|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
Hamas saldırıları kimin işine yarayacak?
10 Ekim 2023 Salı
Zulmün devletleşmiş hali olan İsrail belki de ilk defa bir "empati" yaşadı! "Hamas'ın saldırıları, İsrail'i tahrik etti" eleştirileri, bir "hoca"nın "Ayet-el Kürsî okumayın şeytanı kızdırırsınız" tavsiyesi kadar saçmadır. Ancak plânların başarısı, bitişteki isabetiyle ölçülür!
ABD medyası, Hamas'ın 7 Ekim saldırılarını, 11 Eylül'e benzetiyor. New York Times, "İsrail'in 11 Eylül'ü" derken, ABD'nin başlattığı "Haçlı Seferleri" gibi İsrail'in de "Siyonist Saldırılar" başlatacağını belirtiyor; daha ilk günden "Kara Harekatı"nı telaffuz ediyor! Benim ise, 11 Eylül'deki istihbarat zaaflarının(!) 7 Ekim'de de aynen tekrarlanması dikkatimi çekiyor.
Kimse, "Amerika veya İsrail yanılmaz/yenilmez" kompleksi yaşadığımı düşünmesin. Hiçbir zulüm baki kalmamıştır. Ekonomik ve teknolojik entrikalarla dünyayı sömürmek, "zeki" olmayı gösterebilir ama "akl-ı selim"in alameti, "sırat-ı müstakim"dir. Akılsız ve vicdansız zeka, şok hatalara gebedir.
Bütün dünyayı gözetleyen ABD'nin, Arizona'da aylarca eğitilen El-Kaide militanlarını ve saldırılarını fark etmemesi mümkün müdür? Zaten 11 Eylül'ü izleyen 25 günde Afganistan gibi bir ülkeyi işgal etmek, saldırılar sonrasında; sıfırdan başlanarak gerçekleştirilebilecek bir operasyon değildir.
Dahası var... ABD, Taliban'a savaş açmıştı ama ne hikmetse Taliban'ın en büyük iki düşmanı olan Şah Mesud ve Burhaneddin Rabbani işgalden hemen önce "Batılı" yöntemlerle öldürülmüştü!
Dahası da var... Taliban'ı yok etmek için giden Amerika, 20 yıl sonra bütün Afganistan'ı Taliban'a teslim etmişti! Hatta DEAŞ gibi yeni bir örgüt üretmişti. Suriye'yi, PKK'ya teslim etmesini ise Türkiye engellemişti!
Şimdi kimse 11 Eylül saldırılarını; sonuçları üzerinden sorgulamıyor. Mahir Kaynak'ın, "Olay kimin işine yarıyorsa faili de odur" kriteri, 11 Eylül için uygulanmıyor. ABD'nin, 11 Eylül belgelerini neden hâlâ açıklamadığını kimse umursamıyor!
ÇİRKİN BİR 11 EYLÜL TAKLİDİ Mİ?
ABD'nin, "terörle mücadele" bahanesiyle hedefe ulaşma taktiğini şimdi de "şeytanın beyni" uyguluyor!
MOSSAD, Hamas'ın büyük bir saldırıya hazırlandığını rapor etmiş ama İsrail hükümeti, tedbire gerek görmemiş! Peki bütün sensörleri kim devreden çıkarmış? Öve öve bitiremedikleri "Demir Kubbe" delik deşik oluncaya kadar kim neyi beklemiş?
Asıl büyük şüphe, İran'ın katkısıdır. Şiîliği kuran Abdullah bin Sebe, Yemenli bir Yahudi'dir. İran, İsrail'i en çok tehdit eden ama bu tehditleri üzerinden en çok destek veren devlettir. İsrail, bu kadar vahşileşmesini "İran tehdidi"ne borçludur! Hamas'a "Yürü" diyen İran, şimdi Gazze'ye bomba yağarken nerededir? İran'ın, Hamas desteğinin; aslında "kime destek" olduğu uzun vadede görülecektir!
İsrail'in bugüne kadar sergilediği aşağılık vahşet ve zulüm karşısında her Müslümanın öfke duyması insanlık gereğidir. Ancak; vahşete vahşetle karşılık vermek İslâmî değildir. Bu yanlış, 75 yıllık haklılığı giderir kaldı ki, yıllardır devam eden zulüm ve işkenceler sebebiyle biriken öfkenin kontrolden çıkmasıyla o sahnelerin yaşandığı düşünülse bile, bunları özel itinayla kayda alarak bütün dünyaya yaymak kimin düşüncesidir ve amacı nedir?
Huzur ve güven içerisindeki evinde oturup, Filistinlilere "vizyon" biçmek kolaydır. Meseleye, ateş altındaki Gazze'den bakmak önemlidir!
İsrail bir "algı" devletidir. Çocuklara bile işkence edecek kadar alçalır ama kendilerine yönelik en küçük saldırıyı ayyuka çıkarır! Dünyanın her yerindeki Siyonist yalakalarını da bu algı için kullanır. Mesela içimizdeki mankurtları, "insan" olduklarını 7 Ekim'de hatırlıyor! "Yahudilere 'kutsal' günlerinde saldırmak insanlık suçuymuş!" Be insan!.. İsrail yıllardır; özellikle Ramazan ve Kurban Bayramlarında; kandillerde saldırıyor, biz de bunu duyurmak için yırtınıyoruz! Sen neredeydin, neden duymadın; görmedin?
Netice: Çatırdayan Netanyahu hükümeti şimdi, "Hamas'ın insanlık dışı saldırılarına cevap" algısını kullanarak, Filistinlileri yok etmeyi planlıyor. Hatta güçlenen Netanyahu, bütün Orta Doğu'yu değiştirmekten bahsediyor. Daha neler olacak bilinmiyor...
Sizce bu yaşananlar kime yarayacak gibi görünüyor?
Madem ki, böyle bir teşebbüs yapıldı, sonunun getirilmesi gerekir. Madem ki İsrail, "sıra dışı" mukabelede bulunuyor, bütün Müslümanların da birleşerek; sözün ötesine geçerek "sıra dışı" bir cevapla, bir avuç terör devleti karşısında yaşanan zillete son vermesi gerekir.Siyah köpekleri “Arap… Arap…” diye çağırmak milliyetçilik mi?
24 Eylül 2023 Pazar
"Önce "Suriyeli düşmanlığı" ile başladılar...
Evet, gerçekten sabrımızı zorlayan bir "yabancı" problemi yaşıyoruz. Ama problemin kaynağı bu insanlar olmadığı gibi, çözümü de "yabancı düşmanlığı" değildir.
Karanlık birilerinin ortaya saçılarak yaptığı kışkırtmalar ise "yabancı düşmanlığı"ndan çok daha derindir! Zira bu çakma milliyetçilerin, güneyimizi istila eden "sarışın" mültecilerden rahatsız olduğunu hiç görmedik! Yine neredeyse belediye başkanı seçecek çoğunluğa ulaşan yerleşik Avrupalılara bir şey söylediklerini de duymadık!
Efendim onlar para harcıyor; ekonomimize katkı sağlıyormuş! İyi ya, vahşice saldırdıkları Araplar da, "her şey dahilci bitli turistler" gibi cimrilik yapmıyor. Sektör temsilcilerine göre perakendeyi, diğerlerinin on katı harcama yapan Arap turistler kurtarıyor!
Ama bu ne idüğü belirsiz tipler sayesinde her şey tersine dönüyor. Sayelerinde başlayan, "Türkiye'ye gitmeyin, saldırıya uğrarsınız" kampanyaları çok etkili oluyor. Bir zamanlar turistik beldelere "Gelmeyin" bombası atan PKK'nın görevini artık bu sözde milliyetçiler yürütüyor! Teröristler "Kürtçüyüz" maskesi takıyordu, bunlar da "Türkçüyüz" diyerek saldırıyor. Halbuki, "Türkiye düşmanlığı" yapıyor!
Özellikle Arapları aşağılamalarının asıl sebebi, yabancı düşmanlığı değil; İslâm düşmanlığıdır!
"YÜZ YILLIK DEJAVU" YAŞIYORUZ!
I. Dünya Savaşı öncesinde İngilizler, Arapları kışkırtarak Osmanlı'ya karşı ayaklandırmak için kovalar dolusu altın harcarken, o dönemin milliyetçileri olan İttihatçılar da, akıl almaz bir Arap düşmanlığı kampanyası yürütüyordu!
O kadar abartmışlardı ki, bütün Anadolu'da siyah köpeklere "Arap" adını takmışlardı. Bizzat gözlemlediğim bu çirkinlik bugün hâlâ devam etmekte olup; insanlar, sebebini bilmeden siyah köpekleri "arap arap" diye çağırmaktadır!
Çocukluğumda, vesikalık fotoğraflarımızın basıldığı "negatif film"e, "arap" denmesinin asıl anlamını yıllar sonra fark ettim. Ama TDK'mız hâlâ uyanmamış ki, "arap"ı; "fotoğrafın negatifi" diye tarif ediyor! Peki, yine TDK tescilli bu rezalete ne diyeceksiniz? "Parlak siyah renkli böcek" için "karafatma" dışında isim bulamadınız mı? Biri, sizin kızınızı siyah böceğe benzetse ne dersiniz? O halde, Peygamber Efendimizin "beyaz; aydınlık; güzel yüzlü" anlamına gelen "Zehra" buyurduğu ve imanla gitmemiz için saygı göstermemizin şart olduğu bu mübarek ismi, haşa bir siyah böceğe kim/neden layık gördü. Ve neden onlarca yıldır koyun gibi o iğrençlik tekrarlanıyor ve neden TDK hâlâ tek parti dönemi din düşmanlığını sürdürüyor?
Peki, en inatçı siyah lekeleri çıkarabildiği söylenen sıvı sabuna neden "arap sabunu" dediğinizi biliyor musunuz? Ya, yüz yıldır "arap"ı, siyah ve çirkin karikatürlerle tasvir edenlere; dizilerde "arap" rolü verdikleri şapşalların yüzünü siyaha boyama iğrençliğine ne dersiniz? Çok karışık olan işlere neden "arap saçı" diyorlar? Bunu, "zenci saçı" benzetmesiyle izah etmeye kalkan ahmaklar da var!
Zira siz bakmayın TDK'nın "Arap"ı, "koyu; esmer; siyah" diye tarif ettiğine; "Arab"ın lügat anlamı "güzel"dir. Gerçek Arap beyaz, buğday benizlidir. Peygamber Efendimizin Rum İmparatoru Heraklius'a elçi olarak gönderdiği Dıhye o kadar güzel ve yakışıklı idi ki, Rum kızları kendisini görmek için İstanbul sokaklarına dökülmüştü. Peygamberimiz ve bütün sülalesi de beyaz idi ki, günümüzdeki seyid ve şerifler de beyaz ve çok sevimli insanlardır.
Çok kullanışlı İngiliz maşaları, nefret tohumlarını öyle derin atmış ki, aynı çirkin istismar bugün hâlâ devam etmektedir. Din düşmanlığını genlerimize zerk etmişler. Bugün hâlâ rahatlıkla "anladımsa arap olayım" deyiveriyorlar! Uğruna bütün kâinatın yaratıldığı en sevgili "Arab" idi. Sen kim, arab olmak kim...
Hiç kimsenin hiçbir ırkı aşağılamaya zaten hakkı yok ama yüz yıldır bize "Arap" diye tanıtılanlar Arap değildir. Zira Sultan II. Abdülhamid Han'ın amirallerinden Eyüp Sabri Paşa, "Mirat-ül Haremeyn" kitabında, "Bugün Mekke'de sadece iki Arap ailesi kalmıştır" diye yazmaktadır. Çünkü gerçek Araplar, Peygamber Efendimizin vefatlarından sonra İslamiyet'i bütün insanlara ulaştırmak için Çin'den Rum diyarına (İstanbul'a) kadar bütün dünyaya yayılmış olup; hiç biri geri dönmemiştir. Haremeyni, Necdîler ve çoğu esmer olan Afrikalılar doldurmuştur.
Anlayacağınız asıl amaçları, "Araplar" üzerinden Peygamber Efendimizi ve O'nun üzerinden de İslâmiyet'i aşağılamaktır. Bu yerli misyonerleri "milliyetçi" zannederek, aşağılık operasyonlarına destek verenler, imanın en önemli alametinin "Hubbu Fillah, buğdu fillah" olduğunu unutmamalıdır!Küresel insanlık düşmanları ve “kölesel” elemanları!
17 Eylül 2023 Pazar
Lut kavminin helak edilmesine sebep olan sapıklık, bugün "LGBT" şeklindeki harf kalabalığıyla topluma pazarlanmaktadır!
Oysa eskiden bu ahlaksızlığı kapalı kapılar ardında işleyenler bile, toplumda böyle bir ithamla karşılaşmaktan çekinirlerdi! Günümüzde ise bu sapıklık, neredeyse bir itibar vesilesi haline getirildi! Siyasetçilerden sanatçılara kadar birçok tanınmış isim, bu sapıklığa; açıkça destek vermektedir!
Cumhurbaşkanlığına talip olan Kılıçdaroğlu, "LGBT aile yapısını bozmaz" diyebilmektedir! Daha şaşırtıcı olanı ise, dünyanın en büyük şirketleri; hatta devletleri, bütün gücüyle, bu pisliği herkese bulaştırmak için didinmektedir!
Peki, bu sevdanın sebebi nedir?
LGBT AHMAKLARINI BAKIN KİM KULLANIYOR!
Papanın hışmına uğradığı için dağılan Tapınak Şövalyeleri, 1776'da Cizvit Weishaupt ile Yahudi banker Rothschild'in kurduğu İlluminati (Aydınlanma) örgütüyle daha güçlü olarak dönmüştü. Asıl dinamizm ise, "Fabian Cemiyeti" (Fabian Society) döneminde yakalanmıştı.
İsa Cemiyeti de denen bu gizli yapı, adını; entrikacı konsül Fabius Cunctator'dan almıştı. Buna, İngiliz sinsiliği de eklenince ortaya, çok tehlikeli bir "örgüt" çıkmıştı!
AB'nin temelini Fabianlar atmış, bütün dünyayı siyasî, ekonomik ve askerî bakımdan kontrolü amaçlayan BM, İMF ve NATO'yu bu zihniyet kurmuştu! Chatham House ve onun ABD versiyonu olan Council on Foreign Relations'ı bunlar yönetmekte, önemli görevlendirmelerde mutlaka CFR referansı aranmaktadır.
İşte bu küresel gücün tek hedefi "Yeni Dünya" kurmaktır.
Bunlara göre; medeni toplumlar (yani kendileri) dışındaki gereksiz(!) kalabalıklar yok edilmeli, sadece "seçkin"lerden oluşan "elit" bir dünya kurulmalıdır!
Bunun için her yöntem kullanılmalıdır!
Fabianların fikir babası Bertrand Russel, "Mutlaka negatif nüfusu gerçekleştirmeliyiz. Dünya savaşlarının bu hedefe büyük bir katkısı olamadı. Belki biyolojik savaş daha iyi netice verebilir. Her nesil boyunca bir veba salgını olabilirse, sağ kalanlar dünyayı tıka basa doldurmadan doğurabilir" demişti.[1]
HER YOLU DENİYORLAR!
Dünya savaşlarından sonra ilk abandıkları yöntem nüfus planlaması yani "doğum kontrolü" idi. Köylere kadar giden görevliler(!), az gelişmişlik alameti olan(!) çocuk doğurmanın zararlarını(!) anlatmış; ücretsiz malzeme dağıtmışlardı.
Rockefeller Vakfı, Nüfus Konseyi, Dünya Bankası, BM Kalkınma Programı (UNDP), Ford Vakfı ve diğerleri, Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ile birlikte 1990'dan beri üremeyi önleyici yani kısırlaştırıcı aşı üretmeye çalışmaktadır. WHO, aynı amaç için Bill ve Melinda Gates Vakfı ile de işbirliği yapmaktadır.
Diğer önemli çalışma ise, "kadınların ekonomik ve sosyal özgürlüğe" kavuşturulmasıydı! "Kadın çalışmalı, kocasının eline bakmamalıydı!" Bu propagandanın etkili olduğu ülkelerde boşanmalar sürekli artıyordu ama bunun bir önemi yoktu! Daha doğrusu asıl amaç, kadını; kapitalist sistemin kölesi yapmak ve "anne"likten uzaklaştırarak nüfus kontrolünü sağlamaktı.
BUNLAR YETMEZ, MİLYARLAR ÖLMELİ!
1950'de yüzde 5 olan dünya doğurganlık hızı, bu çalışmalar sonucunda 2022'de 2,4'e düşmüştü. Türkiye ise Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın çabalarına ve doğumu teşvik uygulamalarına rağmen, son 20 yılda Avrupa'da doğurganlık hızının en çok düştüğü ülke olmuş; 2,3'ten 1,6'ya gerilemişti.
Ancak bu sonuçlar; hatta nasıl başladığı hâlâ bilinmeyen Kovid-19 salgını ölümleri, emperyalist küreselcileri tatmin etmekten çok uzaktı!
"Global 2000 Raporu"nun yazarı Dr. John Coleman, "Yeni Dünya Düzeni" mimarlarının, en az 2 milyar insanın yok edilmesini beklediğini yazmıştı!
Bu veriler, küresel eliti yeni bir formül arayışına sevk etmişti. Doğanları yok etmek için uğraşmaktansa, doğumlar engellenmeliydi!
Ancak "doğum kontrolü" uygulamaları, bu hedefe ulaştırmaktan çok uzaktı.
Köklü çözüm, "kaynağı kurutmak"tı!
Yani doğumu engellemekle uğraşılmayacaktı! Kadın; kadın olmaktan, erkek de erkek olmaktan çıkarılacak ve böylece doğum, "imkansız" olacaktı!
Gördüğünüz gibi, ortada dolaşanlar sadece küresel kurtların cinsel mankurtları!
Asıl i....lik çok farklı!..
O HALDE...
İnadına, ailemize sahip çıkacağız.
Ve bugün, "Büyük Aile Buluşması"nda yerimizi alarak başlayacağız.
Haydi Saraçhane'ye...
[1] Mehmet Hasan Bulut, Yeni Dünya'nın Kurtları, IQ Yayıncılık, İstanbul 2018, s. 85.Müslümanlara neden “Bu ülkeden gidin” diyorlar?
10 Eylül 2023 Pazar
Son günlerde çok arttı, başörtülü kadınlara, "Bu ülke bizim, gidin buradan" diyorlar. Tırmanışa geçen bu tavrı biraz irdelemekte fayda var. Çünkü bahsettiğimiz "nefret davranışı", birkaç saygısızın hadsizliği değil, aynı kesime mensup farklı bireylerin sergilediği "sistematik bir savaş"tır!
Peki, kim bunlar?
İnanması güç ama bu "gerici ve itici" tavrı sergileyenlerin her biri "ilerici, modern ve laik (yani herkesin inancına ve yaşam tarzına saygılı)" olduğunu düşünüyor!
"Moderniz deyip nasıl bu kadar 'ilkel' davranabiliyorlar" sorusu bizim konumuz değil. Psikologlarımız bizi de aydınlatırsa çok seviniriz!
Bendeniz, her birinin özellikle tekrarladığı "Bu ülke bizim, gidin buradan" ifadesine takılmış durumdayım...
"Gidin buradan" ifadesi, mültecilerin bile hak etmediği, ırkçı ve faşist bir söylemdir. "Mülteci meselesi", mültecilerin suçu değildir. Emperyalist canavarlar rahat bıraksaydı o insanlar bu hayata talip olur muydu? Bu bakımdan mülteci meselesi bu insanlara insanlık dışı muameleyle değil, sebepleri ortadan kaldırmakla çözülür. Muti ve mutedil bir insana, sadece "yabancı" olduğu için "Git buradan" demek, akıldan yoksun mahlukların, kendi bölgesinde gördüğü hemcinslerine karşı sergilediği tavırdan farklı bir davranış değildir!
Bu ülkenin vatandaşlarını kovmaya kalkmak ise çok daha vahimdir!
KİMİ; NEREDEN KOVUYORSUNUZ?
Peki, aynı millete mensup bir ferdin, "öteki" kardeşine yönelik "Bu ülkenin asıl sahibi biziz" anlayışı hangi mantığın eseridir? Yani bunlar kimdir ve neden sadece kendilerini Türkiye'nin tek sahibi olarak görmektedir?
Aynı tutumu, "Bu devleti biz kurduk" diyen CHP başkan ve yöneticilerinde de görüyoruz. Demek ki Türkiye'nin asıl sahibi, devleti kuran CHP ve (millet kimi seçerse seçsin); devletin en kritik noktalarına hâkim olan CHP zihniyetlilermiş!
Karşı kesim yüzde 70 çoğunluğun oyuyla iktidara gelse bile hiç ümitlenmesin, "Salt halkın oyunu aldı diye meşru olamaz. Onu, toplumun 'aldanmayan' kesiminin de kabul etmesi lazım!" O "aldanmayan kesim"in onayını alacağız diye de çok beklersiniz!
"Bu arada şu yüzde 70'lik 'azınlık' tabanınız da, göz zevkimizi bozan kıyafetlerle sokağa çıkmasın! Bu devleti biz kurduk, kuralları da biz belirledik. Başından buyana olduğu gibi 'millet' denen kalabalığın değil, bizim ne istediğimiz önemlidir! Biz "nitelikli azınlık"ız. Yani biz "asıl"ız. Bu ülkede bizim istemediğimiz hiçbir şeyin olması mümkün değildir!"
O halde, bizzat kendi aydınlarından(!) aktardığımız bu anlayışın beşerî sistemlerdeki adını siz koyun...
YİNE NEDEN ATARLANMAYA BAŞLADILAR?
Bu ülkenin asıl sahibi olan milletimizin tesettürlü bireylerine; metrobüste, otobüste, hastanede, çarşı-pazarda "Bu ülke bizim, gidin buradan" diyenler, işte bu azınlık iktidarının, yüzde 20'yi bulmayan "azınlık" tabanıdır!
Tabii ki 80 yıl kesintisiz devam eden bu düzen, özellikle son 20 yılda büyük zaafa uğradı. Devletin en kritik kurumlarına kene gibi yapışmış olan "gizli CHP iktidarı" büyük ölçüde defedildi, "irade", asıl sahibi olan millete iade edildi.
Sokağa taşan kin ve nefret, bu kaybedişin öfkesidir!
Bu yüzden, bu patolojik tiplerin seviyesine inerek aynı yöntemle mukabele etmemelidir. Çünkü onları yönetenlerin istediği şey "çatışma ortamı" oluşturmaktır. O ortamlarda ise hep onlar kârlı çıkmaktadır.
Ama devlet de, bu saldırganlara haddini bildirmeli, mağdurları, kendini savunmak zorunda bırakmamalıdır.
SUSUYORSAK SEBEBİ VAR!
Bu ülke, nasıl bu çapulcuların oluyormuş? Belki de o kokonaların İttihatçı dedeleri, hovardalık yaparken, şimdi aşağıladığı tesettürlü bacımın dindar dedesi, şehadet şerbeti içmek için cephelere koşmuştu!
Sonrasında devleti, CHP'nin mayasını oluşturan "İttihatçılar"ın kurduğu gerçekten doğrudur. Çünkü, canı pahasına savaşı kazanan şehitlerin evlatları, "Tipiniz müsait değil" diye Ankara'ya bile sokulmamıştı!
Susuyorsak, kamplaştıran; birlik ve beraberliğimizi bozan taraf olmak istemediğimizdendir. On yıllardır zulmettiğiniz yetmiyormuş gibi şimdi de bize; kanımızla kurtardığımız vatanımızda "mülteci" muamelesi yapmak ateşle oynamaktır.
Gerçekten zerre kadar vatan sevginiz olsaydı, o dindarlara nefret kusmak yerine saygı duyardınız! Çünkü devleti, o "dindarlar" sayesinde kurdunuz!
Peki, bu resimde kimi görüyorsunuz Sayın Başarır?
3 Eylül 2023 Pazar
Yeni fark ettim... Muhteşem bir demokratlık(!) sergileyerek beni engellemiş! Editör arkadaşlarımızın hazırladığı videoda, her tarafı konuştuğu için dikkatimi çekti. Keşke sesini hiç dinlemeseydim de, zihnimde "şovmen" olarak kalsaydı:
"Bu insanlar sizden çok daha onurlu. Onlar bu ülkenin aydınlık geleceği için mücadele veriyor..."[1]
Tahmin edin bakalım kimmiş bu ülkenin geleceği için mücadele verenler?
Hiç biriniz tutturamadı!
Güzelim gökkuşağı renkleriyle ambalajlayarak servis edilen ahlaksızlar...
Peki, bu pespaye güruhu, "onurlu" diye servis eden kim sizce?
Milletin, "Benim ahlak değerlerimi, çirkin saldırılardan koru" diye "vekil" ettiği Ali Mahir Başarır... Aynı kişiyi, Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran onurlu bir parti de, kendisine "Grup Başkanvekili" tayin etmiş!
Zaten "hukukçu" olarak, milletin haklarını koruma görevini üstlenmiş ama nedense, milletin değerlerini katledenlerin avukatlığını tercih etmiş!
Bu, "bireysel" bir tercih mi yoksa Emre Kongar'ın bahsettiği "Yeni Cumhuriyetçi kültür" mü bilmiyoruz tabii...
Her neyse... Bizi, kimin nasıl yaşadığı değil, alenen ahlaksızlık propagandası yapmaları ilgilendiriyor!
Bunlar, şuurlu şeytan lejyoneridir. Yüzlerce yıldır Türk milletini ifsat etmeyi başaramayan misyonerler bile bunları gıptayla(!) izlemektedir.
"Yeni bir Haçlı Seferi" olarak tezgâhlanan bu iğrençlikleri, "bireysel özgürlük" olarak göstererek destek vermeye çalışanlar da onlarla beraberdir.
Bu mevzuyu, bu beyefendiden alıntıyla kapatalım: "Hadi canım sen de..."
BU GAFI, MİLLÎ ŞEF (FÜHRER DUÇE) DUYMASIN!
Aynı beyefendi, seçimlerden sonra da "Bizim tabanımız küsse de kızsa da yine CHP'ye oy verir" demişti. LGBT müptezellerine bahşettiği "onur"u, kendi partililerinden esirgemesi, CHP'nin kendi iç meselesidir; bizi hiç ilgilendirmez. Zaten "Tuvalet terliği aday olsa yine oy veririm" diyenler de kendisini doğrulamaktadır!
Ama başka bir siyasî operasyonu var ki, sessiz kalmak vebaldir!
Bunlar FETÖ'nün; kendi çamurunu başkasına atarak temiz görünme taktiğini pek sevmiş!
Bu beyefendi de, kifayetsiz genel başkanının avukatlığını yaparken, Erdoğan'ı, "Hitler"e benzetmiş! Yetmemiş, bir de fotoğraf (resim değil) göstermiş...
Bunu hiç yapmayacaktı! Çünkü bana, hiç beğenmeyeceği şeyler hatırlattı!
"Millî Şef"leri ("Millî Şef"in, Führer ve Duçe kelimelerinin tercümesi olduğunu biliyor mu acaba?) İnönü, öyle bir Hitler hayranıydı ki, o yıllarda olsaydı, başka birini Hitler'e benzeten Başarır, CHP'de kalmayı bile başaramazdı!
İnönü'nün Hitler aşkı, "II. Dünya Savaşı'nda Almanya galip gelecek!" öngörüsüyle daha da alevlenmişti! Bu yüzden, Führer'in gizli müttefiki gibi davranmıştı. Hatta Almanya'nın; Macaristan ve Romanya'yı işgali üzerine, 18 Haziran 1941'de Türk-Alman Dostluk Antlaşması'nı imzalayarak ittifakı alenileştirmişti.
CHP'nin yayın organı Cumhuriyet'in, 21 Haziran 1941 nüshasında 9 sütundan verdiği "Milli Şefimizle Führer arasında samimi tebrikler" manşetinin asıl sebebi buydu. Ayrıca bütün CHP medyası da, Hitler'e ilan-ı aşk ediyordu. Bu yüzden Nadir Nadi'ye, "Nadir Nazi" deniyordu. Ahmed Emin Yalman'ın Vatan gazetesi, Hitler aleyhindeki yayınları sebebiyle 8 Aralık 1942 tarihinde kapatılmıştı. Aynı yıl Berlin'in isteği üzerine, Anadolu Ajansı'ndaki Yahudi elemanlar işten çıkarılmıştı. Hatta Sütlüce'de "Yahudi Fırını" bile hazırlanmıştı![2]
İnönü, öyle sıkı bir Hitler hayranıydı ki, bıyığı bile (Türklerle hiç ilgisi olmayan) Hitler bıyığıydı! Bütün CHP'liler de onun izindeydi! Hatta işi, kumpasla bıyık ölçmeye kadar götürmüşlerdi!
Neyse ki, (İngiliz Hitler'i) Churchill'in, 30 Ocak 1943 tarihinde İnönü ile Adana'da yaptığı görüşmeden sonra bütün Hitler bıyıkları bıçak gibi kesilmişti!
Nadir Nadi'nin, "1943 başlarıydı. Ankara Palas'ta Millî Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel'e rastladım. Yıllardır ilk defa bıyıksızdı. 'Hayrola üstat, bıyıkları neden kestin' dedim, 'Sorma, Millî Şef böyle istedi' diye cevap verdi" hatırası da bunu doğruluyor![3]
BU MU DEMOKRAT DEVLET BAŞKANINIZ?
CHP'nin değişmez lideri İnönü'nün millete yönelik olarak sergilediği diktatörlüğün, Hitler hayranlığıyla bir ilgisi var mı bilmiyoruz ama faşist lideri aratmıyordu:
Cumhuriyet gazetesinin kurucularından olan Selanikli gazeteci Zekeriya Sertel, mevcut durumu "faşist diktatörlük" şeklinde tanımlıyordu:
"İnönü, 'Tek millet, tek parti, tek şef' diye bir sistem kurdu. Millet de parti de 'O' demekti. Bunun tek adı 'faşist diktatörlük' idi. Nefes almak imkânsızdı. Basın bile onun emrindeydi. Direktiflere uymayan gazeteler kapatılırdı!"[4]
Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak da, İnönü diktatörlüğünden dertliydi:
"Savaşları İsmet Paşa kazanmıştı! Lozan sulhu; demiryolları ve bütün fabrikalar onun eseriydi! Utanmasalar 'Mustafa Kemal'i de Anadolu'ya o gönderdi' diyecekler! Mustafa Kemal Paşa ise yalnızca akşamları içki sofralarında vakit geçirmişti!"[5]
Üstelik bu hastalık etrafına da bulaşmış; İnönü'nün bile dert yanacağı seviyeye ulaşmıştı:
"Binlerce 'Millî Şef' türemiş... Sistem denetlemeye kapalı olduğu için bunlar halka zulmediyordu; ben de etrafımdaki halkayı kırıp bu olaylara nüfuz edemiyordum."[6]
Gerçekten İnönü'nün her vali ve kaymakamı; birer "Führer" idi. Köylüler, "Biz kaymakamın sadece çizmesini ve kırbacını görürüz. Yüzüne bakmak ne haddimiz" diyordu.[7]
Sayın Başarır ise, bu CHP ve bu İnönü'yü şöyle tarif ediyor:
"Benim partim, egemenliği tek adamdan (kim ise bu tek adam:) alıp millete veren partidir. 1950 seçimlerini Demokrat Parti'nin kazanacağını bile bile ülkenin yönetimini vermiş, şapkasını alıp gitmiş bir devlet başkanın partisidir..."[8]
Bir kere bu parti bu kadar demokratsa egemenliği millete vermek için neden 27 yıl bekledi? Hadi öncesini geçtik. 1946 seçimlerini, millet, gidişattan çok memnun olduğu için mi CHP kazandı?
Hadi "gizli oy açık tasnif"; yani seçim gibi seçim kanununun, SSCB tehdidinden Amerika'ya sığınmak ve Marshall yardımına kavuşmak için, 16 Şubat 1950'de "mecburen" çıkarıldığını mesele etmeyelim! Hatta, hızla uzaklaşan iktidarı kurtarmak için her vilayette en çok oyu alan partinin bütün milletvekillerini kazanması planını da görmezden gelelim!
Peki... Madem ki İnönü, Demokrat Parti'nin kazanacağını bile bile seçime gitmişse, kendisini "Artık bir muhalefet partisi var, seçim çalışmamız iyi gitmiyor" diye uyaran CHP milletvekili Nihat Erim'e neden "Ben ihtilalci ve Kuva-yi Milliye'ci İsmet'im. Biz bu ülkeyi üç beş çapulcuya maskara etmeyiz. Yaptığımız bir tecrübedir. Muvaffak olursak ne âlâ, olmazsa vazgeçeriz" dedi?[9]
Bu durumda, ne dersiniz?
CHP'liler, "Seçim, siyasî iktidara meşruiyet kazandırmaz" diyen Kılıçdaroğlu'nu, "İnönü"ye çok benzediği için mi bırakamıyor acaba?
[1] https://www.instagram.com/reel/CwidCXsoTLy/?igshid=MTc4MmM1YmI2Ng==
[2] Ekrem Buğra Ekinci, İstanbul'da Yahudi Fırını, Türkiye, 16 Eylül 2019.
[3] Atilla Oral, Enver Paşa'nın Kardeşi Nuri Killigil, Demkar Yayınevi, İstanbul 2016, s. 439.
[4] Enver Paşa'nın Kardeşi Nuri Killigil, s. 393
[5] Murat Sertoğlu, Mareşal Fevzi Çakmak Açıklıyor, Derin Tarih Kültür Yayınları, İstanbul 2016, s. 121.
[6] Cihat Baban, Politika Galerisi Büstler ve Portreler, Remzi Kitabevi, İstanbul 1970, s. 289.
[7] Piraye Bigat Cerrahoğlu, Demokrat Parti Masalı, AD Yayıncılık, İstanbul 1998, s. 41.
[8] https://twitter.com/yirmidorttv/status/1697003967392198914?t=Or7Lw0cXWeGs4d-L_YCCiw&s=08
[9] Mehmet Ali Birand, Demirkırat: Bir Demokrasinin Doğuşu, Doğan Kitap, İstanbul 1991.
.
Anlamadınız mı, mesele ''şapka'' değilmiş!
27 Ağustos 2023 Pazar
Reisicumhur Mustafa Kemal, "medenî" bir millet oluşturmanın startını, 98 yıl önce bugün İnebolu Türk Ocağı'nda şöyle vermişti:
"Efendiler, bu 'altı kaval üstü şişhane' kıyafet, milletlerarası değildir! Cumhuriyet halkı, uygar olduğunu göstermek için pantolon, gömlek, kravat, ceket giymelidir! Bunları ise güneş siperli serpuş (şapka) tamamlamalıdır! Bu sıcakta her tarafını kapatan kadınlar da yüzlerini dünyaya göstermelidir! Efendiler, bu gidiş mecburidir. Bu sonuca varmak için gerekirse, bazı kurbanlar verilebilir."[1]
Aslında Mustafa Kemal Paşa'nın "Batı medeniyeti yolculuğu" çok önceden başlamıştı. 16 Mayıs 1919'da yola çıkan Bandırma Vapurunun rotası her ne kadar "Doğu" ise de, yolcusunun menzili, "Yeni Türkiye"ye "vize" veren "Batı" idi!
Nitekim bu "gizli" güzergâhı, 7/8 Temmuz 1919 gecesi Erzurum'da, yoldaşı Mazhar Müfit Bey'e şöyle sıralamıştı:
"1- Zaferden sonra Cumhuriyet kurulacak. 2- Padişah ve hanedan devre dışı kalacak. 3- Tesettür kalkacak. 4- Şapka giyilecek. 5- Latin harfleri kabul edilecek..."
Paşa daha, "Dinde reform yapılacak, Ayasofya kapatılacak" diyecekti ama Mazhar bey, "Bu kadar hayal yeter" diyerek defteri kapatmıştı!
Mazhar Müfit 6 yıl sonra, şapka inkılabının ilan edildiği İnebolu'dan dönüşünde yaşananları da şöyle anlatmıştı:
"Paşa'nın otomobili, Meclis önünden geçiyordu. Yaklaşınca gördüklerime inanamadım. Kendisinin ve yanında oturan Diyanet İşleri Reisinin başında birer fötr şapka vardı. Paşa neyse ne! Fakat şapkayı, kendisini karşılayan Diyanet Reisine de giydirmişti. Ben hayretle bu manzarayı seyrederken otomobil önümde durdu. Gazi beni çağırdı ve 'Azizim, kaçıncı maddedeyiz, notlarına bakıyor musun' diye sordu."[2]
Şapka giymek, 2 Eylül 1925 tarih ve 2431 No'lu Bakanlar Kurulu kararıyla zorunlu hale getirmişti! Türk milletinin uygarlaşması için bu çok önemliydi! Öyle olmasaydı, koca devlet; Rize'ye iki gün "şapka bombası" atar mıydı? Yüzlerce "Atıf"ı; şapka yüzünden asar mıydı?[3]
22 Ekim günü İzmir'den dönen Reisicumhur, kendisini karşılayan İsmet Paşa'ya, "Yobazların şapka konusundaki tutumu nedir" diye sormuş, "Sinmiş ve ister istemez kabullenmiş durumdalar" cevabı üzerine, "Nesiller değişinceye kadar böyle sıkı tutmak lüzumludur" uyarısında bulunmuştu![4]
O kadar ciddi takip ediyordu ki, Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak'ın şapka giymediğini duyunca, Başyaveri Rüsûhi Bey'e "Yarın sabah Mareşalin evinin önünde pusuya yat, evden çıkarken şapkası olup olmadığına bak" talimatı vermişti.[5]
"HAÇLI'YI, HAÇLI'NIN UÇAĞIYLA YENEMEYİZ!"
Aynı günlerde, ülkenin başka bir köşesinde tamamen farklı bir çaba vardı.
Dünya ve İstiklâl savaşlarına katılmış genç bir pilot, Haçlı devletleriyle, onların vereceği uçak ve silahlarla mücadelenin, daha başlangıçta yenilgiyi kabul etmek anlamına geldiğini çok iyi öğrenmişti. Onun için "Başkasının kanatlarıyla uçmaya çalışanlar 'Hürkuş' olamaz" diyordu.
Evet, o genç Vecihi Hürkuş'tu. "Kendi uçağımız olsun" azmiyle, "VECİHİ K-VI"yi üretmişti. Ancak uçurabilmesi için devletin, "uçuş sertifikası" vermesi gerekiyordu. Ne yazık ki devletin bu uçağı kontrol edebilecek bir teknik elemanı yoktu! Bu yüzden, uçuş izni verilememişti. İlgili müdürün tavsiyesi üzerine, 28 Ocak 1925 günü, 15 dakikalık başarılı bir uçuş yapmıştı ama izinsiz uçtuğu için para ve hapis cezasına çarptırılmış, uçağı da elinden alınmıştı!
Vecihi Bey, çok şaşkındı. O, tek başına koca uçağı yapıp uçurmuştu ama koca devlet, bu uçağı kontrol edemediği için uçuş izni vermiyordu!
Çünkü devlet, yıllardır çok daha acil işlerle uğraşıyordu!
Cumhuriyet'in kurulması, Hilafetin kaldırılması; devletin yeniden yapılandırılması, eğitimin devlet kontrolüne alınması, çatlak sesler çıkaran matbuatın susturulması yıllar almıştı!
Vecihi Bey hayıflanıyordu ama devletin ne kadar meşgul olduğunu bilmiyordu. Şimdi ise sıra, milletin dizaynına gelmişti! Sadece Reisicumhur değil, TBMM de bütün mesaisini inkılaplar için harcıyordu. Milletin beklediği binlerce yeni düzenleme, Vecihi Bey'in uçağından daha önemliydi ama onlara bile sıra gelmiyordu. Çünkü "uygarlık" için önce bu inkılapların gerçekleşmesi gerekiyordu!
Reisicumhur'un inkılaplar konusundaki hassasiyetini herkes biliyor, seferber oluyordu. Hatta o günler, Lozan'da "Sonra hallederiz" denilen "Musul"un elden gitmekte olduğu günlerdi. İngiltere, bir yıl kadar önceki Haliç Konferansı ile başlayan Musul'u çarpma sürecinin son aşamasına gelmişti ama Türkiye devleti için asıl gündem, millete "İngiliz şapkası" giydirmekti! Bu sevimsiz mukayeseyi ise dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat yapmıştı:
"Atatürk (şapka hususunda) fikrimi sormuşlardı. O sırada Musul işi aleyhimize neticelendiği için kendileri hayli sıkıntılı idi. 'Şapka giymek, bu millet hesabına bir Musul fethinden üstündür!' cevabı verdim. Hafifçe gülümsediler ve başlarını birkaç defa sallayarak beni taltif ettiler!"[6]
VECİHİ BEY, MUTLAKA DESTEKLENECEĞİNİ DÜŞÜNÜYORDU!
Türkiye için çok önemli bir iş yaptığını düşünen Vecihi Bey, yine de ümitliydi. Bu eksik de mutlaka giderilecekti! Hatta büyükler onu anlayınca destek yağdıracak, bekli de fabrika kuracaktı!
Çalışmalarına devam eden Vecihi Hürkuş, çok daha gelişmiş bir model olan "VECİHİ XIV"i üretmişti. 2 kişilik bir spor eğitim uçağı olan bu model Avrupa'da çok tutuluyordu. 27 Eylül 1930 tarihinde Fikirtepe Meydanında toplanmış gazeteci ordusu önünde başarılı bir uçuş yapmıştı. Hatta ertesi gün gazetelerdeki manşetleri gören Başvekil İsmet İnönü, kendisini aramış ve tebrik etmişti.
Bu tebrikten ümitlenen Vecihi Bey, "Bu sefer olur" diye düşünmüş ve "uçuş sertifikası" almak için Ankara'ya yeni uçağıyla gitmişti. Ama ne yazık ki; yine "sertifika" yerine, "Devlet bünyesinde tayyarenin teknik vasıflarını tespit edecek kimse bulunmadığından gereken vesika verilmemiştir" yazılı bir kâğıt almıştı!
Ama nasıl olur? Aradan tam 6 yıl geçmişti. O ikinci uçağını üretmişti ama devlet hâlâ bir kontrol elemanı yetiştirememişti!
UÇAK NEDİR? MİLLETİN BEKASI İÇİN İNKILÂP GEREKİR!
Devletin yoğun çabalarını görmeyen Vecihi Hürkuş, haksızlık ediyordu!
O yeni uçak üretirken devlet de (10 Nisan 1928), "Devletin dini İslâm'dır" ibaresini Anayasa'dan çıkararak "Laiklik" yolunda büyük bir adım atmıştı! Aynı yıla sığdırılan (1 Kasım 1928) Harf Devrimi ise, tek başına milleti "Batılı" yapacak büyüklükte bir adımdı!
Milletin bekası için "uçak" değil, "inkılâp" gerekliydi! Şimdi ise harıl harıl "Dinde Reform" hazırlıkları yapılıyordu! Reisicumhur Mustafa Kemal ezan, kamet, hutbe ve namaz surelerinin tercümesiyle yakından ilgileniyordu. Hatta "Türkçe Ezan" için "Allah büyüktür" yerine, "Tanrı Uludur"u bizzat o seçmişti!
Reisicumhur Mustafa Kemal Paşa, "bütün devrimlerin finali" olan Türkçe Ezan şovunu, Kadir Gecesine tekabül eden 3 Şubat 1932 akşamı, Ayasofya Camii'nin üst katına topladığı Avrupa büyükelçilerine izletmişti. Bu final, "Türkleri Batılılaştırma görevi"ni başarıyla tamamladığı anlamına geliyordu!
Ama emperyalist Batı için bu yeterli değildi. Aslında, kimin ne giyip nasıl yaşadığının hiçbir önemi yoktu. Onlar için, çıkarları önemliydi. Nitekim Suudî dostlarının kıyafeti, onları hiç rahatsız etmiyordu. Kaddafi 2007 yılında Paris'in göbeğine "Bedevi Çadırı" kurmuştu ama medenî Avrupa hiç rahatsız olmamıştı.
TÜRKİYE'Yİ BATI'YA NASIL "UYDU" YAPTILAR?
Yani Cumhuriyet'in ilk 10 yılını feda ettiğimiz "inkılaplar", Ocak 1919'da Londra'da; "Türkleri ne yapalım" gündemiyle toplanan Şark Komisyonu'nun, "Bütün değerlerini ellerinden alalım" şeklindeki "1. Bölüm"e giriyordu! Oysa onların nihaî hedefi, "Kendimize 'uydu' yapalım" şeklindeki "2. Bölüm"de gizliydi![7]
Uçak ve silah üreten bir Türkiye'yi nasıl "uydu" yapacaklardı?
-Daha 1925'te uçak yapan Vecihi Hürkuş'un uçuşu yasaklanmasaydı,
-1938'de "A Sınıfı" bir uçak filosu kuran Nuri Demirağ'ın ocağına incir ağacı dikilmeseydi,
- Şakir Zümre'nin denizaltı ve uçak bombaları yapan fabrikası, soba imalatına çevrilmeseydi,
-Ordumuzun mühimmat ihtiyacını karşıladığı gibi, Arap ülkelerine uygulanan Siyonist ambargoyu da delen Nuri Killigil, fabrikasıyla birlikte havaya uçurulmasaydı, Türkiye bugün harp ve uçak sanayiinde Avrupa ve Amerika ile boy ölçüşecekti.
Hayati çıkarları bulunan bu bölgede, kendilerine bağımlı olmayan bir Türkiye'ye nasıl söz geçireceklerdi? 1964 yılında, Kıbrıs'taki kardeşlerimizi Rum vahşetinden kurtarmaya kalktığımızda, nasıl "Hoop, bizim silahımızı Rum kardeşlerimize karşı kullanamazsın" diyeceklerdi? Birkaç aldatılmış çapulcuyla kurdukları kıytırık bir örgütü; nasıl 40 yıl başımıza bela edeceklerdi?
HAYALET UÇAĞI BİLE BİZDEN ÇALDILAR!
Hatta "Hayalet Uçak" üretmeyi başaran Etimesgut Uçak Fabrikası'nı, traktör fabrikasına dönüştürmeselerdi, bu modelden kopya çekerek meşhur "B-2 Spirit"i nasıl üreteceklerdi?
Zira bu muhteşem fabrikayı kapattırıp, bize verdikleri T-33 Jet eğitim uçaklarını üreten Lockheed firması yoluna devam etmiş ve bugün bizi hizaya getirmek için kullandıkları F-35'i üretmişti.
Devlet, Batı'nın küllerinden doğduğu en kritik yılları heba etmeseydi, hiç değilse cesur teşebbüsleri bari katletmeseydi; bugün Türkiye'nin kaç tane "Lockheed"i, "Boeing"i olurdu?
Hatta yıllar sonra, "nereden dönersek kârdır" diyen "Bayraktar" gibi yeni Vecihi Hürkuşlar; Nuri Demirağlar da, yine devletin genlerindeki "müstemleke zihniyet" tarafından yıllarca engellemeseydi, şimdi daha nice "Kızılelma"lara ulaşacaktık!
Anladınız mı şimdi?
27 Ağustos 1925 günü başımıza geçirilen o "şems siperli serpuş"la, aslında güneşi değil gözlerimizi kapatmışlar!
[1] Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, c. II, s. 207-221.
[2] Mazhar Müfit Kansu, Erzurum'dan Ölümüne Kadar Atatürk'le Beraber, Ankara 1997, s. 130-132.
[3] FO 371/10863/E7918 Lindsay (Constantiniple) to FO, 15 December, 1925; Darbeden Beter Vesayetler, s. 121-125.
[4] Fahrettin Altay, 10 Yıl Savaş ve Sonrası, İnsel Yayınları, İstanbul 1970, s. 392.
[5] Murat Sertoğlu, Mareşal Fevzi Çakmak Açıklıyor, Derin Tarih Kültür Yayınları, İstanbul 2016, s. 76, 77.
[6] M. Esat Bozkurt, Atatürk İhtilali, İstanbul Üniversitesi Yayınları, İstanbul 1940, s. 149.
[7] Taha Akyol, Curzon Raporu: Türkler Orta Asya'ya, Milliyet, 2 Ağustos 1998.
.
Kürt çocukları, askerî okullardan neden ayıklandı?
5 Ağustos 2023 Cumartesi
Yine Diyarbakır'dayız...
Çünkü Diyarbakır annelerine desteğin, "terörle mücadele" olduğunun farkındayız.
Silahlı mücadele, sivrisinek avlamaktır, köklü çözüm bataklığı kurutmaktır. Terör bataklığını kurutmanın tek yolu ise, desteği sıfırlamaktır.
Aklınıza hemen, emperyalist devletlerin silah ve para desteği gelmiş olabilir. Ancak, silahları kullanacak terörist yoksa o desteğin de anlamı yoktur. Oysa, bu silahlarla can yakan teröristlerin yetişmesine devletimizin büyük katkısı olmuştur!
İttihat Terakki'nin "ırkçılık" hastalığı, maalesef Ankara'daki yapılanmada da aynen devam etmiştir. Tek parti diktatörlüğünde; devlet gücüyle uygulanan "Türkleştirme" zulümlerinden, en fazla; (ezanı bile Türkleştirilen) Müslümanlar ile Kürtler zarar görmüştür. Dolayısıyla, ehl-i sünnetin kalesi olan Güney Doğu ahalisi, "katmerli zulüm" yaşamıştır.
Kürtlere yönelik kimlik inkarı ve ayrıştırma politikasını, 1950'den sonra da, tek parti döneminde devlette mayalanan "gizli CHP iktidarı" sürdürmüştür.
Nitekim 1925'te devreye sokulan "Şark Islahat Planı" rezaletiyle, çarşı pazarda bile Kürtçe konuşmayı yasaklayan devlet, Türkçe bilmeyenleri muhatap almayıp, "Öğren de gel" tavrı sergilemiş, 1960'tan sonra "Bu memlekette Kürt yoktur, 'Kürdüm' diyenin suratına tükürürüm" demiş, aynı bölücülüğü 1983'te de sürdürerek, "Düşüncelerin Kürtçe ifade edilmesi yasaktır" kanununu; "Kürtçe" ibaresi kullanmadan yazmayı başarmıştı![1]
Kürtler, bütün bu onur kırıcı zulümlere rağmen asla isyancı olmamıştır. Şeyh Sait isyanı da, devletin çarpıttığı gibi bir Kürt Devleti kurma amaçlı bir isyan değil; tam aksine Türkleri ve Kürtleri kaynaştıran "Hilafet" çimentosunun kaldırılmasına tepkidir.
Ortamın, "tahrik" için yeteri kadar olgunlaştığını gören İngilizler, Chatham House'da çoktan kurdukları PKK'yı, 27 Kasım 1978 günü Lice'de sahneye çıkarmıştı!
Yeni bir oyun başlamıştı! Mağdur olan Kürtlerin hakkını, aslında Kürtleri daha da mağdur edecek olan teröristler koruyacaktı! Kürtleri kurtaracak(!) örgütü kuran 22 Komünistten 10'unun "CHP'li Türk" olması bile, yeni oyunu anlamak için yeterliydi.
Nitekim, PKK ile mücadele için bölgeye giden TSK mensupları, Kürtleri PKK kamplarına göndermek ister gibi davranıyordu! Diyarbakır Cezaevi'ne; PKK düşmanı olarak girenler, devlet düşmanı olarak çıkıyor ve soluğu dağda alıyordu!
Ulusalcı/laik TSK mensuplarının Kürtlere uyguladığı zulüm, 1928 yılında askerî okullara gönderilen, "Bütün Kürt çocuklarını okuldan atın" şeklindeki "gizli" talimatın nihaî amacını çok iyi açıklıyordu![2]
Korkunç bir kısır döngü değirmeni dönüyordu. Kürt gençleri, "Bu zulme dur demek gerekir" istismarıyla PKK militanı yapılıyor; saldırılar arttıkça da Kürtlere yönelik resmî zulüm artırılıyordu!
Bu düzeni bozmak isteyenler ise derhal yok ediliyordu. Kürt olduğu için dönen oyunu iyi bilen ve bozmak isteyen Özal, "Kürt" ile "terörist"i ayırmaya çalışan Adnan Kahveci ve Eşref Bitlis Paşa ile birlikte yok edilmişti!
Artık Kürt düşmanlığı, laiklik şartı halini almıştı. 1999 yılına gelindiğinde bile, "Yılın Sanatçısı" seçilip; ödül vermek için sahneye çıkarılan Ahmet Kaya; "Yeni albümde Kürtçe şarkı olacak" dediği için küfür ve çatal-bıçak yağmuruna tutulmuştu!
2008 yılında gazetecilere terörle mücadele brifingi veren Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt, "Ülkemizde 5 bin civarında terörist var. Bu sayıyı defalarca sıfırladık ama hâlâ 5 bin terörist var. Kalıcı sıfırlama için örgüte katılımın durdurulması gerekir" sözleriyle, bu oyunu tescil etmişti!
Çok şükür artık o günler geride kaldı. Türkiye'deki terörist varlığı, iki haneli sayılara indi.
Peki bu noktaya nasıl gelindi?
Bu başarıda, istihbarat birimlerimiz arasındaki işbirliğinin ve teknoloji destekli askerî mücadelenin elbette büyük rolü var. Ancak, en tepedeki yetkili, "Sadece askerî mücadele ile olmuyor" dediğine göre, demek ki; başka şeyler de oldu!
"Demokratik Açılım"ın sabote edilmesine rağmen sürdürülen adımlarla, mağduriyetler giderildi; istismar alanları yok edildi. Bu sayede, örgüte verilen yerel destek asgariye inmişti. Ancak, bölgede on yıllardır devam eden katliam ve zulümlerden kaynaklanan korku iklimi yüzünden, lojistik ve kadro desteği tamamen bitirilememişti.
İşte Hacire Ana'nın 22 Ağustos 2019'da, korku duvarını aşarak ortaya koyduğu cesaret, "zoraki" desteğin de sonunu getirdi.
Yani yüreği yanık Kürt annelerin cesur duruşu, PKK'nın; "Biz Kürt halkının haklarını savunuyoruz" yalanını delmiş, PKK'nın; "Kürt sığınağı" değil, "gavur uşağı" olduğunu; bütün çıplaklığıyla ortaya sermiştir.
O halde, "Diyarbakır Anneleri"ni; görmemek, terör örgütüne destek vermektir!
[1]19 Ekim 1983 tarih ve 2932 sayılı kanun.
[2]Darbeden Beter Vesayetler, s.
.
O karaktersizleri isim isim açıklamazsanız...
28 Temmuz 2023 Cuma
28 Mayıs'tan bu yana CHP'de yaşananlar, kendilerini bile "İyi ki seçilememişiz" diyecek noktaya getirdi! Bu arada, mağlubiyet hesaplaşması siyasilere ilaveten gazetecilere de sıçradı. CHP'nin yayın organı olarak kurulan ve Kılıçdaroğlu ile omuz omuza Erdoğan'a; hatta bütün Müslümanlara iftira yağdıran operasyon merkezi Halk TV, ibreyi İmamoğlu'da döndürmüş olacak ki, CHP; (varlığını yeni öğrendiğimiz) sözleşmeyi iptal etti. CHP'nin, (FETÖ medyası tecrübeli) Genel Başkan Yardımcısı Eren Erdem, başka kanallarla da benzer sözleşmeleri olduğunu açıkladı!
Bu noktada, bir hatırlatma yapalım.
2019 seçimleri sonrası, "İBB'den, Türk Medya'ya her ay 10 milyon TL aktarılıyordu, durdurduk" yaygarası yapılmıştı. "İspat etmeyen müfteridir" demiştik ama o "iftira" hâlâ ortada duruyor.
Şimdi anlaşıldı ki meğer bu haysiyetsizler, kendisi sarmayı çifter götürüp, karşısındakine "Çifter çifter yeme" diyen âmâ gibi kendi çirkinliklerini bizimle örtüyorlarmış! İlginçtir, bu; FETÖ'nün çok sık uyguladığı bir yöntemdir.
Tam burada, kameramızı onlara döndürelim.
CHP, zaten "Muhalefet Cephesi"nin en ön saflarında çarpışan, bütün malzemesi Cumhur İttifakı'na saldırmak olan bir TV kanalına; ayrıca her ay neden milyonlar öder ki? Bu kanalların bütün sermayesi Kılıçdaroğlu ve diğer CHP yöneticilerinin beyan ve yorumlarıdır. CHP bu kanallara "ekstra" bir ödeme yapıyorsa, ekstra hizmet alıyor demektir! Bu da, doğal fonksiyonları olan hükümete yönelik değil; Kılıçdaroğlu'nun parti içi manipülasyonlarına medya desteğidir. Mesela Muharrem İnce'nin Cumhurbaşkanlığı seçiminde engellenmesi (dönemin Halk TV yöneticisi bunu doğrulamıştı), CHP'den ve Cumhurbaşkanlığı adaylığından uzaklaştırılması süreçlerinde bu destek çok işe yaramıştı!
Ayrıca Kılıçdaroğlu'nun, "Ben, kimin nereden ne kadar maaş aldığını biliyorum" ifadesi, bu ödemelerin medya kurumlarıyla sınırlı olmayıp gazetecilere de uzandığını göstermektedir.
40 yıldır gazetecilik yapmaya çalışan biri olarak, bu meseleye "Karşı mahallenin tartışması; bize ne..." şeklinde bakamayacağımızı düşünüyorum! Gazetecilik camiası dışındaki insanların, "Demek ki, TV ekranlarında heyecanla atıp savuranlar, vatan-millet için konuşmuyormuş" diye düşünmesinden daha doğal ne olabilir.
Yani karşıdaki tepişmeden bize de çamur sıçraması kaçınılmazdır. Sayın Kılıçdaroğlu veya diğer "bilen"ler, hangi mahallede, kim; kimden kaç lira alıyor; açıklamalıdır.
Ayrıca böyle bir ödemeyi alan kadar, veren de haysiyetsizdir. Zaten işi haber-yorum olan birilerine; ayrıca "gizli" bir ödeme yapılıyorsa, burada "gizli bir amaç" var demektir.
Her neyse Sayın Kılıçdaroğlu, 13 yıldır tekrarladığınız "dürüstlük"ten eser kalmışsa bu açıklamayı bekliyoruz...
Yoksa...
.
Evet; Ankara, Lozan'da istediğini aldı… Peki, ne istedi?
24 Temmuz 2023 Pazartesi
Tam yüz yıldır Lozan'ın "zafer mi; yoksa hezimet mi" olduğunu tartışıyoruz. Çünkü, baktığınız yere göre her ikisi de doğru görünmektedir. Elbette kim için zafer ve kimler için hezimet olduğu önemlidir. Gelin bu "derin" karanlığı; belgeler ışığında aydınlatmaya çalışalım.
"Lozan"ı doğru anlayabilmek için biraz geriden başlamak gerekir.
İngiliz Doğu Komitesi (Eastern Committee), Ocak 1919'da, Orta Anadolu'ya sıkıştırdıkları Türkler hakkında karar vermek için toplanmıştı. "Fırsat bulmuşken tamamını Orta Asya'ya sürelim" görüşü ağır basmıştı ama "Öyle yaparsak, öngöremediğimiz bir tehlikeyle karşılaşabiliriz" diyen Komite Başkanı George Curzon'un, "Türkleri Anadolu'da bırakalım ama tehdit güçlerini ellerinden alalım, Batı'ya sıkı bağlayalım" görüşünde karar kılmışlardı.[1]
O günlerde Paris Barış Konferansı'na giden Balfour'un yerine Dışişleri Bakanlığını üstlenen Curzon, tam bir Türk uzmanıydı. Kendisinin ürettiği "Başkenti Anadolu'da olan yeni bir yönetim kurulması" stratejisini; İngiltere adına desteklemişti. Nitekim Kurtuluş Savaşı'nın daha ilk günlerinde verdiği demeçte, "İstanbul Hükümeti mefluç (felç) ve Mustafa Kemal, Türkiye'nin hakiki hâkimidir" demişti. Aslında İzmir'de toplanacak olan Barış Konferansı'nı Lozan'a naklettirmiş ve İngiltere'yi o temsil etmişti.[2]
Türkiye ise; Lord Curzon gibi kurtların masasına, Mondros Mütarekesi'nin rövanşını almak için sabırsızlanan (ve çok iyi İngilizce bilen) Heyet-i Temsiliye Reisi Rauf Orbay veya teamül gereği; Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Tengirşek'in gönderilmesi gerekirken, bu işlerle hiç ilgisi olmayan; üstelik kulağı da duymayan İsmet Paşa'yı göndermişti!
Bu görevlendirmeye o bile şaşırmış, "İlk defa çizmeyi çıkarıp iskarpin giydim. Sivil ve diplomatik hayata çok yabancıydım. Lozan'da uğradığım güçlük, askerlikten gelip amatör diplomatlık yapmamdı" itirafında bulunmuştu. Gazi ise bu tercihini, "İsmet bana her zaman kusursuz itaat etmiştir" şeklinde savunmuştu![3]
Türk tarafı, bireysel temsiliyetteki bu büyük zaaf yetmiyormuş gibi ulusal temsiliyette de; "teslimiyet" anlamına gelen bir hata yapmıştı!
"Çifte davet" oyunu üzerine kurulu bir danışıklı dövüş sayesinde, Lozan Konferansı başlamadan 10 gün önce Saltanat kaldırılmıştı ama mer'i Anayasa'ya göre hâlâ devletin temsilcisi Halife ve merkezi de İstanbul idi. Ankara'daki yapılanma, anayasaya aykırı bir başlangıçtan ibaretti.
Yani Ankara yönetiminin henüz uluslararası meşruiyeti yoktu. Zaten Ankara'nın asıl derdi de buydu. Sınırın nereden geçtiği tali meseleydi! En zaruri hedef, "devlet" olabilmekti!
Bunu Avrupa temsilcileri de çok iyi biliyordu ama o "meşruiyeti" vermek için "özel" şartları vardı! İşte her iki tarafın bu "asıl talepleri"yle ilgili pazarlık, salonlardaki müzakerelerin tamamen dışında, İsmet Paşa'nın danışmanı Hahambaşı Hayim Nahum aracılığıyla yürütülüyordu. Ankara'dan yetki alan Nahum, konferans başlamadan önce Londra'da Lord Curzon ile görüşmüş, "Siz Türkiye'nin mülkî tamamiyetini (Ankara'nın meşruiyetini) kabul edin, ben İslâmiyet'i ve İslâm temsilciliğini (Hilafeti), ayaklar altında çiğnetmeyi taahhüt ediyorum" demişti.[4]
Sonra Ankara'ya gelen Nahum, planın muvaffakiyetinde söz sahibi olan merciden (M. Kemal Paşa) tekrar onay almıştı!
İsmet Paşa'nın; "Mücadeleci, müttefikleri; etrafında toplayarak sevk ve idareye muktedir bir manevracı" şeklinde tarif ettiği Lord Curzon, 11 Kasım 1922'de başlayan görüşmeleri orkestra şefi gibi yönetmişti. Öncelikle, coğrafi hedeflerini masaya yatırmış ve tamamına ulaşmıştı![5]
Lozan'da 100 kişilik Türk heyeti vardı ama gazeteci Hüseyin Cahit, "Hepsi dans öğrenmekle, briç ve poker oynamakla meşguldü. Müzakerelerle ilgili bütün bilgileri, Hayim Nahum'dan aldık" diyordu.[6]
Masadaki hedeflerine ulaşan Lord Curzon, Londra'nın asıl şartını da, "Türk mukaddesatının feda edilmesi gibi muazzam bir Hristiyanî zafer ümidi olmazsa, müzakereler kesilecek ve işler hemen fiilî safhaya dökülecektir" şeklinde aktarmıştı. "Danışman" Hayim Nahum, Curzon'un bu diplomatik tehdidini İsmet Paşa'ya, "Konferansa devam edebilmeniz için Hilâfetin kaldırılması şartını kabul etmeniz gerekir" şeklinde tercüme etmişti![7]
Son sözünü söyleyen Lord Curzon, 4 Şubat 1923 günü Londra'ya hareket etmiş, İsmet Paşa da bu yeni durumu görüşmek için Türkiye'ye dönmüştü!
Eskişehir İstasyonu'nda, İzmir'den gelen Mustafa Kemal Paşa'nın trenine geçen İsmet Bey İngiltere'nin yeni şartını iletirken, Londra'da trenden inen Lord Curzon da, ne hikmetse; henüz bitmemiş müzakerelerin kahramanı olarak karşılanıyordu!
Bir süre sonra Türkiye'nin, "Yeni şartınızı kabul ediyoruz" mesajı üzerine, Lozan'ın 2. Bölümü 23 Nisan'da başlamıştı. Ancak, istediğini alan Lord Curzon "tali meselelerin" görüşüleceği bu bölüme gelmemişti. İsmet Paşa ise, yeni tavizler için TBMM'den aldığı yeni yetkiyle tekrar Lozan'a gitmişti!
Netice itibariyle 24 Temmuz 1923 günü (100 yıl önce bugün) imzalanan "Lozan Barış Antlaşması", coğrafi tavizleri tescil eden bir "Ön Mutabakat" mahiyetindeydi. Türkiye'ye, "Diğer şartları da yerine getirirsen 'devlet' olabilirsin" mesajı verilmişti.
Nitekim acelesi olan Ankara, bu gayr-i millî antlaşmayı bir "hezimet" olarak gören ve onaylamayacağı bilinen Millî Meclis'i 1 Nisan 1923 günü "Yoruldu" bahanesiyle feshetmiş, Mustafa Kemal Paşa'ya "Senin umdelerinin (ilkelerinin) dışına çıkmayacağım" sözü verenlerden oluşan "özel" bir Meclis kurmuştu. Ve 11 Ağustos'ta oluşan yeni Meclis'in ilk işi 23 Ağustos'ta toplanarak, Lozan Antlaşması'nı kabul etmek olmuştu![8]
Antlaşma TBMM'de emrivaki ile onaylanmış ise de kamuoyunda çok tepki görmüştü. İsmet Paşa bile, "Fedakârlığı son haddine vardırdık. Toprak meselelerinde kendi zararımıza ve Müttefiklerin lehine kararlar aldık. Ekalliyetler (azınlıklar) meselesini, iktisadi ve mali meselelerden çoğunu Müttefiklerin dilediği gibi hallettik" demişti.[9]
Oysa turpun büyüğü daha heybeden çıkmamıştı!
Lord Curzon, Avam Kamarası'na, "Türkler bir daha eski savlet (dinamizm) ve şevketine (güç) kavuşamayacaktır. Zira biz, onları maneviyat ve ruh cephelerinden öldürmüş bulunuyoruz" sözü vermişti!"[10]
Ama biz ona itibar etmeyelim, kendi "güçlü" kaynaklarımıza dönelim!
Mustafa Kemal Paşa'nın en yakın arkadaşı ve İcra Vekilleri Heyeti Reisi (Başbakan) Rauf (Orbay) Bey, gazeteci Feridun Kandemir'e "Anlaşıldığına göre İsmet Paşa, Lozan'da; İngilizlerle arabuluculuk rolü oynayan Hayim Nahum Efendi'nin telkinleriyle, Hilafetin devamına müsaade edilmemesini tamamıyla benimsemiş" bilgisi vermişti.[11]
Londra-Ankara hattında yaşananlar da, bu vahameti doğruluyordu!
Zira Türkiye'nin büyük fedakârlıklarla kabul edip, özel Meclis dizayn ederek yıldırım hızıyla onayladığı antlaşmanın geçerli olması için bütün taraflarca da onaylanması gerekiyordu. Oysa İngiltere Kralı, Lozan Antlaşması için "Yeni bir çağ açacak" diyordu ama onay için bir türlü parlamentoya gönderilmiyordu.
Ankara'da ise 29 Ekim 1923'te Cumhuriyet ilan edilmişti ama kimse ilgilenmemişti!
Nihayet Lozan Antlaşması, 3 Mart 1924'te Hilafetin kaldırılmasından sonra (bir yıl gecikmeli olarak) 16 Temmuz 1924'te İngiltere Parlamentosu'nda onaylanmış ve 5 Eylül'de Milletler Cemiyeti'nde tescil edilmesiyle birlikte Avrupa devletleri, bir yıldır tanıyamadıkları(!) Türkiye Cumhuriyeti'ni tanıma yarışına girmişti!
Mustafa Kemal Paşa'nın Anadolu'dan süpürdüğü Avrupalılar şimdi kendisine "Büyük devrimci" diyor; övgüler yağıyordu. Hatta, denize döktüğümüz Yunanlıların başbakanı Venizelos, Mustafa Kemal'e Nobel Barış Ödülü verilmesini istiyoedu!
İngiliz Yazar Philip Graves, Saltanat ve Hilafetin kaldırılmasına, "Türkiye'yi, Avrupa devletine dönüştürmek isteyen devrimci adımların ilki..." demişti. "Ankara, Müslüman uyrukları yöneten bir gayrimüslim devlet için güçlükler çıkaran bir kurumu (Hilafet'i) ortadan kaldırmakla, Britanya İmparatorluğu'na olağanüstü bir iyilik yapmıştır" değerlendirmesi ise çok manidardı! (Briton and Turk, London 1941)
Tabii ki, İngiliz yazarın da dediği gibi Hilafetin kaldırılması sadece başlangıçtı! İnkılaplar da Londra'nın şartına dâhildi. Aslında Hilafet, sonraki operasyonların selameti(!) için kaldırılmıştı!
Zaten Amerika'nın Ankara Büyükelçisi olan Charles H. Sherrill de, "8. Henry gibi Gazi de Hilafeti lağvetmiş ve ruhani sınıfın nüfuzunu ortadan kaldırmıştı. Aynı zamanda namaza davetin de, Türkçe yapılmasını istemişti" derken, büyükelçilik yaptığı 1932 yılına kadarki devrimleri özetliyordu! [12]
Mağlup devlet muamelesi gördüğümüz Lozan'da, "Ne aldık ve karşılığında ne verdik" konusu özellikle tek parti diktatörlüğünün bitişiyle birlikte sürekli tartışılmıştır.
Merhum Kadir Mısırlıoğlu 1964 yılında yayınladığı "Lozan Zafer mi Hezimet mi" kitabında, bu vahim ayrıntıları daha da iddialı olarak tekrarlamıştı ve konun baş kahramanı olan İsmet Paşa hiçbir itirazda bulunmamıştı!
Ahmet Kabaklı "Temellerin Duruşması" kitabında, "İngiltere'nin, Hilafeti Türkiye'nin elinden almak yolunda ne kadar kararlı olduğunu anlatacağız" diye başladığı bölümün sonunda, "Hilafet, İngilizlerin verdiği ufak tefek tavizlere feda edilmişse... Yazık olmuştur, çok ucuza gitmiştir" noktasına gelmektedir![13]
Zaten, yüzyıllardır Hilafetin kaldırılması için uğraşan İngilizlerin, Türkleri en zayıf yerinden yakaladığı Lozan'da Hilafeti hiç gündeme getirmediğini söylemek; ancak İngilizleri hiç tanımayanların ortaya atabileceği akla ziyan bir iddiadır.
Sonuç...
Kemalistlerin "Lozan, Türkiye Cumhuriyeti'nin tapu senedidir" sözü doğrudur.
Ancak...
Kurtuluş Savaşı'nı kazanarak kurduğumuz devletin tapusunu, cephede yendiğimiz düşmandan almak ne kadar doğrudur?
[1] Taha Akyol, Curzon Raporu: Türkler Asya'ya, Milliyet gazetesi, 2 Ağustos 1998.
[2] https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/lord-curzon-1859-1925/
[3] İsmet İnönü'nün Lozan Hatıraları-I, Cumhuriyet Yayınları, İstanbul 1998, s. 125.
[4] Büyük Doğu, İsmet Paşa ve Lozan'ın İçyüzü, Sayı: 29, 6 Ekim 1950, s. 10.
[5] İsmet İnönü'nün Lozan Hatıraları-I, s. 104.
[6] Cemal Kutay, Bilinmeyen Tarihimiz-1, Dizerkonca Matbaası, İstanbul 1974, s. 294, 305.
[7] Büyük Doğu, İsmet Paşa ve Lozan'ın İçyüzü, s. 10.
[8] Eyüp Durukan, Günlüklerde Bir Ömür-V, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2011, s. 260.
[9] Ali Naci Karacan, Lozan Konferansı ve İsmet Paşa, Türk İnkılap Tarihi Ens. Yayınları, İstanbul 1943, s. 211.
[10] Büyük Doğu, İsmet Paşa ve Lozan'ın İçyüzü, s. 11, 16.
[11] Ahmet Kabaklı, Temellerin Duruşması, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, İstanbul 1993, s. 147-154.
[12] Temellerin Duruşması, s. 160-164.
[13] Temellerin Duruşması, s. 135, 148.
.
FETÖ'nün en büyük darbesi cezasız kaldı!
15 Temmuz 2023 Cumartesi
FETÖ davaları bitti ama bitmeyen FETÖ operasyonları; taban desteğinin devam ettiğini göstermektedir. Çünkü FETÖ, sadece hukukî mücadeleyle bitecek bir örgüt değildir! Yoğun taban desteği bitmedikçe FETÖ de bitmeyecektir. Nitekim PKK ile 40 yıllık mücadelemizde de, taban desteğini durdurarak sonuç alabildik. Kaldı ki FETÖ'yü, PKK gibi bir "terör örgütü" standardına indirgemek, yedi başlı ejderhayı bir başından bağlamaya çalışmak demektir.
"Yargı"nın ilgilendiği 17/25 Aralık ve 15 Temmuz gibi eylemler, FETÖ'nün; su yüzüne çıkan uçlarıdır. Bunların gerisindeki asıl gövde, yıllarca "İslâm'a hizmet" istismarıyla büyütülen ve "Dinler Arası Diyalog" maskesiyle yürütülen "Haçlı- Siyonist ittifaka hizmet" hıyanetidir.
7 Ocak 2015 tarihinde Paris'teki Charlie Hebdo dergisine, "El Kaideli kardeşler"in düzenlediği saldırı sonrasında İngiliz The Economist'te yayınlanan "Where change comes from" başlıklı makalede, "İslâm bombalanarak yıkılamaz; ama içeriden değiştirilebilir. Bunu da ancak 'İslâm'ın Martin Luther'i' olan Fetullah Gülen yapabilir" deniyordu.(1)
Peki Batı, Fetullah Gülen'den nasıl bir "değişim" istiyordu?
Bu sorunun cevabını bizzat kendisi, 1999'da yayınlanan "Diyalog" kitabında veriyor, açıkça; "Yahudiler ve Hristiyanlar veya sadece 'Allah var' diyenler, Muhammed'i peygamber kabul etmese de ehli necattır; Cennete gireceklerdir. Bunlarla işbirliği ve hoşgörü dinimizin esasıdır" diyordu.(2)
Hristiyanlara yapılabilecek en büyük hizmet de buydu! Zira milyarlarca dolar harcayan yüzbinlerce misyoner, "Hazret-i Muhammed" kalesini aşamıyordu! Her Müslüman "Peygambere inanmayan Müslüman olamaz" diyordu. Bu yüzden, "Allah'a iman esastır, peygambere inanmak (hâşâ) teferruattır" yalanı, tam olarak misyonerler hizmet ediyordu!
DİN ŞÛRASI'NDA DİYALOG KAMPANYASI!
İşte bu hıyanet katarı, "Dinler Arası Diyalog" lokomotifine bağlanmış ve yıllarca, kamu imkânları da kullanılarak yayılmıştı. 23–27 Kasım 1998 tarihinde düzenlenen "II. Din Şûrası"nda, Fetullah Gülen'in 9,5 ay önceki Papa ziyaretiyle başlattığı "Dinler Arası Diyalog Projesi" tanıtılmıştı. "Diyalog"a destek tavsiyelerinden oluşan Sonuç Bildirisi'nde yer alan "Kendi dini dışındaki dinleri, taassup ve önyargıdan uzak olarak iyi tanımaya çalışmalı" şeklindeki 28. Madde, "Diyaloğun ilk şartı, 'benim dinim son dindir, diğerleri yürürlükten kaldırılmıştır' inancından vazgeçmektir" şeklindeki "Diyalogcu Watt"ın İslâm'a iftirasının tekrarıydı! Ama artık, imam ve hatiplerin Hristiyanlık aleyhinde konuşması "hoşgörüsüzlük"tü ve yasaktı!
"Dinler Arası Diyalog çalışmalarının daha etkin şekilde yürütülebilmesi için Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde "Dinler Arası Diyalog Genel Sekreterliği" kurulmalıdır" şeklindeki 37. Madde ise, II. Konsil'de alınan, "Dinler Arası diyalog çalışmalarını koordine için Vatikan bünyesinde 'Hristiyan Olmayanlar Sekretaryası' kurulması" kararının Türkiye versiyonuydu.(3)
"Dinler Arası Diyalog" hıyanetinin taşıyıcısı "Abant Platformu"nun da kurucusu olan Mehmet Aydın, 58; 59 ve 60. hükümetlerdeki 9 yıllık "Diyanet'ten Sorumlu Devlet Bakanlığı" görevi esnasında devlet imkânlarını, bu Haçlı Projesi için seferber etmişti. Peygamberin doğum gününün bile, "Peygamberi inkâr" için kullanıldığı bu dönemde, "Din Şuraları"nın tek hedefi de "Dinler Arası Diyalog"un desteklenmesi ve yayılmasıydı!
Nitekim FETÖ'nün ifşa olmasından sonra Diyanet'in resmî sitesindeki Dinler Arası Diyalog içerikli Din Şuralarının kaldırılması üzerine, Kasım 1993'te düzenlenen "I. Din Şurası"ndan sonra Aralık 2014'teki "V. Din Şurası" geliyordu. Yani Fetullahçılar, bu iki tarih arasında kalan sürede, Diyanet'in bütün imkânlarını "Diyalog" sapıklığı için kullanmıştı.
"VATİKAN PROJESİ" NİHAYET TESCİL EDİLDİ!
17/25 Aralık hükümete, 15 Temmuz devlete ve millete yönelik darbe idi. "Dinler Arası Diyalog" ise İmanın 6 şartından biri olan "Peygambere iman"a; yani İslâm'a; yani dünyadaki bütün Müslümanlara yönelik bir darbe idi!
Nitekim 15 Temmuz'dan sonra yargıdaki FETÖ enfeksiyonun azalmasıyla birlikte, Dinler Arası Diyalog'un "Vatikan Projesi" olduğu tescil edilmiş; hatta iddianamelere, "Fetullah Gülen, Vatikan'daki görüşmeden 12 gün sonra 'gizli kardinal' olarak atandı. Papa 2. Jean Paul'ün 100 yıldır kullanılmayan 'in pecture' (Müslüman görünerek kimliğini gizleyen Vatikan görevlisi) uygulamasıyla atadığı iki gizli kardinalden biri Fetullah Gülen idi" şeklinde; ilginç ayrıntılar yansımıştı.(4)
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Diyanet'in 3-4 Ağustos 2016'da düzenlediği "Olağanüstü Din Şurası"nın açış konuşmasında, "100 bin kişilik kadroya sahip olan Diyanet, bu mücadeleyi artık üstü örtülü götürmemeli. Din İşleri Yüksek Kurulu, Pensilvanya'daki şarlatanın sözde eserlerini A'dan Z'ye incelesin. Dinimizle bağdaşmayan ifadeleri toplasın ve 'FETÖ'nün Günah Galerisi' diye bir kitap yayınlasın. Bütün gerçekler ortaya serilsin" talimatı vermişti.
"Din Şurası" sonuç bildirisinde de "FETÖ, Batı'nın desteğini sağlama adına, 'Dinler Arası diyalog' ve 'ılımlı İslâm' diyerek şaibeli girişimler başlatmış, pek çok gizemli ilişkiyle, Müslümanların aleyhine oluşturulan karanlık projelerin parçası olmuştur. Hiç şüphe yok ki Allah katında hak din İslâm'dır. Dinler Arası Diyalog adı altında dinî kültür birliği oluşturma çabası hiçbir şekilde tasvip edilemez. Kelime-i tevhidin ikinci kısmı olan Hazreti Muhammed'in risâletini göz ardı etmek asla kabul edilemez" denmişti!
Bu ifadeler, Fetullah Gülen'in sapıklığının Diyanet tarafından tesciliydi. Oysa bu söylemlerle yıllar boyunca; "Fetullah Gülen'in ne kadar hümanist(!) bir "âlim" olduğu empoze edilmişti.
Aradan geçen bir yıllık sürede Diyanet'in hazırladığı ve başkan Mehmet Görmez'in 26 Temmuz 2017 tarihinde; "Geç kaldık" itirafıyla açıkladığı "Kendi Dilinden FETÖ" isimli 140 sayfalık "Rapor"da da, "Dinler Arası Diyalog" hakkında şöyle deniyordu:
"Fetullah Gülen, Hıristiyanlık ile İslâm'ı birleştirmek için yoğun çaba sarf etmiştir. FETÖ, gerçekte II. Vatikan Konsili'nde alınan kararlara dayanan 'Dinler Arası Diyalog Projesi' hakkında ulusal ve uluslararası birçok etkinlik düzenleyerek, bağlılarını (sadece bağlılarını mı?) Hıristiyanlığa yaklaştırmıştır. Bilinçli bir şekilde kelime-i tevhidin sadece ilk kısmı öne çıkarılmış, 'Hazreti Muhammed'e iman' kısmı görmezden gelinmiştir. Bu çabalar, dinî açıdan hiçbir şekilde tasvip edilemez."(5)
Bu raporun açıklanmasından on gün sonra 5 Ağustos 2017 günü, Diyanet'in İstanbul'daki "Yaz Etkinliği" kapanışında konuşan Erdoğan, "Diyanet'in FETÖ konusunda ciddi eksiklikleri olduğunu söylemek isterim. Diyanet bu konuda çok ama çok geç kalmıştır. Bu ikazları meydanlarda ve özel görüşmelerimizde defalarca yaptık" demişti.
Nitekim Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu konuşmasından 4 yıl sonra; 8 Aralık 2021 tarihinde Külliye'de düzenlenen 40. İl Müftüleri İstişare Toplantısı'nda da, "FETÖ ihanet şebekesi ile mücadelemizde Diyanet çok önemli bir yere sahiptir" diyerek, bu "görevi" tekrar hatırlatmıştı.
BU HIYANET, DİYANET ÖNCÜLÜĞÜNDE ANLATILMALI
Diyanet elbette önemli adımlar atmıştır. Ancak, girişte de vurguladığımız gibi Fetullahçı örgüte taban desteği artarak devam etmektedir. FETÖ'ye verilen destek, Fetullah Gülen'in hâlâ bir "İslâm âlimi" olarak değerlendirildiğini ve itibar edildiğini göstermektedir. Çünkü "âlim" algısı arkasına gizlenen istismar hıyaneti, millete tam olarak anlatılamamıştır.
FETÖ'nün nasıl bir İslam düşmanı örgüt olduğu, çok daha etkin biçimde anlatılmalıdır. Bunun yetkilisi ve sorumlusu da Diyanet'tir. İmamlar, FETÖ hıyanetini hâlâ korkusuzca anlatamamaktadır. Akademisyenler için de aynı tedirginlik geçerlidir. Bu konuda güçlü bir mücadele sergilenebilmesi için gerekirse kanunî düzenleme yapılmalıdır.
Netice itibariyle, İslâmiyet'le hiçbir ilgisi bulunmayan bir istismar şebekesi olan FETÖ'nün, tıpkı Vehhabilik ve Kadiyanilik gibi aramızdan devşirilen; kullanışlı bir "İngiliz Anahtarı" olduğu, bütün Müslümanlara iyi anlatılamadığı sürece, insan ve kaynak desteğiyle sürekli güçlenecek olan bu bukalemun örgüt, dışarıdaki ve içerideki hıyanetlerine devam edecektir.
(1) https://www.economist.com/erasmus/2015/01/07/where-change-comes-from?fsrc=scn/tw/te/bl/ed/wherechangecomesfrom
(2) Selçuk Camcı, Kudret Ünal, Hoşgörü ve Diyalog İklimi, Merkür Yayınları, İstanbul 1999, s. 154-245.
(3) II. Din Şûrası Nihai Kararları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 2003, s. 780-781.
(4) Gizli Kardinal, Takvim, 4 Ekim 2016.
(5) Kendi Dilinden FETÖ, Diyanet İşleri Başkanlığı, Ankara-2017, III. Bölüm, s. 77.
.
İsveç'in NATO üyeliği ucuza mı gitti!
14 Temmuz 2023 Cuma
NATO Zirvesi'ndeki tutumumuzun, doğru değerlendirilmediği kanaatindeyim.
Avrupa'dan ABD'ye, Rusya'dan Çin'e kadar bütün emperyalist hedeflerin kesiştiği bir ülke olan Türkiye, kurulduğu günden beri "vesayet" ipoteği altındadır. Yerli uçak ve silah üretimimizin; ABD'nin "Siz uğraşmayın; biz veririz" tuzağına düşülerek; Cumhurbaşkanı İnönü tarafından durdurulması, bu vesayetin ürünüdür.
1964 yılındaki Johnson Mektubu şokunu bizzat yaşayan İnönü de, "Elden gelen ilaç olmaz; o da zamanında gelmez" atasözünü iliklere kadar hissetmişti ama artık bir kere ipin ucu, "ipsiz"e verilmişti!
İlerleyen yıllarda da emperyalist Batı, kendi ulusal çıkarlarının gerektirdiği her şeyi, "stratejik ortak" ambalajına sararak yaptırıyordu.
Aslında 1950'den itibaren, milletin oyları ile gelen iktidarlar; gerçekten milletin menfaatlerini gözetmeye çalışıyordu ama her seferinde o "ip" çekiliyordu!
Menderes'in düşürülmesinin ve ilgili iki bakanı ile birlikte idam edilmesinin asıl sebebi, Türkiye üzerindeki ABD ipoteğini; SSCB üzerinden gevşetmeye kalkmasıdır! Hakeza merhum Özal da, bu "vesayet" zincirini kırmak için uğraşmış ve bu yolda can vermiştir.
80 öncesindeki "sağ-sol" vebası; 40 yıldır uğraştığımız "terör" belası, hep bu "vesayet" düzenini koruma oyunlarıdır. Yani Türkiye, emperyalistlerin çizdiği yörüngeden çıkmaya yönelik her teşebbüsünde "darbe" yemiştir!
ERDOĞAN'I ENGELLEMEK İÇİN DE ÇOK UĞRAŞTILAR
Bu "içten dıştan" darbelerin her çeşidine Sayın Erdoğan da muhatap olmuştur. Aynı sömürü düzenini Erdoğan döneminde de sürdürmek isteyen emperyalistlere karşı verilen "İstiklâl Mücadelesi"nin finali, 15 Temmuz 2016'daki vesayeten Haçlı işgalidir.
Ayasofya'nın 2020'de açılmasının sebebi, Erdoğan'ın; bu işin ehemmiyetini geç anlaması değildir! Daha 1997'de İBB başkanlığı koltuğuna oturduğu günlerde ortaya koyduğu bu hedefe, iktidarının 18. yılında ancak ulaşabilmiştir.
Zirve ve müzakerelerde de, vesayet prangasından kurtulabildiğiniz ölçüde sonuç alabilirsiniz. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın son NATO Zirvesi'nde sergilediği özgüven, nice engellerle dolu bu zor parkurda alınan mesafenin neticesidir. ABD Başkanı Biden ile görüşmesindeki "Bundan önceki dönem ısınma turları gibiydi ama artık yeni bir süreç başlıyor" ifadesi, verdiği bu mücadelenin ve ulaştığı zaferin tescilidir. Yani "Daha başkan seçilmeden 'Muhalefet ile işbirliği yaparak Erdoğan'ı devireceğim' dedin. Meşru muhalefet yetmedi; kurduğunuz 'Erdoğan Düşmanları Kampı'na FETÖ'den PKK'ya bütün lejyonerlerinizi ekledin ama ben yine güç tazelemiş olarak karşındayım" demiş ve önümüzdeki yıl (aday olabilirse) tekrar seçilmeye hazırlanan Biden'a başarılar dileyerek; "kapak" yapmıştı!
NATO bünyesinde "Terörle Mücadele Özel Koordinatörlüğü" kurulması, FETÖ ve YPG'nin terör örgütü olarak tanınması, İsveç'in ambargoyu kaldırması vb. ilerlemeler elbette çok önemlidir. Ancak bu zirvenin asıl kazanımı, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın, Ayasofya'yı açarken kopardığı Haçlı zincirlerinin son kalıntılarını, Biden'ın önüne fırlatmasıdır.
Türkiye'nin, ABD vesayetine karşı aldığı mesafeyi, geçmiş yıllardan aktaracağımız bir kesitle, Biden'ın şahsı üzerinden yapacağımız bir mukayese ile daha iyi anlayabiliriz.
BAKIN BU BIDEN NERELERDEN GELİYOR!
ABD, 1970'li yıllarda da, Yunanistan'ın NATO'ya girmesi konusunda Türkiye engeli ile karşılaşmıştı. Bu, gümbür gümbür ilerleyen SSCB'nin önünü kesmek için şimdiki genişlemeden çok daha önemliydi.
10 Ocak 1980'de Ankara'ya gelen ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Christopher, Yunanistan'ın NATO'ya dönüşü ve 1974 Barış Harekâtı sonrasında başlayan ambargoya karşılık olarak kapattığımız ABD üslerinin açılması için Başbakan Demirel ile görüşmüş ama eli boş dönmüştü. Fakat her gün artan SSCB tehdidi sebebiyle bu iki kararın alınması çok önemliydi, ABD bunu mutlaka çözmeliydi!
Christopher'ın çözememesi üzerine, ABD Senatosu Dış İlişkiler Komitesi'nin "iş bitirici" başkanı Joe Biden, birkaç senatörle birlikte 5 Nisan 1980'de Türkiye'ye gelmişti. Dışişleri Bakanı Hayrettin Erkmen, Başbakan Demirel ve ana muhalefet lideri Bülent Ecevit'e aynı talepleri iletmişti ama yine bir ilerleme olmamıştı. (Burada, başka bir mukayese için önemli bir parantez açmak gerekir. Güneş Motel olayından dolayı Demirel ile katı bir husumet yaşadıkları halde, CHP'nin o zamanki lideri Ecevit yurtsever bir tavır sergilemiş; iktidarın durduğu yerde durmuştu!)
Konuya dönelim... Hedefine ulaşamayan Biden, Ankara'dan ayrılmadan önce Genelkurmay Başkanı Kenan Evren ile de görüşmüştü!
İşte "Bizim çocuklar başardı" müjdesinin anlamı bu görüşmede gizliydi!
Nitekim 12 Eylül darbesinden sonra başbakanlığa getirilen Deniz Kuvvetleri Komutanı Bülend Ulusu'nun 20 Ekim 1980 günü açıkladığı 1 numaralı kararla Yunanistan'ın NATO'ya dönebileceği ilân edilmiş, İncirlik dâhil; 21 üs, 18 Kasım 1980 tarihinde ABD'nin hizmetine verilmişti.
Demirel ve Ecevit ise Hamzakoy'daki eski Amerikan üssünde misafir edilmişti!
İşte bu Biden, o Biden beyler...
Nereden nereye değil mi?
Siyasî kriz aşılamıyor!.. Hükümet kurulamıyor!..
9 Haziran 2023 Cuma
Genel seçimlerin üzerinden iki hafta geçmesine rağmen hükümet kurma çalışmalarında henüz hiçbir ilerleme kaydedilemedi.
Resmî sonuçların açıklanmasından sonra Cumhurbaşkanı, hükümet kurma görevini 267 sandalyeye sahip olan AK Parti'nin genel başkanı Tayyip Erdoğan'a verdi. Erdoğan ilk koalisyon teklifini, geçmiş dönemlerde de iyi bir işbirliği sergiledikleri MHP Genel Başkanı Bahçeli'ye götürdü.
Bu temaslar devam ederken, bazı kesimlerden "Önce, en çok vekile sahip olan CHP ile görüşmeliydi" eleştirileri geldi. Cumhurbaşkanı da, "Bu yönde tavsiyede bulundum" diyerek bu eleştirilere destek verdi. Daha da ilginci, siyaset hukuku açısından hiçbir gerekçesi olmayan bu eleştiri, Genelkurmay Başkanı tarafından da dillendirildi. "Karargâh rahatsız" başlıklı röportajda yer alan, "Ulusal birliğin tesisi için 'Büyük Koalisyon'dan yanayız" ifadesiyle açıkça, AK Parti'nin; CHP ile ortak hükümet kurması istendi.
Bu baskılara tepki gösteren AK Parti lideri Erdoğan, "Ben PKK ve FETÖ ortaklarıyla ortaklık kuramam" diyerek görevi iade etti.
İkinci büyük parti CHP'nin genel başkanı olarak görevi devralan Kemal Kılıçdaroğlu, "Biz koalisyon çalışmalarını zaten seçimden önce başlatmıştık" ifadesiyle İYİ Parti'nin, hükümette yer alacağını vurguladı ve ilk resmi temas için YSP'nin; yani HDP'nin kapısını çaldı.
Görüşme sonrasında yapılan ortak açıklamada HDP Eş Başkanı "Koalisyon daveti aldık, şartlarımızı sunduk" derken, Kılıçdaroğlu da "Aradığımız desteği bulduk" mesajı verdi. Sızan bilgilere göre HDP, Başbakan Yardımcılığının yanı sıra; İçişleri, Adalet ve Millî Savunma Bakanlığını istedi ve Kılıçdaroğlu da kabul etti! "İçişleri benimdir" diyen Akşener'e başka bir formül önerileceği öğrenildi.
CHP listesinden seçilen DEVA, GP, SP ve DP gibi partilerin ise, "her üç vekil için bir bakanlık" talep ettiği söyleniyor. CHP lideri bu pürüzleri aşsa bile ancak 278 sandalyeye ulaşabiliyor, AK Parti veya MHP'den destek alamadıkça Başbakanlık koltuğuna oturamıyor!
Öte yandan AK Parti ve MHP'nin CHP ile ortaklığa yanaşmayacağını iyi bilen Kılıçdaroğlu'nun, "farklı" çözümler aradığı iddia ediliyor. "Farklı çözüm" ifadesi, CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit'in benzer bir problem için kullandığı "Güneş Motel" yöntemini akla getiriyor. Ancak Ecevit'in "Her vekile bir bakanlık" yöntemiyle 12 vekil eksiğini tamamladığı biliniyor. Oysa Kılıçdaroğlu'nun en az 23 milletvekiline ihtiyaç duyduğu görülüyor! Her şeye rağmen bu son fırsatı kaçırmak istemeyen Kılıçdaroğlu'nun "milletvekili avı" başlattığı iddia ediliyor.
Koalisyon pazarlıkları sırasında, bakanlık sayısının sınırlı olmasından dolayı çok zorlanan Kılıçdaroğlu, 35'in üzerindeki bakanlık sayısını yarıya indiren Erdoğan'a; "Devleti ne hale getirdi" diye ateş püskürüyor. Kılıçdaroğlu'nun, Kültür ve Turizm gibi bakanlıkları ayıracağı, 20 ayrı "Devlet Bakanlığı" kuracağı ve geriye kalan "bakan" açığını da "Başbakan Yardımcılığı" ile kapatacağı söyleniyor.
"TÜRKİYE BU ÇUKURDAN ASLA ÇIKAMAZ"
Bütün bu çabalara rağmen, Kılıçdaroğlu'nun, bu parlamentodan güvenoyu alabilecek bir hükümet kurmasının neredeyse imkânsız olduğunu söyleyen siyasî çevreler, "Bir hükümet kursa bile uzun ömürlü olamaz, daha da önemlisi asla köklü icraat yapamaz" değerlendirmesinde bulunuyor.
Bir CHP yetkilisi ise, "Kılıçdaroğlu; KHK'lıların iadesi, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi ve terörle mücadelenin AB standartlarına göre yürütülmesi gibi sözlerini yerine getirmeyi; siyasi kariyeri bakımından çok önemsiyor. Bu yüzden gerekirse 'azınlık hükümeti' kurmayı planlıyor" diyor.
Cumhurbaşkanının, Kılıçdaroğlu liderliğinde bir 'seçim hükümeti' isteyebileceği de iddia ediliyor.
Netice itibariyle, 7 (veya 13) parçalı bir parlamentodan istikrarlı bir hükümetin çıkması imkânsız göründüğünden, kısa süre sonra tekrar seçime gidilmesine kesin gözüyle bakılıyor. Ancak bugünkü siyasî konjonktürde, yine tek parti iktidarı mümkün görünmüyor. Yani ülkenin, bu siyasî istikrarsızlık çukurunda daha ne kadar patinaj yapacağı bilinmiyor.
Koalisyon hükümetinin bile kurulamadığı bu belirsiz süreç, yatırımcı ve işadamlarını endişelendiriyor. Bazı çevreler ise "kriz daha da derinleşmeden İMF gibi uluslararası kurumlarla işbirliği" tavsiye ediyor.
Değerli dostlar, sadece nereden geldiğimizi hatırlatmak istedim. Pazar günü seçim yapıp, pazartesi günü yoluna devam eden bir ülkede yaşamak ayrıcalıktır.
Bunlar, bugünkü ortamda çok saçma görünebilir. Ancak (genç kardeşlerim dışında), abarttığımı düşünen varsa, "alzheimer"a yakalanmış olabilir, acilen doktora gitmelidir! Nitekim bunlar, 2000'li yıllara kadar defalarca yaşanan süreçlerdir.
"Parlamenter Sistem" dedikleri vesayet düzeni devam etseydi, 14 Mayıs'ta ortaya çıkan parlamento aritmetiği, yukarıdaki faciaların çok daha ağırını yaşamamıza sebep olabilirdi.
.
Kılıçdaroğlu: 27 Mayıs'ı yapanlar bugün utanıyor! Ya yaptıranlar?
27 Mayıs 2023 Cumartesi
CHP zihniyetinin Türk milletine 20 yıl boyunca "Bayram" diye kutlattığı 27 Mayıs darbesinin 63. yıldönümü, Kılıçdaroğlu'nun; "Demokrasi isteyen bana oy versin" nutukları attığı günlere rastladığı için daha da anlam kazandı.
Sayın Kılıçdaroğlu, 2010 yılında Murat Yetkin'e verdiği röportajda, "27 Mayıs'ı yapanlar bugün utanıyor. Askerî darbeler asla savunulamaz" demişti!
O halde gelin, "27 Mayıs darbesini yaptıranlar kim" sorusunun cevabını arayalım.
1946 seçimleri öncesinde Nihat Erim'in, "Artık bir muhalefet partisi var, propaganda çalışmaları iyi gitmiyor" uyarısına bozulan CHP Genel Başkanı İnönü, "Ben ihtilalci İsmet'im. Yaptığımız bir tecrübedir. Muvaffak olursak ne âlâ, olmazsa vazgeçer eski usulde birkaç yıl daha devam ederiz" demişti! (M. Ali Birand, Demirkırat)
Bu cevap, aslında sandıkta kaybedilen 46 seçimlerinin, CHP'lilerin hâlâ sayıkladığı "oy çalma" yöntemiyle nasıl gasp edildiğini de izah etmektedir.
Aynen CHP Genel Başkanı İnönü'nün dediği gibi, millet iradesini gasp ederek tek parti diktatörlüğünü birkaç yıl daha sürdürmüşlerdi ama 1950'deki demokrasi fırtınasına engel olamamışlardı.
Gel gör ki, tek parti iktidarına alışanlar, hiç alışık olmadıkları demokrasiye sadece on yıl dayanabilmişti! Çünkü onlar için "demokrasi" kendilerinin iktidarda olması demekti!
Sayın Kılıçdaroğlu aynı röportajda, "Darbeler hep CHP iktidara yakın olduğu dönemlerde yapılmıştır" demişti ama gerçekler kendisini yalanlıyordu.
Zira 1957'de, CHP'nin ısrarı üzerine erken seçime gidilmiş ve iki dönemlik iktidar yıpranmasına rağmen DP, parlamentonun yüzde 70'ini kazanmıştı.
1950 seçimlerinden sonra "Halk yakında yanıldığını anlayacak, tekrar CHP'ye dönecek" diyen İnönü, üç defa sandığa gömülünce asıl kendisinin fena yanıldığını anlamıştı!
O halde yine "İhtilalci İsmet"e görev düşüyordu!
Nitekim halk, Menderes'in gittiği meydanlara akarken, CHP; Cumhuriyet gazetesi öncülüğündeki medyasıyla pompaladığı iftira ve yalanlarla askerî okul ve üniversite ahalisini sokağa dökmüştü. Gidişattan endişelenen DP'nin verdiği "CHP'nin, seçim dışı yollarla iktidara gelme çabalarının araştırılması" teklifi görüşülürken, CHP Genel Başkanı İnönü; hem de demokrasinin teminatı olan TBMM'de, "Şartlar tamam olduğu zaman ihtilal meşru bir haktır" tehdidini savurmuştu.
O yıllarda darbeler henüz TV'den canlı izlenemediği için haberi; damadı Metin Toker'den alan(!) İnönü, "Aaa, demek oldu" demişti!
Biraz sonra da darbeci başı Cemal Gürsel aramış, "Paşam, emirleriniz bizim için (haşa) peygamber buyruğudur" demişti. İnönü ise tam bir "CHP demokratı" olarak, "Memleket için çok hayırlı bir iş yaptınız. Ben yanınızdayım. Bir şey olursa ben hazırım" cevabı vermişti. Ayrıca eve gelen iki darbeci subay, İnönü'ye bağlılıklarını sunmuş ve birlikte balkondan; Ayten Sokak'taki kalabalığı selamlayarak "Şefimizin emrindeyiz" mesajı vermişti.
İlerleyen günlerde yetkileri Temsilciler Meclisi'ne devreden MBK üyeleri, "Paşam, idam kararlarının onay yetkisini de Temsilciler Meclisi'ne devredelim, siz bu kurula hâkimsiniz (çünkü bütün üyeler CHP'liydi), İstemiyorsanız onaylatmazsınız" teklifinde bulunmuş, İnönü ise "Başladığınız işi bitirin" cevabı vermişti. Nitekim küçük oğlu Aydın'ın yalvarmasına dayanamayan Berrin Menderes, idamları durdurması için bir saat yalvarmış ama İnönü kılını bile kıpırdatmamıştı!
O halde soru gelsin:
Sayın Kılıçdaroğlu, "Bugün utanıyorlar" dediğiniz darbeci halefleri kim?
İkinci soru:
Darbe gecesi; tankların arasından kaçarak, tıpkı İnönü gibi sonucu bekleyenler, gerçekleşmeyince de "tiyatro" diyenler "Utanmıyor" mu?
.
Dikkat… Bu bir “veda” seçimidir… Herkes “vefa” borcunu ödemelidir!
26 Mayıs 2023 Cuma
Anayasa sınırlarını aşmamak kaydıyla herkes istediği ideoloji ve düşüncenin siyasetini yapabilir. Ama iktidar olmayı hedefleyen liderler, siyasetin bir amaç değil; millete hizmet aracı olduğunu bilmelidir. Seçimlerde ise ideolojik veya etnik tabanlı "marjinal" tercihler, seçmen için adeta "harakiri" anlamına gelmektedir.
Bu enfeksiyonlu davranışla yerel bazda bile oluşan (İzmir veya doğudaki HDP belediyeleri gibi) yönetimler, adeta halkı cezalandırmaktadır! Bu bakımdan sandık başında, siyasî tartışmaları arkada bırakarak; adayların program ve projesini, bunları gerçekleştirme kapasitesini ve samimiyetini değerlendirmemiz gerekir.
"Ama Erdoğan hep ideolojik siyaset yaptı" diyebilirsiniz; doğrudur. Ama bu bir "ideolojik savaş" değildi. Öncekilerin; yani CHP'nin yürüttüğü ideolojik savaşın derin hasarını onararak "normalleşme"yi sağlamaya yönelik bir "insan hakları mücadelesi" idi. Ki, konumuz bu değil ama Erdoğan sonrası AK Parti, bu ayrıntıyı dikkate almalı ve yeni siyaset stratejisini, bu normalleşme üzerine inşa etmelidir. AK Parti'yi bekleyen en büyük tehlike, gelecek seçimdeki "aday"ın, Erdoğan'ın tarzını taklit etmesidir.
VESAYETTEN KURTULAN TÜRKİYE ŞAHLANDI!
Sayın Erdoğan'ın 30 yıldır devam eden yerel; ulusal ve uluslararası platformlardaki hizmetleri, bölgemizi ve ülkemizi çarpıcı biçimde etkilemiş ve her birimizin hayatına; "konfor"lar eklemiştir. Bugün; önyargı kıskacından bir nebze kurtulabilen herkes, Türkiye'deki ve kendi hayatındaki gelişimi rahatlıkla görebilir. Bu değişim, sadece "Dünya değişiyor" genellemesiyle izah edilemez.
Öte yandan "bir siyasî figürün şahsına düşmanlık" üzerine kurulu siyaset ve seçim stratejisi, realiteden uzak; toplum menfaatleriyle asla bağdaşmayan bir algı operasyonudur.
Ayrıca "Erdoğan düşmanlığı", emperyalist güçlerin; onların ulusal çıkarlarına değil, kendi halkına hizmet etmeye çalışan "Yeni Türkiye"ye karşı besledikleri öfkeye giydirdikleri bir maskedir.
Yani "kişisel düşmanlık" gibi sunulan bu algı, emperyalistlerin; ülkemiz üzerindeki ipoteği sürdürme tuzağıdır. Batı'nın geleneksel devlet anlayışında, kişisel dostluk ve düşmanlıkların asla yeri yoktur. Nitekim göreceksiniz; Batı'nın "Erdoğan düşmanlığı", Erdoğan'dan sonra da farklı argümanlara gizlenmiş "Türkiye düşmanlığı" olarak devam edecektir!
Durum böyle olunca, emperyalist güçlerin; Erdoğan'a yönelik bu sun'i düşmanlığının, Türk halkında; siyaset üstü bir sevgiye dönüşmesi gerekmez miydi? Yani; yedi düvelin; Türkiye'ye ve Türk milletine yönelik "müstemleke" muamelesine "Hayır" dediği için "düşman" ilan ettiği bir lider, değerli değil midir?
Ama ucuz ve kolay politikayı tercih eden Türk muhalefeti, bu emperyalistlerin peşine takılmış, onların "düşman"ını; bunlar da "düşman" kabul etmiştir!
"Rakip" ile "düşman" farklı şeylerdir. Siyasî rakibini "düşman" gören küresel vampirlerden; terör örgütlerine kadar bütün Türkiye düşmanlarını, "müttefik" olarak siyasî mücadelesine dahil etmek için kullanmak, hangi demokratlığın veya hangi halkçılığın ürünüdür?
Bu yöntemle, yıllardır; Erdoğan düşmanlığı üzerinden Türkiye düşmanlığı yapılmaktadır.
O halde, bu gerçekler ışığında; sadece ulusal çıkarlarımızı esas alan "Büyük Türkiye Zaferi" için sandığa gitme vaktidir!
Bu, aynı zamanda Türkiye'nin; sömürgeci Batı'ya cevabı olacaktır!
İYİLİĞE TEŞEKKÜR ETMEMEK, ALLAH'A ŞÜKRETMEMEKTİR!
Parlamento 14 Mayıs'ta belirlenmiş olup; bu Pazar sadece Cumhurbaşkanı seçilecek. Daha doğrusu, Erdoğan'ın zaferi ilan edilecek!
Yani, ittifaka bağlı muhafazakarların, Kılıçdaroğlu'na vereceği oylar, sonucu değiştiremeyecek. Ama kendilerinin, "CHP'ye destek olma dalaleti"ndeki mesuliyetini ikiye katlayacak!
Bu bakımdan ilk turda, "ittifak" veya farklı gerekçelerle CHP'ye oy veren "muhafazakar" parti ve cemaat mensuplarının, hiçbir gerekçesi kalmamıştır. Aynı hatayı tekrarlamaları, İslâm ve Müslüman düşmanına destekte; yani "buğd-u fillah"a muhalefette ısrar etmektir. Erdoğan ve ekibine atfedilen hatalar, asla bu itikadî fecaatin gerekçesi olamaz. Ayrıca, bu aldatılmış seçmeni, kendi kişisel hırs ve hesaplarına alet edenlerin hatası çok daha vahimdir!
Öte yandan bir Türk vatandaşının hele de bir "dindar"ın, "Erdoğan'dan ne iyilik gördük ki..." demesi; ancak "nankörlük"le izah edilebilir!
Son 20 yılımızın, dürüst bir muhasebesini yapma vaktidir!
Kıskançlığı ve siyasî hırsı bir kenara bırakma vaktidir!
VEFASIZLIK, MÜSLÜMAN VASFI DEĞİLDİR!
Bu seçimle ilgili çok önemli bir ayrıntı...
Erdoğan, 17. defa "sandık sınavı"na çıktığı için bu da "sıradan bir seçim" gibi gelebilir ama asla öyle değildir. Çünkü bu, Erdoğan'ın "son" seçimidir.
Son defa huzura çıkan Erdoğan'a "vefa" vaktidir!
Kendini; ülkesine adayan bir liderden, bir futbolcuya yönelik "jübile" centilmenliğini bile sakınmak, sevimsiz bir vefasızlıktır!
Son seçiminde rekor oy almak, Erdoğan'ın hakkıdır!
İyilik sahibine teşekkür etmek ise, Allah'a şükretmenin ön şartıdır!
.
.O gece Erdoğan kazansaydı Türkiye'yi “Gezi”ye çıkaracaklardı!
19 Mayıs 2023 Cuma
Hayatım boyunca "demokrat" bir çizgi izlemeye çalıştım. Demokrasiye sözde değil, özde bağlıyım. 40 yıldır aynı yerdeyim, toptancı bir kamplaştırmayla yapılan "yandaş" nitelemelerine de hiç aldırmıyorum.
Ancak bu şaşı bakışın, her iki mahallede de fikirlerinizi itibarsızlaştırdığını taaccüple izliyorum! Karşı mahalledekilerin bu önyargı mahkumiyetinin boyutlarını biliyorum. Ancak, kendi mahallemizdekilerin de; emek mahsulü fikirlerimize, hak ettiği değeri vermediği kanaatindeyim! Daha da garibi; defalarca ifade ettiğimiz gerçekleri, karşı mahalleden bir müptezel; mecburen yazmak zorunda kalınca o kadar değer veriliyor, makalesi bizim mahallede o kadar çok dolaştırılıyor ki; başı dönüyor! Oysa bilmiyorlar ki; o adamın, arızalı saat kabilinden bir kere söylediği "doğru"ya böyle dört elle sarılanlar, din düşmanlığına varan "yanlış"larına da "itibar" sağlamış oluyor!
Öte yandan karşı mahalle, birbirlerinin yanlış fikirlerine bile sahip çıkıyor ve bütün gücüyle yayıyor. Sürekli yakındığımız algı oluşturma güçleri de buradan geliyor!
Gazetecilikte "samimiyet" ve "güven" zor kazanılan ama çabuk kaybedilen önemli bir güçtür.
21 yıldır devam eden AK Parti iktidarından, en azılı Erdoğan düşmanının bile istifade ettiği çok önemli "ortak kazanımlar" dışında hiç bir menfaatim olmadığı gibi, ileriye dönük hiçbir siyasî kariyer planım da yoktur. Bütün birikimim ve samimiyetimle, inancım; vatanım ve milletim için çalışıyorum.
SİYASETTEKİ BAŞARI KRİTERİ DE SAMİMİYETTİR!
Kendi samimiyet imtihanımızı verdikten sonra siyasîlerin samimiyetini sorgulayabiliriz diye düşünüyorum.
Demokrasilerde seçimler, bir hizmet yarışıdır.
Halkın en az yarısının desteğini gerektiren seçim sistemimizde, iktidara gerçekten talip olanların halkın kutsal değerleri ve ulusal hassasiyetleriyle hiçbir problemi olmaması gerekir.
Bu sebeple; seçim öncesinde gündemin, terörle ve küresel güçlerle mücadeleden geri adım atılmaması; savunma sanayiinin zaafa uğratılmaması gibi konularda yoğunlaşması, seçime giren bütün parti ve adayların bu ve benzeri "beka" konularında aynı kararlılığı taşımadığı gerçeğinden kaynaklanıyordu. Oysa 14 Mayıs'taki sonuçlardan mutlu olmayan emperyalist güçlerin, hemen "kur" silahını üzerimize doğrultması, bu endişelerin ne kadar haklı olduğunu göstermiştir.
Şayet, demokrasiye ve ulusal hassasiyetlere bağlılıkta tam mutabakat sağlanan ülkelerde olduğu gibi Türk muhalefeti de, halkı endişeye sevk eden zaaflar sergilemeseydi, ana günden "iktidarın yanlışları ve proje yarışları" olabilirdi!
Nitekim muhalefetin bu zaaflarını millet ciddiye aldığı için milliyetçi oylar artarken, "ülkenin beka problemi" görüntüsü veren Kılıçdaroğlu ve HDP ile milliyetçilik vasfını kaybeden İYİ Parti kan kaybetmiştir. (Kılıçdaroğlu, 2018'de; bütün engellemelerine rağmen 30.67 oranında oy alan Muharrem İnce'nin, 2.35 puan gerisinde kalmıştır.)
ASIL HEZİMET DEMOKRASİ SINAVINI KAYBETMELERİDİR
Kılıçdaroğlu, dilinden düşürmediği "demokrasi" konusunda da tam bir hezimet ortaya koymuştur. "Baykal'a kumpas" kamburunu 13 yıldır sırtında taşıyan Kılıçdaroğlu, 3 Mart'ta zehir zemberek ifşaatla masayı terk eden Akşener hakkında "Merak etmeyin, taşlar yerine oturacak" demiş ve 13 dakikalık bir "sır" görüşmeden sonra Akşener'i; "Kumar Masası"na tıpış tıpış oturtmuştur! Sizce Kılıçdaroğlu; Akşener'i, bu 13 dakikada hangi demokratik argümanla ikna etmiştir?
Öte yandan, "Kılıçdaroğlu'na zarar veriyorsun; çekil" şeklinde yoğun baskılara muhatap olan ve "Sonuna kadar direneceğim" diyen Muharrem İnce ise seçime iki gün kala; yine bir kaset kumpasıyla pes ettirilmiştir! Kılıçdaroğlu'nun, bu operasyondan hemen sonra sergilediği "Rusya yaptı" paniği, kumpasın asıl kaynağının FETÖ olduğunu ortaya koyduğu gibi, bu çirkin olayda kendisinin nerede durduğunu da ele veriyordu!
Yani "demokrasi baharı" vadeden Kılıçdaroğlu, masasından kalkana da; karşısına çıkana da, onu "CHP lideri" yapan "gizli gücünü" göstermiş ve problemleri anıda çözmüştü!
GELELİM SEÇİM SONRASINA...
Demokratlık erdemdir ama sadece edebiyatını yapmak, demokrasi münafığıdır.
Seçime giden siyasilerin, "Biz kazanacağız" iddiaları doğal karşılanabilir. Ama bunu, "Yüzde 100 kazanacağız" noktasına vardırmak demokratik nezakete aykırıdır.
11 Mayıs'ta Külliye'deki sohbette gençler, Erdoğan'a seçimi sormuş; 30 yıldır girdiği bütün seçimleri kazanan bir liderin cevabı, "Onu Pazar günü göreceğiz" olmuştu. Oysa 13 yıldır girdiği bütün seçimleri kaybeden Kılıçdaroğlu, "İlk turda yüzde 60 oyla kazanacağım" derken, Akşener ise "Kılıçdaroğlu kazanacak, İYİ Parti yüzde 15'in üzerinde oy alacak" diye yeminler etmişti!
14 Mayıs'ta; ilk turu kaybeden hatta 2. turu da kaybedeceğinin habercisi olan bir hezimet yaşayan Kılıçdaroğlu, yine çıkmış; "28 Mayıs'ta mutlaka ama mutlaka kazanacağız" demişti!
Bu, özgüven değil, millet iradesine saygısızlıktır. Sadece diktatörler, seçimden önce "Yüzde 100 kazanacağım" diyebilir!
Bu ayrıntı, toplum barışının muhafazası açısından önemlidir. Bu tür söylemlerle dolduruşa getirilen ve mutlaka kazanacağını düşünen kindarlar, bize tehdit yağdırma yarışına girdi! Yalnız haklarını yemeyelim! Yargısız infaz etmeyeceklerdi! FETÖ'cü hakim ve savcılar eski görevine iade edilecek, onların adi(l) kararlarıyla infaz edeceklerdi!
Söylenecek çok şey var ama bu haysiyetsizleri ademe mahkum edip geçelim.
SEÇİMİ DEĞİL, GÜVENİ KAYBETMEK HEZİMETTİR!
Gerçek demokratlar için seçim kaybetmek çok önemli değildir. Çünkü siyaset, uzun bir yarıştır. Önemli olan, samimiyet ve güveni sarsmadan; zikzak yapmadan ilerleyebilmektir.
Bu açıdan bakıldığında Kılıçdaroğlu ve ekibi, seçim sonrasında da iyi bir imtihan verememiştir.
Her seçimde olduğu gibi; günler öncesinden başlatılan abartılı "sandık güvenliği" yaygaraları, bilinçli olarak seçim gecesine kadar devam ettirilmişti. Konya'da, CHP ilçe başkanının aracında, Kılıçdaroğlu'na "Evet" basılmış yüzlerce oy pusulası ele geçirildiği saatlerde, Ankara'da; CHP Seçim İşlerinden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Muharrem Erkek "Ne entrika çevirirlerse çevirsinler milletin iradesini engelleyemezler" açıklaması yapmıştı!
Oysa Konya'daki olay, sadece bireysel bir sahtekarlık değildi. Şayet Erdoğan, kritik bir farkla kazansaydı, Türkiye'nin farklı bölgelerindeki çöplerden, binlerce benzer sahte pusula çıkacaktı! Seçim gecesi yaşananlar, bu kaos planını ifşa etmişti.
ARAŞTIRMA ŞİRKETLERİ, FETÖ VE CHP ORTAK YAPIMI KAOS PLANI
CHP'ye çalışan kamuoyu araştırma şirketleri, seçim öncesinde ısrarla yüzde 53-55 gibi hayalî sonuçlar ilan etti. Bu oranlar, Kılıçdaroğlu başta olmak üzere CHP'nin bütün yöneticileri ve müttefiklerini büyük bir beklentiye soktu. Akşener öncülüğündeki 6'lı masa bileşenleriyle birlikte, bu sahte sonuçları kullanarak "Mutlaka kazanacağız" açıklamalarıyla milleti şartlandırdılar.
Bazı ana akım TV kanallarında AK Partililere hatta Erdoğan'a ısrarla sorulan, "Seçimi kaybetmeye hazır mısınız? Kaybederseniz tavrınız ne olur" şeklindeki ısrarlı sorular da, o geceye yönelik kaos planlarına zemin hazırlamıştı!
Böyle gelinen seçimin akşamında ise operasyon uzmanı FETÖ devraldı nöbeti!
Valizi elinde bekleyen firarî FETÖ'cüler öncülüğündeki troller ve CHP'nin sosyal medya örgütü, o akşam saat 18.00'den itibaren yoğun bir "Kılıçdaroğlu ezici çoğunlukla geliyor" kampanyası başlattı.
Buna, CHP yöneticilerinin de katılması, "üst seviye bir organize iş" çevrildiğinin habercisiydi. Sandık sonuçlarını değil, planladıkları stratejiyi izliyorlardı!
"HDP'ye mesafeli" diye bilinen ancak seçim öncesinde "Apo Bey" noktasına gelen "Ülkücü Mansur" ve Erzurum'da başlattığı tahrik siyasetini "çelik yelek"le korumaya çalışan Ekrem İmamoğlu, seçim gecesinde de iş başındaydı! Nöbetleşe yaptıkları "Öndeyiz" açıklamaları, FETÖ'nün başlattığı kirli organizasyonun yeni aşamasıydı!
Kılıçdaroğlu'nun, "(Anka'ya göre) Öndeyim" diye açıklama yaptığı 19.44'teki Anka verisinin, "Erdoğan: 50.65, Kılıçdaroğlu: 43.99" şeklinde olduğu ortaya çıktığından, bu açıklama düpedüz "yalancılık"tı.
Artık "uzatmaları" oynayan Kılıçdaroğlu'nun güven ve itibar gibi bir endişesi olmayabilir. Ama uzun vadeli planları olan Mansur Yavaş ve Ekrem İmamoğlu, seçimle birlikte; demokrasi ve samimiyet imtihanını da kaybetmiştir.
YALANLARINI GİZLEMEK İÇİN AA'YA "YALANCI" DEDİLER!
Bu arada 2.500 elemanı ve profesyonel partneriyle sandık başından aktardığı organik verilerle, FETÖ'nün "Kılıçdaroğlu kazandı" manipülasyonunu çürüten Anadolu Ajansı, boy hedefi haline getirilmişti. Bu çirkin linç, o kadar abartılmıştı ki, "tetikçi" İmamoğlu, "Anadolu Ajansı'nın itibarı sıfırın altında" diyecek kadar irtifa kaybetmişti! Zira ertesi gün YSK'nın açıkladığı resmî veriler, AA'yı; CHP'nin boy hedefi haline getiren verilerin aynısıydı! Ayrıca Kılıçdaroğlu'nun, Bilgi ve İletişim Teknolojilerinden sorumlu Genel Başkan Yardımcısını kovması, her seçimde yaşadıkları iletişim fiyaskosunun aynen tekrarlandığını gösteriyordu.
Manipülasyona doymayan İmamoğlu, "sadece kendisinin bildiği kaynağa" dayanarak Kılıçdaroğlu'nu "13. Cumhurbaşkanı" ilan etmiş, doğru verileri paylaşanlara "yalancılar" demişti! Ama birkaç saat sonra Kılıçdaroğlu'nun, "Milletimiz 2. tur diyorsa başımız üstüne" açıklaması, "Asıl 'yalancı' İmamoğlu" anlamına geliyordu!
FETÖ DESTEKLİ KAOS PLANI TUTMADI
Bu operasyonun çirkin bir hedefi vardı. O gece Cumhurbaşkanı Erdoğan yüzde 50.10 gibi kritik bir sonuçla kazansaydı veya Kılıçdaroğlu yüzde 49 gibi bir oranla kaybetseydi; "Oylarımız çalındı" yaygarası yaparak, kandırdıkları insanları sokağa dökeceklerdi. Bu ise asla masum bir protesto (neyin protestosuysa) olmayacaktı! Günler öncesinden başlatılan bu manipülasyonlar, o gece ve ertesi günkü kalkışmada öfke ve kini artırmak amacını taşıyordu. "Özerklik" denemelerine hazırlanan, kalkışma uzmanı HDP'nin de katkılarıyla, 6-7 Eylül'ü aratan günler yaşanacaktı. Demirtaş'ın AA'ya çamur atan, "Sandıklardan ayrılmayın, kesinlikle öndeyiz ve ilk turda bitecek" yaygaralarının amacı da buydu?
Erdoğan'ı, 1946 seçimleri öncesinde Nihat Erim'e "Yaptığımız bir tecrübedir, kazanamazsak vazgeçeriz" diyen ve gerçekten kaybedeceğini anlayınca, iktidarı dipçikle gasp eden eski genel başkanları İnönü ile karıştırmışlardı!
Hiç mübalağa etmiyorum, bu günlerde Türkiye, "Gezi" benzeri bir hıyanet yaşıyor olacak, Erdoğan'ın kesinlikle gideceğine inan(dırıl)an Batı da, duruma el koyma fırsatını kaçırmayacaktı! Nitekim İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, bu konudaki istihbarî tespitleri paylaştığı açıklamasında, Atina'daki Lavrion Kampı'ndan, Türkiye'de bir karışıklık çıkması durumunda, derhal devreye girilerek karmaşa çıkarılması için talimat verildiğini açıklamıştı! Niye Lavrion acaba?
İlginçtir, "Gezi senaryosu" çökünce, Gezi sponsorunun hisseleri de çökmüştü!
İşte Kılıçdaroğlu'nun vadettiği demokrasi buydu!
HIRSLARI; AKILLARINI ESİR ALMIŞ, VİCDANDAN ESER KALMAMIŞ!
Çok çirkin bir samimiyetsizlik daha...
6 Şubat'ta yaşadığımız korkunç felaket, 85 milyonun katkı sağlamasını gerektiren bir boyuttaydı. Sayın Kılıçdaroğlu da iki gün sonra bölgeye gitmişti ama enkaz önünde çektiği videoda "Yaşananlara siyaset üstü bakmayı ve iktidarın yanında hizalanmayı reddediyorum" demişti. Sanki deprem haşa; iktidarın eseriydi!
"Hazır iktidarı fena durumda yakaladık, bu fırsatı kaçırmayalım" ucuzluğuna sarılan Kılıçdaroğlu, Erdoğan'ın; seçimden bahsetmeyi bile ayıp saydığı bir ortamda "Sakın seçimi ertelemeyin" telaşına düşmüştü. Sonrasında ise hiç yapmamaları gereken şeyi ısrarla yapmış ve hassas durumda olan depremzedeleri sürekli tahrik etmişlerdi. Oysa Erdoğan'ın; kentsel dönüşüm için yalvardığı yıllarda, "Rantsal dönüşüme hayır" kampanyaları yürüten Kılıçdaroğlu; İmamoğlu ve Akşener gibi samimiyetsizler korosu şimdi de, "Kentsel dönüşüm yapmadığınız için bu insanlar öldü" temposu tutuyordu!
Bütün bu çirkin tahriklere rağmen, Kılıçdaroğlu'nun "enkaz soygunu" tutmamış, basiret sahibi depremzedeler; samimiyet testini kazananları tercih etmişti.
Ama hırsının esiri olmuş vicdansızların inebileceği seviyesizliği tahmin etmek mümkün değildi. "Galiba yanlış insanlar ölmüş, keşke siz ölseydiniz de bu oyları veremeseydiniz" diyecek kadar adileşmişlerdi. CHP büyükşehir belediyesi, depremzedeleri; devletin tesislerinden atmıştı. Kılıçdaroğlu'nun "Ne yapıyorsunuz, daha seçim bitmedi" mealindeki samimiyetsiz uyarısına rağmen "Gözünüze dizinize dursun" alçaklığı son sürat devam etmektedir. Görünüşte "Helalleşelim" muhabbeti yapan CHP zihniyetinin, fırsat bulduğunda ne kadar habisleşebileceğini kimse tahmin edemez!
PARLAMENTER SİSTEM BİTTİ, YENİ HEDEF "TEK ADAM" OLMAK!
Bütün bu rezaletleri bir gecede unutan Kılıçdaroğlu, "Vallahi de billahi de sonuna kadar mücadele edeceğim! Bur-da-yım..." şeklindeki amatör video ile "28 Mayıs harekâtı"nı(!) başlattı.
Aslında bu video, samimiyetsizliğinin de açıkça ilanıydı!
Çünkü, 14 Mayıs seçimlerine, "Tek adam sistemini değiştireceğim" iddiasıyla giden bir liderin, TBMM'ye yansıyan "Biz bu sistemden memnunuz, değiştiremezsin" iradesinden sonra "Başkanlık yarışı benim için anlamsız hale geldi" dürüstlüğünü gösterip çekilmesi gerekirdi. Ama Kılıçdaroğlu, Türkiye'yi 5 yıl boyunca; parlamentonun bile desteklemediği tam bir "Tek adam" olarak yönetmeye talip olmuştu!
Hatta "tek adamlık" dediği makama oturabilmek uğruna samimiyetsizliği yeni bir boyuta taşıyan Kılıçdaroğlu, HDP/PKK zaafını, 15 günlüğüne derin dondurucuya koymuş ve "CHP teröre kökten karşıdır" kampanyası başlatmıştı. Şaşıracaksınız ama Kılıçdaroğlu "Beka Meselesi"nden bile bahsetmeye başladı! Şırnak şehitlerimize herkesten önce "rahmet" diledi! "Ben asla terör örgütüyle masaya oturmam" dedi. Ama terör örgütünün "Ankara Şubesi"nde ne sözler verdiğini hâlâ açıklayamadı!
O artık "yeni" bir Kılıçdaroğlu idi! Hatta PKK ile mücadele için siyasî hayatını riske atmaktan çekinmeyen ve Kandil'e can çekiştiren Erdoğan için "PKK ile görüştü" bile diyebilirdi! Çünkü o, FETÖ tipi İngiliz siyaseti uyguladığından 360 derece dönebilir, "dürüstlük" hariç her şey olabilirdi!
40 yıllık milliyetçileri şaşırtan bu milliyetçi(!) duruş, 28 Mayıs'a kadar devam edecektir. Bu danışıklı dövüşe HDPKK da sabredecektir!
İhtiyaç duydukları kabın şeklini alan bu ilkesizler, seçmeni de; nabzına göre verdikleri şerbetle kandıracaklarını zannediyor! Bu yüzden "2. tur 'sıfır'dan başlayacak" diyorlar ki, milletin hafızasını da sıfırlamak istiyorlar!
28 Mayıs için yeniden başlattıkları zikzaklar, ucuz pazarlıklar ve halkı kandırmaya yönelik şeytanlıklar, hâlâ ders almadıklarını; entrikacılıkta ısrarlı olduklarını göstermektedir.
LÜTFEN ÖĞRENİN ARTIK, "HALKA RAĞMEN" YAPAMAZSINIZ...
Ey muhalifler, bu çarpıcı tespitleri "yandaş saçmalığı" görüyor; hiç önemsemiyor olabilirsiniz! Ama defalarca gördüğünüz gibi halk önemsiyor. Çok istediğiniz iktidar değişikliğini de ancak halk yapabiliyor. Öte yandan, yüz yıldır uğraştığınız halde bu halkı değiştiremediğinize göre sizin değişmeniz gerekiyor!
"Kem alat"la "kemalât" olmaz! Samimiyetsiz takıyecilerle hedefe ulaşılamaz.
Bu sebeple, samimiyette; güvenirlikte; yerli ve millîlikte ve en önemlisi de demokratlıkta, Erdoğan'ı geride bırakacak bir lider bulamadığınız sürece patinaja devam edersiniz.
Her şeye yeniden başlamalısınız. Vesayetçi kafayı değiştirip, kendi ülkeniz ve milletiniz için düşünmeyi öğrenmelisiniz.
Ya da... Sizi, "tuvalet terliğine bile oy vermeye" sürükleyen kin ve nefretten vazgeçip, halkın sesine kulak vermelisiniz...
.Demokrasi mi, kasetli diktatörlük mü?
12 Mayıs 2023 Cuma
Demokrasinin hazmedildiği ülkelerde seçimler, hizmet yarışının tezahür ettiği süreçlerdir. İktidarlar değişir ama daima millet kazanır.
Peki, bu seçimde de durum aynı mıdır? "Kim gelirse gelsin, emperyalizmle ve emperyalistlerin maşası olan terörle mücadelede; inanç ve ibadet özgürlüğünde geldiğimiz seviyeden asla taviz vermez, buna ilaveten yeni kazanımlar elde ederiz" diyebiliyor muyuz?
Maalesef hayır...
Adı "seçim" ama öyle keskin bir viraja giriyoruz ki, ya hasarsız geçip; yola devam edeceğiz veya virajı alamayıp uçuruma doğru gideceğiz.
Oy vermek, en büyük vebaldir. Sağduyu ile karar vermelidir. Kişisel hesaplar, umumî menfaatlerin önüne geçmemelidir!
Aday listelerinde; tamamen ulvî gerekçelerden kaynaklanan memnuniyetsizlikler; veya "Erdoğan iyi ama..." şeklinde başlayan yakınmalar bizi yanıltmamalıdır.
AK Parti'nin hatasız olduğunu söylemek elbette mümkün değildir. Ancak, kendi aramızda hata aranacak zaman da değildir. Karşımızda her gün biraz daha derinleşen çirkeflikleri görmeyip de, kendi saflarında kusur aramak nasıl bir mantığın ürünüdür?
Bugünkü siyasî yelpazede, yedi düvel ve içimizdeki İttihatçıların "Erdoğan gitsin" hedefine hizmet ederek, "daha iyisinin" geleceğini düşünmek akıl yoksunluğudur. Abdülhamid Han'a yapılanlardan hatta sonrasındaki itiraflardan ders alamamak, gafletin en büyüğüdür!
KAYBEDECEKLERİMİZİN FARKINDA MIYIZ?
Öyle bir noktadayız ki, kavuştuğumuz maddi-manevî nimetlerin artmasını elbette çok istiyoruz ama mevcutları muhafaza etmenin bile büyük kazanç olacağını bilmiyoruz. Zarar etmek için alışveriş yapmak ahmaklıktır.
"Ezan"ı kaybetme tehlikesini görmeyerek "soğan"ı ucuza yeme derdine düşenler, bütün kayıplara rağmen "ucuz soğan" hayaline kavuşacağını nereden bilmektedir? Oysa daha önemli değerlerimizi esas alırsak; refah da peşinden gelecektir.
"Zaman" huzur ve rahatın en büyük düşmanı, zulüm ve hıyanetin ise en büyük müttefikidir. İstikrar çok değerlidir ama uzadıkça, en büyük düşmanı olan "rehavet"i üretir. "Zaman"la oluşan "nisyan" hüsranla biter. "Hafıza-i beşer nisyan ile malüldür" deyişi, nice pişmanlıkların ürünüdür.
Velhasıl; milletimiz, sandık başında çok ciddi bir imtihan verecektir. Ve bu karar, sadece sahiplerini değil; Türkiye'yi etkileyecektir.
Gerekçesi ne olursa olsun, bugünün mimarlarına oy vermeyenler:
-Teröristlerin kaptığı evlatlarını yıllardır HDP'den isteyen annelerin,
-40 yıldır devam eden terör belasına verdiğimiz şehitlerin,
-Dinimizin emri olan başörtüsü yüzünden süründürülenlerin,
-On yıllarca PKK'dan zulüm görmüş olan Kürt ailelerin,
-Mahkemelerde ve her yerde FETÖ zulmüne uğramış mağdurların,
-Nihayet, 80 yıl emperyalizmin oyuncağı olmuş bütün Türkiye'nin vebalini yüklenecektir.
Bunları düşünmeden "yanlışa verilen" veya sandığa gitmeyerek "doğruya verilmeyen" oylar yüzünden, bugünlerimizi ararsak; müsebbipler bilsin ki, her iki dünyada da elimiz; yakalarındadır!
Ayrıca yaşanan rezaletler bizi hiç mi ilgilendirmiyor? 13 yıl önce, FETÖ kasetiyle CHP'nin başına geçen bir kifayetsiz, masasından kalkan veya karşısına çıkan herkesi kasetle bertaraf ediyor. Demokratik bir ülkede bunlar nasıl olabiliyor?
Gerekçesi ne olursa olsun, bunlara; doğrudan veya dolaylı destek vermek, demokrasiyi katletmektir.
.
.Evet... Kürtlere, ''Terörist'' gözüyle bakmak, PKK'ya hizmettir!
3 Mayıs 2023 Çarşamba
Millet İttifakının Cumhurbaşkanı adayı Kılıçdaroğlu "Milyonlarca Kürt'e terörist muamelesi yapılıyor" uyarısını sık sık tekrarlarken, müttefiki Akşener de bu iddiayı destekliyor ve "Bu bir felakettir" diyor.
Gerçekten Kürtlere "PKK'lı" gözüyle bakmak, teröre hizmet etmektir. Ve gerçekten devlet, yıllar boyunca bütün Kürtlere "terörist" gözüyle bakmakla kalmamış; aynı zamanda "terörist" muamelesi yapmıştır.
O halde gelin; tam da terörün can çekiştiği bir dönemde, PKK'ya can suyu anlamına gelen bu "kritik" uyarılara kulak asalım ve biraz "geriye" çekilerek fotoğrafın bütününe bakalım.
Kürtler, bu coğrafyanın en "dindar" ırkıdır. Kürtlerle Türklerin dostluğu, "İslâm" ortak paydasına dayanmaktadır. Anadolu'nun kapılarını Türklere açan Malazgirt Zaferi, Selçuklu-Mervanî ittifakıyla kazanılmıştır. Sonraki yıllarda da devam eden bu Kürt-Türk ittifakı; nice zaferlere imza atmıştır. Mesela Kudüs'ü Haçlı işgalinden kurtaran Selahaddin-i Eyyubî Kürt'tür.
Osmanlı'yı parçalamaya çalışan İngilizler, özellikle Arapları ve Kürtleri; "Bağımsızlık" vaadiyle ayaklandırmak için yıllarca çaba sarf etmiştir. Arapların aksine Kürtler bu oyuna gelmemiştir. Bu entrikanın farkında olan ve başlatacağı Anadolu Hareketi'nde Kürtlerin önemini çok iyi bilen Mustafa Kemal Paşa, Samsun'dan yola çıkarken, Kürt liderlerden Cemilpaşazâde Kâzım'a gönderdiği 11 Haziran 1919 tarihli telgrafta, "Bağımsız bir Kürdistan İngilizlerin plânıdır. Ancak, Kürt kardeşlerimizin merbutiyetini (aidiyetini) teminat altına almak için gerekli hak ve imtiyazları verme yanlısıyım" demişti. (Andrew Mango, "Öz kardeş"ten "inkâr"a, Derin Tarih, Kasım 2014, s. 56-67.)
Nitekim İstiklâl Savaşı'na verdikleri desteğe "teşekkür" için 1921 Anayasası'nda Kürtlere "muhtariyet" hakkı verilmiş ve 11. Madde ile de bu özerkliğin çerçevesi çizmişti.
Ancak 1923 sonunda CHP'nin (Halk Fırkası) kurulmasıyla birlikte estirilen "Değişim" rüzgârı, Kürtler de fena sallamıştı!
"4 ilke"den biri olan "Milliyetçilik", tek parti icraatına; "ırkçılık" olarak yansımıştı. Müslümanlara karşı yürütülen operasyonların da muhatabı olan Kürtler, "çifte mağdur" durumuna düşmüştü.
Nitekim 1924'te Hilafetin kaldırılmasına, "Türklerle ortak paydamız ve devletle bağımız koparıldı" diye tepki gösteren Şeyh Said'in 1925'teki kıyamı; "Kürt İsyanı" olarak yansıtılmış ve keskin politika değişikliğine gerekçe yapılmıştı.
Bazı örneklerle bu süreci somutlaştırmaya çalışalım...
KÜRTÇE KONUŞAN İSTİKLAL MAHKEMESİNE...
Meclis Başkanı Abdülhalik Renda'nın hazırladığı ilk "Kürt Raporu", "CHP Zulmü"nün "navigasyonu" olmuştu. Kürtlerin çoğunlukta olduğu bölgede "Türkleştirme" yapılmasını öngören rapor, Kürtlerin; kendi dillerini konuşmasını "Milli aidiyete darbe" olarak görmektedir!
Bu rapor ışığında, 8 Aralık 1925'te başlatılan "Güneş-Dil Teorisi" ve "Vatandaş, Türkçe konuş!" kampanyalarıyla, "Kürt ve Kürdistan" ibareleri yasaklanmıştı! Nitekim 24 Eylül 1925'te yayınlanan "Şark Islahat Plânı"nın 13. Maddesi'nde Kürtlerin yaşadığı il ve ilçeler sayılıyor ve "Buralardaki devlet dairelerinde, mekteplerde, çarşı ve pazarda Türkçeden başka lisan kullananlar devlete karşı gelme suçuyla cezalandırılır" deniyordu. "Devlete karşı gelmek" ise "idam mangası" gibi çalışan İstiklâl Mahkemesi'nin sahasına giriyordu.
Kürtlerin TSK'dan ayıklanması konusunda da özel çaba sarf ediliyordu. 1928 yılında Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak'ın imzasıyla Askerî liselere gönderilen "gizli" emirle, "Kürt çocuklarını ayıklayın" talimatı verilmişti!
Çarpık CHP zihniyeti; batıdaki okullardan "Kürt'sün" diye attığı öğrencilerin doğudaki okullarda okuyan kardeşlerine de, her sabah "Türk'üm..." dedirtiyordu!
CHP'nin Kürtlüğü ve Kürtçeyi yok etme operasyonu, Kürtlerin yoğun yaşadığı köy ve şehirlerde ise korkunç bir "katliam"a dönüşmüştü.
Şeyh Said İsyanını bahane eden devlet, Kurtuluş Savaşı'nda şehit düşen Kürtlerin köylerine; günlerce bomba yağdırmıştı! Ağrı'da yürütülen katliamlardan kaçarak Zilan Deresi'ne sığınan 15 bin Kürt imha edilmişti! (Cumhuriyet, 16 Temmuz 1930) Bu sayı, Kürt yazar Hesen Hişyâr Serdî'ye göre ise 47 bin idi!
CHP Hükümeti, 1931'de çıkardığı 1850 sayılı kanunla, bu katliamları "suç" olmaktan çıkararak memurlarını korumuştu!
Zaten onları teşvik eden bizzat Başvekil İsmet Paşa idi. 31 Ağustos 1930 tarihli Milliyet'e verdiği demeçteki, "Bu ülkede sadece Türkler ırksal hak talep etme hakkına sahiptir. Her ne pahasına olursa olsun, ülkemizde yaşayanları Türkleştirecek, karşı çıkanları yok edeceğiz" demişti.
BAKAN'DAN KOMUTANA: ONLARI MAĞARAYA GÖM...
Dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Tunceli 4. Umum Müfettişi Abdullah Alpdoğan'a 26 Nisan 1937'de gönderdiği "Çok gizli" mektupta şu inanılmaz ifadeleri kullanmıştı:
"Yakıcı ve boğucu gaz talep etmişsin. Hükümette bazı kendini bilmezler, taleplerinin karşılanmaması için çalışıyor ama başarılı olamadılar. Cumhurreisimiz ve Başvekilimiz taleplerinin derhal tedarik edilerek yerine ulaştırılması emri vermişlerdir. Bütün şakileri o mağaralara göm, göm ki bir daha canlanmasınlar."
Bu katliam talimatının aynen yerine getirildiğini yine Şükrü Kaya'nın "teşekkür" mektubundan anlıyoruz:
"Muhterem Komutan, Mağaralarda kullanılan gazların şakileri tamamen bertaraf ettiğini bildirmişsin. Gazan mübarek olsun. Madalya ile taltif edileceğini bildirmek isterim."
Bakan bey, matbuatı uyarmayı da unutmamıştı! Cumhuriyet'in sahibi Yunus Nadi'ye gönderdiği mektupta, "Muhabirinizin çektiği; Dersim'in Islahı Projesi fotoğraflarını bakanlığımıza iade ediniz" diyordu. Ayrıca 4 Temmuz 1937 tarihli gazetede çıkan haberi beğendiklerini belirterek, "Harekât" ile ilgili haberlerin bakanlıkça kontrol edildikten sonra yayınlanması konusundaki mutabakatı hatırlatmıştı. Hükümetin beğendiği haberde, Kürtleri imha eden asker, "Kahraman Türk Çavuşu..." başlığıyla övülmüştü!
ÇAĞLAYANGİL, KILIÇDAROĞLU'NA DERSİM KATLİAMINI ANLATTI
CHP lideri Kılıçdaroğlu'nun memleketi olan "Dersim'in temizlenmesi"ne özel önem veriliyordu. Köylerin nasıl yakılacağını anlatan "Eşkıya Takibi ve Mağara Aramaları İçin Talimatnameler" el kitabı hazırlanmıştı.
Operasyona katılan pilot Sabiha Gökçen, "Canlı ne görürseniz ateş edin emrini almıştık. Asilerin gıdası olan keçileri dahi ateşe tutuyorduk" demişti!
Köylerin ve mezraların nasıl yakıldığını, mağaralara sığınanların ise zehirli gazla nasıl imha edildiğini İhsan Sabri Çağlayangil, Dersim Katliamını merak eden Kemal Kılıçdaroğlu'na, 1986 yılında; açık yüreklilikle her şeyi anlatmıştı:
"(Kürtler) mağaralara iltica etmişti. Ordu, mağaraların içinde zehirli gaz kullandı. Bunları fare gibi zehirledi. Yediden yetmişe o Dersim Kürtlerini kestiler. Kanlı bir harekât oldu." (Ses kaydı: https://www.dailymotion.com/video/x15ws9r)
Kılıçdaroğlu, çok merak ettiği bu çarpıcı ayrıntıları nedense hiç dile getirmemişti! (Soner Yalçın, Kılıçdaroğlu Sordu, Çağlayangil Yanıtladı. Konu: Dersim, Hürriyet, 22 Ağustos 2010)
Hızını alamayan CHP Hükümeti, Almanya'ya peşin para göndererek; kemikten geçerek iliği yakan "İperit (Hardal) gazı" siparişi verilmişti. Bu gazın nerede kullanılacağı sorusuna, Kürtleri kastederek "Eşkıyaya karşı" cevabı verilmesi üzerine Almanlar, "Biz bu gazı devletlerin, kendi milletine kullanması için üretmedik" diyerek, parası ödendiği halde göndermemişti. Harekât bittikten sonra gönderilen 30 ton zehirli gaz, Mamak'ta bulunan Gaz Kimya hanesi yakınındaki tel örgülü arazide; açıkta duran bidonlarda yıllarca bekletilmiş ve 1950'den sonra imha edilmişti. (İşgale Benzer Hıyanetler, s. 97)
Tek parti yönetimi ırkçılığa doymuyordu! İşi "kafatası taraması"na kadar götürmüşlerdi. Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt, (geleceğin Millî Eğitim Bakanı) Reşid Galip ve (geleceğin Başbakanı) Şemsettin Günaltay, 10 ayrı ekip ile Anadolu'nun 10 değişik bölgesinde 40 bin kişinin kafatasını ölçerek "Türk" olup olmadıklarına karar vermişti! Kafatası ölçüm sonuçlarının açıklandığı, 18 Eylül 1930 Gölcük Yaylası'ndaki basın toplantısında Bakan Bozkurt, "Türk vatanında, 'öz Türk' olmayanların bir hakkı vardır, o da Türklere hizmetçi; köle olmaktır" demişti. (Aydın Engin, Cumhuriyet, 21 Eylül 2014)
Kürtlere yönelik CHP zulmünü burada anlatmakla bitiremeyiz. Daha nice vahim ayrıntıları merak edenler, bu konuda yazılmış kitaplara müracaat edebilir. Biz sonraki döneme geçelim...
BU ZULÜMLERİ, DARBECİLER DE AYNEN DEVAM ETTİRMİŞTİ
DP iktidarında bırakılan Kürtleri yok sayma politikası, devlet yönetiminde CHP zihniyetini hâkim kılmak için yapılan 27 Mayıs darbesiyle tekrar hortlamış, cuntacılar; darbeden dört gün sonra 485 Kürt lideri, Sivas'taki sürgün kampında toplamıştı.
Millet Meclisi'nde "Kürt ve Kürtler" demek bile yasaklanmıştı. İnkâr hastalığı öylesine depreşmişti ki, Diyarbakır'a giden Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel, kendisini dinleyen Kürtlere, "Bu memlekette Kürt yoktur. 'Kürdüm' diyenin suratına tükürürüm!" demişti!
5 Ekim 1960 tarihinde, güya uzun vadeli stratejiler geliştirmek için kurulan Devlet Planlama Teşkilatı, kalkınma projelerine(!) "Doğu'nun Türkleştirilmesi" ile başlamıştı! "Karma" yatılı okullar açarak ve Türk erkekleri; Kürt kadınlarla evlendirerek Türklük bilinci(!) vereceklerdi!
CHP'nin ırkçı tavrını, 12 Eylül 1980 darbecileri de; katılaştırarak sürdürmüştü. 19 Ekim 1983 tarih ve 2932 sayılı kanunun 2. Maddesinde, "Türkiye'nin tanıdığı devletlerin birinci resmî dili dışındaki herhangi bir dilde düşüncelerin açıklanması ve yayınlanması yasaktır" deniyordu.
"Kürtçe yasağı bunun neresinde" diye düşünebilirsiniz. "Kürtçe" ifadesini kullanmamak için, "Irak'ın 2. resmî dili olan Kürtçe ile..." demek istemişlerdi!
"Bilinmeyen dil" faciası, Kılıçdaroğlu'nun iddia ettiği gibi Meclis'te değil, mahkeme salonlarında yaşanmıştı. CHP zihniyetinin hâkim olduğu dönemde, Türkçe bilmediği için Kürtçe ifade veren Kürt vatandaşlarımız için düzenlenen tutanaklarda "Bilinmeyen dil" tabiri kullanılmıştı.
PKK TERÖR ÖRGÜTÜ, CHP ZULÜMLERİNİN ACI MEYVESİDİR
Doğu Anadolu'da "Kürdistan" adında kullanışlı bir uydu devleti kurmakta başarılı olamayan İngiltere, Chatham House analizlerinden sonra strateji değiştirmiş, ortam; tahrik ve istismara hazır hale gelince "2. aşama"ya geçmiş ve 27 Kasım 1978 tarihinde, Diyarbakır'ın Lice ilçesinde, "Kürdistan İşçi Partisi"ni (PKK) kurmuştu. İlginçtir, "Kürtleri kurtaracağı" iddia edilen PKK'yı kuran 22 kişiden 10'u, Kürtlerin katili olan CHP'li "Türk"lerden oluşuyordu. (İşgale Benzer Hıyanetler, 101)
İstismar örgütü PKK'nın ve istismar siyasetçisi HDP selefinin kurulmasıyla, Kürtlerin çilesi de şekil değiştirmişti! Kürtleri imha etmekle bitiremeyen; inkâr etmekle değiştiremeyen "CHP zihniyeti", PKK eylemlerinin yoğunlaşmasıyla birlikte de, "terörist" ilan etmişti! Marksist bir örgüt olan PKK'nın işlediği vahşi cinayetlerin faturasını, Kürt mütedeyyinlere kesmekte hiç zorlanmamışlardı!
Bu çirkin yakıştırma, Kürtlere; zehirli gaz katliamlarından daha büyük zarar vermiş, örgüte ise görülmemiş destek sağlamıştı! Terör örgütünü hızla büyüten "mümbit" bir ortam oluşmuştu! Bırakın "terörist yetiştirme okulu" gibi çalışan Diyarbakır Cezaevi'ni, devletin herhangi bir dairesine hatta hastanesine yolu düşen en mutedil Kürt bile, oradan "devlet düşmanı" olarak çıkıyordu! Yani devlette yuvalanmış CHP zihniyeti Kürtleri ısrarla PKK'ya itiyordu!
Aralarından biri de, "Bir Kürt ailenin çocuğu dağa çıkmışsa bunun sorumlusu o mağdur anne-baba değil; devlettir" demiyordu! Nasıl bir hıyanet çarkı dönüyorsa, "PKK" ile "Kürtler"in ayrıştırılmasına izin verilmiyordu! Zaten CHP'nin hazırladığı bütün "Kürt Raporları"nda, terörün ancak "güvenlikçi" politikalarla; yani Kürtlere zulümle önlenebileceği savunuluyordu!
"BİSSE"YE, DGM'DE "EDİ BESE" SORGUSU!
CHP zihniyetli asker ve bürokratın bu Kürt düşmanlığı maalesef 2000'li yıllara kadar kadar devam etmiş, hatta "laiklik şartı" haline getirilmişti. 1999'da "Yılın Sanatçısı" seçilen Ahmet Kaya, ödül töreninde "Yeni albümde bir Kürtçe şarkı olacak" dediği için salondaki "laikler" tarafından küfür ve çatal-bıçak yağmuruna tutulmuş, linçten garsonlar sayesinde kurtulmuştu. Şimdi Kürt kardeşlerinden(!), CHP'ye oy isteyenler o gün sahneye fırlayıp "10. Yıl Marşı" söylemiş, peşinden bir de "Bir Başkadır Benim Memleketim" şarkısı patlatarak, Kürtlere "Defolun" demişti!
Bu paranoya o kadar ileri gitmişti ki, meşhur "BİSSE"nin sahibi Mustafa Kefeli, Adana DGM'de "Senin firmanın ismi Kürtçe "EDİ BESE"yi (yeter artık) çağrıştırıyor, bu ismi özellikle mi seçtin" diye sorgulamıştı!
Devlet, batıda baş edemediği bütün soytarı bürokratları; "Sürgün Bölgesi" diye isimlendirdiği Doğu ve Güney Doğu illerine gönderiyor, onlar da sürülme hıncını Kürtlerden alıyordu. Askerin, "terör örgütüyle mücadele" adı altında Kürtlere yaptığı zulüm ve işkencenin haddi hesabı yoktu ve bu zulümler, terör örgütü için âb-ı hayat anlamına geliyordu!
2008 yılında; biz yayın yönetmenlerine "Terörle Mücadele Brifingi" veren Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt, "5 bin civarında terörist var. TSK bu sayıyı defalarca sıfırladı ama hâlâ 5 bin terörist var" demiş ve terörün sadece silahlı mücadele ile bitirilemeyeceğinin ısrarla altını çizmişti! Ama ne gariptir ki, Kürtlere yaptıkları zulümlerle terör örgütünü asıl kendileri besliyordu!
AK PARTİ YANLIŞI DÜZELTTİ, PKK DARBE YEDİ
Birçok kronik hastalık gibi teröre de kalıcı çözüm arayan Erdoğan ve AK Parti iktidarı, terörü besleyen en büyük yanlışın, onlarca yıldır devam ederek kemikleşen "Kürt=PKK anlayışı" olduğunu görmüştü. Ancak, devlet politikası haline getirilen bu uygulamanın düzeltilmesi hiç de kolay değildi. Hatta Adnan Kahveci, Eşref Bitlis gibi dehalar, Kürtleri; terör örgütünden ayırma yoluna kurban gitmişti! (Ayrıntılar için: Hıyanetler, 101-121)
Terörü bitirmenin, Kürt vatandaşlarımız ile teröristleri kesin bir biçimde ayrıştırmaktan geçtiğini çok iyi gören Erdoğan, bütün engellemelere rağmen; çok yönlü bir tedaviye girişmişti. Doğu'da görevlendirilecek mülki amirden öğretmene kadar bütün memurların seçiminde kılı kırk yarmış, mezralarda yaşayanlara kadar bütün Kürtler; devletin güvenlik şemsiyesine alınarak PKK esaretinden kurtarılmıştı.
"Çözüm Süreci" her ne kadar devletteki CHP zihniyetli kalıntılar ve FETÖ işbirliğiyle sabote edilmiş olsa da, yarım kalan haliyle bile çok önemli katkı sağlamıştı. Kürtler, terör örgütü elinde bir istismar malzemesi olduğunu anlamış, 2015'teki "Özyönetim" dedikleri yüzleşme sayesinde PKK'nın; azılı Kürt düşmanı olduğunu yakından görmüştü!
Tam bu dönemde HDP'li Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi önünde başlayıp, 2019'dan itibaren de HDP İl Başkanlığı önünde devam eden "Evlat Nöbeti", bütün Kürtlerin; teröre ve terör örgütüne, Diyarbakır Anneleri üzerinden isyanı anlamı taşıyordu.
Nitekim iktidarın ısrarla sürdürdüğü, "PKK'ya darbe; Kürtlere şefkat" ilkesiyle, Kürtlerin devlete güveni artmış, böylece; terörle mücadelede de sonuç alınmıştı.
Şanlıurfa Valisi İzzettin Küçük 10 Haziran 2015'te, sadece o bölgeden 6 ayda 3 bin çocuğun dağa çıktığını açıklamıştı. Buna karşılık İçişleri Bakanı Süleyman Soylu'nun Ağustos 2022'de yaptığı "Terör örgütüne 2015'te 5 bin 584 kişi gitmişti bu yıl ise 30 kişi gitti" açıklaması, devletin bu tutum değişikliğinin; sahadaki sonuçlarını çarpıcı biçimde yansıtmaktadır. Terörle mücadelede bugün gelinen başarıda, teknolojik üstünlüğün yanı sıra asıl etken, PKK'dan tamamen ayrıştırıldığı için devletine güvenen Kürt vatandaşlarımızın terör örgütüne lojistik destek vermemesidir.
Tamamen vaka ve saha üzerinden ortaya koyduğumuz manzara böyle iken, HDP uydusu CHP ve CHP uydusu İYİ Parti liderlerinin, seçime gittiğimiz şu günlerde "Kürtlere PKK'lı muamelesi yapılıyor" türü ifadeleri, bölgedeki gerçeklerle örtüşmemektedir.
Algı oluşturma amaçlı bu söylemler, Kürdüyle-Türküyle 85 milyonun aklıyla alay etmektir. Zira bu çarpıtma, "Kürtler, dedelerini kimin katlettiğini bilmiyor; bilse de önemsemiyor" düşüncesinin ürünüdür!
7'Lİ KOALİSYONDA KÜRT İSTİSMARI
Öte yandan; Kürtlerden oy istemeye yüzü olmayan, kendilerinin ifadesiyle Ankara'nın öbür tarafına geçemeyen CHP, "marjinal stratejiler" deneyen Kılıçdaroğlu döneminde, hızlı bir savrulma yaşamıştır.
HDP üzerinden Kürtlere ulaşma teşebbüsü son derece enfeksiyonlu bir denemedir. Çünkü Kürtleri HDP'nin temsil ettiğini düşünmek, HDP'ye oy veren Kürtlerin PKK'lı olduğunu düşünmek kadar yanlıştı!
Nitekim bu tehlikeli gidişe, CHP'deki ulusalcılar itiraz etmişti ama hepsi partiden temizlenmişti! Hatta 15 Şubat 2016 günü yayınlanan Tarafsız Bölge'de, "CHP, terör konusunda çizgiyi HDP çizgisine taşıyan bir açılıma girdi" uyarısında bulunan Baykal bile aforoz edilmişti!
Kılıçdaroğlu, "Kürtlerle barışmak" ambalajına sardığı bu tehlikeli stratejiyi ısrarla sürdürerek, HDP'ye doğru hızla kayarken, kendini HDP ambalajına sarılı PKK'nın yanında bulmuştu. Nitekim 2015 seçimlerinde "Türkiye Partisi" görünmek için yoğun çaba sarf eden HDP, bugün asla böyle bir iddia da bulunmadığı gibi "Doğu'ya özerklik, Öcalan'a özgürlük" söylemleriyle; tamamen Kandil'in kucağına oturmuştu!
Bu sebeple Kılıçdaroğlu, "Kürtlerle barışma" amacıyla çıktığı yolda, Akşener başta olmak üzere bütün ortaklarını da Kandil'e ipotek etmişti! Kandil'den her gün yapılan, "Kılıçdaroğlu'nu destekleyin" garabetine karşı tek kelime söyleyememenin asla başka bir izahı yoktur. Nitekim propaganda için en küçük fırsatı değerlendiren Kılıçdaroğlu, Diyarbakır'a gitmiş ama Kürtlerin asıl temsilcisi olan Diyarbakır Anneleri'nin yanına gidememiştir! Hakeza; "anne"liğini siyasî fırsata çevirmede pek mahir olan Akşener de, PKK mağduru bu çileli anneleri hiç fark edememiştir!
Diyarbakır'a kadar giden bütün CHP yöneticilerinin, geniş tabanlı bir Kürt Sivil Toplum Örgütü" diyebileceğimiz "Diyarbakır Anneleri"nin değil de, onlara zulmeden HDP'nin yanında yer alması, CHP'nin genetik hastalığının aynen devam ettiğini göstermektedir. Zaten Kılıçdaroğlu da her fırsatta laiklere, "Merak etmeyin, CHP'nin çizgisi kıl kadar değişmedi" mesajı vermektedir.
Ayrıca CHP, "Kürtlere hizmet" ile "Kandil'e hizmet"i karıştırmaktadır. Sınır ötesi harekâtlara "Hayır" demek, AB'ye "Terör operasyonlarını durduracağız" vaadinde bulunmak, Kürtlere mi yoksa PKK'ya mı müjde vermektir? Bu durumda, CHP; terörü kaynağında kurutan bu operasyonlar sayesinde rahat uyuyan Kürt çocuklarına bu huzuru çok gördü demektir!
Peki, Kılıçdaroğlu'nun HDP ile gizli görüşmede verdiği "Özerklik" sözü, Kürtlere mi yoksa Kandil'e mi hizmettir? PKK, Kürtlere yaklaştıkça zulmü arttıran bir örgüttür. 2015'teki son "özerklik" kalkışması, Kürtlerin hatırlamak bile istemediği "vergi ambalajlı haraç" ve "yargılama kılıflı infaz" kâbuslarıyla doludur!
BU SÖYLEMLER, CAN ÇEKİŞEN PKK'YA "CAN SİMİDİ" ATMAKTIR
AK Parti iktidarlarının yürüttüğü sağlıklı politika sayesinde, taban desteğinden mahrum kalan PKK, silahlı mücadeleyi de kaybetmiş olup, Kandil'den her gün feryatlar yükselmektedir. Gel gör ki; tam bu aşamada seferber olan CHP öncülüğündeki muhalefet, iflas etmiş örgüte can suyu vermektedir. Bugün PKK terör örgütünü ayakta tutan tek bağ, CHP ve CHP zihniyetli sözde aydın ve akademisyenlerin; "Kürt Siyaseti" aldatmacası üzerinden verdiği "nitelikli destek"tir.
Kılıçdaroğlu siyasî hırsı uğruna tehlikeli bir adım atmış ve Kürtler=PKK fitnesini başlatarak tekrar başa dönme çabası başlatmıştır. Zaten CHP'nin, "Kürtler=PKK" anlayışı hiç değişmemiştir. Resmî sitesindeki "terörle mücadele raporu"nun adı bile "Türkiye'nin Kürt Sorununa Bakışı"dır ki, terörle mücadelenin 40 yıl sürmesinin ana sebebi, terörü "Kürt Sorunu" olarak görmektir.
Görüldüğü gibi CHP'nin Kürt düşmanlığı; tıpkı İslâm/Müslüman düşmanlığı gibi genetiktir. Bu CHP'nin, Kürtlerle barışması imkânsızdır. Kılıçdaroğlu'nun, Kürtlerin maruz kaldığı CHP zulmü hakkında, "Bunlar çok yanlıştı, kınıyoruz ve Kürtlerden özür diliyorum" demediği sürece, "Kürt" güzellemesi yapması siyasî münafıklıktır.
Suçu kabul edip özür dilemeden ve zararı tazmin etmeden yapılan "helalleşme" muhabbeti üçkâğıtçılıktır. Kılıçdaroğlu'nun bu ucuz söylemleri, gittiği her yerde bol bol savurduğu "mavi boncuklar"dan ibarettir.
Bu gerçekler ışığında bakıldığında, Kürtlerin CHP'ye oy vermesi; tıpkı CHP'nin; diğer mağduru olan dindarların oy vermesi gibi eşyanın tabiatına aykırıdır ki, zaten Kürtler de yıllardır bu hataya düşmemiştir.
.“27 Nisan”ı unutursak, “27 Mayıs”ta hatırlatırlar!
27 Nisan 2023 Perşembe
"Osmanlı Çınarı"nı asırlarca yıkamayan yedi düvel, İttihat ve Terakki vesayetçilerini kullanarak birkaç yılda içten çürütmüştü.
İşte o vesayetçiler, isim değiştirerek Anadolu'ya geçmiş ve "vesayet" taşını "Yeni Türkiye"nin temeline yerleştirmişti.
Yani Batı, Türk milleti üzerindeki bütün emperyalist emellerine, vesayetin Truva Atı olan CHP sayesinde ulaşmıştı. Anayasa'ya "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Millet bu egemenliği TBMM eliyle kullanır" diye yazmışlardı ama yukarıdan "atanan" ve temsil ettiği vilayetin yolunu bile bilmeyen "çakma vekiller"den oluşan "vesayet Meclisi"nin aldığı "sipariş" kararlarla, milletin bütün değerlerini budamışlardı!
Ancak, genlerini değiştirip adeta yeniden inşa ettikleri milletin, 14 Mayıs 1950 günü ortaya koyduğu irade, vesayetçileri şok etmişti!
30 yıldır ekilen "dönüştürme" tohumları nereye gitmişti?
Zira onlara göre, artık din-iman, Kur'an-ezan, bayrak-vatan; hiçbir şeyi hatırlamayan bir nesil ortaya çıkacaktı!
Üstelik o akşam hezimeti gören İnönü, "Millet hatasını görecek, bize dönecek" demişti ama DP, sonraki seçimlerde daha güçlü gelmişti. Artık, "çakma" vekillerle vesayet düzenini yürütme imkânı kalmamıştı!
Bu milletin, CHP'yi asla iktidara getirmeyeceği anlayan emperyalist patronlar, vesayetçilerin kulağına yeni bir "strateji" fısıldamıştı:
"Halk, CHP'yi iktidara getirmiyorsa, siz de; devlet kurumlarına "gizli CHP iktidarı" yerleştirin!
Nitekim 1924 Anayasası'ndaki "Millet bu egemenliğini TBMM eliyle kullanır" ifadesini, 27 Mayıs 1960'taki darbeyle yazılan "vesayet anayasası"nda, "Millet bu egemenliğini 'yetkili kurumlar' eliyle kullanır" şeklinde değiştirerek, CHP zihniyetini; devlete hâkim kılmışlardı!
O "bazı kurumlar", ihtiyaç durumuna göre bazen TSK, bazen Danıştay, bazen Anayasa Mahkemesi hatta bazen de Parlamento olarak karşımıza çıkmıştı.
27 Nisan 2007 tarihinde ise, içine CHP iktidarı kaçmış olan bu "kurum"ların tamamı "ortak" bir "vesayet operasyonu" yürütmüştü!
Hedefleri, parlamentonun 550 üyesinden 365'ine sahip olan AK Parti'nin; Cumhurbaşkanını seçmesini engellemekti!
Önce, siyasetteki vesayet adına Baykal sahneye çıkmış ve Erdoğan'ı "Sakın... Aklından bile geçirme" diye uyarmıştı! Yetmemiş, geçenlerde öldüğünü bile fark etmedikleri sıradan bir maşanın uzattığı "367 pası"nı kullanarak topu; "Yüksek" vesayet kurumu olan Anayasa Mahkemesi'ne aktarmışlardı!
O gece geç saatlerde ise, en güçlü vesayet kurumu olan TSK devreye girmiş ve iktidara; internetten "Akıllı ol" mesajı göndermişti!
Evet dostlar, gerçekten "akıllı" olmalıyız...
Demokrasinin, insanları; rehavete sürüklemek gibi bir zaafı vardır. Uzun süren rahatlık, çekilen sıkıntıları unutturur. Zalimlerin en büyük gücü "zaman"dır!
27 Nisan 2007'deki kalkışma, 27 Mayıs 1960'ta; CHP'nin dolduruşa getirdiği; düşük rütbeli birkaç cuntacının kıytırık iradesinden kat kat güçlü bir "darbe iradesi"dir. Halkın gerçek temsilcilerinin, ezberleri bozarak, "Kendinize gelin, memurluğunuzu bilin" demesi sayesinde âkim kalmıştır. Bu yüzden de tehlikenin büyüklüğü tam olarak anlaşılamamıştır.
Milletin iradesine ipotek koyarak tepe tepe kullanma sevdası, CHP'nin genlerinden gelen bir hastalıktır. Diğer vesayet kurumlarının son yıllardaki sessizliği ise; sadece konjonktür gereğidir.
Bu yüzden 14 Mayıs'taki seçimi, tam bir "vesayet referandumu"na dönüştürmüşlerdir. Müslümanların bekası, yine uçurumun kenarındadır!
28 Şubat zulümleri tarih olarak uzaklaştıkça tehdit olarak yaklaşmaktadır!
"O günler geride kaldı" diyen "CHP yamağı dindar"lara acıyorum.
Zira yarım kalan "27 Nisan"ı unutanlar, "27 Mayıs"ta kurulan darağaçlarını görünce gafletten uyanır!
Unutmayın... 14 Mayıs 1950, 27 yıllık CHP diktatörlüğünün sonudur. 14 Mayıs 2023 ise; bütün darbeleri doğuran CHP vesayetini, tamamen kazımanın günüdür..
.
..
.
.Ben ‘iman' diyorum, sen ‘soğan' diyorsun!”
20 Nisan 2023 Perşembe
Siyasi açılımlar demokrasinin gereğidir. AK Parti iktidarı da böyle bir açılımın ürünüdür. Ancak, "açılım" için muhalefetin, ülkeyi; daha iyi yöneteceği inancını oluşturması gerekir. Yani bugün, 3 Kasım 2002'deki gibi bir açılım talebi yoksa; bunun sorumlusu muhalefettir.
AK Parti'ye sadece "ekonomi" üzerinden yüklenmeleri de yine sığ muhalefetin göstergesidir. Oysa ikinci yüzyıl seçiminde, "yeni yüzyıl vizyonundaki eksikler" üzerinden eleştiri yağdıran bir muhalefet olmalıydı. "Neden 20 yıldır bir tane nükleer santral yaptınız, millî uçağımızı neden 100. Yıl'da uçuramadınız? Neden hâlâ Kandil'e gidemediniz, neden Fatullah Gülen'i getiremediniz" gibi sorular sormalıydı!
Salgın sonrasında tırmanışa geçen enflasyon canavarının, dar gelirlileri zor durumda bıraktığı doğrudur. Önemli adımlar atılmış; ama henüz tam olarak sonuç alınamamıştır. Ancak muhalefet; bu konuda da inandırıcı bir duruş ortaya koyamamış; "Ancak AK Parti çözer" dedirtmiştir.
"Soğan"a sarılan muhalefet, meseleye ne kadar gayriciddi yaklaştığını göstermektedir. "Köprü, yol, karın doyurmuyor. Beslenme çantasına konmuyor" istismarına sıkışan, bunlar olmadan; millî ekonomi uygulamadan; millî enerji atılımı yapmadan ekonominin gelişeceğini, emperyalistlerin vereceği "dökme su" ile değirmen döndüreceğini zanneden Kılıçdaroğlu, güven telkin edememiştir.
Ayrıca muhalefet, bütün bu abanmalarına rağmen ekonomiyi seçimin ana gündemi yapamamıştır. Bunun sebebi ise, "ulusal" bir strateji izlememeleri, dolayısıyla toplumu "beka" endişesine sevk etmeleridir. Zira muhalefetin enfeksiyonlu tutumu yüzünden millet, terörle ve FETÖ ile mücadelede gelinen mesafeden geri dönülmesinden hatta vatanın bölünmesinden korkmaktadır.
Öte yandan CHP, artık milletin diniyle imanıyla uğraşmayacağına da kimseyi inandıramamıştır. Zaten, Kılıçdaroğlu'nun ucuz "helalleşme" takıyeleri dışında; bu yönde ciddi bir çaba da yoktur. Önceki iki yazıda kısaca özetlediğim İslâm düşmanlıklarının, bundan sonra olmayacağına dair bir irade söz konusu değildir. Tam aksine her fırsatta, "CHP, ilk çizgisinden kıl kadar sapmadı" denmektedir.
Hatta din düşmanlığı konusunda o kadar kararlılar ki, CHP'li belediye; böyle kritik bir seçim öncesinde, hem de Ramazan ayı içinde; Fatih'in hocasının türbesini dozerle yıkmaktan çekinmemiştir.
Kılıçdaroğlu'nun, ajans ürünü takıyelerine aldanarak, CHP zulümlerinin geri gelmeyeceğine inanmak büyük bir gaflettir. "Hocam, CHP gelse de artık Türkiye 28 Şubat günlerine dönmez" diyenlere çok acıyorum.
Zira, kökten karşı oldukları köprü, yol, havaalanı, tünel gibi yatırımları yıkamazlar ama Müslümanların kazandığı demokratik hakları, Muhammed bin Kutbuddin-i İznikî Hazretlerinin türbesinden daha kolay yıkarlar.
Geçmişimiz, "Hafıza-i beşer, nisyan ile maluldür" facialarıyla doludur. İstikrar, huzur, güven, yaşam tarzı; inanç ve ibadet özgürlüğü gibi çok değerli kazanımlar uzun yıllar devam edince "sıradan"laşmaktadır! Oysa ne kadar değerli oldukları, ancak kaybedilince anlaşılmaktadır. Özellikle Abdülhamid Han'dan bu yana bu "acı tekerrürler" sık sık yaşanmaktadır.
EVLAD-I RESULDEN GÜNÜMÜZE, HAYATÎ ÎKAZ...
66 yıl önce cereyan eden şu hatıra, bugün için de önemli dersler içermektedir.
1950 seçimleriyle birlikte, dinsizlik ve diktatörlük dönemini geride bırakan Türkiye; hürriyet ve refahı doyasıya yaşamış ve şimdi olduğu gibi bu önemli değerler kanıksanmıştı! 1957 seçimleri öncesinde CHP'nin algı operasyonlarının etkisinde kalan bazı muhafazakârlar, pahalılıktan şikâyet ediyor, "DP'ye mesaj vermekten" bahsediyordu!
Silsile-i Âliyye'den Seyyid Fehim Hazretlerinin oğlu olan ve bölgede büyük bir itibarı bulunan Van Müftüsü Seyyid Nizameddin Efendi, 1957 seçimleri öncesinde, bir mecliste; CHP'nin din düşmanlıklarını anlatmış, "Halk Partisi'ne karşı birlik ve beraberlik içerisinde olmak gerekir. İman selametimiz için Demokrat Parti ve Menderes desteklenmelidir" demişti. Kendisini dinleyen ve DP'ye mesaj verilmesi gerektiğini düşünenlerden biri "Ama efendim, hayat da çok pahalandı. Soğan 1 lira idi, 10 lira oldu" diye şikâyet edince, Nizameddin Efendi celallenmiş ve "Evladım, evladım... Biz diyoruz iman, sen diyorsun soğan..." cevabını vermişti.
Günümüzdeki "mesajcılara" 66 yıl önce verilmiş; tokat gibi bir cevap...
Nitekim 1957'de DP'nin kazanması bile yeterli olmamış, sandıkla gelemeyen CHP; silahla gelmişti! Darbeler; 28 Şubat zulümleri, meselenin gerçekten "soğan" olmadığını göstermişti.
Bugün de aynı kritik eşikteyiz. İman meselesini bir kenara bırakarak, geleceğini "soğan"a ipotek edenler, soğan uğruna neler kaybedebileceğini iyi düşünmelidir. Oy verirken asıl dikkat edilmesi gereken husus budur.
Halkın, bir kere bile iktidara getirmediği CHP, bu seçimde; Müslüman oylarıyla gelme peşindedir. Dünyevî sebeplerle bu oyuna alet olanlar, "soğan" değil, "iman" meselesiyle karşı karşıya olduğumuzu unutmamalıdır.
"Seçim", "mükemmel"i değil, mevcutlardan "en iyisini" seçme sanatıdır. Zarar etmek için alışveriş yapmak, "gaflet" değil; ahmaklıktır.
Unutmayalım, "Her toplum, layık olduğu şekilde yönetilir..."
Veya, "Nimetin kıymeti bilinmezse elden gider..."
Ayasofya Camii'nde Kadir gecesini zehir ettiler!
17 Nisan 2023 Pazartesi
Kadir gecelerinde Ayasofya çok farklı olurdu. Padişah, teravihi burada kılar, namazdan sonra tatlılar dağıtılır, meydanda şenlikler yapılırdı. Ama bu Kadir gecesinde Ayasofya, 14 asırlık ömründe şahit olmadığı bir kâbus yaşıyordu.
Yine bütün İstanbul; Ayasofya Camii'nde ve meydanında toplanmıştı. Fakat bu akşam bir gariplik vardı. Her taraf müfreze kaynıyor, hiç görülmeyen tipler dolaşıyordu. Caminin üst katını ise Avrupalı büyükelçiler, memurlar; hatta papazlar işgal etmişti!
Biraz sonra bütün minarelerinden yükselen garip naralar Ayasofya'yı bile şaşırtmıştı...
"Tanrı uludur, tanrı uluduuuuuurrr!.."
Sürekli uğuldayan meydan bir anda buz kesmiş, binlerce kişiden çıt çıkmaz olmuştu.
Şaşkınlığın bu sessiz feryadını Cumhuriyet gazetesi, "Halk, Türkçe ezanı; misli görülmemiş bir huşû ile dinledi" diye duyurmuştu.
Camidekilerin şaşkınlığı ise giderek artıyordu. Ezan, kamet, namaz; hepsi değişmişti...
Bir anda "acemileşen" cemaat ne yapacağını şaşırmıştı. Herkes, korku ve kararsızlık içerisinde birbirine bakıyor; yanındakinin yaptığını yapıyordu.
Hafız Yaşar "Tebareke" diye başlamış ama "Türkçe gazel" okumuştu! Peşinden, "İstanbul'un meşhur hafızları" denen 30 kişi, farklı havalar asılmış, cami panayıra dönmüştü.
Hafız Yaşar, bu "kâbus gecesi"ni, "Bu günleri gösteren Reisicumhura dua" ile bitirmişti.
DİYANET'TEN "EZAN OKUYORLAR" İHBARI!
40 bin Müslümanın yaşadığı bu şok, ertesi gün bütün Anadolu'ya yayılmıştı.
Bu garip uygulamayı başlatanlar, "Millet dört gözle Türkçe ezan kararını bekliyor" demişti ama herkesin bağrı "yanardağ" gibi kaynıyordu. Sesini çıkaramayan Müslümanlar, ibadetine bile burnunu sokan diktatörlere; bakışlarıyla öfke yağdırıyordu.
Nasıl ses çıkarabilirlerdi ki...
Minare kapılarında sivil polisler pusu kuruyor, camilerin içine kadar girmiş olan jandarmalar, ezan ve kametin nasıl okunduğunu kontrol ediyordu.
Ayrıca milleti korkutmak için ne gerekiyorsa yapılıyordu. Bursa'da, valiliğe yürüyerek "Türkçe ezanı" protesto edenler, İstiklâl Mahkemelerinde süründürülmüştü!
Hâlbuki bu zulüm, şifahen başlatılmış; kanunsuz bir uygulamaydı. Ama "Kanun yoksa ceza da yoktur" diye ümitlenmeyin... CHP devrinde, Müslümanlara zulmetmek için kanuna-hukuka ihtiyaç yoktu!
Farklı illerden gelen yoğun itirazlar üzerine Diyanet'e, "Ezan yasağını daha sıkı takip edin" talimatı verilmişti! Diyanet Reisi ise, "Biz görevlilerimize ezan okutmuyoruz ama sivil halka engel olamıyoruz" diye; Müslümanları ihbar etmişti.
"LAİK İSEK KARIŞMAMALIYIZ..."
Bu "ihbar" üzerine ezan okuyana ceza için 1941'de, TCK 526. Madde değişikliği Meclise getirilmişti. CHP'nin atanmış mebusları, ne gelirse "Evet" derdi ama CHP Antalya Mebusu Rasih Kaplan; İttihatçı kalıntılarından olmasına rağmen biraz insaflı bir hukukçu olacak ki, "Arkadaşlar bu konu, ceza mevzuu değildir. Binaenaleyh lâik isek karışmamamız lâzım" demişti.
Ayrıca bu aşrı hassasiyetin, kötü niyetliler için bir istismar konusu olduğunu, kafası bozulanın; "Bu adam Arapça ezan kamet okuyor" diye ihbarda bulunduğunu söylemiş ve çarpıcı bir örnek vermişti...
Ziyaret ettiği Antalya savcısının, "kendilerinden" biri olan Antalya Müftüsünü sorguladığını görünce çok şaşırmıştı. Müftü gidince sebebini sormuş, savcı da şöyle izah etmişti:
"Biri imam olmak istemiş. Adamın, bütün uyuşturucu türlerini kullanan bir 'ayyaş' olduğu anlaşılınca müftü, 'İmam olamazsın' demiş. O da, "Dün öğleyin camide, müezzin Türkçe kamet getirirken müftünün dudakları kıpırdıyordu. Dikkat ettim; Arapça kamet okuyordu" şeklinde ihbarda bulunmuş. Takibat başlattık." (TBMM Zabıtları, 6. Dönem, 55. Birleşim, 23 Mayıs 1941, Cilt 18, s. 144)
EZAN OKUYANA 7 AYLIK YEVMİYE CEZASI
Laiklik uyarısı da bu çarpıcı örnek de "noter usulü çalışan" mebusları ikna edememişti. Zaten aksi bir karar olamazdı. Onlara talimat verilmişti, "Kanunsuz ezan yasağı"na uymayanlara, 9 yıldır uygulanan "kanunsuz cezalar"a kılıf uyduracaklardı.
Nitekim, "Ezan ve ikamet okuyan üç aya kadar hafif hapis veya on liradan iki yüz liraya kadar hafif para cezası ile cezalandırılır" şeklinde TCK'ya girmişti.
"Hafif" ifadesi sizi yanıltmasın, bunlar çok ağır cezalardı.
"10 liranın, 200 liranın neresi "ağır" demeyin. Yol yapmak için her evden 6 Lira "Yol Parası" istiyorlardı. Ödeyemeyen, 6 Liraya karşılık 6 gün yol yapımında çalışıyordu. Yani, bir kere ezan okuyanın ödeyeceği "hafif" para cezası 10 günlük yevmiye ile 7 aylık yevmiye arsında değişiyordu.
Ayrıca, "3 ay hapis" veya "200 Lira"nın, en üst limit olduğunu zannediyorsanız yine yanılıyorsunuz. Kariyer merdivenlerini uçarak çıkmak isteyen şakşakçı hâkim ve savcılar, bu "üst" limitleri delik-deşik ediyor, kimse de "Siz ne yapıyorsunuz" demiyordu.
Bu kanundan sonra Anadolu'daki "Ezan zulmü" adeta "cinnet"e dönüşmüştü.
Cumhuriyet başta olmak üzere bütün CHP basını, her gün farklı "Arapça ezan" cezaları aktararak milletin gözünü korkutuyordu. Etrafta, "Arapça ezan okuyanlar asılacakmış" söylentileri dolaşıyordu. Kimse "Olur mu öyle saçma şey" diyemiyordu. Çünkü "şapka" diye bir gâvur âdeti için bunu yapanlar "ezan" için haydi haydi yapardı!
Birkaç yıl önce şapka giymeyenleri bulup cezalandırmak için seferber olan "devlet", şimdi de "ezancıların" peşindeydi. Öyle bir cadı avı vardı ki, camide dudağını kıpırdatan, "Kamet okudu" diye hesaba çekiliyordu. Millet camiye gidemez olmuştu ama ezanını evde de okuyamıyordu!
KÜRTLERE, TÜRKÇE EZAN ZULMÜ
En garibi de, ezanla kametle işi olmayanların; "Türkçe okunsun, anlayalım!" muhabbetiydi. Sanki o güne kadar, sırf ezanı anlayamadıkları için camiye gitmemişlerdi de, anlayınca camiden çıkmamışlardı!
Ayrıca maden amaç ezanın anlaşılması ise, tek kelime Türkçe bilinmeyen Arap ve Kürt köylerinde, "Türkçe ezan" dayatmasının anlamı neydi?
Nitekim bu köylerde yaşayandan bir kısmı, bu işkenceden kurtulmak için, Fransız işgalindeki Hatay'a göç etmişti!
İŞGALCİ FRANSIZLARI BİLE ARATTILAR
Şeytan atına binenin nerelere kadar gideceğini tahmin bile edemezsiniz.
Türk askeri; 5 Temmuz 1938 tarihinde Hatay'a girmişti. Biraz sonra camiden gelen "Allahü Ekber" nidasını duyan Türk komutanın ilk talimatı "Türkçe Ezan" olmuştu! Türk askerini karşılamak için sokağa dökülen Müslümanlar neye uğradığını şaşırmıştı. Fransız işgali altındayken serbestçe okudukları ezanı, Türk askerinin niye yasaklandığını bir türlü anlayamamışlardı.
HİÇBİR ZULÜM PAYİDAR OLMAMIŞTIR!
Ama bu zalimlerin bilmediği bir şey vardı. Zulüm asla payidar olamazdı. Ve "Her şey inceldiği yerden ama zulüm en kalın yerinden kopar"dı...
İnönü'nün din düşmanı CHP'si, Müslüman kalplerden yükselen öfke selinde boğulacaklarını anlayınca, "dindar" oluvermiş, "çakma dindar" Şemseddin Günaltay'ı başa geçirmişti. Oysa bu diktatörlerin hâlâ anlayamadığı bir şey vardı. Samimiyetsizlik, sahibini ele veren bir münafıklık alametiydi.
Nitekim samimi bir "çiftçi", yedi düvelin asırlardır yapamadığı zulmü 30 yıla sığdıranlara meydan okuyarak "Yeter! Söz milletin!" demiş ve bu diktatörleri devirmişti.
"İLK İŞİMİZ EZAN YASAĞINI KALDIRMAKTIR"
Demokrat Parti 487 üyenin 415'ini kazanarak "ezici" bir çoğunlukla iktidara gelince Başbakan Adnan Menderes, 22 Mayıs 1950'de Meclis'i olağanüstü toplantıya çağırmış ve "İlk işimiz ezanı aslına çevirmektir" demişti.
Ama Mason Cumhurbaşkanı Celal Bayar, "İlk icraatınız ezanı Arapça okutmak olursa, bu son icraatınız olabilir" diye tehdit etmişti!
"Tek icraatım da olsa, ezanı aslına döndüreceğim" diyen Menderes 18 yıllık zulmü, 16 Haziran'da (29 Şaban) buruşturulup çöpe atmıştı.
Müslümanlar ertesi gün başlayan Ramazan'a görülmemiş bir coşkuyla girmişti. Sultanahmet Camii'nin dört minaresinin 16 şerefesinden, aynı anda ezan okuyan 16 müezzin, 18 yıl önce Ayasofya'dan başlatılan zulmün rövanşını almıştı!
Bu rövanş, tabii ki Ayasofya Camii'nin hakkıydı. Ama aynı diktatörler, fetih camiini de yıllar önce "müze"ye kaldırmıştı! Neyse ki, yıllar sonra özgürleşen Ayasofya, aynı coşkuyu 24 Temmuz 2020 günü Cuma namazında, 16 şerefesinden okunan ezanla yaşamıştı.
17 yıl önce ezan sevgisi sebebiyle cezalandırılan Bursalılar, yine Ulucami önünde toplanmıştı. Müezzin Bayram Sarıcan, şahit olduğu muhteşem manzarayı; "Müezzin ilk ezanı okurken, Müslümanlar hüngür hüngür ağlıyordu" şeklinde aktarmıştı.
Merhum Bayram hocanın şu tespiti ise, 30 yıllık CHP zulmü ve sonrasını bir cümlede özetliyordu: "Sanki İslamiyet eskiden varmış, bir ara yok olmuş, şimdi yeniden doğuyormuş gibi bir hal vardı..." (Gördüklerim, Duyduklarım, Yaşadıklarım, s. 113.)
Bütün Türkiye böyleydi. Ezan okunan camilerin etrafına toplananlar "şükür secdesi" için yere kapanıyordu. Yurdun her yerinde adaklar kesiliyor, Başbakan Menderes'e teşekkür telgrafları yağıyordu.
EZANIN HESABI AĞIR OLDU
Ezan yasağını kaldırması, Menderes'in "son icraatı" olmamıştı ama "sonu" olmuştu. Daha iktidarının ilk günlerinde, Menderes'in isminin karşısına "çentik" atan ezan düşmanları, 16 Haziran'ın hesabını on yıl sonra sormuştu. "Darbe" ile bile izah edilemeyecek boyutlardaki kin ve öfkenin sebebi buydu. Yassıada'da Menderes'e uygulanan insanlık dışı; aşağılık muamelenin altında on yıldır katmerlenen "intikam" duygusu vardı.
Darbenin asıl sebebi de buydu. "Gerekçeler, dosyalar, duruşmalar..." tamamen algı operasyonuydu. Adnan Menderes'in avukatı Burhan Apaydın da, bu gerçeği ifade etmişti.
"Şapka küfür alametidir" diyen İskilipli Atıf Hoca'yı, "toplumu isyana sevk etmekten(!)" asanlar, ezan yasağını kaldıran Menderes'i de "milleti birbirine düşürmek"ten(!) asmıştı.
27 Mayıs cuntası, darbeden sonra yine "Türkçe ezan" mecburiyeti getirmek istemiş, ancak cesaret edememişti. Ama milletin görmediği yerlerde zehirlerini kusmaktan da geri durmuyorlardı. Dindar subayları "Namaz kılmayın" diye uyarılmış, kılanları ordudan atmışlardı.
MÜSLÜMANLAR UYUMAYIN, EZAN DÜŞMANLIĞI PUSUDADIR
1960 darbesinden sonra Bursa'ya "vali" atanan Daniyel Yurdatapan, makamına oturur oturmaz müftüyü çağırmış ve "Sana emir veriyorum, yarından itibaren ezanı tekrar Türkçe okutacaksın" demişti.
Yassıada'da, Menderes'e tokat atan Üsteğmen Teoman Koman'ın bu öfkesinin asıl sebebi, tam 36 yıl sonra ortaya çıkmıştı. Jandarma Genel Komutanı iken, 15 Şubat 1996 tarihli genelgeyle, "Mescitlerde ve camilerde ezan okunmayacak" talimatı vermişti. (28 Şubat 1997 MGK'sı Tutanakları)
Bu zihniyet; bütün ülkeye hükmediyor olsa Müslümanların hali ne olurdu?
28 Şubat genelkurmay başkanı İsmail Hakkı Karadayı'nın, darbe MGK'sında kullandığı, "Laiklik ilkesinin bozulması, ezanın Türkçe okunmasından vazgeçilmesiyle başladı" hezeyanı, bu öfkenin asla bitmeyeceğinin ispatıdır.
Aynı Karadayı, Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu'na 26 Haziran 2012 tarihinde verdiği ifadede ise, " Menderes'in en büyük hatası, Türkçe ezanı değiştirmesi oldu" demiştir.
Görüldüğü gibi asla bitmeyen bu düşmanlık pusuda yatmakta, darbe dönemleri gibi en küçük fırsatta hortlamaktadır. Bu virüsün son yıllarda etkili olamaması, "bünye"nin güçlü olmasındandır. 6 Kasım 2018 akşamı dolduruşa gelerek, "Ezan Türkçe okusun" diyen CHP Genel Başkan Yardımcısı Öztürk Yılmaz'ın ihraç edilmesi, sadece siperden erken fırladığı içindir.
Bugünkü CHP yöneticilerinin, "Kimsenin inancı-ibadeti bizi ilgilendirmez" mealindeki açıklamalarının tamamı takiyyedir. Nitekim İzmir'de ezana yapılan çirkin saldırıyı, CHP il başkan yardımcısı Banu Özdemir; "eteklerine zil takıp oynayarak" kutlamıştır.
Müslümanlar asla unutmamalıdır ki CHP, kaportası ne kadar değişirse değişsin, motoru; din düşmanlığıyla çalışan bir "şer-büs"tür.
Unutmayalım ki CHP, kurulduğu günden bu yana; milletin oyu ile hiçbir zaman iktidara gelememiştir. Son yıllardaki "yerel iktidarları" da yine "muhafazakâr aday" aldatmacası ve bazı ahmakların, Müslüman yöneticilere "mesaj verme" sevdasının sonucudur.
Bugün de, "CHP zulmünü Müslümanların eliyle getirme oyunu" tezgâhlanmaktadır. Ey saadetli kardeşim, kendine gel, CHP'yi desteklemek siyaset değil; "itikat" meselesidir. CHP zulmüne ortak olmak, hesabı verilemeyecek bir vebaldir.
Allahü teala, CHP'siz günlerin kıymetini bilmemizi nasip eylesin.
Çünkü nimetin kıymeti bilinmezse elden gider....Mesele seccade değil… Saadetli dindarlar, bu CHP'ye mi oy verecek?
5 Nisan 2023 Çarşamba
Millî Mücadele Meclisi, Saltanat'ın kaldırılmasını 30 Ekim 1922'deki ilk oylamada kabul etmemiş; ancak "Bazı kafalar kesilebilir" uyarısından sonra onaylamıştı ama sıradaki "büyük işler"in bu Meclis ile gerçekleşmeyeceği anlaşılmıştı! Bu sebeple, bu Meclis 1 Nisan 1923'te feshedilmiş ve atanan mebusların 28 Haziran'da seçildiği; "özel" bir Meclis oluşturulmuştu.
11 Ağustos'ta açılan ve ilk iş olarak, millî bir felâket olan "Lozan Hezimeti"ni onaylayan "yeni Meclis"in asıl görevi, milletin asla kabul etmeyeceği inkılâpları "millet adına" onaylamaktı.
İttihat ve Terakki Fırkası'nın Ankara versiyonu olan "Halk Fırkası" da, millete yönelik operasyonlara "Truva Atı" olması için 9 Eylül'de kurulmuştu.
"Cumhuriyet"in ilan yöntemini "darbe" olarak değerlendiren Kazım Karabekir ve arkadaşları, 17 Kasım 1924'te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası"nı kurunca, "Cumhuriyet"i kaptırma telaşına kapılan Halk Fırkası da hemen o hafta adını "Cumhuriyet Halk Fırkası" olarak değiştirmişti! 1935'te ise CHP oldu.
İslâm düşmanlığını kurumsallaştırarak, "kalıcı" olmasını sağlayan Cumhuriyet Halk Partisi'nin Müslümanlara yönelik zulmü, 3 Mart 1924'te Hilafet'in kaldırılmasıyla başlamıştı. Bugün bütün Müslümanların, Haçlı emperyalistlerin elinde oyuncak olmasının vebali bu "özel Meclis"in üzerindedir. Yine aynı gün kabul edilen Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile de, gelecek nesiller "CHP zihniyeti"nin ipoteğine alınmıştır!
Sırada o kadar büyük operasyonlar vardı ki, kimsede itiraz edecek hal kalmamak üzere "mutlak bir sükûnet" sağlanması gerekiyordu. Bu amaçla 4 Mart 1925'te çıkarılan "Sansür Kanunu" ile birçok gazete kapatılmış, İstiklâl Mahkemesi; Velid Ebüzziya, Suphi Nuri, Eşref Edip, Ahmet Emin Yalman, Ahmet Şükrü ve daha nice gazeteciyi sürmüş veya süründürmüştü! Böylece bütün gazetecilere gözdağı verilmişti!
Artık, meydan CHP'ye kalmıştı...
Müslümanların her şeyini; daha doğrusu, Müslümanları değiştireceklerdi! Nitekim "Halk Partisi"nin hazırladığı ve siparişle çalışan Meclis'in onayladığı darbeler peş peşe gelmeye başlamıştı!
UÇAK YAPMA, ŞAPKA TAK!
Vecihi Hürkuş, kendi yaptığı uçağa, "Kontrol edecek kurumumuz yok" gerekçesiyle uçuş izni alamamıştı. Çünkü CHP devletinin o günlerde daha önemli(!) işleri vardı!
2 Eylül'de yayınlanan Bakanlar Kurulu Talimatıyla, ayağında çorabı olmayan gariban halka, "Şapka giyeceksin" demişlerdi. 25 Ağustos 1925 günü Kastamonu'da, "Gerekirse bazı kurbanlar verilir" uyarısı yapılmıştı ama halk, şapka bulamıyor, bulsa da alamıyordu. Vitali Hakko gibi uyanık Yahudilerin İtalya'dan gemilerle getirdiği müstamel şapkalar için bir yıl taksit ödeniyordu. Diyanet'in, imam ve vaizlere 50 lira "Şapka Kredisi" verdiği dönemde ekmek 5 kuruştu.
CHP'NİN ŞAPKA MEDENİYETİ!
Bunlar yetmemiş, 25 Kasım'da çıkarılan kanunda yer almadığı halde nice değerli insanları asmışlardı. Sembol olan merhum İskilipli Atıf Hoca'yı bir hukuk faciasıyla astıkları gibi sehpadaki kafasına şapka geçirerek, görülmemiş bir aşağılığa imza atmışlardı. Halkın gözünü korkutmak için ise, cansız bedenini üç gün asılı tutmuşlardı.
"O günler geride kaldı" diye düşünenler, merhumun kabrini ziyaret eden Çorum Valisi'ne yapılanları hatırlasın!
Öte yandan Mustafa Kemal Paşa Kastamonu'daki konuşmasında, "Ölülerden medet ummak, medenî bir cemiyet için lekedir" demişti. İşareti alan CHP vekilleri, 30 Kasım günü çıkardığı kanunla türbe ve tekkeleri kapatmıştı.
HARF DEVRİMİ DEĞİL, KÖK KATLİAMI!
Temmuz 1924'te Türkiye'ye davet edilerek "Eğitim Raporu" istenen Amerikalı Tapınakçı John Dewey'in, "Alfabeyi ve eğitim kadrosunu değiştirin" tavsiyesi üzerine, aynı CHP Meclisi 1 Kasım 1928'de, "halk"a; "Harf Devrimi" adıyla yeni bir darbe daha vurmuştu!
Kimsenin, "Latin harfleri niye getirildi" dediği yoktu. Ama anlam verilemeyen şey, halkın; İslâmiyet'le bağlantısını tamamen kesmek için Kur'an-ı Kerim okumanın hatta evinde Osmanlıca kitap bulundurmanın yasaklanmasıydı. Bir büyük zat, bu operasyonun vahametini "Boynumuza zorla haç taksalardı bu kadar zararlı olmazdı" şeklinde ifade etmişti.
Tabi bu da yetmemişti! Beyrut Ermeni Okulu Müdürü Agop Martanyan, "Dilaçar" soyadı verilerek Türk Dil Kurumu'nun başına getirilmişti! "Dilimizi Türkçeleştiriyoruz" katliamı öyle bir noktaya gelmişti ki, "Türkçe" diye konuşulan saçmalıkları, "uyduranlar" dışında kimse anlamıyordu. Hatta bir gün Kazım Dirik'in abuk sabuk saydığı cümlelerden sonra Mustafa Kemal Paşa "Birbirimizi anlamaz olduk" demişti. (Temellerin Duruşması, s. 327)
PUSUDA BEKLEYEN HIYANET: EZAN YASAĞI
Yeniden dizayn edilen devlette halkın beklediği binlerce düzenleme vardı ama başka hiçbir işi kalmayan CHP, 1932'yi "Dinde Reform Yılı" ilan etmişti. İslamiyet güncellenecekti!
Ezandan başlamışlardı! Kadir Gecesi'ne rastlayan 3 Şubat 1932 akşamı teravih namazı ile birlikte, padişahların namaz kıldığı protokol camii olan Ayasofya'da düğmeye basmışlardı. Bütün Avrupalı büyükelçileri davet ederek, "Gösterdiğiniz yolda kararlılıkla ilerliyoruz" mesajı vermişlerdi.
Yasağı sıkı şekilde kontrol ediyorlardı. Ancak Müslümanlar her fırsatta ezanı; ezan gibi okumaya çalışıyordu. Yasağın sene-i devriyesi olan 3 Şubat 1933 Cuma günü Ulucami İmamı Tevfik Kaleli Hoca, müezzinlere "Ezanı, lisan-ı aslisi ile okuyun" talimatı vermişti. Bu talimat yerine getirilmişti ama bütün Bursalılar bu büyük suçun cezasını ağır ödemiş, zulüm olsun diye Çorum'daki Ağır Ceza'ya gönderilmişti.
Değiştirilen sadece ezan değildi. "Mızıkalı Yaşar" diye bilinen Yaşar Okur, 1932 yılında ilk teravihi, Yerebatan Camii'nde, talimatla "Türkçe" kıldırmıştı. "Tanrı uludur" diye başlamış, bütün tespih ve sureleri Türkçe okuyarak, sağına soluna "Esenlikler dilerim" şeklinde selam vererek bitirmişti. Ancak arkasında müezzin dâhil hiç kimse kalmamıştı.
CHP'nin İttihatçı kalıntısı komutanları da ezan yasağını sıkı takip ediyordu! 5 Temmuz 1938 günü Hatay'ı Fransızlardan teslim alan komutan, minarelerden "Allahü ekber" nidaları yükseldiğini duyunca, ilk talimatını vererek "Tanrı Uludur" diye okutmuştu. Türk askerini büyük bir coşkuyla karşılayan on binlerce Türk, "Fransız işgalinde bile serbest olan ezanı, Türk askeri neden yasakladı" sorusuna cevap bulamamıştı!
İslam düşmanlığı, İnönü Milli Şef olduktan sonra da artarak devam etmişti. 23 Mayıs 1941 günü toplanan CHP Meclisi, 15 Nisan 1939'da şapka takmayanlara ve Latin harfi kullanmayanlara verilecek cezayı düzenleyen TCK 526'ya, ezan okuyanları da eklemişti! Artık "Allahü Ekber" diyen; hapis ve para cezasını göze alacaktı.
Efendim, ezan ve kameti anlamıyorlarmış! Sanki Türkçe okununca camiye koşmuşlardı! Belki de, ilahiyatçıların "Camilere masa-sandalye konsun, ayakkabılarla girilsin" raporu gerçekleşmediği için gitmemişlerdir!
YASAĞI KALDIRAN MENDERES'İ ORTADAN KALDIRDILAR!
14 Mayıs 1950 günü 27 yıllık CHP diktatörlüğünü yıkan Adnan Menderes, ilk önce ezan zulmüne son vermek istemişti. Çünkü seçim öncesinde, gittiği her yerde halk, "Allah aşkına bizi ezanımıza kavuştur" diye yalvarmıştı. Ama Cumhurbaşkanı Celal Bayar, "İlk icraatınız ezanı Arapça okutmak olursa endişe ederim ki, bu son icraatınız olabilir" diye tehdit etmişti! Neyse ki Menderes kararlıydı, "Son icraatım da olsa yapacağım" demişti.
Millet, 18 yıl önce koparılan "ezan"a, 16 Haziran 1950 (29 Şaban 1369) günü kavuşmuştu. O akşam ilk teravihi kılıp Ramazan'ı karşılayacak olan Müslümanlar, iki "bayram" yaşamıştı.
416 sandalyeye sahip Menderes'i, 69 vekille engelleyemeyeceği için ses çıkarmayan CHP'liler, ikide bir "Ezan yasağının kaldırılmasını biz de destekledik" diyorlar. Madem öyle, neden 18 yıl beklediler? Merhum Menderes'i neden idam ettiler? Ayrıca neden hâlâ ezan yasağını hortlatma hasreti çekiyorlar?
CHP, İSLÂM'DAN NEFRET EDİYOR AMA "ÖŞÜR"Ü ÇOK SEVİYOR
Ayasofya'ya Haçlı zinciri vurulması, Laikliğin "dinsizlik" olarak uygulanması, nesilleri çürütmek için Köy Enstitüleri kurulması... CHP'nin "halk"a yönelik operasyonlarını saymakla bitiremeyiz.
Ayrıca her dalda zulüm yağıyordu. Mesela bir taraftan İslâmiyet'e ait ne varsa silmek isteyen CHP, diğer taraftan da köylünün; kendi imkânlarıyla ürettiği bütün mahsulünü, çirkin bir ikiyüzlülükle; "öşür" diye topluyordu. Topladığı vergilerle yapması gereken yol için köylüden para istiyordu. Para veremeyenler 6 liralık yol parası için 6 gün kazma-kürekle yol yapıyordu!
Halk, bütün bu akıl almaz zulümlere bile katlanmıştı. Ama İslâmiyet'e yönelik ambargonun dayanılacak hali kalmamıştı. İstanbul Müftüsü M. Fehmi Ülgener, 1941 yılında kendisini ziyarete gelen Sulhi Dönmezer'e "Bugün hayatımın en elemli gününü geçirdim. Süleymaniye Camii aylardır imamsızdı. Mahalle bekçisini imam tayin ettim" demiş ve hüngür hüngür ağlamıştı!
Cenazeleri yıkayıp defnedecek imam bile kalmamıştı. CHP'nin Anadolu delegeleri, halkın son noktaya gelen isyanını, 1947'deki 7. Kongre'ye taşımıştı. Bir üye, "İslam unutuldu, din ihtiyacı duyan gençler; misyonerlerle kiliseye gidiyor" diye yakınmıştı. Zavallı bilmiyordu ki, CHP zaten 24 yıldır, 18 Temmuz 1923 günü Ankara Garı'nda zikredilen "İslâm terakkiye manidir, Hristiyanlığa girmekten başka çaremiz yoktur" (Kazım Karabekir Anlatıyor, s. 93) hedefine ulaşmak için çalışıyordu!
SEÇİME GİDERKEN "ÇAKMA DİNDAR" OLDULAR!
Ama CHP'lileri de telaş kaplamıştı. Çünkü 1946 seçimini dipçik zoruyla CHP'ye oy kullandırarak, bunun da yeterli olmadığını görünce sandıkları CHP binalarına kaçırıp karanlıkta sayarak(!) zor gasp etmişlerdi. Ve yeni seçim yaklaşmıştı. Bu sefer işleri daha da zordu. Onun için bu şikâyetlere kulak vermek gerekirdi!
Durum o kadar vahimdi ki, Gezi'de "Zulüm 1453'te başladı" diyen soysuzların "dedesi" olan ve "29 Mayıs, büyük Bizans medeniyetinin barbarca yıkılışının yıldönümüdür, sevinmeyip üzülmeliyiz" diyen CHP mebusu Hamdullah Tanrıöver, bu vahameti, "TBMM'de 6 tane hademe yanıma geldi ve ağlayarak, 'Vallahi, billahi 6 köyümüzde bir tek imam kaldı. Ölülere sıra bekletiyoruz. O imam köyden köye koşuyor. Eğer bize imam vermezseniz ölülerimizi köpek leşi gibi toprağa gömeceğiz' dedi" şeklinde aktarmıştı.
İnönü meseleye el koymuş ve tam bir CHP çözümü bulmuştu! 16 Ocak 1949 günü Başbakan Hasan Saka talimatla hastalanmış ve "CHP'nin dindarı" Şemseddin Günaltay başbakan olmuştu.
Öyle bir "dindar" idi ki, Müslümanlara en büyük zulümlerden biri olan "örgüt" kurma ithamındaki; "3 Müslümanın bir araya gelmesi..." alt sınırını "2 kişiye" indirmişti! 1949 yılında ise Müslümanların başına meşhur 163. madde belasını sarmıştı! 1 Nisan 1950'de tam seçim öncesi; Müslümanlara bir şirinlik(!) daha yapan dindar(!) Başbakan, "türbe" diye, Baltalimanı ve Tanzimat belalarını başımıza saran Büyük Mason Reşid Paşa'nın Beyazıt'taki mezarını ziyarete açmıştı.
CHP'NİN DEĞİŞTİĞİNİ ISPATLAMAK ÇOK BASİT!
Efendim, "Bunlar geride kaldı, CHP değişti" diyorlar. Bu doğru mu acaba?
CHP, son 20 yıldır en zor dönemini yaşıyor. Çünkü karşısındaki Müslüman rakip, Türkiye'de ilk defa Müslüman iktidarı; her gün biraz daha "muktedir" yapıyor. Bu ise muhafazakârlığı arttırıyor. Bu yüzden CHP de, muhafazakâar görünmeye çalışıyor. Kılıçdaroğlu, onun için; başörtüyü AYM'ye şikâyet etmekle, kanun güvencesine almak arasında gidip geliyor. Ancak hayatlarında hiç olmayan İslâmiyet'i ve hiç sevmedikleri Müslümanları taklit etmeleri kolay olmuyor. Bu yüzden "seccade" gibi ayrıntılar fark edilmiyor!
CHP gerçekten değişmişse, halkı buna inandırmak çok basittir. Yıllardır "helalleşme" muhabbeti yapan Kılıçdaroğlu'nun, "CHP'nin tek parti döneminde yaptığı inkılâplar büyük hataydı. Çok saçmaydı. Bunların tamamını kınıyorum ve CHP genel başkanı olarak sizden özür diliyorum" demesi yeterlidir. Oysa Kılıçdaroğlu bu taraftaki çarşaflılara rozet takarken, diğer taraftakilere de, "CHP, kurulduğu çizgiden kıl kadar ayrılmamıştır" diyor.
Aslında CHP'yi Müslümanlar iyi biliyor. Bu yüzden CHP'yi iktidara getirmiyor. Bendeniz bu çarpıcı ayrıntıları, CHP'nin gemisine binmiş olan dindar/muhafazakâr kardeşlerimize hatırlatmak için derledim.
CHP'yi desteklemek siyasî değil; itikadî bir meseledir. Hiçbir siyasî hırs, kin ve öfke; "kurumsal din düşmanlığı"nın kısaltılmış adı olan CHP ile birlikte saf tutmak için gerekçe olamaz.
Bizi duyacak durumda olmayabilirsiniz ama yine de bizden uyarması...
"El-Mer'u Me'a Men Ehabbe..."
.HÜDA PAR'ın, HDP'den ne farkı var?
17 Mart 2023 Cuma
Cumhur İttifakı'na destek vereceğini açıklayan HÜDA PAR, yoğun bombardımana hedef oldu. CHP ve HDP yöneticileri ile medyadaki uzantıları, "Hani HDP ile görüşenleri eleştiriyordunuz" diyerek "Ele verir talkını..." muhabbeti başlattı.
Yüzeysel bir bakışla, doğru gibi görünen bu yaklaşım tam bir illüzyondur. HÜDA PAR'ın, çok genel bir kategorize ile "etnik siyaset" başlığı altında bile HDP ile bir araya getirilmesi mümkün değildir. Çünkü HDP, PKK'ya hizmet siyaseti yapmaktadır. HÜDA PAR'ın ise İslâmî hassasiyeti, etnik kökenden önce gelmektedir.
Bu bakımdan "Türklükten önce Müslümanlık" ilkesine göre siyaset yapan MHP ile Kürtlükten önce Müslümanlık" diyen HÜDA PAR'ın aynı çatı altında buluşması, siyasetin çok ötesinde bir anlam taşımaktadır. Zira, 72 milletin yaşadığı Osmanlı coğrafyasını "huzur beldesi" haline getiren "sır" bekli yeniden keşfedilir!
"BİZ TÜRK VE KÜRT KARDEŞLİĞİNİ SAVUNUYORUZ"
Nitekim HÜDA PAR Genel Başkanı Zekeriya Yapıcıoğlu tam da bu önemli farkı vurgulayarak, "Biz bölücü değiliz. Bayrağımızla bir derdimiz yok. Ayrı bir devlet kuralım da demiyoruz. Biz, bin yıldır İslâm paydasında beraber yaşayan Türk ve Kürt'ün kardeşliğini savunuyoruz." demiştir.
Sağlıklı bir mukayese için hatırlamakta fayda var. Biz HDP'yi, terör örgütünden bağımsız; "insan" odaklı bir siyaset üretemediği için eleştiriyoruz. Kürtleri istismar ederek PKK'ya peşkeş çektiği için eleştiriyoruz. Vatana ve millete hizmet amaçlı dokunulmazlık vb. ayrıcalıkları, terör örgütüne sunduğu için eleştiriyoruz.
CHP'yi de, "Sırtımızı PKK'ya dayadık, Öcalan'ın heykelini dikeceğiz" diyenlere mahkûm olduğu için eleştiriyoruz. "Cumhuriyet'i biz kurduk" diye övünenlerin, tam da 18 Mart Şehitleri Anma Günü'nde Mehmetçik düşmanlarının ayağına gidip Mehmetçik katillerinin talimatlarını almak nasıl bir Atatürkçülüktür?
Tepkiler üzerine o çirkin görüşmenin sadece gününü değiştirmek ise nasıl bir samimiyetsizlik?
HÜDA PAR TEMİZ BİR SİYASET YÜRÜTÜYOR
Oysa HÜDA PAR'ın en önemli özelliği, aynı bölgede faaliyet gösterdiği ve nice baskı ve tehditlere muhatap olduğu halde, PKK'nın karşısında durabilme yiğitliğini göstermesidir. HÜDA PAR'ın sergilediği bu onurlu duruşu, "Hizbullah bağlantısı" iddialarıyla gölgeleyerek, HDP'nin; PKK ezikliğini dengelemeye çalışıyorlar.
Öncelikle HDP, CHP ve fondaş medyacılarının bir "terör; cinayet; işkence" duyarlılığı olduğunu öğrenmek çok sevindirici! Keşke "vicdan" denen ulvî teraziye de sahip olsalardı. Belki o zaman PKK'nın 40 yıldır devam eden cinayet ve işkencelerine de bir-iki kelime ederlerdi!
Ayrıca HÜDA PAR yetkilileri, Hizbullah ile hiçbir ilgileri olmadığını açıklamışlardır. HDP'nin, eş-emanetçileri de "PKK ile hiçbir ilgimiz yok" diyebilir mi?
Bu ittifakı önlemek için 24 Ocak 2001'deki Gaffar Okkan suikastını da kullanıyorlar. Bu iddiaların, "Hizbullah ilgimiz yok" açıklamasından sonra bir anlamı kalmamakla birlikte, Gaffar Okkan cinayeti; Hizbullah'ın beceremeyeceği kadar "derin" bir organizasyondur. Gerçekten merak ediyorlarsa bu suikastın izlerini, bordo berelileri taşıyan ve 16 Mart 2002 günü Malatya'da düş(ürül)en CASA tipi askerî uçakta ve İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi'nde tanık olarak dinlenen eski Jandarma Kıdemli Yüzbaşı Özcan Tozlu'nun ifşaatlarında arasınlar!
NEDEN HÜDA PAR'A ÇULLANIYORLAR?
Aralık 2012'de kurulan HÜDA PAR, referandumda ve 2018 seçimlerinde de Cumhurbaşkanı Erdoğan'a desteğini açıklamıştı ama bugünkü gibi bir linç kampanyasına muhatap olmamıştı.
14 Mayıs 2023 seçimlerinin önemini hâlâ anlamayan muhafazakârlar, buradan bir ders çıkarır umarım. Aylar önce "2023 seçimleri, dışarıdaki ve içerideki şer cephesi için o kadar önemli ki; seçim öncesinde, 'silahsız bir 15 Temmuz süreci'ne şahit olacağız" demiştim.
Başladı bile...
Kandil'den Pensilvanya'ya kadar uzanan bu cephenin hiçbir kırmızı çizgisi yoktur. "HÜDA PAR Genel Başkanı Zekeriya Yapıcıoğlu 'Şeriat getireceğiz' dedi" iftirası, bir FETÖ kanalizasyonundan yayılmıştır. Peki, Türkiye'yi yönetmeye talip olanlar, bu tür FETÖ operasyonlarından veya Kandil'den yapılan "destek" açıklamalarından hiç mi rahatsız olmuyor? Olmuyor ki, hiçbir itirazda bulunmuyor! Ama yerel seçimlerde tecrübe etmiş olmaları gerekiyor; yazın yenen hurmalar kışın çok fena tırmalar!
"HDP'Yİ MASAYA ÇIKARMAYA ÇALIŞIYORLAR"
Kafa karıştırmak için yapılan benzetmeleri, HÜDA PAR'ın Medyadan Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Abdullah Aslan'a sordum, "Bizi, HDP ile aynı çuvala sokmaya çalışmak kadar büyük bir vicdansızlık olamaz" dedi ve çok anlamlı olan, "HDP'yi masanın üstüne çıkarmaya çalışıyorlar" tespitini ekledi. Ayrıca "Biz 15 Temmuz'da Diyarbakır'dan İstanbul'a kadar bütün meydanlarda milletimizin yanındaydık" dedi. Gerçekten; o günlerde HDP neredeydi?
Bu iki partinin hiçbir benzerliği olmadığı gibi, ittifak amaç ve yöntemleri de, doğu ile batı kadar birbirinden uzaktır. Zira HDP, Kılıçdaroğlu'na destek vermek için, terör örgütünün 40 yıldır yaptıramadığı şeyleri dayatmaktadır. Yerel muhtariyet verilmesi gibi talepler anayasaya aykırı olduğu gibi, sınır dışı terör operasyonlarının durdurulması da, terörle mücadeleden vazgeçilmesi anlamına gelmektedir ki, bunu kabul etmek; on binlerce şehidimize ihanettir.
Oysa HÜDA PAR'ın işbirliğinde, 6'lı masadaki gibi bir "ucuz koalisyon" çıkarcılığı bile söz konusu değildir.
O halde... Başlıkta sorduğumuz soruyu, bu gerçekler ışığında cevaplayalım:
HÜDA PAR'ın, bu HDP ile ne benzerliği olabilir!...
Meral Akşener'in harika buluşu: Güçlendirilmiş Cumhurbaşkanı
9 Mart 2023 Perşembe
Ağır ithamlarla masadan kalkan İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener, tekrar döndü ve "seçilemeyecek" olan Kılıçdaroğlu'nun adaylığını onaylayarak "noterlik" görevini tamamladı.
Niye döndüğünden başlayalım...
En hafifi "Sifonu çekin gitsin" şeklinde olan öyle bir baskıya muhatap oldu ki... Hakaretleri sineye çekebilir ama "Kemal bey seçilemezse fatura sana kalır" tehdidinden çok korkmuştu. Elbette seçilemeyecekti ve oklar ona yönelecekti. "Yakından" tanıdığı bu güruhun neler yapabileceğini çok iyi biliyordu.
Velhasıl, kendi ifadesiyle "taşlanan şeytan" durumunda kaldığını hissederek mecburen masaya dönmüştü. Kendi adına doğru yapmıştı. Çünkü seçimden sonra bırakın siyaseti; Kocaeli'den bu yana geçemeyecekti.
Gelelim dönüş şartına!..
Bir kere Kılıçdaroğlu, 2 Mart'taki toplantıda ayağa kalkıp kapıyı gösterdiği yetmiyormuş gibi hemen peşinden de 6'lı masayı "Halil İbrahim Sofrası"na döndürerek, HDP ve diğer sol gruplara davetiye çıkarmıştı. Akşener'in kendisine yönelik eleştirilerine cevap olarak da "Ben değişmem" diyerek, masaya; süt dökmüş kedi gibi dönmesini istemişti. Çünkü yoğun mesaide olan "imha ekibi"nin Akşener'i döndüreceğini biliyordu.
Nitekim iki tarafın da sahip çıktığı, "İki büyükşehir belediye başkanı, icracı cumhurbaşkanı yardımcısı olsun" çözümü ile "tıpış tıpış" dönmüştü.
Akşener, "Bu benim şartımdı, çok iyi oldu, Kılıçdaroğlu seçilemeyecekti, iki başkan; iki tarafına dayanak olunca seçilecek" diyor. Hatta peşinden de, "Hadi kendi üzerimden söyleyeyim; bu iki isim benden daha popüler" diyerek, açık bir şekilde, İmamoğlu ve Yavaş'ın; Kılıçdaroğlu'ndan daha fazla tanındığını iddia ediyor.
Bu nasıl bir vizyon? Anayasa "Bütün yetkileri sadece cumhurbaşkanı kullanabilir, devri söz konusu değildir" diyor. Ama Akşener, net olarak, "Adaylığını kabul edip onayladığımız Kılıçdaroğlu Cumhurbaşkanı seçilemez, seçilse de bu işleri beceremez. Bunlar sayesinde seçilecek ve yetkisini de bunlar kullanacak" diyor! Bu alenen "vesayet sistemi" vaadidir. Zaten "Koalisyonlar unutulduğu için ülkeyi nasıl yöneteceğimizi anlatamıyoruz, ben koalisyon ustasıyım" diyerek ülkeyi kaosa götürmeye çalıştıklarını açıkça ilan ediyor!
Ekrem İmamoğlu'nun, Kemal beyin elini kaldırırken takındığı yüz ifadesi de "deprem üzüntüsü" değilse, bu emrivakiye çok bozulmuş görünüyor. Belki de Kılıçdaroğlu'nun seçilmemesi için şimdiden dua ediyor. Çünkü sizin planınız gerçekleşirse İmamoğlu, belediye başkanlığını kaybettiği gibi Cumhurbaşkanlığını ve CHP genel başkanlığını da kaptırmış olacak!
Sadece bu birkaç husus bile, Akşener'in; kabul ettirmek için Türkiye'yi ayağa kaldırdığı "çözüm"ün, milletten ve millet menfaatlerinden ne kadar uzak ve saçma olduğunu gösteriyor.
Zaten çok isabetli olsa bile anlamsızdı. Çünkü bu süper(!) çözüm, yelkenleri suya indirerek döndüğü 6 Mart masasında, diğer 4'lünün, "Onlar icracı ise biz neyiz" tepkisi üzerine yok olmuştu. Bırakın "icracı" olmalarını; atanmalarına bile Kılıçdaroğlu karar verecekti. Yani Meral hanımın "İyi oldu" diye övündüğü çözüm(!) fiilen bitmişti. Zaten Meral Hanım da (doğruladığı üzere) bu yüzden yine masadan kalkmıştı ama çaresizce tekrar oturmuştu!
Hatta aday ilanı şovunda bile bu çaresizliğin, yüzüne yansımasına engel olamamıştı. Sonra da "Deprem oldu ya; ondan" diye savunmuştu! Yazıklar olsun... Boş yere bir siyasî kaos çıkarıyor ve depremzedeleri unutturuyor. Sonra da aynı depremzedeleri, asık yüzüne maske yapıyor! Bu nasıl bir yüzsüzlüktür...
Kendi başlattığı efeliği devam ettiremediği için döndüğü masada "İşine gelirse" mevkiine düşmüş ve her şeye razı olmuş bir Akşener izliyoruz. Krizi öteledikleri milletvekili listeleri hazırlanırken neler göreceğimizi bilmiyoruz.
Muhalefette bile anlaşamayan bu koalisyon ortaklarının, iktidarda ne yapacağını ise tahayyül bile edemiyoruz.
.
.Bakın Akşener asıl darbeyi kime vurdu!
5 Mart 2023 Pazar
Niyeti "hayr" olmayan hiçbir işin akıbeti hayırlı olmaz...
"Kılıçdaroğlu'nun tek başarısı" olarak sunulan 6'lı masanın dağılmaması için nice tavizler vermişlerdi! Başta Akşener, "Masayı dağıtmaya kimsenin gücü yetmez" diyordu. Daha birkaç gün önce sarf edilen "Masayı devirmem, millete ihanet etmem" şeklindeki "büyük söz" de bu hanımefendiye aittir.
Hatırlıyor musunuz; Cumhurbaşkanı Erdoğan 17 Kasım 2022 tarihinde, Akşener'in önceki gün itiraf ettiği dev çelişkilere dikkat çekmiş, "O masadaki varlığını tekrar gözden geçir" demişti. Bu çok değerli uyarıyı, "Cumhur ittifakına davet ediyor" şeklinde basitleştirerek alay etmiş, "Bu muhteremin zikzaklarına alıştık" demişti. Siyasî hayatındaki 5. büyük zikzağını iki gün önce yapan Akşener'in; 40 yıldır aynı çizgide yürüyen Erdoğan'a bir özür borcu yok mu?
Düne kadar Akşener'e iltifat yağdıran fondaş medyacılar ve örümcek kafalı aydınlar(!), aynı Akşener'i; "Masayı deviren hain" ilan etti. Sonra "ajans" moduna geçtiler ve "Masa yoluna devam ediyor. Ayrılan kaybetti" demeye başladılar.
Bu çıkışın, Akşener'e nasıl bir siyasî sonuç getireceğini göreceğiz. Ama masa açısından, İYİ Parti'nin oy oranıyla izah edilemeyecek boyutta bir kayıptır. Masanın yeni durumu, asla; "6'lı masa idi, biri gitti 5'li masa oldu" şeklinde ifade edilemez.
İYİ Parti'nin ayrılması, o masanın kimyasını değiştirecek; millet nezdinde marjinalleştirecektir. Çünkü "Vesayet"ten kurtulan Kılıçdaroğlu, artık o masayı tam anlamıyla bir "şer" cephesine dönüştürecektir. HDP ve kıyıda köşede kalmış ne kadar solcu ve Marksist enfeksiyonlar varsa bu masada toplanacaktır. Bu cephe, milletten tamamen uzaklaşacak ve PKK'ya daha da yaklaşacaktır.
"Muhafazakâr" denilen 4 partinin o masada yer alması, aklıselim insanları çok şaşırtıyordu. Ancak İYİ Parti'nin de orada olması, bu 4 partinin yanlışını gölgeliyordu. Ama şimdi durum çok değişti.
Bizim 4'lü, o masada hiçbir siyasî duruş sergileyemez. Müslümanların haklarını asla savunamaz. Zaten teslim olmuş durumdalar. Hele bundan sonra, Kılıçdaroğlu'na koltuk değneği olmaktan başka şansları yoktur. Türk milletinin âli menfaatleri için orada olduklarına kimseyi inandıramazlar. CHP'nin değirmenine su taşıyarak, millete değil; ancak CHP'nin din düşmanlığına hizmet etmiş olurlar.
Bütün bunların sebebi, Erdoğan düşmanlığı ve kişisel ikbal hesaplarıdır. Bunların savrulduğu durum, "Kinim, dinimdir" diyen Avni Paşa'nın, kendisini görevden alan Sultan Abdülaziz Han'a; İngiliz Sefirin desteğiyle darbe yapmasını hatırlatıyor.
Değer mi?..
.
.Depremde “tevekkül” dersi verene bak…
25 Şubat 2023 Cumartesi
Hassas bir konu olduğu için girmek istemedim. Günlerce, "ehil" bir ismin çıkıp kitabın ortasından cevap vermesini bekledim. Gerçi iyi ki konuşmuyorlar! Çünkü İslamiyet'e en büyük zararı, "din adamı" sıfatıyla konuşanlar veriyor.
İYİ Parti lideri Akşener'in, son grup konuşmasında yine bu konuyu istismar ettiğini görünce "Artık yeter!" dedim.
Bir felâket veya âfet yaşadığımız zaman Cumhurbaşkanı Erdoğan, alınan tedbirleri ve söylemesi gereken her şeyi söyledikten sonra felâkete muhatap olan kardeşlerimizi teselli ederken de "Takdir-i İlahi" ifadesi kullanıyor.
Hemen düğmeye basıyorlar...
Vay efendim, kadercilik yapıyormuş; tevekküle sığınıyormuş!..
"Tevekkül"ün ne olduğunu bilmeyenler, Erdoğan'a din dersi vermeye kalkıyor!
Sosyal medya çaşıtlarını geçtim, bu ülkeyi yönetmeye talip olanlar da aynı "ucuzluk" kuyruğuna giriyor.
Bir süre önce iktidara geldiklerinde çocuklarımızı dinsiz yetiştirmek için okutacakları kitabı üstümüze doğru sallayan hanımefendi, şimdi ise aynı kürsüde "Amentü" okuyarak "tevekkül" dersi veriyor.
Efendim, Sayın Erdoğan önceden tedbir almıyormuş, felaket gelince de "Takdir-i İlahî" diyormuş!
Müslümanları yönetmeye talip olan bu hanımefendi, "tevekkül" bahsini bir kere okusaydı belki; "Gerekeni yapmadan tevekkül etmek caiz değildir, Allahü teâlâya karşı edepsizliktir. 'İnsanın elinde bir şey yoktur, kaderde olanı yapmağa mecburdur demek, kitaba ve sünnete inanmamaktır" cümlelerini okur da böyle; "yabancı" gibi konuşmazdı.
"Takdir-i İlahi" demeden önce gereğini yapma konusuna gelince... Dünyanın en iyi deprem yönetmeliğini yürürlüğe sokan Erdoğan; insanları kentsel dönüşüme ikna etmek için yalvarırken; o insanların kafasını karıştırarak dönüşümü engellemek için "dokunulmazlık"larını seferber edenlerin ve Hatay'dan İstanbul'a "Kentsel dönüşüm değil, rantsal dönüşüm" terbiyesizliğiyle kampanya düzenleyenlerin söyleyecek hiçbir sözü olamaz.
Tam aksine; iğrenç bir siyaset uğruna o binaların yenilenmesini engelleyerek binlerce insanın katili olanlardan bu dünyada hesap sorulamayabilir. Ama unutmasınlar ki, bu "dokunulmazlık"ları bütün münafıklıkların ortaya çıkacağı o "büyük hesap günü"nde işe yaramayacak.
Allah'ın izniyle devlet, milletle el ele vererek bu felâketin de altından kalkacaktır. Fakat asıl büyük felâket, istismarı ve iftirayı siyaset zannedenlerdir. Millet, bu beceriksizlerden nasıl kurtulur bilemiyorum.
ÇOKBİLMİŞ GAZETECİLER, EDİTÖRLERİMİZDEN DERS ALSIN
Her şeyi bilen(!) gazetecilere, dinî konularda ahkâm kesmeden önce biraz düşünmelerini tavsiye ederim. Çok gülünç duruma düşüyorlar. "Kurban Bayramı bu yıl Hac mevsimine rastladı" veya "Dilleri, dinleri farklı milyonlarca Müslüman Arafat'ta buluştu" vahametlerine sahne olan sektörümüz, deprem felâketinde ise "mucize" kelimesini yanlış yerde kullanarak yeni bir cehalet sergiledi.
Bazılarının İslâmî değerlere saygı göstermek gibi bir hassasiyeti olmayabilir. Ama herkes, "yaratmak" ve "mucize" ibarelerinin "özel" olduğunu, sadece ait oldukları yerde kullanılabileceğini bilmek ve uygulamak zorundadır.
Bu vesileyle, bu hassasiyeti göstererek bir kere bile "Mucize kurtuluş" türü bir duyarsızlığa imza atmayan ekip arkadaşlarıma çok teşekkür ediyorum.
.17 Mart 2023 Cuma
Cumhur İttifakı'na destek vereceğini açıklayan HÜDA PAR, yoğun bombardımana hedef oldu. CHP ve HDP yöneticileri ile medyadaki uzantıları, "Hani HDP ile görüşenleri eleştiriyordunuz" diyerek "Ele verir talkını..." muhabbeti başlattı.
Yüzeysel bir bakışla, doğru gibi görünen bu yaklaşım tam bir illüzyondur. HÜDA PAR'ın, çok genel bir kategorize ile "etnik siyaset" başlığı altında bile HDP ile bir araya getirilmesi mümkün değildir. Çünkü HDP, PKK'ya hizmet siyaseti yapmaktadır. HÜDA PAR'ın ise İslâmî hassasiyeti, etnik kökenden önce gelmektedir.
Bu bakımdan "Türklükten önce Müslümanlık" ilkesine göre siyaset yapan MHP ile Kürtlükten önce Müslümanlık" diyen HÜDA PAR'ın aynı çatı altında buluşması, siyasetin çok ötesinde bir anlam taşımaktadır. Zira, 72 milletin yaşadığı Osmanlı coğrafyasını "huzur beldesi" haline getiren "sır" bekli yeniden keşfedilir!
"BİZ TÜRK VE KÜRT KARDEŞLİĞİNİ SAVUNUYORUZ"
Nitekim HÜDA PAR Genel Başkanı Zekeriya Yapıcıoğlu tam da bu önemli farkı vurgulayarak, "Biz bölücü değiliz. Bayrağımızla bir derdimiz yok. Ayrı bir devlet kuralım da demiyoruz. Biz, bin yıldır İslâm paydasında beraber yaşayan Türk ve Kürt'ün kardeşliğini savunuyoruz." demiştir.
Sağlıklı bir mukayese için hatırlamakta fayda var. Biz HDP'yi, terör örgütünden bağımsız; "insan" odaklı bir siyaset üretemediği için eleştiriyoruz. Kürtleri istismar ederek PKK'ya peşkeş çektiği için eleştiriyoruz. Vatana ve millete hizmet amaçlı dokunulmazlık vb. ayrıcalıkları, terör örgütüne sunduğu için eleştiriyoruz.
CHP'yi de, "Sırtımızı PKK'ya dayadık, Öcalan'ın heykelini dikeceğiz" diyenlere mahkûm olduğu için eleştiriyoruz. "Cumhuriyet'i biz kurduk" diye övünenlerin, tam da 18 Mart Şehitleri Anma Günü'nde Mehmetçik düşmanlarının ayağına gidip Mehmetçik katillerinin talimatlarını almak nasıl bir Atatürkçülüktür?
Tepkiler üzerine o çirkin görüşmenin sadece gününü değiştirmek ise nasıl bir samimiyetsizlik?
HÜDA PAR TEMİZ BİR SİYASET YÜRÜTÜYOR
Oysa HÜDA PAR'ın en önemli özelliği, aynı bölgede faaliyet gösterdiği ve nice baskı ve tehditlere muhatap olduğu halde, PKK'nın karşısında durabilme yiğitliğini göstermesidir. HÜDA PAR'ın sergilediği bu onurlu duruşu, "Hizbullah bağlantısı" iddialarıyla gölgeleyerek, HDP'nin; PKK ezikliğini dengelemeye çalışıyorlar.
Öncelikle HDP, CHP ve fondaş medyacılarının bir "terör; cinayet; işkence" duyarlılığı olduğunu öğrenmek çok sevindirici! Keşke "vicdan" denen ulvî teraziye de sahip olsalardı. Belki o zaman PKK'nın 40 yıldır devam eden cinayet ve işkencelerine de bir-iki kelime ederlerdi!
Ayrıca HÜDA PAR yetkilileri, Hizbullah ile hiçbir ilgileri olmadığını açıklamışlardır. HDP'nin, eş-emanetçileri de "PKK ile hiçbir ilgimiz yok" diyebilir mi?
Bu ittifakı önlemek için 24 Ocak 2001'deki Gaffar Okkan suikastını da kullanıyorlar. Bu iddiaların, "Hizbullah ilgimiz yok" açıklamasından sonra bir anlamı kalmamakla birlikte, Gaffar Okkan cinayeti; Hizbullah'ın beceremeyeceği kadar "derin" bir organizasyondur. Gerçekten merak ediyorlarsa bu suikastın izlerini, bordo berelileri taşıyan ve 16 Mart 2002 günü Malatya'da düş(ürül)en CASA tipi askerî uçakta ve İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi'nde tanık olarak dinlenen eski Jandarma Kıdemli Yüzbaşı Özcan Tozlu'nun ifşaatlarında arasınlar!
NEDEN HÜDA PAR'A ÇULLANIYORLAR?
Aralık 2012'de kurulan HÜDA PAR, referandumda ve 2018 seçimlerinde de Cumhurbaşkanı Erdoğan'a desteğini açıklamıştı ama bugünkü gibi bir linç kampanyasına muhatap olmamıştı.
14 Mayıs 2023 seçimlerinin önemini hâlâ anlamayan muhafazakârlar, buradan bir ders çıkarır umarım. Aylar önce "2023 seçimleri, dışarıdaki ve içerideki şer cephesi için o kadar önemli ki; seçim öncesinde, 'silahsız bir 15 Temmuz süreci'ne şahit olacağız" demiştim.
Başladı bile...
Kandil'den Pensilvanya'ya kadar uzanan bu cephenin hiçbir kırmızı çizgisi yoktur. "HÜDA PAR Genel Başkanı Zekeriya Yapıcıoğlu 'Şeriat getireceğiz' dedi" iftirası, bir FETÖ kanalizasyonundan yayılmıştır. Peki, Türkiye'yi yönetmeye talip olanlar, bu tür FETÖ operasyonlarından veya Kandil'den yapılan "destek" açıklamalarından hiç mi rahatsız olmuyor? Olmuyor ki, hiçbir itirazda bulunmuyor! Ama yerel seçimlerde tecrübe etmiş olmaları gerekiyor; yazın yenen hurmalar kışın çok fena tırmalar!
"HDP'Yİ MASAYA ÇIKARMAYA ÇALIŞIYORLAR"
Kafa karıştırmak için yapılan benzetmeleri, HÜDA PAR'ın Medyadan Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Abdullah Aslan'a sordum, "Bizi, HDP ile aynı çuvala sokmaya çalışmak kadar büyük bir vicdansızlık olamaz" dedi ve çok anlamlı olan, "HDP'yi masanın üstüne çıkarmaya çalışıyorlar" tespitini ekledi. Ayrıca "Biz 15 Temmuz'da Diyarbakır'dan İstanbul'a kadar bütün meydanlarda milletimizin yanındaydık" dedi. Gerçekten; o günlerde HDP neredeydi?
Bu iki partinin hiçbir benzerliği olmadığı gibi, ittifak amaç ve yöntemleri de, doğu ile batı kadar birbirinden uzaktır. Zira HDP, Kılıçdaroğlu'na destek vermek için, terör örgütünün 40 yıldır yaptıramadığı şeyleri dayatmaktadır. Yerel muhtariyet verilmesi gibi talepler anayasaya aykırı olduğu gibi, sınır dışı terör operasyonlarının durdurulması da, terörle mücadeleden vazgeçilmesi anlamına gelmektedir ki, bunu kabul etmek; on binlerce şehidimize ihanettir.
Oysa HÜDA PAR'ın işbirliğinde, 6'lı masadaki gibi bir "ucuz koalisyon" çıkarcılığı bile söz konusu değildir.
O halde... Başlıkta sorduğumuz soruyu, bu gerçekler ışığında cevaplayalım:
HÜDA PAR'ın, bu HDP ile ne benzerliği olabilir!...
.27 Nisan 2023 Perşembe
"Osmanlı Çınarı"nı asırlarca yıkamayan yedi düvel, İttihat ve Terakki vesayetçilerini kullanarak birkaç yılda içten çürütmüştü.
İşte o vesayetçiler, isim değiştirerek Anadolu'ya geçmiş ve "vesayet" taşını "Yeni Türkiye"nin temeline yerleştirmişti.
Yani Batı, Türk milleti üzerindeki bütün emperyalist emellerine, vesayetin Truva Atı olan CHP sayesinde ulaşmıştı. Anayasa'ya "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Millet bu egemenliği TBMM eliyle kullanır" diye yazmışlardı ama yukarıdan "atanan" ve temsil ettiği vilayetin yolunu bile bilmeyen "çakma vekiller"den oluşan "vesayet Meclisi"nin aldığı "sipariş" kararlarla, milletin bütün değerlerini budamışlardı!
Ancak, genlerini değiştirip adeta yeniden inşa ettikleri milletin, 14 Mayıs 1950 günü ortaya koyduğu irade, vesayetçileri şok etmişti!
30 yıldır ekilen "dönüştürme" tohumları nereye gitmişti?
Zira onlara göre, artık din-iman, Kur'an-ezan, bayrak-vatan; hiçbir şeyi hatırlamayan bir nesil ortaya çıkacaktı!
Üstelik o akşam hezimeti gören İnönü, "Millet hatasını görecek, bize dönecek" demişti ama DP, sonraki seçimlerde daha güçlü gelmişti. Artık, "çakma" vekillerle vesayet düzenini yürütme imkânı kalmamıştı!
Bu milletin, CHP'yi asla iktidara getirmeyeceği anlayan emperyalist patronlar, vesayetçilerin kulağına yeni bir "strateji" fısıldamıştı:
"Halk, CHP'yi iktidara getirmiyorsa, siz de; devlet kurumlarına "gizli CHP iktidarı" yerleştirin!
Nitekim 1924 Anayasası'ndaki "Millet bu egemenliğini TBMM eliyle kullanır" ifadesini, 27 Mayıs 1960'taki darbeyle yazılan "vesayet anayasası"nda, "Millet bu egemenliğini 'yetkili kurumlar' eliyle kullanır" şeklinde değiştirerek, CHP zihniyetini; devlete hâkim kılmışlardı!
O "bazı kurumlar", ihtiyaç durumuna göre bazen TSK, bazen Danıştay, bazen Anayasa Mahkemesi hatta bazen de Parlamento olarak karşımıza çıkmıştı.
27 Nisan 2007 tarihinde ise, içine CHP iktidarı kaçmış olan bu "kurum"ların tamamı "ortak" bir "vesayet operasyonu" yürütmüştü!
Hedefleri, parlamentonun 550 üyesinden 365'ine sahip olan AK Parti'nin; Cumhurbaşkanını seçmesini engellemekti!
Önce, siyasetteki vesayet adına Baykal sahneye çıkmış ve Erdoğan'ı "Sakın... Aklından bile geçirme" diye uyarmıştı! Yetmemiş, geçenlerde öldüğünü bile fark etmedikleri sıradan bir maşanın uzattığı "367 pası"nı kullanarak topu; "Yüksek" vesayet kurumu olan Anayasa Mahkemesi'ne aktarmışlardı!
O gece geç saatlerde ise, en güçlü vesayet kurumu olan TSK devreye girmiş ve iktidara; internetten "Akıllı ol" mesajı göndermişti!
Evet dostlar, gerçekten "akıllı" olmalıyız...
Demokrasinin, insanları; rehavete sürüklemek gibi bir zaafı vardır. Uzun süren rahatlık, çekilen sıkıntıları unutturur. Zalimlerin en büyük gücü "zaman"dır!
27 Nisan 2007'deki kalkışma, 27 Mayıs 1960'ta; CHP'nin dolduruşa getirdiği; düşük rütbeli birkaç cuntacının kıytırık iradesinden kat kat güçlü bir "darbe iradesi"dir. Halkın gerçek temsilcilerinin, ezberleri bozarak, "Kendinize gelin, memurluğunuzu bilin" demesi sayesinde âkim kalmıştır. Bu yüzden de tehlikenin büyüklüğü tam olarak anlaşılamamıştır.
Milletin iradesine ipotek koyarak tepe tepe kullanma sevdası, CHP'nin genlerinden gelen bir hastalıktır. Diğer vesayet kurumlarının son yıllardaki sessizliği ise; sadece konjonktür gereğidir.
Bu yüzden 14 Mayıs'taki seçimi, tam bir "vesayet referandumu"na dönüştürmüşlerdir. Müslümanların bekası, yine uçurumun kenarındadır!
28 Şubat zulümleri tarih olarak uzaklaştıkça tehdit olarak yaklaşmaktadır!
"O günler geride kaldı" diyen "CHP yamağı dindar"lara acıyorum.
Zira yarım kalan "27 Nisan"ı unutanlar, "27 Mayıs"ta kurulan darağaçlarını görünce gafletten uyanır!
Unutmayın... 14 Mayıs 1950, 27 yıllık CHP diktatörlüğünün sonudur. 14 Mayıs 2023 ise; bütün darbeleri doğuran CHP vesayetini, tamamen kazımanın günüdür..
.3 Mayıs 2023 Çarşamba
Millet İttifakının Cumhurbaşkanı adayı Kılıçdaroğlu "Milyonlarca Kürt'e terörist muamelesi yapılıyor" uyarısını sık sık tekrarlarken, müttefiki Akşener de bu iddiayı destekliyor ve "Bu bir felakettir" diyor.
Gerçekten Kürtlere "PKK'lı" gözüyle bakmak, teröre hizmet etmektir. Ve gerçekten devlet, yıllar boyunca bütün Kürtlere "terörist" gözüyle bakmakla kalmamış; aynı zamanda "terörist" muamelesi yapmıştır.
O halde gelin; tam da terörün can çekiştiği bir dönemde, PKK'ya can suyu anlamına gelen bu "kritik" uyarılara kulak asalım ve biraz "geriye" çekilerek fotoğrafın bütününe bakalım.
Kürtler, bu coğrafyanın en "dindar" ırkıdır. Kürtlerle Türklerin dostluğu, "İslâm" ortak paydasına dayanmaktadır. Anadolu'nun kapılarını Türklere açan Malazgirt Zaferi, Selçuklu-Mervanî ittifakıyla kazanılmıştır. Sonraki yıllarda da devam eden bu Kürt-Türk ittifakı; nice zaferlere imza atmıştır. Mesela Kudüs'ü Haçlı işgalinden kurtaran Selahaddin-i Eyyubî Kürt'tür.
Osmanlı'yı parçalamaya çalışan İngilizler, özellikle Arapları ve Kürtleri; "Bağımsızlık" vaadiyle ayaklandırmak için yıllarca çaba sarf etmiştir. Arapların aksine Kürtler bu oyuna gelmemiştir. Bu entrikanın farkında olan ve başlatacağı Anadolu Hareketi'nde Kürtlerin önemini çok iyi bilen Mustafa Kemal Paşa, Samsun'dan yola çıkarken, Kürt liderlerden Cemilpaşazâde Kâzım'a gönderdiği 11 Haziran 1919 tarihli telgrafta, "Bağımsız bir Kürdistan İngilizlerin plânıdır. Ancak, Kürt kardeşlerimizin merbutiyetini (aidiyetini) teminat altına almak için gerekli hak ve imtiyazları verme yanlısıyım" demişti. (Andrew Mango, "Öz kardeş"ten "inkâr"a, Derin Tarih, Kasım 2014, s. 56-67.)
Nitekim İstiklâl Savaşı'na verdikleri desteğe "teşekkür" için 1921 Anayasası'nda Kürtlere "muhtariyet" hakkı verilmiş ve 11. Madde ile de bu özerkliğin çerçevesi çizmişti.
Ancak 1923 sonunda CHP'nin (Halk Fırkası) kurulmasıyla birlikte estirilen "Değişim" rüzgârı, Kürtler de fena sallamıştı!
"4 ilke"den biri olan "Milliyetçilik", tek parti icraatına; "ırkçılık" olarak yansımıştı. Müslümanlara karşı yürütülen operasyonların da muhatabı olan Kürtler, "çifte mağdur" durumuna düşmüştü.
Nitekim 1924'te Hilafetin kaldırılmasına, "Türklerle ortak paydamız ve devletle bağımız koparıldı" diye tepki gösteren Şeyh Said'in 1925'teki kıyamı; "Kürt İsyanı" olarak yansıtılmış ve keskin politika değişikliğine gerekçe yapılmıştı.
Bazı örneklerle bu süreci somutlaştırmaya çalışalım...
KÜRTÇE KONUŞAN İSTİKLAL MAHKEMESİNE...
Meclis Başkanı Abdülhalik Renda'nın hazırladığı ilk "Kürt Raporu", "CHP Zulmü"nün "navigasyonu" olmuştu. Kürtlerin çoğunlukta olduğu bölgede "Türkleştirme" yapılmasını öngören rapor, Kürtlerin; kendi dillerini konuşmasını "Milli aidiyete darbe" olarak görmektedir!
Bu rapor ışığında, 8 Aralık 1925'te başlatılan "Güneş-Dil Teorisi" ve "Vatandaş, Türkçe konuş!" kampanyalarıyla, "Kürt ve Kürdistan" ibareleri yasaklanmıştı! Nitekim 24 Eylül 1925'te yayınlanan "Şark Islahat Plânı"nın 13. Maddesi'nde Kürtlerin yaşadığı il ve ilçeler sayılıyor ve "Buralardaki devlet dairelerinde, mekteplerde, çarşı ve pazarda Türkçeden başka lisan kullananlar devlete karşı gelme suçuyla cezalandırılır" deniyordu. "Devlete karşı gelmek" ise "idam mangası" gibi çalışan İstiklâl Mahkemesi'nin sahasına giriyordu.
Kürtlerin TSK'dan ayıklanması konusunda da özel çaba sarf ediliyordu. 1928 yılında Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak'ın imzasıyla Askerî liselere gönderilen "gizli" emirle, "Kürt çocuklarını ayıklayın" talimatı verilmişti!
Çarpık CHP zihniyeti; batıdaki okullardan "Kürt'sün" diye attığı öğrencilerin doğudaki okullarda okuyan kardeşlerine de, her sabah "Türk'üm..." dedirtiyordu!
CHP'nin Kürtlüğü ve Kürtçeyi yok etme operasyonu, Kürtlerin yoğun yaşadığı köy ve şehirlerde ise korkunç bir "katliam"a dönüşmüştü.
Şeyh Said İsyanını bahane eden devlet, Kurtuluş Savaşı'nda şehit düşen Kürtlerin köylerine; günlerce bomba yağdırmıştı! Ağrı'da yürütülen katliamlardan kaçarak Zilan Deresi'ne sığınan 15 bin Kürt imha edilmişti! (Cumhuriyet, 16 Temmuz 1930) Bu sayı, Kürt yazar Hesen Hişyâr Serdî'ye göre ise 47 bin idi!
CHP Hükümeti, 1931'de çıkardığı 1850 sayılı kanunla, bu katliamları "suç" olmaktan çıkararak memurlarını korumuştu!
Zaten onları teşvik eden bizzat Başvekil İsmet Paşa idi. 31 Ağustos 1930 tarihli Milliyet'e verdiği demeçteki, "Bu ülkede sadece Türkler ırksal hak talep etme hakkına sahiptir. Her ne pahasına olursa olsun, ülkemizde yaşayanları Türkleştirecek, karşı çıkanları yok edeceğiz" demişti.
BAKAN'DAN KOMUTANA: ONLARI MAĞARAYA GÖM...
Dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Tunceli 4. Umum Müfettişi Abdullah Alpdoğan'a 26 Nisan 1937'de gönderdiği "Çok gizli" mektupta şu inanılmaz ifadeleri kullanmıştı:
"Yakıcı ve boğucu gaz talep etmişsin. Hükümette bazı kendini bilmezler, taleplerinin karşılanmaması için çalışıyor ama başarılı olamadılar. Cumhurreisimiz ve Başvekilimiz taleplerinin derhal tedarik edilerek yerine ulaştırılması emri vermişlerdir. Bütün şakileri o mağaralara göm, göm ki bir daha canlanmasınlar."
Bu katliam talimatının aynen yerine getirildiğini yine Şükrü Kaya'nın "teşekkür" mektubundan anlıyoruz:
"Muhterem Komutan, Mağaralarda kullanılan gazların şakileri tamamen bertaraf ettiğini bildirmişsin. Gazan mübarek olsun. Madalya ile taltif edileceğini bildirmek isterim."
Bakan bey, matbuatı uyarmayı da unutmamıştı! Cumhuriyet'in sahibi Yunus Nadi'ye gönderdiği mektupta, "Muhabirinizin çektiği; Dersim'in Islahı Projesi fotoğraflarını bakanlığımıza iade ediniz" diyordu. Ayrıca 4 Temmuz 1937 tarihli gazetede çıkan haberi beğendiklerini belirterek, "Harekât" ile ilgili haberlerin bakanlıkça kontrol edildikten sonra yayınlanması konusundaki mutabakatı hatırlatmıştı. Hükümetin beğendiği haberde, Kürtleri imha eden asker, "Kahraman Türk Çavuşu..." başlığıyla övülmüştü!
ÇAĞLAYANGİL, KILIÇDAROĞLU'NA DERSİM KATLİAMINI ANLATTI
CHP lideri Kılıçdaroğlu'nun memleketi olan "Dersim'in temizlenmesi"ne özel önem veriliyordu. Köylerin nasıl yakılacağını anlatan "Eşkıya Takibi ve Mağara Aramaları İçin Talimatnameler" el kitabı hazırlanmıştı.
Operasyona katılan pilot Sabiha Gökçen, "Canlı ne görürseniz ateş edin emrini almıştık. Asilerin gıdası olan keçileri dahi ateşe tutuyorduk" demişti!
Köylerin ve mezraların nasıl yakıldığını, mağaralara sığınanların ise zehirli gazla nasıl imha edildiğini İhsan Sabri Çağlayangil, Dersim Katliamını merak eden Kemal Kılıçdaroğlu'na, 1986 yılında; açık yüreklilikle her şeyi anlatmıştı:
"(Kürtler) mağaralara iltica etmişti. Ordu, mağaraların içinde zehirli gaz kullandı. Bunları fare gibi zehirledi. Yediden yetmişe o Dersim Kürtlerini kestiler. Kanlı bir harekât oldu." (Ses kaydı: https://www.dailymotion.com/video/x15ws9r)
Kılıçdaroğlu, çok merak ettiği bu çarpıcı ayrıntıları nedense hiç dile getirmemişti! (Soner Yalçın, Kılıçdaroğlu Sordu, Çağlayangil Yanıtladı. Konu: Dersim, Hürriyet, 22 Ağustos 2010)
Hızını alamayan CHP Hükümeti, Almanya'ya peşin para göndererek; kemikten geçerek iliği yakan "İperit (Hardal) gazı" siparişi verilmişti. Bu gazın nerede kullanılacağı sorusuna, Kürtleri kastederek "Eşkıyaya karşı" cevabı verilmesi üzerine Almanlar, "Biz bu gazı devletlerin, kendi milletine kullanması için üretmedik" diyerek, parası ödendiği halde göndermemişti. Harekât bittikten sonra gönderilen 30 ton zehirli gaz, Mamak'ta bulunan Gaz Kimya hanesi yakınındaki tel örgülü arazide; açıkta duran bidonlarda yıllarca bekletilmiş ve 1950'den sonra imha edilmişti. (İşgale Benzer Hıyanetler, s. 97)
Tek parti yönetimi ırkçılığa doymuyordu! İşi "kafatası taraması"na kadar götürmüşlerdi. Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt, (geleceğin Millî Eğitim Bakanı) Reşid Galip ve (geleceğin Başbakanı) Şemsettin Günaltay, 10 ayrı ekip ile Anadolu'nun 10 değişik bölgesinde 40 bin kişinin kafatasını ölçerek "Türk" olup olmadıklarına karar vermişti! Kafatası ölçüm sonuçlarının açıklandığı, 18 Eylül 1930 Gölcük Yaylası'ndaki basın toplantısında Bakan Bozkurt, "Türk vatanında, 'öz Türk' olmayanların bir hakkı vardır, o da Türklere hizmetçi; köle olmaktır" demişti. (Aydın Engin, Cumhuriyet, 21 Eylül 2014)
Kürtlere yönelik CHP zulmünü burada anlatmakla bitiremeyiz. Daha nice vahim ayrıntıları merak edenler, bu konuda yazılmış kitaplara müracaat edebilir. Biz sonraki döneme geçelim...
BU ZULÜMLERİ, DARBECİLER DE AYNEN DEVAM ETTİRMİŞTİ
DP iktidarında bırakılan Kürtleri yok sayma politikası, devlet yönetiminde CHP zihniyetini hâkim kılmak için yapılan 27 Mayıs darbesiyle tekrar hortlamış, cuntacılar; darbeden dört gün sonra 485 Kürt lideri, Sivas'taki sürgün kampında toplamıştı.
Millet Meclisi'nde "Kürt ve Kürtler" demek bile yasaklanmıştı. İnkâr hastalığı öylesine depreşmişti ki, Diyarbakır'a giden Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel, kendisini dinleyen Kürtlere, "Bu memlekette Kürt yoktur. 'Kürdüm' diyenin suratına tükürürüm!" demişti!
5 Ekim 1960 tarihinde, güya uzun vadeli stratejiler geliştirmek için kurulan Devlet Planlama Teşkilatı, kalkınma projelerine(!) "Doğu'nun Türkleştirilmesi" ile başlamıştı! "Karma" yatılı okullar açarak ve Türk erkekleri; Kürt kadınlarla evlendirerek Türklük bilinci(!) vereceklerdi!
CHP'nin ırkçı tavrını, 12 Eylül 1980 darbecileri de; katılaştırarak sürdürmüştü. 19 Ekim 1983 tarih ve 2932 sayılı kanunun 2. Maddesinde, "Türkiye'nin tanıdığı devletlerin birinci resmî dili dışındaki herhangi bir dilde düşüncelerin açıklanması ve yayınlanması yasaktır" deniyordu.
"Kürtçe yasağı bunun neresinde" diye düşünebilirsiniz. "Kürtçe" ifadesini kullanmamak için, "Irak'ın 2. resmî dili olan Kürtçe ile..." demek istemişlerdi!
"Bilinmeyen dil" faciası, Kılıçdaroğlu'nun iddia ettiği gibi Meclis'te değil, mahkeme salonlarında yaşanmıştı. CHP zihniyetinin hâkim olduğu dönemde, Türkçe bilmediği için Kürtçe ifade veren Kürt vatandaşlarımız için düzenlenen tutanaklarda "Bilinmeyen dil" tabiri kullanılmıştı.
PKK TERÖR ÖRGÜTÜ, CHP ZULÜMLERİNİN ACI MEYVESİDİR
Doğu Anadolu'da "Kürdistan" adında kullanışlı bir uydu devleti kurmakta başarılı olamayan İngiltere, Chatham House analizlerinden sonra strateji değiştirmiş, ortam; tahrik ve istismara hazır hale gelince "2. aşama"ya geçmiş ve 27 Kasım 1978 tarihinde, Diyarbakır'ın Lice ilçesinde, "Kürdistan İşçi Partisi"ni (PKK) kurmuştu. İlginçtir, "Kürtleri kurtaracağı" iddia edilen PKK'yı kuran 22 kişiden 10'u, Kürtlerin katili olan CHP'li "Türk"lerden oluşuyordu. (İşgale Benzer Hıyanetler, 101)
İstismar örgütü PKK'nın ve istismar siyasetçisi HDP selefinin kurulmasıyla, Kürtlerin çilesi de şekil değiştirmişti! Kürtleri imha etmekle bitiremeyen; inkâr etmekle değiştiremeyen "CHP zihniyeti", PKK eylemlerinin yoğunlaşmasıyla birlikte de, "terörist" ilan etmişti! Marksist bir örgüt olan PKK'nın işlediği vahşi cinayetlerin faturasını, Kürt mütedeyyinlere kesmekte hiç zorlanmamışlardı!
Bu çirkin yakıştırma, Kürtlere; zehirli gaz katliamlarından daha büyük zarar vermiş, örgüte ise görülmemiş destek sağlamıştı! Terör örgütünü hızla büyüten "mümbit" bir ortam oluşmuştu! Bırakın "terörist yetiştirme okulu" gibi çalışan Diyarbakır Cezaevi'ni, devletin herhangi bir dairesine hatta hastanesine yolu düşen en mutedil Kürt bile, oradan "devlet düşmanı" olarak çıkıyordu! Yani devlette yuvalanmış CHP zihniyeti Kürtleri ısrarla PKK'ya itiyordu!
Aralarından biri de, "Bir Kürt ailenin çocuğu dağa çıkmışsa bunun sorumlusu o mağdur anne-baba değil; devlettir" demiyordu! Nasıl bir hıyanet çarkı dönüyorsa, "PKK" ile "Kürtler"in ayrıştırılmasına izin verilmiyordu! Zaten CHP'nin hazırladığı bütün "Kürt Raporları"nda, terörün ancak "güvenlikçi" politikalarla; yani Kürtlere zulümle önlenebileceği savunuluyordu!
"BİSSE"YE, DGM'DE "EDİ BESE" SORGUSU!
CHP zihniyetli asker ve bürokratın bu Kürt düşmanlığı maalesef 2000'li yıllara kadar kadar devam etmiş, hatta "laiklik şartı" haline getirilmişti. 1999'da "Yılın Sanatçısı" seçilen Ahmet Kaya, ödül töreninde "Yeni albümde bir Kürtçe şarkı olacak" dediği için salondaki "laikler" tarafından küfür ve çatal-bıçak yağmuruna tutulmuş, linçten garsonlar sayesinde kurtulmuştu. Şimdi Kürt kardeşlerinden(!), CHP'ye oy isteyenler o gün sahneye fırlayıp "10. Yıl Marşı" söylemiş, peşinden bir de "Bir Başkadır Benim Memleketim" şarkısı patlatarak, Kürtlere "Defolun" demişti!
Bu paranoya o kadar ileri gitmişti ki, meşhur "BİSSE"nin sahibi Mustafa Kefeli, Adana DGM'de "Senin firmanın ismi Kürtçe "EDİ BESE"yi (yeter artık) çağrıştırıyor, bu ismi özellikle mi seçtin" diye sorgulamıştı!
Devlet, batıda baş edemediği bütün soytarı bürokratları; "Sürgün Bölgesi" diye isimlendirdiği Doğu ve Güney Doğu illerine gönderiyor, onlar da sürülme hıncını Kürtlerden alıyordu. Askerin, "terör örgütüyle mücadele" adı altında Kürtlere yaptığı zulüm ve işkencenin haddi hesabı yoktu ve bu zulümler, terör örgütü için âb-ı hayat anlamına geliyordu!
2008 yılında; biz yayın yönetmenlerine "Terörle Mücadele Brifingi" veren Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt, "5 bin civarında terörist var. TSK bu sayıyı defalarca sıfırladı ama hâlâ 5 bin terörist var" demiş ve terörün sadece silahlı mücadele ile bitirilemeyeceğinin ısrarla altını çizmişti! Ama ne gariptir ki, Kürtlere yaptıkları zulümlerle terör örgütünü asıl kendileri besliyordu!
AK PARTİ YANLIŞI DÜZELTTİ, PKK DARBE YEDİ
Birçok kronik hastalık gibi teröre de kalıcı çözüm arayan Erdoğan ve AK Parti iktidarı, terörü besleyen en büyük yanlışın, onlarca yıldır devam ederek kemikleşen "Kürt=PKK anlayışı" olduğunu görmüştü. Ancak, devlet politikası haline getirilen bu uygulamanın düzeltilmesi hiç de kolay değildi. Hatta Adnan Kahveci, Eşref Bitlis gibi dehalar, Kürtleri; terör örgütünden ayırma yoluna kurban gitmişti! (Ayrıntılar için: Hıyanetler, 101-121)
Terörü bitirmenin, Kürt vatandaşlarımız ile teröristleri kesin bir biçimde ayrıştırmaktan geçtiğini çok iyi gören Erdoğan, bütün engellemelere rağmen; çok yönlü bir tedaviye girişmişti. Doğu'da görevlendirilecek mülki amirden öğretmene kadar bütün memurların seçiminde kılı kırk yarmış, mezralarda yaşayanlara kadar bütün Kürtler; devletin güvenlik şemsiyesine alınarak PKK esaretinden kurtarılmıştı.
"Çözüm Süreci" her ne kadar devletteki CHP zihniyetli kalıntılar ve FETÖ işbirliğiyle sabote edilmiş olsa da, yarım kalan haliyle bile çok önemli katkı sağlamıştı. Kürtler, terör örgütü elinde bir istismar malzemesi olduğunu anlamış, 2015'teki "Özyönetim" dedikleri yüzleşme sayesinde PKK'nın; azılı Kürt düşmanı olduğunu yakından görmüştü!
Tam bu dönemde HDP'li Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi önünde başlayıp, 2019'dan itibaren de HDP İl Başkanlığı önünde devam eden "Evlat Nöbeti", bütün Kürtlerin; teröre ve terör örgütüne, Diyarbakır Anneleri üzerinden isyanı anlamı taşıyordu.
Nitekim iktidarın ısrarla sürdürdüğü, "PKK'ya darbe; Kürtlere şefkat" ilkesiyle, Kürtlerin devlete güveni artmış, böylece; terörle mücadelede de sonuç alınmıştı.
Şanlıurfa Valisi İzzettin Küçük 10 Haziran 2015'te, sadece o bölgeden 6 ayda 3 bin çocuğun dağa çıktığını açıklamıştı. Buna karşılık İçişleri Bakanı Süleyman Soylu'nun Ağustos 2022'de yaptığı "Terör örgütüne 2015'te 5 bin 584 kişi gitmişti bu yıl ise 30 kişi gitti" açıklaması, devletin bu tutum değişikliğinin; sahadaki sonuçlarını çarpıcı biçimde yansıtmaktadır. Terörle mücadelede bugün gelinen başarıda, teknolojik üstünlüğün yanı sıra asıl etken, PKK'dan tamamen ayrıştırıldığı için devletine güvenen Kürt vatandaşlarımızın terör örgütüne lojistik destek vermemesidir.
Tamamen vaka ve saha üzerinden ortaya koyduğumuz manzara böyle iken, HDP uydusu CHP ve CHP uydusu İYİ Parti liderlerinin, seçime gittiğimiz şu günlerde "Kürtlere PKK'lı muamelesi yapılıyor" türü ifadeleri, bölgedeki gerçeklerle örtüşmemektedir.
Algı oluşturma amaçlı bu söylemler, Kürdüyle-Türküyle 85 milyonun aklıyla alay etmektir. Zira bu çarpıtma, "Kürtler, dedelerini kimin katlettiğini bilmiyor; bilse de önemsemiyor" düşüncesinin ürünüdür!
7'Lİ KOALİSYONDA KÜRT İSTİSMARI
Öte yandan; Kürtlerden oy istemeye yüzü olmayan, kendilerinin ifadesiyle Ankara'nın öbür tarafına geçemeyen CHP, "marjinal stratejiler" deneyen Kılıçdaroğlu döneminde, hızlı bir savrulma yaşamıştır.
HDP üzerinden Kürtlere ulaşma teşebbüsü son derece enfeksiyonlu bir denemedir. Çünkü Kürtleri HDP'nin temsil ettiğini düşünmek, HDP'ye oy veren Kürtlerin PKK'lı olduğunu düşünmek kadar yanlıştı!
Nitekim bu tehlikeli gidişe, CHP'deki ulusalcılar itiraz etmişti ama hepsi partiden temizlenmişti! Hatta 15 Şubat 2016 günü yayınlanan Tarafsız Bölge'de, "CHP, terör konusunda çizgiyi HDP çizgisine taşıyan bir açılıma girdi" uyarısında bulunan Baykal bile aforoz edilmişti!
Kılıçdaroğlu, "Kürtlerle barışmak" ambalajına sardığı bu tehlikeli stratejiyi ısrarla sürdürerek, HDP'ye doğru hızla kayarken, kendini HDP ambalajına sarılı PKK'nın yanında bulmuştu. Nitekim 2015 seçimlerinde "Türkiye Partisi" görünmek için yoğun çaba sarf eden HDP, bugün asla böyle bir iddia da bulunmadığı gibi "Doğu'ya özerklik, Öcalan'a özgürlük" söylemleriyle; tamamen Kandil'in kucağına oturmuştu!
Bu sebeple Kılıçdaroğlu, "Kürtlerle barışma" amacıyla çıktığı yolda, Akşener başta olmak üzere bütün ortaklarını da Kandil'e ipotek etmişti! Kandil'den her gün yapılan, "Kılıçdaroğlu'nu destekleyin" garabetine karşı tek kelime söyleyememenin asla başka bir izahı yoktur. Nitekim propaganda için en küçük fırsatı değerlendiren Kılıçdaroğlu, Diyarbakır'a gitmiş ama Kürtlerin asıl temsilcisi olan Diyarbakır Anneleri'nin yanına gidememiştir! Hakeza; "anne"liğini siyasî fırsata çevirmede pek mahir olan Akşener de, PKK mağduru bu çileli anneleri hiç fark edememiştir!
Diyarbakır'a kadar giden bütün CHP yöneticilerinin, geniş tabanlı bir Kürt Sivil Toplum Örgütü" diyebileceğimiz "Diyarbakır Anneleri"nin değil de, onlara zulmeden HDP'nin yanında yer alması, CHP'nin genetik hastalığının aynen devam ettiğini göstermektedir. Zaten Kılıçdaroğlu da her fırsatta laiklere, "Merak etmeyin, CHP'nin çizgisi kıl kadar değişmedi" mesajı vermektedir.
Ayrıca CHP, "Kürtlere hizmet" ile "Kandil'e hizmet"i karıştırmaktadır. Sınır ötesi harekâtlara "Hayır" demek, AB'ye "Terör operasyonlarını durduracağız" vaadinde bulunmak, Kürtlere mi yoksa PKK'ya mı müjde vermektir? Bu durumda, CHP; terörü kaynağında kurutan bu operasyonlar sayesinde rahat uyuyan Kürt çocuklarına bu huzuru çok gördü demektir!
Peki, Kılıçdaroğlu'nun HDP ile gizli görüşmede verdiği "Özerklik" sözü, Kürtlere mi yoksa Kandil'e mi hizmettir? PKK, Kürtlere yaklaştıkça zulmü arttıran bir örgüttür. 2015'teki son "özerklik" kalkışması, Kürtlerin hatırlamak bile istemediği "vergi ambalajlı haraç" ve "yargılama kılıflı infaz" kâbuslarıyla doludur!
BU SÖYLEMLER, CAN ÇEKİŞEN PKK'YA "CAN SİMİDİ" ATMAKTIR
AK Parti iktidarlarının yürüttüğü sağlıklı politika sayesinde, taban desteğinden mahrum kalan PKK, silahlı mücadeleyi de kaybetmiş olup, Kandil'den her gün feryatlar yükselmektedir. Gel gör ki; tam bu aşamada seferber olan CHP öncülüğündeki muhalefet, iflas etmiş örgüte can suyu vermektedir. Bugün PKK terör örgütünü ayakta tutan tek bağ, CHP ve CHP zihniyetli sözde aydın ve akademisyenlerin; "Kürt Siyaseti" aldatmacası üzerinden verdiği "nitelikli destek"tir.
Kılıçdaroğlu siyasî hırsı uğruna tehlikeli bir adım atmış ve Kürtler=PKK fitnesini başlatarak tekrar başa dönme çabası başlatmıştır. Zaten CHP'nin, "Kürtler=PKK" anlayışı hiç değişmemiştir. Resmî sitesindeki "terörle mücadele raporu"nun adı bile "Türkiye'nin Kürt Sorununa Bakışı"dır ki, terörle mücadelenin 40 yıl sürmesinin ana sebebi, terörü "Kürt Sorunu" olarak görmektir.
Görüldüğü gibi CHP'nin Kürt düşmanlığı; tıpkı İslâm/Müslüman düşmanlığı gibi genetiktir. Bu CHP'nin, Kürtlerle barışması imkânsızdır. Kılıçdaroğlu'nun, Kürtlerin maruz kaldığı CHP zulmü hakkında, "Bunlar çok yanlıştı, kınıyoruz ve Kürtlerden özür diliyorum" demediği sürece, "Kürt" güzellemesi yapması siyasî münafıklıktır.
Suçu kabul edip özür dilemeden ve zararı tazmin etmeden yapılan "helalleşme" muhabbeti üçkâğıtçılıktır. Kılıçdaroğlu'nun bu ucuz söylemleri, gittiği her yerde bol bol savurduğu "mavi boncuklar"dan ibarettir.
Bu gerçekler ışığında bakıldığında, Kürtlerin CHP'ye oy vermesi; tıpkı CHP'nin; diğer mağduru olan dindarların oy vermesi gibi eşyanın tabiatına aykırıdır ki, zaten Kürtler de yıllardır bu hataya düşmemiştir.
.19 Mayıs 2023 Cuma
Hayatım boyunca "demokrat" bir çizgi izlemeye çalıştım. Demokrasiye sözde değil, özde bağlıyım. 40 yıldır aynı yerdeyim, toptancı bir kamplaştırmayla yapılan "yandaş" nitelemelerine de hiç aldırmıyorum.
Ancak bu şaşı bakışın, her iki mahallede de fikirlerinizi itibarsızlaştırdığını taaccüple izliyorum! Karşı mahalledekilerin bu önyargı mahkumiyetinin boyutlarını biliyorum. Ancak, kendi mahallemizdekilerin de; emek mahsulü fikirlerimize, hak ettiği değeri vermediği kanaatindeyim! Daha da garibi; defalarca ifade ettiğimiz gerçekleri, karşı mahalleden bir müptezel; mecburen yazmak zorunda kalınca o kadar değer veriliyor, makalesi bizim mahallede o kadar çok dolaştırılıyor ki; başı dönüyor! Oysa bilmiyorlar ki; o adamın, arızalı saat kabilinden bir kere söylediği "doğru"ya böyle dört elle sarılanlar, din düşmanlığına varan "yanlış"larına da "itibar" sağlamış oluyor!
Öte yandan karşı mahalle, birbirlerinin yanlış fikirlerine bile sahip çıkıyor ve bütün gücüyle yayıyor. Sürekli yakındığımız algı oluşturma güçleri de buradan geliyor!
Gazetecilikte "samimiyet" ve "güven" zor kazanılan ama çabuk kaybedilen önemli bir güçtür.
21 yıldır devam eden AK Parti iktidarından, en azılı Erdoğan düşmanının bile istifade ettiği çok önemli "ortak kazanımlar" dışında hiç bir menfaatim olmadığı gibi, ileriye dönük hiçbir siyasî kariyer planım da yoktur. Bütün birikimim ve samimiyetimle, inancım; vatanım ve milletim için çalışıyorum.
SİYASETTEKİ BAŞARI KRİTERİ DE SAMİMİYETTİR!
Kendi samimiyet imtihanımızı verdikten sonra siyasîlerin samimiyetini sorgulayabiliriz diye düşünüyorum.
Demokrasilerde seçimler, bir hizmet yarışıdır.
Halkın en az yarısının desteğini gerektiren seçim sistemimizde, iktidara gerçekten talip olanların halkın kutsal değerleri ve ulusal hassasiyetleriyle hiçbir problemi olmaması gerekir.
Bu sebeple; seçim öncesinde gündemin, terörle ve küresel güçlerle mücadeleden geri adım atılmaması; savunma sanayiinin zaafa uğratılmaması gibi konularda yoğunlaşması, seçime giren bütün parti ve adayların bu ve benzeri "beka" konularında aynı kararlılığı taşımadığı gerçeğinden kaynaklanıyordu. Oysa 14 Mayıs'taki sonuçlardan mutlu olmayan emperyalist güçlerin, hemen "kur" silahını üzerimize doğrultması, bu endişelerin ne kadar haklı olduğunu göstermiştir.
Şayet, demokrasiye ve ulusal hassasiyetlere bağlılıkta tam mutabakat sağlanan ülkelerde olduğu gibi Türk muhalefeti de, halkı endişeye sevk eden zaaflar sergilemeseydi, ana günden "iktidarın yanlışları ve proje yarışları" olabilirdi!
Nitekim muhalefetin bu zaaflarını millet ciddiye aldığı için milliyetçi oylar artarken, "ülkenin beka problemi" görüntüsü veren Kılıçdaroğlu ve HDP ile milliyetçilik vasfını kaybeden İYİ Parti kan kaybetmiştir. (Kılıçdaroğlu, 2018'de; bütün engellemelerine rağmen 30.67 oranında oy alan Muharrem İnce'nin, 2.35 puan gerisinde kalmıştır.)
ASIL HEZİMET DEMOKRASİ SINAVINI KAYBETMELERİDİR
Kılıçdaroğlu, dilinden düşürmediği "demokrasi" konusunda da tam bir hezimet ortaya koymuştur. "Baykal'a kumpas" kamburunu 13 yıldır sırtında taşıyan Kılıçdaroğlu, 3 Mart'ta zehir zemberek ifşaatla masayı terk eden Akşener hakkında "Merak etmeyin, taşlar yerine oturacak" demiş ve 13 dakikalık bir "sır" görüşmeden sonra Akşener'i; "Kumar Masası"na tıpış tıpış oturtmuştur! Sizce Kılıçdaroğlu; Akşener'i, bu 13 dakikada hangi demokratik argümanla ikna etmiştir?
Öte yandan, "Kılıçdaroğlu'na zarar veriyorsun; çekil" şeklinde yoğun baskılara muhatap olan ve "Sonuna kadar direneceğim" diyen Muharrem İnce ise seçime iki gün kala; yine bir kaset kumpasıyla pes ettirilmiştir! Kılıçdaroğlu'nun, bu operasyondan hemen sonra sergilediği "Rusya yaptı" paniği, kumpasın asıl kaynağının FETÖ olduğunu ortaya koyduğu gibi, bu çirkin olayda kendisinin nerede durduğunu da ele veriyordu!
Yani "demokrasi baharı" vadeden Kılıçdaroğlu, masasından kalkana da; karşısına çıkana da, onu "CHP lideri" yapan "gizli gücünü" göstermiş ve problemleri anıda çözmüştü!
GELELİM SEÇİM SONRASINA...
Demokratlık erdemdir ama sadece edebiyatını yapmak, demokrasi münafığıdır.
Seçime giden siyasilerin, "Biz kazanacağız" iddiaları doğal karşılanabilir. Ama bunu, "Yüzde 100 kazanacağız" noktasına vardırmak demokratik nezakete aykırıdır.
11 Mayıs'ta Külliye'deki sohbette gençler, Erdoğan'a seçimi sormuş; 30 yıldır girdiği bütün seçimleri kazanan bir liderin cevabı, "Onu Pazar günü göreceğiz" olmuştu. Oysa 13 yıldır girdiği bütün seçimleri kaybeden Kılıçdaroğlu, "İlk turda yüzde 60 oyla kazanacağım" derken, Akşener ise "Kılıçdaroğlu kazanacak, İYİ Parti yüzde 15'in üzerinde oy alacak" diye yeminler etmişti!
14 Mayıs'ta; ilk turu kaybeden hatta 2. turu da kaybedeceğinin habercisi olan bir hezimet yaşayan Kılıçdaroğlu, yine çıkmış; "28 Mayıs'ta mutlaka ama mutlaka kazanacağız" demişti!
Bu, özgüven değil, millet iradesine saygısızlıktır. Sadece diktatörler, seçimden önce "Yüzde 100 kazanacağım" diyebilir!
Bu ayrıntı, toplum barışının muhafazası açısından önemlidir. Bu tür söylemlerle dolduruşa getirilen ve mutlaka kazanacağını düşünen kindarlar, bize tehdit yağdırma yarışına girdi! Yalnız haklarını yemeyelim! Yargısız infaz etmeyeceklerdi! FETÖ'cü hakim ve savcılar eski görevine iade edilecek, onların adi(l) kararlarıyla infaz edeceklerdi!
Söylenecek çok şey var ama bu haysiyetsizleri ademe mahkum edip geçelim.
SEÇİMİ DEĞİL, GÜVENİ KAYBETMEK HEZİMETTİR!
Gerçek demokratlar için seçim kaybetmek çok önemli değildir. Çünkü siyaset, uzun bir yarıştır. Önemli olan, samimiyet ve güveni sarsmadan; zikzak yapmadan ilerleyebilmektir.
Bu açıdan bakıldığında Kılıçdaroğlu ve ekibi, seçim sonrasında da iyi bir imtihan verememiştir.
Her seçimde olduğu gibi; günler öncesinden başlatılan abartılı "sandık güvenliği" yaygaraları, bilinçli olarak seçim gecesine kadar devam ettirilmişti. Konya'da, CHP ilçe başkanının aracında, Kılıçdaroğlu'na "Evet" basılmış yüzlerce oy pusulası ele geçirildiği saatlerde, Ankara'da; CHP Seçim İşlerinden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Muharrem Erkek "Ne entrika çevirirlerse çevirsinler milletin iradesini engelleyemezler" açıklaması yapmıştı!
Oysa Konya'daki olay, sadece bireysel bir sahtekarlık değildi. Şayet Erdoğan, kritik bir farkla kazansaydı, Türkiye'nin farklı bölgelerindeki çöplerden, binlerce benzer sahte pusula çıkacaktı! Seçim gecesi yaşananlar, bu kaos planını ifşa etmişti.
ARAŞTIRMA ŞİRKETLERİ, FETÖ VE CHP ORTAK YAPIMI KAOS PLANI
CHP'ye çalışan kamuoyu araştırma şirketleri, seçim öncesinde ısrarla yüzde 53-55 gibi hayalî sonuçlar ilan etti. Bu oranlar, Kılıçdaroğlu başta olmak üzere CHP'nin bütün yöneticileri ve müttefiklerini büyük bir beklentiye soktu. Akşener öncülüğündeki 6'lı masa bileşenleriyle birlikte, bu sahte sonuçları kullanarak "Mutlaka kazanacağız" açıklamalarıyla milleti şartlandırdılar.
Bazı ana akım TV kanallarında AK Partililere hatta Erdoğan'a ısrarla sorulan, "Seçimi kaybetmeye hazır mısınız? Kaybederseniz tavrınız ne olur" şeklindeki ısrarlı sorular da, o geceye yönelik kaos planlarına zemin hazırlamıştı!
Böyle gelinen seçimin akşamında ise operasyon uzmanı FETÖ devraldı nöbeti!
Valizi elinde bekleyen firarî FETÖ'cüler öncülüğündeki troller ve CHP'nin sosyal medya örgütü, o akşam saat 18.00'den itibaren yoğun bir "Kılıçdaroğlu ezici çoğunlukla geliyor" kampanyası başlattı.
Buna, CHP yöneticilerinin de katılması, "üst seviye bir organize iş" çevrildiğinin habercisiydi. Sandık sonuçlarını değil, planladıkları stratejiyi izliyorlardı!
"HDP'ye mesafeli" diye bilinen ancak seçim öncesinde "Apo Bey" noktasına gelen "Ülkücü Mansur" ve Erzurum'da başlattığı tahrik siyasetini "çelik yelek"le korumaya çalışan Ekrem İmamoğlu, seçim gecesinde de iş başındaydı! Nöbetleşe yaptıkları "Öndeyiz" açıklamaları, FETÖ'nün başlattığı kirli organizasyonun yeni aşamasıydı!
Kılıçdaroğlu'nun, "(Anka'ya göre) Öndeyim" diye açıklama yaptığı 19.44'teki Anka verisinin, "Erdoğan: 50.65, Kılıçdaroğlu: 43.99" şeklinde olduğu ortaya çıktığından, bu açıklama düpedüz "yalancılık"tı.
Artık "uzatmaları" oynayan Kılıçdaroğlu'nun güven ve itibar gibi bir endişesi olmayabilir. Ama uzun vadeli planları olan Mansur Yavaş ve Ekrem İmamoğlu, seçimle birlikte; demokrasi ve samimiyet imtihanını da kaybetmiştir.
YALANLARINI GİZLEMEK İÇİN AA'YA "YALANCI" DEDİLER!
Bu arada 2.500 elemanı ve profesyonel partneriyle sandık başından aktardığı organik verilerle, FETÖ'nün "Kılıçdaroğlu kazandı" manipülasyonunu çürüten Anadolu Ajansı, boy hedefi haline getirilmişti. Bu çirkin linç, o kadar abartılmıştı ki, "tetikçi" İmamoğlu, "Anadolu Ajansı'nın itibarı sıfırın altında" diyecek kadar irtifa kaybetmişti! Zira ertesi gün YSK'nın açıkladığı resmî veriler, AA'yı; CHP'nin boy hedefi haline getiren verilerin aynısıydı! Ayrıca Kılıçdaroğlu'nun, Bilgi ve İletişim Teknolojilerinden sorumlu Genel Başkan Yardımcısını kovması, her seçimde yaşadıkları iletişim fiyaskosunun aynen tekrarlandığını gösteriyordu.
Manipülasyona doymayan İmamoğlu, "sadece kendisinin bildiği kaynağa" dayanarak Kılıçdaroğlu'nu "13. Cumhurbaşkanı" ilan etmiş, doğru verileri paylaşanlara "yalancılar" demişti! Ama birkaç saat sonra Kılıçdaroğlu'nun, "Milletimiz 2. tur diyorsa başımız üstüne" açıklaması, "Asıl 'yalancı' İmamoğlu" anlamına geliyordu!
FETÖ DESTEKLİ KAOS PLANI TUTMADI
Bu operasyonun çirkin bir hedefi vardı. O gece Cumhurbaşkanı Erdoğan yüzde 50.10 gibi kritik bir sonuçla kazansaydı veya Kılıçdaroğlu yüzde 49 gibi bir oranla kaybetseydi; "Oylarımız çalındı" yaygarası yaparak, kandırdıkları insanları sokağa dökeceklerdi. Bu ise asla masum bir protesto (neyin protestosuysa) olmayacaktı! Günler öncesinden başlatılan bu manipülasyonlar, o gece ve ertesi günkü kalkışmada öfke ve kini artırmak amacını taşıyordu. "Özerklik" denemelerine hazırlanan, kalkışma uzmanı HDP'nin de katkılarıyla, 6-7 Eylül'ü aratan günler yaşanacaktı. Demirtaş'ın AA'ya çamur atan, "Sandıklardan ayrılmayın, kesinlikle öndeyiz ve ilk turda bitecek" yaygaralarının amacı da buydu?
Erdoğan'ı, 1946 seçimleri öncesinde Nihat Erim'e "Yaptığımız bir tecrübedir, kazanamazsak vazgeçeriz" diyen ve gerçekten kaybedeceğini anlayınca, iktidarı dipçikle gasp eden eski genel başkanları İnönü ile karıştırmışlardı!
Hiç mübalağa etmiyorum, bu günlerde Türkiye, "Gezi" benzeri bir hıyanet yaşıyor olacak, Erdoğan'ın kesinlikle gideceğine inan(dırıl)an Batı da, duruma el koyma fırsatını kaçırmayacaktı! Nitekim İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, bu konudaki istihbarî tespitleri paylaştığı açıklamasında, Atina'daki Lavrion Kampı'ndan, Türkiye'de bir karışıklık çıkması durumunda, derhal devreye girilerek karmaşa çıkarılması için talimat verildiğini açıklamıştı! Niye Lavrion acaba?
İlginçtir, "Gezi senaryosu" çökünce, Gezi sponsorunun hisseleri de çökmüştü!
İşte Kılıçdaroğlu'nun vadettiği demokrasi buydu!
HIRSLARI; AKILLARINI ESİR ALMIŞ, VİCDANDAN ESER KALMAMIŞ!
Çok çirkin bir samimiyetsizlik daha...
6 Şubat'ta yaşadığımız korkunç felaket, 85 milyonun katkı sağlamasını gerektiren bir boyuttaydı. Sayın Kılıçdaroğlu da iki gün sonra bölgeye gitmişti ama enkaz önünde çektiği videoda "Yaşananlara siyaset üstü bakmayı ve iktidarın yanında hizalanmayı reddediyorum" demişti. Sanki deprem haşa; iktidarın eseriydi!
"Hazır iktidarı fena durumda yakaladık, bu fırsatı kaçırmayalım" ucuzluğuna sarılan Kılıçdaroğlu, Erdoğan'ın; seçimden bahsetmeyi bile ayıp saydığı bir ortamda "Sakın seçimi ertelemeyin" telaşına düşmüştü. Sonrasında ise hiç yapmamaları gereken şeyi ısrarla yapmış ve hassas durumda olan depremzedeleri sürekli tahrik etmişlerdi. Oysa Erdoğan'ın; kentsel dönüşüm için yalvardığı yıllarda, "Rantsal dönüşüme hayır" kampanyaları yürüten Kılıçdaroğlu; İmamoğlu ve Akşener gibi samimiyetsizler korosu şimdi de, "Kentsel dönüşüm yapmadığınız için bu insanlar öldü" temposu tutuyordu!
Bütün bu çirkin tahriklere rağmen, Kılıçdaroğlu'nun "enkaz soygunu" tutmamış, basiret sahibi depremzedeler; samimiyet testini kazananları tercih etmişti.
Ama hırsının esiri olmuş vicdansızların inebileceği seviyesizliği tahmin etmek mümkün değildi. "Galiba yanlış insanlar ölmüş, keşke siz ölseydiniz de bu oyları veremeseydiniz" diyecek kadar adileşmişlerdi. CHP büyükşehir belediyesi, depremzedeleri; devletin tesislerinden atmıştı. Kılıçdaroğlu'nun "Ne yapıyorsunuz, daha seçim bitmedi" mealindeki samimiyetsiz uyarısına rağmen "Gözünüze dizinize dursun" alçaklığı son sürat devam etmektedir. Görünüşte "Helalleşelim" muhabbeti yapan CHP zihniyetinin, fırsat bulduğunda ne kadar habisleşebileceğini kimse tahmin edemez!
PARLAMENTER SİSTEM BİTTİ, YENİ HEDEF "TEK ADAM" OLMAK!
Bütün bu rezaletleri bir gecede unutan Kılıçdaroğlu, "Vallahi de billahi de sonuna kadar mücadele edeceğim! Bur-da-yım..." şeklindeki amatör video ile "28 Mayıs harekâtı"nı(!) başlattı.
Aslında bu video, samimiyetsizliğinin de açıkça ilanıydı!
Çünkü, 14 Mayıs seçimlerine, "Tek adam sistemini değiştireceğim" iddiasıyla giden bir liderin, TBMM'ye yansıyan "Biz bu sistemden memnunuz, değiştiremezsin" iradesinden sonra "Başkanlık yarışı benim için anlamsız hale geldi" dürüstlüğünü gösterip çekilmesi gerekirdi. Ama Kılıçdaroğlu, Türkiye'yi 5 yıl boyunca; parlamentonun bile desteklemediği tam bir "Tek adam" olarak yönetmeye talip olmuştu!
Hatta "tek adamlık" dediği makama oturabilmek uğruna samimiyetsizliği yeni bir boyuta taşıyan Kılıçdaroğlu, HDP/PKK zaafını, 15 günlüğüne derin dondurucuya koymuş ve "CHP teröre kökten karşıdır" kampanyası başlatmıştı. Şaşıracaksınız ama Kılıçdaroğlu "Beka Meselesi"nden bile bahsetmeye başladı! Şırnak şehitlerimize herkesten önce "rahmet" diledi! "Ben asla terör örgütüyle masaya oturmam" dedi. Ama terör örgütünün "Ankara Şubesi"nde ne sözler verdiğini hâlâ açıklayamadı!
O artık "yeni" bir Kılıçdaroğlu idi! Hatta PKK ile mücadele için siyasî hayatını riske atmaktan çekinmeyen ve Kandil'e can çekiştiren Erdoğan için "PKK ile görüştü" bile diyebilirdi! Çünkü o, FETÖ tipi İngiliz siyaseti uyguladığından 360 derece dönebilir, "dürüstlük" hariç her şey olabilirdi!
40 yıllık milliyetçileri şaşırtan bu milliyetçi(!) duruş, 28 Mayıs'a kadar devam edecektir. Bu danışıklı dövüşe HDPKK da sabredecektir!
İhtiyaç duydukları kabın şeklini alan bu ilkesizler, seçmeni de; nabzına göre verdikleri şerbetle kandıracaklarını zannediyor! Bu yüzden "2. tur 'sıfır'dan başlayacak" diyorlar ki, milletin hafızasını da sıfırlamak istiyorlar!
28 Mayıs için yeniden başlattıkları zikzaklar, ucuz pazarlıklar ve halkı kandırmaya yönelik şeytanlıklar, hâlâ ders almadıklarını; entrikacılıkta ısrarlı olduklarını göstermektedir.
LÜTFEN ÖĞRENİN ARTIK, "HALKA RAĞMEN" YAPAMAZSINIZ...
Ey muhalifler, bu çarpıcı tespitleri "yandaş saçmalığı" görüyor; hiç önemsemiyor olabilirsiniz! Ama defalarca gördüğünüz gibi halk önemsiyor. Çok istediğiniz iktidar değişikliğini de ancak halk yapabiliyor. Öte yandan, yüz yıldır uğraştığınız halde bu halkı değiştiremediğinize göre sizin değişmeniz gerekiyor!
"Kem alat"la "kemalât" olmaz! Samimiyetsiz takıyecilerle hedefe ulaşılamaz.
Bu sebeple, samimiyette; güvenirlikte; yerli ve millîlikte ve en önemlisi de demokratlıkta, Erdoğan'ı geride bırakacak bir lider bulamadığınız sürece patinaja devam edersiniz.
Her şeye yeniden başlamalısınız. Vesayetçi kafayı değiştirip, kendi ülkeniz ve milletiniz için düşünmeyi öğrenmelisiniz.
Ya da... Sizi, "tuvalet terliğine bile oy vermeye" sürükleyen kin ve nefretten vazgeçip, halkın sesine kulak vermelisiniz...
.26 Mayıs 2023 Cuma
Anayasa sınırlarını aşmamak kaydıyla herkes istediği ideoloji ve düşüncenin siyasetini yapabilir. Ama iktidar olmayı hedefleyen liderler, siyasetin bir amaç değil; millete hizmet aracı olduğunu bilmelidir. Seçimlerde ise ideolojik veya etnik tabanlı "marjinal" tercihler, seçmen için adeta "harakiri" anlamına gelmektedir.
Bu enfeksiyonlu davranışla yerel bazda bile oluşan (İzmir veya doğudaki HDP belediyeleri gibi) yönetimler, adeta halkı cezalandırmaktadır! Bu bakımdan sandık başında, siyasî tartışmaları arkada bırakarak; adayların program ve projesini, bunları gerçekleştirme kapasitesini ve samimiyetini değerlendirmemiz gerekir.
"Ama Erdoğan hep ideolojik siyaset yaptı" diyebilirsiniz; doğrudur. Ama bu bir "ideolojik savaş" değildi. Öncekilerin; yani CHP'nin yürüttüğü ideolojik savaşın derin hasarını onararak "normalleşme"yi sağlamaya yönelik bir "insan hakları mücadelesi" idi. Ki, konumuz bu değil ama Erdoğan sonrası AK Parti, bu ayrıntıyı dikkate almalı ve yeni siyaset stratejisini, bu normalleşme üzerine inşa etmelidir. AK Parti'yi bekleyen en büyük tehlike, gelecek seçimdeki "aday"ın, Erdoğan'ın tarzını taklit etmesidir.
VESAYETTEN KURTULAN TÜRKİYE ŞAHLANDI!
Sayın Erdoğan'ın 30 yıldır devam eden yerel; ulusal ve uluslararası platformlardaki hizmetleri, bölgemizi ve ülkemizi çarpıcı biçimde etkilemiş ve her birimizin hayatına; "konfor"lar eklemiştir. Bugün; önyargı kıskacından bir nebze kurtulabilen herkes, Türkiye'deki ve kendi hayatındaki gelişimi rahatlıkla görebilir. Bu değişim, sadece "Dünya değişiyor" genellemesiyle izah edilemez.
Öte yandan "bir siyasî figürün şahsına düşmanlık" üzerine kurulu siyaset ve seçim stratejisi, realiteden uzak; toplum menfaatleriyle asla bağdaşmayan bir algı operasyonudur.
Ayrıca "Erdoğan düşmanlığı", emperyalist güçlerin; onların ulusal çıkarlarına değil, kendi halkına hizmet etmeye çalışan "Yeni Türkiye"ye karşı besledikleri öfkeye giydirdikleri bir maskedir.
Yani "kişisel düşmanlık" gibi sunulan bu algı, emperyalistlerin; ülkemiz üzerindeki ipoteği sürdürme tuzağıdır. Batı'nın geleneksel devlet anlayışında, kişisel dostluk ve düşmanlıkların asla yeri yoktur. Nitekim göreceksiniz; Batı'nın "Erdoğan düşmanlığı", Erdoğan'dan sonra da farklı argümanlara gizlenmiş "Türkiye düşmanlığı" olarak devam edecektir!
Durum böyle olunca, emperyalist güçlerin; Erdoğan'a yönelik bu sun'i düşmanlığının, Türk halkında; siyaset üstü bir sevgiye dönüşmesi gerekmez miydi? Yani; yedi düvelin; Türkiye'ye ve Türk milletine yönelik "müstemleke" muamelesine "Hayır" dediği için "düşman" ilan ettiği bir lider, değerli değil midir?
Ama ucuz ve kolay politikayı tercih eden Türk muhalefeti, bu emperyalistlerin peşine takılmış, onların "düşman"ını; bunlar da "düşman" kabul etmiştir!
"Rakip" ile "düşman" farklı şeylerdir. Siyasî rakibini "düşman" gören küresel vampirlerden; terör örgütlerine kadar bütün Türkiye düşmanlarını, "müttefik" olarak siyasî mücadelesine dahil etmek için kullanmak, hangi demokratlığın veya hangi halkçılığın ürünüdür?
Bu yöntemle, yıllardır; Erdoğan düşmanlığı üzerinden Türkiye düşmanlığı yapılmaktadır.
O halde, bu gerçekler ışığında; sadece ulusal çıkarlarımızı esas alan "Büyük Türkiye Zaferi" için sandığa gitme vaktidir!
Bu, aynı zamanda Türkiye'nin; sömürgeci Batı'ya cevabı olacaktır!
İYİLİĞE TEŞEKKÜR ETMEMEK, ALLAH'A ŞÜKRETMEMEKTİR!
Parlamento 14 Mayıs'ta belirlenmiş olup; bu Pazar sadece Cumhurbaşkanı seçilecek. Daha doğrusu, Erdoğan'ın zaferi ilan edilecek!
Yani, ittifaka bağlı muhafazakarların, Kılıçdaroğlu'na vereceği oylar, sonucu değiştiremeyecek. Ama kendilerinin, "CHP'ye destek olma dalaleti"ndeki mesuliyetini ikiye katlayacak!
Bu bakımdan ilk turda, "ittifak" veya farklı gerekçelerle CHP'ye oy veren "muhafazakar" parti ve cemaat mensuplarının, hiçbir gerekçesi kalmamıştır. Aynı hatayı tekrarlamaları, İslâm ve Müslüman düşmanına destekte; yani "buğd-u fillah"a muhalefette ısrar etmektir. Erdoğan ve ekibine atfedilen hatalar, asla bu itikadî fecaatin gerekçesi olamaz. Ayrıca, bu aldatılmış seçmeni, kendi kişisel hırs ve hesaplarına alet edenlerin hatası çok daha vahimdir!
Öte yandan bir Türk vatandaşının hele de bir "dindar"ın, "Erdoğan'dan ne iyilik gördük ki..." demesi; ancak "nankörlük"le izah edilebilir!
Son 20 yılımızın, dürüst bir muhasebesini yapma vaktidir!
Kıskançlığı ve siyasî hırsı bir kenara bırakma vaktidir!
VEFASIZLIK, MÜSLÜMAN VASFI DEĞİLDİR!
Bu seçimle ilgili çok önemli bir ayrıntı...
Erdoğan, 17. defa "sandık sınavı"na çıktığı için bu da "sıradan bir seçim" gibi gelebilir ama asla öyle değildir. Çünkü bu, Erdoğan'ın "son" seçimidir.
Son defa huzura çıkan Erdoğan'a "vefa" vaktidir!
Kendini; ülkesine adayan bir liderden, bir futbolcuya yönelik "jübile" centilmenliğini bile sakınmak, sevimsiz bir vefasızlıktır!
Son seçiminde rekor oy almak, Erdoğan'ın hakkıdır!
İyilik sahibine teşekkür etmek ise, Allah'a şükretmenin ön şartıdır!
.27 Mayıs 2023 Cumartesi
CHP zihniyetinin Türk milletine 20 yıl boyunca "Bayram" diye kutlattığı 27 Mayıs darbesinin 63. yıldönümü, Kılıçdaroğlu'nun; "Demokrasi isteyen bana oy versin" nutukları attığı günlere rastladığı için daha da anlam kazandı.
Sayın Kılıçdaroğlu, 2010 yılında Murat Yetkin'e verdiği röportajda, "27 Mayıs'ı yapanlar bugün utanıyor. Askerî darbeler asla savunulamaz" demişti!
O halde gelin, "27 Mayıs darbesini yaptıranlar kim" sorusunun cevabını arayalım.
1946 seçimleri öncesinde Nihat Erim'in, "Artık bir muhalefet partisi var, propaganda çalışmaları iyi gitmiyor" uyarısına bozulan CHP Genel Başkanı İnönü, "Ben ihtilalci İsmet'im. Yaptığımız bir tecrübedir. Muvaffak olursak ne âlâ, olmazsa vazgeçer eski usulde birkaç yıl daha devam ederiz" demişti! (M. Ali Birand, Demirkırat)
Bu cevap, aslında sandıkta kaybedilen 46 seçimlerinin, CHP'lilerin hâlâ sayıkladığı "oy çalma" yöntemiyle nasıl gasp edildiğini de izah etmektedir.
Aynen CHP Genel Başkanı İnönü'nün dediği gibi, millet iradesini gasp ederek tek parti diktatörlüğünü birkaç yıl daha sürdürmüşlerdi ama 1950'deki demokrasi fırtınasına engel olamamışlardı.
Gel gör ki, tek parti iktidarına alışanlar, hiç alışık olmadıkları demokrasiye sadece on yıl dayanabilmişti! Çünkü onlar için "demokrasi" kendilerinin iktidarda olması demekti!
Sayın Kılıçdaroğlu aynı röportajda, "Darbeler hep CHP iktidara yakın olduğu dönemlerde yapılmıştır" demişti ama gerçekler kendisini yalanlıyordu.
Zira 1957'de, CHP'nin ısrarı üzerine erken seçime gidilmiş ve iki dönemlik iktidar yıpranmasına rağmen DP, parlamentonun yüzde 70'ini kazanmıştı.
1950 seçimlerinden sonra "Halk yakında yanıldığını anlayacak, tekrar CHP'ye dönecek" diyen İnönü, üç defa sandığa gömülünce asıl kendisinin fena yanıldığını anlamıştı!
O halde yine "İhtilalci İsmet"e görev düşüyordu!
Nitekim halk, Menderes'in gittiği meydanlara akarken, CHP; Cumhuriyet gazetesi öncülüğündeki medyasıyla pompaladığı iftira ve yalanlarla askerî okul ve üniversite ahalisini sokağa dökmüştü. Gidişattan endişelenen DP'nin verdiği "CHP'nin, seçim dışı yollarla iktidara gelme çabalarının araştırılması" teklifi görüşülürken, CHP Genel Başkanı İnönü; hem de demokrasinin teminatı olan TBMM'de, "Şartlar tamam olduğu zaman ihtilal meşru bir haktır" tehdidini savurmuştu.
O yıllarda darbeler henüz TV'den canlı izlenemediği için haberi; damadı Metin Toker'den alan(!) İnönü, "Aaa, demek oldu" demişti!
Biraz sonra da darbeci başı Cemal Gürsel aramış, "Paşam, emirleriniz bizim için (haşa) peygamber buyruğudur" demişti. İnönü ise tam bir "CHP demokratı" olarak, "Memleket için çok hayırlı bir iş yaptınız. Ben yanınızdayım. Bir şey olursa ben hazırım" cevabı vermişti. Ayrıca eve gelen iki darbeci subay, İnönü'ye bağlılıklarını sunmuş ve birlikte balkondan; Ayten Sokak'taki kalabalığı selamlayarak "Şefimizin emrindeyiz" mesajı vermişti.
İlerleyen günlerde yetkileri Temsilciler Meclisi'ne devreden MBK üyeleri, "Paşam, idam kararlarının onay yetkisini de Temsilciler Meclisi'ne devredelim, siz bu kurula hâkimsiniz (çünkü bütün üyeler CHP'liydi), İstemiyorsanız onaylatmazsınız" teklifinde bulunmuş, İnönü ise "Başladığınız işi bitirin" cevabı vermişti. Nitekim küçük oğlu Aydın'ın yalvarmasına dayanamayan Berrin Menderes, idamları durdurması için bir saat yalvarmış ama İnönü kılını bile kıpırdatmamıştı!
O halde soru gelsin:
Sayın Kılıçdaroğlu, "Bugün utanıyorlar" dediğiniz darbeci halefleri kim?
İkinci soru:
Darbe gecesi; tankların arasından kaçarak, tıpkı İnönü gibi sonucu bekleyenler, gerçekleşmeyince de "tiyatro" diyenler "Utanmıyor" mu?
.
İsveç'in NATO üyeliği ucuza mı gitti!
NATO Zirvesi'ndeki tutumumuzun, doğru değerlendirilmediği kanaatindeyim.
Avrupa'dan ABD'ye, Rusya'dan Çin'e kadar bütün emperyalist hedeflerin kesiştiği bir ülke olan Türkiye, kurulduğu günden beri "vesayet" ipoteği altındadır. Yerli uçak ve silah üretimimizin; ABD'nin "Siz uğraşmayın; biz veririz" tuzağına düşülerek; Cumhurbaşkanı İnönü tarafından durdurulması, bu vesayetin ürünüdür.
1964 yılındaki Johnson Mektubu şokunu bizzat yaşayan İnönü de, "Elden gelen ilaç olmaz; o da zamanında gelmez" atasözünü iliklere kadar hissetmişti ama artık bir kere ipin ucu, "ipsiz"e verilmişti!
İlerleyen yıllarda da emperyalist Batı, kendi ulusal çıkarlarının gerektirdiği her şeyi, "stratejik ortak" ambalajına sararak yaptırıyordu.
Aslında 1950'den itibaren, milletin oyları ile gelen iktidarlar; gerçekten milletin menfaatlerini gözetmeye çalışıyordu ama her seferinde o "ip" çekiliyordu!
Menderes'in düşürülmesinin ve ilgili iki bakanı ile birlikte idam edilmesinin asıl sebebi, Türkiye üzerindeki ABD ipoteğini; SSCB üzerinden gevşetmeye kalkmasıdır! Hakeza merhum Özal da, bu "vesayet" zincirini kırmak için uğraşmış ve bu yolda can vermiştir.
80 öncesindeki "sağ-sol" vebası; 40 yıldır uğraştığımız "terör" belası, hep bu "vesayet" düzenini koruma oyunlarıdır. Yani Türkiye, emperyalistlerin çizdiği yörüngeden çıkmaya yönelik her teşebbüsünde "darbe" yemiştir!
ERDOĞAN'I ENGELLEMEK İÇİN DE ÇOK UĞRAŞTILAR
Bu "içten dıştan" darbelerin her çeşidine Sayın Erdoğan da muhatap olmuştur. Aynı sömürü düzenini Erdoğan döneminde de sürdürmek isteyen emperyalistlere karşı verilen "İstiklâl Mücadelesi"nin finali, 15 Temmuz 2016'daki vesayeten Haçlı işgalidir.
Ayasofya'nın 2020'de açılmasının sebebi, Erdoğan'ın; bu işin ehemmiyetini geç anlaması değildir! Daha 1997'de İBB başkanlığı koltuğuna oturduğu günlerde ortaya koyduğu bu hedefe, iktidarının 18. yılında ancak ulaşabilmiştir.
Zirve ve müzakerelerde de, vesayet prangasından kurtulabildiğiniz ölçüde sonuç alabilirsiniz. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın son NATO Zirvesi'nde sergilediği özgüven, nice engellerle dolu bu zor parkurda alınan mesafenin neticesidir. ABD Başkanı Biden ile görüşmesindeki "Bundan önceki dönem ısınma turları gibiydi ama artık yeni bir süreç başlıyor" ifadesi, verdiği bu mücadelenin ve ulaştığı zaferin tescilidir. Yani "Daha başkan seçilmeden 'Muhalefet ile işbirliği yaparak Erdoğan'ı devireceğim' dedin. Meşru muhalefet yetmedi; kurduğunuz 'Erdoğan Düşmanları Kampı'na FETÖ'den PKK'ya bütün lejyonerlerinizi ekledin ama ben yine güç tazelemiş olarak karşındayım" demiş ve önümüzdeki yıl (aday olabilirse) tekrar seçilmeye hazırlanan Biden'a başarılar dileyerek; "kapak" yapmıştı!
NATO bünyesinde "Terörle Mücadele Özel Koordinatörlüğü" kurulması, FETÖ ve YPG'nin terör örgütü olarak tanınması, İsveç'in ambargoyu kaldırması vb. ilerlemeler elbette çok önemlidir. Ancak bu zirvenin asıl kazanımı, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın, Ayasofya'yı açarken kopardığı Haçlı zincirlerinin son kalıntılarını, Biden'ın önüne fırlatmasıdır.
Türkiye'nin, ABD vesayetine karşı aldığı mesafeyi, geçmiş yıllardan aktaracağımız bir kesitle, Biden'ın şahsı üzerinden yapacağımız bir mukayese ile daha iyi anlayabiliriz.
BAKIN BU BIDEN NERELERDEN GELİYOR!
ABD, 1970'li yıllarda da, Yunanistan'ın NATO'ya girmesi konusunda Türkiye engeli ile karşılaşmıştı. Bu, gümbür gümbür ilerleyen SSCB'nin önünü kesmek için şimdiki genişlemeden çok daha önemliydi.
10 Ocak 1980'de Ankara'ya gelen ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Christopher, Yunanistan'ın NATO'ya dönüşü ve 1974 Barış Harekâtı sonrasında başlayan ambargoya karşılık olarak kapattığımız ABD üslerinin açılması için Başbakan Demirel ile görüşmüş ama eli boş dönmüştü. Fakat her gün artan SSCB tehdidi sebebiyle bu iki kararın alınması çok önemliydi, ABD bunu mutlaka çözmeliydi!
Christopher'ın çözememesi üzerine, ABD Senatosu Dış İlişkiler Komitesi'nin "iş bitirici" başkanı Joe Biden, birkaç senatörle birlikte 5 Nisan 1980'de Türkiye'ye gelmişti. Dışişleri Bakanı Hayrettin Erkmen, Başbakan Demirel ve ana muhalefet lideri Bülent Ecevit'e aynı talepleri iletmişti ama yine bir ilerleme olmamıştı. (Burada, başka bir mukayese için önemli bir parantez açmak gerekir. Güneş Motel olayından dolayı Demirel ile katı bir husumet yaşadıkları halde, CHP'nin o zamanki lideri Ecevit yurtsever bir tavır sergilemiş; iktidarın durduğu yerde durmuştu!)
Konuya dönelim... Hedefine ulaşamayan Biden, Ankara'dan ayrılmadan önce Genelkurmay Başkanı Kenan Evren ile de görüşmüştü!
İşte "Bizim çocuklar başardı" müjdesinin anlamı bu görüşmede gizliydi!
Nitekim 12 Eylül darbesinden sonra başbakanlığa getirilen Deniz Kuvvetleri Komutanı Bülend Ulusu'nun 20 Ekim 1980 günü açıkladığı 1 numaralı kararla Yunanistan'ın NATO'ya dönebileceği ilân edilmiş, İncirlik dâhil; 21 üs, 18 Kasım 1980 tarihinde ABD'nin hizmetine verilmişti.
Demirel ve Ecevit ise Hamzakoy'daki eski Amerikan üssünde misafir edilmişti!
İşte bu Biden, o Biden beyler...
Nereden nereye değil mi?
.
Evet; Ankara, Lozan'da istediğini aldı… Peki, ne istedi?
Tam yüz yıldır Lozan'ın "zafer mi; yoksa hezimet mi" olduğunu tartışıyoruz. Çünkü, baktığınız yere göre her ikisi de doğru görünmektedir. Elbette kim için zafer ve kimler için hezimet olduğu önemlidir. Gelin bu "derin" karanlığı; belgeler ışığında aydınlatmaya çalışalım.
"Lozan"ı doğru anlayabilmek için biraz geriden başlamak gerekir.
İngiliz Doğu Komitesi (Eastern Committee), Ocak 1919'da, Orta Anadolu'ya sıkıştırdıkları Türkler hakkında karar vermek için toplanmıştı. "Fırsat bulmuşken tamamını Orta Asya'ya sürelim" görüşü ağır basmıştı ama "Öyle yaparsak, öngöremediğimiz bir tehlikeyle karşılaşabiliriz" diyen Komite Başkanı George Curzon'un, "Türkleri Anadolu'da bırakalım ama tehdit güçlerini ellerinden alalım, Batı'ya sıkı bağlayalım" görüşünde karar kılmışlardı.[1]
O günlerde Paris Barış Konferansı'na giden Balfour'un yerine Dışişleri Bakanlığını üstlenen Curzon, tam bir Türk uzmanıydı. Kendisinin ürettiği "Başkenti Anadolu'da olan yeni bir yönetim kurulması" stratejisini; İngiltere adına desteklemişti. Nitekim Kurtuluş Savaşı'nın daha ilk günlerinde verdiği demeçte, "İstanbul Hükümeti mefluç (felç) ve Mustafa Kemal, Türkiye'nin hakiki hâkimidir" demişti. Aslında İzmir'de toplanacak olan Barış Konferansı'nı Lozan'a naklettirmiş ve İngiltere'yi o temsil etmişti.[2]
Türkiye ise; Lord Curzon gibi kurtların masasına, Mondros Mütarekesi'nin rövanşını almak için sabırsızlanan (ve çok iyi İngilizce bilen) Heyet-i Temsiliye Reisi Rauf Orbay veya teamül gereği; Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Tengirşek'in gönderilmesi gerekirken, bu işlerle hiç ilgisi olmayan; üstelik kulağı da duymayan İsmet Paşa'yı göndermişti!
Bu görevlendirmeye o bile şaşırmış, "İlk defa çizmeyi çıkarıp iskarpin giydim. Sivil ve diplomatik hayata çok yabancıydım. Lozan'da uğradığım güçlük, askerlikten gelip amatör diplomatlık yapmamdı" itirafında bulunmuştu. Gazi ise bu tercihini, "İsmet bana her zaman kusursuz itaat etmiştir" şeklinde savunmuştu![3]
Türk tarafı, bireysel temsiliyetteki bu büyük zaaf yetmiyormuş gibi ulusal temsiliyette de; "teslimiyet" anlamına gelen bir hata yapmıştı!
"Çifte davet" oyunu üzerine kurulu bir danışıklı dövüş sayesinde, Lozan Konferansı başlamadan 10 gün önce Saltanat kaldırılmıştı ama mer'i Anayasa'ya göre hâlâ devletin temsilcisi Halife ve merkezi de İstanbul idi. Ankara'daki yapılanma, anayasaya aykırı bir başlangıçtan ibaretti.
Yani Ankara yönetiminin henüz uluslararası meşruiyeti yoktu. Zaten Ankara'nın asıl derdi de buydu. Sınırın nereden geçtiği tali meseleydi! En zaruri hedef, "devlet" olabilmekti!
Bunu Avrupa temsilcileri de çok iyi biliyordu ama o "meşruiyeti" vermek için "özel" şartları vardı! İşte her iki tarafın bu "asıl talepleri"yle ilgili pazarlık, salonlardaki müzakerelerin tamamen dışında, İsmet Paşa'nın danışmanı Hahambaşı Hayim Nahum aracılığıyla yürütülüyordu. Ankara'dan yetki alan Nahum, konferans başlamadan önce Londra'da Lord Curzon ile görüşmüş, "Siz Türkiye'nin mülkî tamamiyetini (Ankara'nın meşruiyetini) kabul edin, ben İslâmiyet'i ve İslâm temsilciliğini (Hilafeti), ayaklar altında çiğnetmeyi taahhüt ediyorum" demişti.[4]
Sonra Ankara'ya gelen Nahum, planın muvaffakiyetinde söz sahibi olan merciden (M. Kemal Paşa) tekrar onay almıştı!
İsmet Paşa'nın; "Mücadeleci, müttefikleri; etrafında toplayarak sevk ve idareye muktedir bir manevracı" şeklinde tarif ettiği Lord Curzon, 11 Kasım 1922'de başlayan görüşmeleri orkestra şefi gibi yönetmişti. Öncelikle, coğrafi hedeflerini masaya yatırmış ve tamamına ulaşmıştı![5]
Lozan'da 100 kişilik Türk heyeti vardı ama gazeteci Hüseyin Cahit, "Hepsi dans öğrenmekle, briç ve poker oynamakla meşguldü. Müzakerelerle ilgili bütün bilgileri, Hayim Nahum'dan aldık" diyordu.[6]
Masadaki hedeflerine ulaşan Lord Curzon, Londra'nın asıl şartını da, "Türk mukaddesatının feda edilmesi gibi muazzam bir Hristiyanî zafer ümidi olmazsa, müzakereler kesilecek ve işler hemen fiilî safhaya dökülecektir" şeklinde aktarmıştı. "Danışman" Hayim Nahum, Curzon'un bu diplomatik tehdidini İsmet Paşa'ya, "Konferansa devam edebilmeniz için Hilâfetin kaldırılması şartını kabul etmeniz gerekir" şeklinde tercüme etmişti![7]
Son sözünü söyleyen Lord Curzon, 4 Şubat 1923 günü Londra'ya hareket etmiş, İsmet Paşa da bu yeni durumu görüşmek için Türkiye'ye dönmüştü!
Eskişehir İstasyonu'nda, İzmir'den gelen Mustafa Kemal Paşa'nın trenine geçen İsmet Bey İngiltere'nin yeni şartını iletirken, Londra'da trenden inen Lord Curzon da, ne hikmetse; henüz bitmemiş müzakerelerin kahramanı olarak karşılanıyordu!
Bir süre sonra Türkiye'nin, "Yeni şartınızı kabul ediyoruz" mesajı üzerine, Lozan'ın 2. Bölümü 23 Nisan'da başlamıştı. Ancak, istediğini alan Lord Curzon "tali meselelerin" görüşüleceği bu bölüme gelmemişti. İsmet Paşa ise, yeni tavizler için TBMM'den aldığı yeni yetkiyle tekrar Lozan'a gitmişti!
Netice itibariyle 24 Temmuz 1923 günü (100 yıl önce bugün) imzalanan "Lozan Barış Antlaşması", coğrafi tavizleri tescil eden bir "Ön Mutabakat" mahiyetindeydi. Türkiye'ye, "Diğer şartları da yerine getirirsen 'devlet' olabilirsin" mesajı verilmişti.
Nitekim acelesi olan Ankara, bu gayr-i millî antlaşmayı bir "hezimet" olarak gören ve onaylamayacağı bilinen Millî Meclis'i 1 Nisan 1923 günü "Yoruldu" bahanesiyle feshetmiş, Mustafa Kemal Paşa'ya "Senin umdelerinin (ilkelerinin) dışına çıkmayacağım" sözü verenlerden oluşan "özel" bir Meclis kurmuştu. Ve 11 Ağustos'ta oluşan yeni Meclis'in ilk işi 23 Ağustos'ta toplanarak, Lozan Antlaşması'nı kabul etmek olmuştu![8]
Antlaşma TBMM'de emrivaki ile onaylanmış ise de kamuoyunda çok tepki görmüştü. İsmet Paşa bile, "Fedakârlığı son haddine vardırdık. Toprak meselelerinde kendi zararımıza ve Müttefiklerin lehine kararlar aldık. Ekalliyetler (azınlıklar) meselesini, iktisadi ve mali meselelerden çoğunu Müttefiklerin dilediği gibi hallettik" demişti.[9]
Oysa turpun büyüğü daha heybeden çıkmamıştı!
Lord Curzon, Avam Kamarası'na, "Türkler bir daha eski savlet (dinamizm) ve şevketine (güç) kavuşamayacaktır. Zira biz, onları maneviyat ve ruh cephelerinden öldürmüş bulunuyoruz" sözü vermişti!"[10]
Ama biz ona itibar etmeyelim, kendi "güçlü" kaynaklarımıza dönelim!
Mustafa Kemal Paşa'nın en yakın arkadaşı ve İcra Vekilleri Heyeti Reisi (Başbakan) Rauf (Orbay) Bey, gazeteci Feridun Kandemir'e "Anlaşıldığına göre İsmet Paşa, Lozan'da; İngilizlerle arabuluculuk rolü oynayan Hayim Nahum Efendi'nin telkinleriyle, Hilafetin devamına müsaade edilmemesini tamamıyla benimsemiş" bilgisi vermişti.[11]
Londra-Ankara hattında yaşananlar da, bu vahameti doğruluyordu!
Zira Türkiye'nin büyük fedakârlıklarla kabul edip, özel Meclis dizayn ederek yıldırım hızıyla onayladığı antlaşmanın geçerli olması için bütün taraflarca da onaylanması gerekiyordu. Oysa İngiltere Kralı, Lozan Antlaşması için "Yeni bir çağ açacak" diyordu ama onay için bir türlü parlamentoya gönderilmiyordu.
Ankara'da ise 29 Ekim 1923'te Cumhuriyet ilan edilmişti ama kimse ilgilenmemişti!
Nihayet Lozan Antlaşması, 3 Mart 1924'te Hilafetin kaldırılmasından sonra (bir yıl gecikmeli olarak) 16 Temmuz 1924'te İngiltere Parlamentosu'nda onaylanmış ve 5 Eylül'de Milletler Cemiyeti'nde tescil edilmesiyle birlikte Avrupa devletleri, bir yıldır tanıyamadıkları(!) Türkiye Cumhuriyeti'ni tanıma yarışına girmişti!
Mustafa Kemal Paşa'nın Anadolu'dan süpürdüğü Avrupalılar şimdi kendisine "Büyük devrimci" diyor; övgüler yağıyordu. Hatta, denize döktüğümüz Yunanlıların başbakanı Venizelos, Mustafa Kemal'e Nobel Barış Ödülü verilmesini istiyoedu!
İngiliz Yazar Philip Graves, Saltanat ve Hilafetin kaldırılmasına, "Türkiye'yi, Avrupa devletine dönüştürmek isteyen devrimci adımların ilki..." demişti. "Ankara, Müslüman uyrukları yöneten bir gayrimüslim devlet için güçlükler çıkaran bir kurumu (Hilafet'i) ortadan kaldırmakla, Britanya İmparatorluğu'na olağanüstü bir iyilik yapmıştır" değerlendirmesi ise çok manidardı! (Briton and Turk, London 1941)
Tabii ki, İngiliz yazarın da dediği gibi Hilafetin kaldırılması sadece başlangıçtı! İnkılaplar da Londra'nın şartına dâhildi. Aslında Hilafet, sonraki operasyonların selameti(!) için kaldırılmıştı!
Zaten Amerika'nın Ankara Büyükelçisi olan Charles H. Sherrill de, "8. Henry gibi Gazi de Hilafeti lağvetmiş ve ruhani sınıfın nüfuzunu ortadan kaldırmıştı. Aynı zamanda namaza davetin de, Türkçe yapılmasını istemişti" derken, büyükelçilik yaptığı 1932 yılına kadarki devrimleri özetliyordu! [12]
Mağlup devlet muamelesi gördüğümüz Lozan'da, "Ne aldık ve karşılığında ne verdik" konusu özellikle tek parti diktatörlüğünün bitişiyle birlikte sürekli tartışılmıştır.
Merhum Kadir Mısırlıoğlu 1964 yılında yayınladığı "Lozan Zafer mi Hezimet mi" kitabında, bu vahim ayrıntıları daha da iddialı olarak tekrarlamıştı ve konun baş kahramanı olan İsmet Paşa hiçbir itirazda bulunmamıştı!
Ahmet Kabaklı "Temellerin Duruşması" kitabında, "İngiltere'nin, Hilafeti Türkiye'nin elinden almak yolunda ne kadar kararlı olduğunu anlatacağız" diye başladığı bölümün sonunda, "Hilafet, İngilizlerin verdiği ufak tefek tavizlere feda edilmişse... Yazık olmuştur, çok ucuza gitmiştir" noktasına gelmektedir![13]
Zaten, yüzyıllardır Hilafetin kaldırılması için uğraşan İngilizlerin, Türkleri en zayıf yerinden yakaladığı Lozan'da Hilafeti hiç gündeme getirmediğini söylemek; ancak İngilizleri hiç tanımayanların ortaya atabileceği akla ziyan bir iddiadır.
Sonuç...
Kemalistlerin "Lozan, Türkiye Cumhuriyeti'nin tapu senedidir" sözü doğrudur.
Ancak...
Kurtuluş Savaşı'nı kazanarak kurduğumuz devletin tapusunu, cephede yendiğimiz düşmandan almak ne kadar doğrudur?
[1] Taha Akyol, Curzon Raporu: Türkler Asya'ya, Milliyet gazetesi, 2 Ağustos 1998.
[2] https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/lord-curzon-1859-1925/
[3] İsmet İnönü'nün Lozan Hatıraları-I, Cumhuriyet Yayınları, İstanbul 1998, s. 125.
[4] Büyük Doğu, İsmet Paşa ve Lozan'ın İçyüzü, Sayı: 29, 6 Ekim 1950, s. 10.
[5] İsmet İnönü'nün Lozan Hatıraları-I, s. 104.
[6] Cemal Kutay, Bilinmeyen Tarihimiz-1, Dizerkonca Matbaası, İstanbul 1974, s. 294, 305.
[7] Büyük Doğu, İsmet Paşa ve Lozan'ın İçyüzü, s. 10.
[8] Eyüp Durukan, Günlüklerde Bir Ömür-V, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2011, s. 260.
[9] Ali Naci Karacan, Lozan Konferansı ve İsmet Paşa, Türk İnkılap Tarihi Ens. Yayınları, İstanbul 1943, s. 211.
[10] Büyük Doğu, İsmet Paşa ve Lozan'ın İçyüzü, s. 11, 16.
[11] Ahmet Kabaklı, Temellerin Duruşması, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, İstanbul 1993, s. 147-154.
[12] Temellerin Duruşması, s. 160-164.
[13] Temellerin Duruşması, s. 135, 148.
.28 Temmuz 2023 Cuma
28 Mayıs'tan bu yana CHP'de yaşananlar, kendilerini bile "İyi ki seçilememişiz" diyecek noktaya getirdi! Bu arada, mağlubiyet hesaplaşması siyasilere ilaveten gazetecilere de sıçradı. CHP'nin yayın organı olarak kurulan ve Kılıçdaroğlu ile omuz omuza Erdoğan'a; hatta bütün Müslümanlara iftira yağdıran operasyon merkezi Halk TV, ibreyi İmamoğlu'da döndürmüş olacak ki, CHP; (varlığını yeni öğrendiğimiz) sözleşmeyi iptal etti. CHP'nin, (FETÖ medyası tecrübeli) Genel Başkan Yardımcısı Eren Erdem, başka kanallarla da benzer sözleşmeleri olduğunu açıkladı!
Bu noktada, bir hatırlatma yapalım.
2019 seçimleri sonrası, "İBB'den, Türk Medya'ya her ay 10 milyon TL aktarılıyordu, durdurduk" yaygarası yapılmıştı. "İspat etmeyen müfteridir" demiştik ama o "iftira" hâlâ ortada duruyor.
Şimdi anlaşıldı ki meğer bu haysiyetsizler, kendisi sarmayı çifter götürüp, karşısındakine "Çifter çifter yeme" diyen âmâ gibi kendi çirkinliklerini bizimle örtüyorlarmış! İlginçtir, bu; FETÖ'nün çok sık uyguladığı bir yöntemdir.
Tam burada, kameramızı onlara döndürelim.
CHP, zaten "Muhalefet Cephesi"nin en ön saflarında çarpışan, bütün malzemesi Cumhur İttifakı'na saldırmak olan bir TV kanalına; ayrıca her ay neden milyonlar öder ki? Bu kanalların bütün sermayesi Kılıçdaroğlu ve diğer CHP yöneticilerinin beyan ve yorumlarıdır. CHP bu kanallara "ekstra" bir ödeme yapıyorsa, ekstra hizmet alıyor demektir! Bu da, doğal fonksiyonları olan hükümete yönelik değil; Kılıçdaroğlu'nun parti içi manipülasyonlarına medya desteğidir. Mesela Muharrem İnce'nin Cumhurbaşkanlığı seçiminde engellenmesi (dönemin Halk TV yöneticisi bunu doğrulamıştı), CHP'den ve Cumhurbaşkanlığı adaylığından uzaklaştırılması süreçlerinde bu destek çok işe yaramıştı!
Ayrıca Kılıçdaroğlu'nun, "Ben, kimin nereden ne kadar maaş aldığını biliyorum" ifadesi, bu ödemelerin medya kurumlarıyla sınırlı olmayıp gazetecilere de uzandığını göstermektedir.
40 yıldır gazetecilik yapmaya çalışan biri olarak, bu meseleye "Karşı mahallenin tartışması; bize ne..." şeklinde bakamayacağımızı düşünüyorum! Gazetecilik camiası dışındaki insanların, "Demek ki, TV ekranlarında heyecanla atıp savuranlar, vatan-millet için konuşmuyormuş" diye düşünmesinden daha doğal ne olabilir.
Yani karşıdaki tepişmeden bize de çamur sıçraması kaçınılmazdır. Sayın Kılıçdaroğlu veya diğer "bilen"ler, hangi mahallede, kim; kimden kaç lira alıyor; açıklamalıdır.
Ayrıca böyle bir ödemeyi alan kadar, veren de haysiyetsizdir. Zaten işi haber-yorum olan birilerine; ayrıca "gizli" bir ödeme yapılıyorsa, burada "gizli bir amaç" var demektir.
Her neyse Sayın Kılıçdaroğlu, 13 yıldır tekrarladığınız "dürüstlük"ten eser kalmışsa bu açıklamayı bekliyoruz...
Yoksa...
.
Kürt çocukları, askerî okullardan neden ayıklandı?
Çünkü Diyarbakır annelerine desteğin, "terörle mücadele" olduğunun farkındayız.
Silahlı mücadele, sivrisinek avlamaktır, köklü çözüm bataklığı kurutmaktır. Terör bataklığını kurutmanın tek yolu ise, desteği sıfırlamaktır.
Aklınıza hemen, emperyalist devletlerin silah ve para desteği gelmiş olabilir. Ancak, silahları kullanacak terörist yoksa o desteğin de anlamı yoktur. Oysa, bu silahlarla can yakan teröristlerin yetişmesine devletimizin büyük katkısı olmuştur!
İttihat Terakki'nin "ırkçılık" hastalığı, maalesef Ankara'daki yapılanmada da aynen devam etmiştir. Tek parti diktatörlüğünde; devlet gücüyle uygulanan "Türkleştirme" zulümlerinden, en fazla; (ezanı bile Türkleştirilen) Müslümanlar ile Kürtler zarar görmüştür. Dolayısıyla, ehl-i sünnetin kalesi olan Güney Doğu ahalisi, "katmerli zulüm" yaşamıştır.
Kürtlere yönelik kimlik inkarı ve ayrıştırma politikasını, 1950'den sonra da, tek parti döneminde devlette mayalanan "gizli CHP iktidarı" sürdürmüştür.
Nitekim 1925'te devreye sokulan "Şark Islahat Planı" rezaletiyle, çarşı pazarda bile Kürtçe konuşmayı yasaklayan devlet, Türkçe bilmeyenleri muhatap almayıp, "Öğren de gel" tavrı sergilemiş, 1960'tan sonra "Bu memlekette Kürt yoktur, 'Kürdüm' diyenin suratına tükürürüm" demiş, aynı bölücülüğü 1983'te de sürdürerek, "Düşüncelerin Kürtçe ifade edilmesi yasaktır" kanununu; "Kürtçe" ibaresi kullanmadan yazmayı başarmıştı![1]
Kürtler, bütün bu onur kırıcı zulümlere rağmen asla isyancı olmamıştır. Şeyh Sait isyanı da, devletin çarpıttığı gibi bir Kürt Devleti kurma amaçlı bir isyan değil; tam aksine Türkleri ve Kürtleri kaynaştıran "Hilafet" çimentosunun kaldırılmasına tepkidir.
Ortamın, "tahrik" için yeteri kadar olgunlaştığını gören İngilizler, Chatham House'da çoktan kurdukları PKK'yı, 27 Kasım 1978 günü Lice'de sahneye çıkarmıştı!
Yeni bir oyun başlamıştı! Mağdur olan Kürtlerin hakkını, aslında Kürtleri daha da mağdur edecek olan teröristler koruyacaktı! Kürtleri kurtaracak(!) örgütü kuran 22 Komünistten 10'unun "CHP'li Türk" olması bile, yeni oyunu anlamak için yeterliydi.
Nitekim, PKK ile mücadele için bölgeye giden TSK mensupları, Kürtleri PKK kamplarına göndermek ister gibi davranıyordu! Diyarbakır Cezaevi'ne; PKK düşmanı olarak girenler, devlet düşmanı olarak çıkıyor ve soluğu dağda alıyordu!
Ulusalcı/laik TSK mensuplarının Kürtlere uyguladığı zulüm, 1928 yılında askerî okullara gönderilen, "Bütün Kürt çocuklarını okuldan atın" şeklindeki "gizli" talimatın nihaî amacını çok iyi açıklıyordu![2]
Korkunç bir kısır döngü değirmeni dönüyordu. Kürt gençleri, "Bu zulme dur demek gerekir" istismarıyla PKK militanı yapılıyor; saldırılar arttıkça da Kürtlere yönelik resmî zulüm artırılıyordu!
Bu düzeni bozmak isteyenler ise derhal yok ediliyordu. Kürt olduğu için dönen oyunu iyi bilen ve bozmak isteyen Özal, "Kürt" ile "terörist"i ayırmaya çalışan Adnan Kahveci ve Eşref Bitlis Paşa ile birlikte yok edilmişti!
Artık Kürt düşmanlığı, laiklik şartı halini almıştı. 1999 yılına gelindiğinde bile, "Yılın Sanatçısı" seçilip; ödül vermek için sahneye çıkarılan Ahmet Kaya; "Yeni albümde Kürtçe şarkı olacak" dediği için küfür ve çatal-bıçak yağmuruna tutulmuştu!
2008 yılında gazetecilere terörle mücadele brifingi veren Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt, "Ülkemizde 5 bin civarında terörist var. Bu sayıyı defalarca sıfırladık ama hâlâ 5 bin terörist var. Kalıcı sıfırlama için örgüte katılımın durdurulması gerekir" sözleriyle, bu oyunu tescil etmişti!
Çok şükür artık o günler geride kaldı. Türkiye'deki terörist varlığı, iki haneli sayılara indi.
Peki bu noktaya nasıl gelindi?
Bu başarıda, istihbarat birimlerimiz arasındaki işbirliğinin ve teknoloji destekli askerî mücadelenin elbette büyük rolü var. Ancak, en tepedeki yetkili, "Sadece askerî mücadele ile olmuyor" dediğine göre, demek ki; başka şeyler de oldu!
"Demokratik Açılım"ın sabote edilmesine rağmen sürdürülen adımlarla, mağduriyetler giderildi; istismar alanları yok edildi. Bu sayede, örgüte verilen yerel destek asgariye inmişti. Ancak, bölgede on yıllardır devam eden katliam ve zulümlerden kaynaklanan korku iklimi yüzünden, lojistik ve kadro desteği tamamen bitirilememişti.
İşte Hacire Ana'nın 22 Ağustos 2019'da, korku duvarını aşarak ortaya koyduğu cesaret, "zoraki" desteğin de sonunu getirdi.
Yani yüreği yanık Kürt annelerin cesur duruşu, PKK'nın; "Biz Kürt halkının haklarını savunuyoruz" yalanını delmiş, PKK'nın; "Kürt sığınağı" değil, "gavur uşağı" olduğunu; bütün çıplaklığıyla ortaya sermiştir.
O halde, "Diyarbakır Anneleri"ni; görmemek, terör örgütüne destek vermektir!
[1]19 Ekim 1983 tarih ve 2932 sayılı kanun.
[2]Darbeden Beter Vesayetler, s. 249.
.
Anlamadınız mı, mesele ''şapka'' değilmiş!
Reisicumhur Mustafa Kemal, "medenî" bir millet oluşturmanın startını, 98 yıl önce bugün İnebolu Türk Ocağı'nda şöyle vermişti:
"Efendiler, bu 'altı kaval üstü şişhane' kıyafet, milletlerarası değildir! Cumhuriyet halkı, uygar olduğunu göstermek için pantolon, gömlek, kravat, ceket giymelidir! Bunları ise güneş siperli serpuş (şapka) tamamlamalıdır! Bu sıcakta her tarafını kapatan kadınlar da yüzlerini dünyaya göstermelidir! Efendiler, bu gidiş mecburidir. Bu sonuca varmak için gerekirse, bazı kurbanlar verilebilir."[1]
Aslında Mustafa Kemal Paşa'nın "Batı medeniyeti yolculuğu" çok önceden başlamıştı. 16 Mayıs 1919'da yola çıkan Bandırma Vapurunun rotası her ne kadar "Doğu" ise de, yolcusunun menzili, "Yeni Türkiye"ye "vize" veren "Batı" idi!
Nitekim bu "gizli" güzergâhı, 7/8 Temmuz 1919 gecesi Erzurum'da, yoldaşı Mazhar Müfit Bey'e şöyle sıralamıştı:
"1- Zaferden sonra Cumhuriyet kurulacak. 2- Padişah ve hanedan devre dışı kalacak. 3- Tesettür kalkacak. 4- Şapka giyilecek. 5- Latin harfleri kabul edilecek..."
Paşa daha, "Dinde reform yapılacak, Ayasofya kapatılacak" diyecekti ama Mazhar bey, "Bu kadar hayal yeter" diyerek defteri kapatmıştı!
Mazhar Müfit 6 yıl sonra, şapka inkılabının ilan edildiği İnebolu'dan dönüşünde yaşananları da şöyle anlatmıştı:
"Paşa'nın otomobili, Meclis önünden geçiyordu. Yaklaşınca gördüklerime inanamadım. Kendisinin ve yanında oturan Diyanet İşleri Reisinin başında birer fötr şapka vardı. Paşa neyse ne! Fakat şapkayı, kendisini karşılayan Diyanet Reisine de giydirmişti. Ben hayretle bu manzarayı seyrederken otomobil önümde durdu. Gazi beni çağırdı ve 'Azizim, kaçıncı maddedeyiz, notlarına bakıyor musun' diye sordu."[2]
Şapka giymek, 2 Eylül 1925 tarih ve 2431 No'lu Bakanlar Kurulu kararıyla zorunlu hale getirmişti! Türk milletinin uygarlaşması için bu çok önemliydi! Öyle olmasaydı, koca devlet; Rize'ye iki gün "şapka bombası" atar mıydı? Yüzlerce "Atıf"ı; şapka yüzünden asar mıydı?[3]
22 Ekim günü İzmir'den dönen Reisicumhur, kendisini karşılayan İsmet Paşa'ya, "Yobazların şapka konusundaki tutumu nedir" diye sormuş, "Sinmiş ve ister istemez kabullenmiş durumdalar" cevabı üzerine, "Nesiller değişinceye kadar böyle sıkı tutmak lüzumludur" uyarısında bulunmuştu![4]
O kadar ciddi takip ediyordu ki, Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak'ın şapka giymediğini duyunca, Başyaveri Rüsûhi Bey'e "Yarın sabah Mareşalin evinin önünde pusuya yat, evden çıkarken şapkası olup olmadığına bak" talimatı vermişti.[5]
"HAÇLI'YI, HAÇLI'NIN UÇAĞIYLA YENEMEYİZ!"
Aynı günlerde, ülkenin başka bir köşesinde tamamen farklı bir çaba vardı.
Dünya ve İstiklâl savaşlarına katılmış genç bir pilot, Haçlı devletleriyle, onların vereceği uçak ve silahlarla mücadelenin, daha başlangıçta yenilgiyi kabul etmek anlamına geldiğini çok iyi öğrenmişti. Onun için "Başkasının kanatlarıyla uçmaya çalışanlar 'Hürkuş' olamaz" diyordu.
Evet, o genç Vecihi Hürkuş'tu. "Kendi uçağımız olsun" azmiyle, "VECİHİ K-VI"yi üretmişti. Ancak uçurabilmesi için devletin, "uçuş sertifikası" vermesi gerekiyordu. Ne yazık ki devletin bu uçağı kontrol edebilecek bir teknik elemanı yoktu! Bu yüzden, uçuş izni verilememişti. İlgili müdürün tavsiyesi üzerine, 28 Ocak 1925 günü, 15 dakikalık başarılı bir uçuş yapmıştı ama izinsiz uçtuğu için para ve hapis cezasına çarptırılmış, uçağı da elinden alınmıştı!
Vecihi Bey, çok şaşkındı. O, tek başına koca uçağı yapıp uçurmuştu ama koca devlet, bu uçağı kontrol edemediği için uçuş izni vermiyordu!
Çünkü devlet, yıllardır çok daha acil işlerle uğraşıyordu!
Cumhuriyet'in kurulması, Hilafetin kaldırılması; devletin yeniden yapılandırılması, eğitimin devlet kontrolüne alınması, çatlak sesler çıkaran matbuatın susturulması yıllar almıştı!
Vecihi Bey hayıflanıyordu ama devletin ne kadar meşgul olduğunu bilmiyordu. Şimdi ise sıra, milletin dizaynına gelmişti! Sadece Reisicumhur değil, TBMM de bütün mesaisini inkılaplar için harcıyordu. Milletin beklediği binlerce yeni düzenleme, Vecihi Bey'in uçağından daha önemliydi ama onlara bile sıra gelmiyordu. Çünkü "uygarlık" için önce bu inkılapların gerçekleşmesi gerekiyordu!
Reisicumhur'un inkılaplar konusundaki hassasiyetini herkes biliyor, seferber oluyordu. Hatta o günler, Lozan'da "Sonra hallederiz" denilen "Musul"un elden gitmekte olduğu günlerdi. İngiltere, bir yıl kadar önceki Haliç Konferansı ile başlayan Musul'u çarpma sürecinin son aşamasına gelmişti ama Türkiye devleti için asıl gündem, millete "İngiliz şapkası" giydirmekti! Bu sevimsiz mukayeseyi ise dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat yapmıştı:
"Atatürk (şapka hususunda) fikrimi sormuşlardı. O sırada Musul işi aleyhimize neticelendiği için kendileri hayli sıkıntılı idi. 'Şapka giymek, bu millet hesabına bir Musul fethinden üstündür!' cevabı verdim. Hafifçe gülümsediler ve başlarını birkaç defa sallayarak beni taltif ettiler!"[6]
VECİHİ BEY, MUTLAKA DESTEKLENECEĞİNİ DÜŞÜNÜYORDU!
Türkiye için çok önemli bir iş yaptığını düşünen Vecihi Bey, yine de ümitliydi. Bu eksik de mutlaka giderilecekti! Hatta büyükler onu anlayınca destek yağdıracak, bekli de fabrika kuracaktı!
Çalışmalarına devam eden Vecihi Hürkuş, çok daha gelişmiş bir model olan "VECİHİ XIV"i üretmişti. 2 kişilik bir spor eğitim uçağı olan bu model Avrupa'da çok tutuluyordu. 27 Eylül 1930 tarihinde Fikirtepe Meydanında toplanmış gazeteci ordusu önünde başarılı bir uçuş yapmıştı. Hatta ertesi gün gazetelerdeki manşetleri gören Başvekil İsmet İnönü, kendisini aramış ve tebrik etmişti.
Bu tebrikten ümitlenen Vecihi Bey, "Bu sefer olur" diye düşünmüş ve "uçuş sertifikası" almak için Ankara'ya yeni uçağıyla gitmişti. Ama ne yazık ki; yine "sertifika" yerine, "Devlet bünyesinde tayyarenin teknik vasıflarını tespit edecek kimse bulunmadığından gereken vesika verilmemiştir" yazılı bir kâğıt almıştı!
Ama nasıl olur? Aradan tam 6 yıl geçmişti. O ikinci uçağını üretmişti ama devlet hâlâ bir kontrol elemanı yetiştirememişti!
UÇAK NEDİR? MİLLETİN BEKASI İÇİN İNKILÂP GEREKİR!
Devletin yoğun çabalarını görmeyen Vecihi Hürkuş, haksızlık ediyordu!
O yeni uçak üretirken devlet de (10 Nisan 1928), "Devletin dini İslâm'dır" ibaresini Anayasa'dan çıkararak "Laiklik" yolunda büyük bir adım atmıştı! Aynı yıla sığdırılan (1 Kasım 1928) Harf Devrimi ise, tek başına milleti "Batılı" yapacak büyüklükte bir adımdı!
Milletin bekası için "uçak" değil, "inkılâp" gerekliydi! Şimdi ise harıl harıl "Dinde Reform" hazırlıkları yapılıyordu! Reisicumhur Mustafa Kemal ezan, kamet, hutbe ve namaz surelerinin tercümesiyle yakından ilgileniyordu. Hatta "Türkçe Ezan" için "Allah büyüktür" yerine, "Tanrı Uludur"u bizzat o seçmişti!
Reisicumhur Mustafa Kemal Paşa, "bütün devrimlerin finali" olan Türkçe Ezan şovunu, Kadir Gecesine tekabül eden 3 Şubat 1932 akşamı, Ayasofya Camii'nin üst katına topladığı Avrupa büyükelçilerine izletmişti. Bu final, "Türkleri Batılılaştırma görevi"ni başarıyla tamamladığı anlamına geliyordu!
Ama emperyalist Batı için bu yeterli değildi. Aslında, kimin ne giyip nasıl yaşadığının hiçbir önemi yoktu. Onlar için, çıkarları önemliydi. Nitekim Suudî dostlarının kıyafeti, onları hiç rahatsız etmiyordu. Kaddafi 2007 yılında Paris'in göbeğine "Bedevi Çadırı" kurmuştu ama medenî Avrupa hiç rahatsız olmamıştı.
TÜRKİYE'Yİ BATI'YA NASIL "UYDU" YAPTILAR?
Yani Cumhuriyet'in ilk 10 yılını feda ettiğimiz "inkılaplar", Ocak 1919'da Londra'da; "Türkleri ne yapalım" gündemiyle toplanan Şark Komisyonu'nun, "Bütün değerlerini ellerinden alalım" şeklindeki "1. Bölüm"e giriyordu! Oysa onların nihaî hedefi, "Kendimize 'uydu' yapalım" şeklindeki "2. Bölüm"de gizliydi![7]
Uçak ve silah üreten bir Türkiye'yi nasıl "uydu" yapacaklardı?
-Daha 1925'te uçak yapan Vecihi Hürkuş'un uçuşu yasaklanmasaydı,
-1938'de "A Sınıfı" bir uçak filosu kuran Nuri Demirağ'ın ocağına incir ağacı dikilmeseydi,
- Şakir Zümre'nin denizaltı ve uçak bombaları yapan fabrikası, soba imalatına çevrilmeseydi,
-Ordumuzun mühimmat ihtiyacını karşıladığı gibi, Arap ülkelerine uygulanan Siyonist ambargoyu da delen Nuri Killigil, fabrikasıyla birlikte havaya uçurulmasaydı, Türkiye bugün harp ve uçak sanayiinde Avrupa ve Amerika ile boy ölçüşecekti.
Hayati çıkarları bulunan bu bölgede, kendilerine bağımlı olmayan bir Türkiye'ye nasıl söz geçireceklerdi? 1964 yılında, Kıbrıs'taki kardeşlerimizi Rum vahşetinden kurtarmaya kalktığımızda, nasıl "Hoop, bizim silahımızı Rum kardeşlerimize karşı kullanamazsın" diyeceklerdi? Birkaç aldatılmış çapulcuyla kurdukları kıytırık bir örgütü; nasıl 40 yıl başımıza bela edeceklerdi?
HAYALET UÇAĞI BİLE BİZDEN ÇALDILAR!
Hatta "Hayalet Uçak" üretmeyi başaran Etimesgut Uçak Fabrikası'nı, traktör fabrikasına dönüştürmeselerdi, bu modelden kopya çekerek meşhur "B-2 Spirit"i nasıl üreteceklerdi?
Zira bu muhteşem fabrikayı kapattırıp, bize verdikleri T-33 Jet eğitim uçaklarını üreten Lockheed firması yoluna devam etmiş ve bugün bizi hizaya getirmek için kullandıkları F-35'i üretmişti.
Devlet, Batı'nın küllerinden doğduğu en kritik yılları heba etmeseydi, hiç değilse cesur teşebbüsleri bari katletmeseydi; bugün Türkiye'nin kaç tane "Lockheed"i, "Boeing"i olurdu?
Hatta yıllar sonra, "nereden dönersek kârdır" diyen "Bayraktar" gibi yeni Vecihi Hürkuşlar; Nuri Demirağlar da, yine devletin genlerindeki "müstemleke zihniyet" tarafından yıllarca engellemeseydi, şimdi daha nice "Kızılelma"lara ulaşacaktık!
Anladınız mı şimdi?
27 Ağustos 1925 günü başımıza geçirilen o "şems siperli serpuş"la, aslında güneşi değil gözlerimizi kapatmışlar!
[1] Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, c. II, s. 207-221.
[2] Mazhar Müfit Kansu, Erzurum'dan Ölümüne Kadar Atatürk'le Beraber, Ankara 1997, s. 130-132.
[3] FO 371/10863/E7918 Lindsay (Constantiniple) to FO, 15 December, 1925; Darbeden Beter Vesayetler, s. 121-125.
[4] Fahrettin Altay, 10 Yıl Savaş ve Sonrası, İnsel Yayınları, İstanbul 1970, s. 392.
[5] Murat Sertoğlu, Mareşal Fevzi Çakmak Açıklıyor, Derin Tarih Kültür Yayınları, İstanbul 2016, s. 76, 77.
[6] M. Esat Bozkurt, Atatürk İhtilali, İstanbul Üniversitesi Yayınları, İstanbul 1940, s. 149.
[7] Taha Akyol, Curzon Raporu: Türkler Orta Asya'ya, Milliyet, 2 Ağustos 1998
.
Müslümanlara neden “Bu ülkeden gidin” diyorlar?
Son günlerde çok arttı, başörtülü kadınlara, "Bu ülke bizim, gidin buradan" diyorlar. Tırmanışa geçen bu tavrı biraz irdelemekte fayda var. Çünkü bahsettiğimiz "nefret davranışı", birkaç saygısızın hadsizliği değil, aynı kesime mensup farklı bireylerin sergilediği "sistematik bir savaş"tır!
Peki, kim bunlar?
İnanması güç ama bu "gerici ve itici" tavrı sergileyenlerin her biri "ilerici, modern ve laik (yani herkesin inancına ve yaşam tarzına saygılı)" olduğunu düşünüyor!
"Moderniz deyip nasıl bu kadar 'ilkel' davranabiliyorlar" sorusu bizim konumuz değil. Psikologlarımız bizi de aydınlatırsa çok seviniriz!
Bendeniz, her birinin özellikle tekrarladığı "Bu ülke bizim, gidin buradan" ifadesine takılmış durumdayım...
"Gidin buradan" ifadesi, mültecilerin bile hak etmediği, ırkçı ve faşist bir söylemdir. "Mülteci meselesi", mültecilerin suçu değildir. Emperyalist canavarlar rahat bıraksaydı o insanlar bu hayata talip olur muydu? Bu bakımdan mülteci meselesi bu insanlara insanlık dışı muameleyle değil, sebepleri ortadan kaldırmakla çözülür. Muti ve mutedil bir insana, sadece "yabancı" olduğu için "Git buradan" demek, akıldan yoksun mahlukların, kendi bölgesinde gördüğü hemcinslerine karşı sergilediği tavırdan farklı bir davranış değildir!
Bu ülkenin vatandaşlarını kovmaya kalkmak ise çok daha vahimdir!
KİMİ; NEREDEN KOVUYORSUNUZ?
Peki, aynı millete mensup bir ferdin, "öteki" kardeşine yönelik "Bu ülkenin asıl sahibi biziz" anlayışı hangi mantığın eseridir? Yani bunlar kimdir ve neden sadece kendilerini Türkiye'nin tek sahibi olarak görmektedir?
Aynı tutumu, "Bu devleti biz kurduk" diyen CHP başkan ve yöneticilerinde de görüyoruz. Demek ki Türkiye'nin asıl sahibi, devleti kuran CHP ve (millet kimi seçerse seçsin); devletin en kritik noktalarına hâkim olan CHP zihniyetlilermiş!
Karşı kesim yüzde 70 çoğunluğun oyuyla iktidara gelse bile hiç ümitlenmesin, "Salt halkın oyunu aldı diye meşru olamaz. Onu, toplumun 'aldanmayan' kesiminin de kabul etmesi lazım!" O "aldanmayan kesim"in onayını alacağız diye de çok beklersiniz!
"Bu arada şu yüzde 70'lik 'azınlık' tabanınız da, göz zevkimizi bozan kıyafetlerle sokağa çıkmasın! Bu devleti biz kurduk, kuralları da biz belirledik. Başından buyana olduğu gibi 'millet' denen kalabalığın değil, bizim ne istediğimiz önemlidir! Biz "nitelikli azınlık"ız. Yani biz "asıl"ız. Bu ülkede bizim istemediğimiz hiçbir şeyin olması mümkün değildir!"
O halde, bizzat kendi aydınlarından(!) aktardığımız bu anlayışın beşerî sistemlerdeki adını siz koyun...
YİNE NEDEN ATARLANMAYA BAŞLADILAR?
Bu ülkenin asıl sahibi olan milletimizin tesettürlü bireylerine; metrobüste, otobüste, hastanede, çarşı-pazarda "Bu ülke bizim, gidin buradan" diyenler, işte bu azınlık iktidarının, yüzde 20'yi bulmayan "azınlık" tabanıdır!
Tabii ki 80 yıl kesintisiz devam eden bu düzen, özellikle son 20 yılda büyük zaafa uğradı. Devletin en kritik kurumlarına kene gibi yapışmış olan "gizli CHP iktidarı" büyük ölçüde defedildi, "irade", asıl sahibi olan millete iade edildi.
Sokağa taşan kin ve nefret, bu kaybedişin öfkesidir!
Bu yüzden, bu patolojik tiplerin seviyesine inerek aynı yöntemle mukabele etmemelidir. Çünkü onları yönetenlerin istediği şey "çatışma ortamı" oluşturmaktır. O ortamlarda ise hep onlar kârlı çıkmaktadır.
Ama devlet de, bu saldırganlara haddini bildirmeli, mağdurları, kendini savunmak zorunda bırakmamalıdır.
SUSUYORSAK SEBEBİ VAR!
Bu ülke, nasıl bu çapulcuların oluyormuş? Belki de o kokonaların İttihatçı dedeleri, hovardalık yaparken, şimdi aşağıladığı tesettürlü bacımın dindar dedesi, şehadet şerbeti içmek için cephelere koşmuştu!
Sonrasında devleti, CHP'nin mayasını oluşturan "İttihatçılar"ın kurduğu gerçekten doğrudur. Çünkü, canı pahasına savaşı kazanan şehitlerin evlatları, "Tipiniz müsait değil" diye Ankara'ya bile sokulmamıştı!
Susuyorsak, kamplaştıran; birlik ve beraberliğimizi bozan taraf olmak istemediğimizdendir. On yıllardır zulmettiğiniz yetmiyormuş gibi şimdi de bize; kanımızla kurtardığımız vatanımızda "mülteci" muamelesi yapmak ateşle oynamaktır.
Gerçekten zerre kadar vatan sevginiz olsaydı, o dindarlara nefret kusmak yerine saygı duyardınız! Çünkü devleti, o "dindarlar" sayesinde kurdunuz!
.
Küresel insanlık düşmanları ve “kölesel” elemanları!
Lut kavminin helak edilmesine sebep olan sapıklık, bugün "LGBT" şeklindeki harf kalabalığıyla topluma pazarlanmaktadır!
Oysa eskiden bu ahlaksızlığı kapalı kapılar ardında işleyenler bile, toplumda böyle bir ithamla karşılaşmaktan çekinirlerdi! Günümüzde ise bu sapıklık, neredeyse bir itibar vesilesi haline getirildi! Siyasetçilerden sanatçılara kadar birçok tanınmış isim, bu sapıklığa; açıkça destek vermektedir!
Cumhurbaşkanlığına talip olan Kılıçdaroğlu, "LGBT aile yapısını bozmaz" diyebilmektedir! Daha şaşırtıcı olanı ise, dünyanın en büyük şirketleri; hatta devletleri, bütün gücüyle, bu pisliği herkese bulaştırmak için didinmektedir!
Peki, bu sevdanın sebebi nedir?
LGBT AHMAKLARINI BAKIN KİM KULLANIYOR!
Papanın hışmına uğradığı için dağılan Tapınak Şövalyeleri, 1776'da Cizvit Weishaupt ile Yahudi banker Rothschild'in kurduğu İlluminati (Aydınlanma) örgütüyle daha güçlü olarak dönmüştü. Asıl dinamizm ise, "Fabian Cemiyeti" (Fabian Society) döneminde yakalanmıştı.
İsa Cemiyeti de denen bu gizli yapı, adını; entrikacı konsül Fabius Cunctator'dan almıştı. Buna, İngiliz sinsiliği de eklenince ortaya, çok tehlikeli bir "örgüt" çıkmıştı!
AB'nin temelini Fabianlar atmış, bütün dünyayı siyasî, ekonomik ve askerî bakımdan kontrolü amaçlayan BM, İMF ve NATO'yu bu zihniyet kurmuştu! Chatham House ve onun ABD versiyonu olan Council on Foreign Relations'ı bunlar yönetmekte, önemli görevlendirmelerde mutlaka CFR referansı aranmaktadır.
İşte bu küresel gücün tek hedefi "Yeni Dünya" kurmaktır.
Bunlara göre; medeni toplumlar (yani kendileri) dışındaki gereksiz(!) kalabalıklar yok edilmeli, sadece "seçkin"lerden oluşan "elit" bir dünya kurulmalıdır!
Bunun için her yöntem kullanılmalıdır!
Fabianların fikir babası Bertrand Russel, "Mutlaka negatif nüfusu gerçekleştirmeliyiz. Dünya savaşlarının bu hedefe büyük bir katkısı olamadı. Belki biyolojik savaş daha iyi netice verebilir. Her nesil boyunca bir veba salgını olabilirse, sağ kalanlar dünyayı tıka basa doldurmadan doğurabilir" demişti.[1]
HER YOLU DENİYORLAR!
Dünya savaşlarından sonra ilk abandıkları yöntem nüfus planlaması yani "doğum kontrolü" idi. Köylere kadar giden görevliler(!), az gelişmişlik alameti olan(!) çocuk doğurmanın zararlarını(!) anlatmış; ücretsiz malzeme dağıtmışlardı.
Rockefeller Vakfı, Nüfus Konseyi, Dünya Bankası, BM Kalkınma Programı (UNDP), Ford Vakfı ve diğerleri, Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ile birlikte 1990'dan beri üremeyi önleyici yani kısırlaştırıcı aşı üretmeye çalışmaktadır. WHO, aynı amaç için Bill ve Melinda Gates Vakfı ile de işbirliği yapmaktadır.
Diğer önemli çalışma ise, "kadınların ekonomik ve sosyal özgürlüğe" kavuşturulmasıydı! "Kadın çalışmalı, kocasının eline bakmamalıydı!" Bu propagandanın etkili olduğu ülkelerde boşanmalar sürekli artıyordu ama bunun bir önemi yoktu! Daha doğrusu asıl amaç, kadını; kapitalist sistemin kölesi yapmak ve "anne"likten uzaklaştırarak nüfus kontrolünü sağlamaktı.
BUNLAR YETMEZ, MİLYARLAR ÖLMELİ!
1950'de yüzde 5 olan dünya doğurganlık hızı, bu çalışmalar sonucunda 2022'de 2,4'e düşmüştü. Türkiye ise Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın çabalarına ve doğumu teşvik uygulamalarına rağmen, son 20 yılda Avrupa'da doğurganlık hızının en çok düştüğü ülke olmuş; 2,3'ten 1,6'ya gerilemişti.
Ancak bu sonuçlar; hatta nasıl başladığı hâlâ bilinmeyen Kovid-19 salgını ölümleri, emperyalist küreselcileri tatmin etmekten çok uzaktı!
"Global 2000 Raporu"nun yazarı Dr. John Coleman, "Yeni Dünya Düzeni" mimarlarının, en az 2 milyar insanın yok edilmesini beklediğini yazmıştı!
Bu veriler, küresel eliti yeni bir formül arayışına sevk etmişti. Doğanları yok etmek için uğraşmaktansa, doğumlar engellenmeliydi!
Ancak "doğum kontrolü" uygulamaları, bu hedefe ulaştırmaktan çok uzaktı.
Köklü çözüm, "kaynağı kurutmak"tı!
Yani doğumu engellemekle uğraşılmayacaktı! Kadın; kadın olmaktan, erkek de erkek olmaktan çıkarılacak ve böylece doğum, "imkansız" olacaktı!
Gördüğünüz gibi, ortada dolaşanlar sadece küresel kurtların cinsel mankurtları!
Asıl i....lik çok farklı!..
O HALDE...
İnadına, ailemize sahip çıkacağız.
Ve bugün, "Büyük Aile Buluşması"nda yerimizi alarak başlayacağız.
Haydi Saraçhane'ye...
[1] Mehmet Hasan Bulut, Yeni Dünya'nın Kurtları, IQ Yayıncılık, İstanbul 2018, s. 85
.
Siyah köpekleri “Arap… Arap…” diye çağırmak milliyetçilik mi?
"Önce "Suriyeli düşmanlığı" ile başladılar...
Evet, gerçekten sabrımızı zorlayan bir "yabancı" problemi yaşıyoruz. Ama problemin kaynağı bu insanlar olmadığı gibi, çözümü de "yabancı düşmanlığı" değildir.
Karanlık birilerinin ortaya saçılarak yaptığı kışkırtmalar ise "yabancı düşmanlığı"ndan çok daha derindir! Zira bu çakma milliyetçilerin, güneyimizi istila eden "sarışın" mültecilerden rahatsız olduğunu hiç görmedik! Yine neredeyse belediye başkanı seçecek çoğunluğa ulaşan yerleşik Avrupalılara bir şey söylediklerini de duymadık!
Efendim onlar para harcıyor; ekonomimize katkı sağlıyormuş! İyi ya, vahşice saldırdıkları Araplar da, "her şey dahilci bitli turistler" gibi cimrilik yapmıyor. Sektör temsilcilerine göre perakendeyi, diğerlerinin on katı harcama yapan Arap turistler kurtarıyor!
Ama bu ne idüğü belirsiz tipler sayesinde her şey tersine dönüyor. Sayelerinde başlayan, "Türkiye'ye gitmeyin, saldırıya uğrarsınız" kampanyaları çok etkili oluyor. Bir zamanlar turistik beldelere "Gelmeyin" bombası atan PKK'nın görevini artık bu sözde milliyetçiler yürütüyor! Teröristler "Kürtçüyüz" maskesi takıyordu, bunlar da "Türkçüyüz" diyerek saldırıyor. Halbuki, "Türkiye düşmanlığı" yapıyor!
Özellikle Arapları aşağılamalarının asıl sebebi, yabancı düşmanlığı değil; İslâm düşmanlığıdır!
"YÜZ YILLIK DEJAVU" YAŞIYORUZ!
I. Dünya Savaşı öncesinde İngilizler, Arapları kışkırtarak Osmanlı'ya karşı ayaklandırmak için kovalar dolusu altın harcarken, o dönemin milliyetçileri olan İttihatçılar da, akıl almaz bir Arap düşmanlığı kampanyası yürütüyordu!
O kadar abartmışlardı ki, bütün Anadolu'da siyah köpeklere "Arap" adını takmışlardı. Bizzat gözlemlediğim bu çirkinlik bugün hâlâ devam etmekte olup; insanlar, sebebini bilmeden siyah köpekleri "arap arap" diye çağırmaktadır!
Çocukluğumda, vesikalık fotoğraflarımızın basıldığı "negatif film"e, "arap" denmesinin asıl anlamını yıllar sonra fark ettim. Ama TDK'mız hâlâ uyanmamış ki, "arap"ı; "fotoğrafın negatifi" diye tarif ediyor! Peki, yine TDK tescilli bu rezalete ne diyeceksiniz? "Parlak siyah renkli böcek" için "karafatma" dışında isim bulamadınız mı? Biri, sizin kızınızı siyah böceğe benzetse ne dersiniz? O halde, Peygamber Efendimizin "beyaz; aydınlık; güzel yüzlü" anlamına gelen "Zehra" buyurduğu ve imanla gitmemiz için saygı göstermemizin şart olduğu bu mübarek ismi, haşa bir siyah böceğe kim/neden layık gördü. Ve neden onlarca yıldır koyun gibi o iğrençlik tekrarlanıyor ve neden TDK hâlâ tek parti dönemi din düşmanlığını sürdürüyor?
Peki, en inatçı siyah lekeleri çıkarabildiği söylenen sıvı sabuna neden "arap sabunu" dediğinizi biliyor musunuz? Ya, yüz yıldır "arap"ı, siyah ve çirkin karikatürlerle tasvir edenlere; dizilerde "arap" rolü verdikleri şapşalların yüzünü siyaha boyama iğrençliğine ne dersiniz? Çok karışık olan işlere neden "arap saçı" diyorlar? Bunu, "zenci saçı" benzetmesiyle izah etmeye kalkan ahmaklar da var!
Zira siz bakmayın TDK'nın "Arap"ı, "koyu; esmer; siyah" diye tarif ettiğine; "Arab"ın lügat anlamı "güzel"dir. Gerçek Arap beyaz, buğday benizlidir. Peygamber Efendimizin Rum İmparatoru Heraklius'a elçi olarak gönderdiği Dıhye o kadar güzel ve yakışıklı idi ki, Rum kızları kendisini görmek için İstanbul sokaklarına dökülmüştü. Peygamberimiz ve bütün sülalesi de beyaz idi ki, günümüzdeki seyid ve şerifler de beyaz ve çok sevimli insanlardır.
Çok kullanışlı İngiliz maşaları, nefret tohumlarını öyle derin atmış ki, aynı çirkin istismar bugün hâlâ devam etmektedir. Din düşmanlığını genlerimize zerk etmişler. Bugün hâlâ rahatlıkla "anladımsa arap olayım" deyiveriyorlar! Uğruna bütün kâinatın yaratıldığı en sevgili "Arab" idi. Sen kim, arab olmak kim...
Hiç kimsenin hiçbir ırkı aşağılamaya zaten hakkı yok ama yüz yıldır bize "Arap" diye tanıtılanlar Arap değildir. Zira Sultan II. Abdülhamid Han'ın amirallerinden Eyüp Sabri Paşa, "Mirat-ül Haremeyn" kitabında, "Bugün Mekke'de sadece iki Arap ailesi kalmıştır" diye yazmaktadır. Çünkü gerçek Araplar, Peygamber Efendimizin vefatlarından sonra İslamiyet'i bütün insanlara ulaştırmak için Çin'den Rum diyarına (İstanbul'a) kadar bütün dünyaya yayılmış olup; hiç biri geri dönmemiştir. Haremeyni, Necdîler ve çoğu esmer olan Afrikalılar doldurmuştur.
Anlayacağınız asıl amaçları, "Araplar" üzerinden Peygamber Efendimizi ve O'nun üzerinden de İslâmiyet'i aşağılamaktır. Bu yerli misyonerleri "milliyetçi" zannederek, aşağılık operasyonlarına destek verenler, imanın en önemli alametinin "Hubbu Fillah, buğdu fillah" olduğunu unutmamalıdır!
..
Hamas saldırıları kimin işine yarayacak?
Zulmün devletleşmiş hali olan İsrail belki de ilk defa bir "empati" yaşadı! "Hamas'ın saldırıları, İsrail'i tahrik etti" eleştirileri, bir "hoca"nın "Ayet-el Kürsî okumayın şeytanı kızdırırsınız" tavsiyesi kadar saçmadır. Ancak plânların başarısı, bitişteki isabetiyle ölçülür!
ABD medyası, Hamas'ın 7 Ekim saldırılarını, 11 Eylül'e benzetiyor. New York Times, "İsrail'in 11 Eylül'ü" derken, ABD'nin başlattığı "Haçlı Seferleri" gibi İsrail'in de "Siyonist Saldırılar" başlatacağını belirtiyor; daha ilk günden "Kara Harekatı"nı telaffuz ediyor! Benim ise, 11 Eylül'deki istihbarat zaaflarının(!) 7 Ekim'de de aynen tekrarlanması dikkatimi çekiyor.
Kimse, "Amerika veya İsrail yanılmaz/yenilmez" kompleksi yaşadığımı düşünmesin. Hiçbir zulüm baki kalmamıştır. Ekonomik ve teknolojik entrikalarla dünyayı sömürmek, "zeki" olmayı gösterebilir ama "akl-ı selim"in alameti, "sırat-ı müstakim"dir. Akılsız ve vicdansız zeka, şok hatalara gebedir.
Bütün dünyayı gözetleyen ABD'nin, Arizona'da aylarca eğitilen El-Kaide militanlarını ve saldırılarını fark etmemesi mümkün müdür? Zaten 11 Eylül'ü izleyen 25 günde Afganistan gibi bir ülkeyi işgal etmek, saldırılar sonrasında; sıfırdan başlanarak gerçekleştirilebilecek bir operasyon değildir.
Dahası var... ABD, Taliban'a savaş açmıştı ama ne hikmetse Taliban'ın en büyük iki düşmanı olan Şah Mesud ve Burhaneddin Rabbani işgalden hemen önce "Batılı" yöntemlerle öldürülmüştü!
Dahası da var... Taliban'ı yok etmek için giden Amerika, 20 yıl sonra bütün Afganistan'ı Taliban'a teslim etmişti! Hatta DEAŞ gibi yeni bir örgüt üretmişti. Suriye'yi, PKK'ya teslim etmesini ise Türkiye engellemişti!
Şimdi kimse 11 Eylül saldırılarını; sonuçları üzerinden sorgulamıyor. Mahir Kaynak'ın, "Olay kimin işine yarıyorsa faili de odur" kriteri, 11 Eylül için uygulanmıyor. ABD'nin, 11 Eylül belgelerini neden hâlâ açıklamadığını kimse umursamıyor!
ÇİRKİN BİR 11 EYLÜL TAKLİDİ Mİ?
ABD'nin, "terörle mücadele" bahanesiyle hedefe ulaşma taktiğini şimdi de "şeytanın beyni" uyguluyor!
MOSSAD, Hamas'ın büyük bir saldırıya hazırlandığını rapor etmiş ama İsrail hükümeti, tedbire gerek görmemiş! Peki bütün sensörleri kim devreden çıkarmış? Öve öve bitiremedikleri "Demir Kubbe" delik deşik oluncaya kadar kim neyi beklemiş?
Asıl büyük şüphe, İran'ın katkısıdır. Şiîliği kuran Abdullah bin Sebe, Yemenli bir Yahudi'dir. İran, İsrail'i en çok tehdit eden ama bu tehditleri üzerinden en çok destek veren devlettir. İsrail, bu kadar vahşileşmesini "İran tehdidi"ne borçludur! Hamas'a "Yürü" diyen İran, şimdi Gazze'ye bomba yağarken nerededir? İran'ın, Hamas desteğinin; aslında "kime destek" olduğu uzun vadede görülecektir!
İsrail'in bugüne kadar sergilediği aşağılık vahşet ve zulüm karşısında her Müslümanın öfke duyması insanlık gereğidir. Ancak; vahşete vahşetle karşılık vermek İslâmî değildir. Bu yanlış, 75 yıllık haklılığı giderir kaldı ki, yıllardır devam eden zulüm ve işkenceler sebebiyle biriken öfkenin kontrolden çıkmasıyla o sahnelerin yaşandığı düşünülse bile, bunları özel itinayla kayda alarak bütün dünyaya yaymak kimin düşüncesidir ve amacı nedir?
Huzur ve güven içerisindeki evinde oturup, Filistinlilere "vizyon" biçmek kolaydır. Meseleye, ateş altındaki Gazze'den bakmak önemlidir!
İsrail bir "algı" devletidir. Çocuklara bile işkence edecek kadar alçalır ama kendilerine yönelik en küçük saldırıyı ayyuka çıkarır! Dünyanın her yerindeki Siyonist yalakalarını da bu algı için kullanır. Mesela içimizdeki mankurtları, "insan" olduklarını 7 Ekim'de hatırlıyor! "Yahudilere 'kutsal' günlerinde saldırmak insanlık suçuymuş!" Be insan!.. İsrail yıllardır; özellikle Ramazan ve Kurban Bayramlarında; kandillerde saldırıyor, biz de bunu duyurmak için yırtınıyoruz! Sen neredeydin, neden duymadın; görmedin?
Netice: Çatırdayan Netanyahu hükümeti şimdi, "Hamas'ın insanlık dışı saldırılarına cevap" algısını kullanarak, Filistinlileri yok etmeyi planlıyor. Hatta güçlenen Netanyahu, bütün Orta Doğu'yu değiştirmekten bahsediyor. Daha neler olacak bilinmiyor...
Sizce bu yaşananlar kime yarayacak gibi görünüyor?
Madem ki, böyle bir teşebbüs yapıldı, sonunun getirilmesi gerekir. Madem ki İsrail, "sıra dışı" mukabelede bulunuyor, bütün Müslümanların da birleşerek; sözün ötesine geçerek "sıra dışı" bir cevapla, bir avuç terör devleti karşısında yaşanan zillete son vermesi gerekir.
.
100 YILIN ANALİZİ “Türkiye Yüzyılı”na mı; yoksa tekrar “Vesayet Çukuru”na mı?
Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunu ve ilk yüz yılını; belgeler ışığında değerlendirelim ve gelinen noktadan, "Türkiye Yüzyılı" olarak plânlanan ikinci yüz yılın nasıl göründüğüne bakalım.
Geçen yüzyılda askerî işgaller sürdürülemez hale gelince emperyalistler, "uzaktan sömürü" diyebileceğimiz "vesayet işgali"ne dümen kırmıştı. Aslında Osmanlı Devleti'ni de, I. Dünya Savaşı değil; öncesindeki "vesayet işgali" yıkmıştı!
Peki Osmanlı ile beraber; Türklere yönelik vesayet ablukası da bitmiş midir?
Bakalım...
Ocak 1919... Türklerin, "Osmanlı'nın Gazzesi" diyebileceğimiz Anadolu'ya hapsedildiği günlerdi. Mark Sykes ve Balfour gibi tanıdık(!) isimlerden oluşan İngiliz Şark Komitesi, Türklerin geleceğine karar vermek için toplanmıştı! Üyeler, "Bizi yüzyıllardır uğraştırıyorlar, fırsat bulmuşken Orta Asya'ya sürelim" diyordu. Komite başkanı George Curzon ise, "Bunu yaparsak, sonrasında Anadolu'da olacakları öngöremeyiz, Türklerin tehdit gücünü kıralım; Batı'ya bende kılalım" istiyordu![1]
Devlet politikası haline getirilen bu hedefe nasıl ulaşılacağını ise; 18 Nisan 1919 tarihli makalesinde şöyle açıklıyordu:
"Hükûmet merkezi orada kaldığı sürece İstanbul, tüm Müslümanların yöneleceği eksen olacak ve yeni Türkiye de güçlü olmaya devam edecektir. Ama İstanbul'dan çıkarılan ve Hilafet'ten mahrum bırakılan Türkiye, İran veya Afganistan gibi; sıradan bir Asya devleti olacaktır."[2]
İngiltere Dışişleri Bakanı Curzon bu fikrini, Anadolu Hareketi'nin; Erzurum Kongresi sonrasında güçlenen isimlerinden Kazım Karabekir'e "farklı" iletmiş; "Krallığın imparatorluğun modası geçmiştir. Pahalı bir yönetim tarzı olan Saltanatı kaldırın, Cumhuriyet kurun. Ayrıca, Anadolu'daki bir hükümet daha serbest olacaktır" demişti![3]
Avrupa, Abdülhamid Han'ı devirmek için çok uğraşan Emmanuel Carasso'nun, "Türkler kendi haline bırakmaya gelmez" tavsiyesine uyarak, yeni kurulacak devleti kontrol altına almak istiyordu. Bunun için Lozan'da, "yeni Türkiye"nin sadece coğrafî haritasını değil, yol haritasını da belirlemiş; "Meşruiyet için medenîleşme (Batılılaşma) şarttır" rotası vermişlerdi!
Gerçekten Lozan'dan dönen İsmet Paşa da, "Derhal Ankara, hükümet merkezi olmalı ve Cumhuriyet ilan edilmeli. Böylece Hilafet'ten kurtulmak da kolaylaşır" demiş ve Ankara'nın başkent olmasını sağlamıştı! "Batı" yolundaki "son barikat" olan Hilafet de, İsmet Paşa'nın dediği gibi; başkentin Ankara olması sayesinde kolayca kaldırılmıştı![4]
Artık, bizim için "Batılılaşma", Batı için "uydulaşma" anlamı taşıyan "kıyafet ve zihniyet değişimi" başlayabilirdi. Anayasamızın 2. maddesinde, "Devletin dini, din-i İslâm'dır" yazıyordu ama medenîleşmek(!) için İslâm'a karşı savaş açılmıştı! Zira meşrulaşmak için her şey değişecek; millet Avrupaîleşecekti!
Bu değişikliklerin tamamı ise millet adına(!) yapılacaktı. Çünkü 3. maddede, "Hakimiyet, bila kaydu şart milletindir" deniyordu ama temsil ettiği milleti bırakın; vilayetini bile tanımayan; atanmış "vekil"ler, millet adına karar veriyordu!
EN KRİTİK YILLAR, GEREKSİZ İŞLER İÇİN HARCANMIŞTI!
Yeni devletin bu "garip" gündem sıralamasını kim yapmıştı?
Mustafa Kemal Paşa, 17 Şubat 1923'teki İzmir İktisat Kongresi'nde, "Siyasî ve askerî muzafferiyetler ne kadar büyük olsa da, iktisadî zaferlerle taçlandırılamazsa, payidar olamaz" demişti ama kalkınma seferberliği başlatması gereken devlet, 27 Ağustos 1925 günü Kastamonu'dan ilan edilen "yeni kıyafet"i yerleştirmek için seferber olmuştu! Reisicumhur bütün yetkilileri; "Nesiller değişinceye kadar sıkı tutmak lüzumludur" diye uyarmıştı![5]
Ayrıca, ağır bedellerle kazandığımız bağımsızlığı koruyabilmek için "yerli" tedbirler almak gerekiyordu. Bu konuda bir şey yapmayan devlet, "Haçlı silahıyla millî savunma olmaz" gerçeğini savaşta öğrenen gazi pilot Vecihi Bey'in kendi çabalarıyla ürettiği uçağa bile, "Denetleyecek elemanımız yok" gerekçesiyle uçuş sertifikası vermemişti! 6 yıl sonra yaptığı uçak için yine aynı cevabı alan Vecihi Bey şok olmuştu! Devlet, zorla "şapka kredisi" veriyor, uçak yapana ise "uğraşma" diyordu!
Oysa istikbal göklerdeydi! Nitekim vesayet bağları azıcık gevşediğinde, yeni "Vecihi Hürkuş"ların neler başardığı görülecekti!
İNGİLTERE TÜRKİYE'Yİ ABD'YE İPOTEK EDİYOR!
II. Dünya Savaşı'nda hırpalanan İngiltere, Haçlı Siyonist ittifakın yeni lideri olan Amerika'ya verdiği 21 Şubat 1947 tarihli nota ile Türkiye'ye yapılan yardımlara, 1 Nisan 1947 tarihi itibariyle son vereceğini bildirmiş, Türkiye'nin yalnız bırakılmamasını istemişti. Yani, Lozan ile başlattığı "Türkiye'yi medenîleştirme" görevini ABD'ye devretmişti![6]
Başkan Truman, 12 Mart günü ABD Kongresi'nde yaptığı konuşmada "'Bağımsızlığı, içeriden ve dışarıdan tehdit altında olan Türkiye, derhal desteklenmeli. Aksi taktirde Türkiye'de totaliter bir rejim oluşacak" demişti! Oysa Türkiye zaten CHP/İnönü diktatörlüğünün zirvesindeydi![7]
Kongre acil (22 Mayıs'ta) yetki vermişti, Türkiye'ye yardım yapılacaktı. Buna karşılık ABD'nin küçük(!) bir şartı vardı! "Uçak-silah yapmak gibi sıkıntılı işlerle uğraşmayın; biz onları da bedava veririz" diyorlardı!
Bu yardımseverlik(!), korkutacak kadar fazlaydı!
Nitekim 113 milyon dolarlık "yardım/kredi" için 12 Temmuz 1947'de imzalanan antlaşmaya göre Türkiye uçak ve silah yapmayacak, ABD; II. Dünya Savaşı artıklarından verecekti. 4. maddeye göre ise, bu askerî malzeme, "belirlenen gaye dışında kullanılamayacak"tı!
Gaflete bakın ki TBMM'de, bu maddeyi eleştirenlere cevap veren Dışişleri Bakanı Hasan Saka, "Amerika'nın, hiçbir devletin bağımsızlığına, 'yardım' yoluyla bir teşebbüsü yoktur" diyerek, süper sömürücüye kefil olmuştu![8]
Türkiye'yi yönetenler "sulh" rehavetine dalmıştı ama savaş hiç durmamıştı. Üstelik bu savaş, cephedekini mumla aratırdı. Geçmişte, Osmanlı'ya borç verebilmek için yıllarca uğraşan İngiltere, ancak Kırım Savaşı'na sokarak başarmıştı! Ama bu "yardım" ve "Batılılaşma" (Tanzimat) Osmanlı'nın sonu olmuştu!
Bundan ders almak yerine, "denize düşen yılana sarılır" hesabı, zaaf içindeki tek parti iktidarını sürdürmek için her yola başvuran İnönü, "zehirli" zokayı hiç düşünmeden yutmuştu. ABD'nin vesayet işgali daha da artacak, savunmadan eğitim sistemimize varıncaya kadar her şeyimize ipotek koyacaktı!
Nitekim sonraki hükümetlerin, faiziyle birlikte 30 yılda ödediği bu "Marshall Zokası" uğruna silah ve uçak üretimine son verilmişti. Hatta 50 savaş uçağı da "diri diri" gömülmüştü.[9]
Devletin yapmadığı veya devam ettiremediği uçak, silah ve mühimmat gibi kritik üretimleri, bizzat ülkenin cumhurbaşkanı engelliyordu. Bu kafanın Hava Kuvvetleri Komutanı (Org. M. Zeki Doğan), "yerli uçak" teklif eden Nuri Demirağ'a "Amerika bedava verirken sizden alırsam millet beni asar" diyordu! Acaba hangi milletten bahsediyordu?
Bu yardımların hatırına, THK-16 MEHMETÇİK isimli jet motorlu uçağın üretimine de son verilerek ABD'de yapımı "T-33" jet eğitim uçağı alınmıştı. O gün kendimizi feda uğruna desteklediğimiz üretici firma Lockheed, yoluna devam etmiş ve şimdi tepemizde Demokles kılıcı gibi uçurulan F-35'i üretmişti! Sadece bu bile vesayet işgalinin sonuçlarını anlamak için yeterliydi![10]
BİZİM SİLAHIMIZI BİZDEN İZİNSİZ KULLANAMZSINIZ!
Türkiye, "hibe" ambalajlı vesayet işgalinin ilk şokunu, 1964 yılında, Kıbrıslı kardeşlerimizi EOKA canilerinden "emanet silahlar"la korumaya kalkınca yaşamıştı!
1974'te resen yaptığımız Barış Harekatı üzerine ise, ambargo uygulamışlardı! Vatan, savunmasız kalmış; buna tepki için kapattığımız ABD üslerini ise, 12 Eylül darbecileri açmıştı!
Türkler, devletine sadakati kutsal bilmiş, muhteşem zaferlere hep bu sayede ulaşmıştı. O halde, Türklerin engellenmesi için, devletin; milletle sürekli didişmesi gerekiyordu! Hiçbir sebep yoksa, ilk yıllarda olduğu gibi millet; kıyafeti yüzünden devlete düşman edilmeliydi! 28 Şubat darbesi de zaten bu değil miydi?
Menderes, Özal gibi millî liderlerin başlattığı şahlanma teşebbüsleri, farklı yöntemlerle derhal durduruluyordu! Kök budak salan vesayet işgaline karşı koyan, kendisine; meçhul akıbetlerden akıbet seçmiş oluyordu!
Ancak, yıllar ilerledikçe milletin mağduriyeti de katlanıyordu. Haklı olmamız yetmiyordu, hakkınızı savunmak için güçlü de olmanız gerekiyordu. Düşmanın silahına güvenenlerin huzur ve güvenliği, düşmanın (olmayan) insafına kalıyordu! Başımıza sardıkları terör örgütü ile mücadelemizi, on yıllarca "insan hakkı" bahanesiyle engelleyen Haçlı Batı, Gazze'de de olduğu gibi kendinden olmayan mağdurları "insan" saymıyordu!
VESAYETE SAVAŞ AÇMAK, BAŞINA İŞ AÇMAKTI!
Her şey gibi siyaset müessesesini de felç etmişlerdi. Ülke, koalisyonlar batağında debeleniyordu. Tam bu "iflas" döneminde nöbeti devralan Tayyip Erdoğan, asıl problemin "vesayet işgali" olduğunu çok iyi biliyordu!
Erdoğan her şeye rağmen; "işgalciler"e yeni bir sayfa açmış, "kazan-kazan" ilişkisi için yoğun çaba sarf etmişti. Ama onların zihniyeti asla değişmemişti!
O halde, millet adına mücadeleden başka çare kalmamıştı...
Bunun tek yolu ise millet iradesini, yüz yıllık vesayet ipoteğinden kurtarmaktı. Bunun yolu da, çok çalışmak ve kalkınmaktı! Nitekim, geniş tabanlı bu mücadele, kısa sürede meyvelerini vermeye başlamıştı.
Emperyalist vesayetin en önemli silahlarından olan İMF'ye, 14 Mayıs 2013'te ödenen son taksit, yeni bir "Büyük Taarruz"dan daha büyük etki yapmıştı. Çünkü Türkiye aslında, 113 milyon dolarlık yardımla başlatılan "ekonomik işgal"i çöpe atmıştı!
Tehlikenin büyüklüğünü gören emperyalistler hemen karşı saldırıya geçmiş, "nefret" zinciriyle kenetledikleri binbir surat mankurtlarını sahaya sürmüşlerdi! Toplumsal darbeye dönüştürülen "Gezi Kalkışması", PKK'ya ihale edilen "Hendek Ayaklanması" ve diğerleri...
Kaybettikçe hırslanıyor; bütün tuşlara basıyorlardı!
Sonunda, 40 yıldır özenle besleyip büyüttükleri "kripto" güçlerini de sahaya sürmüş, "Ne pahasına olursa olsun devirin" talimatı vermişlerdi! Ama, bir geceye sıkıştırılmış bir istiklâl mücadelesi veren milletimiz, vesayetin son cinnetini de savuşturmuştu.
Ayasofya Camii'ne vurulan Haçlı zinciri, vesayetin sembolüydü! Elbette Ayasofya'nın açılması da, vesayete karşı kazandığımız zaferin tesciliydi! Bu yüzden kolay olmamıştı. Savunma sanayiindeki yerli üretim payını yüzde 80'e çıkarmak, Ayasofya'yı açmaya yüzde 100 yaklaşmamızı sağlamıştı!
YENİ YÖNETİM SİSTEMİ, GERÇEK BAĞIMSIZLIĞIN TAPUSUDUR
1920'de başlattığımız İstiklâl Mücadelesiyle düşmanı kısa sürede defetmiştik ama gerçek bağımsızlığa ulaşmamız tam bir asır sürmüştü. Bu "tam zafer"in, "tapusunu" almak çok önemliydi. Milletimiz, iradesini istismar eden "parlamenter sistem" adındaki "Vesayetin Truva Atı"nı çöpe atarak, iradesini; yüz yıllık esaretten kurtarmış, metinlerde kalan "Hakimiyet milletindir" ilkesini hayata geçirmişti!
Aradaki simsarların kaldırılması sayesinde, "cumhur"un yani halkın iradesi yönetime yansır hale gelmiş ve böylece "Cumhuriyet"; yüz yıl sonra gerçek anlamını bulmuştu.
Bugün Türkiye, Akdeniz'den Libya'ya; Karabağ'dan Gazze'ye; bölgemizden dünyaya; her platformda, "sahibinin sesi" bir müstemleke ezikliği yerine, milletin âli menfaatlerini; bölgenin huzur ve güvenini; insanlık erdemini esas alan bir politika izleyebiliyorsa, bunun tek sebebi devletin; vesayet esaretinden kurtulmuş olmasıdır.
Şimdi, bu sağlam zemin üzerine, "Türkiye Yüzyılı" inşa etme zamanıdır. Türkiye Yüzyılı, "etnik" bir hedef değildir. Bütün kesimlere çağ atlatacak; ulusal bir ülküdür. Hatta yüz yıldır kan ve kaos yaşayan bölgemiz için de yeni bir huzura iklimidir.
Bu mücadele, Türk milleti adına yürütülmüştür. Vesayet, kanser gibidir. Ondan kurtulmak kolay değildir. Bu zaferin değeri iyi bilinmelidir. Aksaklıklar telafi edilerek hep ileri gidilmelidir ama kimse eski Türkiye'ye dönmeyi düşünmemelidir. Zira bu, yüz yılda zor kurtulduğumuz "vesayet çukuru"na tekrar yuvarlanmak demektir. Bu ise milletimiz için dönüşü olmayan esarettir. Ayrıca bu mücadele; bütün mağdur milletler için bir "umut" olmuştur. Bu umudu boşa çıkarmaya kimsenin hakkı yoktur.
[1] Taha Akyol, Curzon Raporu: Türkler Asya'ya, Milliyet gazetesi, 2 Ağustos 1998.
[2] www.qdl.qa/en/archive/81055/vdc_100076917035.0x00000d
[3] Paşaların Kavgası, Kazım Karabekir, Emre Yayınları, 2005, İstanbul, s. 65.
[4] İsmet İnönü, Cumhuriyet'in İlk Yılları, Cumhuriyet Yayınları, İstanbul 1998, s. 17, 23.
[5] Fahrettin Altay, 10 Yıl Savaş ve Sonrası, İnsel Yayınları, İstanbul 1970, s. 392.
[6] Joseph Satterthwaite, The Annals, Sayı. 40, May 1972. The Truman Doctrine: Turkey, s. 74-84.
[7] Eminalp Malkoç, Yakın Dönem Araştırmaları, T.C. İ.Ü. Dergisi, İstanbul 2006, Sayı: 9, s. 89-127.
[8] TBMM Tutanakları, 1 Eylül 1947, 153.
[9] Sabah, 14 Ekim 2016.
[10] Osman Yalçın, Türk Harp Sanayii Tarihi, Doktora Tezi, Ankara 2008, s.165-166.
.19 Kasım 2023 Pazar
Kudüs'ü "başkent" ilan etmeleri üzerine 13 Aralık 2017'te yazdıklarım bugün de aynen geçerlidir. (
https://www.star.com.tr/yazar/mekke-ve-medineyi-kurtarmadan-kudusu-kurtaramayiz-yazi-1285315/) Bu hatırlatmayı, Gazze'deki soykırımı 7 Ekim'deki Hamas baskınına bağlayanlar için yaptım.
Hamas saldırısını ilk sorgulayanlardanım ve haklılığım her geçen gün artmaktadır. (https://www.star.com.tr/yazar/hamas-saldirilari-kimin-isine-yarayacak-yazi-1818358/) Ancak Gazze'deki soykırımı, Hamas saldırısıyla izah etmeye kalkmak, Siyonizm'e uşaklık yapmaktır!
Netanyahu'nun 22 Eylül'de BM Genel Kurulu'nda Filistin'siz harita gösterip, 7 Ekim saldırısından hemen sonra da "Orta Doğu'yu değiştireceğiz" demesi, asıl meselenin Hamas olmadığını göstermiyor mu? Kaldı ki, 7 Ekim'in karşılığı bu olacaksa, 75 yıldır devam eden katliam ve zulmün karşılığı ne olacak?
BU KATLİAMI KİM DURDURACAK?
Medeni(!) Batı'dan bir şey beklemek boşunadır. Zaten bu katliamın asıl sorumlusu bu Haçlı- Siyonist ittifaktır.
Terörist İsrail sadece "güç"ten anlar! Ve bölgedeki İslam ülkelerinin sahip olduğu "enerji", bunları birkaç defa bertaraf edecek güçtedir. Yani bu suskunluğun asıl sebebi, güçsüzlük değil; iradesizliktir!
Çünkü...
Haçlı-Siyonist ittifak, Yahudi devleti kurmak için Filistin'i 1917'de gasp etti ama önce bölgeyi düzenledikleri için İsrail; 1948'de ilan edildi.
Nitekim 1917'den sonra, Osmanlı topraklarında kurdukları Suudi Arabistan (1932), Lübnan (1943), Ürdün; Suriye (1946) ve Mısır (1953) gibi "eyalet"leri, birer "müstemleke valisi"ne emanet ettiler.
Bu "vesayet kralları"nın, Gazze'deki katliam karşısındaki tutumu, bu açıdan değerlendirilmelidir!
Riyad'daki İİT Zirvesi'nde gündeme gelen, petrol ambargosu; Arap hava sahasının İsrail uçaklarına kapatılması gibi teklifleri şiddetle reddettiler. Hatta; büyükelçilerini bile çekemediler!
Çünkü bunlar, kendilerine çizilen sınırın dışına asla çıkamaz!
Suudi Arabistan'ın 3. kralı Faysal bin Abdülaziz, İsrail'e karşı "cihad" çağrısı yaptığı ve petrol ambargosu başlattığı için, Amerika'dan gelen öz yeğeni tarafından öldürülmüştü (25 Mart 1975). Bunu iyi bilen M. bin Selman, ABD Dışişleri Bakanı Blinken'i biraz bekletmek(!) dışında bir tepki koyamadı.
Mısır'da halkın oylarıyla seçilen ama Haçlı-Siyonist ittifak tarafından devrilen Mursi'nin asıl suçu, yıllardır kapalı olan Refah tünellerini açmaktı! Sisi'nin ilk işi de bu tünelleri kapatmak olmuştu. Bugün de yine; Refah Kapısı'nın asıl kilidi İsrail değil Sisi'dir! Hatta Sisi, bütün Filistinlilerin ölmesi pahasına da olsa, Hamas'ın yok edilmesini Yahudilerden daha fazla İstemektedir!
Ya Ürdün? İngiliz Antoinette Gardener'ın oğlu Kral Abdullah mı kurtaracak Gazze'yi?
Bu ülkelerden en önemlisinde görevli büyükelçimiz, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın çabalarından çok rahatsız olduklarını söyledi. "Bu bizim meselemiz, müdahil olabilir ama bizden ileri geçemez" diyorlarmış.
YAHUDİ DÜŞMANI(!) İRAN NEDEN SUSUYOR?
Hele İran'ı hiç sormayın! Hani Hamas'ı İran destekliyordu? Hani Hizbullah da kuzeyden dalacaktı? İran, 45 gündür nerededir? Çünkü İran'ın asıl düşmanı, köklerde birleştiği Yahudiler değil, ehl-i sünnet itikadındaki Filistinlilerdir!
Aslında İsrail, bugünlere gelmesini İran'ın boş tehditlerine borçludur. İran ise, Lübnan'dan Yemen'e kadar uzanan "Şiî Hilali"ni İsrail düşmanlığına(!) borçludur. Kazan kazan düşmanlığı yani!
Irak'ın İran'a ödemesi gereken ancak ABD tarafından yıllardır bloke edilen 10 milyar dolarlık elektrik alacağı, neden tam da bu günlerde serbest bırakıldı acaba?
Farkında mısınız?.. Hristiyanlar, faşist yönetimlerinin yoğun baskılarına rağmen ezber bozan yöntemlerle Filistin'e destek veriyor ama Arap ülkelerinden çıt çıkmıyor; daha doğrusu çıkamıyor!
Şehit torunlarını ahirete uğurlayan Filistinli, işte bu yüzden "Oğlum Yasin, Resulullaha selam söyleyin, 'Ümmetin Gazze'deki Müslümanları yüzüstü bıraktı' deyin" şeklinde feryat ediyordu!
6 yıl önceki tespitimi tekrarlıyorum:
Mekke, Kahire, Amman, Şam ve Tahran'daki vesayet işgali bitmeden Gazze'deki zulüm de; Kudüs'teki işgal de bitmez. Bu da çok zor! Biz, bu vesayetin "örtülü"sünden kurtulmak için bile 20 yıldır uğraşıyoruz.
Sonuç...
Arap halklarının; iradesini ipotekten kurtardığı gün, bağımsız Filistin bayrağının dalgalandığı gündür!
.26 Kasım 2023 Pazar
"Yüzde 50 şartı" gitmeli, başkanlık sistemi devam etmeli
Türkiye, tam bir yıl önce bugün fiilen yeni sisteme geçmişti.
Ülke, 16 Nisan Referandumu ile vesayet çukurundan kurtulmuştu, ama CHP ve yandaşları ilk seçime, "Bize destek verin, parlamenter sisteme dönelim" sloganıyla gitmişti.
Milletle açıkça dalga geçiyor, "Bize oy verin, ülkeyi çıkardığınız vesayet çukuruna tekrar yuvarlayalım" diyorlardı.
Aslında "boş" konuştuklarını kendileri de iyi biliyorlardı, ama olmayacak şeyi vadederek, Erdoğan karşıtlarından oy kapmaya çalışıyorlardı.
Hatta Kılıçdaroğlu, "nefret safları"nı sıklaştırmak için "Hayır Bloku" lafını "yapıştırıcı" olarak kullanıyordu.
Bu psikolojiyle "Seçim ikinci tura kalacak ve Erdoğan hayatının yenilgisini alacak" diyorlardı, ama millet eski Türkiye'ye dönmeyi onaylamadı.
Şimdi de bir yıllık uygulama hakkında konuşuyorlar.
Efendim, aksayan tarafları varmış.
Aman ne garip...
Yeni evlenen çiftler bile birbirinin huyunu-suyunu bir yılda ancak öğreniyor, ondan sonra "uyum"dan söz ediliyor.
Eksiler, artılar...
Öve öve bitiremediğiniz 95 yıllık parlamenter sistem, defalarca rot-balans ayarı yedi, rektifiye edildi, ama yine de her tarafı dökülüyordu.
Kaldı ki "bakkal hesabı" bile böyle yapılmaz. Sistemin sadece "eksileri"ni değil, "artı"larını da ortaya koyar; sonra sonuca bakarsınız.
Sistemin gerektirdiği yapılanmanın henüz tam oluşmaması sebebiyle bürokrasi yönetiminde bazı tıkanmalardan bahsedilebilir.
Ama emperyalist kuşatmaların askerî, siyasi, iktisadi; her çeşidini yaşadığımız bu dönemde "eski Türkiye" olsaydı ne hallere düşeceğimizi ben tahayyül edemiyorum.
Trump'ın, Twitter mesajlarıyla yönettiği bir dünyada, 2007 gibi en güçlü iktidar döneminde bile uzaktan kumanda ile darmadağın edilebilen bir hantal yönetim sistemiyle, dünyanın girdap olup döndüğü bu bölgede siz nasıl dinamik yönetim sergileyecektiniz?
Hepsi bir kenara, İHA ve SİHA'ların tarifsiz katkısı yanında, MİT'ten TSK'ya, Emniyet'ten Jandarma'ya bugünkü ahenk sağlanamasaydı, terörle mücadelede bu mesafe asla alınamazdı. Bu kurumların Türkiye'yi feda pahasına didiştiği dönemleri herkes unuttu tabii...
Sadece Kaşıkçı Cinayeti konusundaki kriz yönetimi başarısı bile, her kafadan bir ses çıkan eski Türkiye'den kurtulmuş olmamız sayesindedir.
En önemli aksaklık
Bana göre yeni sistemin en önemli "arıza"sı, "yüzde 50 artı 1" zorunluluğudur.
Bu yüksek çıta, partileri suni ve sağlıksız işbirliklerine zorladı.
Hiçbir ortak yönü bulunmayan partiler, bu zorunluluk sebebiyle, onursuz pazarlıklarla aynı çatı altında toplandı.
Nitekim düne kadar "İlk fırsatta parlamenter sisteme döneceğiz" masalı anlatan Kılıçdaroğlu, bu bol istismarlı, ama bol kârlı işbirliğinin tadını alınca, "Eski sistemi istemiyoruz, çünkü sorunluydu" demeye başladı.
Sevsinler sizin parlamenter sistem aşkınızı...
Yüzde 45 teveccühe mazhar olan bir partinin, bu yüzde 45'in isteğini değil de, eksiğini tamamlayan "kilit parti"nin isteğini yapmak zorunda kalması nasıl bir demokratik düzendir?
Hasretiyle yandıkları "Parlamenter Sistem"de (2002 Genel Seçimleri) bir parti yüzde 35 oy ile parlamentonun yüzde 66 çoğunluğunu alıyor ve ülkeyi "demokratik" bir sistemle yönetiyordu.
"Yüzde 50" dayatmasıyla siyaseti suni kamplaşmalara zorlamak yerine, "katılanların oy çokluğu" esas alınabilirdi.
Madem sistemi tartışıyoruz, vatanı ve milleti için siyaset yapan herkes bütün önyargıları bir tarafa bırakarak, "yüzde 50 artı 1" zorunluluğu başta olmak üzere yeni sistemin aksayan yönlerini düzeltmeli ve millet bu sistemle yoluna devam etmelidir.
.10 Aralık 2023 Pazar
Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın "Bizim İsrail'e borcumuz yok, borcu olanlar rahat konuşamıyor" ifadesi, Batılı devletlerin, Gazze'deki soykırımı neden desteklediğini anlatan muhteşem bir tespittir!
Tarihî gerçekler, bizim de Filistin'e borcumuz; hem de katmerli borcumuz olduğunu göstermektedir!
Şöyle ki...
Filistin'in üzerinde leş kargalarının dolaşmaya başladığını gören Sultan II. Abdülhamid Han, "özel" tedbirler almakla kalmamış, haleflerine de "Filistin'e dikkat" telkininde bulunmuştu!
Nitekim iktidarı ele geçiren İttihatçıların ilk işi, Abdülhamid Han'ın, "özel mülk" ilan ettiği Filistin topraklarını kamulaştırmak olmuştu. Oysa "özel" kalsaydı, Filistin işgal edilse bile, bu topraklar üzerinde İsrail diye bir devlet kurulamayacaktı. Filistin'e ilk borcumuz, bu "İttihatçı ihaneti" idi! Gerçi Vahideddin Han bu borcu ödemek için bu toprakları Sultan Hamid'in varislerine iade etmişti ama bu sefer de, daha sonra teşekkül eden Ankara yönetimi bunu geçersiz saymış ve o topraklar yine İsrail'e kalmıştı.
VAHİDEDİN HAN EN GÜVENDİĞİ PAŞASINI GÖNDERMİŞTİ!
İngiliz suflesiyle konuşan devşirmelerin "hain" iftirası attığı Sultan Vahideddin Han, devleti kurtarma çırpınışına, Hamid ağabeyinin kaldığı yerden devam eden bir kahramandı! Bunun için 4 Temmuz 1918'de tahta çıkınca, hemen Filistin'e odaklanmıştı.
Gerçi Kudüs, Harbiye Nazırı Enver Paşa'dan başlayıp Gazze'ye kadar uzanan keyfî uygulamalar yüzünden işgal edilmişti ama 4, 7 ve 8. Ordular, Suriye cephesinde güçlü bir dayanışmayı sağlayabilirse, "namusumuz" olan Filistin'in korunabileceğini ve Kudüs'ün de rahatlıkla geri alınabileceğini düşünüyordu.
Bunu İttihatçılar asla yapamazdı! Bu yüzden "İttihatçı olmadığını" bildiği ve çok güvendiği yaveri Mustafa Kemal Paşa'yı, Filistin'i savunan Yıldırım Ordularının bel kemiği olan 7. Ordunun kumandasına memur etmiş ve bizzat görüşerek, "Sizden tek talebim şudur, Filistin'i düşman eline geçirmeyin. Bu vazifeyi muvaffakiyetle ifa edeceğinizden eminim" demişti.[1]
Mustafa Kemal Paşa tam yetki ve yüklü miktarda altınla, 28 Ağustos 1918'de Nablus'taki yeni karargâhına intikal etmişti.[2] Savaşın başından bu yana savunduğu "münferit sulh" fikri, cephedeki yorucu teftişlerinden sonra daha da güçlenmişti. Hatta bunu sağlamak için, önceden tanıştığı İngiliz orduları komutanı General Edmund Allenby ile gizli görüşmeler yapmıştı![3]
Aslında Yıldırım Ordularının tamamına kumanda etmek istemişti. Bu yüzden, "İstanbul'dan hareketten evvel ilgili kişilere özgüvenle, 'Bu kuvvetlerden tek bir ordu teşkil edilmeli ve benim emrime verilmeli' dedim ama bu teklifim istihzaya uğradı" demişti.[4]
7. ORDU ÇARPIŞMADAN GERİ ÇEKİLMİŞ VE CEPHE YIKILMIŞTI!
Aylardır beklenen İngiliz saldırısı, 19 Eylül 1918 günü başlamıştı.
O da ne!.. 4 ve 8. Ordu arasında yer alan 7. Ordu, daha çatışma başlamadan; hiç beklenmedik bir hareketle Nablus yönünde; sessizce geri çekilmişti! Açılan geniş boşluktan coşkun seller gibi akan İngiliz birlikleri, sola kıvrılarak 8. Ordu'yu arkadan kuşatmıştı. Aniden açılan bu gedik her şeyi altüst etmişti! Önce 8. Ordu dağılmış, yalnız kalan 4. Ordu da aynı akıbeti yaşamıştı.
Cepheden kilometrelerce gerideki ordu kumandanları bile canını zor kurtarmıştı. Nablus'taki Liman von Sanders; entarisiyle Taberiye'ye, 8. Ordu Kumandanı Cevad (Çobanlı) Paşa; kalpağını alamadan Şam'a kaçmıştı. Mustafa Kemal Paşa ise üniformasını bile giyemeden 8 kişilik maiyetiyle geri çekilirken, önünü kesen İngiliz birliklerine esir düşmekten, Harbiye'den arkadaşı olan Fevzi el-Kavukcî sayesinde kurtulmuştu.[5]
Düzensiz şekilde geri çekilen orduyu Amman'da durdurarak yeni bir savunma hattı oluşturma çabaları da sonuç vermemişti. Okullarda "Tarihin en başarılı ric'ati" diye okutulan ama aslında I. Dünya Savaşı'nın en berbat bozgunu olan bir felaket yaşanıyordu.
Şam'ın 120 km. yakınlarındaki Dera'da Kemal Paşa ile karşılaşan 4. Ordu Kumandanı Mersinli Cemal Paşa, "Üç ordu müşterek bir mukavemet gösterebilseydi bu perişanlık yaşanmayacaktı. Allah bunu sizden soracak" demiş, Kemal Paşa ise "Geri çekilmeseydik ordunun ric'at hatları kesilecekti" şeklinde cevap vermişti. 20 dakikalık tartışmadan sonra Mustafa Kemal, "Münakaşayı bırakalım Paşam! Siz en kıdemli kumandan olarak Zat-ı Şahaneye sulh teklifinde bulununuz" demiş, Cemal Paşa da "Siz yaveri ve mutemedisiniz. Lüzum görüyorsanız bu teklifi siz yapınız" diyerek oradan ayrılmıştı.[6]
Kaçış, Şam'a kadar sürmüştü. Mahşer yerine dönen Şam'da herkes, bu ani çöküşün şaşkınlığını yaşıyordu. Her şeye rağmen, birlikleri kumanda altına almak gerekiyordu. Ancak bu görevin verileceği Gazze Kumandanı İsmet Paşa bulunamıyordu. Arap tellallar, "İsmet Bey'i gören Viktorya Oteli'ndeki karargâha göndersin" diye bağırıyordu ama atı vurulunca esir düşme tehlikesi yaşayan İsmet Paşa, emir subayı Vacid Asena'nın atını alarak Humus'a kaçmış, Vacid Bey de esir düşmüştü![7]
Filistin elden gitmişti ama son cephenin düşmesiyle bu anlamsız savaş da bitmişti!
Vahideddin Han'a gönderdiği telgrafla bu hezimetin Enver Paşa yüzünden yaşandığını ifade eden Mustafa Kemal Paşa, "Geldikleri gibi giderler" dediği Müttefik donanmasının Marmara'ya demirlediği 13 Kasım günü İstanbul'a dönmüş ve Pera Palas'a yerleşerek, cephe kaçkını İsmet Paşa ile birlikte, "yeni bir başlangıç" hazırlıklarına başlamıştı.
Filistinliler, Suudiler gibi İngilizlere işbirliği yapmamış, Osmanlı'ya sonuna kadar sadık kalmıştır. Kudüs'teki Tapınakçı okulu Alyans'ta yetiştirilen ve El-Ezher'de Abduh ve Reşid Rıza vasıtasıyla devşirilen birkaç kişi dışındakiler, ehl-i sünnet itikadındadır. İran ve Suudi Arabistan gibi sözde İslam devletleri, Filistinli Müslümanlara bu sebeple Yahudilerden daha fazla düşmandır.
İşte bu yüzden Gazze'ye sahip çıkmamız, Filistin'i Yahudilere bağışlayan İttihatçılardan ve hiç savaşmadan İngilizlere teslim eden kumandanlardan kalma çifte borcumuzdur!
[1] Murat Bardakçı, Şahbaba, Pan Yayıncılık, İstanbul 1999, s. 89.
[2] Doğan Koloğlu, Lawrence Efsanesi, Yeditepe Yayınevi, İstanbul 2018, s. 83.
[3] C. Rıfat Atilhan, Filistin Cephesinde Kahramanlar ve Hainler, Derin Tarih Yayınları, İstanbul 2013, s. 35-36.
[4] Falih Rıfkı Atay, Mustafa Kemal'in Ağzından Vahidettin, Pozitif Yayınları, İstanbul 2005, s. 56
[5] Ekrem Buğra Ekinci, "Sonun Başlangıcı: Suriye Bozgununun Hikâyesi", Türkiye gazetesi, 3 Aralık 2018.
[6] Atilhan, Kahramanlar ve Hainler, Derin Tarih Yayınları, İstanbul 2013, s. 44.
[7] Duygu Asena, "Süleyman Demirel ve Amcam", Milliyet, 10 Nisan 1993
.17 Aralık 2023 Pazar
Hep böyle yapıyorlar. İşlerine gelmeyen konuları karıştırıyor ve istedikleri şekle dönüştürüyorlar! Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi'nin, aidiyeti pekiştirecek olan "Şeyh Said Bulvarı" kararını da böyle enfekte ettiler. Farklılıklar simsarı bazı gazeteci müsveddeleri, "Bir haysiyetsizin, bir şerefsizin adını bir bulvara nasıl verirsiniz" gibi; haysiyetsiz bir yaygara kopardı.
Halkın çok değer verdiği mağdurlardan olan Şeyh Said'e yapılan bu hakaret üzerine, İYİ Parti Milletvekili Salim Ensarioğlu, "Toplumsal ve dinî değerimiz Şeyh Said'e yönelik ithamları şiddetle reddediyorum" şeklinde tepki gösterdi. Bu haklı çıkışı desteklemesi gereken İYİ Parti ise ırkçı bir refleksle; "Bu açıklama tarihî ve millî değerlere aykırıdır" şeklinde tarihî bir çarpıtma yapmakla kalmadı, Ensarioğlu'nu dışarı attı!
Güya CHP'nin ayırımcılığından ayrılarak bütün ülkeyi kucaklama iddiasıyla "Memleket Partisi" kuran Muharrem İnce ise "Şeyh Said haindir. Bu konuda çok netim" diyerek net bir ayrımcılık yaptı.
O halde, sağlı-sollu İttihatçı kalıntılarını buluşturan bu entrikayı biraz yakından inceleyelim!
ŞEYH SAİD NEYE İSYAN ETTİ?
Önce temel çarpıtmayı düzeltelim. Şeyh Said Kürt önderidir ama asla "Kürt İsyanı" başlatmamıştır!
Peki neye isyan etmişti?
Lozan'da verilen büyük tavizlerden sonra Anadolu'da başlayan rahatsızlık, Hilafetin kaldırılmasıyla zirve yapmıştı. Zira Hilafet; Kürtler başta olmak üzere Arap, Çerkes, Abhaz, Gürcü, Laz, Boşnak, Arnavut; bütün Müslümanları birleştiriyordu. Yeni düzenlemeler, "İslâm'a savaş açtılar" dedirtiyordu. Adeta, din eğitimi yasaklanıyordu! Dindar Kürt halkı için "can damarı" mahiyetindeki medreseler, "Tevhid-i Tedrisat" kılıcıyla patır patır doğranıyordu!
Bu memnuniyetsizlik, Ankara'ya da yansıyor ve özellikle, dinsizleşme adımlarını zaten eleştiren mebusları çok etkiliyordu. Sonunda, o dönem için "delilik" anlamında bir adım atan 22 mebus, 17 Kasım 1924 tarihinde Halk Fırkası'ndan ayrılarak "Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası"nı (TCF) kurmuştu.
Bu adım, daha "ağır" devrimlere hazırlanan Reisicumhur'u tedirgin etmişti. Çünkü isyan bayrağı açan Kazım Karabekir, Rauf, Fethi ve Ali Fuad gibi isimleri iyi tanıyor, pes etmeyeceklerini biliyordu!
Üstelik TCF, yasama yürütme ve yargı erklerinin ayrılığını savunuyor, belediye başkanlarını halkın seçeceğini müjdeliyordu. Ayrıca, açlıkla mücadele eden Anadolu'ya refah vadeden TCF'ye teveccüh hızla artıyordu!
İlk muhalefet partisi, Anadolu'daki huzursuzluğu cesaretlendirmişti. İşte bu dönemde (13 Şubat 1925) başlayan Şeyh Said kıyamı, Hilafetin kaldırılmasına; yani "devlet bağı"nın koparılmasına yönelik bir tepkiydi. "Kürt devleti kuracak" denilen Şeyh Said, "Hamdolsun hepimiz Müslümanız. Kürt-Türk yoktur" demişti. Zaten İnönü de "Şeyh Sait, dini kurtarma davasını ortaya atmış bulunuyor, 'Hilafet kalkmıştır, din tehlikededir. Dini kurtarmak lazımdır' diyor" ifadeleriyle bunu teyit etmişti.[1]
Şiddete başvurması elbette yanlıştı ama Şeyh Said haklıydı! Bugün de, Hilafet benzeri bir ortak paydamız olsaydı, mağduriyet istismarından üretilen çapulcular örgütü olmazdı ve milyarlarca Müslüman kan ağlamazdı!
ANKARA, 20 GÜN NEDEN BEKLEDİ?
Çok ilginçtir, "Süratle genişliyor" dedikleri ayaklanmayı engellemek için hiçbir adım atılmıyordu! Mustafa Kemal Paşa bir hafta sonra, Heybeliada'daki İsmet Paşa'ya "Acilen gel" haberi göndermiş ve 21 Şubat günü, İnönü'yü istasyonda karşılayarak Çankaya'ya götürmüştü. İnönü günlerce orada kalmış, isyanın gidişatını birlikte izlemiş ve çözüm plânı hazırlamışlardı!
İsyanın 20. günü olan 3 Mart'ta, Başvekil Fethi Bey'e "İstifa et" talimatı verilmiş ve "Başvekil" tayin edilen İsmet Paşa 4 Mart günü, "Hadiseleri süratle durdurup devlet otoritesini sağlayacağız" şeklinde özetlenebilecek hükümet programını Meclis'e sunmuş ve güvenoyu almıştı! TCF mebusları, "Bu tedbirler zaten alınmıyor muydu? Fethi Bey neden istifa ettirildi?" diye sormuş, "Kararlar Meclis dışında alınıyor; tertipler yapılıyor" iddiasında bulunmuştu![2]
Ama İsmet Paşa, ilk önemli adımı hemen o gün atarak "Sansür Kanunu" diye bilinen "Takrir-i Sükûn"u TBMM'den çıkarmıştı! İkinci önemli tedbir(!) olarak da, "Harekât-ı Askeriye mıntıkasında ve Ankara'da birer İstiklâl Mahkemesi teşkil edilmesini" istemişti![3]
Çünkü, 18 Eylül 1920 tarihinde kurulan ve CHP'li atanmışların temyize kapalı kararlarıyla; kestirme çözüm(!) üreten İstiklâal Mahkemeleri rejimin can simidi olmuştu; her ihtiyaç duyulduğunda kullanılıyordu!
MUHALEFET PARTİSİ İÇİN İSTİKLÂL MAHKEMESİ!
"Doğu Anadolu'da tamam da, İstiklâal Mahkemesi'nin Ankara'da ne işi var" demeyin; asıl bu mahkeme önemliydi! Hemen, tek muhalefet partisine el atmış, merkez ve şubelerinde "suç araması" yaptırmıştı (14 Nisan 1925)!
Nitekim İstiklal Mahkemesi sayesinde irticacı(!) bir parti olduğu tespit edilen TCF, parti programındaki "Fırka efkâr ve itikadât-ı diniyeye hürmetkârdır" ilkesi, "Vatana İhanet" kapsamına alınarak 3 Haziran 1925 tarihinde kapatılmıştı.
Herkes, "Asıl problem Şeyh Said İsyanı değilmiş" diye düşünmüştü!
Tabii ki Diyarbakır Şark İstiklâl Mahkemesi de boş durmamıştı! Şeyh Said'in, "Bütün ırkları kardeş yapan dinimizle uğraşmayın" şeklindeki "birleştirici" talebini, "Ayrılıkçı" ambalajına sararak "ölüm" yağdırmış, Şeyh Said ve 46 arkadaşı idam edilmişti! Aralarında Ankaralı İbrahim Edhem Hoca ve Sivaslı Hoca Askeri gibi Kürt olmayanlar da vardı.
Bölgelerinde çok sevilen bu insanlar; birliği koruma bahanesiyle asılmış ve aslında birliğimizin mezarı kazılmıştı! Ama önemli değildi! Bu sayede, hem Meclis'teki hem de Anadolu'daki muhaliflerin sesi kesilmiş ve sırada bekleyen "ağır devrimler"in önü açılmıştı!
Yaşananlar, araştırmacıların "Şeyh Said bir süre rahat bırakılarak büyük tehlike(!) gösterilmiş; sonra da asılmıştı! Ve bu dinî isyanın ardından Şapka Kanunu, tekkelerin kapatılması, alfabenin değiştirilmesi gibi, Lozan'da İngiltere'ye söz verilen laik inkılâplar yapılmıştı" değerlendirmesini doğrulamaktadır.[4]
At gözlüklü yalan tarih mahkumları, bütün bu gerçekleri ters yüz ederek Şeyh Said'e öfke kusmaktadır. Çünkü onlara göre, İslâmiyet'i ve onun hamisi olan Hilafet'i savunan Şeyh Said'in suçu(!) çok ağırdır!
[1] İnönü, Cumhuriyet'in İlk Yılları, Cumhuriyet Yayınları, İstanbul 1998, s. 70.
[2] İnönü, Cumhuriyet'in İlk Yılları, s. 66.
[3] TBMM Zabıtları, 4 Mart 1925, s. 149.
[4] M. Hasan Bulut, İngiliz Derviş, IQ Yayıncılık, İstanbul 2018, s. 489.
.26 Aralık 2023 Salı
Tıpkı İstiklal Harbi'nde olduğu gibi şehitlerimiz, farklı memleketlerden ve farklı etnik kökendendir ama hepsi Türk askeridir, milletçe ortak acımızdır! Bu yüzden "Bu devleti biz kurduk" diye övünen CHP'nin, PKK katillerini kınayan ortak bildiriye imza atmaması, anlaşılması mümkün olmayan bir tavırdır.
Şehitlerimize sevinen; teröristlere "şehit" diyen DEM Parti de, milletimizin hiçbir kesiminin temsilcisi değildir. Bunlar asla Kürt kardeşlerimizin tavrı olamaz. Hiçbir Kürt, askerimizin şehit olmasına sevinmez. Nasıl sevinsin ki, Kürt evlatları da PKK tarafından şehit edilmektedir.
O halde, şehitlerimiz geldikçe zil takıp oynamaya kalkanlar kimi temsil ediyor?
Aslında bu sorunun cevabı ortadadır.
Farkında mısınız, tek gündemi Filistin olan; Gazze'deki soykırımı engellemeye çalışan Türkiye, bir haftadır şehitlerimize kilitlenmiş durumdadır! Şehit tabutları sıra sıra dizilmişken, Gazze'deki soykırımdan bahsetmek mümkün değildir! İstedikleri tam da budur!
Dikkatinizi çekti mi; Filistin'deki katliamı protesto için Ankara'da toplanan yüzbinler de, "Kahrolsun PKK" diye bağırdı! Yani PKK, soykırıma rahatça devam etmek isteyen İsrail'e "demir kubbe" oldu!
TERÖR TALİMATINI NETANYAHU VERDİ!
Peki bu alçak oyunu kim yönetiyor dersiniz?
Hatırlıyor musunuz? Gazze kasabı Netanyahu, soykırımı durdurmaya çalışan liderlere "Rahatınızın bozulmasını istemiyorsanız susun" uyarısında bulunmuştu! Biz bu tehdidin, tamamen Arap liderlere yönelik olduğunu düşünmüştük. Netanyahu ikinci şifreyi ise, PKK saldırılarından kısa süre önce, dünya "Free Palestine" sloganlarıyla inlerken, "Free Kürdistan" diyerek vermiş ve "Türkiye, kendi köylerini bombalıyor" demişti!
Bütün bunlardan sonra da, PKK'lı müttefiklerine istihbarat ve silah desteği yağdıran ABD, saldırı talimatı vermişti!
Sizce bunlar, peş peşe gelen şehit tabutlarını yeterince açıklamıyor mu?
İşte bu yüzden sürekli olarak, PKK ile değil yedi düvelle mücadele ettiğimizi söylüyoruz. İşte bu yüzden, "PKK karşısında net tavır almamak, etrafımızda dolaşan leş kargalarına destek vermektir" diyoruz!
SİYONİST CARASSO'NUN TAVSİYESİNİ UYGULUYORLAR!
Bu hıyanet yöntemi, bu katillere "ata yadigârı"dır!
Osmanlı topraklarında Yahudi devleti kurulmasını engelleyen Sultan Abdülhamid Han'ı, içten dıştan entrikalarla deviren "yıkım ekibi"nin Yahudi lideri Emmanuel Carasso, "Türkleri kendi haline bırakırsanız her zaman yeni bir Abdülhamid çıkabilir ve Türkler yeniden ayağa kalkabilir" demişti!
Nitekim Abdülhamid Han'dan sonra Osmanlı'yı yıkmış ve yüzyıllardır uğraştıkları Yahudi devletini kolayca kurmuşlardı!
Artık Türklerin olmadığı bir âlemde, istedikleri gibi at oynatıyorlardı.
Ama Carasso dedelerinin talimatını, son yıllarda tekrar hatırlamışlardı! Çünkü bütün engellemelerine rağmen, Türkler yine bir "lider" öncülüğünde şahlanmıştı! Bu yüzden Haçlı-Evanjelist ittifak ve şımarık çocuğu İsrail, Orta Doğu'da rahat operasyon yapamıyordu!
Emperyalist Amerika, Türkiye'nin güneyinde, bir "terör koridoru" kurmak için bütün gücünü seferber etmişti! Böylece Türkiye'yi Anadolu'ya hapsedecek ve "Büyük İsrail"i kuracaklardı! Ama 10 yıldır Türkiye engelini aşamamışlardı! Bırakın büyüğünü, küçük İsrail de tehlikeye girmişti! Siyonistler, Tel Aviv'de bile rahat uyuyamaz hale gelmişti!
İşte bu yüzden, entrika uzmanı Carasso'yu tekrar hatırlayan müflis torunlar, terörist taşeronlarını kullanarak, "Yeni Türkiye" güneşini batırmaya çalışıyor.
Ne yapsalar boş...
Bilmiyorlar ki, Carasso'nun batırdığı ikindi güneşiydi; batması mukadderdi. Oysa yeni güneşin yüzü arşa dönüktür ve asla batmayacaktır!
.3 Şubat 2024 Cumartesi
İletişim Başkanlığı'nın düzenlediği organizasyonla, çoğu yabancı 70 gazeteci, deprem bölgesini dolaşıyoruz. Gaziantep, Nurdağı, İslahiye, İskenderun, Hatay ve Adana...
Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın 41 bin yeni konutu sahiplerine teslim edeceği 6 Şubat'ta ise, 24 TV'nin, deprem sene-i devriyesi özel yayını için değerli Erkan Kol, Taceddin Kutay ve Murat Özer beyefendilerle birlikte Kahramanmaraş'ta olacağız.
Gezimizin ilk gününde, Gaziantep Valisi Kemal Çeber yönetiminde düzenlenen toplantıda ilgili bakanlıklar, GBB, AFAD ve TOKİ yetkilileri, bir yıllık çalışmaları hakkında çarpıcı veriler paylaştı.
Sayın Vali Çeber'in, "Görevli olduğum Rize'den 6 Şubat sabahı saat 06.00'da konvoylar yola çıkmıştı" beyanı; Milli Eğitim Müdürü'nün, "O sabah saat 09.00'da illerimizdeki bütün okulları hızlıca ziyaret ederek yemek hazırlama ve acil ihtiyaç malzemesi kapasitelerini tespit ettik" ifadesi, uzaktan konuşanlar göremese de, yardım faaliyetlerinin çok erken başladığını göstermektedir.
NURDAĞI NURLANMIŞ!
Depremden sonra dolaştığım Nurdağı gibi büyük yıkım yaşanan bölgelerimizde nereden nereye gelindiğini yerinde görme fırsatı bulduk.
Sadece Nurdağı'nda 250 dükkân, depremden birkaç ay sonra tamamlanmış; esnafa dağıtılmış. Hakeza bütün deprem bölgesinde ekonomik hayatı canlandırmak için çok önemli adımlar atılmış. Nitekim Gaziantep, deprem etkisini bertaraf ederek ihracatta 2022'deki 11 milyarı yakalamış.
İslahiye'de, gelin gibi süslenmiş olarak sahiplerini bekleyen kalıcı konutları yakından inceledik.
Vali Çeber'in, "Depremden sonra Koordinatör Vali olarak görev yaptığım Nurdağı'na gelen yabancı gazetecilerden şimdi tekrar gelenler, 'O günlerde verilen vaatleri çok abartılı veya hayal olarak değerlendirmiştik ama şimdi söylenenlerden fazlasının yapıldığını gördük' diyorlar" ifadesi, alınan mesafeyi çok güzel anlatıyor.
HATAY'DA HAYAT VAR
Eski canlı ve renkli günlerine doğru hızla ilerleyen Hatay'da ise Vali Mustafa Masatlı, AFAD Koordinasyon Merkezi'nde, bütün kurumların bir yıldır yürüttüğü farklı çalışmaları ve gelinen aşamayı aktardı. 6 Şubat Salı günü Hatay'da da 7275 kalıcı konut için kura çekimi yapılacak ve teslimatlar peyderpey devam edecek. Ayrıca kırsal kesimde de çok şirin köy evleri inşa edilmiş ve depremzedelere verilmiş. 6 bin 180 işyeri de Hatay'ın ekonomisini tekrar güçlendirmek için devreye girmiş. Dün ziyaret ettiğimiz 400 yataklı çelik konstrüksiyon modern Hatay Eğitim ve Araştırma Hastanesi de bugün hizmete giriyor.
BAĞCI DÖVME MERAKI!
Elbette eksikler ve hâlâ devam eden mağduriyetler var. Zaten çalışmalar da yoğun şekilde devam ediyor. Ancak alınan mesafeyi, felâketin boyutlarını düşünerek değerlendirmek gerekir. Kaldı ki, ilk günlerde buralara gelip, depremzedeleri tahrik etmek için fırsat kollayanlar, bir daha buralara uğramamış. Bu durumda bu "ucuzlukçu" simsarlara, "Peki siz ne yaptınız?" diye sormak gerekir.
Hakeza, beraber dolaştığımız özellikle Batılı gazeteciler de tıpkı "içimizdeki yabancılar" gibi "bağcı dövme" peşindeydi. Mağduriyetlerin giderilmesi konusunda bir yıl boyunca alınan mesafeyi, deprem sonrası verilen sözlerin ne ölçüde gerçekleştiğini sorgularsınız! Eksikleri sorarsınız! Ama gelin görün ki, Le Monde'un Fransız muhabiri, hâlâ 6 Şubat sabahı askerlerin enkaz kaldırma çalışmalarına katılıp katılmadığını merak ediyor!
Hatay Valisi'ne ise "Havalimanının zemini bozuk, neden hâlâ orada ısrar ediyorsunuz?" diye soruyor! Çünkü onun yayın yönetmeni için insanların yüzünü güldüren güzel işlerin hiçbir haber değeri yok. Bu zavallı meslektaşımız da başarılı(!) olma derdinde!
Depremzedeler için bile "insanlık" paydasında buluşamayanlar insanlıktan ne anlar?
Gaziantep Valisi Sayın Çeber'in, "Depremden sonraki günlerde sivil ve siyasîlerin yoğun ilgisi vardı. Özellikle, 'Burada devlet yok' şeklinde video çeken siyasilerin ilgisi devam ediyor mu?" soruma verdiği cevap, bu istismarcı yaklaşımın deprem bölgesinde de büyük üzüntüyle karşılandığını gösteriyor:
"O günlerde samimiyetle yardıma koşanlar hâlâ yanımızda! Ama buraya görüntü vermek ve devleti eleştirmek için gelenler, eleştirecek bir şey bulamayınca bir daha uğramadı" diyen Çeber'in, "Bu soruyla bizi duygulandırdın" ifadesi tam da anlatmaya çalıştığımız şeydi!
İşte, sahadaki tespitlerim ve en yetkili mercilerin teşhisleri üzerine ben de, "Devlet burada! 'Devlet nerde' diye bağıranlar nerede?" diye soruyorum.
.5 Şubat 2024 Pazartesi
300 milyonluk Müslüman coğrafyanın ortasına sıkışmış olan İsrail, üç aydır ölüm kusuyor ama kimse dokunamıyor. Herkes, "Arkasında Amerika var" diyor ama bu gerekçe, durumu izaha için yetmiyor. Zira Amerika'nın 70 yıldır bitmeyen Vietnam travmasını, Afganistan'dan nasıl kaçtığını herkes biliyor.
Zira, İsrail'i kuşatmış olan İslam devletleri, bütün dünyayı kilitleyecek stratejik ve ekonomik silahlara sahiptir. O halde bu devletler neden susuyor? Müslümanlara karşı canavar kesilen krallar, neden "Oturun yerinizde" diyen "Gazze Kasabı" karşısından süt dökmüş kediye dönüyor?
Bu sorunun cevabı çok derinlerde gizlidir!
YAHUDİ DEVLETİ İNGİLİZLER KURDU
Teodor Herzl'in, 1904'te ölmesinden sonra Siyonistlerin liderliğini üstlenen Haim Weizmann, Yahudi devletini ancak İngilizlerle kurabileceklerini anlamıştı. Karşılıklı çıkarların buluştuğu bir mutabakatla, "Osmanlı'yı imha, İsrail'i inşa" planı hazırlamışlardı!
1907'deki 8. Siyonist Kongre'den, Abdülhamid Han'ı devirmek için İttihat ve Terakki ile "yoğun işbirliği" kararı çıkmıştı. Yahudi Carasso'nun öncülüğünde yürütülen bu işbirliği sayesinde Abdülhamid Han, 27 Nisan 1909 tarihinde tahttan indirilmişti. 3 Yahudi'nin yer aldığı yeni kabine, Siyonistlerin istediği her kararı alıyordu. Mesela Filistin'de arazisi olsa bile tapu alamayan Yahudiler, 1914'te çıkarılan kanunla bütün arazilerini tapulamıştı.[1]
I. Dünya Savaşı'nda Osmanlı; cephe cephe yıkılırken Yahudi devleti de metre metre yükseliyordu. İngiltere, Osmanlı topraklarında bir Yahudi devleti kuracaklarını 2 Kasım 1917'de açıklamış, 40 gün sonra da Kudüs'ü almıştı ama devlet kurulmamıştı!
O halde soru şudur:
Filistin'i aldıkları ve Osmanlı'yı yıktıkları halde, neden 31 yıl beklediler?
Cevabı ise, İngilizlerin 1917 ile 1948 arasında yaptıklarında gizlidir.
Manda Komiserliği'ni Herbert Samuel gibi Siyonistlere teslim eden İngiltere, bütün Yahudileri; Hitler'in de katkısıyla Filistin'e taşıyor ve Arapları yıldırmak için her şeyi yapıyordu!
Peki bu yıllarda Filistin'in civarında neler oluyordu?
11 Nisan 1921'de, İngilizlerin emrinde bir "Ürdün Emirliği" ilan edilmişti. Yahudi devleti kurulduğunda, Filistinlilerin gönderileceği bu "uydu devlet" çok işe yarayacaktı!
[1]Faruk El Hammûd, Çalınmış Vatan Filistin, Derin Tarih Yayınları, İstanbul 2021, s. 26.
Mr. Hempher'in kurduğu "Vehhabilik" adındaki sapık yol, 20 Mayıs 1927 tarihli "Cidde Antlaşması" ile "Suud"lara emanet edilmişti! Suud Krallar, İngilizlere (yani Yahudilere) muhalif adım atmayacaktı! Bu vesayet hâlâ devam etmektedir. 2017'de "Prens" ilan edilen M. bin Selman, hemen Londra'ya gitmiş ve Kraliçe II. Elizabeth'e biat etmişti!
Yahudi devleti için en stratejik konumda olan Mısır, İngiltere'nin sömürge yolu olduğundan çok önceden işgal edilmişti. Sonrasında ise Cemaleddin Efgani'nin yetiştirdiği Abduh ve talebesi Reşid Rıza gibi isimlerle, müstakbel Yahudi devletini sadece coğrafî olarak değil; devşirmeler üzerinden de garantiye almıştı.
Suriye ise Fransa'ya emanet edilmişti! Lübnan da malum...
İÇERİDE DE ABDUH'UN TALEBESİ DEVREDE!
O yıllarda Filistin'de her gün artan zulümlere dayanamayan Araplar, 15 Nisan 1936 günü "Büyük İsyan" başlatmıştı. "Filistin'in Kuva-yı Milliyesi" diyebileceğimiz bu hareketin hızla yayılması üzerine (25 Nisan 1936), İslâm Meclisi Reisi Emin el-Hüseynî 6 Arap partisini bir araya getirerek "Arap Yüksek Komitesi"ni kurmuştu!
Filistin'i kurtarmak için kurulan bu komitenin başkanlığını üstlenen el-Hüseynî, Kudüs Alyans Mektepleri Müdürü olan ve Filistin'de Yahudi devleti kurulması için yoğun çalışan Albert Antebî'nin talebesiydi. Efganî ve Abduh'un yetiştirdiği Reşit Rıza'dan da ders almış olan el-Hüseynî, İngiliz Yüksek Komiseri Samuel'in Kudüs'e "Baş Müftü" tayin ettiği bir isimdi![2]
Garip ama El-Hüseynî'nin başını çektiği Arap isyanlarını da Amerikalı "derin" Tapınakçı Charles Crane finanse etmişti.[3]
Uzatmayalım... Filistin'in etrafını müstemlekelerle; içini de devşirmelerle garantiye alan İngiltere, "İsrail" devletini 14 Mayıs 1948'de ilan ettirmişti!
"Madem öyle ise Mısır, neden İsrail'e savaş açtı" diye sorarsanız, ben de "Mısır, yerinden bile kıpırdamadığı bu savaşı açmasaydı İsrail, topraklarını 2,5 katına nasıl çıkaracaktı" diye sorarım! Bugün de aynı! Yaşananlara bakınca insan Refah Kapısı'nın, İsrail sınırında olduğunu zannediyor!
Netice itibariyle, ABD Başkanı Trump ve iki "müstemleke valisi"nin, avuçları arasında itinayla korudukları "Esrarengiz Küre", İsrail'dir! (2017, Riyad)
Bu "vesayet kralları"nın Gazze'deki tutumu, bu açıdan değerlendirilmelidir!
"İRAN İSLAM CUMHURİYETİ" Mİ DEDİNİZ?
Yahudi işadamlarından Jak Kamhi, "1978'de TÜSİAD olarak ABD Başkanı Jimmy Carter'ı ziyaretimizde, Sovyetler Birliği'nin yayılmasından çok endişelendiklerini söylemişti. Ulusal Güvenlik Konseyi Orta Doğu Şefi Paul Henze, 'İslâm dini Komünizmi yasaklıyor' demiş ve bu bölgede, "Dine Dönüş Projesi uygulayacaklarını söylemişti!" diyor.[4]
Gerçekten bir yıl sonra İran'da darbe yapılmış ve "İslam Cumhuriyeti" kurulmuştu! (Bu projenin Türkiye ayağını da FETÖ oluşturuyordu.) Açıklamalarıyla "İsrail için en büyük tehdit" görüntüsü veren İran İslâm Cumhuriyeti, aslında İsrail'in, bu tehditler(!) sayesinde bölgenin en büyük ordularından birini kurmasını sağlamıştı!
SONUÇ
Filistinliler Vehhabi ve Şii değil; ehl-i sünnettir. İngilizlerle işbirliği yapmamış, Osmanlı'yı arkadan vurmamışlardır! İran ve Suudi Arabistan gibi İslamî(!) devletlerin Filistinlilere düşmanlığı, Yahudilere düşmanlıklarından daha fazladır.
[1] Faruk El Hammûd, Çalınmış Vatan Filistin, Derin Tarih Yayınları, İstanbul 2021, s. 26.
[2] Elizabeth Antébi, L'homme du Sérail, Nil, Paris 1996, s. 563.
[3] F.W. Brecher, Charles R. Crane's Crusade for the Arabs, Middle Eastern Studies, XXIV, 1988, s. 46.
[4] Jak Kamhi, Gördüklerim Yaşadıklarım, Remzi Kitabevi, İstanbul 2013, s. 239
.28 Şubat 2024 Çarşamba
O kadar çok darbe yedik ki, birinin kodlarını çözemeden öbürü geldi. Hele biri var ki, "modern" denildi ama aslında en derin darbe idi.
Evet, "28 Şubat"tan bahsediyorum. "Bin yıl sürecek" diyenlerle alay ediyoruz ama hâlâ tam aydınlatabilmiş değiliz. Özellikle; Fetullahçıların, bu darbeye nasıl "derinlik" kattığını ifşa edemedik. Çünkü 28 Şubat soruşturmasına el koyan örgüt savcıları, hem davayı 18 yıl uyutarak unutturdu hem de FETÖ hıyanetini gizledi. Yargı biraz arındırılınca süreç hızlanmışsa da, dava; Fetullahçıların "uyduruk" iddianamesi üzerinden devam ettiği için bu derin gerçekler ortaya çıkmadı.
Darbe gerekçesi olarak kullanılan "irtica" ise hiç sorgulanmadı.
Oysa, darbe gerekçesi yapılan "mürteciler", aslında dinini yaşamaya çalışan Müslümanlardan başkası değildi! Bu gerçeği gizlemek için bir takım radikal üretimler, "mürteci" olarak öne çıkarılmış ama daima; devletine bağlı mütedeyyin kesim hedef alınmıştır. Ancak, defalarca kullanılan bu "irtica" oyunu bir türlü deşifre edilememiştir.
"İrtica" buluşunun kullanıldığı ilk algı darbesi, Sultan Abdülhamid Han'ı deviren ve Osmanlı'yı fiilen bitiren "31 Mart Vakası"dır! Bu "İngiliz anahtarı" daha ilk denemede deşifre edilerek çöpe atılamadığı için hâlâ kullanılmaktadır.
Çünkü İttihatçılara 1909'daki "irtica" senaryosunu verenler 88 yıl sonra tekrarlamış, 1920'den öncesini yok sayan yeni İttihatçılar da aynen uygulamıştı! Bu yüzden, "31 Mart" tam olarak anlaşılmadan, sonraki darbelerin ve özellikle de 28 Şubat'ın anlaşılması mümkün değildir.
Ve maalesef aydınlarımız; siyasetçilerimiz; hatta çoğu tarihçimiz, darbecilerin yazdığı İttihatçı masallarını "31 Mart" zannetmektedir!
Bu sebeple; 28 Şubat'ı doğru anlamak için, 31 Mart'ın "irtica" ayrıntısını iyi anlamak gerekir.
DARBECİLERİN "ŞERİAT" HASSASİYETİ!
Şeriatın bekçisi (Halife) olan Abdülhamid Han'ı devirmeyi hedefleyenler, II. Meşrutiyet'in ilanından birkaç ay sonra "Dinsizlik yayılıyor" yaygarasına başlamıştı!
Kıbrıs'ta İngiliz istihbaratına çalışan bir salon adamı olan Derviş Vahdetî, İstanbul'a gelince "şeriatçı" oluvermişti! Vahdetî'nin kurduğu "İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti" ve çıkardığı "Volkan" gazetesi, şeriatın yılmaz bekçileri idi! Paris'teki meşhur Jön Türk Mizancı Murat'ın "Mizan"ı da; yoldaşı olan İttihatçıları yerden yere vuruyordu!
Bu vb. gazeteler, "Dinsizlere hizmet eden Meclis-i Mebusan kapatılsın, Kanun-i Esâsî askıya alınsın" gibi yayınlarla aslında, "Abdülhamid, yine Meclis'i kapatmak için zemin hazırlıyor" algısı oluşturuyordu!
Hassa Ordusu'ndan geldiklerini söyleyen sarıklı hocalar, 9 Nisan 1909 günü Taşkışla'daki Avcı Taburu askerlerine, imanın önemini; şapka giyenin itikadî sakıncalarını anlatmıştı!
Garip bir durum vardı. Askerlik, hiyerarşi demekti. Böyle bir faaliyet yapılacaksa, yazılı olarak bildirilirdi. Oysa hiçbir bilgi gelmemişti!
Nitekim bu nevzuhur vaazların hikmeti 4 gün sonra ortaya çıkmıştı!
Günlerden, meşhur 31 Mart 1325...
Yer yine Taşkışla... Borazan marifetiyle içtima alanına toplanan eratın karşısına geçen bir "Paşa" "Şevketlu Padişahımız Efendimizin Ferman-ı Hümayunlarını okuyacağım, can kulağıyla dinleyiniz" şeklinde söze başlamış ve abartılı tuğrası göz kamaştıran bir fermanı(!) okumaya başlamıştı:
"Yeni bir başlık giyeceksiniz. Hiçbir dinî mahzur olmadığına dair Şeyh-ül İslâm'dan fetva aldım. Ulü'l-emre itaat vaciptir."
Bu Ferman'ı okuduktan sonra başındaki fesi çıkaran Paşa, yanında getirdiği "Gavur Şapkası" diye bilinen serpuşu giymişti![1]
Hocaların daha 4 gün önce "küfr alameti" dediği şapkanın giyilmesini istemek, barut fıçısına ateş etmek demekti! Yapılmak istenen de buydu. Ferman da; okuyan da sahteydi. Bu kişi, "paşa" rolü oynayan bir İttihatçıydı!
Bu da yetmemişti! İstihkâm arabasının üzerine çıkarak "Siz Müslüman değil misiniz? Şapka giymek ne demek? Şeriat elden gidiyor. Ne duruyorsunuz?" gibi cümlelerle; askerleri pimi çekilmiş bombaya çeviren "başçavuş" da, İttihat Terakki'nin kurucularından Ömer Naci Bey idi! Peşinden "Gâvur olmak için mi Meşrutiyet getirdiler? Haydi Mebusan'a gidelim" diyen İttihatçı Bahaeddin Şakir Bey, asker arasından "Evet, ne duruyoruz" diye destekleyen ise, İttihat ve Terakki Genel Sekreteri Midhat Şükrü (Bleda) idi![2]
Bandonun, kimin verdiği belli olmayan "emir"le çaldığı "Ey gaziler, yol göründü..." marşı eşliğinde 3. ve 4. Avcı Taburları ile 7. ve 8. Hassa Alayları Dolmabahçe'ye inmişti. Kalabalıktan birileri havaya ateş açmış ve askerlere "Ne duruyorsunuz, siz de ateş etsenize" diye bağırınca korkunç bir çatırtı kopmuştu.
Tophane'deki yeni katılımlarla Karaköy Köprüsü'ne doğru akan "insan seli", aynı sahte fermanla kandırılmış olan ve Bankalar Caddesi'nden gelen Beyoğlu Topçu Kışlası askerleriyle birleşmişti.
Askerler, Meclis-i Mebusan'a giderek (olmayan) "Şapka Kararı"nın iptalini isteyecekti!
Geniş çaplı bir organizasyon, adım adım uygulanıyordu. Kalabalık Yeni Cami'ye gelince, Derviş Vahdetî'nin İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti'ne mensup "beyaz sarıklılar" da, "Askerlerimize şapka giydirip gâvur yapacaklarmış! Şeriat elden gidiyor" naralarıyla kalabalığa katılmıştı!
Asker; sivil; talebe karışımı kalabalık, tekbirlerle Ayasofya Meydanı'na ulaştığında buranın da tıklım tıklım dolu olduğu görülmüştü! Atlı Tramvaylar, Gülhane Kapısı'ndan Divanyolu'na kadar bütün caddeyi kapatarak çıkışı önlemişti.
Ha bu arada, meydanı da, hakim noktadaki "Üç Kahve"de karargah kurmuş olan İngiliz maşası Derviş Vahdetî yönetiyordu. Cübbeli hafiyeler, Vahdetî'nin talimatlarını, meydana yayılmış olan çavuş ve onbaşı kıyafetli İttihatçılara iletiyor, onlar da kalabalığı yönetiyordu!
"ZİNHAR BÖYLE BİR FERMANIM YOKTUR"
23 Nisan'daki son Cuma Selamlığında bütün zabitleri çağıran Abdülhamid Han "31 Mart günü Taşkışla'da okunan şey, benim fermanım değildir. Zinhar böyle bir fermanım yoktur; olamaz. Bu hadiseyi tahkik ettirdim. Bazı düşmanlar tarafından tertip edilmiş maksatlı bir siyaset olayıdır" demişti ama hiçbir şeyi değişmemişti. Çünkü onların gerçeklerle işi yoktu![3]
Gerisi malum... İttihatçı imalatı "organize irtica"dan Abdülhamid Han'ı sorumlu tutmuşlardı! Sonrası kolaydı! Kendi Meclis'lerinden aldıkları "ısmarlama darbe kararı"yla Abdülhamid Han'ı tahttan indirmiş ve İngilizlerin en büyük arzusunu yerine getirmişlerdi!
28 ŞUBAT, 31 MART'IN; ÇEVİK BİR VERSİYONUDUR!
O halde "yeni İttihatçılar"ın, yine kendi ürettikleri "irtica"yı bahane ederek sergilediği "28 Şubat Hıyaneti"nin ayrıntılarını tekrarlamaya gerek var mı?
"28 Şubatçılar 'irtica' üretmedi" mi dediniz?
İnancını yaşayan insanları doğrudan hedef alamadıklarından, toplumun "itici" bulacağı bazı dindar(!) tipler üreterek, Müslümanları; bunlar yüzünden itibarsızlaştırdılar!
Nitekim "irtica" yaygarasına başladıkları günlerde, "Aczimendi" denilen siyah cübbeli; beyaz sarıklı; bastonlu tipler ortalığa saçılmış; havaalanlarında zikir(!) sahneleri açılmıştı! Bunları daha önce hiç gören olmamıştı!
Bu "tarikatçı"ların şeyhi(!) Müslüm Gündüz ise; Fadime Şahin adındaki "başörtülü" bir kadınla suçüstü yapılmıştı! Sanki randevu vermiş gibi, 28 Aralık 1996 günü Kadıköy'de bir evde basılmış ve medya ordusuna yarı çıplak poz vermişlerdi! Bu fotoğraflar, Müslüm Gündüz- Fadime Şahin fantezileriyle süslenerek defalarca yayınlamıştı![4]
Darbeciler hedefe ulaşmıştı! Tarikat ehli Müslümanlarla alay ediliyor, başörtülü kadınlar, "Fadime Şahin" sataşmaları ve tacizleri yüzünden sokağa çıkamıyordu!
Artık dindar adamlara ve başörtülü kadınlara her türlü iftira ve işkence yapılabilirdi!
Peki, 28 Şubat darbesi tamamlandıktan sonra bu Aczimendileri ve irtica filminin baş rolünü paylaşan Müslüm Gündüz&Fadime Şahin çiftini hiç gören oldu mu?
Haksızlık etmeyelim, Fadime Şahin 13 yıl sonra "farklı kimlik ve imaj"la görüntülenmişti!
Tıpkı, Taşkışla'daki tahrik görevini başarıyla(!) tamamlayan "mürteci", Bahaeddin Şakir Bey'in, diğer 31 Mart tahrikçileriyle birlikte ülkeyi terk ettiği gibi...[5]
[1] Nuh Albayrak, İçten Dıştan Entrikalar, KTB Yayınları, İstanbul 2022, s. 343.
[2] Mustafa Turan, Taşkışla'da 31 Mart, Aykurt Neşriyat, İstanbul 1964, s. 63.
[3] Taşkışla'da 31 Mart, s. 70.
[4] Nuh Albayrak, İşgale Benzer Hıyanetler, KTB Yayınları, İstanbul 2022, s. 156.
[5] Nuh Albayrak, Devlet Yıkan Tefrikalar, KTB Yayınları, İstanbul 2022, s. 171, 172.
.20 Mart 2024 Çarşamba
Geçen hafta, Yeniden Refah Partisi'nin neden kurulduğunu ve nereye geldiğini anlatan bir yazı yazmıştım:
https://www.star.com.tr/yazar/yeniden-refah-saadet-partisiyle-birlesiyor-mu-yazi-1856278/
Linkten de okunabileceği gibi; "Milli Görüş'ü temsil edecek hali kalmadı" dedikleri Saadet Partisi ile örtüştüğünü gösteren bir analizdi. YRP ile ilgili bu değerlendirmenin, AK Parti adaylarını desteklememesiyle ilgili olmadığı belirtilmişti.
Çok tepki geldi. Yeniden Refahlıların, beni haklı çıkaran, "Ne kadar çırpınsanız da AKP'yi kurtaramayacaksınız" mealindeki sataşmalarını kast etmiyorum. Zira bunu zaten bekliyordum.
Daha geniş bir kesim, kaba tepkiler hatta hakaretler yağdırdı! Tamamına yakını "kimliksiz" olan bu güruh, hiçbir bakımdan Milli Görüş camiasına benzemiyor. Sanki YRP'nin savunmasını, Mustafa Kemal ve kalpağına saklanarak saldıran FETÖ'cü tetikçiler üstlenmiş! Meğer "Milli Görüş"ü canhıraş savunan ne çok "Kuvvacı" varmış!
Bu durum, "Yeniden Refah, sosyal medyada çok aktif" algısının gerisinde kirli bir FETÖ operasyonu olduğunu gösteriyor.
"YRP DE SP GİBİ FETÖ'NÜN VESAYETİNE GİRMİŞ"
YRP'yi, SP'den beter eden siyaset simsarlarının, iradesi ve karizması bulunmayan Fatih Erbakan'ı çok kolay etkilediği anlaşılmaktadır.
"Genel Başkan'ın etrafında FETÖ var. Israrla ittifaka karşı çıktılar. Şu anda tek hedefleri Reisicumhur'dur. İntikam almak için yanıp tutuşuyorlar" diyen İstanbul Milletvekili Suat Pamukçu, kökten Milli Görüşçü bir isimdir. Daha da önemlisi, çok emek verdiği Saadet Partisi Milli Görüş düşmanları tarafından devşirildiği için ayrılarak Yeniden Refah Partisi'ni kuranlardandır.
Pamukçu'nun bu ifşaatı, siyasette sık karşılaştığımız; yeni kariyer uğruna yapılmış ucuz bir manevra değildir. Zira Pamukçu, 28 Şubat döneminde Erbakan'ın yanında zulüm görürken, şimdi Fatih Erbakan'ı kuşatanlardan hiç biri yoktu. Yani Pamukçu, vücudu hızla çürüten "enfeksiyon"u tam teşhis edecek bir isimdir.
Sosyal medyadaki manzara, YRP'ye yönelik FETÖ operasyonunun Fatih Erbakan'ın etrafındaki kuşatmadan ibaret olmadığını göstermektedir. Saadet Partisi'ni ve diğerlerini "Erdoğan düşmanlığı" narkozuyla uyuşturarak, din düşmanı CHP'nin emrine sokan "taşeron"ların şimdi YRP için çalıştığı anlaşılmaktadır.
Erbakan'ı ve Milli Görüş'ü yakından tanıyan Kürt aydın ve siyasetçi Cemal Toptancı'nın, YRP yazıma istinaden gönderdiği mesaj da aynı gözlemi ortaya koymaktadır:
"Fatih Erbakan'ı üç ay önce makamında ziyaret ettim. Genel Başkan Vekili Sacit Günbey'in de bulunduğu görüşmede Fatih beye, Cumhur İttifakı'na dâhil olmalarının ülkenin ve YRP'nin yararına olacağını ifade ettim. Ama gördüğüm kadarıyla YRP de SP gibi FETO'nün vesayetine girmiş! Muhalefeti tamamen kuşatan FETÖ, haramzade sermaye ile Erdoğan'sız bir Türkiye dizayn etmeye çalışıyor."
BU HEDEF BİRLİĞİ NASIL İZAH EDİLİR?
İlginç bir "örtüşme" var. FETÖ, 17-25 Aralık'ta yarım kalan hesabını tamamlamak için 30 Mart 2014 yerel seçimleri öncesinde yoğun bir kampanya başlatmıştı. Güçlü medya desteğinin yanı sıra, ablaları da ev ev dolaşarak, "Erdoğan'a oy veren mahşerde hesabını veremez" diyor, HDP-CHP ittifakı için yemin ettiriyordu.
Bu benzerlik nereye dayanıyor bilmiyorum ama şimdi de aynı düşmanlığı SP ve YRP; daha büyük bir motivasyonla yürütmektedir.
Saadet Partisi'nin sembol ismi 2019 seçimlerinden sonra, "Türkiye'nin en güçlü partisi SP'dir; çünkü İstanbul'u Tayyip Erdoğan'dan biz aldık" demişti.
Şimdi ise Yeniden Refah lideri Fatih Erbakan, "İstanbul ve Ankara'da CHP kazanacak" diyor ve bütün ekipleri bunun için çalışıyor! Yeniden Refah yöneticileri için "ahlak" sadece direklerde asılı afişlerdeki "slogan" olarak kalmamışsa şu soruya cevap versinler:
Bu seçimlerde AK Parti'ye kaybettirmek için en çok yırtınan Yeniden Refah Partisi'nin, din düşmanı CHP'ye hizmet etmekle övünecek kadar sapıtan SP'den ne farkı var?
Bir şey daha var:
"El-Mer'u Me'a Men Ehabbe..."
.27 Mart 2024 Çarşamba
Koca imparatorluğu "Turan" sevdasıyla "viran" eden İttihatçılar, yeni Türkiye'ye de taşıdıkları bu illeti, kafatası ölçmeye kadar götürdü. Bu ırkçılığı, tek parti diktatörlüğünden sonra da, kritik kurumlardaki "CHP zihniyeti" devam ettirdi. Kürtlere yönelik bu zulüm ve katliamları yıllardır dile getiriyorum. Arzu edenler, makalelerime ve kitaplarıma bakabilir.
Bu ırkçılığın zehirli meyvesi olan ve "Kürtlerin mağduriyetini gidereceğiz" iddiasıyla kurulan PKK da, "korku derebeyliği" uğruna; katliamlarına Kürtlerden başladı.
Devletin CHP zihniyeti ise, bu "istismar örgütü"nü "Kürtlerin temsilcisi" olarak görmüş ve ateşe benzin dökerek PKK'nın hesabını Kürtlerden sormuştur! Bu hıyanet, bölgeyi mümbit bir terör tarlasına çevirmiştir. Düşmanlarımız, "Türkiye solarsa sulayın, büyürse budayın" şeklindeki İngiliz tavsiyesini 40 yıldır terör örgütü üzerinden uygulamaktadır!
Nitekim merhum Özal, "devlet"in bu vahim hatasını düzeltmek için özel çaba sarf etmiş ama bu içli dışlı entrika düzeni, Özal'ı da; Adnan Kahveci ve Eşref Bitlis gibi yardımcılarını da yok etmiştir. Sonrasında da, devleti yönetenler ne zaman mağduriyetleri gidermek için adım atsa, uzaktan kumandalı örgüte "eylem" talimatı verilmiş, sonra da "Terörle daha şiddetli mücadele" telkin edilmiştir!
KÜRT DÜŞMANI PKK NEDEN BİTİRİLEMİYOR?
PKK, bitme noktasına getirilmiştir. Ancak siyasî etkisi, ters orantılı olarak artmaktadır. Çünkü terör örgütü, "Kürt partisi" görünümlü HDP/DEM üzerinden meşrulaştırılmaktadır! Kılıçdaroğlu döneminde gerçekleşen HDP-CHP ilişkisi, PKK'yı meşrulaştırma sürecini daha da hızlandırmıştır. Bu sayede Kandil, siyasi bir yapının genel merkezi gibi algılanmakta, açıklamaları dikkate alınmaktadır!
1993'te "DEP" adıyla başlayan bu aldatmaca, Türk yargısıyla köşe kapmaca oynayarak DEHAP, DTP, ÖZDEP, BDP, HADEP, HEP, HDP ve DEM gibi isimlerle devam etmiştir. Ancak bu sürede, terör örgütünden bir adım bile uzaklaşamamıştır. Örgüt, Kürtler üzerindeki baskısını ve lojistik ihtiyaçlarını hâlâ, Kürtlerin içine uzattığı bu "kirli eli" ile temin etmektedir.
Harflerle dans ederek Kandil'e biatını sürdüren bu sözde partinin, halk yararına siyaset yapması mümkün değildir. Tam aksine, Kürtlere büyük zararı dokunmuştur. İstismarı sonlandıracak kültürel adımlar ve yatırımlar, PKK/HDP tarafından engellenmiştir. Nitekim bu istismarı kökünden kazımak için başlatılan Çözüm Süreci sabote edilmiştir!
Yine de bütün engellemelere rağmen, CHP döneminden kalan mağduriyetler büyük ölçüde giderilmiştir. Ayrıca bu adımlar, sadece devletle de sınırlı değildir. Sayın Bahçeli'nin, "Irkçılık ayaklarımızın altındadır" beyanı, toplumsal barış önünde hiçbir engel kalmadığının ilanıdır. Artık eski mağduriyetleri unutarak, emperyalist planları boşa çıkarma zamanıdır.
Sömürgecilerin, "Bağımsızlık herkesin hakkıdır" aldatmacasıyla harcadığı milletlerin haddi hesabı yoktur. Mitinglerde "Kürdistan" ninnisi söyleyen DEM'in asıl amacı, Kürtleri uyutarak Türkiye düşmanlarına teslim etmektir. Türkiye'nin bir bölümünde "Kürdistan" kurmaya kalkmak, Kürtleri emperyalistlere uşak yapmaktır. Hayat standartlarını ise adeta sıfırlamaktır!
"Türk ırkçılığı"nı eleştiren bir Kürdün, kendisine hiçbir gelecek vadetmeyen DEM'e, sadece "Kürt partisi" diye oy vermesi, "Kürt ırkçılığı" değil de nedir? Kaldı ki DEM'in "Kürt partisiyiz" iddiası, çirkin bir istismardan ibarettir.
Zira DEM Kandil'in, Kandil de yedi düvelin emrindedir.
O halde Kürtlerin DEM'e oy vermesi, "çifte çelişki"dir!
.16 Nisan 2024 Salı
HAMAS'ın 7 Ekim saldırısı hakkında "İran'ın desteğiyle gerçekleşti, İsrail'in karşı saldırılarında İran yine HAMAS'ın yanında olacak" yorumları yapılmıştı! Ancak Gazze'deki katliamlar karşısında İran'ın kılı bile kıpırdamadı.
Ancak, her gün biraz daha köşeye sıkışan İsrail'in, dikkatleri başka taraflara kaydırması gerekiyordu. Bu yüzden 1 Nisan'da İran'ın Şam Büyükelçiliği'ne saldırdı ve yüksek rütbeli askerlerini öldürdü.
İran'dan, "İntikamımız acı olacak" açıklaması gelmişti. Ne var ki, Kasım Süleymanî'yi 3 Ocak 2020 günü öldüren ABD'ye karşı da aynı yemini etmişlerdi ama ABD'nin Erbil'deki üssüne saldırmadan önce Beyaz Saray'a, "Üssünüze füze fırlatacağız ama etraftaki boş araziye düşecek" diye bilgi verdikleri ortaya çıkmıştı!
Bu sefer ezber bozan İran, ilk defa kendi topraklarından İsrail'e saldırıda bulunmuştu! 13 Nisan akşamı "randevulu" gerçekleşen bu saldırıda İran'ın gönderdiği 300'den fazla İHA ve balistik füzenin büyük kısmı İsrail'e ulaşmadan imha edilmişti. Ulaşanlar ise "demir kubbeye" takılmıştı.
İran saldırısı, İsrail'e hiçbir zarar vermemişti ama Netanyahu için adeta "can simidi" olmuştu! Çünkü 190 gündür Gazze'de sergilediği vahşet unutulmuş, "zalim" İsrail bir günde "mazlum" oluvermişti! İsrail'de Netanyahu'yu canından bezdiren "İstifa" tepkileri de desteğe dönüşmüştü!
Daha da vahimi İsrail, yeni "katliam kredisi" kazanmıştı.
Bunların tamamı İran sayesinde olmuştu!
Oysa, bizim bazı sözde dindarlar ise "Türkiye'nin İsrail'e yapamadığını İran yaptı" diyor ve İsrail destekçisi İran'a övgüler yağdırıyor!
GELİN, İRAN'IN KÖKLERİNE İNELİM!
İran İslâm Cumhuriyeti'nin kurulduğu tarih, bölgemizde "İslam" odaklı darbelerin yoğunlaştığı döneme rastlamaktadır. "Pakistan'da İslamî bir yönetim kurmak isteyen Ziya ül Hak, Hindu aileye mensup Butto'yu 5 Temmuz 1977'de devirmişti.
İran'daki 56 yıllık Pehlevi Hanedanı ise, 1 Şubat 1979 günü sürgünden dönen Şiî lider Ayetullah Humeyni tarafından devrilmiş ve "İran İslam Cumhuriyeti" kurulmuştu. Aynı yıl 22 Temmuz'da da Sünni Saddam Hüseyin, Irak'ta darbe gerçekleştirmişti! Ve bu değişiklik, Amerika'nın çok işine yarayacaktı!
Türkiye'deki 12 Eylül 1980 darbesini yapan Kenan Evren de, "Dinsiz millet olmaz. Bir insan hiç olmazsa iki rekat namaz kılmasını bilmeli. Artık din dersi mecburi olacak" demiş ve yapmıştı! (23 Temmuz 1981-Erzurum)
Emperyalistlerden izinsiz kuş uçmayan bu bölgede yaşanan bu "değişim"in bir ortak sebebi vardı. ABD, "İslâm düşmanı Komünizm" ile savaş için "Yeşil Kuşak/Ilımlı İslâm Projesi" uyguluyordu. Tabii ki asıl amacı, gümbür gümbür yayılan SSCB'yi durdurmaktı.
Yahudi işadamlarımızdan Jak Kamhi'nin aktardığına göre, TÜSİAD heyeti olarak 1978 yılında Beyaz Saray'da görüştükleri Başkan Jimmi Carter, "Sovyetler Birliği'nin yayılmasını engellemek için Komünizm karşıtlığını güçlendirecek projeler hazırladık. Ayrıntıları Ulusal Güvenlik Türkiye Şefimiz anlatacak" demişti.
Bu bölgede uygulanacak stratejileri belirleyen eski CIA Şefi Henze ise, "İslâm dini, Komünizmi yasaklıyor. Bu nedenle o bölgede, 'dine dönüş' çalışmaları yapıyoruz" açıklamasında bulunmuştu. Bunu duyunca donup kaldıklarını söyleyen Jak Kamhi, "ABD'nin, Atatürk ilkelerini yok etmeyi hedeflemesi bizi endişelendirmişti. Bunu Henze'ye ilettik, o da 'Merak etmeyin Türkiye bunun dışında kalacak' diye cevap verdi" diyor.[1]
Aslında Henze, bizim Atatürkçüleri üzmemek için böyle söylemişti. Zira Türkiye'de "Komünizmle Mücadele Dernekleri" çoktan kurulmuştu. Yeşil Kuşak Projesi'nin Türkiye ayağını oluşturan Fetullah Gülen, bu dernek üzerinden hizmete alınmış ve "Ilımlı İslam" inşasına çoktan başlamıştı! ABD, 12 Eylül darbesini de bu şartla desteklemişti. Komünizm karşıtı; İslam yanlısı bir "iklim" hazırlanacak ve Fetullahçı örgütün büyümesini sağlanacaktı!
Şimdi gelin İran İslam Cumhuriyeti devrimini, bu zaviyeden tekrar gözden geçirelim.
İran Şahı M. Rıza Pehlevi, Humeyni'yi; Amerika ve Avrupa'ya yönelik eleştirileri yüzünden 4 Kasım 1964'te Türkiye'ye sürmüştü. Bir süre Bursa'da kalan Humeyni daha sonra, Şiîlerin "kutsal kent"i Necef'e yerleşmiş; ancak, "devrim" faaliyetleri engellenince, 6 Ekim 1978'de Paris'e gitmişti. Yani Humeyni, "İslam Cumhuriyeti" inşasını, bir Hristiyan ülke olan Fransa'nın himaye ve desteğiyle gerçekleştirmişti!
Asıl ilginç ayrıntı ise Tahran'a dönerken yaşanmıştı. Şah'ın hazırladığı 3 ayrı suikastı MOSSAD, İran askerî ataşesi Yitzhak Segev aracılığıyla Humeyni'nin adamlarına iletmiş ve suikastı planlayan General Amir Hüseyin Rabii, Şiî devrimciler tarafından öldürülmüştü![2]
Zaten, devrik Şah Rıza Pehlevi'nin ABD'ye girmesini protesto eden binlerce İranlı öğrencinin, ABD Tahran Büyükelçiliği'ne yaptığı baskında ortaya saçılan belgeler, CIA'nın Humeyni'ye desteğini; ayrıntılarıyla ifşa etmişti!
Saddam'ın saldırısına uğrayan Humeyni'nin imdadına da yine "en büyük şeytan" koşmuştu! İran'a ne kadar çok silah verdikleri, "İrangate Skandalı"yla ortaya çıkmıştı!
Peki, Amerika İran'a neden destek vermişti?
Çünkü büyük hedefleri olan İsrail'in, böyle bir "düşman"a ihtiyacı vardı!
Peki 3 ayrı dine mensup görünen bu 3 devleti, hangi "bağ" bu kadar sağlam bağlamıştı?
Hak din olan İsevîlik, "Tarsuslu kripto Yahudi" Pavlos tarafından tahrif edilerek, "din" özelliğini kaybeden Hristiyanlığa dönüştürülmüştü.
Şiîliği ise 650 yılında, Abdullah bin Sebe asındaki "Yemenli kripto Yahudi" kurmuştu. 3. Halife Hazret-i Osman Efendimizi 17 Haziran 656 Cuma günü, evinde Kur'an-ı Kerim okurken hunharca şehid ettiren de bu fitneciydi!
1501'de İran Safevî devletini kuran Şah İsmail, ehl-i sünnetin bayraktarı olan Osmanlı İmparatorluğu ile rekabet edebilmek için Şiîliği kullanmış ve her yere yaymıştı!
Görüldüğü gibi, derin bir dayanışma içerisinde olan bu "üçlü", birbirinden farklı görünse de "kök"lerinde buluşuyordu!
[1] Jak Kamhi, Gördüklerim Yaşadıklarım, Remzi Kitabevi, İstanbul 2013, s. 239.
[2] Mike Evans, Jimmy Carter, Crossstaff Publishers, 2009, s. 251.
.27 Mayıs 2024 Pazartesi
Bakmayın bugün hâlâ "Hak ve özgürlükler anayasal güvenceye kavuştu" palavralarıyla savunmaya çalıştıklarına, 27 Mayıs; darbeyi "anayasal"laştırmıştır! Sonraki bütün darbelerin anasıdır.
Hiçbir darbeyi sadece "iç kamera" ile aydınlatamazsınız. Dahili dinamikler kullanılarak birilerine ihale edilmiş olabilir ama asıl patron her zaman emperyalistlerdir.
27 Mayıs darbesi de tam bir iç-dış konsorsiyum yapımıdır.
3 seçim kaybeden İnönü, Menderes'i sandıkta asla deviremeyeceğini çok iyi anlamış, uzatmalı halefi Kılıçdaroğlu gibi başka yollar aramıştı. Üstelik de elinin altında, ilk mağlubiyeti olan 1950 seçimlerinde, "Sonuçları geçersiz saymaya hazırız" diyen bir "ordu" vardı.
Dışarıda ise, "Marshall Yardımı" havucuyla İnönü'ye her şeyi yaptıran Amerika, Menderes'in; "dengeli" dış politikasından çok rahatsızdı. Dışişleri Bakanı Herter, 9 Ekim 1959'da Başbakan Menderes'i tam 45 dakika kapıda bekletmiş ve sadece 15 dakika görüşmüştü. Büyükelçi Suat Hayri Ürgüplü bunu, "ABD, Menderes'i sildi" şeklinde tercüme etmişti!
"Seni devireceğiz" diye başka nasıl söylenebilirdi? Zira ABD, emperyalist hedefleri için çok önemli olan Türkiye'yi, defterden sildiği birine asla emanet etmezdi! Nitekim darbenin zamanlaması çok manidar olacaktı! Menderes 27 Mayıs'ta devrilmeseydi, 12 Temmuz'da Moskova'ya gidecek ve Rusya ile çok önemli anlaşmalar imzalayacaktı!
"ŞARTLAR"IN HAZIR OLDUĞUNU BİLİYORDU!
CHP lideri İnönü, ABD'yi çok iyi tanıyordu! Bu yüzden 18 Nisan 1960 günü TBMM'de, "Şartlar tamam olduğu zaman ihtilal meşru bir haktır" demişti. Hatta hızını alamamış, 27 Nisan'da; milletin Meclis'inde darbeyi adeta müjdelemişti! Tutanaklardan silindiği için kimsenin duymadığı, "...İhtilâl olacak ve siz bundan kurtulamayacaksınız" şeklinde biten bu skandal sözleri, Cumhurbaşkanı Erdoğan; 27 Mayıs 2021 günü Yassıada'da açıklamıştı.[1]
Bu ifadelerin tutanaklardan çıkartıldığını teyit eden CHP'nin "cin" Grup Başkanvekili Özgür Özel, 9 Temmuz günü, "Tutanaklarda böyle bir şey yok. Erdoğan, İnönü Ailesinden ve halktan özür dilesin" açıklaması yapmıştı.
[1]https://www.tccb.gov.tr/haberler/410/128019/-1960-darbesi-aradan-gecen-60-yili-askin-sureye-ragmen-milletimizin-kalbinde-h-l-kanayan-bir-yaradir-
Oysa bu cümleler, Yassıada'da ortaya çıkmıştı. Milletvekili olarak o salonda bulunan gazeteci Mithat Perin'in daktiloyla yazdığı, "tutanak", Davaları Soruşturma Ekleri dosyasında, "Sayın İnönü'nün Meclis'ten atılmadan önce yaptığı konuşma" başlığıyla yer alıyordu. Hatta bu konuşma üzerine İnönü'ye, "İç Tüzük" gereği 12 birleşime katılmama cezası verilmişti ama darbeciler Meclis'i kapattığı için bu ceza yerine getirilememişti![1]
CIA BAŞKANI DA "DARBE"Yİ MÜJDELEMİŞTİ!
CHP ile ABD'nin darbe güzergâhı arasında şaşırtan paralellik vardı! 24 Mayıs'ta toplanan, "ABD MGK'sı" diyebileceğimiz "National Security Council"de konuşan CIA Başkanı Ailen Dulles, "Başbakan Menderes, hoşnutsuzluğun derecesini anlayamamış görünüyor" diye başlayan "Türkiye" sunumunu, "Ordunun yönetimi ele almasını bekliyoruz" cümlesiyle tamamlamıştı!
Nitekim Ankara Büyükelçisi Fletcher Warren'ın, 27 Mayıs sabahı Washington'a gönderdiği "TSK saat 04.00'te, görülmemiş bir intizamla gerçekleşen darbeyle yönetimi ele almıştır. Ciddi bir direniş olmamıştır. Sadece Ankara'da 50 ölü var" raporuyla, CIA başkanını teyit etmişti. Büyükelçi, darbenin iç gerekçelere dayandırıldığını; Amerika aleyhtarı bir ortam oluşmadığını, darbecilerin büyükelçiliğe gelerek "teminat" verdiğini de eklemişti.
Aynı saatlerde Cemal Gürsel de CHP lideri İnönü'yü arayarak "Paşam, emirleriniz bizim için (haşa) peygamber buyruğudur" demiş, İnönü ise, "Memleket için çok hayırlı bir iş yaptınız, yanınızdayım. Bir şey olursa ben hazırım" cevabı vermişti. İlginçtir, ABD Büyükelçiliğine olduğu gibi İnönü'nün konutuna da iki subay gelerek, bağlılıklarını iletmişti. Hatta; birlikte balkona çıkarak, Ayten Sokak'ta toplanmış olan darbe şakşakçılarını selamlamışlardı!
[1]"Özel" Çarpıtma, Akşam, 10 Temmuz 2021.
ABD'DEN "DAKİK DARBE" İÇİN TEBRİK!
28 Mayıs sabahı, darbenin "saha lideri" Cemal Gürsel'i ziyaret ederek kutlayan Büyükelçi Warren, "Görev yaptığım ülkelerde çok darbe gördüm. Bu, şahit olduğum en dakik, en etkin ve en süratli darbe idi" demişti! Demek ki, darbenin saatini bile biliyordu.
Darbe üstadı Warren ayrıca Gürsel'i, "Darbeyi yapmak işin en kolay tarafıdır. Esas güçlükler sonra başlayacaktır. Bu güçlükler, Amerika'yı da ilgilendirir. Önümüzdeki aylarda doğacak bu güçlüklerin çözümünde Amerika yardıma hazırdır" şeklinde uyarmıştı![1]
ABD Başkanı Eisenhower da 11 Haziran günü bir mesaj yayınlayarak Cemal Gürsel'i tebrik etmiş ve ilk etapta 400 milyon dolar yardım göndermişti!
"MENDERES'İ ASIN, İŞİ BİTİRİN!"
Peki başlıkta neden "İnönü astırdı" dedik?
Berrin Menderes, oğlu Aydın'ın "N'olur, Paşa'ya gidip yalvaralım, belki babamın idamını önler" diye yalvarması üzerine İnönü'ye gitmişti. Bir saatlik yalvarma sonrası gazetecilerin sorusu üzerine İnönü "Dertli kadındır; dinledim" demekle yetinmişti. Oysa isteseydi idamları durdurabilirdi. Çünkü Millî Birlik Komitesi üyeleri, yetkilerini Temsilciler Meclisi'ne devrederken, "Paşam, idamlar konusundaki son kararı da Temsilciler Meclisi'ne devredelim, siz bu kurula hâkimsiniz (çünkü üyelerin tamamı CHP'liydi). İstemiyorsanız idamları onaylatmazsınız" demişti ama İnönü, "Başladığınız işi bitirin" cevabı vermişti.[2][1]Fahir Armaoğlu, Türk Amerikan İlişkileri, Kronik Yayınları, İstanbul 2021, s. 231-233.
[2]https://www.aa.com.tr/tr/demokrasinin-infazi-27-mayis/inonu-mbk-subaylarina-basladiginiz-isi-bitirin-demis/1152379
.7 Haziran 2024 Cuma
İran, geçen ay vahim bir "kaza" yaşadı. Cumhurbaşkanı, dışişleri bakanı, cuma imamı ve eyalet valisini taşıyan helikopterin enkazını bulamayan İran, Türkiye'den yardım istedi ve gönderilen TİHA, kısa zamanda koordinatları verdi.
Ancak Tahran, "Yardım istediler, gece görüşlü helikopter ve TİHA gönderdik, koordinatları belirledik" diyen Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı yalanlayarak, "Kendimiz bulduk" açıklaması yaptı. Türkiye'deki muhalefet, bir de "millî yas" ilan eden Erdoğan'ı, bu "acem yalanı" üzerinden topa tuttu, İHA'yı itibarsızlaştırma yarışına girdi!
Yani İran yönetimi, Türkiye'yi bir kere daha; en üst seviyeden bozuk para gibi harcamıştı!
Zaten olayın da "kaza" olmadığı, Şiî hafızanın; Türkiye ve Azerbaycan ile ilişkileri geliştirmek için çok çaba sarf eden Reisi ile Türk asıllı eyalet valisi ve cuma imamını devre dışı bıraktığı iddia edilmişti!
Dahası var! İran, 40 yıllık baş belamız olan PKK'ya, ABD'den daha nitelikli destek vermektedir. Oysa PKK'nın İran kolu olan PEJAK'a yargısız infaz yapmakta, teröristleri; meydanlardaki vinçlere asmaktadır.
İlginçtir İran, aynı "sinsi" düşmanlığı, bizim gibi Sünni olan Filistinlilere de uygulamaktadır! Zira İran'ın yıllardır boş tehditlerle sürdürdüğü İsrail düşmanlığı(!), "çılgın silahlanma" için bahane yapılmış, kaybeden daima Filistin olmuştur.
Bu durum, İran'ın Türkiye'ye sergilediği hasmane tavrın, "ulusal çıkarlar"dan çok daha derin bir düşmanlıktan kaynaklandığını göstermektedir.
ABD'NİN "YEŞİL" MÜTTEFİKİ Mİ?
Bu derin düşmanlığın, "İran İslâm Cumhuriyeti" aldatmacasının; aslında bir "Haçlı Siyonist Operasyon" olmasından kaynaklandığı düşünülebilir. Zira, Bursa'daki sürgün günlerinden itibaren CIA'nın korumasına alınan ve darbeyi; Fransa Dış İstihbarat Teşkilatı'nın (DGSE) tahsis ettiği merkezde olgunlaştıran Humeyni, 1 Şubat 1979 tarihindeki Tahran'a dönüş yolunda, Şah Pehlevî'nin generali Amir Hüseyin Rabii'nin düzenlediği üç suikasttan da MOSSAD sayesinde kurtulmuştu!
Çünkü ABD, Komünizmin "İslâm düşmanlığı"nı kullanarak, SSCB düşmanlığı oluşturmak için "Yeşil Kuşak/Ilımlı İslâm Projesi"ni devreye sokmuştu. Tabii ki asıl amacı, gümbür gümbür yayılan SSCB'yi durdurmaktı. Bu projeyi İran'da Humeyni, Türkiye'de ise Fetullah Gülen üstlenmişti! Bunları, Yahudi işadamı Jak Kamhi, 1978 yılında TÜSİAD heyeti olarak gittikleri Washington'da, Başkan Carter ve NSC (Ulusal Güvenlik Konseyi) Üyesi Paul Henze'den bizzat dinlemişti![1]
Zaten, Tahran'daki ABD Büyükelçiliği'ne yapılan baskında ortaya saçılan belgeler, CIA'nın desteğini ifşa etmişti! Ayrıca Irak Savaşı'nda da, İran'ın imdadına yine; "en büyük şeytan" yetişmişti! ABD'nin verdiği silahlar, "İrangate Skandalı"yla ortaya çıkmıştı!
AMA İRAN BİZE ESKİDEN BERİ DÜŞMAN!
"Yeşil Kuşak" müteahhitliği, İran'ın günümüzdeki garip davranışlarını çok güzel açıklıyor ama Türkiye düşmanlığını izah için yeterli olmuyor. Zira bu düşmanlık, daha eskilere dayanıyor.
O halde birlikte tarihin derinliklerine inelim!
Şah İsmail'in, Şiî Safevî devletini kurduğu yıllarda (1501), Osmanlı İmparatorluğu gücünün zirvesindeydi. Yeni devletini, Sünni Osmanlı karşısında güçlendirmek için Şiîliği yaymaya çalışan Şah İsmail, tıpkı İsmailî dedesi Hasan Sabbah'ın yaptığı gibi çok sayıda "dai" militanı Anadolu'ya göndermiş ve Kızılbaş fitnesi Kütahya'ya kadar gelmişti! 50 bin Müslüman kılıçtan geçirilmiş; evleri talan edilmişti. Hatta Nur-Ali Halife, Yavuz Selim Han'ın tahta çıktığı 1512 yılında; Malatya ve Tokat'ı işgal ederek Şah İsmail adına hutbe okutmuştu.
Konstantinopolis'in elden gitmesini bir türlü hazmedemeyen Haçlılar ise, o yıllarda "büyük bir rövanş" peşindeydi! Bu hain seferin öncülüğünü Portekizliler üstlenmişti. Ümit Burnu'nu geçerek Hint Okyanusu'na hâkim olan Haçlı donanması, Kızıldeniz'i ablukaya almış, Mekke ve Medine'nin kapısı olan Cidde'ye çok yaklaşmıştı ki, asıl hedefleri de burasıydı. Zikretmekte bile zorlandığımız bir alçaklık yapacak; Peygamber Efendimizin beden-i şerifini Avrupa'ya kaçıracaklardı!
Sünnî Osmanlı'yı hırpalama sevdasındaki Şah İsmail, Haçlıların bu alçaklığına ortak olmaktan bile çekinmemiş, "Mekke ve Medine'ye birlikte girelim, Kâbe'yi imha edelim" teklifinde bulunmuştu!
"BUNLARI DARMADAĞIN ETMEK FARZDIR!"
Bu küstahlık, payitahtta bardağı taşırmıştı.
Yavuz Selim Han, Haremeyn'in, pis Haçlı ayaklarıyla kirlenmesine asla izin vermeyecekti ama önce; Şah İsmail fitnesini bertaraf edecekti! Yoksa bu hain, arkadan hançerleyecekti! Şiî fitneleri, devlet ve millet bünyesinde derin yaralar açmış ve Anadolu, bir savaş sırasında içten çökecek hale gelmişti.[2]
Ancak, Safevî İran'a savaş açmak çok hassas bir durumdu. Bu yüzden Yavuz Selim Han, Çaldıran Seferine çıkmadan önce, "Hilafet kaftanının sahibi" olarak bildiğimiz İbn-i Kemal hazretleri başta olmak üzere nice dirayetli âlimlerden fetva istemişti.
Bu fetvalar, Şah İsmail ve Şiîlerle yapılacak savaşın tam bir "cihad" olduğunu tescil etmişti:
"Şah İsmail ve Kızılbaşlar, Peygamberimizin şeriatını ve Kur'ân-ı Kerim'i küçümsedikleri ve Allahü teâlânın haram kıldığı günahlara "Helâl" dedikleri ve pis başkanlarına; "tanrı" diye secde ettikleri ve Hazret-i Ebû Bekir ile Hazret-i Ömer'e sövüp halifeliklerini inkâr ettikleri ve de İslâm'ı yıkmak istedikleri için biz dahi Şeriat'ın hükmü ile fetva verdik ki, bu Kızılbaşlar kâfirdir. Hatta bunların hâli kâfirlerden daha fena ve çirkindir. Bunları öldürüp devletlerini yıkmak, tüm Müslümanlara farzdır."[3]
Bu fetvadan sonra sefere çıkan Yavuz Selim Han, Şah İsmail'i, 23 Ağustos 1514 günü Çaldıran'da hezimete uğratarak, Safevîlerin başşehri olan Tebriz'e girmişti. Binlerce Kızılbaş ile birlikte, Şah İsmail'in savaş meydanında bırakıp kaçtığı hanımı da esir edilmişti.
BU SİNSİ İSLÂM DÜŞMANLIĞININ SEBEBİ NEDİR?
İslâm iddiasında olan bir güruh, İslâmiyet'e ve Müslümanlara; hatta eshabın büyüklerine, neden bu kadar "düşman" olabilir?
Bu "zor" soruya cevap ararken, Irak'taki Şiîlerin merkezi olan Necef'te sergilenen sahne bize değerli bir "ipucu" verebilir!
Polonyalı Yahudi bir aileye mensup olan "dinler arası diyalog tutkunu" Papa Francis, Türkiye'deki "DAD Projesi"nin FETÖ ile birlikte patlaması üzerine, yeni bir "diyalog zinciri" için yollara düşmüştü. 28 Nisan 2017'de Mısır'da El Ezher'le, 3 Şubat 2019'da BAE'de M. Bin Selman ve M. Bin Zayed'le yapılan mutabakatları, 6 Mart 2021'de gittiği Necef'te de Şiî Lideri Ali Sistanî ile tamamlamıştı.
Papa'nın geldiği gün, Haçlıların hallaç pamuğu gibi attığı Irak'ta, "Ulusal Hoşgörü ve Birlikte Yaşama Günü" ilân edilmişti! "Haçlı Orduları Başkomutanı" Papa, yüzbinlerce Müslümanı öldürdükleri Irak'ta, enkaz üzerinden beyaz güvercin uçurmuş, "Kimse ölmesin, kardeşçe yaşayalım" dileğinde bulunmuştu!
Daha da garibi, 90'ı aşmış Sistani ile 85'e dayanmış Francis; korona salgınının zirvede olduğu günlerde, maskeleri indirmiş; el ele tutuşmuş; diz dize oturmuş ve birbirlerine iltifat yağdırmışlardı.
Asıl şifre ise, arkalarında duran dev afişteydi! Ağzında zeytin dalı tutan güvercinlerin süslediği afişte Sistanî, Papa'ya "Siz bizdensiniz; biz de sizden" diyordu!
Bu durumda bize, Hristiyan ve Şiîlerin nerede birleştiğini bulmak kalıyor! Bunun için ise, Şiîliğin köklerine inmek gerekiyor.
HRİSTİYANLIK DA ŞİİLİK DE AYNI ÜRETİM!
Yahudiler, tıpkı İsevîlik gibi İslâmiyet'i de, yayılmadan bozmak istiyordu. Yemenli bir Yahudi olan "Abdullah bin Sebe", İsevî görünen Yahudi Pavlus gibi İslâmiyet'i içeriden yıkmak için 650 yılında Şiîliği kurmuştu. İbadet(!) olarak da, Hazret-i Ebu Bekir; Hazret-i Ömer ve Hazret-i Osman Efendilerimize (radıyallahü anhüm) hakaret ve küfrü koymuştu!
Hazret-i Ali Efendimiz, "Ali Şiâsı" yani "Ali'yi çok sevenler" adını verdiği kişilerle ortalığı karıştırmaya çalışan bu fitneciyi Medine'den kovmuştu. Ancak, sinsi faaliyetlerini Basra, Küfe, Şam ve Mısır'da sürdüren bu münafık, dünyalık vaatlerle topladığı haydutları Medine'ye göndererek, 3. Halife Hazret-i Osman Efendimizi, 17 Haziran 656 Cuma günü; evinde Kur'an-ı Kerim okurken şehit ettirmişti. Hatta bununla da kalmamış, "iki taraflı" fitnelerle Müslüman kanı döktürmüştü.
Eshab-ı kiramın ve sonraki âlimlerin tepkisi sebebiyle yayılmadan unutulan Şiîliği, 14. asır sonlarında, Kur'an-ı Kerim'i sayılarla açıklamaya kalkan sapık yolun kurucusu Yahudi Fadlullah-ı Hurûfî, yeniden ortaya çıkarmış; sonra da Şah İsmail Anadolu'ya yaymıştı!
SONUÇ:
İşte İran'ın rotasını belirleyen "Şiîlik" budur! "Şiîler neden eshab-ı kirama düşmanlık ediyor" veya "İran; neden 'düşman' göründüğü İsrail'i hep dolaylı destekliyor ama 'dost' göründüğü Türkiye'ye düşmanlığı bitmiyor" sorularının cevabı da buradadır.
[1] Jak Kamhi, Gördüklerim Yaşadıklarım, Remzi Kitabevi, İstanbul 2013, s. 239.
[2] TDV İslâm Ansiklopedisi, Çaldıran Savaşı, Mustafa Çetin Varlık, İstanbul 1993 C. 8, s. 193-195
[3] Fetvanın aslı: Topkapı Sarayı Arşivi, No: 12077, s. 34.
.25 Haziran 2024 Salı
İsrail, zulüm ve katliamını ramazan; kandil; bayram gibi mübarek günlerde özellikle arttırır. Mesela Sincan Belediyesi, o meşhur "Kudüs Gecesi"ni; Kadir Gecesi öncesindeki yoğun saldırılara dikkat çekmek için düzenlemişti. Davos'taki "One Minute" çıkışı da, Kurban Bayramı'nı zehir eden "Dökme Kurşun Operasyonu"na isyandan başka bir şey değildi!
Bu yıl ise, zaten 7 Ekim'den bu yana her gün vahşet çıtasını yükselten İsrail, bayramda adeta "cinnet" geçirdi!
Çünkü onlar için bu bir "Din Savaşı"dır. Müslümanlara; özellikle mübarek günlerde zulmetmek, sapık dinlerinin talimatıdır!
Yani, Yahudilerin insanî bir kırmızı çizgisi yoktur. Bu bakımdan "İsrail ne zaman durur" beklentisi, zavallı bir acziyettir.
Çünkü İsrail asla durmaz; ancak durdurulur!
"İsrail'i Amerika durdurur" umudu da boştur. Çünkü Evanjelist Amerika'nın görevi Yahudileri durdurmak değil; desteklemektir!
Peki İsrail'i kim durdurur?
Cevap çok açıktır:
Ancak "mağdurlar" durdurur.
"Mağdur"dan kasıt; bütün Müslümanlardır!
Bu hususu iyi anlamalıdır! Siyonistler, bütün Müslümanların amansız düşmanıdır! Yani Filistinli kardeşlerimiz, hepimizin adına savaşmaktadır. Ama bunu anlamayan zavallılar, "Filistin sorunu" diyerek kendi savaşından kaçmaktadır!
Yani bu katliamların asıl sebebi, Amerikan silahları değil; Müslümanların, "kendi derdi" ile dertlenmemesidir.
Zaten Yahudiler de bu zaafımızı çok iyi bildiği için nihaî hedefine, bu koridordan "sindire sindire" ilerlemektedir. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın 24 Eylül 2019 günü BM Genel Kurulu kürsüsünde "İsrail'in sınırları neresidir?" diye sorarken gösterdiği "haritalar dizisi", İsrail'in değil; Müslümanların eseridir!
"Devlet başkanı"ndan "birey"e kadar, "Müslümanım" diyen herkesin vebali vardır. Oysa Filistinlilerin yok olması pahasına Hamas'ın bitirilmesi, Mısır ve Suudi Arabistan gibi sözde İslâm devletlerinin de sinsi beklentisidir. Hamas, vakti gelince hesaba çekilecektir ama şu anda "Hamas terör örgütüdür" bahanesi, katillere lejyonerlik etmektir!
Hatırlar mısınız; ABD Başkanı Trump, 21 Mayıs 2017 tarihinde Riyad'da Kral Selman ve Sisi ile birlikte, bir "Esrarengiz Küre"yi, avuçlarının içine alarak poz vermişlerdi. İşte o küre, hep birlikte korudukları "İsrail"dir!
Netanyahu'nun, "Koltuklarınızı kaybetmek istemiyorsanız sesinizi çıkarmayın" tehdidine karşı tek kelime edemeyen bu eyalet valileri, İsrail'e tepki gösterenlere karşı birer diktatördür! İsrail katliamlarını Hristiyanlar bile protesto ederken, bu İslam(!) ülkelerinden çıt çıkmamaktadır.
Hatta 13 Haziran günü, "Filistin bayrağını çağrıştıran bez taşıdı" diye, İstanbul Milletvekili ve Meclis İdare Amiri Hasan Turan'ı bile gözaltına alıp sorgulamış ve "Burası gösteri yeri değil, Filistin'e git" diye uyarmışlardır!
Müslümanlar, bu satılmışları iyi tanımalıdır!
İran da aynıdır. Amerika'nın, "SSCB'ye Karşı Yeşil Kuşak" projesiyle üretilen "İran İslam Cumhuriyeti"nin, İsrail'e zarar vermesini beklemek seraptan su beklemektir! Çünkü İran rejiminin, Sünnî Filistinlilere düşmanlığı Yahudilerden daha fazladır.
O halde ey kardeşim, "İsrail'i ben durdurmalıyım" sorumluluğunu hissetmek, Vehhabilik ve Şiîlik gibi "enfeksiyon"lara bulaşmayan gerçek mü'minin şiarıdır.
Üstelik sende, katillerde zerresi olmayan bir "güç" vardır!
Zira... "Dua mü'minin silahıdır!"
.15 Temmuz 2024 Pazartesi
15 Temmuz Derneği Başkanı İsmail Hakkı Turunç'un, bu yılki etkinlikleri anlattığı Hafıza 15 Temmuz Müzesi'ndeki programda konuşan İl Kültür ve Turizm Müdürü Coşkun Yılmaz, 15 Temmuz'un; Osmanlı'dan Cumhuriyet'e hiçbir darbeye benzemeyen bir "işgal teşebbüsü" olduğunu güçlü ifadelerle hatırlattı.
Bu fark, FETÖ ile mücadeleyi de zorlaştırmaktadır. Nitekim bitmeyen operasyonlar, taban desteğinin aynen devam ettiğini göstermektedir. 3 bin Fetullahçıya müebbet verilmesinin FETÖ için hiç önemi yoktur. İşi biten yakıt tanklarını atarak yükselen uzay aracı gibi FETÖ de, kurbanlarını unutarak yoluna devam etmektedir!
Bırakın taban desteğini, birçok kurumda tekrar yapılandıkları duyumları gelmektedir. FETÖ ve emperyalist patronu, bütün stratejisini Cumhurbaşkanı Erdoğan dönemini en az hasarla bitirmek üzerine kurmuştur. Yani FETÖ ve Amerika, 2028'ten sonra kim gelirse gelsin; kendileri için yeni bir dönem başlayacağına inanmaktadır.
15 TEMMUZ TEK İHANET DEĞİL; SON İHANET!
Mücadeledeki en büyük zaaf, FETÖ'nün; sadece 15 Temmuz ile anılır hale gelmesidir. Çünkü 15 Temmuz darbesi, buzdağının ucudur. FETÖ'nün sadece 15 Temmuz üzerinden sorgulanması, ihaneti sığlaştırmakta; "asıl güç kaynağı" olan "istismar" hıyanetini gizlemektedir.
Fetullah Gülen bu örgütü, Müslümanları maddi/manevî sömürerek bu hale getirmiştir. "İslâm'a hizmet" diye topladığı finans ve kadro gücünü; İslâm'la savaş için kullanmıştır. Bu yüzden FETÖ, asıl darbeyi İslâm'a vurmuş; ancak bunun hesabı sorulmamıştır.
Herkes iyi bilmelidir ki, bugün hiç zikredilmiyor olsa da FETÖ hıyanetinin asıl gövdesi bu "istismar"dır. Bu gövde kesilmediği sürece, bütün cezalar, bu hıyanet ağacının kollarını budamaktan ibaret olup; daha da gürleştirir.
Bu istismarı kimlerin desteklediğini, Alman Konrad Adenauer Vakfı'nın, 23 Ekim 2003 tarihinde Armada Otel'de düzenlediği "Dinler Arası Ortak Yaşam için Olanaklar ve Engeller" konulu konferansta konuşan "Dinler Arası Diyalog Temsilcisi" Niyazi Öktem; şöyle anlatmıştır:
"80'li yıllarda başlattığımız 'Dinler Arası Diyalog Projesi'nde hayli mesafe aldık. Bize en büyük desteği Diyanet verdi. Sayın Başkan'ın (Ali Bardakoğlu) gün boyu aramızda bulunması bunun en güzel ispatıdır. 'Diyalog'un Türkiye'deki öncüsü ise Prof. Dr. Mehmet Aydın'dır."[1]
Gerçekten, "Din Şuraları" başta olmak üzere Diyanet'in tek gündemi buydu. 23–27 Kasım 1998'de düzenlenen II. Din Şûrası'nın "Sonuç Bildirisi"ndeki, "Dinler arası diyalog çalışmalarının daha etkin şekilde yürütülebilmesi için Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde 'Dinler Arası Diyalog Genel Sekreterliği' kurulmalıdır" tavsiye/talimat üzerine bu birim derhal kurulmuştu. 15 Temmuz sonrasında da "Dinler ve Kültürler Arası İlişkiler Daire Başkanlığı" adıyla aynen korunmuştu.
Nitekim FETÖ'nün ifşa olmasından sonra Diyanet'in resmî sitesindeki Dinler Arası Diyalog içerikli Din Şuralarının kaldırılması üzerine, Kasım 1993'te düzenlenen "I. Din Şurası"ndan sonra Aralık 2014'teki "V. Din Şurası" geliyordu. Yani Diyanet'in 20 yıllık icraatı "Diyalog"tan ibaretti! Abant Platformu'nun da kurucusu olan Mehmet Aydın, 58; 59 ve 60. hükümetlerdeki 9 yıllık "Diyanet'ten Sorumlu Devlet Bakanlığı" döneminde, Diyanet'i bu "Haçlı Projesi" için seferber etmişti.
YARGI: "DİYALOG" VATİKAN'A HİZMETTİR
Ankara 4. Ağır Ceza Mahkemesi'nin 22 Temmuz 2016'da kabul ettiği Çatı İddianamesi bu gerçeği, "Dinler arası diyalog Vatikan projesidir" şeklinde tescil etmişti. 2. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından kabul edilen iddianame ise, "Fetullah Gülen, Papa ile görüşmesinden 12 gün sonra 'gizli kardinal' olarak atandı" şeklinde; vahim ayrıntılar içeriyordu.
Bu sapıklığı ilk önce tespit ederek Müslümanları uyarması gereken Diyanet, bu iddianamelerden bile bir yıl sonra anlayabilmişti! Başkan Mehmet Görmez'in 26 Temmuz 2017'de; "Geç kaldık" itirafıyla sunduğu "FETÖ Raporu"nda şöyle deniyordu:
"FETÖ, II. Vatikan Konsili'nde alınan karara dayanan 'Dinler Arası Diyalog Projesi' hakkında birçok etkinlik düzenleyerek, bağlılarını Hıristiyanlığa yaklaştırmıştır. Bilinçli bir şekilde kelime-i tevhidin sadece ilk kısmı öne çıkarılmış, 'Hazreti Muhammed'e iman' kısmı görmezden gelinmiştir. Bu çabalar, dinî açıdan asla tasvip edilemez."[2]
3 Ağustos 2016 tarihinde düzenlenen "Olağanüstü Din Şurası"nda "100 bin kişilik kadroya sahip olan Diyanet, bu mücadeleyi artık üstü örtülü götürmemeli" uyarısında bulunan Cumhurbaşkanı Erdoğan, bir yıl sonra da "Diyanet'in FETÖ ile mücadelede ciddi eksiklikleri olduğunu söylemek isterim. Bu ikazları meydanlarda ve özel görüşmelerde defalarca yaptık" demişti.[3]
FETÖ İLE NASIL BAŞ EDECEĞİZ?
8 yıllık mücadele göstermiştir ki, bu tehlikeli örgütün bertaraf edilebilmesi için hukukî mücadele ile birlikte, teolojik mücadele de şarttır ve bunu yapacak tek merci Diyanet'tir. Fetullah Gülen'in neden "hocaefendi" olmadığı herkese anlatılmalıdır. Ayrıca bu görev, Diyanet'in ödemesi gereken bir "keffaret"tir! 15 Temmuz Cuma hutbesinde "FETÖ, inancımızı, ibadetlerimizi, milli ve manevi değerlerimizi istismar etmiştir" demekle ödenmesi mümkün değildir.
Bu istismarın asıl sebebi, doğru dinî bilgilerin öğretilmemesidir. Gerçek Müslüman, hiç kimsenin; hatta anne babanın İslâmiyet'e uymayan hiçbir emrinin dinlenmeyeceğini iyi bilir. Bir karar verilmelidir. FETÖ gibi lejyonerlerin estirdiği en küçük hıyanet rüzgârında bile yamulan zayıf bir "dal" mı; yoksa Haçlı-Siyonist fırtınalara bile meydan okuyan "çınar" mı olacağız!
[1]Mehmet Oruç, Dinler Arası Diyalog Tuzağı ve Dinde Reform, Arı Sanat Yayınları, İstanbul 2017, s. 21
[2] Kendi Dilinden FETÖ, Diyanet İşleri Başkanlığı, Ankara-2017, III. Bölüm, s. 77.
[3] 5 Ağustos 2017- Diyanet'in İstanbul'daki "Yaz Etkinliği" kapanış konuşması.
.24 Temmuz 2024 Çarşamba
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan geçenlerde, "Suriye'de 2,5 devletle mücadele ediyoruz" dedi.
Suriye'deki baş düşmanımızın Amerika olduğunu biliyorduk. "Buçuk"un da Fransa olduğunu öğrendik. "Diğer baş belamız İran mı; Rusya mı" diye düşünürken, "İngiltere..." cevabıyla irkildik!
Zira İngiltere'yi hiç düşünmemiştik. Çünkü Suriye'de hiç görmemiştik! Hatta, "BREXIT"ten sonra ilişkilerimiz daha da gelişti diye biliyorduk!
Ayrıca Suriye-Filistin cephesinden kendiliğimizden çekildiğimize bakmayın; Çanakkale ve Kut'ül Amare'de İngilizlere kök söktürmüştük...
İNGİLİZLER "SİNSİ" DÜŞMANDIR!
Problem de burada başlıyor. Mertçe savaşmaya alışık olan Türk milleti, sinsi saldırıları anlayamıyor. Asırlık tecrübe, "Düşmanı iyi incelemeden yenemezsin" diyor ama milletimiz düşmanını bile tanımıyor!
Çünkü en tehlikeli düşman olan İngilizler, çok sinsi çalıştığı için anlaşılmıyor.
Peki İngilizler bize neden bu kadar büyük öfke duyuyor?
Efendim, İngilizlerin Türk düşmanlığı aslında İslâm düşmanlığından kaynaklanıyor!
Bu öyle bir düşmanlık ki, yaklaşık iki asır devam eden "Haçlı Seferleri", İslâmiyet'e İngilizlerin sinsi saldırıları kadar zarar verememişti. Daha doğrusu bütün dünyayı Britanya'ya taşımak için çalışan İngilizlerin "hırsı" ile İslâmiyet'i yok etmek için yırtınan Yahudilerin "sinsiliği", Müslümanlara karşı en tehlikeli "düşman" olan "Haçlı- Siyonist İttifak"ı doğurmuştur.
"Yeni Tip Haçlı Seferleri" diyebileceğimiz bu "sinsi savaş", 17. yüzyıldan bu yana İngiltere'nin öncülüğünde yürümektedir ki, artık bunları iki "taraf" olarak düşünmek doğru değildir. İsrail devletini daha o yıllarda kurmaya çalışan Benjamin Disraeli gibi başbakanlar ve Osmanlı'nın celladı olan George Curzon gibi bakanlar hep Yahudi'dir.
BU SAVAŞI NASIL YAPIYORLAR?
İslâm'a yönelik saldırıları koordine etmek için kurulan "Sömürgeler Bakanlığı", ortaokullardan devşirilen en zeki çocukları, gideceği memleketin inanç ve geleneklerine göre eğitmekte ve diplomat; tüccar; seyyah; arkeolog olarak göndermektedir. Bunlar vasıtasıyla "İslâmî fraksiyonlar" üreten İngilizler, Müslümanların; hakiki İslam'a ulaşmasını zorlaştırmışlardır!
Merhum Mehmet Oruç, 2003 yılında yayınlanan "Dinlerarası Diyalog Tuzağı ve Dinde Reform" kitabında şöyle demektedir:
"Müslümanları parçalayıp; birbirine düşürerek kaleyi içeriden fethetmek isteyen İngilizler, 'Bir şeyi yapmak için de yıkmak için de o şeyi iyi bilmelidir' prensibi gereği, İslâmiyet'i öğretip İslâm âlemine gönderdikleri 'âlim' kılıklı ajanlarla, Müslümanları birbirine düşürdü." [1]
Gerçekten İngilizler (Yahudilerin 650 yılında kurduğu Şiîliğe ilaveten), bu sinsi yöntemle kurdukları ve "İslâm" diye yutturdukları Vehhabîlik ve Kadıyanîlik gibi sapıklıklarla Müslümanları kırık vazoya çevirmişlerdir.
Bunu başarmalarını sağlayan, "düşmanı iyi tanımak" sırrını iyi bilmek gerekir!
LONDRA'DA "İSLÂM DÜNYASI" KURMUŞLAR!
1710 yılında "13 yaşında bir Müslüman" olarak geldiği İstanbul'da 3 yıl daha piştikten sonra Basra'ya giderek Muhammed bin Abdülvehhab üzerinden 14 yılda Vehhabiliği kuran İngiliz misyoner Mr Hempher, Sömürgeler Bakanı'nın "ödül" olarak verdiği sırrı şöyle anlatmaktadır:
"Beni yeraltındaki bir salona götürdüler. Büyük bir masada Osmanlı Padişahı, Şeyhülislâm, İran Şahı ve Şiî İmamı kıyafetli kişiler oturuyor, hepsi; kıyafetinin dilini konuşuyordu. Görevli, 'Bunları aynen asılları gibi yetiştirdik. Düşmanlarımızın ne düşündüğünü anlamak için plânlarımızı önce bunlara söylüyor; verdikleri tepkiye göre güncelliyoruz. Bu stratejiyle yüzde 70 isabet sağlıyoruz. Deneyebilirsin. Nasıl olsa Necef âlimi ile görüştün' dedi. Necef'te, Şia İmamına sorduğum soruları buradaki benzerine sordum, cevapları aynıydı. Şeyh-ül İslâm giyimli kişi ise, İstanbul'daki hocam Ahmed Efendi gibi konuşuyordu!"[2]
Şimdi de, 150 yıl sonraki Londra'dan bir kesit aktaralım.
Sultan Abdülmecid Han'ın Bahriyesinden Kaptan Mustafa Bey, 1858 yılında gittiği Londra'da, İstanbul'dan tanıştığı "emekli misyoner"lerin gezdirdiği "Londra Misyoner Cemiyeti"ni şöyle anlatmaktadır:
"Haşmetli bir binada her dine mahsus daireler vardı ve o dinde yetiştirilmiş İngiliz misyonerler görevliydi. İslâm bölümünde, Sünnî kısmında 4; Şiî kısmında ise 25 bölüm vardı. Bir Müslüman olarak ismini hiç duymadığım mezhepler varmış! Sadece Zerdüşt adındaki bir adamın kurduğu Mazdekizm mezhebi aklımda kalmış!"
Mustafa Bey, "İslâm Bölümü"nü şöyle anlatıyor:
"Duvarlar, meşhur İslâm eserleriyle; el yazması kitaplarla doluydu. Özel çekmeceden büyük bir Arabî kitap çıkardılar. Sahib-ü Saadet Efendimizin Mekke ve Medine günlerini anlatıyormuş. Bir büyük kitap daha çıkardılar ki, eshâb-ı kiram efendilerimizin esma-i şerifleri (isimleri) ile evsaf (vasıf) ve derecelerini anlatıyormuş. Hiç duymadığım kitapları akıcı şekilde okuyup Türkçeye tercüme ediyorlardı! Büyük bir salona girdik. Yere diz çökerek halka oluşturan 40 kadar İngiliz öğrenci, Arapça ve Türkçe diliyle İslâm'ın ince bilgilerini mütalaa ediyordu! Bana da bir mesele sual ederlerse diye ödüm koptu!" [3]
Bu merkez, Mr. Hempher'in bahsettiği yeraltındaki "Minyatür İslam Dünyası"nın yeni versiyonlarından sadece biridir.
Aktaracağımız birkaç örnek, İslâm'ın en azılı düşmanı olan İngilizlerin İslâmiyet'i çok iyi tanıdığını ama Müslümanların, "en büyük düşmanını" hiç tanımadığını göstermektedir:
MİSYONERİ, ALİ AĞANIN EVİNDE YETİŞTİRDİLER!
Londra Misyonerler Cemiyeti'nin başkanlarından olan Mr. John, daha 10 yaşında bir çocukken, 1832 yılında arkadaşı Herbert ile birlikte İstanbul'a gönderilerek İngiliz Sefiri John Ponsonby'ye zimmetlenmişti. "Muhammed Ali" adını verdiği Herbert'ı, Bektaşî Tarikatı'na sızmak üzere Konya'ya gönderen Ponsonby, adaşı John'u da, çocuk hasreti çeken büyükelçilik hizmetlisi Ali Ağa'ya evlatlık vermiş, "Ali Ağa, bu çocuk senin oğlundur, adı İbrahim'dir. Herkese böyle söyleyeceksin. Para sıkıntısı çekmeyeceksin. Mahalle mektebinde okutacak, geleneklerinizi öğreteceksin. Ama her ay mutlaka elçiliğe getireceksin" demişti.
Cihangir'de oturan Ali Ağa ve eşi Gülsüm Hanımın, üzerine titrediği İbrahim mektepte de çok başarılıydı; hocası "Zeki"yi eklemişti.
İbrahim Zeki otuz yaşında eğitimini tamamladığında, Türkçe ve Arapçayı ana dili gibi konuşan bir "müderris" olmuş ve Hariciye Nezareti'nde işe başlamıştı. Hatta İngiliz Sefir, Hariciye Nâzırı Reşit Paşa'yı ziyaret etmiş, sefaret çalışanı Ali Ağa'nın oğlu İbrahim Efendi'ye görev verdikleri için teşekkür etmişti!
En kritik bilgileri yıllarca Londra'ya aktardıktan sonra İngiltere'ye çağrılan İbrahim Zeki, "Sakal ve bıyığımı kestim, fesi çıkarıp silindir şapka giydim ve 'İbrahim'i burada bırakıp; 'John' olarak döndüm" demişti.
MR. WHİTE: KUR'AN'I 20 DEFA HATMETTİM!
Mr. White ise, İstanbul macerasını şöyle anlatmıştı:
"16 yaşında bir Oxford öğrencisi olduğum 1817'de, Misyoner Cemiyeti'nin seçtiği 13 zeki talebeden biri de bendim. Cemiyet merkezindeki bir yıllık eğitimden sonra beşimiz İstanbul'a gönderildik. Sefirimiz William Adolf, bizi Türk çocukları gibi giydirdi, Arabî, Farisî hocası temin etti. Kur'an'ı 20 kere hatmettik. Abdest ve namazı o kadar iyi öğrendik ki, mollaları mat ederdik!
Eğitimden sonra sefirimiz bizi toplayarak, 'Birer derviş olarak farklı tarikatlara süluk edeceksiniz. Vereceğimiz kâğıtlarda tarikatınız ve oradaki adınız yazılıdır' dedi."[4]
REDHOUSE ASLINDA BİR MİSYONERDİR!
Meşhur "kırmızı" sözlüğün yazarı James Redhouse ise 1826'da; 13 yaşındaki bir çocukken İstanbul'a gelmiş ve Sefaretin Türkçe Kâtibi Ferhad Efendi'ye; "Hayri" adıyla teslim edilmişti. Ferhad Efendi'nin oğlu ile birlikte mektebe giden Hayri, 5-6 ayda Müslüman çocuklardan ayırt edilemez hale gelmişti! Ayasofya hocası Hacı Zihni Efendi'den ders alan Hayri Efendi, Sadarette işe başlamıştı. Arapça, Farsça, Rusça, Grekçe, Almanca ve Fransızcanın yanı sıra, Türkçe'nin lehçelerini de öğrenen Mr. Redhouse, yabancı heyetlerle görüşmelerde "Osmanlı mütercimi" olarak yer almıştı.
1842 yılında yayınlanan iki ciltlik "Müntehabât-ı Lugat-ı Osmâniyye" adındaki Türkçe sözlüğü çok beğenilmiş ve defalarca basılmıştı.
1853'te "merkez"e çekilen Redhouse, 27 yıllık tecrübesini yeni ajanlar yetiştirmek için kullanmıştı!
NEREDEYSE ŞEYH-ÜL İSLÂM OLACAKTI!
Şark Dilleri Uzmanı Prof. Harley'in oğlu olan 13 yaşındaki Mr. Nebit ise, 1834 yılında Sefaret hizmetlisi Hüseyin Ağa'ya, "Tahsin Efendi" olarak teslim edilmişti. Tophane'de başlayan eğitimini, Fatih Medresesi'nde tamamlamıştı.
Londra'nın, İngiliz Sefârati'nde görevlendirmesi üzerine hocası Ömer Efendi, "Evladım sen mümtaz bir ulemâsın. Kadıasker veya Fetva Emini olabilirsin. Hatta Şeyhülislâmlığa kadar gidebilirsin. Niçin gavura hizmet edeceksin" bile demişti.
Mr. Nebit, sefaretteki görevinden sonra gittiği Hindistan'da, Sömürge Valiliği Divan Üyeliği de bitince "merkez"e dönmüştü.
VAMBERY'NİN MÜRİDLERİ VARDI!
1832 doğumlu Arminius Vambery ise, manastırda Müslüman gibi yetiştirildikten sonra gönderildiği Bağdat ve Şam'da medrese eğitimi almış bir İngiliz idi. Kısa zamanda "şeyh" olarak "Şamlı Reşid Hoca" diye anılan Vambery'nin namı, Sultan Abdülhamid Han'a kadar uzanmış ve Saray'a davet edilmişti. Neyse ki Abdülhamid Han, ajan olduğunu fark etmiş ve İngilizlere karşı kullanmıştı. Londra'ya döndükten sonra hatıralarını yayınlayan Vambery, Müslümanları nasıl kandırdığını zevkle anlatmıştı!
Dünyanın her yerinde bu yöntemlerle yıllarca İngiltere'ye hizmet eden misyonerler, sonra Londra'ya dönerek daha tehlikeli misyoner yetiştirmektedir. Bugün "İslâm düşmanlığı" Amerika liderliğinde yürüyor gibi görünse de, "ana strateji"yi yine İngilizler belirlemektedir.
TEL AVİV'DEKİ İSLÂM ÜNİVERSİTESİ!
Haçlı-Siyonist İttifakın güney cephesi de boş durmamaktadır! MOSSAD'ın 1956 yılında kurduğu "Tel Aviv İslâm Üniversitesi" de, seçme Yahudi çocuklarının "Düşmanını iyi tanımazsan yenemezsin" mottosuyla yetiştirildiği bir "üs"tür! Müslüman ismi verilerek İslam ülkelerinde kritik görevlere gelmesi sağlanan bu "âlim" görünümlü Yahudi ajanlar arasında tarikat kurarak Müslümanlara hükmedenler vardır!
Bu sinsi saldırılar bugün daha da yoğun olarak devam etmektedir. Ancak Müslümanları kandırma görevini artık Fetullah Gülen gibi "Yerli Hempher"ler yürütmektedir. İçimizdeki devşirmelerle; daha da sinsileşen bu saldırılardan kurtulmanın tek yolu, "düşman"ı iyi tanımak ve hîlelerine "doğru" bilgilerle karşı koymaktır.
Oysa bugünkü Müslümanlar, maalesef düşmanını bile tanımamaktadır!
[1] Mehmet Oruç, Dinlerarası Diyalog Tuzağı ve Dinde Reform, Arı Sanat Yayınları, İstanbul 2017, s. 5.
[2] Vahim ayrıntılar için: M. Sıddık Gümüş, İngilizlerin İslam Düşmanlığı, Hakikat Kitabevi, İstanbul 2017.
[3] İhsan Süreyya Sırma, Sömürü Ajanı İngiliz Misyonerleri, Beyan Yayınları, İstanbul 2018, s. 36-57.
[4] Murat Bardakçı, Şahbaba, Pan Yayıncılık, İstanbul 1999, s. 41-44
.6 Ağustos 2024 Salı
Bugün yaşanan işgal, iç savaş, terör ve zulümlerin çoğu, İslâm dünyasında yer almaktadır. 2 milyar Müslümanın, bir avuç Siyonist karşısında yaşadığı eziklik canımızı çok acıtmaktadır. Lübnan, Irak ve İran gibi ülkelerin kalbinde gerçekleştirilen son saldırılar, vahametin boyutlarını anlatmaktadır!
Bu zilletin sebebi, İslâm ülkelerinin zayıflığı değil; dağınıklığıdır. Bunu sağlamak için asırlarca çaba sarf eden Haçlı Siyonist ittifak, nice fitneler çıkararak ve Hilafeti kaldırtarak Müslümanları; "imamesi koparılmış tespih"e çevirmiştir! Sadece Filistinlilerin bile 20 parçaya bölünmesini iyi anlamak gerekir.
Zulüm ve katliamların "cinnet" sınırını aştığı günümüzde, Müslümanların birleşmesi zarureti daha da artmıştır ve önümüzdeki dönemde çok konuşulacaktır. Çünkü bu dağınıklıktan bütün Müslümanlar zarar görmektedir. Ve bu felaketten kurtulmanın tek yolu birleşerek karşı koymaktır.
Peki bu birleşme nasıl olacaktır?
Öncelikle mevcut fotoğrafın iyi anlaşılması gerekir. Malum; doğru tedavi için doğru teşhis şarttır! Bu "sorgulama" yapılmadığı için, herkesin katıldığı "Müslümanlar birleşmeli" temennileri hiçbir şey ifade etmemekte, kavram kargaşasında kaybolup gitmektedir.
KİM NEREDE DURUYOR?
Mevcut durumu, "doğru" anlayabilmek için önce, "ayrışma"nın nasıl oluştuğuna bakmak gerekir.
Bütün hak dinler, sonradan ortaya çıkan sapık fraksiyonların yayılarak; gerçeğinin yerini almasıyla yok olmuştur. İslâmiyet'in kıyamete kadar devam edecek olması, "yıkıcı" saldırılara muhatap olmayacağı anlamına gelmemektedir. Nitekim, farklı fırkalar üretip yayma çabaları, İslâmiyet ile birlikte başlamıştır.
İslâm'da ilk "fitne" organizasyonu olan Şiîliği (Sebeiyye), 650 yılında Abdullah bin Sebe adındaki Yemenli bir kripto Yahudi kurmuştur.[1]
Zamanla zayıflamış olan Şiîliği, Şah İsmail Safevî devletini, Sünnî Osmanlı karşısında ayakta tutabilmek için tekrar güçlendirmiş ve bütün Anadolu'ya yaymıştır. 25 civarında kolu olan Şiîliğin ortak paydası, ilk 3 halifeye yönelik inkâr ve iftiradır.
Muhammed bin Abdülvehhab'ın, Hempher isimli bir İngiliz misyonerin telkinleriyle kurduğu Vehhabîlik de, Müslümanları "müşrik" ilan etmiş, "Canları; malları ve kadınları helaldir" diyecek kadar ileri gitmiştir. Vehhabi bozguncularının, hacılara ve Mekke/Medine ahalisine yaptığı iğrençlikler, Hicaz'da yıllarca görev yapan Eyüp Sabri Paşa'nın "Tarih-i Vehhabiyân" kitabında ayrıntılı anlatılmaktadır ama okumaya yürek dayanmamaktadır.
Vehhabilik de Batı'nın desteğiyle, ABD başta olmak üzere her yerde kurulan "Islamic Center"ler üzerinden bütün dünyaya; "İslamiyet" olarak yayılmaktadır. Muhammed bin Selman, Washington Post'tan Karen De Young'a verdiği mülakatta "Vehhabîliği, Amerika'nın isteği üzerine yayıyoruz" demiştir.[2]
İngilizlerin, Hindistan'daki Müslümanları kontrol altına almak amacıyla Mirza Gulam Ahmed Kadıyanî üzerinden dizayn ettiği Kadıyânîlik de bu sapık yollardan biridir. 1885 yılında "mehdi"liğini ilan eden bu devşirme, 1891 yılında haşa "vahiy" aldığı iddiasında bulunmuştur. Pakistan Parlamentosu, 7 Eylül 1974 tarihli kararıyla bu sapıklığı "İslâm dışı azınlık" ilan etmiştir.
Bunlar ve daha nice sapık akımların nasıl kurulduğunu iyi anlamak için "Düşmanımızı tanıyor muyuz" başlıklı yazımız mutlaka okunmalıdır.
"DOĞRU" NASIL ANLAŞILACAK?
Peki, herkesin "Biz doğru yoldayız" dediği bu ortamda, "gerçek doğru" nasıl anlaşılacak?
Mesele tam da burada düğümlenmektedir. Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi vesellem) "Ümmetim 73 fırkaya ayrılacak. Sadece benim ve eshabımın yolundakiler kurtulacak" buyurarak, doğru istikameti açıkça gösterdiği halde, domates alırken bile "organik" ürün arayan Müslümanlar, "din" adına tercih yaparken gözü kapalı davranmaktadır.
Bugün İsâmiyet'e; İsâmiyet'in istediği gibi inanmanın tek yolu, Peygamber Efendimizin tarif ettiği "ehl-i sünnet"in temsilcisi olan dört hak mezhepten birine uymaktır.
FETÖ gibi bir istismar canavarı, Müslümanlara "gerçek İslâm" öğretilmediği için ortaya çıkmıştır. Eline "ehl-i sünnet miyarı" verilmeyen Müslümanlar maalesef, adi sarı madeni "altın" zannederek ihya etmiştir. Aynı durum "mezhep" ve "cemaat" diye yutturulan sapık yapılar için de geçerlidir. Ehl-i sünnet kriterlerine uymayan yapılar ne kadar popüler olursa olsun, "yol kesici" ve "istismarcı"dır.
NEREDE BULUŞACAĞIZ?
O halde Müslümanlar nerede buluşmalıdır?
Peygamber Efendimiz, yukarıda zikrettiğimiz hadis-i şerifi açıklarken, bir doğru çizgi çizmiş ve iki tarafına; balık kılçığı gibi eğri hatlar eklemişti.
Sağlı-sollu dizayn edilen sapık fırkalarla ancak, "ortadaki doğru hat" olan ehl-i sünnet çizgisi üzerinde birleşilebileceği, bu muhteşem örnekten daha güzel nasıl izah edilebilir?
Bu düz çizgi dışında bir yeri kasteden "Ortada buluşalım" teklifleri, son hak dini de yozlaştırmak anlamına gelmez mi?
Gerçek İslâm'ı, sonradan ortaya çıkan sapıklıklarla birleştirmek, Musevîliğin Yahudileştirilmesi ve İsevîliğin Hristiyanlaştırılması gibi İslâmiyet'in de tahrif edilmesi değil midir? Ayrıca bu teşebbüs, "İslâmiyet kıyamete kadar baki kalacaktır" mealindeki irade-i İlahi'ye aykırı olmaz mı?
Şiîlerin tamamen propaganda amaçlı "Lâ Şiîyye, Lâ Sünnîye... Vahdet-i İslâmiyye..." sloganlarını, "İslâm birliği için yapılan bir fedakârlık" olarak değerlendirmek, en masum ifadeyle onların tuzağına düşmektir. Bunu söyleyenlerin, İslâm'ın temel direklerine hakaretten asla vazgeçmemesi bir tarafa, "Lâ Sünnîyye" diyerek hakiki İslâm'ı reddedenlerle, nerede ve nasıl bir "vahdet" oluşturulabilir?
Bugün Müslümanlara kan kusturan Haçlı Siyonist ittifaka vurulacak en büyük darbe, İslâm dünyasının; Peygamber efendimizin buyurduğu "necat" yolunda birleşmesidir.
Bu gerçekler ışığında, "gerçekçi" bir birleşme için gayret etmeyenler, bugünkü dağınıklığın sebep olduğu katliam ve zulümlerden sorumludur.
[1] TDV İslâm Ansiklopedisi, Abdullah bin Sebe, Editör: Ethem Ruhi Fığlalı, İstanbul-1988, c. 1, s. 133-134.
[2] Vehhabîliği ABD istedi, Yeni Şafak, 29 Mart 2018. (https://www.yenisafak.com/dunya/vehhabiligi-abd-istedi-3191274
.26 Ağustos 2024 Pazartesi
Çeyrek asırdır "Tek Adam"ın yönettiği Türkiye'de bakın neler oluyor!
Çorum Valisi Mustafa Çiftçi'nin 4 Şubat 2021 tarihinde, "şapka mağdurları"nın temsilcisi olan İskilipli Atıf Efendi'yi anma programına katılması, CHP tarafından "toplumu kamplaştırma" olarak nitelenmiş ve ayıplanmıştı! CHP Milletvekili Tufan Köse, kabir ziyaretine bile, "Suçu ve suçluyu övmektir ve suçtur" demişti.
Sonrasında, "değiştiğini" iddia eden CHP'nin Kastamonu Belediyesi ise, "Şapka İnkılabının 99. Yıldönümü Şenliği" düzenlemişti! 8 gün süren bir organizasyonun maliyeti az değildir ama bu tür "CHP israfları"nı, "şartsız bağışçılar" karşıladığı için meselenin maddi boyutunu geçelim!
Ancak, unutulmaz zulüm ve katliamlara sebep olduğu için milletin vicdanını sızlatan bir konuyu, 40 gün 40 gece süren destan düğünler gibi kutlamak nasıl bir "değişim"dir!
Madem öyle, CHP'nin kutladığı "şenllik" neymiş; birlikte bakalım!
Reisicumhur Mustafa Kemal, 27 Ağustos 1925 tarihli Kastamonu gezisinde yaptığı konuşmada, Türk milletinin giyimini "Altı kaval üstü şişhane" şeklinde tanımlamış ve yeni kıyafeti şöyle tarif etmişti:
"Ayakta kundura, bacakta pantolon, yelek, gömlek, kravat, ceket ve tabii ki bunları tamamlayan güneş siperli başlık..."
Gazi, elindeki "Panama şapka"yı sallayarak şöyle devam etmişti:
"Bu serpuşa şapka derler. Buna 'Caiz değil' diyenler vardır. Arkadaşlar, bu gidiş mecburidir. Bu kadar önemli bir sonuca varmak için gerekirse, bazı kurbanlar da verelim! Bunun önemi yoktur!"[1]
CHP kurmayları mesajı almıştı! 1 Eylül günü Kastamonu'dan dönen Mustafa Kemal'i karşılayan bütün bakan ve bürokratlar şapkalıydı! Mazhar Müfit bile şaşırmıştı:
"Paşa, Kastamonu'dan döndüğünde gözlerime inanamadım. Paşa neyse ne! Fakat kendisini karşılayan Diyanet İşleri Reisi'ne de fötr şapkayı giydirmişti."[2]
Şapka giyme zorunluluğu getiren 2431 No'lu Bakanlar Kurulu Kararı hemen ertesi gün yayınlanmıştı.
"NESİLLER DEĞİŞİNCEYE KADAR SIKI TUTMAK LAZIM!"
İşi sıkı tutuyorlardı. 22 Ekim 1925 günü İzmir'den dönen Reisicumhur'u, Başvekil ve kabinesi, bütün mebuslar ve memurlar talimat gereği "şapkalı" karşılamıştı! Ayrıca istasyondan Meclis'e kadar yolun iki tarafına dizilen karşılama ekibi, şapkalarla Paşa'yı selamlıyordu!
Ama Anadolu'da durum farklıydı! Bitmeyen harplerin yaralarını sarmaya çalışan; açlıkla boğuşan millet, birden bire karşısına çıkan bu garip "buyruk"la şok olmuştu. Şapkanın, herhangi bir başlık olmadığını iyi bilen Müslümanlar, ülkenin değişik yörelerinde "Şapka giymek istemiyoruz!" protestoları başlatmıştı. Ama devlet de giydirmekte kararlıydı! Polis ve jandarma, köprübaşı ve kavşaklarda şapka kontrolü yapıyor, fes giyenleri tartaklıyor; hatta silah bile kullanıyordu.
Tepkilerin farkında olan Paşa, kendisini karşılayan Başvekil'e, "Yobazların şapka konusundaki tutumu nedir" diye sormuştu. İsmet Paşa'nın "Sinmiş ve ister istemez kabullenmiş durumdalar" cevabı üzerine, "Nesiller değişinceye kadar böyle sıkı tutmak lüzumludur" şeklinde uyarmıştı![3]
ŞAPKA, UÇAKTAN DA MUSUL'DAN DA ÖNEMLİ!
Aynı günlerde İzmir'de ise, İstiklâl Madalyalı Pilot Vecihi Hürkuş, ürettiği uçak için "uçuş belgesi" istemiş; ancak "Devlet bu tayyarenin teknik vasıflarını kontrol edemiyor" cevabı verilmişti. Hürkuş, devletin tescil edemediği kaliteyi, 15 dakikalık başarılı bir uçuşla ispatlamıştı ama "izinsiz uçtuğu" gerekçesiyle hapis cezası verilmiş ve uçağı da elinden alınmıştı!
Yine o günlerde İngiltere, Musul'a el koymuştu ama Adalet Bakanı Mahmut Esat'a göre "şapka" hepsinden önemliydi:
"Atatürk fikrimi sormuştu. Musul işi aleyhimize neticelendiği için hayli sıkıntılı idi. 'Şapka giymek, bu millet hesabına Musul fethinden üstündür!' cevabı verdim. Hafifçe gülümsedi ve başını birkaç defa sallayarak beni taltif etti!"[4]
Bütün sert tutuma rağmen tepkilerin önlenememesi üzerine "671 sayılı kanun" hazırlanmış, bazı mebusların "İnsan hak ve hürriyetine aykırıdır" eleştirilerine rağmen 25 Kasım 1925 tarihinde onaylanmıştı! Artık itiraz eden İstiklâl Mahkemesi'nde hesap verecekti![5]
Anadolu'da şapka zulmüne uğrayanların haddi hesabı yoktu. Jandarmalar özellikle cami önlerinde pusuda bekliyor, şapkasız çıkanları yaka-paça karakola götürüyordu! Sivas'ta da Şapka Kanunu'na tepki gösterilmesi üzerine bütün muhtarlar, tepki afişini hazırlayanlar ve duvara yapıştıranlar ile (ne demekse) "düşünce birliği yapanlar" tutuklanmıştı!
Şapkayı ilk giyenlerden Diyanet İşleri Başkanı Rifat Börekçi ise, müftülüklere gönderdiği 2 Ocak 1926 tarih ve 40/27 sayılı talimatta, Şapka Kanunu'nun kabul edilmesiyle şapkanın "millî kisve" haline geldiğini iddia ederek, "Namazda giyilmesinde hiçbir şer'i mahsur kalmamıştır. Camilerde şapkayı çıkarıp takke giyenlerin, yeknesaklığı bozmasına mani olunuz" şeklindeki bir "dinî katliam"a imza atmıştı!
Ayrıca Rize, Maraş, Giresun, Kırşehir, Kayseri, Tokat, Amasya, Samsun, Trabzon ve Gümüşhane'de de birçok Müslüman, İstiklal Mahkemeleri'nin hışmına uğramıştı. CHP mebuslarının "hâkim" olduğu İstiklâl Mahkemeleri, yüzlerce kişiyi "idam"a mahkum etmişti. Bu hukuk cinayetlerinin tamamını burada zikretmemiz mümkün değil. Ancak en meşhur "mağdur" olan ve CHP'nin bugün hâlâ kendisine rahmet okunmasına bile tahammül edemediği Âtıf Hoca'nın başına gelenleri; "örnek" babında kısaca aktaralım.
GİRESUN'DA BERAAT, ANKARA'DA İDAM!
"Medaris Müfettişi" İskilipli Mehmed Atıf Hoca'nın 1924'te yazdığı "Frenk Mukallitliği ve Şapka" isimli kitap, Maarif Vekâleti izniyle basılmıştı. O dönemde "Şapka Kanunu" olmadığı gibi; giyenlere soruşturma açılıyordu.
İstiklâl Savaşı'na da büyük katkısı olan Âtıf Hoca, Şapka Kanunu'ndan hemen sonra (7 Aralık 1925 akşamı), Laleli'deki evinden alınmış ve bir haftalık hukuksuz gözaltıdan sonra 14 Aralık'ta Giresun'a nakledilmişti.[6]
Âtıf Hoca İstiklal Mahkemesi'ne çıkarılmıştı ama bir yıl önce yayınlanan tek formalık "Şapka" risalesinde, "tahrik ve teşvik" suçu tespit edilemediği için beraat kararı verilmişti. Özür dileyerek İstanbul'a sevk edilen Atıf Hoca serbest bırakılacağı sırada, "Ankara'ya gönderin" talimatı gelmişti![7]
Asıl öfke, Atıf Hoca'nın Hilafeti savunmasından kaynaklanıyordu. İskilipliyi Ankara'da tekrar yargılayan Kel Ali (Çetinkaya); Kılıç Ali (Süleyman Asaf) ve Reşit Galip, Âtıf Hoca'nın oturaklı savunması karşısında "çaresiz" kalmıştı!
İslâmiyet'in "farz" kıldığı başörtüsünü "Bir metrelik bez parçası" olarak gören günümüzün CHP zihniyeti, Âtıf Efendi'ye aynı aşağılamayı yapmıştı:
Kel Ali'nin; "Kafandaki bez parçasını çıkarıp; yine bir bez parçası olan şapkayı giysen idamdan kurtulacaksın" şeklindeki hakaretine, Âtıf Efendi, "Arkanızdaki Türk Bayrağı da bir bez parçasıdır, onu indirip; İngiliz bayrağı assanız olur mu" şeklinde cevap vermişti. Öfke küpüne dönen Kel Ali, "Bu mahkemenin temyizi yok; biliyorsun değil mi" diyerek intikam almıştı!
Nitekim 3 Şubat günü, savcının ancak "üç yıl kürek cezası" isteyebildiği Âtıf Hoca'ya, "TC'nin tamamen veya kısmen tağyiri mucibince" gibi laf kalabalığıyla "idam" cezası vermişlerdi![8]
Bu haksız karar, hemen uygulanmış ve Âtıf Hoca, 4 Şubat 1926 seherinde, idam sehpası yanında sabah namazını kıldıktan sonra Babaeski Müftüsü Ali Rıza Efendi ile beraber asılmıştı. O sırada "Giy domuz!" diyerek, başına pis bir şapka geçiren Kılıç Ali, son nefesinde; idamdan daha büyük bir zulüm yapmıştı! Bu iki mazlum, şapka karşıtlarına gözdağı vermek için üç gün "asılı" bekletilmişti!
Kastamonu'da ilan edilen "öngörü" gerçekleşmiş, İskilipli ve Dağıstanlı başta olmak üzere farklı illerde yüzlerce kişi şapkaya "kurban" verilmişti.
Günümüzdeki Kemalistler, bu hukuk cinayetlerini "Şapka yüzünden kimse asılmadı" oyunuyla savunmaktadır. İdam kararının hiç birinde "Şapkaya muhalefet gerekçesiyle..." yazmadığı doğrudur. Ama milleti ahmak yerine koyan bu utanmazlar da iyi biliyor ki, asılanların tamamı "şapka kurbanı"dır.
CHP, işte bu "şapka kurbanları"nı kutlamak için "şenlik" yapıyor ama bütün bu zulümlere rağmen günümüzdeki bazı muhafazakâr erkeklerin "kasket merakı"yla, bazı kadınların başörtü üzerine geçirdiği "serpuş"lar, bizim için feda-i can eyleyen "Âtıf"ların kemiklerini daha fazla sızlatıyor!
[1] Nimet Arslan, Atatürk'ün Söylem ve Demeçleri, TTK Basımevi, Ankara 1961, c. II, s. 207-221.
[2] Mazhar Müfit Kansu, Erzurum'dan Ölümüne Kadar Atatürk'le Beraber, Ankara 1997, s. 132.
[3] Fahrettin Altay, 10 Yıl Savaş ve Sonrası, İnsel Yayınları, İstanbul 1970, s. 392.
[4] M. Esat Bozkurt, Atatürk İhtilali, İstanbul Üniversitesi Yayınları, İstanbul 1940, s. 149.
[5] TBMM Zabıtları, 25 Kasım 1925, s. 222-231.
[6] Sadık Albayrak, İskilipli Mehmed Âtıf Efendi, DİA, c.22, s. 583-584.
[7] Atıf Hoca Nasıl İdam Edildi, Derin Tarih 20. Sayı Eki, Kasım 2013, s. 14-47.
[8] Ahmet Nedim, Ankara İstiklal Mahkemesi Zabıtları 1926, İşaret Yayınları 1993, s. 109-115.
.3 Eylül 2024 Salı
Sanayi devrimiyle birlikte bilim ve teknolojide hızla ilerleyen Avrupa'nın, aramızdaki mesafeyi açtığı bir gerçektir. Bu yüzden, "İlim Çin'de de olsa alınız" emrine uyan Osmanlı sultanları, bu açığı kapatmak için gereken her şeyi yapmıştı. Viyana'dan üniversite hocaları getirten Sultan II. Mahmud Han, "Avrupa'da eğitim" geleneğini de başlatarak, bütün masraflarını karşıladığı 28 Türk gencini bu amaçla göndermişti.
Abdülaziz Han ve Abdülhamid Han da, hiç komplekse girmeden Batı'nın seviyesine ulaşmak için yoğun çaba sarf etmişlerdi. Avrupa tarzı eğitimin öncülüğünü yapan Abdülhamid Han, ilkokulları köylere kadar yaymış, Darülfünun'da Hukuk; Fen ve Edebiyat bölümleri, Mekteb-i Mülkiye, Güzel Sanatlar Akademisi, Mühendislik, Maliye, Ticaret ve Ziraat gibi 18 dalda yüksekokul açmış, Batı standartlarında kurmay subay yetiştirmek için Erkan-ı Harbiye'yi kurmuştu. 3-5 olan matbaa sayısı, 1908'da 99'a ulaşmıştı. 1876 yılında Mardin'deki Deyrulzafaran Manastırı'nda kurulan Latin harf matbaası, 1969'a kadar Süryanice ve Türkçe eserler basmıştı.[1]
Avrupa'nın ulaşım teknolojisi de transfer edilmiş; 6.500 km.lik demiryolu ağı kurulmuştu. 1890'da İstanbul'dan Edirne, Filibe, Selanik, Belgrad, Saraybosna, Budapeşte, Viyana ve Paris'e tren seferleri yapılıyordu. 1900 yılında Şam'a, 1908'de ise Hicaz'a ulaşmıştı.
"Avrupa'da eğitim", Abdülhamid Han döneminde "salgın" haline gelmişti! Paris ve Londra'ya gitmeyen asker ve aydınlara "cahil" gözüyle bakılıyordu. Batı'nın ilmini ülkesine taşımak isteyen Abdülhamid Han da bu akımı desteklemişti.
Ancak, ilim ve teknoloji yüklenerek dönmesi beklenen bu "süzme" Türkler, Paris'te adeta resetleniyor ve Avrupa'nın yaşam tarzına hatta sapık inancına tutulmuş birer "Batı mankurtu" olarak dönüyordu!
Netice itibariyle, Paris'te Batılılaştırılan; Londra'da Masonlaştırılan Sadrazam M. Reşit Paşa'nın 1839'da ilan ettiği Tanzimat Fermanı ile "resmen" başlayan Batılılaşma yolculuğumuz, I. ve II. Meşrutiyetle hızlanmış, Cumhuriyet döneminde ise "devlet politikası" olmuştu! İlerlemek ve medenî olmak için "Batı gibi giyinmek, Batı gibi yaşamak; hatta Batı gibi inanmak" gerekiyordu!
Batı yolculuğu öyle hızlanmıştı ki, dönemin etkinleri, Anayasa'nın 2. maddesini "Devletin dini Hristiyanlık'tır" şeklinde değiştirmekte kararlıydı!
İsmet Paşa, "I. Dünya Savaşı'nda yenilen Macarlar ve Bulgarlar, Hristiyan oldukları için bağımsızlığını korudu" diyordu!
18 Temmuz 1923'te Mustafa Kemal Paşa başkanlığındaki toplantıda Tevfik Rüştü (Aras) Bey, "Teşkilat-ı Esasiyemizde 'yeni dinimiz' apaçık yazılmalıdır" demişti. İktisat Vekili Mahmud Esat (Bozkurt) Bey de; "Evet Hristiyanlık yazılmalıdır! Çünkü İslamlık terakkiye manidir. Bu dinle yürünmez; mahvoluruz. Bize kimse ehemmiyet vermez" ifadeleriyle destek vermişti! Dahiliye Vekili Fethi Bey ise "Türkler İslâmlığı kabul edince geri kaldı. Bunun için İslâm kalmayacağız" demişti.[2]
1925'te, milleti önce "zahiren" Hristiyanlaştırma harekâtı başlatılmıştı!
Fatih'in hocası Muhammed bin Kutbuddin-i İznikî'nin yazdığı "Miftahu'l Cenne" (Mızraklı İlmihal) isimli kitabı, Sultan Abdülhamid Han dağ köylerine kadar bütün ülkeye dağıtmıştı. Anadolu'nun Müslüman kalmasına büyük katkı sağlayan bu kitabın "Küfür Alametleri" bölümünde açıkça "Şapka giymek" de zikrediliyordu!
Tek parti İttihatçıları, bu kitabı ve Müslümanlar üzerindeki etkisini iyi biliyordu. Hatta Abdülhamid Han'ı devirmek için, 74. sayfadaki "Elfaz-ı Küfr" maddelerine korsan olarak, "Zalim bir kimseye (Abdülhamid kastediliyor) 'adil' diyen kâfir olur demişler" cümlesi eklemişlerdi! Bu sahtekârlığı fark eden Sultan, bozuk baskıları toplatmıştı.[3]
5 asırdır dinini bu kitaptan öğrenen Müslümanlara, "küfür alameti" olarak bildikleri serpuşu dayatmış; giymeyenlerin kafasına çiviyle çakmışlardı!
1932 yılında, Hristiyanlık için bir adım daha atarak, "Camiye ayakkabıyla girilsin, kiliselerdeki gibi iskemlede oturulsun, ezan Türkçe okunsun" kararı almışlardı!
Adeta millete meydan okuyorlardı! Savaşta dini için ölmesini emrettikleri Müslümanlara şimdi de "Dinini öldür" diyorlardı! Sanki sinsi bir "Haçlı Saldırısı" yaşanıyordu!
Türk-İslâm geleneğinde "devlet" kutsaldı! Millet her şeye rağmen devletine karşı ayaklanmamıştı ama milletin bağrında öyle bir yara açmışlardı ki, aradan geçen yüz yıla rağmen hâlâ kapanmamıştı! Devletin bekası olan millet, anlamsız dayatmalar yüzünden küstürülmüştü!
"Bu kadar fatura ödedik de ne kadar medenîleştik" sorusuna doğru cevap verebilmek için önce "Medeniyet"i doğru tanımlamak gerekir.
Bilge insanlar, medeniyeti "Tamir-i bilâd ve terfih-i ibâd" şeklinde tarif etmiştir. Yani medeniyet; modern şehirler kurmak, asrî bir hayat sunmak ama aynı zamanda insanların ruhen de sağlıklı ve mutlu olmasını sağlamaktır.
Bu durumda, ülkeyi "medeniyet"e götürme iddiasıyla "yanlış makas değişikliği" yapılmış demektir.
Peki bu kadar yıldır kendimizi kaybedercesine peşinde koştuğumuz Avrupa bizi ne kadar "Batılı" kabul etmektedir?
AB üyelerinin çoğunu fersah fersah geride bırakan Türkiye, 60 yıldır kapıda beklemektedir! Hadi bunu geçelim! Çünkü ne kadar modern görünseler de "Haçlı" zihniyetini bırakamadıklarını biliyoruz.
Peki onlar gibi giyinen, onlar gibi yaşayan Türkleri "Avrupalı" kabul ediyorlar mı?
Nerdeee...
İşadamlarımızın "acil" vize talebini bile aylarca bekletiyor; çoğuna da vermiyorlar. Gidebilenleri ise aşağılıyorlar. Daha geçen hafta yazarımız Faik Tanrıkulu, Frankfurt'ta uçakta yapılan vize kontrolünün fotoğrafını paylaşmıştı!
Bu ne ki... Bizi, uçakta ilaçlamışlardı!
Bizim medeniyetimiz, gayrimüslimlerin hakkını Müslümanlardan önce düşünürken, "aşık" olduğumuz Batı, sadece kendi halkını "insan" görmektedir! Kendinden olmayanlara yönelik "soykırımı" bile destekleyen Batı'nın "medeniyet" makyajı bugün tamamen dökülmüş ve ortaya iğrenç bir "canavar" çıkmıştır!
Uğruna her şeyimizi feda ettiğimiz "Batı" bu mudur?
Oysa, Batı değerlerine saygı duyan ama kendi değerlerimize de sahip çıkan; onurlu bir tavır sergileseydik, bugün çok daha "itibarlı" olurduk!
[1] Mehmet Alparslan Küçük, Süryani Dinî Merkezleri, AÜ Sosyal Bilimler Ens. Dergisi, Aralık 2019, s. 502.
[2] Kazım Karabekir'in Hatıraları, Yeni İstanbul, 13-16 Kasım 1970.
[3] İsmail Kara, Derin Tarih, Sayı: 77 Ağustos 2018, s. 36-40.
.
XXXX
2,5 ay önce "Evlat Nöbeti"ne destek için ziyaret ettiğimiz Diyarbakır'a, şimdi de Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın merakla beklenen konuşmasını izlemek için gitmiştik. Ancak malumunuz, Bartın'daki elim facia sebebiyle bu program ertelendi. Şehitlerimize rahmet, yaralılarımıza acil şifa diliyoruz.
Yine de verimli bir Diyarbakır ziyareti yaptığımızı düşünüyorum. Değerli kardeşim Murat Özer, 24 TV'deki özgün programı "Esas Mesele"yi, bu hafta mekan ve zaman olarak Diyarbakır'a ayırdı. Program öncesinde ise Diyarbakır'daki iş insanları ve STK temsilcileriyle çok verimli bir görüşme gerçekleştirdik.
Diyarbakır'da gözlemlediğim değişimi ve izlenimlerimi, sizlerle de paylaşmak istiyorum.
Önce "Gerçek Diyarbakır"ı hatırlatalım...
İslâmî açıdan çok önemli bir geçmişe sahip olan Diyarbakır, Anadolu'nun İslamiyet'e açılan kapısıdır. Hazret-i Ömer Efendimiz (radıyallahü anh) döneminde, Hazret-i Halid bin Velid gibi kahraman sahabîler tarafından fethedilmiştir. Ve ilk iş olarak MarToma Kilisesi camiye çevrilerek Ulu Cami adı veriliştir. Bu fetih esnasında şehit olan (Halid bin Velid Hazretlerinin oğlu) Süleyman ibni Halid Hazretleri, 26 kıymetli sahabe ile birlikte Hazret-i Süleyman Camii'ndedir.
Abbasîlerden Selçuklulara; her dönemde "İslâm merkezi" özelliğini koruyan Diyarbakır Osmanlı döneminde daha da önemli hale gelmiştir.
Şimdi de "Eski Diyarbakır"ı hatırlayalım...
Ne yazık ki Osmanlı'nın bitişi, "Gerçek Diyarbakır"ın da sonu olmuştu.
Sahabî emaneti olan Diyarbakır'ı değiştirmeye, "adından" başladılar. Diyar-ı Bekr veya Osmanlı dönemindeki "Diyarbekir" haliyle Peygamber Efendimizin ilk halifesi EbuBekr Efendimizi hatırlatan bu değerli isim, "Bakır memleketi" gibi bir sığlaştırmayla "Diyarbakır" yapılmıştı.
Bu güzelim medeniyet beldesi, bölgede tezgâhlanacak emperyalist oyunların merkezi haline gelmişti. Mesela, Hilafetin kaldırılmasına isyan eden Şeyh Said'in "Kürt İsyanı çıkardı" gerekçesiyle burada asılması (29 Haziran 1925) öyle uzun vadeli fitne idi ki, bu hıyanete sahne olan Dağkapı Meydanı hâlâ gözyaşlarıyla ziyaret edilmektedir.
Asıl dezenformasyon gerideydi. PKK'nın 1978'de Lice'de kurulması asla tesadüf değildi. İlerleyen yıllarda caddeleri dolduran "Başkent" tabelaları, bu İslâm diyarını terör merkezi yapma çabalarının eseriydi. Ne gariptir ki "rejim güvenliği"ni, farklı kesimleri birbirine düşürerek sağlayacağını düşünen devlet anlayışı da, Diyarbakır'ı terör örgütüne ikram etmişti!
Bu güzel diyarımızın, "muhafazakâr dokusunu kaybederek sanki Marksist; Leninist PKK'nın Moskova'ya uzanan kapısı haline geldiği" algısı hızla yayılmıştı.
O hale gelmişti ki artık Batı'dakiler, bırakın gezmeyi iş için bile Diyarbakır'a gidemiyordu. Zaten burada yaşayanlar da huzur nedir bilmiyordu!
"Bölgedeki değişimin canlı örneği" diyebileceğimiz Orhan Miroğlu, "Eski Diyarbakır"ı, fail-i meçhul kurbanı Musa Anter'in ağzından şöyle tarif ediyordu:
"Diyarbakır'da kaldığım 4 gün boyunca 'ölümden korkmadım' desem yalan olur. Ölümü hiç unutturmamaya, hep hatırlatmaya kararlı bir şehir olmuş Diyarbakır. Daha güneş batmadan herkes evlere çekiliyor, sokaklarda in-cin top oynuyor" (Dıjwar, s. 104)
Daha 6-7 yıl önce tezgâhladıkları "Hendek Terörü"yle şehri daha da "korkunç" hale getirmişlerdi!
Gelelim "Yeni Diyarbakır"a...
Çok şükür o eski Diyarbakır'dan eser yok şimdi... Bölgedeki değişimi yıllardır yakından izlediğim halde, "Yeni Diyarbakır"ı görmeseydim asla hayal edemezdim. Aynı şekilde, Diyarbakır'ı görmeyenlerin zihninde, hâlâ o korkunç sahnelerin döndüğü kanaatindeyim.
Sadece teröristlerin "köstebek yuvası"na çevirdiği Sur'un, tarihî dokuya uygun olarak yenilenmesini kastetmiyorum. Diyarbakır artık, Sayın Vali Ali İhsan Su başta olmak zere bütün kamu görevlilerinin yerli halkı mutlu etmek için çırpındığı bir huzur kenti haline gelmiş.
Ya Diyarbakırlılar...
Yeni tanıştığı bir "yabancı"ya, "Evimiz müsait; buyurun" diyecek kadar içten ve samimi olan Diyarbakırlılar, kucağını açmış Türkiye'yi bekliyor.
Demem o ki devlet, "Gerçek Diyarbakır"ı yeniden tesis etmek için gereken her şeyi yapmış. Şimdi sıra bizde...
Diyarbakır artık çok huzurlu ve güvenli bir şehirdir. "Medeniyetler arasındaki zaman tüneli" olan tarihî hazineleri, leziz yemekleri ve gülen yüzüyle sizi beklemektedir.
.24 Ekim 2022 Pazartesi
Diyarbakır'da geçen hafta ertelenen toplu açılış töreni dün gerçekleşti.
Yapılan yatırımlar, açılan yollar, TOKİ'nin yaptığı evler vs. yurdun her köşesinde yaşanan manzaralar olduğundan, üzerinde durmayacağım.
Dün Diyarbakır'da şahitlik ettiğimiz asıl önemli "icraat", "Eski Diyarbakır"a vurulan "kilit"tir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın İstasyon Meydanı'ndaki mitingde yaptığı "Diyarbakır Cezaevi'ni müzeye dönüştürüyoruz" müjdesi, bence bu bölgede yapılabilecek en zor ama en önemli icraattır.
Çünkü terör örgütüne "eleman" yetiştirme merkezi gibi bir fonksiyon yürüten Diyarbakır Cezaevi'ne "kilit" vurulması, devletteki çok önemli bir zihniyet değişiminin tescilidir.
Çünkü bu kilit, rejimin güvenliğini; milleti birbirine kırdırmak üzerine bina eden sakat anlayışa vurulmuş bir "kilit"tir.
Diyarbakır Cezaevini, kapatılmadan dakikalar önce Adalet Bakanı Bekir Bozdağ ve Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy ile birlikte gezdik. 6,5 yıl bu cezaevinde tutulan Orhan Miroğlu da yaklaşık 40 yıl sonra tekrar girdiği koğuşunda yaşadıklarını anlattı.
Bu icraat neden önemli?
Yıllarca süren işkenceler asla "Oradaki birkaç sadistin işleri" şeklinde izah edilemez. Zira Orhan Bey'in Dıjvar kitabında da zikredilen ayrıntılar, bu yapılanların, Emniyet'ten Yargı'ya kadar uzanan bir "devlet politikası" olduğunu göstermektedir.
Kaldı ki daha son 10-15 yıla kadar "devletin memuru" ve "devletin askeri" de benzer "işkence"leri, "Kürt" oldukları için "potansiyel suçlu" olarak görülen sivillere karşı da uygulamıştır.
Bu uygulamalar sayesinde PKK asla "kadro" sıkıntısı çekmemiş, bugün artık HDP'nin bile yapamadığı "Dağa eleman devşirme" işini bizzat "devlet" yapmıştır.
Bu tavır, CHP'nin tek parti iktidarı döneminde devletin genlerine işlediği bir "İttihatçı ırkçılığı"dır.
8 Eylül 1925'te çıkarılan "Şark Islahat Planı"nın 14. maddesinde Kürtlerin yaşadığı il ve ilçeler tek tek sayılarak, "Hükümet, belediye ve diğer dairelerde, okullarda, çarşı ve pazarda Türkçeden başka dil kullananlar cezalandırılacaktır" deniyordu.
1960 darbesinden sonra ise "Kürt" ifadesinin, TBMM'deki millet kürsüsünde bile kullanılması yasaklanmıştı. Oysa bugün artık bizzat devletin kanalı Kürtçe yayın yapmaktadır.
Bu ülkenin başka bir Cumhurbaşkanı (Cemal Gürsel) aynı Diyarbakır'da "Bu memlekette Kürt yoktur. 'Kürdüm' diyenin suratına tükürürüm" demiştir.
Yani CHP'nin, diktatörlük döneminde diktiği nefret fidanı, 27 Mayıs ve 12 Eylül darbelerinde de özenle büyütülmüştür.
Şimdiki CHP temsilcilerinin, PKK terör örgütüne hizmet eden HDP'yi destekleme çabaları, CHP zihniyetinde hiçbir şeyin değişmediğini göstermektedir.
Dün Diyarbakır'da gerçekleşen seremoni bu hastalığın, yüksek duvarlar arkasına hapsedilmesi ve yepyeni bir dönemin başlatılmasıdır.
Bu sebeple, mitingden sonra izlediğim "İlk Oyum Erdoğan'a" programında, gençlerin sergilediği millî duruş; içten ve samimi tavır oldukça ümit vericidir. Çok şükür gençlerin "istikbali dağlarda arama" ümitsizliğinden artık kurtulduğu görülmektedir.
Şimdi sıra Diyarbakırlılarda...
Terörün, Kürtlere, zulüm ve vahşetten başka verebileceği hiçbir şey olmadığı açıkça görülmüştür.
Bu başlangıcın önemi ve değeri iyi anlaşılmalıdır. İnsana saygı odaklı bu yeni bakışın yerleşik hale gelmesi konusunda, bölge dinamiklerine de çok iş düşmektedir.
Bu "Yeni Diyarbakır"ın değeri iyi bilinmelidir.
.
XXXX
Yakın tarihimizin en yakın ve en kritik iki dönemine "en uzak" bırakıldık. Bunlar, Sultan II. Abdülhamid Han'a yapılan darbe ve Türkiye Cumhuriyeti'ne geçiş... Bu süreçlerin tarihini, oyuncuları yazdığı için olanları değil; yazılanları öğrendik!
Saltanatın kaldırılışının 102. yılı sebebiyle hazırladığımız 3 günlük yazı dizisinde, başkentin İstanbul'dan Ankara'ya nasıl taşındığını; belgeler üzerinden özetleyeceğiz.
20. yüzyıl başında, bütün imparatorluklar ulusal devletlere dönüştü. Zaten parçalanmış Osmanlı'nın da bu küresel değişimin dışında kalması mümkün değildi. Yani Cumhuriyetleşme, "zorunlu istikamet" idi. Ancak; "geçiş yöntemi" problemliydi! Hiçbir imparatorluk, muhteşem birikimini böyle katlederek "köksüz; nevzuhur bir ulusal devlet" olmayı tercih etmemişti!
"Tek evlat"ın, son demlerini yaşayan babasını kendi elleriyle boğarak, zaten meşru yollarla "intikal" edecek olan varlık ve iktidarı, anlaşılmaz bir acelecilikle, "gasp" etmesi kadar anlamsız bir tutum izlenmişti. Bu da yetmemiş, "varlığını" borçlu olduğu babasını "düşman" ilan etmiş; hatta "inkar" etmişti. Oysa bu berbat tercih, yeni kurulan devletin "prematüre" doğmasına; dolayısıyla vesayetlere karşı dirençsiz kalmasına sebep olacaktı!
YAVERİNE ÇOK GÜVENİYORDU!
Meselenin tam anlaşılması için biraz geriden başlayalım...
Mustafa Kemal Paşa, Veliahd Vahideddin Efendi'nin 15 Aralık 1917 tarihinde çıktığı Almanya gezisine, "ordu temsilcisi" olarak katılmış; kendisini "İttihatçı karşıtı" olarak tanıtmıştı!
4 Temmuz 1918 tarihinde tahta çıkan Vahideddin Han, en son ve en önemli cephe olan "Suriye Cephesi"ni, en güvendiği paşasına emanet etmiş ve "Paşa, o beldeleri düşmana vermeyin" diye sıkı sıkı tembih etmişti. Ancak kısa süre sonra 7. Ordu'nun "muhteşem ric'ati" neticesinde son cephe de düşmüş ve Osmanlı, "iflas belgesi"ni imzalamak zorunda kalmıştı!
Payitahttaki bütün üst rütbeli kumandanlar, bozgunun sebebi olarak Mustafa Kemal Paşa'yı görmüş; cezalandırılmasını istemişti. Hatta Harbiye Nazırı Enver Paşa bu bozguna o kadar kızmıştı ki, Fevzi Paşa'ya "Kemal Paşa, ordusunu bırakarak kaçmış. Hemen kurşuna dizilmesi için emir vereceğim" demişti.[1]
Ancak, İttihatçılardan nefret eden Vahideddin Han, İttihatçı olmayan tek tük subaylardan biri olarak gördüğü yaverini korumuş; hatta Anadolu'daki kritik görev için yine onu uygun görmüştü!
Nitekim Mustafa Kemal Paşa, 30 Nisan 1919 tarihli Takvim-i Vekayi'de Sultan Vahideddin Han imzasıyla yayınlanan "irade" ile adeta bir "gölge padişah" yetkileriyle donatılmış olarak "9. Ordu Müfettişliğine" tayin edilmişti.[2]
Vahideddin Han, bu yetkileri rahat kullanabilmesi için eline "...Bölgede düzenin sağlanması ve saldırıların defedilmesi için tek vücut olarak hareket edilmesini, hükümdarlara mahsus selamımla beraber askere; memurlara ve ahaliye tebliğini emreyledim" şeklinde bir de "ferman" vermişti.[3]
DEVLET BU YOLCULUK İÇİN SEFERBER OLMUŞTU
Bu ferman üzerine Babıâli hükümeti teyakkuza geçmişti. Bir yandan Paşa ve birlikte gelmesini istediği 20 subay için "vize" işlemleri takip edilirken diğer taraftan da yoğun hazırlıklar başlamıştı. Murat Bardakçı, bu görev için gösterilen özen ve önemi "Samsun yolculuğu bir devlet operasyonudur" cümlesiyle ifade etmektedir.[4]
Cebi de doldurulmuştu! Hazine İngilizlerin kontrolünde olduğu için Vahideddin Han'ın; tahta çıkmadan önce Çengelköy Çiftliği'nde yetiştirdiği cins atların satışından temin edilen 30 bin lirayı yeğeni Sami Efendi Pera Palas'ta Mustafa Kemal'e teslim etmişti.[5]
Tarih kitaplarında, 5 kelimeye 5 yalan sığdırılarak, "...dümeni kırık; köhne bir tekneyle Samsun'a kaçak gitti" şeklinde öğretilen Samsun yolculuğunu, Başyaver Avni Paşa hatıralarında şöyle anlatıyor:
"16 Mayıs Cuma günü, Yıldız Camii'nde Sultan Vahideddin Han'ın huzurunda, sağ elini Kur'an-ı Kerim üzerine koyarak 'Vazifemi, Halife hazretlerinin arzusu dâhilinde, tam bir sadakatle ve elimden gelen bütün kuvvetle yerine getireceğime vallahi billâhi' diye biten yemin sonrası dualarla uğurlandı. Otomobille Galata rıhtımına, oradan da motorla Kızkulesi açıklarındaki Bandırma Vapuru'na gitti."
Yıllarca, "dümeni kırık tekne" hakaretine maruz kalan vapur, Bahriye Nezareti'nin uhdesindeki en lüks yolcu vapuruydu. İskoçya yapımı 279 grostonluk 49 m. uzunluğunda ve 6 m. genişliğinde olan bu şık vapuru bendeniz inceledim.
SAMSUN'DA MAKAS DEĞİŞİKLİĞİ!
Padişahın, bir paşasını; geniş yetkilerle Anadolu'ya göndermesi, tedirgin halk için bir ümit kaynağı olmuştu ama Mustafa Kemal, "farklı" bir yol tutmuştu! İngiliz vizesiyle gelen Paşa, Samsun'daki İngiliz birliğinin güvenlik riski oluşturacağı gerekçesiyle 24 Mayıs'ta karargâhını Havza'ya taşımıştı. 22 gün boyunca konakladığı Mesudiye Oteli'nde yerli yabancı birçok heyetle görüşen Paşa, "Anadolu'da yeni bir başkent kurulması"na giden yol haritasını bu dönemde olgunlaştırmış ve "Manifesto" denebilecek ilk tamimi yayınlamıştı.
Sultan Vahideddin Han'ın donattığı yetkiler sayesinde, gittiği her yerde büyük bir hüsn-ü kabul gören Mustafa Kemal Paşa, Amasya'ya geçmiş ve 22 Haziran 1919 tarihinde "İstanbul Hükümeti, sorumluluğunun gereğini yapmamaktadır" şeklinde, görevi ve konumu ile bağdaşmayan bir "bildiri" daha (Amasya Tamimi) yayınlamıştı
Kazım Karabekir'in davetiyle Erzurum'a gittiği 8 Temmuz günü, Sadrazam Damad Ferid Paşa'dan, "Görevine son verildi" telgrafı alan Mustafa Kemal, geri dönmeyeceğini; çok sevdiği askerlik makamına veda ettiğini belirtmiş, "Hayatımın sonuna kadar, yüksek Saltanat ve Hilafet makamıyla soylu milletimin koruyucusu olarak kalacağımı tam bir bağlılıkla arz eder, teminat veririm" demişti.[6]
Öte yandan İngiliz Albay Alfred Rawlinson da, Erzurum'a gelmişti. Osmanlı topraklarında yıllarca casusluk yapan Sir Henry Rawlinson'un oğlu olan ve kongre öncesinde Mustafa Kemal ile uzun uzun görüşen Mr. Alfred, son gün olan 7 Ağustos'ta 3,5 saatlik bir görüşme daha yapmıştı. Mustafa Kemal, İstanbul yönetimini tanımadıklarını ve Millî Mücadele'nin "ihtilâlci" bir hareket olduğunu söylemişti.[7]
Erzurum'da "yerel" başlayan kongreyi Sivas'ta genelleştirerek, "Başkent Ankara"yı netleştirebileceğini hisseden Mustafa Kemal Paşa, bütün "millî cemiyet" temsilcilerinin Sivas'ta hazır olmasını istemişti. 4 Eylül'de başlayan "Kongre" çok tartışmalı geçmişti. Kazım Karabekir gibi bazı güçlü İttihatçılar da, bölgelerinde "muhtariyet" planlıyordu. Nihayet Paşa, bütün İttihatçıları; "birlikte mücadele"ye ikna etmişti! Bu sayede, "merkez" yönetimin nüvesini teşkil eden 16 kişilik "Heyet-i Temsiliye" tespit edilmiş, yeni döneme dair kararlar; 11 Eylül'de yayınlanmış ve Ankara'ya müteveccihen yola çıkılmıştı.[8]
"YÜCE PADİŞAHIMIZIN EMRİNDEYİZ!"
Heyet 27 Aralık 1919 tarihinde Ankara'ya ulaşmıştı.
Cumhuriyet gazetesinde "Atatürk Ankara'da peygamber gibi karşılanmıştı" diye başlayan bir yazıda, "Bir müddetten beri Ankara'ya yerleşmiş olan iki tabur İngiliz askeri de Mustafa Kemal'i karşılayanlar arasındaydı" deniliyordu.[9]
Ultra Kemalist Erol Mütercimler, Haber Türk TV'deki 23 Nisan'ın 100. Yılı Özel Programı'nda, "Mustafa Kemal Paşa Ankara'ya ilk geldiğinde İngiliz Birliği kendisini selamlamıştır" demişti. Kemalistlerin linç ettiği Mütercimler, 6 tarihî kaynaktan aktardığı delillerle iddiasını ispatlamıştı.[10]
21 Nisan 1920'de, bütün askerî ve idarî makamlara, "Mustafa Kemal" imzasıyla gönderilen emirnamede, "Allah'ın izniyle, Cuma namazını müteakip, Ankara'da Büyük Millet Meclisi açılacak. İl merkezlerinde valilerin tertibiyle 'hatim' ve 'Buharî-i şerif' okunacak. Hatmin son bölümü, açılıştan önce Meclis binası önünde tamamlanacaktır" talimatı verilmişti.
Nitekim 23 Nisan 1920 günü, Hacı Bayram Camii'nde kılınan Cuma namazından sonra sakal-ı şerif ve sancak-ı şerif öncülüğünde; tekbirlerle ve gözyaşlarıyla, Ulus'taki İttihat ve Terakki Kulübü'ne yürünmüştü. Okunan hatim ve yapılan dualar sonrasında binaya girilmişti!
Padişahı/Halifeyi üzecek bir şey yapmamaya çok dikkat ediyorlardı. Hatta İngilizlerin, iplerin tamamen kopmasını sağlamak için Sadrazam Damad Ferid Paşa vasıtasıyla yayınlattığı "Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarını idam" fetvası bile bu "sadakati" bozamamıştı!
En yaşlı üye olan Sinop Mebusu Şerif Bey'in, Kur'an-ı Kerim tilavetiyle açtığı ilk oturumda Meclis Reisi seçilen Mustafa Kemal Paşa, "Sultanımızın itaatkâr kullarıyız" şeklinde başlayan konuşmasını, "Padişah efendimiz hazretlerinin sıhhat ve âfiyetle ve her türlü ecnebi baskısından kurtulmuş olarak tahtı hümayunlarında daim kalmasını Allah'tan niyaz eylerim" cümlesiyle bitirmişti.[11]
Paşa, ertesi günkü gizli celsede de "İstanbul düşman işgali altındadır. Millet, Hilafet ve Saltanat makamlarının müstakil ve dokunulmaz olmasını vicdanî bir emel saymıştır. Burada bunun için çalışıyoruz ve çalışacağız" şeklinde konuşmuştu![12]
Yeni Meclis'in ilk işi de, Sultan Vahideddin Han'a hitaben bir "sadakat mektubu" yazmak olmuştu. 28 Nisan günü Meclis'te okunan "BMM Reisi Mustafa Kemal" imzalı ve "Hâlife ve Hakan-ı Akdesimiz (en kutsal); Efendimiz" başlıklı telgraf, "Padişahımız, kalbimiz size bağlılık duygusu ile dolu olarak tahtınızın etrafında her zamankinden daha sıkı bir sadakatle bağlanmış bulunuyoruz. İlk sözü 'padişahına bağlılık' olan bu Meclis, son sözünün de bundan ibaret olacağını yüce kapılarına alçakgönüllülükle arz eder" ifadeleriyle bitiyordu![13]
VAHİDEDDİN HAN'DAN, MİLLİ MÜCADELEYE DESTEK
Yazdırdığı kısa hatıratında, Mustafa Kemal Paşa'nın Samsun'dan itibaren güzergâh değiştirmesi sebebiyle kendi stratejinin akim bırakılmasına çok üzüldüğünü belirterek "Yanılmışım" diyen Sultan Vahideddin Han'ın vatan ve millet sevgisinin yüksekliğine bakın ki, ihanete uğradığını düşünmesine rağmen, hiç değilse Ankara'nın neticeye ulaşmasını istiyordu:
"Kuva-yı Milliye'nin ileride farklı bir yöne ilerleyeceğini bilmeme rağmen yine de Vatan-ı azîzin menfaatleri için fedakârane bir tercihte bulunarak "Kemalist emellere" boyun eğen kabineleri iktidara getirdim ve Kuva-yı Milliye'yi takviye edip destekledim."[14]
İşgal kuvvetlerini oyalayarak Anadolu'daki mücadeleyi gözden uzak tutmaya çalışan Vahideddin Han ayrıca; 4 Aralık 1919 tarihli bir tamimle, "Anadolu'daki Kuva-yı Milliye'nin iaşesini, o mıntıkadaki nizamî kıt'alar karşılasın" talimatı vermişti.[15]
Dönemin büyük âlimi Seyid Abdülhakim Arvasi Hazretleri de, başka bir "destek" hatırasını şöyle anlatmıştı:
"Bir Ramazan günü Beşiktaş'taki Sinan Paşa Camii'ndeki vaazımdan sonra yanıma gelen saray görevlisi 'Melik sizi iftara davet ediyor; buyurunuz' dedi ve beni Yıldız Sarayı'na götürdü. Meşhur hocalar hep oradaydı. Yemekten sonra Sermüsâhib (Başdanışman), 'Padişahımız, 'Yunanlılar İzmir'e çıktı. Vaazlarında millete anlatsınlar ve galip gelmemiz için dua etsinler' diye rica ediyor' dedi."[16]
Farklı İslâm ülkelerindeki Müslümanlar da Halifeye bağlılıkları sebebiyle aralarında yardım toplayıp Ankara'ya gönderiyordu.
YARIN:
"Saltanat bugün kalkacak
gerekirse kafalar kopacak"
[1] Murat Sertoğlu, Mareşal Fevzi Çakmak Açıklıyor, Derin Tarih Yayınları, İstanbul 2016, s. 14.
[2] Genelkurmay Belgeleri, Mustafa Kemal Samsun'a Nasıl Gönderildi, Derin Tarih Yayınları, İstanbul 2015, s. 12.
[3] Murat Bardakçı, Şahbaba, Pan Yayıncılık, İstanbul 1999, s. 139.
[4] Bir Devlet Operasyonu: 19 Mayıs 1919, Haber Türk, 19 Mayıs 2017.
[5] Şahbaba, s. 573, 141.
[6] Atatürk ile İlgili Arşiv Belgeleri, Başbakanlık Osmanlı Arşivi Yayınları, Ankara 1982, s. 160.
[7] Mehmet Hasan Bulut, İngiliz Derviş, IQ Yayıncılık, İstanbul 2018, s. 361.
[8] Haluk Selvi, Sivas Kongresi, TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 2009, c. 37, s. 284.
[9] Atatürk'e ait Menkıbeler, Cumhuriyet, 30 Kasım 1938.
[10] Haber Türk TV, Teke Tek Programı, 24 Nisan 2020
[11] Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, C. 1, Ankara 1961, s. 64.
[12] TBMM Gizli Celse Zabıtları, 2. Oturum, 24 Nisan 1920, C. 1, s. 8-9.
[13] TBMM Zabıt Ceridesi, I. Devre, I. Cilt, 28 Nisan 1920, s. 123-124.
[14] Vahdettin İftiralara Cevap Veriyor, Derin Tarih Yayınları, İstanbul 2014, s. 12
[15] Osmanlı Arşivi, Meclis-i Vükela Mazbataları, No: 538.
[16] Ekrem Buğra Ekinci, Ebedî Seadet Yolunda bir Ömür, İhlas Vakfı Yayınları, İstanbul 2018, s. 68.
Bütünlük için önce ilk 2 bölümü okumanızı tavsiye ederiz:
https://www.star.com.tr/yazar/hazin-sonun-vahim-hikayesi-13-yola-cikarken-ve-mecliste-baglilik-yemini-etmisti-yazi-1901987/
https://www.star.com.tr/yazar/hazin-sonun-vahim-hikayesi-23-saltanat-bugun-kalkacak-gerekirse-kafalar-kopacak-yazi-1902218/
Saltanat'ın kaldırılması sırasında Meclis'te sergilenen hakaret yarışı, artık doğrudan son Sultan ve Halife Vahideddin Han'a yönelmişti. Makamını, rütbesini; hatta Ankara'ya gitmesini bile Osmanlı Devleti'ne borçlu olan koca koca paşalar, velinimetleri olan bu devletin temsilcisine karşı sergiledikleri tavrı, efendiler "uşak"larına bile layık görmüyordu!
Meclis'te alınan karar sonrasında Sultan Vahideddin Han'a yönelik baskılar dayanılmaz boyutlara ulaşmıştı. Gazeteler her gün hakaret dolu manşetler atıyor, saraya tehdit yağıyordu. Bırakın Padişahı, herhangi bir insana bile yapılamayacak çirkin hakaret ve tehditleri reva görüyorlardı!
Ziya Gökalp, "Kara Sultan" adını takmıştı. Gazeteci Ali Kemal'i İzmit'e kaçırarak linç ettiren Sakallı Nureddin Paşa, "Seni de getirip cezanı vereceğim" diye haber göndermişti.
"SENİ ASACAĞIZ, HEREMİNİ ASKERE VERECEĞİZ"
Eyüp'teki Ümmî Sinan Tekkesi'nin son şeyhi olan ve Mustafa Kemal Paşa'nın daha Ankara'ya gelmeden Ankara Valisi tayin ettiği Yahya Galip, "İstanbul'a geldiğimizde seni Sultanahmet meydanında asacağız. Haremini askerlere vereceğiz" şeklinde hayâsız bir telgraf çektiğini utanmadan anlatmıştı!
Asıl amaç Vahideddin Han'ın gözünü korkutmaktı. Çünkü İngilizler de Mustafa Kemal de, yeni şartları kabul etse bile İstanbul'da kalmasını istemiyordu. Payitahttaki "Ankara hükümeti temsilcisi" Refet (Bele) Paşa'ya, "Gitmesini teşvik ve temin et, kimsenin mani olmamasını tembih et" uyarısı yapmıştı. Refet Paşa da, "Padişahı biz yakalarsak Türk milleti bizi asla affetmez. Bırakalım gitsin, işimiz kolaylaşsın" cevabı vermişti.
Bu dümenlerden haberi olmayan Vahideddin Han, Rafet Paşa'nın, "Kalırsanız kan akacak... Hiç olmazsa birkaç aylığına gidin; ortalık yatıştıktan sonra payitahtınıza yeniden avdet buyurursunuz" şeklindeki yalvarmalarını samimi zannetmişti![1]
İngiltere Büyükelçiliği'nin derin isimlerinden Andrew Ryan da 30 yıl sonra yayınlanan hatıralarında, "Sultan'ın gidişi, Kemalistler için en uygun çözüm oldu" demişti![2]
Canının ve hareminin emniyette olmadığını anlayan Vahideddin Han, Kanun-i Esasî'ye göre hâlâ meşrû Sultan ve Halife olmasına rağmen siyasî bir buhrana sebep olmamak için ortalık yatıştıktan sonra dönmek üzere hicrete razı olmuştu.
İstanbul işgal altındaydı. Bir "iç seyahat" olan Samsun'a bile "İngiltere Vizesi" ile gidilen bir dönemde bir padişah; ülke dışına nasıl hicret edecekti?
15 Kasım'da İngiliz İşgal Kuvvetleri Komutanı General Charles Harington ile temasa geçmişti. Harington hatıralarında "Bir Sultan'ı kaçırdığım için suçlu vaziyetine düşmeye hiç niyetim yoktu. Talebin Padişah'ın el yazısı ile ve mühürlü olmasını istedim" diyor. Çünkü İngilizler, Hind Müslümanlarının ayaklanmasından korkuyor; "Biz kaçırmadık, kendi isteğini yerine getirdik" demek için yazı istiyordu. Sanki durumu bu noktaya Vahideddin Han getirmişti!
Çok çarpıtılan bu süreci, bizzat şahit olan kızı Sabiha Sultan "Nureddin Paşa, linç haberi gönderirken Dr. Rıza Nur Bey'in ise 'Linç etmek doğru olmaz. Fakat Anadolu'ya kaçırıp bir askerî mahkemede yargıladıktan sonra en ağır cezaya çarptırmak lazımdır' dediğini öğrenen babam, bir Müslüman memlekete sığınarak hayatını kurtarmak üzere bu mektubu yazmıştır" şeklinde açıklamıştı."[3]
Buradaki "Bir Müslüman memlekete..." vurgusu çok önemlidir ve bu talebin neden yerine getirilmediğinin iyi düşünülmesi gerekir!
EVRAKI YAKTI, MÜCEVHERATI TESLİM ETTİ!
Veliahtlık döneminden bu yana biriktirdiği bütün özel evrakı şöminede yakmıştı. Yanına almak üzere ayırdığı birkaç nüshanın en üstünde, kıymetli mücevherlerle kaplı çekmecesini Hazine'ye teslim ettiğine dair makbuz duruyordu! Son maaşını da, "o ay tam çalışmadığı" gerekçesiyle iade etmişti. "Birkaç kıymetli eşya alalım" teklifini kabul etmemesine çok şaşıran yaveri Tahir Bey'e, "Ne yapalım azizim, soğan ekmek yeriz" demişti!
17 Kasım 1922 Cuma sabahı saat 08.00'de mülkünden ayrılan son Osmanlı Sultanını, Merasim Köşkü'nden (Ihlamur Kasrı), Albay Steele komutasındaki İngiliz taburu uğurlamıştı! Yanında, ailesinden sadece 10 yaşındaki oğlu Ertuğrul Efendi vardı. Geri kalan 9 kişi ise sadık bendegânından oluşuyordu.
Ağabeyi Abdülhamid Han'ın sürüldüğü sabahta olduğu gibi yine gökler ağlıyordu! Bir İngiliz ambulansına bindirilen Sultan ve beraberindekileri, Dolmabahçe sahilinden ise İşgal Kuvvetleri Komutanı General Harington göndermişti.
İngilizlerin, Malezya Müslümanlarından aldığı "H.M.S. Malaya" zırhlısında Vahideddin Han'ı karşılayan Amiral Sir Beauvoir "Artık İngiliz toprağında ve güvendesiniz" demişti! Oysa zırhlı İstanbul'daydı!
Mustafa Kemal'in İngiliz vizesiyle gittiğini on yıllarca gizleyenler, Vahideddin Han'ın ise zorla kovulduğunu gizliyor, özellikle İngiliz gemisiyle gitmesini vurguluyor. İşgal altındaki bir devletin başkanı başka nasıl gidecekti ki?
Asıl sorgulanması gereken şey, neden işgalciler dururken devletin sahibinin kendi toprağından kovulmasıdır! Daha da acısı, bir Türk yetkilinin bulunmamasıdır! Refet Paşa, sabah uykusu arasında "Paşam, Paşam! Zat-ı Şahane gitti" diye bağıran yaverine "Emin misin, gözünle gördün mü" diye sormuş, "Evet" cevabı üzerine derin bir "Ooohh!" çekerek tekrar uykuya dalmıştı!
Millî Mücadeleyi bizzat başlatan ve büyük destek veren Sultan, bu çabalar sonucunda toplanan Ankara Meclisi'nde "Vatan Haini" ilân edilmişti. Oysa gitmekle, yeni Cumhuriyetin sultan kanı üzerine oturmasını önlemiş, milletin sînesinde onulmaz yaralar açılmasına mani olmuştu.
İngilizler, Vahideddin Han'ı bir Müslüman memlekete değil; Malta'ya götürmüştü. "Hristiyan aleminde fazla kalamam" diyen Halife, 5 Ocak 1923 sabahı Hicaz'a gitmek üzere yola çıkmıştı. 9 Ocak'ta Port Said'e ulaşan Sultan'ı, Mısır hükümetinden hiçbir yetkili karşılamamıştı! 2. sınıf bir yolcu gemisiyle Süveyş'i geçmiş ve 15 Ocak'ta Cidde'ye ulaşmıştı.
Mekke Emiri Şerif Hüseyin, Vahideddin Han'a görülmemiş hürmet ve ikramda bulunuyordu ama "Halife" diye hitap etmekten özenle kaçınıyordu. Ayrıca birlikte gittikleri Cuma namazlarında da hutbede Şerif Hüseyin'in ismi zikrediliyordu. Bazı dostları Vahideddin Han'ı, "Hilafeti almak için böyle davranıyor" diye uyarmıştı.
Sultan Vahideddin Han, artık vatanına dönemeyeceği gibi hasret giderdiği bu mübarek beldede de fazla kalmaması gerektiğini anlamıştı. 20 Nisan'da Hicaz'dan ayrılıp 24 Nisan günü Süveyş'e gelen Vahideddin Han, trenle İskenderiye'ye geçmişti. Kendisiyle görüşmeyen Kral Fuad, İngilizlerin talimatı sebebiyle, Mısır'da 72 saatten fazla kalamayacağı haberi göndermişti!
Mecburen denize açılmıştı! Bir cihan imparatorluğunun sahibi, cihanda barınacak kara parçası bulamamış, denizin ortasında kalmıştı! Tam bir çaresizlik içerisinde beklerken, İtalya'nın İskenderiye konsolosu gemiye gelerek İtalya Kralı'nın, davet ettiğini söylemişti.
Şu hale bakar mısınız? Koca İslâm dünyası, Haçlı-Siyonist güçlerin elinde esir olduğu için Müslümanların Halifesini misafir edememiş ve bu görev Hristiyan İtalya'ya kalmıştı! Sürgün Sultan 2 Mayıs 1923 günü, "çile" yolculuğunun son durağına gelmişti! Maddi sıkıntı içerisinde kıvranan Vahideddin Han, kendisini Cenova Limanı'nda karşılayan Kral Emanuelle'in aylık yardım teklifini, "Halife, bir Hristiyan hükümdardan yardım alırsa, bu Müslümanları rencide eder" diyerek geri çevirmişti.
Hanedan ailesinin her biri ayrı bir dram yaşıyordu. Bunun asıl sebebi ise Türkiye'deki mallarının resmen "yağma" edilmesiydi.
TABUTUNA BİLE HACİZ KONMUŞTU!
O narin beden, bu kadar ağır yüke fazla dayanamamıştı! 4 Ocak 1861 günü Dolmabahçe Sarayı'nda başlayıp "Sultan"lıktan "sürgün"e savrularak, 17 Mayıs 1926 Pazartesi günü İtalya'daki bir "çilehane"de sona eren hikaye, "Nasıl başladığınız değil, nasıl bitirdiğiniz önemli" diyordu!
Koca bir imparatorluğun vârisi; yüz milyonlarca Müslümanın halifesi, nankör dünyayı da çekilmez hale getiren sıkıntılarını da bırakarak, Rabbine kavuşmuştu. Ama acaba, sıkıntılar onun peşini bırakacak mıydı?
Haberi, dostlarıyla yemekteyken öğrenen Reisicumhur Mustafa Kemal, "Vah vah... Çok namuslu bir adam öldü. İsteseydi, Topkapı Sarayı'nın bütün cevahirini götürür ve büyük bir ordu kurup geri dönerdi" demişti.[4]
Cenova'da ise haberi duyan kasaba esnafı Manolya Villa'ya akın etmişti. Toplam borç 60 bin lireti buluyordu! Oysa son Osmanlı Padişahı'nın yastığının altından para değil; parasızlıktan alamadığı reçeteler çıkmıştı.
O sırada baskın yapar gibi gelen icra memurları, özel takılar dahil; evde bulunan bütün eşyaya haciz işlemi yapmıştı! Hatta Sultan'ın tabutuna da el koymuş, "Borcunu ödemeden kaldıramazsınız" demişlerdi!
"Vatanı sattı" diyenlere, "Peki neden mutfak ihtiyacını bile borçla aldı" diye sormazlar mı?
Sürgündeki Sultan'ın naaşı, kızının takıları sayesinde hacizden kurtulmuştu ama yine de defnedilemiyordu! Çünkü, semalarında ezan yankılanan bir mezar yeri bulunamıyordu!
Neyse ki bin bir zorlukla Şam'a götürülerek, Suriye Hükümeti Reisi olan eski damad Nami Bey sayesinde, 3 Temmuz 1926'da yani 49. günde Selimiye Camii bahçesinde toprağa kavuşmuştu! Son Osmanlı Sultanı ve son Halifenin mezarı, "Bir garip öldü diyenler" hesabı; uzun süre toprak yığını halinde kalmış, yıllar sonra sade bir mermer lahid yapılmıştı.
--------------------
NOT: Özetlediğimiz bu dönemin vahim ayrıntılarını, öncesini ve sonrasını, "DEVLET YIKAN TEFRİKALAR" kitabımızdan (KTBKitap.com) okuyabilirsiniz.
[1] Murat Bardakçı, Şahbaba, Pan Yayıncılık, İstanbul 1999, s. 21.
[2] Sir Andrew Ryan, The Last of The Dragomans, Geoffrey Bles, Londra 1951, s. 230
[3] Murat Bardakçı, Şahbaba, Pan Yayıncılık, İstanbul 1999, s. 518.
[4] Murat Bardakçı, Şahbaba, Pan Yayıncılık, İstanbul 1999, s. 413.
.
.
|
Bugün 296 ziyaretçi (362 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|