ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026
ehlisunnnetde
XXXXXXXXXXX
Hazret-i Mevlânâ, ney çalmadı, dönmedi
Sual: Mevlânâ hazretleri ney çalmış mıdır, ellerini açıp dönmüş müdür, eğer ney çalmadı ve dönmedi idi ise, bu yapılanlar nedir?
Cevap: Mevlânâ Celâlüddîn Rûmî hazretleri, evliyanın büyüklerindendir. Babası Bahâeddîn-i Veled hazretleri büyük âlim ve veli idi. Nefehât kitabında; “Beş yaşında iken kiramen katibin meleklerini, Evliyanın ruhlarını görürdü” denmektedir. Divanında otuzbin, Mesnevisinde kırkyedibin beyit vardır.
Allahü teâlânın aşkı ile dolmuş, evliyanın büyüklerinden olan, Celâleddîn-i Rûmî hazretleri, ney ve başka hiçbir çalgı çalmadı, raks etmedi. Dünyaya nur saçan Mesnevîsine, her memlekette, birçok dillerde şerhler, açıklamalar yapılmıştır. Bunlardan en kıymetlisi, Mevlânâ Câmînin kitabıdır ki bu kitapta deniyor ki:
Mesnevinin birinci beytinde, “Dinle neyden, nasıl anlatıyor ayrılıklardan şikâyet ediyor” deniyor. Ney, İslâm dininde yetişen kamil insan demektir. Bunlar, kendilerini ve her şeyi unutmuş, her an, Allahü teâlânın rızasını aramaktadır. Ney, Farsçada yok demektir. Bunlar da, kendi varlıklarından yok olmuştur. Ney denilen çalgı, içi boş bir çubuk olup, bundan çıkan her ses, onu çalan kimseden hasıl olmaktadır. O büyükler de, kendi varlıklarından boşalıp, kendilerinde, Allahü teâlânın ahlakı zahir olmaktadır. Neyin üçüncü manası, kamış kalem demektir ki, bundan da, insan-ı kamil kastedilmektedir. Kalemin hareketi ve yazması kendinden olmadığı gibi, kamil insanın hareketleri ve sözleri de, hep Allahü teâlâdandır.”
İkinci Abdülhamid Han zamanında Ankara valisi olan Abidin Paşa, Mesnevi şerhinde, neyin insan-ı kamil olduğunu, dokuz türlü ispat etmektedir.
Sonraları, bazı cahiller, neyi çalgı sanarak, ney, dümbelek gibi, şeyler çalmaya, dans etmeye başladılar. Oyun aletleri, o tasavvuf üstadının türbesine konuldu. Celâleddîn-i Rûmî hazretleri, yüksek sesle zikir bile yapmazdı. Nitekim Mesnevîsinde: “Pes zi cân kün, vasl-ı cânânrâ taleb, bî leb-ü bî gâm mîgû, nâm-ı Rab!” buyuruyor ki; “O hâlde, sevgiliye kavuşmayı, can-u gönülden iste. Dudağını ve damağını oynatmadan, Rabbin ismini kalbinden söyle!” demektir.
Sonradan gelen din cahilleri, ney, saz, def gibi çalgılar çalarak, gazel okuyup dönerek, dans ederek, nefslerini zevklendirmişlerdir. Bu günahlara ibadet adını verebilmek, kendilerini din adamı tanıtabilmek için, Mevlânâ da böyle çalar ve oynardı, biz onun yolunda gidiyoruz diyerek, yalan söylemişlerdir.
Ney de, bir çalgı aletidir
Sual: Ney bir çalgı aleti midir, bunu, ilahilerde, dini sözlerde veya şiirlerde kullanmak uygun olur mu?
Cevap: Ses çıkarmak için kullanılan cansız cisimlere Mizmar, çalgı aleti denir. . Müncid lügatında da, böyle yazılıdır. Gök gürlemesi, top, tüfek, baykuş, papağan, çalgı değildirler. Ses çıkaran eğlence aletleri, davul, dümbelek, zilli maşa, ney, kaval, hep çalgıdır. Çalgı, kendiliğinden ses çıkarmaz. Ses çıkarmak için, davula vurmak, neyi, kavalı, üflemek lazımdır. Bunlardan çıkan ses, insanın değil, bu çalgıların hasıl ettiği sestir. İbni Abidînde deniyor ki:
“Lu’b, la’ib, lehv ve abes, hepsi oyun ile vakit geçirmektir. Tavla ondört taş oynamak, bütün çalgıları çalmak, dinlemek, raks, dans etmek, hokkabazlık, şaklabanlık etmek, el çırpmak, hep oyun olup, tahrimen mekruhturlar. Devamlı yapılırsa veya farzları yapmaya mani olurlarsa, kumar ile yapılırsa, söz birliği ile haram olurlar. Def, kaval, ney çalmak ve dinlemek de böyledir. Hadîs-i şerifte; (Her türlü lehv haramdır. Yalnız, zevce ile oynamak, at ve silah ile talim, yarış yapmak caizdir) buyuruldu.”
Merâkıl-felâhda ve Tahtâvî şerhinde deniyor ki:
“Duanın ve her zikrin sessiz olması efdaldir. Tarikatçıların yaptıkları gibi, raksetmek, dönmek, el çırpmak, def, dümbelek, ney, saz çalmak, söz birliği ile haramdır.”
Tekkelerde de, önceleri bağırmak çağırmak yoktu çünkü haramdır. Celâleddîn-i Rûmî hazretleri, ney çalmadı, raks etmedi, dönmedi. Bunları, sonradan gelen cahiller uydurdu. Hikmet yani fen, sanat, faydalı şeyler ve nasihat bildiren şiirler yazmak ve sesle okumak helaldir. Şehvete ait şiirler okumak haramdır. Bunları okumak kalpte nifak yapar. Üflemekle, vurmakla, temas veya tel ile çalınan bütün çalgıları çalmak, dinlemek ve dinlemeye gitmek haramdır. Peygamber Efendimiz çalgı çalınan bir yere tesadüf ettiğinde, mübarek parmaklarını kulaklarına tıkadılar. Kur’ân-ı kerimi, mevlidi, ezanı ve ilahileri çalgı çalarken okumak veya çalgı aletleri ile okumak küfürdür. Haram bulunan şiirleri okumak mekruh, teganni ile okumak ve fuhuş olanları okumak haramdır.
Berîka kitabında, Şeyh-ül-islâm Ebüssü’ûd Efendi'nin fetvası yazılıdır. Bu fetvada helal ve haram olan teganniler bildirilmektedir. Çalgılar hakkında hiçbir şey yazılı değildir. Ney ve çalgı çalanların, bu fetvayı ileri sürmeleri, Ebüssü’ûd Efendi'ye iftira olmaktadır.
Şeb-i arûs, düğün gecesi
Sual: Mevlana hazretleri, ölüme, “Şeb-i arûs” yani “Düğün gecesi” adını vermektedir. Ölmek, sevinilecek bir şey midir ki böyle denmiştir?
Cevap: Ehl-i sünnet âlimleri, İslâm bilgilerinin kaynağının, insan aklı, insanın düşüncesi olmadığını, âyet-i kerime ve hadîs-i şerifler olduğunu bildirmişlerdir. Tasavvuf, sırf Allah sevgisi ve aşkı esası üzerine kurulmuştur. Buna da ancak, Muhammed aleyhisselama uymakla kavuşulabilir.
Kur’ân-ı kerimde bildirildiği gibi, Allahü teâlâ, insanın kalbine tecelli eder. Fakat, bu tecelli yalnız Allahü teâlânın sıfatlarının tecellisidir, akıl ile alakası yoktur. Tasavvuf ehli, Allahın tecellisini kalbinde duyar. Onun için tasavvuf ehline ölüm, bir felaket değil, Allaha dönmek olduğundan ancak bir sevinç vesilesidir. Bunun için Mevlânâ Celâlüddîn-i Rûmî hazretleri, ölüme, “Şeb-i arûs” yani “Düğün gecesi” adını vermiştir. Tasavvufta, keder ve ümitsizlik değil, sevgi ve tecelliler vardır. Mevlânâ hazretleri; “Bâzâ, Bâzâ, Her ançe hestî Bâzâ” yani “Gel, gel, her kim olursan ol gel, Allaha ikilik koşanlardan, mecusilerden, puta tapanlardan da olsan gel! Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir. Tevbeni yüz defa bozmuş olsan bile, gel!” diyor. Bu sözler, 13. asırda yaşamış, Baba Efdal Kâşî'ye de nispet edilmektedir.
Kalbi hastalıktan kurtarmak için, ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi iman etmek, ibadetleri yapmak ve haramlardan sakınmak lazımdır. İslâmiyetten, tasavvuftan haberi olmayanlar, dini, dünya kazançlarına alet ediyorlar. Bunlar, tasavvufa, müzik sokmuş, müzik aletlerinin nağmelerine göre vücut hareketleri yaparak, Mevlevî ayinleri gibi ayinler oluşturmuşlardır. Başlarında mezar taşına benzeyen beyaz uzun külahları ile dönen semazenler, sağ ellerini göğe kaldırırlar ve sol ellerini gökten aldıklarını dünya yüzüne göndermeyi belirtmek için, aşağı indirirler. Yapılan bu ayinler, İslâmiyetin bir emri zannedilmektedir. Bunları yapanlar, maalesef İslâm dini ile hiçbir alakası olmayan, âyet-i kerime ve hadîs-i şeriflerde bulunmayan böyle ayinleri, tarikat olarak, İslâmiyet olarak tanıtıyorlar. Peygamber Efendimiz ve Eshab-ı kiramdan hiçbiri, böyle ayinler yapmadı. Onların zamanlarında tasavvuf vardı, fakat böyle tarikatçılık yoktu.
.
Musikinin dindeki yeri
Sual: Dinimizde müzik haram mıdır? CEVAP
Simanın caiz olduğu ve caiz olmadığı yerler vardır. Bazıları, kitaplardaki sima kelimesini çalgı olarak tercüme ettikleri için mubah çalgılar da var zannedilmektedir. Aşağıdaki yazıların tamamı İslam âlimlerinin kitaplarından alınmıştır. Nereden alındığı da sonunda yazılıdır. Kendimize ait tek cümle yoktur.
Aletsiz, çalgısız nağmeli sese sima denir. Çalgı aleti ile birlikte olan insan sesine gına [müzik] denir. Gına haramdır. (Dürr-ül mearif)
Lokman sûresinin 6. âyetindeki lehv-el hadis ifadesini âlimler musiki, çalgı aleti olarak bildirmiştir. İbni Mesud hazretleri yemin ederek lehv-el hadis’ten kasıt, çalgı aleti ve musiki olduğunu söylemiştir. (Tefsir-i ibni kesir, Tefsir-i medarik) [İbni Mesud gibi büyük bir zata inanmayan cahillere ne denir ki?]
(Mevahib-i aliyye) ismindeki tefsirde, lehv-el hadis âyeti şöyle tefsir ediliyor:
Yalan hikâyeler yazarak veya şarkıcı kadınlar tutup herkese ses nağmeleri dinleterek, Kur’an dinlemelerine engel olmaya çalışanlara Cehennem ateşini müjdele! (Mevâkib tefsiri)
Bir hadis-i şerifte debuyuruluyor ki: (Üçü hariç, her lehv bâtıldır.) [Deylemî]
Demek ki lehv, bir oyun, bir eğlence, bir çalgı olduğu için böyle buyuruluyor.
Müfessirler, İsra suresinin 64. âyetinde şeytana, (Vestefziz... bi savtike [Sesinle oynat]) demenin çalgı ile oynat demek olduğunu, bu âyetin, her çeşit çalgıyı haram ettiğini bildirmişlerdir. (Şeyhzade)
Müfessirler Enam suresinin 70. âyetini, (Dinlerini [şarkı ile, musiki ile] oyun ve eğlence haline sokanlardan uzak dur) şeklinde tefsir etmişlerdir.
(Şimdi siz bu söze [Kur’âna] mı şaşırıyorsunuz? Gülüyorsunuz da ağlamıyorsunuz ve siz gafletle oynuyorsunuz.) [Necm 59-61]
Medârik tefsirinde entüm samidün ifadesi, (Kur'an okunduğunu işittikleri zaman onu dinletmemek için teganniye [şarkı türkü söyleyerek şamataya] başlarlar, oynarlardı) diye açıklanıyor. İbni Abbas ve Mücahid hazretleri de bu ifadenin şarkı olduğunu söylemiştir. (İgaset-ül-Lehfan)
(Resule itaat eden, Allah’a itaat etmiş olur.) [Nisa 80]
(O Peygamber, güzel şeyleri helal, çirkin, pis şeyleri haram kılar.) [Araf 157]
(Aralarındaki anlaşmazlıkta seni hakem tayin edip, verdiğin hükmü tereddütsüz kabullenmedikçe, iman etmiş olmazlar.) [Nisa 65]
(Kur'anı sana insanlara açıklayasın diye indirdik.) [Nahl 44]
Şimdi Resulullah efendimiz, yukarıdaki âyet-i kerimeleri nasıl açıklamışsa ona bakalım: (İlk teganni eden şeytandır.) [Taberanî]
(Sesini gına ile yükseltene şeytan musallat olur.) [Deylemî]
(Rahmet melekleri, ceres, [çan, zil, çıngırak] bulunan yere girmez.) [Nesaî]
(Rahmet melekleri, köpek ve çan bulunan kafileye yaklaşmaz.) [Müslim, Ebu Davud, Tirmizî]
(Ceres, şeytanın mizmarıdır.) [Müslim, Ebu Davud, Nesaî] [Mizmar çalgıdır]
(Şarkıcı kadını dinlemek, yüzüne bakmak haramdır. Parası da haramdır. Kimin eti haramdan beslendi ise, ona Cehennem ateşi layıktır.) [Taberanî]
(Bir zaman gelecek, ümmetimden bazısı, zinayı, ipek giymeyi, içki içmeyi, mizmarı [çalgıyı] helal addedecektir.) [Buharî]
(Musiki, zinaya yol açar.) [Mektubat-ı Rabbani 3/41]
(Musiki, kalbde nifak hâsıl eder.) [Beyheki]
(Suyun otu büyüttüğü gibi, şarkı, oyun ve eğlence kalbde nifakı büyütür. Allah’a yemin ederim ki, suyun otu büyüttüğü gibi, Kur’an ve zikir de, kalbde imanı büyütür.) [Deylemî]
(Rabbim bana içkiyi, kumarı, darbukayı ve şarkı söyleyen kadınları haram kıldı.) [İ. Ahmed]
(Resulullah çalgı aletleriyle para kazanmayı yasakladı.) [Begavî]
(Ümmetimden bazıları, içkilere başka isim vererek içerler. Şarkıcı kadın ve çalgı aletleriyle eğlenirler. Allahü teâlâ, onları yerin dibine batırır da domuzlar ve maymunlar kılar.) [İbni Mace]
(Şu beş şey zuhur ederse, ümmetimin helaki hak olur: Birbiriyle lanetleşme, içki içme, ipekli giyme, çalgılar ve erkeğin erkekle, kadının kadınla iktifa etmesi.) [Deylemî, Hâkim]
(Ben, mizmarları [çalgıları], putları yok etmek için de gönderildim.) [İ. Ahmed, Ebu Nuaym, İbni Neccar]
(İblis, yeryüzüne indikten sonra, ya Rabbi bana ev ver dedi. Hamamlar senin evin. Yemek istedi. Besmelesiz yenen yemekler senin denildi. Müezzin istedi. Mizmarlar [çalgılar] müezzinin denildi. Yazıların dövme, hadislerin yalandır. Resulün [elçin] kâhinler, falcılar, tuzağın da kadınlardır.) [İbni Ebi-d-dünya, İbni Cerir]
(İblis, benim kitabım nedir dedi. Senin kitabın dövmedir, içeceğin sarhoşluk veren her içki, sadakatin yalan, müezzinin mizmarlar [çalgılar], mescitlerin de çarşılardır denildi.) [Taberanî]
(Allahü teâlânın gazabına sebep olan şeyler: Acıkmadan yemek, uykusu yokken uyumak, tuhaf bir şey olmadan gülmek, musibette feryat etmek, nimete kavuşunca mizmar [çalgı çalmak].) [Deylemî]
(Şarkıcı ve çalgıcı kadınlar çoğalınca, içkiler her yerde içilince, yere batmalar görülecek, gökten taş yağacaktır.) [Tirmizî, Ebu Davud, İbni Mace, İ. Ahmed]
(Şunlar gelmeden önce salih amel işlemekte acele edin. Sefihler başa geçmeden, güvenlik kuvvetleri çoğalmadan, hüküm rüşvetle satılmadan, adam öldürme hafife alınmadan, akraba ziyareti kesilmeden, Kur’an mizmarlardan okunmadan, Kur’anı şarkı gibi okuyanlar öne geçmeden.) [Taberanî]
(Kur'an mizmarlardan okunduğu zaman ölebilirsen öl.) [Taberanî]
(Kur'anı mizmarlardan [çalgı aletlerinden] okuyanlara Allah lanet eder.) [Müsamere]
(Şu 15 kötü haslet işlendiği zaman ümmetim belaya maruz kalır:
1- Ganimete hıyanet edilince
2- Emanetin ganimet sayılınca
3- Zekât cereme kabul edilince
4- Erkek karısına itaat edince
5- Evlat ana babaya isyan edince
6- Kişi, arkadaşına itaat edince
7- Babaya cefa edilince
8- Toplantılarda yüksek sesle konuşulunca
9- En rezil kimse iş başına geçince
10- Şerrinden korkulan kimseye ikram edilince
11- Her yerde içki içilince
12- Erkekler ipek giyinince
13- Şarkıcı kadınlar çoğalınca
14- Çalgı aletleri yayılınca
15- Sonra gelenler, önceki âlimlere lanet edip onları kötülediği zaman.) [Tirmizî]
İbni Hibban’ın bildirdiği hadis-i şerifte, Resulullah, develerin boyunlarındaki ceresleri [çanları] çıkarmıştır. Halbuki çan şehveti tahrik etmez. Çan bulunan yere rahmet melekleri girmiyor. Artık çalgıyı, çalgı aletlerini siz düşünün. Şeyh-ul-İslâm Ahmed İbni Kemal Efendi hazretleri Kırk Hadis kitabında buyuruyor ki: (Mizmarları kırmak ve hınzırları öldürmek için gönderildim) hadis-i şerifindeki mizmar, bütün çalgı aletleridir. Bu hadis-i şerif, her çeşit çalgıyı ve domuz eti yemeyi yasak etmektedir.
Hazret-i Ebu Bekir, iki küçük cariyenin tef çalıp şarkı söylediklerini gördü ve onları azarlayarak “Şeytanın çalgısını mı çalıyorsunuz?” dedi. (Buharî)
İbni Ömer hazretleri, ihramlı bir toplulukta şarkı söyleyen birine, “Allah senin ibadetini kabul etmesin” dedi. (İbni Ebi-d-dünya)
Enes bin Malik hazretleri, “En pis kazanç, şarkı ve çalgı aletleriyle kazanılandır” dedi. (İbni Ebi-d-Dünya)
İbni Abbas hazretleri, “Çalgı aletleri haramdır” dedi. (Beyhekî)
Âişe validemiz, bir evde şarkı söyleyen birini görünce ona, “Yazıklar olsun sana. Bu şeytandır, bunu çıkarın dışarı” dedi ve onu çıkardılar. (Buharî)
Fudayl b. İyad hazretleri, “Müzik ve şarkı, zinanın teşvikçisidir” dedi. (İbni Ebi-d-dünya)
Şeyh Muhammed Rebhami hazretleri buyuruyor ki:
Saz, tanbur, def, ney ve diğer çalgı aletlerini çalmak, Allahü teâlânın emrini tutmamak olur. (Riyad-ün-Nasıhin)
İmam-ı Şa’ranî hazretleri buyuruyor ki:
“Hakim-i Tirmizî’nin Nevadiru’l Usul adındaki kitapta rivayet ettiği hadis-i şerifte Resul-i Ekrem efendimiz, (Her kim şarkı sesine kulak verirse, onun ruhanileri dinlemesine izin verilmez) buyurdu. Oradakilerden biri tarafından, (Ya Resulallah, ruhaniler kimlerdir?) diye soruldu. Resulullah da, (Cennet ehlinin okuyucularıdır) buyurdu. (Muhtasar-ı Tezkire-i Kurtubi)
Çalgı çalmanın haram olduğu, icma ile bildirildi. (Makamat-ı Mazheriyye)
Çalgı çalarak veya oyun arasında Kur'an okuyan kâfir olur. (Tergib-üs-salât)
İmam-ı Münavi hazretleri (Nikâhı herkese duyurun! Bunun için de, camide yapın ve def çalın) hadis-i şerifini açıklarken, (Mescitlerde def çalınmaz. Hadis-i şerif, mescid dışında çalınmasını, mescitte yalnız nikâh yapılmasını emrediyor) diyor. (Hadika)
Camide def çalmak günah olunca, başka çalgının camide çalınması hiç caiz olmaz. Kadınların düğünlerde def çalması caizdir. (Redd-ül-muhtar)
Şimdiki tarikatçıların yaptıkları gibi, dönmek, dümbelek, ney, saz çalmak haramdır. (Tahtavi şerhi)
Teganni ile okuyan bir imamın arkasında kılınan namazın iadesi gerekir. (Halebi)
Kur’an-ı kerimi, Arap şivesine uygun, tecvid ile ve güzel ses ile okumalıdır. Ebu Davud’daki hadis-i şerifte, (Kur'anı güzel sesle okuyun) buyuruldu. Yani "Allah’tan korkarak okuyun" demektir. Bu da, tecvid ilmine uyarak okumakla olur. Yoksa, harfleri, kelimeleri değiştirerek, manayı, nazmı bozarak teganni ile okumak haramdır. (Berika)
Teganni haramdır. (Tıbb-ün-nebevi)
Kur’an-ı kerimi teganni ile okumak ve dinlemek haramdır. Burhâneddin-i Mergınânî buyurdu ki:
Kur’an-ı kerimi teganni ile okuyan hâfıza, ne güzel okudun diyen kimsenin imanı gider. Tecdîd-i iman gerekir. Kuhistânî de, böyle yazmaktadır. (Dürr-ül-müntekâ)
İbni Âbidin hazretleri buyuruyor ki:
Eğlence veya para kazanmak için başkalarına şarkı söylemek, sözbirliği ile haramdır. Çalgı ile raks etmek büyük günahtır. Sıkıntısını gidermek için kendi kendine şarkı söylemek günah değildir. Çalgı olarak, yalnız kadınların düğünlerde def çalması caizdir. (Redd-ül-Muhtar)
Fısk ve içki içilen yerlerde çalgı çalmak ve bunu dinlemek haramdır. Resulullah çobanın kavalını işitince, parmakları ile mübarek kulaklarını kapadı ise de, yanında bulunan Abdullah bin Ömer’e kulaklarını kapamasını emretmedi. Bu da, elde olmadan duymanın haram olmadığını göstermektedir. Çalgıyı, içki, oyun ve kadın bulunan yerlerde keyif için çalmak haramdır. Bayramda, savaşta, hac yolunda, sahurda, düğünlerde ve askerlikte davul çalmak da caizdir. [Okullarda, millî ve siyasi toplantılarda bando, mızıka, mehter marşı çalmak caizdir.] (Hadika)
Def, tambur ve her çeşit çalgıyı evinde, dükkânında bulundurmak, satmak, hediye etmek, ariyet veya kiraya vermek günahtır. (Berika)
Tasavvuf müziği diye bir şey yoktur. Müzik, nefsin gıdası, ruhun zehiridir, kalbi karartır. (Dürr-ül mearif)
İlahileri çalgı ile ney çalarak okumak bid'attir. Harama helal diyen ve haramı ibadete karıştıran kâfir olur. (Seadet-i Ebediyye)
İmam-ı Gazalî hazretleri buyuruyor ki:
Bir evde, küçük zenci kızları [cariyeler] def çalıp şarkı söylüyorlardı. Resulullah efendimiz gelince, şarkıyı bırakıp, Resulullah'ı övmeye başladılar. Resulullah efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Onu bırakın, oyun arasında beni övmeyin!Beni övmek [mevlid, ilahi] ibadettir. Eğlence, oyun arasında ibadet caiz değildir) buyurdu. (K. Saadet)
[Bazıları, bu hadis-i şerife istinaden kadınların şarkı söylemesinin ve çalgının caiz olduğunu söylüyorlar. Şarkı söyleyenler cariye idi. Cariyenin avret yeri erkeğinki gibidir. Sesi de avret değildir. (İhya)]
Her çeşit çalgı dinlemek haramdır. (Fetâvâ-i Bezzaziyye, Hadika, Ahlak-ı alaiyye)
Müzik bütün dinlerde büyük günahtır. (Dürr-ül-münteka)
Müzik kelimesi, Yunanlıların büyük putları olan Zeüs’ün kızları sayılan Mousa (Müz) denilen 9 heykelin adından hâsıl olmaktadır. Bozuk dinler, kalbleri ve ruhları besleyemediği için, müziğin, her çeşit çalgı sesinin nefislere hoş gelmesi, nefisleri beslemesi ruhani tesir sanıldı. Bugünkü batı müziği, kilise müziğinden doğdu. Bugün yeryüzünü kaplayan bozuk dinlerin hemen hepsinde, müzik, ibadet halini almıştır. Müzik ile, her çeşit çalgı ile nefisler keyiflenmekte, şehvani, hayvani arzular kuvvetlenmektedir. Ruhun gıdası olan, kalbleri temizleyen ve nefisleri ezip, haramlara olan arzularını yok eden, ilahi ibadetler unutulmaktadır. Müzik, her çeşit çalgı, insanları, alkolikler ve morfinmanlar gibi gaflet içinde, uyuşuk yaşatmaktadır. Böylece, nefisleri azdırarak, sonsuz saadetten mahrum kalmasına sebep olmaktadır. İslam dini, insanları bu felaketten korumak için, müziği kısımlara ayırmış, zararlı olanlarını haram kılmış, yasak etmiştir. (Seadet-i Ebediyye)
Bayram günü oyun oynamak
Sual: Bayram günü, sahabe çalgı çalıp oynuyorlarmış. Bize neden caiz değildir? CEVAP
Çalgı çalmak caiz olmaz. Peygamber efendimiz, Medine’ye geldiği zaman, Medinelilerin iki eğlence günü olduğunu bildirdiler. Cahiliyet zamanındaki eğlencelerden bahsettiler. Peygamber efendimiz buyurdu ki: (Allah, o iki günü onlardan daha hayırlı iki gün olan kurban ve Ramazan bayramının günleriyle değiştirdi.) [Buharî]
Hazret-i Âişe anlatır:
Bayram günü iki cariye, kahramanlık şiirlerini def çalarak terennüm ediyordu. Resulullah yatağına yatıp yüzünü çevirdi, sonra babam [Hazret-i Ebu Bekir] içeri girdi. (Bu ne hâl, Resulullah’ın huzurunda şeytanın düdüğü ve sesi ne arıyor?) diye beni azarlayınca, Resulullah (Bırak onları, her milletin bir bayramı vardır, bu da bizim bayramımızdır) buyurdu. Babam başka şeyle meşgulken, cariyelere işaret ettim, dışarı çıktılar. (Buharî, Müslim)
Yine Âişe validemiz anlatır:
Bayram günü Habeşiler oyun oynarken Resulullah beni çağırdı, ben de başımı onun omzuna koyup, hevesim gidene kadar seyrettim. (Buharî, Müslim, Nesaî)
Oyun oynayanlar, eğlenenler, cariyeler ve Habeşi kölelerdir. Def çalıp oynamak cariyelere verilmiş bir ruhsattır. Sesleri de avret değildir. Hür kadınların sesleriyse avrettir. Ancak düğünlerde, kadınlar arasında def çalabilirler. Cariyeler gibi erkekler arasında çalamazlar. Cariyelerin bu hareketlerini hür kadınlara da uygulamak, dinde reforma girer. Habeşi kölelerin oyunları ise, mızrak, kılıç ve kalkan oyunlarıydı. Bu hadis-i şeriflere dayanarak sahabe çalgı çalardı demek çok yanlış ve iftira olur.
Çalgı ve Allah sevgisi
Sual: (Çalgı, Allah sevgisini artıyorsa mubahtır, süslü, açık, güzel bayana bakmak da ferahlık veriyorsa, Allah sevgisini artırıyorsa, çiçeğe bakmak gibi mubah olur) deniyor. Haram olan şey, nasıl mubah olabilir? CEVAP
Çok yanlıştır. Çalgının haram olduğu çeşitli hadis-i şeriflerle bildirilmiştir. Haram olan şey derttir, derde deva, ruha gıda olmaz. Bir hadis-i şerif meali: (Allahü teâlânın size haram ettiği şeylerde şifa yoktur.) [Hâkim]
Çalgı nefsin hoşuna gider, o hain nefsi besler. Günah hoşa gidince insanı Allah sevgisine mi kavuşturur?
Güzel bir çiçeğe bakmak, onu koklamak ruha tatlı gelir. Ruhun Allahü teâlânın varlığını, büyüklüğünü anlamasına, Onun emirlerine uymasına sebep olmaktadır. Parfümlü açık bayana bakmak ise, nefse hoş gelir. Kulak renkten zevk almaz. Göz de sesten zevk almaz; çünkü anlamazlar. Nefis, Allahü teâlânın düşmanıdır. Zevklerine kavuşmak için her kötülüğü yapmaktan çekinmez. Onun zevklerinin sonu yoktur. Namahreme bakmakla doymaz. Daha başka şeylerin zevkini tatmak ister. Nefsin taşkın zevkleri, insanı, sefalete, hastalıklara, aile facialarına, felaketlere sürüklemektedir. Allahü teâlâ, bu facialara mani olmak için, kadınların, kızların açılmalarını, yabancı erkeklere yaklaşmalarını, içkiyi, kumarı, çalgıyı yasak etmiştir.
(Çalgı, Allah sevgisine götürüyorsa caiz olur) demek, (Zina, içki, kumar Allah sevgisine götürüyorsa caiz olur) demeye benziyor. Dinimizin yasakladığı çalgıyı böyle savunmak, tamamen ilim dışıdır.
Ruhun ve nefsin gıdası
Sual:(Çalgı haram değildir, çünkü insanın çalgıya da ihtiyacı vardır. İyi bilinmeli ki, musiki ruhun gıdasıdır) deniyor. Ben bekârım, evlenme ihtiyacı hissediyorum. Ara sıra ihtiyacımı gidermek için geneleve gitmem, bu yazara göre caiz mi oluyor? CEVAP
İhtiyacı gidermek için, haram caiz olursa, bu da caiz olur. Böyle kıyası ancak dinde reformcu cahiller yapar. Dinimiz çalgıyı kesinlikle haram etmiştir. Müzik, kâfir olan nefsimizin gıdasıdır, ruhumuzun zehridir. Aşağıda vesikaları vardır, açıkça, (Kalbde nifak hâsıl eder, ruhun zehridir) deniyor. Kalbin ve ruhun gıdası ibadet etmektir, Allahü teâlâyı ve onun sevdiklerini sevmektir. Nefsin gıdası haramlardır.
XXXXXXXXX
Sema yapmak ve ney çalmak caiz midir; bilgi verir misiniz?
Soran : sozten
Tarih: 15.01.2007 - 14:14 | Güncelleme:
Soru Detayı
- Ney çalmanın helal olduğu, ayrıca şu konunun geçtiği rivayet ediliyor:
"Bir gün Peygamber Efendimiz çok önemli konuları Hz. Ali'ye söyler ve kimseye bahsetmemesini ister. Hz. Ali de bu konuları söylemez, ama bu konular çok ağır olduğundan dayanamaz ve bir kuyuya eğilerek, bu konuları kimse duymadan söyler. Daha sonra bu kuyudan çiçekler, otlar çıkar ve buradan geçen birisi bu otlardan neyi yapar ve çok güzel ses çıkar. Bu çiçekler, otlar cennet bahçesinden geldiği için de ney çalınabilir..."
Cevap
Değerli kardeşimiz,
Semâ, kelime olarak “işitmek ve dinlemek” mânâlarına gelmektedir. Güzel sesle ve musikî refakatinde coşmak mânâsında da kullanılır. Tasavvufta semâ bir vasıtadır. Semâdan gaye ise, ondan meşru olarak faydalanmak ve bu vesile ile insanlara Hakk'ın kelâmını dinletmektir. (1)
İslâm mutasavvıfları ve İmam Gazalî gibi büyük zatlar, semâı, Peygamberimizin (asm) mübarek sözlerinden şevke gelip dönen sahabîlere kadar dayandırmaktadırlar. Şöyle ki:
Hz. Hamza (ra) şehit olunca küçük kızı yetim olarak kalmıştı. Sahabîlerden Hz. Ali, Hz. Cafer ve Zeyd bin Sâbit’ten her üçü de, bu yetimi himayeleri altına alıp bakmayı arzu ediyorlardı. Hepsini de dinleyen Peygamberimiz (asm),
Hz. Ali’ye, “Yâ Ali, sen bendensin, ben de sendenim.” buyurdu. Bunun üzerine Hz. Ali sevincinden dönmeye başladı.
Hz. Cafer'e de “Senin sûretin ve sîretin (ahlâkın) bana benziyor.” buyurdu. Bu güzel sözü duyan Hz. Cafer şevkinden dönmeye başladı.
Hz. Zeyd için de “Sen bizim kardeşimiz ve âzad edilmiş kölemizsin.” buyurunca, Hz. Zeyd de heyecanından dönmeye başladı.
Daha sonra Peygamberimiz (asm) “Teyze anne mesabesindedir.” buyurarak, kızı Hz. Cafer’e verdi. Hz. Cafer’in hanımı yetim kızın teyzesi idi.(2)
Diğer mutasavvıflar gibi, İmam Gazalî de hadisin metninde geçen “hacel” kelimesini “semâ ve raks” mânâsına alarak bu hususta şöyle demektedir:
“Raks bir sevinme ve sevinçten doğar. Raksın hükmü ise onu tahrik eden sebebe göre hüküm alır. Eğer rakseden adamı şevke getiren meşru ve ulvî bir duygu ise, onun raksı o sevgiyi arttırdığı için güzeldir. Şayet mubah ise raksı da mubahtır. Eğer meşru olmayan, harama vasıta olan bir şeye sevinmişse raksı meşru değildir.”(3)
Burada “raks”tan murad “semâ”dır.
Başta Zunnûn el-Mısrî, Cüneyd-i Bağdadî ve Şiblî olmak üzere, meşhur evliya ve İslâm mutasavvıfları Allah’ı ve âhireti hatırlatan bir söz duydukları zaman vecde gelip raksetmişlerdir. Semâ yapmışlar ve semâı öven sözler söylemişlerdir.
“Semâ zamana, mekâna ve ihvana göre değişir.” diyen Cüneyd-i Bağdadî Hazretleri, semâ edenleri üç gruba ayırır: avam, zahid ve ârifler. Semâı ârif ve zahidler için iyi görürken, avam için hoş görmez.
Zunnûn el-Mısrî ise, semâın ilâhî neşveden nasibi olmayan avam için caiz olmadığını söylemekte, riyazet ve mücahedenin meydana gelmesi için, zahidlerin yaptıkları semâı mubah görmektedir. Her iki mutasavvıfın da avam için semâı iyi görmemelerinin sebebi, onların semâı gerçek maksadı olan ilâhî vecd ve şevk karşısında yapmamış olmalarıdır.
İmam Şâfiî ise, semâın sadece avam için mekruh olduğunu beyan eder.
Ayrıca İmam Gazalî Kutu’l-Kulûb isimli eserinde Ashab-ı Kiramdan bazılarının semâ yaptıklarını söyler, bunlar arasında Abdullah bin Zübeyr’i, Mugîre bin Şûbe’yi ve Hz. Muaviye’yi zikreder.
Mevlâna Celâleddin Rumî ise semâın hak âşıklarının gıdası olduğunu, onda canan ile (hakikî dost ile) buluşup kavuşmanın lâtif bir hayali bulunduğunu söyler. Ve semâın manevî hal sahibi olanların gönülleri için bir döşek olduğunu belirtir.(4)
Semâın fıkhî cevazı üzerinde âlimler arasında değişik görüşler varsa da, ilâhî aşk, vecd ve cezbeden dolayı semâ yapmanın mubah olduğu hususunda yaygın bir kanaat mevcuttur.
Mevlânâ’nın semâ yapıp yapmadığına gelince:
Mevlânâ’nın zamanına yakın asırlarda yazılan bazı kaynaklar semâ yapmadığını zikrederse de, kaynakların ekserîsi Mevlânâ’nın Şems-i Tebrizî ile buluşmasından sonra onun teşvikiyle semâa başladığını naklederler.
Bir gün Şems ona, “Semâ buyurunuz. Taleb ve arzu ettiğiniz şeyi semâda bulursunuz. Semâın halka haram olması, hevâ-i nefsi ile meşgul olmasından dolayıdır.” der. Mevlânâ bu konuşmadan sonra semâa başlamış ve hayatının sonuna kadar da semâ yapmıştır. Hattâ öyle ki, hoşuna giden mânâlı bir söz duyduğunda, Meram Mescidinde, Ilıca’da, Konya meydanında semâ yapmıştır. O, semâ esnasında Mevlâ’nın azamet ve kudretini İlâhî sanatlar üzerindeki tecellîleri gördüğünü söyler. Bu semâ esnasında sorulan suallere manzum olarak cevap verdiği söylenmektedir.
Eflâkî’nin "Menâkıbü’l-Ârifin" isimli eserinde ise, ayrıca Mevlânâ semâ yaparken defçilerin def çaldıkları, neyzenlerin ney üfledikleri de belirtilir. Mevlânâ Hazretleri Mesnevî’sine; “Dinle neyden çün hikâyet etmede, ayrılıklardan şikâyet etmede.” diyerek başlamış ve neyin çevreye aşk ateşleri saçtığını ifade etmiştir.
Mesnevî şârihleri neyden maksadın “insan-ı kâmil” olduğunu söylerlerse de, bazı şârihler de ney’i hakikî mânâda kullanmışlardır. Mevlâna bir şiirinde “Âteşes în bânk-ı nây ve nîst bâd. Her ki în âteş nedâret nîst bâd” yani,”Ney’in çıkardığı sesler aşkın ateşleridir. İçine üfürülen maddî bir soluk değildir. Bir kimsede bu (ilâhî aşk ve muhabbet) ateşi olmazsa, o yok olsun daha iyi” demektedir.
Mevlevîlikte Hazret-i Şârih diye meşhur olan İsmail Ankaravî(5), Pes Sühreverdî, Necmüddin Dâye, İbn Fârız, Ebu Talib Mekkî, Kâşânî, Gazalî ve Mevlâna gibi kâmil muhakkiklerin raks ve semâ'ı caiz görüp ibadet ve fazilet olarak değerlendirdiklerini ifade etmiştir.(6)
Buna göre, Mevlâna semâ yapmış, ney dinlemiş, fakat ney çalmamıştır.
Bugün her sene Aralık ayında Konya’da tekrarlanan Mevlâna ihtifalleri ise, Mevlâna’nın fikir ve görüşlerini etrafa yaymak, onun adına kurulan tarikatı dünyaya ilân etmek üzere yapılmaktadır. Bilindiği gibi, Mevlevî tarikatını oğlu Sultan Veled kurmuştur. Sultan Veled de babasının arzu ettiği şekilde yaşamış bir evlattır.
Arzumuz, Mevlevîliğin sadece isim ve resimden ibaret kalmaması, asırlar önce kurulan bir tarikatın aslına ve ruhuna uygun bir şekilde devam ettirilmesidir.
Dipnotlar:
1. Tasavvuf ve Tarikatler, s. 64.
2. Müsned, I/108.
3. İhyâ, II/300.
4. Mesnevî-i Şerif, Manzum Nahîfî Tercümesi, I/2.
5. Ankaravi, Minhacu"l-Fukara, Bulak, 1256, s. 60-76.
6. Ankaravi, Hüccetü"s-semâ (Minhâcu"l-fukarâ ile birlikte), Bulak 1256, s. 4.
Semâ Etmek Câiz Midir? Kur’ân ve Sünnet’ten Delili Var Mıdır?
Semâ, Kur’ân ve Sünnet’in içinde kalındığı ve haramlardan sakınıldığı müddetçe bir zevktir. Tek başına bir ibâdet değildir. Ama semâ eden bir kimse, Kur’ân ve Sünnet’e uygun bir hayat yaşar ve semâ esnâsında Allah’ı zikrederse söylenecek bir laf olmaz. Semâ eden bir kimse, Kur’ân ve Sünnet’i yaşadığı gibi, ilâhî aşk ile aşklanıp, Allah’ın zikrine sımsıkı yapışması lazım. Semâ eden bir kimse, topluluğun önünde durmak, önünde yürümek veya topluluğun önünde bir şey yapmak, nefis terbiyesi açısından zor olan bir şeydir. Çünkü insanların nazarları, talepleri ve onlara karşı iştiyakları artar. Herkes onlara ulaşmak ister ve onlara doğru yönelir. Eğer bu noktada bir kimse, sırf Allah rızâsı için yaparsa kendini kurtarır, öbür türlü -Allah muhâfaza eylesin- semâ, içi doldurulmazsa kültürel bir figür olur başka bir şey olmaz.
Bir de semâ, ancak ehl-i tasavvufa mübah olur. Ehl-i tasavvuf olmayanın, sûfîlik yolunda olmayan bir kimsenin semâ etmesi ve semâ ile iştigal etmesi de haramdır. Semâ, ancak ve ancak bu mânâda sûfîler için uygun ve câizdir. Sûfî olmayanların semâ etmeleri, bu noktada semâ ile ilgilenmeleri çok uygun değildir. Bu yanlış anlaşılmasın, semâ herkese açıktır, herkes semâ edebilir. Bu anlattıklarım şu demektir: Semâ, kendi âdâb/erkân/terbiye yani kendi disiplini içerisinde olduğu müddetçe bir sıkıntı yoktur.
Semâ, sadece Mevlevîlere has bir ritüel değildir. Semâ, bu mânâda âşıklara has bir ritüel de diyebiliriz. Her semâ edene «Semâzen» diyebiliriz. Ama her semâzene «Müslüman», «Mümin» veya «Ehl-i Tasavvuf» diyemeyiz. Her semâ edene biz «Âşık» diyemeyiz. Eğer sadece bir gösteri, sadece bir dönüş, sadece bir ritüeli yerine getirmek ise, bunun bâtınîliği, içselliği olmadı. O zaman herkes bu mânâda semâ edebilir. Ama bizim durduğumuz nokta şudur ki, semâ bir zikir törenidir. Semâzen her çarkında “Allah” der. Ve her çarkında “Allah” diyerekten Allah’ı zikreder. Eğer semâyı ve semâzeni bu gözle bu mantıkla bakıyorsak o zaman durum farklılaşacaktır. Diğer türlü dediğimiz gibi folklorik bir şey olur. Ha gitmiş «Çayda çıra» oynamış, ha gitmiş semâ etmiş bir farkı kalmaz.
Bizim semâzen kardeşler her çarkta “Allah, Allah, Allah” diyerek semâ ediyorlar. Hepsinin de öğretisi bu. Bizce semâ, Hak’tan gelen bir ilhâmdır. Semâ, Allah’ı zikir ritüelidir. Semâ, âşıklar için sohbet zamanıdır.
Semâ etmenin âyetten, sünnetten ve imâmlardan delilleri şöyledir:
1-Allah-û Teâlâ(C.c.)«Kur’ân-ı Kerîm»de şöyle buyuruyor:
“Onların kalplerini (huzurumuza bağlayıp) kuvvetlendirdik; o vakit ayağa kalktılar: ‘Bizim rabbimiz, göklerin ve yerin rabbidir; O’ndan başkasına asla tanrı deyip yakarmayız. Yoksa kesinlikle yanlış bir şey dillendirmiş oluruz’ dediler.” (Kehf Sûresi, 14)
Mâlikî ulemâsından müfessir İbn Acîbe(K.s), «Bahrü’l-Medîd» tefsirinde ve müfessir Rûzbihân-ı Baklî (ö. 606/1209), «Arâisü’l-Beyân» adlı işârî tefsirinde, “O vakit gençler ayağa kalktılar ve, ‘Rabbimiz; göklerin ve yerin Rabb’idir’ dediler” (Kehf, 14) âyeti hakkında şöyle demiştir:
“Meşâyihten bazıları bu âyeti, semâ ve zikir ânında vecde gelerek ayağa kalkıp hareket etmeye delil göstermişlerdir. Çünkü kalpler, melekût âlemine ve kudsî huzura bağlı olduğunda, değişik zikirler ve kalbe etki eden semâ icraatları (güzel ses ve kasîdeler) onu harekete geçirir. Bunun aslı şu âyettir: “Onların kalplerini (huzurumuza bağlayıp) kuvvetlendirdik; o vakit ayağa kalktılar … “[1]
2-Allah-û Teâlâ(C.c.)«Kur’ân-ı Kerîm»de şöyle buyuruyor:
لَقَدْ جَاءكُمْ رَسُولٌ مِّنْ أَنفُسِكُمْ عَزِيزٌ
“Aranıza sizden olan bir resul geldi.” (Tevbe Sûresi, 128)
Hanefî fakihi, muhaddis, müfessir ve kıraat âlimi Molla Aliyyü’l-Kârî(Rh.a.), bu âyet-i kerîme hakkında şöyle buyurdu:
“Burada Peygamberimizin (S.a.v.) aramıza geldiği günü kutlamaya bir işaret var, bunun için bu günde Allah’a şükür etmek için zikretmek gerek. Mübah olan semâ ve çalgı muhabbetten dolayı Mevlid’in bir parçası olabilir, bunun hiçbir sakıncası yoktur.”[2]
2- Görmüş olduğunuz sayfa, büyük müctehid ve muhaddis İmâm Ahmed b. Hanbel(Rh.a.)‘in topladığı, «el-Müsned» adlı hadis külliyatına aittir.
Hazreti Ali(K.v.) dedi:
أتيت النبي صلى الله عليه وسلم وجعفر وزيد قال فقال لزيد أنت مولاي فحجل قال وقال لجعفر أنت أشبهت خلقي وخلقي قال فحجل وراء زيد قال وقال لي أنت مني وأنا منك قال فحجلت وراء جعفر
“Ben Câ’fer ve Zeyd’le (R.anhümâ) birlikte Peygamber(S.a.v.)’e gittik. Peygamber(S.a.v.), Zeyd’e dedi: ‘Sen benim azatlımsın!’ Bu zaman (sevinçten) Zeyd bir ayağının üzerinde Peygamber(S.a.v.)’in etrafında dönüp durmaya başladı. Peygamber(S.a.v.) sonra Câ’fer’e: ‘Sen ahlâken ve fıtraten bana benzersin!’ dedi. Bu zaman Câ’fer’de Zeyd’in arkasinda dönüp durmaya başladı. Sonra bana: ‘Sen bendensin, bende sendenim!’ dedi. Bu zaman bende Câ’fer’in arkasında dönüp durmaya başladım.” [3]
Ahmed İbn-i Hanbel(Rh.a.) bu hadîs-i şerîfi belirttikden sonra buyurmuştur ki: “Bu hadîs-i şerîf gösteriyor ki, kişi bâtınına yetiştiği zaman raks etse câizdir. Ancak, Hz. Ali (K.v.) ile Zeyd ve Câ’fer (Rıdvânullâhi aleyhim ecmaîn)’in raksları; vecd değil belki tevâcüd idi. Zira, Fahr-i âlem (S.a.v.) Efendimizin iltifatlarından ötürü şevklenerek raks etmişlerdir. Hepsinin de akılları başlarında idi.”[4]
Şâfiî fakihi ve muhaddis İmâm Beyhakî(Rh.a.), naklettiği hadisin şerhinde buyuruyor ki:
“«حجل/Hecl», sevinçten dolayı zıplayınca bir ayağın kalkıp diğerinin üstünden atması demektir. İnsan böyle bir şeyi, Allah’ın kendi bilgisinden bahşettiği bir şey ya da başka bir nimetine sevinmesinden dolayı yaparsa bunda beis yoktur. Ancak erkeğin tabiatından uzaklaşacak kadar eğilip bükülme ve çıtkırıldım davranışlar sergileme olursa, bu durum kadınlara benzeme anlamına geleceğinden mekruhtur.”[5]
Yine İmâm Beyhakî(Rh.a.), ahkâm hadislerini bir araya getirdiği «es-Sünenü’l-Kübrâ» adlı eserinde bu hadisi izâh ederken şöyle buyuruyor: “Bu hadis, sahih bir delil ve ruhsat ile raksederek, kalkarak ve zıplayarak dönüp durmanın câiz olduğunu gösteriyor. Allah en güzelini bilir.”[6]
3- Görmüş olduğunuz sayfa, İmâm Süyûtî(Rh.a.)‘in «el-Hâvî li’l-Fetâvâ» adlı eserine aittir.
Şâfiî ulemâsından tefsir, hadis, fıkıh, Arap dili ve edebiyatı âlimi Hâfız İmâm Süyûtî(Rh.a.) ayakta yapılan «Cehrî zikir» ve «Semâ» hakkında sorulan suale şöyle cevap veriyor:
SORU:Zikir meclisinde toplanan sûfîler cemaatinden bir şahsın ayağa kalkarak zikretmeye başlaması halinde kendi ihtiyarı ile bunu yapması çirkin midir? Ve birisinin onu bu işten nehyedip mânî olması gerekir mi?
el-CEVAB: Bunda inkâr edilecek bir şey yoktur. Bunun aynısı Şeyhü’l-İslâm Siracüddin el-Bulkîni’ye sorulmuştu. O’da şöyle cevapladı: “Şüphesiz bu inkâr edilemez ve kimsenin ona mânî olmaya hakkı olmadığı gibi mânî olmak isteyene de ta’zir cezası uygulamak gerekir.” Yine aynı soruya allâme Burhaneddîn el-Ebnasî aynı şekilde cevap vermiştir. O’nun cevabında şu ifadeler de vardır: “Hal sahibi kimse bu hal’in te’siri altında mağlubdur. Bu durumu inkâr eden ise öylesi vecd lezzetini tatmaktan, o safâ hâlini yudumlamaktan mahrumdur. Bunların cümlesinde selâmet (en doğru tutum); o zatların hâllerini anlayıp, teslim olmaktır.” Bazı Hanefî ve Mâlikî ulemâsı da aynı şekilde cevab vermişler, ve hepsi de bu suale birbirine muvâfık cevaplar yazmışlar, muhalefet etmemişlerdir.
Ben derim ki; Allah’ı ayakta zikretmek nasıl inkâr edilebilir? Allah-û Teâlâ (C.c.) buyurur ki: “Onlar ayakta, oturarak ve yanları üzere yatarken Allah’ı zikrederler”(Al-i İmran 191). Âişe (R.anhâ) der ki: “Peygamber (S.a.v.)’in Allah’ı zikretmediği bir an yoktu.”
Vecd ve şuhud zevkiyle raks ve benzeri şekilde ayakta zikir inkâr edilemez. Nitekim Ca’fer Bin Ebi Tâlib (R.a.)’ın raksettiği hadiste vârid olmuştur; Ca’fer Bin Ebi Tâlib, Nebî (S.a.v.)’in kendisine “Ahlâkın benim ahlâkıma benziyor” buyurması üzerine bu hitâbın lezzeti ile raks etmiştir. Bunu Nebî (S.a.v.) nehy etmemiştir. İşte sûfîlerin vecde ulaştıkları zaman raks etmesinin aslı budur. Zikir meclislerinde raks ve semâ’nın (dönmenin) sahih olduğu İmâm İzzeddin Bin Abdisselâm ve büyük imâmlardan nakledilmiştir.” [7]
Yine İmâm Süyûtî(Rh.a.), «Te’yîdü’l-Hakîkati’l-Alîyye» adlı kitabında «Semâ» hakkında birçok nakiller yaparak şöyle buyurmuştur:
Hâfız Muhammed b. Tâhir el-Makdisî senediyle beraber Mus’ab b. Zübeyr‘den şöyle nakletmiştir:
“Mâlik b. Enes‘in meclisindeydim. Ebû Mus’ab kendisine semâ meselesini sordu. Bunun üzerine Mâlik: ‘Bizim beldemizde bulunan ilim sahipleri buna karşı çıkmıyor ve bundan geride kalmıyorlar. Semâ’yı, câhil veya kaba tabiatlı bir Irak’lı nâsikden (dünyadan elini ayağını çeken ibâdet ehli kimselerden) başkası inkâr etmez’ cevabını verdi.
Yine aynı şekilde senediyle beraber Sâlih b. Ahmed b. Hanbel(Rh.a.)‘den yapılan nakilde, (Sâlih b. Ahmed’in) semâ’yı sevdiği, bir adamı hazır bulundurduğu ve bu adamın terennüm ettiği ve babasının da dinlediği rivâyet edilmiştir.”
İbn Tâhir de şöyle demiştir: Kardeşimiz Ebû Muhammed et-Temîmî şöyle dedi: ‘Şerîf Ebû Ali Muhammed b. Nasr b. Musa el-Hâşimî‘ye «Semâ» meselesini sordum. Şöyle cevap verdi: ‘Bu konu hakkında ne diyeceğimi bilmiyorum. Ancak 380 senesinde Hanbelî şeyhlerinden biri olan şeyhimiz Ebû Hasan Abdülaziz b. Harîs et-Temîmî‘nin evinde arkadaşları için verdiği bir davette hazır bulundum. Bu davete Mâlikî şeyhlerinden Ebû Bekir el-Ebherî, Şâfiî şeyhlerinden Ebü’l-Kâsım ed-Dârî, ashâbü’l-hadis şeyhlerinden Ebü’l-Hasan b. Sem’ûn, mütekellim şeyhlerden Ebû Abdullah b. Mücâhid ve arkadaşı Ebû Bekir el-Bâkıllânî de katılmıştı. Hatta (o kadar âlim vardı ki) orada bulunanlar, şayet bulundukları evin damı yıkılıp üzerlerine çökse, bir sene boyunca Irak’ta fetva verecek kimse kalmaz dediler. (İşte bu kadar âlimin bulunduğu o davette) sesi güzel bir adam vardı. Ona bize bir şeyler oku diyorlardı. Adam (şu sözleri) söylüyor, onlar da dinliyorlardı:
Parmakları, bir kâğıdın ortasına, Solukla değil, kokuyla bir mektup yazdı.
Çekinmeden beni ziyaret et sana feda olayım. Zira bana olan sevgin insanlar arasında duyulmuş, diye.
Sevgilinin mektubunu sunan kimseye sözüm, Beni bekle, baş üstünde değil, iki göz üstünde sana geleyim, oldu.’
İbn Tahir(Rh.a) devamla, “Kendisine iktidâ edilen imamlardan olup da semâ dinlemenin mübâh olduğunu söyleyenlerin sonuncusu Şeyh Ebû İshak eş-Şirâzî (K.s.)’dir. O ise vera’ (takva), zühd ve zâhidliği ile gizlenemeyecek kadar (önemli) bir makamda idi” demiştir.
İmâm Beyhakî(Rh.a.) de «Şuabü’l-İmân»da şöyle demiştir: “Kardeşim Abdurrahman Muhammed b. Hüseyin es-Sülemî‘ye okudum. Şöyle cevap verdi: ‘İmâm Ebû Sehl Muhammed b. Süleyman‘a «Semâ» meselesini sordum. Dedi ki: ‘Semâ, hakaik ehli için müstehap, vera’ ehli için mübâh, fısk ehli ve eğlence olsun diye yapanlar hakkında da mekruh sayılır.’”
Konevî(K.s.), «Taarruf»un şerhinde şöyle demiştir: “Müteahhirînden; Şeyh İzzeddîn İbn Abdüsselâm, Şeyh Takıyüddîn İbn Dakîkul’îd ve İslâm imamlarının âlimlerinden başka kimseler de bazan semâda hazır bulunmuşlardır.”
İsnevî«Tabakât»ta, “Şeyh Tâceddîn b. Ferkâh, semâyı seviyor ve semâda hazır bulunuyordu” demiştir. Aynı şekilde kutub Kastallânî(K.s.) de semâyı iyi görenlerdendi.
Mâverdî, «el-Hâvî»de “Abdullah b. Cafer b. Ebû Tâlib(R.a.), gına (nağmeli söz/şarkı)yı çokca dinleyenlerdendi. Bunun için câriye satın alırdı” demiştir. [8]
4- Görmüş olduğunuz sayfa, Şeyhü’l-İslâm İbn Hacer el-Heytemî(Rh.a.)‘nin «el-Fetâva’l-Hadîsiyye» adlı eserine aittir.
Şâfiî fakihi, muhaddis ve edip, Şeyhü’l-İslâm İbn Hacer el-Heytemî(Rh.a.), «Vecd – Semâ» hakkında sorulan suâle şöyle cevap veriyor:
فَأجَاب: بقوله نعم لَهُ أصل فقد روى فِي الحَدِيث أَن جَعْفَر بن أبي طَالب رَضِي الله عَنهُ رقص بَين يَدي النَّبِي – صلى الله عليه وسلم – لما قَالَ لَهُ أشبهت خَلقي وخُلقي وَذَلِكَ من لَذَّة هَذَا الْخطاب وَلم يُنكر عَلَيْهِ – صلى الله عليه وسلم – وَقد صَحَّ الْقيام والرقص فِي مجَالِس الذّكر وَالسَّمَاع عَن جمَاعَة من كبار الْأَئِمَّة مِنْهُم عز الدّين شيخ الْإِسْلَام ابْن عبد السَّلَام
“Sordular ki:Sûfîlerin vecd halinde yaptıkları raksın aslı var mudur?
Cevab:Evet, aslı vardır. Rivâyet edildi ki Câ’fer bin Ebi Tâlib (R.a.) Allah Rasûlü (S.a.v.) kendisine sen sûreten ve sîreten bana benziyorsun deyince, gözü önünde raks etmiştir. Sebebi ise Peygamberin (S.a.v.) hitabından lezzet duymasıydı. Allah Rasûlü de (S.a.v.) bu hareketi yadırgamamıştır.
Zikir ve sema’ meclislerinde ayağa kalkıp raksetmek büyük imâmlardan sahih olarak vârid olmuştur. Bunlardan birisi de Şeyhü’l-İslâm İzz bin Abdisselâmdır.”[9]
5- Yine görmüş olduğunuz sayfa, İmâm Sülemî(Rh.a.)‘in «Kitâbü’n-Nesîmü’l-Ervâh» adlı kitabına aittir.
İmâm Beyhakî, Ebû Nuaym gibi büyük âlimlerin hocası olan Horasanlı sûfî, müfessir ve muhaddis İmâm Ebû Abdurrahmân es-Sülemî(Rh.a.)«Kitâbü’n-Nesîmü’l-Ervâh» isimli risâlesinde şöyle buyuruyor:
عن بعض اصحاب الجنيد قال: كنا مع الجنيد فى جبل طور سيناء وكان معنا قوال يقول. فتواجد اصحابنا حول اجنيد و رقصوا فاذا هو راهب ينادى و هويقول بالله عليكم أجيبونى. قال فلم يلتفتوا اليه من طيب الوقت ومما كانوا فيه. فلما افاقوا قيل للجنيد ان راهبًا كان ينادينا ويقسم علينا بدين الحنيفية ان اجيبونى. قال فمضى الجنيد الى عند الراهب فنزل الراهب من صومعته فقال: «ايما منكم استاذ؟»
فاشاروا الى الجنيد. فقال الراهب: «ما هذا المذهب وما الذى كنتم فيه من الحركات والرقص والوجد والسماع؟ اهو شيئ مخصوص فى دينكم او معموم؟»
فقال الجنيد: «بل هو مخصوص بشرط الزهد فى دار الدنيا»
فقال الراهب: «مدّيدك يا ابا القاسم جنيد فانا اشهد ان ﻻ اله اﻻالله وحد ﻻ شريك له واشهد ان محمدًا عبده ورسوله، هكذا وجدت فى الانجيل مكتوبًا ان خواصا من امة محمد صلى الله عليه وسلم يتحركون عند السماع بشرط الزهد فى دار الدنيا؛ لباسهم الصوف و قد رضوا امرالدنيا بكسرة وخرقة اولئك خواص امة محمد صلى الله عليه وسلم.»
Cüneyd(K.s.)‘in ashâbından biri şöyle demiş: Biz Sînâ Dağı’nda Cüneyd ile beraberdik. Yanımızda biri gazel okuyordu. Arkadaşlarımız, Cüneyd‘in etrafında vecde gelip raks etmeye başladılar. Birden bire bir râhip ortaya çıktı: “Allah için bana cevap verin” dedi. Vakit çok hoş olduğu için kimse cevap vermedi.
Ayıldıkları zaman Cüneyd‘e dediler ki: “Bir râhip bize sesleniyor, Müslümanlık üzerine yemin verdirerek kendisine cevap vermemizi istiyordu.”
Cüneyd râhibin yanına gitti. Râhip ibâdete çekildiği odasından inip dedi ki: “İçinizde üstad kim?”Cüneyd‘i gösterdiler. Râhip Cüneyd‘e sordu: “Bu mezhep(iniz) nedir? Bu yaptığınız hareketler, raks, vecd ve semâ nedir? Bunlar sizin dîninize mi mahsustur, yoksa umûmî midir?”Cüneyd dedi ki: “Bu, dünyadan yüz çevirenlere mahsustur.” Râhip şöyle dedi:
“Elini uzat ey Ebû’l-Kâsım, ben şehâdet ederim ki Allah’tan başka İlâh yoktur, O birdir, ortağı yoktur. Yine şehâdet ederim ki Muhammed O’nun kulu, ve elçisidir. Ben İncil’de görmüştüm ki Muhammed (S.a.v.) Ümmetinden seçkin bir topluluk, dünyadan yüz çevirmek şartıyla semâda dönecekler, elbiseleri softur, dünyadan sadece bir ekmek kırıntısı ve bir hırkaya râzı olacaklardır. Onlar Muhammed (S.a.v.) ümmetinin seçkinleridir.”[10]
“İnsanlar semâ hakkında değişik görüşler söylediler. Bu sûfî tâifesi için onda bir güzellik ve hoşluk vardır. Iraklılar onun haram olduğunu söylerken, Hicazlılar helâl olduğu görüşündedir.”[11]
Bu beyti şerh eden Mâlikî ulemâsından müfessir İbn Acîbe el-Hasenî(K.s.), şöyle buyurdu:
“Allah kendisine rahmet etsin İbnü’l-Bennâ, semâ hakkındaki farklı görüşlerden bahsetti; Iraklılar’ın ona haram dediğini belirtti. Iraklılar’dan kasıt, bazı Hanefîler ve onlara tâbi olanlardır. Hicazlılar ise semâın helâl olduğunu söylemişlerdir. Hicazlılar’dan kasıt, İmâm Mâlik (Rh.a.), İmâm Şâfiî (Rh.a.) ve onlara tâbi olanlardır.”
Daha sonra İbn Acîbe(K.s.), büyük müctehid ve muhaddis İmâm Mâlik(Rh.a.)‘in de «Semâ» hakkında müsaade ettiğini aktarıyor:
Ebû Mus’âb ez-Zührî (Rh.a.)‘nin rivâyet ettiğine göre, İmâm Mâlik(Rh.a.)‘e «Semâ» hakkında sorulunca şöyle demiştir:
“Bu konuda bana (onun haram veya helâl olduğuna dâir) bir şey ulaşmadı. Ancak beldemizdeki ilim sâhipleri onu kötü görmüyorlardı ve ondan menetmiyorlardı. Semâı ancak kalın kafalı câhil yahut kaba tabiatlı Iraklı âbidler kötü görür.”[12]
7- Şâfiî ulemâsından İmâm Münâvî , «Tabakâtü’l-Evliyâ» isimli eserinde Tarsûsî’den, o da Taberânî’den, o da İmâm Ahmed’in oğlu Abdullah’tan şu bilgiyi aktarır:
“İmâm Ahmed b. Hanbel(Rh.a.)’in meclisinde birisi sûfîlerden, ‘İlimden yoksun bir şekilde mescitte tevekkül edip otururlar’ şeklinde bahsedince İmâm Hanbel, ‘Onları mescitte oturtan ilmin ta kendisidir!’ dedi. ‘Bütün istekleri bir lokma ve bir hırkadan ibârettir’ denilince İmâm Hanbel‘Arzusu bunlar olan kişiden daha mâzur görülebilecek kimse bilmiyorum’ dedi. ‘Bir nağme duyduklarında kalkar ve raks ederler’ denildiğinde ise İmâm Hanbel‘Bırakın Rablerine neşelerini izhâr etsinler!’ şeklinde cevap verdi.” [13]
8- Osmanlı Şeyhü’l-İslâm’ı, fakih, tarihçi, müfessir, kelamcı, edebiyatçı ve şair olan İbn Kemâl Paşa(Rh.a.) şöyle demiştir:
“İhlâs ile tahkîka vâsıl olmuş isen, heyecanla salınarak zikretmende bir beis yoktur. Sen ayak üstünde Hakka ibâdet edersen, onun baş üstünde Hakka yalvarması hakkıdır. Muhtelif vaziyetlerde zikir ve sema, vakitlerini en iyi amellere sarf eden âriflere, çirkin hallerden nefislerini zapta muktedir olan saliklere müsaade verilir. Onlar Hak’dan başka bir ses işitmezler. Allah’dan başkasını arzu etmezler. Zikrederken inlerler. şükrederken seslerini yükseltirler. Vecde geldikleri zaman sayha ederler, bağırırlar, şuhud halinde sükûn ve istirahata kavuşurlar. İşte vecd ile zikreden zümre hakkında benim cevabım bundan ibarettir. Doğrusunu Allah-û Teâlâ Hazretleri bilir.”[14]
9-Şeyh Sa’dî Şîrâzî(K.s.)«Semâ» hakkında der ki:
“Ey kardeş! «Semâ» nedir diye sorsan, onu dinleyenin kim olduğunu bilmedikçe, ne kâbiliyette olduğunu anlamadıkça «Sem⻑ın ne olduğunu anlatamam, izah edemem.
Bir kimse «Semâ» esnâsında mânâ burçlarında uçuyorsa, melekler bile ona imrenirler. Yok eğer bu kimse oyun, eğlence ve maskaralık adamı ise rûhundaki şeytan büsbütün kuvvetlenir.
Şehvet düşkünü «Semâ» ehli olamaz. Güzel ses uyuyan kimseyi uyandırır, körkütük sarhoşu uyandıramaz.
Sabah rüzgarı gülü perişan eder (açar), ama oduna vız gelir… Oduna balta lâzımdır.
Cihan güzel ses, güzel saz, güzel yüz ve güzel gözle doludur; aşkla sarhoşlukla, coşkunlukla doludur. Fakat körler aynada ne görebilirler?
Bilmez misin, Arabın yanık bir sesle okuduğu mavallara kendini kaptıran deve nasıl coşar?
Develer bile böyle güzel sesle neşelendikleri halde insan neşelenmezse, o insan değil, merkeptir..”[15]
10-Hâce Ubeydullah Ahrâr(K.s.) anlatıyor:
Herat’a ilk gidişimde Hâce Müsâfir ile yol arkadaşlığı yaptım. O şöyle anlatmıştı:
Şâh-ı Nakşîbend(K.s.)‘e hizmet ettiğim sırada semâya düşkündüm. Sohbetinde bulunduğum zamanlarda semâ meclislerine gitmeyi çok seviyordum. Bir gün bir grup sûfîyle konuşup anlaştık. Kavalcılar, defciler ve bir de neyzen tutup Şâh-ı Nakşîbend‘in meclisinde semâ yaptık. Şâh-ı Nakşibend dinledi, bizi de menetmedi. Ancak semânın sonunda şöyle buyurdu:
“Bunu inkâr etmeye gerek yok. Biz yapmayız ama (diğer meşâyıh yaptığı için) yapanları da engellemeyiz.”[16]
11- Şâfiî fakihi ve müfessir Seyyîd Ahmed er-Rifâî(K.s.) şöyle buyurdu:
“Ahlâkı kötü olan zamane çocuklarını raksa/semaya kaldırırlar, bu sayede onlar kötü ahlâkı terkederler. Anlaşılıyor ki raks, kötü ahlâkın terkedilmesine vesiledir ve güzel bir sıfattır.
Herkes Semâ’ya lâyık değildir, Semâ’ya lâyık olan kişi, Semâ’nın şartlarını bilen kişidir. Semâ’nın şartlarını, hâllerini ve usûlünü bilmeyen bu işe nezaret edemez. Eğer bu işin şartlarını bilmeden Semâ ile meşgûl olursa Semâ ile oyun arasında bir fark olmaz.
Mûsikî dinlemek de bunun gibi farklı farklıdır. Bazı dervişler münâdiden (mûsikî söyleyenden) Hakk’ı işitir. Bazıları ise (sadece) ilâhiciyi/çalgıcıyı işitirler.
Hakk’ı işiten kişilere o semâın faydası muhakkaktır.”[17]
12- Seyyidü’t-Tâifetü’s-Sûfiyye/Sûfîler topluluğunun efendisi Şeyh Cüneyd-i Bağdâdî(K.s.)şöyle der:
“Derviş üzerine Allah’ın rahmeti üç yerde iner: Yemek yerken, çünkü fakir sadece ihtiyaç hâlinde yemek yer. Konuşurken, zira fakir sadece zarûret hâlinde konuşur. Semâ esnasında, çünkü derviş sadece vecde geldiği zaman semâ eder.”[18]
13-Hz. Mevlânâ (K.s.), «Mesnevî»sinin ilk hikayesinde bahsettiği padişah, hasta olan câriyesi için duâ eder, rüyâsında derdine dermân olması için kendisine bir Pîr’in geleceğinin haberini alır ve o Pîr gelir. Hz. Mevlânâ devamla şöyle buyurur:
دست بگشاد و كنارانش گرفت
همچو عشق اندر دل و جانش گرفت
“Elini, kolunu açtı ve onu kucakladı. Ona aşk gibi kalbinde ve rûhunda yer verdi.”[19]
Merhûm Üstad Tâhirü’l-Mevlevî(Rh.a.), bu beytin şerhinde diyor ki:
“Padişah, «Mânevî doktor ve kâmil şeyh» demek olan o hekîm-i ilâhîyi görünce, koşup elini sıkmak ve boynuna sarılmak sûretiyle ihtiramda bulundu. Bunları yapmakla hem müridâne bir edep gösteriyor, hem de Rasûl-i Ekrem(S.a.v.)’in iki sünnetini icra ediyordu.
Câfer b. Ebû Tâlib -ki Hz. Ali(R.a.)‘ın büyük biraderi ve Efendimiz(S.a.v.)‘in amcazâdesidir- Habeşistan’a giden İslâm muhâcirleriyle birlikte Mekke’den çıkmış. Habeş diyarında ve Necaşi huzurunda Müslümanları müdâfaa etmiş, hicretin yedinci senesine kadar orada oturmuştu.
O sene Habeşistan’daki bütün Müslümanlar kalkıp Medine’ye geldiler. Fakat Rasûlullah(S.a.v.) Hayber Gazası’na gitmişti. Onlar da oraya gittiler. Hayber’e varışları fetihten sonraya tesadüf etmişti. Hz. Peygamber, Câfer’i kucaklamak, alnından öpmek, “Yaratılış ve ahlâk itibarıyla bana benzersin” demekle taltif buyurdu. Câfer de bu hitap ve iltifatın şevkinden bilâ ihtiyar oynamaya başladı. Rasûl-i Ekrem’in o neşeli hareketi men buyurmaması, semâ, deveran, kıyâm gibi zikir harekâtının cevazına sûfiyece delil sayıldı.
Ebû Hüreyre(R.a.)’den rivâyet edildiğine göre Nebî(S.a.v.), torunu Hz. Hasan ile de kucaklaşmıştı.
Musafaha ise, Hz. Câfer ile birlikte gelen Yemenli Müslümanların hem selâm verip, hem el sıkmaları üzerine taraf-ı Nebevî’den:
“Şerîatın meşrû kıldığı semâ’ ve zikir esnâsında hâsıl olan kalbin titremesi, gözün yaşarması, bedenin titremesi en efdâl olan ahvâllerdendir ki Kitâb ve Sünnet bize bunu haber vermiştir.
Ama şiddetli bir ızdırap, bayılma, ölüm ve nâra atma gibi hâllere gelecek olursak bu hâllerin sahibi kınanmaz. Çünkü gayr-i ihtiyâridir. Tâbiîn ve sonrasında bu hâller görülmüştür. Bu hâllerin kaynağı, kalbin zayıflığına rağmen gelen kuvvetli vâridatlardır. Metâneti korumak ve vakarı elde tutmak en efdal olanıdır ki bu hâl; Hz. Rasûlullah (S.a.v.)’in ve sahâbenin hâlidir.”[21]
Sema kelimesi gökyüzü anlamına geldiği gibi, işitme ve dinleme anlamlarına da gelmektedir. Terim olarak güzel musiki nameleri ile vecde gelerek hareketler yapmak veya kendi etrafında dönmek anlamına gelmektedir.
Sema dua ve yakarış gibi bir ibadet biçimidir. Allah’a yakınlaşmak için bir vesile ya da Allah’a yakınlaşmanın bir sonucu olarak ortaya çıkan, hareket ve raks ile ifade bulan bir ibadettir.
Sema çok eskiden, şamanlar döneminde de yapılmıştır. Dönüşün transı güçlendirdiği, hızlandırdığı, derinleştirdiği yönünde ciddi bilgiler bulunmaktadır.
İslamî tasavvufta gelişen semaın ise felsefi bir derinliği, bu yolda açıklamaları vardır. Sadece bir dönüş değil, kalp istikametine yapılan bir yöneliştir. Cenab-ı Allah, “Âlemlere sığamam ama inanmış kulumun gönlüne sığarım” buyurmuştur. İşte o gönül, o tecelliye ayna olabildiği için, dönüş de kalp istikametindedir. Ayrıca semada dış ile iç ve tüm yönler birleşir. Hz. Mevlânâ , “Sema altı cihetin ötesinden yol bulur” der. Kur’an-ı Kerim’de, Bakara suresinde ise “Nereye bakarsanız Allah’ın vechi (yüzü) oradadır” ayeti bulunmaktadır. Bu açıdan, dışta görünen her yön bir yön olup içle birleşir diyebiliriz.
Sema İslam kültüründe çok eski ve köklü bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Semaya dair rivayetler Peygamber Efendimizin döneminden itibaren başlamaktadır. Lebit isimli bir şairin okuduğu şiirden etkilenen Peygamber efendimizin vecde gelerek hareketler yaptığı, hatta bu esnada üzerinde bulunan hırkasının yere düştüğü ve yere düşen hırkanın parçalanarak orada bulunan ashaba dağıtıldığına dair rivayetler kaynaklarda yer almaktadır[1].
Hazreti Ebu Bekir, hazreti Ali[2], hazreti Cafer, hazreti Zeyd’in de sema ettiklerine dair rivayetler çeşitli kaynaklarda zikredilmektedir[3]. Kaynaklarda cennette[4] de semanın olduğu ve Hızır Aleyhisselam’ın da[5] sema ettiğine dair bilgiler geçmektedir.
Sema daha sonraki dönemlerde mutasavvıflar arasında oldukça yaygın bir ritüel halini almıştır. Birçok büyük mutasavvıf sema etmiş ve sema tarikatların birçoğu tarafından hoş görülmüş ve benimsenmiştir.
Sema Hazreti Mevlana ile birlikte bambaşka bir konuma yükselmiştir. Öyle ki birçok büyük sufi sema ettiği halde sema denince doğrudan Hazreti Mevlana akla gelir olmuştur. Adeta hazreti Mevlana ile sema özdeşleşmiştir. Hazreti Mevlana ile özdeşleşen kavram sadece sema değildir. Mesnevi ve Mevlana kavramları da hazreti Mevlana ile özdeşleşmiştir. Mesnevi denilince de hazreti Mevlana’nın Mesnevi-i Şerifi akla gelmektedir. Oysa mesnevi bir edebi türdür ve geleneğimizde neredeyse binlerce mesnevi yazılmıştır. Tarihte mevlana “hazret” ve “efendimiz” manasında kullanılan ve ilim adamlarına verilen bir sıfattır. Tarihimizde mevlana lakabıyla anılan birçok büyük şahsiyet bulunmaktadır. Fakat bu sıfat hazreti Mevlana için kullanıldıktan sonra artık yalnızca onu ifade eder olmuştur.
Günümüzde yapılan sema ise Pir Adil Çelebi tarafından manevi bir halin sonucu olarak uygulanan sema mukabelesinden esinlenmektedir[6]. Kırk, kırk beş dakika gibi bir süreçte ve kurallı olarak tekrar eden hareketlerden oluşan bir sema ayinidir.
Kaynaklar
Şeyh Rüsûhüddin İsmail Bin Ahmed El-Ankaravî, Mevleviler Yolu. s. 383. Sadeleştiren ve yayına hazırlayan: Mehmet Kanar. Şûle Yay., İstanbul, Ocak 2012.
a.g.e. s. 386-387.
İhyayı Ulumuddin c. 2 s. 748
Bayram Akdoğan, İsmail Ankaravi’nin Hüccetüs Sema Adlı Eserine Göre Musiki Anlayışı, Ankara 1991, s.89
Molla Cami, Nefahat’ül Üns, çev. Abdulkladir Akçiçek, Huzur Yayınevi, İstanbul 2014, s. 57.
Abdulbaki Gölpınarlı, Mevlevi Adap ve Erkanı, İnkılap Yayınları s.89