracaklarını kendilerine ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: (Münâfıklar,üzerlerine) yani: Kendi kötü hâl ve durumları hakında Allah tarafından Rasûlü Ekrem’e (bir sûre indirilip de onlara) o münafıklara (kalplerinde olanı) kötü maksatlarını, gizli düşüncelerini, müminlere karşı olan düşmanlıklarını, alay eder lâkırdılarını (açıkça haber vereceğinden korkarlar) kendi kötü maksatlarının, ahlâkî kötülüklerinin daha iyi anlaşılmış olacağından endişeye düşerler. Resûlüm!. O münafıklara (de ki: Siz alay edip durunuz) bu alçaklığında devam ediniz, bu emir onların haklarında bir ilâhî tehdittir. (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ sizin çekinir olduğunuz şeyi) kalplerinizde sakladığınız nifak ve ayrılığı bir sûre indir inzaliyle (açığa çıkarıcıdır.) Sizin o denaatinizi elbette teşhir buyuracaktır. Nitekim teşhir de buyurmuştur.
§ Münâfıklar, hem Rasûlü Ekrem’de görünen olgunlukları, bir takım sırlara ait şeyleri haber vermesini görüyorlar, hem de kıskançlıklarından heva ve hevese düşkünlüklerinden dolayı onun peygamberliğini samimî şekilde tasdik etmiyorlardı. Bu sebeple bir korku içinde yaşıyorlardı.
§ Bu âyeti kerimenin nüzul sebebi hakkında deniliyor ki, Rasûlü Ekrem Sallallahu aleyhi vesellem efendimiz Tebük seferinden dönerken kendisine sui’kastta bulunmak için on iki münâfık Akabe mevkiinde gizlice toplanmışlardı. Yüce Resûl Hazretleri Cibrili Emin’in haber vermesi üzerine bunların bu maksatlarını öğrenmiş, eshab-ı kiramdan “Huzeyfe”yi göndermiş, onların binmiş oldukları hayvanların yüzlerine Hz. Huzeyfe tokat vurmuş, onları ürkütmüştü. O münâfıklar da yoldan çekilmişlerdi. Fakat Hz. Hüzeyfe bu münafıkların kimler olduğunu anlamamıştı. Rasûlü Ekrem Hazreleri onların adlarını bildirmiş, kendilerine dair malûmat vermişti. Bu münafıkların öldürülmesi istendi. Fakat Yüce Peygamberimiz buna müsaade vermedi.”Muhammed, savşata galip olunca kendi eshabını da öldürmeğe başladı” denileceğinden onların öldürülmesini uygun görmeyip Cenâb-ı Hak bize yeter diye buyurmuştur. İşte bu iki âyeti kerime bu gibi münâfıklar hakkında nâzil olmuştur.
65. Ve and olsun ki, onlardan soracak olsan “elbette biz ancak söze dalmış, şakalaşıyorduk” diyeceklerdir. De ki: Siz Allah ile mi ve onun âyetleriyle ve Resûlu ile mi eğleniyorsunuz?
65. (Ve) Habibim!. Bir olan zatıma (and olsun ki, onlardan) o munaıklardan seninle ve Kur’an’ı Kerim ile yaptıkları alaylara nasıl cür’et ettiklerini (soracak olsan elbette) özür beyanında bulunurak (biz ancak söze dalmış) neşe ile yol alabilmek için (şakalaşıyorduk) bununla bir alay etme kasdinde bulunmuş değildik (diyeceklerdir) Resûlüm!. Sen onların bu alay etmelerine iltifat etme. Onlara (de ki: Siz Allah ile mi) onun emirleriyle, farzlariyle, hükmleriyle mi (ve onun âyetleri) ile mi, onun Kur’an’ı ile mi ve diğer dine ait olup değiştirme ve bozma mümkün olmayan delilleri ile mi (ve Resûlu ile mi) o Yüce Yaratıcının sizi islâh etme ve yüceltmeye çalışan Yüce Peygamberi ile mi (eğleniyorsunuz?.) Bu ne kadar cahilce bir cür’et, nekadar kınamaya, ceza vermeye lâyık bir hareket!.
§ Rivayete göre Rasûlü Ekrem, Tebük seferine giderken İslâm ordusu arasında bir takım münâfıklar da bulunmuştu. Bunlar kendi arlarında Kur’an ile, Rasûlü Ekrem ile eğlenmede bulunuyorlar, “Bakınız şu kişi Şam’ın kalalarını, köşklerini fethetmek istiyor, ne kadar uzak!.” diyorlardı. Cenâb-ı Hak bunların bu aşağılık halinden Peygamber Efendimizi haberdar kıldı, o Yüce Peygamber de bu münâfıkları yolda durdurarak: Siz neden şöyle şöyle söylediniz” diye ihtar buyurmuş, o münâfıklar da “Ey Allah’ın Resûlü!. Biz senin ve eshabının hakında birşey söylemiş değiliz,biz yol- alabilmek için lâtif ede, şakada bulunduk” demişlerdi. İşte bunların böyle yalan yere mazeret ileri sürdüklerini tekzib etmek kendilerini kınamak için bu âyeti kerime nâzil olmuştur.
66. Özür beyanında bulunmayınız, muhakkak ki, siz imanınızdan sonra kâfir oldunuz. Eğer sizden bir zümreyi tövbe edeceklerinden dolayı affedersek bir topluluğu, onlar suçlu kimseler oldukları için azaba uğratacağızdır.
66. Artık ey münâfıklar!. (Özür beyanında bulunmayınız) Öyle bâtıl mazeretler ileri sürmeyiniz. (muhakkak ki, siz imanınızdan sonra) mü’min olduğunuzu söyliyerek imân izhar eylediğinizi müteakip (kâfir oldunuz) Rasûlüllah ile alay etmekte, ona ezâda, sövme ve ayıplamada bulunmaya cür’etle küfrünüzü meydana çıkardınız. (Eğer sizden bir zümreyi) Bu nifaktan sonra tövbe ederek ihlaslıca bir imâna sahip olanları veya alay etmekten ezâ ve cefâdan kaçınanları (af f edersek) diğer (bir grubu) af f etmeyiz. Çünki (onlar suçlu) tövbe etmeyip nifak ve eğlenmede israr edip duran (kimseler oldukları için) onları sürekli olarak (azâba uğratacağızdır) elbette küfr ve nifakın cezası böyle ebedî bir azaptan başka değildir.
§ Rivayete göre Hümeyri Eşceînin oğlu Yahya, böyle bir affa nâil olmuştur. Bu münâfık imiş, bu âyeti kerime nâzil olunca nifaktan tövbe etmiş ve “Ya Rabbi!. Ben devamlı olarak âyet dinliyorum ki, ondan deriler soyulur, kalpler heyecana gelir” Ya ilâhî!. Ben senin yolunda öyle bir ölüm ile öleyim ki, hiç bir kimse: Onu ben yıkadım, ben kefenledin, ben defnettim demesin” diye duada bulunmuş, sonra dinden dönenler ile yapılan Yemâme savaşında şehit düşmüş, fakat nerede şehit düşüp kaldığına müslümanlardan hiç bir kimse vâkıf olmamış, duası bu şekilde kabul olmuştur.
§ Itizar, bir kusurdan dolayı özür göstermek, af dilemek mânâsınadır. Özür ise, mâni, engel, sakatlık ve lâyık olmayan birşeyinistenilmeksizin meydana gelesi veya yapılan bir kusur ve kabahatin affı için söylenilen sebep ve bahâne ve bir emrin icrasını terke sebep ve, vesile olacak şey demektir. Çoğulu azardır, mazeret de özür ve bahâne göstermek af dilemek ve özür ve bahâneyi kabul etmek demektir. Tazîr de yalan yere özür ileri sürmektir. Şöyle gerçeğe aykırı bahâne gösteren kimseye, muazzir denilir. Çoğulu: Muazzirun’dur. Müazere de yalan yere özür göstermektir. Özür, itizar, esâsen kesmek, kesilmek mânâsınadır, İleri sürülen bir sebep ve bahâne de cezayı, kınama ve tekdiri kesmeğe, bertaraf etmeğe sebep olduğu için böyle özür itizar adını almıştır.
67. Münâfık olan erkekler ve münâfık bulunan kadınlar, bazıları bazılarındandır. Kötülük ile emir ve iyilikten alıkorlar. Ve ellerini sımsıkı yumarlar. Onlar Allah Teâlâ’yı unuturlar, artık o’da onları unuttu. Şüphe yok ki, münâfıklar, onlar tam fasık kimselerdir.
67. Bu mübarek âyetler, münâfık olan erkekler ile münâfık kadınların nifak hususunda biribirlerinin parçaları mahiyetinde olup ne kadar çirkince hareketlerde buundukarını bildirmektedir. Ve o erkek münâfıklar ve kadın münâfıklar ile kâfirlerin lânete Jğrayıp ebedî azaplara mâruz kalacaklarını ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: (Münâfık olan erkekler ve münâfık bulunan kadınlar) küfr ve nifaktaki birlikleri itibariyle (bazıları bazılarıdandır) birbirine benzemektedirler, birbirinin parçaları yerinde bulunmaktadırlar. Onların hepsi (kötülük ile) küfür ve günah ile, Rasûlü Ekremi yalanlamak ile (emir) ederler (ve iyilikten) imândan, ibadet ve itaattan (alıkor) durur (lar) İslâmiyet’e, insaniyete kötülük etmekten geri durmazlar, (ve ellerini sımsıkı yumarlar) Allah yolunda birşey vermezler, zekât gibi, sadaka gibi insanî vazîfelerden kaçınırlar. (Onlar Allah Teâlâ’yı unuttular) onun zikrinden gafil bulundular,emirlerine uymayı terkettiler (artık o’da) o Yüce Yaratıcı da (onları) o münâfıkları (unuttu) yani: Onları rahmetinden, lûtuf ve kereminden mahrum bıraktı. Cenâb-ı Hak’kın birşeyi unutması asla düşünülemez. Böyle buyrulması, karşılıklı konuşma hususundaki bir müşakele (iki cümlenin lafzı aynı mânasının farklı olması) kabilindendir. Bu unutmadan maksat, onların rahmetten, lûtf ve ihsandan mahrum bırakılmalarıdır. (Şüphe yok ki münâfıklar) küfür hususunda, hayır ve iyiliklerden kaçınmak hususunda (tam) son derece (fasık kimselerdir) Onlar her türlü İslâmî faziletlerden mahrum bulunmaktadırlar.
68. Allah Teâlâ erkek münafıklara da kadın münafıklara da kâfirlere de cehennem ateşini, orada ebedî olarak kalıcılar olmak üzere vâd etmiştir. O onlara yeter. Ve onlara Allah Teâlâ lânet etti. Ve onlar için daimî bir azap da vardır.
68. (Allah Teâlâ erkek münafıklara da kadın münafıklara da) Küfrelrini izhar eden (kâfirlere de cchennem ateşini) o pek müthiş ahiret azabını (orada) o cehennemde (ebedî olarak kalıcılar olmak üzere vâd etmiştir.) onların cehennemde ebedî olarak kalmaları Allah tarafından takdir edilmiştir. (O) Cehennem ateşi (onlara) o dinsizlere açınmak, elem vermek için (yeter.) Bu, cezaların en büyüklerindendir. (Ve) Bununla beraber (onlara Allah Teâlâ lânet etti) onları rahmetinden uzaklaştırdı, ihanetlere uğrattı (ve onlar için daimî bir azap da vardır.) ki hiç kesilmiyecektir. Onlar dünyada rezil olacak ve cezalandırılacaklardır. Ahirette de çeşit çeşit azaplara uğrayacaklardır. İşte küfrün ve nifakın pek müthiş, sonsuz cezası!.
69. Ey münâfıklar! Siz de evvelkiler gibî ki, onlar sizden kuvvetce daha şiddetli idiler ve mal ve evlâtca daha çok idiler. Artık onlar kendi nasipleriyle faidelendiler. Siz de kendi nasibinizle faidelenmek işlediniz, o sizdenevvelkilerin kendi nasipleriyle faidelendikleri gibi ve siz de bâtıla dalanlar gibi dalıverdiniz. İşte onların amelleri dünyada ve ahirette bâtıl oldu ve işte ziyana uğramış olanlar da onlardır.
69. Bu âyeti kerime, münafıkların da kendilerinden evvelki kâfirler gibi harekette bulunarak dünya varlığından istifadeye çalıştıklarını bildirmektedir ve kâfirleri daha çok olan varlıkları helâkten kurtaramadığı gibi münâfıkları da kendi varlıklarının helâkten kurtaramıyacağını ihtar etmektedir. Şöyle ki: Ey münâfıklar!. (Sizden evvelkiler gibi) Sizden önce yaşamış, sonra helâk olmuş kâfirler gibi harekette bulundunuz (ki, onlar) o kâfirler, ey münâfıklar!, (sizden kuvvetce) bedenî kudretce (daha şiddetli) idiler ve onlar (mal ve evlâtca) sizden (daha fazla) ya sahip (idiler) bununla beraber onlar helâk oldular, daimî bir azaba uğradılra. O fazla varlıkları kendilerini kurtaramadı. Artık sizin de öyle bir âkibete uğrayacağınız şüphesizir. (Artık onlar kendi nasipleriyle) dünyada varlıklariyle (faidelendiler) dünyevî zevklere dalıp ahireti fedâ ettiler. Âdî geçici zevklerine, şehvetlerine düşkünlük gösterdiler, sonlarını hiç nazara almadılar şimdi (siz de) Ey münâfıklar!, (kendi nasibinizle faydalanmak istediğiniz) Kendi ehemmiyetsiz, çabucak yok olan varlığınıza güvendiniz, (o sizden evvelkilerin kendi nasipleriyle faidelendikleri gibi) siz de faidelenmekte bulundunuz, o eski kâfirleri taklide çalışınız, (ve siz de bâtıla dalanlar gibi dalıverdiniz) onların izini takibettiniz, siz de onlar gibi Cenâb-ı Hak’kın Resûlünü yalanlamaya, müminler ile ayal etmeye cür’et gösterdiniz. (işte onların) O eski kâfirler ile onların yolunda yürüyen münafıkların (amelleri) dünyevî varlık uğrunda koşup durmaları, dünya ve ahirette (bâtıl oldu) zâyi oldu, bir fayda, bir meyve vermedi (ve işte ziyana uğramış olanlar da onlardır.) Evet dünyevî ve uhrevî ziyana, felâkete tamamiylemâruz kalmış olanlar, bunlardan ibarettir. Çünki bunlar hem dünyadaki varlıklarını kaybetmiş, hem de bu varlıklarını kötüye kullandıkları için bu yüzden uhrevî azabı da hak etmişlerdir. Artık bir insan böyle bir varlığa nasıl mâruz olur da ebedî hayatını, saadetini sağlayacak dinî vazifelerini terkedebilir?.
70. Onlara, o kendilerinden önce olanların. Nuh, Âd, Semud kavminin ve İbrahim kavminin ve Medyen ile Mütefikât eshabının haberi gelmedi mi? Onlara Peygamberleri açık mucizeler ile gelmişti. Artık Allah Teâlâ onlara zulüm eder olmadı, velâkin onlar kendi nefislerine zulüm eder oldular.
70. Bu âyeti kerime, eski kâfirlere benzemekte bulunan münafıkların gaflet ve aşağılığına işaret etmekte, onların küfrleri yüzünden nekadar felâketlere uğramış olan geçmiş kavimlerin tarihî hallerinden ne için ibret almamakta olduklarını kınamaktadır. Şöyle ki: (Onlara) O münafıklara (o kendilerinden önce olanların) haberleri gelmedi mi?. Elbette gelmiş bulunmaktadır. O geçmiş kavimlerin ilâhî emre muhalefet, Peygamberlerine karşı isyana cür’et etmeleri yüzünden nekadar helâke uğramış oldukları bilinmektedir. Bahusus (Nuh, Âd, Semud kavminin ve İbrahim kavminin) haberleri size gelmedi mi? Şüphe yok ki gelmiştir. Malumdur ki: Nuh Aleyhisselâm’ın kavmi tufan ile Hud Aleyhisselâm’ın kavmi olan Âd taifesi, rüzgârlar ile Salih Aleyhisselâm’ın kavmi olan Semud taifesi, yer hareketi ile mahvolup gitmişlerdir. İbrahim Aleyhisselâm’ın kavmi olan Bâbil ahalisi de bütün nimetlerinden mahrum kalmışlar, hükümdarları olan Nemrud da dimağına musallat olan bir sivri sinekle geberip gitmiştir. (Ve medyen ile mütefikât eshabının haberi) de (gelmedi mi?.) elbetteki gelmiştir. Tarihen meşhurdur ki: Şuayb Aleyhisselâm’ın kavmi olan Medyen ahalisi birazap sesiyle mahvolmuşlardır. Ve yine o Yüce Peygamberin gönderilmiş olduğu iyle ahalisi de bir şiddetli sıcağa yedi gün tutulmuşlar, bütün ırmakları kaynamıştı. Üzerlerine gelen bir bulutun altında toplanmışlardı, derken o buluttan bir ateşyağarak hepsini de yakıp bitirmişti. Buna “Yevmüz Zille” azabı denilmektedir. Lût Aleyhisselâm’ın Peygamber gönderilmiş olduğu “Mütefikât” ahalisi de başlarına yağdırılmış olan taşlar ile ve yurtlarının uğradığı depremler ile mahvolup gitmişlerdir. İşte bütün bu tarihî hadiseler de Ey münâfıklar!. Sizin malûmunuzdur. (Onlara) O zikredilen altı tâifeye (Peygamberleri açık mucizeler ile gelmişti) açık deliller ile davalarını isbat etmişlerdi. O taifeler ise bu mucizelere, hüccetlere rağmen yine o muhterem Peygamberleri inkâr etmiş, Allah Teâlâ’nın emirlerine muhalefette bulunmuşlardır. Şimdi Ey münâfıklar!. Siz de o eski milletler gibi hareket ederseniz şüphe yok ki, siz de onlar gibi felâketlere” mâruz kalırsınız. Bunu bir düşününüz. (Artık Allah Teâlâ onlara) O helâk olan kavimlere (zulmeder olmadı) onların öyle kahra uğramaları bir ilâhî zulm değildir. Hâşâ (velâkin onlar kendi nefislerine zulmeder oldular) kendi küfrleri, isyanları sebebiyle o felâketlere uğramışlardır. Şimdi sizde bu kötü hareketlerinize devam ederseniz kendi felâketinize kendiniz sebebiyet vermiş olursunuz. Daha nice kavimler, küfür ve isyanları yüzünden helâk olup gitmişlerdir. Fakat bu beyan olunan altı kısım taifenin yaşadıkları yerler Arap yarımadasına yakın ve bunların tarihî durumları Arap’larca daha fazla meşhur olduğu için bu âyeti kerime de bunlar bir ibret örneği olmak üzere zikredilmiştir. “Mütefikât”, Lût Aleyhisselâm’ın kendilerine Peygamber gönderildiği bir kavmin ikamet etmiş oldukları birçok bucaktan ibârettir. Müfredi: Mütefikedir. Bu kavim, büyük bir inkılâba uğramış, yurtları altüst olmuş olduğuiçin onların yurtlarına bu ad verilmiştir. Çünki “itifak” kelimesi lûgatte inkılâp mânâsınadır, bu halde mütefikât da münkalibat (altüst olmuşlar) mânâsına olmuş oluyor.
71. İmân sâhibi olan erkekler ile kadınlar ise bazıları bazılarının velileridir. İyiliği emir ederler, kötülükten alıkorlar ve namazı dosdoğru kılarlar ve zekâtı verirler. Ve Allah Teâlâ’ya ve peygamberine itaatte bulunurlar. İşte bunları elbette ki. Allah Teâlâ rahmetine nail buyuracaktır. Şüphe yok ki. Allah Teâlâ güçlüdür, hikmet sahibidir.
71. Bu mübarek âyetler, imân şerefine sahip olan erkekler ile kadınların pek Aiksek olan evsafını beyan etmektedir. Ve onların nâil olacakları pek yüce mükâfatları açıklamaktadır. Şöyle ki: (İmân sâhibi olan erkekler ile kadınlar ise) hakikî bir mâna: Yüksek bir fazîlete ermişlerdir, münâfık erkekler ve münâfık kadınlar gibi ieğildirler. Onların pek çirkin durumlarından nefret etmektedirler. Bu imân sahiplerinin bazıları bazılarının velîleridir.) aralarında imân bakımından birlik, ve dayanışma iakımından bir samimî dostluk vardır. Bunlar (iyiliği emrederler) şer’an hayır ve taat sayılan şeyler ile, Allah Teâlâ’nın ve Resûlünün emirlerine riâyet edilmesi ile birbirine emir ve tavsiyede bulunurlar. Öyle münâfıklar gibi kötülüğü emretmezler, bilâkis kötülükten men ederler) şer’î şerifin reddettiği, selim tabiatın kendisinden nef- et eylediği şeylerden, küfür ve nifaktan insanları engellemeye, irşada çalışırlar. Münâfıklar gibi kötülüğü ile emretmezler. Ve o imân sahibi zatlar (namazı) kendilerine farz olan namaz ibadetini (dosdoğru) erkân ve şartlarına tamamen uyarak (kılarlar) öyle münâfıklar gibi istemeksizin sadece gösteriş için kılmazlar (ve) üzerlerine farz olan (zekâtı) da (verirler) öyle münâfıklar gibi ellerini sıkıp durmazlar, harcamadan kaçınmazlar, (ve) O mümin olan erkek ve kadınlar (Allah Teâlâ’ya vepeygamberine itaatte bulunurlar) onların mübarek emirlerine, yasaklarına tam mânâsıyla riayet ederler. Öyle münâfıklar gibi Allah’ı da Peygamber’ini de unutmuş gibi hareketlerde bulunmazlar, (işte bunları) bu yüce vasıfları taşıyan müminleri (elbette ki. Allah Teâlâ rahmetine nail buyuracaktır) muhakkak ki, bu sâdık kullarına rahmetinin eserlerini bolca verecektir. Bunların dünyada zafere, ahirette cennete kavuşturacaktır. Bu bir ilâhî vâddır ki, mutlaka meydana gelecektir, (şüphe yok ki. Allah Teâlâ azîzdir) herşeye galiptir, İmân sahiplerini güçlendirmeğe, din düşmanlarını kehir ve helâk etmeğe kaadirdir ve o Yüce Yaratıcı (hakîmdir) bütün iradeleri, hükmleri hikmet ve faydaya dayanmaktadır. Ehli imanı nimetlerine mazhar buyurması: Kâfir ve münâfıkları kahr ve azâba uğratması da onun ilâhî bir hikmeti gereğidir.
72. Allah Teâlâ imân sahibi olan erkeklere ve kadınlara içinde ebedî olarak kalıcılar olmak üzere altlarından ırmaklar akar cennetler ve Adn cennetlerinde pâk ikametgâhlar vâd buyurmuştur. Ve Allah Teâlâ tarafından olan bir rızâ ise daha büyüktür. İşte en büyük kurtuluş da budur.
72. Cenâb-ı Hak’kın ehli imân hakkındaki rahmet ve lûtfuna bakınız ki: (Allah Teâlâ imân sahibi olan erkeklere ve kadınlara) Ahiret âlemine gidecekleri zaman (içinde ebediyen kalıcılar olmak üzere altlarından ırmaklar akar cennetler) hazırlamıştır. Fevkalâde güzel ve hoş olan bağlar, bahçeler, bostanlar vücude getirmiştir. Oralarda geçici olarak değil, ebedî olarak kalıp neşeli olacaklardır. (ve) O imân sahipleri için (Adn cenetlerinde pâk ikametgâhlar vâd buyurmuştur) bu Adn cennetleri, incilerden, zümrütlerden, yakutlardan oluşmuş, pek yüksek birer makamlardır ki, hâlis, ruh temizliğine sahip müminler için birer saadet yurdu olmak üzere hazırlanmıştır. (Ve Allah Teâlâ tarafından birrıza ise) yani: Ebedî saadet sağlayan, her türlü başarı ve kurtuluşa kavuşmaya vesile bulunan, temiz ruhlar için her türlü nimetlerin üstünde olan Allah rızası ise bütün dünyevî ve uhrevî nimetlerden (daha büyüktür) daha Öncedir, daha fazla istenen şeydir. Bütün ruhanî saadetler o sayede tecelli eder. Artık şüphe yok ki, bu Allah rızası, bütün nimetlerin saâdetlerin üstündedir. O mutlu müminler, bu ilâhı uzaya da kavuşmuş olacaklardır. (İşte en büyük kurtuluş da budur) mümin erkek ve kadınlar için mevcud olan bu ilâhî rızâdır veya bütün bu uhrevî nimetlerin toplamıdır. Artık bunun karşılığında diğer geçici, dünyevî nimetlerin ne kıymeti olabilir?. O münafıkların, kâfirlerin kendisine güvenip durdukları bütün varlıkları, çabuk yok olucudur, sahipleri için mesuliyeti gerektirir, kendilerinin ilâhî rızadan mahrumiyetlerini gerektirir. O halde bir insan bu gibi fanî, sorumluluğu gerektiren şeylere nasıl bağlanır durur da kendisini ebedî selâmete, saadete kavuşturacak olan imândan mahrum bırakır?. Eyvah!. Ne kadar gaflet!.
73. Ey Yüce Peygamber! Kâfir ve münâfıklar karşı cihadda bulun ve onların üzerine şiddetli davran ve onların varacakları yer cehennemdir. Ve ne fena bir dönülecek yer!
73. Bu mübarek âyetler, kâfirlere, münafıklara karşı şiddetli bir mücahedenin lüzumunu bildiriyor. Münafıkların nasıl yalan söylediklerini, nasıl nankörlükte bulunduklarını bildiriyor, içlerinden tövbekâr olmayanların ne kadar büyük bir azaba tutularak her türlü yardımdan mahrum kalacaklarını ihtar buyuruyor. Şöyle ki: (Ey Yüce Peygamber!. Kâfirler ile) küfrlerini açıklayan düşmanlar ile (ve münâfıklar ile) küfrlerini gizleyip görünürde müslüman görünen ve gizlice hiyanette bulunun bozguncu kimseler ile (mücahedede bulun) kâfirleri kılıç ile cezalandırmaya çalış, münâfıkları da delil ile, burhan ile uyandırmaya gayret et (ve onlarınüzerine şiddetli davran) onlara karşı mülâyemet gösterme, münafıklara senden istedikleri izni verme, haklarında şefkatli olma (Ve onların) O kâfirlerin, münafıkların ahirette (varacakları yer cehennemdir) artık öyle bir kötü sona namzet olan dinsiz kimseler nezâkete ve yumuşak davranmaya lâyık olabilirler mi? (ve) o dinsizlerin varacakları yer (ne kötü bir dönülecek yer) kendisine ne kötü, ne korkunç gidilecek bir azap âlemi!. Bunu bir düşünmek icabetmez mi?.
74. Allah Teâlâ’ya yemin ederler ki; söylemiş değillerdir. Ve and olsun ki, o küfür lâkırdısını söylediler ve İslâmiyet’i kabul etmiş olduklarından sonra kâfir oldular ve yetişemedikleri şeye yine yeltendiler ve onlar inkârcı bir biçimde harekette bulunmadılar, ancak Allah Teâlâ’nın ve Resulünün ilâhî lütuf ile onları zengin kılmış olmalarından dolayı bulundular. İmdi onlar tövbe ederlerse kendileri için hayırlı olur. Ve eğer yüz çevirirlerse Allah Tealâ onları dünyada ve ahirette pek acıklı bir azap ile azaplandırır ve artık onlar için yeryüzünde ne bir koruyacak ve ne de bir yardımda bulunacak kimse yoktur.
74. Münâfıklar (Allah Teâlâ’ya yemin ederler ki) Rasûlullah’ın haberdar olduğu o kâfirce sözleri, Rasûlü Ekrem aleyhindeki lâkırdıları kendileri (söylemiş değillerdir) onlar o söylediklerini böyle inkâr ederler. Halbuki, onlar öyle hezeyanlarda bulunmuşlardı evet.. (Ve and osunkr, o küfr lâkırdısını) o Rasûlü Ekrem aleyhindeki sözleri vesaireyi onlar (söylediler) şimdi de sıkılmadan inkâr ediyorlar (ve) onlar (İslâmiyet’i) görünürde (kabul etmiş olduklarından sonra) küfrlerini, içlerinde olanı açıklayarak (kâfir oldular ve) onlar vaktiyle isteyip de (yetişemedikleri şeye) Rasûlü Ekrem’i şehid etmeğe veya Medine’den müslümanları çıkarmaya (yine yeltendiler) yine eliboş ve ziyanda kaldılar, (ve onlar) O münâfıklar Rasûlü Ekrem hakkında (inkârcı birbiçimde harekette bulunmadılar) bir intikam arzusuna, bir kin beslemeğe, bir ziyadesiyle kötü görmek hissine kapılmadılar, (ancak) bir nankörülk tesiriyle bu cür’ette bulundular. Evet… O nankörler (ancak Allah Teâlâ’nın ve Resûlünün fazlı ilâhî ile onları zengin kılmış olmalarından) dolayı böyle bir nankörlüğe kıyam ettiler. Bu ne kadar alçaklık!. Bu ne büyük bir iyiliğe karşı kötülükle karşılık. Bir kere düşünmeli ki: Bunların birçokları vaktiyle Medine’de pek dar bir geçim içinde yaşıyorlardı, bir devlete, bir ganimete nail bulunmuyorlardı. Rasûlü Ekrem’in Medine’ye teşrifinden sonra ise nimete, devlete nail oldular, çevreye hâkim oldular. Artık buna karşı o Yüce Peygamber’e fevkalâde bir sevgi ve bağlılık göstermeleri lâzım iken aksine hareket etmek istediler. Fakat o münâfıklar, bu işlediklerine kaadir olamadılar, zelilce bir halde kaldılar, (İmdi) Onlara yine pek iyilik ister bir ihtar. Şöyle ki: Eğer (onlar tövbe ederlerse) küfrlerini, nifaklarını tamamen bırakır, İslâmiyet’i samimi bir şekilde kabul ederlerse (kendileri için) dünyada da ahirette de (hayırlı olur) felâketlerden, azaplardan kurtulmuş olurlar, (ve eğer yüz çevirirlerse) imândan, tövbeden kaçınır, küfrlerinde, nifaklarında israr eder dururlarsa (Allah Teâlâ onları dünyada) öldürülmek ile, esaret ile, zelilce bir duruma düşürerek felâkete uğratır (ve ahirette) de (pek acıklı birer azap ile) kendilerini cehennem ateşinde ebedî olarak bırakmakla ve nice muhtelif cezalarla (azaplandırır.) Artık öyle bir azaba, felâkete ebedî olarak mâruz kalır dururlar. (Ve artık onlar için yeryüzünde) Koca bir dünya sahasında (ne bir koruyacak) muhafaza edecek (ve ne de) kendilerine (yardımda bulunacak) onları şefaatleriyle veya savunmalarıyla o felâketlerden kurtarabilecek (bir kimse yoktur) onlar ebedî olarak mahrumiyetler, felâketler, azaplar içinde kalmış olacaklardır. Artık bu müthiş âkibetlerinibir düşünmeli değil midirler?.
§ Rivayete göre Rasûlü Ekrem Tebük seferinden dönerken on beş münâfık geceleyin yolda pusuya girmiş, Hz. Rasûlullah’a su’ikastte bulunmak istemişlerdi. Fakat Rasûlullah’ın beraberinde bulunan “Huzeyfetülyaman” o hainlerin bu vaziyetini anlayınca: Ey Allah’ın düşmanları!. Çekiliniz diye bağırmış, onlar da bırakıp kaçmışlardı. İşte bu hainler, işlediklerine nail olamamışlardı.
§ Yine rivayet olunuyor ki, Rasûlü Ekrem, Sallallahu aleyhi vesellem efendimiz Tebük seferinde iki ay kalmıştı. Münâfıkları ayıplayan âyetler nâzil oluyordu. Münafıklardan bulunan “Cellâs tbni Süveyd” demiş ki: Eğer Medine’de kalan kardeşlerimiz ki; bizim eşrafımızdan bulunuyorlar, onların hakkında Muhammed’in -Aleyhisselâm- dediği doğru ise vallahi ben artık bir eşekten daha kötüyüm. Orada bulunan Âmir İbni Kaysil Ensârî de demiş ki: Evet… Vallahi Muhammed -Aleyhisselâm-şüphe yok ki, doğru söylüyor. Sen isen Ey Cellâs!. Eşekten daha kötüsün. Bu konuşmadan haberdar olan Hz. Peygamber, Cellâs’ı huzuruna davet etmiş, Cellâs yemin etmiş ki: Ben böyle birşey söylemedim. Bunun üzerine Âmir, ellerini kaldırarak: “Allah’ım!. Resûlün olan Muhammed Aleyhiseslâm üzerine doğru söyleyeni tasdik ve yalan söyleyeni tekzib edecek bir âyet indir” diye dua etmiş bunun üzerine bu âyeti kerime nâzil olmuş, Cellâs da: Allah Teâlâ bu âyette tövbeyi beyan buyuruyor, ben hakikaten yalan söylemiştim, diyerek tövbe etmiş ve güzelce bir tövbeye nail olmuştu. İşte bu mübarek âyet bu hadiselere işaret buyurmaktadır.
75. Ve onlardan bazıları da Allah Teâlâ’ya söz vermiş ki: Eger lütfundan bize verir ise elbette sadaka vereceğiz ve elbette salih kimselerden olacağız.
75. Bu mübarek âyetler, münafıkların birçokkısımlara ayrılmış olduklarını gösteriyor. Şöyle ki: Münâfıklar çeşit çeşittir. Kimisi Rasûlü Ekreme eziyet verir, kimisi sadaka verenleri ayıplar, kimisi cihada katılmamak için yalan bahane; mazeret ileri sürer, Hz. Peygamber’den izin ister (Ve onlardan) o münâfıklardan bazısı da (Allah Teâlâ’ya ahd etmişti ki: Eğer fazlından) lûtuf ve kereminden olarak (bize) mal ve servet (verirse elbette sadaka vereceğiz) zekâtınızı, sadakalarımızı vereceğiz. (Ve elbette) Biz hac gibi, namaz gibi vazifelerimizi yaparak (salih kimselerden olacağız) demek ki, bir kısım münâfıklar, her ne kadar Cenab’ı Hak’kın varlığını, onun kullarına lûtuf ve ihsanda bulunduğunu biliyorlarsa da Rasûlü Ekremi inkâr ettikleri için, bir takım dinî vazifeleri ifadan kaçındıkları için kendilerini küfür ve nifaktan kurtaramamışlardır. Çünkü imânın bütün esaslarını; şartlarını bilip kabul etmeyen herhangi bir şahıs, kendisini küfrden, nifaktan kurtarmış olamaz.
76. Vaktaki, Allah Teâlâ onlara lütfundan ihsan buyurdu. Onunla cimrilikte bulundular ve yüz çevirdiler. Ve zaten onlar yüz döndürür kimselerdir.
76. (Vakta ki: Allah Teâlâ onlara) O mal ve servet talebinde bulunan münafıklara (lutfundan) bir ilâhî lûtfu olarak nimet ve servet (ihsan buyurdu) onları hiç ummadıkları yerden bol bol rızıklandırdı (onunla) o elde ettikleri servetlerle (cimrilikte bulundular) o servetin icabeden zekâtını, sadakasını vermediler, Allah’ın hakkına riayetten kaçındılar (ve) Cenâb-ı Hak’ka ibadet ve itaatten (yüz çevirdiler) hac gibi, namaz gibi vazifelerini terkeylediler. (ve zaten onlar) o münâfıklar, Cenâb-ı Hak’ka ibadet ve itaatten (yüz döndürür kimselerdir) onlar öyle dinî, yüce vazifeleri bir temiz kalp ile yapmazlar, fırsat bulunca bunlardan bedenen kaçınırlar. İşte onlar böyle âdi bir topluluktur.
77. Artık Allah Teâlâ’ya vâd ettikleri şeyde ona muhalefet ettikleri için ve yalan söyler oldukları için o da onların bu hareketlerinin âkibetini ona kavuşacakları güne kadar onların kalplerinde bir nifaka döndürdü.
77. Fakat onlar böyle Hak’ka itaatden kaçınmalarının cezalarına kavuşmuşlardır ve daha da kavuşacaklardır. Evet… (Artık Allah Teâlâ’ya vâd ettikleri şeyde) sadaka gibi, iyi davranma gibi teahhüt eyledikleri hususta (ona) Cenâb-ı Hak’ka karşı onun mukaddes emirlerine karşı (muhalefet ettikleri için) vaadlerinde, vazifelerinde durmayıp ondan kaçındıkları için (ve yalan söyler oldukları için) bütün sözlerinde yalan söyledikleri için ki, bu vaadlerindeki yalan da o cümledendir (o da) o Yüce Yaratıcı da (onların) o münafıkların (bu hareketlerinin sonunu ona) o Kâinatı Yaratanın hükmü kazasına ebedî azabına (kavuşacakları güne kadar) ölecekleri, sona mahşere sevkedilecekleri zamana değin (onların kalplerinde) pek yerleşmiş (bir nifaka döndürdü) artık o münâfıklar, kıyamete kadar onun tesiri altında kalacaklar, o sonsuzluk âleminde bu hareketlerinin cezasına kavuşup duracaklardır.
78. Daha bilmediler mi ki: Allah Teâlâ, onların sırlarını da fısıltılarını da muhakkak ki, bilir. Ve şüphe yok ki. Allah Teâlâ gayıpları pek iyi bilendir.
78. O münâfıklar veya Cenâb-ı Hak’ka karşı söz vermiş bulunmayanlar (daha bilmediler mi ki, Allah Teâlâ) bütün mahlûkatının hallerini hakkiyle bilendir. (Onların) O nifak sahiplerinin (sırlarını da) kalplerinde sakladıkları kuruntularını da, sözlerinde durmayacaklarına dair kalben kararlarını da mutlâka bilir (fısıltılarını da muhakkak bilir) onların kendi aralarında. gizlice konuştuklarını tamamen bilir işitir. (Ve şüphe yok ki. Allah Teâlâ) Halkın gözünden gaib olan, sırlar kabilinden bulunan bütün (gayıpları pek iyi bilendir) Bunainanmışızdır. Artık Ey münafıklar!. Kendi iş ve fikirlerinizi o Yüce Yaratıcıdan nasıl gizleyebilirsiniz?. Elbette hiçbir şeyi gizlemek mümkün olamaz. O halde vaziyetinizin ne kadar tehlikeli olduğunu hiç düşünmez misiniz?.
§ Bu âyeti kerimenin nüzul sebebi hakkında deniliyor ki: Münâfıklardan Salebetübnü Hatibil’ Ensârî” Rasûlullah’ın huzuruna gitmiş “Ya Rasûlüllah!. Cenâb-ı Hak’ka dua buyur, beni mal ile rızıklandırsın” demiş, Rasûlü Ekrem de “Ey Salebe!. Hakkını ödediğin az bir mal, hakkını ödemeyeceğin çok maldan hayırlıdır” diye buyurmuş, Salebe ise “Seni hak ile göndermiş olan Allah’a yemin ederim ki, eğer bana mal verirse elbette bütün hak sahiplerine haklarını veririm” diye talebinde israr eylemiş, Rasûlü Ekrem dua etmekle Salebe zengin olmaya başlamış, koyunları az zaman içinde o kadar artmış ki, onlar Medine’i Münevvere’nin bir vadisini işgal edip durmuş. Salebe artık mallariyle uğraşmaya başlamış, namaz için cemaatten kesilmiş, cuma günü bile namaza gelemez olmuş. Rasûlü Ekrem: Salebenin nerede kaldığını sormuş, demişler ki: Onun koyunları o kadar arttı ki, bir vadiye bile sığamaz oldu. Rasûlü Tem de: Yazık Salebeye diye buyurmuş ve malının zekâtını almak için iki zatı memur olarak Salebeye göndermiş, Salebe de, bu peygamber emrini işitince: Bu bir cizyeden, bir cizye kız kardaşından başka değil, diye söylenmiş, memura da şimdi gidiniz, sonra geliniz bakalım demiş. Bu zatlar ikinci defa olarak yine gitmişler ise de yine zekâtı vermekten kaçınmıştır. Bu memurlar Hz. Peygambere gelip bu durumu haber vermişler. Bunun üzerine bu âyeti kerime nâzil olmuştur. Salebenin akrabasından biri bu âyeti kerimenin inişinden haberdar olunca gidip, Salebeye haber vermiş, ya Salebet. Yazık sana, aleyhinde şöyle bir âyet nâzil oldu demiş. Bunun üzerine Salebe Hz. Peygamber’in huzuruna gitmiş, zekâtınınkabulünü istemiş, Yüce Peygamber hazretleri de: Senin zekâtını almaktan Cenab’ı Hak beni men eyledi, diye buyurmuştur. Salebe başına toprak saçmaya başlamış, Hz. Peygamber Efendimiz de: Ben sana vaktiyle demedim mi idi?. Sen ise bana itaat etmedin, diye buyurmuş, Rasûlullah’ın vefatından sonra Salebe sadakasını yerine harcaması için Hz. Ebu Bekire götürmüş, o da kabul etmemiş, daha sonra Hz. Ömer’e götürmüş, o da alıp kabul etmemiş, Hz. Osman’ın halifeliği zamanında ona götürüp teslim etmek istemiş, o da kabul buyurmamıştır. Salebe Hz. Osman’ın halifeliği zamanında ölmüştür.
§ Bu sadakanın fukaraya tevzi için kabul edilmemesinin hikmetine gelince, sadaka, bir temizleme ve arındırma vesilesidir. Bir münâfık ise nifaktan tamamen ayrılmadıkça hiçbir sadakası Allah katında makbul, kendisinin anndırılmasına, sevaba kavuşmasına sebep olamaz. Ve böyle sadakayı almaya bir müslüman da tenezzül etmemelidir.
§ Bu âyeti kerime de şuna da işaret vardır ki: İnsan, dünya varlığına düşkün olmamalıdır, Cenab’ı Hak’tan hayırlısını niyâz etmelidir, eğer meşrû şekilde bir servete kavuşursa bunun da kadrini bilip Rabbilâlemine şükürde bulunmalıdır, bu servetin zekâtını, sadakasını da vermelidir tâki, kendisi için hakikaten faideli bir nimet mahiyetinde bulunmuş olsun. Ve illâ birçok gayrimeşru servetler sahipleri için nihayet bir felâkete, bir azaba sebep olmuş olur.
79. O kimseler ki, mü’minlerden sadakaları gönül hoşluğu ile fazlaca verenleri ve kendi güçlerinin ettiğinden fazlasını bulamayanları ayıplarlar, onlar ile alayda bulunurlar. Allah Teâlâ’da o kimseleri maskaraya çevirir ve onlar için acıklı bir azap vardır.
79. Bu mubârak âyetler, münafıkların, zekât, sadaka vazifelerini fazlasıyla yapan veya bir hikmet gereği durumu fakir bulunan mü’minlerile alay etmek alçaklığına cür’et ettiklerini bildiriyor, artık o gibi kâfir kimselerin ilâhî affa nâil olamayacaklarını ihtar buyuruyor. Şöyle ki: (O) Münâfık topluluğundan olan (kimseler ki) imanları pek kuvvetli olan (müminlerden sadakları gönül hoşluğu ile) kalben samimî şekilde isteyerek (verenleri) zekatlarından başka Hak rızâsı için fazlaca nâfile olarak teberrularda bulunanları (ve kendi güçlerinin yettiğinden fazlasını bulamayanları) böyle oldukları halde yine sadaka vermeğe koşanları (Ayıplarlar) ve (onlar ile) öğle güçlerini sarf ederek sadaka vermeğe çalışanlar ile (alayda bulunurlar) artık (Allah Teâlâ’da) onların o kötü hareketlerinin bir cezâsı olmak üzere (o kimseleri maskayara çevirir) yani: Onları o alay etmeleri yüzünden cezaya uğratır, (ve onlar için) Öyle mü’minleri ayıplayan, onlar ile alay eden münâfık kimseler için (acıklıbir azap vardır) onların böyle ebedî bir azaba uğrayacakları kararlaştırılmıştır.
§ Rivayete göre Rasûlü Ekrem Hazretleri bir gün bir hutbe okuyup müslümanları sadaka vermeğe teşvik buyurmuştu. Bunun üzerine Abdullah İbni Avf, malının yarısı olan dört bin dirhemi getirip Rasûlullah’a teslim etmiş, dörtbin dirhemini de ailesinin geçimine tahsis ettiğini söylemişti. Yüce Peygamberimiz de: Allah Teâlâ senin için verdiğini de, yanında tuttuğunu da mübarek kılsın diye dua’a etmişti. Sonra Hz. Abdullah’ın serveti pek ziyade artmış, hattha vefatı zamanında iki eşine isabet eden miras payı yüz doksan bin dirhem bulunmuştu. Ashabı Kiramdan Hz. Ömer, Hz. Osman gibi zatlar da birçok sadakalar vermişlerdi. İşte münâfıklar bu verilen fazla sadakaları birer gösteriş eseri sayarak veren zatları ayıplamaya cür’et etmişlerdi. Ashabı Kiram’ın fakirleri de sadaka vermeğe çalışmış, hattâ “Ukayl” adındaki zat, bir kimsenin yanında iki ölçek hurma karşılığında çalışmış, sonra bununbir ölçeğin! getirip fukaraya verilmek üzere sadaka olarak Rasûlullah’a tesim eylemişti. Münâfıklar bu gibi zatlar ile alay etmişler, bunlar da büyüklerden sayılmaları için böyle sadaka veriyorlar diye söylenmişlerdi. İşte bu münâfıkları rde ve kınamak için bu âyeti kerime nâzil olmuştur.
80. Onlar için istiğfarda bulun veya onlar için istiğfarda bulunma. Eğer onlar için yetmiş defa af dileyecek olsa elbette Allah Teâlâ onları af etmeyecektir. Çünki onlar Allah Teâlâ’yı ve Resûlünü inkâr ettiler. Allah Teâlâ ise fasıklar olan bir kavme hidayet etmez.
80. Resûlüm!. (Onlar için) O münafıkların ilâhî affa nail olmaları için, (istiğfarda bulun veya onlar için) böyle bir (istiğfarda bulunma) eşittir ve sen serbestsin, fakat bu af dilemenin onlara birfaidesi yoktur. Hatta (eğer onlar için yetmiş defa) yani: Ne kadar fazla olursa olsun (af taleb edecek olsan) onlar için bir faidesi olmaz. (Elbette Allah Teâlâ onları af etmeyecektir) onlar için af, imkânsız derecededir (Çünki onlar Allah Teâlâ’yı ve Resulünu inkâr ettiler) bu kadar haddi aşarak küfrü seçtiler. (Allah Teâlâ ise fasıklar olan bir kavme) küfrlerinde inat gösterip duran bir topluluğa (hidayet etmez) onları hayırlı bir maksada kavuşturacak bir hidayete nail kılmaz. Böyle bir hidayet, hikmete aykırıdır.
§ Rivayete göre önceki âyet nâzil olunca bir kısım münâfıklar, Rasûlü Ekreme müracaat ederek: “Ya Rasûlüllah!. Bizim hakkımızda af dileğinde bulun” demişler, Rasûlü Ekrem de: “Sizin için af dileğinde bulunurum” demişti. Bunun üzerine bu âyeti kerime nâzil olmuş, onların nifak üzere ölenlerine istiğfarın fâide vermeyeceği bildirilmiştir. Evet… Cenâb-ı Hak, birçok günahkâr kulları hakkındaki af dileğini kabul buyurur, o af edicidir, merhametlidir. Fakat bütün gördükleri âyetlere, delillere karşı küfür ve nifaklarındadirenip duranlar, bu hâl üzere ölüp gidince artık mağfirete kabiliyetlerini kendi elleriyle zâyetmiş olurlar. Artık onların haklarındaki af dileğinin kabûlü, hikmete, dinin hükümlerine uygun olmaz.
81. Rasûlullah’a muhalefet için geri kalmış olanlar, oturmalarıyle sevindiler ve Allah yolunda mallarıyle ve canlarıyle cihadda bulunmalarını kötü gördüler ve şu sıcakta cihada çıkmayın dediler. De ki: Cehennemin ateşi sıcaklıkca daha şiddetlidir, eğer iyice anlar kimseler olsalar idi.
81. Bu mübârek âyetler, münafıkların Allah yolunda cihadda bulunmaktan kaçınmış, başkalarını da alıkoymaya çalışmış olduklarını bildiriyor, ve onların bu kötü hareketlerinden dolayı nekadar kötü bir âkibete uğrayacaklarını haber vermiş bulunuyor. Şöyle ki: Tebük seferi sırasında (Rasûlullah’a muhalefet için geri kalmış olanlar) boş bahanelerle Cenâb-ı Peygamber’den izin almış bulunan münâfıklar (oturmalariyle) sefere gitmeyip yurtlarında kalmalariyle (sevindiler) Yüce Peygamber’e muhâlefeti bir başarı kabul ettiler, meşakkatli bir seferden kurtulduklarından dolayı sevindiler. (Ve) O cahiller (Allah yolunda malariye ve canlariyle mücahedede bulunmalarını kötü gördüler) öyle bir fedakârlığı, fuzulî, kötü sandılar, öyle bir yüceliğin kadrini, mânevî mükâfatını takdir etmek yeteneğinden mahrum bulundular. (Ve) seferber olan ashab-ı kirama veya kendi arkadaşlarına da (şu sıcakta cihada çıkmayın dediler) onları da bu fedakârlıktan geri bırakmak istediler. Allah yolundaki bir fedakârlığın kıymetini anlayamadılar. Resûlüm!. Onları reddetmek ve cehâletlerini ortaya koymak için (de ki, cehennemin ateşi sıcaklıkca) şu dünyada kendisinden kaçındığınız ve başkalarını da geri bırakmaya çalıştığınız sıcaktan (daha şiddetlidir) bunu siz hiç düşünmez misiniz?. Evet… (Eğer) bu dünyahayatının ve dünyevî meşakkatlerin geçici olduğunu, uhrevî hayatın sürekli ve uhrevî meşakkatlerin daha ziyade ve daha sıcak, eleme sebep bulunduğunu onlar (iyice anlar kimseler olsalardı) bunu bilir öyle bir muhalefette, münâfıkca bir harekette bulunmaya cesaret edemezlerdi.
82. Artık onlar kazanmış oldukları şeyin cezası olmak üzere pek az gülsünlür ve pek çok ağlasınlar.
82. (Artık onlar) O münâfıklar, o dünya meşakkatine bakıp da ahiret meşakkatlerini düşünmeyen kâfirler daha dünyada iken (kazanmış oldukları şeyin) çeşit çeşit günahların, emirlere muhalefetin, başkalarını saptırmaya çalışmalarının (cezası olmak üzere) bu muvakat dünya hayatında (pek az gülsünler) eğlensinler, zevklerine baksınlar bunların ne ehemmiyeti var, hepsi de yok olmaya mahkumdur. Fakat onlar bir kere de ahiret hayatını düşünsünler, oradaki görecekleri azapları göz önüne alsınlar (ve pek fazla ağlasınlar) sürekli olarak üzüntü ve kder içinde kalsınlar, onların hallerine münasip olan budur. Zaten de öyle olacaktır. Bu bir emirdir ki, haber verme mahiyetinde bulunmaktadır.
83. Eğer Allah Teâlâ seni onlardan bir taifenin yanına döndürür de başka bir cihada çıkmak için senden izin isterlerse de ki: Artık siz benimle beraber çıkmayınız ve benim maiyetimde olarak savaşta bulunmayınız. Çünki, siz ilk defa da oturmaya razı oldunuz. Artık geri kalanlar ile beraber oturunuz.
83. Bu mübarek âyetler, münafıkların ne kadar alçak, zelîl kimseler olduğuna işaret ediyor. Münafıkların cihada iştirâk ettirilmeyeceğini ve onların üzerlerine cenaze namazı kılınamıyacağını bildiriyor. Onların mal ve evlâtlarının kendi haklarında bir azap vesilesi olup gıpteye lâyık şeyler bulunmadığını ihtar buyuruyor. Şöyle ki: Ey Yüce Resûl!. (EğerAllah Teâlâ seni) Tebük seferinden sonra (onlardan) o seninle beraber cihada çıkmayıp geri kalan münâfıklardan (bir taifenin) yani: Nifaktan tövbe etmemiş veya doğru bir özür ile özür beyanında bulunmamış olanların (yanına döndürür de) Tebük seferinden (başka bir cihada çıkmak için senden izin isterlerse) o nifak üzere devam etmiş olan tâifeye (de ki: Artık siz benimle beraber) hiçbir sefere (ebediyen çıkmayınız) Cenâb-ı Hak, beni size ihtiyaçsız kılmıştır. (Ve benîm beraberimde olarak) benimle beraber hiçbir (savaşta bulunmayınız) artık siz buna asla muvaffak olamayacaksınızdır. (Çünki siz ilk defa da) Tebük seferinde (oturmaya) Medine’de kalıp sefere çıkmamaya (razı oldunuz) bu sefere katılmamayı hakkınızda faydalı gördünüz. (Artık) Cihaddan (geri kalanlar ile) savaştan kaçınanlar ile, kadınlar ve çocuklar ile (beraber oturunuz)-siz cihada katılmaya lâyık kimseler değilsinizdir.
84. Ve onlardan hiçbir şahsın üzerine ölmüş olunca ebedî olarak namaz kılma ve kabrinin üzerinde durma. Çünki onlar Allah Teâlâ’yı ve Resûlünü inkâr ettiler ve onlar fasık olarak öldüler.
84. (Ve) Ey Yüce Resûl!, (onlardan) O nifakları gerçekleşmiş kimselerden (hiçbir şahsın üzerine ölmüş olunca ebediyen namaz kıma) cenaze namazı kılmaya kalkışma (ve) öyle bir münafıkın (kabrinin üzerinde durma) kabri yanında durup onun için duada, af talebinde bulunma. (Çünki onlar Allah Teâlâ’yı ve Resûlünü inkâr ettiler) Sonra da küfrlerinden dönüp tövbe ve istiğfar etmediler, (ve onlar fasık) Küfür ve nifaklarında ısrarlı ve inatçı (olarak öldüler) artık öyle kâfirler hakkında ehli imâna ait dinî merasim nasıl yapılabilir?. Onlar bu merasime lâyık değildirler. Bundan faydalanacak kabiliyetten mahrum kalmış, beşeriyet için zararlı bulunmuş kimseleren başka değildirler…
§ Rivayete göre “Abdullah İbni Übey, adındaki şahıs görünürde müslüman görünüyor, haddızatında ise münafıkların reisi bulnuyordu. Hasta olmuş, Rasûlü Ekrem de onu görmeğe gitmişti. Rasûlü Ekrem Efendimizinden rica etmiş. Ben ölünce namazımı kıl, kabrimin üzerinde dur bana du’a et demiş, sonra da birisini Rasûlullah’a göndererek mübarek gömleğini kendisine kefen yapmak için istemişti. Yüce Peygamberimiz mübarek gömleğini gönderdi. Hz. Ömer o pis herife bu mübarek gömleğin gönderilmesini istememiş ise de Rasûlü Ekrem Efendimiz: Benim gömleğim onu azaptan kurtaramaz. Bir isteyeni reddetmek uygun değildir. Bununla beraber umulur ki, bu sebeple birçok münâfıklar nifakı terkederek samimî bir biçimde müslüman olurlar diye buyurmuştu. Gerçekten de O münafıkların reisi, bu mübarek gömlekten fâide beklediğini görünce, bin kadar münâfık, düşüncelerini düzelterek İslâmiyeti ciddî şekilde kabul etmişlerdir. Bir de deniliyor ki: Bedir savaşında esir düşmüş olan Peygamberimizin amcası, Abbas, Medineye getirilmiş. Gömleksiz bulunuyordu. İbni Übey ise, Peygamberimize bir iyilik göstermek için kendi gömleğini Abbas’a vermişti. Bu defa Rasûlü Ekrem de o iyiliğe -bir karşılık olmak üzere mübarek gömleğini ona göndermişti. Zaten Yüce Peygamber Efendimiz pek fazla merhamet ve şefkat sahibi olduğundan herhangi bir isteyeni reddetmek istemezdi. Sonra İbni Übey ölmüş, kendisi gibi Abdullah adında bulunan oğlu ise, halis bir müslüman bulunuyordu. Bu, Rasûlullah’ın huzuruna gelmiş, babasının cenaze namazını kıldırmasını rica etmişti. Rasûlü Ekrem de “sen namazını kıldır ve demet” diye emreylemişti. Fakat Abdullah; Ya Rasûlüllah!, eğer onun cenaze namazını sen kılmazsan hiçbir müslümankılmaz” diye tekrar ricada bulunmuş, Rasûlü Ekrem de bu namaz için ayağa kalkmış ise de Hz. Ömer, Rasûlüllah ile kıble arasına engel olmuş, bu namazın kılınmasını istememişti. İşte bu sırada idi ki, Cibril Emin gelerek bu âyeti kerimeyi tebliğ etmiş, öyle küfür üzere ölmüş münâfıklar için cenaze namazının ve dua ile af dilemenin câiz bulunmadığı belli olmuştur. İbni Übey son zamanlarında Rasûlü Ekrem’den dua ve istiğfar niyazında bulunmuş idi. Bu hal, kendisinin fikir değiştirerek İslâmiyet’i kabûlüne delâlet ettiği için olmalıdır ki, Yüce Peygamber Efendimiz onun namazını kıldırmak lûtfunda bulunmak istemişti. Fakat bu âyeti kerimenin inişiyle onun yine nifak üzere ölmüş olduğu bilinmiştir.
85. Onların malları ve evladları seni imrendirmesin. Allah Teâlâ, diliyor ki, onları bunlar sebebiyle dünyada azaba uğratsın ve onların canlarını kâfirler oldukları halde gidersin.
85. Bir takım münâfıklar, kâfirler bu dünyada bir takım varlıklara sahip olabilirler. Fakat bunlar onların haklarında gelecekte büyük mes’uliyetlere, azaplara sebep olacaktır. Artık ey mü’minler!. (Onların malları ve evlâtları sizi imrendirmesin) bunlar haddizatında imrenmeğe lâyık şeyler değildir. (Allah Teâlâ deniliyor ki: Onları) O münâfıkları, kâfirleri (bunlar sebebiyle) böyle malları, evlâtları yüzünden (dûnyada azaba uğratsın) birçok meşakkatlere, facialara mâruz bıraksın (ve onların canlarını kâfirler oldukları halde gidersin) öyle dünyevî şeyler ile uğraşarak hak ve hakikattan gafil, hakikî geleceği, dost ve saadeti teamül ve tefekkürden mahrum olarak ölüp ebedî mücazata kavuşsunlar. İşte bütün bunlar, hakikî şekilde İslâmiyet’ten mahrumiyetin pek feci bir neticesidir. (55) inci âyeti kerimenin izahına da müracaat ediniz!.
86. Allah Teâlâ’ya imân edin ve Peygamberininberaberinde cihadda bulunun diye bir sure indiği zaman onlardan kudret ve servet sahipleri senden izin dilediler ve “bizi bırak oturanlar ile beraber olalım” dediler.
86. Bu mübarek âyetler, münafıkların imân etmeleri, cihada katılmaları hakkında ilâhî emre nekadar muhalefette bulunduklarını, bu sebeple kalplerinin nekadar katılaşıp hakikatları anlamaktan mahrum kaldığını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Münafıklara hitaben (Allah Teâlâ’ya imân edin) onun varlığına, kudret ve büyüklüğüne tam bir samimiyet ile inanın (ve Peygamberinin beraberinde) onunla beraber hak yolunda (cihadda bulunun diye bir sûre) Kur’an’ı Kerim’in bir kısım âyetleri (indiği zaman) onlar bu ilâhî teklife karşı yine itaat göstermezler. (Onlardan kudret ve servet sahipleri) O münafıkların zenginleri veya reisleri, büyükleri (senden) Ey Yüce Peygamber (izin dilediler) cihada katılmamak için müsaade istediler (ve) o kudret sahipleri (bizi bırak oturanlar ile) bir mazeret sebebiyle savaştan geri kalanlar ile veya kadınlar ve çocuklar ile (beraber olalım dediler) yurtlarından ayrılmadılar. Böle mal ve beden bakımından cihada mukteir oldukları halde ilâhî emre muhalefet ederek bundan kaçındılar, ne kadar yerilmeye lâyık, hakikî selâmet ve saadetlerni düşünmeden mahrum kimselerdir.
87. Onlar, seviye kalanlar ile beraber olmaya râzı oldular ve onların kalpleri üzerine mühür vurulmuştur. Artık onlar güzelce anlayamazlar.
87. (Onlar) Öyle mazeretsiz olarak cihaddan kaçınanlar, lüzumsuz yere izin isteyenler (geriye kalanlar ile beraber olmaya razı oldular) kendilerinin de insanların âcizleri gibi, evlerinde oturup durmaları icabeden kadınlar gibi bir vaziyette bulunmalarını hoş gördüler, nâil oldukları nîmetlerin kadrini bilip şükrünü yerine getirmeye çalışmadılar (ve) artık bu sebeple (onların kalpleri üzerine) küfür ile,sapıklık ile (mühür vurulmuştur) onların kalpleri yüce duygulardan mahrum kalmıştır, (artık onlar güzelce anlayamazlar) İmandaki selâmet ve saadeti, cihaddaki faideleri bilâkis küfür ve nifaktaki bedbahüık ve felâketi, cihaddan kaçınmaktaki ferdî ve ictimâî zararları bilip takdir edemezler. Onlar böyle yüksek bilgilerden mahrum kalmışlardır.
§ Havalif, halifenin çoğuludur ki, bundan maksat, evlerinde oturan kadınlardır veyâhut halkın alçakları, sefilleridir.
88. Fakat peygamber ve onunla beraber bulunan mü’minler, mallarıyle ve canlarıyla cihada atıldılar. Ve işte bütün hayırlar, onlarındır. Ve kurtuluş bulunanlar da işte onlardır.
88. Bu mübârek âyetler de Rasûlü Ekrem’in ve ona tâbi olan ehli imânın hak yolunda ne kadar fedakâriıklarda bulunduklarını ve bu sebeple ne kadar yüce, ebedî nimetlere, nâil olacaklarını bildirmektedir. Şöyle ki: Münâfıklar, cihaddan kaçındılar, hak dine hizmette bulumadılar (Fakat) en büyük bir şeref ve şana, dinî değerlere sâhip bulunan (Peygamber) Hz. Muhammed Aleyhisselâm (ve onunla beraber bulunan) onun muhterem eshabı kirâmından bulunmak nîmetine nâil olan (mü’minler, mallariyle ve canlariyle cihada atıldılar) Allah Teâlâ’nın rızasını tahsil için her türlü fedakâriıklarda bulundular (ve işte bütün hayırlar) dünyada zafer ve ganimet ahirette de cennet ve ikram (onlarındır) o Yüce Peygamber ile onun o güzîde ashâbınındır (ve kurtuluş bulunanlar da) bütün yüksek nîmetlere saadetlere nail olanlar da (onlardır) o pek mübârek, muhterem zatlardır,
89. Allah Teâlâ onlar için altından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. Onlar ebedî olarak kalıcılardır. İşte en büyük kurtuluş budur.
89. Evet… (Allah Teâlâ onlar için) oPeygamberlerin en üstünü olan Peygamberi ile onun o seçkin eshâbı için âhiret âleminde (altından ırmaklar akar cennetler hazırlamıştır.) O ebedî, neşe artıran yerlerde nice nimetlere, tecellilere mazhar olacaklardır. (Orada) O cennetler âleminde (ebedî olarak kalıcılardır) artık onlar için, bir ölüm, bir zevâl yoktur. Onlar oralarda sürekli olarak tam bir mutîulukla yaşayıp duracaklardır.. (işte en büyük kurtuluş budur) Bu uhrevî nimetlere, saadetlere kavuşmaktır. İşte Allah’ın dinine hizmetin ebedî mükâfatı. Artık bunun yanında geçici dünya hayatının ne kıymeti olabilir ki, icab edince insan, bu geçici hayatı, ebedî ve mutlu bir hayata kavuşmak için feda etmesin!. Artık hangi akıllı bir kimsedir ki, böyle yüce, ebedî bir gayeye kavuşmak arzusuyla ilâhî dine hizmeti bir kutsal vazife telâkki eylemesin?.
90. Ve bedevîlerden mazeret ileri sürenler, kendilerine izin verilmesi için geldiler. Allah Teâlâ’ya ve Resûlüne yalan söyleyenler de oturdular. Onlardan kâfir olanlara elbette ki, pek acıklı bir azap isabet edecektir.
90. Bu âyeti kerime, bedevîlerden bir kısmının da cihada katılmamak için gelip mazeret ileri sürdüklerini, bir kısmının ise bir mazeret bile bildirmeden yerlerinde oturup kaldıklarını, ve bunlardan kâfir olanların pek kötü sonunu beyan buyuruyor. Şöyle ki: (Ve bedevîlerden) Yani: Çölde yaşayan, kendilerine Arabî denilen kimselerden (mazeret ileri sürenler) mazur oldukarını söyleyenler (kendilerine izin verilmesi için) cihada iştirâk etmemelerine müsaade edilmesi için, Ey Yüce Resûl!. Sana (geldiler) böyle bir müsaade aldılar. Bunlar bir rivayete göre Esed ve Getfan kabilelerinden idiler. Bunlar ihtiyaçlarından ve ailelerinden bahsile izin istemişlerdi. Veya Amir İbni Tüfeyl’in kabilesinden idiler, sefere katıldıkları takdirde Tay Bedevîlerinin kendi yurtlarına hücum ederek mallarını yağma edeceklerinisöylemiş, izin almışlardı. (Allah Teâlâ’ya ve Resûlüne yalan söyleyenler de) bir özür bile göstermeksizin cihaddan geri durdular, yerlerinde (oturdular) kaldılar, cihada iştirâk etmediler. Artık (onlardan) o bedevîlerden (kâfir olanlara) tövbe ve istiğfar etmeyip küfür üzere ölenlere (elbette ki, pek acıklı bir azap isabet edecektir.) Onlar dünyada öldürülmek, esaret gibi felâketlere uğrayacaklardır. Ahirette de cehennem ateşine atılacaklardır, İşte küfür ve nifakın müthiş neticesi budur.
.91. Ne zayıflar üzerine, ne de hastalar üzerine ve ne de harcayacakları birşey bulamayanlar üzerine bir günah yoktur. Allah Teâlâ için ve Peygamberi için hayır dileğinde bulundukları takdirde. İhsanda bulunanların aleyhine hiçbir yol yoktur. Ve Allah Teâlâ çok bağışlayan, pek esirgeyendir.
91. Bu mübarek âyetler, dört kısım kimselerin gerçekten mazeret sahibi olup cihada iştirâk etmemelerinden dolayı mes’ul olmayacaklarını bildiriyor, ve mes’uliyetin, sorumluluğun kimlere yöneleceğini ihtar buyuruyor. Şöyle ki: Cihad, bir dinî görevdir. Fakat mutlâka her müslüman bununla mükellef değildir. Bu cümleden olarak (Ne zayıflar üzerine) Yani: Pek ihtiyarlar üzerine veya yaratılıştan zayıf nâhif olanlar üzerine (ne de harcayacakları birşey bulamayanlar üzerine) yani: Cihad yolunda nafakasını temin edebilecek bir mala sahip bulunmayanlar üzerine böyle cihada iştirâk edemediklerinden dolayı (bir günah yoktur) bunlar geri kalabilirler. Fakat onların hakkındaki bu şer’î müsaade (Allah Teâlâ için ve Peygamberi için hayır isteğinde bulundukları takdirdedir) Evet… Onlar tâm bir imân sahibi gizli ve açıkça ibadetten ve itaatden geri durmamalıdırlar. Müminleri cihada teşvik için nasihatta bulunmalıdırlar. Mücahitlerin geride kalmış ailelerine mümkün olan yardımları yapmalıdırlar. Mücahitlerin aleyhinde bulunmayı? fitneye sebebiyetverecek sözlerden sakınmalıdırlar. Müslümanlara sevinç verecek haberleri ulaştırmayı bir vazife bilmelidirler. Elden gelen iyiliklerden geri kalmamalıdırlar. Bu şekilde hareket edecek zatlar, İslâm toplumuna yine yardımda lûtuf ve ihsanda bulunmuş olurlar. (Ihsanda bulunanların aleyhine) ise (hiçbir yol yoktur.) onları kimse yeremez ve kınayamaz. Onlar milletin fâideli, kıymettar uzuvlarından sayılırlar, (ve Allah Teâlâ çok bağışlayandır) kullarının günahlarını af ve mağfiret buyurur ve (pek esirgeyendir) bütün kulları hakkında merhameti gahpür. İnsanlar kusurlardan uzak olamazlar. Elverir ki, kusurlarını bilsinler, tövbe ve istiğfar etsinler, kerem sahibi olan Yüce Mâbud’un merhametine iltica etsinler. Bir mazeret sebebiyle cihaddan mahrum kalanlar da yine insanlık icabı kusurları bulunsa bu ilâhî affa mazhar olabilirler. Elverir ki hayır isteğinde bulunmak suretiyle mensup oldukları İslâm cemiyetine ihsanda, güzel muamelede bulunacak olsunlar.
92. Ve o kimselere de günah yoktur ki, her ne zaman kendilerine binek veresin diye sana geldikçe “sizi üzerine bindirecek bir şey bulamıyorum” dedin de sarf edecek bir şey bulamadıkları için gözleri yaş döke döke geri dönüverdiler.
92. (Ve) Cihada iştirâk etmediklerinden dolayı (o kimselere de günah yoktur ki) onlar cihada katılma arzusunda bulundukları için (her zaman kendilerine binek) deve vesair gibi nakil vasıtaları (veresin diye sana geldikçe) Resûlüm!. Sen onlara (sizi üzerine bindirecek birşey bulamıyorum, dedin de) onlar cihad yolunda nakil vasıtası ve benzeri şeyler tedâriki için (sarfedecek birşey bulamadıkları için) cihaddan mahrum kaldıklarını düşünerek fevkalâde bir üzüntü ile (gözleri yaş döke döke geri dönüverdiler) maksatları temin edilemediği için cihada iştirâk edemediler. İşte bunlar da mazeretlidirler.
§ Rivayete göre bu müracaat eden zatlar arasında eshabı kiramdan Ebu Musel Aşari, Abdullah İbni Kaab, Makil İbni Yesar gibi zatlarda var imiş. İşte bu âyeti kerime, bu gibi muhterem, mazeret sahibi zatlar hakkında nâzil olmuştur.
93. Ancak sorumluluk o kimseler üzerinedir ki, onlar zengin kimseler oldukları halde senden izin isterler, geriye kalanlar ile beraber olmaya razı olmuş bulunurlar. Allah Teâlâ da onların kalpleri üzerini mühürlemiştir. Artık onlar bilmezler.
93. (Ancak sorumluluk yolu) Mesuliyet ve eza yolu (o kimseler üzerine) yönelmiş (dîr ki, onlar zengin) cihada çıkmak için lâzım gelen vasıtaları ve diğer şeyleri tedarike kaadir (kimseler oldukları halde) cihaddan geri kalmak için Resûlüm!, (senden izîn isterler) Kendilerinin bir özürleri bulunmadığı halde birer mazeret sebebiyle cihaddan (geriye kalanlar ile) özürleri olanlar ile veya kadınlar ve çocuklar ile (beraber olmaya razı olmuş bulunurlar) Tabiatlarındaki alçaklıktan dolayı kahramanca bir harekete cür’et gösteremezler. İşte bu hallerinden dolayıdır ki, (Allah Teâlâ da onların kalpleri üzerini mühürlemiştir.) onları rezil ederek sonlarını düşünebilmekten mahrum bırakmıştır. (Artık) Böyle kalpleri mühürlenmiş, hakikatları göremez bir hâle gelmiş olmalarından dolayıdır ki, (onlar bilmezler) cihadda olan dünyevî ve uhrevî menfaatleri takdir edemezler. Halbuki, cihad sayesinde dünyada fetih ve zafer tecelli eder, düşman hücumundan İslâm yurdu kurtulmuş olur. Ahirette de bu yüzden İslâm gazileri, şehitler! ebedî nimetlere nail olur dururlar. İşte bu gibi yüce gayeleri bilip düşünen zatlardır ki, lüzumu tahakkuk eden bir cihada katılmayı bir kutsal vazife bilirler. Bunu takdir edemeyenler de bundan kaçınmaya bahane ararlar.
94. Onlara döndüğünüz zaman size mazeretbeyan edeceklerdir. De ki: Mâzerette bulunmayınız, elbette size inanmayacağızdır.Muhakkak ki, Allah Teâlâ sizin bir kısım hallerinizden bizi haberdar buyurdu ve sizin amellerinizi Allah Teâlâ ve Peygamberi görecektir. Sonra gizliyi de âşikâreyi de bilene döndürüleceksiniz. Artık o neler yapmış olduklarınızı size haber verecektir.
94. Bu âyeti kerime, cihaddan kaçınan bir kısım münafıkların daha sonra yalan yere mazeret beyanında bulunacaklarını bildiriyor. Fakat bu mazeret göstermelerine iltifat olunmayıp kendilerinin yalancı olduklarını bildirmekte ve amellerinin cezasına kavuşacaklarını ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey Rasûlü Ekrem!. Ey Eshab-ı Kiram!. Cihadı müteakip (Onlara) o münafıkların yanına (döndüğünüz zaman) onlar ne için geri kaldıklarına dair (size mazeret beyan edecekelrdir.) Resûlüm!. Onlara (de ki: Mâzerette bulunmayınız,) öyle asılsız, uydurma bir mâzerette bulunmak da ayrıca bir kusurdur, (elbette size inanmayacağızdır.) Sizin bâtıl mâzeretinizi tasdik etmeyeceğizdir. Öyle hakikate aykırı bir mazeret kabul edilebilir mi?. (muhakkak ki. Allah Teâlâ sizin bir kısım hallerinizden) şer ve fesada ait amellerinizden, hareketlerinizden (bizi haberdar buyurdu) bu hususa dair ilâhî vahiy tecelli etti. (Ve sizin amellerinizi Allah Teâlâ ve Peygamberi görecektir.) O nifak hallerinizden tövbe edecek misiniz, etmiyecek misiniz, bu zahir olacak, belli olacaktır, (sonra) Kıyamet günü sizler (gizliyi de âşikâreyi de bilene) ve bütün münafıkların içlerinde sakladıkları yalanları, kuruntuları, düşmanlıkları bilen Yüce Yaratıcıya (döndürüleceksiniz) onun büyük mahkemesine sevk olunacaksınızdır. (artık o da) O ezelî ilminden hiç bir şey saklı kalamayan o ezelî mabut da dünyada iken (neler yapmış olduklarınızı size haber verecektir.) Nekadar nifakta, çirkinhareketlerde bulunmuş olduğunuzu teşhir ederek sizi lâyık olduğunuz’ azaplara kavuşturacaktır.
§ Bir rivayete göre Tebük seferinden döndükten sonra Rasûlü Ekrem’in huzuruna gelerek böyle mazeret beyanında bulunanlar, seksen kadar münafıktan ibaret bulunuyormuş.
95. Yanlarına döndüğünüz zaman onları cezalandırmaktan vazgeçmeniz için size karşı Allah Teâlâ’ya yemin edeceklerdir. Artık onlardan vazgeçiniz. Şüphesiz ki, onlar murdar şeylerdir. Ve onların varacakları yer, kazanır oldukları şeye bir ceza olmak üzere cehennemdir.
95. Bu mübârek âyetler, cihaddan geri kalmış olan münafıkların daha sonra özür beyanetmelerini yemin ile takviye etmek, bu suretle sorumluluktan kurtulup müslümanların rızasını kazanmak isteyeceklerini, fakat onların herhalde lâyık oldukları ilâhî azâba kavuşacaklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey Tebük seferinde bulunan mücahit müslümanlar! Siz cihaddan sonra o münafıkların (Yanlarına döndüğünüz zaman) haklarında af ve bağış ile muamele yaparak (onları cezalandırmaktan vazgeçmeniz için sizlere karşı Allah Teâlâ’ya yemin edeceklerdir.) gösterdikleri mazereti bu suretle kuvvetlendirmek isteyecektir. (Artık) Siz de (onlardan vaz geçiniz) onlardan uzak durunuz, onlar zaten lâyık oldukları cezalara uğrayacaklardır, (şüphesiz ki, onlar murdar şeylerdir) Ruh pisliğine yakalanmış kimselerdir. Cismanî pisliklerden kaçınmak lâzım olduğu gibi öyle mhanî pisliklerden de sakınmak eîzemdir. (Ve onların varacakları yer) öldükten sonra atılacakları azap yurdu, onların dünyada iken (kazanır oldukları şeye) küfür ve nifaka, yalan yere özür dileyerek yemin etmelerine (bir ceza olmak üzere cehennemdir) onlar sonunda öyle bir ateşinazâbına uğrayacaklardır. Bu ceza onlara kâfidir, isterse onlar dünyada cezaya uğratılmasınlar.
96. Size yemin ederler ki, onlardan razı olasınız. Siz onlardan razı olacak olsanız da şüphe yok ki. Allah Teâlâ o fâsıklar olan taifeden razı olmaz.
96. Ey mü’minler!. O münâfıklar (Size yemin ederler) mâzeretlerine ait sözlerini and içerek kuvvetlendirmek isterler (ki) siz (onlardan) o münâfıklardan (razı olasınız) onların haklarında yine evvelki gibi muamelede, iltifatta bulunasınız. Bununla beraber (siz onlardan) diyelim (razı olacak olsanız da) onların özürlerini kabul etseniz de bu onlara fâide vermeyecektir. Zira (şüphe yok ki. Allah Teâlâ o fasıklardan olan taifeden razı olmaz) çünki Cenâb-ı Hak onların kalplerindeki nifak ve ayrılığı tamamen bilir, onları lâyık oldukları cezaya kavuşturur. Artık onlar, mü’minleri aldatarak rızalarını celbedecek olsalar da bu onları o elem verici sondan elbette ki kurtaramaz. Asıl istenen,selâmet ve saadete vesile bulunan Allah rızasıdır.
§ Rivâyete göre Rasûlü Ekrem Hazretleri Tebük seferinden dönüp Medine’i Münevvere ye gelince bir takım münâfıklar ile görüşüp konuşmayınız diye ashab-ı kiramına emretmişti, İşte bu âyeti kerime o münafıkların hakkında nâzil olmuştur. Artık hakikî bir mümin, bir münafıkı, bir dinsizi nasıl dost tutabilir, onun kâfirce hal ve etvarından nasıl razı olabilir?.
97. Bedevîler, küfrce ve nifakça daha beterdirler. Ve Allah Teâlâ’nın Resulüne indirmiş olduğu kanunları bilmemeğe daha lâyıktırlar. Allah Teâlâ ise bilendir, hikmet sahibidir.
97. Bu mübarek âyetler, Bedevî olan munafıların daha cahilce hareketlerini, temennilerini bildirmektedir. Fakat bir kısımbedevîlerin de güzel bir imâna sahip olup Allah rızası için harcamada bulundukları ve onların ilâhî lutfa nail olacaklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Bedevîler) yani: -Arabistan’ın çöllerinde oturup kendilerine “A’rab” denilen bir takım taifeler, (küfrce ve nifakca daha beterdirler) bunların küfür ve nifakı şehirlerde ikamet eden münâfıklardan daha şiddetlidir, (ve) bu bedevîler (Allah Teâlâ’nın Resûlüne indirmiş olduğu şeyin) şer’î J-ıükmlerin, farzların, sünnetlerin (hududunu) derecelerini, ehemmiyetlerini (bilmemeğe daha lâyıktırlar) bunların bu hududu bilmemeleri haydi haydi sabittir. Çünkü bunlar medenî merkezlerden uzakta bulunmaktadırlar. Bilgin kimseler ile görüşememektedirler. Özelikle peygamberin meclisinde bulunup Hz. Peygamber’e nâzil olan Kur’an-ı Kerim âyetlerini işitmekten, mucizeleri görmekten mahrum bulunuyorlar, İşte onların bu durumları, kendilerini başkalarından ziyade nifaka, ayrılığa sevketmektedir. (Allah Teâlâ ise bilendir) bedevîlerin de başkalarını da hallerini, kalplerinde olanları tamamiyle bilir ve o Yüce Mâbud (hikmet sahibidir.) onun bütün emirleri, yasakları, kullarını sevaba ve cezaya kavuşturması hikmete, menfaata dayanmaktadır.
98. Ve bedevîlerden öyleleri vardır ki, harcayacağı şeyi bir ziyan sayar. Ve sizin hakkınızda hâdiselerin gelmesini bekler. Kötü bir hâdise onların üzerlerine olsun. Ve Allah Teâlâ tam mânâsıyla işiticidir ve bilicidir.
98. (Ve) Bedevîler muhtelif şûbelere ayrılmışlardır. (Bedevîlerden öyleleri vardır ki) riyakârca bir halde bulunurlar, Hak Rızası için değil, sadece gösteriş için mallarını sarfederler, sonra da o (harcadığı şeyi bir ziyan sayar) bir ceza bir zarar, bir hüsran telâkki eder. Çünki onun karşılığında bir sevaba nail olacağına inanmış değildir. Ve o münâfık yok mu, Ey müslümanlar!. (Sizinhakkınızda hâdiselerin) inkılâpların, kendisinden kaçınılamayacak musibetlerin (gelmesini beklerler) müslümanların hakkında bu kadar kötülük ister olmaktan geri durmaz, (kötü bir hâdise) O müslümanların aleyhine istedikleri felâketler, fecî durumlar (onların) o münâfık bedevîlerin (üzerlerine olsun,) Amin. İşte onlar böyle bir bed duayı hak etmişlerdir. (Ve Allah Teâlâ tam mânâsıyla işiticidir ve bilendir) Binaenaleyh o münafıkların müminler aleyhine ne söylediklerini, ne münâfıkca lâkırdılarda bulunduklarını tamamen işitir, bilir, ona göre haklarında ceza verir.
99. Ve bedevîlerden öylesi de vardır ki. Allah Teâlâ’ya ve âhiret gününe imân eder ve harcayacağı şeyi Allah Teâlâ katında yakınlığa ve Peygamberin duâlarına vesile edinir. Haberiniz olsun ki, onlar kendileri için bir yakınlıktır. Elbette Allah Teâlâ onları rahmetinin içine girdirecektir. Şüphe yok ki. Allah Teâlâ yarlığaycıdır, esirgeyicidir.
99. (Ve bedevîlerden) O taifeden (öylesi de vardır ki,) onlar nifaktan ayrılıktan beri, temiz bir inanca sahiptirler. Onlar (Allah Teâlâ’ya ve ahiret gününe imân eder) dinî esaslara inanır, riayette bulunur (infak ettiği şeyi) öyle riya için değil, sırf (Allah Teâlâ katında yakınlığa) mânevî bir yakınlığa (ve Peygamberin) mübarek (duâlarına) kavuşmak için bir (vesile edinir) böyle yüksek bir gaye uğrunda malî ve bedenî fedakârlıkta bulunur durur. Nitekim “Cüheyn” ve “Müzeyne” kabileleri ferterinden bir kısmı böyle güzel bir durumda bulunmuşturlar. Artık (haberiniz olsun ki, onlar) o zatların hak yolunda yaptıkları harcamalar, verdikleri sadakalar (kendileri için bir) büyük (yakınlıktır) mânevî yakınlığa bir vesiledir, Cenab’ı Hak’kın rızasına kavuşmak için bir yakınlıktır, bir itaattir, (elbette Allah Teâlâ onları) o halis, mümin kullarını (rahmetinin içine girdirecektir.) onları o sonsuz olan rahmet deryasından istifâde ederkılacaktır, böyle mânevî bir yakılığa nail buyuracaktır. (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ yarlığayıcıdır) Mümin kullarının insanlık icabı meydana gelecek bir kısım günahlarını af eder ve örter. Ve o Yüce Yaratıcı (esirgeyicidir) güzel inanca sahip kulları hakkında ilâhî merhamet, ilâhî şefkati ziyadesiyle tecelli eder. Buna inanmışızdır.
100. Muhacirler ile Ensardan ilk önce İslâmiyet’i kabul ile başkalarından öne geçenler ve onlara güzellikle tâbi olanlar var ya! Allah Teâlâ onlardan razı oldu, onlar da ondan razı oldular. Ve onlar için altından ırmaklar akan cennetler hazırladı. İçlerinde ebediyen bâki olacaklardır. İşte bu, en büyük bir kurtuluştur.
100. Bu âyeti kerime, müslümanlar arasında en yüksek mertebeye, fazîlete sahip Allah rızâsına nail, cennetlerle müjdelenmiş olan seçkin zatların kimlerden ibaret bulunduğunu beyan byurmaktadır. Şöyle ki: (Muhacirler ile ensardan) Medine’i Münevvereye hicret etmiş olan eshab-ı kiram ile Medine’i Münevvere ahalisinden olup İslâmiyeti kabul ile muhacirlere yardım etmiş bulunan zatlardan (İlk İslâmiyet’i kabul ile başkalarından öne geçenler) diğer müslümanlardan önce İslâm şerefine nail olanlar var ya!, (ve) Bir de (onlara) yani: Muhacirini kiram ile ensarı kirama (güzellikle tâbi olanlar) kıyâmete kadar onların yolunda gidenler, o iki mübarek zümreyi dâima hayır ile anarak Allah Teâlâ onlardan razı olsun diye dua edenler veyahut daha sonra İslâmiyeti kabul edip eshab-ı kiram zümresine katılanlar var ya!. (Allah Teâlâ onlardan razı oldu) o üç zümreden herbirinin itaatlarını kabul etti, amellerini takdire lâyık gördü. (Onlar da) O mübârek zümreler de (ondan) o kerem sahibi, merhametli olan Yüce Allah’dan (razı oldular) kendilerine lûtuf ve ihsan buyurmuş olduğu dünyevî ve uhrevî nimetlerden ve özelliklekendilerini her nimetin üstünde olan ilâhî rızâsına nâil buyurduğundan dolayı şükran borçlu olarak kalben fevkalâde haz almış bulundular. (Ve) Kerem Sahibi Yaratıcı (onlar için) o seçkin zatlar için ebediyet âleminde (altından ırmaklar akan cennetler) bağlar, bahçeler, fevkalâde gönül açan ikametgâhlar (hazırladı) bugün bu cennetler mevcuttur. Orada cismanî, mhanî nice nimetler vardır ve bunlar geçici değil, daimîdir. Bu muhterem mü’min kullar o cennetlerin (içlerinde ebediyen bâki olacaklardır) artık bu nimetlerden hiçbir vakit mahrum kalmayacaklardır. (İşte bu, en büyük bir kurtuluştur) bir kurtuluştur, bir ebedî saadettir.
§ Muhacirini kiramdan önceliğe sahip olan zatlar ya iki kıbleye karşı namaz kılmış olanlardır veya Bedir savaşında bulunanlardır veya “Beyatur Rıdvan” da bulunanlardır veyahut hicretten evvel müslüman olanlardır veya Rasûlullah’ı ilk tasdik eden zatlardır ki: Erkeklerden Hz. Ebu Bekir, kadınlardan Hz. Hatice, gençlerden Hz. Ali, azadlı kölelerden Zeyid İbni Hars gibi zatlar ilk önce İslâm şerefine nâil olmuşlardır. Allah onlardan razı olsun!. “Beyatülndvan” için fetih sûre’i celîlesi tefsi-rine bakınız!. Ensarı kiramdan önceliğe sahip olanlar da birinci, ikinci ve üçüncü akebe bey’atlerinde bulunan zatlardır. Şöyle ki: Hz. Muhammed’in -Sallallahu Aleyhi ve Sellem- Peygamberliğinin on birinci senesi hac mevsiminde Mekke’i Mükerreme dışında bulunan “Akabe” mevkiinde Medine’i Münevvere ahalisinden ve Hazrec kabilesinden altı zat İslâmiyet’i kabul etmiş, Rasûlullah’a yardım edeceklerine söz vermişlerdi. İşte ensarı kiramdan ilk İslâmiyet’i kabul eden bu altı zattır. Peygamberliğin on ikinci senesinde de yine hac mevsiminde ve Akebe mevkiinde Medine’i Münevvere halkından on iki zat Peygamberimizle görüşmüş, İslâmiyet’i kabul etmiş, İslâmhükümlerine riâyet edeceklerine dair söz vermişlerdi. Bu da ikinci Akabe bey’atı bulunmuştur. Yüce peygamberliğin on üçüncü senesi de, Medine’i Münevvere halkından İslâmiyet’i kabul etmiş olan yetmiş üç erkek ile iki muhterem kadın Mekke’i Mükerreme’ye gitmişler, yine Akebe mevkiinde Rasûlü Ekrem ile görüşmüşler, Rasûlullah’a her bakımdan hizmette bulunacaklarına dair söz vermişlerdi. İşte bununla da üçüncü Akebe bey’ati vâki olmuş, bunu müteakip Yüce Peygamber Hazretleri Medine’i Münevvereye hicret buyurmuştur.
§ Bu âyeti kerime de gösterilen üç zümrenin neden Allah’ın rızasına mazhar oldukları sebebine gelince: Bir kere muhacirini kiram, Rasûlü Ekrem’i ilk evvel tasdik eden, onun uğrunda her türlü zahmetlere, fedakârlıklara katlanan zatlardır. Dinlerini muhafaza için yurtlarından, aşiretlerinden ayrılmışlar, her türlü meşakkatlere katlanmışlar, Rasûlü Ekrem’e fevkalâde bir bağlılık göstermişlerdir. Ensarı kirama gelince: Bunlar birçok kimselerden evvel, Mekke’i Mükerremeye girerek Rasûlullah’ı tasdik etmişler, Rasûlü Ekrem’i kendi yurtlarına davette bulunmuşlar, hicret eden din kardeşlerine pek çok yardımlar yapmışlardır, İslâmiyet’in yayılmasına pek çok çalışmışlardır. Mübârek muhacirler ile Ensar’a muhabbette bulunanlar, onlara karşı güzelce muameleleri bir dinî vazife telâkki eyleyenler, onların güzel vasıflarını dâima düşünerek kendilerini rahmetle, Allah rızâsına kavuşmak temennisiyle ananlar da İslâm dinine büyük bir bağlılık göstermekte bulunmuşlardır. Artık bu üç zümrenin hepsi de Allah’ın rızâsına kavuşmak gibi büyük nîmetine elbette lâyıktırlar. Yüce Allah hepsinden razı olsun!.
101. Ve sizin etrafınızdaki Bedevîlerden ve Medine halkından münâfıklar vardır. Münâfıklık üzerine sebat edip durdular. Onları senbilmezsin, onları biz biliriz. Elbette onları iki kere cezalandıracağız, sonra da daha büyük bir azâba döndürüleceklerdir.
101. Bu mübarek âyetler, müslümanlarca bilinmeyen bir kısım münafıkların Medine’de ve çevresinde bulunduğunu ve onların iki kere azap göreceklerini, sonra da daha büyük bir cezâya uğrayacaklarını haber veriyor ve yapılacak tövbelerin Allah katında kabul edileceğini müjdeliyor. Şöyle ki: Ey Medine’i Münevvere’deki Müslümanlar!. (Ve sizin etrafınızdaki Bedevîlerden) ki, bunlar Cühende, Eslem, Eşca ve Gıfar kabileleridir (ve Medine ahalisinden münâfıklar vardır) bunlar, İslâmiyet’i kabul etmiş, değildirler, (münâfıklık üzerine sebat edip duruyorlar) tövbe etmemişlerdir. Resûlüm!. (Onların) Onların birer münâfık kimseler olduğunu (sen bilmezsin) onlar nifaklarını son derece gizli tutarlar. Senin gibi pek büyük bir fetanet ve feraset sâhibi olan bir zat bile onların münâfıklığını anlayamaz. Fakat (onları biz biliriz.) Ben Yüce Yaratıcı onların bütün sakladıklarını, nifaklarını tamamiyle bilmekteyim, elbette onları lâyık oldukları cezalara kavuşturacağım (elbette onları iki kere muazzep edeceğiz) dünyada öldürülme ve esarete, ölünce de kabir azâbına uğrayacaklardır. Hatta deniliyor ki: Bu münafıkların kimler olduğu daha sonra Rasûlullah’a bildirilmiş, o Yüce Peygamber de bir cuma günü hutbe okurken cemaat arasında bulunan bu münâfıklardan herbirine hitâben: “Sen münâfıksın, mescitten çık” diye emretmiş, onların durumlarının rezâleti böyle teşhir edilmiş, onlar mescit-i saadetten çıkarılmıştır. Bu birinci azaptır, ikinci azabı da kabirde göreceklerdi. O münâfıklar (sonra da) ahirette (daha büyük bir azaba döndürüleceklerdir) bu da cehennemin ateşidir, İşte nifakın müthiş neticesi!.
102. Ve günahlarını itiraf eden başkaları da iyibir ameli diğer bir kötü ile karıştırmışlardır. Umulur ki. Allah Teâlâ onların tövbelerini kabul eder. Şüphe yok ki. Allah Teâlâ çok bağışlayan, pek esirgeyendir.
102. (Ve günahlarını itiraf eden başkaları da) Diğer bir cemaat de (iyi bir ameli) evvelce yapmış oldukları bir cihadı veya günahlarını itiraf etmiş olmalarını veya diğer güzel bir hareketlerini daha sonra (diğer bir kötü ile) ikinci bir cihada iştirakten geri kalmakla (karıştırmışlardır) artık hem sevabı gerektiren, hem de günahı gerektiren şeyleri yapmış bulunmaktadırlar. (Umulur ki. Allah Teâlâ onların tövbelerini kabul eder) Elverir ki, onlar kusurlarını bilip tövbekâr olsunlar. (şüphe yok ki. Allah Teâlâ çok bağışlayandır, pek esirgeyendir.) Tövbe edenlerin kusurlarını af eder ve örter, kendilerini rahmete, lûtuf ve yardımına nail buyurur.
§ Rivayete göre bu âyeti kerime, Tebük seferinden kaçınmış olan bir taife hakkında nâzil olmuştur. Bunlar ya onüç veya sekiz veya beş veyahut üç kimse imiş. Bunlar, bu seferden geri kalanların aleyhinde nâzil olan âyeti kerimeden haberdar olunca pek ziyade korkmuşlar, pişman olmuşlar, “biz yurdumuzda ağaçların gölgeleri altında ailelerimizle beraber rahat rahat yaşayalım da Rasûlü Ekrem ile eshabı kiramı cihada atılarak birçok zahmetlere katlansınlar. Bu nasıl olabilir? Diye pişmanlık göstermişler ve Rasûlullah’ın Medine’i Münevvereye dönüşü sırasında kendilerini mescid’i şerifin direğine bağlamışlar “Yüce Peygamberimiz, bizi açıp kurtarmadıkça biz kendimizi bu bağdan kurtarmayacağız” diye yemin etmişler. Rasûlü Ekrem, Sallallahu aleyhi vesellem de Medine’i Münevvereye dönünce yüce adetleri üzere saadet mescidine girmiş, iki rekât namaz kılmış, bunların bu halini görmüş. Fakat “bir ilâhî emir olmadıkça ben bunların bu bağlarını çözemem” diye buyurmuştu. Bunun üzerine bu âyeti kerimenâzil olmuş, Rasûlü Ekrem de onları o halden kurtararak, tövbelerinin kabul edildiğini kendilerine müjdelemiştir. Yine rivâyet olunuyor ki: Bu zatlar, böyle tövbelerinin kabulünü öğrenince çok sevinmişler, mallarını Hz. Peygamber’in huzunma arzederek: Biz bu mallar yüzünden geri kaldık, bunları kabul buyur, bizim adımıza fakirlere sadaka ver, bizim için af dileğinde bulun” diye rica etmişler. Fahri Âlem Hazretleri de: “Bana sizin mallarınızdan bir şey almaklığım emir olunmadı” diye buyurmuş, bunun üzerine de şu 103 üncü âyet nâzil olmuştur.
103. Onların mallarından bir sadaka al, onunla kendilerini temizlemiş, tezkiye etmiş olursun. Ve onlara dua et, şüphe yok ki, senin duan onlar için bir sükûnettir ve Allah Teâlâ tam mânâsıyla işiticidir, bilicidir.
103. Bu mübarek âyetler, tövbelerin, sadakaların Allah katında makbul ve bir nice mükafatlarını tecellisine vesile olacağını bildirmektedir. Hz. Peygamber’in duasına nail olmanın fâidesini ve Cenab’ı Hak’kın yüce vasıflarını anlatmaktadır. Şöyle ki: Resûlüm!. (Onların) O günahlarından tövbe edenlerin (mallarından bir sadaka al) verecekleri bir kısım mallarını kabul et. Nitekim o tövbe eden zatların Hz. Peygamber’in huzuruna takdim ettikleri malların üçte birini Rasûlü Ekrem Efendimiz kabul ederek fakirlere dağıtmıştır. (Onunla) Onlardan alacağın sadaka ile (kendilerini) günahlardan, mala düşkünlük lekesinden (temizlemiş) pâk, nezih bir hale getirmiş (onları tezkiye etmiş) yani; Berekete nail kılmış, amellerinin sevabını çoğaltmış, arttırmış, onları ihlaslı zatların derecelerine kavuşturmuş (olursun.) Resûlüm!. (Ve onlara dua et) Haklarında istiğfarda bulun. “Cenâb-ı Hak malınıza feyiz ve bereket versin” gibi bir temennide bulunmak, bir muhabbet, bir hayır isterlik nişanesidir, (ve şüphe yok ki, seninduan) Ey Yüce Peygamber!. (Onlar için bir sükûnettir) O dua sayesinde nefisleri rahat eder, kalpleri mutmain olur, tövbelerinin kabul edildiğini anlayarak neşelenirler. (Ve Allah Teâlâ tam mânâsıyla işiticidir.) Duaları da yapılan tövbeleri de, günahların itiraf edilmesini de işitir ve o kerem sahibi mâbud (bilicidir.) kullarının amellerini, pişmanlıklarını, niyetlerin!, bütün hareketlerini tamamen bilir. Buna inanmışızdır.
104. Onlar bilmediler mi ki, muhakkak Allah Teâlâ, o kerem sahibi mâbud kullarından tövbeyî kabul eder ve sadakaları alır. Ve şüphe yok ki tövbeleri kabul eden, pek merhametli olan ancak Yüce Yaratıcıdır.
104. (Onlar) O tövbe edenler (bilmediler mî ki,) elbette bilmişlerdir ki, (muhakkak Allah Teâlâ, o) Yüce Mâbud (kullarından tövbeyî kabul eder) hâlisane olan tövbeleri kabul buyurmak ilahlık şanının gereğidir. (Ve) fakirlere zayıflara hak rızası için verdikleri (sadakaları alır) yani: Kabul eder, karşılığında sevaplar ihsan buyurur, (ve şüphe yok ki,) Kullarının yaptıkları hâlisane (tövbeleri kabul eden) ve onların günahlarını af buyuran ve (pek merhametli olan) bütün mahlûkatını lûtuf ve ihsânına nail kılan (ancak o Yüce Yaratıcıdır) artık öyle kerem sahibi, merhametli olan Allah Teâlâya karşı isyana, onun emirlerine, hükümlerine muhâlefete nasıl cesaret edilebilir?. Onun rızasını tahsil için fedakârlıktan nasıl kaçınılabilir? Bu mübarek âyetleriyle insanları sadaka vermeğe, tövbe ve istiğfar etmeye teşvik buyurmuş olması da onun merhameti ilâhîyesinin bir eseri bulunmaktadır.
105. Ve de ki: Dilediğinizi yapınız. Elbette ki. Allah Teâlâ ve onun Peygamberi ve mü’minler sizin yaptıklarınızı göreceklerdir. Ve siz gaybı da, görüleni de bilen zata elbette döndürüleceksinizdir. Artık o da neler yapar olduğunuzu size haber verecektir.
105. Bu mübarek âyetler, insanları tövbeye teşvik, tövbeden kaçınanlar! da tehdit mahiyetini taşımaktadır. Cihatdan geri kalan bir taifenin de ya azaba uğrayacaklarını veya affa nail olacaklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve) Resûlüm!. O cihada katılmayanlara veya bütün insanlara hitaben (de ki: Dilediğinizi- yapınız) tövbenin lüzumu, faidesi açıkça bildirilmiş olduktan sonra artık dilediğiniz amellerde bulununuz (elbette Allah Teâlâ ve onun Peygamberi ve mü’minler sizin yaptıklarınızı göreceklerdir.) Şüphe yok ki, Cenâb-ı Hak’ka hiç bir şey gizli kalamaz. Yüce Peygamber de mazhar olduğu ilâhî vahiy sayesinde bunları bilecektir. Temiz mü’minler de iyi kimselere karşı kalben muhabbette, bozguncu kimseler hakında da nefretlerde bulunacaklardır. (Ve siz) Ey insanlar!. (gaybı da, görüneni de bilen) Kendisine hiç bir şey gizli kalamayan (zata) Cenâb-ı Hak’ka (elbette) söz öldükten sonra (döndürüleceksinizdir.) Bu muhakkaktır. (Artık o da) O sizin zahir ve gizli bütün yaptıklarınızı bilen Yüce Yaratıcı da sizin dünyada iken (neler yapar olduğunuzu size haber verecektir) o yapmış olduklarınıza göre sizi mükâfata ve cezaya uğratacaktır. Artık bu akibeti düşününüz!. Ne güzel bir teşvik ve ne müthiş bir tehdit!.
106. Ve diğer bir takımı da Allah Teâlâ’nın emri için tehir edilmişlerdir. Ya onları cezalandıracak veya onların tövbelerini kabul buyuracaktır. Ve Allah Teâlâ bilendir, hikmet sahibidir.
106. (Ve diğer bir takımı da) Medine ahalisinden ve bedevîlerden olup da nifaklarından dolayı değil, sadece tenbellikten ve rahata düşkünlükten dolayı Tebük seferinden geri kalan ve gelip de özür dilemede bulunmayan üçüncü bir kısım taife de (Allah Teâlâ’nın emri için) haklarında bildirilecek ilâhî hükmün gelmesini beklemekiçin (tehir edilmişlerdir) haklarında bir hükm verilmemiştir. Cenâb-ı Hak, (ya onları) o bulundukları hal üzere devam edince (cezalandıracak veya) niyetleri hâlis tövbeleri samimî olunca (onların tövbelerini kabul buyuracaktır) onları azaptan kurtaracaktır. Bütün bu olup olacakları Hak Teâlâ bilir (ve) şüphe yok ki, (Allah Teâlâ bilendir) bütün kullarının hallerini hakkiyle bilmektedir, onların tövbe edip etmiyeceklerini de bilmektedir. Ve Yüce Mâbud (hakîmdir) kullarının haklarında her ne yapar, her he hükmederse bir hikmet ve menfaata dayanmaktadır.
§ İbni Abbas Hazretlerinden rivayet olunduğuna göre bu âyeti kerime, Tebük seferinden geri kalan Keab İbni Mâlik, Miravetübnür Rebi ve Hilâl İbni Ümiyye adında üç kimse hakkında nâzil olmuştur. Bunun inmesi üzerine Rasûlü Ekrem, eshab-ı kiramını, hattâ bunların kendi ailelerini de kendileriyle görüşmekten men buyurmuştu, haklarında bir karar verilmemişti. Bunlar da pek zor durumda kalmışlardı, bu hal elli gün devam etti, ardından tövbelerinin kabulüne dair bir âyeti kerime nâzil oldu, bu zatların da tövbeleri kabul olundu.
107. Ve o kimseler ki, zarar vermek için ve küfr için ve mü’minlerin aralarını ayırmak için ve evvelce Allah Teâlâ ile ve Resûlü ile savaşa cür’et etmiş olanı beklemek için bir mescit edindiler ve yemin de edeceklerdir ki: Biz iyilikten başka bir şey kasdetmedik. Allah Teâlâ ise şahitlik eder ki, onlar şüphe yok yalancı kimselerdir.
107. Bu mübarek âyetler de müslümanların aralarını ayırmak, onlara zarar vermek için münafıkların din adına başka bir hileye baş vurmuş olduklarını teşhir etmektedir. Onların öyle kötü bir maksatla yaptırmış oldukları bir mescidde değil, sırf Hak rızası için yaptırılmış bir mabede devamın lüzumunu şöylece göstermektedir. (Ve o kimseler ki)Münafıklardan on iki şahıs ki, müslümanlara (zarar vermek için) Kuba mescidine devam eden mü’minlere zarar vermek için (ve küfr için) nifaklarını kuvvetlendirmek için, Rasûlü Ekrem’in aleyhinde bulunmak için (Ve mü’minlerin aralarını ayırmak için) Kuba mescidinde namaz kılan müslümanların arasına ayrılık düşürmek için (ve evvelce Allah Teâlâ İle ve Resûlu ile savaşa cür’et etmiş olanı beklemek için) yani: İslâm dinine düşmanlıkta bulunmuş, Rasûlullah’a rakip kesilmek istemiş olan fasık bir rahip olan Ebu Âmir’in gelip kendilerine imamlıkta bulunması için (bir mescit edindiler) ki: Buna”mescid-i dırar” denilmiştir. (Ve) Bu münafıklar, sonra da gelip yalan yere (yemin edeeklerdir ki, biz) bu mescidi yaptırmakla (iyilikten başka birşey kasdetmedik) bununla müslümanlara kolaylık göstermek istedik, Kuba mescidine veya mescid-i nebeviye gidemiyecek olan müslümanlar burada namaz kılsınlar diye bunu yaptırdık. (Allah Teâlâ şahitlik eder ki, onlar şüphe yok ki,) bu sözlerinde bu yeminlerinde (yalancı kimselerdir) onların maksatları başkadır, müslümanları parçalamaktır, müslümanların aleyhinde bir dârunnedve ve, bir nifak ocağı vücude getirmektir.
108. Onun içinde ebediyen namaz kılma. İlk günden beri takvâ üzere kurulmuş olan bir mescit, elbette onun içinde namaz kılmana daha lâyıktır. Onun içinde öyle bir takım adamlar vardır ki, tertemiz olmayı severler. Allah Teâlâ da çok temizlenenleri sever.
108. Artık Habibim!. Sen (Onun) o Dırar mescidinin (içinde ebediyen namaz kılma) onu bir mabed tanıyarak içinde durma (ilk günden beri) vücude getirildiği ilk zamandan itibaren (takva üzere kurulmuş olan bir mescid) yani: Kuba mescidi veya Medine’i Münevveredeki mescid-i nebevi (elbette) muhakkak ki, veya and olsun ki, (onun içinde namaz kılmana daha lâyıktır.) öyle sonradan güzel bir niyetebağlı olmaksızın yapılan bir mescidde Yüce bir Peygamberin gidip durması, namaz kılması uygun değildir, (onun) O takva üzerine tesis edilmiş olan mâbedin, o Kuba mescidinin (içinde öyle bir takım adamlar) samimî müslümanlar (vardır ki, tertemiz olmayı severler) Allah’ın rızasına kavuşmak için günahlardan, verilmiş özelliklerden kaçınırlar, güzel ahlâk sahibi bulunurlar. Bunlar ensarı kiramdan seçkin bir cemaat demektir. (Allah Teâlâ’da çok temizlenenleri sever) yani: Maddî ve mânevî kusurlardan kendilerini muhafazaya çalışanları ilâhî rızasına nail buyurur. Ne büyük bir mükâfat!.
§ Malûm olduğu üzere Rasûlü Ekrem, Sallallahu Teâlâ Aleyhi Vessellem Efendimiz, hicret buyururken reblulevvelin ilk günlerinde idi ki, Medine’i Münevvereye pek yakın olan “Kuba” köyünde Beni Neccar’dan bir zatın hanesinde misafir olarak birkaç gün kalmıştı. Bu müddet içinde “Kuba mescidi”ni yaptıdı. Bu İslâm cemaati için ilk yapılan mübarek bir mescitdir. Daha sonra Kuba köyünde bulunan on iki münafık orada başka bir mescit yapmışlar. Bunlar görünürde müslümanlara bir kolaylık göstermek istemişlerdi. Fakat asıl maksatları müslüman cemaati arasına ayrılık sokmak, orada toplanıp müslümanların aleyhine çalışmaktı. Hattâ İslâm düşmanı Ebu Âmir adında bir rahip vardı ki, Huneyn gazvesinde yenilgiye uğrayan düşmanlar arasında bulunmuştu. Bu yenilgi üzerine Şam’a gitmiş, Kayser’den kuvvet alarak müslümanların üzerine gelip saldırmak hülyasında bulunmuştu. Bu İslâmiyet düşmanı da o münafıklara haber göndermiş, kendisini yaptırdıkları mescide İmam tayin etmelerini istemiş, onlar ile beraber müslümanların aleyhine çalışacağım bildirmişti. Fakat az sonra Şam tarafında gebermişti. Bu Dırar mescidini yapanlar! .Tebük seferine gitmek üzere hazırlanmış olan Hz. Peygamber’e müracaat ederek yaptırdıkları mescidde namazkılarak kendilerine dua etmesini -melanetlerini saklamak maksadiyle- rica etmişlerdir. Aleyhisselâtü Vesselâm Efendimiz de: Ben şimdi yolculuk üzere bulunuyorum, inşallah dönünce gelir namaz kılarım diye buyurmuştu. Vaktaki Tebük seferinden döndü, o münafıklar yine müracaat ederek mescidlerine gitmesini istediler. Bunun üzerine bu âyeti kerime nâzil olarak Rasûlü Ekrem’in o nifak maksadiyle yapılmış olan bir mescide gidip namaz kılmasına Allah tarafından müsaade verimemiş oldu. Sonra da bazı zatlar gönderilerek o mescit yıktırılıp yaktırılmıştır. Binaenaleyh bir mescidin makbul bir İslâm mâbedi olabilmesi için helâl bir mal ile sırf Allah rızası için inşa edilmiş olması icabeder.
109. O halde binasını Allah Teâlâ’dan bir korku ve bir rıza üzerine kurmuş olan kimse mi hayırlıdır, yoksa binasını yıkılmakta bulunan bir yar’ın kenarı üzerine kurup da onunla beraber cehennem ateşi içine yuvarlanan kimse mi? Allah Teâlâ da zalimler olan bir kavmi hidayete erdirmez.
109. Bu mübarek âyetler yaptıkları hayır ve iyilikleri, güzel bir itikada, yüce bir maksada dayanarak yapmış olan kimseler ile onları münafıkca bir fikre, bir gayeye dayanarak yapan kimseler arasındaki farkı fevkalâde edebî, müte’sirli bir üslûp ile bildirmektedir. Ve münafıkların meydana getirdikleri şeylerin kendi yüreklerinde sürekli bir korku ve endişeye sebep olacağını ihtar eylemektedir. Şöyle ki: (O halde) yani: Mescidi Dîran yapan münaıkların halleri bilindikten sonra artık (binasını) mescid adına yaptığı yapısını (Allah Teâlâ’dan bir korku ve bir rıza üzerine) her türlü günahlardan sakınarak Allah’ın rızasına kavuşma temennisi gibi mânevî bir esas üzerine (kurmuş olan kimse mi hayırlıdır) kendi hakkında ve insanlık hakkında faidelidir (yoksa binasını) mescidi Dırar gibi bir yapısını (yıkılmakta bulunan bir yar’ın kenarı üzerinekurup da) yani: Gösteriş maksadiyle, dünyevî bir menfaat hırsiyle, müslümanların arasına ayrılık sokmak arzusu ile yapıp da (onunla beraber) öyle bâtıl bir maksada, bir gayeye dayanan binasiyle birlikte (cehennem ateşi içine yuvarlanan kimse mi?) hayırlıdı. İşte şüphe yok ki, hayır ve saadet, öyle selâmet dairesinde yaşayan kimsede tecelli eder. Bilâkis zelilce bir şekilde cehennem ateşine düşüp giden bir şahısta ise hayır ve selâmet adına hiçbir şey tasavvur edilmez. İşte temiz itikatlı müslümanlar ile münafıklar arasındaki fark!. Evet… Münafıklar, zalim kimselerdir. Kendi kötü hareketleriyle hem kendi nefislerine, hem de diğer insanlara karşı zulm etmekte bulunmuşlardır. (Allah Teâlâ da zalim olan bir kavmi hidayete erdirmez) Onları hayır ve saadete kavuşturmaz. Bilâkis onları cehennem vadilerinde ateşelere düşürmüş olur.
110. Onların kurmuş oldukları bina, onların gönüllerinde bir işkil olarak yok olmayacaktır. Meğer ki gönülleri parça parça olsun. Ve Allah Teâlâ bilendir, hikmet sahibidir.
110. (Onların) O mescidi Dırarı yapan münafıkların (kurmuş oldukları bina) münafıkca bir maksattan dolayı mescid adıyla meydana getirdikleri müessese (onların gönüllerinde bir işkil) bir şüphe, bir vesvese, bir şek ve töhmet (olarak yok olmayacaktır.) Onların o yapmış oldukları bina, yıkılsa da yıkılmasa da onları daima endişe içinde bırakacaktır. Kendi münafıkca hallerini Rasûlullah’ın bilmiş olduğunu, haklarında nasıl bir muamele yapılacağını düşünüp duracaklardır. (İsterse, gönülleri parça parça olsun) Kendilerinde düşünebilmek, anlayabilmek kabiliyeti kalmasın. Ancak onlar yaşadıkça korkular, düşünceler içinde kalacaklardır. (Ve Allah Teâlâ bilendir) Herşeyi tamamen bilir, onların o münafıkca halleri de Cenâb-ı Hak’ca bilinmektedir. Ve o Yüce yaratıcı (hikmetsahibidir) bütün emirleri, hükmleri, hikmet ve menfaata dayanmaktadır. O münafıklar hakkında gelecek olan ilâhî emir de bu hikmet cümlesindendir. Artık durumlarının sonunu düşünsünler!.
§ Bünyan: Yapı, bina, duvar demektir.
§ Sefa: Birşeyin kenan, ucu, bir tarafı mânâsınadır.
§ Cüruf: Uçurum, yar, altı boş, çukurlaşmış, yıkılmaya yüz tutmuş yer demektir.
§ Hâr: Harap olmuş, yıkılmış ve düşmek üzere olan şeydir.
§ Rîbe: Şek, şüphe, töhmet demektir. Reyb de şek, şüphe ve ihtiyaç mânâsınadır. “Reybelmenûn” da musibet demektir..
111. Şüphe yok ki. Allah Teâlâ mü’minlerden nefislerini ve mallarını cennet muhakkak onların olması karşılığında satın almıştır. Allah Teâlâ yolunda savaşacaklar da öldürecekler ve öldürüleceklerdir. Onların öyle cennete konulmaları, Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da zikiredilmiş, hak olan bir ilâhî va’ddır. Ve sözünü Allah Teâlâ’dan daha fazla yerine getirebilen kim vardır? Artık yapmış olduğunuz o alışverişten dolayı size müjdeler olsun ve işte bu, en büyük bir kurtuluştur.
111. Bu âyeti kerime, hak yolunda yapılan savaşların sahiplerine ne kadar faydalı olacağını müjdelemekte ve mü’minleri din yolunda fedakârlığa şöylece teşvik buyurmaktadır: (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ mü’minlerden) Cenâb-ı Hak’ka ve onun Peygamberine ve o Yüce Peygamberin tebliğ etiği şeylere imân edenlerden (nefislerini, ve mallarını, cennet muhakkak onların) o müminlerin (olması karşılığında satın almıştır) yani: Hak yolunda nefisleriyle, mallariyle fedakârlıkta bulunacak mü’minler için yarın ahiret âleminde cennetler ihsan buyurulacaktır. Onlar dünyadaki o amellerininkarşılığında böyle mükâfata kavuşacaklardır. Bilinmektedir ki: İnsanların da, diğer bütün mahlûkların da olanca varlığı Cenâb-ı Hak’kın lûtfunun eseridir. Hepsinede hakikaten sahip olan Allah Teâlâ’dır. Binaenaleyh hiç bir şeyi satın almaya muhtaç değildir. O böyle bir ihtiyaçtan uzaktır. Ancak böyle satın almak gibi tabirler, Cenâb-ı Hak’ka göre birer misâl getirme kabilindendir, o Kerem Sahibi Yaratıcının lûtfunun bir işaretidir. Kullarının hak yolundaki fedakârlıklarını Cenâb-ı Hak’kın büyük mükâfatlarla karşılaması, bir nevi alışveriş kabilinden gösterilmiş, kulların bu fedakârlıklarına lütfen büyük bir kıymet verilmiş oluyor. Evet… Mü’minler böyle bir iltifata lâyıktırlar. Çünki, onlar (Allah Teâlâ yolunda) İslâm dini uğrunda (savaşacaklar da) savaş meydanlarına atılacaklarda hem din düşmanlarını (öldürecekler) hem de o uğurda (öldürüleceklerdir) şehit düşeceklerdir. Hakkın Rızasını kazanmak için böyle fedakârlıklarda bulunacaklardır. (Onların) O mücahitlerin (öyle cennete konulmaları) hakkındaki Allah’ın vadi (Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da zikredilmiş) bu semavî kitaplarda tesbit edilmiş (hak olan bir ilâhî va’ddir) ki, mutlaka gerçekleşecektir. (Ve sözünü Allah Teâlâ’dan daha fazla yerine getirebilen kim vardır?.) Elbette hiçbir kimse Cenâb-ı Hak’tan fazla sözünü yerine getirmeye güç yetiremez. Hak Teâlâ herşeye tam anlamıyla kadirdir, kullarına lûtfen vâd ettiği şeye engel olabilecek hiçbir kuvvet bulunamaz. (Artık) Ey mü’minler!. Cenab’ı Hak ile (yapmış olduğunuz o alış verişten) nefsiniz ve mallarınız karşılığında cenneti satın almış olduğunuzdan (dolayı size müjdeler olsun) Siz bu ilâhî müjdeden dolayı sevinin, neşeleniniz. (ve işte bu) Böyle bir lütufa ulaşmak (en büyük bir kurtuluştur) bu, en muazzam bir nimettir, bir kurtuluş ve selâmettir. Ne mutlu bu müjdeye kavuşanlara. İşte hak yolunda yapılan samimî cihadın ebedî mükâfatı böyle pek büyüktür.
§ Rivayete göre Akabe gecesinde ensarı kiramdan yetmiş zat, Rasûlüllah ile beyatte bulunmuş yani: Onu tasdik ile kendisine bağlılık göstereceklerine dair söz vermişlerdi. Bunlardan “Abdullah İbni Revahe” namındaki zat “Ya Rasûlüllah!. Rabbin için ve kendi nefsin için dilediğini şart koş” demiş, Yüce Peygamber de “Rabbim için ibadet edip ona ortak koşmayınız, nefsim için de siz kendi nefsinizi, malınızı neden men eder iseniz beni de ondan men eyleyiniz” diye buyurmuş. Ensarı kiram da “biz böyle yaparsak bizim için ne vardır” diye sormuşlar, Rasûlü Ekrem de “cennet vardır” deyince O Seçkin Ensâr Bey atimiz, faideli oldu, bize kazanç temin etti, artık biz bunu asla bozmayın” demişler. Bunun üzerine de bu âyeti kerime nâzil olmuştur.
112. Onlar tövbe edenlerdir, ibadette bulunanlardır, hamd edenlerdir, oruç tutanlardır, rukû’a, secdeye varanlardır, iyilik ile emir ve kötülükten alıkoyanlardır ve Allah Teâlâ’nın sınırlarını koruyanlardır. İşte o müminleri müjdele.
112. Bu âyeti celîle cennet ile müjdelenmiş mü’minlerin pek yüksek olan dokuz vasfını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (-Onlar-) Nefisleri ve maları karşılığında cenneti satın almış olan samimî mü’minler (tövbe edenlerdir) küfr ve isyandan kaçınıp tevbe ve istiğfar edenlerdir. (İbadette bulunanlardır) Cenâb-ı Hak’ka tam bir samimiyetle ibadete devam eyleyenlerdir. (hamd edenlerdir) Hak Teâlâ’nın verdiği dünyevî uhrevî nimetlerden dolayı kalp ve lisan yönünden şükre çalışanlardır, tesbih ve tehmitte bulunanlardır. (Oruç tutanlardır) Farz ve nafile oruçlara devam edenlerdir, (rukû’a, secdeye varanlardır) namaz kılanlardır, Cenâb-ı Hak’ka son derece hürmet için, kulluk için rukû’a ve secdeye kapananlardır. iyilik ile emir ve kötülükten alıkoyanlardır) Din bakımından güzel, istenen şeyleri halka tavsiye eden din yönündençirkin, ve yasak olan şeylerden halkı men etmeğe çalışanlardır. (Ve Allah Teâlâ’nın sınırlarını) inancına göre, ibadetlere, muamelelere dair olan İslâmî hükümleri (koruyanlardır) bu pek önemli dokuz özelliği taşıyanlar hakikaten cennete lâyık zatlardır. (İşte) Resûlüm!. Sen bu yüksek özellikleri taşıyan o (mü’minleri müjdele) artık onlar için ne büyük nimetler, mükâfatlar vardır, onlara müjdele.
§ Bilindiği üzere “seyahat” yolculuk, yer yüzünde bir müddet gezip yürümek demektir. Seyahatte bulunan kimseye “sâih” denir. Çoğulu: “Saihun” dur. Bu âyeti kerimedeki “saihun” dan maksat, çoğu müfessire göre oruç tutanlardır. Çünki oruç tutan bir zat, muvakkat bir zaman için yemekten, İçmekten, ailesiyle yakınlaşmaktan ayrılmış, ibadete devam etmiş olacağı cihetle bu haline “seyahat” kendisine “sâih” denilmiştir. Bir de güzelce oruç tutan bir zat, bu sebeple birçok bereketlere, tecellîlere kavuşmuş olabilir, mânevî bir makamdan diğer bir makama intikâl etmiş bulunabilir. İşte bu cihetle de oruca seyahat denilmiştir. Bununla beraber bazı müfessirlere göre bu âyeti kerimedeki “saihun” dan maksat, cihad için veya dinî ilimleri öğrenmek için
113. Peygamber için ve imân edenler için uygun değildir ki, müşrikler hakkında af talebinde bulunsunlar. İsterse akrabaları olsunlar. Onların cehennem ehli oldukları kendilerine açıkça belli olduktan sonra.
113. Bu mübarek âyetler, kâfirler ile öldüklerinden sonra da alâkadar olmanın câiz ve haklarında af talebinde bulunmanın meşrû olmadığını gösteriyor bu yasaklamanın İslâm dinine mahsus olmayıp İbrahim dininde de mevcut olduğuna işaret buyuruyor. Şöyle ki: (Peygamber için ve imân edenler için uygun) sahih, doğru, Allah’ın hükmüne uygun (değildir ki, müşrikler hakkında) yani: Küfr ve şirk üzereölmüş olanlar veya küfr ve şirk üzere sebat edip duranlar hakkında (af talebinde bulunsunlar) çünkü bunların bu halde affa ulaşamayacakları Allah’ın bir hükmü gereğidir. (İsterse) O kâfirler, müşrikler o af talebinde bulunan kimsenin (akrabları olsunlar) kendilerinin anaları, babaları amcaları bulunsunlar. Bu affın böyle câiz olmaması (onların) o akrabadan olan dinsizlerin (cehennem ehli oldukları) yani küfr ve şirk üzere öldükleri (kendilerine belli olduktan sonra) artık af talebinde bulunmaya mahal kalmamış olur. Fakat bir mü’min zat, daha dünyada bulunup duran bir kâfirin imâna kavuşmak suretiyle Allah’ın affına ulaşmasını temenni edebilir. Nitekim bütün dinsizlerin imânı kabul edip de ahiret azabından kurtulmaları hakkında dua ederiz. Fakat herhangi bir şahsın kâfir olduğu halde affa kavuşması asla temenni edilemez. Çünki öyle dinsizlerin ilâhî affa kavuşamayacakları Allah tarafından kesin şekilde beyân buyurulmuştur.
§ Bir rivayete göre ashabı kiramdan bazıları şirk üzere ölmüş olan yakınları hakkında af talebinde bulunmuşlardı. Bunu müteakip bu âyeti kerime nâzil olmuş, böyle bir af istemenin câiz ve fayda verici olmadığı bildirilmiştir.
114. İbrahim’in babası için af dilemesi ise ancak ona yapmış olduğu bir vadden dolayı idi. Ne zaman ki onun Allah için bir düşman olduğu kendisine belli oldu. Hemen ondan beri oldu. Şüphe yok ki, İbrahim elbette çok ah vah eden yumuşak tabiatlı bir zat idi.
114. (İbrahim’in babası) Âzer hakkında (af dilemesi ise) bu yasaklamaya aykırı değildir, babası hakkında İbrahim Aleyhisselâm’ın af talebinde bulunması (ancak ona) o babasına evvelce (yapmış olduğu bir vadden dolayı idi) yani: Hz. İbrahim, vaktiyle babasına demişti ki: Senin hakkında imân konusunda başarılı olman için elbette dua edip af talebindebulunacağım. Bu bir vâd idi veyahut İbrahim Aleyhisselâm’ın babası: Allah’ın dinini kabul edeceğine dair söz vermişti, böyle bir vadde bulunmuştu. İşte bundan dolayı Hz. İbrahim af isteğinde bulunmuştu. (Ne zaman ki onun) Babasının (Allah için bir düşman olduğu) küfr üzere ölmesiyle veya Cenab’ı Hak’kın vahyen bildirmesiyle (kendisine) İbrahim Aleyhisselâm’a (belli oldu) Hz. İbrahim de (hemen ondan beri oldu) hakkındaki af talebine son verdi, yoksa babasının küfr üzere öldüğünü bildiği halde onun için af isteğinde bulunmuş değildir. Belki, daha küfr üzere ölmeden onun imâna kavuşarak ilâhî affa ulaşmasını temenni etmiş bulunuyordu. (Şüphe yok ki. İbrahim) Aleyhisselâm (elbette çok ah vah eden) bir çok dua ve niyazda bulunan (yumuşak tabiatlı,) eza ve cefaya tahammül gösteren, yumuşaklıkla muameleye devam eden (bir. zat idî) işte onun bu ahlâkî fazileti idi ki, kendisini en sert tabiatlı olan babası hakkında af istemeye sevketmişti.
§ Bir rivayete göre Hz. Ali radiallahü Teâlâ anh, bir müslümanın müşrik olan ana ve babası hakkında af isteğinde bulunduğunu görmüş: “Sen müşrik oldukları halde onlar için af talebinde bulunur musun” diye buyurmuş. O da demiş ki: îbrahim Aleyhisselâm, anası, babası müşrik oldukları halde onlar için af isteğinde bulunmuş değil midir?. Hz. Ali, bu hadiseyi Rasûlü Ekreme arzetmiş, bunun üzerine bu âyeti celîle nâzil olmuştur.
115. Allah Teâlâ bir topluluğu doğru yola ilettikten sonra onlara sakınacakları şeyi açıkça bildirmedikçe onları sapıklığa düşürecek değildir. Şüphe yok ki. Allah Teâlâ her şeyi tamamiyle bilicidir.
115. Bu mübarek âyetler, müşrikler için af talebinde bulunmanın men edilmesi hakkındaki ilâhî emir gelmeden evvel yapılmış olan af isteklerinden dolayı mü’minlerin sorumlu olmayacaklarını bildiriyor, ve öyle müşriklerdenalâkalarını kesecek olan mü’minlerin Allah’ın yardımına kavuşacakları için öyle müşriklerin yardımlarından mahrum kalacaklarını düşünmelerine sebep bulunmadığına işaret buyuruyor. Şöyle ki: (Allah Teâlâ bir topluluğu doğru yola ilettikten) onları İslâmiyet’e nail buyurduktan (sonra onlara sakınacakları şeyi açıkça) vahiy yoluyla (bildirmedikçe) yasak olan şeylerin nelerden ibaret bulunduğunu yeteri derece beyan buyurmadıkca (onları) o doğru yola erdirmiş olduğu kullarını bilahara yasaklanacak ve men edilecek şeyleri evvelce yapmış olduklarından dolayı (sapıklığa düşürecek) sapıklar hakkında yapacağı şeyi onların haklarında da yapacak (değildir) meselâ: Şarap içilmesi bilahara yasaklanmıştır. Bu yasaktan evvel onu içmiş olanlar bundan mes’ul olmayacaklardır. Elverir ki, bu yasaktan sonra içmesinler. İşte müşrikler hakkındaki af talebinde bulunmanın yasaklanmasına dâir hüküm gelmeden evvel yapılmış olan af isteklerinden dolayı da bunu yapan müslümanlara bir mes’uliyet gerekmeyecektir. (şüphe yok ki. Allah Teâlâ herşeyi tamamiyle bilicidir.) Artık ey mü’minler!. Sizin için yapılması uygun olup olmayan şeyleri de bilir beyan buyurur. Bu açıklamadan evvel yapmış olduğunuz şeylerden dolayı sizi ilâhî rahmetinin bir eseri olarak sorumlu tutmaz.
116. Muhakkak ki; Allah Teâlâ, bütün göklerin ve yerin mülkü onundur. Diriltir de, öldürür de. Ve sizin için ondan başka ne bir dost vardır, ne de bir yardımcı.
116. (Muhakkak ki. Allah Teâlâ) Öyle bir kâinatın Yaratıcısıdır ki, (bütün göklerin ve yerin mülkü) bir ortak ve benzeri olmaksızın tamamen (onundur) o Yüce Mâbudundur. Bütün varlıklar onun mülkü, hâkimiyeti altında bulunmaktadır. O Ezelî Yaratıcı (diriltir de öldürür de) dilediği kulunu imân ile yaşatır, imân ile öldürür ve dilediği diğer bir kulunu da küfr üzere yaşatır, küfr üzere öldürür. Onunilâhî fiillerine kimsenin itiraza selahiyeti yoktur, (ve) Ey insanlar!, (sizin için ondan başka ne) Hakikî, dâimî (bir dost) bir dost, bir koruyucu (vardır) ki, sizi koruyabilsin. (ne de) ondan başka hakikî bir halde (bir yardımcı) bir muavin vardır ki, sizi ilâhî azaptan kurtarabilsin. Artık bir kısım müşriklerin yardımlarından vesaireden mahrum kalacağınızı düşünmenize mahal yoktur.
§ Rivayete göre bu af talebinde bulunmanın yasaklanması hakkındaki âyet nâzil olunca bir kısım mü’minler vaktiyle yapmış oldukları af talebinden mes’ul olacaklarını düşünerek korkmuşlardı. Bazı mü’minler de müşrik olan yakınlarından alâkalarını büsbütün kesince onların yardımlarından mahrum kalacaklarını düşünmeğe başlamışlardı. Bunun üzerine bu iki âyeti celîle nâzil olmuş, onlara teselli vermiştir.
117. Andolsun ki. Allah Teâlâ, Peygambere ve o güçlük zamanında ona tâbi olan muhacirler ile ensâra tövbe nasib etti. Onlardan bir gurubun kalpleri az kalsın eğilecek bir hâle geldikten sonra tövbelerini kabul buyurdu. Şüphe yok ki, onların hakkında o, çok esirgeyicidir, çok merhametlidir.
117. Bu mübarek âyetler, pek meşakkatli olan Tebük gazvesi sebebiyle meydana gelen ve terki daha uygun bulunan bazı hâdiselerden dolayı Rasûlü Ekrem ile eshabı kiramının ilâhî affa uğramış olduklarını ve kısacası savaştan geri kalıp da bilahara pişmanlık gösteren üç zatın da tövbelerinin kabul buyurulmuş olduğunu şöylece kendilerine müjdelemektedir. (Andolsun ki) muhakkak ilâhî bir lutuftur ki (Allah Teâlâ Peygambere) Hz. Muhammed Aleyhisselâm’a (ve o güçlük saatinde) o Tebük seferi esnasındaki nakil vasıtalarının, gıda maddelerinin vesairenin noksanlığından dolayı pek meşakkatli olan bir sefer esnasındaki o vakte “saati usr” denilmiştir. (Ona) O Yüce Peygamber’e (tâbiolan muhacirler ile ensâra tövbe nasib etti.) Yani: Rasûlü Ekrem Hazretleri Tebük gazvesi sırasında bir takım münafıkların savaştan geri kalmalarına izin vermiştir. Bu “terki evlâ, zelle = en uygun olanı terketme ve sürçme” kabilinden bir müsaade idi. İşte bundan dolayı Yüce Peygamber af edilmiş, mes’ul tutulmamıştır. Ashab-ı Kiram’a gelince onlar da bu gazveyi ağır görmüş, başlangıçta bundan korkmuş iseler de sonra fikir değiştirerek savaşa atılmış olduklarından dolayı için bu hal onlar için bir tövbe mesabesinde bulunmuştur. Maamafih onların vaktiyle yapmış oldukları bazı kusurlar olabilirdi. Sonra bu ağır gazaya koşmuşlar, ağır sıkıntılara katlanmış olduklarından dolayı bu onlar için bir tövbe makamında olarak önceki kusurlarının affına, sevap kazanmalarına vesile olmuştur. Hattâ (onlardan bir zümrenin) Ebu Lübâbe ve arkadaşları gibi bazı zatların (kalpleri az kalsın eğilecek bir hale geldikten sonra) yani: O meşakkatli vaziyetten dolayı cihada katılmaktan geri kalmak gibi kalbî eğilimlerde bulunduklarında, sonra yine sabr ve sebat ederek Rasûlü Ekrem’den ayrılmamaları sebebiyle (tövbelerini) Cenâb-ı Hak (kabul buyurdu) onları mükâfatlara ulaştırdı. (Şüphe yok ki) Allah Teâlâ (onların) o mü’min kullarının (hakkında o) Kerem Sahibi Yaratıcı (çok esirgeyicidir) çok şefkat ve lûtuf sahibidir ve (çok merhametlidir) af ve rahmeti pek fazladır. Onlara nice ihsanlarda bulunur. Tövbelerinin kabulü de bu cümledendir.
118. Ve üç kişiye de ki: Geri bırakılmışlardı, hattâ yeryüzü genişliğiyle beraber onların üzerine dar gelmişti. Kalpleri kendilerine darlaşmıştı ve Allah Teâlâ’ya sığınmadan başka ondan sığınacak bir şey bulunmadığını anladılar. Sonra onlara tövbekâr olmaları için tövbe nasip buyurdu. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ’dır, tövbeleri en çok kabul eden, çok merhametli olan ancak, o’dur.
118. (Ve üç kişiye de) Cenâb-ı Hak tövbe nasip buyurdu (ki, gerî bırakılmışlardı.) vaktiyle mâzeretleri ne kabul ve ne de reddedilmeyip haklarında ilâhî bir emrin ortaya çıkmasına kadar beklenilmişti. Bunlar da Tebük gazvesinden geri kalmış olan Şair Kab İbni Eşref, Hilâl İbni Ümeyye ve miraret Übnür Rebi adındaki zatlar idi. (Hattâ yeryüzü) Olanca (genişliğiyle beraber onların üzerine dar gelmişti) o kadar ruhen bir sıkıntıya, bir üzüntüye düşmüşlerdi. Cihatdan geri kaldıkları ve henüz affa kavuşmadıkları için bir korku ve keder içinde yaşıyorlardı. (kalpleri kendilerine darlaşmıştı) Neşeden, güvenden mahrum kalmışlardı. Tövbelerinin kabulü geriye kalmış olduğudan dolayı heyecan içinde yaşıyorlardı, (ve Allah Teâlâ’ya sığınmadan başka) Ona iltica ederek af talebinde bulunmadan gayrı (ondan) o Yüce Yaratıcının azap ve cezasından kaçıp (sığınacak) iltica edecek (birşey bulunmadığını anladılar) o Kerem Sahibi Mâbud’un cezasından kurtulmak için yine onun lûtf ve keremine sığınmaktan başka çare bulunamayacağına kanaat getirdiler. (Sonra) O Kerem Sahibi Yaratıcı da (onlara tövbekâr olmaları için tövbe nasip buyurdu) onları tövbeye muvaffak kıldı. Bu tövbelerinin kabulü elli gün sonra kendilerine müjdelendi. (Şüphe yok ki Allah Teâlâ’dır) Tevbeleri kabul eden ve merhamet sahibi olan. Evet… (tövbeleri en çok kabul eden) isterse günahlar pek çok olsun, ve (en çok merhametli olan) kullarını birçok atlara lütuflara kavuşturan (ancak o’dur) o lûtf ve yardımı sonsuz olan Yüce Mâbud’tur. Artık daima onun ilahlık dergâhına sığınarak aflar, yardımlar niyâz etmeliyiz. Bu mübarek âyetler bizleri tevbe edip af dilemeye sevk etmektedir.
119. Ey imân edenler! Allah Teâlâ’dan korkunuz ve doğrular ile beraber olunuz.
119. Bu mübarek âyetler, mü’minleri Allah Teâlâ’dan korkmaya, salih zatlar ile aynı halüzere olmaya dâvet ediyor. Gerek Medine ahalisi için ve gerek etrafındaki aşiretler için Rasûlü Ekrem’den ayrılmanın kendi nefislerini korumak için o Yüce Peygamber’in yolunu takip etmemenin, onunla beraber cihada çıkmamanın uygun olamayacağını ihtarda bulunuyor, ve Allah yolunda uğrayacakları sıkıntıların mükâfatını göreceklerini kendilerine müjdeliyor. Şöyle ki: (Ey imân edenler!.) Siz günahları: Peygamberimize muhâlefeti terketmek suretiyle (Allah Teâlâ’dan korkunuz) bütün yapacağınız ve terkedeceğiniz şeyler hususunda Allah’ın hükmüne aykırı hareketlerden sakınırız, Rasûlullah’ın davetine icabet ederek onunla beraber gazaya çıkılması da bir takva gereğidir. Bunun aksine hareket ise takvadan mahrumiyet demektir. Ve ey mü’minler!. Siz (doğrular ile beraber olunuz) yapmış olduğunuz yeminlerde, sözlerde veya Allah’ın dininde söz, fiil ve kalp yönünden doğru olan Rasûlü Ekrem ile ve onun seçkin ashab-ı kiramı ile beraber olunuz, onlara muhalefette bulunmayınız. “İnsana sadakat yakışır, görse de ikrah” “Yardımcısıdır doğruların Hz. Allah”
§ İbni Abbas Hazretlerinden rivâyete göre bu âyeti kerime, kitap ehli arasından İslâmiyet’i kabul edenlere hitab etmektedir. Buyumlmuş oluyor ki: Ey Kitap Ehli!. Siz de muhterem muhacirler ile, ensarı kiram ile berber olunuz, doğruluk vesair ahlâkî güzellikler hususunda onlar ile aynı yolda bulununuz. Selâmet ve saadetiniz bununla mümkündür.
120. Ne Medine halkı için ve ne de onların civarında bulunan Bedevîler için doğru olmaz ki. Allah Teâlâ’nın Resulünden geri kalsınlar ve onun kendi nefisinde ne yaptığına bakmayıp da kendi nefislerine rağbet göstersinler. Çünki onlara Allah yolunda ne bir susuzluk ve ne bir yorgunluk ve ne de bir açlık isabet etmez ki ve ne de kâfirleri kızdıracak bir mevkie ayak basmazlar ki ve ne de bir düşmana kaşı birmuvaffakiyete nail olmuş olmazlar ki, ancak onun karşılığında kendileri için bir salih amel yazılmış olur. Şüphe yok ki. Allah Teâlâ, iyilik yapanların mükâfatını zâyetmez.
120. (Ne) Bir hicret yurdu olan mübârek (Medine ahalisi için ve ne de onların civarında) Medine’i Münevvere’nin bütün nahiyelerinde (bulunan bedevîler için) Müzeyne, Cüheyne, Eşca ve Gıfar gibi kabileler için (sahih) doğru (olmaz ki. Allah Teâlâ’nın resulünden geri kalsınlar) onun emrine muhalefet etsinler, onunla beraber cihada çıkmaktan kaçınsınlar. (Ve onun) O Yüce Peygamber’in (kendi nefsinde ne yaptığına) nasıl cihadı seçmiş olduğuna (bakmayıp da kendi nefislerine rağbet göstersinler) kendi şahıslarını korumak için o Yüce Peygamber’in izinden ayrılsınlar, onun tercih buyurmuş olduğu cihadı kendileri tercih etmesinler. Bu nasıl doğru olabilir?. (Çünki onlara Allah yolunda ne) az (bir susuzluk ve ne de bir yorgunluk ve ne de bir açlık isabet etmez ki) mutlaka onun mükafâtını görürler. (Ve ne de kâfirleri kızdıracak bir mevkle ayak basmazlar ki) öyle bir yeri piyade ve süvari olarak işğâl etmiş olmazlar ki (ve ne de bir düşmana karşı bir muvaffakiyete) onları öldürmek, esir almak, yerlerini feth eylemek gibi bir gaîibiyete (nâil olmazlar ki, illâ onun) bu beyân olunan muamelelerden, başarılardan herbirinin (karşılığında kendileri için bir salih amel yazılmış olur.) Onların bu yüzden sevaplara, mükâfatlara kavuşmuş olmaları, Kerem ve merhamet sahibi olan Yüce Mabudumuzun ilâhî bir va’di gereğidir, mutlaka gerçekleşecektir, (şüphe yok ki. Allah Teâlâ iyilik edenlerin) Hak yolunda beden ve mal yönünden fedakârlıkta bulunanların (mükâfatını zâyetmez) onları herhalde nice sevaplara, nimetlere kavuşturacaktır. İşte hak yolunda cihada iştirâk de bir ihsandır. Bunun da pek çok mükâfatı vardır. Artık bu hususta mazeretsiz Rasûlullah’tan ayrılmak nasıl uygun olabilir?.
121. Ve onlar ne küçük ve ne de büyük bir nafaka sarfetmezler ki ve bir vadiyi dolaşmış olmazlar ki, illâ onlar için yazılır. Tâki, yaptıklarından daha güzeli ile Allah Teâlâ onları mükâfata kavuştursun.
121. Bu mübarek âyetler, müslümanların hak yolunda yapacakları harcamalardan ve seferlerden dolayı büyük mükâfatlara kavuşacaklarını müjdeliyor. Ve müslümanlardan bir grubun dinî ilimleri tahsil ile kendi kavimlerini irşat etmeye ve aydınlatmaya dinî hükmlere muhalefetten men etmeye ve sakındırmaya çalışmaları lüzumunu beyan buyuruyor. Şöyle ki: (Ve) Onlar, o mücahit müslümanlar (ne küçük) isterse bir tutam ot olsun (ve ne de büyük) Hz. Osman’ın dağıtmış olduğu gibi pek büyük bir servet olsun (bir nafaka) İslâm ordusu için vesair muhtaç olanların geçimleri için birşey (sarfetmezler ki) ancak onların amel defterlerine yazılır (ve) onlar (bir vadiyi) hak yolunda herhangi bir yere gidip (dolaşmış olmazlar ki, illâ onlar için) amel defterlerine sevap (yazılır) onların bu infaklan, bu hareketleri tesbit edilir (tâki, yaptıklarından daha güzeli ile) daha üstünü ve daha fazlasiyle (Allah Teâlâ onları) o infakta, seferde bulunanları (mükâfata kavuştursun) onlara birçok sevaplar nimetler ihsan eylesin.
§ Bu âyeti celîle, hak yolundaki cihadın ve infakın fazilet ve ehemmiyetine bir delildir. Nitekim bir hadisi şerifte de:
Bir müslüman, bir gazada bulunacak dindaşının nafakasını, nakliye vasıtasını temin etmek gibi bir şekilde ona yardımda bulunmuş olsa kendisi de bilfiil gazada bulunmuş gibi sevaba kavuşur.
Diğer bir hadisi şerifte de şöyledir:
Allah yolunda bir günlük nöbet beklemek, düşmanın gelmesi muhtemel bir yolu muhafazaya çalışmak, dünyadan da ve dünyada bulunan şeylerden de hayırlıdır. Artık İslâm mücahitlerinin halleri ne kadar gıptaya, takdire lâyık bulunmuş olduğu pek güzel anlaşılmış olmuyor mu?.
§ Vâdi, asıl lûgatte, dere, iki dağ arası, su kanalı demektir. Çoğulu “Evdiye” dir. Mutlak anlamda yeryüzüne, ve tarz ve uslûba da vâdi denilmektedir.
122. Ve maamafih bütün mü’minlerin birden toplanıp sefere çıkmaları doğru değildir. Onların herbir fırkasından bir grup din de geniş bilgi elde etmeye çalışmalı ve kavimlerine dönünce de onları ikaz etmelidirler. Umulur ki, onlar sakınırlar.
122. İslâmyet’te cihad ve İlim tahsili, birer mühim vazifedir. (Maamafih bütün mü’minlerin birden toplanıp) cihad için veya İlim tahsili için (sefere çıkmaları doğru değildir) bu doğru ve yerinde bir hareket olamaz. Nasıl ki, hepsinin de oturarak lâzım gelen cihada ve İlim tahsiline gitmemeleri de câiz değilse bu da öğledir. Özellikle (onların) İslâm cemiyetlerinin (her bir fırkasından) her taifesiden (bir grup dinde geniş bilgi sahibi olmaya çalışmalıdır. Bu uğurda İlim merkezlerine girerek yeteri derecede lüzulu ilimleri tahsile gayret etmelidir. (Ve) Bu zatlar, tahsillerini tamamlayarak (kavimlerine dönünce de onları ikaz etmelidirler) kendi dindaşlarına dinî hükmleri bildirerek onlara muhalefetin nekadar sorumluluk gerektireceğini söylemelidirler, böyle bir muhalefetin ne gibi azaplarasebebiyet vereceğini bildirerek o dindaşlarını korkutmalıdırlar, onların haklarında böyle iyilik sever olmalıdırlar. (Umulur ki, onlar) O cemaat böyle elde edecekleri dinî bilgiler sayesinde dînen yasak, ahlâken kötü olan şeylerden (sakınırlar) kendilerini mes’ûliyetten kurtarırlar, temiz, takdire lâyık bir sosyal kurul örneği olurlar. Bu âyeti celîle gösteriyor ki: Bir İslâm toplumu için gerekli olan başlıca iki vazife vardır. Biri cihad, diğeri de İlim tahsili, İslâm varlığını korumak için bunlara kesin ihtiyaç vardır. Bir düşmana karşı müslümanlardan bir kısmının savaşa katılması, bir farzı kifayedir. Artık diğer kısımlarının da bu savaşa katılmaları mutlaka lâzım gelmez. Zaten katılmaları da menfaata uygun olmaz. Fakat düşmana karşı koyulabilmesi için bütün müslümanların harbe katılmasına lüzum görüldüğü takdirde harbe katılabilecek güce sahip olan her müslümanın buna iştirâk etmesi icabeder ki, o zaman cihad, umuma yönelik bir farz olmuş olur. Hepsinin de savaşa katılması lâzım gelir. Buna “Nefirlam” denir. Fakat böyle bir harekete çok kere lüzum görülmez, bu halde yurdun diğer ihtiyaçları başıboş bir halde kalmış olur ki, bu uygun değildir. İlim tahsiline gelince: Bir İslâm ülkesinin muhtaç olduğu şeylerin başında dinî bilgiler gelir, İslâm dinine göre her müslümanın dinî vazifelerini yerine getirebilecek derecede bilgi sahibi olması bir farzdır. Nitekim bir hadisi şerifte:
Her erkek ve kadın müslüman için İlim talebinde bulunmak bir farzdır. Her müslüman, namazına, orucuna, aile hayatına vesaireye ait dinî vazifelerini öğrenmelidir. Fakat dinî bilgiler pek fazladır, her müslüman bunlarıayrıntılı olarak tahsil edip bilemez. Bunları bilmek bir ihtisas meselesidir. Binaenaleyh bunları İslâm cemiyetleri arasından birer grubun güzelce tahsil etmesi lâzımdır. Bu da bir farzı kifayedir. Hepsi de bunu terkederse Allah katında mes’ul olurlar. Artık böyle bir ihtisas sahibi olan zatlar, öyle maddî, geçici bir mevki, bir nimet sahibi olmak için değil, sırf Allah rızası için dindaşlarını irşada çalışmalıdırlar, onlara lâzım gelen bilgiyi vermelidirler, dinî hükmlere muhalefet edenleri ilâhî azab ile korkutmalıdırlar, onları uyandırmaya gayret etmelidirler. Bu onların bir vazifesidir. Bu zatların böyle verdikleri öğütlere riâyet etmek de cemiyetin üzerine düşen bir vazifedir. Öyle iyilik sever öğütleri, uyanları takdir ödememek ise, bir nankörlük, bir kadir bilmezlik alâmetidir. Velhâsıl: Bir gurubun dinî ilimleri tahsil ederek geniş bilgi sahibi olması, büyük bir vazifedir.
Nitekim bir hadisi şerifte:
Cenâb-ı Hak, bir kulunun hayra kavuşmasını dilerse onu dinde malûmat sahibi eder ve ona doğru yola gitmeyi ilham buyurur.
§ Fıkıh, lûgatte bilmek, anlamak, herşeyin mahiyetine vâkıf olmak suretiyle güzelce anlamaktır. Istılahta: Fıkıh, bir kimsenin amel yönüyle lehine ve aleyhine olan şer’i hükmleri ayrıntılı delilleriyle beraber bir meleke halinde bilmesi demektir. İmamı Âzam Hazretleri de fıkıhı şöyle tarif etmiştir: Fıkıh, insanın lehine ve aleyhine olan şeyleri bilmesidir. “Bu tarife göre fıkıh ilmi, hem ibadetleri, pratiğe ait hususları ve hem de inanç ve ahlâka ait meseleleri içine almaktadır. İşte bu meseleleri bilmek, bir fekahattir. Böyle bir bilgi sahibi olmayaçalışmak da “tefekkuh” demektir. Bu mes’eleler! bilen bir zâta da “fakıh” denir ki çoğulu: fukahâdır.
123. Ey imân edenler! Kâfirlerden yakınınızda bulunanlar ile savaşın ve onlar sizde bir şiddet bulsunlar ve biliniz ki. Allah Teâlâ sakınanlarla beraberdir.
123. Bu mübarek âyetler, cihad hususunda müslümanların hareket prensiplerini tâyin ve düşmanlara karşı bir kuvvet ve güç gösterilmesi lüzumuna tenbih buyuruyor. Dinsizlerin başkalarını da dinden mahrum bırakmak için inen sûreler ile alay ettiklerini bildiriyor. Fakat bu sürelerin inişinin mü’minlerin imânını, o dinsizlerin de küfrlerini arttırmaya sebep olduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ey imân edenler!.) Ey müslümanlar!. Ey seçkin sahabiler!, (kâfirlerden civarmızda) Yurdunuzun çevresinde, en yakın yerlerinde (bulunanlar ile savaşın) evvelâ onlara karşı savaşa atılınız. Bunlardan maksat, ya Medine’i Münevvere havalisinde bulunan Beni Kureyze, Beni Nadir Yahudi’leridir, Veya Hayber ahalisür. Veya Bağdat vesaireye göre Medine’i Münevvereye yakın bulunan Şam’daki Rumlardır. Bu ülkelerdeki fırsat bekleyen düşmanlar dururken onları bırakıp uzaktaki düşmanlar ile savaşta bulunmak idare ve siyaset bakımından uygun değildir. Bunun içindir ki, müslümanlar, evvelâ kendi ülkelerine yakın bulunan düşmanları ile savaşmakla emrolunmuşlardır. Bir kere bütün düşmanlara karşı birden hareket etmek zordur, en yakın düşmanlar ile harbe başlamak ise kolaydır, âlet ve edavat vesaire itibariyle de daha az zahmetlidir. Ve ihtiyata da daha uygundur. Bununla beraber bunda bir dinî lûtuf da vardır. Müslümaların cihaddan asıl maksadlara insanlığı dine, saadete kavuşturmaktır. Bu halde müslümanlar, kendilerine daha yakın komşu durumunda bulunan kimselerin dîne, saadetekavuşmaları İçin çalışmayı, başkaları için çalışmaya tercih etmiş olacaklardır ki, bu da komşuluk adına bir iyilikten, hayrı tavsiye etmekten başka birşey değildir, (ve) Ey Müslümanlar!. (Onlar) O düşmanlarınız (sizde bir şiddet) bir kuvvet, bir sabır ve dayanıklılık (bulsunlar) bu hal onların fikir değiştirmelerine sebep olur, İslâmiyet’e karşı koyamayacaklarını anlayarak dostluğa eğilim gösterirler, belki de İslâmiyeti kabul ederek selâmet-eererler. (Ve biliniz ki. Allah- Teâlâ sakınanlar ile beraberdir) yani: Herhangi bir cemaat Allah’tan korkar, ilâhî dine sarılır, onun hükmlerine uyarsa Cenâb-ı Hak’kın yardımına zafer ve lûtfuna kavuşur. Binaenaleyh ey müslümanlar!. Siz de o yolda hareket edeceğinizden dolayı Allah’ın lûtfuna mazhar olacaksınızdır. Ne büyük bir müjde. Nitekim bu hakikat tecelli etmiş, İslâm orduları az bir zaman zarfında doğu ve batıda nice bölgelere hâkim olmuşlardır.
124. Ve ne zaman bir sûre indirilmiş olunca onlardan kimi der ki: Bu hanginizin imânını arttırdı? Fakat o kimseler ki, imân etmişlerdir, artık onlara imânı arttırmıştır ve onlar sevinirler.
124. (Ve ne zaman) Rasûlü Ekrem’e Allah tarafından (bir sûre indirilmiş olsa) Kur’an’ı Kerim’in bir kısım âyetleri nâzil olsa (onlardan) o münafıklardan (kimi) kardeşlerine veya mü’minlere (der ki: Bu) sûrenin inişi (hanginizin imânını arttırdı?.) tasdikini fazlalaştırdı, kanaatine bir fazlalık verdi. Bu münafıklar, böyle düşünsünler!. (Fakat o kimseler ki, imân etmişlerdir) İslâmiyetin yüceliğini anlayıp onu kabul eylemişlerdir, (artık) O sürelerin böyle azar azar inişi (onlara imânı arttırmıştır) onların kalplerinde kesin bir ilmin ortaya çıkmasına vesile olmuştur. Onların bir kısım hakikatleri öğrenmelerini temin etmiştir, (ve onlar) O sürelerin böyle inişi ile (sevinirler) bunlardaki dinî ve dünyevîmenfaatleri anlar, bilgileri artar, sevinç içinde kalırlar.
125. Fakat kalplerinde bir hastalık olanlara gelince o sûrenin nüzûlü onların küfrlerine küfr katıp arttırmıştır ve onlar kâfirler oldukları halde ölüp gitmişlerdir.
125. (Fakat kalplerinde bir hastalık olanlara) Kendisinde şüphe ve münafıklık gibi, kötü inanç gibi mânevî bir hastalık bulunanlara (gelince) o sûrenin inişi (onların küfrlerine küfr katıp arttırmıştır.) yani: Onlar mânevî bir pislik olan öyle kötü kanaatler!, alaycı hareketleri yüzünden daha kâfirce bir vaziyete düşmüşlerdir. (Ve onlar, kâfir oldukları halde) Cenab’ı Hak’kın indirdiği âyetleri inkâr ederek (ölüp gitmişlerdir.) yani: Onların artık imâna ulaşmayı? küfr ve nifak üzere ölüp gidecekleri kesinleşmiştir. Bu onların öyle kötü hareketlerinin bir neticesidir.
§ Rics, Necaset, kötü koku, çirkin iş, maddî ve mânevî pislik, azap ve ıstırap mânâsında kullanılmaktadır. Küfre de mânevî bir pislikten ibaret olduğu için “rics” denimiştir. Maddî bir pislik su ile temizlenebilir, mânevî bir pislik ise temizlenemez. Binaenaleyh mânevî bir pislik olan küfr, maddî bir pislikten daha kötüdür, daha ziyade kaçınılması lâzımdır. Çünki mânevî bir pislik sahibini ebedî selâmetten mahrum bırakır.
126. Ya görmüyorlar mı ki, onlar her yıl mutlaka bir defa veya iki defa bir fitneye, bir belâya tutuluyorlar da sonra tövbe etmiyorlar. Ve onlar düşünüp ibret de almıyorlar.
126. Bu mübarek âyetler, bir takım dinsizlerin vakit vakit uğradıkları musibetlerden ders almadıklarını bildiriyor. Onların ilâhî dine ait hükümlere karşı alaycı bir vaziyet almak alçaklığında bulunduklarını haber veriyor, İnsanlık hakkında pek iyilik sever olan Yüce Peygamber’in üstün özelliklerini beyan buyuruyor. O Yüce Peygamberin inklıarcılarakarşı ne şekilde hareket edeceğini, Cenâb-ı Hak’ka dayanarak kulluk lisanını Allah’ın zikri ile nasıl süsleyeceğini gösteriyor ve O Yüce Resûl’u teselli ediyor. Şöyle ki: (Ya) O münafıklar, o inkarcılar (görmüyorlar mı) hiç bakıp da düşünmüyorlar mı (ki, onlar her yıl mutlaka bir veya iki defa) yani çeşitli defalar (bir fitneye, bir belâya tutuluyorlar) hastalıklara, yoksulluklara uğruyorlar, savaşlarda bulunmaya mecbur kalıyorlar, çeşit çeşit sıkıntılara mâruz kalıyorlar (da sonra) yine münaf ırklarından, sözlerini bozmuş olduklarından dolayı (tövbe etmiyorlar) kusurlarını bilip Cenâb-ı Hak’kın af ve lûtfuna sığınınıyorlar. (Ve onlara düşünüp ibretde almıyorlar) Başlarına gelen belaların neden ileri geldiğini anlamıyorlar, kendilerine verilen o öğütlerin ne kadar uyulmaya lâyık bulunduğunu düşünmüyorlar, münafıklarını terke, hareketlerini düzeltmeye çalışmıyorlar. Yüce Peygamber’in ilâhî desteğe kavuştuğunu ve ona hizmetin faidelerini hiç düşünmüyorlar.
127. Ve her ne zaman bir sûre indirilse bazıları bazılarına bakıverirler, sizi bir kimse görüyor mu diye endişede bulunurlar. Sonra da savuşup giderler. Allah Teâlâ onların kalplerini çevirmiştir. Çünki onlar öyle bir kavimdirler ki, güzelce anlayamazlar.
127. (Ve her ne zaman) Münafıkların kötü hareketlerini bildiren (bir sûre indirilse) Rasûlü Ekrem’e vahiy yoluyla bildirilse o münafıkların (bazıları bazılarına bakıverirler.) gözleriyle alaycı bir şekilde birbirine bakarak o sûrenin beyanlarını kalben inkâra cür’et gösterirler. Yahut o sûreyi celîleye karşı bir hiddete, bir kızgınlığa tutulurlar, (sizi bir kimse görüyor mu? Diye endişede bulunurlar) yani: Bu sürelerin açıklamalarını duymamak için meclisi terkedecek olsanız, sizi mü’minlerden bir kimse görecek midir?. Eğer görmeyecek ise hemen meclisi terkediniz, aleyhinizdeki sözleri dinlemeyiniz ve eğer görecekler ise bir yerdeoturup kalınız, münafıklığınızı onlara sezdirmeyiniz. (sonra da savuşup giderler) O aleyhlerindeki âyetlerin okunduğu meclisi terkederek münafıklıklarında sebat edip dururlar. (Allah Teâlâ onların kalplerini çevirmiştir.) Onlar öyle hakkı kabulden kaçınarak peygamber meclisinden ayrılmak istedikleri için Cenab’ı Hak da onların kalplerini imândan, hidayet nurundan mahrum bırakmıştır. Veyahut mahrum bıraksın. (Çünki onlar) O münafıklar (öyle bir kavimdirler ki, güzelce anlayamazlar) onlar kötü düşünceleri, hakkı düşünmekten mahrum olmaları sebebiledir ki, öyle imândan, hidayetten mahrum kalmışlardır. Bu mahrumiyet, onların o münafıkca ve inkârcı şekildeki hareketlerinin bir cezasıdır.
128. And olsun, size kendi cinsinizden bir Peygamber geldi ki, sizin sıkıntıya uğramanız onun üzerine pek güç gelir, üzerinize çok düşkündür. Mü’minler hakkında pek şefkatli ve pek merhametlidir.
128. (And olsun) Ey Arap kavmi veya ey diğer insanlar!. (Size kendi cinsinizden) Meleklerden değil, sizin gibi insan olan ve pek seçkin, pek büyük bir şeref ve fazîlete sahip bulunan (bir Peygamber geldi ki) o Hz. Muhammed Aleyhisselât-ü Vesselâm’dır. Hz. İbrahim’in, neslinden en seçkin bir kabile arasından muhterem bir aileye mensuptur. Onun hayatındaki temizlik, yücelik herkesçe bilinmektedir. Ve o Yüce Resûl, en yüksek ahlâk ile vasıflanmıştır, özellikle o öyle merhametli bir Peygamberdir (ki, sizin sıkıntıya uğramanız) fena şeyleri yaparak sapıklık içinde kalmanız, hidayetten mahrum bulunmanız (onun üzerine pek güç gelir) sizin o kötü hallerinizden dolayı şiddetli bir üzüntü duyar, hâlinize acır, o kadar şefkatli bir durumda bulunur. Evet… O mübarek Peygamber (üzerinize çok düşkündür.) hidayete ermenizi pek fazla ister sizlerin iyihal sahibi olmanızı pek çok arzu eder. Evet… İnsanlık hakkında sırf rahmet olan o Yüce Peygamber (müminler hakkında) rahmet ve merhamet itibariyle (pek şefkatlidir (ve) günahkâr olan mü’minler hakkında da, (pek merhametlidir) onların tövbe ederek Allah’ın affına uğramalarını çok arzu buyurur. Evet… Yüce Peygamberimiz, en yüksek ahlâkî olgunluklara sahiptir. Bütün insanlık hakkında iyilik severdir ki, ister ki, hepsi de İman şerefine kavuşarak selâmet ve saadete ersinler. Cenâb-ı Hak da o muhterem Resûlünü, kendi yüce varlığına ait olan “reûf ve rahîm” isimleriyle vasıflandırmıştır. Başka hiçbir yüce Peygamber böyle iki ilâhî isimle vasıflanmamıştır. Bu da mübârek Peygamberimize ait bir ayrıcalıktır. Ve Cenab’ı Hak, o seçkin Peygamberimize şu mânâ da hitâbederek onu teselli etmektedir.
129. Eğer yüz çevirirlerse artık de ki: Allah Teâlâ bana kâfidir. Ondan başka mabut yoktur. Ben ancak ona dayandım ve o pek büyük olan arşın sahibidir.
129. Yüce Resûlüm!. Sen Peygamberlik vazifeni yerine getirmiş bulunuyorsun (Eğer) kendilerine İslâm dininin hükümlerini tebliğ etmiş olduğunu bir takım kimseler onları kabul etmeyip de (yüz çevirirlerse) imândan kaçınırlarsa (artık) sen üzülme, üzerine düşen vazifeyi tam bir lûtf ve merhametle yerine getirmiş bulunuyorsun, o inkârcılara de ki: Allah Teâlâ bana kâfidir) size bir ihtiyacım yoktur. Bana O Kerem Sahibi Yaratıcı, yardım eder, beni muvaffakiyetlere kavuşturur. (ondan başka mâbud yoktur) Ondan başka ibadet ve itaate lâyık, onun hükümlerini redde kaadir, onun iradesine, kudretine muhalif hareketlere güç yetirebilen bir kimse bulunamaz. (Ben ancak ona) O azamet ve kudret sahibi olan, ortak ve benzerden uzak bulunan Kâinatın Yaratıcısına (tevekkül ettim) bütün vazifelerimde başarımı ondan bekledim.Bütün başarıları ondan beklerim, ondan başka hiçbir kimseden korkmam. (Ve o) Yüce Yaratıcı (pek büyük olan arşın sahibidir) bütün kâinatın hakîmidir. Artık bütün insanlık, bütün akıl ve irfan sahipleri O Kerem Sahibi Ezelî Mâbuda imân etmeli değil midir?. Ona sığınarak, dayanarak bütün muvaffakiyeti onun yüce zatından niyazda bulunmalı değil midir?. Ya âlemlerin ilâhı. Biz âciz kullarını senin hidayet yolundan mahrum bırakma. Hz. Muhammed hürmetine âmin!.
§ Übeyy İbni Kaab Radiallahü Teâlâ anhdan rivayet olunduğuna göre Kur’an-ı Mübinin en son nâzil olan âyetleri bu sûre’i celîlenin işbu (128 ve 129) uncu son iki âyetinden ibarettir. Gerçeği Allah bilir.
.
.
YUNUS SURESİ
Bismillâhirrahmânirrahîm
Bu sûre’i celîle, Kur’an’ı Kerim’in onuncu sûresidir, sahih görülen kavle göre bütün âyetleri Mekke’i Mükerreme’de nâzil olmuştur. (109) âyeti celîleden meydana gelmektedir. Bir rivâyete göre de (40 41) âyeti kerimesi ve diğer bir rivâyete göre de 94, 95 ve 96)’ıncı âyetleri Medine’i Münevvere’de inmiştir. Bu mübârek sûre de, birçok mühim meseleleri aydınlatmaktadır. Hz. Nuh’a, Hz. Musa’ya dâir de bilgi vermektedir. Fakat bu sûre’i celîlenin birçok âyetleri Allah’ın “ahmetinin azâbından daha fazla tecelli ettiğini bildirmektedir. Hz. Yûnus aleyhisselâm’ın kavmi hakkında da bu ilâhî rahmetin tecelli etmiş olduğunu bu sûre’i celîlede zikredildiğinden bu münasebetle buna “Yûnus Sûresi” adı verilmiştir. Nitekim Uz. Yûnus’a dair ileride verilecek bilgiler, bu hususu aydınlatacaktır.
1. Elif, Lâm, Ra. İşte onlar, hikmetli olan kitabın ayetleridir.
1. Bu mübârek âyetler, ilâhî âyetlerin yüceliğini bildirmektedir. İnsanları müjdelemek ve Allah’ın azâbından korkutmak için Yüce bir Peygamberin ilâhî vahye mazhar olmasının şaşılacak bir şey olmadığını ihtar ve kâfirlerin bâtıl iddialarını gözler önüne sermektedir. Şöyle ki: (Elif, lâm, ra) Müteşabihatdan olan bir mübârek kelimedir. Bunun mânâsını Allah’ın ilmine havâle ederiz. Buna dâir “Bakara sûresr’inde bilgi verilmiştir. Maamafih İbni Abbas Hazretlerinden rivâyet edildiğine göre bunun mânâsı: “Ben Allah Teâlâ’yım, görürüm” demektir. Veya “Rab olan benim, benden başka Rab yoktur” meâlindedir. (İşte onlar) Bu sûredeki veya bundan evvelki sûrelerdekimuazzam âyetler (hikmetli olan kitabın ayetleridir.) Yani: Onlar, bütün hikmet dolu Kur’an’ın ayetleridir. Veya onlar dinî meselelere, Hz. Peygamber’in risaletindeki doğruluğuna hükmeden ve mânevî yönden hikmetli olan ilâhî kitabın ayetleridir. Veya onlar, nice hikmetleri, hakikatları içeren lâvh-ı mahfuzda sâbit olan ayetleridir. Artık bu mübârek kutsî, âyetleri kim inkâr edebilir?.
2. İnsanları uyar ve imân edenleri müjdele ki, şüphesiz onlar için rabbleri katında yüksek bir doğruluk makamı vardır, diye onlardan bir erkeğe vahyetmiş olmamız insanlar için şaşılacak bir şey mi oldu ki, kâfirler, bu şüphe yok ki bir apaçık sihirbazdır, dediler.
2. Vaktiyle Mekke ahalisi, Peygamber Efendimizin Peygamberliğini inkâr etmişler, Cenâb-ı Hak, başka birisini bulamadı mı ki. Ebû Tâlib’in yetimini insanlara Peygamber gönderdi, diye cahilce lâkırdılarda bulunmuşlardı. İşte onları red için buyruluyor ki: (İnsanları uyar) Onlara dünyevî ve uhrevî felâketleri bildirerek kendilerini uyanmaya davet et (ve imân edenleri) de maddî ve mânevî nice mükâfatlara kavuşacaklarını kendilerine bilirerek (müjdele ki: Şüphesiz onlar için) o imân sahiplerine mahsus (rableri katında) âhiret âleminde, Cenâb-ı Hak’kın mânevî katında (bir kademe sıdk vardır.) yani: Onlar için güzel amellerinden dolayı bir hayırlı son vardır veya yok olmayacak bir yüce makam vardır veyahut onların haklarında Rasûlullah’ın şefaat edeceği bildirilmiştir (diye onlardan) o Mekke ehlinden (bir erkeğe) onların seçkin bir grubundan olan Kureyş kabilesine mensup Hz. Muhammed’e (vahyetmiş olmamız) onu Peygamberlik şerefine kavuşturmamız (insanlar için şaşılacak birşey mi oldu ki) o hayrete düşen kâfirler, o mübârek Peygamberin risaletini uzak görerek inkâra cür’et ettiler. O (kâfirler) Hz. Muhammed Aleyhisselâm hakkında (bu) Peygamberlikiddiasında bulunan (apaçık bir sihirbazdır dediler!.) onun gösterdiği mucizeleri, Kur’an âyetlerini birer sihir sandılar, onda tecelli eden mükemmellikler! görmekten mahrum kaldılar. Halbuki: Kur’an’ı Kerim’in bir sihir eseri değil, bir mucize kitap olduğu parlayıp durmaktadır. O sihir değil, ilâhî bir vahyin neticesidir. Onun bütün beyanları, hikmete, fazîlete, insanlık âdâbına, sosyal ve siyasî hükümlere ve diğer hususlara aittir. Artık ona nasıl bir sihir denilebilir?. Onu tebliğ etmekle emrolunan zâta da nasıl sihirbaz vasfı verilebilir?
3. Muhakkak ki. Rabbiniz o Allah Teâlâ’dır ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı. Sonra arş üzerine istiva buyurdu. Her işi idare ediyor. Hiçbir şefaat edici yoktur, ancak onun izninden sonra. İşte sizin Rabbiniz O’dur. Artık ona ibâdet ediniz, siz hiç düşünmez misiniz?
3. Bu mübârek âyetler, Kâinatın Yaratıcısının varlık alanına getirdiği eşsiz yaratılıştaki eserlerini insanlığın dikkatlerine sunuyor, bütün mahlûkatı hakkında yalnız onun emir ve takdirinin cereyan etmekte olduğunu bildiriyor, ve ebediyet âleminde mü’minlerin mükâfata kavuşacaklarını kâfirlerin de elem verici azaplara uğrayacaklarını haber veriyor. Allah’ın kudretiyle ne hârikaların meydana geleceğine işaret ederek ilâhî vahiyden dolayı hayrete düşmeye mahal bulunmadığını şöylece gösteriyor: (Muhakkak ki. Rabbiniz) Sizi yaratan, yaşatan, terbiye eden (o Allah Teâlâ’dır ki,) Yüce kudretiyle (gökleri ve yeri altı günde yarattı) yani: Dünya günlerinin altısına eşit bir zaman içinde meydana getirdi. Aslında Cenâb-ı Hak, dileseydi bunları bir anda da yaratabilirdi. Fakat bir takım hikmetlerden dolayı ve kısacası halka sağlam yapmayı ve yavaş davranmayı öğretmek için böyle altı günlük bir müddet içinde yaratmıştır ki, bunların herbiri o Yüce Yaratıcının varlığına, kudret ve yüceliğine birer delil makamındabulunmaktadır. (Sonra arş üzerine istiva buyurdu) Bütün bunların üstünde irâdesi ve kudreti hüküm sürüp durdu. O Hikmet Sahibi Yaratıcı (her işi) her dilediği şeyi (idare ediyor) bunların hakkında hikmetinin gereğine göre kudreti ve irâdesi hükümran oluyor. Göklerin ve yerin durumunu düzenliyor, bunlardan dilediğini meydana getiriyor, dilediğini de mahvediyor. Bütün kâinatın işlerinin idâresi o Yüce yaratıcıya ait bulunuyor, (hiçbir şefaat edici yoktur) Hiçbir kimse, başkası hakkında şefaate, onu kurtarmaya bizzat selâhiyetli değildir, (ancak onun) O Kâinatın Yaratıcısının (izninden) müsaadesinden (sonra) şefaat edebilir. Çünki bütün mahlûkat üzerinde müstakil olarak hâkimiyet, o Kâinatın Yaratıcısına aittir. Onun müsaadesi olmadıkça hiçbir kimse bir şeye kaadir ve selâhiyetli olamaz. Artık bir takım müşriklerin, putlarından şefaat urumaları nasıl doğru olabilir?. Bu âyeti celîle, o müşriklere karşı bir reddiye mahiyetindedir. Ancak Cenâb-ı Hak’kın salih kulları, Hak Teâlâ’nın müsaadesi şartiyle bazı günahkârlar hakkında şefâatte bulunabileceklerdir. Bu âyeti kerîme, buna da işaret buyurmaktadır. Çünki böyle bir şefâatin Allah’ın izni ile mümkün olacağını göstermektedir. (İşte sizin Rabbiniz o’dur) O ilahlık ve rablık sıfatiyle vasıflanmış, bütün Kâinatın Yaratıcısı bulunan o Yüce Mabuddur, (artık) Ey insanlar!. Hepiniz (ona) o Yüce yaratıcıya (ibâdet ediniz) onu birleyin ve tesbih edin, ona hiçbir kimseyi ortak koşmayın. (Siz hiç düşünmez misiniz?.) Ey gafil insanlar!. Gözlerinizin önündeki bu kadar yaratılış eserleri, Cenâb-ı Hak’kın varlığına, birliğine, kudret ve yüceliğine işaret edip dururken siz bu hususta hiç tefekküre dalmaz mısınız? Ondan başka Rablığa, mâbudluğa lâyık bir kimsenin bulunamayacağını anlayamaz mısınız ki, öyle bir takım putlara, insanlara tapınıp durmayasınız?. O Kerem Sahibi Yaratıcının Peygamberlerini, kitaplarını,ilâhî vahyini inkâra cür’et gösterip tasdik edesiniz.
§ Bu âyeti celîledeki istivadan maksat, lûgat anlamı itibariyle olan bir istiva, bir istikrar yani, birşey üzerinde yerleşmek, bir seviyede bulunmak demek değildir. Çünki Cenâb-ı Hak böyle bir istivadan uzaktır. Bütün mevcudat daha yaratılmamış iken O Yüce Yaratıcı yine var idi. Onun mekâna ihtiyaçtan uzak olduğu binlerce delil ile sabittir. O halde bu istivadan maksat, Hak Teâlâ’nın bütün kâinata sahip, onların üstünde hükmedici olması ve hepsi hakkında ilâhî kudretinin cereyan etmesi demektir.
§ Arş: Lûgatte, çardak, kubbe, taht gibi mânâları ifade eder. Şeriat dininde Arş: Göklerin üstündeki bir yüce âlemden ibarettir. Müfessirlerin çoğunluğuna göre bu âyeti kerimedeki arştan maksat, bütün göklerin üstünde bulunan büyük ve yüce bir âlemden ibarettir. Cenâb-ı Hak’kın arş üzerine istivasından, maksat ise, böyle muazzam bir âlem üzerinde de ilâhî hükmün cereyan ettiğini beyandan, ilâhî hakimiyetin yüceliğini tasvirden ibarettir. Artık bunun aşağısındaki âlemlerde de o ilâhî hükmün geçerli olacağı pek edebî bir şekilde anlatılmış bulunmaktadır. Veyahut bu arştan maksat, mutlaka ilâhî mülktür ki, bütün bu kâinat, Cenâb-ı Hak’kın kudret ve hâkimiyeti altında bulunduğu için bunların üzerine istivadan maksat, bütün bunların üzerinde ilâhî hakimiyetin cereyan ettiğini beyandan ibarettir. Yoksa Allah Teâlâ Hazretleri ezelî ve ebedî olduğundan sonradan olan herhangi bir makam üzerinde bulunmak ihtiyacından uzaktır. Buna inancımız tamdır.
4. Dönüşünüz cümleten O’nadır. Bu, Allah Teâlâ’nın kesin olan vadidir. Şüphe yok ki, O mahlûkatı önce meydana getirir, sonra da geriye çevirir ki, imân etmiş ve salih amellerde bulunmuş olanları adâletle mükâfatakavuştursun. Kâfir olanlar için de küfretmekle oldukları şeyler sebebiyle kızgın sudan bir içki ve pek acıklı bir azap vardır.
4. Ey insanlar!. Bir kere düşününüz; şüphe yok ki: (Dönüşünüz cümleten o’nadır) Hepiniz öleceksiniz, hepiniz mahşere sevkedileceksiniz, Cenâb-ı Hak’kın muhakemesine tâbi olacaksınızdır. (Bu) O Yüce Mâbud böyle dönüşünüz (Allah Teâlâ’nın kesin olan vâdîdir) bu bir hakikattır, bunda bir yalan düşünülmüş değildir, (şüphe yokki, o) Yüce Yaratıcı (halkı önce meydana getirir) hayata kavuşturur (sonra da geri çevirir) öldürür, tekrar hayata erdirir (ki) dünyada iken Allah’a (imân etmiş ve salih amellerde bulunmuş olanları) bu dindarca hareketlerinden dolayı (adâletle) onları lâik oldukları sevaplarından birşey noksan etmeksizin (mükâfata nâil buyursun) kendilerini ebedî selâmete, saadete erdirsin (kâfir olanlar için de) dünyada iken Yüce Yaratıcıyı birlemek ve tasdik etmekten mahrum olarak (küfretmekte oldukları şeyler sebebiyle) âhirette (kızgın sudan) son derece hararetli, yakıcı (bir içki ve pek acıklı) fevkalâde tesirli (bir azap vardır) onlar herhalde bu azâba uğrayıp duracaklardır. Artık inkarcılar, o ilâhî vahyi garip bulup tasdik etmeyenler, bu pek korkunç akıbetlerini düşünmeli değil midirler?.
5. O, O Yüce Yaratıcıdır ki: Güneş’i bir ışık, Ay’ı da bir nur kıldı. Ve ona menziller tâyin etti ki, senelerin sayısını ve hesabı bilesiniz. Allah Teâlâ bunları ancak hak ile yarattı. Bilen bir kavim için âyetleri ayrıntılı olarak beyan buyuruyor.
5. Bu mübârek âyetler de âlemin yaratıcısının kudret ve azametine pek parlak bir surette işaret eden bir kısım eserlerine dikkatleri çekmektedir. Kâinatın Yaratıcısının yaratmış olduğu bu eşsiz eserlerdeki hikmet ve menfaata işâret ederek insanlığı şöylece uyanmaya davet buyurmaktadır. Ey insanlar!,(o) ezelî ve kerem sahibi mabudunuz (o) Yüce Yaratıcı (dır ki) hergün ufukları aydınlatan (Güneşi bir ışık) bizzat parlak bir mahiyette yarattı. (Ay’ı da bir nur) güneşin ışığıyla yüzü nurlar içinde kalan bir parlak küre (kıldı) onunla geceleri aydınlattı. (Ve ona) O ay’a veya güneş ile aydan herbirine (menziller tâyin etti) heyet ilminde beyan olunduğu üzere güneşin çeşitli doğuş yerleri vardır. Vakit vakit doğarak yerküresinin muhtelif kısımlarını ışıklar içinde bırakır. Bir muhitte batarak diğer bir muhitte doğmaya başlar, böylece geceleri ve gündüzleri meydana getirir. Güneşin hareketiyle dört mevsim de meydana gelir. Ayın da gökte çeşitli menziller! konak yerleri vardır. Çeşitli yerlerden doğmaya başlar. Güneşle karşı karşı geldiği oranda ışık peyda eder. Yeryüzünde olanlara çeşitli şekilde yüzünü gösterir, kâh hoş bir hilâl şeklini alır, kâh tamamen yüzü ışıklar içinde kalır. Bu sayede insanlar ayların, haftaların, günlerin vakitlerini, müddetlerini bilerek muamelelerini, hareketlerini tâyin ve tanzime muvaffak olurlar. Ayın görünen tarafı dâima muhtelif vaziyetlerde bulunduğundan bununla muhtelif vakitleri tâyin etmek şehir halkı için de, çöl halkı için de kolay bulunmaktadır. Ayın görünen kısmındaki değişiklik, vakitlerin miktarını bilmek için sonuç çıkarma vasıtasıdır. Bunun içindir ki, İslâm dininde ay yılı kabul edilmiştir. Omç gibi ibadetlerde, bayram gibi dinî günlerde hilalin görülmesine itibar edilir. Senelerin müddeti de şer’an oniki kamerî aydan ibarettir. Niteldm bir âyeti kerime de
Allah’ın katında ayların sayısı on ikidir… (Tevbe, 9/36)buyurulmuştur.
Kısacası: Cenâb-ı Hak güneş için ve özellikle ay için öyle çeşitli menziller, yaratmıştır. (ki senelerin sayısını ve hesabını bilesiniz) Evet… İnsanlar bu sayede ayların, günlerin vakitlerini, müddetlerini bilerek muamelelerini, hareketlerini tâyin ve tanzime muvaffak olurlar. (Allah Teâlâ bunları) Bu bildirilen gök cisimlerin! vesaireyi (hak ile yarattı) bunları boş yere yaratmadı, belki kullarının faideleri için yarattı. Kendi kudret ve azametini, birliğinin delillerini göstermek için meydana getirdi. İşte Cenâb-ı Hak (bilen bir kavim için) hak ve hakikatı düşünen, bu yaratılış alemindeki hikmet ve faydayı düşünebilen, zekâsını ilm ve irfan nurlariyle aydınlatmak isteyen bir insanlık cemiyetinin istifadesi için (âyetlerini) birliğine, azamet ve yüceliğine, şâhitlik eden açık delilleri, bu kâinattaki güzel eserleri (ayrıntılı olarak) açık, tafsilatlı, birbirini müteakip bir surette (beyan buyuruyor) artık insanların vazifesi de bu kutsî âyetleri, bu harikulâde eserleri nazarı İtibara alarak inançlarını amellerini güzelce tanzime çalışmaktan ibarettir.
6. Şüphe yok ki, gece ile gündüzün birbirini takib etmesinde ve Allah Teâlâ’nın göklerde ve yerlerde yaratmış olduğu şeylerde sakınan bir kavim için elbette âyetler vardır.
6. (Şüphe yok ki gece ile gündüzün) ihtîlâfında (birbirine takib etmesinde) gündüzlerin ve gecelerin devam etmeyip dâima değişip durmasında; müddetlerin azalıp çoğalmasında (ve Allah Teâlâ’nın göklerde ve yerde yaratmış olduğu şeylerde) kısacası gök kubbesini süsleyen binlerce ışıklı, aydınlık yüce cisimlerin varlığında, yeryüzündeki çeşitli denizlerin, ırmakların, dağların, sahrâların, madenlerin, bitkilerin, ağaçların, hayvanların varlıklarında (sakınanlar) Allah Teâlâ’dan korkan, kulluk vazifesini yerine getirmeye çalışan (bir kavim için elbette âyetler) Allah’ın kudretineişaretler, şahitlikler (vardır) takvâ sâhibi, hakikaten aydın olan zatlar elbette bunları görür, bunlardan yararlanırlar. Kalplerinde irfan nuru daha fazla parlamaya başlar durur.
7. O kimseler ki, bize kavuşacaklarını ümit etmezler ve dünya hayatına razı olmuşlar ve onunla mutmain olmuşlardır ve o kimseler ki onlar bizim âyetlerimizden gafillerdir.
7. Bu mübârek âyetler, âhireti inkâr edip dünya hayatına tutkun olan dinsizlerin nasıl felâketlere uğrayacaklarını bildirmektedir, İmân ve salih amel sahiplerinin de nasıl bir saadete ereceklerini, nasıl yüce bir tesbih ve tehlil ile kulluk lisanlarını süsleyeceklerini şöylece beyân buyurmaktadır: (O kimseler ki, bize kavuşacaklarını ümid etmezler) Ahiret âlemine sevkedilerek hesaba muhakemeye tâbi olacaklarına inanmazlar veyahut ilâhî azâbı düşünerek ondan korkmazlar (ve dünya hayatına razı olmuşlar) bu hayatın yok olmayacağına kanaat getirmiş gibi ona sarılmış durmuşlar, ebedî hayatı düşünmez bir hâle gelmişlerdir (ve onunla) dünya hayatı ile (mutmain bulunmuşlardır) bütün arzularına kavuşmuşlar gibi bir emniyet içinde gaflete dalmış durmuşlardır, (ve o kimseler ki, onlar bizim âyeücrimîzden gafillerdir) Cenâb-ı Hak’kın birliğine, mâbutluğuna, insanlığın O Yüce Yaratıcıya ibâdet ve itaatle mükellef olduğuna, dünya hayatının çabucak yok olup başka âlemlerin varlığına vesâireye ait olan ayrıntılı ilâhî âyetlerden, ihtarlardan gaflete dalmış, onları asla düşünmemişlerdir.
8. İşte onların varacakları yer, kendi kazanmış oldukları şey sebebiyle ateştir.
8. (İşte onların) O yukarıda dört türlü vasıfları bildirilen günahkâr, inkârcı, gafil kimselerin yarın âhirette (varacakları yer) onların bir daha ayrılamayacakları yurtları, karargâhları (kendi kazanmış oldukları şey) şirk ve isyanları (sebebiyle ateştir) cehennem azâbıdır. Artık dünyada iken ne kadar yanlış bir kanaatdebulunmuş olduklarını o zaman anlayacaklardır. Ne yazık ki artık yapacakları pişmanlık, kendilerine asla fâide vermeyecektir.
9. O kimseler ki, imân ettiler ve salih amellerde bulundular, muhakkak ki, onları imân etmiş olmaları sebebiyle Rableri hidayete erdirir, nimet dolu cennetlerde altlarından ırmaklar akar.
9. Fakat (O kimseler ki) o düşünen: Aydın zatlar ki, daha dünyada iken (imân ettiler) Allah Teâlâ’nın varlığını, birliğini, kudret ve azametini bilip tasdik eylediler, onun dinine kavuşup gafletten kaçındılar (ve salih amellerde bulundular) üzerlerine düşen namaz gibi oruç gibi kulluk vazifelerini yerine getirmeye çalıştılar, dünya varlığına kalplerini bağlayarak ebediyet âlemini hiç hatırlamayan dinsizler gibi bir bâtıl kanaatde bulunmaktan sakındılar. (Muhakkak ki, onları) da öyle doğru, Allah’ın rızasına uygun bir şekilde (imân etmiş olmaları sebebiyle Rableri hidayete erdirir) onları selâmet ve saadete kavuşturur, nice ebedî nimetlere kavuşturur. Özellikle (naim cennetlerinde) birer nimet, selâmet, hoş dirlik mahallerinde, gayet güzel bahçelerde, bostanlarda tahdlar üzerinde otururlar, önlerinden, alt taraflarından nehirlerin güzel güzel akıp gitmekte olduklarını görürler. Evet… Onların böyle (altlarından ırmaklar akar) gider, onlar da bu ırmakların öyle pek hoş, zevk veren akışlarını seyrederek bir büyük mânevî şevk ve zevk ile Cenâb-ı Hak’ka hamd ve şükr eder dururlar.
10. Orada duaları: Sübhanekâllahümme = Ya ilâhî! Seni tesbih ve tenzih ederiz’dir. Orada sağlık temennîleri de: “selâm = selâmette olunuz” dur. Dualarının sonu da: Elhamdülillâhî Rabbi lâlemîn = Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah Teâlâ’ya mahsustur.
10. Evet… Böyle cennetlere kavuşan mes’ud kulların (Orada) o cennet âleminde, o ebedî nimetlere kavuşmaları sırasında Kerem SahibiYaratıcıyı kutsamak için (duaları) kulluk arzında bulunmaları (Subhanekâllahümme) demeleridir. Yani: Ey Allah’ım!. Seni tespih ve tenzih ederiz, diye saygı göstermeye devam etmeleridir, lisanlarını böyle bir ilâhî zikr ile süslemeleri ve aydınlatmalarıdır. (Ve orada) O cennetler âleminde (sağlık temennileri de selâmdır) yani: Birbirine karşı ve melekler de onlara yönelerek selâmette olunuz, her türlü çirkin, hoş olmayan şeylerden selâmet içinde bulunarak ebedî bir saadet içinde yaşayınız, diye iltifatta bulunmaktır. Nitekim bir âyeti kerime de: Cennet ehlinin yanına meleklerin her bir kapıdan girerek “selâmün aleyküm” diye selâm vereceklerini beyan buyurmaktadır. Cennet ehlinin dualarının sonu da (Elhamdülilâhî Rabbilâlemin) demekten ibarettir. Yani: Cennetlere kavuşan zatlar, ulaştıktan sonsuz nimetlerden dolayı kerem ve merhamet sahibi olan Cenâb-ı Hak’ka karşı şükürlerini sunmaya çalışırlar, “hamd ve şükr âlemlerin Rabbi olan Allah Teâlâ Hazretlerine mahsustur” diyerek kulluk lisanlarını süslerler. Binaenaleyh her mü’min için lâzımdır ki, kavuştuğu bütün maddî ve mânevî nimetlerden dolayı daima Cenâb-ı Hak’ka hamd ve şükre çalışsın, onun kutsî emirlerine, yasaklarına uymayı bir kutsal kulluk vazifesi bilsin.
11. Eğer Allah Teâlâ, insanlara hayrı çarçabuk istedikleri gibi şerri de alelâcele verecek olsa idi elbette onların ecelleri bitirilmiş olurdu. Artık bize kavuşmalarını ummayanları kendi azgınlıkları içinde şaşkın bir halde bırakırız.
11. Bu mübârek âyetler, bir’an evvel faideli şeylere kavuşmalarını aceleyle isteyen bir takım insanlara eğer lâyık oldukları cezaları da Cenâb-ı Hak, onların istemesi üzerine aceleyle verecek olsa idi hepsinin de derhal ölüp gitmiş olacaklarını hatırlatmaktadır. Ve insanların başlarına bir belâ gelince hemen Cenâb-ı Hak’ka yalvardıklarını ve bundan kurtulunca da hiç yalvarmamış gibi nankörce bir vaziyetalmakta olduklarını ve böyle beyinsizce bir vaziyetin ise kendilerince güzel bir hareket imiş gibi görünmekte olduğunu kınama makamında beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Eğer Allah Teâlâ insanlara) Allah’a kavuşmayı ümid etmeyen cahil inkârcı kimselere (hayrı çarçabuk istedikleri gibi) hayır hakkındaki dualarının aceleyle kabulünü arzu eder oldukları gibi (şerri de alelâcele verecek olsa idi) yani: Onların şer ile, azap ile tehdit edildikleri zaman o şerrin azabın kendilerine hemen gelmesini bir alay yoluyla istemeleri üzerine Cenâb-ı Hak o şerri de derhal onların üzerine yöneltseydi (elbette onların ecellerini yitirivermiş) onları hemen helâk kılmış (olurdu.) Velâkin onlara bir müddet mühlet vermektedir, (artık bize kavuşmalarını urumayanları) Allah’a kavuşmayı ümit etmeyen, mahşer âlemine, uhrevî cezaya inanmayan fasıkları (kendi azgınlıkları içinde) öyle dikkafalılıkları, inatlan içinde (şaşkın) çapkın, şaşkın (bir halde bırakırız) artık o sapıklıktan asla kurtulmuş olamazlar.
§ Rivayete göre “Nadir İbnül Hırs” gibi bir takım müşrikler, Peygamberimizin risâletini inkâr etmişler ve “Allah’ım!. Eğer Muhammed’in -Aleyhisselâm- peygamberlik iddiasındaki sözü doğru ise üzerimize gökten hemen taş yağdır veya bize acıklı bir azap getir” demişlerdi. Bunun üzerine bu âyeti kerime nâzil olmuştur. Evet… Cenâb-ı Hak, onların üzerine o azâbı vermemiş, hikmet gereği sonraya bırakmış, bilahara lâyık oldukları felâketlere onları uğratmıştır.
12. Ve insana bir sıkıntı dokununca da yanı üzerine yatarken veya otururken veya ayakta iken bize dua eder. Fakat, ondan o sıkıntıyı kaldırınca sanki kendisine dokunmuş olan bir sıkıntıdan dolayı bize hiç yalvarmamış gibi geçer gider. İşte haddi aşanlar için yapmakta oldukları şeyler böyle süslenmiştir.
12. (Ve insana) Yani: Kâfir olan bir şahsa (birsıkıntı) hastalık, fakirlik gibi bir zarar, bir üzüntü (dokununca da) onun bertaraf olması için duaya başlar (yanı üzerine yatarken veyahut otururken veya ayakta iken) herhangi bir vaziyette bulunarak (bize dua eder) o zaman Cenâb-ı Hak’ka muhtaç olduğunu anlayarak o belânın giderilmesini ondan istirhamda bulunur. Bu sırf bir şahsî menfaat düşüncesiyle mecburiyet karşısında yapılmış bir istirhamdır. (Fakat ondan o sıkıntıyı kaldırınca) o uğramış olduğu musibeti giderince (sanki kendisine dokunmuş olan bir sıkıntıdan dolayı bize hiç yalvarmamış gibi geçer gider) yine küfr ve inkâr üzerine devam eder, başına gelen belâyı ve onun giderilmesi için Cenâb-ı Hak’ka yalvarmış olduğunu sanki unutmuş gibi bir vaziyet alır durur. (İşte haddi aşanlar için) Nefislerini bâtıla hizmetle zâyetmiş, mallarını gayrı meşrû yerlere, putlara sarfetmekle telef eylemiş kimseler için (yapmakta oldukları şeyler) Allah’ı zikirden kaçınmaları, hayvânî arzularına düşkün olmaları vesair ahlâkî olmayan hareketleri (böyle süslenmiştir.) Onlar bu çirkin hareketlerini insaniyet eseri, bir medeniyet alâmeti, bir yükselme örneği gibi görür dururlar. Bunlara o çirkin hareketlerinin öyle süslü gösterilmesi, ya kendilerinin kötü inançlarından, bâtıl hareketlerinden dolayı haklarında cezaya vesile olmak, kendilerini horluğa düşürmek, yardımdan mahrum bırakmak hikmetinden dolayı Allah tarafından vâki olmaktadır. Veyahut şeytan tarafından bir vesvese, bir yalan yere aldatma neticesi olarak vuku bulmaktadır.
13. Andolsun ki, biz sizden evvelki nice nesilleri zulümettikleri zaman helâk ettik. Halbuki, onlara Peygamberleri mucizeler ile gelmişlerdi. Onlar ise imân eder olmadılar. İşte günahkâr kavimleri biz böyle cezalandırırız.
13. Bu mübârek âyetler, geçmiş bir çok kavimlerin yapmış oldukları küfr ve zulm yüzünden helâk olup gitmiş olduklarını beyan ile müslümanları uyanmaya dâvet ediyor, onların yerlerine geçen Muhammed ümmetinin de artık o geçmiş ümmetler gibi hareket etmemelerini şöylece ihtar buyuruyor. (And olsun ki) Yüce zatıma and olsun ki, Ey Mekke ehli!. Ey Hz. Muhammed’in Peygamberliğini tasdik ile mükellef olan kimseler!. (Biz sizden evvelki nice nesilleri) Nuh kavmi, Âd kavmi ve benzerleri gibi bir çok eski kavimleri (zulmettikleri) Peygamberlerini yalanlayıp, sapıklıklarına devam edip durdukları (zaman helâk ettik) kendilerini lâyık oldukları cezalara mutlaka kavuşturduk, (halbuki onlara Peygamberleri mucizeler ile) sözlerinde doğru olduklarını gösterir açık ve parlak delillerle (gelmişlerdi) artık onlarca şüphe edilecek bir taraf kalmamıştı. Ona rağmen yine yalanlamalarında devam ediyorlardı. Evet… (Onlar ise) O helâke uğramış miletler ise (imân eder olmadılar) onlar kabiliyetlerini, yaratılışlarını kötüye kullanmış oldukları için imân edecek bir yetenekte değillerdi, onların küfr üzere ölecekleri Allah katında biliniyordu. (İşte günahkâr kavimleri) Peygamberlerini yalanlayan, küfr ve şirk üzere devamda bulunan herhangi bir topluluğu (biz böyle) eski kavimleri helâk ettiğimiz gibi (cezalandırırız) helâke uğratırız. Artık ey son Peygamberi inkâra cür’et eden, cahil guruplar!. Siz de bunu düşünüp de o inkânnıza nihâyet veriniz. Yoksa sizin âkıbetiniz de geçmiş kavimlerin akibeti gibi helâkten ibâret olacaktır.
14. Sonra onları müteakip sizi yeryüzünde halifeler yaptı ki, nasıl amelde bulunacağınıza bakalım.
14. Ey kendilerine Peygamberlerin en şereflisi gönderilmiş olan Muhammed Ümmeti!. (Sonra) O eski kavimleri helâk etmemizi müteakip (siziyeryüzünde halifeler yaptık) onların yerlerine sahip oldunuz, tarihî hallerini öğrendiniz. Sizi bu durumda bulundurdu (ki, nasıl amelde bulunacağınıza bakalım.) yeryüzünde hayır mı yoksa şer mi işleyeceğiniz meydana çıksın, hayat tarzınız görülsün, ona göre hakkınızda mükâfat veya ceza verelim. Yani: Hal ve tavırlarınıza bakıp gören bir zâtın vereceği hükm, yapacağı muamele gibi bir hükmde, bir muamelede bulunalım, tâki hiçbir mazeret, bir bahâne ileri sürmenize mahal kalmasın. Yoksa Kâinatın Yaratıcısı bütün mahlûklarının kabiliyetlerini, neler yapacaklarını daha meydana gelmelerinden evvel de bilmektedir. Şüphesiz buna inanıyoruz.
15. Onlara bizim açık ayetlerimiz okunduğu zaman, bize kavuşacaklarını ummayanlar dedi ki: Bundan başka bir Kur’an getir veya bunu değiştir. De ki: Onu kendi tarafımdan değiştirmek benim için doğru olamaz. Ben ancak bana vahy olunana tâbi olurum, başkasına değil. Şüphe yok ki, ben Rabbime isyan edersem büyük bir günün azâbından korkarım.
15. Bu mübârek âyetler, bir takım inkârcıların Kur’an’ı Kerim hakkındaki cahilce taleplerini red etmektedir. O Kitab-ı Kerim’in ilâhî vahye dayanmış olup kimse tarafından değiştirilemeyeceğini ve bozulamayacağını ve Rasûlü Ekrem’in hayat tarzı bilindiğinden onun gerçeğe aykırı bir iddiada bulunmayacağını bildirmektedir. Cenâb-ı Hak’ka ve onun âyeti celîlesine karşı iftiracı şekilde harekette bulunanların da en zalim, kurtuluş ve selâmetten en mahrum kimseler olduğunu ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: (Onlara) O müşriklere, inkârcılara (bizim açık ayetlerimiz) Hz. Muhammed’e indirilmiş olan Kur’an-ı Kerim (okunduğu zaman) Allah’ın birliğine, Muhammed peygamberliğinin doğruluğuna işaret ve şahitlik eden Kur’an âyetleri okununca (bize kavuşacaklarını urumayanlar)yani: Cenâb-ı Hak’kın azâbından korkmayanlar, sevâbına kavuşma arzusunda, ümidinde bulunmayanlar (dedi ki:) Ya Muhammed!. -Aleyhisselâm- (bundan) bize okuduğun Kur’ân’dan tertibi ve mânâsı itibariyle (başka bir Kur’an) kendi tarafından (getir) bize onu oku (veya bunu değiştir.) bunların mânâlarını başka başka lâfızlar ile bildir. Başka bir tarzda tebliğ et. Resûlüm!. Onlara (de ki: Onu) o Kur’an-ı Kerim’i (kendi tarafımdan değiştirmek) bozmak ve değiştirmek (benim için doğru olamaz) bu hiçbir şekilde düşünülmüş değildir, (ben ancak bana vahy olunana tâbi olurum) Ben ona göre emir ve yasaklamada bulunurum, (başka değil) Ben hiçbir âyeti kendiliğimden değiştiremem ve yürürlükten kaldıramam. (şüphe yok ki) Öyle arzunuz doğrultusunda bir değiştirme ve bozmaya cür’et ile, (Rabbime isyan eder olursam büyük bir günün) kıyâmet âleminin (azâbından korkarım) ilâhî açıklamaların aksini iddiaya cür’et eden herhangi bir şahsın öyle büyük bir azâba uğrayacağına inanmış bulunmaktayım, artık öyle bir azâbı gerektirecek bir şeye nasıl cür’et edebilirim?.
16. De ki: Eğer Allah Teâlâ dilese idi onu size okumazdım ve onu size bildirmezdi. Muhakkak ki, ben ondan evvel sizin aranızda bir ömür sürmüştüm. Siz hiç akıllıca düşünmez misiniz?
16. Resûlüm!. Senden Kur’an-ı Kerim’in değiştirilmesini isteyen müşriklere (De ki: Eğer Allah Teâlâ dileseydi onu) o Kur’an-ı Kerim’i (size okumazdım) onu bana indirmezdi, onu size okumakla beni mükellef kılmazdı (ve onu size bildirmezdi) o Kur’an-ı Kerim’in lisanımla, tebliğim ile size bildirmiş olmazdı. Binaenaleyh onun size bildirilmesi, bir ilâhî bir iradeye dayanmaktadır, (muhakkak ki, ben ondan evvel) o Kur’an’ı Kerim’in bana vahyinden önce (sizin aranızda bir ömür sürdüm) kırk sene beraber yaşamıştık, bu müddet içinde ben ne bir kitap mütalâa etmiş, ne bir kimseden birşey okumuş öğrenmiş değildim. Siz benim o halimi pekâlâ biliyordunuz. Şimdi böyle fevkalâde edebî, bir çok ilimleri, içeren, hikmetli bir kitabı size tebliğ edişim, bir harikadan, bir mucizeden başka neye yorumlanabilir?. (Siz hiç akıllıca düşünmez misiniz?.) bir tefekkür ve mülâhazada bulunmaz mısınız ki, böyle belâgat ve fesahati karşısında bütün âlimlerin, fasih beliğ ediplerin âciz kalmakta oldukları pek yüce bir kitabı, hayatı boyunca tahsil görmemiş bir kimse kendi tarafında tertip ve tanzim edemez. Artık öyle bir kutsal kitap nasıl inkâr edilebilir?. Onun değiştirilmesi ve bozulması, bir insandan nasıl istenilebilir?. Bu ne kadar cahilce bir iddia, bir temenni değil midir?.
17. Artık Allah Teâlâ’ya karşı yalan yere iftirada bulunandan veya onun âyetlerini yalanlayandan daha zalim kim vardır? Şüphe yok ki, suçlular kurtuluşa eremezler.
17. (Artık Allah Teâlâ’ya karşı yalan yere iftirada bulunan) Cenab’ı Hak’ka ortak veya evlât isnâdına cür’et eden ve o Yüce Mâbud a ait olmayan bir kitabı ona isnat eyleyen kimseden (veya onun âyetlerini yalanlayandan) o ezelî yaratıcının birliğine delâlet eden hârikaları, onların doğruluğunu kabul etmeyen bir şahıstan (daha zalim kim vardır) elbette ondan daha zalim kimse yoktur. Artık (şüphe yok ki,) öyle müşrik, inkârcı olan (suçlular) hiçbir şekilde (kurtuluşa) onlar ebedî olarak azap görüp duracaklardır. Ne büyük bir felâket!.
18. Ve onlar. Allah Teâlâ’yı bırakıp kendilerine ne zarar ve ne de fayda veremiyecek olanlara ibâdet ederler ve derler ki: Bunlar Allah Teâlâ’nın yanında bizim şefaatçilerimizdir. De ki: Allah Teâlâ’ya ne göklerde ve ne de yerde bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz? O Yüce Yaratıcı onların ortak koştukları şeylerden uzaktır, yücedir.
18. Bu âyeti kerime müşriklerin hiçbirşeyegüçleri yetmeyen bir takım putlara ne kadar ahmakça bir kanaatle tapınmakta olduklarını bildiriyor. Mevcut olmadıklarından dolayı Allah’ın ilminin teallukuna mahal olmayan asılsız şeyleri var sanarak ne yanlış lâkırdılarda, ne müşrikce hareketlere bulunduklarını teşhir ediyor. Şöyle ki: (Ve onlar) O müşrikler (Allah Teâlâ’yı bırakıp kendilerine ne) ibâdet edilmediği takdirde (zarar ve ne de) ibâdet edildiği takdirde (menfaat veremiyecek olanlara) bir takım putlara (ibâdet ederler) öyle ibâdete lâyık olmayanları mabut edinirler. (ve) O ibâdet ettikleri şeyler hakkında (derler ki, bunlar Allah Teâlâ’nın yanında bizim şefaatcilerimizdir.) Biz bunlara tapıyoruz ki, yarın âhirette bize şefaat etsinler. Resûlüm!. O cahillere (de ki: Allah Teâlâ’ya ne göklerde ve ne de yerde bilmediği bir şeyi mî) yani: Hiç bir yerde mevcut olmayıp vehm edilmiş bulunan, asla vücudu bulunmayan bir şefaatçi mi (haber veriyorsunuz?.) o putlar öyle bir şefaate kaadir selâhiyetli değildirler ki, onların yapacakları şefaate ilâhî İlim lâyık olsun. Böyle bir şefaat asla olamaz, (o) Yüce Yaratıcı (onların) o müşriklerin Yüce Allah’a (ortak koştukları şeylerden) ve onların küfr ve şirkinden (uzaktır, yücedir.) Evet… Cenâb-ı Hak’kın o kendisine ortak kabul edilip şefaatleri beklenilen putlardan ve bütün noksanlık lekelerinden yüce olduğu apaçıktır. Onun bütün kâinattan yüce olduğu hakikatın kendisidir. Bütün insanların en önde gelen vazifesi de o Yüce Yaratıcı Hazretlerini böyle bilip böyle inanmaktadır, ondan başka hiç bir şeye ibâdet etmenin câiz olmadığını kesinlikle bilip ancak o ezelî ve kerem sahibi mâbuda ibâdet ve taatte bulunmaktır.
§ Tefsiri Kebirde ve Essiracül Münir’de bildirildiği üzere bir takım müşrikler, şu gibi bâtıl ihtimallerden dolayı putlara, heykellere tapmakta, onları kendileri için şefaatçi kabul eylemektedirler.
(1) Bir kısım müşriklere göre bu âlemin çeşitli iklimlerinden her biri için eflâk âleminin ruhlarından belirli bir ruh vardır. Artık bu ruh için bir put tayin etmişler, bu ruha ibâdet etmek maksadıyle o puta ibâdetle meşgul olmuşlardır. Sonra da şöyle inanırlar ki, o ruh, Yüce Allah’ın kuludur, ona ibâdette bulunur.
(2) Bir kısım müşrikler, yıldızların da Cenab’ı Hak gibi ilahlığa lâyık olduklarına kaani bulunmuşlar, sonra yıldızların doğduğu, battığı ve dâima karşılarında bulunmadıkları için yıldızlar için muayyen putlar yapmışlar, bu putlara ibâdet ederek bununla o yıldızlara ibâdet kasdinde bulunmuşlardır.
(3) Bir kısım müşrikler de yapmış oldukları putların üzerine tılsımlar = sihir nevinden kuruntu şeyler koymuşlar, sonra onlara bu şekilde yaklaşmak isteyerek tapınmışlardır.
(4) Bir takım müşrikler de putlarını kendi Peygamberlerinin, büyüklerinin birer sureti olmak üzere tertib etmişler ve iddia eylemişler ki, bu heykellere ibâdetle meşgul olurlarsa o büyükleri kendileri için Allah katında şefaatçi olurlar.
(5) Bir takım müşrikler de Cenâb-ı Hak’kın bir en büyük nur, meleklerin de birer nur olduklarına inanmışlar, artık Allah’ın zatı için en büyük bir put, meleklerin suretleri için de birer başka suretler vücude getirmişler, bunlara tapınmakta bulunmuşlardır.
(6) Bir kısım müşrikler de ihtimâl ki, Hululiye mezhebinde bulunmuşlar, Allah Teâlâ’nın bazı yüce, şerefli cisimlere girdiğine inanmışlar, o cisimler adına putlar yaparak onlara tapınıp durmuşlardır. Müslümanların bazı din büyüklerinden şefaat beklemeleri, onların kabirlerini ziyaret ve imar eylemeleri ise onlara bir ibâdet maksadıyle değildir. Allah’ın izni olmadıkça onların şefâatte bulunamıyacaklarını bilirler. Artık öyle din büyüklerine sadece sahip oldukları dinîfaziletten dolayı hürmet etmek, Cenâb-ı Hak’kın müsaadesi ile onların şefaatde bulunabilmelerini ümit eylemek, elbette ki putperestlerin o cahilce halleriyle mukayesesi asla mümkün değildir. Her müslüman bilir ki, hiçbir mahlûka karşı ibâdet maksadiyle saygıda bulumak asla câiz olamaz. Müşriklerin putlara, mahlûklara karşı ibâdette bulunmalarının ne kadar bâtıl bir kanaat neticesi olduğunu bu âyeti kerime göstermiş bulunuyor.
Şöyle ki:
(1) Putlar, heykeller bütün cansız varlıklar kabilinden şeylerdir. Bunlar bir kimseye ne fâide ve ne de zarar verecek bir mahiyette değildirler. Kendilerini parça parça edenlere karşı bile müdafaaya asla kaadir olamazlar. Artık bunlardan ne beklenir?.
(2) Mâbud olan, ibâdet edenden daha ziyade kudretli bulunmalıdır. Halbuki putlara tapanlar, o putlardan daha kudretlidirler. O putları kendileri yapıyorlar, kendileri yürütüyorlar, kendileri muhafaza ediyorlar. Kendileri böyle harekete, faaliyete, nefislerini muhafazaya kaadir oldukları halde taptıkları putlar bundan mahrumdurlar. Artık böyle âciz şeylerden ne beklenebilir?.
(3) İbâdet, saygı türlerinin en büyüğüdür. Böyle bir saygıya ise kendisinden en büyük nimetlerin sâdır olduğu zâttan başkası lâyık olamaz, insanlara hayatı, akıllı, kudreti, hayat ve âhirete ait faydalan ihsan eden ancak Allah Teâlâ Hazretleridir. Artık ondan başkasına öyle son derece bir saygı nasıl yapılabilir?. “Ondan başka ilâh yoktur…”
19. Ve insanlar bir ümmetten başka değildir. Sonra ihtilâfa düştüler. Eğer Rabbin tarafından geçmiş bir kelime bulunmasa idi onların arasında ihtilâfa düştükleri şey husunda elbette ki derhal hükmolunurdu.
19. Bu âyeti kerime, insanların vaktiyle bir millet halinde olup daha sonra ihtilafa düşmüşolduklarını, bu ihtilâfın cezasına bir hikmet gereği derhal kavuşturulmayıp onlara bir müddet mühlet verilmiş olduğunu bildirmektedir. Şöyle ki: (Ve insanlar) Vaktiyle (bir ümmetten) aralarında birlik bulunan bir cemaatden (başka değildi) yani: hepsi de İslâmiyetten ibaret olan hak bir din üzere idiler. Çünki Allah’ın birliği esasına sahip olan İslâmiyet, selim fıtrat gereğidir. İşte insanlar, başlangıçta bu yaratılış üzere idiler. Aralarındaki bu birlik Hz. Adem’den itibaren Habil’i, Kabil’in öldürdüğü zamana kadar devam etmiştir. Veya İdris veya tufandan sonra Nuh Aleyhisselâm’ın zamanında tahakkuk etmiştir. (Sonra ihtilâfa düştüler) yani: Bir kısmı dinde sebat etti, bir kısmı da küfre düştü. Selîm yaratılışa aykırı bir vaziyet aldı, (eğer Rab’bin tarafından geçmiş) ezel âleminde beri takdir buyurulmuş (bir kelime) ilâhî bi hüküm, bir kısım hadiseler, ihtilaflar hakkındaki mükâfatların ve cezaların tehirine, kıyâmet gününe bırakılmasına ait bir ilâhî takdir (bulunmasa idi) böyle bir tehir, hikmet gereği olmasa idi (onların) o insanların (arasında ihtilâfa düştükleri şey) ilâhî din (hususunda elbette ki) derhal (hükm olunurdu) sözlerinde, hareketlerinde doğru olanlar yaşatılır, bâtıl yapanlar da hemen helâke mâruz bırakılırdı. Fakat Cenâb-ı Hak’kın rahmeti gazabına sabk etmiştir. İnsanlara düşünüp hallerini ıslah edebilmeleri için bir yaşayış müddeti verilmektedir. Bu da bir ilâhî merahmet eseridir. Ve böyle bir müddet verilmesi, insanların bir mazeret ileri sürmelerine selâhiyetleri kalmamak hikmetini de içermektedir.
20. Ve derler ki: Ona Rabbi tarafından bir mucize indirilmeli değil midir? De ki: Gayıp ancak Allah içindir. Artık siz bekleyiniz, şüphe yok ki, ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim.
20. (Ve) Mekke’deki müşrikler, (derler ki: Ona)yani peygamberlik iddiasında bulunan Muhammed Aleyhisselâm’a (Rabbi tarafından bir mucize) bir harika (indirilmeli değil midir?.) o da diğer Peygamberlerin göstermiş oldukları âsâ, beyaz el, ölüleri diriltmek gibi bir harika meydana getirmelidir ki, peygamberliğini tasdik edelim. Resûlüm!. O inatçı inkârcılara (de ki: Gayıp ancak Allah içindir) insanlar için hikmet ve menfaat görülemeyecek hususları bilmek Cenâb-ı Hak’ka mahsustur. Bir takım hârikaların meydana getirilip getirilmemesi de O Yüce Yaratıcının iradesine, hükmüne aittir. Ben ona nasıl karışabilirim. Benim vazifem İslâm dinini tebliğdir. (Artık) Ey inkarcılar!, (siz bekleyiniz) Bakınız ki, sonunuz ne olacak, nasıl azaplara uğrayacaksınızdır, (şüphe yok ki, ben de, sizinle beraber) hakkınızda Cenâb-ı Hak’kın ne yapacağını (bekleyenlerdenim) bakalım ne gibi azaplara mâruz kalacaksınızdır?. Evet… Kur’an gibi bir eşsiz kelâm, bir ebedî mucize meydandadır. Bunun benzerini getirmekten âciz olduğunuz açıktır. Artık başka bir mucize istemenize ne lüzum var?. Sizin bu haliniz, en büyük bir cehalet eseridir, en açık bir inâdî küfürden başka değildir. Binaenaleyh bunun cezasını bekleyiniz, şüphe yok ki, ergeç bu cezaya kavuşacaksınızdır.
21. İnsanlara kendilerini kaplayan bir sıkıntıdan sonra bir rahmet taddırdığımız zaman bizim ayetlerimiz hakkında onların derhal bir kötü hareketleri vardır. De ki: Allah Teâlâ’nın tuzağı daha çabuktur. Şüphe yok ki, bizim elçilerimiz, kurduğumuz tuzakların hepsini yazarlar.
21. Bu âyeti kerime,mucizeler talebinde bulunan inkârcı bir kavmin ruh hallerini teşhir ediyor, işlediklerine nâil olsalar da yine inkârdan, inattan vazgeçmiyeceklerini bildiriyor, onlara o hilekârca, inkârcı hareketlerinin cezalarına kavuşacaklarını ihtar buyuruyor. Şöyle ki: (insanlara) Allah’ınnimetini takdir etmeyen, inkârcı bir kavme (kendilerini kaplayan bir sıkıntıdan) bir şiddetden, bir belâdan, bir kıtlık ve pahalılıktan (sonra bir rahmet) bir sıhhat, bir genişlik (tatdırdığımız zaman) ona şükr edecekleri yerde bilâkis (bizim ayetlerimiz hakkında onların derhal bir kötü hareketleri vardır) o mukaddes âyetleri yalanlamaya, onlar ile alaya cür’et ederler. Nâil oldukları nimetleri Cenab’ı Hak’tan bilmezler. Onları bir takım vehm edilen kuvvetlerin, putların kendilerine verdiğine kaani bulunurlar. Rivayete göre cahiliyet zamanında Mekke ahalisi yedi sene kıtlık ve pahalılığa uğramışlar, âdeta helâk olacak bir hâle gelmişlerdi. Sonra Cenâb-ı Hak, merhamet buyurmuş, yurtlarına bol bol yağmurlar yağdırmış, bolluk, ucuzluk ihsan etmişti. O ahali ise bundan bir öğüt almamış, yine küfr ve inada dönüvermişlerdi. Resûlüm!. Onlara (de ki: Allah Teâlâ’nın tuzağı daha çabuktur) yani: Hak Teâlâ Hazretlerinin azâbı, cezası ‘daha çabuk bir şekilde sizin üzerinize gelir, sizi dilediği dakikada mahvedebilir. (Şüphe yok ki, bizim Resûllerimiz!.) koruyucu meleklerimiz, sizin bütün söylediklerinizi, yaptıklarınızı kaydeden o ruhanî memurlar, siz (ne tuzak yaparsanız hepsini yazarlar) hiçbir hareketiniz gizli kalmaz, lâyık olduğunuz akıbete kavuşursunuz. Artık ey inkarcılar!. Ey hakka dine karşı düşmanca vaziyet alanlar, ey bir takım tuzak ve hile ile insanlar doğru yoldan ayırmak isteyen sapıklar!. Pek korkunç sonunuzu düşünmeli değil misiniz?.
22. O, o Yüce Yaratıcı dır ki, sizi karada ve denizde yürütür. Vaktaki gemilerde bulunursunuz, onlar da yolcular ile beraber lâtif bir rüzgâr ile akıp gider ve onunla ferahlanırlar, derken onlara şiddetli esen bir rüzgâr gelir ve onlara her taraftan dalgalar hücuma başlar ve kendilerinin bununla tamamen kuşatılmış olduklarını zan eder. Allah Teâlâ’ya dinde ihlaslı kimseler olarak duadabulunurlar “eğer bizi bundan kurtarır isen elbette biz şükredicilerden oluruz” derler.
22. Bu mübârek âyetler, bir nice üzüntülerdeR sonra bir ilâhî merhamet eseri olarak nimetlere, selâmetlere nâil olan bir takim insanların ne kadar inkârcı, kadir bilmezce hareketlerde bulunduklarına dair açık bir misâl göstermektedir, öyle dünyaya tapınarak nefislerine zulm eden kimselerin nasıl bir sorumluluğa mâruz kalacaklarına işaret buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey insanlar!. (O) Sizi yaratan, nimetlere nâil eden (o) Kerem Sahibi Yaratıcı (dir ki: Sizi karada ve denizde yürütür) sizi bir nice nakil vasıtalariyle her tarafa seyrisefere muvaffak kılar (vaktaki gemilerde bulunursunuz) deniz yoluyla bir yere gitmek istersiniz (onlar da) o gemiler de içlerindeki (yolcular ile beraber lâtif bir rüzgâr ile) mülâyim bir hava ile (akıp gider) cereyanda bulunur, (ve) İçlerinde bulunan yolcular (onunla) o rüzgâr ile, o akıp giden gemiler ile (ferahlamrlar) bir neş’e içinde yollarına devam ederler. Derken (onlara) o gemilere veya o hoş, lâtif rüzgârların yerine (şiddetli esen bir rüzgâr gelir) o yolcuları rahatsız eder. (ve onlara) O gemilerde bulunanlara (her taraftan dalgalar hücuma başlar) kalpleri heyecan içinde kalır, (ve kendilerinin bununla tamamen kuşatılmış) Kurtuluş yolu kalmayıp tamamen helâke mâruz kalmış (olduklarını zannederler) artık başka sığınacak bir makam bulunmadığını anlıyarak ancak (Allah Teâlâ’ya dinde ihlaslılar olarak) ona başkasını ortak koşmaksızın (duada bulunurlar) ve derler ki: Yarabbi!. (Eğer bizi bundan) Bu musibetten, bu boğulmak tehlikesinden (kurtarır isen elbette biz) sana imân ederek ibâdet ve itaatde bulunanlardan (şükr edicilerden oluruz) Evet… Evvelce nâil olmuş oldukları nimetleri ‘hiç düşünmeden küfür ve isyana devam edip duran bir nice kavimler, öyle hayatları büsbütün tehlikeye mâruz kalınca kendilerine hangi zatın yardımcı olabileceğini anlamayabaşlar, ona karşı yalvarma ve yakarmada bulunurlar. Hayfaki onların bu halleri geçicidir, o tehlikeden kurtuldular mı yine evvelki kâfirce hallerine dönerler.
23. Fakat onları kurtarınca onlar derhal yeryüzünde haksız yere taşkınlıklarda bulunurlar. Ey insanlar! Şüphe yok ki; sizin taşkınlığınız kendi şahıslarınızın aleyhinedir. Dünya hayatı bir meta’dır. Sonra dönüşünüz bizedir. Artık bizde size neler yapmış olduklarınızı elbette haber vereceğiz.
23. (Fakat onları) O dalgalar arasında helâk olup gideceklerini zannetmiş olan kimseleri Cenâb-ı Hak (kurtarınca) onları kurtuluşa: Selâmet sahiline kavuşturunca (onlar derhal yeryüzünde haksız yere taşkınlıklarda bulunurlar) yine bozgunculuğa çalışır, yine küfür ve isyan yolunda koşar dururlar, İşte onlar öyle inatçı dönek kimselerdir. Artık (Ey insanlar!.) Ey insanlık zümresi!. Bir kere düşününüz, (şüphe yok ki, sizin taşkınlığınız) zulmünüz, işlediğiniz gayri meşru hareketiniz (kendi şahıslarınızın aleyhinedir) onların sorumluluğu, kötü neticesi sizlere yönelecektir. Küfrünüzün, nankörlüğünüzün zararlarını siz çekeceksinizdir. (Dünya hayatı bir meta’dır) Geçici bir zaman içindir, çabucak yok olur, bundan dolayı haktan ayrılmak, zulme cür’et etmek nasıl uygun olabilir?. Şunu da düşününüz ki: (sonra da dönüşünüz bizedir) Kıyâmet günü mahşere sevkolunacak, muhakemeye tâbi olarak lâyık olduğunuz cezalara kavuşacaksınızdır. (Artık) O ebediyet âleminde (biz de sizlere) bu dünyada iken (neler yapmış olduklarınızı elbette haber vereceğizdir) ne gibi isyanlarda, hakka tecâvüzlerde bulunmuş olduğunuzu size bildirerek onlardan dolayı sizi cezaya uğratacağızdır. Artık bu sonu düşünmeli değil misiniz?. Öyle fanî bir hayat, geçici bir menfaat için ebedî hayatınızı, selâmetinizi tehlikeye mâruz bırakmanız nasıl muvafık olabilir?.
24. Şüphe yok ki, dünya hayatının durumu, bir su gibidir ki, onu biz gökten indirdik. Derken onunla insanların ve davarların yiyecekleri şeylerden olan yeryüzünün otları birbirine karışmış oldu. Vaktaki, yeryüzü ziynetini aldı ve bezendi ve onun ahalisi onun üzerine kadir olduklarını sandılar, hemen ona emrimiz geceleyin veya gündüzün geliverdi, onu sanki bir gün evvel yokmuş gibi kökünden biçilmiş bir halde kıldık. İşte âyetleri düşünen bir kavme böyle genişçe beyan ederiz.
24. Bu mübârek âyetler, parlak, faideli görülen dünya varlığını, büyüyüp çoğalan ve yeryüzünü süsleyen; az sonra da mahv-ı perişan olup giden, kendisinden istifâde edilemeyen bir yeşillik manzarasına benzetmektedir. Böyle geçici bir varlıktan ziyâde Cenâb-ı Hak’kın dâvet etmekte olduğu ebedî selâmet âlemine önem verilmesi lüzumuna şöylece işaret buyurmaktadır: (Şüphe yok ki, dünya hayatının durumu) beğenilen durumu, hızla yok olması ve insanlara yönelen nîmetlerinin devamsız oluşu, insanların da ona aldanması bakımından benzeri (bir su gibidir ki, onu biz gökten indirdik) onu bulutlar vâsıtasiyle yeryüzüne yağdırdık (derken onunla) o su sebebiyle (insanların ve davarların) hayat sahibi nice mahlûkların (yiyecekleri şeylerden) sebzeler, meyveler, yeşillikler gibi muhtelif bitkilerden ibaret (olan yeryüzünün otları birbirine karışmış) büyüyüp gelişmiş (oldu) böyle fâideli bir manzara teşkil etti. (Vaktaki, yeryüzü) O bitkilerden böyle (ziynetini aldı ve bezendi) hoşa gider bir vaziyet almış bulundu (ve onun) o yeryüzünün (ahalisi mim üzerine kaadir) o mahsulâttan istifadeye muktedir (olduklarını sandılar) iyle bir zanna düştüler. (Hemen ona) O yeryüzüne (emrimiz) ziyade bir derecede sıcak veya soğuk vesâire gibi hususa ait bir ilâhî hükmümüz (geceleyin veya gündüzün geliverdi) hemen (onu) o ekinleri, mahsulâtı (sanki birgün evvel yok imiş gibi)yeryüzünde hiç vücude gelmemiş gibi (kökünden biçilmiş bir lalde kıldık) mahv ve yok eyledik. (İşte âyetleri) Yüce Peygamber vasıtasiyle, ‘Cür’an lisanı ile (düşünen bir kavme) öyle istifadeye kabiliyete sahip olan mümtaz air zümreye (böyle) ürünler hakkındaki temsil ve teşbih gibi bir şekilde (genişçe tevân ederiz) çünki bunlardan istifâde edebilirler, bu misallerden bir uyanış dersi alabilenler ancak tefekkür kabiliyetine sahip olan zatlardır. Özet olarak: Dünya halatı, dünya varlığı ne kadar parlak, fâideli görünse de bir takım büyüyüp gelişen bitkilerin, çiçeklerin, meyvelerin varlığı gibidir ki, az sonra sona erecektir. Artık akıllı olan kimseler, yalnız bunlar ile meşgul olup da ebedî saadeti temin edecek vazifelerini unutmak mıdırlar?. Elbette öyle bir hareket muvafık değildir. Asıl ebedî hayatın selâmet ve saadetini temine çalışmalıdır.
25. Ve Allah Teâlâ selâmet yurduna dâvet ediyor ve dilediğini doğru bir yola hidâyet buyurur.
25. İşte dinimiz bize o ebedî saadet yolunu göstermektedir. (Ve Allah Teâlâ) Bizleri (selâmet yurduna) cennet âlemine, nice ebedî nimetlere sahip olan ve içinde bulunacak zatlar ile meleklerin birbirine selâm vererek rahmet okuyacakları bir yüce, ebedî ikametgâha (dâvet ediyor) öyle bir saadete kavuşmaya vesile olacak vazifeleri bize emir ve tavsiye buyuruyor. (Ve) O Hikmet Sahibi Yaratıcı (dilediğini) kullarından hidâyete kavuşma kabiliyetine sahip bulunan herhangi ferdi (doğru bir yola hidayet buyurur) ki, bu da İslâm dininden ibârettir, İşte ebedî bir nimete, yok olmayacak bir selâmet ve saadete ermek isteyen her insan, bu ilâhî dine sarılmalıdır.
26. İhsanda bulunanlar için güzellik ve bir ziyâdelik vardır ve onların yüzlerini ne karalık ve ne de bir alçaklık kaplamaz. İşte onlar cennet ehlidirler. Onlar orada ebediyenkalıcılardır.
26. Bu mübârek âyetler, güzelce amellerinden dolayı cennete nâil olacak zatların vasıflarını, vaziyetini bildirmektedir. Bir takım fenalıkları işleyenlerin de cehennemde ebediyen kalarak ne fena bir manzara teşkil edeceklerini ihtar buyuruyor. Şöyle ki: (Ihsanda bulunanlar için) Yani: İmân ve salih ameller sahibi olanlar için, tam bir ihlas ile ibâdet ve itaatte bulunanlar için (güzellik) güzel mükâfat, güzelliklerin timsâli olan cennetler yurdu vardır, (ve bir fazlası) da (vardır) bu da güzel amellerinin kat kat mükafâtıdır veya bir ilâhî lûtuf olarak haklarında ilâhî rızânın tecellisidir veyahut Cemâli ilâhîyi görmeğe mazhâriyettir. (Ve onların) Öyle cennete nâil olan muhterem kulların (yüzlerini ne bir karalık) bir siyah perde (ve ne de bir alçaklık) kıymetlerini düşürecek bir hakâret eseri kaplamaz bu gibi korkunç, alçaltıcı arızalar ehli cennete değil, ehli cehenneme mahsustur. (İşte onlar) O seçkin vasıflara sahip olan muhterem kullar (cennet ehlidirler) onlar Allah’ın yardımı sayesinde cennetlere nâil olacaklardır. (Onlar orada) O cennet âleminde (ebediyen kalıcılardır.) oradan asla çıkarılmayacaklardır. Onların haklarındaki nimetler daimîdir, öyle dünya nimetleri gibi yok olacak değildir.
27. Ve o kimseler ki, kötülükleri kazandılar. Kötülüğün cezası da kendi misli iledir. Ve onları bir alçaklık kaplar. Onlar için Allah’tan koruyacak bir şey yoktur. Onların yüzleri sanki geceden karanlık bir parçaya bürünmüştür. İşte onlar ateşin yarân’ıdır. Onlar onun içinde ebedî surette kalacak kimselerdir.
27. (Ve) Bilâkis (o kimseler ki) o küfre düşmüş olanlar ki: (kötülükleri kazandılar) İslâm dinini inkâr, isyanlara cür’et eylediler. Onların öyle yaptıkları her (kötülüğün cezası da kendi misli iledir) her kötülüğün cezası, o kötülüğe müsavîdir. Ondan ziyâde değildir. Bu, bir ilâhî adâlet gereğidir. Fakat bir güzelliğin sevabıbir ilâhî lûtuf olarak o güzellikten kat kat ziyadedir. On kattân yedi yüz kata kadar ziyade olabilir, (ve onları) O kötülükleri yapan kâfirleri (bir alçaklık) da (kaplar) büyük bir zillete, hakarete, hüsrana mâruz kalmış olurlar. Küfür gibi en büyük bir cinayetin karşılığı olan bir cezada bunlardan ibarettir. (Onlar için Allah’tan koruyacak) Kendilerini muhafaza edip koruyabilecek (birşey) de (yoktur) onlara yüz gösteren azâbı hiç bir şey onlardan bertaraf edemiyecektir, onların haklarında bir şefaatçi bulunamıyacaktır. (Onların yüzleri) Son derece siyah ve karanlık olacağı için (sanki geceden karanlık bir parçaya bürünmüştür) gibi olacaktır. Böyle çirkin, zulmetti bir vaziyet, onların küfür ve sapıklık içinde yaşamış olmalarının bir neticesidir. (İşte onlar) O pek çirkin vasıfları taşıyan küfür ve nifak sahipleri (ateşin yarân’ıdır) cehennem ehlidirler, (onun içinde) O ateşin cehennem çukurlarında (ebedî olarak kalacak kimselerdir) artık onlar için o ateşten kurtulmak ümîdi asla yoktur. Küfür ve şirkin cezâsı, böyle kesindir, ebedîdir.
28. Ve o günü ki, hepsini mahşere toplarız. Sonra ortak koşmuş olanlara deriz ki: Siz de koştuğunuz ortaklar da yerlerinizde durunuz. Artık aralarını ayırmışızdır. Ve onların koştukları ortaklar der ki: Siz bizlere tapınır değil idiniz.
28. Bu mübârek âyetler, müşriklerin âhiret alemindeki diğer bir kısım rezil durumlarını bildirmektedir. Onlar ile taptıkları şeyler arasındaki ihtilâfı tasvir etmektedir. Ve mahşerde herkesin amellerinin ortaya çıkacağını ve müşriklere tapınmış oldukları şeylerden hiçbir fâide meydana gelmeyip hepsinin de birbirinden ayrılmış, lâyık oldukları cezaya kavuşmuş olacaklarını şöylece beyân buyurmaktadır: (Ve) Resûlüm!. Onlara hatırlat (o günü ki, hepsini) o kurtuluş bulacak zümreyi de, helâke mâruz kalacak taifeyi de(mahşere toplarız) onlardan hiç birini geri bırakmayız. (Sonra) Yüce Allah’a (ortak koşmuş olanlara deriz ki) ey müşrikler!, (siz de) Ve Cenab’ı Hak’tan başka kendilerine tapınmış olduğunuz (koştuğunuz ortaklar da yerlerinizde durunuz) bir tarafa ayrılmayınız, hakkınızda ne yapılacağını bekleyiniz. (Artık aralarını ayırmışızdır) O müşrikler ile Hak’ka ortak koştukları şeylerin aralarındaki münâsebet ve yakınlık kesilmiş bulunmaktadır, (ve onların koştukları ortaklar) Ve müşriklerin öyle kendilerine tapmış oldukları şeyler (der ki) Ey müşrikler! (Siz bizlere tapınır değil idiniz) siz şeytanların aldatmalarına kapılmış, onlara uymuş, o suretle onlara tapınmış idiniz.
§ Şeriklerden (ortaklardan) maksat, müşriklerin Cenâb-ı Hak’tan başka tapınmış oldukları herhangi bir mahluktur. Melekler, insanlar, cinler, aylar, yıldızlar, putlar bu cümledendir. Bunlara şerikler denilmesi, ya Cenab’ı Hak’kın kendilerine yönelteceği hitapta müşterek olmaları İtibâriyledir. Veyahut müşrikler dünyada iken mallarının bir kısmını bu taptıkları şeyler adına ayırırlar, onları kendi mallarında kendilerine bir nevi ortak tanırlardı. Bu itibarla o taptıkları şeyler kendilerine şerik sayılmıştır.
29. İmdi Allah Teâlâ, bizim aramızla sizin aranızda şahit olmak için yeter. Muhakkak ki, biz sizin tapınmanızdan elbette habersiz idik.
29. (İmdi) O kendilerine tapılan mahluklar, mahşer günü derler ki, (Allah Teâlâ, bizim aramızla) Ey müşrikler!, (sizin aranızda şahit olmak için yeter) çünki o Yüce Yaratıcı bütün mahlûkâtın hallerini bilicidir. (Muhakkak ki, biz sizin) bizlere (tapınmanızdan elbette habersiz idik) biz size böyle bir ibâdette bulunun demedik ve sizin bizlere karşı böyle bir harekette bulunduğunuza vâkıf da olmadık.
§ Evet… Bir kere melekler, Peygamberler hâşâ böyle bir şeyi kimseye emretmiş olamazlar. Bir takım putlar ve cisimler ise zâten sözsöylemek insanlara bir şeyi teklif eylemek kabiliyetine sahip değildirler. Bunlar kendilerine tapılmasını elbette kimseye emretmiş değildirler. Fakat Cenâb-ı Hak âhiret gününde o putlara ve cisimlere de bir konuşma kâbiliyeti vererek o kendilerine tapınmış olan müşriklerden uzak olduklarını söyleyebilecek, kendileri müdafaada bulunacaklardır. Cenâb-ı Hak herşeye kaadirdir. Buna inanmışızdır.
30. Orada her nefis, evvelce yapmış olduğundan haberdar olacaktır. Ve gerçek sahipleri olan Allah Teâlâ’ya döndürülmüş bulunacaklardır. İftira eder oldukları şeyler de kendilerinden kaybolup gitmiş bulunacaktır.
30. Artık (Orada) o mahşer yerinde, o pek korkunç yerde (her nefis) mü’minler de, kâfirler de, mutlu olanlar da, bedbaht olanlar da (evvelce yapmış) ne gibi amel takdim etmiş (olduğundan haberdar olacaktır) dünyada iken yapmış olduğu amellerin kendisine fâideli mi, zararlı mı olduğunu anlayacaktır. O amelleri kendisini ya mutluluğa veya bedbahüığa sevk etmiş bulunacaktır. (Ve) O müşrikler (gerçek sahipleri) Rableri, mütevelli âmirleri (olan Allah Teâlâ’ya dondurulmuş) kendi amelerine göre, o Yüce Mabudun cezasına kavuşmuş (bulunacaklardır.) Ve dünyada iken kendilerine ibâdet ederek ilâhlığı isnadı sûretiyle, (iftira eder oldukları şeyler de kendilerinden kaybolup gitmiş bulunacaktır) Öyle bir takım mahlukata “mâbudluk” isnadı, onlara karşı bu iftirâdan ibârettir. O müşriklerin öyle bâtıl bir inançta bulunmaları, o putlardan şefaat beklemeleri mahv ve perişan olup gidecektir. Kendilerine hiçbir fâide vermeyecektir. Bilâkis ebedî olarak azap çekmelerine sebep olmuş olacaktır. İşte küfür ve şirkin pek elem verici neticesi!.
.31. De ki, sizi gökten ve yerden kim rızıklandırıyor? Ve o işitme kuvvetine ve gözlere sahip olan kimdir? Ve kimdir ki, ölüdendiriyi çıkarır ve diriden de ölüyü çıkarır. Ve kimdir işleri tedbir eden? Derhal diyeceklerdir ki: “Allah”. Artık de ki: Siz korkmaz mısınız?
31. Bu mübârek âyetler, cahilce halleri anlatılan müşriklerin ne kadar fasit bir yol takib ettiklerini bir takım deliller ile ortaya koymaktadır. Bütün kâinatta Cenâb-ı Hak’kın hâkim, tek tasarruf sahibi olduğunu itiraf ettikleri halde başkalarına da tapmak aptallığında bulunan müşriklerin Allah Teâlâ’dan korkmaz olduklarını teşhir eylemektedir. Artık öyle haklarında ilâhî hükmün kararlaşmış olduğu, kâfirlerin imâna nâil olamayacaklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Resûlüm!. O halleri hikâye olunan müşriklere (De ki: Sizi gökten) yağmurlar ile, yayılan aydınlıklar ile (ve yerden) bitirilen çeşit çeşit mahsuller ile (kim rızıklandırıyor?.) Sizler yeryüzünde yaşayarak bunlardan istifâde edip duruyorsunuz. (Ve) Size ve diğer hayat sahiplerine verilmiş olan (o işitme kuvvetine ve gözlere sahip olan kimdir?) bunları yaratan, birer hayret verici yaratılış üzere tanzim eden ve bunları size verip muhafaza buyuran hangi zattır?. (Ve kimdir ki,) hangi kudret sahibidir ki, (ölüden diriyi) nutfelerden insanları, yumurtalardan kuşları (çıkarır) vücude getirir (ve dinden de ölüyü çıkarır) meselâ: insanlardan nutfeleri, kuşlardan yumurtaları var eder. (ve kimdir işleri tedbir eden?.) Bütün yüksek ve alçak âlemlerde ruhlar ve cesetler sahalarında mahlûkatın işlerini tedbir eden, hayatlarını tanzim, idarelerini temin, kendilerini faaliyete nâil buyuran hangi mukadddes zattır? Şüphe yok ki, o müşrikler (Derhal diyeceklerdir ki. Allah) bütün bunları yaratan, besleyen, idâre eyleyen muhakkak ki, Yüce Allah’tır. (Artık) O müşrikler, kibirlenmeye, inada kaadir olamayarak böyle bir itirafta bulunacaklardır. O halde Resûlüm!. Onlara (de ki: Siz korkmaz mısınız?.) karşınızda Allah’ın kudretine, birliğine ait bu kadar deliller parlayıpdururken, siz de bütün halk ve tedbirin, bütün dünya ve âhiretteki varlıkların Cenâb-ı Hak’ka aidiyyetini itiraf ederken artık öyle putlara tapınmanın cezasından hiç korkup endişede bulunmaz mısınız?. Nedir bu kadar gaflet ve cehâlet!.
32. İşte sizin hak olan Rabbiniz, o Allah Teâlâ’dır. Artık haktan sonra sapıklıktan başka ne vardır? O halde nasıl çevriliyorsunuz?
32. (İşte sizin hak olan) birliği, .rab oluşu kuşkusuz sâbit bulunan (Rabbiniz) Yaratanınız, işlerinizi yöneten, mabudunuz (o) kuvvet ve yüceliği, bütün kâinattaki yaratıcılık ve hâkimiyeti sâbit olan (Allah Teâlâ’dır) bunu her akıl sahibi anlayıp itiraf eder. (Artık haktan sonra) Batıldan (sapıklıktan başka ne vardır?.) elbette ki, hak ile bâtıl arasında başka bir vasıta yoktur. Binaenaleyh başkalarına tapanlar, hakkı bırakmış, bâtıla yönelmiş olurlar. (O halde) Ey müşrikler!, (nasıl çevriliyorsunuz?.) Cenâb-ı Hak’ka ibâdeti bırakıp da öyle bir takım putlara, mahlukata nasıl ibâdete cür’et ediyorsunuz?. Bu ne kadar fena, müşrikce bir hareket!.
33. İşte fıska düşmüş olanların aleyhine Rabbin kelimesi şöylece gerçekleşmiştir ki, şüphe yok onlar imân etmezler.
33. (İşte) Allah’ın rab oluşu tahakkuk etmiş, haktan başkasına ibâdetin bir sapıklık olduğu taayyün eylemiş bulunduğu gibi (fişka düşmüş olanların) mahlûkata tapmak sapıklığına düşmüş bulunanların (aleyhine Rabbin kelimesi) Cenâb-ı Hlak’kın ilmi, hüküm ve kazası, ezelî takdiri (şöylece) Allah’ın rablığının tahakkuku, maktan başkasına ibâdetin bir sapıklık olduğu gibi (tehakkuk etmiştir ki, şüphe yok onlar imân etmezler) ebediyen ilâhî azâba mâruz kalırlar. Bu husustaki ilâhî kelime ve ilâhî irâde artık muhakkaktır ki, asla değişmeyecektir. İşte açık delilleri inkâr eden, kendi vicdanî kanaatlerine de muhalefette bulunarak küfür üzere ölüpgidenlerin âkibetleri böyle ebedî bir felâkettir.
34. De ki: Sizin koştuğunuz ortaklardan halkı ilk kez var eden, sonra da onu iade eyleyen bir kimse var mıdır? Allah Teâlâ ise halkı ilk kez yaratır, sonra da onu iade eder. Artık siz nereden sapıttırılıyorsunuz?
34. Bu mübârek âyetler, Allah’ı birlemenin doğruluğu, ortak koşmanın bâtıl olduğu hakkında ayrıca delilleri kapsamaktadır. Cenâb-ı Hak’tan başka kâinatı var eden, dilediğini hidâyete nâil edebilen başka bir zatın bulunmadığını bildirmektedir. Artık öyle bir Yüce Mâbuddan başkalarına da tapınmakta bulunan müşriklerin hareketlerini kınamaktadır. Ve kuru bir zanna tâbi olup kesin ve doğru bir itikaddan mahrum olanların hakkı idrakten, hidâyete kavuşmaktan uzak bulunmuş olacaklarını da ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: Resûlüm!. O müşriklere (de ki: Sizin koştuğunuz ortalardan) kendi ortaklarınız iddia ederek adlarına bir kısım mallarınızı ayırmış ve kendilerine tapınmakta bulunmuş olduğunuz putlarınızdan (halkı ilk kez var eden) yoktan vücude getiren (sonra da onu) öldükten, mahv olup izi kalmadıktan sonra (iade eyleyen) yeniden vücude getiren (bir kimse var mıdır?.) hangi bâtıl mabudunuz bunu yapabilir?, elbette muktedir olmadıklarını bilirsiniz?. (Allah Teâlâ ise halkı ilk kez yaratır) vücuda getirir (sonra da onu) öldürür, mahveder, dilediği zaman da yine onu (iade eder) tekrar hayata vücude kavuşturur. Bunu ey müşrikler!. Siz de itiraf edersiniz, (artık siz nereden) Ne sebeple (sapıttırıhyorsunuz?.) haktan bâtıla döndürülüyorsunuz?. Bu kadar deliller mevcut iken neden Cenâb-ı Hak’tan başkalarının mâbud olamayacağını anlamıyorsunuz da şirke, sapıklığa düşüyorsunuz?. Bu ne kadar cahilce bir hareket!.
35. De ki: Sizin koştuğunuz ortaklardan Hak’ka hidâyet edecek bir kimse var mıdır? Deki: Allah Teâlâ Hak’ka hidâyet eder. Artık Hak’ka hidâyet eden zat mı uyulmaya daha lâyıktır, yoksa hidâyet olunmadıkça kendi kendine hidâyete eremiyecek kimse mi? Artık sizin için ne var? Nasıl hükmediyorsunuz?
35. Yüce Resûlüm!. O müşriklere (De ki: Sizin koştuğunuz ortaklardan) putlarınızdan insanları (hakka hidâyet edecek bir kimse var mıdır?.) Onların arasında deliller gösterecek, resuller gönderecek, hidâyetleri halk edecek bir fert mevcut mudur?. Elbette mevcut olmadığı muhakkaktır. Ey Yüce Peygamber!. O gafillere (de ki: Allah Teâlâ Hak’ka hidâyet eder) dilediğini hidâyete kavuşturmak, yalnız onun kudret elindedir, böyle bir kudret başkalarında mevcut değildir. (Artık) Düşününüz!, (hakka hidâyet eden zat mı uyulmaya) Kendisine ibâdet ve itaat edilmesine, ilâhî hükümlerine riâyet olunulmasına (daha haklıdır, yoksa) Allah tarafından (hidâyet olunmadıkça kendi kendine hidâyete <eremeyecek kimse mi?.) elbette ki, böyle kendisini bizzat hidâyete erdirmekten âciz bir kimse, başkalarını da asla hidâyete erdiremez. (Artık sizin için ne var?.) Ne gibi ruhî bir hastalığa mâruzsunuzdur, (nasıl hükmediyorsunuz?.) kendilerine uyulmaya lâyık olmayan şeylere tâbi olarak onları da birer mâbud ediyorsunuz. Bu kadar akla, hikmete aykırı bir şeyi neden düşünüp anlayamıyorsunuz?.
36. Onların ekserisi zandan başka bir şeye tâbi olmaz. Zan ise şüphe yok ki, hiçbir şey ile hakkın yerini tutmaz. Allah Teâlâ ise muhakkak ki, ne yaptıklarını tamamiyle bilicidir.
36. (Onların) O müşriklerin veya insanların (ekserisi) Cenâb-ı Hak’kın varlığını ikrar hususunda (zandan başka birşeye tâbi olmaz) onların ikrarları kesin bir inanca, kabüle şayan olacak şekilde bir delile dayanmış değildir. Bilâkis kum bir zanna, sâdece öncekilerden işitmiş olduklarına dayanmaktadır. (Zan iseşüphe yok ki,) sahibini (hiçbir şey ile hakkın) kesin bir şekilde bilip tasdik etmek gibi sahih bir inancın (yerini tutmaz) çünki inançla ilgili meselelerde zan kâfi değildir. Onları kesin olarak tasdik etmek lâzımdır. Meselâ; Peygamberimizin risâletini kesin olarak bilip tasdik etmek icabeder, onun peygamberliğini bir zan ve tahmine binaen kabul etmek dînen asla geçerli değildir. Bir mü’min, kendisinin kesin şekilde mü’min olduğunu bilip gerektiğinde itiraf etmekle mükelleftir. Bir zandan dolayı “inşaallah mü’minin)” demesi kâfi değildir. Fakat kesin olarak inandığı halde sırf Allah’ın adı ile teberrük için, veyahut âhirete ne suretle ölüp gideceğini bilmediği için güzel bir sona kavuşmak ümidiyle veya bir tevâzu, bir nefsi hazm maksadiyle “inşaallah ben mü’minim” demesi câiz, imâna aykırı değildir. Bir de İmamı Şafiî’ye göre imanın mahiyeti, inanmak ile ikrardan ve amelden ibârettir. Bir kimse Allah’ın emrine tam uygun bir şekilde amelde bulunabileceğini kestiremez. Bu itibarla “inşaallah mü’minim” demesi İmânına mâni değildir. Çünkü bir mahiyetin cüz’îlerinden böyle birinde şüphe edilmesi, o mahiyetin tamamında şüpheyi icab etmez. (Allah Teâlâ ise muhakkak ki,) O müşriklerin ve bütün mahlûkâtının (ne yaptıklarını) nasıl itikadda, amelde bulunduklarını ve bu cümleden olarak onların nasıl zanna tâbi olup yakîn derecesinde hak olan bir şeyi yalanladıklarını (tamamiyle bilicidir.) Artık şüphe yok ki, o müşrikleri de o kötü itikatlarından o yalanlamaya cür’etleri yüzünden ebediyen cezalandıracaktır.
37. Ve bu Kur’an, Allah’tan başkasına isnad edilerek iftirada bulunulamaz. Velâkin o kendisinden önce olanı bir tasdiktir ve kitabın bir açıklamasıdır. Onda bir şüphe yoktur. Âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir.
37. Bu mübârek âyetler, Kur’an-ı Kerim’in önceki kitapları tasdik edici, çok hakikatlarıaçıklamış olan bir ilâhî kitap olup başkalarına isnad edilmeden yüce bulunduğunu bildirmektedir. Kur’an-ı Kerim’in bir sûresinin bile benzerini getirmeğe insanlığın muktedir olmadığını beyân ve aksini iddia edenleri benzerini getirme meydanına dâvet etmektedir. Ve hikmet beyân eden Kur’an’ı yalanlayanların önceki kitapları yalanlayanlar gibi cahillerden olup ne elem verici âkibetlere mâruz kalacaklarını ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve) Resûlüm!. O inkârcılara de ki: (bu Kur’an) bu bir nice İlim ve fenleri içeren, hikmet ve belâgat mucizesi olan ilâhî kitap (Allah’tan başkasına isnat edilerek iftirada bulunulamaz.) bu bir ilâhî kelamdır, başkası tarafından Allah adına bir iftira olarak tanzim edilmiş değildir. Buna insan gücü yeterli değildir. Bunu Hz. Muhammed’in kendi tarafından Allah adına tertib etmiş olması nasıl iddia edilebilir?. (Velâkin o) Kur’an-ı Kerim (kendisinden önce olanı) Tevrat ve İncil gibi diğer Peygamberlere verilmiş olan hangi bir semavî kitabı (bir tasdiktir) o kitapların içeriklerini haber vermektedir, nice tarihte meçhul kalmış, eski hadiseleri hikâye etmektedir, Hz. Muhammed ise okuma yazma bilmezdi, önceki kitapların içeriğini bilmezdi. Artık Kur’an’ın onları haber vermesi, onun ilâhî vahye dayanan bir kitap olduğuna açık bir delildir. (Ve kitabın bir açıklamasıdır) dinî hükmlerin ve diğerlerinin bir açık beyânıdır. (Onda bir şüphe yoktur.) O muhakkak bir ilâhî kitaptır. (Âlemlerin Rabbi tarafından -indirilmiştir-) indirilmiş veya üstün kılınmış artık onu başkalarına isnat etmek asla doğru olmaz.
38. Yoksa onu uydurdu mu diyorlar? De ki: Eğer siz doğru sözlü kimseler iseniz, onun benzeri bir sûre getirin ve Allah’tan başka gücünüz yettiği kimseyi de çağırınız.
38. (Yoksa onu) O Kur’an’ı Kerim Hz. Muhammed (uydurdu mu diyorlar?.) Evet… Omübârek Peygambere böyle bir iftirada bulunuyorlar. Ey Yüce Peygamber!. Onlara (De ki: Eğer siz doğru sözlü kimseler iseniz) eğer gerçek durum, sizin dediğiniz gibi ise (onun benzeri bir sûre getirin) belâgat ve fesahat itîbariyle, onun o güzel, lâtif nazmı şekliyle bir sûre tertib ve tanzim ediniz (ve) bu hususta (Allah’tan başka gücünüz yettiği) kendisinden yardım dilemeğe muktedir olduğunuz hangi bir (kimseyi de çağırınız) size yardım etsin, hep birlikte çalışarak öyle bir sûre vücude getiriniz. Heyhat!. Bu kabil mi?.
39. Hayır… Onlar ilmini kuşatamadıkları ve daha tevili kendilerine gelmemiş olan bir şeyi yalanladılar. Onlardan evvelkiler de böylece yalanlamada bulunmuşlardı. Artık bak ki, zalimlerin sonu nasıl olmuştur.
39. (Hayır) Onların Kur’an hakkındaki sözleri cahilce bir iddiadan ibârettir (onun ilmini kuşatamadıkları) daha ilk işitip âyetlerinin ihtiva ettiği hakikatleri anlamış bulunmadıkları (ve daha tevili) gayıplara, geleceklere, vaad ve tehdide ait verdiği haberler henüz (kendilerine gelmemiş olan bir şeyi yalanladılar) onu bir iftira eseri kabul ettiler, onu Allah nâmına yalan yere isnat edilmiş bir eser sanıverdiler. Evet… (Onlardan) O peygamber asrındaki müşriklerden (evvelkiler de böylece) o müşrikler gibi (yalanlamada bulunmuşlardı) kendilerine gönderilmiş olan peygamberleri ve kitapları inkâra cür’et eylemişlerdi, sonra da o inkârları yüzünden Allah’ın kahrına uğramışlardı. (Artık) Habibim!. (Bak ki, zalimlerin) O Peygamberleri yalanlamakla kendi nefislerine zulm etmiş olan münkirlerin (akibeti nasıl olmuştur) ne kadar müthiş bir felâketten ibâret bulunmuştur. İşte seni inkâr edenlerin âkibetleri de öyle helâkten, hüsrandan ibâret olacaktır.
§ Bu ilâhî beyân, Rasûlü Ekrem için bir tesellidir, bütün insanlık için de bir uyanma dersidir. Her insan, zalimlerin, mükirlerin,mâruz kalmış oldukları pek dehşetli sonlan düşünerek zulümden, hakka tecavüzden; inkârcı hareketlerden nefsini korumaya çalışmalıdır.
40. Ve onlardan kimisi ona imân eder ve onlardan kimisi de ona imân etmez. Ve Rabbin bozguncuları pek ziyâde bilendir.
40. Bu mübârek âyetler, İslâm dininin kabule dâvet edilen kimselerin bir kısmı İslâmiyet’i kabul edip bir kısmının da kabul etmiyeceğini ve böyle imândan mahrum olanların mes’uliyetleri kendilerine ait bulunacağını beyân buyurmaktadır. İslâmiyeti kabul etmeyenlerin de iki kısma ay rızıklarını, bir kısmı, peygamberin beyanlarını, Kur’ânî tebliğleri işittikleri halde mânen sağır oldukları için bunlardan istifâde edemeyeceklerini, diğer bir kısmı da İslâmiyetin hak olduğuna ait delilleri gördükleri halde mânen kör oldukları için bunları tasdikten mahrum bulunacaklarını bildirmektedir. Şöyle ki: (Ve) Resûlüm!, (onlardan) o senin kavminden, kendilerini İslâmiyet’e dâvet eylediğin kimselerden (kimisi ona) o Kur’an-ı Kerim’e, kendilerine tebliğ edilen İslâmî hükümlere (imân eder) güzelce bir düşünce neticesinde bu hakikatı anlar, kabul ederek İslâmiyet şerefine, nâil olur. (ve onlardan) Kur’an-ı Kerim’i inkâr edenlerden (kimisi de ona) o Kur’an-ı Kerim’e, onun tebliğ ettiği dinî hükmlere (imân etmez) onun ilâhî bir kitap olduğunu güzelce düşünmez, dinî hükmleri kabul etmiyerek küfür içinde kalır gider, (ve Rab’bin) İşe öyle (bozguncuları) küfrlerinde inat edip duranları (pek ziyade bilendir) onların bütün o kâfirce halleri Allah katında tamamen bilinmektedir. Artık onun cezasına hazırlansınlar. Ne büyük bir ilâhî tehdit!.
41. Ve eğer seni yalanlarlarsa artık de ki: Benim amelim banadır, sizin ameliniz de sizedir. Siz benim işleyeceğîmden berisiniz, ben de sizin işleyeceğiniz şeylerden beriyim.
41. (Ve) Resûlüm!, (eğer seni yalanlarlarsa) Kendilerine gösterilen delillere rağmen yine inkârlarından ayrılmazlarsa (artık) onlara (de ki: Benim amelim banadır) benim ibâdet ve itaatimin sevabı mükâfâtı bana aittir, (sizin amelleriniz de sizedir) siz de kendi küfür ve isyanınızın cezâsına kavuşacaksınızdır. Ben sizden uzak bulunmaktayım. (Siz benim işleyeceğimden uzaksınız) Siz benim fiil ve hareketlerimle alâkadar olacak değilsinizdir. (ben de sizin işleyeceğiniz şeyleren uzağım) sizin inkârcı ve bozguncu şekildeki amellerinizden dolayı ben mes’ul olmayacağımdır. Evet… Rasûlü Ekrem’in vazifesi, ilâhî hükümleri tebliğ ve tavsiyedir. Bu vazifeyi ise tamamen yapmıştır. Hatta insanlık hakkında pek fazla şefkat ve merhametinden dolayıdır ki, ehli küfrü imâna dâvet hususunda en büyük fedakârlıklarda bulunmuştur. Artık Rasûlü Ekrem hakkında bir sorumluluk düşünülemez.
42. Ve onların içinde senin sözlerini işitmek isteyenler de vardır. Fakat sağırlara mı işittireceksin? Eğer akılları da kesmez kimseler bulunmuş ise.
42. (Ve) Resûlüm!, (onların) O müşriklerin (içinde senin sözlerini işitmek) okuduğun Kur’an’ı Kerim’i dinlemek (isteyenler de vardır) onlar Hz. Peygamber’in beyanlarını zâhiri bir kulakla dinlerler, (fakat) Onlar aşırı düşmanlıklarından dolayı mânen sağır kimselerdir, peygamberin tebliğlerini can kulağıyle dinleyip kabul etmek kâbiliyetinden mahrumdurlar. Artık Habibim!. Sen tebliğlerini öyle (sağırlara mı İşittireceksin?.) bu mümkün mü? Özellikle onlar, bu sağırlıkları ile beraber (eğer akılları da kesmez kimseler bulunmuşlar ise) işte bu inkarcılar, o kabildendirler. Akıllı olan bir sağır, yine bazı şeyleri anlar, kabul edebilir. Fakat akılsız olunca artık bir hakikatı işitip kabul etmeğe kaadir olamaz. Onlar o kötü inkârcı hareketlerinden dolayı bir ilâhîkahır olmak üzere güzelce anlamak özelliğinden mahrum kalmışlardır.
43. Ve onlardan sana bakanlar da vardır. Ya sen körlere göremez kimselerde olsalar doğru yolu gösterebilir misin?
43. (Ve onlardan) O müşriklerden (sana bakanlar da vardır) senin Peygamberliğine, sözlerinin doğruluğuna ait delilleri görüp muayene ederler. Bununla beraber yine imândan, tasdikten kaçınırlar. Onlar mânen kör kimselerdir. Kendi kötü hareketlerinin bir cezası olmak üzere hakikatları görmek kâbiliyetinden mahrum bırakılmışlardır. Artık Resûlüm!. Onları hidâyete nâil etmeğe sen kâdir olamazsın. Evet. (Ya sen körlere) Göremez kimselere öyle (göremez kimselerde olsalar da) kalp gözleri kör, kendileri basîretten mahrum bulunsalar da onlara (doğru yolu) tariki müstakîmi (gösterebilir misin?.) elbette gösteremezsin. Çünki onlar maddî ve mânevî kabiliyetlerini yitirmişlerdir. Artık onları Cenab’ı Hak’tan başkası ıslah edemez, hidâyete kavuşturamaz. “Bir göz ki, anın olmaya ibret nazarında” “Ol düşmanıdır sahibinin baş üzerinde.”
§ Malumdur ki: Cenab’ı Hak insanlara kuvve-i sâmia = işitme kuvveti ve kuvve-i bâsira = görme kuvveti vermiştir. Bunlar birer büyük ilâhî lütuftur. Bu iki kuvvetten hangisinin daha efdal, daha şerefli olduğunda ise ihtilâf vardır. Şöyle ki: Bazı zatlara göre işitme kuvveti efdaldir. Çünki: İnsanlar diğer hayvanlardan söz söylemek suretiyle ayrılırlar. Sözlerden ise işitme kuvveti vasıtasıyla istifâde olunur. Bir insan işitme gücü sayesinde gözü önünde söylenmeyen şeyleri de işitir. Kör olsa da ilm tahsilinde bulunabilir. Yüce Peygamberlerden bazılarına âmâlık ariz olmuştur, fakat sağırlık ârız olmamıştır. Böyle bir arıza onların haklarında câiz değildir. Peygamberlik vazifesini yerine getirmeye mânidir.Fakat diğer bazı zatlara göre de görme kuvveti daha efdaldir, daha şereflidir. Zira idrâk vasıtalarının en mükemmeli, görme gücüdür. İnsan göz vasıtasiyle en uzaklardaki kudret eserlerini, meselâ göklerdeki nûranî cisimleri müşâhede edebilir. Sonra görmek kuvvetinin âleti, nurdan ibârettir, işitmek kuvvetinin âleti ise ancak havadır. Nur havadan şerefli olduğundan artık görme gücü de işitme gücünden üstündür. Bir de yaratılış bakımından gözlerde tecelli eden hikmeti ilâhî hârikaları kulaklardaki hârikalardan daha fazladır. Gözler sahiplerine daha fazla bir güzellik verir, körlük ise bu güzelliği azaltır, sağırlık ise sâhibi için bir ayıp sayılmaz. Hatta deniliyor ki: Hz. Musa, dünyada iken Cenâb-ı Hak’kın kelâmını işitmiş olduğu halde Allah’ın cemâlini görmek temennisinde bulunmuş iken bu şerefe nâil olamamıştı. Bu da gösteriyor ki, görmek nimeti, işitmek, nimetinin üstündedir. “Essiracülmünir” de deniliyor ki: Zâhir olan da budur.
44. Şüphe yok ki. Allah Teâlâ insanlara hiç bir şey ile zulümetmez. Velâkin insanlar kendi nefislerine zulüm ederler.
44. Bu mübârek âyetler, Rasûlü Ekrem’i yalanlayan müşriklerin başlarına gelen felâketlerin hâşâ bir ilâhî zulüm olmayıp yalnız kendi kötü hallerinin bir neticesi olduğunu bildimektedir. Ahiret hayatını inkâr edenlerin o ebedî âlemdeki fecî vaziyetlerini ve dünya hayatının ne kadar geçici, çabucak yok olucu olduğunu o zaman anlâmış olacaklarını haber veriyor. Ve o inkârcıların korkutulmakta oldukları felâketlerin bir kısmına daha dünyadalarken de kavuşacaklarını şöylece ihtar buyuruyor: (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ) Bir mutlak âdildir, bütün mahlûkatı hakkında lûtuf ve ihsanı bolcadır. (insanlara hiç bir şey ile zulm etmez) Allah hakkında zulm düşünülemez. O bütün kâinatın yaratıcısıdır, sahibidir. Mülkünde dilediği şekilde tasarrufakaadirdir. Bununla beraber onun bütün tasarrufları adâlet ve ihsâna dayanmaktadır. (Velâkin insanlar kendi nefislerine zulm ederler) Cenâb-ı Hak insanlara hikmet gereği bir kazanma kuvveti vermiştir. İnsanlar hayrı da, şerri de kazanabilirler. Fakat şerri kazanmalarına Cenâb-ı Hak razı değildir. Buna rağmen şerri işlerlerse, yani sahip oldukları kuvveklerini şer tarafına yöneltirlerse Hak Teâlâ da onların haklarında şerri yaratır, çünki ondan başkası yaratıcı yoktur. Bazı hadiseleri insanların arzularına, işlemelerine göre yaratmak ise bu imtihan âleminin muktezasıdır.
45. O gün ki onları mahşere toplayacaktır. Sanki dünyada gündüzün bir saat kadar kalmış gibi olacaklardır. Birbirlerini tanıyacaklardır. Allah Teâlâ’ya çıkacaklarını yalan sayanlar, muhakkak ki hüsrana uğramışlardır. Ve doğru yola ermiş olmamışlardır.
45. (Ve) Resûlüm!. O nefislerine zulmeden inkârcılara hatırlat, (o gün ki, onları) Cenâb-ı Hak, yurtlarından, kabirlerinden çıkararak mahşere o hesap yerine (toplayacaktır) onlar (sanki) dünyada (gündüzün bir saat kadar kalmış gibi olacaklardır.) o mahşerin pek korkunç vaziyetine göre dünyadaki, kabirdeki kalmış oldukları müddet, kendilerince pek az bir müddet gibi görülecektir. Ve onlar (Birbirlerini tanıyacaklardır) yani: Onlar kabirlerinden kalkıp mahşere sevkedilecekleri zaman aralarında bir mvarefe, bir tanışma meydana gelecektir. Fakat sonra mahşerin korkunç vaziyeti tesiriyle aralarındaki bu tanışma yok olacak, herbiri kendi derdine düşecektir. Artık dünyada iken âhiret hayatına inanmamış olanlar (Allah Teâlâ’ya) onun mânevî huzuruna, mahkeme’i kübrasına (çıkacaklarını yalan sayanlar) bu husustaki dinî haberleri yalanlayanlar (muhakkak ki, hüsrana uğramışlardır) geçici dünya karşılığında ebedî, yüce âhiret nimetlerini fedâederek en büyük zararlara mâruz kalmışlardır. (Ve doğru yola) kurtuluş yoluna (ermiş olmamışlardır) en büyük bir sapıklığa uğrayarak ebedî bir azâba kavuşmuşlardır.
46. Onlara vâd ettiğimiz şeyin bazısını sana göstersek de veya henüz göstermeden senin ruhunu alsak da herhalde onların dönüşü bizedir. Sonra Allah Teâlâ onları ne yapacakları üzerine şahittir.
46. Resûlüm!. (Onlara) O müşriklere, o seni inkâr edenlere (vâd ettiğimiz şeyin) azap ve felâketin onlara kavuşacak olan (bazısını) bir gönül rahatlığı için (sana) daha hayatta iken (göstersek de veya) henüz dünyada iken sana göstermeden (senin ruhunu alsak da) onların o fecî hallerini elbetteki, âhirette göreceksindir. Çünkü (herhalde onların dönüşü bizedir) onlar kabirlerinden kaldırıldıktan sonra mahşere azap yurduna sevkedileceklerdir. Rasûlü Ekrem de onların o felâketlere mâruz kaldıklarını tamamen görmüş, anlamış olacaktır, (sonra Allah Teâlâ onların) o inkârcıların dünyadalarken (ne yapacakları üzerine şahittir) onların bütün fiil ve hareketlerini görmektedir. Ona göre onları cezaya uğratacaktır. Ne büyük bir ilâhî tehdit!.
47. Her ümmet için bir Peygamber vardır. Artık onlara Peygamberleri geldiği vakit aralarında adâletle hükmedilmiş olur ve onlar zulüm olunmazlar.
47. Bu mübârek âyetler, Son Peygamber Hazretlerinden evvel de her ümmet için bir Peygamber gönderilmiş; o vâsıta ile ilâhî adâlet tecelli etmiş, Allah’ın delili tamam olmuş, o ümmetlere zulm edilmemiş olduğunu bildirmektedir. Hakkı kabul etmeyenlerin uğrayacakları azapların zamanını tâyin ise Peygamberlere ait olmayıp Allah’ın ilmine ait bulunduğunu beyan buyurmaktadır. Ve her ümmetin mukadder olan bir hayat dönemi olup bu hayatın bir dakika bile öne geçmeyeceğini ve geri kalmayacağını ihtar eylemektedir.Şöyle ki: Resûlüm!. Senden evvel gelip geçmiş (Her ümmet için) de (bir Peygamber vardır) onları Allah’ın dinine dâvet etmiş, hallerine münasip hükmleri, şer’î hükmleri kendilerine tebliğ eylemişlerdir. (Artık onlara Peygamberleri geldiği) yani: Onlara Peygamberleri dinî vazifelerini tebliğ edip onlardan bir kısmı kabul ve tasdik, diğer bir kısmı da red ettiği ve yalanladığı (vakit aralarında adâletle hükmedilmiş olur) onlardan mü’min olanlar, kurtuluşa erer, ilâhî lütuflara kavuşmuş olur. İnkârcı olanlar da helâk olup ebedî azâba mâruz bulunurlar, (ve onlar zulm olunmazlar) Haksız yere bir cezaya çarpılmazlar. Bilâkis amellerine göre mükâfat ve cezâ görürler. Allah’ın adâleti bunu gerektirir.
§ O kavimler arasında adâletle hükmedilmesi iki şekilde düşünülebilir. Birisi: Onlar daha dünyada iken içlerinden mü’min olanlar, kurtuluşa, selâmete nâil olurlar. Küfrlerinde devam edenlerde helâk olup giderler. Nuh Aleyhisselâm’ın kavmi hakkında olduğu gibi. Ikinci şekilde: O kavimlerin haklarındaki ilâhî hüküm en çok âhirette tecelli eder. Kıyâmet günü toplandıkları zaman onların haklarında Peygamberleri de şahitlikte bulunurlar. Mü’min olarak ölmüş olanlar, cennetlere, nimetlere nâil olurlar. Kâfir olarak hayatı terk etmiş olanları da lâyık oldukları ebedî azaplara kavuşurlar.
§ Her ümmete vaktiyle bir Peygamber gelmiş, Allah’ın şeriatını kendilerine tebliğ etmiş ve onların arasında bir ilâhî kitabı yaymıştır. Artık o Peygamberin vefatından sonra da o dinî hükmler kavmi arasında devam etmekte bulunmuştur. Artık o kavmin fertleri biz Peygamberi görmedik diye bir mazeret dermeyan edemezler. Peygamberler birer mübârek ilâhî elçilerdir,’ Allah’ın hükümlerini tebliğ vazifesini yapmış, bu hükmler kavimleri arasında yürürlükte bulunmuştur. Artıkbunlara riâyet etmeyenler, bunları değiştirmeye, bozmaya cür’et edenler bunun mes’diyetinden kurtulamazlar.
48. Ve derler ki: Eğer siz doğru kimseler iseniz bu vâd ne zamandır?
48. (Ve) Her kavim kendi Peygamberine dediği gibi, Muhammed ümmeti arasındaki inkârcı kimseler de (derler ki) Ey Peygamberlik iddiasında bulunan zat!. (Siz) Sen ve sana tâbi olan mü’minler (doğru kimseler iseniz) bizi kendisiyle korkutmakta olduğunuz şeyler hususunda doğru sözlü bulunuyorsanız, (bu vâd) bizi tehdit ettiğiniz azap (ne zamandır?.) bize haber ver bakalım!. O inkarcılar, bir yalanlama ve inkâr maksadiyle böyle bir sualde bulunurlar.
49. De ki: Ben kendi nefisim için Allah Teâlâ’nın dilediğinden başka ne bir zarara ve ne de bir faideye mâlik olamam. Her ümmet için bir ecel vardır. Ecelleri geldiği vakit artık ne bir saat geri kalabilirler ve ne de ileri gidebilirler.
49. Resûlüm!. Onlara (De ki: Ben kendi nefsim için Allah Teâlâ’nın dilediğinden) hakkımda takdir buyurmuş olduğundan (başka ne bir zarara ne de bir faideye sahip değilim) Cenab’ı Hak bana neyi ki bildirirse ben ancak onu bilirim. Ehli küfrün nihâyet azâba uğrayacaklarını da yine Cenâb-ı Hak’kın bildirmesiyle bilmekteyim. Artık o azabın size ne zaman yöneleceğini, kıyâmetin ne zaman kopacağını ben kendiliğimden bilip size haber veremem. (Her ümmet için bir ecel vardır) Muayyen bir hayat müddeti mukadderdir. (Ecelleri geldiği vakit) son bulduğu zaman (ne bir saat geri kalabilirler ve ne de ileri gidebilirler.) mukadder olan ne ise o mutlaka meydana gelir, geriye kalmaya ve öne geçmeye imkân yoktur.
50. De ki: Bana haber verîniz! Eğer size onun azâbı geceleyin veya gündüzün gelirsegünahkârlar ondan neyi acele ediveriyorlar?
50. Bu mübârek âyetler, Allah’ın azabının meydana gelme zamanını soran dinsizlere ikinci bir cevap mahiyetinde bulunmaktadır, o azabın zamanını öğrenmekten kendilerine bir fâide hâsıl olamayacağını ihtar etmektedir. O azabın ortaya çıkması anındaki bir imân ise Allah katında makbul olamayacağından o zamana kadar küfürlerinde sebat edip nefislerine zulmetmiş olanların ebedî bir azâba tutulacaklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Resûlüm!. O müşriklere yine (de ki: Bana haber veriniz) siz ne yapabilirsiniz?. (eğer size onun) Cenâb-ı Hak’kın (azâbı) takdir edilmiş olan cezası (geceleyin) ansızın (veya gündüzün) işlerinizle uğraşıp dururken (gelirse) artık haliniz ne olur?, (günahkârlar) O suçlu müşrikler (ondan) Hak Teâlâ’nın azâbından (neyi acele ediveriyorlar?.) onlara böyle acele etmenin faidesi vardır?. Onlara lâzım olan, o ilâhî azaptan korkarak bir an evvel hallerini ıslah etmektir.
51. O azap, vâki olduktan sonra mı ona imân etmiş olacaksınız? Şimdi mi? Halbuki, siz onu acele ediveriyordunuz ya.
51. Ey günahkârlar!. (O azap vâki olduktan) Sizin üzerinize gelip göçtükten (sonra mı ona) Cenabı Allah’a ve o gelmiş olan azâba (imân etmiş olacaksınız?.) O, ümitsizlik zamanıdır, artık imanınız kabul edilmez. Ve onlara o vakit denilir ki, (şimdi mi?) imân ediyorsunuz?, (halbuki, siz onu) O azâbı (acele istiyordunuz.) Ya!. Yalanlama ve alay yoluyla onun gelmesini hemen istiyordunuz. İşte geldi, artık görünüz cezanızı.
52. Sonra zulüm etmiş olanlara denilecektir ki, İmdi ebedî azâbı tadınız. Siz başkasıyle değil, ancak kazanmış olduğunuz şey sebebiyle cezalandırılırsınız.
52. (Sonra zulmetmiş olanlara) Öyle küfür ve şirk içinde yaşayarak ilâhî azâbı gördüktensonra imân edenlere âhiret gününde (denilecektir ki: İmdi ebedî) sürekli elem verici (azâbı) cehennem ateşini (tadınız) içinde sürekli bir şekilde kalınız, (siz başkasıyle değil) Bugün başka bir sebeple değil (ancak) siz dünyada iken (kazanmış olduğunuz şey sebebiyle) küfür ve isyan yüzünden bugün bu ebediyet âleminde (cezalandırılırsınız) bu sizin dünyadaki amellerinizin bir karşılığıdır. Bu cümleden olarak ilâhî azâbı acele istemenizin bir neticesidir, İşte küfür ve şirkin sonu böyle sonsuz bir azaptan, bir felâketten ibârettir.
53. Ve senden haber almak istiyorlar ki, o doğru mudur? De ki: Evet.. Ve Rabbime and olsun ki, doğru bir hakikattir ve siz onu bertaraf edecek kimseler değilsinizdir.
53. Bu mübârek âyetler, Rasûlü Ekrem’in haber verdiği bir gerçeği, bir ilâhî vadi tasdik etmiyerek onun mevcut, gerçeğe uygun olup olmadığını soran kâfirlere karşı Cenâb-ı Hak’kın kudret ve büyüklüğünü, bütün mahlûkatı üzerindeki malikiyet ve hakimiyetini beyan ederek onlara kesin cevap vermektedir. Ve o hakikatın tecellisi zamanında artık inkarcılar için bir kurtuluş çaresi bulunamıyacağını bildirmektedir. Ve bütün kâinat, Cenâb-ı Hak’kın mülkü olup onlarda dilediği gibi tasarrufta bulunacağını ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve) Resûlüm!, (senden) Bir inkâr ve alay yoluyla tekrar (haber almak istiyorlar ki o) bizi korkutmakta olduğun azap, o kıyâmetin kopması veya senin peygamberliğin, bize tebliğ ettiğin Kur’an ve o dinî hükmler, cezalar (doğru mudur?.) bu gerçeğe uygun mudur, meydana gelecek midir?. Bize haber ver bakalım!. Resûlüm!. O inkârcılara cevap olarak (de ki: Evet..) o doğrudur, (ve Rab’bime and olsun ki) o (doğru bir hakikattır) o hak sabit bir haberdir. Onun ne kadar bir hakikat olduğunu âkıbet anlayacaksınızdır. (Ve siz onu) O hakikatı, o başınıza gelecek olan azâbı (yok edecekkimseler değilsinizdir) sizin gibi âciz yaratıklar, kendilerine yönelecek bir belâyı nasıl saymaya kaadir olabilirler?. Herhalde ona tutulacaksınızdır, ondan kaçıp kurtulamayacaksınızdır.
54. Eğer zulümetmiş olan her şahıs için bütün yerde bulunanlar olsa idi elbette onları feda ederdi ve azâbı gördükleri zaman için için pişmanlıkta bulunmuş oldular. Ve onların arasında adâletle hükmolunmuş olur ve onlar zulüm olunmazlar.
54. Evet.. Kâfirler için kurtuluş yoktur. (Eğer) Öyle nefislerine (zulmetmiş olan her şahıs) diyelim ki (bütün yerde bulunanlar) dünyasının bütün malları, hazineleri, menfaatleri (olsa idi) bunların hepsine sahip bulunsa idi (elbette) kendisini o azaptan, o felâketten kurtarabilmek için (onları) o sahip olduğu şeylerin tamamını (feda ederdi) heyhat!. Bu ne mümkün!. (Ve) Onlar (azâbı gördükleri zaman) Nasıl bir felâkete uğradıklarını anlar, dilleri tutulur, apışıp kalmış bir hâle düşer, söz söylemeğe, ağlamaya, bağırıp çağırmaya güçleri kalmaz (için için pişmanlıkta bulunmuş olurlar) hayfaki, artık pişmanlık kendilerine bir fâide vermez (ve onların) o müşriklerin ve diğer insanların (arasında adâletle hükmolunmuş olur) herbirisi lâyık olduğuna kavuşur (ve onlar zulm olunmazlar) o kâfirler, o nefislerine zulmetmiş olanlar, kıyâmet gününde haksız yere bir zulme uğratılmazlar. Belki onlar kendi kâfirce hareketlerinin gereği olan azâba mâruz kalırlar. Ve dünyada iken birbirine zulmetmiş oldukları takdirde de aralarında mahkeme ve hesap icra edilerek kimin kimde bir alacağı var ise o tamamen alınarak hiçbirinin hakkı zâyedilmek suretiyle şahsına zulmedilmiş olmayacaktır.
55. Uyanınız! Şüphe yok ki, göklerde de ve yerde de her ne var ise Allah Teâlâ’nındır. Uyanık olunuz! Allah Teâlâ’nın vadi elbette ki, gerçektir, fakat onların çoğu bilmezler.
55. Ey insanlar!. Ey inkarcılar!. (Uyanınız) Gafletinize son veriniz, (şüphe yok ki, göklerde de ve yerde de her ne var ise Allah Teâlâ’nındır) O Yüce Yaratıcı bütün kâinata hâkim ve sahiptir. Binaenaleyh kullarına lâyık oldukları mükâfatları, cezaları vermeğe de kaadirdir. Ey inkarcılar!, (uyanık olunuz) inkânnıza son vererek aklınızı başınıza toplayınız!. (Allah Teâlâ’nın vâdi) mü’minleri mükâfata nâil edeceğine, kâfirleri mücazata uğratacağına dair olan ilâhî kelâmi (elbetteki, hakikattır) sabittir, gerçeğe uygundur. Ne için onda şüphe ediyorsunuz?. Onun hak olup olmadığını sormak cür’etinde bulunuyorsunuz?, (fakat onların) insanların (eksîrîsi) bu hakikatı (bilmezler) akıllarını kötüye kullanarak bu gibi hakikatları bilip tasdik etapek nimetinden mahrum bulunurlar.
56. O diriltir ve öldürür ve ona döndürüleceksinizdir.
56. (O) Bütün göklere, yerlere sahip olan Yüce Yaratıcı (diriltir ve öldürür) diriltmeye de öldürmeye de kaadirdir. O Hikmet Sahibi Yaratıcı hak edenlere mükâfat ve ceza vermeğe de amenna kaadirdir. (Ve) Ey insanlar, hepiniz (ona) Yüce Yaratacıya (döndürüleceksinizdir.) hepiniz de öldükten sonra mahşer âlemine sevkedilecek, mahkeme edilmeye tâbi tutulacaksınızdır. O kerem ve merhamet sahibi olan ezelî mâbud, kullarına böyle vâd ve tehdidini kapsayan âyetleri bildiriyor, kullarına öğütler verimiş oluyor ki, uyanarak kulluk vazifelerini yapsınlar, ebedî bir âlemde selâmet ve saadete ersinler. Ne büyük bir ilâhî lûtuf!.
57. Ey insanlar! Muhakkak ki, size Rabbinizden bir öğüt ve gönüllerden olana bir şifa ve mü’minler için bir hidayet ve bir rahmet geliştir.
57. Bu mübârek âyetler, insanlığı irşad ve aydınlatmak için indirilmiş olan Kur’an’ı Kerim’in sahip olduğu pek yüce vasıflarıbildirmektedir, İnsanlık hakkında Cenâb-ı Hak’ın bir lûtfu, bir rahmeti olan böyle kutsî bir kitaptan istifade edilmesi lüzumuna işaret etmektedir. Hak Teâlâ’nın helâl ve haram kılmış olduğu şeyleri değiştirme ve bozmaya cür’et etmenin, Allah Teâlâ’ya karşı bir iftira mahiyetinde olacağını ihtar ile bunun uhrevî cezasına dikkatleri çekmektedir. Ve bütün mahlûkatı hakkında lûtuf ve keremi pek bol olan Yüce Yaratıcı Hazretlerine karşı birçok kimselerin şükran vazifesini yerine getirmekten mahrum bulunduklarını bir uyanma vesilesi olmak üzere beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ey insanlar!. Muhakkak ki, size Rab’binizden bir öğüt) bir nasihat sizi uyandırıp aydınlatacak bir kitap gelmiştir. (Ve gönüllerde olana) Kalplerdeki cehaleti, çirkin huyları, bozuk inançları giderecek olan (bir şifa) bir deva, gelmiştir. Kur’an’ı Kerim’in tavsiye ettiği faziletlere, güzel hareketlere uyulduğu takdirde mânevî hastalıklar, ruhî üzüntüler yok olup gider. (Ve mü’minler için bir hidayet) sapıklıktan kurtaracak bir saadet rehberi gelmiştir, (ve bir rahmet) Pek büyük bir ikram, bir merhamet eseri (gelmiştir) artık bunlardan hakkiyle istifadeye çalışmalı değil midir?.
§ İşte Kur’an-ı Kerim, bu dört yüce mahiyeti, vasıfları, mübârek gayeyi toplar bulunmaktadır. Evet… Şüphe yok ki: Kur’an-ı Kerim, bütün faziletleri, ahlâk dışı halleri bildirmektedir, insanları faziletleri kazanmaya teşvik, gayrı ahlâk dışı şeylerden men etmektedir. Bu ise en yüksek bir öğüt, bir nasihattır. Yine Kur’an’ı Kerim, gönülleri mânevî hastalıklar içinde bırakacak olan küfür ve nifaktan insanları men edip güzel inançlar ile ruhları tedavide bulunmaktadır. Bu da insanlara mânen hayat veren bir şifadır. Yine Kur’an’ı Kerim, imân sahipleri için saadet yollarını, en kuvvetli deliller ile göstererekonları hak ve hakikat yoluna irşat edip durmaktadır. Bu da en büyük bir hidâyettir. Yine Kur’an’ı Kerim, kendisindeki kutsî emirlere yasaklara riâyet edenleri küfür ve nifak karanlıklarından çıkararak imân nuruna nâil etmektedir. Onları ebedî azaplardan kurtararak sürekli nimetlere, cennetlere kavuşturmaktadır. Bu da şüphe yok ki: En büyük bir rahmettir.
58. De ki: Allah Teâlâ’nın lûtfu ile ve rahmeti ile. İşte yalnız onunla ferahlansınlar. O, onların topladıklarından daha hayırlıdır.
58. Resûlüm!. İnsanlara hitaben (De ki) ey insanlar!. (Allah Teâlâ’nın lûtfu ile) onun Kur’an-ı Kerim’i ile veya İslâm dinî ile (ve) O Yüce Yaratıcının (Rahmeti ile) sizi öyle bir kitaba kavuşturmuş ve sizin kalplerinizi onunla aydınlatmış ve bezemiş olmasiyle veya Peygamber’inizin mübârek sünnetleriyle ferahlanınız. Öyle büyük nimetlere kavuşmanızdan dolayı bir mânevî zevk içinde yaşayınız. Evet. İnsanlar (İşte yalnız onunla) o nâil oldukları ilâhî bir lûtuf ve rahmet ile (ferahlansınlar) onun kıymetini, yüceliğini düşünerek ruhanî neşeler içinde kalsınlar. (O) Kutsal fazl ve rahmet (onların topladıklarından) o dünyevî faidelerden, fanî servetlerden, lezzetlerden (daha hayırlıdır) sahipleri için ebedî selâmet ve saadete vesiledir. Artık öyle ebedî nimetlere kavuşmak için daha ziyade çalışmak icabetmez mi?.
59. De ki: Bana haber veriniz! Allah Teâlâ sizin için rızktan neler indirdi ve siz ondan bir haram birde helâl kıldınız. De ki: Allah Teâlâ mı size izin verdi, yoksa siz Allah’a iftira mı ediyorsunuz?
59. Resûlüm!. O kâfirlere (De ki: Bana haber veriniz) söyleyiniz bakalım (Allah Teâlâ sizin için rızktan neler indirdi) sizin için neleri takdir buyurdu, semadan yaydığı ışıklar ile, yağdırdığı yağmurlar ile neleri meydana getiripsize nasib etti. (de siz ondan) Kendi iddianızla (Bir haram birde helâl kıldınız!.) buna nasıl cür’et eylediniz?. Bir takım hayvanları haram sandınız, bir takım hayvanların da kadınlara haram, erkeklere helâl olduğuna inandınız. Maide sûresindeki (lOSlüncü âyete de bakınız!. Resûlüm!. Onlara (De ki: Allah Teâlâ nil size izin verdi) de siz böyle bir takım şeylerin helâl ve haram olduğuna inandınız, (yoksa siz Allah’a iftira mı ediyorsunuz?.) Evet.. Siz böyle bir iftirada bulunuyorsunuz. Siz kendi kendinize bazı şeylerin helâl, bazı şeylerin de haram olduğuna hükmediyorsunuz. Halbuki: Cenâb-ı Hak, size bu hususta bir izin, bir selâhiyet vermiş değildir.
60. Allah Teâlâ’ya karşı yalan yere iftirada bulunanların kıyâmet günü hakkındaki zanları neden ibarettir. Şüphe yok ki. Allah Teâlâ insanlara karşı elbette lûtuf sahibidir, velâkin onların çokları şükretmezler.
60. Ey kendi kendilerine hükm veren cahiller!. (Allah Teâlâ’ya karşı yalan yere iftirada bulunanların) Kendi hükmlerini yalan yere ilâhî birer hüküm gibi göstermek isteyenlerin (kıyâmet günü hakkındaki zanları neden ibarettir?.) Hak Teâlâ onları bu iftiralarından dolayı âhiret âleminde cezalandırmayacak mı sanıyorlar?. Ne yanlış bir zan!. Yahut onlar kıyâmet gününde olacak şeyler hakkında ne düşünüyorlar?. O iftiralarından dolayı mes’ul, cezaya mâruz olmayacaklarını mı zannediyorlar?. Hayır hayır. Onlar en şiddetli azaplara uğrayacaklardır. (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ insanlara karşı elbette fazl sahibidir) Onlara akıl vermiştir, onlara Peygamberler, kitaplar göndermiştir, onlara dünyevî ve uhrevî nice şeyleri bildirmiştir. (Velâkin) Bu nimetlere rağmen (onların çokları şükretmezler) akıllarını güzelce kullanmazlar, Peygamberlerin davetini kabul etmezler, ilâhî kitaplardan istifade etmek istemezler, Cenâb-ı Hak’kın bildirdiklerini bırakarak kendikendilerine hükm vermeğe kalkışırlar, Hak Teâlâya iftirada bulunurlar, nimete nankörlükte bulunup dururlar. Artık öyle kimseler azâbı hak etmiş olmazlar mı?.
.Ana sayfa » YUNUS SURESİ
YUNUS SURESİ
61. Ve sen bir işte bulunmazsın ve ondan, Kur’ân’dan birşey okumazsın ve sizler de amelden birşey yapmazsın ki, illâ biz sizin üzerinize o işe daldığınız zaman şahitleriz. Ve Rab’bİnden ne yerde ve ne de gökte zerre ağırlığınca birşey gaip bulunmaz ve ondan ne daha küçük ve ne de daha büyük birşey yoktur ki, illâ apaçık olan bir kitapta yazılıdır.
61. Bu âyeti kerime Cenab’ı Hak’kın bilgisi dairesinden hiç bir şeyin dışarda olmadığını ve binaenaleyh kullarının da bütün yaptıklarını veya yapacaklarını tamamen bildiğini beyan ederek itaatkâr kulları sevindirmekte, âsi olanları da korkutmaktadır. Şöyle ki: Ey Yüce Peygamber!. (Ve sen bir işte) Hangi bir işte, bir muamelede (bulunmazsın ve ondan) o sana nâzil olandan yani (Kur’ân’dan birşey) hangi bir âyeti (okumazsın) ki (ve) Ey ümmet fertleri!, (sizler de amelden) hangi bir hususa dair (birşey yapmazsınız ki illâ biz) ben şanı Yüce Yaratıcı (sizin üzerinize o işe daldığnız) onunla meşgul olduğunuz (zaman şahitleriz.) o amelleri görmekte, tesbit etmekteyiz. (Ve) Resûlüm Ya Muhammed!. -Aleyhisselâm- (Rab’binden ne yerde ve ne de gökte zerre ağırlığınca birşey gaip bulunmaz) Buna inanmışızdır. Allah Teâlâ kullarının bütün işlerini ve bütün âlemlerdeki olayları tamamen bilir. Çünki ondan başka Yaratıcı, bütün klıainatı bilen yoktur. Bütün mahlûkatının zahirî ve batınî amelleri onca tamamen bilinmektedir. (Ve onan) O zerre aağırlığı şeyden yani: En küçük, kırmızı karınca miktarındaki bir varlıktan (ne daha küçük ve ne de daha büyük birşey) de (yoktur ki, illâ apaçık olan bir kitapta) lâvh-ı mahfuzda yazılı bulunmakta (dır.) Artık her mükellef kul, bunu bilerek buna göre hareketlerini tanzimetmelidir ki, yarın ceza gününde mes’ul, mahcup bir durumda bulunacak olmasın, korkudan, kederden emin bulunsun.
62. Haberiniz olsun ki, muhakkak Allah Teâlâ’nın dostları için bir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır.
62. Bu mübârek âyetler, Allah Teâlâ’nın dostları için, yani: Mü’min ve takva sahibi olan kulları için bir korku, bir keder bulunmadığını müjdelemektedir. Onların dünyada da, âhirette de teveccühe nâil, en büyük bir kurtuluşa ermiş olacaklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey Cenâb-ı Hak’kın kulları!. (Haberiniz olsun ki: Muhakkak Allah Teâlâ’nın dostları içîn) Sevgili, muhterem, değerli Allah’ın korumasına nâil kulları için gelecekte (bîr korku yoktur) onlar korkulardan emin buunacaklardır. (Ve onlar mahzun da olmayacaklardır) Onlar âhiret âleminde ebedî nimetlere nâil olacaklardır. Kendilerine mahsus hangi bir nimetin yok olmasından dolayı bir üzüntü ve kedere uğramayacaklardır. Onların bütün nimetleri devam edip duracaktır.
63. Onlar ki, imân etmişlerdir ve sakınır olmuşlardır.
63. Cenab’ı Hak’kın dostları ise (Onlar ki) o zatlardır ki, onlar (imân etmişlerdir) bütün dinî hükmleri kabul ve tasdik eylemişlerdir, (ve sakınır olmuşlardır) Kendilerinden kaçınılması dînen icabeden şeylerden, gayrı meşrû hareketlerden çekinerek temiz, pak bir halde yaşamakta bulunmuşlardır. İşte o zatlar, birer Allah dostudur. Işte o zatların gelecekleri böyle teminat altındadır.
64. Onlar için dünya hayatında da ve âhirette de tam bir müjde vardır. Allah Teâlâ’nın kelimeleri için değişmek yoktur. İşte en büyük kurtuluş budur.
64. Evet… (Onlar için) Allah Teâlâ’nın o muhterem velileri için (dünya hayatında da ve âhirette de) tam, mükemmel (bir müjde vardır)onlar dünyada iken de ilâhî lütuflara kavuşaaklarına dair müjdelere nâildirler. Ahirette de cennetlere, Allah’ın cemâlini görme şerefine nâil olacakları kendilerine melekler tarafından müjde edilecektir. (Allah ‘Teâlâ’nın kelimeleri içîn) Bütün ilâhî beyanları için ve o cümleden olan böyle bir ilâhî vâdi için (değişmek yoktur) elbetteki, o cümleden olan bu ilâhî vâdi de tamamen gerçekleşecektir. O muhterem veliler bu ilâhî vâd gereğince her türlü endişelerden emin, en büyük nimetlere nâil olacaklardır, (işte en büyük kurtuluş budur) Bu velilerin böyle dünya ve âhirette müjdelenmiş olmahndır. Artık bunun üstünde nasıl bir kurtuluş düşünülebilir?.
§ Bir yoruma göre dünyadaki müjdeden maksat, salih rüyâdır. Hak Teâlâ’nın sevgili kulları dünyada iken kendilerine sevinç verecek salih rüyaları ya bizzat görürler, veya onların hakkında başkaları görmüş olurlar. Nitekim bir hadis-i şerifte:
Artık peygamberlik devresi sona ermiştir. Bundan sonra kimse peygamberliğe nâil olamayacaktır. Fakat müjdeci olan şeyler baki kalmıştır ki, salih rüyalar da bu cümledendir. Bu rüyalar gün gibi parlak bir şekilde zuhur eder, sahiplerinin kalplerine neş’e verir. Bu müjdeden maksat, bir yoruma göre de velilerin cennete kavuşmalarına dair olan Allah’ın vâdîdir. Diğer bir yoruma göre de bu müjdeden maksat, Cenâb-ı Hak’kın velileri hakkında mü’minlerin kalplerinde bir muhabbetin parlayıp durmasıdır. Daha diğer bir yoruma göre de bu müjdeden maksat, veli olan zatları vefatları halinde korku ve tasadan emin, cennetlere nâil olacaklarına dair meleklerin müjdelemeleridir. Ahiretteki müjdelere gelince bundan maksat dameleklerin veli olan zatlara kitaplarını sağ taraflarından verip kendilerini kurtuluş ve başarı ile, izzet ve ikrama kavuşmakla müjdelemeleridir. Veya o muhterem velilerin kalplerine gelen keşiflerdir. Velhasıl Allah Teâlâ’nın velileri hakkında böyle bir ilâhî vâdi tecelli etmiştir. Bu mutlaka gerçekleşecektir. Ne büyük bir ilâhî lûtuf!.
65. Ve onların lâkırdıları seni üzmesin. Şüphe yok ki, bütün izzet, Allah Teâlâ’nındır. O kemâlile işiticidir ve bilicidir.
65. Bu mübârek âyetler, Rasûlü Ekrem’in ilâhî koruma altında olduğuna işaret iderek üzüntülü ve kederli olmasına mahal bulunmadığını müjdelemektedir. Ve Kâinatın Yaratıcısının kudret ve yüceliğini, eserlerindeki yaratılış gayesini göstererek bunların hakikatları gören, işiten zatlar için birer âyet olduğunu bildirmektedir. Müşriklerin de bâtıl zanlarını, yalan sözlerini çirkin görmektedir. Şöyle ki: (Ve) Resûlüm!. Ya Muhammed -Aleyhisselâm- (onların) o müşriklerin, inkârcıların (lâkırdıları) aleyhindeki sözleri, kâfirce yalanlama ve tehditleri (seni mahzun etmesin) o lâkırdılardan dolayı kalben gamlı ve kederli olma (şüphe yok ki, bütün izzet) kuvvet ve hâkimiyet (Allah Teâlâ’nındır) onun iradesi hilâfına hiçbir kimse bir şey yapmaya güç yetiremez. O kudret ve azamet sahibi olan Allah Teâlâ sana zafer verir, seni düşmanlarından korur. Artık senin için üzülmeye mahal yoktur. Nitekim de bu ilâhî müjde gerçekleşmiş, Rasûlü Ekrem Efendimiz düşmanlarına karşı galibiyeti elde etmiştir.
66. İyi bilin ki, göklerde kim var ise ve yerde kim var ise şüphe yok ki. Allah Teâlâ’nındır. Allah Teâlâ’dan başkasına tapanlar da ortakların ardına düşmüş olmazlar. Onlar zandan başka birşeyin ardına düşmüş olmuyorlar ve onlar yalan söyleyen kimselerden başkası değildirler.
66. Ey insanlar!. (İyi bilin ki) Uyanın, güzelce düşünün ki (göklerde kim var ise) yani: Bütün melekler (ve yerde kim var ise) yani bütün insanlar, cinler (şüphe yok ki. Allah Teâlâ’nındır) bütün onun mahlûkudur. Bütün onun mülkü, hâkimiyeti altında bulunmaktadırar. Bütün bunlar, o Yüce Yaratıcının izzetine, kudretine birer şahitdir. Bazı mahlûklarına vermiş olduğu bir izzet, bir kuvvet de yine o Kerem Sahibi Yaratıcının bir lûtf ve ihsanından ibarettir, haddizatında o izzet ve kuvvet de Cenâb-ı Hak’ka aittir, İstediği zaman kullarını o izzet ve kuvvetten mahrum bırakabilir. (Allah Teâlâ’dan başkasına) Bir takım putlara, mahlûklara (tapanlar da) gerçekte bir takım (ortakların) Allah Teâlâ’nın ortaklarının (ardına düşmüş olmazlar) çünki Allah Teâlâ ortaktan uzaktır. Onların öyle Cenab’ı Hak’ka ortak koştukları şeyler, haddizatında öyle bir ortaklığa asla sahip değildirler. (Onlar) O putlara, o mahlûklara tapanlar (zandan) kuru bir kuruntudan (başka bir şeyin ardına düşmüyorlar) Evet.. O putları, mahlûkatı öyle bir ilâh sanarak onlardan şefaat bekleyenler, onların vasıtalariyle Cenab’ı Hak’ka yaklaşacaklarını ümid edenler, asılsız bir kuruntuya tutulmuş kimselerdir. (Ve onlar) O Cenab’ı Hak’ka ortak koşan kimseler, o kuruntuları hususunda (yalan söyleyen kimselerden başkası değildirler) onların o iddiaları, zanları hususunda dayanacakları bir delilleri yoktur. Onlar kuruntuya kapılmış, din hususunda hakikata muhalif şeyleri iddiada bulunmuş cahil kimselerden ibarettirler.
67. O, o zattır ki, sizin için geceyi kılmıştır ki, onda istirahat edesiniz. Gündüzü de gösterici aydınlık kılmıştır. Şüphe yok ki, bunda işiten bir kavim için elbette âyetler vardır.
67. (O) İzzet ve hâkimiyete sahip olan Kâinatın Yaratıcısı Allah (o zattır ki) Ey insanlar!. (Sizin için geceyi) meydana gelir(kılmıştır ki, onda) o gece vaktinde (istirahat edesiniz) o sayede sizden yorgunluklar, bezginlikler gidiversin. Sonra yine çalışmaya güç yetirebileşiniz. O, Hikmet Sahibi Yaratıcı (gündüzü de gösterici) ışıklı, etrafı aydınlatıcı (kılmıştır) ki, işlerinizi görüp takib edebilesiniz. (Şüphe yok ki, bunda) böyle gecelerin, gündüzlerin biri biri adınca gelişinde, bunların varlıklarındaki hikmetlerde (işiten) Cenab’ı Hak’kın beyanlarını düşünerek akıllı bir şekilde duyup bilenlerin bulunduğu (bir kavim için elbette âyetler vardır) bunları güzelce düşünenler, Hak Teâlâ’nın izzet ve kuvvet sahibi olduğunu pek güzel anlar, onun yaratıcılık ve mâbutlukta ortak ve benzerden uzak olduğuna kanaat eder, her hususta o Yüce Yaratıcıya sığınarak ve dayanarak dinsiz kimselerden korkmaz, onlardan kendisine bir zarar geleceğini düşünüp mahzun olmaz. Onların bâtıl sözlerinden, gayrimeşru hareketlerinden dolayı kendilerinin sorumlu olup hesaba çekileceklerini düşünerek teselli bulur.
68. Dediler ki: Allah Teâlâ kendisine çocuk edindi. Hâşâ, o bundan münezzehtir. O’nun ihtiyacı yoktur. Göklerde olanlar da ve yerde olanlar da onundur. Sizin yanınızda buna dair hiçbir delil yoktur. Allah Teâlâ’ya karşı bilmeyeceğiniz birşeyi mi söylersiniz?
68. Bu mübârek âyetler, müşriklerin diğer bir bâtıl iddialarını reddetmekte ve çirkin görmektedir. Bütün kâinatın Allah’ın bir mülkü olduğunu ve bütün alemlerden zengin olan Cenab’ı Hak’ka iftirada buunanların geçici bir hayattan sonra âhirete sevkedilerek şiddetli bir azâba tutulacaklarını hatırlatmaktadır. Şöyle ki: Hz. Uzeyre Allah’ın oğludur diyen bir kısım Yahudiler, Hz. İsa’ya Allah Teâlâ’nın oğlu diye kendisine tapınan hıristiyanlar, ve melekleri Cenâb-ı Hak’kın kızları zanneden bir takım gruplar (dediler ki: Allah Teâlâ) kendisine (veled ittihaz etti) evlât edindi(hâşâ o) Yüce Yaratıcı (bundan) böyle kendisine evlât edinmekten (münezzehtir) ve (o) ezelî mabudun böyle evlâd edinmeye (ihtiyacı yoktur) o Kerem Sahibi Yaratıcı, herşeyden her kimseden ganidir. Evlâdı ancak evlada muhtaç olan kimseler talepte bulunurlar. Evet… Evlât sayesinde kuvvet bulmaya, nesillerini, isimlerini devam ettirmeye, servet kazanmaya muhtaç olanlar evlada muhtaç bulunurlar. Cenâb-ı Hak ise bu gibi şeylere hâşâ muhtaç değildirler. Hepsinden zengindir şüphesiz inanıyoruz. Evet.. (Göklerde olanlarda ve yerde olanlar da onundur.) Bütün hayat ve konuşma sahibi olanlar da olmayanlar da o Yüce Yaratıcının mahlûkudur, kuludur. Sonra Ey cahiller, ey gafiler!. Bir kere düşününüz, (sizin yanınızda buna dair) öyle Cenâb-ı Hak’a isnat ettiğiniz evlât mes’elesi hususuna ait (hiçbir hüccet yoktur.) hiçbir sultan, yani: Akıllar üzerine tesir edecek kuvvetli bir delil, bir kanıt mevcut değildir. Artık öyle bir kanıta, bir delile dayanmayan bir isnada nasıl cür’et ediyorsunuz?. Ey beyinsizler!. Siz (Allah Teâlâ’ya karşı bilmiyeceğiniz birşeyi) hakikatine, doğruluğuna vâkıf bulunmadığınız hangi bir lâkırdıyı (söyler misiniz?.) o Kâinatın Yaratıcısı’na öyle uzak olduğu şeyleri isnada cür’et eder misiniz?. Bu ne cehalet!. İşte böyle bir sual, bir soru, o cahiller hakkında büyük bir kınama içindir.
69. De ki: O kimseler ki. Allah Teâlâ’ya karşı yalan söylemek kasdında bulunurlar. Şüphe yok ki, kurtuluşa eremezler.
69. Resûlüm!. Cenâb-ı Hak’ka karşı yalan yere iftirada, isnatda bulunan o kavimlere, taifelere (de ki: O kimseler ki, Allah Teâlâ’ya karşı yalan söylemek kasdında bulunurlar) o Yüce zâtın evlâd sahibi olduğunu iddia eder dururlar, onlar artık (şüphe yok ki, felâh bulamazlar) onların koşup durmaları kendilerini kurtuluşa erdirmeyecektir. Onlar istediklerinekavuşamayacaklardır. Onlar cennete değil, cehennemlere sevkedileceklerdir, orada ebediyen azap görüp duracaklardır.
70. Onlar için dünyada cüz’i bir varlık, (olabilir) sonra dönüşleri bizedir. Sonra onlara, inkâr etmekte oldukları şeylerden dolayı şiddetli azâbı tattıracağızdır.
70. İşte Cenâb-ı Hak buyuruyor ki: (Onlar için) Öyle bâtıl iddialarda, kanaatlerde bulunan şahıslar için (dünyada cüz’î bir varlık) olabilir. Onlar dünyada bir az yaşayabilirler, geçici bir zaman için bir servete, bir mevkle kavuşabilirler. Veyahut o bâtıl kanaatleri kendileri için dünyada bir geçim, bir fâide gibi görünebilir, bununla fanî birşeye ulaşmalar! mümkün bulunabilir. Fakat bunların ne kıymeti var!. Böyle çabuk kaybolan, mes’uliyeti gerektiren ve yok olan bir gölgeden ibaret bir varlık yok hükmündedir, (sonra) Onların ölünce (dönüşleri bizedir) dünyadaki o kötü inançlarının, hareketlerinin artık cezasına kavuşacaklardır.. (Sonra onlara) dünyada iken (küfrettiklerinden dolayı) öyle kâfirce itikatları, amelleri sebebiyle (şiddetli azâbı) cehennem ateşini, o ebedî cezayı (tattıracağızdır) onlar İslâm dininin güzel telkinlerini bırakarak öyle yanlış itîkatlarda bulunduklarından dolayı sonsuz azaplara uğrayacaklardır. Bununla beraber onların birçokları daha dünyada iken de Allah’ın kahrına uğrayacaklardır. Nitekim de birçok eski kavimlerin dinsizlikleri yüzünden ne kadar azaplara, felâketlere daha dünyada iken de uğramış oldukları tarihen sabittir. Kur’an-ı Kerim’de bizlere bir uyanma vesilesi olmak üzere onlardan bir kısmını haber vermektedir.
71. Ve onlara Nuh’un haberini oku. Hani: Kavmine demişti: Ey kavmim! Eğer sizin üzerinize benim aranızda duruşum ve Allah’ın âyetleriyle size öğüt verişim ağır geliyorsa imdi ben Allah Teâlâ’ya tevekkül ettim, artık işinizi ve ortaklarınızı toplayınız. Sonra sizinüzerinize işiniz gizli kalmasın. Sonra hakkımda hükmünüzü veriniz ve bana göz açtırmayınız.
71. Bu mübârek âyetler, asr-ı saadetteki ve onlardan sonraki inkârcılara bir ibret ve uyanma dersi olmak üzere Nuh Aleyhisselâm ile kavmi arasında cereyan etmiş olan tarihî vak’aları beyan etmektedir. Hak dine davet eden ve onlara tâbi olan zatların emellerinin gayesini, selâmet ve hilâfete ulaşmalarını bildiriyor, onlara muhalefet etmiş olanların da pek korkunç âkibetlerini hatırlatmaktadır. Şöyle ki: (ve) Resûlüm!. (onlara) Kureyş kabilesinden vesaireden olan müşriklere (Nuh’un haberini oku) yani: Onun ile kavmi arasındaki haberi, önemli tarihî vak’ayı anlat, Peygamberlerine muhalefet eden kavimlerin ne dehşetli âkibetlere uğramış olduklarını düşünüp de ibret alsınlar. (Hani) Nuh Aleyhisselâm (kavmine) Kâbil’in çocukları ve torunları bulunan bir guruba (demişti) şöyle hitab etmişti ki: (Ey kavmim!. Eğer sizin üzerinize benim) aranızda (duruşum) sizin içinizde yaşayıp bin seneden elli sene kadar noksan bir müddet sizi hak dine davet ediverişim (ve Allah’ın âyetleriyle) delilleriyle, kânıtlarıyla (size öğüt verişim ağır geliyorsa) yani meşakkatli bulunuyorsa, siz de beni öldürmeğe, aranızdan kovmaya kasdetmiş bulunuyorsanız (İmdi ben Allah Teâlâ’ya tevekkül ettim) o bana yeter, beni muhafaza buyurur (artık işinizi ve ortaklarınızı toplayınız) hakkımda yapmak istediğiniz şeye başlayınız, kendilerinden yardım urumakta olduğunuz o âciz putlarınızı da size yardıma çağırınız (sonra üzerinize işiniz gizli kalmasın) bana karşı kasdetmekte bulunduğunuz, kötülüğü, açıkça yapmağa başlayınız, onu alenî yapınız. (Sonra hakkımda hükmünüzü veriniz) içinizdeki kuruntuları dökünüz, boşaltınız, imza ediniz ve elinizden geliyorsa (bana göz açtırmayınız) yapacağınız şeyleri bana bildirdikten sonra geriye bırakmayınız.
§ Hz. Nuh, Cenâb-ı Hak’kın koruma ve himayesinde olduğunu bildiği için düşmanlarına karşı hiç ehemmiyet vermediğini, aldırışta bulunmadığını göstermek, onların âczini göstemek için kendilerine böyle bir teklifte bulunmuştur.
72. Artık siz, yüz çevirir iseniz, zaten ben sizden bir mükâfat istemiş değilim. Benim mükâfatını ancak Allah Teâlâ’ya aittir. Ve bana Müslümanlardan olmam emrolundu.
72. (Artık) Ey kavmim!, (siz yüz çevirir iseniz) benim size verdiğim hayrı tavsiye edici öğütleri dinlemez, onlardan kaçınır iseniz, neticesini siz düşününüz!. (zaten ben sizden bir mükâfat istemiş değilim) Yapmış olduğum peygamberlik vazifesinden dolayı sizden bir ücret, bir karşılık istemişde değilim ki, sizin nefretinizi gerektirmiş olsun, öyle bir bedel karşılığında size nasihatta bulunduğumu söyleyerek bana suç isnat edebilesiniz, ben sırf Allah rızası için bu vazifeyi yapmaktayım. (Benim mükâfatını ancak Allah Teâlâ’ya aittir) Bu, âhirette kavuşacağım sevaptan, Allah’ın rızâsına ulaşmaktan ibarettir. (Ve ben müslümanlardan olmaklığımla emir olundum) yani: Ben, Cenâb-ı Hak’kın hükmüne boyun eğen ve itaat edenlerden veya İslâm dinine bağlı bulunan zatlardan olmakla emrolundum, onun tersini yapamam. Siz ister kabul ediniz, ve ister etmeyiniz, ben vazifemi yapmaya çalışırım, ben emrolunduğum dinî bir hizmeti terkedemem.
§ Bu âyeti celîlede işaret vardır ki: Her din âlimi, üzerine düşen dinî vazifeleri sırf Allah rızası için yapmaya çalışsın. Halktan bir lûtf ve ihsan beklemesin, bir şöhret sevdasında bulunmasın, güzel hizmetlerinin mükâfatını Cenâb-ı Hak’tan beklesin. İşte insanlığın hakikî önderleri olan mübârek Peygambelerin hareket tarzları bizim için uyulması gereken en mükemmel bir örnektir.
73. Yine onu yalanladılar. Biz de onu veonunla beraber gemide bulunanları kurtuluşa erdirdik ve onları halifeler kıldık. Bizim âyetlerimizi yalanlayanları da boğduk. Artık bak! Uyarılanların âkıbetleri nasıl oldu.
73. Hz. Nuh, o kadar güzel nasihatlarda bulundu, kuvvetli deliller gösterdi. Buna rağmen onun kavmi (yine onu yalanladılar) küfrlerinde israr ederek o mübârek zatın peygamberliğini kabul etmeyerek inkâra devam eylediler. Cenâb-ı Hak’da buyuruyor ki: (Biz de onu) Hz. Nuh’u (ve onunla beraber gemide bulunanları) ona imân etmiş olan seksen kadar zatı (kurtuluşa erdirdik) boğulmaktan kurtardık (ve onları) o kendilerini selâmet sahiline erdirmiş olduğumuz mü’min zatları yeryüzünde (halifeler kıldık) suların içinde boğulup gidenlerin yerlerine geçirdik, onların yurtlarına sahip bulundular. (Bizim âyetlerimizi yalanlayanları da) tufanın dalgaları arasında (boğduk) mahveyledik. (Artık) Ey insan!, (bak) Kendilerine Peygamberleri tarafından öğütler verilmiş, Allah’ın azâbından (korkutulmuş) buna rağmen yine küfrlerinde, isyanlarında devam edip durmuş (olanların âkibetleri nasıl oldu?.) ne kadar müthiş bir azap dalgaları içinde mahvolup ve silinip gittiler. İşte bu bir tarihî hakikattır. Bütün inkarcılar, bu gibi âkibetleri düşünüp de uyanmalı değil midirler?.
§ Bu Kur’ânî açıklamalar, Rasûlü Ekrem Efendimiz hakkında bir teselliyi, onu inkâr edenler hakkında da bir tehdit ve tehlike haberini içermektedir. Bunca şuunatı feciüleser, Âdem için mucibi ibret yeter.
74. Sonra onu müteakip kavimlerine Peygamberler gönderdik. Onlara mucizeler getirdiler. Onlar ise evvelce yalanlamış oldukları şeylere imân eder olmadılar. İşte haddi aşanların kalplerini biz böylecemühürleriz.
74. Bu mübârek âyetler, Nuh Aleyhisselâm’dan sonra gönderilmiş olan Peygamberlere de kavimlerinin imân etmeyip yalanlamaya devam etmiş olduklarını bildirmektedir. Ve Hz. Musa ile Hz. Harunu da Firavun ile kavminin tasdik etmeyip onların gösterdikleri mucizeleri birer sihir sanmış olduklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Sonra onu müteakip) yani: Bilahara Nuh Aleyhisselâm’ın peygamberlik döneminin ardından (kavimlerine Peygamberler gönderdik) bu zatlar, Hud, Salih, İbrahim, Lût ve Şuayb Aleyhimüsselâm gibi kıssaları Kur’an’ı Kerim’de anlatılan yüce peygamberlerdir. Bu muhterem Peygamberler (onlara) o kendi kavimlerine (beyyîneler ile) kendilerini doğruluklarını gösteren açık mucizeler ile (geldiler) bu kadar kuvvetli delillere, kanıtlara rağmen (onlar ise) o kavimler ise cahiliyet ehlinden olup (evvelce) daha kendilerine o mübârek Peygamberler gelmeden evvel (yalanlamış oldukları şeylere) dinî hakikatalara, ilâhî hükmlere yine (imân eder olmadılar) yine kendilerine tebliğ edilen o gibi hakları, esasları inkâra devam edip bâtıl ıtikatlarından ayrılmadılar, (işte) O kavimler gibi (haddi aşanların kalplerini) her zaman (böylece mühürleriz.) Evet.. Kendi kazançlarını, kabiliyetlerini kötüye kullanarak hakkı kabule yanaşmayanların kalbleri Allah’ın kudretiyle mühürlenir kasavet bağlar, imân nurunun aksettiği yer olamayarak dalâlet karanlıkları içinde kalır.
§ Bu âyeti kerime gösteriyor ki: insanların ihtiyarî fiilleri, kendi kesbleri ve Allah Teâlâ’nın kudreti ile meydana gelmektedir, bunda bir zorlama yoktur.
75. Sonra onların ardından Musa’yı ve Harun’u Firavun’u ve onun toplumuna mucîzelerimîzle gönderdik. Fakat böbürlendîler ve günahkârlar olan bir kavim oldular.
75. (Sonra onların ardından) Evvelce insanlığıhak dine davet etmekle emrolunan Peygamberleri müteakip (Musa’yı ve Harun’u Firavun’a ve onun) Firavun’un (cemaatine) kavminin ileri gelenlerine vesaireye (ayetlerimiz ile) A’raf sûresinde ayrıntılı olarak açıklanan mucizelerle, dokuz nevi harikulâde şeylerle (gönderdik) Firavun ile onun kavmi ise bunlaran istifade etmediler, kendi sapıklıklarını bırakmadılar (fakat böbürlendiler) kendilerini büyük gördüler, yani: Hak etmedikleri halde kibir = büyüklük iddiasında bulunmaya cür’et ettiler, imândan kaçındılar, (ve günahkârlar olan) pek büyük günah sahibi bulunan kâfirler takımından (bir kavim oldular) inkârlarında, cehaletlerinde sebat gösterdiler.
76. Vaktaki onlara bizim tarafımızdan hak geldi, şüphe yok ki: Bu elbette apaçık bir sihirdir dediler.
76. (Vaktaki, onlara) Yani: Firavun ile kavmine (bizim tarafımızdan) Allah katında (hak geldi) bir takım mucizeler ortaya çıktı, asâ gibi, yedi beyzâ gibi hârikalar görülmeğe başladı (şüphe yok ki, bu) meydana konulan harika, bu fevkalâde durum (elbette apaçık bir sihirdir dediler) o inkarcılar, öyle apaçık parlak mucizelerin o yüksek mahiyetlerini düşünmediler, onları hemen inkâra, onları sihir kabilinden şeyler sanmaya başladılar.
77. Musa dedi ki: Size geldiği zaman hak için bu sihirdir, der misiniz? Bu bir sihir midir? Halbuki, sihirbazlar kurtuluşa eremezler.
77. Bu mübârek âyetler, Hz. Musa’nın Firavun’a ve kavmine karşı onların sihir iddialarını red eylediğini bildirmektedir. Firavun ile kavminin de Hz. Musa ile Hz. Harun hakkındaki kötü zanlarını ve küfr üzere israr edeceklerini göstermektedir. Şöyle ki: Hz. Musa’nın ortaya koyduğu hârikaları sihir telâkki eden Firavun ile kavmini red için (Musa dedi ki:) Ey inkârcı topluluk!. (Size) Bizim doğruluğumuzu isbat (geldiği zaman hak için) açık bir harika, bir mucize için (bu sihirdir dermisiniz?.) Böyle cahilce bir iddiyaa nasıl cür’et gösterebilirsiniz?. (Bu bir sihir midir) hak, sahibini başarılara ulaştırır, sihir ise sürekli olmaz, mahiyeti meydana çıkar yok olur gider. (Halbuki, sihirbazlar felâh bulamazlar) kurtuluşa, başarıya kavuşamazlar. Nitekim daha sonra da sihirbazların sihirleri yok olarak mucize ile sihir arasındaki fark meydana çıkmıştır.
78. Dediler ki: Babalarımızı üzerinde bulduğumuz şeyden bizi çevresinde yeryüzünde ululuk ikinizin olsun diye mi bize geldin? Biz ikinize de inanacak değiliz.
78. Firavun ile kendisine tâbi olanlar, Hz. Musa’ya hitaben (Dediler ki:) Ya Musa!, (babalarımız” üzerinde bulduğumuz şeyden) putlara tapmaktan, onların dinlerinden (bizi çeviresin) döndüresin (de yerde) Mısır diyarında (ululuk) mülk ve saltanat (ikinize) seninle kardeşin Harun’a (olsun diye mi bize geldin?.) Sizin maksadınız bu mudur?. Halbuki, biz sizi tasdik etmeyiz (biz ikinize de inanacak değiliz) sizin getirdiklerinizi, bizlere tebliğ ettiğiniz şeyleri biz kabul etmeyiz.
79. Ve Firavun dedi ki: Bütün bilgin sihirbazları bana getiriniz.
79. Bu mübârek âyetler, Hz. Musa’ya karşı Firavun’un, aldığı vaziyeti bildirmektedir. Başına topladığı sihirbazların hezimete uğrayarak sihirlerinin ibtâl edildiğini, hakkında tecelli eylediğini beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Firavun ile kavmi Hz. Musa’nın tebliğatını kabul etmediler. (Ve Firavun) kavmine (dedi ki: Bütün bilgin) sihir ilminde usta, maharetli olan (sihirbazlar! bana getiriniz) Musa’ya ve kardeşine karşı cephe alsınlar, onlar ile münazarada bulunsunlar, onları sustursunlar.
80. Vaktaki: Sihirbazlar geliverdiler. Onlara Musa: “Siz ne atacak iseniz atınız” dedi.
80. Firavun’un adamları hemen koştular, her taraftan sihirbazları toplayıp, meydanaçıkarmağa çalıştılar. (Vaktaki: Sihirbazlar geliverdiler) Hz. Musa’yı da kendileri gibi sihirbaz zannederek “Sen mi evvelâ atacaksın, biz mi atalım, maharetimizi meydana koyalım” dediler. (Onlara Musa) Aleyhisselâm (siz ne atacaksınız atınız) sihirlerinizi göstermek için ne gibi bir tedbir alacaksanız alınız (dedi) onlara karşı metanetini gösterdi. Hz. Musa’nın onlara böyle bir emîrde bulunması, onların âcizliklerini meydana çıkarmak, gösterecekleri sihirleri ibtâl etmek, meydana getirecekleri şeylerin fâsit birer şey olduğunu insanlara göstermek içindi. Yoksa onlara sihir yapmalarını teklif için değildi. Sihir haram olduğundan Yüce bir Peygamber onun yapılmasını emretmez.
81. Vaktaki onlar atıverdiler, Musa dedi ki: Sizin getirmiş olduğunuz şey, sihirdir. Şüphe yok ki. Allah Teâlâ onu iptâl edecektir. Muhakkak ki. Allah Teâlâ bozguncuların işini düzeltmez.
81. (Vaktaki onlar) O sihirbazlar, ellerindeki iplerini, değneklerini meydana (atıverdiler) bunları hareket eder gibi bir surette göstererek insanları korkutmaya başladılar, büyük bir sihir meydana getirmiş oldular, o sihirbazlara (Musa) Aleyhisselâm (dedi ki: Sizin) meydana (getirmiş olduğunuz şey, sihirdir) o haram bir harekettir, yok olmaya mahkumdur, hakka galip gelecek bir kuvvete sahip değildir, (Allah Teâlâ onu ibtâl edecektir) Benim elimde göstereceği bir mucize ile onu mahvedecek ve izini silecektir. inkârcıların, müşriklerin ayıplarını meydana çıkaracaktır. (Muhakkak ki. Allah Teâlâ bozguncuların işini düzeltmez) binaenaleyh sihir gibi bozguncuların gösterecekleri şeyleri de mahvedecektir.
82. Ve Allah Teâlâ, Hakkı sözleriyle açığa çıkarır, isterse günahkârlar hoşlanmasınlar.
82. (Ve Allah Teâlâ, hakkı) ilâhî dinini,Peygamberlerinin galibiyetini (sözleri ile) kazası ve kaderi ile veya peygamberlerine yaptığı ilâhî vâdi ile (gösterir) isbat eyler, takviye buyurur, (isterse) bu hakkın böyle ortaya çıkmasını ve galibiyetini, sihir gibi vesaire gibi haram şeyler ile uğraşan (günahkârlar hoşlanmasınlar) onlara rağmen hak tecelli edecektir. Nitekim de etmiştir, sihirbazlar mağlûp olarak Hz. Musa’nın mucizesi tahakkuk eylemiştir.
83. Artık Musa’ya imân etmedi, ancak kavminden bir zürriyet kendilerinin Firavun’dan ve onların cemaatinden bir belâya uğrayacaklarından korkar oldukları halde imân etmiş oldular. Firavun ise muhakkak ki, o yerde ululuk taslayan (biri) idi ve şüphe yok ki, o haddi aşanlardan idi.
83. Bu mübârek âyetler, birçok muazzam mucizeler göstermiş olduğu halde Musa Aleyhisselâm’a pek az kimselerin imân etmiş olduklarını bildirmektedir. Bu suretle de Rasûlü Ekrem Efendimize teselli vermektedir. Musa Aleyhisselâm’ın o imân eden zatlara yapmış olduğu tavsiyeyi o zatlarında bu tavsiyeyi kabul ederek Cenâb-ı Hak’ka ne gibi niyazlarda bulunmuş olduklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Peygamber Efendimiz, kavminden birçoklarının İslâmiyeti kabul etmeyip küfr üzere sebat ettiklerini gördükçe üzülüyor, hüzn ve keder içinde kalıyordu. Cenâb-ı Hak ise Rasûlü Ekrem’ine bu gibi âyetlerle teselli veriyor, Hz. Musa ile kavminin hallerini bildiriyor. Evet… Hz. Musa, o kadar mucizeler gösterdiği halde kavminden pek az kimse imân etmiş idi, diğerleri küfrlerinde devam edip durmuşlardı. Evet.. (artık Musa’ya) O Yüce Peygambere, hak dine davet ettiği kimseler (imân etmedi) dinsizliklerinde sebat ettiler (ancak kavminden) Hz. Musa’nın kavmi alan İsrail oğullarından (bir zürriyet) bir taife, bir takım gençler (kendilerinin Firavun’dan veonların cemaatinden) o Firavun ile onun kavminin ileri gelenleri tarafından (bir belâya) bir imtihana (uğrayacaklarından korkar oldukları halde) yine metanet göstererek (imân etmiş oldular) nice kimselerde bu korku sebebiyle imândan mahrum kalmışlardı. (Firavun ise muhakkak ki, o yerde) Mısır diyarında (ululuk taslayan biri idi) kendini beğenmiş bir diktatör idi. (Ve şüphe yok ki, o) lânete uğramış Firavun (haddi aşanlardan idi) ancak bir kul olduğu halde rablık iddiasında bulunuyordu. Beni İsrail’den nice kimseleri öldürmüş, yeryüzünde ne bozguncu hareketlerde bulunmuştu.
84. Musa da dedi ki: Ey kavmim! Eğer Allah’a imân etmiş iseniz eğer O’na teslim olmuş iseniz artık O’na itimad ediniz.
84. (Musa) Aleyhisselâm (da) kavmine (dedî ki: Ey kavmim!. Eğer allah’a imân etmiş) Cenâb-ı Hak’ki ve onun âyetlerini tasdik eylemiş (iseniz) ve siz hakikaten (eğer teslim olmuş iseniz) yani: Cenâb-ı Hak’kın kazasına razı oImuş veya siz kalben imân etmiş görünürde de müslüman olduğumuzu söylemiş ve ıtirafta bulunmuş kimseler iseniz (artık ona itimad ediniz) o Yüce Yaratıcıya tevekkül edin, sığının başkalarından korkmayın, dininizi güzelce muhafazaya çalışın.
85. Onlar da dediler ki: Allah Teâlâ’ya itimat ettik. Ey Rabbimiz! Bizi o zalimler topluluğu için deneme konusu kılma.
85. (Onlar da) O imân eden zatlar da Hz. Musa’ya cevap olarak (dediler ki) gvet biz (Allah Teâlâ’ya itimad ettik) ona tevvekkül edip boyun eğdik. Sonra da DU zatlar, Cenâb-ı Hak’ka dua ve niyâz ederek dediler ki: (Ey Rab’bimizî. Bizi o zalimler topluluğu için deneme konusu kılma) onları bize musallat etme ki, olzi bir belâya düşürmesinler, bizlere eza ve cefada bulunarak dinimizdeki sebatımıza mâni olamasınlar.
86. Ve rahmetin ile bizi o kâfirler olan kavimden kurtar.
86. (Ve) Hz. Musa’ya imân eden zatlar şöyle de bir duada bulundular. Ey Rabbimiz!, (rahmetinile bizi o kâfirler olan kavimden) O Firavun ile ona tâbi Dlan müşrik topluluktan (kurtar) onların esaretinden; meşakkatli işlerinden, zalimce l’ıâkimiyetlerinden bizi kurtar. Bu mü’min zatlar, samimi bir imâna nâil olmuşlardı Cenâb-ı Hak da dualarını kabul buyurdu. Düşmanları, olan Firavun ile yardakçılarını hıelâk etti, kendilerini ise kurtuluşa erdirerek düşmanlarının yurtlarına sahip ve hâkim kıldı. İşte samimi imânın ve duanın mükâfatı!.
87. Ve Musa ile kardeşine vahy ettik ki. Mısır’da kavminiz için evler hazırlayınız ve evlerinizi namaz kılınacak yerler yapınız ve namazı dosdoğru edâ ediniz ve mü’minleri müjdele.
87. Bu mübârek âyetler, mü’minlerin evlerini mescid edinmelerine dâir Hz. Musa ile kardeşine yönelmiş olan ilâhî vahyi ve mü’minlerin muvaffakiyetle müjdelendiklerini bildirmektedir. Ve Hz. Musa’nın inkârcı ve nankör olan kavminin aleyhindeki duasını ve bu duanın kabul edilmiş olduğunu, ifâde etmekte ve cahillerin yollarına tâbi olmayıp doğruluk üzere devam edilmesini emretmektedir. Şöyle ki: (Ve Musa ile kardeşine) Kendisine yardımcı olmak üzere peygamber olmasını niyâz etmiş olduğu Harun Aleyhisselâm’a (vahy ettik) emir eyledik (ki: Mısır’da kavminiz için) mü’min olan zatlar için (evler hazırlayınız) onlarda oturur, ibâdete devam edersiniz. (Ve evlerinizi) o yapacağınız hanelerinizi (namaz kılınacak yerler yapınız) birer namaz kılınacak yer, birer mescid edininiz, oralarda kıbleye, yani: Kâbe’i Muazzamaya yönelerek namazlarınızı kılmaya çalışınız (ve) yerine getirmekle mükellef olduğunuz (namazı dosdoğru) şartlarına verükunlarına uyarak (edâ ediniz.) Artık dışarda namaz kılarak düşmanların ezâ ve cefâsına, belâlarına mâruz kalmayınız (ve mü’minleri müjdele) Allah’ın dinini kabul edenleri dünyada zafer ile, âhirette de cennet ile müjdele. İşte bu muvaffakiyet, dindarlığın mükafâtıdır.
§ Rivâyete göre Hz. Musa ile ona tâbi olanlar, ilk zamanlarında kendi evlerinde kâfirlerden gizlice olarak namaz kılmakla mükellef bulunmuşlardı. Tâki: Kâfirler, onları öyle ibâdetle meşgul görerek kendilerine eza ve cefada bulunmasınlar. Nitekim müslümanlar da İslâm’ın başlangıcında Mekke’i Mükerreme’de böyle evlerinde namaz kılarlardı. Şöyle deniliyor ki: Musa Aleyhisselâm, Firavun’u dine dâvet etmekle emrolununca Firavunun emriyle Beni İsrail’e ait mescidler tahrip edilmişti, kendileri namazdan men olunmuşlardı. Bunun üzerine evlerinde kılmaları kendilerine Allah tarafından emredilmişti. Bir de deniliyor ki: Musa Aleyhisselâm’a karşı Firavun şiddetli bir düşmanlık gösterince Hak Teâlâ Musa Aleyhisselâm ile ona imân edenlere emretmiştir ki: Firavun gibi düşmanlara rağmen siz evlerinizi mescid edinerek oralarda namazlarınıza devam ediniz, Hak Teâlâya itimatda, tevekkülde bulununuz, o Yüce Mâbud sizi korur. Âkıbet zafer, muvaffakiyet, sizin için takdir edilmiştir. Ne büyük bir müjde.
88. Musa da dedi ki: Ey Rabbimiz! Şüphe yok ki, sen Firavun’a ve onun cemaatine dünya hayatında ziynet ve mallar verdin. Ey Rabbimiz! Senin yolundan saptırsınlar diye. Ey Rabbimiz! Onların mallarını mahvet ve kalplerinin üzerini şiddetle mühürle. Tâki: Onlar acıklı azâbı görünceye kadar imân etmesinler.
88. Firavun ile kavminin o küfr ve düşmanlıkta devamları sebebiyle (Musa da) Cenâb-ı Hak’ka niyâz ederek (dedi ki: Ey Rab’bimiz!. Şüphe yok ki, sen Firavun’a ve onun cemaatine) onunkavminin eşrâfına, ileri gelenlerine (dünya hayatında ziynet) süslenecekleri elbiseler, nakil vasıtaları vesaire verdin (ve mallar verdin) onları çeşitli servetlere sahip klıdın. Deniliyor ki: Mısır’daki eski bir beldeden Habese diyarına kadar dağlarda altın, gümüş, zebercet, yakut mâdenleri var idi. Firavun ile yardakçıları bunlardan istifade ederlerdi. Hz. Musa, onların bu nimetlerden istifâde etmelerindeki gayelerine işaret için diyordu ki: (Ey Rab’bimîz!.) Sen onlara bu nimetleri verdin (senin yolundan saptırsınlar diye) kendilerini de başkalarını da sapıklığa düşürsünler için. Bu, onların haklarında bir imtihandır, yavaş yavaş azâba yaklaştırmaktır, nimete karşı nankörlükte bulunarak ebedî azaplara uğramalarına bir sebeptir. (Ey Rab’bimiz!. Onların mallarını mahvet) Değiştir, başkalaştır ve helâk eyle (ve) onların (kalplerinin üzerini şiddetle mühürle) kasvete uğrasınlar, imân için açık bir halde bulunmasınlar. (Tâki, onlar acıklı; azâbı görünceye kadar imân etmesinler) O zamandaki bir imân ise bir ümitsizlik imânı olacağından kendilerine asla fâide vermeyecektir.
89. (Allah) Buyurdu ki, ikinizin de duası kabul olunmuştur. Artık doğruluğa devam ediniz ve bilmez olanların yoluna tâbi olmayınız.
89. Hz. Musa’nın bu duası ve niyâzı üzerine Allah Teâlâ da vahy ederek (buyurdu ki:) Ya Musa!. (Ikinizin de) Senin de, kardeşin Harunun da (duası kabul olunmuştur.) Hz. Musa, dua ederken Hz. Harun da âmin diyormuş, böyle âmin demek de bir duadır, yapılan duanın kabulünü niyâzdır. Maamafih Harun Aleyhisselâm da ayrıca dua etmiş olabilir. (Artık doğrulukta devam ediniz) insanları dine dâvet etme peygamberlik vazifesini yerine getirmesi, inkârcıları deliller ile susturma hususunda sebat eyleyiniz (ve bilmez olanların yoluna tâbi olmayınız) yani: Dine ibâdet ve itaate, ilâhî fiillerdeki hikmet vefaydaya akılları ermeyen, câhil kimseler gibi düşünmeyiniz. Bir takım cahiler vardır ki: Bir dua yapıldı mı onun hemen kabul edilip isteğin derhal karşılanacağını zanneder, karşılanmadı mı ümitsizliğe düşer. Böyle acele istemek ve ümitsizlik ancak cahillerden şudur eder. Halbuki: Bir duanın kabul edilmiş olası için istenilen şeyin hemen meydana gelmesi icabetmez. Onun hikmet gereği muayyen bir zamanı olabilir, o zaman gelmedikçe meydana gelmez. Bir de var ki, bazı istenilen şeylerin meydana gelmesi, hikmet ve faydaya aykırı olur. Artık onun herhalde meydana gelmesini istemek bir cehalet eseridir. Fakat meşru, hikmete uygun bir dua kabul edilir. Dua eden bunun meyvesini dünyada olmasa da âhirette görür. İşte Yüce Peygamberlerin duaları da vakitleri gelince kabul edilmiştir. Meselâ: Hz. Musa’nın duasiyle inkârcı olan kavmin servetleri yok olmuş, malları, ekinleri, mâdenleri, cevherleri taş kesilmiş, daha sonra Nil nehrinde boğularak dünya hayatları sona ermiş, uhrevî azaplara kavuşmuşlardır. İşte Kur’an’ı Kerim, onların bu akıbetlerini de beyan buyurmaktadır.
90. Ve İsrail oğullarını denizden geçirdik. Firavun ile askerleri ise zulümetmek ve saldırmak üzere onların arkalarına düşmüşlerdi. Nihayet ona boğulmak yetişince dedi ki: Ben İsrail oğullarının imân etmiş olduklarından başka ilâh olmadığına muhakkak ki, imân ettim ve ben de Müslümanlardanım.
90. Bu mübârek âyetler, Hz. Musa’nın dualarının kabul edilip kendisine tâbi olanlar ile beraber selâmet sahasına kavuşmuş olduğunu, onu inkâr eden Firavun ile ordusunun ise sular içinde boğulup gittiklerini bildirmektedir. Firavunun boğulacağı sırada Allah’ın birliğini tasdik etmiş ise de bu bir ümitsizlik imânı olduğundan kabul edilmeyerek kendisinin boğulduğunu ve başkalarına bir ibret olmak üzere cesedinin sahile atılmışolduğunu beyân etmektedir. Ve bu gibi Allah’ın kudretine şahitlik eden hârikalardan insanların çoğunun gafil bulunduklarını hatırlatmaktadır. Şöyle ki: Firavun, Hz. Musa ile ona imân eden İsrail oğulları kabilelerine pek çok ezâ ve cefâya başlamıştı. Hz. Musa’nın duası kabul olundu, kendisiyle kardeşi Hz. Harun’un ve onlara tâbi olan İsrail oğullarının Mısırdan çıkıp gitmelerine Allah tarafından müsaade verildi. Bunun üzerine toplanarak ansızın Mısır’dan çıkıp gitmeğe başladılar. Bunların bu hareketlerinden haberdar olan Firavun’un, pek çok kuvvetli bir ordusu ile bunları takibe başladı, İsrail oğulları, Bahri Ahmer = Bahri Kulzüm denilen Süveyş denizi kenarına gelmişlerdi. Düşmanları ise kendilerini takib edip duruyorlardı. Korkunç bir vaziyet!. Fakat Hz. Musa, aldığı ilâhî bir vahiyden dolayı âsasını denize vurdu, bir harika olarak İsrail oğullarının oniki kabilesi için oniki yol açıldı, oralardan geçerek selâmet sahiline eriştiler. İşte Cenâb-ı Hak, bu hadiseyi bir ibret ve uyanma vesilesi olmak üzere şöylece beyân buyuruyor: (Ve İsrail oğullarını denizden geçirdik) onları koruyarak denizin sahiline çıkardık (Firavun ile askerleri ise) sırf küfrlerinden dolayı (zulmetmek ve saldırmak üzere) tecavüzde bulunmak için (onların) o Hz. Musa’ya tâbi olan İsrail oğullarının (arkalarına düşmüşlerdi) bu düşmanlar binlerce suvâri askerlerden ibâret idiler, denizdeki yolların açılmış olduğunu gördüler, öyle bir hârikanın hikmetini anlayamadılar, İsrail oğullarını tepelemek için hemen o açık yollara atıldılar, bir kudret ile, onları böyle bir felâkete sevketmişti, onlar ise bundan gafil bulunuyorlardı. Sular tekrar birleştiler, yolları kapadılar. Firavun ile ordusu sular içinde kaldı, (nihayet ona) Firavun’a (boğulmak yetişince) boğulup gideceğini anlayınca lisanı ile veya kalben (dedi ki: Ben, İsrail oğullarının imân etmiş olduklarından başka ilâh olmadığına muhakkak ki, imân ettim.) Artık kendisininküfrünü anlamış, kurtulabilmesi için İsrail oğullarının imân etmekte oldukları kâinatın ilâhına imândan başka çare olmadığına kanaat getirmiş idi. Fakat bu, bir ümitsizlik imânı idi, bu haldeki bir imân, muteber değildir. O vakte kadar görmüş olduğu birçok mucizelere rağmen küfründe israr edip durmuştu. Şimdi öyle bir azabın ortaya çıktığını anlayınca imân etmiş (ve ben de müslümanlardanım) yani: Nefsimi Cenâb-ı Hak’ka teslim eden İsrail oğulları gibi samimi mü’minlerdenim, demişti. Ne yazık ki: Artık vakti geçmişti. Böyle bir imân kabule lâyık değildi. Özellikle Allah Teâlâ’ya imân ettiğini söylemiş ise de Hz. Musa’nın Yüce bir Peygamber olduğunu yine itiraf etmemiş gibi bulunuyordu. Yüce Allah’ın herhangi bir Peygamberini tasdik etmemek ise Cenab’ı Hak’ka imân etmemek hükmündedir.
.91. Şimdi mi? Ve sen muhakkak ki, evvelce isyan etmiş ve bozgunculardan olmuş idin.
91. Firavun öyle boğulmak korkusuyla Allah Teâlâ’ya imân edince kendisine bir azarlama ve red olmak için denildi ki: (Şimdi mi?) İmân ediyorsun?. Şimdiye kadar aklın nerede idi?. Ne için âcizliğini düşünmedin de rablık iddiasına cür’et gösterdin?. Ne için o mucizeleri inkâr ediyor, Hz. Musa’yı tasdik etmeyip bilâkis hayatına kasdetmek istiyordun?. (Ve sen muhakkak ki, evvelce) bu boğulma hâdisesinden önce senelerce (isyan etmiş) günahkâr bulunmuş, hakkı kabulden kaçınmış, Yüce bir Peygamberin ve ona imân edenlerin hayatlarına kasteylemiş, (ve) müslümanlardan değil (bozgunculardan olmuş idin) başkalarını saptırarak kendine taptırmak alçaklığını işlemiştin, artık senin böyle ölümünü görüp durduğun bir sırada imân etmenin ne ehemmiyeti olabilir?, ki, seni Allah’ın azâbından kurtarsın, senin mânevî hayatını temin edebilsin!.
92. Artık bugün senin cesedini kurtaracağız, tâki, senden sonra geleceklere bir ibretolasın. Ve şüphe yok ki, insanlardan birçokları bizim âyetlerimizden elbette gafillerdir.
92. Ey Firavun!. (Artık) Senin helâkin kaçınılmazdır. (Bugün) Ancak (senin cesedini kurtaracağız) yani: Senin cismini ruhsuz olarak denizden çıkarıp sahile alacağız, yahut seni elbisenden soyulmuş bir halde dışarı çıkaracağız, veyahut Firavun, altundan yapılmış bir zırh giyinmiş idi, onunla beraber sahile atılarak onun kendisi olduğu bu suretle de görülüp anlaşılacaktı. (Tâki) Ey Firavun sen (senden sonra geleceklere de bir ibret olasın) gerek İsrail oğullarına ve gerek daha sonra dünyaya gelecek milletlere senin bu felâkete uğramış olman bir uyanma vesilesi olsun, İşte Allah Teâlâ’yı vaktiyle tasdik etmeyen, kendisine rablık rütbesi vererek halkı kendisine taptırmak isteyen herkesin ahlâkına, mukaddesatına engel olmak sevdasında bulunan bozguncu kimselerin âkibetleri böyle felâkettir. Artık bu gibi bozguncu kimseler için Firavun’un ve benzerlerinin uğramış oldukları korkunç âkıbetler birer ibret levhası, birer uyanma vesilesi bulunmaktadır. (Ve şüphe yok ki, insanlardan birçokları bizim âyetlerimizden elbette gafildirler) Cenâb-ı Hak’kın varlığına, kudret ve büyüklüğüne, ilâhî dinin yüceliğine ve gerçek oluşuna açıkça şahitlik eden nice delilleri, hârikaları, güzelce tefekkür etmezler, dinsizlik, ahlâksızlık yüzünden nice kimselerin, kavimlerin helâk olup gittiklerini, onların o müthiş, tarihî hallerini nazarı dikkate almazlarda cehâlet ve sapıklık içinde yaşar dururlar. Halbuki, Yüce Allah, öyle dinsiz, ahlâksız şahısların, cemiyetlerin başlarına gelmiş olan felâketleri insanlara böyle kutsî âyetleriyle haber vermektedir ki, bunları güzelce düşünerek kendi hayatlarını, İtikatlarını, ahlâklarını düzeltsinler ve tanzim edebilsinler, bu da insanlık hakkında Allah’ın rahmetinin bir eseridir. Allah Teâlâ cümlemize uyanıklıklar nasip buyursun Âmin.. Sûre’i Bakaredeki (40 – 42 – 47 – 56) ıncı âyetlereA’raf sûresindeki (132 – 137)ncı âyetlere de bakınız!.
93. Ve and olsun ki. İsrail oğullarını salih = doğru bir yurda yerleştirdik. Ve onlara tertemiz şeylerden rızık verdik. Sonra kendilerine ilim gelinceye kadar ayrılığa düşmediler. Şüphe yok ki, Rabbin onların arasında ihtilâfa düştükleri şeyler hakkında kıyâmet günü hükmedecektir.
93. Bu âyeti celile, İsrail oğullarının kavuştukları nîmetlerden ve mâlûmattan sonra ihtilâfa düşmüş olduklarını ve bu yüzden âhirette muhakemeye tâbi olacaklarını şöylece bildirmektedir: (Ve and olsun ki. İsrail oğullarını salih) doğru, seçkin, hayır ve bereket sahası olan (bir yurda) Mısır’a ve Şam’a veya Şam, Fürs ve Ürdün diyarına (yerleştirdik) öyle razı olacakları, istifâde edecekleri yerlere indirdik. (Ve onlara temiz şeylerden rızık verdik) yani: Onları helâl, lezzetli meyvelere, sebzelere, sütlere, ballara vesaireye kavuşturduk. Firavun ile kavminin elleri altında olan yerlere İsrail oğullarını mirasçı kıldık. (Sonra kendilerine ilm gelinceye kadar) Tevrat’daki hükmler kendilerine tebliğ edilinceye değin o İsrail oğulları dinlerinde (ayrılığa düşmediler) Ne zaman ki, Tevrat nâzil oldu, onu okudular, ondaki hükmleri öğrendiler, onu müteakip dinlerinde ihtilâfa düştüler. Yahut İsrail oğulları, Son Peygamber’in dünyayı şereflendireceğini kendi kitaplarında görmüş, okumuşlar idi, onun ortaya çıkacağına inanıyorlardı. Vaktaki, o Yüce Peygamber, gelip insanları İslâmiyete dâvet etti, onun peygamberlik iddiasındaki doğruluğu, mucizeler ile sâbit oldu, bunu görüp bildikten sonra İsrail oğulları ihtilâfa düştüler, Abdullah İbni Selâm ile ashâbı gibi zatlar imân ettiler, bir çokları da sadece haset ve boş olma sevgisi nedeniyle o Yüce Peygamberi inkâra cür’et eylediler. (Şüphe yok ki, Rab’bin onların arasında ihtilâfa düştüklerişeyler hakkında) kısaca Hz. Muhammed’in peygamberliği hususunda (kıyâmet günü hükmedecektir.) Hakkı yerine getirenlerle iptal edenleri mü’min olanlar ile olmayanları seçip ayıracaktır.
94. Eğer sen, sana indirmiş olduğumuz şeylerden kuşkuda isen senden evvel kitap okumakta olanlardan sor. And olsun ki, sana hak Rabbinden gelmiştir. Artık şüphe edenlerden olma.
94. Bu mübârek âyetler de Rasûlü Ekrem’in ilâhî vahye mazhar bir Yüce Peygamber olduğunun önceki kitaplarda zikredilmiş olduğunu, bunda bir şüpheye mahal bulunmadığını, bu hakikatı yalanlayanların ise hüsrana uğrayanlardan olacağını hatırlatmaktadır. Şöyle ki: Resûlüm!. (Eğer sen, sana indirmiş olduğumuz şeylerden) kıssalardan, tarihî olaylardan, İsrail oğulları ile Firavun’a ve kavmine ait hâdiselerden faraza (şüphede olmuş isen) yani: Etrafında bulunanların içinde böyle bir şüphe ve tereddütde bulunanlar var ise bu şüpheyi gidermek için (senden evvel kitap okumakta) Tevrat ve İncil gibi ilâhî kitapları okuyup içindekileri öğrenmiş (olanlardan sor) o şüphe edilen şeylerin birer hakikat olduğu o kitaplarda sabit, kendilerince muhakkaktır. (And olsun ki, sana hak) şüpheye ve tereddüde mahal bulunmayan kesin âyetler, ilâhî haberler sana (Rab’binden gelmiştir.) o şeyler sana hakkıyla bildirilmiştir. (Artık şüphe edenlerden olma) sahip olduğun kesin karar ve kanaatten ayrılma, o kat’î inancın üzerinde devam et.
95. Ve sakın Allah’ın âyetlerini yalanlayanlardan olma. Sonra ziyana uğramışlardan olursun.
95. (Ve) Ey Yüce Peygamber!, (sakın Allah’ın âyetlerini yalanlayanlardan olma) öyle inkârcıların sözlerine iltifat etme, öyle çirkin dinî hükmlere aykırı bir durumun,peygamberliğin şânıyla uzlaştırılması mümkün olamaz. Faraza o inkârcılara uyacak olsan, (sonra hüsrana uğramışlardan olursun) nefislerini zarar ve ziyâna, felâkete mâruz bırakmış olanlara katılmış bulunursun. Halbuki, haddizatında mâsum olan Yüce bir Peygamberde böyle bir noksanlık düşünülmüş değildir. Binaenaleyh Peygamber Efendimize böyle bir hitap, onun ümmetine hitap demektir. Bu gibi hitaplar, karşılıklı konuşmalarda cereyan eder. Meselâ: Bir hükümdar, bir vezirinin idâresi altındaki birçok kimselere bir muamelenin yasaklandığını anlatmak için o vezirine hitaben; “Sen şu muameleyi yaparsan hakkında şöyle bir ceza gerekir.” der, bununla bütün o kimselere hitab etmiş olur. Çünki böyle bir hitap, daha fazla tesirlidir. Bununla beraber böyle bir hitap, bazen birşeyin mümkün veya vâki olmadığını başkalarına göstermek maksadına dayanmış olur. Meselâ: Hz. İsa’nın ilahlık dâvasında bulunmadığı Cenâb-ı Hak’ca bilinmektedir. Öyle olduğu halde: Ona hitaben: “Sen mi insanlara dedin ki? Beni ve vâlidemi iki ilâh edinin” diye buyurulması, Hz. İsa’nın böyle bir iddiada bulunmadığını açıklayarak ona öyle bir isnatta bulunanları yalanlamak içindir.
96. Muhakkak o kimseler ki, aleyhlerinde Rabbin sözü tahakkuk etmiştir, onlar imân etmezler.
96. Bu mübârek âyetler, kendi kötü irâdelerinden dolayı haklarında imansızlık takdir edilen kimselerin ne kadar deliller, mucizeler ortaya çıksa da kendilerine açık bir azap yönelmedikçe imân edemiyeceklerini beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Muhakkak o kimseler) o nefislerini zarara uğratmış, kendi irâdelerini, ihtiyarlarını kötüye kullanmış kâfirler (ki, aleyhlerinde Rab’bin kelimesi) hüküm ve kazası, levh-ı mahfuzdaki yazısı (tahakkuk etmiştir.) onların imân etmiyeceklerimeleklere haber verilmiştir. (Onlar imân etmezler) kâfir olarak ölürler. Çünki Allah’ın takdiri bozulamaz, ilâhî haber hakikate aykırı olamaz.
97. İsterse, onlara her âyet gelsin. Pek acıklı azâbı görünceye kadar küfrlerinde devam ederler
97. (Velev ki, onlara) Öyle küfr üzere ölmeleri, takdir edilen kimselere (Her âyet gelsin) kendilerine birçok deliller, mucizeler gösterişin, onlar yine küfr üzerine ısrar eder dururlar. Çünki onların Cenâb-ı Hak’ca ezelde bilinen kötü irâde ve kesblerinden dolayı imân etmemeleri hakkında ilâhî irâde tecelli etmiştir. Onların imanları hakkında ilâhî bir irâde bulunmadıkça yanlızca deliller, hârikalar onları hidâyete sevkedemez. Onlar (pek acıklı azâbı) ölüm sarhoşluğunu, cehenneme ait alâmetleri (görünceye kadar) küfrlerinde devam ederler. O azâbı gördükten sonraki bir imân ise, bir ümitsizlik imânı olacağından makbul olamaz. Öyle bir imân, sahibine fâide veremez. Nitekim Firavun’a boğulduğu zamandaki imânı faydalı olamamıştı.
98. Hiç bir şehir ahalisi yoktur ki, ümitsizlik halinde imân etmiş olsun da bu imânı ona fâide versin. Yunus kavmi ise müstesnâ. Ne zaman ki imân ettiler, onlardan dünya hayatında rüsvaylık azâbını kaldırdık ve kendilerini bir müddete kadar faydalandırdık.
98. Bu mübârek âyetler, ümitsizlik halindeki imanların kabul edilmeyeceğini, ancak Yunus kavminin imânı takdir edilmiş olduğundan azap alâmetlerini görür görmez imâna kavuştuklarını bildirmektedir. Ve hiç bir kimsenin Allah’ın takdirine yaklaşmadıkça imâna nâil olamayacağını ve binaenaleyh bir kimseyi cebir ve zorlama ile imâna sevketmeye yer olmadığını, ve akıllarını güzelce kullanmayanların cezalara uğrayacaklarını hatırlatmaktadır. Şöyle ki: Küfr üzere yaşamış (hiçbir şehir ahalisi yoktur ki) kendisineAllah’ın azâbı yönelip de öyle bir (ümitsizlik halinde imân etmiş olsun da bu imânı ona fâide versin) onu o azaptan kurtarsın. Bu vâki olmamıştır. Bu andaki imân kendilerine fâide vermez. (Yunus) Aleyhisselâm’ın (kavmi ise müstesnâ) onlar daha azap alâmetlerini görür görmez tam bir samimiyetle Cenâb-ı Hak’ka yalvardılar, samimî surette tövbe ettiler. Onlar (vaktaki) bu şekilde derhal (imân ettiler) Hz. Yunus’un Peygamberliğini kabul ve Allah’ın birliğini tasdik eylediler. (Onlardan dünya hayatında rüsvaylık azâbını açıverdik) onları kendilerine gelecek felâket ve helâkten kurtardık (ve kendilerini bir müddete kadar) ömürlerinin sonuna değin (yararlandık) nimetlere kavuşturduk.
§ Yunus Aleyhisselâm: Musul tarafında bulunan “Ninova” beldesi ahalisine Peygamber gönderilmişti. Bu ahali, Hz. Yunus’un davetini kabul etmediler, müşrikce yaşamaya devam ettiler. Hz. Yunus onların üzerine kırk güne, diğer bir rivayete göre üç güne kadar bir azap geleceğini haber verdi. Onlar da Hz. Yunus’un yalan söylediğini bilmiyoruz, bakalım içimizden çıkar giderse başımıza bir azap geleceği muhakkaktır demişler. Gerçekte Hz. Yunus bir gece içlerinden çıkıp gitmiş, onu müteakip hava kararmış, her tarafı duman sarmış, beldeleri karanlık içinde kalmağa başlamış, büyük bir felâketin kendilerine geleceğini anlamışlar, Hz. Yunus’u aramışlar ise de bulamamışlar, Cenâb-ı Hak onların kalplerine tövbe hissini düşürmüş, hemen erkekleri, kadınları, çocukları, hayvanları toplayarak bir sahraya çıkmışlar, hazin hazin ağlamışlar, yakarışta bulunmuşlar, birbirlerinden helâllik almaya çalışmışlar, hatta içlerinden birisi başkasına ait bir taş üzerine yaptırmış olduğu evini yıkarak o taşı çıkarmış, sahibine iade eylemiş, kısacası Hz. Yunus’un bir Peygamber olduğunu tasdik ederek pek samimi bir şekilde imân eylemişler, Cenâb-ı Hak’ta merhamet buyurmuş, onların dualarını kabul edereküzerlerine gölgesi düşmekte bulunan azâbı onlardan kaldırmıştır. Bu hâdise, âşûra gününe tesadüf eden bir cuma gününde meydana gelmişti. Bu kavim, bizzat azâbı görmeyip onun yanlızca alâmetlerini görmüş ve pek samimî şekilde tevbe edip af diledikleri için Cenâb-ı Hak kendilerini bu azaptan kurtarmıştır. Firavun ise bizzat azâbı görmüş, sırf bir korku sebebiyle imân iddiasında bulunmuş olduğu için onun imânı tam bir ümitsizlik imânı olduğundan kabul edilmemiştir. Hz. Yunus, kavminden ayrıldıktan sonra deniz kenarına gitmiş, bir gemiye binmiş fakat gemi hareket etmemiş, bu gemide efendisinden kaçmış bir köle bulunmalıdır ki, böyle yürümez oldu. Kur’a atalım kime isâbet ederse onu gemiden çıkaralım demişler. Hz. Yunus da o köle benim ki, Rab’bimin daha müsaadesini almadan kavmimin arasından çıktım, ayrıldım diyerek kendisini denize atmış, derhal büyük bir balık tarafından yutulmuş, fakat, kendisi çokca tesbih ve tehlilde bulunur bir zat olduğu için Cenâb-ı Hak kendisini o felâketten kurtarmış, balık o mübârek zâtı sahile atmıştı. Vücudu pek ziyade zedelenmiş bulunuyordu. Nihayet o arıza da yok olmuş, yine kavminin yanına dönmüş, onlar da yüz binden daha ziyâde bulunuyorlardı. Hepsi de Hz. Yunus’a imân ederek kendileri için takdir edilen zamana kadar yaşamışlardı, İsrail oğullarından olan Hz. Yunus, bilahara Ninova şehrini terkederek uzlete çekildiği bir yerde vefat etmiştir. Daha sonra da Ninova şehrini düşmanları kuşatarak harab etmişlerdir. Oraya hâkim olan Asuriye devleti de tarih sahnesinden silinmiştir.
99. Ve eğer Rabbin dilese idi elbette yeryüzünde kim varsa hepsi de cümleten imân ederlerdi. Artık o halde inanmaları için sen mi insanları zorlayacaksın?
99. (Ve) Ey Yüce Peygamber!. (Eğer Rab’bîn dilese idi elbette yeryüzünde kim varsa) hiçbiri geri kalmamak üzere (hepsi de cümleten imân ederlerdi) senin peygamberliğini tasdik ederek hiçbir muhalefette bulunmazlardı. Halbuki, onların hepsi hakkında öyle bir mutluluk irâdesi ezelî âlemde tecelli etmemiştir. Onların kendi irâdelerine, kesiblerine göre haklarında hikmet gereği ne ise o takdir edilmiştir. (O halde) Öyle imanları takdir edilmiş olmadığı halde (inanmaları için sen mi insanları zorlayacaksın?.) Yani: Ey Yüce Resûl!. Sen bütün insanlar imân etsinler diye çalışıyorsun, üzülüyorsun, küfrlerinden üzüntü duyuyorsun. Halbuki, kendi kusurlarından dolayı imanları takdir edilmiş olmayan kimseler artık imân edemiyeceklerdir. Sen onlardan mes’ul değilsin. Kendini öyle hüzn ve kedere mâruz bırakma. Binaenaleyh bu âyeti kerime de Rasûlü Ekrem hakkında bir teselliyi içermektedir.
100. Hiçbir şahıs için Allah Teâlâ’nın izni olmaksızın imân etmek mümkün değildir. Ve murdarlığı, akıllıca düşünmez kimselerin üzerine kılar.
100. Evet.. (Hiçbir şahıs için Allah Teâlâ’nın izni) irâdesi, takdiri (olmaksızın) hiçbir vakit (imân etmek mümkün değildir) yani: Hiç bir kimse, kabiliyeti olmayan bir şahsı zoru zoruna hakikî bir şekilde imân şerefine kavuşturmuş olamaz. Ancak Cenab’ı Hak, iradesini, ihtiyarını güzelce kullanan hangi bir kulunu imâna muvaffak kılar. (Ve) O Hikmet Sahibi Yaratıcı (murdarlığı) azâbı, hakarete sebep olan herhangi bir zelilliği (akıllıca düşünmez) Cenâb-ı Hak’kın kendisine verdiği aklı, fikri, irade kuvvetini güzelce kullanmayarak ihtiyarını küfr ve isyan yönüne sarfeden (kimselerin üzerine kılar) onları hidayetten mahrum bırakır, onları ebedî azaplara uğratır, lâyık oldukları cezalara kavuşturur, İşte bu imtihan âleminin gereği budur.
101. De ki: Bakınız! Göklerde ve yerde olanlarnelerdir? Fakat inanmayan bir kavim için âyetler ve uyarıcılar bir fâide vermez.
101. Bu mübârek âyetler, insanların dikkatlerini Allah’ın varlığının birer muazzam delili olan göklerdeki ve yerdeki yaratılış eşsizliklerini celbetmektedir. Asr-ı saadetteki inkârcılarında daha evvelki asırlardaki inkârcıların başlarına gelmiş olan felâketlerini mislini beklemekte olduklarını bildirmektedir. Öyle felâketlerden Peygamberler ile onlara imân edenlerin kurtulup inkârcıların o yüzden mahv ve helâk olacaklarını hatırlatmaktadır. Şöyle ki: Resûlüm!. Cenâb-ı Hak’kın varlığına birliğine dair senden delil isteyen dinsizlere, müşriklere (de ki: Bakınız) tefekkür ediniz (göklerde ve yerde olanlar nelerdir?.) ne garip, eşsiz ve bir Yüce Yaratıcının varlığına şahit şeyler vardır. Bir kere üzerimizdeki âlemlere bakmalı, nedir o muazzam varlıklar?. Güneşin, ay’ın, yıldızların parlak varlıkları, gecelerin, gündüzlerin, muhtelif mevsimlerin birbirini muntazaman takip edip durması ne büyük birer ilâhî kudret eseridir?. Bir kere de yeryüzüne bakmalı, bundaki muhtelif hayat sahipleri, çeşit çeşit ekinler, meyveler, madenler, dereler, denizler ne kadar çeşitli ve birer gayeye yönelik bulunmaktadır?. Artık insanlar, bunları güzelce düşünmeli, bunlar ile bir Yüce Yaratıcı’nın varlığına delil getirerek güzel bir inanca kavuşmak değil midirler? (Fakat imân etmez bir kavim için) kendi yaratılışlarını kötüye kullanacakları cihetle küfrleri takdir edilen bir topluluk için (âyetler) hârikalar ne kadar açık olursa olsun (ve uyarıcılar) Cenab’ı Hak’kın azâbını bildirerek insanları imâna, takvâya dâvet eden Peygamberler ve onların mirasçıları (bir fâide vermez) onlar yine küfrlerinde ve isyanlarında devam eder dururlar. Evet.. Böyle dinsizlikleri takdir edilen kimseleri hangi muazzam bir eser, mübârek bir zat imâna kavuşturabilir?. Elbette edemez. Çünki onlar kendi kabiliyetlerini kendileri zâyi etmişlerdir.
102. Artık onlar beklemezler, ancak kendilerinden evvel geçmiş olanların günlerinin benzerlerini beklerler. De ki: Bekleyiniz, ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim.
102. (Artık onlar) O Peygamberin risâletini inkâr eden Mekke müşrikleri ve benzerleri (beklemezler) gözetip durmazlar (ancak kendilerinden evvel geçmiş olanların) Nuh kavmi gibi, kıptiler gibi dinsiz, helâke uğramış kimselerin (günlerinin benzerini) onların başlarına gelmiş olayların, korkunç felâketlerin birer benzerini (beklerler) kendilerinin de başlarına öyle felâketlerin geleceğini gözetir dururlar. Resûlüm!. Onlara (de ki: Bekleyiniz) âkıbetinizi gözetiniz, azâbı bekleyiniz (ben de sizinle beraber) üzerinize azabın gelmesini (bekleyenlerdenim) elbette ki, sizlere böyle bir azap, bir felâket gelecektir.
103. Sonra biz Peygamberlerimizi ve imân etmiş olanları kurtarırız. Böylece bizim üzerimize bir hakdır ki, mü’minleri kurtarırız.
103. (Sonra) Öyle geçmiş kavimlerden itibaren (biz Peygamberlerimizi ve) onlara tâbi olup (imân etmiş olanları) onların muhitlerine yönelen azaptan (kurtarırız) onları kurtuluş sahasına kavuştururuz. (Böylece) Peygamberleri ve onlara tâbi olan mü’minleri kurtardığımız gibi (bizim üzerimize bir hakdır ki) yani, Yüce zahmin vâdi ve hükmü gereğidir ki, (mü’minleri) bütün imân ehlini ve bilhassa Hz. Muhammed ile ona tâbi olanları (kurtuluşa erdiririz) onları helâkten, azaptan koruruz. İşte imânın yüce mükâfatı!.
104. De ki: Ey insanlar! Eğer siz benim dinimden şüphede iseniz, haberiniz olsun ki ben Allah Teâlâ’dan başka taptığınız şeylere ibâdet etmem. Ve lâkin ben o Allah Teâlâ’ya ibâdet ederim ki, sizlerin canlarını alıverir ve ben emrolunmuşumdur ki, mü’minlerden olayım.
104. Bu mübârek âyetler, İslâm dininin yüksek mahiyetini ve Rasûlü Ekrem’in neler ile mükellef ve ne suretle ibâdet ve itaade devam edici olduğunu bildirmektedir. Cenab’ı Hak’kın takdir etmiş olduğu bir zararı veya hayrı yok etmeye ve var etmeye, değiştirmeye ve bozmaya kimsenin kaadir olamayacağını hatırlatmaktadır. Şöyle ki: Ey Yüce Peygamber!. Senin kendilerini İslâm dinine dâvet etmeye emrolunduğunda şek ve şüphede bulunarak imân etmeyenlere (de ki: Ey insanlar!. Eğer siz benim dinimde) sizi kendisine dâvet etmekte bulunduğum İslâmiyette (bir şüphede iseniz) haberiniz olsun ki, o hak bir dindir. Sizlerse öyle bir dini kabul etmeyip ondan kaçınıyorsunuz, putlara tapınıyorsunuz, İslâm dini ise buna asla müsaade etmez. Binaenaleyh (ben Allah Teâlâ’dan başka) sizin (taptığınız şeylere) putlara, öyle hiçbir şeyi yaratmaya kudretleri olmayan mahlûklara (ibâdet etmem) onları asla mâbud tanımam (velâkin ben o Allah Teâlâ’ya ibâdet ederim ki, sizlerin canlarını alıverir) ruhlarınızı alarak sizi lâyık olduğunuz azaplara kavuşturur. (Ve ben) Allah tarafından (emrolunmuşumdur ki, mü’minlerden olayım) Allah Teâlâ’nın varlığını, birliğini ve onun tarafından gelen hükmleri tasdik edici olarak inancı temiz zatlardan bulunayım; sizin gibi akıla, nakile, ilâhî vahye aykırı itîkatlarda bulunan inkârcılardan kaçınayım.
105. Ve yüzünü İslâmiyet’te sâbit olarak dine doğrult ve müşriklerden olma.
105. (Ve) Bana Allah tarafından emrolunmuştur ki: (Yüzünü) Hânif olduğun halde, yani: (İslâmiyet’te sâbit) Hakka yönelici, doğrulukla vasıflanmış, dini vazifelerini yerine getirmeye kabiliyetli (olarak dine) İslâmiyet’e (doğrult) bâtıl dinlerden uzak ol, ruhen, bedenen hak dine dondurulmuş bulun. (Ve müşriklerden olma) Allah’ın birliği inancını yaymaya çalış, insanlığı irşada devamet. Gerek itikat ve gerek amel yönüyle gayri müslimlerden kaçın.
§ Rasûlü Ekrem Hazretleri, bilindiği üzere mâsumdur, ondan İslâmiyet’e aykırı hareketin çıkması düşünülemez. Binaenaleyh bu gibi Rasûlullah’a yönelik olan emirler, yasaklar onun vasıtasiyle ümmetinin fertlerine yöneliktir. Artık bütün müslümanlar, îslâm dini üzere devamda bulunmakla emrolunmuşlardır.
§ Hânif eğrilikten uzak olandır veya evvelki yaramazlıktan geri dönüp hakka kavuşan kimse demektir. Müslim olan bir zata da “hânif” denilir. Çoğulu hünefadır. îbrahim Aleyhisselâm’a da “hânif” denilmiştir. Çünki kavminin, babalarının ibâdet ettikleri bâtıl putlardan kaçınıp hakka ibâdette bulunduğu için bu ismi almıştır.
106. Ve Allah’tan başka sana ne fâide ve ne de zarar veremiyecek olanlara ibâdet etme. Şayet edecek olursan şüphe yok ki, sen o takdirde zalimlerden olmuş olursun.
106. (Ve) Ey Yüce Peygamber!. Sen yani: Ey Muhammed ümmeti!. (Allah’tan başka) onun gayrı olup (sana ne) kendisine ibâdet etsen (fâide ve ne de) kendisine ibâdet etmesen (zarar vcremiyecck olanlara) putlara, insanlara veşâir mahlûklara (ibâdet etme) onlara tapınmak gibi bir harekette bulunma (şayet) onlara böyle bir ibâdet (edecek olursan şüphe yok ki, o takdir de) öyle mâbutluk sıfatına sahip olmayan fâni şeylere tapınmış olduğun surette (zalimlerden olmuş) kendi nefsine zulm etmiş (olursun.) Çünki o takdirde ibâdet, yerine konulmuş olmaz, âciz, menfaat vermeğen kudretsiz bir şeye boş yere ibâdette bulunulmuş olur ki, bu en büyük bir zulmdur, ve Allah’ın hukukuna bir saldırıdır.
107. Ve eğer Allah Teâlâ sana bir zarar dokundurursa artık ondan başka onu bir giderecek yoktur. Ve eğer sana bir hayır dilerse artık onun lütfunu red edecek deyoktur. Bunu kullarından dilediğine eriştirir ve o bağışlayandır, esirgeyendir.
107. (Ve eger Allah Teâlâ sana bir zarar) Fakirlik gibi, hastalık gibi bir musibet (dokundurursa artık ondan başka) O Yüce Yaratıcıdan gayrı (onu) o zararı (bir açacak) giderecek (yoktur) hiçbir kimse buna güç yetiremez (ve eger sana bir hayır) bir bolca rızk, güzelce bir sıhhat (dilerse) o da senin hakkında ilâhî bir lûtuf demektir, (artık onun) Öyle (fazlını) lûtf ve keremini (red edecek yoktur) hiçbir kimse ona mâni olamaz (bunu) bu hayrı, bu lûtuf ve keremi (kullarından dilediğine eriştirir) bu, O Yüce Yaratıcının iradesine, takdirine aittir. (Ve o) Kerem Sahibi Yaratıcı (gafurdur) dilediği kullarının günahlarını fazlasıyla örter ve o (rahîmdir) kullarına lûtf ve keremi pek ziyadedir. Artık öyle bir Yüce Mâbud var iken başkalarına ibâdette bulunmak nasıl câiz ve uygun olabilir?.
108. De ki: Ey insanlar! Muhakkak ki, Rabbiniz tarafından size hak gelmiştir. Artık her kim hidâyeti kabul ederse kendi nefisi için hidâyete ermiş olur. Ve her kim sapıklığa düşerse şüphe yok ki, kendi nefisi aleyhine sapıklığa düşmüş olur. Ve ben sizin üzerinize bir vekil değilim.
108. Bu mübârek âyetler, insanlar için hidâyet yolunu gösteren ve sırf hakikat olan Kur’an’ı Kerim’in inişini müjdelemektedir. Artık hidâyeti seçenlerin kendi lehlerine, seçmeyenlerin de kendi aleyhlerine hareket etmiş olacaklarını ihtar eylemektedir. Yüce Peygamberin de kendisine vahy olunan ilâhî emirlere tâbi olup ilâhî hükmün tecellisine kadar sabr ile yükümlü bulunmuş olduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey Peygamberlerin sonuncusu!. Kendilerine Peygamber gönderilmiş olduğun kimselere (de ki: Ey insanlar!.) Ey Allah Teâlâ’nın mükellef kulları!. (Muhakkak ki Rabbiniz tarafından size hak gelmiştir) yani:Kur’an’ı Kerim nâzil olmuştur. Sizin için yükümlü olduğunuz vazifeler hakkıyla bildirilmiştir, bir özür ileri sürmenize mahal kalmamıştır. (Artık) Sizden (her kim hidâyeti kabul ederse) yani: Peygambere imân eder, Allah’ın kitabı ile amelde bulunursa (kendi nefsi için hidâyete ermiş olur) çünkü Hak’ka tâbi olmuş, bâtılı terk eylemiş, nefsini azaptan kurtararak cennete aday bulunmuş olur. (Ve) Bilâkis (her kim sapıklığa düşerse) hakkı kabul etmezse, meselâ: Dinî hükmlerden birini inkâr eylerse (şüphe yok ki, kendi nefsi aleyhine sapıklığa düşmüş olur) çünkü böyle bir sapıklığın vebali, mes’uliyeti kendi aleyhine yönelir, kendi nefsini azâba lâyık kılmış bulunur. (Ve ben) Ey insanlar!, (sizin üzerinize bir vekil değilim) yani: Ben bir Peygamberim, dinî hükmleri size tebliğ ile emrolunmuş bir müjdeci ve uyarıcıyım, yoksa sizin hareketlerinizi fiilen korumak ve düzenlemekle emrolunmuş değilim. Ben vazifemi yerine getirmiş bulunmaktayım. Artık siz kendi vazifelerinizi düşününüz!. Artık siz kendi âkıbetinizi düşünmeli, hakka tâbi olmalı, batıldan kaçınmalı değil misiniz?.
109. Ve sana vahy olunana tâbi ol ve Allah Teâlâ hükmedinceye kadar sabret. Ve o, hükmedenlerin en hayırlısıdır.
109. (Ve) Ey Yüce Peygamber!. Sen (sana vahy olunana tâbi ol) Kur’an-ı Kerim’in açıklamaları doğrultusunda hareket et, onu ümmetine tebliğ eyle (ve Allah Teâlâ hükmedinceye kadar) yani: Düşmanlarına karşı sana zafer verinceye değin, senin dinini ortaya çıkarıncaya değin veya cihad için sana emir eyleyinceye kadar (sabret) onları İslâm dinine dâvet hususunda, onların eza ve cefalarına tahammül hususunda sabırlı bulun, metanetten ayrılma. Sabrın sonu selâmettir, mükâfattır. (Ve o) hikmet sâhibi Yaratıcı; şüphe yok ki, (hükmedenlerin en hayırlısıdır) çünki onun hükmünde asla hata düşünülmüşdeğildir. O Âlim Mâbud, bütün mahlûklarının gizli ve açık bütün hallerini hakkıyla bilicidir. Artık her akıllı, düşünceli insan için lâzımdır ki; hayatını güzelce tanzim etsin, Hak Teâlâ Hazretlerinin kudretini, azametini, ilâhî hükmünü düşünerek mes’uliyeti gerektirecek hareketlerden kaçınsın, Allah’ın rızasını kazanmaya vesîle olacak güzel amellerde bulunarak hakikî istikbalini temine muvaffak olsun. Ve başarı Allah’tandır.
.
HUD SURESİ
Bismillâhirrahmânirrahîm
Bu sûre’i celile, yüz yirmi üç âyetten meydana gelmektedir. Gerçek görüşe göre, Mekke’i Mükerreme’de nâzil olmuştur. Yalnız (11), (16), (114), üncü âyetlerinin Medine’i Münevvere’de nâzil olduğu rivayet olunmaktadır. Bu mübârek Hûd Sûresi, Yunus Sûresini müteakip nâzil olmuştur. Her ikisi de inanca ait esasları, Kur’an-ı Kerim’in ilâhî bir mucize olduğunu, âhiret hayatına, sevap ve azâba dâir beyanları ve bir kısım Peygamberlerin kıssalarını içermektedir. Evet.. Hz. Hûd’dan başka Nûh, Sâlih, İbrahim, Lût, Şuayb, Musa Aleyhisselâm’a dair de en mühim bilgileri kapsamaktadır. Bunlara ait olan Kur’ânî açıklamaları, Rasûlü Ekrem Efendimizi teselliyi ve müslümanlar içinde en tesirli öğütleri ve uyanma vesilelerini içermektedir. Bu sûre’i celile, Yunus Sûresindeki bazı mücmel açıklamaları ayrıntılı olarak beyan buyurmaktadır ve Hz. Hûd’un mübârek hayatına dâir âyetleri içermiş olduğu için “HÛD SÛRESİ” adını almıştır. Hûd Aleyhisselâm için “A’RAF SÛRESINDEKI” (65) inci âyeti kerimenin tefsirine bakınız!.
1. Elif, Lâm, Ra, bir kitabdır ki, âyetleri hikmet sâhibi ve herşeyden haberdar olan Cenab’ı Hak tarafından sağlamlaştırılmış ve sonra açıklanmıştır.
1. Bu mübârek âyetler, Kur’an’ı Kerim’in nasıl muazzam bir ilâhî kitap olduğunu bildirmektedir. Bütün insanlığın yalnız Allah Teâlâya ibâdet etmelerini ve Hak rızâsı için tövbe ederek ondan mağfiret dilemelerini ve osayede güzel bir hayâta kavuşmalarını emir etmektedir. Yükümlü oldukları vazîfelerden yüz çevirenlerin de korkunç akıbetlerini hatırlatmaktadır. Ve nihâyet bütün insanların, herşeye kaadir olan Cenâb-ı Hak’kın mânevî huzuruna sevk ile muhakemeye tâbi olacaklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Elif, lâm, ra) bu mübârek tabir ya bu sûrenin bir ismi demektir. Yahud müteşabihattan bir tabir ve Allah’ın sırlarından bir sırdır. Mânâsını Allah’ın ilmine havâle ederiz. Bakare ve Yunus Sürelerinin birinci âyetlerine de bakınız!. (Bir kitapdır ki) yani: Bu gibi harflerden meydana gelen Kur’an-ı Kerim: Bir mucize ve ilâhî bir kitapdır ki, (âyetleri hâkim ve habir tarafından) yani: Bütün emirleri, yasakları, fiilleri hikmete dayalı olan ve bütün mahlûklarının hallerini bilen Allah Teâlâ katından (sağlamlaştırılmış ve sonra açıklanmıştır.) yani: Bütün âyetleri sağlamdır, noksandan, bozukluktan uzak bir şekilde tanzim edilmiştir. Sonra bununla beraber bütün âyetleri dinî hükümlere, öğütlere, peygamberlerin hayatlarına ve diğer fâideli hususlara dâir ayrıntılı bir halde bulunmaktadır.
2. Şunun için ki, Allah Teâlâ’dan başkasına kullukta bulunmayın. Şüphe yok ki, ben sizin için onun tarafından bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim.
2. Kur’an-ı Kerim’in âyetleri (Şunun için) öyle sağlam ve ayrıntılı olarak bulunmuştur (ki) Ey insanlar!. Siz o âyetleri güzelce dikkate alasınız (Allah Teâlâ’dan başkasına kullukta bulunmayasınız) yalnız o Kerem Sahibi Yaratıcınıza kullukta, bulunup başkalarına tapınmayasınız. Yahut bu âyeti kerime, bir ilâhî mahiyettedir, Peygamberimizin lisanı vâsıtasiyle bizlere şöyle tebliğ edilmektedir: Ey insanlar!. Cenâb-ı Hak’tan başkasına ibâdette bulunmayınız, (şüphe yok ki, ben sizin için) Ey insanlık topluluğu!, (onun) OKâinatın Yaratıcısı (tarafından bir uyarıcıyım) Allah Teâlâ’dan başkalarına tapanları ebedî bir azap ile korkutucuyum (ve müjdeleyicîyim) Hak Teâlâ’nın birliğini bilip birlikte, yalnız ona ibâdetde bulunanları da sevap ile, ebedî mutluluğa kavuşmakla müjdeleyiciyim.
3. Ve hem Rabbinizden mağfiret dileyiniz. Sonra ona tövbe ediniz ki, sizi belirlenmiş olan acele kadar güzel bir nimet ile yararlandırsın ve her fazîlet sâhibine lütfunu versin. Ve eğer yüz çevirirseniz şüphe yok ki, sizin üzerinize büyük bir günün azâbından korkarım.
3. (Ve hem) Ey insanlar!. Siz günahlarınızdan dolayı (Rabbinizden mağfiret dileyiniz) ona sığınınız, ondan bağışlanmanızı niyazda bulunun (sonra ona tövbe ediniz) kusurlarınızdan dolayı pişmanlıkta bulunarak onları terke karar verin, ibâdet ve itaate devâma başlayınız, (ki sizi belirlenmiş olan ecele) Yani: Tâyin ve takdir edilen ömrünüzün nihayetine (kadar güzel bir nimet ile yararlandırsın) sizi güzel bir yaşayış, geniş bir rızk ile yaşatsın, sizi meşru servetlere, çoluk çocuğa kavuştursun (ve) Cenâb-ı Hak (her fazîlet sahibine) güzel amellerde bulunan kuluna dünyada veya âhirette (fazlını) mükâfâtını (versin) Evet.. Her kul, dünyadaki güzel amellerine göre âhiretde çeşitli saadet mertebelerine ulaşır ve böyle iyi ve fazilet sahibi zatlar, dünyada da çoğunlukla o güzel hareketlerinin mükâfâtını görürler. (Ve eğer) Ey insanlar!. Siz (yüz çevirirseniz) yani: Ey kendilerine Allah tarafından bir Peygamber olmak üzere gönderilmiş olduğum kimseler, siz benim tebliğ ettiğim dinî hükmlere, Kur’an’ı Kerim’in beyanlarına uymaz da bundan kaçınır iseniz (şüphe yok ki) ben (sizin üzerinize büyük bir günün) kıyâmet gününün (azâbından korkarım) yahut daha dünyada iken kıtlık ve pahalılık gibi ve diğer müthiş bir belâ gibi helâk edici bir kötülüğün üzerinize yöneleceğinden endişede bulunurum. Nitekimbir nice âsi milletler vaktiyle böyle birer müthiş akıbete yakalanmışlardır. İşte bütün insanlığa bir şefkat ve acıma eseri olmak üzere Kur’an lisânı ile öyle bir felâkete uğramamaları için nasihat verilmiş oluyor. Ne büyük bir ilâhî lûtuf!. Artık insanlar, bu öğütlerden istifadeye koşmalı değil midirler?.
4. Bütün dönüşünüz Allah Teâlâ’yadır. O ise her bir şey üzerine kadirdir.
4. Ey insanlar!. Âkıbet (bütün dönüşünüz Allah Teâlâ’yadır) hepiniz de öleceksinizdir, hepiniz de âhiretde Cenâb-ı Hak’kın yüce mahkemesine sevkedileceksinizdir. Mü’minler, iyi kullar mükâfatlara, kâfirler, asiler de lâyık oldukları azaplara kavuşacaklardır. (O) Yüce Yaratıcı (ise herbir şey üzerine kaadirdir) binaenaleyh sizi öldürmeğe, tekrar diriltmeğe, hepinizi de lâyık olduğunuz akıbetlere kavuşturmaya her şekilde ilâhî kudret fazlasiyle kâfidir. Artık bunu düşünmeli değil midir?. Evet.. İnsan, Allah’ın azâbını düşünerek titremelidir, kendisini o azabın pençesinden kim kurtarabilir?. Ve Ceyıâb-ı Hak’kın nîmetlerini, kulları hakkındaki teşvik ve lûtuflandırmasını da düşünerek şükür secdesine kapanmalıdır, bu nîmetlere lâyık olmaya gece ve gündüz çalışmalıdır, insanlığın mutluluğu ancak bu sâyede tecelli eder. Yazıklar olsun buna muhalif hareket ederek hayatlarını boş yere zâyi edenlere, kendilerini ebedî felâketlere uğratanlara!.
5. Haberdar olunuz ki, onlar şüphesiz ondan gizlenmek için göğüslerini bükerler, iyi bilin ki, onlar örtülerine bürünürlerken de o, onların gizlediklerini ve açığa vurduklarını bilir. Şüphe yok ki, o bütün kalplerin özünü hakkıyla bilicidir.
5. Bu mübârek âyetler, kâfirlerin hakkı dinleyip kabul etmekten ne kadar kaçındıklarını, saklandıklarını bildiriyor. Ve bütün hayat sahiplerinin rızkını vermekte olan ve bütün sırları bilen Cenab’ı Hak’kın ilm ve kudretindenise hiçbir şeyin gizli kalmıyacağını hatırlatmaktadır. Şöyle ki: Ey hakikî mü’minler!. (Haberdar olunuz ki onlar) O kâfirler, veya o münafıklar (şüphesiz ondan) Cenab’ı Hak’tan (gizlenmek için) kendi kâfirce hallerini Peygamberine ve onun vasıtasiyle mü’minlere ilân etmemesi için (göğüslerini bükerler) haktan ayrılırlar, dinsizliklerinde devam etmek isterler. Ey mü’minler siz (iyi bilin ki) güzelce biliniz ki, (onlar) o küfrlerini, munafıklıklarını saklamak cehâletinde bulunan kimseler (örtülerine bürünürlerken de) yataklarına sokularak kendilerini saklamağa çalıştıkları zamanda ve herhalde (o) O Kudret Sahibi Yaratıcı (onların) öyle (gizlediklerini) de (ve açığa vurduklarını) da tamamen (bilir) ondan hiçbir hareketlerini gizlemeğe güç yetiremezler. (Şüphe yok ki o) Kâinatın Yaratıcısı (bütün sinelerin) kalplerin (özünü hakkıyle bilicidir) açıkça yapılan şeyleri de, gizlice işlenilen şeyleri de tamamen bilir. Şüphesiz inanıyoruz. Artık o cahiller ne kadar yanlış bir düşünce ile hareket ettiklerinin farkında olmalı değil midirler?. Bir rivâyete göre bu âyeti kerime, “Ahnes İbni Şureyk” gibi münâfıklar hakkında nâzil olmuştur. Bu münâfık, tatlı sözlü bir şahısmış, Rasûlü Ekremle buluşunca sevgi ve dindarlık gösterir, halbuki, kalben inkârcı idi, kendi halini gizlemek isterdi. Bu âyeti celile ise bunların bu cahilce hallerini kınamaktadır.
6. Ve yeryüzünde hiçbir yürüyen hayat sahibi yoktur ki, illâ onun rızkı Allah Teâlâ’ya aittir. Ve onun duracağı yeri de, emânet bırakılacak yeri de bilir. Hepsi de apaçık bir kitaptadır.
6. Evet.. Cenab’ı Hak, bütün yaratıklarının hallerini bilicidir. (Ve yeryüzünde hiçbir yürüyen hayat sâhibi yoktur ki, illâ onun rızkı Allah Teâlâ’ya aitdir.) Eğer Hak Teâlâ Hazretleri bütün yaratıklarının hallerini hakkıyla bilmeseydi böyle bütün yerlerde, denizlerde, dağlarda yaşayan çeşitlicinslerdeki canlıları rızıklandırması, onların idarelerini temin buyurması nasıl mümkün olabilirdi?. Allah Teâlâ böyle her şeyi bildiği gibi (Onun) herhangi bir hayat sahibinin (duracağı yeri de) onun anasının rahmini de, gece ve gündüz ikâmet edeceği mekânı da ve (emânet bırakılacak yeri de) nerede öleceğini de ve nereye defnedileceğini de (bilir) ilâhî ilminden hiçbir şey dışarda bulunamaz. (Hepsi de) bütün hayat sahipleri de, onların rızkları, ikametgâhları ve emânet bırakılacakları yerleri de (apaçık bir kitaptadır) lâvh-ı mahfuzda tamamen tesbit edilmiş bulunmaktadır. Artık öyle bir takım inkarcılar, münâfıklar kendi fikirlerini, bâtıl düşüncelerini Cenâb-ı Hak’tan nasıl saklayabilirler? Nedir onlardaki o kadar cahilce hareket, bir kere Kâinatı Yaratanın kudret eserlerini dikkate almaları icabetmez mi?.
7. Ve o, o’dur ki o Yüce Yaratıcıdır ki gökleri ve yeri altı günde yaratmıştır ve onun arşı su üzerinde idi. Hanginizin amelce daha güzel olduğunuzu imtihanı için yaratmıştır ve eğer sen desen ki: Siz öldükten sonra şüphe yok ki, yine diriltileceksinizdir. Elbette ki, kâfir olanlar diyeceklerdir ki: Bu bir apaçık büyüden başka birşey değildir.
7. Bu mübârek âyetler de Cenâb-ı Hak’kın bu âlemi ne şekilde ve ne gibi hikmetlerden dolayı yaratmış olduğunu bildiriyor ve ilâhî dinin bir takım haberlerini güzel bir terbiyeden mahrum olanların ne gibi yanlış alaycı bir kanaatle karşılayacak olduklarını haber veriyor ve böyle kimselere yönelecek ilâhî azabın kendilerinden asla bertaraf edilemiyeceğini ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve o, o’dur ki) O bütün âlemlerin durumunu hakkıyla bilen O Yüce Yaratıcıdır ki (gökleri ve yeri altı günde yaratmıştır) yani: Üstümüzdeki gök tabakalarını ve ikametgâhımız olan yer küresini bildiğimiz dünyevî günlerin altısına eşit bir vakti içinde meydana getirmiştir. Şöyleki: Gökler iki günde, yeryüzünü de iki günde, ve yeryüzündeki canlılar, bitkiler vesaireyi de iki günde yaratmıştır ki, tamamı altı günden ibârettir. Yani: Onları o kadar bir müddet içinde varlık sahasına getirmiştir. Gerçekte Cenâb-ı Hak, bütün kâinatı bir anda da yaratmaya inanıyoruz ki kaadirdir. Fakat birçok hikmetlerden dolayı böyle bir müddet içinde yaratmıştır. Gökler, çeşitli tabakalara ayrıldığı ve daha yüce bir mahiyette bulunduğu için çoğul sigasiyle öncelikli olarak zikredilmiştir. Yer ise çeşitli tabakaları, kıtaları içine alsa da mahiyetleri aynı gibi olup gökler kadar bir yüksekliye sahip bulunmadığından tekil sigasiyle göklerden sonra zikredilmiştir. Arş ve gökler hakkında A’raf ve Yunus Sûrelerine de bakınız!. (Ve onun) o Ezelî Yaratıcının (arşı su üzerinde idi) yani: Göklerden ve yerden evvel Hak Teâlâ suları yaratmış, suların üstünde de arş adındaki pek yüce bir makâmı meydana getirmiştir. Arşın su üzerinde olması, ona bitişik olmasını icabetmez. Nitekim “yerin üzerinde gök vardır” denilir ki, bununla göğün yere bitişik olduğu kasdedilmez, belki yerin üstünde bulunduğu söylenilmiş olur. Maamafih tefsirlerde deniliyor ki: Bundan maksat, arşın altında sudan başka bir şey olmadığını beyandır. Gerek aralarında bir açıklık bulunmuş olsun ve gerek arş tamamen suyun kütlesi üzerine bitişik bulunsun aralarında fark yoktur. Allah’ın kudretine göre her ikisi görünüşte mümkündür. Şu da bilinmektedir ki: Cenâb-ı Hak’kın yaratmış olduğu su, her hayat sâhibi şeyin aslıdır. Nitekim Kur’an’ı Kerim’de: ó £§6 y õ§ ó ¤ 3 £ × ¢ õ¡ b¬àÛ ¤ a åß ¡ bäܤ Èuë = Biz her canlı şeyi sudan yarattık… (Enbiya, 21/30) buyurulmuştur.Bu yedinci âyeti kerime de şöyle bir işaret de vardır ki: Allah’ın arşı, bütün göklerden vesaireden daha büyük olduğu halde ilâhî kudret ile su üzerinde durabiliyordu. Artık bunu böyle harikulâde bir şekilde yaratmış olan Kâinatın Yaratıcısı herşeye kâdir olmaz mı? Bu dünyaları mahvedip başka âlemler meydana getirmeğe yüce kudreti fazlasiyle yetmez mi? İnanıyoruz eder. O hikmet sahibi mabudun her yarattığı eseri bir nice hikmetleri ve faydaları içermektedir. Kısacası bu gökleri ve yeri ve üzerindeki mahlûkatı yaratması da, Ey insanlar!. (Hanginizin amelce daha güzel olduğunuzu imtihan içindir) Gerçekte Cenâb-ı Hak, kullarının bütün kanaatlarını, amellerini daha meydana gelmeden evvel de bilicidir, ancak ilâhî adaletinin ortaya çıkması için ve hiç bir kimsenin bir mazeret ileri sürmesine meydan kalmaması için onları bir imtihana tâbi tutmuştur, bu suretle hangi kulun kulluk vazifelerini yerine getirip getirmediği meydana çıkacak, bu suretle hakkında ilâhî delil tamam bulunmuş olacak, vazifelerini yapanlar sevaplara ulaşacaklar, yapmayanlar da cezalara uğrayacaklardır. (Ve) Ey Rasûlü Ekrem (eğer sen) insanlara hitâben (desen ki: Siz öldükten sonra şüphe yok ki, yine diriltileceksinizdir) bütün bu kâinatı böyle yoktan var etmiş olan Yüce Yaratıcı, sizlere ölümünüzden sonra yine hayat verecektir, sizleri başka bir âleme sevkeyleyecektir, diye kendilerini haberdar eylesen (elbetteki) onların içlerinden (kâfîr olanlar) bu ilâhî kudreti takdir edemeyip (diyeceklerdir ki, bu) senin bu söylediğin söz veya bunu haber veren Kur’an (apaçık bir büyüden başka birşey değildir) bu asılsız bir haberdir, bizleri büyülemek için bir sihir muamelesi demektir. İşte kâfir, ve ilâhî kudreti düşünmeden gâfil olanlar, böyle hakikatları inkâr ederek bâtıl isnatlarda bulunurlar. O kâfirler, Yüce Peygamberin hakikatin ta kendisi olan haberlerini yalanlar dururlar. İşte bir misâldaha!.
8. Ve and olsun ki, eğer onlardan azâbı sayılı bir müddete kadar geri bırakacak olsak elbette diyeceklerdir ki: Onu men eden nedir? Haberiniz olsun ki, onlara geleceği gün kendilerinden bertaraf edilecek değildir ve kendisiyle alay ettikleri şey, onları kuşatacaktır.
8. (Ve) Resûlüm!, (and olsun ki) kutsal varlığına yemin ederim (eğer onlardan) o kâfirlerden haklarında ortaya çıkacağı haber verilen (azâbı sayılı bir müddete kadar) az bir zaman için (geri bırakacak olsak) azap, kendilerini derhal yakalamıyacak olsa (elbette) o kâfirler bir alay yoluyla (diyeceklerdir ki, onu) o azâbı bizden (men eden) geri bırakan (nedir?.) eğer öyle bir azap olsa idi elbette derhal meydana çıkardı. Ey insanlar!. (Haberiniz olsun ki) Şunu iyice biliniz ki, (onlara) o kâfirlere azap (geleceği gün) o elem verici azap (kendilerinden bertaraf edilecek değildir) onu kendilerinden hiç bir şey, hiç bir kuvvet artık kaldıramıyacaktır. Bu azap, gerek dünyevî ve gerek uhrevî olsun herhalde onların haklarında gerçekleşecektir. Nitekim bir takımı Bedir gazvesinde vesâirede helâke, felâkete uğramışlardır. Yarın cehennemde ise büsbütün ebedî bir azâba uğrayacaklardır., (Ve kendisiyle alay) acele (ettikleri şey) haklarında takdir edilen azap (onları kuşatacaktır) onlar o alaylarının ne kadar mânâsız, ne kadar edepsizce olduğunu anlayacaklardı, ebediyyen azap görüp duracaklardır.
9. Ve eğer insana tarafımızdan bir rahmet tatdırır, sonra da onu ondan çekip alırsak şüphe yok ki o elbette çok ümitsizdir, nânkördür.
9. Bu mübârek âyetler, bir kısım insanların nâil olup daha sonra mahrum kaldıkları ve ihtiyaçlarından sonra kavuştukları nimetlere karşı lâyık olmayan ruh hallerini bildirmektedir.Ancak sabr eden, salih amellerde bulunan seçkin kullarında mağfirete, büyük mükâfatlara kavuşacaklarını müjdelemektedir. Şöyle ki: Bir takım insanlar, Allah’ın takdirine karşı inkârcı bir vaziyet aldıkları için azâbı hak etmişlerdir. Evet.. (Ve eğer insana) öyle güzel bir dinî terbiyeden mahrum bulunan herhangi bir şahsa (tarafımızdan bir rahmet tatdırır) yani: Sıhhat gibi, servet gibi bir nîmet ihsan eder (sonra da onu) o rahmeti, nîmeti (ondan çekip alırsak şüphe yok ki o) şahıs (elbette çok ümitsizdir) sabırsızlığından dolayı Allah’ın rahmetinden ümidini kesmiştir. Ve (nânkördür) evvelce kavuştuğu nîmetleri de unutur, nîmete karşı nankörlükte bulunur. Cenâb-ı Hak’kın kendisine nîmet vermesindeki ve sonra o nîmeti ondan alıvermesindeki hikmeti düşünemez, nefsine hâkim olamaz, cahilce bir vaziyet alır durur.
10. Ve eğer ona isabet eden bir zarardan sonra bir nimet tatdırırsak elbette der ki: Benden bütün kötülükler gidiverdi. Şüphe yok ki, o bu halde pek sevinen, çok öğünendir.
10. (Ve eğer ona) O insana (isâbet eden bir zarardan) bir musibetten, bir sıkıntıdan, meselâ: Bir hastalıktan, yoksulluktan (sonra bir nîmet tatdırırsak) meselâ: Yeniden sıhhate, servete kavuşturursak (elbette der ki: Benden bütün kötülükler gidiverdi) bana isâbet eden musibetler yok oldu (şüphe yok ki o) bu halde, böyle bir nîmet ve kurtuluşa erişmesi anında (pek sevinen) insanlara karşı (çok öğünendir) böyle güzel, geniş bir vaziyete kavuşmaktan dolayı Cenab’ı Hak’ka şükr edeceği yerde gâfilce bir zevkin eseri olarak lüzumundan fazla neş’eler içinde kalır, insanlara karşı iftihar edici bir durumda bulunur, halbuki bu ulaştığı nimetlerin de elden gidebileceğini hiç düşünmez. Uyanık, düşünen bir insana yakışan hal ise bu mudur?
11. Sabr edenler ve salih amellerde bulunanlar ise müstesna. İşte onlar var ya,onlar için mağfiret ve pek büyük bir mükâfat vardır.
11. Fakat (Sabr edenler) insanlık hali uğradıkları musibetlerden dolayı feryat etmeyip, inlemeyip onların birer hikmet gereği olduğuna kanaat getirerek ve Allah’ın kaderine râzı olarak teselli bulanlar (ve salih amellerde bulunanlar) kavuştukları nîmetlerin değerini bilip bunları kendilerine ihsan buyurmuş olan Hak Teâlâ’ya şükr edenler, güzel güzel ibâdetleri yerine getirmeye çalışanlar (ise müstesnâ) bunlar öyle cahilce ümitsizliğe ve gurura kapılmazlar. Bunlar uğradıkları bazı sıkıntıların birer ilâhî imtihan olduğunu takdir ederler, onları sabr ile karşılarlar. Nimetlerde karşı da teşekkür vazifesini yerine getirmeye çalışırlar. (İşte onlar var ya, onlar için) öyle akıllıca, dindarca hareket eden seçkin insanlara mahsus (mağfiret) vardır. Kendilerinden insanlık hali ortaya çıkan günahlar için büyük bir bağışlanma takdir edilmiştir (ve) onlar için (büyük bir mükâfat) da (vardır) onlar o güzel amellerinden dolayı sevaplara, uhrevî mutluluğa nâil olacaklardır. Ne büyük bir muvaffakiyet!.
12. İmdi sen ihtimâl ki, “onun üzerine bir hazine indirilmeli veya onunla beraber bir melek gelmeli değil mi İdî?” demelerinden dolayı sana vahy olunanların bazısını terk edeceksin ve onunla göğsün daralacaktır. Sen ancak bir uyarıcısın, Allah Teâlâ ise her şey üzerine vekildir.
12. Bu mübârek âyetler, Rasûlü Ekrem’e karşı kâfirlerin uygun olmayan şeyler istemelerini, bundan dolayı Hz. Peygamber’in üzülüp o kâfirlere bazı vahiyleri tebliğ etmek istemeyeceğim, ancak Yüce Peygamberin ise hakka tevekkül ederek peygamberlik görevini yerine getirmekle yükümlü bulunulduğunu bildirmektedir. Ve Kur’an-ı Kerim’in peygamber tarafından uydurma olduğunu iddiaya cür’etedenlere o ilâhî kitabın on sûresini olsun isterse uydurma kabilinden olmak üzere bir nazire meydana getirmelerini ve bu hususta kendilerine yardım için diledikleri kimseleri de davet etmelerini de teklif etmektedir. Onların böyle bir nazireden âciz kalıp cevap verememeleri ise Kur’an’ı Kerim’in Allah katından indirilmiş kutsal bir kitab olduğunu meydana koymuş olacağından artık Allah’ın birliğini tasdik eden herhangi bir müslüman için bunun tersini iddiaya mahal bulunmadığını işaret buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey Yüce Peygamber!. (İmdi sen ihtimâl ki) tebliğatını güzelce karşılamayan, onlar ile alay eden bir takım inkârcıların öyle kötü hareketlerini görür, onların sözlerinden dolayı üzülürsün, (onun) o Peygamberin (üzerine bir hazine indirilmeli) değil mi idi?. Ondan hükümdarlar gibi bol bol kullanmalı değil mi idi?. (Veya onunla beraber bir melek gelmeli) onun Peygamberliğini tasdik etmeli (değil mi idi?. Demelerinden dolayı, sana vahy olunanların bazısını terkedici) yani: Bazı âyetleri onlara hemen tebliğ etmeyip geri bırakıcı olacaksın (ve onunla) o vahy olunanın bazısını onlara okuma ve tebliğden dolayı (göğsün daralır bulunacaksın) sana öyle bir düşünce ve üzüntünün gelmesi umulabilir. Fakat sen onların öyle sözlerine bakma, öyle bir üzüntüye düşme, (sen ancak bir uyancısın) senin vazîfen, onları kendilerine tebliğ ettiğin dinî hükmleri kabul etmedikleri takdirde Allah’ın azâbı ile korkutmaktır, Allah’ın kahrına uğrayacaklarını onlara hatırlatmaktan ibârettir. (Allah Teâlâ ise her şey üzerine vekildir) her şeyi yapmaya gücü yeter. Senin de onların da hallerinizi kaydetmektedir. Artık O Yüce Yaratıcıya tevekkül et, vazîfeni yerine getirme hususunda şüphede bulunma, onlara tebliğ edilecek şeyleri sonraya bırakma. İbni Abbas Hazretlerinden rivâyet edildiğine göre Mekke’deki müşriklerin reislerinden bir kısmı, Rasûlü Ekreme müracaat ederek “YaMuhammed -Aleyhisselâm!.-eğer sen Peygamber isen Mekke’nin dağlarını Altun kıl” demişler. Bir kısmı da “bize melekleri getir de senin peygamberliğine şahitlikte bulunsunlar” diye söylenmişler. Rasûlü Ekrem de “Ben buna kaadir değilim” demiş. Bunun üzerine bu âyeti kerime nâzil olmuştur. Diğer bir rivâyete göre de müşrikler demişler ki: Sana imân etmemiz için bize başka bir Kur’an getir ki, onda bizim ilâhlarımızın aleyhinde kötü bir söz bulunmasın. Rasûlü Ekrem de onların imâna gelmeleri için o bâtıl putlar aleyhindeki âyetleri onlara karşı geçici olarak okumamak düşüncesinde bulunur gibi olmuş. Bunun üzerine bu âyeti kerime nâzil olarak Hz. Peygamber’in tebliğata devam etmesi emir olunmuştur. Şöyle de deniliyor ki: Vahy edilenlerden tebliği geçici olarak terkedilmesi düşünülen âyetlerden maksat, müşriklerin putları hakkındaki sövüp saymalarını içeren veya müşriklerin cahilliklerini, bâtıl üzere ısrarlarını beyan eden âyetlerdir.
§ Bu âyeti kerime de ve benzerlerindeki “leale ve benzeri kelimeler” belki, ihtimal ki, umulur ki mânâlarını ifâde eder, şüpheyi gerektirir. Halbuki, Allah Teâlâ Hazretleri her şeyi hakkıyla bilir, O’na göre hiç bir şey ihtimâl dairesinde bulunamaz. Binaenaleyh Kur’an’ı Kerim’deki böyle ihtimal ve soru şekilde yapılan hitaplar, karşılıklı konuşma, belâgat ve fesahatın gereğidir veya bir talep, bir tenbih, bir yasaklama ve mazereti kaldırma vesîlesidir. Yani: Faraza böyle bir ihtimâl olsa da ona kıymet verilmemesini ifâde etmektedir.
§ Bir de bu âyeti kerime, müslümanları irşad etmektedir, bir takım cahillerin dinsizlerin alaylarına, kötü lâkırdılarına bakarak hak olan şeyleri söylemekten geri durmamalarını mü’minlere, selâhiyet sahibi zatlara tenbih buyurmaktadır.
13. Yoksa diyorlar mı ki: Onu kendisi uydurdu.De ki: Onun gibi on sûre uydurulmuş olarak getiriniz. Allah Teâlâ’dan başka gücünüz yettiği kimseleri de davet ediniz, eğer doğru kimseler oldunuz ise.
13. (Yoksa) O kâfirler (diyorlar mı ki, onu) o Kur’an-ı Hz. Muhammed (kendisi uydurdu) o, Allah tarafından değildir. Evet.. Onlar öyle diyorlar. Resûlüm!. Onlara (de ki, onun) o Kur’an’ın (benzerinden) edebî beyanı, güzellikler saçan nazmı itibâriyle (on sûre uydurma olarak) meydana (getiriniz) yani: Sizler de arap dilini biliyorsunuz, sizlerin arasında belâgat ve fesahat dairesinde söz söyleyenler vardır. Artık Kur’an’ı Kerim’in on sûresine sırf belâgati ve fesahati itibariyle bir nazire meydana getiriniz, isterse gerçek şeylere, bir takım hakikatlara, marifetlere ait değil, bir takım hayallerden; uydurma şeylerden ibâret bulunsun. Bununla beraber bu hususta size yardım etmeleri için (Allah Teâlâ’dan başka gücünüz yettiği kimseleri de) tanıyıp bildiğiniz bilginleriniz! de veya kendilerine tanrılık isnat ettiğiniz putlarınızı da, falcılarınızı da, edebiyatçılarınızı da (dâvet ediniz) gelip size yardım etsinler. (Eğer) Ey inkarcılar, siz iddianızda, Kur’an hakkında iftira etmenizde (doğru kimseler oldunuz ise) öyle bir nazire meydana getirmek için hareket ediniz bakalım. Ne mümkün!.
14. Eğer size cevap vermezlerse artık biliniz ki: O, şüphesiz Allah Teâlâ’nın ilmiyle indirilmiş ve ondan başka bir tanrı yoktur. Binaenaleyh siz Müslümanlar mısınız?
14. (İmdi) Resûlüm!. O inkarcılar (size cevap vermezlerse) kendilerine teklif ettiğiniz nazireyi getirmeğe güç yetiremezlerse (artık biliniz ki) ey müslüman topluluğu! O mucize Kur’an-ı Kerim (şüphesiz Allah Teâlâ’nın ilmiyle indirilmiştir) o apaçık kitap, başkalarının bilgisi ve kudretinin üstünde olup ancak Allah’ın ilmi ve vahyi ile sizlere indirilmiştir, (ve ondan) O Ezelî Yaratıcıdan (başka bir mâbud) da(yoktur) bütün mahlûkatın yaratıcısı, mabudu ancak o’dur. Onun âyetlerine nazire getirecek kimse bulunamıyacağı gibi, onun ilahlık ve yaratıcılığına ortak olabilecek bir kimse de asla yoktur. (Binaenaleyh) hakikat ortaya çıkmıştır, artık (siz müslümanlar mısınız?.) yani: Kur’an’ın bir ilâhî kitap olduğu tahakkuk etmiş olduğundan ey bunu idrâk edenler!. Siz samimi bir şekilde İslâmiyet’i kabul etmiş, bu hususta sâbit bulunmuş kimseler misiniz?. Böyle olmak herhalde gerekli değil midir?. Veyahut bu hitap, müşriklere yöneliktir. Yani: Ey inkarcılar!. Kur’an-ı Kerim’in binlerce hakikatleri, hikmetleri kapsadığı açıktır. Sizler ise onun yalnız lâfızları itibariyle olan belâgat ve fesahatine denk on sûresine uydurmaca bir nazire getirmekten bile âciz bulunuyorsunuz. Artık hiç bir şüpheye mahal kalmamıştır. O halde sizin de müslüman olmanız icabetmez mi?. Hatta daha sonra Kur’an-ı Kerim’in yalnız bir sûresine nazire meydana getirmeleri kendilerine teklif edilmiş, ondan da âciz kalmışlardır. Bakare sûresindeki (23) üncü ve Yunus sûresindeki (38)’inci âyeti celile bunu ifâde etmektedir.
15. Her kim dünya hayatını ve onun ziynetini dilerse onlara da dünya işlerinin karşılığını tamamen öderiz ve onlar orada bir eksikliğe uğratılmazlar.
15. Bu mübârek âyetler, bütün arzuları dünya varlığından ibaret olanların öyle fani bir varlığa kavuşturulacaklarını, âhiretde ise ateşten başka birşeye nâil olamayacaklarını bildirmektedir. Fakat Allah’ın dinini açık bir delil ile, mükemmel bir şahid ile, mukaddes bir kitab ile bilip tasdik eden herhangi bir zatın ise öyle hayatını dünyaya adayanlar gibi olmayıp müstesna bir mevkide bulunacağına işaret etmektedir. Böyle bir imândan mahrum kalanların ise yerleri şüphesiz ki cehennem olacağından bunda şüpheye mahal bulunmadığını hatırlatmaktadır. Şöyle ki: (Herkim dünya hayatım ve onun ziynetini dilerse) yani: Herhangi bir insan ki; bütün arzusu, çalışması dünyada zevk ile, sıhhat ile, geniş bir yaşam ile, fazla çoluk ve çocuğa kavuşmakta yaşamaktan ibaret olup başka dinî, uhrevî bir gaye takib etmezse (onlara) o gibi kimselere (dünyada amellerini tamamen öderiz) meselâ: Fakirlere yardım etmiş, yollar, köprüler, çeşmeler yaptırmış olsalar bunların kendilerine uhrevî bir faidesi olamaz. Cenâb-ı Hak onlara bu amellerinin karşılığını dünyada verir. (Ve onlar orada) dünyada (bir eksikliğe uğratılmazlar) amellerinin karşılığını dünyada tamamen görürler. Onlar dünyada sıhhate, başkanlığa, geçim bolluğu vesaireye kavuşurlar. Fakat bunlar güzel bir itikada sahip olmadıkları için dünyadaki amellerinden dolayı uhrevî bir mükâfata ulaşamazlar.
16. Onlar o kimselerdir ki, onlar için âhirette ateşten başka hiçbir şey yoktur. Ve işlemiş oldukları şeyler orada boşa gitmiştir ve bütün işledikleri bâtıl olmuştur.
16. Fakat (Onlar) öyle âhirete inanmayıp yanlızca gösteriş için, dünyevî bir maksat için amellerde bulunanlar (o kimselerdir ki, onlar için âhiretde ateşten başka birşey yoktur.) Çünkü onların bütün koşup durmaları dünyaya yöneliktir, bütün amelleri, dünyayı kazanma doğrultusundadır, amelleri Allah rızasını kazanmak için değildir. Artık onlar âhiretde ebedî bir azaptan başkasını hak etmiş değillerdir. (Ve) Onların dünyada iken (işlemiş oldukları şeyler) ameller (orada) âhiretde (boşa çıkmıştır) tamamen kaybolup gitmiştir. (Ve bütün işledikleri) haddızatında (bâtıl olmuştur) zira güzel bir itikada, Allah’ın rızasına kavuşma maksadına dayalı olmayan herhangi bir amelin uhrevî bir kıymeti bir faidesi olamaz.
17. İmdi Rabbinden bir açık delil üzere olan ve onu Allah tarafından bir şahid takib eden ve kendisinden önce de Musa’nın kitabı bir rehberve rahmet olarak bulunan zât dünya hayatını ve ziynetini dileyip duran kimse gibi olur mu? O zatlar ona imân ederler. Ve çeşitli gruplardan her kini onu inkâr ederse o kimsenin de varacağı yeri cehennemdir. Artık ondan bir şüphede bulunma. Şüphe yok ki o, Rabbinden bir haktır, velâkin insanların çoğu imân etmezler.
17. (İmdi Rab’binden bir açık delîl üzere olan) İslâm dininin hak olduğuna ait açık bir delile sahip bulunan, Yüce Peygamber Efendimiz gibi bir Kur’an-ı Kerim’e nâil olan (ve onu) o delili, o kanıtı (O’nun tarafından) Allah veya Kur’an’ı Kerim tarafından (bir şahid takib eden) yani: O delilin hak olduğuna şahitlik eden o Kur’an’ın nazmındaki icaz gibi veya geleceğe ait haber verdiği bir takım şeylerin bilahara gerçekleşmesi gibi veya Cibrili Emin’in inmesi gibi bir şahit bulunan (ve onun evvelinden de) yani: Kur’an’ın inmesinden önce de (Musa’nın kitabı) olan Tevrat (bir rehber ve rahmet olarak bulunan) yani: Allah’ın dinine dair evvelce indirilmiş ve kendisine uyulmuş, inananları için kurtuluş ve saadete vesile olmuş olan öyle semavî bir kitaba inanan (zât) ne kadar müstesna bir mevkidedir. Böyle bir zat, öyle yalnız dünya hayatını ve ziynetini dileyip duran kimseler gibi olur mu?. Elbette olmaz. Böyle bir mânâ burada gizlidir. (O zatlar) öyle delile, şahide, kitaba kavuşan müslümanlar (ona imân ederler) Kur’an’ı, onu kendilerine tebliğ eden son peygamberi tasdikte bulunurlar, istikballerini temin etmiş olurlar. (Ve çeşitli gruplardan) küfr ve nifak sahiplerinden (her kim onu) o Kur’an’ı veya o Yüce Peygamberi (inkâr ederse o kimsenin de varacağı yeri) âhiretde (cehennemdir.) Evet. Hz. Muhammed’in peygamberliğini veya Kur’an’ın ilâhî bir kitab olduğunu inkâr edenler, kâfir olacaklarından dolayı âhiretde ebedî azâba uğrayacaklardır. (Artık ondan) O Kur’ân’dan veya o inkârcıların cehenneme gönderileceklerinden (şüphede bulunma) ondaşek ve şüpheye mahal yoktur. Ey imân sahipleri (şüphe yok ki o) Kur’an’ı Kerim veya cehennemin öyle onlara vadedilmiş olması (rabbinden bir haktır) o bir hakikattır, ona inkâr asla câiz değildir. (Velâkin insanların çoğu imân etmezler) Onlar akıllarını güzel kullanmadıkları, inada ve kibre kapılarak güzelce düşünmeden mahrum kaldıkları için küfre düşmüşlerdir. Onlar İslâm dinini kabulden kaçınırlar, Kur’an-ı Kerim’i tasdik etmezler, nihayet cehenneme atılacaklarına da inanmazlar. Öyle bir cehalet ve sapıklığın kurbanı olup giderler. Ne müthiş bir âkıbet!. Kısacası: Bir zat ki: Kur’an’ı Kerim gibi pek parlak bir delile sahiptir, bu delili kuvvetlendiren bir yüce şahide, bir mucizeye ulaşmıştır, inancının doğruluğunu gösteren semavî kitaplardan birinin bu husustaki açıklamalarını da bilmektedir. Artık böyle aydın bir zat ile o gibi açık delilleri, esasları inkâr eden, dünya hayatından başka birşeyi istemeyen inkârcı, kâfir bir şahıs aynı olabilir mi?. Elbette olamaz. O mü’min ve mütefekkir olan zâtın istikbali güvence altındadır, o ebedî bir saadete adaydır. Diğerinin istikbali ise pek müthiştir, daimi bir azaptan başka değildir. Artık aradaki farkı düşünmeli!.
18. Daha zalim kimdir, o kimseden ki: Bir yalanı Allah Teâlâ’ya iftira etmiş olur? Onlar Rab’lerine arzedileceklerdir ve şahidler de diyeceklerdir ki: İşte Rab’lerine karşı yalanlarda bulunanlar onlardır. Haberiniz olsun ki. Allah Teâlâ’nın lâneti zâlimler üzerinedir.
18. Bu mübârek âyetler, Cenâb-ı Hak’ka karşı iftirada, muhalif iddialarda bulunanların ve insanları hak yolundan men etmeye çalışanların en zalim ve yalancı olduklarının şahadetle sabit olduğunu ve lânete uğramış kimseler bulunduklarını gözler önüne senyör. Bu gibi şahısların âciz, yardımlaşmadan, görüp işitmek kuvvetinden mahrum kalacaklarını vekat kat azâba uğrayacaklarını, nefislerini zararlara sokmuş, âhirette de en büyük felâketlere uğramış olacaklarını hatırlatmaktadır. Şöyle ki: (Daha zalim kimdir?.) Yani: Daha zalim yoktur (o kimseden ki) öyle kâfir bir şahıstan ki (bir yalanı Allah Teâlâ’ya iftira etmiş olur) yani: Allah’ın şanına lâyık olmayan bir şeyi Cenâb-ı Hak’ka isnat eder. Meselâ: Hak Teâlâ’ya ortak koşar, bir insanı Allah Teâlâ’nın oğlu veya melekleri onun kızları sanır, taptığı putların kendisine Allah yanında şefaat edecekelrini iddia eder. Veyahut Cenâb-ı Hak’kın indirmiş olduğu bir kitabı inkâr, başkalarına ait bir kitabı da Allah’ın kitabı olarak kabul eder. (Onlar) Böyle çok zulm ile, iftira ile vasıflanan şahıslar (Rab’lerine) kendilerini yaratmış, beslemiş olan Yüce Yaratıcının büyük mahkemesine (arzedileceklerdir) kıyâmet günü o çirkin hallerinin meydana çıkması için muhakemeye tâbi olacaklardır (ve şahitler de) yani: O muhakeme zamanında onların o kâfirce, iftiracı hallerine şahadet edecek olan hafaza melekleri veya Peygamberler veyahut diğer insanlar veya kendilerinin organları (diyeceklerdir ki: İşte Rablerine karşı) iftira yoluyla (yalanlarda bulunanlar onlardır) onların yaptıkları alçaklıklar böyle herkese gösterilecektir. Cenâb-ı Hak ise buyuruyor ki: (Haberiniz olsun ki. Allah Teâlâ’nın lâneti) gazabı, rahmetinden uzaklaştırması (zâlimler üzerinedir) o inkârcı, iftiracı kimseler ise insanların en zâlimleri olduklarından hemen Allah tarafından lânete uğramış bulunmaktadırlar.
19. Onlar ki. Allah Teâlâ’nın yolundan insanları alıkoymaya çalışırlar. Ve onun o yol için eğrilik isterler ve onlar evet onlar âhireti inkâr edenlerdir.
19. (Onlar ki) O lânete uğramış şahıslar ki (Allah Teâlâ’nın yolundan) onun apaçık dininden insanları (men’e çalışırlar) menetmeye güç yetirdikleri kimseleri bâtıl bir yola göndermek isterler. (Ve onun) O hak yolu (için iğrilik isterler) yani: Öyle bir selâmet ve saadet yolunu eğrilik ile vasıflandırır veya o yola gidenleri ondan geri döndürmeğe çalışırlar. Meselâ: Bir hidâyet rehberi olan Kur’an’ı inkâra cür’et gösterirler (ve) halbuki, (onlar -evet- onlar âhireti inkâr etmektedirler) ona inanmazlar, onun için bir hidâyet yolunun bulunduğuna inanmazlar.
20. Onlar yerde (Allah’ı) âciz bırakacak kimseler değillerdir. Ve onlar için Allah Teâlâ’dan başka yardımcılar da yoktur. Onlar için azap, kat kat olacaktır. Onlar işitmeğe tahammül eder olmamışlardı ve görür kimseler de olmamışlardı.
20. (Onlar) O kâfirce durumları bildirilen inkarcılar (yerde) Cenâb-ı Hak’ki hâşâ (âciz bırakacak kimseler olmamışlardır) yani: Onlar kendilerini yeryüzünün genişliğine rağmen Cenâb-ı Hak’kın azap pençesinden kaçıp kurtarabilecek bir durumda asla bulunamazlar (ve onlar için Allah Teâlâ’dan başka yardımcılardan da) bir fert (yoktur) ki, onlara yardım ediversin, onları Allah’ın azâbından kurtarsın. Onların yaptıkları putları kendilerine böyle bir yardımda bulunmaya asla kaadir değildirler. (Onlar için azap kat kat olacaktır) O inkarcılar çeşit çeşit cezalara uğrayacaklardır. (Onlar) Haktan fazla kaçındıkları, hakka fazlasiyle düşman kesildikleri için hakkı (işitmeğc tahammül eder olmamışlardı) onlar âyetleri, nasihatları dinleyerek istifâde eder bir kabiliyette değildirler (ve) onlar (görür kimseler de olmamışlardı) onlar kendi içlerindeki ve dışardaki kudret eserlerini görüp uyanacak şahıslar da değildir. Onlar kendi yaratılışlarını zâyi etmiş kimselerdir.
21. İşte onlar o kimselerdir ki, kendi nefislerine yazık etmişlerdir. Ve onlardan iftira ettikleri şeyler de kaybolup gitmiştir.
21. (İşte onlar) O hakkı görüp işitmek kabiliyetini zâyi eden inkarcılar (o kimselerdir ki, nefislerine yazık etmişlerdir) Kâinatın Yaratıcısına ibâdeti bırakıp putlara tapınmakta bulunmuşlar, bu yüzden kendilerini ebedî cezalara uğratmışlardır (ve iftira ettikleri şeyler de) öyle Allah Teâlâya ortak koştukları bâtıl tanrıları da, onlardan umdukları faideler, yardımlar da (onlardan kaybolup gitmiştir) hiç birinden bir fâide görememişlerdir, kendileri için bir üzüntüden, bir pişmanlıktan başka bir şey kalmamıştır.
22. Şüphe yok ki, âhiretde en çok ziyana uğrayanlar onlardır.
22. (Şüphe yok ki,) Başka çare yok, herhalde yarın (âhirette en fazla hüsrana) zarar ve ziyâna, mahrumiyete, felâkete (uğrayanlar onlardır) öyle Yüce Yaratıcıya karşı iftiraya cür’et edenlerdir. Ona ortak koşanlardır, onun mukaddes dinini kabul etmeyip dinsizlik, ahlâksızlık yoluna gidenlerdir. Artık onlardan daha fazla hayatını zâyi etmiş azâba uğrayacak bulunmuş kim olabilir?
§ Bu mübârek âyetler gösteriyor ki: Birlik dinini terkeden, ilâhî beyanların tersini Cenâb-ı Hak’ka isnat eyleyen, insanları hak dinden mahrum bırakmaya çalışan inkârcı, kâfir kimseler, şu gibi ondört kınanmış, helâk edici sıfat ile vasıflanmışlardır.
1 – Onlar Cenâb-ı Hak’ka karşı iftirada bulunan kimselerdir.
2 – Onlar âhiretde zelil etmek için Cenâb-ı Hak’kın yüce mahkemesine gönderileceklerdir.
3 – Onların Cenâb-ı Hak’ka karşı yalanlarda bulunduklarına şahitler şahitlik edecektir.
4 – Onlar küfrlerinden dolayı ebediyen Allah’ın lânetine uğramışlardır.
5 – Onlar Allah’ın kullarını Allah yolundan İslâm dininden men’etmeye çalışırlar.
6 – Onlar insanları küfre düşürmek için hakyolu için eğrilik, aksaklık isterler.
7 – Onlar kâf idirler, âhiret âlemini inkâr ederler.
8 – Onlar Allah’ın azâbından kaçıp kendilerini kurtarmaktan acizdirler.
9 – Onlar kendilerinden azâbı bertaraf edecek bir yardımcıya sahip değildirler.
10 – Onların azapları kat kat olacaktır.
11 – Onlar hakkı işitmeğe, hayırlı şeyleri görmeğe ait kâbiliyetten mahrumdurlar.
12 – Onlar kendi nefislerini hüsrana = zarar ve ziyana düşürmüşlerdir.
13 – Onlardan iftira ettikleri, yani hakka ortak koştukları şeyler kaybolmuş, kendilerine bir fâideleri dokunmamıştır.
14 – Onlar âhirette en fazla hüsrana = azâba uğrayacak kimselerdir. (Tefsîr-i kebir ve siracülmünir bakınız) İmân şerefine erişen muhterem kullar ise bu gibi çirkin vasıflardan uzak ve ilâhî lütuflara kavuşmuşlardır. İşte Kur’an-ı Kerim, bunu da şöylece beyan buyuruyor:
23. İmân edenler ve salih salih amellerde bulunanlar ve Rablerine tam bir itaat ve tevâzu ile boyun eğenler yok mu işte şüphesiz ki onlar cennet ehlidirler, onlar orada ebediyen kalıcıdırlar.
23. Bu mübârek âyetler, mü’minlerin ulaşacakları mükafatlarını müjdeliyor, böyle mü’min zatlar ile inkârcı kimselerin eşit olamayacaklarını pek açık bir temsil ile açıklıyor. Şöyle ki: (Imân edenler) Cenâb-ı Hak’kın birliğine inanan, Peygamberleri, melekleri semavî kitapları ve âhiret gününü tasdik eden ve namaz gibi, oruç gibi zekât gibi (salih salih amellerde bulunanlar ve) kendilerini yaratıp beslemekte olan (Rab’lerine tam bir itaat ve tevazu ile) kalben (boyun egenler) yani: Öyle güzel kanaatlarda,amellerde bulunup üzerlerine düşen dinî vazifeleri yerine getirmeye çalışanlar yok mu, (İşte şüphesiz ki onlar) o güzîde vasıflara sahip olanlar (cennet ehlidirler) cennetler onlara mahsustur, (onlar orada) o cennetlerde (ebediyen kalıcıdırlar) onların o pek muazzam nimetleri asla yok olmayacaktır.
§ İhbat: Lûgatte huşû, tevazu mânâsınadır. Kalbin birşey hakkında kanaat getirip, mutmain olup başkalarına iltifattan vazgeçmiş bulunması yerinde kullanılır. Cenab’ı Hak’kın sevap ve azap hususundaki beyanına kanaat getirmek de bir ihbattır. Böyle bir kanaat ve sükûnet sahibine de “muhbit” denir.
24. Bu iki taifenin durumu, kör ve sağır ile gören ve işiten gibidir. Bunlar hiç durum bakımından eşit olurlar mı? Artık güzelce düşünmez misiniz?
24. (Bu iki gurubun) yani: Kâfirler ile mü’minlerin (durumu) sıfatları, acaip halleri (kör ve sağır) kimseler (ile gören ve işiten) kimseler (gibidir) artık (bunlar) bu iki taife, iki gurup (meselce) birbirine benzeyiş itibariyle (eşit olurlar nil?.) elbette eşit olmazlar. (Artık güzel düşünmez misiniz?.) Bunların arasındaki fark açıktır, bu hususta şek ve şüpheye mahal yoktur. Evet.. Kâfirlerin çirkin sıfatları yukarıda bildirilmiştir. Onlar hakiki bir dinden, irfan nurundan mahrumdurlar. Onlar, hak sözü işitip kabul etmekten, doğru yolu görüp takip eylemekten uzaktırlar. En açık hakikatları inkâr eder dururlar. Muminler ise başlıca şu vasıfları taşırlar. Onlar hakikî bir imâna sahiptirler. Onlar üzerlerine düşen vazifeleri, salih amelleri yerine getirmeye çalışırlar ve onlar sağlam bir kalbe, temiz bir kanaate sahip olup Cenab’ı Hak’ka itaatkâr ve mütevazi bir vaziyette bulunurlar. Artık böyle yüce vasıflara sahip olan zatlar, elbette ki ilâhî bir lûtuf olarak cennetlere, büyük mükâfatlara lâyık bulunmuşlardır. Dünyatarihi; böyle muhterem, salih kullar ile inkârcı, imân nurundan yoksun şahısların hal ve tavırlarını, başlarına gelen olayları kaydetmiştir. Özellikle bir kısım mübârek Peygamberlerin hayat tarihlerini, üstün davranışlarını, ümmetlerinin ne yolda hareket etmiş olduklarını Kur’an-ı Kerim, Peygamberimize teselli vermek, ümmetlerini de uyanmaya dâvet etmek için açıklamaktadır.
25. Ve and olsun ki. Nuh’u kavmine gönderdik, şüphe yok ki, ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım diye.
25. Bu mübârek âyetler, Nuh Aleyhisselâm’ın kavmini dine davet ettiğini ve kendilerini Allah’ın azâbı ile korkutmuş olduğunu bildiriyor. Kavminden kâfir bulunanların da o hayrı tavsiye edici irşat ve ihtara rağmen o Yüce Peygamberi takdir edemeyip onu inkâra ve ona tâbi olan mü’minleri değersiz olarak göstermeye cür’et etmiş olduklarını beyan buyuruyor. Şöyle ki: (Ve) Kutsal varlığına (and olsun ki) Hz. İdris’in torunu olan ve ondan sonra ilk Peygamber seçilen (Nuh’u kavmine) bir Peygamber olarak (gönderdik) onlara Allah’ın dinini tebliğ etmekle görevlendirdik. O muhterem zat da kavmine hitaben (şüphe yok ki, ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım) dedi. Yani: Size, Allah’ın azâbına sebep olacak şeyleri bildirerek sizin ondan korkmanıza çalışan, o azaptan kurtuluşa vesile olan güzel amelleri size bilinen bir Peygamberim, diyerek onları dine davet buyurdu.
26. Allah Teâlâ’dan başkasına ibâdet etmeyin, muhakkak ki, ben sizin üzerinize elem verici bir günün azâbından korkuyorum.
26. Şöyle ki: Ey kavmim!. (Allah Teâlâ’dan başkasına ibâdet etmeyin) ona hiç bir şeyi ortak koşmayın, ondan başkasına kullukta bulunmayın, bundan başka kurtuluş çaresi yoktur. (Ben sizin üzerinize elem verici bir günün) bir korkunç kıyâmet günün veya tufan gününün (azâbından korkuyorum) sakınAllah’ın birliğini tasdik etmeyin de başkalarına tapınıp durmayın, aksi takdirde öyle dehşetli bir azaptan, bir felâketten kurtulamazsın. Ne hayrı tavsiye edici bir öğüt, bir irşat!.
27. Onun kavminden ileri gelen kâfirlerden bir topluluk ise dedi ki: Biz seni bizim gibi bir insandan başka bir şey görmüyoruz ve sana tâbi olanları da biz ilk bakışta bizim en aşağılarımızdan başka görmüyoruz ve sizin için bizim üzerimize bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz. Belki sizi yalancılar zannediyoruz.
27. (Onun kavminden) Hz. Nuh’un kendilerine Peygamber gönderilmiş olduğu insanlardan onu tasdik etmeyip de (ileri gelen kâfirlerden bir topluluk ise) kendilerinin dünyevî fanî mevkilerine, şereflerine, servetlerine güvenerek (dedi ki) Ey Nuh!. -Aleyhisselâm- (Biz seni bizim gibi bir insandan başka birşey görmüyoruz) yani: Biz seni kendimizden daha yüksek görmüyoruz ki, Peygamber seçildiğine inanalım ve emrine itaati vâcip görelim. Bu, onların bir cahilce şüpheleridir. Ve ikinci bir şüpheleri olarak da dediler ki (ve sana tâbi olanları da) senin Peygamberliğini tasdik ve kabul edenleri de (biz ilk bakışta bizim en aşağılarımızdan başka görmüyoruz) onların bu vaziyetleri her gören tarafından anlaşılmaktadır. Diğer bir yoruma göre de “ve sana ilk bakışta düşünmeden tâbi olanları da biz kendimizden aşağı görüyoruz. Ve üçüncü bir şüpheleri de olarak dediler ki: (Ve sizin için üzerimize bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz) siz mal, şeref, makam itibariyle bizden yüksek kimseler değilsinizdir ki, peygamberlik ve risalet hususundaki iddianızın doğru olduğuna inanalım. (Belki) Biz (sizi yalancılardan zannediyoruz) artık sizi nasıl tasdik edebiliriz?. İşte en yanlış bir görüş, en bâtıl bir iddia. Onlar kendilerinin dünyadaki fani, değişikliğe uğramış mevkilerine, servetlerine güvenerek yüceliği, doğruluğu her şekilde açık, vehaklarında pek hayrı tavsiye edici olan bir büyük Peygamberin ve ona tâbi olanların fazilet ve olgunluğuna mânevî üstünlüğünü takdir edemiyorlardı. Zaten dünya varlığına tapınan birçok kimselerin ruh halleri bundan ibarettir. Onlar kendi fani ve ehemmiyetsiz varlıklarına büyük bir kıymet vererek nice fazilet ve olgunluk sahiplerine bir hakaret nazarıyla bakmaktan kendilerini alamazlar. İşte en fena görüş, bundan ibarettir.
§ Mele; lûgatte doldurmak demektir. Bundan maksat varlıklariyle, mevkileriyle kalplere heybet dolduran, kendileriyle aynı mecliste olanlara büyüklük hissi veren ileri gelenler takımıdır.
§ Erâzil; lûgatte erzalin çoğuludur. Erzâl ise pek rezil, alçak sefil, cimri, bayağı, utanılacak şahıs veya iş demektir.
§ Badiyerrey, ilk görüş, müşahede sebat ve tefekkür bulunmaksızın vuku bulan ilk rey ve kanaat demektir.
28. Dedi ki: Ey kavmim! Bana haber veriniz, eğer ben Rabbimden açık bir delil üzere oldum ise ve kendi katından bana bir rahmet vermiş ise, sizin üzerinize ise gizli kalmış ise artık siz onu istemediğiniz halde sizi ona zorlayacak mıyız?
28. Bu mübârek âyetler, Hz. Nuh’un tebliğatını kabul etmeyen kavmine karşı ileri sürmüş olduğu yüce mütalaaları, onların şüphelerini giderecek cevapları tasvir buyurmaktadır. Hz. Nuh Peygamberliğinin parlak deliller ile belli olduğunu, artık onu kabul için zorlamada bulunmayacağını ve yaptığı tebliğlerden, öğütlerden dolayı Cenâb-ı Hak’tan mükafat bekleyip kavminden bir mükafat beklemediğini bildiriyor ve samimi olarak imân eden zatları öyle dinsizlerin arzularından dolayı huzurundan kovmayacağını aksi takdirde kendisini mesuliyetten hiçbir kimsenin kurtaramıyacağını açıklayarak kavminidüşünmeğe davet ettiğini gösteriyor. Ve Hz. Nuh’un Allah’ın hazinelerine sahip, gayıpları bilici ve kendisinin bir melek olmadığını itiraf ettiğini ve hakir görülen bir takım zatların Allah katında hayırdan mahrum olduklarını söylemeyeceğim ifade ediyor ve o zatların kalplerinin durumu ancak Allah tarafından bilindiğinden onları huzurdan kovduğu takdirde zalimlerden sayılacağını beyan buyuruyor. Şöyle ki: Hz. Nuh kendisini tasdik etmeyen kâfirlere hitaben (dedi ki. Ey kavmim!.) Benim tebliğlerimi kabul etmiyorsunuz, bir takım mânâsız fikirlerde bulunuyorsunuz (bana haber veriniz) kanaatiniz nedir, söleyiniz bakalım (eğer ben Rabbimden bir açık delil üzere oldum ise) yani: Peygamberlik ve risalet vazifesine sahip olduğumu gösterir bir açık delile bir kuvvetli şahide sahip bulundum ise ve Rab’bim (kendi katından bana bir rahmet vermiş ise) bir ilâhî lûtuf olarak Peygamberliğe veya öyle apaçık bir delile kavuşmuş isem, benim bu durumum (sizin üzerinize gizli kalmış ise) bunu görüp anlamak kabiliyetinden yoksun kalmış iseniz (artık siz onu) o benim peygamberliğimi veya size teklif ettiğim imân vazifesini (istemediğiniz halde) onu düşünüp seçmediğiniz takdirde haber veriniz bakalım (onu size ilzam mı edeceğiz) onu kabul etmeniz için, onunla hidayete ermeniz için size cebir ve zorlamada mı bulunacağız. Hayır hayır, cebir ve zorlamaya dayalı olup, kalbin iradesine dayanmayan bir din, sahibi için fâide vermez. Allah’ın dini, tam bir vicdan özgürlüğü çerçevesinde memnuniyetle kabul edilmelidir ki, Allah katında muteber olsun.
29. Ve ey kavmim! Sizden onun üzerine bir mal istemiyorum. Benim mükâfatını ancak Allah Teâlâ’ya aittir ve ben imân edenleri kovucu değilim. Şüphe yok ki, onlar Rablerine kavuşanlardır velâkin ben sizi cahillik eden bir topluluk olarak görüyorum.
29. (Ve ey kavmim!.) Ben peygamberlik vazifemi Allah rızası için yerine getirmeye çalışıyor, size tebliğ ediyorum, sizi dine davet eyliyorum. Yoksa (sizden onun üzerine) o peygamberliğimi tebliğ karşılığında bir ücret, bir mükâfat olmak üzere (bir mal istemiyorum) böyle bir isteyiş, peygamberlik şanına aykırıdır. (Benîm mükâfatım) size dinî hükümleri, vazifeleri tebliğ ettiğimin sevabını vermek (Ancak Allah Teâlâ’ya aittir) yani: Sizden dini kabul edip hidayete kavuştuğunuz takdirde karşılığında bana bir mal bir hediye vermenizi asla isteyecek değilim, beni mükâfata kavuşturacak ancak Allah Teâlâdır. (Ve ben imân edenleri) Öyle sizin iddia ettiğiniz gibi alt tabakadan olup, huzûrumdan kovulmalarını istediğiniz mü’min zatları huzûrumdan (kovucu değilim) bu benim için lâyık ve câiz değildir. (Şüphe yok ki onlar) O hakir gördüğünüz mü’minler (Rab’lerine kavuşanlardır) onlar yarın âhiret hayatında kurtuluş ve selamete ereceklerdir, kendilerini kovacak olanlara karşı mücadelede bulunacaklardır, kendilerine zulm edenler de cezalarını göreceklerdir. (Velâkin) Ey inkarcılar!. Ey tebliğ edilen hakikatları kabulden kaçınanlar!. (Ben sizi cahillik eden bir taife görüyorum) siz hiç hakikî bir istikbali düşünmüyorsunuz, o hakir gördüğünüz mü’minlerin sizden hayırlı olduklarını anlayamıyorsunuz, kendi korkunç âkıbetinizi takdir edemiyorsunuz, öyle mü’min, salih kulları hakir görüyorsunuz.
30. Ve ey kavmim! Eğer ben onları kovar isem beni Allah Teâlâ’dan korur? Artık hiç düşünmez misiniz?
30. (Ve ey kavmim!.) Biraz düşünmeli değil misiniz?. (Eğer ben onları) o imân eden ve sizce kıymetsiz görülen o mü’minleri huzûrumdan (kovar isem bana Allah Teâlâ’dan) onun azâbından kurtarabilmek için (kim yardım eder) elbette bir yardımcıbulunamaz. (Artık hiç düşünmez misiniz?.) Öyle samimi mü’minler nasıl kovulabilir?. Siz hiç bunu. düşünmez misiniz?.
.
HUD SURESİ
31. Ve ben size demem ki: Benim yanımda Allah Teâlâ’nın hazineleri vardır. Ve ben gaybı da bilmem ve ben demem ki: Ben muhakkak bir meleğim ve demem ki: Sizin sözlerinizin hor gördüğü kimselere Allah Teâlâ elbette hayr vermeyecektir. Allah Teâlâ onların nefislerinde olanı da hakkıyla bilendir. Şüphe yok ki, ben o vakit zalimlerden olmuş olurum.
31. (Ve ey kavmim!. Ben size demem ki: Benîm yanımda Allah Teâlâ’nın hazineleri vardır) yani: Bir Peygamberin yanında öyle dünya servetinin bulunması icabetmez. Ve ben öyle bir servete sahip olduğumu iddia etmiyorum ki, onun yokluğuyle benim hakikate aykırı iddiada bulunduğuma hükmedebilesiniz.. Maamafih peygamberlik nimeti, herşeyin üstündedir. Onun yanında dünya servetinin ne kıymeti olabilir?. (Ve ben gaybı bilmem) yani: Ben ancak Cenab’ı Hak’kın bana bildirdiklerini bilirim, inkârcıların, kâfirlerin âhiretde azâba uğrayacakları ise Hak Teâlâ’nın bildirdiği bir hakikattır. Bunu size bildirdiğimden dolayı beni inkâra, bu hakikatı uzak görmeye selâhiyetiniz yoktur.. Gayba ait nice şeyler de vardır ki, onları Cenâb-ı Hak bildirmedikçe kimse bilemez. (Ve ben demem ki: Ben muhakkak bir meleğim) tâki: “Sen insansın, nasıl olur da melek olma iddiasında bulunuyorsunuz” diye beni yalanlayabilirsiniz. Ben bir insan olduğumu itiraf ediyorum. Maamafih peygamber olma şerefine eren muhterem insanlar, Allah katında meleklerden üstündür. (Ve demem ki:) Öyle bir iddiada bulunamam ki, Ey dinsizler!. (Sizin gözlerinizin hor gördüğü) fakir hallerine bakıpta kendilerini alt tabakadan sandığınız (kimselere Allah Teâlâ elbette hayır vermeyecektir) ben böyle bir iddiada nasıl bulunabilirim?. Öyle ihlaslı mü’minler herhalde hayra kavuşacaklardır.Onlar herhalde âhiretde büyük hayırlara, mükâfatlara ulaşacaklardır. Onların daha dünyada iken de nice nimetlere kavuşmaları mümkündür. Bunun aksini kim iddia edebilir?. (Allah Teâlâ onların) O mü’min kullarının (nefislerinde olanı da hakkıyla bilendir) onların nekadar samimi mü’min olduklarını tamamen bilir, ona göre kendilerine mükâfatını verir. Onların o samimi imanları hakkında teredüt’edip onların münâfık olduğunu söyleyen ve onları alt tabakadan sayan kâfirler için bu da bir reddiye mesabesindedir. (Şüphe yok, ben o vakit) O samimi mü’minler hakkında zelillik gibi, münâfıklık gibi birşey isnadında bulunduğum, onların dünyada ve âhirette bir hayr ve saadete ulaşmayacaklarını söylediğim takdirde (zalimlerden olmuş olurum) yani hem nefsime zulmetmiş, hem de onların haklarında suizan ederek onlara zulm eylemiş bulunurum. Böyle bir zulm ise asla câiz bir Peygamber hakkında asla düşünülmüş değildir. Binaenaleyh ben öyle birşey söyleyemem.
§ Izdira; lûgatte, küçük görmek, hor ve hakir tutmak, hafife almak demektir.
32. Dediler ki: Ey Nuh! Bizim ile muhakkak ki, mücadelede bulundun, artık mücadelemizi arttıralım. Eğer sen doğrulardan ise imdi kendisiyle bizi tehdit ettiğin şeyi getiriver.
32. Bu mübârek âyetler, Hz. Nuh’un şüpheleri gidermek için vermiş olduğu pek haklı cevapları, öğütleri çok gören kâfirlerin o Yüce Peygamber’e karşı fazla mücadelede bulunduğunu söyleyerek tehdit ettiği azapların meydana getirilmesini istediklerini bildiriyor. Hz. Nuh’un da onlara yaptığı nasihatların fâide vermediğini, uhrevî mes’uliyete mâruz kalacaklarını ve onların kendisine isnat ettikleri iftiralardan uzak bulunduğunu beyan buyuruyor. Şöyle ki: Hz. Nuh’un Allah’ın birliğini isbat, âhiret hayatını beyan, peygamberlik vazifesini yerinegetirmeye devam etmesini çok gören kavmi (Dediler ki: Ey Nuh!.) Sen (bizim ile muhakkak ki mücadelede) tartışmada, münakaşada (bulundun, artık mücadelemizi arttırdın) çok uzattın, veya maksadını çeşitli şekilde ifade edip durdun (eğer sen) iddiânda, bizi korkuttuğun azap hususunda (doğrulardan isen İmdi kendisiyle bizi tehdit ettiğin şeyin) o korkuttuğun elem verici azâbı (getiriver) öyle fazla açıklamaya lüzum yok, senin tartışmaların bize tesir edemez. Kâfirler, öyle bir azabın meydana gelmesine inanmadıkları için bunu bir alay yoluyla söylemişlerdir..
33. Dedi ki: Onu size ancak Allah Teâlâ dilerse getirir ve siz (Allah’ı) âciz bırakıcılar değilsinizdir.
33. Onların bu lâkırdılarına karşı Hz. Nuh da (dedi ki: Onu) o istediğiniz azâbı (size ancak Allah Teâlâ dilerse getirir) sizi o azâba alelâcele veya bir müddet sonra uğratır. Ona ancak Hak Teâlâ kaadirdir, o azâbı getirmek benim kudret ve selahiyetini dışındadır, (ve siz) Ey inkarcılar!. O Yüce Yaratıcı’ya hâşâ (âciz bırakıcılar değilsinizdir) siz kaçmak suretiyle veya müdafaada bulunmak yoluyla Cenâb-ı Hak’ki âciz bırakarak onun azâbından kendinizi kurtaramazsınız, o azâbı hikmeti gereği dilediği zaman üzerinize yöneltir bunu bilmeli değil misiniz?.
34. Ve benim nasihatim size fâide verecek değildir, size nasihatta bulunmak istesem de, eğer Allah Teâlâ sizi azdırmak istiyorsa, Rabbiniz o’dur ve ona döndürüleceksinizdir.
34. Hz. Nuh, o cahil kavmine karşı sözlerinin sonunda buyurdu ki: (Ve benim nasihatim) Sizin hakkınızdaki hayra yönlendirici öğütlerim (size fâide verecek değildir) her ne kadar bir peygamberlik vazifesi olmak üzer eben (size nasihatte bulunmak istesem de) o faideyi bizzat benim temin etmeğe selâhiyetin”! yoktur. (Eğer Allah Teâlâ sizi azdırmak isterse) yani: Siz aslî yaratılışınızı değiştirip iradenizi,ihtiyarınızı kötüye kullandığınızdan dolayı Allah tarafından sapıklığa, küfre mahkûm bir halde bulunmuş olursanız, artık benim nasihatlarım tesir edemez. Ilâhî iradeye kimse engel olmaz. Ey kavmim! Biliniz ki, (Rabbiniz o’dur) sizi yaratan, yaşatan besleyen, idarenize sahip olan ancak Allah Teâlâ’dır. (Ve) Siz nihayet (ona) O Yüce Yaratıcı’ya (döndürüleceksinizdîr) âhirete sevkedileceksinizdir, dünyadaki amellerinize göre orada o Yüce Yaratıcı’nın vereceği karşılığı bulacaksınızdır.
35. Yoksa onu uydurdu mu diyorlar? De ki: Eğer onu ben uydurdum ise günahı benim üzerimedir. Halbuki, ben sizin yaptığınız günahtan uzağım.
35. O cahil kavim (Yoksa onu) Nuh Aleyhisselâm’ın din adına kendilerine tebliğ ettiği şeyi kendisi Allah adına (uydurdu mu diyorlar?.) Evet.. Onlar öyle diyorlardı o mübârek Peygamberi tasdik etmiyorlardı. Cenâb-ı Hak da o Resulüne vahy etmiş idi ki, Ey Nuh!. O cahillere (de ki: Eğer ben uydurdum ise) hakikate aykırı olarak Allah adına öyle bir iddiada bulundum ise (günahı benim üzerimedir) o kazandığım iftiranın günahı vebali bana aittir. (Halbuki ben sizin yaptığınız günahtan uzağım) yani: Bana iftira isnat etmenizden dolayı karşı karşıya kaldığınız günahtan, onun cezasından ben uzak bulunmaktayım. Ben iftira etmiş değilim ki, günahkâr olmuş olayım. Bilâkis siz bana iftira isnat etmekle büyük bir azâbı hak etmiş bulunmuşsunuzdur. Artık buna hazır olunur!. Bazı müfsirlere göre bu (SSî’inci âyeti kerime, bizim Peygamberimize yöneliktir ki: Onun Peygamberlere ve diğerlerine dair açıklamaları uydurma sayanları red için nâzil olmuştur. İcrâm; Lûgatte günahı, sakıncalı olan birşeyi kazanmak, kesbetmek, ve işlemek demektir.
36. Ve Nuh’a vahy olundu ki, muhakkak kavminden imân etmeyecektir, ancak cidden imân etmiş olanlar müstesnâ. Artık yaptıklarışeyden dolayı üzülme.
36. Bu mübârek âyetler, Cenab’ı Hak’kın Hz. Nuh’a kavminden birçoklarının imân etmeyeceklerini açıklayarak kendisine teselli ettiğini ve bir gemi yapıp zalim kavmi hakkında bir yakarışta bulunmamasını emretmiş olduğunu bildirmektedir. Hz. Nuh’un da gemiyi yaptığını, bu sırada kendisiyle alay eden kavmine karşı ne şekilde karşılıkta bulunduğunu göstermektedir. Şöyle ki: (Ve Nuh’a) Allah tarafından (vahy olundu ki, muhakkak kavminden) küfr üzere israr edip duranlar (imân etmeyecektir) onlar Cenâb-ı Hak’ki birlemeyecekler, senin peygamberliğini tasdik eylemeyeceklerdir (ancak cidden imân etmiş) hakikati bilerek tam bir gönül rızasıyla imân şerefine kavuşmuş (olanlar müstesnâ) onlar temiz yaratılışlarını korumuş, imân nimetine ulaşmış mutlu bir topluluktan ibarettir, (artık) Ey Nuh!. O imân etmeyenlerin (yaptıkları şeyden dolayı üzülme) onların seni yalanlamaları, seninle alay etmeleri sebebiyle ümitsizlik ve üzüntüye düşme. Onlara, lâyık oldukları azâba, intikama uğrayacakları zaman yaklaşmıştır.
37. Gemiyi bizim nezaretimiz ve vahyimiz ile yap ve zulüm etmiş olanlar hakkında bana müracaatta bulunma. Şüphe yok ki, onlar boğulmuşlardır.
37. Ey Nuh!. (Gemiyi bizim nezaretimiz) Bizim koruma ve kollamamız ile (ve vahyimiz ile) bizim emrimizle, nasıl yapılacağına dair verdiğimiz bilgi ve ilhamımızla (yap) o vesile ile mü’minler kurtulacak kâfirlerde sular içinde boğulup gideceklerdir. (Ve zulm etmiş olanlar hakkında) Öyle seni yalanlayarak küfür ve şirk içinde yaşamayı tercih edenler hakkında (bana müracaatta bulunma) onlardan azabın kaldırılmasını benden isteme (Şüphe yok ki, onlar) kendi kâfirce hareketlerinin bir dünyevî cezası olmak üzere (boğulmuşlardır) yani: Onların boğulmaları hakkında Allah’ın hükmüçıkmıştır. Hz. Nuh hakkında kavminin yapmadıkları eza ve cefa kalmıyordu. Böyle olduğu halde o muhterem Peygamber, kavmini senelerce imâna davet etmiş, onların haklarında şefkat ve merhamet göstermiş idi. “Ey Rabbim!. Kavmimi bağışla, çünki onlar bilmiyorlar” diye duada bulunuyordu. Vaktaki, bu âyetler nâzil oldu, onların kurtulmaya lâyık kimseler olmadığı anlaşıldı. Artık “Ey Rabbim!. Yeryüzünde kâfirlerden bir fert bırakma” diye duaya başladı.
38. Ve gemiyi yapıyordu ve kavminden herhangi bir topluluk yanından her geçip gidince de onunla alay ediyorlardı. Dedi ki: Eğer bizim ile alay ederseniz artık şüphe yok ki, biz de sizin alay ettiğiniz gibi sizinle alay ederiz.
38. (Ve) Hz. Nuh, aldığı ilâhî emirden dolayı (gemiyi yapıyordu) onu yapmaya başlamıştı (ve kavminden herhangi bir topluluk) herhangi bir cemaat o mübârek Peygamberin (yanından her geçip gidince de onunla alay ediyorlardı) onunla istihzada bulunuyorlardı, Ya Nuh!. Sen Peygamber olduktan sonra marangöz olmuşsun, o zamana kadar gemi görmemişlerdi, bunun ne için ne yapıldığını anlayamıyorlardı. O muhterem Peygamber de onlara (dedi ki:) Ey cahiller!. (Eğer bizim ile alay ederseniz) bizim lüzumsuz birşey ile uğraştığımızı sanarda bize cahillik nisbet etmek isterseniz (artık şüphe yok ki, biz de sizin alay ettiğiniz gibi) bizi cahil gösterdiğiniz bizim boş şeyle uğraştığımızı sanarak alay ettiğiniz gibi (sizinle alay ederiz) biz kurtulup siz de boğulup gidince sizin cahilliğinizi düşünerek öyle bir felâkete lâyık olduğunuzu söyleriz. Bilinmektedir ki, Yüce bir Peygamber alay etmez. Bu tabir, karşılık verme, ve müşekele (aynı kelimenin farklı anlamda kullanılması) yoluyla söylenmiş oluyor. Bunlardan asıl maksat; “Ey cahiller!. Siz bu yaptığınız alayın pek korkunç sonucunuyakında görürsünüz” demekten ibarettir.
39. Artık ileride bileceksinizdir ki: Kendisini rezil edecek azap kime gelecektir ve sürekli bir azap kimin üzerine inecektir.
39. Hz. Nuh, o kâfir gürûhâ dedi ki: Ey benimle alay eden cahiller!. (Artık ileride bileceksinizdir ki, kendisini) dünyada boğmak (rezil edecek azap kime gelecektir) kimler boğulup gideceklerdir. (Ve daimî bir azap) uhrevî bir ceza, kesilmeyen bir ateş, ardı arkası gelmeyen bir cehennem azâbı (kimin üzerine inecektir) ne büyük, ne edebî bir tehdit!. İşte o inkârcı kavim, böyle bir felâkete uğramak üzere bulunuyordu.
40. Nihayet emriniz geldiği ve tandır kaynadığı vakit dedi ki: Onun için herbirinden ikişer çift ve aleyhinde söz geçmiş olanlar dışında aileni ve imân etmiş olanları yükle ve maamafih pek azından başkası onunla beraber imân etmemiştir.
40. Bu mübârek âyetler, Nuh Aleyhisselâm’ın kavmi için vadedilen azap zamanının geldiğini, tufanının geldiğini, tûf anın zuhura gelip müthiş bir vaziyet aldığını bildiriyor, İmân edenlerin gemiye binerek ve Allah’ın ismini zikrederek selâmet içinde kaldıklarını, Nuh Aleyhisselâm’ın oğlu Kenan’ın da o muhterem pederinin emrine itaat etmeyip dalgalar arasında helâk olup gittiğini beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Hz. Nuh, gemiyi yapıp bitirince (nihayet emrimiz geldiği) kavminin helâkine ilâhî irademiz tecelli eylediği (ve tandır kaynadığı) tandırdan sular fışkırmaya başladığı (vakit) Hz. Nuh’a vahy ederek (dedi ki: Onun içine) o yaptığın geminin içerisine (herbirinden) yeryüzünde bulunması takdir edilen her çeşit hayvandan (ikişer çift) birer erkek ve birer dişi yükle (ve aleyhinde söz geçmiş olanlar dışında aileni) de yükle ki, bunlar Hz. Nuh’un müslüman olan eşiyle müslim olan Sam, Ham ve Yasef adındaki üç oğludur. Hakkında Allah’ın hükmü geçmişolandan maksat ise Hz. Nuh’un kendisine imân etmemiş olan diğer bir eşiyle Kenan veya Yâm adındaki oğludur. Bunlar kâfir bulunuyorlardı. (Ve imân etmiş olanları) Gemiye (yükle) yani: Ya Nuh! Kavminden sana imân edenleri de yanına al (ve maamafih pek azından başkası onunla beraber imân etmemişti.) Hz. Nuh’un dine davetine rağmen kavminin büyük bir kısmı küfr içinde yaşıyorlardı. Bir rivayete göre imân edenlerin sayısı (78) erkek ile kadından ibaretti. Bunların sekizi Hz. Nuh’un ailesi bulunuyordu ki: Onlar da Hz. Nuh’un bir eşiyle üç oğlu ve bunların üç hanımı idi. Velhâsıl, İmân edenler az bir cemaat idi. Sayılarını Cenâb-ı Hak bilir.
§ Rivayete göre Hz. Nuh, gemiyi abanoz ağaçlarından yapmış iki veya dört senede bitirmiştir. Bu geminin üç tabakası vardı. Alt tabakasında vahşi, haşerât denilen hayvanlar, orta tabakasında diğer evcil hayvanlar, üst tabakasında da Hz. Nuh ile kendisine imân etmiş olanlar bulunuyordu. Bu gemi, ilk yapılan bir gemidir. Bir rivayete göre bunun uzunluğu üçyüz arşın imiş. Hz. Adem’in mübârek cesedinin bu gemiye alınmış olduğu rivayet olunmaktadır. Kendisine ihtiyaç görülen yiyilecek şeylerde gemiye alınmıştı.
§ Tennurdan ve onun feveranından maksat nedir?. Bilindiği üzere Tennûr lûgatte tandır dediğimiz ve içinde ekmek pişirilen bir ocaktır, bir nevi fırmdır. Feveran da kaynamak, fışkırmak demektir. Bu âyeti kerimedeki tennurun feveranı ise çeşitli şekillerde yorumlanmıştır. Kısacası deniliyor ki:
(1) Bu tennûr bir ocaktan ibaret idi, Bu Hz. Adem’e ait olup taştan yapılmıştı. Hz. Nuh’a intikâl etmiş idi, eşi bunda ekmek pişirirdi. Bu tennurdan suların fışkırmaya başlaması, tufan için bir alâmet bulunmuştu. Müfessirlerin birçoğu bu görüştedirler. Bu tennûr Kûfe’de veya Şam’da veyahut Hint’te bulunuyordu.
(2) Bundan maksat, suların yüksek birmevkiden itibaren fşıkırmış olmasıdır. Bu bir kinâye yoludur. Tennurdan suların fışkırması gibi tasvir edilmiştir. Suların öyle galeyana başlaması, ateşin, sıcaklığın, parlamaya, yayılmaya başlaması gibi sayılmıştır.
(3) Tennurdan maksat, yeryüzüdür. Yeryüzüne de tennûr denilmiştir. Suların yerden fışkırması da onun galeyanından, her tarafa yayılmaya başlamasından ibarettir.
(4) Bundan maksat, Fecrin doğusu ile sabah nurlarının, şafak ışıklarının etrafa saçılmasıdır. Böyle bir andan itibaren gemiye binilmesi emr olunmuş oluyor. Bu, İmamı Ali Hazretlerinden mervidir.
(5) Bundan maksat, Ebu Hayyan ın tefsirinde beyan olunduğuna göre gemide suyun toplantığı mevkiidir. Bu yorum, geminin âdeta kazanlı olup içindeki kaynama suyun buhariyle hareket eder bir halde buunduğunu gösteriyor. Gerçekte Hz. Nuh’un aldığı ilâhî bir vahiyden dolayı bugünkü buhar ile hareket eden gemiler gibi bir gemi meydana getirmiş olduğu gözden uzak tutulamaz. Tufandan sonra toplum hayatı uzun bir müddet felce uğramış, birçok şeyler unutulmuş, bu mükemmel gemi de devam etmeyip unutulmuş olabilir. Bilâhere fennin ilerlemesiyle şimdiki buharlı gemiler de meydana getirilmiştir. Maamafih bu hususta kesin bir hükm verilemez. Gerçek bilgi Allah katındadır.
41. Ve dedi ki: Onun içine yüzüp gitmesi ve durması anında da Allah Teâlâ’nın ismini anarak binin. Şüphe yok ki, Rabbim çok bağışlayan, pek esirgeyendir…
41. (Ve) Nuh Aleyhisselâm, kendisine imân eden zatlara (dedi ki: Onun içine) geminin içerisine (onun gitmesi ve durması anında da) her iki vaziyetinde de (Allah Teâlâ’nın ismini zikrederek binin) yani: Cenâb-ı Hak’kın ismini anarak veya Bismillâh diyerek gemiye binen, veyahut o geminin yürümesi de, durması daCenab’ı Hak’kın mukaddesi ismine bağlı bulunduğu için artık korkmayın, o tufandan size bir zarar gelmez. (Şüphe yok ki, Rab’bim gafurdur) günahları, hataları bağışlar, (râhimdir) kullarına merhameti çoktur. Onun bu af ve merhameti sayesindedir ki, Ey mü’minler!. Sizi bu felâketten, bu müthiş tufandan kurtararak selâmete kavuşturacaktır.
42. Ve gemi onları dağlar gibi dalgalar içinde götürüyordu. Ve Nuh, oğluna seslendi, o ayrı bir yere çekilmişti. Ey oğlum! Bizimle beraber bin ve kâfirler ile beraber olma dedi.
42. O mü’minler de Allah’ın ismini zikrederek gemiye biniverdiler (ve gemi onları dağlar gibi) büyük, su üzerine yükselmiş olan (dalgalar içinde götürüyordu.) Sular en yüksek dağların üzerine yükselmişti. (Ve Nuh) Aleyhisselâm (oğluna) Kenan’a, diğer bir görüşe göre Yama (seslendi) onu tufandan kurtarmak istedi (o) ise muhterem pederinden (ayrı bir yere çekilmişti) pederinin dinine tâbi olmamış, onunla beraber gemiye binmemişti. (Ey oğlum!. Bizimle beraber) gemiye gel (bin ve kâfirler ile) din ve mekân itibariyle (beraber olma) eğer imân etmez, bizimle gemiye binmez isen helâk olur gidersin dedi.
43. Dedi ki: Ben bir dağa sığınacağım, beni sudan korur. Nuh da dedi ki: Bugün Allah’ın emrinden koruyacak yoktur, onun merhamet ettiği müstesnâ. Ve ikisinin arasına dalga giriverdi de o boğulanlardan oldu.
43. Nuh Aleyhisselâm’ın oğlu ise (Dedi ki: Ben bir dağa iltica edeceğim) yüksek bir yere sığınacağım, o dağ (beni sudan korur) ben helâk olmam. Nuh Aleyhisselâm da ona (dedi ki: Bugün Allah’ın emrinden) azâbından (koruyacak yoktur) o azâba birşey mâni olamaz, öyle dağa sığınmak seni o azaptan kurtaramaz. (Onun rahmet ettiği müstesnâ) Ancak Cenab’ı Hak’kın merhametine kavuşanlar bu tufan felâketinden korunurlar,bundan kurtuluş için başka çare yoktur. (Ve ikisinin arasına) yani: Nuh Aleyhisselâm ile onun emir ve tavsiyesini dinlemeyen oğlu arasına (dalga girîverdi de o) Hz. Nuh’un oğlu (boğulanlardan oldu) diğer kâfirler gibi tufan dalgaları arasında helâk olup gitti. Velhâsıl: Kenan, böyle cahilce bir iddiada bulundu, Cenab’ı Hak’kın kudretini, azabım düşünmedi, muhterem pederinin nasihatini, ihtarını dinlemedi, kendisini ebedî bir felâkete uğratmış oldu. İşte hakkı kabul etmeyenlerin, faideli öğütleri dinlemeyenlerin âkibetleri isterse, kendileri soy bakımından en yüksek zatlara, ailelere mensup olsunlar. Yazıklar olsun bu gibi kıssalardan hisse almayanlara.
44. Ve denildi ki: Ey Yer! Suyunu yut ve ey gök açıl. Ve su kesildi ve iş bitirilmiş oldu. Gemi de Cudi dağı üzerine yerleşti. Ve zâlimler olan kavim için uzaklık olsun denildi.
44. Bu mübârek âyetler, tûfanın sona erip kâfirlerin helâk olduklarını, Hz. Nuh’un oğlu hakkındaki yalvarışını ve verilen ilâhî cevabı, Hz. Nuh’un da Allah’ın affına sığındığını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve) tutanın meydana gelmesini ve kâfirlerin helâkını müteakip Allah tarafından (denildi ki:) Yani: İlâhî irâde tecelli etti ki: (Ey yer!. Suyunu yut) İçerine çek (ve ey gök) sen de açı! (açı!) suyunu tutuver, yağmurların sona ersin (ve su kesildi) noksanlanarak kaybolup gitti (ve iş bitirilmiş oldu) yani: Kâfirlerin, helâkı, mü’minlerin de kurtuluşu hakkındaki Allah’ın va’di yerine getirilmiş bulundu. Veya Allah’ın emri ve takdiri tamamiyle ortaya çıktı (gemi de Cudi dağı üzerine yerleşti) orada durup kaldı. Cudi dağı ise Musul civarında veya Şam’da veya Âmil’deki bir dağdan ibârettir. (Ve) Allah tarafından veya Hakkın emriyle melekler veya Hz. Nuh tarafından (zâlimler olan kavim için uzaklık) helâk, rahmetden mahrumiyet (olsun denildi) çünki ilâhî dini tanımayan, kendi haklarında pek hayrı tavsiye edici olan birPeygamberin öğütlerini red eden bir kavim, pek zâlim kimseler bulunduklarından dolayı böyle bir akıbete lâyık olmuştu. Öyle ıslah edilmeleri mümkün olmayan zâlimler aleyhine olan bir dua ise hikmet gereği ve faydalı olduğundan câiz bulunmuştur. “Rivâyete göre, Nuh Aleyhisselâm, Recep ayının onuncu günü gemiye binmiş, Muharremin onuncu günü gemiden inmiş ve Cenâb-ı Hak’ka şükr için o gün oruç tutmuştur. Binaenaleyh Muharrem’in onuncu günü oruç tutmak bir sünnet bulunmuştur. “Bel” lâfzı, belirsiz etmek, yiyecek ve içeceği sür’atle yutmak demektir. Kâli, lâfzı da koparmak demektir, iklâ’da bir şeyden men’etmek mânâsınadır.. “Gayz” da suyun azalması, çekilip eksilmesi, gitmesi demektir.
45. Ve Nuh Rabbine seslendi de dedi ki: Ey Rabbim! Şüphe yok, oğlum benim ailemdendir ve muhakkak ki, senin vâdin haktır ve hakimlerin hâkimi sensin.
45. (Ve Nuh Rab’bine seslendi) Dua ve sualde bulundu (dedi ki: Ey Rabbim!. Şüphe yok ki, oğlum) Kenan da (benim ailemdendir) o da benim bakmakla yükümlü olduğum kimseler cümlesindendir. (Ve muhakkak ki, senin vâdin haktır) Beni ve ailemi kurtaracağını da va’d buyurmuş idin, artık hikmet nedir ki, oğlum kurtuluşa eremedi: Senin vâdin ise kesin doğrudur, ondan dönmek olamaz. (Ve) Ey Rabbim!. (Hâkimler’in en hâkîm’i sensin) çünki sen bütün hakîmlerin en âdili, en âlimisin.. Veya sen hikmet sahiplerinin en ziyâde hikmet ile vasıflananısın. Artık şüphe yok ki, bu kurtuluşa ulaşamamak da bir hikmete dayanmaktadır.
46. Buyurdu ki: Ey Nuh! O muhakkak senin ailenden değildir. Şüphesiz ki o salih olmayan bir iştir. Artık hakkında bilgi olmayan bir şeyi benden sorma. Muhakkak ki, ben sana câhillerden olmayasın diye öğüt veririm.
46. (Buyurdu ki,) Yani: Allah’ın vahyi geldi ki: (Ey Nuh!. O) O kurtuluşa ermemiş oğlun (muhakkak senin ehlinden değildir) o senin ailenden sayılamaz. Yahut o, gemiye kendilerini bindirmek için sana emr ettiğim ailenden değildir. Çünki o, kâfir olduğu için senin ailenden istisnâ edilmiştir. (Şüphesiz ki, o sahih olmayan bir iştir.) Yani: Onun hareketi doğru ve takdire lâyık bulunmamıştır. Yahut o salih bir amel sahibi değildi. Bu cihetle o senin ailenden olma şerefini kaybetmiştir. Çünki insanlar arasındaki akrabalık ve yakınlığın asıl sebebi, din birliğidir. Bu bir mânevî yakınlaşmadır. Allah’ın dinine bağlanma ve ona uyma hususunda birlik olanlar, biribirinin yakınıdır, dostudur. Aralarında mânevî bir yakınlık, bir din kardeşliği vardır. Mü’minler ile kâfirler arasında ise hakikî bir alâka mevcut değildir. Binaenaleyh bir ailenin fertleri aynı dine mensup, aynı terbiye ile vasıflanmış olmadıkça aralarında hakiki, Allah katında makbul bir yakınlık mevcut olmuş olamaz. İşte Hz. Nuh ile soyca oğlu arasındaki vaziyet, bunu göstermektedir. (Artık) Ey Nuh -Aleyhisselâm-(hakkında bilgin olmayan) meydana gelmesi sevap, hikmete uygun olup olmadığı sence meçhul bulunan, kesin olarak bilinmeyen herhangi (bir şeyi benden sorma) benden isteme, kısacası Kenan da küfr içinde bulunduğu için onun kurtuluşa ermesi hikmete aykırı olacağından artık bir baba şefkatinin eseri olarak onun neden kurtulmadığını sormaya mahal yoktur, (muhakkak ki, ben sana cahillerden olmayasın diye öğüt veririm) tâki: Cahiller gibi uygun olmayan suallerde bulunmayasın. Allah’ın bu emri Hz. Nuh hakkında ilâhî bir lutfun tecellisi demektir. Çünki Peygamberler haddızatında ma’sûmdurlar. Onlar günah işlemezler. Binaenaleyh Hz. Nuh’un sorduğu bu sual, bir günah değildir. Belki daha üstünve daha mükemmel olanı terketmek kabilindendir. Veya ictihadındaki bir hatadan ibârettir. Oğlunun mü’min olduğunu zannetmesinden doğmuştur. İşte bu âyeti kerime de Hz. Nuh’un böyle daha fazîletli ve mükemmel olanı, yani soru sormamayı terketmiş olduğuna veya ictihad ve kanaatinde isâbet edememiş bulunduğuna bir tenbihten ibâret bulunmuştur, bu büyük bir öğütten bir hayrı tavsiye etmekten başka değildir.
47. Dedi ki: Ey Rabbim! Ben senden hakkında bilgim olmayan bir şeyi sormaktan şüphe yok ki, ben sana sığınırım ve eğer benim için mağfiret etmez ve beni esirgemezsen ben ziyana uğrayanlardan olurum.
47. Bu ilâhî vahiy üzerine Hz. Nuh (Dedi ki: Ey Rab’bim!. Ben senden hakkında bilgini olmayan) yani: Meydana gelmesinin bir hikmet gereği olduğunu bilmediğim veya doğru olduğuna bilgim bulunmayan veyahut doğru olup olmadığına muttali bulunmadığım (bir şeyi senden sormaktan) böyle bir sualde bulunmaktan (şüphe yok ki, ben sana sığınırım) beni öyle bir suâlden koru. (Ve eğer benim için mağfiret etmez) benden sâdır olan yersiz bir suâlden dolayı beni bağışlamaz (ve beni esirgemez isen) yani: Tövbemi ve özriimü kabul etmek sûretiyle bana merhametde bulurumaz isen (ben ziyâna düşenlerden) zarar ve ziyana, mânevî mes’uliyete uğrayanlardan (olurum) bu âyeti kerime, bütün insanlık için bir uyanma dersi vermektedir. Şöyle ki: Mâsum, her yönüyle Allah’ın lûtfuna kavuşmuş olan yüce bir peygamber, zelle kabilinden olan yersiz bir sualinde n dolayı böyle Cenâb-ı Hak’ka sığınarak ondan bağış ve rahmet niyazında bulunursa artık günahkâr olan biz insanlar, birçok kusurlarımızdan dolayı ne kadar pişmanlıkta bulunmalıyız, ne kadar tevbe edip af dileyerek Allah Teâlâ’nın af ve bağışınasığınmalıyız. Artık bunu düşünmeli, buna göre hareketimizi, ıslaha ve tanzime çalışmalıyız. Ve Başarı Allahtandır.
48. Denildi ki: Ey Nuh! Bizden bir selâm ile ve senin üzerine ve seninle beraber olanlardan doğacak ümmetler üzerine birçok bereketler ile gemiden in. Ve bir takım milletleri de ileride fâidelendireceğiz, sonra onlara bizden acıklı bir azap dokunacaktır.
48. Bu mübârek âyetler, Hz. Nuh ile kendisine tabi olan mü’minlerin gemiden tam bir selâmet ve bereketle yeryüzüne indiklerini ve bir nice kavimlerin Allah’ın azâbına uğradıklarını bildirmektedir. Hz. Nuh ile kavmine ait olan bu tarihî hâdiselerin, kıssaların ise Rasûlü Ekrem ile kavmi tarafından bilinmez iken bunlara dâir olan Kur’ânî açıklamaların gayba ait haberler cümlesinden olduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Allah tarafından (Denildi ki: Ey Nuh!. Bizden bir selâm ile) bir emniyet ve selâmet ile (ve senin üzerine ve seninle beraber olanlardan doğacak ümmetler üzerine .birçok bereketler ile) gemiden veya dağdan düz yeryüzüne (in) yani: Ey Nuh!. Yeryüzünün bütün sular içinde bulunmasından ve orada yaşamanın, bitkiler ve hayvanlar adına bir şey kalmadığından dolayı müşkül olduğunu düşünerek endişede bulunma. Sana ve sana tâbi olanlara ve kıyâmete kadar imân edenlere emniyet, selâmet ve sürekli olarak çeşitli rızıklar verilecektir. Bu, Hz. Nuh’un tövbesinin kabulüne ve kendisinin ziyandan kurtularak çeşitli ilâhî lutuflara kavuşması için bir müjde mahiyetinde bulunmuştur. (Ve bir takım ümmetleri de ileride fâidelendireceğiz) Onlardan ve senin zürriyetinden dünyaya gelecekler, yeryüzünde yaşayacaklar, faidelere, servetlere kavuşacaklardır. Fakat onlar mü’min olmayacaklarından dolayı (sonra onlara bizden acıklı bir azap dokunacaktır.) Onlar âhiretde şiddetli cehennem azâbına uğrayacaklardır, dünyadaki varlıklarıkendilerine fâide vermeyecektir. Gerçekten de Hz. Nuh’tan sonra yeryüzünde yine insanlık kitlesi gelişip çoğalarak yayılmaya başlamış, kendilerine birçok Peygaberler gönderilmiş, buna rağmen büyük bir kısmı Allah’ın dininden ayrılarak küfr içinde yaşamış ve yaşamakta bulunmuştur. İşte bütün bunların hepsi de âhiretde pek acıklı bir azâba uğrayacaklardır. Hatta bir kısmı dünyada da çeşit çeşit azaplara, felâketlere uğramışlardır, İnsanlık tarihi, buna şahitdir.
49. İşte bu, gayıp haberlerindendir. Bunu sana vahy ediyoruz. Bunu ne sen ve ne de kavmin bundan evvel biliyordunuz. Artık sabr et. Şüphe yok ki âkıbet sakınanlar içindir.
49. (İşte bu) Nuh Aleyhisselâm’ın kıssası, onun ve kavminin hakkındaki haber (gayıp haberlerindendir.) Diğer haberler gibi gelişigüzel, herkesçe bilinen haberlerden değildir. (Bunu) Bu Nuh Aleyhisselâm ile kavmi hakkındaki haberi (sana vahy ediyoruz) Kur’an’ı Kerim vasıtasiyle bildiriyoruz, (bunları ne sen ve ne de senin kavmin bundan evvel) Kur’an’ın inmesinden önce (bilir değildiniz) Gerçekten tûfân hadisesi, insanlar arasında meşhur ise de onun ayrıntılarına, meydana gelmesinin sebeplerine ve diğer ayrıntılarına vâkıf değildiler. Bunlar gayıp kabilinden bulunuyordu. Özellikle Rasûlü Ekrem hikmet gereği ümmi idi, kavmi de dünya tarihini bilmekten mahrum kimseler bulunuyordu. Bu sebeple de böyle bir kıssadan haberleri yok idi. Sonra Cenab’ı Hak, Kur’an’ı Kerim vasıtasiyle Peygamber Efendimizi ve onun ümmetini bunlardan ayrıntılı olarak haberdar buyurmuştur. (Artık) Ey Yüce Peygamber!. Sabret sana imân edenler de sabretsinler. Bir takım kâfirlerin ezâ ve cef âşina karşı tahammül gösteriniz. Risaletini tebliğden geri durma, geçici bir ezâ ve cef âyâ katlan. Nitekim Nuh Aleyhisselâm da böyle eziyetlere, üzüntülere karşı sabr etmiş idi. (Şüphe yok ki,âkıbet sakınanlar içindir) Dünyada zafere ulaşmak, âhirette de kurtuluş ve selâmete kavşumak, küfrden ve günahlardan sakınan kullar için va’d olunmuştur. Bu Kur’ânî açıklamalar, Rasûlü Ekrem için bir teselli ve müjdeyi içermektedir. Gerçekte Rasûlü Ekrem bu nîmetlere kavuşmuştur. Yaydığı İslâm dini de kıyâmete kadar devam edip insanlık âlemine nurlar saçacaktır. Kur’an-ı Kerim’de bu gibi Peygamberlere ait kıssaların bir kısım sürelerde tekrar tekrar beyan buyumlması çeşitli hikmetlere; faydalara dayanmaktadır. Bununla beraber bu kıssaların çoğusu çeşitli usul ile, başka başka ilâveler, mevzular ile bildirilmiş, Kur’an’ı Kerim’in bir söz mucizesi olduğu bu şekilde de tecelli etmiştir. Sonra Rasûlü Ekrem, vakit vakit birçok cemaatlar ile temasta bulunuyor, onlara icabına göre Peygamberlerin hayat tarihlerinden bahse lüzum görülüyordu. Bu sebeple de bu kıssalar tekrar ederek beyan buyurulmuştur. Bir de Peygamber devrindeki kâfirler, kâh ilâhî azabın kâfirlerin başına geleceğini inkâr ediyorlardı, kâh da dindar olanlara karşı pek vahşîce hareketlere cür’et gösteriyorlardı. Artık evvelki Peygamberlerin de onlara inananların da böyle inkârlar, eziyetler karşısında kalmış oldukları beyan buyurularak Rasûlü Ekrem’e ve onun dinine girmiş olan müslümanlara tarihî örnekler gösterilmiş, teselli vermek hususu temin buyurulmuştur. Eğer bu kıssalara, bu ibret alınacak olaylara, bir kere yer verilmiş olsa idi, bu kadar nazarı dikkati cebedemiyeceği cihetle Kur’an-ı Kerim’in inişindeki hikmete; faydaya da uygun olamazdı. Binaenaleyh Kur’an’ı Kerim’deki bazı âyetlerin, kıssaların böyle tekrar etmesi daha birçok hikmetleri, fâideleri içermektedir. Hz. Nuh için A’raf sûresindeki (62)’inci âyeti celilenin tefsirine de bakınız!.
50. Ad kavmine de kardeşleri Hûd’u Peygamber gönderdik. Dedi ki: Ey kavmim!Allah’a ibâdet ediniz, sizin için ondan başka hiçbir mâbud yoktur. Sizler ise iftira edenlerden başka değilsiniz.
50. Bu mübârek âyetler de Hûd Aleyhisselâm’ın kıssasını içermektedir. O Yüce Peygamberin kavmini Allah’ın birliğine ve af dileyerek tövbeye dâvet buyurmuş olduğunu bildirmektedir. Ve onlardan bir mükâfat beklemediğini ve kendisinin de bu emirlere uyduğu takdirde büyük nîmetlere, kuvvetlere kavuşacaklarını onlara bildirmiş olduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ad) kavmine (de) soy bakımından (kardeşleri Hûd’u) Peygamber (gönderdik) onları Allah’ın dinine dâvet etmekle görevlendirdik. Hz. Hûd, onlara (dedi ki: Ey kavmim!. Allah’a ibâdet ediniz) yalnız ona mâbud biliniz, ondan başkasını ona ibâdetde ortak edinmeyin (sizin için ondan başka hiçbir mâbud yoktur) ilahınız ancak o’dur. Bu taptığınız putlar, taşlardan ibârettir, size ne zarar ve ne de fâide veremez. Bütün kâinat Yüce bir Yaratıcı’nın, Yüce bir Mâbud’un varlığını gösterip dururken artık öyle âdi, yaratılmış şeyleri nasıl mâbud tanıyabilirsiniz?. (Sizler ise) Bu hareketinizle, böyle yaratıklara ibâdet etmenizle veya bu putlara ibâdet etmenizi Cenabı Allah emir etmiştir demenizle o Yüce Yaratıcıya (iftira edenlerden başka bir şey değilsiniz) siz yalancı, iftiraya düşkün kimselerden bulunmaktasınız.
§ Hûd Aleyhisselâm, Âd kabilesinden ve Nuh Aleyhisselâm’ın zürriyetinden bir zat idi. Âd kabilesi ise araplardan olup Yemen nahiyesinde otururlardı. Bu sebeple Hz. Hûd, soyca Âd kabilesinin kardeşi bulunmuştur. Böyle bazı Peygamberlerle kavimleri arasında bir kardeşlik bulunmuş olduğunun Kur’an’ı Hakîm’de beyan buyurulması bir fayda ve hikmeti içermektedir. Şöyle ki: Peygamber olan bir kardeşin hâli, tavırlar! kardeşleri arasında bilinmektedir. Artık fazilet ve olgunluğun bir örneği olduğu görülüp duran bir kardeşinnasihatları nasıl olur da kabul edilmez, nasıl olur da sözleri inkâr edilerek kendisine karşı düşmanlık gösterilebilir ve gücenilir?. Böyle bir hareketin doğru olmayacağına bu tabir ile işaret edilmiş oluyor. Bir de bu tabir, Rasûlü Ekrem’in kavmi için bir işaret ve irşadı taşımaktadır. Şöyle ki: Kureyş topluluğu kendi kabilelerinden bir mübârek fert olan Hz. Muhammed’in -Aleyhisselâm- kendilerini dine dâvet etmekle emrolunmuş bir Peygamber olduğunu uzak görmüşlerdi. Binaenaleyh Kur’an-ı Kerim’de buyurulmuş oluyor ki: Hûd, Salih gibi bir kısım Peygamberler de kendi kavimlerinden birer fert iken, aralarında soyca kardeşlik var iken o kavimlere Peygamber gönderilmişlerdi. Artık Hz. Muhammed’in kavmine ve diğer kavimlere Peygamber gönderilmesi neden uzak görülsün? İşte böyle bir yanlış düşünce, bu kardeşlik tâbiriyle giderilmek istenilmiştir.
51. Ey kavmim! Onun üzerine sizden bir mükâfat istemiyorum. Benim mükâfatını ancak beni yaratmış olana aittir. Siz hâlâ akıllıca düşünmeyecek misiniz?
51. (Ey kavmim!.) Ben (onun üzerine) o sizi Allah’ın dinine dâvet vazifesini yerine getirmemden dolayı (sizden bir mükâfat istemiyorum) sizden şahsî bir fâide beklemiyorum ben sırf Allah rızası için hak dine dâvete çalışıyorum (benim mükâfatını) beni lâyık olduğum sevaplara, nîmetlere kavuşturan (ancak beni yaratmış olana aittir) yoksa sizlere ait değildir. Ey kavmim!. (Siz hâlâ akıllıca düşünmeyecek misiniz?) siz bu hakikatı hiç tefekkür etmez misiniz?. Siz hakkı batıldan, sevâbı hatadan ayırmaya çalışmaz mısınız?. Nedir bu sizdeki bu kadar gaflet ve cehâlet?. Evet.. Mübârek Peygamberler, ümmetlerine bu yolda hitab etmişler, kendilerinden şahsî bir menfaat beklemeleri düşüncesini gidererek sırf kutsî vazifelerini Allah rızası için yerine getirmeye çalıştıklarını bildirmişlerdir.
52. Ve ey kavmim! Rabbinizden af dileyin. Sonra ona tövbe edin ki, üzerinize semanın feyzini yağmurunu bol bol göndersin ve sizin kuvvetinizi kuvvet ilâvesiyle arttırsın ve günahkârlar olarak yüz çevirmeyiniz.
52. (Ve ey kavmim!.) Artık uyanınız, kusurlarınızı anlayınız (Rabbinizden af dileyiniz) ona imân ederek ondan af ve bağış dileyiniz (sonra ona tövbe edin) başkalarına ibâdette bulunmuş olduğunuzdan dolayı pişmanlık göstererek tövbekâr olunuz (ki) O Kerem Sâhibi Yaratıcı, sizlerin üzerinize (semanın feyzini bol bol göndersin) gökten fâideli yağmurlar yağdırarak arazinizi büyütüp geliştirsin, (ve sizin kuvvetinizi kuvvet ilâvesiyle arttırsın) sizi kat kat kuvvetlere, yiğitliğe, ululuğa erdirsin veya çokca mal ve servete kavuştursun. (Ve) siz (günahkârlar) müşrikler (olarak) benim verdiğim nasihatlardan (yüz çevirmeyiniz) onları kabul ediniz, o cahilce hareketlerde israr edip durmayınız.
§ Rivâyete göre Hûd Aleyhisselâm’ın kavmi pek geniş araziye sahip idiler, başka kavimlere karşı da fazâ bir kuvvete, üstünlüğe sahip bulunuyorlardı. Küfürleri yüzünden üç sene kadar yurtlarına yağmurlar yağmamış, kıtlık ve pahalılık yüz göstermişti. Kadınları çocuk doğuramaz olarak nesilleri kesilmeğe yüz tutmuştu, İşte bu sırada Hz. Hûd, onlara böyle bir nasihatda bulunmuş, Cenâb-ı Hak’ka samimi olarak ibâdet ve itaat sâyesinde yeniden nîmetlere, kat kat kuvvetlere kavuşacaklarını kendilerine bildirmişti. Binaenaleyh bu mübârek âyetler gösteriyor ki: Cenab’ı Hak’kın dinine riâyet edilmesi, günahlardan dolayı tövbekâr olup bağışlanma isteğinde bulunulması, kurtuluş ve selâmete kuvvet ve yükselmeye vesîledir. Artık maddî ve mânevî kurtuluşunu, yükselmesini isteyen bir kavim için bundan başka çare yoktur.
53. Dediler ki: Ey Hûd! Sen bize açık bir delilile gelmedin ve biz de senin sözünden dolayı kendi tanrılarımızı terkedici değiliz ve sana inanan kimseler de değiliz.
53. Bu mübârek âyetler de Âd kavminin Hz. Hud’a karşı olan inkârcı, cahilce lâkırdılarını bildirmektedir. O Yüce Peygamberin de onlara verdiği cevabını ve Cenâb-ı Hak’kın o kavmi mahvederek yerlerine başka kavimleri getireceğini ihtar etmiş olduğunu ve Hak Teâlâ’nın yüce vasıflarını zikrettiğini hikâye buyurmaktadır. Şöyle ki: Âd kavmi Hz. Hûd’un nasihatlarını dinlemediler, bilâkis onun peygamberliğini ve gösterdiği mucizeleri inkâr ederek, (dediler ki: Ey Hûd!. Sen bize bir delil ile gelmedin) sen Peygamber olduğuna dâir olan iddianı isbat edecek bir delile sahip değilsin (ve biz de senin sözünden dolayı tanrılarımızı) kendilerine tapındığımız putları (terkedici değiliz) yolumuzda sabit kalacağız. (Ve) Dediler ki: Ey Hûd!. Biz (sana inanan kimseler de değiliz) biz senin Peygamber olduğunu asla tasdik etmeyiz. Bu kavim, böyle küfrlerinden ayrılmadılar, Hz. Hûd’un gösterdiği mucizeleri inkâr eylediler, onların öyle tapındıkları şeyin kimseye bir fâide veya zarar verebilmek kabiliyetinde olmadığına her sağduyu sahibi hükmederken o kavim onlara tapınmaktan kendilerini alamadılar.
54. Biz demeyiz, ancak deriz ki seni tanrılarımızdan bazısı fena bir şekilde çarpmıştır. Dedi ki: Ben şüphesiz Allah Teâlâ’yı şahid tutuyorum ve siz de şahid olunuz ki, ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden muhakkak uzağım.
54. Ve o cahil kavim, Hz. Hud’a karşı dediler ki: Ey Hûd!. (Biz demeyiz.) senin hakkında bir şey söylemeyiz (ancak deriz ki: Seni tanrılanmızdan bâzısı fenâ bir şekilde çarpmıştır) yani: Sen onlara tapmaktan bizi men ettiğin, için, onların aleyhinde söz söylediğin için onlardan bazıları sana fenâ birşekilde çarparak senin aklını bozmuş, seni deli etmiştir. Bu kavmin böyle ahmakça iddialarına karşı, Hz. Hûd’da (dedi ki: Ben şüphesiz) kendi hakkımda (Allah Teâlâ’yı şâhid tutuyorum) benim bir Peygamber olduğuma o şahiddir, (ve siz de) benim hakkımda (şahid olunuz ki, ben sizin) Cenâb-ı Hak’ka (ortak koştuğunuz şeylerden beriyim) ben onların mâbutluk vasfına sahip olmadıklarını bilir, onlardan uzak bulunurum.
55. Ondan başka, artık hepiniz bana karşı istediğiniz tuzağı kurunuz, sonra bana asla mühlet vermeyiniz.
55. Yine Hz. Hûd, demiş oluyor ki: Ey kavmim!. Ben o putlarınızdan uzak bulunmaktayım ki, onlar (ondan başka) dırlar. Yani: Siz o putları Cenâb-ı Hak’ka ortak koşuyorsunuz, ben isem onlardan uzağım. Onlar hâşâ Allah’a ortak olamazlar, onlara. ibâdet asla câiz değildirelr. (artık hepiniz bana karşı) benim helâkim için (istediğiniz tuzağı kurunuz) siz ve putlarınız toptan (yapınız) ellerinizden geleni yapmaya çalışınız. (Sonra bana asla bakmayınız) yani: Bana bir mühlet vermeyiniz, yapmak istediğiniz düşmanlığı hemen yapmağa çalışınız. Hz. Hûd’un kavmine böyle korkusuzca hitab etmesi, kendisinin Allah’ın korumasına mazhar olduğunu beyandan ibârettir ki, bu onun için büyük bir mucize demektir. Çünki kavmi arasında yalnız başına olduğu halde onlardan asla korkmamış Hak Teâlâ’ya itimat ile onlara böyle bir teklifte bulunmuş, onların da taptıkları şeylerin âciz, kendisine cinnet gibi, vesâire gibi bir zarar vermeğe kaadir olmadıklarını göstermiştir.
56. Şüphe yok ki, ben, benim Rabbim ve sizin Rabbiniz olan Allah Teâlâ’ya tevekül ettim. Hiçbir hareket sahibi hayvan yoktur ki, illâ onun perçeminden tutan o’dur. Muhakkak ki, benim Rabbim dosdoğru bir yol üzerinedir.
56. Hz. Hûd, kavmine karşı şöyle de hitap etmiştir. (Şüphe yok ki: Ben, benim Rab’bim vesizin Rab’biniz olan Allah Teâlâ’ya tevekkül ettim) işlerimi O Yüce Yaratıcıya ısmarlayarak ona itimadda bulundum. (Hiçbir hareket sahibi hayvan) yeryüzünde gezip dolaşan bir hayat sahibi mahlûk (yoktur ki, illâ onun perçeminden tutan) onun sâhibi ve yöneticisi ancak (o’dur) O Yüce Yaratıcıdır. Onun izni, takdiri olmadıkça hiçbir mahlûk başkasına bir zarar, bir fâide veremez. Bütün yaratıklar, Cenâb-ı Hak’kın kudret eli altındadırlar. (Muhakkak ki, benim Rab’bim) O bütün Kâinatın Yaratıcısı olan Allah Teâlâ (dosdoğru bir yol üzerinedir) yani: O hak ve adâlet yoluna sahiptir. O hiçbir kimseye zulm etmez, inanan ve iyilik edenleri o güzel hallerinden dolayı mükâfatlara kavuşturur. Kâfir, isyankâr olanları da kendi kötü hallerinden dolayı cezâya uğratır. Yoksa hiçbir kulu hakkında hâşâ zulm etmez. Binaenaleyh Ey inkârcı kavmim!. Siz de Allah’ın kahrına uğrarsanız o sizin bu fenâ amellerinizin, kanaatlerinizin bir cezasınan başka bir şey değildir.
§ “Nasıye”; lûgatte cebhe, alın, alın üzerindeki saç demektir. Bu kelime zat, şahıs mânâsında da kullanılmaktadır. “Nasıye-i hâl” tabiri de çehre gösterişi, tavır, vaziyet demektir. Nâsıyeden tutmak tabiri ise: Onun sahibine mâlik, onun hakkında istenildiği şekilde tasarruf etmeye kaadir olmak yerinde kullanılmaktadır. Ve; Filân mübârek nâsiyelidir, denilir ki, mübârek bir zatdır demektir.
57. Artık siz yüz çevirir iseniz, ben size kendisiyle gönderilmiş olduğum şeyi muhakkak ki, tebliğ ettim. Ve Rabbim sizden başka bir kavmi sizin yerinize getirir ve siz ona hiç bir şey ile zarar veremezsiniz. Şüphe yok ki, Rabbim herbir şey üzerine gözeticidir.
57. Hz. Hûd, kavmine şöylece de ihtarda bulundu: (Artık) Ey Kavmim!, (siz yüz çevirir iseniz) Benim nasihatlarımızı dinlemez de kaçınırsanız (ben size kendisiyle) Allah tarafından (gönderilmiş) tebliğ etmekleemrolunmuş (olduğum şeyi muhakkak ki, teblîğ ettim) ben peygamberlik vazîfemi yerine getirdim. Artık bütün mes’uliyet size aittir. Çünki siz beni yalanlamakta, hakkı kabulden kaçınmakta israr edip duruyorsunuz. (Ve Rab’bim sizden başka bir kavmi sizin yerinize getirir) yani: Siz böyle küfrünüzde israr edip durunca hakkınızda Allah’ın kahrı tecelli eder. Cenâb-ı Hak sizi helâk ederek sizin yurdunuzu, servet ve zenginliğinizi başka bir kavme nasib eder ki, o kavim, Allah’a inanan ve O’nu birleyendir (Ve siz ona) O Yüce Yaratıcıya (hiçbir şey ile) ona ortak koşmakla ve diğer hareketlerinizle asla (zarar veremezsiniz) siz ancak kendi nefsinizi zarara uğratmış olursunuz. (Şüphe yok ki Rab’bim) büyük, küçük (her bir şey üzerine koruyucudur) her şeyi korumaya, görüp sözetmeye kaadirdir. Binaenaleyh bütün kullarının amellerini bilir. Hiçbir şey onun İlim dairesinden ve himâyesinden hâriç olamaz, dilediği şeyleri helâkten korur, ve dilediği şeyleri de helâk edebilir. Buna inancımız tamdır. İşte Yüce Peygamberlerin ve onların mirasçıları olan imân ve irfan sahiplerinin vazîfeleri, böyle insanları irşada, İkâza çalışmaktır, hak yolunda fedakârlık gösterip halkı uyandırmaya, aydınlatmaya gayret göstermekten geri durmamaktadır. Bu hususta başkalarından korkmayıp Cenâb-ı Hak’ka sığınarak hikmet sahibine yakışır tarzda ve hayrı tavsiye edici şekilde hareket etmektir, Allah’ın dininin her tarafa yayılmasına hizmette bulunmaktır, İşte Hz. Hûd’un kavmine karşı olan bu hitabeleri de bizler için uyulması gereken bir örnek mahiyetinde bulunmaktadır. Hakkı kabulden kaçınanların korkunç âkibetleri de şöylece beyan buyurulmaktadır.
58. Ne zaman ki emrimiz geldi, Hûd’u ve onunla beraber imân etmiş olanları bizden bir rahmet ile kurtardık ve onları ağır bir azaptanda kurtardık.
58. Bu mübârek âyetlerde Cenab’ı Hak’kın Hûd kavmini helâk ettiğini Hûd Aleyhisselâm ile ona imân edenleri de dünyevî ve uhrevî kurtuluşa erdirdiğini bildirmektedir. O helâk olan kavmin ise ne kadar inkârcı, âsi, zorbacılara tâbi kimseler bulunduğunu ve o kavmin bu dünyada lânete hedef olup Allah’ın rahmetinden uzak bulunmuş olduğunu gözler önüne sermektedir. Şöyle ki: (Ne zaman ki) Âd kavmi Hz. Hûd’un tebliğatını kabul etmeyip, küfrlerinden dönmediler. Üzerlerine (emrimiz geldi) azâbımız onları kuşattı, onları helâk edip gitti (Hûd’u) O Yüce Peygamberi (ve onunla beraber imân etmiş olanları) ise (bizden bir rahmet ile) haklarında tecelli eden ilâhî bir lûtuf ile (kurtardık) onları o kavme gelen azaptan koruduk. Bu onların haklarında büyük bir ilâhî koruma idi. Çünki bir mubite bir azap, bir musîbet gelince çok kere bundan mü’minler de, kâfirler de zarar görürler. Âd kavmine gelen azaptan ise Allah’ın bir lûtfu olarak mü’minler asla zarar görmemişlerdir. (Ve onları) O mü’minleri (kaba) çirkin, şiddetli (bir azaptan da kurtardık) ki, o da âhiret azâbıdır. Diğer bir yoruma göre de buyurulmuş oluyor ki: Cenab’ı Hak, mü’minleri hem kâfir olan Âd kavminin tecavüzlerinden, kötü muamelelerinden kurtardı, hem de o kavmin helâkine sebep olan şiddetli bir rüzgârın tesirinden korunmuş oldu. Tefsirlerde yazılı olduğu üzere bu Âd kavmini mahveden rüzgâr, pek şiddetli ve pek sıcak imiş, yedi gün devam etmiş, sekizinci gün onları helâk eylemişdi. Bu rüzgâr çarptığı her kuvvetli, iri kâfiri adeta çam ağacı gibi yerlere deviriyordu veya bu rüzgâr onların ağızlarından, burunlarından giriyor, aşağılarından çıkıyor, kendilerini feci bir şekilde helâk etmiş oluyordu. Bu rüzgârın tesirinden Allah’ın bir rahmet eseri olarak hiçbir zarar görmemiş olan mü’minlerin sayısıise dört bin kadar imiş.
59. Ve işte o da Âd’dır ki. Rablerinin âyetlerini inkâr ettiler ve onun Peygamberlerine âsi oldular ve her bir inatçı zorbanın emrine uydular.
59. (Ve işte o da) yani: Şu kabirleri, eserleri görülen mütefekkir insanlar için bir ibret ve uyanma manzarası oluşturan helâke uğramış kavim ise (Ad’dir ki) onlar (Rablerinin âyetlerini inkâr ettiler) Hûd Aleyhisselâm’ın gösterdiği mucizeleri tasdikten kaçındılar bu inkâr onların helâkine sebep olan birinci vasıflarıdır (Ve) onların ikinci kınanmış vasıfları olmak üzere de onlar (onun) Cenâb-ı Hak’kın (Peygamberlerine âsi oldular) Gerçekte onlara yalnız Hûd Aleyhisselâm gönderilmişti. Fakat ona karşı isyan bütün Peygamberlere karşı isyân demektir. Çünki hepsi de Allah’ın birliği inancını tebliğ etmekte bulunmuştur, o mübârek Peygamberlerin aralarını ayırmak câiz değildir. Binaenaleyh birini inkâr, hepsini inkâr demektir. Yahut peygamber yerinde peygamberler denilmesi, Hz. Hûd hakkında hürmet ifade etmesi içindir. (Ve) Âd kavmi (herbîr inatçı) Hak’ka karşı gelen ve muhalefette bulunan (zorbacı) kendisini yüksek gören dikkafalı bir şahsın (emrine uydular) bu da onların helâkına sebebiyet veren üçüncü bir çirkin vasıfları idi. Evet.. Onlar bir takım dinsiz reislerini taklit ediyorlar, onların bâtıl sözlerine bakarak kendilerine de Hz. Hûd’u inkâr eyliyorlardı, bu bir insandır, nasıl Peygamber olabilir, diyorlardı. İşte bu cahilce hareketlerinin müthiş cezasına hepsi birden kavuşmuş oldular. Cahilce bir taklidin neticesi bundan başka birşey değildir.
60. Ve bu dünyada bir lânete tâbi tutuldular, kıyâmet gününde de. Haberiniz olsun, şüphe yok ki Âd Rablerini inkâr ettiler. Biliniz ki, Hûd kavmi olan Ad Allah’ın rahmetinden uzak olsun.
60. O Âd kavmi, öyle çirkin hareketlerinin birneticesi olarak (dünyada bir lânete tâbi tutuldular) yani: Allah Teâlâ’nın rahmetinden ve her bir hayırdan uzak düşürüldüler veya dünyada insanların lânetine hedef oldular, tarihte kötü bir ad bırakmış bulundular. (Ve) Onlar (kıyâmet gününde de) bütün hallerine şahitlik edecek zatların huzurlarında lânete uğrayacaklardır. Onlar ne için bu kadar dünyevî ve uhrevî lânete hedef oldular?. (Haberiniz olsun, şüphe yok ki. Âd) kavmi (Rab’lerini inkâr ettiler) O’na küfrettiler, onun birliğini tasdik etmediler. (Biliniz ki. Hûd kavmi olan Âd için bir uzaklık olsun) onlar Allah’ın rahmetinden ebediyen mahrum bulunsunlar. Onlar öyle büyük bir helâke uğrayıp dursunlar. Çünki onlar öyle bir azâbı hak etmişlerdi. Bu, onların aleyhinde bir duadır. Gerçekte o kavim zaten öyle bir helâke uğramışlardı. Fakat böyle bir dua, onların zaten helâkı hak etmiş olduklarını ifade eder. Bir de öyle kâfirler aleyhindeki böyle bir dua, o kâfirlerin çirkin hareketlerini gözlerönüne serme ve din adına bir bağlılık alâmetidir. Ve o gibi ıslahı mümkün olmayan dinsizler aleyhine bed’duada bulunmanın câiz olduğunu göstermektedir.
§ Burada Âd’ın, Hûd kavmi olduğu beyan olunuyor. Çünki iki Âd kavmi vardır. Biri Hûd Aleyhisselâm’ın kavmi olan Âd kavmidir ki, bunlara “Âd-i ûlâ” (İlk Ad) da denir. Diğeri de “Âd-i irem’dir ki, bunlara da “Zat-ül-imâd” da denilir, bunlar zaman itibariyle sonradır. İşte bunlardan ayırmak için Hûd’un kavmine Âd denilmiştir.
§ Elâ; kelimesi bir uyarı ve başlangıç edatıdır ki, mühim bir söz başında söylenerek nazarı dikkati celbeder, biliniz ki mânâsınadır. Hz. Hûd’un kıssası için A’raf sûresindeki (65)inci âyetin tefsirine bakınız!..
.61. Semud’a da kardeşleri olan Salih Peygamber gönderilmiştir. Dedi ki: Ey Kavmim! Allah Teâlâ’ya ibâdet ediniz. Sizin için ondan başka bir ilâh yoktur. Sizi yerden o yarattı vesizi orada o yaşattı. Artık ondan mağfiret dileyiniz, sonra ona tövbe ediniz. Şüphe yok ki, benim Rabbim yakındır, duaları kabul edendir.
61. Bu mübârek âyetler de, Salih Aleyhisselâm’ın kıssasına, onun kavmini tevhid dinine davetine ve onlar hakkındaki Allah’ın nimetlerini beyan buyurmuş olduğuna dâirdir. O kavmin de babalarından kendilerine intikâl etmiş olan bâtıl bir yolda kararlılık gösterip o Yüce Peygamberin tebliğatını bir şek ve şüphe ile karşılamış olduklarını bildirmektedir. Şöyle ki: Hicaz ile Şam arasında bulunan Hicr adındaki bir ülkede oturan (Semud) kavmine (de) soy bakımından (kardeşleri olan Salih) Aleyhisselâm Peygamber gönderilmiştir. Hz. Salih o kavme hitaben (dedi ki: Ey kavmim!.) yani: Ey kendilerine bir fenalığın gelmesinden dolayı üzüntü duyacağım kabilemin fertleri (Allah Teâlâ’ya ibâdet ediniz) Ondan başkasına ibâdetde bulunmayın çünki (sizin için ondan başka ilâh yoktur) ibâdetinize lâyık olan, yalnız o’dur. Bu taptığınız putlar değildir. Bir kere düşününüz ki: (sizi yerden o) eşsiz yaratıcı (icad etti) yani: Sizin ilk pederiniz olan Hz. Adem’i O Kerem Sahibi Yaratıcı, topraktan yarattı, sizi de onun sülâlesi olarak meydana getirdi. Yahut sizi birer nütfeden, o nutfeleri de sonuçta topraktan meydana gelen hayvansal ve bitkisel gıdalardan yaratmış oldu. Artık böylebir yaratma, o Kerem Sahibi Yaratıcının birliğine muazzam bir delil değil midir?, (ve) Ey kavmim!. (Sizi orada) O yeryüzünde (o) Yüce Yaratıcı (yaşattı) yani: Ey kavmim!. Cenâb-ı Hak, sizi yeryüzünde ikâmet ediciler kıldı siz ömür sürdükçe burada oturursunuz, sonra da bunu arkadan gelenlere terkedersiniz. Veyahut sizin ömürlerinizi o yeryüzünde uzattı. Hatta bunlardan her birinin üçyüz seneden bin sene kadar yaşar bulunduğu rivayet edilmektedir. Diğer bir yoruma göre de Ey Kavmim!. Allah Teâlâ sizi, yeryüzünü imar ediciler kıldı, böyleimâna muvaffak oldunuz, artık o Kerem Sahibi Mâbuda ibâdet etmeli değil misiniz?. Bu âyeti kerime, gösteriyor ki: Yeryüzünü imâra muvaffak olmak da ilâhî bir lutuftur, büyük bir nimettir. Bunu başarmayı Cenab’ı Hak’tan bilmeli, ona kullukta ve teşekkürde bulunmalıdır. Aksi takdirde nankörlük edilmiş olacağından, o nimetin yok olmaya mahkum olacağından korkulur. (Artık ondan) O Kerem Sahibi Yaratıcı’dan (mağfiret dileyiniz) ona imân ediniz, şimdiye kadar olan küfr ve isyanınızın bağışlanmasını ondan niyâz eyleyiniz (sonra ona tövbe ediniz) öyle bâtıl putlara tapmış olduğunuzdan dolayı pişmanlık göstererek tövbekâr olunuz, İmân olmadıkça tövbe sahih alamıyacağından evvelâ İman edilmesi sonra da tövbede bulunulması emir olunmuştur, (şüphe yok ki, benim rab’bim) bütün mahlûklarına İlim ve tasarruf bakımından (yakındır) tevbe eden ve af dileyen herhangi bir kulu nerede bulunmuş olursa olsun Cenâb-ı Hak onun bu hareketini tamamiyle bilerek onu kabul eder. Ve O Yüce Mâbud (icabet edicidir) o, kendisine seslenen, yakarış ve niyazda bulunan herbir kulunun bu duasını, temennisini kabul buyurur. Artık bütün insanların en birinci vazifesi o ortak ve benzerden uzak olan Yüce Yaratıcıya imân etmek ve sığınmaktan başka birşey değildir.
62. Dediler ki: Ey Salih! Sen bundan evvel bizim içimizde ümit beslenilen bir zat idin. Sen babalarımızın ibâdet ettikleri şeylere ibâdet etmekten bizi engelliyor musun? Ve şüphe yok ki, biz kendisine bizi davet ettiğin şeyden bir şek içindeyiz: Şüphedeyiz.
62. Hz.Salih’in bu gibi hayrı tavsiye edici emir ve tavsiyesine rağmen o kavmi (Dediler ki: Ey Salih!. Sen bundan evvel) böyle bizi putlarımızı terk ile yalnız bir mâbuda ibâdet için davet etmeden önce (bizim içimizde ümit beslenilen bir zat idin) biz senden çok istifade edeceğimizi umar beklerdik. SalihAleyhisselâm, herkesle güzelce görüşür, fakirlere, zayıflara yardım eder, hastalan ziyaretde bulunurdu. Onun o cahil kavmi, bu mübârek zâtın bu şerefli haline bakarak kendilerinin dinine itiraz etmiyeceğini, onların dinlerine düşmanlık değil yardım eyleyeceğini ümit etmekte bulmuşlardı. Halbuki, o mübârek Peygamber, onları tevhid dinine davet etmek suretiyle haklarında en büyük bir iyilikte bulunuyordu, onlar ise bunu takdir edemiyorlardı. Bilâkis diyorlardı ki: (Sen babalarımızın ibâdet ettikleri şeylere ibâdet etmekten) onlar gibi putlara tapınmaktan (bizi engelliyor musun?.) Biz bunu senden beklmemezdik. O cahil kavim böyle diyorlardı. Onlar Öyle bâtıl hareketler hususunda babalarını, geçmişlerini taklit etmeyi bir lüzumlu vazife sanıyorlardı. Halbuki, meşrû ve makul olan hususlarda taklit câiz olur. Aksi takdirdeki taklit bir cehalet eseridir, sahibini felâketlere sevkeder, durur. (Ve) Onlar, o kavim, bunu takdir edemiyorlardı, bilâkis Hz. Salih’e hitaben diyorlardı ki: (Şüphe yok ki, biz kendisine bizim davet ettiğin şeyden) Öyle yalnız bir mâbuda ibâdet edip putlara ibâdeti terk etmemiz hususundaki teklifinden (bir şek içindeyiz) biz de kalben sağlam bir bilgi bir kanaat hâsıl olmamaktadır. Ve biz (şüphedeyiz) teredütler, ızdıraplar içinde bulunmaktayız. Artık baba ve dedelerimizden bize intikâl etmiş olan dinimizi, öyle putlara tapınmayı nasıl terkederek senin davetine uyabiliriz?.. Ne kadar cahilce bir israr.
63. Dedi ki: Ey kavmim! Bana haber veriniz, eğer ben Rabbimden açık bir delil üzere isem ve o kendisinden bana bir rahmet ihsan etmiş ise o halde ona isyan eder isem artık Allah’ıma karşı bana kim yardım edebilir? Demek ki, siz bana ziyandan başka bir şey arttırmış olmayacaksınız.
63. Bu mübârek âyetler, Hz. Salih’in kavmine ne suretle cevap vermiş olduğunu bildiriyor vebir mucize olmak üzere taşdan çıkarılmış olan bir deveye tecavüzden kavmini men eylediğini aksi takdirde azâba uğrayacaklarını onlara ihtar eylemiş bulunduğunu gösteriyor. Bu tenbihe rağmen o deveyi boğazlayan kavminin artık üç gün kadar yaşayacaklarını kendilerine bildirmiş olduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Salih Aleyhisselâm, şek ve şüphe içinde olduklarını söyleyen kavmine cevaben (dedi ki: Ey kavmim!. Bana haber veriniz) düşünceni? nedir?. (Eğer ben Rab’bimden açık bir delil üzere isem) iddiamda doğru olduğumu gösterir açık bir delile, bir basirete sahip bulunuyor isem (ve o) Rab’bim (kendisinden bana bir rahmet) bir peygamberlik ve risalet (ihsan etmiş ise) ki ettiği muhakkaktır (o halde ona) O Kerem Sahibi Mâbuduma (isyan eder isem) faraza onun emrine muhalefet ederek size peygamberliğimi tebliğ etmez sizi küfr ve şirkten men’etmeye çalışmaz isem (artık Allah’ıma karşı) onun azâbından kurtarmak için (bana kim yardım edebilir?.) Elbette kimse yardım edemez, (demek ki,) ben sizin arzunuza eğilim gösterirsem (siz bana ziyandan başka) beni saptırmaya çalışmadan başka (birşey arttırmış olmayacaksınız) yani: Siz o halde benim güzel amellerimi ibtâl ederek beni ziyana, felâkete düşürmüş olacaksınız. Halbuki, Peygamberler masumdurlar. Hiçbir Peygamber, kavminin öyle cahilce sözlerine kıymet vererek vazifesini terketmez ki, mânevî zarar ve ziyana düşmüş olsun. Binaenaleyh ey kâfirler!. Siz beni boş yere şaşırtmaya çalışıyorsunuz. Siz bu hareketlerinizle kendi ziyanınızı, zararlarınızı arttırmış oluyorsunuz da haberiniz yok!.
64. Ve ey kavmim! İşte şu sizin için bir mucize olmak üzere Allah’ın bir dişi devesidir. Artık onu bırakınız. Allah’ın arzında otlasın ve ona bir kötülükle dokunmayınız, sonra sizi pek yakın bir azap yakalar.
64. (Ve ey kavmim!. İşte şu) Allah’ın kudretiile taşdan çıkarılan harikulâde hayvan (sizin için bir mucize olmak üzere Allah’ın) yaratmış olduğu muazzam (bir dişi devesidir) benim peygamberlik iddiasında doğru olduğuma bir delildir. (Artık onu bırakınız) Ona tecâvüz etmeyiniz, onu kendi bulunduğu hal üzere terk ediniz (Allah’ın arzında) yeryüzünde dilediği gibi yiyip içip (otlasın) gezip dursun. O sizin için bir delildir, o size fâide verir, zarar vermez. (Ve ona bir kötülükle dokunmayınız) sakın onu boğazlamaya ve ona başka türlü fenalık yapmaya cür’et göstermeyiniz. (Sonra sizi pek yakın bir azap yakalar) kendinizi o azaptan kurtaramazsınız. O tecâvüzünüzü müteakip hemen dünyevî bir azâba tutulursunuz. İşte Salih Aleyhisselâm, kavmine böyle uyarıda bulundu. Ne yazık ki: Onlar bu uyarıya riâyet etmediler.
65. Sonra onu boğazladılar. Bunun üzerine dedi ki: Yurdunuzda üç gün daha yaşayınız. İşte bu, yalanlanmamış olan bir vaaddir.
65. (Sonra) O kavim (onu) o harikulâde olan deveyi (boğazladılar) onu kesip parçaladılar (bunun üzerine) Salih Aleyhisselâm onlara (dedi ki:) Ey söz dinlemeyen cahil kavim!. (Yurdunuzda üç gün daha yaşayınız) bu müddetin ardından üzerinize Allah’ın azâbı gelecektir. (İşte bu) Böyle üç gün yaşayıp da onu müteakip azâba tutulmanız (yalanlanmamış olan bir vâ’ddir) bunda bir yalan mevcut değildir. Bu husustaki ihtar, sırf hakikattir, öyle açıklandığı şekilde meydana gelecektir.
§ Rivayete göre Salih Aleyhisselâm’ın kavmi, onun risalet iddiasında doğru olduğuna bir şahit olmak üzere bir kayadan bir deve çıkarmasını istemişler. Hz. Salih de onlardan imân edeceklerine dair söz aldıktan sonra namaz kılmış, duada bulunmuş, büyük bir kayadan bir mucize olmak üzere yaşlı bir deve çıkıvermiştir, sonra kendisi gibi büyükçe bir deve de doğurmuştur. O kavimden birazı imânetmiş, diğerleri yine küfrlerinde devam eylemişlerdi. Bu deve bir müddet kaldı, yavrusu ile beraber gezer, otlar dururdu. Bu deve birkaç yönüyle bir mucize idi: Şöyle ki: Bu bir taş içinden yaratılıp çıkarılmıştı ve erkeksiz olarak yüklü bulunmuştu. Doğurduğu yavrusu kendisine benzemekde idi bu deve bir anda böyle mükemmel bir suretde olarak vücude gelmişti. Kendisinden pek fazla süt çıkararak bir topluluğa yetiyordu. Ve bu deve bulunduğu yerdeki bir kuyunun bütün suyunu bir günde tamamen içiyordu, ertesi günde o kuyudan ahali sularını alıyorlardı. İşte bu ayrıntılar, Kur’an-ı Kerim’de değil, rivayet yoluyla tefsirlerde zikredilmiştir. Kısacası: Bu deve bir mucize idi, bir kudret delili idi. Buna asla dokunmamaları Hz. Salih tarafından o kavime tenbih olunmuştu. Ne yazık ki, bu tenbihe riâyet etmediler.
66. Ne zaman ki, emrimiz geldi. Salih’i ve onunla beraber imân etmiş olanları bizden bir rahmet sebebiyle kurtuluşa erdirdik, hem de o günün zilletinden kurtardık Şüphe yok ki, çok kuvvetli, çok izzet sahibi olan, ancak senin o Rabbindir.
66. Bu mübârek âyetler de Salih Aleyhisselâm ile ona imân edenlerin kurtuluş ve selâmete erdiklerini bildiriyor, İmân etmeyen Semud kavminin ise büyük bir ses azâbı ile lâyık oldukları cezalarına kavuşmuş olduklarını ve onların dünyada hiç yaşamamış gibi bir felâkete uğradıklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Semud kavmi, inkârlarında israr edip durdular (Ne zaman ki) onların hakkında (emrimiz geldi) yani: Üç gün tamam olup azâbımız yüz gösterdi veya azabın inmesi için ilâhî emrimiz ortaya çıktı. (Salih’i ve onunla beraber imân etmiş olanları bizden bir rahmet sebebiyle kurtuluşa erdirdik) onları o inkârcı kavme gelen felâketden koruduk (Hem de) Salih Peygamber ile ona tâbi olanları (o günün) o Semud kavminin mahvolmasıylasonuçlanan musibet gününün (zilletinden) yani: O kavmin korkunç ses ile olan helâkından veyahut o kavme kıyâmet gününde yüz gösterecek olan zilletden, rezillikten (kurtardık) onları müstesnâ bir vaziyetde bulundurduk, (şüphe yok ki) Ey Rasûlü Ekrem!. (Çok kuvvetli) Herşeye galip ve (çok izzet sahibi olan) her dilediğini yapmaya kaadir, ve dilemediğini def ve men’etmeye kudretli (olan ancak senin o Rab’bindir) bütün kâinat, onun kudreti, galibiyeti, hakimiyeti altında bulunmaktadır. Şüphesiz buna inanıyoruz.
67. O zulüm etmiş olanları da bir korkunç ses yakaladı. Artık yurtlarında dîz üstü çöküp bitmiş bir halde sabahladılar.
67. (O zulmetmiş olanları da) Hz. Sahh’in tebliğatını, öğütlerini kabul etmeyip küfrlerinden ayrılmamak suretiyle kendi nefislerine zulm etmiş bulunan Semud kavmini de (bir korkunç ses yakaladı) şöyle ki: Ya Cibril Aleyhisselâm’ın yaptığı bir ses ile o inkârcı kavim hep birden helâk oldular veya onlara semâ tarafından müthiş bir ses gelmekle kalbleri parçalanarak hepsi de birden ölüp gittiler. (Artık yurtlarında dizleri üstüne çöküp bitmiş kimseler oldukları halde sabahladılar) hareketden, hayatdan mahrum kaldılar, bu suretle dünyevî cezalarına kavuştular.
§ Cüsûm” lûgatde sükûn et, hareketsizlik uyurken göğsü yere koymak mânâsınadır. Câsimin de: Yüzleri üzerine düşmüş kimseler demektir. Sonra bu kelime ölürken hiçbir hareketde bulunmamak yerinde kullanılır olmuştur. O halde “Câsimin” demek sanki hiç hayat sahibi değillermiş gibi ölürken bir hareketde bulunamaz olan ve yüzleri, dizleri üzerine düşüp yıkılan kimseler demektir.
68. Sanki orada hiç ikâmet etmemişlerdi. Biliniz ki, şüphesiz Semud, Rab’lerini inkâr etmişlerdi. Haberiniz olsun ki. Semud için Allah’ın rahmetinden bir uzaklık vardır.
68. O helâk olan kavim (Sanki orada) o kendi yurtalrında, ülkelerinde, (hiç ikâmet etmemişlerdi.) Oralarda sanki nice seneler yaşamamışlardı, onlar işte öyle müthiş bir suretde mahv ve yok oldular. (Biliniz ki, şüphesiz Semud, Rablerine kâfir olmuşlardı) kendilerini yaratan, besleyen, yurtlara sahip kılan Yüce Yaratıcı’yı inkâr etmiş, kendilerine vermiş olduğu nimetlerin değerini bilmez, şükrünü yerine getirmez bulunmuşlardı (haberiniz olsun ki. Semud için bir uzaklık vardır) yani onlar Allah’ın rahmetinden ebediyen uzak olsunlar, zaten uzak olacaklardır. Bu onların haklarında bir beddua demektir. Onların böyle bir mahrumiyete uğramaya lâyık olduklarını göstemektedir. Kısacası: O kavim, küfr ve isyanda israr edip durmalarının cezasına uğradılar. Allah’ın himayesinde olan Hz. Salih de bir rivayete göre Mekke’i Mükerreme’ye, diğer bir rivâyete göre de Kudüs’e giderek orada vefat etmiştir. Arap Peygamberlerdendi. Kıssası için A’raf sûresindeki (PSî’inci âyeti celilenin izahına da bakınız.
69. Ve muhakkak ki, bizim elçilerimiz İbrahim’e müjde ile gelmişti. Selâm dediler. O da selâmdır dedi. Sonra gecikmeden bir kızartılmış buzağı getirdi.
69. Bu mübârek âyetler, Hz. İbrahim’e, meleklerin müjde ile gelmiş, birbirlerine selâm vermiş olduklarını ve Hz. İbrahim’in onları misafir insanlar sanarak kendilerine yemek hâzırladığını ve onların bu yemeğe el uzatmadıkları için Hz. İbrahim’in onlardan endişeye düştüklerini bildiriyor. Bunun üzerine meleklerin Lût kavmini helâk etmekle emrolunmuş olduklarını bildirerek Hz. İbrahim’in zevcesine anne olacağını müjdelediklerini o muhterem hanımın da kendisinin ve kocasının ihtiyarhğından dolayı anne olmasını acâip gördüğünü, meleklerin de Allah’ın kudreti karşısında buna şaşırmayagerek olmadığını söylemiş olduklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve) Şu da (muhakkak ki, bizim elçilerimiz) yani: Meleklerimiz, bunlar bir rivâyete göre Hz. Cibril ile Mikâil ve israfil Aleyhimüsselâm idi. Diğer bir rivâyete göre de Cibril Aleyhisselâm ile diğer yedi’veya onbir melek idi. Bunlar genç, güzel insanlar suretinde görünüvermişlerdi. (İbrahim’e müjde ile gelmişti) yani: Kendisinin ishak adındaki oğlu ile ondan sonra da tomnu Yakup Aleyhimesselâm’ın dünyaya geleceklerini veya Lût kavminin helâk olacağını müjdelemişlerdi. Bu melekler Hz. İbrahim’e karşı (selâm dediler) yani: Selâm verdiler. (O da) İbrahim Aleyhisselâm de (selâmdır dedi) yani: Sizin işiniz selâmettir veya benim size cevabım da selâmdır veyahut sizin üzerinize selâm olsun diye karşılıkta bulundu. Böyle mü’minlerin biribirleriyle karşılaşınca selâm vermeleri, dinî hususlardandır, bir sevgi ve dostluk, iyilikseverlik alâmetidir. Bunun yerini başka tabirler tutamaz. (Sonra) Bu selâmlaşmayı müteakip İbrahim Aleyhisselâm bu misafirlerine ikram için (bir kızartılmış buzağı getirdi) bu, yerden kazınmış bir çukur içindeki kızgın bir taş üzerinde kızartılmış, tavlı bir buzağı idi. Hz. İbrahim, çok misafirperver idi. Rivâyete göre on beş geceden beri kendisine bir misafir gelmemişti. Bu melekleri insan şeklinde görünce bunları misâfir sanarak sevinmiş, hemen kendilerine yemek hazırlamıştı. Aslında misafirlere hürmet etmek, icabına göre onlar için sofra hazırlamak yüce bir sünnettir, bir cömertlik gereğidir.
70. Onların ellerinin ona uzanmadığını görünce. Onları hoşlanmadı ve onlardan gizlice korkar oldu. Dediler ki: Korkma, biz muhakkak Lût kavmine gönderildik.
70. (Ne zaman ki) Hz. İbrahim, böyle sofra hazırladığı halde (onların) o misafirlerin (ellerinin ona) o sofraya, getirilen buzağıetine (uzanmadığını gördü) onların bu doygunca hareketlerini müşahede etti (onları hoşlanmadı) onların bu yemekten kaçınmalarını çirkin ve uygunsuz gördü (ve onlardan gizlice) kalben (korkar oldu) çünki bir misafirin böyle hazırlanan bir yemekten yemeyip kaçınması, bir hayr alâmeti say ılmıy ordu, onun o yemek sahibine karşı bir düşmanlığının bulunduğunu ve gücenmiş olduğu sanılıyordu. Gerçektende makul bir sebep olmadıkça böyle ikram edilen bir şeyden kaçınmak nezâkete, sosyal adaba aykırı ve kalp kırılmasına yol açan bir hareket gibi görülmektedir. Melekler, Hz. İbrahim’in bu vaziyetini görünce (dediler ki: Korkma) Ya İbrahim!. (Biz muhakkak) Allah Teâlâ’nın melekleriyiz, (Lût kavmine) azap ile (gönderildik) binaenaleyh biz melekler olduğumuz için insanlar gibi yiyip içmeyiz, bunun içindir ki, senin yiyeceğine el uzatmamış bulunuyoruz.
71. Ve onun eşi ayakta bulunuyordu, gülüverdi. Artık onu İshak ile ve İshak’ın ardından da Yâkub ile müjdeledik.
71. (Ve onun) Hz. İbrahim’in (eşi) Sare’ki, Hz. İbrahim’in amcasının kızı idi (ayakta bulunuyordu) ya bir perde arkasında durup bunların bu konuşmalarını işitiyordu veyahut o zamanki bir cevazdan dolayı yanlarında bulunarak hizmet etmek istiyordu. Kendilerine meleklerin öyle teminat vermelerinden veya kâfir olan Lût kavminin helâk edileceğinden dolayı kalben sevinerek (gülüverdi) Cenab’ı Hak buyuruyor ki: (Artık) Biz (onu) o muhterem kadını (Ishak ile) doğuracağı o mübârek oğlu ile (ve ishak’ın ardından da Yakup ile) yani sonra da, Ishak’ın oğlu Yakub’un dünyaya geleceği ile (müjdeledik) yani: O muhterem annenin şerefini yükseltmek, şanını yüceltmek için kendisini melekler lisanıyla öylece müjdeledik. Elbette öyle iki mübârek Peygamberin annesi, ninesi olmak ve meleklervâsıtasiyle müjdelenmek ne büyük bir şeref ve şandır.
72. Dedi ki: Vay halime! Ben çocuk doğurabilir miyim? Ben bir koca kadınım, kocam da bir ihtiyardır. Şüphe yok ki, bu acâip bir şeydir.
72. O muhterem anne (Dedi ki: Vay halime!.) ne büyük bir iş!. (Ben çocuk doğurabilir miyim) bu, tabii kanuna göre uzak görülecek bir durum. Çünki (ben bir koca kadınım) rivâyete göre doksan veya doksan dokuz yaşında bulunuyordu. (Kocam da) Hz. İbrahim de (bir ihtiyardır) bu yüce zat da o zaman yüz veya yüz yirmi yaşında idi. Bu müjde ile Hz. İshak’ın doğumu arası bir seneden ibâret bulunmuştu. (Şüphe yok ki bu) yani: Böyle iki ihtiyardan bir çocuğun dünyaya gelmesi, Allah’ın kudretine göre değil, tabii kanun bakımından (acâip bir şeydir) Sübhanellâh demek ki, biz bu halde evlât sâhibi olacağız.
73. Dediler ki: Sen Allah’ın emrinden teaccüp eder misin? Ey ev halkı! Allah’ın rahmeti ve bereketler! sizin üzerinizdedir. Şüphe yok ki, o övülmeye lâyıktır, iyiliği boldur.
73. Melekler de o mübârek kadına = Hz. Sare’ye (dediler ki: Sen Allah’ın emrinden) onun kudret ve irâdesinden (tcaccüp eder misin?.) Elbette etmemelisin. Çünki Cenâb-ı Hak her şeye kaadirdir, dilediğini hemen meydana getirebilir. (Ey ehli beyt!.) yani: Ey Hz. İbrahim’in ailesi!. (Allah’ın rahmeti ve bereketi sizin üzerinizedir!.) siz dâima Cenab’ı Hak’kın rahmetine, bereketlerine kavuşursunuz, siz ki bir Yüce Peygamberin ev halkından bulunuyorsunuz, öyle bir Peygamber ki: Nice mûcizelere ulaşıp, nice ilâhî lütuflara kavuşup durmaktadır. Artık bu hârikaları bildiğiniz halde öyle ihtiyarlığınız zamanında evlâd sahibi olmanızı nasıl uzak görebilirsiniz?. (Şüphe yok ki, o) hârikaları yaratan Yüce Yaratıcı (hamîtdir) yani: Şükr ve hamd’ı celbeden şeyleri işleyicidir ve (mecîddir) kullarına hayr ve ihsanı pek çoktur,şeref ve kerem sahibidir. Sizi de öyle nice nîmetlere, muvaffakiyetlere nâil buyurmaya kaadirdir. Buna inancımız tamdır!.
74. Ne zaman ki, İbrahim’den korku gidiverdi ve kendisine müjde geldi. Lût kavmi hakkında bizimle mücadelede bulunur oldu.
74. Bu mübârek âyetler de meleklerin müjdesi üzerine Hz. İbrahim’in korkudan kurtulduğunu ve Lût kavmi hakkında Meleklerle mücâdele ettiğini ve o Peygamberin yüksek vasıflarını bildiriyor. Ve Lût kavminin mutlaka azap göreceğinden dolayı bu hususdaki tartışmadan vazgeçmesini Hz. İbrahim’den Meleklerin istemiş olduklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Meleklerin verdikleri teminat ve ne için geldiklerini bildirmeler! üzerine (Ne zaman ki İbrahim’den korku gidiverdi) kalben mutmain oldu (ve) kendisine korku yerine (müjde geldi) yani: Kendisine “korkma” denildi veya kendisinin bir oğlu, sonra da bir torunu dünyaya geleceği müjdesini aldı (Lût kavmi hakkında bizimle) yani: Benim gönderdiğim melekler ile (mücadelede bulunur oldu) yani: Melekler ile tartışmaya başladı, Lût kavminin hemen birden helâki uygun mudur, onların arasında Lût Aleyhisselâm da bulunuyor dedi veyahut o kavmin helâkı tehir edilse küfr ve isyandan dönerek mü’min olmaları düşünülemez mi?. Diye temennide bulundu. Melekler de orada mü’min olup olmayanları bildiklerini, Hz. Lût ile mü’min olan çoluk çocuğunun helâkten korunacaklarını söylediler. Kısacası: Bu mücadele, bir hakikatın tamamen ortaya çıkıp güzelce anlaşılması için yapılan bir tartışma mahiyetinde bulunmuş olduğu için övülmüştür, kınanmış bir mücâdele mahiyetinde bulunmamıştır, eğer öyle kınanmış olsa idi Cenâb-ı Hak, Hz. İbrahim’i şöylece medh buyurmazdı.
75. Şüphe yok ki. İbrâhim elbetde pek yumuşak huylu, çok bağrı yanık ve kendisiniAllah’a vermiş biri idi.
75. (Şüphe yok ki, İbrahim elbette pek yumuşak huyludur.) Kötülük yapanlardan hemen intikam almak hususunda acele etmez, yavaşda davranır, veya af eder (ve) Hz. İbrahim (çok bağrı yanıktır) günahlardan dolayı, insanların kötü hallerine üzülmekten dolayı çok ah eder, üzüntüler içinde kalır. (Ve) o Yüce Peygamber, Hak’ka (kendisini Allah’a vermiş biri idi) dâima hakkı kabul eder, hak ve hakikata yönelmekten geri durmaz. Ondaki bu seçkin vasıflardan dolayıdır ki, Lût kavmi hakkında bir iyilikseverlik eseri olmak üzere bir mücâdeleye lüzum görmüştür.
76. Ey İbrahim! Bu mücadeleden vazgeç. Şüphe yok ki, artık Rabbin emri gelmiştir. Ve muhakkak ki, onlara geri çevrilmez bir azap mutlaka gelecektir.
76. Hz. İbrahim’in bu tartışması biraz uzayınca Melekler de dediler ki: (Ey İbrahim!.) Aleyhisselâm (bu mücadeleden vazgeç) o kavimden dolayı böyle tartışmada bulunma, gerçekte sen bir merhamet ve acıma eseri olarak böyle bir müdafaada bulunmak istiyorsun, fakat bunda onlar için bir fâide yoktur. (Şüphe yok ki, Rab’bin emri gelmiştir) onların azapları hususunda Allah’ın takdiri tahakkuk etmiştir. Allah Teâlâ onların hallerini bilicidir. (Ve muhakkak ki, onlara geri çevrilmez olan) yani: Defedilmesine ve kaldırılmasına bir yol bulunmayan (bir azap gelivermektedir) artık o takdir edilen azap, öyle tartışma ile dua vesâire ile bertaraf edilecek değildir, haklarında ezelî irâde mutlaka meydana gelecektir. Hz. İbrahim’in kıssası için bakara sûresindeki (l 24) üncü âyetin izahına bakınız!.
77. Ne zaman ki, elçilerimiz Lût’a geldi, onların yüzünden endişeye düştü ve onlardan dolayı kalbi daraldı ve bu bir şiddetli gündür dedi.
77. Bu mübârek âyetler, bir kısım melekleringenç insan suretinde olarak Hz. Lût’un yanına varmış olduklarını, Hz. Lût’un da onları öyle insan sanarak yanına koşup gelen kavminin onlara yapacakları kötü saldırıyı düşünerek, üzüntü ve keder içinde kalmış olduğunu bildirmektedir. Ve o muhterem Peygamber ile o kavmi arasındaki konuşmayı ve o Yüce Peygamberin temennilerini şöylece tasvir buyurmaktadır. (Ne zaman ki elçilerimiz) yani: İnsan suretinde görünmüş olan Melekler, İbrahim Aleyhisselâmdan ayrılıp dört fersah kadar uzak bir köyde bulunan (Lût’a geldi) bunlar genç, gayet güzel insanlar sûretinde görünmeye başladı, Lût Aleyhisselâm, onların Melekler olduğunu bilmeyerek, (onların yüzünden endişeye düştü) kalben üzüntü duydu (ve onlardan dolayı kalbi daraldı) içerisi heyecana geldi. Yani: O gelen gençlere terbiyesiz kavminin musallat olacağından korktu veyahut Melekler olup kavmini helâk etmek için geldiklerini anladı, bir merhamet eseri olarak kavminin uğrayacağı felâketden dolayı üzüldü. (Ve bu bir şiddetli gündür dedi) Böyle bir belâyı müdafaadan âciz bulunacağını düşünerek kalben bir sıkıntıya tutulup kaldı.
§ Zar; lûgatde ölçmek mânâsınadır. Zîra da ölçü, arşın mânâsında kullanılmaktadır. Bu kelimeler, tâkat, güç yerinde kullanılır. Meselâ: Bir işi yapmaya kudreti olmayan kimse: “Benim buna zar’im yoktur” der ki, tâkatim, gücüm yoktur demektir. Binaenaleyh “Dâka zar’an” denilmesi güçsüzlükten dolayı kalbin daralmasından kinayedir. “Asîb” kelimesi de katı şey demektir. Bağlamak ve sağlam dürmek mânâsına olan “Asb” kelimesinden türemiştir. Şiddetli mânâsında kullanılır. Çünki insanı şer ile bağladığı için şiddeti olan şeye “Âsib” denilmiştir. “Âseb” de sinir demektir ki cem’i “Âsap’tır.”
78. Ve ona kavmi koşarak geldî ve evvelceden kötü kötü fiilleri yapmaktaydılar. Dedi ki: Ey kavmim! İşte onlar benim kızlarımdır, onlarsizin için daha temizdirler. Artık Allah’tan korkunuz ve beni misafirlerimin önünde rezil etmeyiniz, sizden akıllı bir erkek yok mudur?
78. (Ve ona) Lût Aleyhisselâm’a (kavmi koşarak geldi) bu kavim, o insan şeklindeki melekleri görünce onlara tecâvüz maksadiyle Hz. Lût’un yanına sür’atle gelip toplandılar. (Ve) O kavim (evvelceden) beri, öyle Hz. Lût’un yanına gelmezden veya melekleri görmezden evvel de (kötü fiilleri yapar olmuşlardı) pek çirkin, insaniyete aykırı sosyal bir rezâletten ibâret olan livâta (homoseksüellik) cinâyetini, erkeklere arkalarından dokunmak rezâletini işlemişlerdi. Hz. Lût, o rezil gürûh’un o erkek sûretinde görülen meleklere karşı kötü niyette bulunmak için öyle koşup geldiğini görünce onlara (dedi ki: Ey kavmim! İşte onlar) o sizin eşleriniz (benim kızlarımdır) yani: Madem ki, ben sizin hakkınızda iyiliksever bir Peygamberim, bir Peygamber ise ümmetinin babası mâkamındadır. Binaenaleyh o milletin kadınları da o Peygamberin mânen kızları durumundadır. Artık o eşlerinizden meşrû sûretde istifâde edebilirsiniz. (Onlar sizin için daha temizdirler) yani: Haddizatında temiz; meşrû, istifadesi câiz olan onlardır, başkalarına tecâvüz ise haramdır, dînen, ahlâkan yasaktır. Artık eşlerinizi bırakıp da başkalarına nasıl saldırabilirsiniz. Diğer zayıf bir yoruma göre de Hz. Lût, kendi sulben kızlariyle onların evlenmelerini teklif etmiş, yani demek istemişti ki: İşte kızların”” ile evlenebilirsiniz. Erkekler ile evlenmek câiz ve mümkün olmadığından artık erkeklere nasıl musallat olmak isteyebilirsiniz?. Hz. Lût’un zamanında bir müslüman kadınla bir gayrı müslimin evlenmesi câiz bulunmuştu. Nitekim İslâm’ın başlangıcında da böyle iken bilahara
İmân etmedikçe müşrik erkekleri de (kızlarınızla) evlendirmeyiniz… (Bakara, 2/221)
âyeti kerimesi ile buhusus neshedilmiştir. Hz. Lût, kavmine nasihat vererek (artık Allah’tan korkunuz) içinde bulunduğunuz küfr ve isyanı, fuhşiyyâtı terk ediniz (ve beni müsâfirlerim önünde rezil etmeyiniz) beni mahçup ve kederli bir durumda bırakmayınız (sizden akıllı bir erkek yok mudur?.) ki, hakkı kabul etsin, öğütlerimden yararlansın, öyle rezil bir hareketde bulunmaktan sıkılsın, kaçınsın.
§ Yühreun; kelimesi, acele ve sür’at mânâsına olan, “herî” lâfzından türemiş bir müzarî fiildir, birbirini sıkarak, kakarak, teşvikte bulunarak sür’atle koşar oldular mânâsını ifâde etmektedir.
79. Dediler ki: Muhakkak sen biliyorsun ki, bizim için senin kızların da bir hak yoktur. Ve şüphe yok ki, sen bizim ne istediğimizi elbetde bilirsin.
79. Hz. Lût’un böyle güzel, iyiliksever ihtarına rağmen o alçak kavim (dediler ki:) Ey Lût!. (Muhakkak sen biliyorsun ki) Takdir edersin ki, (bizim için kızların da bir hak yoktur) bizim onlara ihtiyacımız mevcut değildir. Biz onlara karşı bir şehvet, bir eğilim hissetmiyoruz ki, bu bakımdan bizim için bir hak sâbit olsun. Diğer bir yoruma göre de: Senin kızlarınla evlenebilmek için imân etmemizi şart koşuyor, teklif ediyorsun. Biz ise böyle bir teklifi kabul etmiyeceğimiz için artık kızlarının üzerinde bir hakkımız olamaz. (Ve şüphe yok ki, sen bizim ne kasdetdiğimizi elbetde bilirsin) bu rezil topluluk, kendilerinin erkeklere yaklaşmak arzusunda bulunduklarını ve şehvetlerinin hangi tarafa yönelik olduğunu bu sözleriyle anlatmak istemişlerdi.
80. Dedi ki: Keşke benim için size karşı birkuvvet olsa idi veya şiddetli bir kaleye sığınacak olsa idim.
80. Hz. Lût da kavminin o edepsizce ifadelerine karşı (dedi ki: Eğer benim için size karşı bir kuvvet olsa idi) bir güce, bir iktidara sahip bulunsa idim (veya bir şiddetli kaleye) bir nahiyeye, bir tarafa (sığınacak olsa idim.) size karşı, icâbeden şeyi yapardım. Sizi bizzat veya kendisine dayandığım kuvvetli bir yardımcı ile beraber defeder ve yola getirirdim. Böyle zor, üzüntü veren bir durumda kalmazdım.
81. Dediler ki: Ey Lût! Şüphe yok ki biz senin Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana elbette kavuşamayacaklardır. Artık sen âilen ile gecenin bir kısmında yürü ve sizden hiç bir kimse geri kalmasın, eşin ise müstesnâ. Şüphesiz ki, onlara isâbet edecek şey, ona da isâbet edicidir. Muhakkak ki, onlara va’dedilen zaman, sabah vaktidir, sabah vakti ise yakın değil midir?
81. Bu mübârek âyetler, Meleklerin kendilerini Hz. Lût’a bildirerek onun endişesini gidermek ve kendisini selâmetle müjdelemiş olduklarını anlatıyor. Lût kavmine gelen azapdan Hz. Lût’un mü’min olmayan eşinin de kurtulamadığını ve bu azabın sabah vaktinde meydana gelmiş olduğunu bildirmektedir. O azabın ortaya çıkmasıyla Lût kavminin bütün yurtlarının yıkılıp, alt üst olduğunu ve onların üzerlerine ateşli taşların yağmış bulunduğunu haber vermekte ve bu gibi azapların zalimlerden uzak bulunmadığını hatırlatmaktadır. Şöyle ki: Melekler; Hz. Lût’un öyle endişeye düşmüş, kavmine karşı onları müdafaadan âciz kalmış olduğunu görünce (dediler ki: Ey Lût) Aleyhisselâm, korkma, düşünme (şüphe yok ki, biz senin Rab’bînin elçileriyiz) kavmine, lâyık oldukları cezâ gelecektir. (Onlar sana) Ey Lût Aleyhisselâm (elbetde kavuşamıyacaklardır) yani: Onlar sana bir fenâlık yapamıyacaklardır. Bırak onlarıgeliversinler. Bunun üzerine Hz. Lût, kapısını açmış, kavmi içeriye girmiş, bunun üzerine Cebrâil, onların yüzlerine kanatlarını çarpmış, hemen gözleri kör olmuş, dönüp gidecekleri yolu göremez bir hâle gelmişler, feryat edip bağırarak Lût’un yanında sihirbazlar var derneğe başlamışlar. Melekler de Hz. Lût’a hitâben (artık sen âilen ile) aile fertlerinle berâber (gecenin bir kısmında yürü) bulunduğunuz yerden çıkıveriniz (ve sizden hiç bir kimse geri kalmasın) senden ayrılmasın veya arka tarafına bakmasın. O kavme alelâcele gelecek olan azapdan kurtulabilmek için bir an evvel onların bulundukları yerden ayrılmak lâzımdır. Veyahut geri kalıp da o kavmin uğrayacağı azâbı görerek acıma hissine kapılmamaları ve mahzun olmamaları için kendilerine böyle bir tenbih yapılmıştı. Ey Lût Aleyhisselâm (eşin ise müstesnâ) çünki o, imândan mahrum bulunmakla Hz. Lût’un ev halkından olmak şerefini kaybetmişti. Rivâyete göre bu kadın, Hz. Lût ile berâber bulundukları yerden çıkıp gitmemişti. Yahut o da çıkmış ise de geriye bakarak kavmin azâba uğradığını görmüş, “vah kavmim!” diye üzüntü içine girmiş, derken bir taş kendisine gelip dokunmuş, o da helâk olup gitmiştir. İşte küfrün cezası!. Melekler, Hz. Lût’a şöyle de dediler: (Muhakkak ki, onlara va’dedilen zaman) onların azâbına, helâkine tâyin edilen vakit (sabah vaktidir) öyle sabah olunca hepsi helâk olup gitmiş olacaklardır, (sabah vakti ise yakın değil midir?.) elbetde pek yakın bulunmaktadır. Artık Ey Hz. Lût, sen ve sana imân edenler, durmayınız, bir an evvel buradan uzaklaşınız. Yahut Hz. Lût onların daha sabah olmadan helâk olmalarını arzu ettiği için melekler, ona hitâben: Sabah vakti yakın değil midir, daha yakın bir zamanda helâk olmalarını istemeye hâcet yoktur. Maamafih herkesin rahat edeceği bir sabah vaktinde o kavme bir azabın gelmesi, daha büyük bir felâkettir ve buna bakanlar için biribret manzarası teşkil edecektir.
82. Ne zaman ki, emrimiz geldi, onun o yurdun üstünü altına çevirdik ve onun üzerine ateşte pişirilmiş, birbirine bitiştirilmiş balçıktan taşlar yağdırdık.
82. (Ne zaman ki emrimiz geldi) O kavmin helâkı için belirlenen azap vakti gelip çattı (onun: O yurdun) o kavmin oturduğu beldelerin (üstünü altına çevirdik) böyle büyük bir değişiklikle karşı karşıya bıraktık, (ve onun) O yurdun, o şehirlerin (üzerine ateşde pişirilmiş, birbirine bitiştirilmiş) birbirine tâbi bir halde (balçıktan) çamurdan yapılmış (taşlar yağdırdık) hepsini de bu taşlar ile helâk ediverdik. “Lût” kavminin ikâmet ettiği şehirlere “mü’tefikât” denilirdi. Bunlar beş şehirden ibâret imiş, bunlar da bir görüşe göre dörtyüz bin kimse bulunuyormuş. Bütün bunlar, küfrlerinin cezâsına kavuşmuş oldular.
83. O taşlar Rabbin katında işâretlenmiş idi ve o zalimlerden uzak değildir.
83. O taşlar, o Lût kavminin üzerine yağdınlan kızgın taş parçaları (Rab’bin katında işaretlenmiş idi) hepsinin üzerine kime isâbet edip helâk edecek ise onun adı yazılmış bulunuyordu veyahut yerdeki taşlardan ayırt edilmeleri için o yağan taşlar, beyaz ve kırmızı işaretler taşıyordu. (Ve o) Taşlar, o azâba, helâke vâsıta olan kızgın taş parçaları (zalimlerden uzak değildir.) herhangi bir Peygamberin emirlerine karşı isyan eden kâfirlerden veya Son Peygamber’i tasdik etmeyen müşriklerden (uzak değildir) Cenâb-ı Hak diledi mi böyle taşlar zâlimlerin başlarına hemen yağıverir. İsterse, o taşlar göklerde bulunsun. Allah’ın irâdesi tecelli etti mi, hemen bir sâniyede yeryüzüne iner, hak edenlerin beyinlerini patlatır. Bu âyeti celile büyük bir tehdidi içermektedir. Bütün inkârcıları, zâlimleri Allah’ın azâbı ile korkutmaktadır. Böyle bir felâket, Allah’ın kudretine göre onu hak edenlerin başlarına inmekten uzakgörülemez. Nitekim bir nice dinsiz, ahlâksız kavimler, böyle çeşit çeşit azaplara uğramışlardır. Binaenaleyh o gibi fâcialardan bir ibret dersi almalıdır. “Lût” Aleyhisselâm’ın kıssası için A’raf sûresindeki (SOî’inci âyeti kerimenin”izahına da bakınız!.
84. Medyen’e de kardeşleri Şuayb’ı gönderdik dedi ki: Ey kavmim! Allah’a kullukta bulunun, sizin için ondan başka bir mâbud yoktur. Ve ölçüyü ve tartıyı eksik yapmayın” şüphe yok, ben sizi bir hayır içinde görüyorum. Ve ben muhakkak ki, sizin üzerinize kuşatıcı bir günün azâbından korkarım.
84. Bu mübârek âyetler de Şuayb Aleyhisselâm’ın kavmini tevhid dinine dâvet ettiğini, onlara alış verişlerinde doğruluktan ayrılmayıp ıslah edici bir halde, yaşamalarını tavsiye buyurmuş olduğunu bildiriyor ve meşrû olan ticaretle yetinip kimsenin hakkına tecâvüz etmemelerim, aksi takdirde kendilerini koruyamayacağını ve himaye edemiyeceğini hatırlatmış olduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Medyen’e kardeşleri Şuayb’i -gönderdik-) Medyen bir kabilenin adıdır ki, bunların babaları İbrahim Aleyhisselâm’ın oğlu Medyen imiş veyahut Medyen bir beldenin ismidir ki onu zikredilen Medyen bina etmiş idi. İşte bu belde ahalisine soyca kardeşleri olan Şuayb Aleyhisselâm Peygamber gönderilmişti. Bu muhterem zat (dedi ki: Ey kavmim!.) Ey Medyen ahalisi (Allah’a kullukta bulunun) ona başkalarını ortak koşmayın (sizin için ondan) O Yüce Yaratıcı’dan (başka bir mâbud yoktur) yaratıcılık ve mâbutluk yalnız ona mahsustur, bütün kâinat, onun varlığına, birliğine, mabut olduğuna şâhitdir. (Ve) Ey kavmim!, (ölçüyü ve tartıyı eksik yapmayın) Alışveriş yaparken kilelerinizi, terâzilerinizi, onlar ile ölçüp, tartıp tâyin ettiğiniz şeyleri hiçbir şekilde noksan yapmayın, başkalarının zararına hareket etmeyin (şüphe yok, ben sizi bir hayr içinde görüyorum.) Yani: Siz bir servet ve bollukiçinde yaşıyorsunuz, böyle bir hâl ise sizi başkalarının hukukuna tecavüzden her şekilde beri kılmaktadır. (Ve ben muhakkak ki,) imân ve adâleti gözetmediğiniz takdirde (sizin üzerinize) yönelecek olan (kuşatıcı bir günün azâbından korkardım.) Yani: Hepinizi dünyada da, âhirette de sarıp kuşatacak bir azabın gelmesinden korkarım.
§ Bu âyeti kerimedeki “muhit” kelimesi, görünürde yevmûn sıfatıdır. Mânen ise azabın vasfıdır. Bu bir meşhur mecazdır. “Yevmûn âsib” tabiri de böyledir.
85. Ve ey kavmim! Ölçüyü de, tartıyı da adâlet ile yapın ve insanlara eşyalarını eksik vermeyin ve yeryüzünde bozguncular olarak dolaşmayın.
85. (Ve) Hz. Şuayb, yine buyurdu ki: (Ey kavmim!.) Ey Medyen ahalisi!. (ölçüyü de tartıyı da adâlet ile yapın) yani: Ölçmeyi de, tartmayı da, onların âletlerini de güzelce tamamlayınız, onlara hakkıyla riâyet ediniz (ve insanlara eşyalarını eksik vermeyin) yani: Hiçbir kimsenin malının değerini düşürmeye, bu yüzden kıymetini indirmeye çalışmayın, iktisadî muamelelerde doğruluktan, samimiyetden ayrılmayınız veyahut bir satılık malın müşterilerini oyalıyarak o malın satılmasını geciktirmeye ve onun kıymetini düşürmeye meydan vermeyin. (Ve yeryüzünde bozguncular olarak dolaşmayın) yani: Herhangi bir şekilde insanların hukukunu bozmaya veşâir gayrimeşru muamelelere sebebiyet verecek kötü hareketlerde bulunmayın, hırsızlık, yol kesicilik, yağmacılık gibi şeylerden sakının veyahut dünyevî ve uhrevî menfaatlarınızı bozmaya çalışıp durmayın.
§ Bahs; kelimesi, noksan ve bir şeyi eksiltmek mânâsınadır. “Usuv, usey” kelimeleri de bozulma, bozgunculuk yapmak yeryüzünde kötülük meydana getirmek mânâsında kullanılmaktadır.
86. Eğer siz imân etmiş kimseler iseniz Allah’ın geri bıraktığı sizin için hayırlıdır ve ben sizin üzerinize bir bekçi değilim.
86. Hz. Şuayb şöyle de buyurdu ki: Ey kavmim!. (Eğer siz imân etmiş) size söylemiş, emir etmiş olduğum şeyleri tasdik etmiş (kimseler iseniz Allah’ın geri bıraktığı) yani: Ölçülere, tartılara riâyet ettikten sonra size Cenâb-ı Hak’kın helâl kıldığı miktar (sizin için hayırlıdır.) sizin hakiki menfaatiniz bundadır. Helâl olmayan bir maldan bir hayr beklenilemez. (Ve ben sizin üzerinize bir bekçi değilim) yani: Sizi çirkin, gayrimeşru şeylerden fiilen koruyacak bir güçte değilim. Ben sizin bütün işlediklerinizi bilemem ve bozulmayı gerektiren şeylerden sizi alıkoymaya kaadir olamam. Benim vazifem, selâhiyetim, size hak ve hakikatı tebliğ ve tavsiye etmektir, sizlere nasihat vermektir. Artık siz bunun aksine hareketlerde bulunur iseniz ben mâzurum, artık siz kendi amellerinizin neticesini düşününüz. Ne kadar güzel, ahlâkî, iktisadî, ictimâî bir nasihat, bir tavsiye, bir irşâd. Ne yazık ki, o gâfil topluluk bundan istifadeye koşmadılar..
87. Dediler ki: Ey Şuayb! Atalarımızın ibâdet ettikleri şeyleri veya mallarımızda dilediğimizi yapmayı terk etmemizi sana namazın mı emr ediyor? Şüphe yok elbetde sen, çok yumuşak huylu ve akıl sâhibisin.
87. Bu mübârek âyetler de Hz. Şuayb’in kavmine teklif ettiği Allah’ın birliği inancını ve insanların haklarını gözetme durumunu kavminin kabul etmiyerek o muhterem Peygambere karşı inkârcı ve alaycı bir karşılıkta bulunmuş olduklarını bildiriyor. O Yüce Peygamber’in de nübüvvete, ilm ve hidâyete mazhar olduğuna işâret ile nasıl iyiliksever bir şekilde hareket ettiğini ve kavmini ıslaha çalıştığını ve yalnız Cenâb-ı Hak’ka dayanıp ve yöneldiğin! bildirmiş olduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Hz.Şuayb’in o pek iyiliksever tekliflerine, tavsiyelerine rağmen kavmi, o Yüce Peygambere karşı hürmete aykırı, sosyal edebe muhâlif olmak üzere yanlızca ismiyle hitab ederek (dediler ki: Ey Şuayb!. Atalarımızın) sürekli (ibâdet ettikleri şeyleri) putları, onlara tapınmayı bırakmamızı (veya mallarımızda dilediğimizi yapmayı) onlar ile bizim alışverişimizi, mallarımızı fazla ve noksan göstermemizi, onları dilediğimiz yerlere sarfetmeyi (terketmemizi sana namazın mı emr ediyor) ki, sen öyle tekliflerde bulunuyorsun?. Hiç böyle bir teklif e senin selâhiyetin var mıdır?. Böyle bir teklif makul mudur?. Diye söylendiler. Hz. Şuayb, fazla namaz kılarmış, o mübârek zâtın namazıyla alay etmek için ona karşı kavmi böyle edepsizce, cahilce bir müdafaada bulunmak istemişlerdi. Diğer bir yoruma göre de namazdan maksat, din ve imandır. Çünki namaz, din ve imânın en açık alâmetlerinden, işaretlerinden olduğu için din ve imânın en açık alâmetlerinden, işaretlerinden olduğu için din ve imân yerinde namaz lâfzı kullanmışlardır. Yani: Demek istemişlerdi ki: Ya Şuayb!. Senin dinin mi bizi yaptığımız şeylerden men etmek istiyor?. Bu kavim, kendilerinin yaptıkları şeylerin ne kadar akıl ve fikre aykırı, menfaat ve hikmete zıt, sosyal hayatın yok olmasına sebep olduğunu takdir edemiyorlardı, soyut şahsî, geçici, başkalarının zararına âit bir menfaatin düşkünü oldukları için kendilerine en güzel nasihatlar veren bir kadri yüce zata karşı öyle ahlâkî rezaletlerini gösteren bir hitâbede bulunmuşlardı. Ve o büyük Peygambere bir alay maksadiyla şöyle de demişlerdi: (Şüphe yok ki, elbette sen) Ey Şuayb!, (çok yumuşak huylu ve akıl sahibisin) yani: Sen yumuşakça, akıllıca tebliğata sahip değilsin ki, bize böyle emr ve tavsiyede bulunuyorsun. Maamafih bununla, şöyle demiş olmaları da düşünülebilir: Ey Şuayb!. Sen bizim aramızda yumuşak huylu, akıllı, güzel ahlâka sâhip birzat olarak tanınıyorsun, artık nasıl oluyor da bize öyle babalarımızdan, geçmişlerimizden intikâl etmiş olan bir putperestçe dinden bizi men ediyor ve yasaklıyorsun. Bu akla, yumuşaklıkla yapılan muameleye aykırı değil midir?.
88. Dedi ki: Ey kavmim! Eğer ben Rabbim tarafından açık bir delil üzere isem ve beni kendi tarafından güzel bir rızk ile rızıklandırmış ise buna ne dersiniz? Ben size yasak ettiğini şey hususunda size muhâlefet etmek istemem, ben ancak gücüm yettiği kadar ıslâh isterim ve benim muvaffakiyetini ancak Allah Teâlâ iledir. Yalnız ona dayandım ve ancak ona döneceğim.
88. Şuayb Aleyhisselâm da kavminin öyle cahilce ve inatçı sözlerine karşı onlara pek yumuşakça, hikmetli bir tarzda hitab ederek (dedi ki: Ey kavmim!.) bana (haber veriniz) bir kere güzelce düşününüz (eğer ben Rab’bim tarafından bir açık delil üzere isen) ben açık bir kanıta, parlak bir delile kavuşmuş isem (ve beni) o Kerem Sahibi Rab’bim (kendi tarafından güzel bir rızk ile rızıklandırmış ise) yani: Bana helâl nîmetler vermiş, beni peygamberliğe, hikmete, mânevî ve maddî bereketlere kavuşturmuş ise artık benim hakkımda öyle yanlış iddialarda bulunur musunuz?. Benim size olan teblîgatımı akıl ve hikmete aykırı görür musunuz?. Benim bu tavsiyelerimi bir vesvese eseri telâkki eder misiniz?. Veyahut ben o kadar ilâhî lütfa kavuştuğum halde ben o Kerem Sâhibi Yaratıcının vahyine aykırı hareketde bulunabilir miyim?. Onun emr ve yasağını telkinden geri durabilir miyim?. Ne için siz benim bu vaziyetini! takdir edemiyorsunuz?. (Ve) Ey kavmim!, (size yasak ettiğim şey hususunda size muhâlefet etmek istemem) Sizin yerine getirmekle mükellef olduğunuz şeyleri ben de gözetirim, size yasak ettiğim şeyleri ben de işlemem. Meselâ: Siz insanlarınhukukuna tecavüzden men olunduğunuz gibi ben de size muhâlif olarak öyle bir tecavüzde bulunmaya selâhiyet sâhibi değilim. Hepimizin de dinî hükümleri, kamu haklarını gözetmemiz lâzımdır. (Ben isem başka değil, gücüm yettiği kadar ıslâh isterim) sizlere emrettiğim ve yasakladığım şeyler ile sizin iyi hâl sâhibi olmanızı temenni eder, bu husûsda gücüm nisbetinde çalışırım, başka bir şey istemem. Benim öğütlerim, tavsiyelerini, iyiliği emretmem ve kötülüğü yasaklamam sırf sizin fâideleriniz içindir. Benim bu hususta sizi zorlamaya gücüm ve kudretim yoktur. (Ve benim muvaffakıyyetim) Hak’ka, sevâba kavuşmam (ancak Allah Teâlâ iledir.) O Yüce Yaratıcının yardımı, ve lûtfu iledir. Ben (yalnız ona) o kerem sahibi mâbuda (tevekkül ettim) bütün işlerimde ona dayandım ve sığındım, başkasına değil. Çünkü her şeye gücü yeten o’dur, başkası değildir, (ve) ben (ancak o’na) o ezelî yaratanıma (dönerim) o’na yönelirim, onun lûtf ve yardımına, ilâhî gözetimine girerim. Ondan başka sığınak ve barınak yoktur. Şüphesiz buna inanıyoruz…
§ Hz. Şuayb bu pek yüce hitâbeleriyle evvelâ: insanları Allah’ın birliğine dâvet ederek onlara ilâhî hakları gözetme yolunu göstermiştir. İkincisi: Herkese nefisleri hakkında yapacakları muameleyi, yani: ibâdet ve itaatte bulunarak kendilerini ilâhî azaptan kurtarmak yolunu bildirmiştir. Üçüncüsü de: insanların hukukuna, islahına riâyet ve hizmet edilmesi lüzumunu bildirerek bir cemiyetin dayanışma içinde olmasını, hukuka riayetkâr karşılıklı şefkat ve merhametle vasıflanmış bulunmasını emr ve tavsiye etmiştir. Evet.. O Yüce Peygamber, öyle pek yüce hitâbede bulunmuştur. Onun bütün bu açıklamaları, hikmet sâhibi ve yumuşak huylu bir insana yakışır tarzda tatlı ve yumuşaktır. Kendisi… ikiyüzlü sofluk şüphesinden tamamen uzak, mütevâzi bulunuyordu. Hiç bir hususta kendi şahsına ve fâni varlıklara itimat değil, ezelî vekerîm olan Allah Teâlâya tevekkül edilmesinin ve iltica sığınılmasının lüzumunu beyan buyurmuştu. Kısacası O mübârek Peygamberin bütün hitabeleri, insanlığı İkâz ve irşâd için en güzel, en hikmetli bir mâhiyetde bulunmuştu.
89. Ve ey kavmim! Bana olan düşmanlığınız, Nuh kavmine veya Hûd kavmine veya Salih kavmine isâbet etmiş olanın benzeri gibi size de bir musîbet getirmesin. Ve Lût kavmi de sizden uzak değildir.
89. Bu mübârek âyetlerde Şuayb Aleyhisselâm’ın kavmine nasihat verip onların uyanmaları için geçmiş kavimlerin başlarına gelmiş olan felâketlere dikkatlerini çekip onları af dilemeye, tövbeye dâvet etmiş olduğunu bildiriyor. Kavminınde o pek açık nasihatları anlamamazlıktan gelerek Hz. Şuayb’e karşı tehdit vâri bir vaziyet almış olduklarını gösteriyor. Şöyle ki: (ve) Hz. Şuayb kavmine tekrar hitab ederek buyurdu ki: (Ey kavmim!.) Sizin (bana olan düşmanlığınız) ve muhâlefetmiz (Nuh kavmine) isâbet eden boğulma gibi (veyahud Hûd kavmine) isâbet eden şiddetli rüzgâr gibi (veya Salih kavmine isâbet etmiş) olan korkunç bir ses bir zelzele gibi helâk edici bir belâ (olanın benzeri gibi size de bir musîbet getirmesin) böyle bir felâkete düşmeyi kendi kötü hareketlerinizle kazanmış olmayınız. (Ve) Ey kavmim!. (Lût kavmi de sizden uzak değildir) Onlar zaman ve mekân itibariyle size yakın bulunuyorlardı. Onlar sizin komşularınız demekti, onların dinsizlikleri sebebiyle başlarına gelmiş olan felâketi elbetde bilirsiniz. Artık onların hâllerini, tarihî fâcialarını nazar-ı dikkate almanız lâzım gelmez mi?. Nedir şu sizdeki küfr ve isyân!.
90. Ve Rabbinizden bağışlanma dileyiniz. Sonra o’na tövbe ediniz. Şüphe yok ki, benim Rabbim pek merhametlidir çok sever.
90. (Ve) Ey kavmim! Artık uyanınız, (Rabbinizden mağfiret dileyiniz) ona imânederek günahlarınızın af ve bağışlanmasını o’ndan niyâz eyleyiniz. (Sonra o’na tövbe ediniz) başkalarına yapmakta olduğunuz ibâdetleri bırakarak yalnız Cenâb-ı Hak’ka ibâdete başlayınız, vaktiyle yapmış olduğunuz günahlardan pişmanlık duyarak tövbekâr olunuz. (Şüphe yok ki, benim rab’bim pek merhametlidir) Tövbe edenlerin hakkında merhamet ve yardımı pek büyüktür ve (çok sever.) ibâdet eden, tevbe eden kullarını çok sevmektedir. Artık öyle kerem ve merhamet sâhibi bir Yüce Yaratıcı’nın af ve keremine kavuşmak için af dileyip tevbe etmeniz icabetmez mi?. Hiç bunu düşünmez misiniz?.
.
..
|
||